You are on page 1of 444

GUNTER GRASS

TENEKE TRAMPET
DIE BLECHTROMMEL (1959)

GÜNTER GRASS;

1927 yılında Almanya Danzig'de doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği Danzig'de geçti. Genç
yaşlarda asker oldu ve esir düştü. 1946 yılından sonra Düsseldorfa gelerek orada resim ve
heykel çalıştı. Bir süre Paris ve İtalya'da yaşadı. Bu yıllarda şiir ve oyunlar yazmaya
başladı. Sonraları Berlin'e yerleşti ve diğer sanatsal çalışmalarının yanında edebiyata
ağırlık vermeye başladı. 1959 yılında yayımladığı Teneke Trampet (Die Blechtrommel) adlı
romanıyla dünya edebiyat kamuoyunun dikkatini çekti. ]960'lı yıllarda sosyal
demokratların saflarında politikaya aktif olarak katılan Grass, barış hareketlerinde ve
insan haklan mücadelesinde de entelektüel tavrın simgesi oldu. Birçok ödülün sahibi olan
Grass, birçok kez aday gösterildiği Nobel Edebiyat Ödûlü'nü 1999 yılında kazandı.
Günter Grass'ın eserlerinin bazıları şunlardır: Tcnehe Trumpet (Die Bleıhtrommel, 1959),
Kedi ve Fare (Katz und Mcıus, 1961), Köpek Yılları (Hundejahre, 196.3), Lokal Anestezi
(Örf/idi betaubl, 1969), Pisi Balığı (Der Butt, 1977), Dişi Fare (Die Ratlin, 1977), Kafadan
Doğumlar (Kopjgeburten, 1980), Uzak Tarla (Eiıı writes Feld, 1995), Yüzyılım
0«'ulıuııdert, 1999).
Günter Grass'ın son yapılı Yüzyılımda içlerinde olmak üzere belli başlı eserleri Gendaş
Kültür taralından yayımlanmak üzere hazırlanmaktadır.

www.iskenderiyekutuphanesi.com

Anna Grass için

BOL ETEKLİK
Ne yalan söyleyeyim, bir akıl ve ruh hastalıkları kliniğinin sakinlerindenim. Bakıcım göz
allında tutuyor beni, gözlerini üzerimden pek ayırmıyor, çünkü kapıda bir gözetleme
penceresi var ve bakıcımın gözleri o malum kahverengi renkte, ben mavi gözlünün bir türlü
içini göremiyor.
Dolayısıyla bakıcım asla bir düşmanım olamaz. Hallâ sevdim onu; kapı arkasından bakıp
duran bu adam, odama ayak atmaya görsün, kendisine başımdan geçen olayları anlatıyor,
aradaki gözetleme penceresi onu, beni tanımaktan alıkoymasın istiyorum. Anlattıklarıma
da adamcağız değer veriyor anlaşılan; çünkü biraz bir şeyler uydurup söyledim mi, altında
kalmamak için bana düğümlerden yaptığı en son heykelcikleri gösteriyor. Bir sanatçı mı,
değil mi, orasını bir yana bırakalım; ne var ki, eserlerini sergilese, basında olumlu yankı
uyandıracağı, ayrıca kendine üç beş alıcı bulacağı kuşkusuz. Ziyaret saatlerinden sonra,
bakımıyla görevlendirildiği hastaların odalarını dolaşıp, bayağı sicimleri topluyor, dolaşık
yerlerini açıp düzeltiyor bunları, üst üsle çok katlı düğümler alarak hayaletlere benzeyen
birtakım heykelcikler yapıyor, sonra da alçıya daldırıp donduruyor hepsini ve tahta
altlıklar üzerine yerleştirdiği örgü şişlerine geçiriyor.
Eserlerini renkli yaratmak düşüncesiyle oynayıp duruyor ikide bir. Bense onu bundan
vazgeçirmeye çalışıyor, beyaz nikelajlı madenî karyolamı gösterip bu eşsiz yatağı, gözleri
önünde allı morlu canlandırmasını rica ediyorum. Bakıyorum, hastabakıcı
ellerini dehşete kapılarak başının üzerinde kavuşturuyor, olanca korkusunu biraz fazla
donuk ve katı yüzünde açığa vurup renkli tasarılarından el çekiyor.
Yani, benim beyaz nikelajlı hastane yalağım bir ölçüt bu konuda. Hatta benim için ondan da
ileri bir şey, neden sonra erişilmiş bir hedef, bir avuntudur. Hani idare izin verip bir iki
yerini değiştirebilsem, inancım bile olabilirdi; yatağı çeviren kafesi yükselttirildim o
zaman, kimse de bundan böyle fazla yanıma sokulamazdı.
Ziyaretçiler, benim beyaz madeni çubuklar arasına örülmüş sessizliğimi haftada bir gün
sekteye uğratıyor. O gün olunca geliyorlar: Beni kurtarmak isleyenler, beni sevmekten
hoşlanıp bende kendilerine saygı duymak, bende kendilerini takdir elmek ve tanımak
isleyenler. Ne kafasız, ne sinirli, ne arsız şeyler hepsi! Tırnak makaslarıyla karyola
kafesimin beyaz nikelajınm orasını burasını kazıyor, tükenmez ya da kopya kalemlerini
çıkarıp üzerine uzunlamasına yakışıksız insan resimleri çizikliriyorlar. Avukatım, günaydın
haykırışıyla odayı ayağa kaldırarak içeri dalıyor ve her defasında naylon şapkasını
karyolamın sol ali bacağına geçiliyor; ziyaret süresince avukatların da anlatacakları
bitmiyor bir türlü bu zorba davranışıyla beni denge ve neşeden ediyor.
Ziyaretçilerim, getirdikleri hediyeleri, üzerine muşamba yayılmış beyaz masanın üzerine,
suluboya bir haşhaş resminin altına istif ediyor, kurtarılmam konusunda sözde o sıra
uyguladıkları ya da ilerisi için uygulamayı tasarladıkları planlarını bana bir bir açıklayıp
bıkıp usanmadan özgürlüğe kavuşturmak isledikleri beni, hısım akraba sevgilerinin yüksek
düzeyine inandırdıktan sonra, yeniden çekip gidiyor, kendi haz dolu yaşamlarına
dönüyorlar. Derken, odayı havalandırıp hediye paketlerinin sicimlerini toplamak üzere,
bakıcım Bruno geliyor. Topladığı sicimlerin düğümlerini çözüp açarak çevresine sessizlik
yayıyor; öyle ki sonunda sessizliği Bruno'dan, Bruno'yu sessizlikten ayırt edemez
oluyorum.
Bruna Münslerbcrg yani bakıcım; kelime oyununu bir yana bıraktım şimdi benim için beş
yüz yaprak yazı kâğıdı alıp geldi. Saucrland'lı bekâr ve çocuksuz bir adam olan Bruno, bu
kâğıt stoku yelmedi mi, küçükler için oyuncak eşyaların da satıldığı kırtasiye mağazasına
bir kez daha uğrayacak ve anılarımı Allah'ın izniyle eksiksiz üzerine dökebileceğim çizgisiz
kâğıtları sağlayacak. Doğrusu ziyaretçilerim, örneğin Avukat Bey'den veya Klepp'len bana
böyle bir hizmetle bulunmalarını dünyada rica edemezdim; bir ilâç gibi bana sundukları
lasa dolu sevgileri, boş kâğıt gibi sakıncalı bir nesneyi yanlarında getirip benim, durmadan
heceler salgılayan kafama al buyur demekten elbel alıkoyardı onları.
Bakıcım Bruno'ya: "Canım, Bruno'cuğum, n'olur, bana beş yüz yaprak kız oğlan kız kâğıt
alır mısın?" dediğim zaman, gözlerini odanın tavanına dikerek ve beni bir örnek vermeye
çağırır gibi işaret parmağını da aynı yöne uzatarak: "Beyaz kâğıt, demek isliyorsunuz
sanırım, Bay Oskar?" diye cevapladı.
Ama ben, kız oğlan kız sözcüğünde direttim, kırtasiye mağazasında da böyle söylemesi için
Bruno'ya ricada bulundum. İkindi üzeri kâğıt paketiyle döndüğünde, baktım düşünceli bir
hali var; gözlerini birçok kez, uzun uzun, sanki Him esinlerinin kaynağı olan tavana dikti.
Nihayet: "Söylemem için tam da kelimesini bulmuşsunuz, Bay Oskar!" dedi. "Ben, kız oğlan
kız kâğıt isleyince, yüzü pancar gibi kızardı tezgâhtar kızın, sonra gidip kâğıtları gelirdi."

Kırtasiye mağazalarındaki tezgâhtar kızlar üzerine Bruno'yla uzun boylu bir söyleşiye
girmeyi göze alamayıp kâğıda kız oğlan kız dediğim için pişman oldum; sesimi çıkarmayarak,
bakıcım odadan çıkıp gidene kadar bekledim, sonra beş yüzlük paketi açtım.
Elimle terazileyip tartarak fazla oyalanmadım katı, esnek paketle; içinden on yaprak sayıp
aldım, gerisini komodinin gözüne tıktım. Dolmakalem çekmecede, albümün yambaşında
duruyor; içi dolu, yani mürekkep de tamam. Peki, ama nasıl başlamalı?
Bir orta noktadan yola koyularak hikâye etmeye başlayabilirsiniz bir serüveni; sonra
geriye olduğu gibi, ileriye doğru atak adımlarla yürüyüp işi karıştırabilirsiniz. Ama çağdaş
bir tulumla da davranıp zaman ve uzaklıkların lümü üzerinden bir sünger geçer, hele şükür
son anda zaman ve mekân sorununu çözdüğünüzü ilân edebilir ya da ettirebilirsiniz. Ama
daha anlatıya başlarken bugün artık bir roman yazılamayacağını ileri sürebilir, ancak
sonradan, kendiniz de farkelmeksizin ortaya zorlu bir eser koyup varlığı mümkün en son
romancı edasıyla boy gösterebilirsiniz. Bana da söylemişler, kişilik sahibi kimselerin
bulunmadığını, kişilik denen nesnenin yilirildiğini, insanların yalnızlık, ortak bir yalnızlık
içinde, kişisel bir yalnızlık hakkından yoksun yaşayıp isimsiz ve kahraınansız bir kitle
oluşturduğunu, dolayısıyla roman kahramanları diye bir şeyin bundan böyle söz konusu
edilemeyeceğini başta kesinlikle belirtmek uygun düşer, alçakgönüllü bir izlenim uyandırır,
demişlerdi. Hani söylenildiği gibidir belki bütün bunlar, doğru ve gerçek şeylerdir. Ama
yine de ben, kendim Oskar ve bakıcım Bruno hesabına şunu açıklamak islerim ki, ikimiz de
kahramanız bizim; birbirinden büsbütün değişik kahramanlarız; Bruno gözetleme
penceresinin önünde, ben gözclleme penceresinin gerisinde; Bruno kapıyı açmaya görsün,
tüm dostluk ve yalnızlığımıza karşın, ikimiz de henüz isimsiz ve kahraınansız bir kille
oluşturmaktan uzak bulunuyoruz.
İşle şimdi çok eskilere dönüp başlıyorum anlatmaya; çünkü öz yaşamını kayda geçirmeden
önce, anne ve babasından hiç değilse birini anımsama sabrını gösteremeyen kimse bu işe
kalkışmasa daha iyi eder. Benim sakini bulunduğum akıl ve ruh hastalıkları kliniğinin dışında
karmaşık bir yaşam sürenler, sizlerin hepinize ve siz kâğıt stokumun varlığından bir şey
scziıılcyemeyen dostlarımla haftalık ziyaretçilerime, izin verirseniz şimdi Oskar'ın
anneannesini tanıtmak istiyorum.
Anneannem Anna Bronski, ekim ayında bir ikindi üzeri eteklikleri içinde, bir patates
tarlasının kıyıcığında oturuyordu. Öğleden sonra görecektiniz anneannemi! Doğrusu o ne
beceriklilikti!
10
Elinde tırmık, kurumuş patates yapraklarını güzelce bir araya toplayıp öbekler yapmış,
öğleyin üzerine domuz yağı sürdüğü marmeladı ekmeğini yemiş, derken tarlayı son bir kez
çapalamış, nihayet eteklikleri allına, nerdeyse ağzına kadar patates dolu iki sepet arasına
çökmüştü. Ayağındaki burunları birbirine bakan çizmelerin dik pençeleri önünde için için
yanan palates yapraklarının ateşi, aslımlı hastalar gibi arada bir başını kaldırıyor, dumanını
pek de meyilli olmayan yer kabuğu üzerinden, alçacık ve salınarak ötelere yolluyordu. Yıl,
bin sekiz yüz doksan dokuzdu ve Kaschubci'ın* göbeğinde oturuyordu anneannem; Bissau'a
yakın, kiremilhaneye daha yakın, Ramkau önünde, Viercck gerisinde, Brennlau şosesi
doğrultusunda, Dirschau ile Karlhaus arasında, Karaorman ile Goldkrug'u arkasına almış
oturuyor, ucu kömürleşmiş bir fındık dalıyla kızgın külleri eşeleyip, patatesleri altına
sürüyordu.
Az önce elekliği üzerinde özellikle durarak, umarım yeteri kadar açık seçik: "Anneannem
eteklikleri altına çökmüştü" dedimse ve hatla kitabın bu ilk bölümüne "Bol eleklik" başlığını
koydııınsa, söz konusu giysiye neler borçlu olduğumu bildiğim içindir. Yalnız bir değil, üsl
üste dört eteklik giyerdi anneannem. Hani en üsle bir üsl eleklik, onun allına üç tane iç
eleklik giyerdi anlaşılmasın; dört iane, dördü de üst eteklik giyerdi. Her eleklik bir
ötekisini taşır, anneannem de belli bir düzene uyup etekliklerin sırasını günden güne
değiştirerek, bunların dördünü birden üzerinde taşırdı. Dün en üstteki eleklik bugün
hemen onun allında yer alır, ikinci yerde bulunan üçüncü yere geçer, daha dün üçüncü
yerdeki, bugün anneannemin tenine iyice sokulurdu. Dün kendisine en yakın elekliğin ise
bugün açıkça nakışlı yüzü, daha doğrusu nakışsız yüzü görünürdü; çünkü anneannem Anna
Bronski'nin elekliklerinin lümü aynı patates rengine kaçardı; bu renk yakışıyor olmalıydı
kendisine. Renk tonlarından ayrı, büyü
* Prusya'nın kuzeybalısıyla Pomcraııya'nın kuzeydoğusu arasında kalan bölge.
(C.N.)
11
karinemin elekliklerinin bir diğer belirleyici özelliği daha vardı ki, bunlara bol keseden
kumaş harcan maşıydı. Rüzgâr çıktı mı geniş bir çember çizer, şişip kabarırdı eteklikler;
rüzgâr dinince porsuyup kendilerini bırakır, rüzgâr yanıbaşlarından geçse lakır lakır eder,
arkadan esmeye görsün, dördü birden anneannemin önüsıra uçuşup dururdu. Oturacağı
zaman, önce elekliklerini elevşirip öyle otururdu anneannem.
Sürekli kabaran, üzerinden sarkan, katlar, ve kıvrımlar yapan, ya da katı ve boş, yalağın
yambaşmda yer alan dört eteklikten ayrı, bir beşinci elekliği daha vardı anneannemin. Bu
beşinci elekliğin patates rengindeki öbür dört eteklikten hiçbir başkalığı yoklu. Bu beşinci
eleklik de hep beşinci eleklik olarak kalmaz, o da kendi erkek kardeşleri gibi çünkü
etekliklerin cinsiyeti erkektir hep yer değiştirirdi. Üstle taşınan dört üst eteklikten
biriydi o da! Onun da ötekiler gibi sırası gelince, yani her beş cumada bir, çamaşır
teknesini boylaması, cumartesi günü mutfak penceresi önüne gerilen ipe asılması ve
kuruduktan sonra ütü tahtası üzerine yatırılması gerekiyordu.
Anneannem evin büyük temizliğini yaptığı, ekmek pişirip çamaşır yıkayarak ütü ütülediği
cumartesi akşamları, ineği sağıp yemini suyunu verdiği, tepeden tırnağa banyo teknesi
içine girip sabunlu suya kendinden biraz bir şeyler kattığı ve sonra iri çiçek motifleriyle
bezenmiş bornozuna sarılıp yalağın kenarına ilişliği zaman, giyilmiş dön eleklikle yeni
yıkanmış eleklik, yere yayılmış duruyor olurdu önünde. Anneannem, sağ işaret parmağını
sağ gözünün alı gözkapağıua dayar, kimseye, erkek kardeşi Vinzenı'e bile akıl
danışmayarak hemen kararını verirdi: Çıplak ayaklan üzerinde dikilir, patates rengi
parlaklığını en çok yitirmiş elekliği ayak parmaklarıyla sürüp kenara alır ve boşalan yere
temiz elekliği geçirirdi.
Cumartesiyi izleyen pazar günü kiliseye giderken bu yeni baştan düzenlenmiş eteklik
dizisini sağlam bir inançla bağlı bulunduğu Hazreti İsa onuruna ilk kez üzerine geçirirdi,
anneannem. Eleklikler içinde yeni yıkanmış elekliğin yeri neresiydi acaba?
12
Yalnız temiz değil, biraz da kendini beğenmiş bir kadındı anneannem; en iyi etekliğinin
göze görünecek yerde, hava güzelse güneşe karşı bulunmasına dikkat ederdi.
Ama şimdi anneannemin patates ateşi karşısında oturduğu bir pazartesi ikindisiydi.
Pazarlık etekliği pazartesi günü anneanneme bir eteklik daha yaklaşır, pazar günü
tenceğiziyle ısıttığı eleklik, pazartesi günü lam da pazartesiye uygun düşen kasvetli bir
görünümle elekliklerin en üsiündc anneannemin kalçalarından aşağı dökülürdü. Anneannem,
belli bir ezgi gözetmeksizin rasgele bir ıslık tutturmuş çalıyordu; elerken, bir fındık
dalıyla külleri eşeleyip ilk patales kebabını çekti ateşten. Rüzgâr vurup serinletsin diye,
patates yumrusunu için için yanan tepeleme palales yapraklarının oldukça uzağına aldı.
Üstü kömürleşmeye başlayarak kabuk kabuk yarılmış yumruyu, ucu sivri bir dal parçasına
geçirerek ağzına götürdü. İslık çalmayı bırakan ağzı, rüzgârda kuruyup patlamış
dudaklarının arasından hava üflüyor, külleri ve toprakları patates kabuğundan
uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Palatesi üflerken gözlerini yumuyordu anneannem. Yeleri kadar üflediğine güven getirir
getirmez, önce bir gözünü, sonra öbürkünü açtı; aralarındaki boşluklardan gerilerin
görülebildiği, ama başkaca bir kusuru bulunmayan ön dişleriyle patatesi ısırdı; ama hemen
yine çekli dişlerini; henüz fazla sıcak palales yarımını, unumsu ve buğular çıkararak açık
ağzında tuttu; ateşin dumanını ve ekim havasını soluyup duran şişkin burun deliklerinin
yukarısında belerttiği gözlerini tarla üzerinden ötelere dikti, telgraf direklerinin dilimlere
ayırdığı ve kiremithane bacasının ancak üstlen bir parçasının görülebildiği yakın ufku
süzmeye başladı.
Telgraf direkleri arasında bir şeyler kımıldıyordu. Anneannem, ağzını yumup dudaklarını
içeri çekti; gözlerini kısıp geviş gelirir gibi patates yumrusunu çiğnemeye koyuldu ağzında.
Telgraf direkleri arasında bir şeyler kımıldıyordu. Bir şeyler hopluyor, sıçrıyordu
direklerin orda. Üç adam, telgraf direkleri arasında hoplayıp sıçrıyordu; derken her üçü
bacaya doğru koşmaya
13
başladı, sonra dolanıp arkasına geçtiler bacanın, biri lers yüz edip yeni bir hızla ileri atıldı,
kısa ve şişmana benziyordu, kiremithane üzerinden geçip gitti; ötekiler ince uzundu daha
çok, ama hemen arkadan onlar da seğirttiler, işte yine direkler arasındaydılar; ama kısa ve
şişman, birden yön değiştirdi ve daha çabuk hareket eder gibiydi ince uzunlardan,
hoplayıp sıçrayan öbür ikisinden daha çabuk hareket eder gibiydi. Kısa ve şişmanın baca
üzerinden yuvarlanıp gittiğini görünce, ince uzunlar gene bacaya doğru seğirtmek zorunda
kaldılar ve bacaya iki karış uzaklıkla hızlanıp gözden kayboldular, arlık usanıp bıkmış
gibiydiler bu koşudan; derken kısa boylu da bacadan aşağı alladı, ufkun gerisinde
görünmez oldu.
Orada da kaldılar hepsi, mola verdiler ya da kılık değiştirdiler, belki de kiremit döküp
para aldılar.
Anneannem, moladan yararlanıp ucu sivri değncğiyle patateslerden bir ikincisini şişlemek
islemiş, ama değneği isabet etliremcmişli. Çünkü kısa ve şişmana benzeyen adam, üzerinde
deminki giysi, yine ufku tırmanmaya çalışıyordu; sanki ufuk bir çilli de adam hoplaya
zıplaya peşinden kovalayanları çil gerisinde, kiremitler arasında ya da Brcnnlau şosesi
üzerinde bırakmıştı. Öyleyken acele ediyor, telgraf direklerinden daha da tez davranmak
istiyordu; uzun, yavaş adımlarla tarla üzerinden doğru yaklaşıyor, ayakkabılarının
pençelerinden etrafa balçık sıçratıyor, ne kadar uzun adımlar alsa da yine balçık içinde
güç belâ ilerleyebiliyordu. Bazen yere yapışıp kalmışa benziyor, sonra yine uzun bir zaman
kımıldamaksızın âdeta havada duruyor, kırk dönümlük larla içinden çukur yola doğru
toprakla yarıklar açarak ilerleyen topuğunu taze sürülmüş tarlaya her seferinde yeniden
bastırmadan, sıçramasının lam orta yerinde alnını, kısa ve geniş, silecek vakit
bulabiliyordu.
Derken çukur yola varmayı başardı; kısa ve şişman daha yeni gözden kaybolmuştu ki, bu
arada kiremilhaneyi şöyle bir kolaçan elmiş öbürleri de ufuktan ince ve uzun tırmanıp
çıktılar. Çiznıeli adımlarını işte öylesine uzun ve ince atıyorlar, oysa çizme
14
İcri balçığa da az bulaşmıyordu. Anneannem patatesleri şişlemeyi bırakmıştı, her Allah'ın
günü görülebilecek bir manzara değildi çünkü; boylan değişik büyüklükte de olsa üç büyük
adam, telgraf direklerinin çevresinde hoplayıp zıplıyordu. Derken kircmilhaııcnin az kalsın,
bacasını koparacak oldular, sonra belli aralarla, ilkin kısa ve şişman, arkadan ince ve
uzunlar, ama üçü de güçlük ve inalla, çizmelerinin tabanlarında daha çok balcı taşıyarak iki
gün önce Vinzcııl'in sürdüğü ve büyükannemin yeni temizlediği tarladan, sıçraya zıplaya
geçtiler ve çukur yolda gözden kayboldular.
Arlık gitmişti her üçü de, anneannem nerdeyse soğumuş bir patatesi şişlemeye cesaret
edebilirdi; kabuğundan tozları ve külleri şöylece bir üfleyip palates yumrusunu hemen
tümüyle ağız boşluğuna yerleştirdi ve bir şey düşündüyse şunu düşündü: Allah bilir ya,
kiremilhanenin adamları bunlar. Hâlâ patatesi ağzında döndüre döndüre çiğneyip
duruyordu ki, çukur yoldan zıplayıp çıklı biri, kara bir bıyık üzerinden deli gibi çevresine
bakındı; iki sıçrayışla gelip bir önüne, bir arkasına, bir yanına dikildi aleşin; burda sövüp
saydı, orda korkuya kapıldı; bilmiyordu nereye gitsin; geri dönemezdi, geriden inceler,
çukur yoldan uzunlar geliyordu. Sonunda dövünmeye başladı, dizlerine dizlerine vurdu
elleriyle. Başında iki gözü vardı, ikisi de yuvalarından fırlamak ister gibiydi; alnından ter
boşanıyordu. Derken tıkanır gibi nefes alıp bıyıkları titreyerek sürüne sürüne yaklaştı;
anneannemin ateşin önünde duran çizmelerinin pençelerine kadar sokulmayı göze aldı; tâ
burnunun ucuna kadar yaklaşıp, kısa ve şişman bir hayvan gibi, büyükanneme baktı.
Anneannem dayanamayarak iç geçirdi, ağzındaki patelesi çiğneyemez oldu, çizmelerinin
pençelerini yatırdı; kiremithaneyi, kiremitleri pişirip boyayanları düşünmekten vazgeçti;
birden elekliğini, hayır, dört etekliğinin dördünü yukarı kaldırdı; öyle ki, kiremithane
işçilerinden olmayan adanı, kısa ama şişman, tüm vücuduyla girebildi elekliklerin allına ve
bıyıkları kayboldu ortadan ve artık bir hayvana da benzemiyordu; arlık ne Ramkau'h, ne de
Viereck'liydi, korku
15
larıyla eleklikler alımdaydı ve dizini dövmüyordu arlık, o hırıltılı solumayı, türemeyi ve
elleriyle dizlerini dövmeyi bırakmıştı. Dünyanın yaradılışındaki o ilk ya da son gün gibi
sessizdi ortalık: Hafif bir rüzgâr palates yapraklarının ateşiyle bir söyleşiyi sürdürüyor,
telgraf direkleri seslerini çıkarmaksızın kendi kendilerinin sayımını yapıyor,
kiremilhanenin bacası hazırol durumunda dikiliyordu. Anneanneme gelince, orasını burasını
düzeltip ikinci eleklik üzerindeki en üsl elekliğine doğal bir görünüm vermeye çalışıyor,
dördüncü eleklik altında adamı pek hissetmiyor, tenine böyle yeni ve şaşırtıcı gelen şeyin
ne olduğunu hele üçüncü etekliğiyle hiç anlamamışa benziyordu. Bu şey şaşırtıcı
olduğundan, ama en üst eleklik uslu uslu durduğundan ve sonra üçüncü eleklik gibi ikincisi
de henüz hiçbir şeyin farkına varmadığından, anneannem külü eşeleyerek içinden birkaç
patates daha çıkardı; sağ dirseğinin altındaki sepetlen dört çiğ patates alıp teker teker
kızgın küllerin içerisine sürdü, üstlerini de yine küllerle kapadı, ateşi dürlükledi ardından,
duman canlandı. Başka da ne yapsındı anneannem?
Anneannemin eleklikleri henüz yatışmış, kıyasıya diz dövmeler, yer değiştirmeler ve
dürlüklemclcrlc doğrultusunu yitiren patates yaprağı ateşinin koyu dumanı yine rüzgâra
uyup, tarla boyunca sarı soluk sürünerek güneybatıya henüz yönelmişti ki, eteklikler
altındaki kısa ama şişman adamı kovalayan uzun ve inceler, ansızın çukur yoldan çıkıverdi
ve anlaşıldı ki gerçekten uzun ve inceydiler ve görevlerinin gerektirdiği jandarma
üniformaları vardı üzerlerinde.
Anneannemin önünden az kalsın dolu dizgin geçip gidiyorlardı. Halta ateşin üzerinden
atlamıştı biri. Ama ansızın akıllarına geldi; ayaklan ve ayaklarında topukları vardı; topukları
üzerinde fren yapıp döndüler, çizmeli adımlar attılar ve üzerlerinde üniformalar, çizmeli
çizmeli duman içinde dikildiler ve kısa öksürüklerle duman içinden, dumanları da birlikle
sürükleyerek yine çekip aldılar üniformalarını, hâlâ kısa kısa öksürerek anneanneme
döndüler, Koljaiczek diye birini görüp görmediğini sordu
16
lar; çünkü akıllarınca, anneannemin adamı görmüş olması gerekiyordu; değil mi ki orada,
çukur yolun yanıbaşında oturuyordu anneannem; Koljaiczek de işle bu çukur yoldan
kayıplara karışmıştı.
Ama Koljaiczek adında kimseyi görmemişti anneannem, Koljaiczek adında birini
tanımıyordu çünkü. Kiremithanedekilerden olup olmadığını öğrenmek isledi bu
Koljaiczek'in, çünkü yalnız kiremilhanedekileri biliyordu. Ama üniformalılar, Koljaiczck'i,
kiremilhanedekilerle hiçbir alıp vereceği bulunmayan, bücür bir adam diye tanıttılar.
Anneannem anımsar gibi oldu elerken, böyle birini görmüştü, koşa koşa geçmişti yanından;
belirsiz bir hedefi kastederek, sivri değneğin ucundaki lülen patatesle Bissau yönünü
gösterdi. Patatese bakılırsa, kiremithane bacasından sağa doğru altıncı ve yedinci telgraf
direkleri arasında olmalıydı bu yer. Ama koşarak yanından geçip giden adam Koljaiczek
miydi, bunu bilmiyordu anneannem; bilmemesini de çizmelerinin pençeleri önündeki ateşle
bağışlatmaya çalıştı, ateşin yanması zalen yelerince uğraştırıyordu kendisini; baksana,
şöyle doğru dürüsl yanmayı bilmiyordu merci! Bir de yanıbaşmdan koşarak" geç ip giden ya
da duman içinde dikilen adamlarla mı ilgilenecekti! Zaten tanımadığı kimseleri hiç merak
etmezdi anneannem; bülün tanıdıkları ise Bissau'da, Ramkau'da, Viercck'tc ve
kiremilhanede olanlardı, bu kadarı da kendisine pekâlâ yetiyordu.
Anneannem, işle bunları söyleyerek biraz kini çekti, ama hayli sesli bir iç çekişti bu,
dolayısıyla üniformalılar ortada iç çekilecek ne olduğunu öğrenmek islediler. Anneannem
ateşe doğru başını salladı; hani demek isliyordu ki, doğru dürüst yanmayan ateşlen ve
biraz da duman içinde dikilen bir sürü adamdan ölürüdür iç çekişi. Sonra birbirinden
aralıklı ön dişlerini ağzındaki patatesi çiğnemeye vererek, gözbebeklerini sol yukarıya
kaydırdı.
Jandarma üniformalılar, anneannemin dalgın bakışından bir şey çıkaramayarak, telgraf
direklerinin gerisindeki Bissau'ı bir kolaçan edip etmemek konusunda karara varamadılar;
dolayısıy
17
la, ellerindeki karabinalarla oracıkta henüz yanmamış patates yaprağı yığınlarını
dürtüklemekle yetindiler. Ansızın akıllarına esip anneannemin dirsekleri altındaki nerdeyse
ağzına kadar dolu iki patates sepetinin ikisini de devirdiler yere; çizmelerinin önüne örme
sepetlerden yalnız patateslerin dökülüp neden bir Koljaiczek'in yuvarlanmadığını uzun bir
süre kavrayamadılar. Sanki Koljaiczek, bu kadar kısa sürede patates yığını içine dalıp izini
kaybetlirebilirmiş gibi, usulcacık ve kuşkuyla, patateslerin çevresinde dolandılar; beri
yandan ustalıkla nişan alıp kasaturalarını önlerindeki patates yığınına sapladılar, ama
onların canlı bir nesneye isabel elliğini gösteren bir ses işitmediler. Hiçbir fare yuvası,
köstebeklerin yığdığı hiçbir toprak tepecik, ne kadar kel olursa olsun hiçbir çalılık yoktu
ki, üniformalıların midelerini bulandırmasın. Ama kuşkulan, dönüp dolaşıp anneannemin
üzerinde toplanıyordu. Anneanneme gelince, bulunduğu yere kök salmış gibi oturuyor,
göğüs geçiriyor, gözbebcklerini gözkapaklarının allına çekip gözlerinin akını açıkla
bırakıyor, ne kadar ermiş varsa Kaschubei dilindeki adlarıyla hepsini tek tek sayıp
döküyor, bunu da doğru dürüst yanmayan ateşten ve devrilmiş iki patates sepetinden
dolayı kahırlanmış bir edayla ve yüksek sesle yapıyordu.
Üniformalılar, rahat bir yarım saat kaldılar anneannemin yanında. Ateşin bazen uzağına,
bazen yakınına gelip dikildiler, kiremilhane bacasını süzdüler; bir ara Bissau'ı ele geçirmek
isleyip, derken saldırıyı sonraki bir zamana ertelediler ve morarmış ellerini ateşin üzerine
tuttular. Anneannem, iç geçirmelerine ara vermeksizin, adamların her birine elindeki
incecik değneğe geçirilmiş ve kabuğu yer yer çatlamış birer patates uzattı. Ama adamlar
lam patatesleri çiğniyorlardı ki, ansızın üniformaları geldi akıllarına; sıçradıkları gibi bir
taş atımı uzaklığa seğirttiler, çukur yolun kenarındaki katırtırnakları boyunca ilerlediler,
bir tavşanı ürkütüp kaçırdılar; ama Koljaiczek değildi tavşan. Derken yine ateşin başına
dönüp, karşılarında sıcak buğular çıkaran unumsu patatesleri buldular; az önce devirmeyi
kendilerine ödev bildikleri
18
sepetlerden yuvarlanmış çiğ yumruları uslu uslu, biraz da yorulmuş bir edayla yeniden
toparlayıp sepetlere doldurmaya başladılar.
Ancak akşamın ekim göğünü sıkıştırıp ince ve çapraz bir yağmur yağdırması ve mürekkebe
benzeyen bir loşluğu ortalığa çöktürmesi üzerine, acele ve neşesiz, bir de lutup tarla
içindeki gittikçe karanlığa gömülen bir kayaya saldırdılar; kayanın hesabını gördükten
sonra da pes elliler. Biraz bacaklarını çalıştırıp, üzeri habire yağmurla örtülen ve enine
boyuna tütüp duran ateşi kutsar gibi ellerini uzattılar, yeşil duman içinde bir kez daha
öksürdüler. Yeşil duman içinde yaşaran gözlerin ve çizmelerin Bissau'a doğru öksürüklü ve
gözyaşlı bir koşusu... Burada bulunmadığına göre Bissau'da olması gerekiyordu
Koljaiczek'in; zaten jandarma dediğin iki olasılık tanır hep.
Yavaş yavaş sönüp giden ateşin dumanı anneannemi pek bol bir beşinci eteklik gibi sarıp
sarmalamıştı; anneannem de, tıpkı Koljaiczek gibi iç geçirmelerinden ve ermişlerin kutsal
adlarından oluşan bir eleklik altındaydı sanki. Ancak üniformalılar uzakta kımıldanan
telgraf direkleri arasında, akşam içinde giderek eriyen noktalara döndüğünde, anneannem,
olurduğu yere kök salmış da henüz dal budak salmaya başlayan kökünü, topraklan, toprak
parçalarını da birlikte çekip alarak yeniden söküp çıkarır gibi hayli zahmetli doğruldu.
Koljaiczek, kendini öyle başı açık, kısa ve şişman, ansızın yağmur altında bulur bulmaz, bir
üşüme hissetti; pantolonunun düğmelerini ilikledi çarçabuk; içindeki korku ve sınırsız
barınak ihtiyacı, eleklikler alımdayken ona pantolon düğmelerini çözük tutmasını
öğüllcmişti. Pistonunun bir anda soğumasından çekinerek elini acele düğmeler üzerinde
gezdirdi, çünkü güz mevsimine özgü üşütme tehlikesiyle doluydu hava.
Derken anneannem, kül allından dört kızgın patales daha bulup çıkardı. Üçünü Koljaiczek'e
verip birini kendine ayırdı ve patatesi henüz ısırmamışlı ki, kiremithanenin adamlarından
olup olmadığını sordu Koljaiczek'e; oysa Koljaiczek'in başka bir yer
19
den geldiğini, kiremithanede çalışmadığını bilmesi gerekiyordu, dolayısıyla aldığı cevaba
pek aldırmadı. Koljaiczek'in sırlına hafif sepeti vurdu, kendisi de ağır sepeti yüklenerek
kamburunu çıkardı; ayrıca, tırmıkla kazmayı da kavradı boştaki eliyle. Sepetle,
patateslerle, tırmık ve kazmayla, dört eleklik içinde, Bissau Abbaıı'a doğru yel gibi
seğirtmeye koyuldu.
Bissau değil de, daha çok Ramkaıı yönünde bulunuyordu gidecekleri yer. Derken
kiremilhancyi solda bırakıp içinde Goldkrug'un ve arkasında Brenntau'ın yer aldığı
Karaorman'a saptılar. Ormanın önünde, bir çukurluk içinde Bissau Abbau görülüyordu.
Joseph Koljaiczek, kısa ve şişman, anneannemin arkasından oraya doğru yürüdü;
anneannemin etekliklerinden ayrılamaz olmuştu artık.
20
SAL ALTINDA
Bir akıl ve ruh hastalıkları kliniğinin sabunlu sularla ovulup temizlenmiş madenî
karyolasında ve Bruno'nun gözüyle silâhlı bir gözetleme penceresinin görüş alanı içinde
uzanmış yalarak Kaschubei'deki bir patates yaprağı ateşinin dalga dalga dumanlarını ve bir
ekim yağmurunun çapraz serpintilerini neden sonra anlatmaya kalkmak, hiç de kolay değil.
Ustalık ve sabırla kullanılırsa asıl konuyu kâğıt üzerine dökebilmem için gerekli tüm
ayrmiıları anımsayabildi teneke trampetim ve trampetimi her gün, üç dört saal
konuşlurabilmemi sağlayan hastane idaresinin izni elimde bulunmasaydı, bir nine ve
dedesinin varlığım belgelerle kamllayamayan zavallı biri durumuna düşerdim.
Trampetim bu konuda şunları söylüyor: Bin sekiz yüz doksan yılı ekim ikindisi Güney
Afrika'da Krüger Amca,* İngiliz düşmanı gür kaşlarına fırçayla çeki düzen verir ve
Dirschau ile Karthaus arasında, Bissau Kiremitlıancsi yakınında aynı renk dört eteklik
içinde oluran büyükannem, ermişlerin adlarını kahırlı bir edayla vurgularken, dumanların,
korkuların, göğüs geçirmelerin eşliğinde ve çapraz yağan yağmurun allında, iki jandarmanın
soruları ve dumandan bulanık bakışları önünde annem Agnes, kısa boylu ama şişman Joseph
Koljaiczek tarafından ana rahmine düşürüldü.
* Krüger Amca (18251904); Asıl adı Paul Krüger; Güney Afrika'da İngilizlere karşı başarılı
bir savaştan sonra soydaşları Boer'lerin bağımsızlığa kavuşmasını sağladı. (1884) (Ç.N.)
21
Anneannem Anna Bronski, daha aynı gecenin siyahı beyaza dönüşmeden adını değiştirip
sakrament'leri* bol keseden dağıtan bir rahibin yardımıyla Anna Koljaiczek yaptırarak
Yusufçuğunun peşine düştü; Mısır eline değilse bile, onun salcı olarak bir yere kapılanıp
şimdilik jandarmaların elinden yakasını kurtardığı Mottlau ırmağı kıyısındaki eyalet
başkentine geldi.
Annemin doğum yeri olması nedeniyle Moltlau ağzındaki şimdiden adı edilmeye değer
kentin henüz adını vermiyorsam, sadece okuyucunun merakını biraz körüklemek içindir.
1900 yılının temmuz sonu tam o sıra imparatorluk savaş filosu için yapılacak gemi sayısının
iki kalma çıkarılması planlanmış bulunuyordu annem, aslan burcunda dünyaya açtı gözlerini.
Kendine güven, romantik bir mizaç, gönlü yücelik ve kibir. Domus vitae adı da verilen ilk
hane ascendant burcunda: Kolay etkilenebilen balıklar. Güneşle Neptün karşı karşıya;
yedinci hane ya da domus malrimonii cexorus: Karışık durumlar beklenebilir. Bilindiği üzre
dalak ve karaciğer hastalığına yol açan, ekşi gezegen de denen, oğlak burcunda saltanat
sürüp aslan burcunda tahtından inen, Neptün'e yılanbalıkları sunup karşılığında köstebek
alan, vişneye, soğana ve pancara bayılan, lav püskürüp şarabı mayalandıran Zühal yıldızı
Zühre'ylc karşı karşıya. Sekizinci ölümcül haneye kurulan Zühal ve Zühre, kaza ve belayı
akla getiriyor, oysa patates tarlasındaki döllenme, akrabalar hanesindeki Ularit'in
koruyuculuğu altında ilerisi için en atak bir mutluluğu müjdeliyordu.
Bu noktada annemin itirazını araya sıkıştırmadan yapamayacağım; annem, patates
tarlasında ana rahmine düşürüldüğünü asla kabul etmemiştir. Babası bu kadarını itiraf
ederdi hani patates tarlasında bu yolda bir denemeye kalkışmıştı gerçi; ama gerek
babasının durumu, gerek annesinin pozisyonu bir gebelik için gerekli koşullan sağlayacak
kadar isabetli seçilmemişti.
* Vaftiz ve evlilik gibi törenlerde kilisede rahip tarafından tsa adına bağışlanan kutsallık.
(Ç.N.)
22
"Bu olsa olsa ya geceleyin biz kaçarken ya da dayım Vinzent'in üstü açık arabasında oldu.
Belki de Troyl'a gidip salcıların yanında başımızı sokacak bir yer bulduğumuz zaman
olmuştur." İşte bu sözlerle annem, varlığının temelinin atıldığı tarihi belirlemeye çalışırdı
hep. Aslında gerçek durumu bilmesi gereken anneannem de başını sallayarak söyleneni
sabırla dinler ve bütün dünyaya ilân edercesine: "Elbet a kızcağızım!" derdi. "Ya üstü açık
arabada oldu, ya Troyl'da. Ama tarlada değil bak! Rüzgârlıydı çünkü tarla; üstelik bir
yağmur yağıyor, bir yağmur yağıyordu ki, sanki göğün dibi delinmişti."
Anneannemin kardeşinin adı Vinzent'ti. Vinzent, karısının erken ölümü üzerine yayan
yapıldak yola düşüp, Tschenstochau'a hacca gitmiş, orada Matka Boska
Czcslochowska'dan* aldığı bir direktifle eve dönmüştü: Malka Boska Czeslochowska'ya
bundan böyle Polonya'nın müstakbel kraliçesi gözüyle bakacaktı. O gün bugün Vinzenl'in
bütün işi acayip kitapları karıştırmak olmuş, okuduğu her cümlenin Tanrı Anası'nın Polonya
tahtı üzerindeki hak iddiasını doğruladığı sonucuna varmış, elindeki çiftlikte üç beş
tarlanın yönelimini kızkardcşine bırakıp kendisi bir kenara çekilmişti. O zamanlar çelimsiz
ve gözü yaşlı dön yaşında bir çocuk olan oğlu Jan, kaz çobanlığı yapıyor, renkli küçük
resimler topluyordu; daha o erken yaşta pul biriktirmeye başlamıştı ki hiç de hayra
yorulacak bir şey değildi bu.
İşte anneannem, Polonya'nın ilâhi Kraliçesi'ne adanmış bu çiftliğe, patates sepelleriyle
Koljaiczek'i alıp getirmişti; kardeşi Vinzent de olup biteni öğrenir öğrenmez Ramkau'a
koşmuş, kapısını yumruklayarak rahibi evinden çıkarmış, Anna'yı Joseph'e nikahlaması için
onu alıp sakrament'lerle donanmış olarak çiftliğe getirmişti. Daha rahip efendi, gözünden
uyku akarak, esneme
* Polonya'nın Kiclce bölgesindeki endüstri kenti Czeslochowska'da bir manastır kilisesinde
asılı olup, St. Luke taralından yapıldığı söylenen Meryem Ana ikonası. Czcslothowska,
Polonya'nın kutsal yerlerinden olup, her yıl kalabalık bir haeı kafilesi tarafından ziyaret
edilmektedir. (Ç.N.)
23
lerle uzayıp giden takdis törenini bitirip semiz tarafından bir domuz budunu yüklenerek, o
mübarek sırlçağızmı oradakilere dönüp yola koyulmaya kalmadan, Vinzenl üstü açık
arabasını koşmuş bulunuyordu. Evli çifti arkadaki samanlarla boş çuvallar arasına
yerleştirmiş, soğukta titreyerek incecikten bir ağıl tutturan Jan'ı ise yanına oturtmuş,
sonra da beygire dosdoğru ve acar acar gece içine dalıp gitmesini çıtlalmıştı; çünkü balayı
yolcularının aceleydi işi.
Ortalık karanlıktı henüz; ama gece sona ermek üzereydi ki eyalet başkentinin keresle
limanına vardı araba. Koljaiczek gibi salcılıkla uğraşan eş dost, kaçak evli çifte kapılarını
açlı. Eh, bu durumda Vinzenl geri dönebilir, beygirceğizini Bissau'a doğru sürebilirdi artık;
doyurulmaları gereken bir inekle bir keçi, yavrularıyla bir dişi domuz, sekiz kazla bir
köpek kendisini bekliyordu; sonra, oğlu Jan'ı yalağa yatıracaktı, çünkü hafif ateşi vardı
çocuğun.
Joseph Koljaiczek üç hafta saklandı, ortalarda gözükmedi, ikiye ayırıp yeni bir biçim verdi
saçlarına, bıyığını kesip atlı, temizinden bir kafa kâğıdı sağladı kendisine ve salcı Joseph
Wranka adıyla bir iş buldu. Peki ama, neden Koljaiczek, bir sefer dönüşü yolda çıkan
kavgada saldan aşağı yuvarlanan, Modlin'iıı üst kesiminde Bug ırmağında boğulan, ancak
âkibeli konusunda resmi makamların bilgisi bulunmayan salcı Wranka'nin kimlik belgesini
cebine sokmuş, tomruk tüccarlarına ve hızarlara iş için başvurmuştu? Çünkü bir süredir
salcılık yapmayan Koljaiczek, daha önce Schwelz yakınındaki bir hızarda çalışmış ve
burada kışkırtıcı bir renge, yani beyaz ve kırmızıya* boyadığı bir çil yüzünden hızarcı
ustasıyla patırtı etmişti de onun için. Bir çitten, yani bir hiç'len kavga koparılabileceğini
söyleyen deyimi herhalde haklı çıkarmak amacıyla olacak, hızarcı ustası çillen bir beyaz,
bir de kırmızı lata koparmış ve bu Polonya latalarını Koljaiczek'in Kaschubei'lı sırtında
parçalayıp o kadar çok beyaz kırmızı yakacak
* Beyaz ve kırmızı: Polonya bayrağının rengi. (Ç.N.) 24
tahta parçasına dönüştürmüştü ki, sopadan geçirilen Koljaiczek, bunu kendisi için yeter
bir neden görüp, o günü izleyen yıldızlı bir gecede, yeni işletmeye açılmış beyaz badanalı
hızarı, bölünmüş, ama asıl bu bölünmeyle birleşmiş olan Polonya şerefine kızıl alevlere
boğmuştu.
Yani Koljaiczek bir kundakçı, hem de birden çok kundaklama olayının faili olan bir
kundakçıydı; çünkü söz konusu olayı izleyen günler, Batı Prusya'daki hızarlar ve keresle
yığınları, çifl renkli yanıp tutuşan milli duygulara kundaktık yapmıştı. Polonya'nın
geleceğinden her söz açılışında olduğu gibi, bu yangınlardan da Meryem Ana payına düşeni
almıştı. Başı Polonya lacıyla süslü bir Tanrı Anası'nı birçok hızarın yangında çökmüş
çatıları üzerinde gördüğünü ileri sürenler çıkmış olabilir ve belki bu kimselerin bazıları
hâlâ hayatladır. Büyük yangınlarda hiç eksik olmayan seyirci topluluğu, bir söylentiye göre,
Boğurodzica, yani Tanrı Anası ilâhisini okumuştu hep; kısacası, şu kadarına inanabiliriz ki
Koljaiczek'in çıkardığı yangınlarda her vakit ağırbaşlı bir hava esmiş, kundakçı aleyhinde
seyirci topluluğu boyuna yeni antlar içmişti.
Kundakçı Koljaiczek ne kadar töhmet altında tutulan ve polisçe aranan kişiyse, o kadar
masum, boynu bükük, kendi halinde, kimselerin arayıp sormadığı, halta salak biri olan ve
tütününü günlük istihkaklara bölerek çiğneyen Joseph Wranka bundan böyle ben
buradayım diyemediğinden ve kimse de kalkıp onun hakkında nelamelli sorular
soramadığından, tıpkı ırmakla boğulan Wranka gibi bir cüsseye ve yumurta biçiminde bir
kafaya sahip Koljaiczek, Wranka'nin ceketini üzerine geçirmiş, sonra da onun şimdiye
kadar bir suç işleyip ceza görmemiş resmi belgeli tenine bürünmüş, pipo içmeyi boşlayıp
kendini tütün çiğnemeye alıştırmış, hattâ Wranka'nin en kişisel özelliğini, yani tekleme
huyunu bile ondan devralarak yıllarca tulumlu, hafif kekeme ve efendi bir salcı kimliğiyle
boyuna ormanları sallara yükleyip Njemen, Bobr, Burg ve Weichsel yoluyla ovaya taşımıştı.
Hani şurasını da unutmadan söyleyelim ki, Veliahl'ın hassa süvari alayın
25
da, Mackensen komutasında onbaşılığa kadar yükselmiş bir adamdı Koljaiczek; Wranka'nin
henüz askerliğini yapmamış olmasına karşın, Wranka'dan dört yaş daha büyük Koljaiczek,
Thorn'daki topçu alayında hiç de parlak denemeyecek şekilde hizmet edip buradan terhis
edilmişti.
Bütün haydutların, katillerin ve kundakçıların en azılıları, haydutluk, katillik ve
kundakçılıklarını sürdürürken bir yandan da dürüst bir işe güce kavuşma fırsatı kollar ve
kimilerinin bir arayış sonucu ya da rasgele önlerine çıkar bu fırsat. Koljaiczek de Wranka
kimliğine büründükten sonra o ateşli huyundan öylesine şifa bulmuş ve karısı Anna'ya
öylesine iyi bir koca olmuştu ki, sadece bir kibriti görmek bile korkudan kendisini
titretmeye yetiyordu. Mutfaktaki masanın üzerine, kendilerini beğenmiş ve sere serpe,
yan gelip kurulan kibrit kutularının asla canlan güven allında değildi arlık; bu ayartıcı
nesneleri Koljaiczek pencereden dışarı fırlan fırlan veriyor, dolayısıyla anneannem öğle
yemeğini vaktinde sofraya çıkarmak için akla karayı seçiyordu. Evde çokluk karanlıkta
oturuluyor, çünkü gaz lambasını yakacak bir kibrit bulunamıyordu.
Ama yine de Wranka kazak biri değildi. Pazarları anneannemi alıp Niederstad'taki kiliseye
götürüyor, kendisiyle resmen evli karısının patates tarlasındaki gibi üst üste dört eleklik
giymesine ses çıkarmıyordu. Kışın ırmaklar buz tutup salcıların işi kötüye sardı mı,
salcılarla istifçilerden ve dok işçilerinden başka kimsenin bulunmadığı Troyl'da efendi
efendi vakit geçiriyor, evde kızı Agncs'e göz kulak oluyordu. Kız da babasına çekmişti
âdeta; ya emekleyip yalağın allına giriyor ya da gardırop içinde vakit geçiriyor, misafir
geldiği zaman kumaş bebeklerini alıp masanın altına kaçıyordu.
Yani Agnes için önemli olan, bir yere gizlenmek ve gizlendiği yerde, annesi Anna'nın
eleklikleri altında babası Joseph'in bulduğundan bir başka haz, ama ona benzer bir
güvenlik bulmaktı. Kundakçı Koljaiczek, kızının korunmaya olan ihtiyacını anlayacak kadar
pişkin bir adamdı. Bu yüzden, bir buçuk odalı evin bal
26
konumsu cumbasında birada tavşanı kümesi çalacağı zaman özellikle kızının boyunu boşunu
ölçü almış, ona göre bir kulübecik çalıvermişti. İşle çocukken böyle bir kulübede günlerini
geçiren annem, bir yandan bebekleriyle oynamış, bir yandan büyümüştü. Sonraları okula
gidince bebeklerinin yüzüne bakmaz olmuş, cam bilyeler ve renkli tüycüklerle oynayarak
çıtkırıldım ve nazenin güzelliklere karşı ruhundaki eğilimi ilk kez açığa vurmuştu.
Kendi yaşam öyküsünü anlatmaya başlamak için yanıp tuluşan ben, izin verirseniz, bundan
böyle Columbus gemisinin Schichau dokunda kızaktan indirildiği bin dokuz yüz on üç yılına
kadar Wranka'lan izlemeyerek onları kendi hallerine bırakacağım; çünkü 1913 yılına kadar
aile sallan durgun sularda kayıp gitti Wranka'larm; ama bu tarihte de, hiçbir şeyi
unutmayan polis, düzmece Wranka'nin izini ele geçirdi.
Şöyle oldu olay: Her yazki gibi 1913 Ağustosunda da Koljaiczek, Kijew'den büyük bir sal
alarak Pripet yoluyla kanaldan geçirecek, Bug yoluyla Modlin'c getirip Weichsel'den aşağı
indirecekti. Hepsi on iki salcı, hizmetinde çalıştıkları hızarın islim üzerindeki "Radaune"
römorkörüne atlayıp, Westlich Neufâhr'den Tole Wcichscl'e doğru yola koyularak
Eınlagc'yc geldiler. Sonra Weichsel'den yukarı vurup Kasemark, Letzkaıı, Czatıkau,
Birschau ve Picckel önünden geçtiler, akşam üzeri de Thor'a varıp demirlediler; Kijew'de
tomruklar salın alınırken işin başında duracak yeni hızarcı ustası, karadan römorköre çıktı
burada. Sabaha karşı saat dörtle Radaune demir aldığı zaman, hızarcı ustasının güvertede
bulunduğu söyleniyordu. Koljaiczek onu ilk kez kahvaltıda gördü. Karşı karşıya
oturmuşlardı; ekmeklerini ağızlarında çiğneyip arpa kahvelerini höpürdelliler. Koljaiczek
hemen tanımıştı hızarcı ustasını. Başı damdazlak biri olan lıknaz hızarcı uslası, votka
getirtip oradakilerin kahve fincanlarına doldurltu; sofranın öbür başında fincanlara votka
konulması sürüp giderken, ağzındaki lokmayı çiğneyerek tanıtlı kendini: "Bakın, bilmiş
olasınız, ben yeni hızarcı uslanızım, adım DückerhofPlur, disiplin isterim, anlaşıldı mı,
disiplin!"
27
Oradakiler, hızarcı ustasının isteğine uyarak sırayla adlarını söyleyip fincanlarını
kafalarına diktiler; gırtlaklarındaki adem elmaları kalkıp kalkıp olurdu. Sıra Koljaiczek'e
gelince, ilkin fincanı kafasına dikti, sonra: "Wranka!" dedi, bir yandan da Dückerhoffu
süzdü. Dückerhoff daha önce söylenen isimlerde nasıl başını sallanıışsa, gene öyle başını
salladı; öbür salcıların isimlerini nasıl tekrarlamışsa, gene öyle tekrarladı: "Wranka!" Ama
yine de Dückerhoff, ırmakla boğulup giden o salcının ismini özel bir biçimde, hani sert
olmaktan uzak, daha çok düşünceli bir edayla vurgulamış gibi geldi Koljaiczek'e.
Derken Radaune, baş kıç yapıp değişik kılavuzlar yardımıyla kumsallardan ustaca sıyırdı
kendini, yalnız tek bir yön tanıyan balçıksı bozbulanık akıntıya karşı yalpalayarak yol
almaya koyuldu. Sağ ve soldaki setler gerisinde hep aynı manzara: Hasat edilmiş pürüzsüz,
pürüzsüz değilse tümsekli tarlalar, çalılıklar, çukur yollar, katıılırnaklarıyla bezenmiş bir
boğaz; tek başına çiftlikler, çiftlikler arasında uzanan düzlükler: Süvari hücumları için
biçilmiş kaftan, soldaki kumluktan doğru çarkederek gelen bir mızraklı süvari alayı için,
çalılıklardan doludizgin geçen atlılar için biçilmiş kaftan, genç süvari subaylarının
düşlerinde yaşattıkları bir arazi, şimdiye kadar yapılmış ve ileride boyuna yapılacak
savaşlarla savaş tabloları için birebir yerler: Tatarlar, alları üzerine uzanıp yatmış, hafif
süvariler, atlar üzerinde dimdik. Kılıçlı Rahipler Tarikatına* mensup süvariler, allardan
yuvarlanıyor ve tarikatın efendisi, larikal pelerinini kana boyuyor, göğsündeki zırhın bülün
kopçaları tamam, yalnızca Mosovien dükünün kopardığı bir tek kopça eksik. Ve atlar, sonra
hiçbir sirkle bulunamayacak bu kır allar, yerinde duramayan, püsküller ve ince boncuklarla
süslenip bezenmiş allar; kirişlerine ve kaslarına diyecek yok; karinen kırmızısı şişmiş burun
kanatları, bulutlar püskürüyor ve bulutlan delik deşik ediyor mızraklar; flamalar, inik mız
* Hıristiyanlığı yayına amacıyla 1202'dc Livland piskoposunun önayak olmasıyla
kurulmuş bir tarikat. (Ç.N.)
28
raklar gözyüzünü ve akşam kızıllığını parçalara bölüyor. Kılıçlar sonra ve orada, arka
planda her tablonun bir arka planı vardır— ufka sımsıkı perçinlenmiş tütüp duran bir
köycük, yağız atın arı bacakları arasında güzel güzel yalıyor; sinmiş duran damlar; yosun
tutmuş, üzerleri saman kaplı; evlerde bir kenara kaldırılmış duran zırhlar, kendilerinin de
söz konusu tabloda yer alacakları, ağır süvariler arasında hafif taylar gibi, Wcichsel'in iki
yakasında, setler gerisinde uzanan ovada boy gösterecekleri yarınları düşlüyorlar.
Wloclawek'e geldiklerinde, Koljaiczck'in ceketine hafifçe dokundu Dückerhoff:
"Söylesene bakayım a be Wranka, yıllar önce sen bir ara Schwelz'dc bir hızarda
çalışmadın mıydı, ha? Hızar da yanıp kül almadı mıydı, ha?" Koljaiczek, hayır anlamında
güçlükle başını salladı, bir şey başını sallamasına engel olmuştu âdeta; beri yandan
ustalıkla davranarak bakışlarına mahzun ve yorgun bir ifade verdi; onun bu bakışları
karşısında Dückerhoff sormaya niyetlendiği daha başka soruları sormaktan vazgeçti.
Bug ırmağının Wcichsel'e karıştığı ve Radaunc'nin Bug içine dümen kırdığı Modlin'e
geldiklerinde, Koljaiczek, salcıların âdcline uyarak küpeşteye yaslanıp üç kez suya
tükürmüşiü ki, Dückcrhoff, elinde bir puro, yanıbaşına gelip dikildi, ateşini istedi
Wranka'dan. Ne zaman ateş ya da kibril sözcüğünü işitse, koljaiczek'in tüyleri diken diken
olurdu hep. "Bre herif, niye kızardın öyle? Ateş isledik alt tarafı. Karı olsan neyse. Karı
mısın yoksa len?"
Modlin'i arkalarında bırakmışlardı ki, ancak o zaman Koljaiczek'in yüzündeki kırmızılık,
utanç kırmızılığı değil de bir vakit ateşe verilen hızarların gecikmiş yansısı olan kırmızılık
kayboldu.
Modlin'le Kiyev arasında, yani Bug'tan yukarı doğru çıkıp Bug'u Primet'e bağlayan kanalda
yol alırken ve Primel'i izleyip Dinyeper'e ulaşıncaya kadar, Koljaiczek Wranka ile
Dückerhoff arasında kayda değer bir konuşma geçmedi. Salcılar arasında, dümenci ve
ateşçilerle kaptan, kaptanla boyuna değişen kılavuzlar
29
I
arasında erkekler için normal sayılabilecek, halia belki gerçeklen normal kimi olaylar
geçmiş olabilir kuşkusuz. Kaschubci'lı salcılarla Siellin'li dümenci arasında bir paiıriı
çıktığı da düşünülebilir ve römorkörde bir ayaklanmanın başlangıcını oluşturabilir bu
patırdı: Bakarsın mutfakta toplanılmış, kuralar çekilerek girişilecek ayaklanmada iş bölümü
yapılmış, parolalar belirlenip bıçaklar bilenmiştir.
Her neyse, biz bırakalım şimdi bunları. Ne politika yüzünden çıngar çıkıp bir Alman
Polonya bıçaklı döğüşü oldu, ne de gemideki yaşam koşullarının bozukluğundan ötürü elle
tutulup gözle görülür bir ayaklanma. Kömürleri uslu uslu gövdesine indirip yoluna devam
etti römorkör. Bir ara, sanıyorum Plock'dan az sonraydı, bir kumluğa olurdu, ama kendi
gücüyle yine yakayı kurlardı. Derken Ncufahrwasser'li kaplan Barbusch ile Ukrayna'lı
kılavuz kaplan arasında kısa süren seri bir ağız dalaşı, hepsi o kadar. Seyir defterinde
kayıtlı bundan öle bir şey yok pek.
Koljaiczek'in kafasından geçen düşünceler için bir seyir defleri veya hızarcı uslası
Dückerhofl'un iç dünyasını yansıtacak bir günlük tutmak gerekse ve tutmak isteseydim,
değişik olaylar ve serüvenler, kuşkular ve bunları doğrulayan olaylar, güvensizlikler ve
bunların tez elden giderilmesi gibi yeleri kadar anlatacak şey bulurdum. Hem Koljaiczek,
hem DückerhoK, ikisi de korkuyordu. DückerhofPun korkusu daha büyüktü; çünkü
Rusya'da idiler. Dückerhofl da Wranka'nm akıbetine uğrayıp güverteden aşağısını
boylayabilir veya artık Kiyev'e varmış bulunuyoruzinsamn koruyucu meleğini kaybedeceği
o başı sonu seçilemeyen koca tomruk labirentlerinin birinde, ansızın bir yığından ayrılan ve
bundan böyle hiçbir şeyin durduramayacağı bir sürü tomruk arasında kalabilirdi. Ama
bakarsın kurtarılabilirdi sonra; bir Koljaiczek tarafından kurtarılabilirdi: Koljaiczek
hızarcı ustası Dückerhoff'u Pripet ya da Bug'un sularından çekip alır, onu koruyucu
meleklerin ayak almadığı bir tomruk labirentindeki tomruk çığı önünden son anda yakalayıp
kurtarabilirdi. Bu konuda, az kalsın ırmakla boğulan ya da tomruklar allında ezilen Dücker
30
hoff'un hâlâ güçlükle soluyup gözlerinde bir nebze ölüm barındırarak, Wanka'nm kulağına:
"Sağol Koljaiczek, sağol kardeşim" sözlerini ve çaresiz biraz susup: "Ödeştik gayrı, bir
sünger geçelim üzerinden!" cümlesini fısıldadığını ve her ikisinin de buruk bir dostlukla,
mahcup gülümseyerek, birbirlerinin çekingen, ama nasırlı ellerini sıktıklarını anlatabilsem,
ne güzel olurdu.
Biz bu sahneyi, fotoğrafları çarpıcı bir güzellik taşıyan filmlerden biliriz; öyle filmler ki,
hani birden yöneticilerinin akıllarına eser, harikulade bir oyun çıkaran birbirine düşman iki
kardeşi, iyide kötüde birbirinden ayrılamayan ve bundan böyle anca beraber kanca
beraber, bin bir serüvenin üstesinden gelen mıymıntı kimseler yaparlar.
Gelgeldim Koljaiczek ne Dückerhoff'un boğulmasını sağlayacak bir fırsal geçircbildi eline,
ne de onu ilerden ağır ağır yuvarlanıp gelen tomruklu bir ölümün pençesinden çekip
kurtarabildi. Dückerhoff, gözünü açıp firmasının çıkarını kollayarak tomrukları satın aldı
Kiyev'de; sonra tomruklar dokuz sala yüklenirken başlarında bulundu; âdet olduğu üzere,
salcılar arasında ovaya dönüş için bol bol Rus parası dağıttı avans olarak; derken trene
atladığı gibi Varşova, Modlin, Dculsch Eylau, Marienburg, Dirschau üzerinden çalıştığı
hızara döndü; Klavvitter dokuyla Schichau arasındaydı hızar.
Haftalar boyu sürecek sıkı bir çalışmadan sonra salcıları Kiyev'den alıp ırmaklardan ve
kanaldan geçirerek Weichscl'den aşağı indirmeden düşünüyorum da, acaba diyorum
Dückerhofl kundakçı Koljaiczek olduğundan emin miydi Wranka'nm? Bana sorarsanız,
hızarcı uslası, kendi halinde, iyi niyetli, bönlüğüne karşın herkesçe sevilen Wrankay'la aynı
römorkörde eğleştiği süre, onun kendisinden her kötülük beklenebilecek Koljaiczek
olabileceğine ihtimal vermemiş, ancak trene atlayıp bir kompartımana girerek koltuklardan
birine oturduğu zaman bu inancını yitirmişti. Ve tren varacağı yere vardığı, Danzig merkez
garına girdiği vakiı hani şimdi açığa vuruyorum bunu Dückerhoff, Dückerhoff'ça
kararlarını almış bulunuyordu. Bavullarını bir faytona
31
alıp eve gönderdi, kendisi elini kolunu sallayarak çevik adımlarla Wiebenwal yakınındaki
polis karakoluna yollandı. Birer ikişer sıçrayarak çıktı merdivenleri; kısa, ama yoğun bir
arayıştan sonra aradığı odayı bulup girdi içeri; oda o kadar soğuk döşenmişti ki, yalnızca
olaylara değinen az ve öz bir rapor vermeye zorladı Dückerhoffu: Hani hızara ustası bir
ihbarda bulunuyor değildi, Koljaiczek Wranka işinin bir gözden geçirilmesini rica
ediyordu, o kadar. Görevliler de bunu yapacaklarına söz verdiler.
Tomrukların, üzerinde kamıştan kulübecikler ve salcılarla değişik ırmaklardan aşağı aheste
aheste sürüklendiği ilerideki haftalar, bir sürü resmi dairede bir sürü evrak yazılıp
çizildi, Joseph Koljaiczek'in askerlik dosyası çıkarıldı ortaya; falan filanına Batı Prusya
topçu alayında silik bir topçu olarak askerliğini yapmıştı Koljiczek. Sarhoş durumda avazı
çıktığı kadar bağırarak söylediği yarı Polonyaca, yarı Almanca bozguncu sözlerden dolayı
her defasında üçer gün olmak üzere iki kez hapis cezasına çarptırılmıştı. Langfuhr'daki
hassa süvari alayında askerliğini yapmış Onbaşı Wranka'nin dosyasında bulunmayan
yüzkaralarıydı bunlar; Wranka, adı geçen alayda övülecek şekilde hizmet etmiş ve bir
manevrada tabur habercisi olarak Veliahl'ın dikkatini çekip takdirini kazanmış, ayrıca bir
taler ödül almıştı. Ancak bu taler Onbaşı Wranka'nin askerlik belgelerinde kayıtlı değlidi;
bunu anneannem, kardeşi Vinzent'lc sorguya çekildiklerinde yüksek sesle yana yakıla
açıklamıştı.
Ama anneannem, kundakçı sözcüğüne yalnız bu açıklamayla karşı çıkmamış, başka belgeler
de öne sürmüştü; öyle belgeler ki Joseph Wranka'nin daha 1904 yılında Danzig
Niedersladl Gönüllü İtfaiyeciler Derncği'nc üye yazıldığını ve bütün salcıların işi tatil
ettikleri kış aylarında gönüllü itfaiyeci olarak irili ufaklı birçok yangınlara karşı savaştığını
tekrar lekrar belirtiyordu. Bir belge de vardı ki, burada İtfaiyeci Wranka'nin merkez cer
atölyesinde büyük yangında yalnız yangını söndürmekle kalmayıp, iki tesviyeci çırağını
kurtardığı açıklanıyordu. Tanık olarak çağrılan İtfaiye Müdürü Hechl de bu yolda beyanda
bulunmuştu. Şöyle
32
başhvordu Heclıl'in tutanağa geçen sözleri: "Yangınları söndüren bir kimse nasıl olur da
yangın çıkarabilir? Heubudc'deki kilise yanarken, onu yangın merdiveni üzerindeki haliyle
hâlâ gözlerimin önünde görür gibiyim. Küller ve alevler arasından silkinip çıkan, sadece
yanan kiliseyi değil, bu dünya yangınını ve Rabbiıniz İsa'nın susuzluğunu da söndüren bir
Anka Kuşuydu sanki. Vallahi, size söylüyorum, her kim yollarda herkesin kendisine yol
açlığı, sigorta ortaklıklarının el üstünde tuttuğu, ister bir simge olarak, isler gördüğü işten
ötürü cebinde hep biraz kül taşıyıp başına bir itfaiyeci m iği eri geçiren bu adama, kim bu
mübarek zata, kim bu eşi bulunmaz Anka Kuşu'na kırmızı horoz der, boynuna bir değirmen
lası geçirilmeyi ve..."
Sizin de hani farkeltiğiniz gibi, Gönüllü İtfaiye Müdürü Hecht, konuşmasını bilen bir
rahipti; pazardan pazara Langgarten'deki Sı. Barbara Kiliscsi'nin ınimberindc dikilir,
Koljaiczek aleyhindeki kovuşturma ve soruşturmalar yürütülürken, cennetlik itfaiyeci ve
cehennemlik kundakçıya ilişkin benzetmelerini, benzer sözlerle cemaatinin kafasına dönüp
dolaşıp sokmaya çalışmakta bir küçüklük görmezdi.
Gelgeldim cinayet masası memurlarının Sı. Barbara Kilisesine yollan düşmediğinden, ayrıca
Anka Kusu'ıuı Wranka'yi temize çıkaran bir söz görmeyip bunda Majestelerine yöneltilmiş
bir aşağılamanın kokusunu aldıklarından Wranka'nin gönüllü itfaiyeciliğinde bir bilyeniği
sezdiler.
Çeşitli hızarlardan raporlar istenip Wranka'nin memleketinden belgeler getirildi. Wranka,
gözlerini Tuchel'dc dünyaya açmış, oysa Koljaiczek, Thoru'da doğmuştu. Öle yandan, eski
salcıların ve uzak akrabaların ifadelerinde ufak tefek uyuşmazlıklar vardı. Testi boyuna
gidip gelmişti suya, kırılmayacaktı da ne olacaktı? Soruşturmalar lam bu noktadayken
büyük sal topluluğu, ülkenin sınırına varmış bulunuyordu ve Thorn'dan sonra el altından
denetlenmeye, iskelelerde gözaltında tutulmaya başlandı.
Ancak Dirschau'ı geçtikten sonra, ardına takılmış memurların farkına vardı, büyükbabam.
Zaten kendilerini beklemişti; bazen
33
üzerine çöken melankoliye benzer bir miskinlik Letzkaıı, olmazsa Kâsemark'la bir lirara
yellenmekten onu alıkoymuştu; ama böyle bir girişim şimdi geçtikleri ve kendisinin pek iyi
bildiği bu yerlerde onu seven birkaç salcı yardımıyla hâlâ gerçekleştirilebilirdi. Einlage
geride bırakılmış, sallar aheste aheste, birbirlerine toslayarak Tote Wciehscl'dc
sürüklenmeye durmuştu ki güvertesinde gereğinden fazla tayfa bulunduran bir balıkçı
teknesi, göze çarpmadan, salların yanı başında seyrelmeye başladı. Plcchcndorl'u biraz
geçince sahildeki sazlıktan iki polis motoru fırladı şimşek gibi, sürekli sağa sola seğirtip
Tote Weichsel'in gittikçe acılaşarak limana yaklaşıldığını müjdeleyen sularında yarıklar
açlı. Heubude'nin ilerisinde, köprünün arkasında "mavi üniformalılar"m yolu kapamak üzere
çektikleri bir kordon görülüyordu. Klawitler dok'u karşısında tomruk yığınları, küçük
kayıkhaneler, gittikçe genişleyerek Moıtlau'a doğru açılan kereste limanı, çeşitli hızarlara
ait iskeleler, sonra büyükbabamın çalıştığı hızarın iskelesi ve salcıların iskele üzerinde
bekleşen yakınları ve dön bir yandan "mavi üniformalılar." Yalnızca karşıda, Sclıichau
dok'unda görülmüyorlardı; başlan başa flamalarla donatılmıştı Schichau dok'u, başka bir
şeyler oluyordu orada, galiba kızaktan indirilecek bir şey vardı, bir sürü insan, marnlan
ürkütüp havalandırıyordu, bir şenlik düzenlenmişti orada; acaba büyükbabam için miydi
şenlik?
Ne zaman ki büyükbabam kereste limanını mavi üniformalılarla dolu gördü ve motorlar,
gittikçe daha çok felâketi müjdeleyerek yönelecekleri yöne yönetip sallar üzerine dalgalar
yollamaya başladı, ne zaman ki büyükbabam kendi şeıeline düzenlenen bu masraflı
karşılaşmadaki niyeti sezdi, ancak o zaman eski kundakçı Koljaiczck damarı kabardı,
yumuşak başlı Wranka'yi âdeta lükürüp atlı içinden, Gönüllü İtfaiyeci Wranka kalıbından
sıyrıldı; bağırarak ve kekelemeden, kekeme Wranka ile ilişkisini kestiğini haber verdi
kendi kendine ve tabanları kaldırdı, sallar üzerinden, sallantılı geniş tahta yüzeyler
üzerinden yalınayak, rende görmemiş bir zemin üzerinden, tomruklan tomruğa allayarak,
bayrakların rüzgârda neşeyle dalgalandığı, kızakla bir şeylerin
34
bulunduğu Schichau dokuna doğru tomruklar üzerinden kaçmaya başladı; güzel güzel
nutuklar alılıyor Schichau dokunda, kimse Wranka ya da Koljaiczck diye bağırmıyor,
sadece şu sözler işitiliyordu: Sana SMS* Columbus adını veriyorum Amerika kırk bin lon
üzerinde bir deplasman otuz bin beygir gücü majestelerinin gemisi birinci sınıf bir sigara
salonu ikinci sınıl bir yemekhane, mermer bir jimnastik salonu, bir kitaplık —
Amerikaınajestclcrinin gemisi dalgalar arasında bir tunel gezinti güvertesi yaşasın zafer
çelenkli, cıvadıraya çekilen anavatan Hamasi. Prens Hcinrich dümen başında, büyükbabam
Koljaiczck ise yalınayak, ayakları tomruklara dokunmuyor sanki, nefesli sazlar topluluğuna
doğru seğirtiyor—böyle prenslere sahip bir ulus büyükbabam saldan sala halk sevgi
gösterisinde bulunuyor, yaşasın zafer çelenkli ve bütün dokların sirenleri çalıyor,
Columbus, Amerika, özgürlük ve iki motorlu bir tekne, sevincinden âdeta çılgına dönmüş,
büyükbabamın yanı sıra, büyükbabam sandaldan sandala, majestelerinin sandalları ve
derken yolunu kesiyorlar, oyunbozanlık ediyorlar, çaresiz duruyor büyükbabam, oysa ne de
güzel hızlanmıştı, şimdi tek başına bir sal üzerinde, Amerika'yı da görmeye başlamıştı,
motorlar salın uzunlamasına iki yanında şimdi ve büyükbabam isler islemez suya atıyor
kendini; yüzerken görenler var büyükbabamı, bir sala doğru yüzüyor ve sal Moltlau'dan
içeri kayıyor ve polis motorları yüzünden büyükbabamın suya dalması, motorlar yüzünden
sular allında kalması gerekiyor ve sal sürükleniyor büyükbabamın başının üzerinde, bir
lürlü arkası gelmiyor, sal boyuna bir başka sal doğuruyor, senin salından sal, sonsuzluğa
dek: Sal.
Motorlar motorlarını durdurmuş, amansız göz çiftleri su yüzeyini tarıyordu. Ama bir daha
dönmemek üzere veda edip gitmişti Koljaiczek; nefesli sazlar müziğinden, sirenlerden,
gemi kampanalarından ve majestelerinin gemisinden, Prens Heinrich'in gemiyi vaftiz
konuşmasından ve majestelerinin şaşkına dön
* S.M.S. (Seiner Majcslaı SchilT): Majestelerinin Gemisi. (C.N.)
muş martılarından uzaklaşmış. Yaşasın Zafer Çelenkli'den, majestelerinin gemisinin
kayması için kızağa sürülen majestelerinin sabunundan uzaklaşmış, Amerika'dan,
"Columbus"lan ve polisin sonu gelmeyen tomruklar üzerindeki arayıp taramalarından
uzaklaşmıştı.
Büyükbabamın cesedi bulunamadı. Ama ben onun sal allında can verdiğine kesin olarak
inanmıyorum; ancak, gerçeklen ayrılmamak için, büyükbabamın mucizevi kurluluşuyla ilgili
çeşitli söylentilerden de burada söz açmadan duramayacağım.
Bir söylentiye göre, sal altında tomruklar arasında bir boşluk ele geçirmiş büyükbabam;
tam ağzını burnunu su yüzünde tutmasına, nefes alıp vermesine yetecek kadarmış boşluk.
Ama yukarıya doğru öylesine daralıyormuş ki, gecenin geç vaktine kadar salları, halta
sallar üzerindeki kamış kulübeleri arayıp tarayan polislerin gözünden kaçmış. Sonra da
büyükbabam karanlığa sığınıp ilerisi böyle söylentinin kendini suda sürüklenmeye bırakmış;
bitkin, ama sağ salim Motllau'ın karşı kıyısına, Schichau dokunun oraya ulaşmış, hurda
demirler arasında barınacak bir yer bulmuş kendine ve sonradan, galiba Yunanlı
tayfalardan yardım görerek şimdiye kadar kaçak pek çok insana yataklık yapmış olması
gereken ne idiğü belirsiz tankerlerden birine kapağı atmış.
Daha başka bir söylentiye göre de, o sıra henüz ciğerleri güçlü iyi bir yüzücü olan
Koljaiczck, su altında yüze yüze yalnız salı geçmekle kalmamış, Molllau'ın karşı kayısıyla
aradaki o hatırı sayılır uzaklığı geride bırakıp, Schichau dokundaki şenliğin düzenlediği
yere varmış sağ salim, ortalığı heyecana vermeden dok işçilerinin, sonra da coşkunluk
içindeki halkın arasına karışmış, oradakilerle "Yaşa, Ey Zafer Çelenkli" dizesini terennüm
etmiş, ayrıca sık sık alkışlayarak Prens Heinrich'in "Columbus" la ilgili vaftiz konuşmasını
dinlemiş, gemi başarıyla kızaktan indirilince kalabalığa karışıp yarı ıslak giysilerle şenlik
alanından toz olmuş, ertesi günü de bir adım daha ileri gidip —işte bu noktada ilk kurtulma
söylentisi ikincisiyle çakışıyor ne idüğü belirsiz Yunan tankerlerinden birine kaçak yolcu
olarak kapağı atmış.
36
Hiçbir şeyin eksik kalmaması için bir üçüncü söylentiye de değinmeden geçemeyeceğim
burada; söylentiye göre, büyükbabanı su üstünde yüzen bir tahta parçası gibi akıntıyla
sürüklene sürüklene denize varmış, burada balıkçılar tarafından hemen sudan çıkarılıp üç
millik bölge dışına getirilerek İsveç bandıralı bir açık deniz teknesine teslim edilmiş.
İsveç'te büyükbabam yavaş yavaş, mucize denecek bir şekilde yine eski gücüne kavuşmuş
ve kalkıp Malmö'ye gelmiş ve v.b.
Bütün bunlar saçma tabiî ve balıkçı dedikodusu. Liman kentlerindeki hiçbirine
güvenilemeyecek o tanıkların beyanları da bana kalırsa beş para etmez hani; sözde bu
tanıklar büyükbabamı Birinci Dünya Savaşı'ndan az sonra Amerika'nın Buffalo kentinde
göresiymişler; Joe Colchik adını taşıyormuş büyükbabam, Kanada'yla tomruk ticareti
yapıyormuş, kibrit firmalarıyla ortaklıklara girip yangın sigortalan kurmuşmuş; para babası
olup yalnız yaşayan bir adammış; bir gökdelende kocaman bir masa başında duruyormuş;
beş parmağının beşinde de yanıp sönen taşlı bir yüzük varmış; üzerinde itfaiyeci
üniforması taşıyıp, Polonyaca şarkılar söyleyebilen Zümrüdüanka adındaki fedaisiyle yangın
söndürme talimlerinde bulunuyormuş.
37
PERVANE VE AMPUL
Bir adam lıer şeyini bıraktı, kocaman sulardan geçip Amerika'ya gitti ve orada zengin oldu.
Adı Polonyaca Goldjaczck mi, Kaschubei'ca Koljaiczck mi. Amerikanca Joc Colchik mi, ne
olursa olsun, büyükbabam üzerinde anlattıklarım yeler artık, burada kesmek isliyorum.
Oyuncakçı dükkânlarıyla büyük satış mağazalarından sağlanabilecek basil bir teneke
trampeti konuşturup, bir ırmakla nerdeyse ufka kadar uzanıp giden sallar ortaya çıkarmak
kolay olmuyor. Ama yine de keresle limanını, körlez yerlerde dönüp duran ve sazlıklarda
çürüyüp maniarlaşan tahta parçalarını, Schichau Doku'yla Klawilter Doku'nun ve bazısı
yalnız onarım işinde kullanılan o bir sürü kayıkhanenin kızaklarını, vagon lahrikasının hurda
çöplüğünü, margarin fabrikasının acı yağ kokan hindistancevizi depolarını ve Spcieher
Adasındaki bildiğim bütün saklanılıp gizlenilecek yerleri leneke trampetimden çıkarmasını
becerdim. Büyükbabam artık hayatla değil, bana bir cevap vermiyor, imparatorluk filosuna
ait gemilerin kızaktan indirilmesini, bir geminin çok vakit yıllar süren ve daha kızaktan
indirilmesiyle başlayan batış serüvenini merak etmiyor. Bu kez Columbus idi geminin adı ve
filonun "övünç kaynağı" olarak gösteriliyordu; pek tabii Amerika'ya doğru dümen kırmıştı
hemen, sonradan batırılmış ya da kendi kendini batırmıştı. Belki yine çıkarılmış sudan,
kalafatlan geçirilip yeni bir isimle donatılmış, ama belki de hurdaya ayrılmıştı. Hani
batmamış, sadece suya dalmış da olabi
38
lirdi bu Columbus, büyükbabama öykünmüş olabilirdi; belki de hâlâ kırk bin ton ağırlığı,
sigara salonu, mermer jimnastik salonu, yüzme havuzu ve masaj kabinleriyle, diyelim
Filipinler Denizi'ndeki uçurumun sekiz bin metre derinliğinde veya Emden Kanalı'nın
dibinde sağa sola sürüklenip duruyordu; "Weyer" de veya filo takvimlerinde okumak
mümkün bunu. Hani bana öyle geliyor ki, ya birinci ya da ikinci Columbus, savaşla uğradığı
bir yüzkarasını onuruna yediremediğinden kendi kendini batırdı.
Sal hikâyesinin birazını Bruno'ya da okudum, sonra tarafsız biz gözle düşüncesini
söylemesini rica eltim.
"Enfes bir ölüm!" diyerek hayranlığını belirtti Bruno ve hemen sicimlerini alarak, ırmakla
boğulan büyükbabamı o düğüm heykelciklerden birine dönüştürdü. Bruno'nun cevabıyla
yetindim, öyle çılgınca düşüncelerle kalkıp Amerika'ya göçmekten ve orada büyükbabamın
mirasına konmaktan vazgeçtim.
Dostlarım Klcpp ve Vittlar beni ziyarete geldiler. Klepp iki yüzü de King Oliver tarafından
doldurulmuş bir caz plâğı getirdi. Viıtlar ise pembe bir kurdelenin ucundan sarkan yürek
biçimindeki bir çikolatayı yapmacık bir edayla bana uzattı. İkisi de akla gelebilecek ne
densizlik varsa yapmadan bırakmadılar, benini yargılanmamla ilgili bazı sahneleri gülünç bir
biçimde yeniden sahneye koydular. Ben de onların gönlünü hoş etmek için, bütün ziyaret
günlerindeki gibi neşeli göründüm, hatla en sersemce şakalar karşısında kahkaha almaya
hazır bir poz takındım. Klcpp caz müziği ile Marksizm'in ilişkisi konusunda çekmeden
duramadığı konferansına başlamadan, lQ13'le, yani henüz silahlar patlamadan az önce
âdeta uçsuz bucaksız bir sal alımı boylayan ve bundan böyle su yüzüne çıkmayan bir
adamın öyküsünü pek umursamaz bir edayla anlatmaya koyuldum; "ölüsü bile bulunamadı,"
dedim.
Sorum üzerine hani işte öylesine, pek sıkılmış bir tonla sormuştum Klcpp suratını asıp,
yağlı bir boyun üzerinde taşıdığı başını döndürdü; bir ilikleyip, bir çözdü ceketinin
düğmelerini; yüzer gibi hareketler yapıp sal altında kalmış süsü verdi kendi
39
ne. Sorduğum soruyu nihayet üzerinden silkip atlı ve beni cevapsız bırakışırım suçunu öğle
sonrasının pek erken saatine yükledi.
Vittlar kaskatı duruyordu; pantolonunun ütüsünün bozulmaınasına dikkat ederek bacak
bacak üstüne atlı, hani artık sadece gökteki meleklerde rasl?nabilccek o nazenin ve bir
tuhaf kibirli tavrını lakındı: "Salın üzerindeyim şimdi!" dedi. "Ne de hoş salın üzeri!
Sivrisinekler oramı buramı ısırıyor, öff ne fena! Salın altındayım şimdi. Ne hoş salın altı!
Hiç sinek ısınılıyor, oh ne rahat! Sal allında sanırım yaşıyabilir insan; yeter ki aynı zamanda
sal üzerinde oyalanmak isteyip, sineklere ısırtmasın kendini."
Derken Viular, gene o etkili molalarından birini verdi, beni süzdü ve bir baykuşa benzemek
islediği zamanlar yaptığı gibi, doğuştan kalkık kaşlarını daha da kaldırdı, sesinde lam bir
dramatik ton: "Bana kalırsa sal altında kalıp boğulan adam büyük daymdı senin!" dedi. "Ama
büyükbaban da olabilir. Bir büyük dayı, daha çok bir büyükbaba olarak, adamcağız sana
karşı bir yükümlülük hissediyordu, bu yüzden kalkıp ölüme atlı kendini; çünkü seni hayatla
hiçbir şey bir büyükbaban bulunduğunu bilmek kadar rahatsız etmeyecekti. Yani sen
yalnızca büyükbabanın değil, büyükdayınm da katilisin. Büyükbaban da işle her gerçek
büyükbabanın yapacağını yapıp seni biraz cezalandırmak isledi, suda şişmiş bir cesedi ona
buna göstererek: "Benim şu ölmüş büyükbabama bakın! Bir kahramandı o! Peşine düşenlerin
elinden kurtulmak için kentlini suya allı!" tarzında lâflar ederek bir lorunun duyacağı
kıvancı esirgedi senden. Büyükbaban başkalarından ve kendi torunundan cesedini kaçırdı
ki, kendisinden sonra yaşayacaklar ve sen torunu uzun zaman onunla meşgul olsun, onu
unutmasın."
Sonra bir coşkunluktan ötekisine atlayan Vittlar, kurnazca biraz öne doğru eğilip sözde
barışma numarası yaparak ekledi: "Amerika bu, sevin be, Oskar, sevin! Al sana bir hedef
işte, al sana bir ödev! Mahkemeyi nasıl olsa kazanacaksın, eh buradan da salacaklar seni.
Amerika'ya gitmeyip nereye gideceksin? Her şe
40
yin, halta kayıp bir büyükbabanın bile yeniden ele geçirilebileceği Amerika'ya!"
Vitllar'm cevabı ne kadar alaylı ve tümüyle incitici olsa da, dostum Klepp'in ölümle hayat
arasında pek bir ayrım gözetmeyen homurtusundan veya "SMS Columbus"un kızaktan
indirilmesine ve etrafa dalgalar savurmasına bakarak büyükbabamın ölümüne "enfes bir
ölüm" diyen Bruno'nun cevabından daha çok aydınlattı beni. Sinesinde konserve
büyükbabalar barındıran Viltlar'ın Amerika'sına karşı övgümü esirgemedim içimden;
Avrupa'dan bıkıp trampeti ve kalemi elimden atmak isledim mi beni elimden tutup
kaldıracak bir hedef, bir ülkü olacak Amerika. "Ama sen yine yazmana bak, Oskar!
Amerika'nın Bufalo kentinde tomruk ticareti yapan ve bir gökdelende oturup kibritlerle
oynayan o para babası, ama yaşamaktan bezmiş büyükbaban Koljaiczek'in halın için
yazmana bak!"
Nihayet Klepp'le Viular veda edip gidince, Bruno içerisini adamakıllı havalandırıp,
dostlarımın odada bıraktıkları rahatsız edici kokuyu kapı dışarı elti. Bunun üzerine
trampetimi yeniden elime aldım, ama arlık büyükbabamın ölümünü örtbas eden salları ve
tomrukları bırakıp, ]Q14 Ağusios'undan başlayarak herkesin isler islemez ayak uydurduğu
o hızlı ve sıçramah tempoya geçtim. Bu yüzden, büyükbabamın Amerika'ya göçerek
Avrupa'da bıraktığı yaslı ailesinin ben hayata gözlerimi açana kadar izlediği yolu, ancak
şöylece, sıçramah olarak verebileceğim.
Koljaiezek sal altında kaybolduğu vakiı, hızar iskelesinde bekleşen salcılarla onların çoluk
çocuğu arasında anneannemle kızı Agnes, Vinzent Bronski ile on yedi yaşındaki oğlu Jan da
bulunuyor, korku ve telâşla kıvranıp duruyorlardı. Biraz kenarda da, Joseph'in soruşturma
nedeniyle kente çağrılan ağabeyi Gregor Koljaiczek dikilmekleydi. Gregor Koljaiezek,
polisin karşısına hep aynı cevapla çıkmayı başarmıştı: '"Kardeşimi pek tanıdığım yok ki!
Bütün bildiğim, adının Joseph oluşu. Galiba on, bilemedin on iki yaşından sonra hiç
görmedim kendisini. Küçükken ayakkabılarımı temizler, annemle bira içmek istedik mi,
gidip bize bira alırdı."
41
Büyükbabamın annesinin biraya düşkün bir kadın olduğu böylece ortaya çıkmış, ancak
Grcgor Koljaiczek'in cevabının polise pek yararı dokunmamışlı. Ama Koljaiczek'in bir
ağabeyinin var oluşu pek işine yaramıştı anneannemin. Stettin, Berlin ve son olarak
Schneidemühl'de ömrünün birçok yılını geçiren Gregor, bundan böyle Danzig'le kalarak.
Bastion Kaninchen yakınındaki bir baruthanede kendine iş bulmuş ve anneannem, düzmece
Wranka'yla evliliğinin oluşturduğu karmaşık sorun açıklığa kavuşturulup belgelere
geçirildikten bir yıl sonra onunla evlenmişti; Koljaiczek ailesinden gelmeseydi, asla onunla
evlenmez veya bu kadar çabuk ona varmazdı.
Baruthanedeki işi, asker elbisesini sırtına geçirmekten ve az sonra da öbür dünyayı
boylamaktan esirgedi Gregor'u. Kundakçı Koljaiczek'i yıllar yılı saklayıp barındırmış bir
buçuk odalı eve üç kişilik aile yerleşti. Ama derken bir Koljaiczek'in en yakım olan bir
diğer Koljaiczek'e ille de benzemesi gerekmeyeceği anlaşılmıştı, çünkü anneannem evlendi
daha bir yıl olmadan, Troyl'daki evin bodrumundaki boş dükkânı tutmuş, iğne iplikten
lahanaya kadar ne varsa burada salıp kendine bir kazanç yolu aramak zorunda kalmıştı.
Baruthanedeki isinden eline tonla para geçen Grcgor, bu paranın pek azını bile eve
götürmeyerek elinelekini avcundakini içkiye yatırıyordu. Grcgor'da belki ninemin
ninesinden geçmiş bir içki iplilasi bulunuyordu; oysa büyükbabam Joseph, arada topu topu
bir kadehçik rakı yuvarlamaktan hoşlanır bir adamdı. Hani üzüntüsünden içiyor değildi
Gregor; neşeli de olsa —karasevdaya meyli yüzünden seyrekti böyle anları— neşesinden
içmez, hiçbir şeyi yarı buçuk yapmak istemeyen biri olduğundan, alkol konusunda da böyle
davranır, bu yüzden adamakıllı çekerdi kafayı. Kimse sağlığında kadehindeki ardıç rakısını
yarım bırakıp kalktığını görmemişti Gregor'un.
O vakitler on beşinde tombul bir kız olan annem, eli boş olurmayarak dükkândaki işlere
yardım ediyor, malların üzerine etiketleri yapıştırıyor, cumartesi oldu mu malları alıp
dağılıyor, veresiyeci müşterilerden alacakları toplamak için patavatsız, ama
zengin hayal gücüyle dolu, uyaran mektuplar kaleme alıyordu. Ne yazık ki bu mektuplardan
bir tanesi bile elimde değil; yoksa şimdi şurada, bir yan öksüz tarafından atılmış o yan
çocuksu, yarı genç kızsı imdat çığlıklarından birkaçını okumak ne hoş bir şev olurdu! Yarı
öksüzdü annem; çünkü Gregor Koljaiczek lam bir babanın yerini dolduramıyor, anneannemle
kızı, üsl üste kapatılmış iki çinko kaptan oluşup içi çokluk bakır ve biraz gümüş parayla dolu
kasayı, hep bağrı yanık barutçu Gregor'un karasevdalı bakışından ancak güçlükle
kaçırabiliyordu. Grcgor 1917 yılında gripten ölünce, bakkal dükkânının kazancı da biraz
artmaya yüz tuttu, ama pek fazla da değildi artış, çünkü 1917 yılında satacak ne kalmıştı?
Barutçu Gregor'un ölümünden sonra, annemin cehennemden korktuğu için bundan böyle
oturmak istemediği bir buçuk odalı eve, o zamanlar yirmi yaşındaki kuzeni Jan Bronski
taşınmıştı. Jan Bronski, Bissau'clan ve babasından ayrılmış, Karlhaus Orlaokulu'nu iyi
dereceyle bitirip kasabanın postanesinde staj dönemini tamamlamış ve merkez
postanesinde orta dereceli bir memur hayalına başlamak üzere kalkıp Danzig'e, halasının
evine gelmiş, o zengin pul koleksiyonunu da beraberinde getirmişti. Pul toplamaya ta
çocukluğunun ilk yıllarında başlamıştı Jan, yani postacılığa karşı sadece mesleki değil, her
vakit titizlikle sürdürülmüş özel bir ilgisi vardı. Çelimsiz, yürürken hafif kamburunu
çıkaran Jan Bronski, şirin, oval ve galiba fazlasıyla sevimli, o vakitler on yedisini süren
annem de kendisine gönlünü kaptırmadan dııraınamıştı. Üç kez askerlik yoklamasına
çağrılmış, üçünde de vücut yapısının elverişsizliğinden ötürü geri bırakılmıştı Jan. O
zamanlar şöyle biraz dikine büyüyüp boy salan ne varsa, Fransız topraklarında, o ebedi
yatay duruma sokulmak için Verdun'a yollandığı düşünülürse, Jan Bronski'ııin ne türlü bir
vücut yapısına sahip bulunduğu bütün açıklığıyla anlaşılacaktır.
Jan Bronski ile annem arasındaki âşıktaşlığın, pul koleksiyonlarım birlikte seyrederlerken,
hepsi ayrı bir değer taşıyan pulların tırtıllı kenarlarını baş başa gözden geçirirlerken
başlaması gc
i
42
43
rckiyordu aslında. Gelgeldim bunun başlaması daha doğrusu patlak vermesi, Jan'ın bir
dördüncü kez askerlik yoklamasına çağrılması üzerine oldu. Annem zaten o ğün kente
ineceğinden, şubeye kadar Jan'a arkadaşlık etmiş ve sonra nöbetçi kulübesinin yanma
dikilip beklemişti; bu kez ille de Fransa'ya gitmesi, o zavallı göğüs kafesini bu ülkenin
demirli ve kurşunlu havasında şifaya kavuşturması için Jan'la görüş birliğine varmışlardı.
Belki de annem, Jan'ı beklerken, nöbetçinin ünilornıasındaki düğmeleri dönüp dolaşıp
saymış ve her dclasında ayrı bir sonuca varmıştı. Belki de o zaman düğmeler üniformalara
o türlü yerleştiriliyordu ki, son sayılan düğme hep Verdun'u veya güney Vogcz'lcrin yukarı
Alsas'daki uzantılarındaki birini ya da Somme ya da Marne gibi bir ırmakçığı dile
getiriyordu.
Dördüncü kez yoklamaya çağrılan Jan Bronski aradan bir saat geçtikten sonra şubenin
kapısından çıkmış, ayaklan ayaklarına dolaşarak merdivenleri inmiş, annemin boynuna
atılarak o vakitler pek revaçla olan "Ne kıç, ne ense beğenildi, bir yıl sonraya ertelendi"
tekerlemesini fısıldamış, annem de bunun üzerine onu ilk kez kucaklayıp bağrına
bastırmıştı; bilmem ilerde annemin Jan Bronski'yi daha bir mutlu kucakladığı olmuş
mudur?
Hayata gözlerini açışım savaşa borçlu olan bu körpe sevginin ayrıntıları üzerinde bilgim
yok pek. Jan, güzel şeylere, şık giysilere ve pahalı eşyalara düşkün annemin isteklerini
karşılayabilmek için pul koleksiyonunun birazını elden çıkarmış, söylediğine göre o
zamanlar bir de günlük tutmuş, ama ne yazık ki sonradan kaybolmuş bu günlük. Anneannem
iki genç arasındaki bu ilişkiye ilişkinin de akrabalık sınırlarını aştığını düşünmek yanlış
olmaz sanırım göz yummuştu anlaşılan; çünkü Jan Bronski, savaştan az sonrasına kadar
Tro) l'daki daracık evde kalmış ve ancak, Matzerath adındaki bir bayın evdeki varlığının
inkâr edilmez bir durum alması ve isler istemez kabulünün gerekmesi üzerine hurdan
ayrılmıştı. Annemin adı geçen bayı, 1918 yazında, Oliva'daki Silberhammcr Haslanesi'nde
yardımcı hemşirelik yaparken tanımış olması gerekiyor. Ren bölgesinde dünyaya gelen
44
Alfred Matzerath, tanı üst baldırını delip geçen, şen şakrak Rcnli mizacıyla, Agnes
Hemşire de içinde olmak üzere bütün hemşirelerin gözdesi kesilmişti. Yarı iyileşen
Malzeralh bir bu, bir o hemşirenin koluna girerek koridorlarda sekip durmuş, Agnes
Hemşire'nin kepi değirmi yüzüne pek yakışıp ateşli bir aşçı olan kendisi de duygulardan
çorba hazırlamasını iyi becerdiğinden, anneme hastanenin mutfağında yardım etmeye
başlamıştı.
Yarası iyileşen Alfred Malzcraih, Danzig'le kalmış, Ren bölgesindeki eski firmasının, kâğıt
sanayii alanındaki bu büyük kuruluşun temsilciliğini yapmaya başlamıştı. Derken savaş sona
ermiş, ilerdeki savaşlara neden olacak barış antlaşmalarının pişirilip kotarılmasına
başlanmıştı; Wcichsel ağzının çevresinde, aşağı yukarı Nehrung üzerindeki Vogelsang'tan
Nogat boyunca Picckel'e, oradan Wcichscl'le bayır aşağı Czatlkau'a, sonra solda bir dik
açı yaparak Schönfliess'e kadar uzanan, sonra Saskanschin Ormanı çevresinde Otlomin
Gölü'ne kadar bir dirsek yapıp, Mattern, Raınkau ve Bissau'ı, anneanneme bırakarak Klein
Katz'da Ballık Denizi'ne ulaşan bölge Bağımsız Devlet ilân ediliyor ve Birleşmiş Milletler'in
yönelimine veriliyordu. Polonya, kentin merkez kesiminde bir serbest limanın sahibi oluyor,
ayrıca cephane deposunu, Wcstcrplatlc'yi, şimendifer idaresini ele geçiri) n Hcvelius
Meydanı'nda kendi postanesine kavuşuyordu.
Bağımsız Devlct'in posla idaresi, üzerinde yüksek güverteli bir gemi ve bir arma resmi
bulunan allın renginde pullar kullanıyor, Polonyalılar ise mektuplarını kralları Kasimir ve
Balory ile ilgili olayları dile getiren mor renkle kasvetli sahnelerle donatıyorlardı.
Jan Bronski, Polonya postanesine geçmiş, onun bu davranışı yani Polonyayı seçişi
kendiliğinden gerçekleşmişti. Birçoklarına bakılırsa, Jan Bronski'nin Polonya uyruğuna
geçişinin nedenini annemin davranışında aramak gerekiyor. 1919'da, yani Mareşal
Pilsudski'nin Kızılordu'yu Varşova yakınında yenilgiye uğrattığı, Weichsel kıyısındaki bu
mucizenin Vinzent Bronski gibilerince Meryem Ana'nın, askeri uzmanlarca General
Sikorski ya da Ge
45
neral Wcygand'dan birinin eseri sayıldığı ve talihin Polonyalılar'in yüzüne güldüğü o yıl,
annem Alman uyruklu Matzeralh'la nişanlanmışlı. Hani anneannem Anna'nın da Jan gibi bu
nişanlanmadan memnun kalmadığına nerdeyse manasım geliyor. Anneannem o sıra biraz
hale yola koyduğu bodrum kalındaki dükkânı kızına bırakarak Bissau'a, kardeşi Vinzenl'in
yanına, yani kenlin Polonya kesimine taşınmış, Koljaiczck'lcrie düşüp kalkmadan önce
olduğu gibi pancar ve patates tarlalarıyla çiftliğin yönetimini eline almış, günden güne daha
çok Tanrı inayetinin kucağına yuvarlanan kardeşinin, Polonya'nın Bakire Kraliçcsiyle düşüp
kalkmasına ve onunla görüşüp konuşmasına göz yummuş, dört eteklik içinde palates
yapraklarının güzsü ateşi önüne çömüp hâlâ telgraf direklerinin dilimlere ayırdığı ufka
doğru göz kırpıştırmaya başlamıştı.
Ancak Jan Bronski'nin Hcdwig'i, yani kenlle yaşayan, ama Ramkau'da tarlaları bulunan bu
Kaschubei'h kızı ele geçirip evlenmesi üzerine, annem ile Jan arasındaki ilişki düzelmeye
yüz tuttu. Sözde Cafe Woyke'dcki bir danslı eğlentide annemle Jan bir gün tesadüfen
karşılaşmışlar ve annem Jan'ı tutup Malzcrath'la tanıştırmıştı. Karakterleri pek değişik,
ama annem üzerinde aynı görüşü paylaşan baylar birbirlerinden hoşlanmışlar; hatla Jaıı'ın
Polonya Poslanesi'ne geçişini, Ren'li mizacına uygun düşen bir edayla sesini yükselten
Malzeralh'ın, içki masasında akla esiveren düşüncelerden biri diye nitelemesi gölge
düşürmemişti bu yakınlığa; eğlentide Jan annemle, Malzeralh da iri kemikli ve enine
boyuna Heclwig'lc danseimişli. Hcdwig'te bir ineğin anlaşılmaz bakışı vardı, bu da
çevresindekilerin ona hep hamile bir kadın gözüyle bakmalarına yolaçıyordu. İlk dans
bilmiş, onun arkasından daha birçok kez karmakarışık danselmişler, her dansta bir sonraki
dansı düşünmüş, polka'da kendilerini biraz unutur gibi olmuş, ingiliz Valsi'nde
kendilerinden düpedüz geçmiş, nihayet çarlislon'da kendilerine güven duymaya başlamış,
ağır fokslrol'la ise kendilerini dinsel denebilecek bir duyarlığa kaptırmışlardı.
46
Alfred Matzerath, 1923 yılında, bir kum kibrit fiyatına, yani bir hiç karşılığı bir yatak
odası duvarlarının duvar kâğıtlarıyla kaplanabildiği tarihle annemle evlendiği zaman, biri
Jan'dı tanıkların, ötekisi Bakkal Mühlcn. Mühlcn'le ilgili olarak anlatacak pek bir şey yok.
Annemle Malzerath'ın Langfuhr banliyösünde, tam rcntcnmark'ın* piyasaya sürüldüğü
günler, iyi işlcmeyip veresiyeci müşlcrilerce yıkıma sürüklenen bakkal dükkânını
kendisinden devren satın almaları dolayısıyla adı edilmeye değer biri sadece Mühlen.
Troyl'da bodrum katındaki dükkânda her türlü veresiyeci müşteriye karşı ustalıklı
davranmasını öğrenen, ayrıca doğuştan bir ticari yeteneğe, zekâ ve hazırcevaplığa sahip
bulunan annem iler tutar yeri kalmamış dükkânı pek kısa zamanda öylesine adam etmişti ki,
Malzeralh zaten pek iş kalmamış kâğıt sanayiindeki ticari temsilcilik görevinden ayrılmış,
dükkânda anneme yardım etmeye başlamıştı.
Annemle Malzeralh birbirini harikulade bülünlüyordu. Annem, tezgâhın başında müşteriler
karşısında çalışıyor, Ren'li Matzcratlı ise çeşitli firma temsilcilikleriyle konuşup
görüşerek ve loptan alış veriş işlerini yürüterek anneminkinden geri kalmayan başarılı bir
çalışma ortaya koyuyordu. Öte yandan, Malzeralh, büyük bir hevesle önlüğü kuşanıyor,
bulaşıkların yıkanması da içinde olmak üzere mutlak işlerini görüyor, bu da daha çok
alamünil yemek taraflısı annemi bir yükten kurtarıyordu.
Dükkâna bitişik ev dar ve kullanışsızdı, ama Troyl'daki kendim görmeyip yalnız kulaktan
işittiğim eve göre yine de yelerince orta halli sayılabilirdi ve annem, hiç değilse evliliğinin
ilk yılları, Labes Cacldesi'ndeki bu evde kendini rahat hissetmiş olmalıydı.
Çokluk, persil paketlerinden geçilmeyen ve bir yerinde hafif dirsek yapan uzun bir
koridoruyla geniş bir mutfağı vardı evin; ama mutfağın rahat yarısını konserve kutuları, un
lorbacıkları ve
Rcııimnıark: Almanya'da 1923 yılında cııllasyonu ortadan kaldırmak için kabul edilen
para birimi. (Ç.N.)
47
yulal ezmesi paketleri dolduruyor, iki penceresiyle yazın Ballık Dcnizi'nden çıkarılmış
istiridye kabuklarının süslediği bir ön bahçe ve caddeye bakan oturma odası, bu zemin
katın ağırlık noktasını oluşturuyordu. Duvar kâğıtlarının fazla şarap kırmızısına karşılık,
şezlongun kumaşı âdeta erguvan rengindeydi. Uzatılıp kisallilabilcn yuvarlak köşeli bir
masayla siyah deri kaplı dört sandalye ve sürekli yeri değiştirilen yuvarlak bir sigara
sehpası, siyah bacaklarıyla mavi halı üzerinde dikiliyordu. İki pencere arasında bir ayaklı
saat, siyah ve allından; erguvan rengi şezlongun yanı başında, ilkin kirayla alınıp sonradan
azar azar parası ödenen siyah bir piyano; piyano önünde, uzun yeleli bir hayvanın beyaz
sarımsı postu üzerinde bir döner kolluk. Piyanonun karşısında siyah bir büfe; siyah beyzi
köşeli sürme cam kapaklar, porselen eşyanın ve masa örtülerinin saklandığı gözler üzerinde
iri ve siyah oyma süsler; ayakları siyah pençelere benziyor büfenin; üst kısmı da yine
siyah. İçinde yapma süs meyvelerinin görüldüğü bir kristal çanak ile piyangoda kazanılmış
yeşil vazo arasında, annemin ticari yeteneğinin sonradan açık kahverengi bir radyoyla
dolduracağı bir boşluk.
Yatak odası sarı renkte tutulmuş olup dört katlı kira evinin avlusuna bakıyordu. Bu evlilik
kalesindeki yatağın sayvanı açık maviydi. Yatağın başucunda açık renk bir çerçeve içinde
camlattırılmış tövbe eden bir Magdalena tasviri bulunuyor, tasvirde Magdalena el rengi
tcniyle bir mağarada yalıyor, resmin üst sağ kenarına doğru bakarak anlayıp ofluyor ve
göğsü üzerinde o kadar çok parmağı ovup duruyordu ki, insan sanki parmakların sayısı
ondan fazlaymış sanısına kapılarak onları dönüp dönüp saymadan duramıyordu dersem
lütfen inanınız bana. Yalağın karşısında aynalı kapaklarıyla beyaz cilalı bir gardırop, solda
bir tuvalet masası, sağda üzeri mermer bir komidin duruyor, oturma odasındaki gibi kumaş
bir abajur içerisine alınmamış lamba iki pirinç kolla tavandan sarkıyor ve arkada ampullerin
görülebildiği hafif pembe porselen abajurlar gerisinden ortalığı aydınlatıyordu. Bugün
uzun bir öğle öncesini trampetimi konuşturarak har
48
cadım, sorular yönelttim trampetime, yatak odamızdaki ampullerin kırk mı, yoksa altmış
mumluk mu olduğunu bilmek isledim Benim için çok önemli bu soruyu kendime ve
trampetime soruşum ilk değil. Gerilere dönüp o ampullerin yanına varana kadar çokluk,
saatler geçiyor aradan. Çünkü trampetimi gösterişe kaçmaksızın adamakıllı konuşturarak
hastanenin lek tip aydınlatıcılar ormanından bir yol bulup Labes Caddcsi'ndeki yalak
odamızın ampullerine dönünceye kadar her defasında bir sürü evlere girip çıkmam ve bu
arada ilgili düğmeleri açıp kapayarak binlerce ışık kaynağını uyandırmam ya da uykulara
daldırmam gerekiyor.
Annem evde doğum yaplı. Sancısı tuttuğunda hâlâ dükkânda dikiliyor, yarım kiloluk ve iki
yüz elli gramlık mavi kese kâğıtlarına şeker dolduruyordu. Sonunda da işte doğumevine
gitmekte geç kalınmış, yakındaki Herla Sokağı'nda oturan, ama artık küçük alet çantasına
seyrek el atan yaşlıca bir ebe çağrılmıştı. Ebe gelmiş, yatak odasında annemle benim
birbirimizden ayrılmamızı sağlamıştı.
Gözlerimi açmış, dünyanın ışığını altmış mumluk iki ampul olarak görmüştüm. Dolayısıyla
hâlâ bugün İncil'deki "Işık olsun dedi ve ışık oldu" sözleri, OsramAmpul Firınası'nın en
başarılı reklamlarından biri gibi gelir bana. Annemin apış arasındaki o zorunlu yırtılma
dışında doğumum lam bir düzen içinde geçmiş, annelerin, embriyonların ve ebelerin aynı
şekilde takdir elliği baş konumunda kolaycacık sıyrılıp çıkmıştım dışarı.
Hemen söyleyeyim ki kulakları delik, ruhsal gelişimini daha doğmadan tamamlamış ve
bundan böyle işi sadece bu gelişimin örneklerini ortaya koymak olacak bebelerden
biriydim. Bir embriyonken nasıl bütün dış etkilere kendimi kapalı tutmuş ve kendimden
başkasının sözünü dinlemeyerek döl suyunun aynasında "oy gösterip kendi kendime saygı
duymuşsam, ampuller allında anne ve babamın ağzından kendiliğinden dökülen ilk sözlere
de eleştirisel bir açıdan kulak kabartmışımı. Kulaklarım kirişteydi. Ufacık, bükük, arkaya
yapışık, ama kuşkusuz zarif kulaklarım,
49
ilk izlenimler olması bakımından benim iyin bundan böyle çok önem taşıyacak sözlerin bir
tekini bile ıska geçmiyordu. Dalıası var: Kulaklarımla kaplığım sözleri hemen o minik
beynimle değerlendiriyor, bütün işitip duyduklarım üzerinde yeteri kadar düşünüp falan
şeyi yapmaya, ondan başkasını ise kuşkusuz yapmaktan kaçınmaya karar veriyordum.
"Oğlan!" dediğini işilmiştiın, kendini babam sanan Bay Malzcrath'ın. "İlerde dükkânın
başına o geçer. Eh, neden bu kadar uğraşıp didindiğimizi artık biliyoruz demektir."
Annem ise, işten çok oğlunun donanımını düşünüyordu: "Biliyordum zaten oğlan olacağını,
bazen kız olacak dedim ya, olsun, biliyordum gene."
Böylece daba erkenden kadın mantığıyla tanışmış bulunuyordum. Derken şöyle dediğini
işittim annemin: "Hele bir üç yaşma gelsin, Oskar'cığıma bir teneke trampet alacağım."
Annemle babamın vaatlerini uzunca bir süre karşılıklı teraziye vurarak, ben, yani Oskar,
yolunu şaşırıp odadan içeri giren bir pervaneyi izlemeye, pervanenin sesine kulak
kabartmaya başlamıştım. Orta boyda tüylü bir şey olup, altmış mumluk ampullerin
çevresinde pervanelere özgü çemberler çiziyor, sağa sola gölgeler düşürüyor, gergin
kanatlarının eniyle kıyaslanmayacak genişlikteki gölgeler bütün mobilyasıyla titreşime
sürükledikleri odayı bir genişlik ve büyüklükle donatıyordu. Ama ışık ve gölge oyunundan
cok, pervane ile ampul arasındaki söyleşi oldu benim aklımda kalan. Pervane, bildiklerini
üzerinden almak için sanki çırpınıyor, söz konusu ışık kaynaklarıyla sonraları yarenlik
edecek vakit bulamayacakmış gibi çene çalıp duruyordu. Pervane ile ampul arasındaki bu
söyleşi, âdela pervanenin son günah çıkarmasıydı ve ampullerin çıkardığı günahın da ne
türlü bir günah çıkarma sayılacağı düşünülürse, pervane ilerde başka günahlar işlemeye ve
çapkınlıklara fırsat bulamayacaktı.
Bugün Oskar sade bir dille der ki: Pervane trampet çalıyordu. Ada tavşanlarının, tilkilerin,
dağ farelerinin trampet çalar gibi sesler çıkardıklarını işittim. Trampet çalar gibi ölerek
bir fırlına
50
ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
yi davet edebilir kurbağalar. Ağaçkakana gelince, gagasıyla ırampel çalarak kurtları
yuvalarından dışarı uğrattığı söylenir. Nihayet insan da davul çalar, zil çalar, trampet
çalar; trampet gibi ses çıkaran toplu tabancalardan, trampet yaylım ateşinden söz edilir.
Sonra insanın elleri ve yumrukları, kapılarda trampet çalarak, evden çıkarabilir bir
kimseyi; trampet çalınarak insanlar bir araya toplanabilir, trampetle gömütlüğe
uğurlanabilir insanlar. Bunu da işte trompetçiler yapar. Müzisyenler vardır, yaylı sazlar ve
vurmalı calgılarjçin besteler düzerler. Ayrıca kışlalardaki akşam yal trampetlerini ve
askeri törenlerde bandolarca çalınan trampet havalarını anımsatmak ve Oskar'ın bugüne
kadar olan kendi denemelerine de işaret etmek islerim. Ama bütün bunlar, söz konusu
pervanenin, doğumun şerelinc altmış mumluk iki basit ampulün çevresinde düzenlediği
trampet cümbüşü yanında hiç kalır. Olur hani, Afrika'nın en siyah bölgesindeki siyahilerle
Amerika'da yaşayıp Afrika'yı henüz unutmamış zenciler, bu ritim bakımından örgütlenmiş
bu insanlar arasında tıpkı benim pervane gibi ya da ona benzer biçimde veya Afrika
pervanelerine özenerek ki bilindiği üzere Afrika pervcnaleri Doğu Avrupa pervanelerinden
daha iri ve gösterişlidir hem mazbut, hem taşkın ve özgür, davullarını konuşturabilenler
vardır. Ben kendim Doğu Avrupa ölçülerine bağlı kalıyor, yani doğum saatimin benekleri
kahverengiye kaçan orta boydaki pervanesinden ayrilmayıp ona, Oskar'ın üstadı gözüyle
bakıyorum.
Eylülün ilk günlerindcydi. Güneş Bakire Burcu'nda bulunuyor, uzaklardan bir yaz sonu
fırtınası, sandıkları dolapları yerlerinden oynatıp gece içinden yol alarak bize doğru
yaklaşıyordu. Merkür bana eleştirisel bir ruh, Uranüs buluştan yana zengin bir kala
bağışlıyor. Zühre küçük çapla muiluluk, Mars ise hırslı bir karakter müjdeliyordu.
Ascendant Hanesi'nde yükselen terazi beni bir duyarlıkla donatıyor, aşırılıklara sapmaya
ayarlıyordu. Neptün yaşamın ortasındaki onuncu haneyi tutmuş, beni mucize ve aldatmalar
arasına yerleştiriyor, üçüncü hanede Jupiler karşısında yer alan Saturn ise soyum sop
um üzerinde kuşkular
51
uyandırıyordu. Ama kimdi bu pervaneyi yollayan? Kimdi pervaneyi ve bir yaz sonu
fırtınasının o bir başöğretmence gürlcmclerine izin verip annemin vaadettiği trampete
karşı içimdeki hevesi körükleyen, söz konusu çalgının benim için giderek daha somut ve
daha özlenir kılan?
Yalancıktan çığlığı basıp kendime ağlamaktan mosmor olmuş birvbebe süsünü vererek,
babamın önerisini, yani bakkal dükkânıyla ilgili bütün sözlerini düpedüz geri çevirdim;
annemin isteğini ise zamanı gelince, yani üçüncü yaş günümde iyi niyetle yeniden gözden
geçirecektim.
Geleceğime ilişkin bütün bu düşünüp taşınmalar bana şunu gösterdi ki annemle babam
Matzcrath, benim itiraz ve kararlarımı sezip gerektiğinde bunlara saygı gösterecek
yetenekten yoksundular. Dolayısıyla Oskar, tek başına ve anlaşılmadan, ampuller altında
yattı; altmış, yetmiş yıl sonra kesin bir kısa devre tüm ışık kaynaklarını elektrik
cereyanından yoksun bırakana kadar bunun değişmeden böyle sürüp gideceği sonucunu
çıkardı, daha ampuller altındaki bu hayal başlamadan yaşamak şevkini yitirdi. İşte o vakit
embriyonal baş konumuna tersyüz dönmek istediğini daha bir güçle açığa vuracak oldum,
ama ileride alacaklarına söz verdikleri trampet beni bundan alıkoydu.
Hem zaten ebe hanım da göbeğimi kesmişti; elden ne gelirdi arlık.
ALBUM
Bekçiliğini yaptığım bir hazine var elimin altında. Sadece takvim günlerinden oluşan bütün
o berbat yıllar boyunca bu hazineyi bekledim, saklı tuttum, arada bir çıkarıp baktım,
marşandiz trenindeki yolculukta değerli bir eşya gibi göğsüme bastırdım; uvumak istedi
mi, hazinesi üzerinde, fotoğraf albümü üzerinde uyudu Oskar.
Her şeyi açıklayan ve kendisi açık seçik ortada duran bu aile kabristanı elimde olmasa ne
yapardım? Yüz yirmi sayfalık, titizlikle sayfanın bütün yüzeyine dağıtılmış, bir yerde
simetri kurallarını gözetip diğer bir yerde simetriye yan çizen dört ya da allı, bazen da
yalnız iki resim. Deri bir cildi var albümün, eskidikçe daha çok deri kokuyor. Öyle zamanlar
oldu ki, hava ve rüzgâr albümün üzerine çullandı, resimler çıktı yerlerinden; perişan
halleri, âdela harap olmuş rcsinıciklerjn alıştıkları eski yerlerine kavuşmalarım sağlayacak
bir yapıştırıcı bulmak için geniş bir zaman aramaya, uygun bir fırsat kollamaya zorladı
beni.
Bir resim albümündeki anlatı zenginliği, bu dünya yüzünde başka nerede vardır? Hamarat
bir amatör fotoğrafçı kimliğiyle bizi her pazar yukardan aşağı, yani boylarımızı
alabildiğine kısaltıp, ışık durumunu biraz iyi, biraz kötü ayarlayarak resimlerimizi çeken ve
kendi albümüne yapıştıran Aziz Tanrı, dilerim elimden tutsun, ne denli haz duyarsam
duyayım, yakışık almayacak ölçüde uzun süre tek bir resim karşısında oyalanmaktan
alıkoya
53
52
rak, bu albüm içinden selametle geçirsin beni; Oskar'ın dolambaçlı yollara sapma hevesini
körüklemesin; çünkü fotoğrafların asıllarını ortaya koymayı ne kadar isliyorum bilseniz.
Ayrıntılara kaçmadan albümle ilgili birkaç söz: Alabildiğine değişik üniformalar görülüyor
bir yerde, moda ve saç tuvaletleri değişiyor; bir yerde annem daha tombul, Jan daha bir
kendini koyvermiş; bir yerde hiç tanımadığım kimseler;kim olduklarını tahminle çıkarmam
gerekiyor. Peki ama, bu resmi de kim çekti? Sonunda baş aşağı bir iniş; yirminci yüzyıla
geçerken sanat resmi yozlaşıp günümüzün pratik resmine dönüşüyor. Örneğin büyükbabam
Koljaiczek'in o abide gibi duran fotoğrafıyla dostum Klepp'in vesikalık fotoğrafını alalım
ele; kahverengimsi bir renk tonu gösteren büyükbabamın port resiyle Klepp'in o düz,
damga! damga! diye bağıran vesikalık resminin sadece yan yana konulması,
fotoğrafçılıktaki ilerlemenin bizi nerelere kadar getirdiğini her vakit yeniden gösteriyor
bana. Şipşak fotoğraf makinelerinin yalnızca o bir sürü ıvır zıvırmı düşünmek yeler. Bu
arada Klcpp'ten çok, kendi kendime sitemde bulunmam gerekiyor; çünkü albümün sahibi
benim, seviyeyi korumak bana düşerdi nihayet. Günün birinde cehennem kapımızı çalarsa,
en seçkin işkencelerinden biri, insanın çırılçıplak soyulup yaşadığı günlerin çerçeveli
resimlcriyle bir odaya tıkılması olacaktır. Aman çabuk biraz coşkunluk: Enstantane
fotoğraflar, şipşak fotoğraflar, vesikalık fotoğraflar arasındaki ey insan! Flâş ışığmdaki
insan! Eğik Piza Kulesi önünde dikilen insan! Vesikalık resimler elde edebilmek için sağ
kulağını objektife çeviren insan! Tamam, şimdi yine bir yana bırakabiliriz coşkuyu: Belki bu
cehennem bile katlanılır bir şey olacaktır insan için; çünkü resimlerin en kötüleri düşlenir,
çekilmez, çekilseler bile banyo yapılıp tab edilmezler.
Klepp'le ben, resimlerimizi makkaroni yeyip dostluk kurduğumuz Julich Sokağı'ndaki ilk
günler çektirmiştik. Ben kafamda o zamanlar gezi plânları kuruyordum. Yani o sıra öylesine
üzgündüm ki, bir geziye çıkmak ve dolayısıyla bir pasaport almak için harekele geçmek
niyetindeydim. Ama beri yandan Roma, Napo
54
lj, ya da hiç değilse Paris'i kapsayacak dört başı mamur bir geziyi finanse edebilecek
nakit param olmadığı için sevinçliydim, çünkü bir ruh sıkıntısıyla geziye çıkmaktan daha
neşesiz bir şey olamazdı. Ama ikimizde de o kadarcık para bulunduğundan Klepp'le
sinemalara gidiyor, Klepp'in zevkine uygun kovboy filmleriyle benim zevkimi okşayan,
örneğin hemşire rolünde Mana Schell'in ağladığı, başhekim rolündeki delikanlının pek çetin
bir ameliyatın hemen ardından balkonun açık kapısı önünde Beethoven'in piyano sonatlarını
çalıp bir sorumluluk duygusuyla beyaz perdede boy gösterdiği filme benzer filmler
seyrediyorduk.
Ama topu lopu iki saat sürmesine pek üzülüyorduk filmlerin. Bazısını da iki kez
göreceğimiz geliyordu. Çokluk film biliyor, gişeden aynı filin için yeniden bir bilet alacak
oluyorduk. Ama salondan çıkıp gişe önünde bekleşen uzun ya da kısa kuyruğu görür görmez
cesaretimiz uçup gidiyordu. Yalnız kasadaki kızdan değil, gerçekten arsızca denecek
bakışları yüzlerimizde gezinen o büsbütün yabancı tiplerden işle öylesine utanıp
sıkılıyorduk ki gişe önündeki kuyruğu daha da uzatmayı göze alamıyorduk.
Böylesi günler, hemen her filmden sonra, vesikalık fotoğraflarımızı çektirmek üzere Graf
Adolf Mcydam'na yakın bir fotoğrafçı atölyesinde alıyorduk soluğu. Aıölycdc arlık bizi
tanıyorlardı; biz içeri girer girmez bıyık allından gülümsüyor, ama nazik bir dille buyurup
oturmamızı söylüyorlardı; biz atölyenin müşterileri, dolayısıyla saygıdeğer kişilerdik.
Bugün belleğimde yalnızca sevimli bir bayan olarak kalan genç kız, art arda bizi o sırada
boşalan bir kabinden içeri tıkıyor, birkaç el harekeliyle ilkin benim, sonra Klepp'in orasını
burasını çekip çekiştirerek düzeltiyor, çakıp sönen ışığa bağlı bir zil sesi pes peşe allı kez
buzlu cam üzerine geçtiğimizi bildirene kadar belli bir noktaya bakmamızı söylüyordu.
Fotoğraflarımız çekilip ağzımızın köşelerinde hâlâ hafif bir kasılma sürüp giderken, kız
bizi rahat hasır koltuklara olunuyor, taih bir dille hep tatlıydı zaten ve tatlı bir giysisi
vardı beş dakika sabretmemizi rica ediyordu. Seve seve bekliyorduk, nihayet
55
beklediğimiz bir şey vardı: Nasıl çıktıklarını öylesine merak ettiğimiz vesikalık
resimlerimiz. Bilemedin yedi dakika sonra hâlâ güler "yüzlü"den başka bir sözle
anlatamayacağım kız iki zarf uzatıyor, biz de ücreti bayılıyorduk.
Klepp'in hafifçe öne fırlamış gözlerindeki o zafer ifadesi! Zarfları alır almaz en yakın bir
birahanenin yolunu tutuyorduk; çünkü kimse tozlu sokak ortasında gürültü patırtı içinde
dikilip gelip giden yayalar önünde bir engel oluşturarak vesikalık fotoğraflarını gözden
geçirmekten hoşlanmaz. Nasıl fotoğrafçı atölyesine sadık kalıyorsak, bira içmek için de
hep Friedrich Caddcsi'ndeki birahaneye gidiyorduk. Bira, soğanlı kan sucuğu ve kara
ekmek söylüyor, daha söylediklerimiz yoldayken tahta masanın bütün yuvarlak yüzüne
henüz biraz nemli resimlerimizi yayıyor ve o saat getirilip önümüze konan birayı içerek kan
sucuğunu yerken, zorlanmış yüz çizgilerimizin seyrine dalıyorduk.
Ayrıca son sinema dönüşü çektirdiğimiz resimleri hiç eksik etmiyorduk yanımızdan.
Böylece iki resmi karşılaştırma fırsatı buluyorduk; bir yerde de bir karşılaştırma fırsatı
çıkmaya görsün, neşeli bir hava ya da Ren Bölgcsi'ndeki deyimle, hava yaratılması için
birincisinin arkasından bir ikinci, bir üçüncü, derken bir dördüncü bira söylenebiliyordu.
Ama gene de burada üzüntülü bir insanın, vesikalık bir resim yardımıyla üzüntü konusunu
yok edebileceğini ileri sürmek istediğimiz sanılmasın. Çünkü gerçek üzüntünün zaten bir
konusu yoktur, hiç değilse Klepp'le benim üzüntümüzün bağlanabileceği bir neden yoklu ve
işte bu bağımsız sevinç, nedensizliğiyledir ki hiçbir kasvete boğulamayacak kadar bir gücü
içeriyordu. Üzüntümüzle flört etmek için bir imkân varsa, bunu da yalnız fotoğraflar
sağlıyordu bize; çünkü seri olarak şipşak çekiliveren bu fotoğraflarda kendimizi açık seçik
değil, ama ondan daha önemlisi pasif ve nölralize edilmiş durumda buluyorduk. Kendi
kendimize dilediğimiz gibi davranabilir, beri yandan bira içip kan sucuklarına gaddarca
girişebilir, hava yaratıp oyun oynayabilirdik. Özellikle bu amaç için yanımızda taşıdığımız
makaslarla resim
56
cikleri büküp katlıyor, kesip doğruyorduk. Eski ve yeni resimleri yan yana koyuyor,
kendimize tek gözlü, üç gözlü biçimler veriyor, burunlarımızdan kulaklar yapıyor, sağ
kulağımızla konuşup susuyor, alnımızı getirip çenemize buyur ediyorduk. Bu montaj işini
yalnız kendi resimlerimize reva görüyor değildik; Klepp, kimi ayrıntıları benden ödünç
alıyor, ben de karakteristik bazı parçalar için ona başvuruyordum; böylece yeni ve
umduğumuz gibi daha bir mutlu varlıklar yaratmayı başanyorduk.
Biz biz demekle Klcpp ve beni kastediyorum, monle edilmiş kişiler sözümün dışında Rudi
diye çağırdığımız garsona, birahaneye her uğrayışımızda, ki birahane haftada en az bir
kez görüyordu yüzümüzü, bir resim armağan etmeyi âdet haline getirmiştik. Hani on iki
çocuğa babalık, bir sekizine de vasilik yapabilecek tipte bir adam olan Rudi, bizim
derdimizden anlıyordu. Profilden çekilmiş düzinelerle ve cepheden çekilmiş ondan fazla
resim toplanmıştı kendisinde. Her seferinde duygularımızı paylaşan bir yüz takınıyor, uzun
boylu danışıp görüşmeler ve kılı kırk yaran bir seçme sonunda ayırdığımız resimleri
kendisine uzaimaınıza karşılık teşekkürlerini sunuyordu.
Büfedeki bayana ve kucağında sigara tablasıyla ortada dolaşan kızıl saçlı kıza asla bir
resim armağan etmemiştir Oskar; çünkü kadın milletine fotoğraf armağan etmeye gelmez,
bunları sadece kötüye kullanırlar. Ama bütün o miskinliğine bakmayarak, kadınlara bir
türlü doymak bilmeyen ve delilik derecesine varan boşboğazlığıyla her kadının önünde,
içinde ne var ne yok dışarı vuran Klepp, anlaşılan bir gün benden habersiz bir resim vermiş
sigaracı kıza; çünkü resmini geri alabilmek için bu ağzı süt kokan çok bilmiş kızla önce
nişanlanıp sonra da evlenmek zorunda kaldı.
Vaktinden önce davranarak albümün son yapraklan üstüne fazla söz harcadım. Söz konusu
budalaca şipşak resimler bu kadar söze lâyık değiller doğrusu; olsalar da ancak bir
karşılaştırmaya olanak vermeleri, albümün ilk sayfalarındaki büyükbabanı Koljaiczek'e ait
portrenin bugün bile üzerimde ne büyük ne eşsiz
57
bir elki yaptığını gösterecek bir karşılaştırmaya olanaklı kılmaları bakımından buna lâyık
olabilirler.
Oymalı bir sehpanın yanı başında, kısa ve geniş, dikiliyor büyükbabam. Ne yazık ki resmi
bir kundakçı değil, gönüllü bir itfaiyeci olarak çektirmiş, yani bıyıksız. Ama göğsündeki can
kurtarıcı madalyası, kalıp gibi üzerine oturan üniforma ve sephayı bir mihraba çeviren
itfaiyeci miğferi, kundakçı Koljaiczek'in bıyıklarını nerdeyse aratmıyor. Gözleri nasıl da
ciddi, yirminci yüzyılın bütün acı ve kahırlarından nasıl da haberli bakıyor öyle! Ortadaki
siyasal durumun bütün trajikliğine karşın, bu mağrur bakış, İkinci İmparatorluk
Döncmi'nde herkesin aşinası bulunduğu pek makbul bir bakış olsa gerek; çünkü aynı bakış
Gregor Koljaiczek'de, bu ayyaş ama fotoğraflarda daha çok ayık izlenimi uyandıran
barutçu ustasında da var. Elinde takdis edilmiş bir mum tutan Vinzcnı Bronksi'nin resmi
ise, Tschenslochau'da çekildiğinden daha çok mistik bir hava taşıyor. Çelimsiz Jan
Bronski'nin resmine gelince, bilinçli bir karasevdanın, fotoğrafçılığın emekleme yıllarındaki
olanaklarıyla ele geçirilen bir kanıtını sergiliyor.
O dönemin kadınlarında ise, söz konusu bakışa ve buna uygun düşen poza seyrek
rastlanmakla. Nihayet Tanrı hakkı için tam bir kişilik sahibi anneannem Anna bile, Birinci
Dünya Savaşı kopmadan çekilen resimlerinde yapmacığa kaçarak salakça bir gülümsemeyi
yüzüne oturtmuşa benziyor ve alabildiğine ketum, üst üsle dört elekliğinin yabancılara
barınaktık yapan genişliğinden hiçbir şey sezdirmiyor.
Kara bezleri allında sağa sola sekip durarak fotoğraf objektilİcrini açıp kapayan
fotoğrafçılara, Birinci Dünya Savaşı yıllarında da gülümsemeye devam edildi. Bu zamana
ilişkin iki kartpostal büyüklüğünde sağlam bir kart üzerine çekilmiş bir resim bulunuyor
albümde; aralarında yardımcı hemşire olarak annemin de yer aldığı yirmi üç hemşireyi
Silberhammer Askeri Haslanesi'nde gösteriyor; ortada tutunacak bir dal gibi dikilen
doktorun çevresine ürkek ve çekingen kümelenmiş hepsi. Yaraları az çok iyileş
58
iniş muhariplerin de katıldığı kostümlü bir balonun fotoğrafla zaptcdilen bir sahnesi ise,
hastanede çalışan bu hatunları biraz daha serbest tavırlar içinde gösteriyor; bir gözünü
kırparak, birini öpmek isler gibi, ağzını huzmeyi göze alıyor annem; melek kanaüanııa ve
gelin idlerinden saçlarına karşın, âdeta meleklerin de bir cinsiyeti var demek isliyor.
Annemin önünde diz çöken Malzeralh, üzerine öyle bir giysi geçirmiş ki, âdeta bunu günlük
giysisi yapmaya can atar gibidir: Başında kolalı aşçı lakkesiyle kaşığını havada sallayan bir
aşçı. Buna karşılık, göğsünde ikinci sınıf bir Demir Haç Nişanı taşıyan askeri ünilormalı
resminde o da Koljaiczek'ler ve Bronski'lcr gibi trajik bir bilinçlilik içinde doğru karşıya
bakıyor; resimlerdeki tüm kadınlara bir üstünlüğü var.
Ama savaştan sonra bir başka yüz takınıldığı görülüyor. Erkeklerin bakışlarında biraz
bitkin bir ifade var; şimdi resimlerde poz vermesini beceren, ciddi ciddi bakmak için
ellerinde neden bulunan, gülümscmclcriylc bile yaşamanın kahkahalarını altlan alta
sezdirmeye, karşı duramayan kadınlardır. Hani iyi de gidiyor onlara bu poz, 1920 ile 1930
arası yıllarının hüznü kadınlara güzel yakışıyor. Olurmuş, ayakta ve yarı yatarak, kara
saçtan hilâlleri şakaklarına yapıştırıp resim çektiren kadınların Madonna ile fahişe tipini
birbiriyle uzlasiırıp, bağdaştırman in üstesinden geldikleri görülmüyor mu?
Yirmi üç yaşındaki annemin resmi gebelik zamanının başlamasından az önce çekilmiş
olmalısakin halkın içeren ve yuvarlak başını gergin elli boynu üzerinde hafif yana eğen, ama
resmini seyreden oldu mu, gözlerini doğru ona çeviren genç bir kadını gösteriyor ve sırf
şehveti gıcıklayan kenar çizgilerini, kendisinin ve hemcinslerinin ruhunu hareketsiz bir
eşya, diyelim bir kahve fincanı ya da bir sigara ağızlığı gibi maviden çok bir grilik içinde
algılamaya alışmış bir çili göz ve melankolik bir gülümsemeyle çözüp dağıtıyor, bu kadın.
Sıfat olarak kullanacağım ruh dolu sözcüğünün annemin bakışını tanımlamaya yetmeyeceği
kuşkusuz.
O zamanlardan kalma grup halinde çekilmiş resimlere gelin
59
cc: Daha ilgi çekici değilse de daha kolay değerlendirilebilen ve daha aydınlatıcı şeyler
hepsi. Rapallo Antlaşması* imzalandığında gelinlikler ne kadar da gelinsi, ne kadar da
ciciymiş. Matzeralh, kendi düğün resminde kolalı bir de yaka takmış; yakışıklı, şık,
nerdeyse aydın kişileri andıran bir görünüşü var. Sağ ayağını öne doğru atmış, belki de
böylece yaşadığı günlerin bir film artistine, örneğin Harry Liedtke'ye benzemek istiyor. O
zamanlar kısayınış giysiler; annemin binlerce plilcrle donatılmış beyaz gelinliği, kopçah
iskarpinler içinde âdeta danselmek için yaratılmış ayaklıklarını açıkta bırakıyor. Öbür
resimlerde bütün düğün halkını hep bir arada buluyoruz. Kentliler gibi giyinip poz vermiş
kimseler arasında hep de anneannem Anna ve onun hidayete ermiş kardeşi Vinzent, o
taşralı katılığı ve insana güven telkin eden köylü tedirgin ligiyle dikkati çekiyor. Annem
Agnes, halası Anna ve kendini İsa'ya vakfeden babası Vinzent gibi aynı patates
tarlasından gelen Jan Bronski, Kaschubci'lı köylü aslını bir Polonya posta sekreterinin o
resmi şık görünüşünün gerisinde saklamasını biliyor. Gürbüz ve geniş bedenli kimseler
arasında pek ufak telek ve çelimsiz dikilmesine karşın, yüzündeki adela kadınsı denecek
durgunluğu sağlayan bir tuhaf gözleri, kendisi kıyıda kenarda kalsa bile, her resimde orta
noktayı oluşturuyor.
Hemen düğünden sonra çekilen bir resme hayli zamandır bakıp duruyorum. Teneke
trampetime sarılmalıyım; trampetimin değnckleriyle mat ve kahverengimsi dörtgeni
karşıma alıp kartpostal üzerinde seçilebilen o üçlü yıldızı trampetimin lake tenekesi
üzerine buyur etmeliyim.
Söz konusu resim, Magdeburg Sokağı ile Heeresanger'in yaptığı köşede Polonya Öğrenci
Yurdu yanındaki bir evde, yani Bronski'lerde çekilmiş olmalı; çünkü arka planda üzerine
güneş vurmuş sarmaşıklarla örtülü bir balkon var, evlerin önlerine yapıştırılmış gibi duran
bu tür balkonlar kentin Polonya kesimin
* Rapallo Anılaşması: Almanya ile Rusya arasında 16.4.1922'dc imzalanan dostluk ve
ticaret antlaşması. (Ç.N.)
60
deki evlerde görülüyor sadece. Annem oturmuş, Malzcrath'la Jan ayakta dikiliyor. Ama o
nasıl oturuş, o nasıl ayakta dikiliş! Bruno'ya aldırtlığım bir pergel, bir cetvel ve bir
gönyeyle bu triumviral'ın çünkü annem eksiksiz bir erkeğin yerini (uluyordu üç üyesinin
birbirine karşı konumunu belirlemek isleyecek kadar sersemce davrandım. Boyunlardaki
eğim açılarını ölçtüm, bacakları birbirine eşit sayılamayacak bir üçgen çıktı ortaya. Pararcl
kaydırmalara başvurdum, zoraki çakışmalar sağladım, pergelle darbeler indirdim resme;
pergelin ucu anlamlı bir biçimde dış bölgeye, yani yeşil sarmaşıkların ortasına rastladı ve
bir nokta oluşturdu; çünkü bir nokta arıyordum; noktaya inanan, nokta hastası bir
davranışla bir görüş noktası olmasa bile bir tutamak noktası, bir çıkış noktası ele
geçirmekti amacım.
Bu amatörce ölçüp biçme işinde elime geçen, sadece minik, ama yine de rahatsız edici
delikler oldu. Pergelin ucuyla bu değerli fotoğrafın en önemli yerlerini oydum. Ne
olağanüstlüğü vardı, sanki bu resmin? Beni bu dikdörtgen kartpostal üzerinde matematik
ilişkiler ve hayli gülüne bir davranışla kozmik bağıntılar aramaya, hatla bunları bulmaya
götüren neydi? Üç insan: Oturan bir kadınla ayakta duran iki erkek. Kadının yeni yıkanıp
taranmış siyah saçları var. Matzcralh'ın saçları sarı, kıvırcık; Jaıı'ınkiler ise düz, arkaya
taranmış. Üçü de gülümsüyor; Jan Broııski'den daha çok gülümsüyor Matzcralh, ama her
ikisi de üst dişlerini göstererek anneminkini kal kal aşan bir gülümsemeyle gülümsüyorlar.
Annemin sadece ağzının kenarlarında belli belirsiz bir gülümseme seçiliyor, gözlerinde
hiçbir gülümseme belirlisi yok. Malzeralh'ın sol eli annemin sağ omzunda dinleniyor; Jan
ise sağ eliyle annemin oturduğu sandclyenin arkalığından şöylece lutuvermiş. Dizleri sağa
dönük, kalçalarından yukarısı tam cepheden gözüken annem, kucağında kitaba benzer bir
şey tutuyor; uzunca bir süre Bronski'nin pul koleksiyonlarından biri sandım bunu, derken
bir moda dergisi ve nihayet sigara kutularındaki ünlü artist resimlerinden bir koleksiyon
gözüyle bakmaya başladım. Fotoğraf makinesinin objektifi açılıp kapatılarak resim
61
çekildiği anda, kucağındaki nesnenin yapraklarını çevirmek isi i yormuş gibi bir hali var,
annemin ellerinin. Üçü de mullu görünüyor, sacayağının ayaklarından birinin kendisine gizli
kasalar yaptırmasının ya da daha başlan bu çcşil kasaları gizlice elde bulundurmasının
sürprizlerine karşı bağışık oldukları için birbirlerini kutluyorlar âdeta. Öte yandan her üçü
de bir dördüncü kişiye, yani kızlık adı Lemke olanjan'ın eşi Hedwig Bronski'ye muhtaç
bulunuyorlar; çünkü o sıra belki Steplıan'a hamile olan Hedwig Bronski'nin, bu üçlü
mutluluğu hiç değilse fotoğraf üzerinde zaplcdebilmek için makineyi üçlü grubun ve onun
mutluluğunun üzerine çevirmesi gerekiyor.
Ben albümden daha başka dikdörtgen kartpostallar çıkarıp, bu kartpostalla karşılaştırdım:
Annemi Malzcralh ya da Jan Bronski'yle bir arada gösteren resimler. Bunların hiçbirinde
de o değiştirilemeyecek şey, o en son çıkar yol, balkonlu resimdeki kadar açıkça belli
etmiyor kendini. Jan'la annem bir arada: Bir trajedi, bir define arayıcılığı havası, bir
bıkkınlığa dönüşen ya da bıkkınlığı beraberinde getiren bir aşırılık kokusu var resimde.
Annemle Malzcralh yan yana: Bir halta sonu iktidarı damlıyor resimden; Viyana Pirzolası
kızartılıyor, yemekten önce biraz mızmızlamlıp yemekten sonra esneniyor, yatmadan önce
nükteler anlatılıyor ya da evliliğin düşünsel bir arka plana kavuşması için duvarlara vergi
hesapları çiziktiriliyor. Ama yine de ben, bu fotoğrafa geçirilmiş can sıkıntısını, daha
sonraki yıllar Frcudenlal yakınındaki Olivia Ormaııı'nın kulisleri önünde çekilen ve annemi
Jan Bronski'nin kucağında gösteren uygunsuz enstantane resimlere üstün tutuyorum.
Çünkü bu rezalet —Jan'ın bir eli annemin etekliğinin allında kaybolmuş—annemin
Matzeraıh'la evlenmesinin ilk gününden başlayarak zina yolunda yürüyen bedbaht
sevgililerin gözü kararmış tutkusunu kanıtlıyor yalnızca. Malzeralh burada, öyle sanıyorum
ki resmi çeken duygusuz biri rolünü oynamış. Balkonlu resimdeki o serinkanlılıkları, o
uyanık bilinçlilik taşan jestlerden hiçbir şey sezilmiyor; böylesi jestler, belki de ancak iki
erkeğin annemin sağma soluna geçip dikilmeleri
62
veya Heubude Plajı'nın kumsalında olduğu gibi, annemin ayakları dibine uzanmaları
durumunda gerçekleşebiliyordu.
Hayatımın ilk yıllarının bu en önemli üç insanını sacayağı durumunda gösteren bir
dikdörtgen kartpostal daha var albümde. Balkonlu resimdeki kadar yoğun olmamasına
karşın, ondaki gergin barış havası bu resimden de etrafa saçılıyor; galiba yalnız bu üç kişi
arasında sağlanabilen, hatla imzalanabildi bir hava, bu. Tiyatro oyunlarında rağbet gören o
sacayağı temasına istediğiniz kadar atıp tutabilirsiniz; ama sahnede iki kişi, helak oluncaya
kadar birbiriyle konuşup durmaktan ya da içten içe bir üçüncü kişinin çıkıp gelmesini
özlemeklen başka ne yapabilir. Benim resimciğiınde ise üç kişi var. Skat oynuyorlar. Yani
gayet düzgün olarak ellerine dizdikleri iskambil kâğıtlarını yelpazeler gibi önlerinde
iniliyorlar; ama bir oyun çıkarmak isteyen bir edayla ellerindeki kozlara bakmayıp fotoğraf
makinesine çevirmişler gözlerini. Jan'ın eli bozuk paraların yanı başında dümdüz duruyor,
yalnız işaret parmağı havaya kalkık; Matzeralh tırnaklarını masanın örtüsüne geçirmiş,
annem ise ufak, sanının enfes bir şakada bulunuyor: Elindeki kartlardan birini çekip almış,
fotoğraf makinesinin objcktilinc gösteriyor, ama oyun arkadaşlarına çaktırmadan yapıyor
bunu. Bir tek jestle, bir kupa kızının yalnızca gösterilivermesiyle ustaca bir simge ne
kadar kolay davet edilebiliyor; öyle ya, kim kupa kızı üzerine yemin elmez.
Bilindiği üzere ancak üc kişiyle oynanabilen skat oyunu, annemle iki erkek için yalnız en
elverişli oyun değil, şeytana uyup şu ya da bu düzende ikili var olmaya çalışarak, altmış allı
veya lavla gibi sersemce oyunlar oynamaya sürüklenecekleri zaman sığındıkları bir barınak,
dümen kırdıkları bir liman oluyordu.
Hiçbir eksikleri olmadığı halde beni dünyaya geliren bu üç kişiyle ilgili olarak anlattıklarım
yeler. Kendimden konuşmaya başlamadan, bir çift söz de annemin arkadaşı Bayan
Grctchcn ve onun poslacı kocası Alexander Schelfler üzerinde söylemek isterim. Adam
dazlak kafası, kadın ise rahat, yarısı allından kazma dişleriyle gülümsüyor. Adamın
bacakları kısa, hep sandalyede
63
oturuyor, ayaklan yerdeki halıya erişmiyor bir türlü; kadın ise kendi eliyle ördüğü
dantallerden geçilmeyen giysiler içinde. Ayrıca karıkoca Scheffler'i şezlonglara uzanmış
ya da "Williclm Guslloff" adındaki KdF* tenezzüh vapurunun tahlisiye sandalları önünde,
Doğu Prusya Denizcilik Hattı'na ait "Tanncnbcrg" in gezinti güvertesinde gösteren
resimler. Karıkoca her yıl gezilere çıkıyor; Pillau'dan, Norveç'den, Azor Adaları'ndan,
italya'dan hatıra eşyalar satın alıyor, bunları örselemeden ve sağ salim, adamın pasta
çörekler yapıp sattığı, kadının ise yastık kılıflarım dantellerle donattığı Kleinhammer
Yolu'ndaki eve getiriyorlardı. Alexander Scheffler, konuşmadığı zamanlar, dilinin ucuyla
bıkıp usanmadan üst dudağını ıslatıyor, onun bu davranışını ise, Matzerath'ın dostu olup
karşımızda, biraz yan taraftaki bir evde oturan Manav Greff terbiyesizliğe kaçan bir
zevksizlik görüp hoş karşılamıyordu.
Greff evli barklı bir adam olmasına karşın, kocalıktan çok izci önderliği yapıyordu. Bir
resim var ki, kısa pantolonlu bir üniforma içinde, geniş bedenli, soğuk ve gürbüz bir kimse
olarak gösteriyor Bay Greff'i. Üniformasında kılavuz kordonları, başında bir izci şapkası.
Yanı başında aynı kılıkta sarışın, gözleri biraz iri, aşağı yukarı on üç yaşında bir oğlan
dikiliyor. Greff sol eliyle oğlanı omuzundan kavramış, sevecenlikle onu kendine doğru
çekiyor. Oğlanı seçemedim; ama Bay Greff'i daha sonra karısı Lina aracılığıyla tanımış,
nasıl bir adam olduğunu anlamıştım.
KdF lenezzüh vapuru yolcularının enstantane fotoğraflarıyla o ince izci erotiğinin
belgeleri arasında kaybettim kendimi; dolayısıyla hemen albümün birkaç yaprağını çevirip
kendime, benim kendi resimlerime gelmek isliyorum.
Güzel bir çocuktum doğrusu. Resim, 1925 yılının Paskalyasında çekilmiş. Sekiz aylıktım o
zaman; albümün bir sonraki say
* KdF (Kraft durclı Frcude = Sevinç Yoluyla Güç) : Alman işçi sınıfının boş vakitlerini
liyatro, spor, gezi v.b. gibi faaliyetlerle değerlendirme amacını güden bir Nasyonal
Sosyalizm örgütü. (Ç.N.)
64
fasında aynı boyutlarda bir resmi bulunan ve resminden anlatılamayacak bir bayağılık
taşan Slephan Bronski'deıı iki ay küçüktüm. Dalga dalga oyulmuş bir kenarı vardı benim
resmin; gerektiğinde adres yazmak için arkasına çizgiler çekilmiş, belki aile içinde
kullanılmak üzere çok sayıda tab ettirilmişti. Benim yerim, kartpostalın yaygın dikdörtgeni
içinde taslamam simetrik bir yumurta biçimindeydi. Anadan doğma ve âdela yumurta
sarısını canlandırarak, Arktis ülkesindeki beyaz bir ayının çocuk fotoğrafı alanında
uzmanlaşmış meslekten bir fotoğrafçıya armağan etmiş olması gereken bir post üzerine
yüzükoyun uzanmıştım. O zamanlar çekilen pek çok fotoğrafta olduğu gibi, benim bu ilk
resim için de, günümüzün insanlık dışı düz siyah beyaz fotoğrafına karşılık insani diye
niteleyebileceğim o eşsiz ve kahverengimsi sıcak renk tonu seçilmişti. Birkaç ışık lekesiyle
yumuşatılmış mal bir siliklik içindeki, belki de elle resmedilmiş dallar ve yapraklar,
fotoğrafın arka planını oluşturuyordu. Yassı bir sükûna dalmış, pürüzsüz ve gürbüz
vücudum, hafif verev durumda, ayının yurdu olan kutup ülkesinin etkisine kendini bırakmış
posl üzerinde dinlenirken, yusyuvarlak çocuk başımı ıkına sıkıla havada tutuyor, o anda
çıplaklığımı seyredenlere ışıl ışıl gözlerimi dikmiş bakıyordum.
Bütün çocuk resimleri gibi buna da işte bir çocuk resmi denebilir. Lütfen bir bakın
ellerime: Benim bu ilk resmimin, çeşidi albümlerin hep aynı şirin varlığı gösteren sayısız
fotoğraflarından kesinlikle ayrıldığını siz de isler islemez itiraf edeceksiniz. Yumruklarımı
sıkmış olarak görülüyorum resimde. Henüz karanlık bir dokunma içgüdüsüne uyup,
kendinden geçmiş, postun kıl püskülleriyle oynayan sosis parmaklar değil bunlar. Bu minik
pençecikler, bir ağırbaşlılık içinde bir araya toplanmış, başın iki yanında havada süzülüyor;
her an inmeye, her an el almaya hazır durumdalar. Neye? Teneke trampete.
Doğumumda üçüncü yaş günü için bana alacaklarına söz verdikleri nesne henüz ortada
görülmüyor; ama usla bir foto montajcısı için benimkisi gibi bir vücul durumunda en ulak
bir rötu
65
şa başvurmaksızın, bir çocuk trampetinin şöyle münasip, yani i küçültülmüş bir klişesini
resmin içerisine sıkıştırmak hiç de güç : lük doğurmazdı. Ancak benim hiç ilgilenmediğim o
salak kumaş ] hayvan da uzaklaştırılmalıydı resimden; çünkü ilk süt dişlerinin çıkmak üzere
bulunduğu o zekâ dolu ve aydın görüşlü yaşı konu alan her bakımdan başarılı kompozisyon
içinde, bir yabancı cisim gibi duruyordu.
Sonraları kutup ayılarının postlarına yatırmaktan vazgeçmişler beni. Galiba bir buçuk
yaşındayken, yüksek tekerlekli bir arabada bir çit önünden, beni ittikleri görülüyor;
kazıkların uçlarıyla aralarındaki çapraz bağlantıları bir kar tabakası o kadar açık seçik
belirtmiş ki resmin 1926 Aralığı'nda çekilmiş olması gerekliğini sanıyorum. Resme uzunca
bir süre bakınca, katran kokan kaba çitle, geniş kışlalarından benden önce Mackensen
süvarilerini barındıran, benim zamanımda ise Bağımsız Danzig Devleti' ¦ nin polisine
barmaklık eden Hochslricss banliyösü arasında bir j bağ kuruyorum. Ancak bu isimdeki
banliyöde oturan bir tanıdığı da anımsamıyor, dolayısıyla sonradan bir daha aranmayan ya
da binde bir gidip görülen bir ahbabı, anne ve babamın bir kezlik ziyaretinde söz konusu
resim çekilmiş olmalı diyorum.
Çocuk arabasını aralarına almış annemle Malzeralh mevsimin soğukluğuna aldırmayarak
sırtlarına bir palto ve manto geçirmemişler. Annem uzun kollu bir Rus bluzu giymiş; bluz
üzerine işlenmiş süsler, kış ortasında çekilmiş resme şunları söylüyor âdeta: Rusya'nın
göbeğinde Çar ailesinin bir resmi çekiliyor, foloğral makinesi Rasputin'in elinde, ben Çarın
oğluyum ve çit gerisine Mcnşeviklerle Bolşevikler sinmiş, bombalar hazırlıyor, benim
hükümdar ailemi yok etmeyi kararlaşlırıyorlar. Malzerath'm o korkusuz, Orta Avrupa'lı ve
ilerde görüleceği üzere çok şeylere gebe küçük burjuvalığı, fotoğrafta uyuklar görünen bu
korkunç öykünün o yaman sivriliğini törpüleyip alıyor: Sakin bir yer olan Hochstriess'e
gidilmiş, kışlık palto ve manlosuz, evden bir an dışarı çıkılmış, lam istenildiği gibi
şaklabanca bakıp duran küçük Oskar, ortaya alınarak ev sahibi tarafından fotoğraf
çekilmiş ve
66
hemen ardından eve dönülerek sıcak, tatlı ve şen, kahve ile kaymaklı pasla başına
olurulınuşlu.
Oskar'ı yalar, oturur, emekler, koşar durumda, bir yaşında, iki yaşında, iki buçuk yaşında
gösteren rahat bir düzine daha enstantane resim var albümde. Resimler az çok başarılı
düşmüş, ama hepsi de, üçüncü yaş günüm dolayısıyla çektirilen o boy resmim için sadece
bir basamak oluşturuyor.
Bu boy resmimde ona, yani trampete kavuşmuş görünüyorum. Kenarında beyaz kırınızı
sivri üçgenlerle karnımın önünde gıcır gıcır sarkıyor trampet. Gerçekten kararlı bir yüzle
kendimden emin, tahta değnekleri trampetimin tenekesi üzerinde çapraz tutuyorum.
Sırlımda çizgili bir kazak var, ayaklarıma pırıl pırıl rugan iskarpinler geçirmişim. Saçlarım
temizlik hastası bir fırça gibi tepemde duruyor; mavi gözlerimin her birinde, maiyetinde
kendisine yardım edecek kimse bulunmayan ve. işin lek başına üstesinden gelmek zorunda
kalan bir iktidar iradesi yansıyor. O zamanlar bu resimde öyle bir pozun üstesinden
gelmiştim ki, sonradan bu pozu elden çıkarmaya neden görmedim. O zaman karar
vermiştim, ne olursa olsun politikacı, hele bakkal olmayacaktım asla; daha çok bir nokta
oluşturacak ve öyle kalacaktım öyle de kaldım; bu boydan, bu kılık kıyafetten yıllar yılı
ayrılmadım.
Büyük insanlar, küçük insanlar, Hazrcti Davul ve Goliath, Kulaktaki Adam ve Gardcmass,
Küçük Ayı, Büyük Ayı, Küçük ve Büyük ilmihallerdcki ayrımlardan yakamı kurtarmak, ayna
önünde tıraş olurken bile kendisini babam sanmaktan vazgeçmeyen bir adamın eline bir
yetmiş iki boyunda yetişkin bir kimse olarak kendimi teslim etmemek ve Malzcralh'ın
arzusunca yirmi bir yaşındaki Oskar için yetişkinlerin dünyasını canlandıracak bir bakkal
dükkanına karşı hiçbir yükümlülüğün allına girmemek için, üç yaşındaki çocuk olarak kaldım
hep; bir cüce, bir Parmak Çocuk, bir türlü boy atmayan bir bücür olarak kaldım. Bir kasayı
boyuna tıkırdatıp durmamak için trampetime sarılıp, üçüncü doğum günümden sonra bir
karış bile büyümedim; üç
67
yaşında, ama üç kat daha akıllı bir çocuk olarak kaldım hep; yetişkinlerden boyca çok
aşağılarda, ama yetişkinlere üstün, gölgesini onların gölgcsiylc ölçmek islemeyen,
yetişkinler, ömürlerinin sonuna kadar habirc bir gelişmeyi sayıklayıp dururken kendisi
şimdiden iç ve dış gelişimini tamamlamış, yetişkinlerin yeleri kadar zahmetler ve çok vakit
kahırlarla öğrendiklerinin hepsine çoktan sahip olmuş ve bunları şimdi sadece çevresine
kabul ettirmeye çalışan, sırf bir şeyin büyüdüğünü kanıtlayabilmek için her yıl bir
öncekinden daha büyük iskarpinler ve pantolonlar giymek zorunda bulunmayan üç yaşında,
ama üç kat daha akıllı bir çocuk olarak kaldım.
Ama beri yandan, bu noktada Oskar'ın da kendisindeki bir gelişimin varlığını teslim etmesi
gerekiyor, yine de bir şey vardı içimde büyüyen doğrusu her vakit benim yaranma
olmuyordu bu büyüme ve büyüye büyüye sonunda İsevi bir büyüklük kazandı; ama o günler
hep üç yaşında bir trampetçi olarak kalan Oskar'ı görecek göz, Oskar'ı dinleyecek kulak
hangi yetişkinde bulunuyordu ki.
CAM, CAM, CAMCIK
Mademki az önce Oskar'ı trampet ve trampet dcğnekleriyle gösteren bir boy resminden
söz açtım ve resim çekilirken üç mumlu pasta çevresinde toplanan doğum günü kalabalığı
karşısında Oskar'ın aldığı, çoktan beri içinde olgunlaşagclen kararlan açığa vurdum, şimdi
de, albüm yambaşımda suskun ve kapalı durduğu için, kimi olayları dile getirmeden
yapamayacağım. Hani bu olaylar benim neden hep üç yaşında kaldığımı açıklamayacak, ama
yine de olmuş bilmiş şeyler hepsi ve bunlara yol açan benim.
İşin basından beri farkındayım zaten: Büyükler beni anlamayacak, onların gözlerinin
seçebileceği gibi büyümezsem bana gelişimi geri kalmış diyecekler, beni ve kendi paralarını
alıp yüzlerce doktora taşıyacak, hastalığımın şifasını değilse bile, nedenini arayıp bulmaya
çalışacaklardı. Bu yüzden, doktor muayenelerini katlanılır bir ölçüyle smırlandırabilmck
için, daha kendileri hastalığımı bir nedene bağlamadan, büyüyüp serpilemeyişime akla yakın
bir neden bulup bu nedeni onların eline benim teslim etmem gerekiyordu.
Güneşli bir eylül günü, yani üçüncü yaş günümdü. Üflenen bir cam gibi narin, gevrek bir yaz
sonu. Gretchcn Schcffler'in bile boğuk çıkıyordu kahkahaları. Annem piyano başında,
Çingene Baron'dan parçalar çalıyor. Jan annemin oturduğu taburenin arkasında dikiliyor,
vücuduyla annemin omuzlarına dokunuyor
69
du; nolalan okumak isler gibiydi âdela. Malzerath ise ınulfakta akşam yemeğini
hazırlıyordu. Anneannem Arına, Hedwig Bronski ve Alexander Schclfler'le beraber
sebzeci Greff'len yana kaymışlı; çünkü Bay Grelf'de boldu serüvenler, izci serüvenleri,
sadakat ve gözüpeklik isleyen serüvenler. Ayrıca ayaklı bir saal vardı odada, ince
dokunmuş eylül gününün hiçbir çeyreğini ıska geçmiyor ve herkes de bu saal gibi enikonu
meşgul bulunuyordu; Çingene Baron'ım Macar ülkesinden kalkan bir yol Vogcslerdc*
dolaşan Greff'in izci oymakları üzerinden aşarak, Kaschubei'den gelme horoz
mantarlarının döş yerinden domuz eli ve çırpma yumurtayla tavada kızardığı Malzeralh'm
mutfağının yanından geçliği için, hafiften trampetimi tıngırdatıp odadan sıvıştım; bir
solukta dükkana inip tezgâhın başına geçtim. Piyano, horoz mantarları ve Vogcsler uzakta
kaldı. Derken kilere inilen kapağın açık olduğunu gördüm; yemeğin üzerine sofraya
çıkaracağı bir karışık meyva konservesini almak için kilere inen Matzeralh, sonradan
kapağı kapamayı unutmuştu anlaşılan.
Ancak aradan bir dakika gibi bir süre geçtikten sonradır ki, kiler kapağının benden
istediği şeyi kavrayabilıniştinı. Yo hayır, canıma kıymak (alan değil. Canıma kıymanın güç
bir yanı yoktu asla. Gelgeldim yapmayı tasarladığım öteki iş çetin, can sıkıcı bir şeydi, bir
fedakârlığa bakıyordu ve benden ne zaman bir fedakârlık beklense her seferinde olduğu
gibi, alnımda tomurcuk lerlcr birikmişti. En basla trampetimin başına bir şey gelmesini
islemiyordum; basıla basıla aşınmış basamaklardan sağ salim aşağı indirdim onu ve aşağı
düşüp de örselenmemesini akla yakın göstermek için un çuvalları arasına yerleştirdim.
Sonra yine sekizinci, hayır ondan bir aşağı basamağa kadar tırmandım. Hani beşincisi de
aynı işi görürdü, ama kazadan sağ çıkışım ve alacağım yara berenin inandırıcılığı ondan
aşağı bir basamakla bağdaşmazdı doğrusu. Ancak sonra daha yukarı, fazlasıyla yukarı,
onuncu basamağa çıktım ve nihayet dokuzuncuda karar kılıp yuvarladım
* Vogcsler: Ren nehrinin yukarı kesiminin batı kıyısındaki dağlık bölge (Ç.N.)
70
kendimi aşağı; bir raf dolusu ahududu şurubu şişesini de beraberimde sürükleyerek,
kilerimizin çimcnlo zemini üzerine yüzüstü
düştüm.
Daha bilincimin önüne bir perde çekilmeden, denememin başarısını doğruladım kendi
kendime: Kasten beraberimde alaşağı ettiğim ahududu şişeleri, Maizerath'ı mutfaktan,
annemi piyano başından, yaş günü topluluğunun geri kalan konuklarını da Vogeslerden alıp
dükkâna, kilerin açık kapağına getirecek ve sonra merdivenlerden aşağı indirecek kadar
gürültü çıkarmıştı.
Sağa sola akan ahududu şurubunun kokusunu daha onlar gelmeden içime çektim; beri
yandan baktım, başım kanıyordu. Onlar daha merdivendeyken, böyle bayıltıcı ve yorgunluk
verici kokan Oskar'ın kanı mı, yoksa ahududu şurubu mudur diye düşündüm kendi kendime.
Ama her şeyin yolunda gidip trampetimin en ufak bir hasar görmeyişine enikonu sevindim.
Sanıyorum Bay Greff beni kucalayıp yukarı taşıdı. Ancak oturma odasında, galiba yarısını
ahududu şurubunun, yarısını kendi körpe kancağızının oluşturduğu o bulut içerisinden
sıyrılıp çıktı, Oskar. Doktor henüz gelmemişti; annem bağırıyor, kendisini yatıştırmak
isteyen Malzeralh'm suratına kat il! katil! diyerek elinin yalnız ayasıyla değil, aynı zamanda
tersiyle habirc şamarlar indiriyordu.
işte böylece doktorlar da sonradan sık sık doğruladı bunuzararsız değilse bile, yine de
tarafımdan dozu iyi ayarlanmış küçük bir düşüşle, büyüklerin eline bir türlü gelişip
serpilemeyişimin o çok önemli nedenini verdim; ayrıca, hani kendim de istemeksizin, halim
selim bir adam olan Matzeralh'cağızı suçlu bir Malzeralh'a dönüştürdüm. Kiler kapağını
açık bıraktığından, annem bülün suçu onun üzerine yüklüyordu ve annemin sık değilse bile
bazen insafsızca başına kaklığı bu suçu yıllar yılı omuzlarında taşıyıp durdu Malzeralh.
Kiler merdiveninden düşüşüm ilkin dört hafta hastanede kalmama yol açtı, sonra sonra,
doktor belâsından az buçuk kurtulur
71
gibi oldum; yalnız çarşamba günleri gidip Dr. Hollalz'a bir görünüyorduk, o kadar. Daha ilk
trampetli günümde dünyaya bir işarel çakmayı becermiştim; büyükler işin iç yüzünü
kavramaya fırsat bulamadan durumum açıklığa kavuşmuştu. Arlık şöyle dediklerini
işitiyorum: Üçüncü yaş gününde bizim küçük Oskar'cığımız kiler merdiveninden yuvarlandı,
bir yerine bir şey olmadı ama, büyüyüp serpilemedi yavrucak.
Bana gelince, trampeti tıngırdatmaya başlamıştım artık. Kirayla oturduğumuz ev dört
kattı. Zemin kattan başlayıp tavan arasına kadar trampetimi çala çala çıkıyor, sonra yine
merdivenlerden iniyorum. Labes Caddesi'nden Max Halbe Meydanı'na, oradan
Neuschollland'a varıyor, Anton Möller Yolu, Maria Caddesi, Kleinhammer Parkı, Aktien
Bira Fabrikası, Aklien Gölü, Fröbcl Çayırı, Pcstalozzi Okulu üzerinden Neucr Markl'a
geliyor, sonra yine Labcs Caddcsi'ne sapıyordum. Trampetim buna katlanıyor, oysa
büyükler pek katlanamıyorlar, trampetimin sözünü kesmek, teneke oyuncağımın yoluna
durmak, trampet değneklerime çelme takmak isliyorlar, ama her seferinde cüceliğim ve
bücürlüğüm imdadıma yetişiyordu.
Tenekeden bir çocuk trampetine başvurarak büyüklerle aramda gerekli bir uzaklık
sağlama yeteneği, kiler kapağından aşağı yuvarlanmamdan az sonra gelişen bir sesle
birlikte ortaya çıkmıştı; bu ses öylesine tiz perdeden sürekli olarak ve titreşimli bir
ahenkle şarkılar söylememi, bağırmamı ve bağırarak şarkılar söylememi sağlıyordu ki
kimse kulaklarını tırmalayan trampetimi elimden çekip almak yürekliliğini gösteremiyordu.
Çünkü trampetimi almaya kalktılar mı, çığlık almaya başlıyordum; çığlık da almaya göreyim,
en değerli eşyalar parça parça kırılıp dökülüyordu; çağırdığım türkülerle camlan tuz buz
edecek bir güç vardı sesimde. Çığlıklarım çiçek vazolarının canına okuyor, şarkılarım
pencere camlarını dize getiriyor, odalara girip çıkan havayı yönetiyordu. Sesim bakir,
dolayısıyla amansız bir elmas gibi ve bekâretini yitirmeden büfe camlarını yırtıp geçiyor,
camların gerisinde cici eller taralından armağan edilmiş hafif tozlu ve sülün gibi
72
zarif likör kadehlerine yükleniyordu.
Çok sürmedi, sahip olduğum yetenekler bizim sokakla, BröSen Caddesi'nden hava alanı
yakınındaki bahçeli evlere kadar bir bölgede, yani bütün semtle duyuldu. "Ekşi Ringa balığı,
bir, iki, üç." veya "Kara aşçı kadın geldi mi?" ya da "Ben bir bir şey görüyorum, sen
görmüyorsun," gibi oyunlarına katılmak istemediğim komşu çocukları benimle karşılaştılar
mı, hemen iğrenç bir koro halinde yaygaraya başlıyorlardı:
Cam, cam, camcik
Birasız şeker
Bayan Holle pencereyi açacak
Bayan Holle piyano çalacak.
Elbet sersemce ve anlamsız çocuk tekerlemeleriydi bunlar ve beni pek öyle rahatsız
etmiyordu; trampetimin ardı sıra yürüyüp camcık ve Bayan Holle arasından vurup geçiyor,
doğrusu bir çekicilikten yoksun bulunmayan şarkının budalaca ritmine kendimi kaptırarak
cam, cam, camcık diye trampetimi konuşturuyor, fareli köyün kavalcısı olmasam da
çocukları peşimden sürükley i p gö 1 ü r ü y o rd u m.
Hatla bugün bile, örneğin Bruno, odamdaki pencerenin camını temizlerken bu dizelere ve
bunların söylenişindeki ritme trampetimde yer ayırmadan duramıyorum.
Benim için, hele anne ve babam için komşu çocuklarının alaylı şarkısından daha rahatsız
edici ve can sıkıcı bir şey vardı ki o da mahallemizdcki haşarı ve arsız veletler taralından
kırılan camların da benim hesabıma, daha doğrusu benim sesimin hesabına geçirilmesi,
bunun da evdekiler için masraflı bir durum yaraımasıydı. Hani başlangıçta, çokluk
sapanlarla tuz buz edilen mutlak pencerelerindeki camların bedelini hiç de güzel güzel
ödemiş değildi annem; ama o da sonunda bendeki sesin iç yüzünü kavradı, zarar ziyan
talebinde bulunanlardan delil isleyip kırılan camların bedelini ödemeye başladı, soğuk ve
donuk gri gözlerle süzüp durdu gelenleri. Komşularımız doğrusu bana haksızlık ediyordu.
Hani o zamanlar çocuksu bir yok elme hırsının üzerime çullan
73
dığını, küçüklerin bazen iç yüzü karanlık plansız anlipatilcrini ortalığı kırıp geçirerek açığa
vurmaları gibi, benim de cam ve cam eşyalara karşı böyle nedeni belirsiz bir nefret
duyduğumu sanmak kadar yanlış bir şey olamaz. Ancak oyun oynayan kimselerdir ki
taşkınlıktan şunu bunu yok ederler. Ama ben oyun oynamıyor, trampetim üzerinde
çalışıyordum; sesime gelince, o da ilk zamanlar yalnızca kendini savunuyordu. Ne var ki
trampet üzerimde çalışmamın geleceğine ilişkin tasalarım, ses tellerimi böyle bir amaca
yöneltmek zorunda bırakmıştı beni. lîğer aynı ses tonları ve aynı çarelere başvurarak,
örneğin Bayan Gretchen Schefflcr'in eşsiz hayal gücünden doğan o sıkıcı ve baştan aşağı
nakışlarla bezenmiş masa örtülerini parçalayabilsem ya da piyano üzerindeki o iç karartıcı
cilayı söküp alabilseydim, camdan mamul bütün eşyaları sağlam ve çın çın bırakmaktan
memnunluk duyardım. Ama işle masa örtülerini ve cilalan umursadığı yoktu sesimin;
yorulmak bilmez çığlıklarımla ne duvar halılarındaki desenleri silip atabiliyor, ne de uzayıp
giden, kabarıp inen ve laş devrindeki gibi zahmetle birbirine sürtünen iki ses tonu
sayesinde yakıcı bir ısı oluşturup salondaki iki pencere önünde kuru bir fitil gibi duran ve
sigara dumanlarıyla tütsülenmiş bulunan perdeleri dekoratif alevlere dönüştürecek
kıvılcımı çıkarabiliyordum. Matzeralh ya da Alexander Scheffler'in oturduğu bir
sandalyenin bacağını şarkı ve türkülerimle kesip alamıyordum örneğin.
Kendimi daha zararsız ve daha az keramet içeren bir yoldan savunabilscm pek sevinirdim.
Gelgeldim, zarar ziyana yol açmayacak hiçbir şey bana hizmet etmiyordu; sözümü dinleyen
bir tek cam vardı, dolayısıyla ceremeyi o çekiyordu.
Bu yoldaki ilk başarılı oyunumu üçüncü yaş günümden az sonra sundum çevreme. Kendisine
kavuşalı dört haftayı biraz geçmiş, bendeki o hamaratlıkla çala çala trampetimin iler tular
yerini bırakmamıştım. Gerçi beyaz kırmızı yanıp duran çerçevesi alt ve üst yüzeyi
birbirine bağlıyordu, ama ses veren yüz kısmının göbeğindeki delik, arlık gözden kaçacak
gibi değildi ve
74
trampetimin alt yüzeyine pek yüz vermediğimden, giderek büyüdü bu delik, saçak saçak
oldu, kenarlarında keskin zikzaklar belirdi, üzerine vurulmaktan yufkalaşmış teneke
parçacıkları kopup trampetin içerisine düştü ve onlar da her vuruşla keyifsiz keyifsiz
takırdamaya başladı. Salondaki halı ve yalak odasının kırmızı kahverengi zemini, boyuna
işkencelere göğüs germek zorunda bırakılan trampetimin leneke yüzeyinde daha fazla
tutunamayarak yere düşen cila parçacıklarıyla ışıldar olmuştu.
Tehlikeli ölçüde keskin teneke köşelerinin bir yerime balabiIcceğimdcn korkuyordu
evdekiler. Hele, kiler merdiveninden düşmemden sonra, bana ne kadar göz kulak olsa gene
az bulan Matzeralh, trampetimi çalarken dikkatli davranmamı öğüllüyordu. Bilek
damarlarım gerçeklen her vakit, alabildiğine bir oynaklıkla trampetimin göbeğindeki
kraterin kenarına yakın bulunduğundan, iıiral edeyim ki, Malzerath'ın korkuları aşırı
olmakla beraber, pek de yersiz değildi. Nihayet bütün tehlikeyi silip alabilirdi yeni bir
trampet; gelgeldim yeni bir trampet almayı da evdekiler lıiç akıllarından geçiniliyordu;
aslında eski trampetimi, benimle hastaneyi boylayıp benimle aynı zamanda taburcu edilen,
benimle merdivenlerden inip çıkan, benimle arnavut kaldırımları ve yaya kaldırımlar
üzerinde yürüyüp "Ekşi ringa, bir, iki, üç," arasından, "Ben bir şey görüyorum, sen
görmüyorsun," ve "Kara aşçı kadın geldi mi?" önünden geçen bu leneke trampetimi elimden
almak istiyor, ama yerine bir başkasını koymaya yanaşmıyorlardı.
Sözde aptalca çikolatalarla tavlayacaklardı beni. Annem dudaklarını sivrilterek çikolatayı
uzatıyor, Matzcrath da yapmacık bir hışımla benim sakal trampetime el atıyordu. Bense
hurda oyuncağıma sarılıp bırakmıyordum. Malzcralh, trampetimi tutmuş çekiyordu habire.
Derken benim ancak trampetimi konuşturmaya yetecek güçlerim azalıyor, kırmızı alevler
bir bir elimden kayıp gidiyordu. Tam, yuvarlak çerçeve elimden sıyrılmak üzereyken, o
güne kadar sessiz ve nerdeyse uslu bir çocuk diye bilinen Oskar, o helak edici ilk yaman
çığlığın üstesinden geldi: Oda
75
daki ayaklı saatimizin bal rengindeki rakam tablasını toz ve sineklerden koruyan yuvarlak
traşlı cam mahfaza çatır çatır çalladı, parçalar yer yer yeni parçalara bölünerek
kahverengi kırmızı zemin üzerine döküldü; çünkü halı, saatin durduğu yere kadar
uzanamıyordu. Ama saatin içine bir şey olmamıştı; rakkas, hani bir rakkas hakkında böyle
bir şey söylenebilirse, istifini bozmadan yoluna devam elli, göstergeler de ondan geri
kalmadı. Normal olarak en ufak bir darbeye, örneğin sokaktan yuvarlanarak geçen bir bira
arabasının sarsıntısına tepki gösteren duyarlı, nerdeyse isterik saatin zil mekanizmasını
bile etkilememişti altığım çığlık; yalnız cam mahfaza çatlamış, ama adamakıllı çatlamıştı.
"Eyvah, saat gitti!" diye bağırarak trampeti bıraktı, Malzerath. Şöyle bir göz alınca
gördüm ki, çığlığım saatin kendisine bir zarar vermemişti, gitli denilen yalnız cam
mahfazaydı. Ne var ki Malzeralh için, ayrıca annem ve o pazar ikindisi bize misafir gelen
amcam Jan Bronski için cam mahfazadan daha fazla bir şeyler elden gitmişe benziyordu.
Bet benizleri atmış, yuvalarında sağa sola oynayan çaresiz gözlerle birbirlerine bakıyor,
ellerini sobaya uzatıyor, piyano ve büfeye tutunuyor, ama yerlerinden kıpırdamayı göze
alamıyorlardı. Jan Bronski, gözlerini yalvaran bir edayla döndürüp kurumuş dudaklarını
oynatıyordu. Bugün bile öyle sanıyorum ki amcam aşağı yukarı: "Oh, Rabbimin Kuzusu,
dünya günahlarını çekip aldın üzerine Mişere nobis" gibi şefaat ve merhamet dilenen bir
duanın sözlerini mırıldanmaya başlamıştı harıl harıl. Söz konusu duayı üç kez yineledikten
sonra şunları ekledi: "Oh, Rabbim, evimden içeri ayak alacağın kadar sana lâyık değilim,
ama ne olur bir lek söz söyle..."
Tanrı tabiî hiçbir şey söylemiyordu. Hem saatin kendisi değil, yalnız cam mahlazası
kırılmıştı. Ama büyüklerin saatlerine karşı duyguları son derece luhaf ve çocuksu oluyor;
öyle çocuksu ki bu anlamda bir çocuk olmadım ben hiç. Beri yandan saat denen şey, belki
de en muazzam eseri büyüklerin. Gel gör ki, büyükler yaratıcı olabildikleri, çabalarıyla,
hırslarıyla ve biraz da şansları yaver gidip gerçeklen yaratıcı oldukları ölçüde, hemen
yarattıkları nes
76
nenin, o çığır açan buluşlarının yaratıkları olup çıkıyorlar.
Oysa saat denilen şey, öteden beri büyükler olmadan bir hiçtir sadece. Büyükler onu
kurar, ileri ya da geri alır, tutup saatçiye götürür, elden geçirtir, temizletir, gerekirse
tamir eltirir. Guguk kuşunun pek erkenden yorgun düşmüş ölüşlerinde, tepetaklak olmuş
tuzluklarda, sabah vakti örgü örmelerde, sol taraftan insanın yoluna çıkan kara kedilerde,
çivinin sıva içinde gevşemesiylc duvardan düşen amcamın yağlı boya resminde ve aynalarda
olduğu gibi, büyükler bir saalin gerisinde ve içinde de aslında bir saatte bulunandan çok
fazla şey görüyorlar.
Romantik yaradılışlı biri olmasına karşın durumu herkesten daha serinkanlı görüş o
delişmenliğiyle her işareti hayra yormasını bilen annem, hemen kurtarıcı sözleri söyledi,
"Kırılan şeyde uğur vardır," diye sesini yükseltti parmaklarını çıtlatarak, sonra faraşla
süpürgeyi getirdi, cam kırıklarını ya da uğur dediği şeyi süpürüp bir araya topladı.
Annemin sözlerine bakacak olursam, elimden trampetimi almaya kalkışanların evlerinin
pencere camlarım, dolu bira bardaklarını, bos bira şişelerini, çevrelerine bahar kokulan
salan lavanta şişcciklcrini, süs mcyvclcriylc donatılmış kristal çanakları, sözün kısası cam
fabrikalarında cam üfleyicilerin soluğuyla camdan üretilen, kimi sadece hammaddesi camın
bedeli karşılığında, kimi de sanal eseri olarak piyasaya sürülen camdan yapılmış ne varsa,
hepsini allığım çığlıklar, söylediğini şarkı türkülerle kırıp dökerek, anneme, babama, hısım
akrabalarıma, tanıdığım lanımadığım kimselere bol bol uğurlar getirmişim sonradan.
Öyle fazla da hasara yol açmamak için çünkü zarif ve gevrek cam eşyaları seviyordumo
olmadan küçük yalağıma yatmak islemediğim teneke trampetimi elimden almaya kalktılar
mı, oturma odamızdaki çevreye dört koldan aydınlık salan dört ampullü avizenin
ampullerinden birini veya birkaçını haklayıveriyordum hemen. Böylece dördüncü yaş
günümde, 1928 Eylül ayının başında bir akşam, yelkenli bir gemi ve bir itfaiye arabası gibi
bana olmadık şeyler armağan eden, ama bir teneke trampeti benden
77
esirgeyen yaş günü kalabalığını, anne ve babamı, Bronski'leri, büyükannem Koljaiczek'i,
Schcfflcr'leri ve Grell'lcri, kısaca benim kurşun askerlerle vakil geçirmemi arzulayan, o
deli saçması itfaiyeciliğe, oynanmaya değer bir oyun diye bakmamı isleyen, benim kırık
dökük, ama vefakâr trampetimi bana çok gören, benden teneke trampetimi alıp yerine o
pek çirkin yelkenlerle donatılmış küçük ve komik tekneyi elime tutuşturmaya çalışan bu
kişileri, gözleri beni ve dileklerimi görmezden gelen bütün bu insanları, odayı dört dönen
ve avizedeki dört ampulün de canına okuyan çığlığımla dünya yaratılmazdan önceki zifiri
karanlığa gömdüm.
Büyükler hep böyledir zaten: İlk korkulu bağrışmalardan, ışığa tekrar kavuşmayı âdeta
cam yüreklen dilemelerden sonra karanlığa alışıvcrmişlerdi.Küçük Steplıan Bronski'den
başka, karanlıktan kendine pay çıkaramayan yalnızca anneannem Koljaiczek olmuştu;
anneannem eleğine yapışmış sızlanan Slephan'la dükkâna inip, elinde yanan mumlarla
dönerek odayı aydınlatınca, hayli içkili yaş günü topluluğunu tuhaf bir eşleşme halinde
buldu.
Bluzu bir kenara kaymış annem, bekleneceği üzere, Jan Bronski'nin kucağına tünemişti.
Kısa bacaklı Pastacı Alexander Schclfler'in âdeta Bayan GraiTın içerisinde kaybolduğunu
görmek, hoş bir manzara değildi doğrusu. Malzcrath ise, Gretchcn Schefller'in altın
kazma dişlerini yalıyordu habire. Yalnızca Hedwig Bronski ellerini kucağında tutuyor, hiç
içki içmemişken tatlı ve yumuşak bir sesle, bir hüznü peşi sıra sürükleyerek ve kendisini
de katılmaya çağırarak şarkı söyleyen Manav Greff'e yakın, ama yine de ondan biraz uzak,
mum ışığında dindar, ineksi gözlerle oturup duruyordu. İki sesli bir izci sarkışıydı
söyledikleri: Riescngebirge'de* kol gezen Rubezahl ** adında bir periyi anlatmaklaydı.
* Riescngcnbirgc: Bohemya ile Silczya arasında kalan bir dağ silsilesi. (Ç.N.) ** Rubezahl:
Ricscngenbirgc'de kol gezip kötüleri cezalandıran ve yoksullara yardım eden bir peri.
(Ç.N.)
Beni unutmuşlardı. Masanın altında Oskar kırık dökük trampetiyle oturuyor, belli bir
tutumlulukla tenekeden yarı buçuk havalar çıkarmaya çalışıyordu; ama aralıksız sürüp
giden trampet gürültüsü, birbirleriyle yer değiştirip, kendilerinden geçerek salonda
uzanmış yatan ya da oturanların hoşuna gitmişti anlaşılan; çünkü trampet sesi, kendilerini
alabildiğine zorlamalarına ve pek yoğun bir çaba göstermelerine karşın bir türlü önüne
geçemedikleri şapurtuların ve emip somurma seslerinin bir vernik gibi üzerini örtüyordu.
Anneannem odaya girdiğinde de çıkmadım masanın altından, elindeki mumlarla gazaba
gelmiş bir baş meleğe benzeyen anneannem, mumların ışığında Sodoın'u gördü;
Gomorra'yla karşı karşıya bulunduğunu anladı hemen; elinde titreyen mumlar, bayrağı açtı,
olup bitenleri tümüyle rezalet diye niteledi; mumlan kahve fincanlarının tabakları üzerine
yerleştirip büfeden skal kâğıtlarını alarak masanın üzerine fırlattı; hâlâ sızlanıp duran
Sîephan'ı avutup, yaş günü eğlencesinin ikinci bölümünün başladığını açıklayarak,
Ricsengebirge'de kol gezen Rubezahl romantizmine son verdi. Bunun üzerine Matzcralh,
avizedeki duylara çarçabuk ampuller laktı, sandalyeler masaya yaklaştırıldı, bira şişeleri
pat küt açıldı, derken başımın üzerinde sayısı bir leniğin onda birine bir skal oyunu başladı.
Annem daha başla sayısı çeyrek fenik olsun diye bir öneride bulunduysa da, ama amcam
Jan, göze alamadı bu kadarını; boş turlar ve arada bir dörllü grand'Iar, onaya sürülen
parayı hatırı sayılır ölçüde yükseltmese, (eniğin onda biri gibi bir pintilikle sürüp gidecekti
oyun.
Masanın altında, dört bir taraftan sarkan masa örtüsünün siperinde keyfime diyecek
yoktu doğrusu. Üstümde iskambil kâğıtlarıyla masaya inen yumruklara trampetimi hafiften
tıngırdatarak karşılık veriyor, kendimi oyunun akışına uyduruyordum. Oyun başlayalı ancak
bir saal geçmişti ki kendi kendime şu haberi ilettim: Jan Bronski kaybediyordu. İyi
kâğıtlar geliyor, yine de kaybediyordu. Bunun da şaşılacak bir yanı yoktu, oyunu dikkatle
izlemiyordu çünkü. Aklı, elindeki ikisiz karodan bambaşka
^P
78
79
yerdeydi. Oyunun hemen başında, bir yandan halasıyla konuşmasını sürdürürken, öle
yandan, deminki ufak çaptaki cümbüşü bayağılaştırarak siyah iskarpinini sol ayağından
sıyırmış, başımın yanından uzattığı gri çoraplı ayağıyla karşısında oturan annemin dizini
arayıp bulmuştu. Dizine dokunulduğunu hisseder hissetmez, daha çok masaya yaklaşmıştı
annem; o anda Malzerath'ın artırmasına karşılık otuz üçte pas diyen Jan, annemin eteğini
havalandırmış, önce ayağının ucunu, sonra o gün giyildiği kuşkusuz temiz denebilecek
çoraplı ayağını annemin bacakları arasında gezdirmeye başlamıştı. Aşağılarda gittikçe
daha çok çaba gösteren Jan'ın yukarıda, Oskar'ın bile bir uyurgezer şaşmazlığıyla
kazanacağı oyunları kaybetmesine karşılık, masanın altındaki yün çoraplı ralıalsızlığa
aldırmayan annemin gergin masa örtüsü üzerindeki en atak oyunları, bu arada dörtsüz bir
ispatiyi, bir yandan pek nükteli konuşmalarda bulunup kazanmasına bravoydu doğrusu!
Daha sonra yorgun Stephan'cık da emekleyerek masanın allına geldi ve çok geçmeden
uyuyup kaldı burada; babasının panlolonlu bacağının annemin entarisi allında ne aradığına
bir türlü akıl erdirememişli.
Açık ve bulutlu arasında değişen bir hava. İkindi üzeri hafi! bir sağanak. Erlesi günü Jan
Bronski gelerek yelkenli gemiyi, bir gün önce bana verdiği yaş günü armağanını geri aldı;
Zeughaus Pasajı'ndaki Sigusmund Parkus'un dükkânına götürüp bu hiçbir şeye
benzemeyen oyuncağı bir teneke trampetle değiştirdi. Yağmurda hafif ıslanmış olarak
ikindi sonu, benim arlık avcumun içi gibi bildiğim beyaz kırmızı alevlerle donatılmış
trampetle bize uğradı. Yeni trampeti bana uzatıp beyaz kırmızı verniğinin kırıntılarından
başka bir şeyi kalmamış o canım eski trampetimin enkazına sarılmak istedi. Amcam yorgun
eski trampete, ben yenisine yapışırken Jan'ın, annemin ve Malzeralh'ın gözleri Oskar'ın
üzerine dikilmişti; öyle ki az kalsın gülmeden yapamıyordum; ne yani, benim ille de eskiye
yapışıp kalacağımı, yüreğimde birtakım ilkeler besleyip barındırdığımı mı sanıyordu bunlar?
Oradakilerin beklediği çığlığımı almadan, camların canına okuyan o şarkı türkülerimi
çağırmadan, eski hurda trampeti uzallım ve iki elimle yenisine sarıldım hemen. Adamakıllı
kendimi vererek iki saal talim ellikten sonra yeni trampete de alıştım.
Ancak çevremdeki büyüklerin hepsi Jan Bronski gibi anlayışlı değildi. 1929 yılında beşinci
yaş günümden az sonra New York borsasının gümbür gümbür yıkılışından söz ediliyordu
ikide bir ve ben de acaba o uzak Buffalo kentinde keresle ticaretiyle uğraşan
büyükbabamın bir kaybı olur mu bu işle? diye düşünüp duruyordum annem arlık öyle
görmezden gelinemeyecek bir durum alan serpilip gelişemeyişim dolayısıyla endişeye
kapıldı, beni elimden tutarak her çarşamba Braunshof Caddesi'ndeki Dr. Hollatz'ın
muayenehanesine götürmeye koyuldu. Aşırı derecede sıkıcı ve uzadıkça uzayan bu
muayenelere ses çıkarmadan katlandım, çünkü Dr. Hollatz'a yardım eden lnge Hemşire'nin
beyaz ve göz okşayıcı giysisi daha o zamanlar hoşuma gitmiş, bana savaş yıllarında çekilmiş
fotoğraflardaki annemin hemşirelik günlerini ammsatmıştı; Inge Hemşire'nin giysisiııdeki
o ikide bir değişen katlar ve kıvrımlarda enikonu oyalanarak, doktorun boru gibi kalın sesli
ve bazen bir anıca gibi tatsız lâl kalabalığını işitmezi i klcn gel ebi I i yord u m.
Gözlük camlarıyla muayenehanedeki demirbaş eşyaları yansıtarak krom, nikel ve lake bir
sürü eşya vardı muayenehanede; ayrıca içersinde yılanlar, ınoloklar, kara kurbağalar,
domuz, insan ve maymun embriyonları bulunan, üzerleri güzel güzel etiketlerle donatılmış
kavanozların dizildiği raflar ve vitrinler görülüyordu ispirtoya yatırılmış nesneleri gözlük
camlarıyla zaptederek, Dr. Hollalz, muayenelerden sonra kaygılı bir edayla hastalık
serüvenimin sayfalarını karıştırıp başını sallıyor, sık sık anneme kiler merdiveninden aşağı
yuvarlanışımın öyküsünü anlattırıp dinliyor, annemin kiler kapağını açık bırakan
Matzeralh'a ver yansın edip, Malzerath'ı her zaman için bu işte suçlu olarak göreceğini
açıklaması üzerine onu yatıştırmaya çalışıyordu.
Dr. Hollatz, aylar sonra yine bir çarşamba günü kendisini zi
81
yaret ettiğimizde, o vakte kadar uyguladığı tedavi yönteminin başarısını kendi kendine,
belki bu arada Inge Hemşire'ye kanıtlamak için elimden trampetimi çekip almaya kalkınca,
o yılan ve kara kurbağa koleksiyonunun büyük bir bölümünü ve çeşitli yaratıkları içeren
embriyon koleksiyonlarının tümünü darmadağın ettim.
İçi dolu, ama ağızlan açık bira kadehleriyle annemin o zarif parfüm şişecikleri sayılmazsa,
ilk defadır ki Oskar, ağızları bin bir özenle kapatılmış bir yığın dolu kavanozu haklamaya
kalkmıştı. Elde edilen başarı eşsizdi ve bütün muayenehancdekilcr, hatla benim cam
eşyaya karşı ilişkimi bilen annem için yaman ve şaşırtıcı bir şey olmuştu. Fazla değilse bile,
daha sesimi biraz yükseltir yükseltmez, Dr. Hollalz'ın bütün o iğrenç ve acayip nesneleri
sakladığı vitirini enine boyuna kestim, sonra da vitrin camından âdeta kare biçiminde bir
parçayı öne doğru devirip linolyum kaplı zemin üzerine düşürdüm; kare biçimini
koruyamayan cam, binlerce küçük parçaya ayrıldı; attığım çığlığa biraz profil bağışlayıp
âdeta bonkörce bir kesinlik kazandırdı ve zengin bir biçimde donatılmış bu sesle deney
tüplerini bir bir ziyaret etti.
Tüpler, şangır şungur kırılıp dökülüyordu. Şişelerdeki biraz koyulaşmış yeşilimsi alkol,
içindeki biraz kasvetli bir görünüm arzeden ilâçlı nesneleri de birlikte sürükleyerek
muayenehanenin kırmızı linolyum döşemesine akıyor, odayı deyim yerindeyse elle tutulur
diri bir kokuyla öylesine dolduruyordu ki, sonunda annemin midesi bulandı ve Inge
Hemşire, Braunshof Caddesi'nc bakan pencereleri açmak zorunda kaldı. Ama
koleksiyonlarının kaybını kendisi için bir başarıya dönüştürmenin üstesinden geldi Dr.
Hollalz: Söz konusu suikastlen ancak birkaç hafta geçmişti ki, benimle, yani allığı çığlıklar
cam eşyaları tuz buz eden Oskar'la ilgili olarak kaleme aldığı bir yazıyı "Doktor ve Dünya"
adındaki bir tıp dergisinde yayınlattı. Söylendiğine göre, Dr. Hollalz'ın yirmi sayfayı aşkın
bu yazıda savunduğu tez, içerde ve dışarda büyük yankı uyandırmış, yetkili ağızlar yazının
lehinde ve aleyhinde laflar etmişlerdi. Dergiden pek çok nüsha da kendisine
82
gönderilen annem, bu yazı dolayısıyla beni tasalandıran bir gurura kaptırmıştı kendini;
Greff'lerc, Sclıcfller'lcrc, Jan'a ve yemeklerden sonra sik sık kocası Malzeraılı'a yazıdan
parçalar okumadan duramıyordu. hatta bakkal dükkanının müşterileri bile annemin bu
yazıdan kimi bölümleri kendilerine okumasına isler islemez katlanıyor ve tıp terimlerini
yanlış olmakla beraber zengin hayal gücü sayesinde hakkını vererek vurgulayan anneme
hayranlık duyuyorlardı. Adımın ilk kez bir gazeteye geçmesi benim için şuncacık bir anlam
taşımamış, benim daha o zamanlar enikonu uyanık kuşkum, Dr. Hollatz'ın eserciğini, daha
bir dikkatle bakınca kendini açığa vuran gerçek niieliğiyle görmemi, yani bir öğretim
üyeliği için yatırım yapan bir doktorun sayfalar dolusu, beceriksiz denemeyecek, ama asıl
konuyla ilgisiz boş lakırdısı olarak değerlendirmemi sağlamıştı.
Sesinin artık içinde diş fırçası bulunan bir bardağı bile yerinden kımıldalamadığı, bir
zamanki Dr. Hollalz'a anımsatan doktorların boyuna yanına girip çıktıkları, üzerinde
Rorschah denemesi diye nitelenen denemeler yapılıp, çağrışım yöntemine ve daha başka
testlere başvurularak, kliniğe kapatılmasını gerektiren hastalığına çil çil bir isim
bulunmaya çalışıldığı bugün, yatmakta olduğu akıl ve ruh hastalıkları kliniğinde Oskar,
sesinin o ilk arkaik dönemini lazla düşünüyor hep. O ilk dönemde ancak darda kaldıkça, ama
o zaman da adamakıllı, kuvarz kumundan mamul nesneleri şarkı ve türküleriyle tuz buz
etmişse, daha sonraları, sanalının yükseliş ve çöküş dönemlerinde dışlan bir zorlama
olmaksızın bu yeteneğinden yararlanmıştı. Sırf oyun içgüdüsünden, bir son dönem
maniriznıinin etkisi altında kalıp, kendini sanat sanal içindir ilkesine vererek, şarkılar ve
türkülerle camın bünyesine nüfuz etmeye çalışmış ve bu arada yaşı ilerleyip durmuştu.
83
GÜNLÜK PROGRAM
Klepp, zaman zaman günün saatlerini nasıl geçireceğimizi gösteren programlar yaparak
öldürüyor vakti. Bu arada midesine boyuna kan sucuğuyla hafif ısıtılmış mercimek çorbası
indiriyor, hayalperestlerin çok tıkman kimseler olduğunu hiç tereddütsüz ileri süren benim
tezi doğruluyor böylece. Klepp'in, çeşitli sütunları doldurup programı hazırlarken gayreti
eksik etmemesine gelince: Bu da ancak gerçek haylazların işten tasarruf sağlayan buluşlar
ortaya koyabileceğine ilişkin benim bir diğer tezimi haklı çıkarıyor.
Bu yıl da Klepp, gününü saatler halinde planlamak için iki haftayı aşkın bir çaba gösterdi.
Dün beni ziyarete geldiğinde uzunca bir süre saklayıp nihayet dokuz kal yapılmış kâğıdı
cüzdanından çıkardı; gözleri parlayarak, daha şimdiden kendisinden memnun bir tavırla
bana uzattı; yine işlen tasarruf sağlayan bir buluşun üstesinden gelmişti.
Kâğıda çarçabuk bir göz gezdirdim; pek de yeni bir şey içerdiği yoktu: Saat onda kahvaltı,
ardından kahve, mümkünse yalağa gelecek, sonra yatak içinde oturularak bir saat flüt
çalınacak, sonra kalkılıp bir saal odada, yarım saat de avluda dolaşılıp gayda talim edilecek,
günde iki saat ya bira içilip kan sucuğu yenecek, ya sinemada ya bira içilmeden film
seyredilecek ve bu iş, bir gün biri, bir gün öbürü olmak üzere sıraya konacak, ama
sinemadan ya bira içilmeden önce ya da bira içilirken yasaklanmış KPD*
* KPD: Almanya Komünist Partisi. (Ç.N.)
84
için çaktırmadan propaganda yapılacak mutlaka, ancak propaganda yarım saal sürdürülüp
aşırılığa vardırılmayacak, haftanın üç akşamı "Einhorn" lokalinde dans müziğiyle
geçirilecekti; cumartesi gününün ikindi birası KPD propagandasıyla beraber akşama
alınıyordu, çünkü cumartesi ikindileri Yeşil Sokak'taki bir saunada masajlı banyoya
ayrılmıştı; banyonun ardından "U 9" a yollanılacak, üç çeyrek kızlarla koruyucu sağlık
egzersizleri yapılacak, saunadan çıkılıp aynı kızla ve kızın kız arkadaşıyla Cafe Schvvab'da
kahve içilip pasla yenilecek, dükkânlar kapanmadan az önce bir berbere gidilip sakal traşi
olunacak, gerekirse saç da kestirilerek folomaton'da şipşak bir resim çektirilecek, sonra
yine bira içilip kan sucuğu yenilecek, KPD'nin propagandası yapılacak ve keyif çatılacaktı.
Klepp'in özene bezene çizikıirdiği bu sanki ısmarlama programdan övgümü esirgemedim,
bir kopyasını da çıkarıp bana vermesini rica eltim kendisinden, arada kalan bazı ölü
noktalan nasıl dolduracağını bilmek istedim. Bir an düşünüp: "Uyuyarak, olmazsa KPD'yi
düşünerek," diye cevapladı Klepp.
Acaba Oskar'ın kendi günlük programıyla ne zaman tanıştığını Klepp'e anlatımı mı?
Kauer Teyze'nin çocuk yuvası ile tatlı tatlı başlamıştı. Hedwig Bronski her sabah beni
evden alıyor, oğlu Slcphan'la beraber Posadowski Yolu üzerinde bulunan Kauer Tcyze'ye
götürüyordu. Burada allı ilâ on kadar yumurcak hep de rahatsızlanıp gelmeyen birkaç kişi
çıkıyordu bıkıp usanana kadar oyun oynamak zorunda bırakılıyorduk. Bereket versin
trampelime bir oyuncak gözüyle bakılıyordu da lahla küplerle oynamak zorunda
bırakılmıyordum; salıncak atlar ise, ancak trampet çalan kâğıt miğferli bir süvari
gerektikçe sürülüyordu allıma. Trampetim için Kauer Teyze'nin bin bir düğmeyle
düğmelenmiş siyah ipekten giysisini konu alıyordum. Rahatça diyebilirim ki, yüzü
kırışıklardan geçilmeyen sıska Frolayn Kauer'i, trampetimi tıngırdatıp kostümünün
düğmelerini çözerek ve ilikleyerek birkaç kez soyup giydiriyordum her gün; hani aslında
vücuduyla ilgilendiğim yoktu.
Öğle sonraları Ersbcrg'e tırmanıp Gutenberg Anıtı önünden geçerek keslana ağaçlı
yollardan Jeschkenlal Ormani'na yaptığımız geziler o kadar talh sıkıcı ve hafif çocuksu
şeylerdi ki, bugün bile Kauer Teyze'nin o kâğıtsı el hareketlerini izleyerek söz konusu
gezileri resimli kitaplarda yapmayı arzuladığım oluyor.
İsler sekiz, ister on iki yumurcak olalım, ister istemez arabaya koşuluyorduk. Koşum bir
araba okunu andıran açık mavi örme bir sicim oluyor, bu sicimden okun sağında ve solunda
hepsi on iki çocuk için altışar yün gem bulunuyordu. On santimetre aralarla çıngıraklar
asılmıştı sicime. Dizgini elinde tutan Kauer Teyze'nin önü sıra çıngırakları çın çın öltürüp
boşboğazlık ederek kentin dış mahallelerinin güzsü sokaklarında yol alıyor, ben de bu
arada trampetimi koyu kıvamlı tıngırdatıyordum. Bazen Kauer Teyze, "Ey Hazreti İsa,
senin için yaşar, senin için ölürüm" ilahisini ya da "Ey deniz yıldızı, selam sana"yı söylemeye
başlıyor, "Oy Meryem Ana, koş imdadımıza" ve "Tanrının Anası aziiiiiiz, aziiz" sözlerini
aydınlık ekim havasına buyur ettiğimizi işiten yolcuların içleri kalkıyordu. Biz, caddeden
geçerken isler islemez durdurulması gerekiyordu trafiğin; "Deniz Yıldızı"nı karşı kaldırıma
doğru söyleyerek yürüyor, bu arada tramvay, otomobil ve al arabası gibi taşıllar yolda
birikiyordu. Yolun öbür yakasına vardık mı, Kauer Teyze bizi karşıya geçiren trafik
polisine ipeksi çıtırdayan eliyle teşekkür ediyor, "Rabbimiz İsa bu iyiliğinizi karşılıksız
bırakmayacak," diye vaatte bulunup, ipekten giysisini hışırdaiarak uzaklaşıyordu.
Oskar'ııı. ilkbahar gelip altıncı yaş günü kullandıktan sonra, Slcphan yüzünden ve onunla
beraber, giysisinin düğmeleri çözülüp iliklenebilir Kauer Teyze'den ayrılmak zorunda
kalışına üzüldüm doğrusu. Politika burada da işe burnunu sokmuş, her yerde olduğu gibi
burada da kimi zorba davranışlara yol açmıştı: Bir gün Erbsberg'e gelmiştik yine, Kauer
Teyze yün koşumumuzu çıkarmıştı; körpe fidanlar ışıl ışıl parlıyor, dallarda kımıl kımıl bir
yaşam göze çarpıyordu. Kauer Teyze, üzerini arsız yosunların örttüğü bir ve iki saatlik
yürüyüş yollarını gösteren bir işaret ta
X6
sına oturdu. Baharın gönlünde bir hoş duygular uyandırdığı bir genç kız gibi tralalalı bir
hava mırıldanıyor, ancak bir keklikte görülebilecek çevik devinimlerle başını sağa sola
oynatarak bizler için yeni bir koşum örüyordu. Hani örülüp bilince öyle de acı kırmızı
olacaktı ki! Ama ne çare bu koşumu başıma geçirmem kısmet değilmiş; çünkü bir ara,
korulukta bir bağırtıdır koptu. Kauer Teyze hemen havalandı, ördüğü koşumu ve kırmızı
yün iplikleri ardı sıra sürükleyerek sesin geldiği yöne tin lin seğirtti ve koruluktan içeri
daldı. Ben de Froylayn Kauer'le kırmızı yün ipliğinin peşine takıldım ve az sonra daha çok
kırmızıyla karşılaştım: Stephan'ın burnundan kan boşanıyor, saçları bukle bukle ve
şakaklarında mor damlacıklar görülen Loıhar adında bir çocuk, çelimsiz ve gözü yaşlı
Slcphan'ın göğsüne olurmuş, sanki burnunu içeriye göçertmek ister gibi ha babam
veriştiriyordu.
Her vuruşla da "Polak!"* diye haykırıyordu tiz bir sesle. "Polak!" Kauer Teyze beş dakika
sonra yine açık mavi koşumlarımızı başlarımıza geçirmişti yalnız ben dışarda kalmış,
kırmızı iplikleri sarıp topluyordum; hepimizi karşısına alıp âyinlerde kurban edilme ve
değişim bölümleri arasında okunan bir duayı söylemeye başladı: "Utanıp sıkılarak, içimiz
nedamet ve hicranla dolu..."
Sonra Erbsberg'ten aşağı inmeye başladık. Gutenberg Anıtı önünde durduk. Burada
ağlayıp sızlayan ve mendili burnuna bastıran Sleplıan'ı uzun parmağıyla gösterip yumuşak
bir dille şöyle dedi Kauer Teyze: "Ne yapsın, o da küçük bir Polonyalı işte, elinden ne
gelir!"
Kauer Teyze'nin tavsiyesine uyularak Stephan bir daha çocuk yuvasına yollanmadı. Oskar,
Polonyalı değildi, Stephan'a da öyle pek değer verdiği yoklu, ama yine de kendisini yalnız
bırakmak islemedi. Derken Paskalya ve Paskalyayla beraber okula başlama zamanı
çıkagclince bir deneyecek oldular. Gözünde bağa çerçeveli bir gözlük, hiçbir sakınca
doğurmayacağı sonucuna vardı Dr.
Pülak : Hakaret anlamında Polonyalı.
87
Hollalz ve sesini yükselterek açıkladı: "Küçük Oskar için hiçbir sakıncası yok bunun."
Steplıan'ı da Paskalya'nın ardından bir Polonya okuluna yollamak isteyen Jan Bronski, bu
fikrinden bir türlü caydırilamadı; anneme ve Matzerath'a ikide bir tekrarlayıp durdu:
Kendisi Polonya hizmetinde çalışan bir memurdu, postanede doğru dürüst çalışan bir
memura da Polonya Devleti tatlı para veriyordu; nihayet kendisi de bir Polonyalıydı ve
başvurulan kabul edilir edilmez eşi Hedwig de Polonya uyruğuna geçecekti; hem Stephan
gibi uyanık ve ortanın üstünde yetenekli bir çocuk, Almanca'yı babasının evinde de
öğrenebilirdi; küçük Oskar'a gelince ne zaman Oskar'ın adını ağzına alsa hafifçe göğüs
geçirmeden duramıyordu Jan Oskar da Stephan gibi allı yaşındaydı; gerçi doğru dürüst
konuşamıyordu henüz, zaten yaşma göre hayli geri kalmış sayılırdı; boyu boşuna gelince,
her şeye rağmen bir denemeliydi, okul yükümlülüğü okul yükümlülüğüydü, yeler ki okul
idaresinin bir itirazı olınasındı.
Gelgeldim okul idaresi, Oskar'ı okula kabule yanaşmayarak, doktordan bir rapor isledi. Dr.
Hollalz "Cüssesi üç yaşındaki bir çocuğunkinden farksız olup, henüz konuşmasını pek
beecrememckle beraber, zekâsı beş, allı yaşındaki bir çocuğunkinden hiç de geri kalmaz
sağlam bir oğlan," diye rapor verdi benim için. Ayrıca benim tiroid bezimden söz açtı.
Ancak evde, hem de okula başladığım ilk gün, sesimdeki elmaslara etki güçlerini açığa
vurdurtmak zorunda kaldım; çünkü Matzcralh, pek akıllıca davranmayarak benden, Fröbel
Çayırı karşısındaki Pcslalozzi Okulu'ndan eve irampelsiz dönmemi ve okula giderken de
trampetimi yanıma almamamı işlemişti.
Ama sonunda Matzeralh zora başvurarak, kendisinden olmayıp yeteri kadar sağlam
sinirlerle donatılmadığı için bir işine yaramayacak trampetimi elimden almaya kalkar
kalkmaz, hakiki olduğu söylenen bir vazoyu allığım bir çığlıkla ikiye böldüm. Hakiki vazo,
hakiki parçalar halinde halı üzerine serilip kalınca, vazo üzerine titreyen Matzerath bana
eliyle vuracak oldu; ama bir
H8
den annem sıçrayıp kalktı ayağa; o sırada Slcphan'ı elinden tutarak, okula yeni başlayan
çocuklara armağan edilen içi şekerleme dolu külahla şöyle ayak üslü ve sanki tesadüfen
bize uğramışjan araya girdi.
"Rica ederim, Alfred!" dedi Jan, sakin ve yapmacık sesiyle Malzerath dajan'ın mavi ve
annemin gri bakışları karşısında elini indirip pantolonunun cebine soktu.
Pestalozzi İlkokulu sgraffilos ve fresklerle modern larzda bezenmiş, kiremit kırmızısı, üç
katlı, uzunlamasına düz çatılı yeni bir binaydı ve o vakitler henüz pek faal Sosyal
Demokratların hayli sıkıştırması sonucu, çocuğu bol banliyö semtinin Şehir Meclisince
yaptırılmıştı. Binanın kendisi fena değildi, ama kokusu ve sgraffitoslarla* freskler
üzerinde spor yapan Jugendstil** üslûbundaki oğlanları hoşuma gitmedi.
Doğal denemeyecek kadar bodur, ama yine de yeşermekten geri kalmayan ağaççıklar,
okulun ana kapısının önündeki çakıllar içinde, yamuk asaları andıran demirden destek
çubukları arasında büyüyor, gürültücü ya da alabildiğine sessiz uslu çocukları peşlerinden
sürükleyen anneler, ellerinde alacalı bulacalı sivri külahlarla dörl bir yandan buraya
seğirtiyordu. Oskar hiç daha bu kadar çok anneyi belli bir yönde ilerlemeye çalışırken
görmemişti. Dünyaya getirdikleri ilk ya da ikinci yavrularının satılığa çıkarılacağı bir
panayıra doğru yola düşmüşlerdi sanki.
Daha ön avluda, mahremiyetle yeryüzündeki her türlü parfümü geride bırakan o şimdiye
kadar sık sık anlatılagelmiş okul kokusu duyulmaya başladı. Avlunun çini döşeli zeminine
gelişigüzel yerleştirilmiş dört beş mermer havuz bulunuyor, birçok musluktan aynı
zamanda sular fışkmyordu. Kimisi benim yaşımdaki çocukların çevresini sardığı bu
havuzlar, bazen vücudunu yana
Sgraflilos: Rönesanslan bu yatın uygulanan ve özellikli modern mimaride baş vurulan bir
dekorasyon tekniği. (Ç.N.)
** Jugendstil: !8C)5 1910 yılları arasında görülen ve ortak özellikleri tarihi lornılara sırt
çevirnıek.zamana uygun yeni biçimler aramak olan sanat akımının adı. (Ç.N.)
89
yatırarak yavrularının benzer bir susuzlukla üzerine üşüşmesine göz yuman Dayım
Vinzent'in Bissau'daki dişi domuzunu anımsattı bana.
Çocuklar havuzlara eğiliyor, dimdik yükselip boyuna geri devrilen su kulecikleri üzerine
abanıyor, saçlarını öne sarkıtıyor, ağızlarını açıp fıskiyelerden çıkan suyun içeri girmesine
çalışıyorlardı. Oyun mu oynuyor, yoksa su mu içiyorlardı, orasını bilmiyorum artık. Bazen
iki çocuk ağızlarında tuttukları, içine tükürük ve ekmek kırıntıları karıştığına kuşku
bulunmayan ılımış suyu arsızca bağırıp çağırarak birbirlerinin yüzüne püskürtmek için aynı
anda havuzdan doğruluyordu. Avluya girişle düşüncesizce davranıp hemen sol bitişikteki
açık jimnastik salonundan içeri bir göz atmış, uzun eşeği, tırmanma direklerini, tırmanma
halatını, o korkunç ve her vakit devcilcyin bir sıçramayı gerektiren barfiks aletini görerek
önüne geçilmeyecek gerçek bir susuzluk hissetmiştim; tıpkı öbür çocuklar gibi ben de
ağzıma bir yudum su koysam memnun olacaktım. Ama beni elimden tutan annemden de
Oskar'ı, bu parmak çocuğu kaldırıp böyle bir havuz üzerine tutmasını işleyemez,
trampetimi ayağımın altına koysam da yine fıskiyeye ulaşamazdım. Ancak biraz sıçrayıp
şöyle bir göz attım havuzun içine; suyun akıp gideceği deliğin nasıl yağlı ekmek artıklarıyla
tıkandığını, yani havuzun haznesinde nasıl pis bir salçanın biriktiğini görünce, hayalde
olmakla beraber sanki gerçekten bir çöldekinden farksız şaşkın gezindim, derken içimdeki
susuzluk kayboldu.
Annem beni alıp kocaman, sanki devler için yapılmış merdivenlerden çıkardı; biz yürüdükçe
çın çın ölen bir koridordan geçirdi, kapısının üzerindeki tabelâda 1 A yazılı bir odaya
soktu. Ben yaştaki oğlanlarla doluydu içerisi; pencere karşısına gelen duvar dibine sıkışmış
anneler, kavuşturdukları kollarında okula başladıkları gün çocuklara verilen o geleneksel,
alacalı bulacah, üstleri saman kağıdıyla örtülü, boyu benim boyumu aşan şekerleme dolu
sivri külahları tutuyorlardı. Annem de böyle bir kâğıt külah almıştı yanma.
90
Ben içeri girince, sınıftaki bütün oğlanlarla anneleri güldü. Trampetime vurmaya kalkan bir
çocuğun ayağına, konsere başlayıp da camların canına okumak zorunda kalmamak için
birkaç tekme salladım. Çocuk yere yıkıldı, saçları güzel güzel taranmış başını bir sıraya
vurdu, dolayısıyla ense köküme bir lokal yapıştırdı annem. Oğlan bağırmaya başlamıştı;
tabii, ben bağırmıyordum, çünkü ben ancak trampetimi elimden almaya kalktılar mı
yapıyordum bunu. Öbür annelerin önünde geçen bu olaya canı sıkılan annem, beni
pencerelerin önüne dizilmiş sıraların birincisinden içeri itli. Pek tabii boyum fazla alçaktı
sıraya göre; ama irice ve çilli oğlanların oturduğu arka sıralar daha yüksekli.
Sesimi çıkarmayarak, uslu uslu oturdum, çünkü tasalanmam için bir neden yoktu. Hâlâ ne
yapacağını şaşırmışa benzeyen anneni, gidip öbür annelerin arasına sıkışmıştı. Belki de geri
kalmış, gelişememiş bir çocuk olduğum için öbür annelerden utanıyordu. Bu anne hanımlar
da öyle bir poz takınmışlardı ki, pek de çabuk büyüyüp serpilmiş yumurcaklarıyla iltihar
etmeleri için sanki bir neden vardı ortada.
Pencereden Fröbel Çaym'nı göremiyordum, çünkü pencere pervazının boyu da tıpkı sıranın
boyu gibi bana göre değildi. Oysa izcilerin Sebzeci Grcff yönetimi allında kamp kurup
askercilik oynadıklarını ve izcilere yaraşır daha başka olumlu işler yaptıklarını bildiğim bu
çayıra zaman zaman bir göz almayı isterdim doğrusu. Bu göklere çıkarılan çadır yaşamına
ben de katılayım diye değil; benim merak eniğim, kısa pantolonlu Grcff'in kendisiydi yalnız.
Sarı soluk da olsa ince belli, mümkün mertebe iri gözlü oğlanlara karşı duyduğu sevecenlik
o kadar büyüklü ki, Grell bu sevecenliğe tutup izciliğin babası Baden Powell'iir
üniformasını giydirmişti.
Külüstür bir mimari yüzünden nefis bir manzaradan olmuştum, ancak gökyüzünü
görebiliyordum oturduğum yerden ve so
* Baden Powcl: İngiliz generali; doğ. 22.2.1857, öl. 7.1.1941: İngiliz izciliğinin kurucusu.
(Ç.N.)
91
nunda ister islemez bu kadarıyla yetindim. Bulutlar sürekli kuzeybatıdan güneydoğuya göç
ediyor, sanki bu yönde olağanüstü bir şeyler bulunuyordu. Şimdiye kadar hiç başım alıp
gitmeyi düşünmemiş trampetimi, dizlerimle sıranın gözü arasına sıkıştırmıştım. Sıranın
aslında sırt için olan arkalığı, Oskar'ın kafasının arkasını koruyordu yalnız. Geride sınıf
arkadaşlarım çan çan gevezelik ediyor, bas bas bağırıyor, gülüp ağlaşıyor, kudurup
duruyorlardı. Kâğıt parçalarından yuvarlaklar yaparak bana alıyorlar, ama ben dönüp
bakamıyordum; bilinçli bir hedefe doğru seğirten bulutların manzarası, suratlarını
buruşturup kaşlarını gözlerini oynatan, iyice zıvanadan çıkmış bu barbar oğlanlar
sürüsünden bana daha estetik görünüyordu.
Adının Froylayn Spollenhauer olduğunu söyleyen bir bayan içeri girince sessizleşti sınıl.
Benim sessizleşmemin gereği yoktu, çünkü ben önce de sessiz ve nerdeyse kendi içine
kapalı olurmuş, ilerde olacakları gözlemiştim. Pek açık konuşacak olursam ilerde olacakları
gözlemeyi bile gerekli bulmamıştı Oskar; öyle ya, bir eğlenceye ihtiyacı yoklu, yani bir şey
gözlememiş, teneke trampetini elinin altında hissederek sırada olurmuş ve Paskalya
dolayısıyla silinip temizlenmiş pencere camları arkasından ya da önünden geçen bulutlarla
oyalanmışlı.
Froylayn Spollenhaucı'in zerafetten yoksun bir giysi' vardı üzerinde, bu da ona kuru,
erkeksi bir görünüm veriyordu. Dar ve katı, boyunda kırışıklara yol açan, gırtlak üzerinde
kapanan ve benim larkecler gibi olduğuma göre silinip yıkanarak temizlenebildi bir yakalık,
daha da pekiştiriyordu bu izlenimi. Düz, ökçeli spor ayakkabılarıyla sınıflan içeri girer
girmez, çocukların sempatisini kazanmak isleyerek sordu Froylayn Spollenhauer: "Ee,
sevgili yavrucuklarım, şimdi sizinle bir şarkıcık söyleyelim mi, ha?"
Cevap olarak sınıfta bir yaygaradır başladı, ama Froylayn Spollenhauer evet, diye
yorumladı bu yaygarayı, çünkü yapmacık ve tiz bir sesle "Mayıs geldi" şarkısını okumaya
koyuldu, oysa nisanın ortalarındaydık. Froylayn Spollenhauer, mayısın geldi
92
gini müjdeler müjdelemez, kıyamet de koptu. Çünkü daha başla işaretini beklemeksizin
şarkının güftesini doğru dürüst bilmeyen ve şarkının o sade ritmini hissedecek en ufak bir
duygudan yoksun bulunan arkamdaki haydut sürüsü, duvarların sıvasını tırnaklarıyla
kazıyarak karmakarışık böğürmeye başladı.
Cildinin sarıya çalan rengine, alagarson kesilmiş saçlarına ve yakalığı altından çıldır çıldır
bakıp duran boyunbağına karşın, Froylayn Spollcnhaucr'in hali dokundu bana. Besbelli
okulları tatil bulutlardan kendimi kopararak toparlandım, elimi attığım gibi pantolon
askılarımın altından değnekleri çıkarıp şarkının temposunu, yüksek perdeden ve etkileyici,
trampetimin teneke yüzeyi üzerine vurmaya başladım. Gelgeldim arkamdaki haydut
sürüsünde nerdeydi, bunu anlayacak duygu ve kulak! Yalnız Froylayn Spollenhauer, başını
sallayıp cesaretlendirdi beni, duvara âdeta yapışmış oracıkla dikilen anneler grubuna
gülümsedi, özellikle annemden yana göz kırptı; ben de bu göz kırpışı ilkin sakin, nihayet
bütün hünerimi ortaya dökerek, hiçbir düzen gözetmeden trampetimi çalmaya devam
edebileceğime, bir işaret diye yorumladım. Arkamdaki haydul sürüsü, barbarca seslerini
araya karıştırmaktan hanidir vazgeçmişti. Tam trampetimin öğrclmcyc, eğitmeye, okul
arkadaşlarımı öğrencilerim yapmaya başladığı gibi bir hayale kendimi kaptırmıştım ki,
Froylayn Spollenhauer sıramın önüne gelip dikildi; dikkatle ve diplomatça, lıâtıâ kendinden
geçmiş gibi gülümseyerek ellerime ve trampet değneklerime baktı; derken ellerini
çırparak kendisi de tempoya katıldı, şöyle bir dakika kadar sevimsiz olmayan yaşlıca bir
kız gibi davrandı, öğretmenliğini unuttu, kendisi için belirlenmiş karikatür varlık
kisvesinden biran sıyrılıp yine insanlaştı; ilgi dolu, çok yönlü, ahlâk kurallarıyla alıp
vereceği bulunmayan bir kız olup çıktı.
Ama Froylayn Spollenhauer, trampetimin ritmine pek o kadar çabuk ve doğru dürüst
uyamadığını görünce, yeniden o eski yalınkat ve sersem, üstelik karşılığında iyi bir ücret
ödenmeyen rolüne döndü; bayan öğretmenlerin ara sıra yapmaları gerekliği gi
93
bi toparlandı birden: "Galiba küçük Oskar dedikleri sensin. Senin hakkında çok şey
işitmişük zaten. Ne de güzel trampel çalıyorsun! Öyle değil mi, yavrucaklarım?
Oskar'cığımız iyi bir trampetçi, öyle değil mi?"
Çocuklar bağırıp çağırdı, anneler daha çok sokuldu birbirine. Froylayn Spollenhaucr yine
eskisi gibi kendine hâkim bir tavır takınmıştı. "Ama arlık senin şu trampeti sınıfımızın
dolabına koysak ha?" diye ekledi tiz bir sesle. "Herhalde yorulmuştur, uyumak isler belki.
Sonra okul dağılınca alırsın."
Daha Froylayn Spollenhauer bu ikiyüzlü konuşmayı çabuk çabuk makaralardan boşaltırken,
kısa ve güdük edilmiş tırnaklarını gösterdi bana: Allah için ne yorulmuş, ne de uyumak
isteyen trampetimi on kez kısa ve güdük tırnakları ile kirletecek oldu. İlkin sımsıkı yapışıp
trampeti bırakmadım. Kazağımın kolannı beyazkırmızı çerçeveye dolayıp Froylayn
Spollenhauer'e baktım; o çok eskimiş ve kalıplaşmış bayan öğretmen bakışlarını üzerimden
ayırmadığını görünce, gözlerimi ruhunun derinliklerine daldırıp Froylayn Spollenhaucr'in
içinde, bu kitabın üç ayrı bölümünde anlatmaya yetecek kadar kepaze şeyler buldum. Ama
benim için trampetim söz konusuydu, dolayısıyla Spollenhaucr'in iç dünyasından koparıp
aldım kendimi; gözlerim onun kürek kemikleri arasında bir yol bulup ilerledi, tazeliğini iyi
korumuş teninde uzun kıllarla donatılmış düğme iriliğinde bir ben keşfettim.
İçini okuduğumu mu hissetti, yoksa bir zarara yol açmadan, yalnız bir uyan olsun diye sağ
gözlük canımı biraz öyle kazıdım da onun için mi. parmaklarının boğum yerlerini tebeşir
gibi beyaz renge bürüyen zorbalığından vazgeçti, Froylayn Spollenhauer; sanırım gözlük
caınındaki kazıntıya katlanamamış, tüyleri diken diken olmuştu; bir üşüme ve litreme
duygusuyla trampetimi koyverdi. "Sen de amma fena bir Oskar'mışsın!" diyerek gözlerini
nereye kaçıracağını bilemeyen annemden yana suçlayıcı bir bakışla baktı; sıkıca tuttuğum
trampetimi bana bırakıp döndü, düz ökçeli ayakkabılanyla yürüyüp kürsüye geldi,
çantasından
94
herhalde bir şey okurken taktığı yakın gözlüğünü çıkardı; tıpkı tırnaklarla bir pencere
kazınır gibi sesimin kazıdığı ilk gözlüğünü kesin bir el harekeliyle burnunun üzerine
yerleştirdi, sonra şöyle bir gerinip toparlandı, çıtır çıtır sesler duyuldu bu arada, yeniden
çantasına el atarken: "Evel!" dedi. "Şimdi ders programını okuyalım ha!"
Domuz derisi çantasından bir tomar kâğıt çıkardı, içlerinden birini kendisi için ayırıp
kalanını annem de aralarında olmak üzere, oradaki anne hanımlara dağıttı. Arlık
huysuzlanmaya başlayan allı yaş çocuklarına ders programının neleri öngördüğünü
açıklamaya koyuldu: "Pazartesi: Din dersi, yazı, hesap, oyun. Salı: Hesap, güzel yazı, şarkı,
tabiat bilgisi. Çarşamba: Hesap, yazı, resim, resim. Perşembe: Yurlbilgisi, hesap, yazı, din
dersi. Cuma: Hesap, yazı, oyun, güzel yazı. Cumartesi: Hesap, şarkı, oyun, oyun."
Tıpkı değişmez bir alınyazısı gibi programı açıkladı, Froylayn Spollenhauer: İlkokul
öğretmenleri toplantısında hazırlanan programı ilkin hiçbir harfi küçümsemeyen katı
sesiyle okudu, sonra öğretmen okulunda öğrendiklerini anımsayarak hayli yumuşadı, büyük
bir sevince kaptırdı kendini, eğitici bir neşe içinde coştu: "Şimdi sevgili yavrucuklarım,
programı bir kez de hep beraber tekrarlayalım, olmaz mı! Haydi başlıyorum: Pazartesi?"
Haydut sürüsü pazartesi diye gürledi.
Bunun üzerine Froylayn Spollenhauer: "Din dersiydi, değil mi?" diye sordu. Vaftizli
kâfirler, din dersi diye hep birden böğürdüler. Ben sesimi gözeterek din sözcüğünü
trampetimin teneke yüzeyinde tıngırdatmakla yelindim.
Arkamdan Froylayn Spollenhaucr'in isteğine uyarak bağırdılar: "Yazı." Trampetim iki kez
cevap verdi buna. "Hesap." Yine ikili bir trampet vuruşu.
Böylece arkamdan gelen bağırmalar ve önümde Froylayn Spollenhauer'in çocuklara
tekrarlayacakları sözleri söylemesi sürüp gitti. Bense bu sersemce oyunu hoş karşılayıp,
heceleri ne yavaş, ne hızlı tıngırdattım trampetimin teneke yüzeyinde. Soıııın
95
da Froylayn Spollenhauer, kimden emir aldıysa arlık, sıçrayıp kalktı; hırslaıımışu besbelli,
ama hani arkamdaki veletlere öfkelenmiş değildi, yanaklarının âdeta bir ateş nöbeti
kırmızılığına bürünmesine ben yolaçmışlım; kimseye zararı dokunmayan Oskar'ın trampeti,
benim gibi tempo tutmakta usta birini siğaya çekecek kadar gözüne batmıştı
"Oskar! Şimdi bana kulak ver bakalım. Perşembe ne vardı? Yurlbilgisi değil mi?" Perşembe
sözcüğünü işitmezliğe gelerek Yurtbilgisi için dört, hesap ve yazı için ikişer kez vurdum
trampetime; din dersi için yakışık aldığı üzere dört değil, üç kez o biricik hidayete
kavuşturucu* üçcrli trampet darbelerine başvurdum.
Ama Froylayn Spollenhauer aradaki ayrımları seçemedi. Trampet vuruşlarının hiçbirisiylc
başı hoş değildi. Daha önceki gibi yine alabildiğine güdük kafalı tırnaklarını gösterip, belki
on kez trampetime el uzatacak onu kirletmeye kalktı.
Ne var ki o daha trampetime el sürmeye vakit bulamadan, camların canına okuyan çığlığımı
koyverip sınıftaki kocaman üç pencerenin üst camlarını alaşağı etlim; ortadaki camlar ise
ikinci bir çığlığınım kurbanı oldu ve yumuşak bahar havası sere serpe içeri dolmaya başladı.
Üçüncü bir çığlık atıp alı camları da haklamanı aslında gereksizdi, halta taşkınlıktan başka
bir şey olmazdı; çünkü Froylayn Spollenhauer, üsl ve orta camların işe yaramaz duruma
gelmesiyle hemen pençelerini çekmişti üzerimden. Kendini sanat yönü su götürür bir
taşkınlığa kaptırıp son camlara da el uzatacakken, yalpalaya yalpalaya geriye çekilen
Froylayn Spollenhauer'i gözden uzak tutmasa, Allah bilir daha iyi ederdi, Oskar.
O kamış değneği de, Froylayn Spollenhauer, kaşla göz arasında nerden çıkardı, hayretti
doğrusu! Ama işle değnek belirmişli ansızın elinde; bahar havasıyla kucak kucağa sınıfın
havasında
* Biricik Hidayete Kavuşturucu : Üçüncü yüzyıldan bu yana Kalolik Kiliscsi'nc verilen isim.
(Ç.N.)
96
titriyor, Froylayn Spollenhauer bu hava karışımı içinde değneği vınlatıp duruyordu;
esneklikle elinde oynatıyor değneği, onu aç ve susamış gözü çatlayan ciltlerde, gözü vııın
sesinde, bir kamış değneğin insan hayalinde uyandıracağı bir sürü sahneye ve iki tarafın
memnun edilmesine can atar bir duruma sokuyordu. Ansızın benim sıranın üzerine şırak
diye indirdi değneği; mürekkep hokkasmdaki mürekkep, mor mor havaya zıpladı. Sonra,
vursun diye elimi buyur etmediğimi görünce, değneği bu kez trampelinıc, trampetimin
leneke yüzüne indirdi, Spollenhauer alçağı, teneke trampetime yapıştırdı değneği. Ne
demeye vuruyordu sanki? Bir yere vurmak mı istiyordu? iyi güzel, vursundu, ama ne diye
benim trampetimi seçiyordu bunun için? İlle de benim trampetimin leneke yüzüne vurması
mı gerekiyordu? Trampet çalmaktan hiç, ama hiç anlamayan onun gibi biri ne diye kalkmış
trampetimi kirletiyordu? Flcm gözünde çakan şimşekler de ne oluyordu yani? Boyuna
vurmak isteyen bu yaratık nasıl bir hayvandı böyle? Hangi hayvanat bahçesinin
duvarlarından allayıp buraya gelmişti? Kendine nasıl bir av arıyordu, peşinde koştuğu
neydi? Sonunda birden Oskar'ın başına üşüşlü cinleri; bilmem hangi kuyulardan çıkarak
ayakkabısının tabanlarından Oskar'ın üzerine tırmandılar, yukarlara yürüyüp onun ses
tellerine el koydular, onu muhteşem ve nefis pencereleri, ışığı zaptedip kırılmalara uğralan
Gotik bir katedralin lüm camlarını alaşağı edecek kadar kızışmış bir hayvan gibi nara
almaya zorladılar.
Başka bir deyişle çille bir çığlık salıvermiştim ve Froylayn Spollenhaucr'in iki gözlük
camını da hiç yalansız tuz buz clmişli çığlığım. Kaşları hafif kanayıp içi boş gözlük
çerçevesiyle gözlerini kırpıştırarak el yordamıyla geri geri yürüdü Froylayn Spollenhauer.
Sonunda bir ilkokul öğretmenine yakışmayacak kadar kendini koyvermiş çirkin bir edayla
hüngürdemeye başladı. Arkamdaki haydut sürüsü de kesti sesini, kimisi sıraların allına
sindi, kimisi korkudan dişlerini takırdatmaya başladı. Birkaçı sıradan sıraya kayarak
annelerine doğru seğirtti. Anne hanımlar, orladaki hasarı görünce, suçluyu aramaya
koyulup annemin üzeri
97
ne çullanmak istediler, hani ben trampetimi kavradığım gibi sıradan çıkmasaydım, belki de
çoktan çullanmış olacaklardı.
Gözü, yarı görmez duruma gelen Froylayn Spollcnhauer'in önünden geçerek, intikam
tanrıçalarının tehdidi altındaki annemin yanına vardım; onu elinden tutup İA sınıfının
esintili salonundan dışarı çıkardım. Çın çın ölen koridorlar, dev çocuklar için yapılmış taş
merdivenler. Fıskiyelerinde sular fışkıran granit havuzlarda ekmek kırıntıları. Açık
jimnaslik salonundaki barfiks altında tilreşcn çocuklar. Ders programını annem hâlâ elinde
lutuyordu. Peslalozzi llkokulu'nun ana kapısının önünde kâğıdı annemin elinden alıp
yuvarlayarak saçma bir küre yaptım.
Kapının sütunları arasında, sivri külâhlarıyla ve anneleriyle okula yeni başlayan öğrencilerin
dışarı çıkmasını gözleyen fotoğralçılann, bütün o curcuna havasında kaybolmadan kalmış
külahıyla resmini çekmelerine izin verdi Oskar. Derken güneş yüzünü gösterdi.
Üstümüzdeki sınıflar arı kovanı gibi uğulduyordu. Fotoğrafçı, kulis olarak kullanılan ve
üzerinde "Okula başladığım ilk gün" yazan kara tahtanın önüne dikti Oskar'ı.
98
RASPUTİN VE ALFABE
Az önce dostum Klepp ve yarım kulakla bizi izleyen bakıcım Bruno'ya, Oskar'ın ders
programıyla ilk karşılaşmasından söz açarak dedim ki: Sırtlarında okul çantaları, ellerinde
şekerleme külâhlarıyla allı yaş çocuklarının o kartpostal büyüklüğündeki resimlerini
çekerken fotoğrafçının geleneksel bir fon olarak yararlandığı kara tahtada "Okula
başladığım ilk gün" yazıyordu.
Bu yazıyı hiç kuşkusuz, kendi çocuklarından daha büyük bir heyecan içinde fotoğrafçının
arkasında dikilen anneler okuyabiliyordu ancak. Kara tahta önünde duran çocuklar, bu
resim kadar güzel fotoğrafların okula başladıkları ilk gün şerefine çekildiğini, bir yıl
sonraki Paskalya'nın ardından yeni altı yaş öğrencilerinin okula başlatıldığı gün anlıyor ya
da bir yıl öncesinden kalma kendi resimlerindeki yazıyı sökerek çıkarıyorlardı.
Sütterlin yazısı*, sivri uçlarıyla ve içleri doldurulmuş olduğundan düzmece kıvrımlarıyla
kötü niyetli sürünerek ilerliyor, yeni bir yaşam döneminin başladığını bildiren sözcükleri
tebeşirle kara tahta üzerine geçiriyordu. Gerçeklen de bu tip yazı, dikkati çekmesi
istenen ve kestirmeden söylenmesi gereken şeyleri, örneğin günlük parolaları dile
getirmeye pek elverişliydi. Ayrıca bu yazıy
' Süticrlin Yazısı: Grafikçi ve resini öğrenileni Luchving Süucılin (doğ. J865, öl. ly 17)
taralından bulunup, lc) 15 yılında Prusya okullarında, daha sonraları diğer Alman
okullarında uygulanan bir çeşit yazı. (Ç.N.)
99
la kaleme alınmış belgeler de vardır belki; kendim görmedim ama, böyle belgelerin
bulunabileceğini pekâlâ düşünebiliyorum; bu konuda aşı kâğıtları, spor belgeleri ve elle
yazılmış idam fermanları geliyor aklıma. Kara tahta üzerindeki yazının Sütlerlin yazısı
olduğunu sezdiğim, ama okuyamadığım o zamanlar bile, tahtadaki cümleciğin başındaki
Sütlerlin karakterli "O" nun yuvarlağı, kenevir kokarak ve sinsi bir kalleşlikle, bana
darağacını anımsatacak olmuştu. Ama yine de ben bu cümlecikle saklı anlamı belli belirsiz,
kapalı sezmek değil, harf harl okumayı ne kadar isterdim. Çünkü kimse sanmasın ki,
alfabeyi sökmüş biri olduğum için Froylayn Spollenhauer'le karşılaşmamızda öyle
yüksekten camların canına okumuş ve bir protesto niteliğindeki trampet vuruşlarıyla ona
başkaldırmıştım. Asla yok böyle bir şey; söz konusu cümleciğin Sülterlin yazısı olduğunu
sezmekle işin bilmediğinden, en basit okul bilgilerinden bile yoksun bulunduğumdan çok iyi
haberim vardı. Ama ne çare, Oskar'ı cehaletten kurtarmak için Froylayn Spollenhauer'in
başvurduğu yöntem beni pek sarmamışlı.
Dolayısıyla, Peslalozzi llkokulu'dan ayrılırken, "Okula başladığım ilkgün, son okul günüm
olacak," diye bir kararı asla vermiş değildim. Okul paydos, ne hoş! Koş, haydi eve koş!
Böyle şeyler hiç geçmemişti aklımdan. Hatla fotoğrafçı beni alıp, bir daha bulunduğum
yerden ayrılmamak üzere resmin içine oturturken şöyle düşünmüştüm: Burada bir kara
lahla karşısında dikiliyor, belki önemli, belki de uğursuz bir yazı önünde duruyorsun; gerçi
karakterine bakarak içeriği üzerinde bir yargıya varabilirsin yazının; hücre hapsi,
koruyucu hapis, polis gözetimi ve ağır hapis gibi çağırışımları sayıp dökebilirsin; ama
sökmeye gelince, sökemezsin onu. Cehaletin la yarı bulutlu gökyüzüne kadar uzanıyorken,
bir de tutmuş bu ders programlı okula bir daha ayak almamayı kuruyorsun. Peki ama
nerede öğreneceksin büyük alfabeyi, Oskar? Nerede öğreneceksin küçük alfabeyi?
Bir büyük, bir de küçük alfabenin* bulunduğunu, aslında bir
* Büyük Alfabe : Büyük hailleri içeren alfabe. Küçük Alfabe : Küçük harfleri içeren alfabe.
(Ç.N.)
I
100
ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
küçük alfabeyle yetinebilecek olan ben, biraz da kendilerine yetişkin adını veren ve
onlarsız bir dünya düşünülemeyecek olan büyük insanların karışık yaşayışlarından
öğrendim. Bir büyük, bir küçük ilmihale, bir büyük, bir küçük çarpım tablosuna* başvurarak
bir büyük, bir küçük alfabenin gerekliliğini lanıllamaya çalışmaktan kimsenin bıkıp usandığı
yok nihayet; sonra devlet büyüklerinin bir ülkeyi ziyaretlerinde kendilerini karşılayan
nişanlarla dekore edilmiş diplomat ve din büyüklerinin azlık ya da çokluğuna göre bir büyük
ya da bir küçük resmi kabulün sözü ediliyor.
Sonraki aylar, öğrenim ve eğilimimle ne Matzeralh ilgilendi, ne de annem. İkisi de, annem
için pek yorucu ve utandırıcı okula başlatma denemesini yeterli buldular. Amcanı Jan
Bronski gibi yapıp beni yukarıdan aşağı süzdükçe göğüs geçirdiler; eski hikâyeleri ve
üçüncü yaş günümdeki olayı yine kolarıp döktüler ortaya: "O kilerin açık kalan kapağı yok
mu! Onu da sen açık bıraktın, yalan mı? Mutfaktaydın sen, daha önce de kilere indin, yalan
mı? Kilere inip bir karışık meyve konservesi akim, yemek üzerine solraya çıkaracaktın,
yalan mı? Sonra da kapağı kapamadan bıraktın, yalan mı?"
Annemin Matzeralh'ın basma kaklığı şeylerin hiçbiri yalan değildi; ama gene de biliyoruz
ki, aslı yoktu bunların. Gelgeldim, kabahat hep Malzeraıh'a yükleniyor, hatla arada bir
onun ağladığı bile görülüyordu; çünkü bazen yumuşak ve içli biri olup çıkıyordu Matzerath.
Bu gibi durumlarda annemle Jan kendisini avutuyor, ben Oskar'a ise Tanrı'nııı isler
istemez katlanılması gereken ve Allah bilir bir daha bozulmayacak olan yazgısı, neden başa
geldiği bilinmeyen bir imtihanı gözüyle bakıyorlardı.
Yani bu ağır imtihana çekilmiş, feleğin sillesini yemiş çilekeşlerden bir yardım
bekleyemezdim. İki yaşındaki kızı Marga'yla Steflen Parkı'nın kum havuzunda oynaman
için sık sık gelip be
* Büyük Çarpını Tablosu: Birden ona kadar olan çarpım tablosu. Küçük Çarpım Tablosu:
Ondan yukarı sayıların çarpım tablosu. (Ç.N.)
101
If»
mi alan Bronski Tcyze'yc de bir öğretmen gözüyle bakamıyorduın. Gerçi iyi yürekliydi
Bronski Teyze, ama aptal mı aptaldı. Dr. Hollalz'm ne öyle pek aptal, ne iyi yürekli Inge
Hemşiresini de silmiştim deflerden; çünkü uyanık bir kızdı Inge Hemşire, doktor
muayenehanelerindeki rasgele yardımcılardan biri olmayıp yeri doldurulamayacak bir
elemandı, dolayısıyla hiç vakti yoklu bana
ayıracak.
Her gün birçok kez dört katlı apartmanın yüzü aşkın merdivenini inip çıkarak her katla
derdime çare arıyor, apartmandaki on dokuz kiracının öğleyin sofraya çıkaracağı yemeği
trampetime, söyletiyor, ama kapılardan hiçbirini çalmıyordum; çünkü ne Heilandl Baha'yı,
ne Saatçi Laubschad'ı, hele ne de o şişko Bayan Kater'i veya kendisine karşı duyduğum
bütün yakınlığa karşın Truczinski Nine'yi müstakbel öğretmenim olarak görmeye bir türlü
yanaşmıyordum.
Tavan arasında trompetçi Meyıı oturuyordu. Dört kedisi vardı Meyn'in, ama ayık olduğu
zamanı hiç yoklu. "Zinglers Höhc" adındaki bir lokalde dans müziği çalıyordu; Noel gecesi
kendisi gibi sarhoş beş arkadaşıyla karlar içinden o sokak senin, bu sokak benim bala çıka
yürümüş, ilâhiler söyleyerek sert ayaza karşı savaşmıştı. Bir defasında ona lavan arasında
raslamışlım; aşağında siyah bir pantolon, sırtında pahalı bir gömlek arka üstü uzanmış,
ayakkabısız ayaklarıyla bir ardıç rakısı şişesini sağa sola yuvarlıyor, beri yandan
trompetini harikulade öttürüyordu. Sazını ağzından çekip almadan, sadece başını çevirip
arkasında dikilen bana baktı göz ucuyla, trampet çalarak kendisine eşlik etmeye beni lâyık
bulduğunu belimi; teneke trompetini benim teneke trampetime üstün gördüğü yoktu.
Birlikte yaptığımız düet, Meyn'in dört kedisini damın üzerine kaçırdı ve yağmur oluklarının
hafiflen sallanmasına yol açtı.
Teneke çalgılarımızı çalmaya son verince, kazağımın altından "Die Neuesien Nachrichlen"
gazetesinin eski bir sayısını çıkardım, yanıbaşına çöküp düzlediğim gazeteyi Mcyn'e
uzattım, büyük ve küçük alfabeyi bana öğretmesini istedim.
102
Ama Mcyn, trompetini elinden bırakır bırakmaz sızmıştı. Hepsi üç şey vardı onun için:
Ardıç rakısı, trompet ve uyku. Hani ilerde de birçok kez, daha doğrusu Mcyn SASüvari
Alayı'na trompetçi olarak girip, birkaç yıl içmeyi bırakıncaya kadar, önceden provalarda
bulunmaksızın düetler yaptık kendisiyle; çatıdaki bacalar, yağmur olukları, güvercinler ve
kediler için çaldık, ama yine de bana öğretmenlik yapabilecek biri değildi Meyn.
Dolayısıyla, Sebzeci Greff'i bir deneyecek oldum. Greff, trampet sesinden pek
hazzetmiyordu; bu yüzden, trampetimi yanıma almadan, onun yolun karşısındaki biraz yana
düşen bodrum kalındaki dükkânına yollandım. Doğru dürüst bir öğrenim için gerekli tüm
koşullar vardı ortada; iki odalı evin dört bir yanı, dükkânının içi, tezgâhın üzeri ve arkası
hatla patateslerin bulunduğu oldukça rutubetsiz kiler, kitap doluydu: Macera romanları,
şarkı türkü kitapları. Der Cherubincshe Wandersmann, Waller Fclix'in eserleri,
Wiccherl'in Das Einfache Lcben'i, Dephnis ve Chloe, sanatçı monografileriyle deste deste
spor dergileri, ayrıca bilinmez nedenlerden ötürü çoğu sahildeki kum tepecikleri arasında
top peşinden hoplayıp sıçrar veya koşarken çekilen ve âdeta yağ sürülmüşccsinc ısıl ısıl
kaslarını gösteren yarı çıplak oğlan resimleriyle cilt cilt albümler.
Grcll'in daha o vakitler dükkânla başı hayli dertleydi. Belediye Zabıtasından gelerek
terazi ve tartıları kontrol eden memurlar, bazı uygunsuzluklar görüp hilekârlıktan söz
etmiş, Grefl de kesilen cezayı ödeyip yeni tartılar almak zorunda kalmıştı. O dertli halinde
de, derdini bundan böyle yalnız kitaplara başvurup izci oğlanlarla akşam toplantıları
düzenleyerek ve hafta sonu gezilerine çıkarak dağıtılabileceği doğaldı.
Dükkâna ayak alışımı şöylece farkeden Greff, çeşitli malların fiyat etiketlerini yazmaya
devam etti; ben de bu olumlu fırsattan yararlanarak üç dört beyaz kart ve bir kalem aldım
elime; yazılnıış etiketleri örnek edinip Sütlerlin yazısına özenerek harıl harıl çiziktirmeyc
koyuldum, bu yoldan GrefPin dikkatini üzerime çekmeye çalıştım.
103
Galiba Greff için pek küçüktü Oskar, öyle iri gözleri de yoktu, sonra hayli sarı soluk bir
oğlandı. Bu yüzden kırmızı kalemi bırakıp, GrcfPiıı hemen gözüne çarpacak çıplak oğlan
resimleriyle dolu eski bir albüme altını elimi, albümle GrcIPin dikkatini çekmek isledim.
Greff için anlam taşıdığını sandığım eğilen ya da uzanıp gerinen oğlanların resimlerini, onun
da görebileceği gibi eğik tuttum.
Dükkâna bir müşteri gelip kırmızı pancar işlemedikçe bin bir özenle fiyat etiketlerini
yazıp çizmekten başka şeye aldırmayan Grelf'in başını kaldırıp okuma yazma bilmeyen
bana biraz ilgi göstermesini sağlamak için albümün yapraklarını gürültüyle açıp kapamam ya
da yapraklarım çabuk çabuk ve hışırdatarak çevirmem gerekiyordu.
Hemen söyleyeyim ki, Greff beni anlamamıştı. Eğer dükkânda izciler bulunuyorsa öğleden
sonra da küçük izci önderlerinden ikisi, üçü eksik olmuyordu— beni zaten hiç görmüyordu
gözü. Ama yalnızca, sinirli bir sertlikle ve rahatsız edildiği için öfkeyle sıçrıyor: "Bırak o
albümü yerine, Oskar!" Nasıl olsa okuyamayacaksın. Pek aplal bir çocuksun, sonra daha pek
ulaksın. Albümü yırtıp atacaksın, o olacak. Altı gulden'den (azla para ödedik ona. Canın
oyun istiyorsa, sürüyle patates var dükkânda, lahana var, onlarla oyna!" diye buyruklar
yağdırıyordu.
Sonra külüstür albümünü elimden çekip alıyor, donuk ve katı bir yüzle yapraklarını
çevirmeye koyuluyor, beni baş lahanalar, frenk lahanaları, kırmızı lahanalar, beyaz
lahanalar, şalgamlar ve patates yumruları arasına salıp yalnızlığa terk ediyordu; çünkü
trampeti yanında olmuyordu, Oskar'ın.
Gerçi Bayan Grell de vardı ve Bay Grelf beni dükkândan kapı dışarı ellikten sonra, çokluk
karı kocanın yatak odasına yollanıyordum. Bayan Lina Grell'in haftalardan beri yalakta
yattığı zamanlardı; hasta ve keyifsiz yatıyor Lina Greff, çürük gecelik kokuyordu. Akla ne
gelirse eline alıyordu da sadece bana bir şey öğretecek bir kitabı almaya yanaşmıyordu.
Sonraki günler Oskar, içinde hafif bir lıasel duygusuyla yaşıtı
104
çocukların arka çantalarına baktı; çantaların yan taraflarında ardıtvaz labclalarınclaki
yazıları silmek için süngerler ve paçavradan silgiler, büyüklük taslayarak sallanıyordu. Ama
yine de, "Ne yapalım, sen kendin işledin bu haltı; okul oyununa ses çıkarmayıp
katlanacaktın; Froylayn Spollenhauer'lc bir daha düzelmeyecek gibi açmayacaktın aranı;
bak şu veletlere, geçtiler seni; sen daha Die Ncueslen Nachricten gazetesini doğru dürüst
elinde tutamazken, onlar ya büyük ya da küçük alfabeyi yuttular" gibi bir düşünceye
kapıldığını da hiç anımsamıyor, Oskar.
Hafif bir hasetten söz açmışımı az önce; evet, ondan öle bir şey değildi. Çünkü şöyle bir
koklamak yetiyor, okuldan iyice soğuyordu insan. Siz en ucuzundan deri arka çantalardaki
sarı çerçeveli ve üzerleri pul pul arduvaz tabelalara çiziklirecck yazıları silmekte
kullanılan doğru dürüst yıkanmamış, nerdeyse lime lime sünger ve paçavraları, bütün o
güzel yazı döktürme çabalarından kalkan buğularla küçük ve büyük çarpım tablosunda
yükselen buharların ve cızırdayan, tutukluk yapıp yazmayan, kayan ve tükürükle
ıslatılmaları gereken taş kalemlere ait terlerin sindiği bu nesneleri bir kokladınız mı? Ben,
arada bir, okuldan evlerine dönen çocuklar yanıbaşımda bir yere çantalarını koyup
futbolcu ya da ulusçuluk oynadıkları vakit, güneşle kuruyup kavrulan süngerler üzerine
eğildim, hani bana öyle geldi ki sanki süngerlerin kolluk aklarına şeytanlar yerleşmiş de
böyle gönül bulandırıcı koku bulutları salgılıyor.
Diyeceğim; arduvaz labelalı okul, pek zevkime göre değildi. Ama Oskar, çok geçmeden
eğilim ve öğretimini üzerine alan Bayan Grctchen Schefller'in de zevkine uygun biri
olduğunu ileri sürecek değil hani.
Kleinhammcr Caddcsi'nde Pastacı Schelflcr'in dükkân üzerindeki evini dolduran bütün
eşyalar bana yukarıdan bakar gibiydi. Süs yerine kullanılan o örlücükler, üzerlerine
armalar işlenmiş yaşlıklar, kanepe köşelerinde pusuya yatmış KatheKruse bebekleri*,
Kalhe Kruse adında bir kadının atölyesinde «.m'uklar için elle yapılan ve ince bir zevk
ürünü kumaş bebekler. (Ç.N.)
105
nereye ayak atılsa hemen orada bitiveren kumaştan hayvanlar, bir fil ayağı bekleyen
porselenler, dört bir yanda göze çarpan gezi hatıraları, örülmeye başlanmış örgüler,
işlenmeye başlanmış nakışlar, gergefler, yarıda kalmış düğümler şekiller ve sıçan dişi
danteller. Bu tatlı, nefis, rahat ve bunaltıcı ölçüde küçük, kışın aşırı ölçüde ısıtılıp yazın
çiçeklerle havası zehirlenen evin varlığını açıklayacak bir tek neden geliyor aklıma:
Gretchen Schcffler'in çocuksuz oluşu. Bir çocuğu olup da onun için örgüler örmeyi ne
kadar islerdi Bayan Schefflcr, alı ne kadar! Suç Bay Schcffler'de mi, yoksa onun kendinde
miydi? Ama işle bir çocuğu olsun, onun için örgüler örüp nakışlar işlesin, onu inci
boncuklarla donatsın, ona oyalar hazırlasın, onu çatma dikişli öpücüklerle bezesin ne kadar,
ah ne kadar isterdi Bayan Sclıcfllcr!
Büyük alfabeyi öğrenmek için işte bu evden içeri ayak atmıştım. Bir porselen eşyaya da bir
gezi hatırasına zarar vermemek için çok çaba harcadım. O cam nesnelerin canına okuyan
sesimi âdeta evde bırakıp geliyordum. Bayan Schcffler, "Eh, yeter artık çaldığın!" deyip
altın kazma dişleriyle gülümseyerek trampetimi dizlerimden çekip aldığında ve kumaştan
oyuncak ayılar arasına koyacak olduğunda, bir gözümü yumdum hep, sesimi çıkarmadım.
İki KatheKruse bebeğiyle dostluk kurdum, onları bağrıma bastım; hep aptal aptal bakan bu
hayvancıkların kirpikleriyle, sanki kendilerine abayı yakınışım gibi oynayıp durdum;
bebeklerle bu düzmece, düzmeceliği içinde öylesine o kadar gerçek izlenimi uyandıran
dostluğa başvurup Grelclıcn'iıı yukardan aşağı iki çizgili, yanlamasına iki kavisli örme
kalbine sevgiler örmek isledim.
Planıma diyecek yoklu doğrusu. Daha ikinci ziyaretimde Gretchen bana kalbini açtı, yani
nasıl, bir çorap sökülürse öylece söktü kalbinin örgüsünü, bana kalbinin bütün o uzun ve
bazı yerinde düğümcükler yapmış, incele incele iplik olmuş liflerini gösterdi; bütün
dolapları, sandıkları ve kutucukları açtı önümde; inci boncukla bezenmiş bezleri, kumaşları
yaydı; yığın yığın ço
106
cuk hırkacıkları, mini mini çocuk önlükleri, mini mini çocuk pantolonları; beş yaşındakilere
göre şeyler; Grelchen bunları üzerime tutarak bana uyup uymadıklarına baktı, giydirip
çıkardı hepsini.
Sonra da Bay Scheffler'in Muharipler Derneği'nde kazandığı keskin nişancı nişanını
gösterdi, ardından resimler sürdü önüme, bizim albümdeki resimlere benziyorlardı biraz;
nihayet bebek takımlarına bir kez daha el atlı, şöyle pantolana benzer bir şey ararken
birden ortaya kitaplar çıklı. Oskar, hani bebek ıvır zıvırları gerisinde kitaplar bulunduğunu
çok iyi tahmin elmişii; çünkü Gretchen bir ara annesiyle kitaplar üzerinde konuşurken
kulak misafiri olmuş, nişanlılıkları sırasında ve sonradan, ikisi de hemen aynı genç yaşta
evlendikleri için birbirleriyle kitap trampa ettiklerini, sinemanın yanındaki kitaplıktan
ödünç kitap aldıklarını, okuduklarıyla içlerini tıka basa doldurup bir bakkal ve bir
pastacıyla olan izdivaçlarına daha bir zenginlik kalmak, daha bir genişlik ve parlaklık
vermek istediklerini biliyordu.
Grclchcn'in bana sağlayabileceği öyle fazla kiiap yoktu. Örgü örüp nakış işlemeye başladı
başlayalı, okumayı bırakan Gretchen de galiba Jan dolayısıyla okumaya fırsat bulamayan
annem gibi, uzunca süredir üyesi olduğu kitap kulübünün kocaman ciltlerini, örgü örüp nakış
işlemediklerinden ve bir Jan Bronski'leri de bulunmadığından henüz okumayı sürdüren
kimselere armağan etmişti.
Kötü de olsa kitap kitaptır ve bu yüzden kutsaldır. GrcteheıVin evinde ele geçirdiğim
kitaplar külüstür, işe yaramaz şeylerdi ve Allah bilir bunların çoğu Doggerbank'ta öbür
dünyayı boylayan Gretchen'in denizci kardeşi Theo'nun kiiap sandığından çıkmışlı. Koliler
Filo Takvimi'nin çoktan denizin dibine gömülmüş gemilerle dolu yedi veya sekiz cildi,
İmparatorluk Bahriyesi'ndcki rütbeleri gösteren bir broşür, deniz kahramanı Paul Bencke
üzerine bir kiiap; Grelchen'in gönlünün dilediği besin, sanıyorum pek bunlar olamazdı.
Danzig'in Erich Keyser tarafından kaleme alınmış bir tarihi ve Felix Dalın adında birinin
Totila, Belisar, Te
107
ja ve Narses yardımıyla Roma'ya karşı girişliği savaşı anlatan bir eser de, sanırım aynı
şekilde denizci biraderin ellerinde parlakhlığını yitirmiş, sırı yerleri örselenmişti. Ayrıca,
Gretchcn'in kitaplığında Gustav Freytag'm Alacak ve Verecek* hesabını gören eseriyle
Goethe'nin gönül akrabalıkları** üzerine bir eseri, ayrıca Raspulin ve Kadınlar isminde bol
resimli kalın bir cilt gözüme
çarptı.
Uzunca bir duraksamadan sonra seçme yapmak için elimin allında fazla bir şey yoklu,
dolayısıyla çabuk karar veremiyordu m— neye el attığımı bilmeden, sadece içimdeki sese
uyarak ilkin Raspulin'e sonra Goeıhe'ye uzandım.
Bu ikili uzanış da hayalımı, hiç değilse trampetimden ayrı yaşamaya yeltendiğim hayatı
belirleyip etkiledi sonradan. Oskar'ın Akıl ve Ruh Hastalıkları Kliniği'nin kitaplığını bir
kültür açıkgözlülüğüyle odasına taşıdığı bu güne kadar da Schiller'e ve Schiller
gibilerine boş verdim, Goelhe ile Rasputin arasında, üfürükçüyle o allâmci kül arasında,
kadınları kendine bend eden o karanlık ruhlu kişiyle, kadınlarca bend edilmeye can alan o
aydınlık ruhlu ozanlar kralı arasında bocalayıp durdum. Zaman zaman kendimi daha çok
Rasputin'c yakın görmüş, Goethe'nin hoşgörüsüzlüğünden çekinmişsem, bunun suçu,
içimde uyanan o hafif kuşkudaydı. Eğer Goelhe'nin yaşadığı zamanlarda trampetini böyle
konuştursaydın Oskar, Goethe sende doğaya bir aykırılık görür, seni doğaya aykırılığın la
kendisi olarak mahkûm eder, işle öylesine doğal sayılmayan bir kasılma gösterdiği halde
şimdiye kadar senin hayranlık duyup özenmeye çalıştığın kendi doğallığını pek tatlı
çerezlerle beslerken, seni yumruğuyla olmasa bile Renkler Öğretisi adındaki eserinin kaim
bir cildiyle vurup yere sererdi.
Ama biz yine Rasputin'e dönelim. Bayan Getchen Scheffler'in de yardımıyla Rasputin,
bana küçük ve büyük alfabeyi söklür
* Alman yazarı Gustav Pıeylag'm (dog. 13.7.1816 öl. 30.4.1895) bir romanı. ** Goethe'nin
bir romanı ; Türkçe'ye Prof. Dr. Sadi Irmak taralından "Gönül Akrabalıkları" adıyla
çevrildi.
108
müş, kadınlara nazik davranmayı öğretmiş ve Goethe'nin kırıp gücendirdiği zamanlar, beni
avutmuştu.
Okumayı öğrenmek, beri yandan her şeyden habersiz biri rolünü oynamak hiç de kolay
değildi; yıllarca altına işeyen bir çocuk rolünü oynamaktan daha çetindi, benim için.
Yatağa işemede nihayet yaptığım şey, her sabah kendimde, üzerimden kolayca sıyırıp
alabileceğim bir kusurun varlığını göstermekti. Oysa her şeyden habersiz biri rolünü
oynamak; kaydettiğim o hızlı gelişmeleri saklamamı, içimde yeni filizlenen aydın kişilere
özgü kendini beğenmişlikle sürekli savaşmamı gerektiriyordu. Büyüklerin bana yalağa
işeyen bir çocuk gözüyle bakmalarını omuz silkerek kabulleniyordum; ama yıllar boyu
onların bana bir budala gibi davranması, hem Oskar'ı hem de ona öğretmenlik yapan
Grctchen'i kırıyordu.
Ben, kitapları çocuk çamaşırları arasından kurtarır kurtarmaz; Gretehen, üzerine düşen
öğretmenlik görevini kavrayıp neşesinden bağırıp çağırmaya başlamıştı. Kendini hepten
örgüler içine kapayan çocuksuz Grelchen'i ayartarak örgülerinden soyup çıkarmış,
nerdeyse mutlu kılmasını becermiştim. Hani Alacak ve Verecck'i okul kitabı yapsam daha
çok sevinirdi Grelchen; ama ikinci dersimizde doğrudan doğruya alfabeyi öğrenecekler için
satın aldığı bir kitabı önüme çıkarınca, Raspulin de Raspulin diye direttim; boyuna dağ
köylülerinin hayalını anlatan romanlardan, Cüce Burun ve Parmak Çocuk gibi masallardan
ayrılmadığını görünce, nihayet konuşmayı kafama koydum. "Raspulin!" ve dediğim oldu; ara
sıra düpedüz bönlükle davranıyor, Raşu! Raşu diye saçmalıyordu Oskar; böylelikle
derslerde neyin okunmasını istediğini Grelchen anlasın, ama Oskar'ın uyanmakla olan ve
âdela gagasıyla lek tek heceleri toplayıp devşiren dehâsını sezmesin istiyordum.
Çabuk ve düzenli bir tempoyla öğreniyor, bunu yaparken de pek kafa yormuyordum. Bir yıl
sonra Pelersburg'la, bütün Rus halkını sultası altında tutan hükümdarın özel dairesinde,
hep hasta Çariçe'nin çocuk odasında, suikaslçilcr ve Orlodoks papaz
109
lar arasında, hele Raspulin'in katıldığı cümbüşlerde âdeta evimde hisseder olmuştum
kendimi. Tam bana göre bir şeyler vardı bu cümbüşlerde, hepsi de bir kişinin çevresinde
dönüp duruyordu. Kitaba yer yer serpilmiş olan kömür gözlü ve sakallı Raspulin'i siyah
çoraplı, ama vücutlarının başka yerleri çıplak kadınlarla bir arada gösteren çağdaş
gravürlerden de anlamak bunu mümkündü. Raspulin'in ölümünü bir lürlü unulamıyordum:
Zehirli pastayla içine zehir katılmış şarapla zehirliyor, pastadan daha fazla isteyince
üzerine tabancayla ateş ediyorlardı; göğsüne saplanan kurşun Rasputin'de bir raks
arzusunu uyandırınca onu bağlıyor ve götürüp Ncwa Irmağı'nın buzlu yüzünde açtıkları bir
delikten içeri bırakıyorlardı ve bunların hepsini subaylar yapıyordu; başkent
Pelersburg'taki hanımefendiler, pedercikleri Raspulin'e kendilerinden islediği her şeyi
verirlerdi de asla zehirli pasla vermezlerdi. Kadınlar ona inanıyor, oysa subaylar
kişiliklerine karşı yitirdikleri özgüveni yeniden kazanabilmek için Raspulin'i ortadan
kaldırmak gereğini duyuyorlardı.
O atletik üfürükçünün yaşam serüveninden ve âkibeliııden hoşlanan yalnız ben olmayışım
şaşılacak bir şey miydi? Grctchen. el yordamıyla yalpalayarak yine ilk evlilik yıllarındaki
kitaplara dönüyor, yüksek sesle okurken zaman zaman çözülüyor, örtüleri sıyırıp alıyor
üzerinden, cümbüş sözcüğü geçtikçe ürperip o büyülü sözcüğü özel bir vurguyla belirtiyor,
ağzından cümbüş lafı çıktıkça onu yaşamaya hazır bir tavır takınıyor, ama yine de cümbüş
deyince gerçek bir cümbüşü hayalinde canlandıramıyordu.
Ama annem Kleinhammcr Caddesi'ne gelip pastacı dükkânının üzerindeki derslerde hazır
bulunmaya başlar başlamaz, iş kötüye sardı. Bazen bir cümbüşe dönüşlü onun bu gelişleri;
bundan böyle cümbüş küçük Oskar için bir ders değil, varılmak istenen amacın kendisi
oldu; okunan her üç cümlede bir veya iki sesli kikirdeşmelere yol açtı, dudaklarda
kuruluklar ve çatlaklar meydana getirdi, Rasputin diledikçe iki evli kadının birbirlerine
daha çok sokulmasını sağladı, kanepenin minderleri üzerinde onları tedirginliğe sürükledi,
bacaklarını birbirlerinin bacaklarına bas
110
ıırnıak düşüncesini uyandırdı kafalarında. Başlangıçtaki kikirdcşıncler derken bilsin arlık'h
göğüs geçirmelere dönüşlü! Raspulin kitabından on iki sayfanın okunması, belki de hiç
islenmemiş ve pek beklenmemiş olan, ama güpegündüz, öğleden sonra seve seve
kabullenilen bir sonuç doğurmuştu; Rasputin'in asla itiraz etmeyeceği, itiraz şöyle dursun,
dünya var oldukça bedavadan dağıtacağı bir sonuçtu bu.
Nihayet iki kadın "Aman Allah! Aman Allah!" diyerek dağılmış saçlarının orasını burasını
bağlar tuttururken, annem: "Sakın, Oskar'cığım bir şey anlamasın, bunlardan?" diye
hatırlatacak oldu.
"Ah ne gezer şekerim!" sözleriyle yatıştırdı annemi Grelchen. "Baksana, o kadar emek
veriyorum, gene de bir şey, ama hiçbir şev öğrendiği yok. Okumaya gelince: Galiba hiç
sökemeyecek."
Ve benim hiçbir şeyin yerinden oynalamadığı bilmezliğime örnek vermek için ekledi: "Düşün
bir şekerim, Agues! Bizim bu okuduğumuz Raspulin romanı var ya, sayfalarını yırtıp yırtıp
alıyor, bir güzel kallıyor, derken bakıyorsun hiçbiri yok ortada. Bazen vazgeçesim geliyor
bu ders işinden. Ama sonra bakıyorum kitaptan duyduğu sevince de, haydi yırtarsa yırtsın
diyorum. Alex'c söyledim zaten, Noel'de yeni bir Raspulin al da, hediye el bari bize,
eledim."
Yani sizin de fark etmiş olduğunuz gibi, üç ilâ dört yıl içinde işte o kadar, hatla ondan da
uzun bir süre öğretmenlik etmişti bana Grelchen Schcffler Rasputin'deki sayfaların
yarısını koparıp almayı başarmış, hepsini kollayıp gözeterek bir afacanlık süsü allında
katlamış, sonra eve gidip trampetimi konuşturduğum köşede söz konusu yaprakları yine
kazağımın altından çıkarıp düzlemiş ve kadınlar tarafından rahalsız edilmeden gizlice
okumak üzere tümünü bir araya yığmıştım. Goclhe'dc de aynı yola başvurdum; her dön
dersle bir "Döte! Döle!" diye haykırıp Greichen'in elinden kitabı ille de almaya kalktım.
Yalnız Rasputin'e bel bağlamak niyetinde değildim çünü; çok geçmeden yaşadığımız
dünyada her Raspulin'e karşılık bir Goethe bulunduğu
111
nu anlamıştım; ya Rasputin Gocihe'yi ya da Goelhe Raspuıin'i peşinden sürüklüyor, hatla
onu yaratıyor, ama gerektiği zaman canını cehenneme yollamakta duraksamıyordu.
Oskar, ciltsiz kitapla tavan arasına veya bisiklelliğin arkasındaki Heilandt Baha'nın
sundurmasına çekilip Gönül Akrabalıklan'nın kopuk sayfalarını iskambil karar gibi bir
tomar Raspulin'le karıştırıyor, böylece oluşan yeni kitabı giderek artan, ama yine de
gülümscmcli bir hayretle okuyordu; Ollilie'yi* Raspulin'in kolunda Orta Almanya
parklarında uslu uslu gezinirken, Gocthc'yi ise sefih bir hayat yaşayan asilzade kızı
Olga'yla kızağa kurulmuş, kışın hüküm sürdüğü Pelersburg'la cümbüşten cümbüşe
seğirtirken görüyordu. Ama biz şimdi yine Kleinhammcr Caddesi'ndeki benim dersaneye
dönelim. Hani hiçbir ilerleme kaydetmiyor görünmeme karşın, Grelehen, en genç kızsı
bazlardan birini tadıyordu bende; benim yakıncağızımda, beri yandan o Rus üfürükçüsünün
göze görünmeyen, ama kıllı olduğuna hiç kuşku bulunmayan mübarek eli allında, odadaki
ıhlamurları ve kaktüsleri de kendisiyle beraber sürükleyerek bir güzel yeşerip
çiçekleniyordu. Ah, keşke o yıllarda Bay Schcffler arada bir elini hamurdan çekse de,
pastane için hazırladığı çörekleri bir başka çörekle değiştirseydi! Grelehen, onun
taralından yuğrulup yuvarlanmaya, oyuklarla, deliklerle donatılıp fırına verilmeye dünden
hazırdı. Kimbilir, fırından ne çıkardı sonra? Belki bir çocuk. Gretchcn'c bu fırına verilme
hazzını çok görmemek gerekiyordu.
Ama böyle bir şeyle de karşılaşılmıyor, dolayısıyla Grelehen okuduğu Rasputin romanının
duygulan gıcıklayan şayialarından sonra gözleri çakmak çakmak, saçları hafif dağılmış
oturuyor, kazma gibi dişlerini oynatıyor, ama dişleyecek bir şey de bulamayarak "Aman
Allahım! Aman Allahım!" diye mırıldanıp insanın özünde saklı yalan o dünya kadar eski
mayayı açığa vuruyordu. Annemin Jan'ı vardı, Gretchen'in imdadına koşamıyordu; hani
Gretchen şen şakrak biri olmasa, dersin bu bölümünün bir felâ
* Goclhc'nin Gönül Akrabalıkları adındaki romanın kadın kahramanlardan biri, Charlolle'nin
kocası Cduard'ın gönül kaptırdığı kız. (Ç.N.)
112
kelle sona ermesi işlen değildi.
Böyle zamanlarda hemen soluğu mutfakta alıyordu Grelehen; az sonra kahve değirmcniyle
dönüyor, bir sevgili gibi değirmeni bağrına bastırıyor, kahve çekilirken yanık ve ateşli bir
sesle, annemin eşlik elliği "O Kara Gözler" ile "Kırmızı Sarafan" şarkılarını mırıldanıyor,
derken kara gözleri alıp mutfağa götürüyor, ateşin üzerine su koyuyor ve gaz alevinde su
ısınırken pastaneye inip çokluk Bay Scheffler'in itirazına aldırmayarak laze bayat ne
bulursa alıp getiriyor, her birinin üzerinde ayrı çiçek desenleri görülen kahve fincanları,
minik sütlük, şekerlik ve pasla çalallarıyla masayı donatıyor, aralara hercai menekşeler
serpiştiriyor, sonra fincanlara kahve dolduruyor, bir yolunu bulup "Çariçe" operetinden
melodilere atlıyor, anneme ballı bademler, içi kaymaklı pastalar sunuyordu. Volga kıyısında
bir asker duruyor bademli kurabiyeler çok melek var mı yanında yumurtalı köpük
kurabiyeler kaymaklı ne de tatlı oluyor, ne de tatlı oluyor. Ve kurabiyeleri, pastaları
ağızlarında çiğnerlerken iki kadın daha bir serinkanlı konuşmaya başlıyorlar; az sonra
pasta ve kurabiyelere doyuyor, işte öylesine çığırından çıkmış, uçurumlar kadar derin
ahlâksızlık balağına gömülmüş çar zamanlarına karşı içtenlikli bir hırsa kaptırıyorlar
kendilerini.
Ben o yıllarda aşırı ölçüde pasta ve kurabiye tıkmıyordum. Bu da eldeki resimlerden de
görüleceği gibi boyumun uzamasına yol açmış, ama beni daha da bir gebeş ve biçimsiz
duruma sokmuştu. Çok vakit, Kleinhammcr Caddesi'ndeki dükkânımıza gidip tezgâhın
başına geçiyor, Malzeratlı oriadan kaybolur kaybolmaz bir parça kuru ekmeği bir sicimin
ucuna bağlayıp içinde Ringa balığı salamurası bulunan Norveç fıçıcıklarından birine
sarkıtıyor, ekmek gırtlağına kadar luzlu suya doyar doymaz sicimi çekiyordum. Aşırı
ölçüde mideye indirilen pasta ve kurabiyelerden sonra bu luzlu suya banılmış ekmeğin nasıl
bir kusturucu ilaç etkisi gösterdiğini bilemezsiniz. Çok vakit Oskar, kilo vereceğim diye
tuvalete kapanıyor kusuyordu; o kadar pasla kusuyordu ki,
113
bir Danzig guldeninden Fazla tutardı hepsi; Danzig guldeni de doğrusu çok paraydı o
zamanlar.
Grelchcn'den aldığım derslerin ücretini ona bir başka şeyle ödüyordum; Çocuk giysileri
dikmeye ve örmeye bayılan Gretchen, beni kendisine manken yapmıştı; her cins ve her
renk kumaştan hazırlanmış mini mini gömleklerin, kasketlerin, pantolonların ve paltoların
üzerimde prova edilmesini hoş karşılamanı ve sineye çekmem gerekiyordu.
Bilmem anneni mi, yoksa Grelchcn mi akıl elli, beni sekizinci yaş günümde kurşuna dizilmeyi
haketmiş küçük bir Çareviç kılığına soktular. Öğünlerde iki kadının Raspulin'e düşkünlüğü
doruğuna ulaşmıştı. Bu dönemden kalma bir resim, beni yağları damlamakla olan sekiz
mumun çevrelediği yaş günü pastasının yanı başında, üzerimde işlemeli bir Rus gömleği,
başımda külhanca yana yatırılmış bir Kazak kalpağı, göğsümde çapraz fişeklikler, ayağımda
beyaz bir külot pantolon ve kısa konçlu çizmelerle gösteriyor.
Trampetimin de bu resimde yer alması bir mutluluk doğrusu! Sonra Bayan Grctchen
Scheffler'in. belki de benim ısrarım üzerine, oldukça Biedermcier üslubuna ve Gönül
Akrabalıkları'na uyan, bugün bile elimin altındaki albümde yer alıp, o Goethc ruhunu davet
eden, benim iki ruhluluğuma tanıklıkla bulunan, yani benim aynı trampetle Wcimar'da
"anncler"in* yanına inip, Pctersburg'la hanımlarla cümbüşler düzenlememi sağlayan
kostümü dikmesi ve bana giydirmesi de bir başka mutluluktu!
* Anneler : Goclhc'nin Fausl adlı dramında (İkinci kısım, birinci perde) Mcplıisto ile Fausl
bir kral sarayına gelirler. Sarayın bütçesi tamtakırdır, ortalıkta âdeta bir matem havası
eser. Meplıisto, o alışılmış şeytanî hünerlerine başvurup, karşılıksız para bastırarak
ortalığı yine sevince boğar. Bu arada Faust Kral'a bir vaaiıc bulunmuştur; bu vaat
gereğince Kral Helena ile Paris'i bir an önce karşısında görmek isler. Faust, Mephisto'nun
yardımına başvurur. Meplıisto bunun için "anneler" denen, insanlar tarafından bilinmeyen,
şeytanlarca da adı edilmek istenmeyen çok derinlerde yalnızlık ve zamansızlık ortasında
yaşayan tanrıçaların yanına innesi gerekliğinden söz açar; Paust'a bir anahtar verir ve söz
konusu derinliklere indiğinde karşısına çıkacak ışıl ışıl bir sacayağım alarak yeryüzüne
getirmesini, bununla her islenilen kişiyi ölüler ülkesinden çıkarabaliceğini söyler. (Ç.N.)
114
STOCKTURM'DAN* SÖYLENEN ŞARKININ UZAK ETKİSİ
Hemen her gün bir sigara içimi odama gelen, beni tedavi edecekken her delasında
tarafımdan tedavi edilip sinirleri biraz daha yatışmış olarak odamdan çıkan Froylayn Dr.
Hornslettcr'in, doğrusu sigaralarından başka şeyle pek düşüp kalkmayan bu pek çekingen
hanım doktorun ikide bir ileri sürdüğüne göre, ben çocukluğumda kendi içine kapalı
yaşamış başka çocuklarla gereği gibi oynamamışım.
Hani başka çocuklar konusunda pek haksız sayılmayabilir Froylayn Hornstetler. Öyle ya,
Gretclıen'in yanındaki öğrenciliğim beni o kadar meşgul ediyor, Gocthc ile Rasputin
arasında bir o yana, bir bu yana beni öylesine çekip çekiştiriyordu ki, ne kadar istesem
çocuklarla halka olup hora tepmeme ve sayışma oyunları oynamama vakit bırakmıyordu.
Ama bir bilgin edasıyla kitaplara boş verip, hatla bunlara harf mezarlığı gözüyle bakarak
lanetler savurup, sokaktaki insanlarla ne zaman ilişki kurmak istesem, bizim apartmandaki
bacaksızlara rastlıyor ve bu acımasız yaratıklarla biraz düşüp kalktıktan sonra yeniden
sağ salim kitaplarıma dönebiliısem kendimi mutlu sayıyordum.
Oskar ya dükkândan geçerek evden ayrılıyor, ki o zaman ken
Siocklurm : Bir zamanlar şehrin savunulmasında önemli bir yer tutan, daha sonra zindan ve
hapishane olarak kullanılan bir kule. (Ç.N.)
dilli Labcs Caddesi'nde buluyordu, ya da kapıyı arkasından vurup kapıyor, oturdukları
daireden çıkıp sahanlığa geliyordu; buradan sol taralı izleyip doğru kendini sokağa atabilir
ya da dört merdiveni tırmanıp müzisyen Meyn'in trompetini konuşturduğu tavan arasına
çıkabilir, son bir imkân olarak da apartmanın avlusunu seçebilirdi. Cadde, arnavut
kaldırımlarıyla döşenmişti. Avlunun stabilize kumu üzerinde ada tavşanları geziniyor,
halılar çırpılıyor, tavan arasına gelince, içkili Mcyn'le düet yapabilmemizi sağlıyordu,
bundan başka bir de manzarası vardı buranın; tavanarasmdan görülen manzara la uzaklara
bakılabiliyor, kulelere çıkanların aradığı, çalı aralarında oturanları romantikleşlireıı o
sevimli, ama aldatıcı özgürlük duygusunun insanda uyanmasına yol açıyordu.
Avlunun Oskar için tehlikelerle dolu olmasına karşın, tavan arası güvenilir bir yerdi; ne var
ki, Alex Mischkc ile avanesi, günün birinde buradan da attılar Oskaı'ı. Avlunun boyu
apartmanın boyu kadardı, ama ancak yedi adımdı derinliği ve üstüne dikenli tel çekilmiş
katranlı bir lahla perdeyle komşu üç avludan ayrılıyordu. Tavan arasından kuş bakışı pek iyi
görülüyordu bu labirent: Labcs Caddesi'nin, birbiriyle kesişen Herta Caddesi ile Luisc
Caddesi'nin ve uzakla, karşıda Maria Caddesi'nin evleri biraraya gelip avlulardan hatırı
sayılır bir dörtgen oluşturuyor, bu dörtgende öksürüğe karşı bonbon üreten bir Fabrikayla
birkaç baharat imalâthanesi bulunuyordu. Bazı avlulardan ağaç ve fidanlar dışarlara
taşıyor, o sıra hangi mevsimin yaşandığını haber veriyordu. Gerçi büyüklükleri değişikli
avluların, ama adalavşanları ve halı çırpma çubukları bakımından hepsi bir örnekti.
Tavşanlar bütün yıl görülebiliyordu avlularda; oysa halılar ev yönetmeliği uyarınca ancak
salı ve cuma günleri çırpılabiliyor, böyle günlerde avluların gerçeklen büyük oldukları
ortaya çıkıyordu. Tavan arasından hepsini işitiyor ve görüyordu, Oskar: Yüzü aşkın taban
halısı, yol halısı, yatak önlerine serilen paspaslar, lahana salamurasıyla ovuluyor, sonra
fırçalanıp çırpılıyor, sonunda üzerlerindeki desenleri açıkça göstermeye zorlanıyordu.
Yüzler
116
ce ev kadını çıplak ve tombul kollarını kaldırıp saçlarını ve saç tuvaletlerini kısa bağlamış
eşarplar içinde koruyarak halı cesetleri evlerden çıkarıyor, lahla çubuklar üzerine alıp halı
çırpma yelpazelerine sarılıyor ve boğuk darbelerle avluların darlık ve sıkışıklığını
darmadağın ediyorlardı.
Oskar bu hep bir ağızdan söylenen temizlik kasidesine karşı bir nefret duyuyordu içinde.
Trampetiyle gürültüye karşı savaşıyor, yine de kadınlar karşısındaki çaresizliğini isler
islemez itiraf ediyordu. Halı çırpan yüz kadar kadın bir göğü fethedebilir, genç
kırlangıçların kanatlarındaki sivri uçları köreltebilir, Oskar'ın nisan havası içine
trampetienıniş tapınakçiğını bir iki vuruşta çökcrtebilirdi.
Halı çırpılmadığı günlerde, apartmanımızdaki bacaksızlar avludaki çubukların üzerinde
jimnastik yapıyordu. Ben seyrek iniyordum avluya. Ancak Heilandt Baha'nın sundurması
bana biraz güvenlik sağlıyor, çünkü Heilandl Baba, hurda eşyaların saklandığı sundurmasına
yalnız benim girmeme izin verip öteki çocukların yürüyüp paslanmış dikiş makinalarını, şu
ya bu parçası noksan bisikletleri, mengeneleri, sıra sıra dizilmiş şişeleri ve sigara
kutularında saklanan eğri ya da eğriyken doğrultulmuş çivileri görmesine pek müsaade
etmiyordu. Hayli oyalayıcı bir işti çivi doğrultmak: Heilandl Baba ya sandık tahtalarıııdaki
çivileri söküyor ya da bir gün önceden söktüğü çivileri bir örs üzerinde doğrultuyor, hiçbir
çivinin ziyan edilmesine gönlü elvermiyordu. Ayrıca, bir evden bir eve laşınılırken yardıma
koşan, bayramlarda konu komşunun adaiavşanlarmı boğazlayan, ağzında çiğnediği tütünün
posasını avlunun, merdivenlerin ve tavan arasının neresi rasgelirse lükürüp alan bir adamdı.
Bir gün çocuklar, çocukluklarını yaparak Heilandl Baba'nm sundurmasının yanı başında bir
çorba pişirmeye kalktılar. Nuchi Eyke adındaki çocuk, Heilandl Baha'dan kaynayan suya üç
kez tükürmesini isledi, Heilandl Baba da bir hayli geriye çekilip isteneni yaptı, sonra
sundurmasına girip yine çivi doğrultmaya koyuldu. Derken Alex Mischke yeni bir katkıda
bulundu çorbaya,
117
un haline getirilmiş bir kiremit parçasını suya karıştırdı. Oskar çorbanın pişirilmesini
merakla izliyor, ama kenarda durup bir şeye karışmıyordu. Alex Mischke ile Harry
Schlager, büyüklerden gelip çorbalarına bir göz alan olmasın diye bez ve paçavralardan
çadıra benzer bir şey çalmışlardı. Kiremit tozu fokurdamaya başladı derken. Hanschcn
Kollin ceplerini boca edip Aktien Gölü'nde yakaladığı iki canlı kurbağayı çorbaya bağışladı.
Kurbağaların öyle şarkısız türküsüz, ayrıca son bir kez sıçrayıp zıplamadan tencerenin
dibini boyladıklarını görünce, çadırdaki tek kız Susi Katcr'in yüzünde bir düş kırıklığı ve
öfkeli bir ifade belirdi. İlkin Nuchi Eyke, pantolonunun düğmelerini çözerek, Susi Kaler'e
aldırış etmeden çorbanın içine işedi. Alex, Harry ve Hanschen izlediler onu. Parmak Çocuk
Oskar, on yaşındakilerc nasıl işenirmiş gösterecekti ama, biraz olsun sidik gelmedi
(rükünden. Bunun üzerine herkes gözünü Susi'ye çevirdi; Alex Mischke Susi'ye kenarları
ezilmiş persil mavisi emaye bir kap uzaltı. Doğrusu o anda hemen savuşup gitmeyi düşündü
Oskar, ama sonra biraz daha bekledi. Anlaşılan fistanının altında bir külolçuğu bulunmayan
Susi Kaler yere çömdü, dizlerini elleriyle sardı, önce kabı altına çekerek bel bel önüne
baktı ve kap içindeki emayemsi şırıltı kendisinin de çorbaya katacak tuzu olduğunu haber
verir vermez burnunu kıvırdı.
İşle bunun üzerine koşarak uzaklaştım oradan. Aslında koşmayacak, sakin serinkanlı
yürüyüp gidecektim. Ama ben koşunca, gözleri daha önce çorba tenceresinde balık avlayan
oradakiler arkamdan baktı, arkamdan doğru Susi Katcr'in sesini işitim: "Ne diye koşuyor o
bakayım? Bizi ele verecek mutlaka." Dört merdivenin dördünü de düşe kalka tırmanıp
ancak tavan arasında rahat bir nefes aldığım zaman, bu sözleri hâlâ iğne gibi vücudumda
hissediyordum.
Yedi buçuk yaşındaydım o zaman. Susi galiba dokuzundaydı. Klein Kaschen sekizinde vardı
ancak. Alex, Nuchi, Hanschen ve Harry on, on bir yaşlarındaydı. Bir de Maria Truczinski
bulunuyordu evde, benden biraz büyüktü; ama oynamak için avluya hiç
118
inmez, Truczinski Nine'nin mutfağında bebekleriyle oyalanır ya da Protestan ailelerin
çocuklarının devam ettiği bir çocuk yuvasında çalışan yetişkin ablası Guste'yle oynardı.
Dolayısıyla, kadınların oturaklara idrarlarını akıtırken çıkan şırıltıya bugün bile
katlanamayışım şaşılacak bir şey mi! Oskar'ın trampetini konuşturup kulaklarını
yatıştırdığı, tavan arasında soluğu alıp fokurdayan çorbadan yakayı kurtarmış hissettiği
bir anda sökün eltiler hep birden, çorbada tuzu olanlar yalınayak ve ayaklarında potinlerle
çıkageldiler; Nuchi de çorbayı getirdi. Oskar'ın çevresini sardılar, en son Klein Haschen
göründü. Birbirlerini dürttüler, cırtlak bir sesle birbirlerini uyardılar: "Haydisene!"
sonunda Alex arkadan yakaladı Oskar'ı, kollarını kıskaca alarak karşı koyamaz duruma
gelirdi. Dilini ıslak ve düzgün dişleri arasına kıstırmış gülüp duran Susi, yapılacak işte kötü
bir taraf görmediğini açıklayarak Nuchi'nin elinden kaşığı kaplı, kalçalarına sürte sürle
gümüş gibi parlattı bu demir parçasını, sonra buğular tüten tencereye daldırıp iyi bir ev
hanımı edasıyla tenceredeki lapayı, gereken kıvamı bulması için, yavaş yavaş karıştırdı;
kaşığı çorbayla doldurup soğulmak ister gibi üfledi bir süre ve nihayet Oskar'a içirdi; hani
ömrümde daha böyle çorba içmedim, lezzetini doğrusu asla unutamayacağım.
Birden Nuchi'nin midesi bulamp tencere içine kusmaya başladı, vücudumun sağlık ve
afiyetini kendilerine isle öylesine dert edinmiş lıayduı sürüsü beni bırakıp gitti derken;
ancak o zaman, birkaç yatak çarşalmm asılı bulunduğu tavan arasındaki çamaşır kurutma
yerinin bir köşesine emekliye sürüne çekildim ve bir iki kaşık pembe çorbayı içimden dışarı
attım, ama kusmuklarda kurbağa arlıkları bulamadım doğrusu. Açık duran tavan arası
penceresinin altındaki bir masanın üzerine tırmanıp, kuş bakışı uzakla ki evlerin avlularına
bakimi; dişlerimin arasında gıcır gıcır ezdim kiremit kalıntılarını; bir şey yapmak için güçlü
bir istek duyuyordum, Maria Caddesi'ndeki evlerin uzak pencerelerini gözlerimle yokladım
şöyle bir; ışıl ışıl cam. Birden o yönde bağırmaya, uzak etkili şarkımı söylemeye koyuldum;
bir başarı elde ede
119
inceliğimi görüyordum, ama yine de uzak etkili şarkıda saklı olanaklara öylesine inanmıştım
ki, bundan böyle avlumuz ve avlular bana dar gelmeye başladı! Uzağa, uzaklıklara, uzak
bakışlara susamış beni, tek başıma ya da annemin elinden tutarak, Labes Caddesi'nden,
kentin bu kenar semtinden dışarı çıkaraeak ve evimizin dar avlusundaki bütün o
çorbacıların komplolarından kurtaracak her fırsatı değerlendirmeye koyuldum.
Haftanın her perşembesi alışveriş için annem kente inerkeiı, çokluk beni de yanma alıyor,
ne zaman Kömür Pazarı'ndaki Zcuglıaus Pasajı'nda bulunan Sigusmund Markus'un
oyuncakçı dükkânından bana yeni bir trampet almak istese beni de beraberinde
götürüyordu. O zamanlar, yani aşağı yukarı yedi ile on yaşlan arasında, tam iki haftada bir
trampetin hakkından geliyordum. On ile on dört yaşlan arasında, bir trampetin teneke
yüzünde çala çala delikler açmanı için bir hafta bile çok gelmeye başladı. Daha sonraları
ise yeni bir trampeti bir günde hurdaya çıkarmanın üstesinden gelebiliyordum; beri
yandan, ruh durumum bir denge içinde bulunuyorsa trampetimi üç dört ay kollayıp
gözeterek, ama yine de hızlı hızlı çalabiliyor, yine de teneke yüzünün cilasmdaki birkaç
çatlak dışında hiçbir yerini hasara uğratmıyordum.
Ama şimdi sizlere hah çırpma çubukları, çivileri doğrultan Heilandl Baba ve o zamana
kadar bilinmedik çorbalar icat eden yumurcaklanyla evimizin avlusundan ayrılıp annemle iki
haflada bir dükkânına uğradığımız Sigusmund Markus'un çocuk trampetleri arasından
kendime yeni bir trampet seçebildiğim zamanlardan söz açacağını. Bazen, trampetim daha
yarı sağlam duruyorken yine de bazen beni yanına aldığı oluyordu, annemin; bu gibi öğle
sonralarını insanda hep biraz müzemsi bir izlenim uyandıran, kilise çanlarının biri bırakıp
birini alarak aralıksız gürültüye boğduğu renkli Eski Şehir'de öldürüyordu.
Çokluk hoş bir düzen içinde geçiyordu Markus'u ziyaretlerimiz. Leiser, Slernfeld veya
Machwilz mağazalarından gerekli birkaç öteberiyi alıp Markus'a uğruyorduk; en gönül
okşayıcı değ
120
ine komplimanları anneme söylemeyi âdet edinmişti Markus. Anneme kur yaptığı
kuşkusuzdu; ama hatırımda kaldığına göre, annemin altın diye nitelediği elini harcrelle
yakalayıp sessiz sedasız öpmekten öle bir muhabbet gösterisinde de bulunmuyordu ancak
şimdi sözünü edeceğim ziyarcliınizdeki dize kapanma olayını saymazsak tabii.
Anneannem Koljaiczck'tcn gösterişli ve tombul bir vücutla iyi kalpliliği ve hoşa gider bir
kendini beğenmişliği tevarüs eden annemin, Sigusmund Markus'un sevgi gösterilerine ses
çıkarmamasının başla gelen nedeni, Markus'un arada bir kendisine kelepir ipekli kumaşları,
ucuza kapatılmış, ama hiçbir yerinde kusur bulunmayan çıkma hanım çoraplarını salmaktan
çok hediye etmesiydi. Hele o gülünç denecek kadar az bir para karşılığı iki haftada bir
tezgâh üzerinden bana buyur edilen teneke trampetler!
Dükkâna her uğrayışınıızda annem, saat tam dört buçuğa gelince acele yapılması gereken
bir iki işi daha olduğunu ileri sürüp, Markus'tan yanında bırakmak istediği ben Oskar'a göz
kulak olmasını rica ediyordu, iler seferinde de Markus, garip bir gülümsemeyle annemin
önünde eğiliyor ve annem, o pek önemli işlerini yapıp çıkarırken beni, yani Oskar'ı
gözbebeği gibi koruyacağına tumturaklı bir dille söz veriyordu. Konuştuğu cümleleri tuhaf
bir vurguyla donatan Markus'un, pek halif ve incitici olmaktan uzak, alaylı konuşması
annemin zaman zaman kızarmasına ve yoksa bu Markus işin iç yüzünü biliyor mu gibilerden
bir kuşkuya kapılmasına yol açıyordu.
Ama annemin önemli dediği ve alabildiğine bir hamaratlıkla peşinden seğirttiği işlerin ne
lürlü şeyler olduğunu ben de bilmiyor değildim. Çünkü bir süre Dülgerler Sokağı'ndaki ucuz
bir pansiyona gidip gelirken ona arkadaşlık etmiştim; annem merdivenleri çıkarak
pansiyonda kayboluyor, bir kırk beş dakika ortalarda gözükmüyordu. Bense bu arada, bir
şey söylemeden getirilip önüme bırakılan hep aynı tatsız limonatanın başında, çokluk
likörünü sesli sesli yudumlayan pansiyon sahibesinin hemen yanında oturuyor ve
bekliyordum. Derken annem, halinde pek bir
121
değişiklik sczilmeksizin merdivenlerden iniyor, önündeki likör kadehinden başını
kaldırmayan pansiyoncu kadına veda edip beni elimden tutuyor, ama elindeki sıcaklığın
kendisini ele verdiğinden haberi olmuyordu. Sonra, sıcacık ve el ele, Yünlü Dokumacılar
Sokağı'ndaki Cafe Weitzke'ye yollanıyorduk. Annem kendisine bir Türk kahvesi, Oskar'a
limonlu dondurma söyleyip bekliyordu; derken her zamanki saatinde Jan sanki oradan
geçerken kahveye uğruyor ve yanımıza gelip oturarak masanın yatıştırıcı serinlikteki
mermer yüzeyine annem gibi bir Türk kahvesi getirtip koyduruyordu.
Hiç çekinmeden önümde konuşuyorlardı, konuşmaları benim hanidir bildiğim şeyleri
doğruluyordu: Annemle Jan amca hemen her perşembe Dülgerler Sokağı'ndaki pansiyonda
kiralanan ve kirası Jan Amca tarafından ödenen bir odada buluşuyor, kırk beş dakika
burada baş başa kalıyorlardı. Beni peşine takıp Dülgerler Sokağı'na ve oradan Cafe
Weitzke'ye getirmemesini sonradan herhalde Jan istemiş olacaktı annemden. Jan bazen
pek sıkılgan, annemden de sıkılgan davranıyor, annem haklılığına ve doğruluğuna her vakit,
halta pansiyondaki buluşmaların arkası kesildikten sonra bile inanmakta devam ettiği bir
aşk saatinin son dakikalarına benim lanık olmamda bir sakınca görmüyordu.
Dolayısıyla, sonradan, Jan'ın isteği üzerine, hemen her perşembe ikindisi saat dört
buçuktan altıya birkaç dakika kalana kadar Sigusmund Markus'un yanında oyalanmaya
başlamıştım; Markus, dükkanındaki leneke trampetleri gözden geçirmeme ve bunları
çalmama ses çıkarmıyordu. Birden çok trampet üzerinde başka nerclc bulabilirdi bu fırsatı
Oskar? sesimi duyulabiliyor ve Markus'un o mahzun köpeksi yüzüne bakabiliyordum;
kafasındaki düşüncelerin nereden geldiğini bilmesem de, uzandıkları yeri, bunların
Dülgerler Sokağı'ndaki pansiyonda eğleştiğini, burada üzerinde numaralar yazılı oda
kapılarını tırmaladığını ya da "Yoksul Lazarus" gibi Cafe Weiizke'deki küçük mermer masa
altına tünediğini seziyordum. Neyi bekliyordu Markus? Kendisine kalacak kırıntıları mı?
122
Gelgeldim, annemle Jan geride kırıntı bırakmıyor, ne varsa hepsini kendileri tıkmıyordu.
Asla doymak bilmeyen ve sonunda kendi başını yiyen büyük bir iştahları vardı. Kendi
kendileriyle öylesine meşgul bulunuyorlardı ki, masanın altında tüneyen Markus'un
düşüncelerine hafif bir meltemin sırnaşık okşayışı gözüyle bakacakları kuşkusuzdu.
Söz konusu ikindilerin birinde galiba eylüldü, çünkü annem Markus'un dükkânından pas
kahverengisi son baharlık kostümle ayrılmıştı Markus'un dalıp gittiğini, içine gömülmüş ve
yitik, tezgâhın başında dikildiğini görünce, o gün yeni satın alınmış trampetimle dükkândan
dışarı süzüldüm. Zeughaus Pasajı'ndan, iki yanında kuyumcuların, mezeci dükkânlarının ve
kilabevlerinin dizildiği o serin ve karanlık tünelden içeri girmeye heveslendim. Ama,
ucuzluklarına şüphem olmamakla beraber benim yine de satın alamayacağım öteberilerin
sergilendiği vitrinler önünde oyalanmadım pek; tünelden geçerek Kömür Pazarı'na çıktım.
Zeughaus'ın önündeki tozlu ışığın orta yerine gidip durdum. Binanın bazalt grisini
anımsatan ön cephesi, çeşitli zamanlardaki kuşatmalardan kalma irili, ufaklı top güllelcriyle
donatılmış, bu demir kamburların gelip geçenlere kentin tarihini anımsatması istenmişti.
Gülleler bana bir şey söylemiyordu; kaldı ki bunların yerlerine kendiliklerinden gelip
oturmadıklarım, geçmiş yüzyıllardan kalmış cephaneyi çeşitli kiliselerin, vilâyet
konaklarının ve bu arada Zcugfıaus'in ön ve arka cephesine yerleştirilmesi için İmar
Müdürlüğü ile Eski Eserler Müclürlüğü'nün ortaklaşa çalıştırdıkları bir duvarcı ustasının
bizim kentte yaşadığını biliyordum.
Derken sağda kalan, Zeughaus'dan yalnız dar ve ışıksız bir sokakla ayrılıp sütunlu kapısı
görünen tiyatrodan içeri girecek oldum. Düşündüğüm gibi tiyatroyu kapalı bulunca suare
için gişe ancak yedide açılıyordu— trampetimi çalarak, beri yandan gerekliğinde geriye
çekilme düşüncesine de kafamda yer vererek, kararsız, sola yürüdüm. Ansızın Oskar,
Stocklurm'la Uzun Sokağa açılan kapı arasında durdu. Kapıdan geçip Uzun Sokağa, son
123
ra sola sapıp geniş Yünlü Dokumacılar Sokağı'na girmeyi göze alamadım, çünkü annemle
Jan bu sokaklaki bir kahvede oturuyordu; henüz gelmemişlerse, Dülgerler Sokağı'ndaki
islerini belki henüz bitirmiş veya mermer masada Türk kahvelerini içip dinlenmek üzere
kahveye doğru yola koyulmuş bulunuyorlardı.
Tramvayların sürekli gidip gelerek ya kapıdan girmek istediği ya da zil vurarak kapıdan
çıkıp gıcırtılarla virajı aldığı ve Kömür Pazarı'na, Odun Pazarı'ııa, kentin merkez
istasyonuna yöneldiği yolu nasıl geçip karşıya geldim, bilmiyorum. Belki de büyüklerden
biri, herhalde bir polis memuru beni elimden tutmuş, tehlikelerle dolu trafik içinden
kollayarak karşıya geçirmişti.
Birden Slockturm'un gökyüzüne yaslanan tuğla cephesinin önünde buldum kendimi ve
doğrusu belli bir amaç gözetmeden içimdeki can sıkıntısına uyarak trampetimin
değneklerini duvarla kule kapısının demir kasası arasına sıkıştırdım. Tuğladan duvar
boyunca yukarlara yollamak isledim bakışımı, ama onu kulenin ön cephesinden koşturmakta
güçlük çekiyordum; çünkü duvardaki oyuklardan ve kulenin pencerelerinden sürekli
güvercinler havalanıyor, ama az sonra güvercin ölçüşünce kısa bir zaman dinlenmek için
yine su olukları ve saçaklar üzerine konuyor, derken tekrar kendilerini duvarda aşağı
bırakıyor, bakışımı da bu arada kendileriyle beraber alıp götürüyorlardı.
Güvercinlerin yaptıklarına içerledim. Bakışlarıma acıdım, çekip geriye aldım onları; iki
trampet değneğini ciddi bir edayla, beri yandan öfkemi üzerimden almak için kaldıraç gibi
kullandım; fazla direnmedi kapı ve daha kapı bütünüyle açılmadan kendini kulenin içinde
döner merdivende buldu Oskar; merdivenleri çoktan çıkmaya başlamıştı, boyuna sağ
ayağını yukarı alıyor, sol ayağını çekip onun yanma alıyordu. Derken zindanın ilk demir
parmaklıklı hücrelerine geldi, bir burgu gibi çıktı döne döne; etiketlerle donatılmış olup
bakımına titizlik gösterilen işkence aletlerinin sergilendiği işkence odasını geride bıraktı.
Merdivenleri tırmanırken arlık sol ayağını yukarı alıyor, sağ ayağını çekip onun yanına
alıyordu dar kafesli bir pencereden bir göz
124
altı aşağılara, kalınlığı üzerinde bir fikir edindi, güvercinleri ürküllü, ama aynı güvercinlere
merdivenin bir dönemeç yukarısında tekrar rastladı, yine sağ ayağını yukarı atmaya ve sol
ayağını onun yanına çekip almaya başlamıştı; sağ ayağında da sol ayağındaki gibi bir ağırlık
hissetmesine karşın, uzun bir süre daha yukarılara çıkmak isteğini duyuyordu. Ama
merdivenler onun bu çıkışma vaktinden önce son vermişti. Kulenin mimarisindeki
anlamsızlığı ve zavallılığı işte o zaman anladı.
Bilmiyorum Stockturm ne kadar yüksekti ve şimdi ne kadar yüksek? Çünkü sağ salim
atlattı savaşı. Bakıcım Bruno'dan, Doğu Alman topraklarındaki Gotik üslûpta mimari
eserlere ilişkin bir kitap rica etmek isteğini de duymuyorum. Sanırım, kulenin tepesine
kadar kırk beş metre vardı.
Tepedeki külahı kuşatan bir galeride pek de çabuk yorulan merdiven yüzünden çıkışıma son
vermek zorunda kaldım. Yere oturup galeriyi çevreleyen sütunlar arasından ayaklarımı
uzattım; sağ kolumla kavradığım bir sütunun yanı başından eğilerek aşağılara, Kömür
Pazarı'na baktım; sol elimle, bütün merdivenleri benimle çıkmış trampetimi tutuyordum.
Şimdi burada, bir sürü kulesi olan, çanlar çalan, yaşlı ve saygıdeğer, içinde hâlâ Orlaçağ
havasının esliği ileri sürülen, binlerce gravüre başarıyla hakedildiği görülen kentin bir
panoramasını tasvir ederek, yani Danzig'i kuş bakışı anlatarak sizleri sıkmak niyetinde
değilim. Yazı için hiç de nankör bir konu olmadıkları sık sık söylenmesine karşın,
güvercinler üzerinde de durmayacağım. Bir güvercin âdeta bir şey söylemez bana, bir
martı benim için bir güvercinden daha çok anlam taşır. Barış güvercini sözünde de ancak
çelişik anlamda bir doğruluk bulurum. Güvercinlere, gökyüzünün alı kesimlerinin
geçimsizlikle üstüne olmayan bu kiracılarına bir barış mesajı emanet etmektense, söz
konusu mesajı bir Şahine, halta bir leş kargasına emanet ederim daha iyi. Sözün kısası:
Slockturm'da güvercinler vardı. Ama güvercinler, eski eserler bakıcılarının himmetiyle eli
yüzü düzgün her kule üzerinde vardır nihayet.
125
Oysa ben başka bir sey kestirmiştim gözüme; Zeughaus Pasajı'ndan çıktığımda kapalı
bulduğum Şehir Tiyatrosu. Kubbesinin tepesinde mimikleri, kulisleri, suflörleri, aksesuarı
ve bütün sahneleriyle beş perdelik bir oyunun öğütülüp korkunç bir hurdaya çevrilmesini
sağlayacak o kol bulunmasa bile, her akşam tıklım tıklım dolu olan bu sanat perisi ve kültür
tapınağı, akıl almayacak ölçüde büyütülmüş klasik bir kahve değirmenine, domuzuna
benzerlik gösteriyordu. Yavaş yavaş batan ve ufku gittikçe daha çok pembeliğe boğan
güneşin, fuayesindeki sülunlu pencerelerden bir türlü ayrılmadığı bu binaya içerledim.
Kömür Pazarı'ndan, tramvaylardan, büroların kapanışını kutlayan memur ve
müstahdemlerden hemen otuz metre yukarıda, Markus'a ait misk kokulu ucuz eşya
mağazasının, Cafe Weitzke'deki serin ve küçük mermer masanın, iki fincan Türk
kahvesinin, annem ve Jan'ın hayli yükseğinde bulunuyordum; kirayla oturduğumuz evi,
avlumuzu, avluları, eğri çivileri, doğrultulmuş çivileri, komşu çocuklarını ve komşu
çocuklarının pişirdiği kiremitli çorbayı aşağılarda bırakmıştım; şimdiye kadar mecbur
kalmadıkça çığlık atmamış olan ben Oskar, şimdi ortada zorlayıcı hiçbir neden yokken bir
çığlık koyverdim. Şimdiye kadar o tiz perdeden ses tonlarını ancak trampeti elinden
alınmak istendiği vakit bir cam eşyadan, cam ampullerden, bayatlamış birayla dolu bir
şişeden içeri yollayan Oskar, şimdi trampeti söz konusu olmadan da kuleden aşağı
haykırmaya başlamıştı.
Kimse trampetini elinden almak istemiyor, ama yine de bağırıyordu, Oskar. Hani
güvercinlerden biri, kendisinden bir çığlık koparmak için pisliğini trampetimin üzerine
bırakıvermiş de değildi. Yakınlarda bakır levhalar üzerinde yeşil paslar vardı, cam yoktu;
ama yine de bağırıyordu Oskar. Güvercinlerin gözleri kırmızımsı ve ışıl ısıldı, kendisine
bakan cam bir göz bulunmuyordu ortada, öyleyken bağırıyordu Oskar. Nereye bağırıyordu,
hangi uzaklıktı onu bağırmaya ayarlan? Kiremitli çorbanın içilmesinden sonra tavan
arasından avlulara doğru plansız, gelişigüzel savrulan çığlıklar, şimdi burada bir hedefe
yönelmiş olarak mı
126
sahnelenecekti. Hangi cam nesneyi gözüne kestirmişti Oskar? Hangi cam üzerindeyalnız
cam söz konusuydu nihayet—deneylere girişmek isliyordu?
Bu hedef de, benim yapmacık diyebileceğim yeni ses tonlarımı ilk kez evimizi tavan
arasından akşam güneşi vurmuş pencerelerine çeken Şehir Tiyatrosu, yani o dramatik
kahve değirmeniydi. Hiçbirisiyle bir şey elde edemediğim değişik güçteki çığlıklardan
sonra, nerdeyse sessiz bir çığlığın üstesinden geldim: kıvanç duyarak ve hain bir gururla
kendi kendine müjdeledi, Oskar: Sol fuaye penceresinin ortadan iki camı akşam
güneşinden el çekmek zorunda kalmış, bir an önce yeniden camla kaplanması gereken
dörtgen biçiminde kara iki kovuğa dönüşmüştü.
Bundan böyle elde edilen başarının doğrulanması gerekiyordu. Yıllardır aramakla olup bir
kez ele geçirdiği üslubu, aynı ölçüde muhteşem, aynı ölçüde atak, aynı ölçüde değerli ve
çokluk aynı büyüklükteki eserleri parmağı ağzında kalan dünyaya armağan ederek
geliştirme yolunu tutmuş modern bir ressam gibi kendi kendimin üretimine geçtim.
Hepsi bir çeyrek saat içinde fuayenin bütün pencerelerini ve kapılardan bir kısmını
camdan soyup aldım. Tiyatronun önüne telâşlı bir kalabalığın toplandığım gördüm. Seyirden
hoşlanan insanlar vardır hep. Sanalımın bu hayranları beni pek etkiledi, ama şüphesiz
Oskar'm daha hoyrat ve biçimci bir yöntemle çalışmasına yolaçlı. Daha cesur bir deneye
başvurmaya ve bütün pencereleri açıp içerleri göz önüne sermeye niyetleniyor, yani açık
fuayeden, sonra bir loca kapısının analılar deliğinden süzülüp henüz karanlık salonu
geçerek bütün tiyatro abonelerinin medarı iftiharının, yani tıraş edilmiş çeşitli
yüzeylerinin hepsi de ışığı ayna gibi yansılan avize üzerine çullanacak bir çığlık yollamak
istiyordum ki, tiyatro önündeki kalabalıkla pas kahverengisi bir kostüm ilişti gözüme:
Annem Türk kahvesini içerek Jan'dan ayrılmış. Cafe Weitzke'den dönmüştü demek.
Ama ne yalan söyleyeyim, Oskar yine de o haşmetli avizeye bir çığlık yollamadan duramadı.
Ne var ki, çığlığı başarısız kal
127
mışlı anlaşılan; çünkü ertesi günü gazeteler sadece bilinmez nedenlerden ölürü sadece yer
yer çatlamış fuaye ve kapı camlarından haber verdi. Günlük hasmın arka safyalarında
bununla ilgili bilimsel ve yarı bilimsel incelemeler, haftalarca hayal ürünü zırvaları sütun
sütun saçıp döktüler ortaya. "Die Neucslcn Nachricten" gazetesi işi kozmik ışınlardan söz
açmaya bile vardırdı. Gözlemevindekiler, yani yüksek aşamadaki fikir işçileri güneş
lekelerinden dem vurdu.
Ansızın, kısa bacaklarımın elverdiği ölçüde hızlı bir tempoyla kulenin döner
merdivenlerinden indim aşağı; biraz soluk soluğa tiyatro önündeki kalabalığın yanına
geldim. Annemin pas kahverengisi kostümünün ortalıkta parıldadığı görülmüyordu arlık;
herhalde annem Markus'un dükkânına gitmiş, benim sesimin yol açlığı zarar ziyanı
anlatıyordu. Oskar, gelişmemiş durumunu ve elmas gibi sesini dünyanın en doğal bir şeyi
gören Markus'un, o anda dilinin ucunu yelpaze gibi sağa sola sallayıp bcyazsarımsı ellerini
ovduğunu geçirdi hayalinden.
Dükkânının kapısından içeri ayak alınca karşılaştığım manzara, bana uzak etkili haykırışımla
elde elliğim bütün başarıları unutturdu. Markus, annemin önünde diz çökmüştü ve bütün o
kumaş hayvanlar, ayılar, maymunlar, köpekler, hatla gözleri açılıp kapanan bebekler, beri
yandan itfaiye arabaları, salıncak allar, onra dükkâna göz kulak olan bütün o kukla adamlar
da sanki Markus'la beraber annemin önünde diz çökmek isler gibiydi. Annemin iki elini
ellerinin arasına alınıştı Markus; ellerinin sırt kısımlarında açık renk ayva tüyleriylc
örtülmüş esmer lekeler seçiliyor, gözlerinden yaşlar akıyordu.
Annemin de bakışlarında ciddi bir ifade, ortadaki duruma uygun düşen bir ilgi vardı.
"Hayır, Markus. Hayır!" diyordu annem. "Ne olur, bari burada, dükkânda yapma bunu!"
Ama Markus bir türlü susmak bilmiyordu; konuşmasında hiç aklımdan çıkmayan büyüleyici,
beri yandan abartmalı bir ion vardı. "Jan Bronski'yle düşüp kalkmayın, çünkü postanede
çalışıyor o, Polonya postanesinde, sonu iyi olmaz bakın, çünkü Po
128
lonya'yı tutuyor Bronski. Polonyalılara yüz vermeyin! Yüz verecekseniz Almanlara verin!
Çünkü Alınanlar ilerleyecek, Alınanlar yükselecek, bugün değilse yarın, hatla şimdiden
kalkmmadılar mı biraz, ama Bayan Agnes hâlâ Bronski'ye yüz veriyor, yalnız kocası
Malzerath'la düşüp kalksa neyse. Veya lütfedip Markus'la düşüp kalksa, Markus'a kalkıp
gelse! Hem yeni de vaftiz oldu Markus. Londra'ya gideriz sizinle, Bayan Agnes, orada eşim
dostum vardır, gereken belgelerin hepsi de tamam, siz yeter ki peki deyin, Bayan Agnes!
Ama Markus'la gelmek istemiyor musunuz, ondan nefret mi ediyorsunuz, güzel, nefret
edin. Ancak Markus'un sizden bir ricası var: Şu kaçık Bronski'den çekin elinizi, çünkü
Polonya postanesinde kalacağım diye diretiyor o, ama Polonya'nın işi görülecek yakında.
Almanlar bir gelmeye görsün, işi bitiklir Polonya'nın."
Önündeki bir sürü imkân ve imkânsızlıktan şaşkına dönen annemin de gözlerinden tam
yaşlar gelmek üzereydi ki, Markus kapıda beni gördü; bir elini bıraktı annemin, beş
parmağının beşini de konuşturarak beni gösterdi: "Şu yavrucağı, onu da alırız yanımıza,
Londra'ya götürürüz; küçük bir prens gibi bakarım ona. Küçük bir prens gibi."
Derken annem de beni iark elmişli, hafif bir gülümseme beli, rirgibi oldu yüzünde. Belki
Şehir Tiyalıosu'nun camsız kalan luaye pencereleri aklına gelmiş ya da Markus'un
Londra'ya gitme önerisi kendisini böyle keyiflcndirmişti. Yine de başını sallayıp, âdela bir
dans davetini geri çevirir gibi, pek fazia düşünmeden: "Teşekkür ederim, Markus,
teşekkür ederim. Ama imkânı yok, sahi yok! Biliyorsun Bronski!" demesi doğrusu şaşırttı
beni.
Amcamın adını bir parola gibi kabullenen Markus hemen doğruldu, annemin önünde
eğilerek: "Bağışlayın Markus'u!" eledi. "Bronski varken böyle bir şey olamayacağını
düşünmesi gerekirdi."
Zeughaus Pasajı'ndaki mağazadan çıktık; henüz dükkânların kapanma saati değildi,
öyleyken Markus oyuncakçı mağazasını
129
r,
kilitleyip, beş numaralı tramvayın durak yerine kadar geçirdi bizi. Şehir Tiyatrosu'nun
önünde hâlâ bir kalabalık vardı ve sağda solda birkaç polis dikiliyordu. Ama ben korkmadım
hiç, cama karşı elde ettiğim başarıları o anda pek düşündüğüm yoktu. Markus bana doğru
eğilerek, âdeta bizden çok kendisi için şöyle fısıldadı: "Meğer Oskar'ın elinden ne
marifetler geliyormuş! Baksana, trampet çalıyor, tiyatronun önünde hadise çıkarmasını
becc
rıvor.
130
TRİBÜN
Şehir Tiyatrosu'nun fuaye pencerelerini şarkı ve türkülerle kırıp dökmem, sahne sanatıyla
ilk kez ilişki kurmamı sağlamıştı. Oyuncakçı Markus'un o öğle sonrası kendisini pek meşgul
etmesine karşın, annem tiyatroyla aramda kurulan dolaysız ilişkiyi herhalde fark etmiş
olacaktı ki, Stephan ve Marga, Oskar ve kendisi için dört bilet alıp son Advent* pazarı her
üçümüzü tiyatroda sahnelenen bir Noel masalına götürdü. İkinci yan balkonda ön sırada
oturuyorduk. Parter üzerinde tavandan sarkan gösterişli avize, tiyatroyu aydınlatmak için
canla başla çalışıyordu. Bunu görünce, Stocıurm'dan aşağı şarkılar ve türküler yollayarak
onu kırıp dökmediğim için sevindim.
Daha o zamanlar çok, ama pek çok çocuk vardı. Balkoıılardaki çocukların sayısı annelerin
sayısını geçiyordu; varlıklı kişilerin, yani çocuk yapmakta daha çekingen davrananların
oturduğu parterde çocuklarla ve annelerin sayısı aşağı yukarı birbirine denkti. Şu çocuklar
da rahat durmaz ki bir türlü! Benimle az çok uslu Slcphan arasında Marga Bronski
oturuyordu; açılıp kapanan kolluğundan ikide bir kayıp iniyor, bazen balkon parmaklığı
önünde jimnastik yapmaya hevesleniyor, koltuğun açılıp kapanmasını sağlayan mekanizma
içinde ikide bir sıkışıp kalarak ağlamaya başlıyordu; ama o sersem çocuk ağzına annem
bonbonlar tıkıştırdı mı, koyverdiği çığlıklar hafifleyerek çevremizdeki öbür
Noel'e hazırlık süresi; Noel'den önce dördüncü pazardan başlar.
131
yaygaracı çocuklarınkine göre katlanılır bir durum alıyor ve çok geçmeden kesiliyordu.
İkide bir kolluğundan kayıp inerek, ikide bir koltuğuna tırmanmaya çalışarak vaktinden
önce yorulan Stephan'ın küçük kızkardeşi, ağzındaki bonbonları emerek temsilin
başlamasından az sonra uyuyakaldı; her perde kapanışında alkış için uyandırılıyor,
gerçekten de bol bol alkışlıyordu.
Tiyatroda, beni ilk perdeden başlayarak çekip sürükleyen ve kuşkusuz herkesten önce
bana hitap eden Parmak Çocuk adında bir masal oynanıyordu. Oyun ustaca düzenlenmişti;
asla sahnede görünmeyen Parmak Çocuk'un yalnızca sesi işitiliyor, büyük büyük insanlar
oyuna ismini veren o göze görünmez, ama pek hareketli kahramanın arkasından
seğirtiyordu. Bir bakıyorsunuz Parmak Çocuk atın kulağında oturuyor, bir bakıyorsunuz bol
para karşılığı babası taralından iki serseriye satılıyordu. Bir ara serserilerden birinin
şapkasının kenarında gezinip, oradan aşağılara sesleniyor, sonra bir fare yuvasına, fare
yuvasından çıkıp bir salyangoz kabuğuna giriyor, hırsızlarla hırsızlık yapıyor, derken
samanlar arasına karışıp bir ineğin karnını boyluyordu. Parmak Çocuk'un sesiyle konuşmaya
başlayan inek boğazlanıyor, hayvanın işkembesinde hapsolup kalmış Parmak Çocuk
işkembeyle beraber çöplüğe alılıyor ve orada kurt tarafından yutuluyordu. Ama kurdu,
Parmak Çocuk kurnazca kandırıp babasının evine getiriyor ve kilerden içeri sokuyordu;
kilerde kurt tam ortalığı yağmalamak üzereyken Parmak Çocuk yaygaraya başlıyor, oyun da
tıpkı masallardaki gibi sona eriyordu: Babası hınzır kurdu öldürüyor, annesi de bir makas
alıp obur hayvanın karnını yararak Parmak Çocuk'u içinden çıkarıyordu. Hani çıkarıyor
diyorsam, yalnız bağırdığı işitiliyordu Parmak Çocuk'un: "Ah babacığım, ah anneciğim! İlkin
bir fare yuvasındaydım; sonra bir ineğin işkembesinde, derken bir kurdun karnında aldım
soluğu; artık sizden hiç ayrılmayacağım."
Bu son, bana dokunmuştu; başımı kaldırıp bakınca, burnunu mendilinin arkasında sakladığını
gördüm annemin, çünkü o da benim gibi sahnede olup bitenleri âdeta yaşamıştı. Duygulan
132
inaktan pek hoşlanırdı annem; bunu izleyen haftalar, hele Noel suresince beni ikide bir
tuuıp bağrına bastı, Oskar'a bazen şakadan, bazen üzgün "Parmak Çocuk'um benim" ya da
"Benim mini mini Parmak Çocuk'um" veya "Benim zavallı, zavallı Parmak Çocuk'um" diye
fısıldadı.
Ancak 1933 yılında beni alıp ikinci kez tiyatroya götürdü annem. Benim bir yanlış anlamam
sonucu, gerçi iyi sonuçlanmadı bu ikinci gidişim, ama üzerimde sürüp giden bir etki bıraktı;
hatla bugün bile bu etkiyle çalkanıp durur içim; çünkü olay açıkla olmuş, her yaz gecelen
açık havada Wagner müziğinin doğanın kucağına buyur edildiği Zappot Orman
Tiyatrosu'nda geçmişti.
Doğrusu evde operadan biraz hoşlanan yalnız annem vardı. Matzeralh için operetler bile
fazlaydı. Jan ise anneme uyuyordu; müzikal dış görünüşüne karşın güzel melodilere
kulakları düpedüz sağırdı, ama aryalara bayılıyordu sözde. Karthaus Orlaokulu'ndan
arkadaşları olup Zappot'la oturan, iskelenin, dinlenme evi önündeki lıskiyenin, otel
kumarhane'nin ışıklarına yukarıdan bakan ve kendileri de ışıkçı olarak Orman
Tiyalrosu'nun Opera temsillerinde çalışan Formclla kardeşleri tanıyordu.
Oliva üzerinden geçiyordu Zappot yolu. Saray Parkı'nda bir öğle öncesi; kırmızı balıklar,
kuğular, ünlü Fısıltı Mağarası'nda annemle Jan Bronski; sonra yine kırmızı balıklar ve bir
fotoğrafçıyla el ele ortak çalışan kuğular. Resim çekilirken, Matzerath, beni ata biner gibi
omuzlarına bindirdi. Ben de trampetimi onun tam tepesine dayayınca herkes güldü; resim
albüme yapıştırıldıktan sonra da zaman zaman gülüşmelere yolaçlı bu davranışım. Derken
kırmızı balıklardan, kuğulardan, Fısıltı Mağarası'ndan ayrılış. Yalnız Saray Parkı'nda değil,
parkın demir parmaklığı önünde, Glcttkau tramvayında, Glellkau dinlenme evinde, her
tarafta pazar günü vardı; öğle yemeğini Glellkau dinlenme evinde yedik; Ballık Denizi,
yapacak başka işi yokmuş gibi boyuna insanı sularında yıkanmaya çağırıyordu. Sahildeki
gezi yolunu izleyerek Zappol'a giderken ansızın pazar karşımıza çıktı. Bütün dinlenme evi
ücretlerini Malzerath ödüyordu.
133
Güney Plajı'nda denize girdik, çünkü burası sözde Kuzey Plajı'ndan daha tenhaydı.
Erkekler, plajın erkeklere ayrılan kısmında soyundu; annem bayanlar kısmının bir kabinine
götürdü beni; aile plajında herkesin içine anadan doğma çıkmamı istedi. O zamanlar
şişmanlığı başını almış giden kendisine gelince: Elli vücudunu saman sarısı bir mayo
içerisine tıktı. O bin gözlü aile plajında kendimi fazla çıplak göstermemek için trampetimi
önüme tuttum ve sonra yüz üstü kumlara uzandım; davetkâr Ballık Denizi'ne girmeyip
önümdekini kumlar içinde saklamak, devekuşu laktiği izlemek istedim.
Malzeralh'ın, beri yandan Jan Bronski'nin yeni yapmaya başladıkları yağlı göbcklcriylc
öylesine gülünç ve âdeta acınacak bir görünüşleri vardı ki, ikindi üzeri kabinlere dönülerek
güneşle yanmış vücutların yağla ovulup nivea kremiylc kulsanınasından sonra pazarlık
giysilerin yine üzerlere geçirilmesine memnun oldum.
"Seestcrn" gazinosunda pasta yedik, kahve içtik. Annem beş kaili pastadan bir üçüncü
porsiyon getirtecek oldu, ama Matzerath karşı çıktı buna. Jan ise hem hayır dedi, hem de
annemin isteğini makul karşıladı. Annem pastayı söyledi, derken gelen pastadan
Malzeralh'ın tadımlık bir lokma almasına izin verdi, jan'a ise kendi clccğiziyc yedirdi
pastadan; her iki erkeğin de gönüllerini hoş ettikten sonra, kama biçimindeki pek tatlı
pastayı küçük kaşıkla kaşıklayarak midesine indirmeye başladı.
Oh, kutsal krema; üzerine pudra şekeri ekilmiş, açıkla bulutlu arasında değişen pazar
ikindisi. Polonya soyluları gözlerinde mavi güneş gözlükleri ve önlerinde koyu limonatalarla
masalarda oturuyor, ama limonatalarına el sürmüyorlardı. Hanımlar mor tırnaklarıyla
oynuyor, bir mağazadan kirayla aldıkları mevsimlik kürk kaplarının güve tozu kokularını
denizden esen rüzgârla bize doğru yolluyorlardı. Matzerath maymunca buldu bu kürk
kapları. Ama bir tek öğle sonrası için bile olsa böyle bir kabı kendisinin de seve seve
kirayla alacağını belirtti annem. ]an: "Polonya soylularında can sıkıntısı öylesine serpilip
boy almış ki" dedi,
134
"borçlarını çoğaltmakta olmasına bakmayarak Fransızca'ya rağbet etmiyor arlık, sırl
züppeliklerinden en bayağı bir Polonyaca konuşuyorlar."
"Seeslern"de oturup boyuna Polonya soylularının mavi güneş gözlüklerine ve mor
tırnaklarına da bakamazdık. İçi dışı pastayla dolan annem kalkılması isteğinde bulundu.
Dinlenme evinin parkı kapılarını açtı bize; çekilecek yeni bir resim için beni bir eşeğe
bindirip kımıldamadan durmaya zorladılar. Kırmızı balıklar, kuğular doğada neler de
yokmuş ve sonra yine kırmızı balıklar ve kuğular, tatlı suların incileri sayılan yaratıklar.
Hep iddia edildiğinin tersine fısıldamayan porsuk ağaçlarının arasında gazino
kumarhanenin ve Orman Opera evinin ışıklandırıcıları Formclla kardeşlere rasladık. Küçük
kardeş operada çalışırken duyup işittiği bütün nükte ve fıkraları ilkin üzerinden atmadan
yapamadı. Ağabcysi nüktelerin hepsini önceden bilmesine karşın kardeşine olan
sevgisinden yeri gelince katıla katıla gülüyor ve gülerken kardeşinden bir fazla allın dişini
gösteriyordu; kardeşinin sadece üç allın dişi vardı. Derken maehanelel içmek için Gazino
Springer'e doğru yola koyulduk. Annem daha çok Kurfürsten'c gidilmesini istemişti.
Gazinodan çıktığımızda hâlâ dağarcığından nükteler dağıtıp duran bonkör Formella kardeş,
oradakileri akşam yemeği için Restoran Papağan'a davet elti. Restoranda Bay Tuschcl'c
rastladık, Tuschel, yarı Zappot'luydu; Zappol'un ise beş sinemasıyla orman içinde bir
operası vardı. Ayrıca Formella kardeşlerin şefiydi Tuschel ve biz nasıl kendisiyle
tanıştığımıza memnun olmuşsak, o da memnun oldu bizi tanıdığına. Bıkıp usanmadan
parmağmdaki yüzüğü çeviriyor, ama yüzük bir türlü "dile benden ne dilersen" yüzüğünü ya
da sihirli bir yüzüğe dönüşmüyordu; çünkü olup bilen, hiç ama hiçbir şey yoklu ortada,
sadece nükte anlatan Tuschel'di bu kez, üstelik daha önce küçük Formella kardeşlen
dinlediğimiz nüktelerin aynını anlatıyor, ancak altın dişleri o kadar fazla olmadığı için sözü
daha Çok uzatıyordu. Öyleyken gülüyordu bütün masadakiler, çünkü nükteleri anlatan
Tuschel'di. Yalnız ben ciddiyetimi koruyor, kas
135
katı bir yüzle nüktelerdeki can alıcı noktaların canına okuyordum. Ah, yapmacık olmalarına
karşın bu kahkaha salvoları bizim tıkındığımız köşedeki pencerenin yuvarlak ve bombeli
camlan gibi nasıl da etrafa bir rahatlık saçıyordu. Tuschel'in halinde bir şükran iladesi
vardı, nükte üzerine nükte anlatıyordu. Bir ara Goldvvasser likörü getirtti; kahkaha ve
Goldwasser likörü içinde yüzerken, ansızın parmağmdaki yüzüğü bir başka türlü
döndürmeye başladı ve bunu yapar yapmaz da gerçekten bir şeyler oldu: Tuschel hepimizi,
Orman Opcrası'na davet elti. Operada oynanacak küçük bir oyunu nihayet o kaleme
almıştı; kendisi maalesef gelemeyecekti, randevuları falan vardı, ama ayırtacağı yerleri
lütfen kabul buyurmamızı rica ediyordu; bir loca söz konusuydu, oturulacak yerler
kolluktu, yavrucağızın uykusu geldi mi uyuyabilirdi. Derken gümüş bir tükenmez kalem
çıkardı cebinden, bir karlvizitçik üzerine Tuschel'ce sözler çiziktirdi, bunlar gittiğimiz
yerde kapıları açacaktı bize ve gerçekten de açtı.
Daha sonra olanlar birkaç kelimeyle anlatılabilir sanıyorum: İlık bir yaz akşamı; Orman
Operası'nda biç yer yok, tamamen dışardan gelen yabancılar doldurmuş tiyatroyu. Daha
oyun başlamadan sivrisinekler yetişti; ama hep biraz geciken, bunu nazik bir davranış
gören son sivrisinek, kana susamış bir vızıriıyla gelişini haber verir vermez başladı oyun.
"Uçan Hollandalı" temsil ediliyordu. Orman Opcrası'na adını veren ormanın içinden bir
tekne, denizlerde korsanlık yapmaktan çok ormanı yağma ederek, sürüne sürüne çıktı
ortaya. Tayfalar ağaçlara karşı şarkılar söylüyordu. Derken ben Tuschel'in kolluğunda
uyuyakalmışını; gözlerimi açlığımda tayfaların şarkıları ya devanı ediyordu veya yeniden
şarkı söylemeye başlamışlardı: Dümenci, haydi dümen başına! Ama Oskar tekrar uyudu ve
uyurken annesinin Hollandalıya bu kadar ilgi göstermesine, sanki dalgalar üzerinde kayıp
giderek Wagner'ce nefes alıp vermesine sevindi. Annem, Malzeraih'la Jan ellerini
yüzlerine siper ederek irili ufaklı ağaçları lıorultularıyla biçmekte olduklarını, bu arada
benim de ikide bir Wagner'in parmakları arasından kayıp kurtulduğumu fark cimi
136
yordu. Sonunda büsbütün uyandı Oskar; çünkü ormanın içinde tek başına bir kadın dikilmiş
ve haykınp duruyordu. Sarı saçlı bir kadındı; ışıkçılardan biri, herhalde Formella
kardeşlerden küçüğü, ışıldakla gözlerini kamaştırıp kendisini rahatsız elliğinden: "Hayır!
Hayır!" diye bağırıyordu. "Eyvahlar olsun!" Bir ara da şöyle bağırdı: "Kimdir bana bu
kötülüğü reva gören?" Ama bu kötülüğü ona reva gören Formella kardeşlerden küçüğü,
ışıldağını bir türlü kadının üzerinden çekmiyordu; annemin daha sonra solist diye nitelediği
kadının haykırışı, sonunda tek heceli köpürüp kabaran bir yakınmaya dönüştü; ama bu, her
ne kadar Zappot Ormanı'nın ağaçlarındaki yapraklan vaktinden önce soldurabildiysc de,
Formella'nın ışıldağını bir türlü ele geçirip işini göremedi. O kadar parlaklığına karşın
solist kadının sesi başarısız kalmıştı. Bunun üzerine Oskar sıçrayıp yardıma koşmadan, o
küstah ışık kaynağını bulup uzak etkili çığlıklarının bir tekiyle canına okumadan,
sivrisineklerin verdiği hafif rahatsızlığı da bu arada yok etmeden duramadı.
Bunun bir kısa devreye, kıvılcımların etrafa sıçramasına, gerçi önü alınabilen, ama yine de
ortalıkla panik yaratan bir orman yangınına yol açmasını doğrusu istememiştim: kalabalıkla
yalnız annemi değil, hoyrat bir şekilde uykularından uyandırılan Bay Matzerath'ı ve Bay
Jan'ı da yitirdim; beri yandan trampetim de kargaşalıkta kaybolup gitti.
Tiyatroyla bu üçüncü karşılaşmam, Orman Operası'ndaki geceden sonra piyanomuzun
kapaklarını Wagner müziğine açan hafif kilo almış annemi, bin dokuz yüz oluz dört yılının
baharında beni sirk havasıyla tanıştırmak düşüncesine götürdü.
Oskar, trapezdeki gümüş gibi parıldayan artistlerden, Busch Sirki'nin kaplanlarından, o
becerikli fok balıklarından söz açacak değil sizlere. Hani sirk çadırının kubbesinden düşen
lalan da olnıadı. Hayvan terbiyecilerinden kimsenin ısırıhp koparılmadı bir yeri. Fok
balıkları kendilerine öğretilen hünerleri gösterdiler, bu' runlarıyla havada dengeleyip
tuttular topları ve ringa balıklarıyla ödüllendirildiler. Ayrıca çocuklar için eğlenceli pek
çok gösteri
137
de bulunan ve şişeler üzerinde "Kaplan Jimmy" melodisini çalıp bir Lilipul ekibini yönelen
müzikal palyaço Bebra'yla tanışmamı, yine söz konusu sirke borçluyum, ki bu da pek önemli
bir tanışma oldu benim için.
Manejde rastladık birbirimize. Annemle yanındaki iki kavalyesi bir kafes önünde durmuş,
maymunların yakışıksız davranışlarını seyrediyor, o gün istisnai olarak grupla yer alan
Bayan Hcdwig Broııski de çocuklarına midillileri gösteriyordu. Bana gelince: Bir aslanın
yüzüme karşı esnemesinden sonra düşüncesizce davranıp bir baykuşla oyalanmaya
başlamıştım. Gözlerimi dikmiş baykuşu süzüyordum, belki de baykuş beni süzüyordu;
derken aptallaşıp kızardı Oskar, la can evinden vurulmuş gibi usulcacık başkuşun yanından
ayrılıp ev olarak kullanılan mavi beyaz arabaların arasına yollandı, çünkü burada bağlı
birkaç bücür keçiden başka hayvan yoklu.
Bebra bir su kovasıyla önümden geçti derken; ayaklarında terlikler vardı, ceketsizdi,
pantolon askıları görünüyordu. Sadece şöyle bir karşılaştı bakışlarımız, öyleyken hemen
birbirimizi tanıdık. Bcbra kovayı bırakıp iri başını yana eğerek bana doğru geldi; boyu,
benim boyumdan aşağı yukarı dokuz santimetre uzundu.
Gıptayla yukardan doğru: "Hele bak sen, hele bak sen!" dedi gıcırtılı bir sesle. "Bugün üç
yaşındakiler, yeter büyüdüğümüz, deyip fazla boy almak istemiyor." Ben cevap vermeyince,
yeniden girişti. "Adım Bebra. Öyle iddia edildiği gibi raslgele bir Savoyarde'nin oğlu
değilim, doğru ondördüncü Ludwig'in mahdumu Prens Hugen soyundan geliyorum." Hâlâ
sustuğumu görünce, yeniden bir hamle yaptı: "Onuncu yaş günümden sonra büyümeme dur
dedim. Biraz geç kaldım ama, olsun."
O bu kadar açık yüreklilikle konuşunca, ben de kendimi tanıttım, ama kasılıp da kafamdan
bir soy sop uydurup söylemedim, Oskar! dedim yalnızca. "Ne söylüyorsunuz, kuzum
Oskar'cığım! Şu halinizle on dört, on beş hatta on altı yaşında var denebilir sizin için. Olur
şey değil! Daha dokuz buçuk yaşındasınız ha?"
138
Şimdi de benim onun yaşını kestirmem gerekiyordu, kasten biraz düşük tahmin eltim.
"Siz komplimancmm birisiniz, genç dostum. Oluz beş öyle mi? O, bir zamanlardı. Ağustosta
elli üçüncü yaş günümü kutlayacağım; dedeniz olabilirdim hani."
Oskar, palyaço rolünde gösterdiği akrobasi başarılarıyla ilgili olarak hoşa gider birkaç şey
söyledi Bebra'ya, kendisini olağanüstü müzik yeteneğine sahip biri diye niteledi ve biraz
haris bir duyguya kapılarak ona kendi küçük hünerlerinden birini gösterdi. Sirk
meydanındaki ampullerden üçü, gösterilen hünerin büyüklüğüne çaresiz inanmak zorunda
kaldı. Bay Bcbra ise: "Bravo! Vallahi bravo!" diye bağırıp hemen yanında çalışmasını önerdi
Oskar'a.
Bebra'nın bu önerisini geri çevirdiğime bugün bile hayıflanırım bazen. O zaman şöyle
söyleyerek bu işlen yakamı sıyırmiştım: "Biliyor musunuz, Bay Bebra, kendimi seyircilerden
biri olarak görmek daha çok memnun eder beni; bırakın küçük sanatım gizli kalsın, her
türlü alkıştan uzak büyüyüp çiçeklensin. Ama sizin gösterilerinize gelince: Bunlardan
alkışımı kolay kolay esirgcyemem doğrusu!" Bcbra, kırışıklıklardan geçilmeyen işaret
parmağını kaldırarak beni uyardı: "Bay Oskar! Benim gibi görmüş geçirmiş bir
meslektaşınıza inanın ki, bizler asla seyirciler arasında yer alamayız. Bizlerin yeri
sahnedir, arenadır. Bizler gösterilere ışık tutmak, gösterilere yön vermek zorundayız.
Yoksa o adamların eline düşeriz. O adamların da bir kez eline düşmeye görelim!"
Nerdeysc kulağımın içine girerek fısıldadı sonra, gözleri sonsuz zamanların gerisinden
bakar gibiydi: "Bizimle geleceksiniz, Bay Oskar! Gösterilerin yapıldığı sahneleri elinizde
bulunduracak, meşale alayları düzenleyecek, tribünler kuracak, tribünleri şenlendirecek,
tribünlerden vaazlar verecek ve insanlık elenen şeyin yıkılıp gitmekte olduğunu ilan
edeceksiniz. Dikkat edin, genç dostum, neler, neler olmayacak tribünlerde. Tribünler
üzerinde bulunmaya, asla tribünler önünde dikilmcmeye bakın!"
139
İsminin çağrılması üzerine Bay Bcbra kovasına uzandı: "Sizi arıyorlar, aziz tloslum. Yine
görüşeceğiz ilerde; değil mi ki birbirimizi kaybedemeyecek kadar küçüğüz. Sonra
Bcbra'nın dilinden düşürmediği bir söz vardır: Bizim gibi bücür insanlar, tribünlerin üzeri
istediği kadar dolu olsun, yine bir köşede kendilerine bir yercik bulurlar. Tribün üzerinde
değilse bile altında olur bu yer ama önünde asla! Doğruca Prens Eugcn soyundan gelen
Bebra söylüyor işle size bunu."
Oskar! Oskar! diye seslenerek bir arabanın arkasından çıkan anneni. Bay Bcbıa'um
alnımdan öptüğünü, sonra kovasına sarılıp omuzlarını kürek gibi kullanarak arabalardan
birine doğru dümen kırdığını son anda görmüştü.
Malzerallı ile Bay ve Bayan Bronski'ye çileden çıkmış bir tavırla şöyle dedi: "Tasavvur edin
Allahaşkına, lilupullarm yanında buldum. İçlerinden biri de alnından öplü Oskar'ı. İnşallah
ilerisi için pek bir şey ifade etmez bu."
Ama Bcbra'nın alnıma kondurduğu öpücük ilerde benim için çok şeyler ifade edecekti.
Herki yılların politik olayları Bebra'yı haklı çıkarmış, meşale alaylarının ve tribünler
önünde resmi geçitlerin vakti gelip çalmıştı.
Ben nasıl Bay Bcbra'nın öğütlerini dinlcmişsem, annem de Zeughaus Pasajı'ndaki dükkânda
Sigusmund Markus'un kendisine yönelttiği ve perşembe ziyaretlerinde ikide bir
tekrarladığı uyarılarının bir kısmına kulak vermişti. Markus'la Londra'ya gitmeyerek,
Malzeraih'ın yanında kalmıştı, —doğrusu benim böyle bir yer değiştirmeye pek itirazım
olmazdı, Jan'ı da ölçüyü kaçırmadan ancak arada bir görmeye başlamıştı. Bu da kuşkusuz
Dülgerler Sokağı'udaki kirasını Jan'ın ödediği pansiyon odasında veya ailece oynayıp
sürekli kaybettiği için Jan'a pahalıya oturan skal partilerinde oluyordu. Markus'un
öğüdünü dinleyerek annemin, daha çok bağlanmasa bile kendisinde karar kıldığı Malzerallı
1934 yılında, yani oldukça erken, ortada esen havayı sezerek partiye girdi, ama yine de
Zellenleiter'den daha üstün bir mevkiye yükselemedi. Olağanüstü bütün olaylar gibi bir
araya toplanılıp bir
140
skal oyunu çevrilmesine neden oluşturan bu terfi dolayısıyla Malzerallı, Polonya
Postanesi'ndc çalıştığı için Jan'a yönelttiği uyanlara daha sert, ama daha sevecen bir hava
verdi.
Matzerath'ın Zellenleiler'liğc terhinden sonra, başka da fazla bir şey değişmedi evde.
Piyano üzerinde Bay Greff'in bir armağanı olan asık suratlı Beethoven, çividen indirilerek
yerine gene öyle asık suratlı Hitlcr'in resmi asıldı. Ağır müzikten hiç hoşlanmayan
Malzeraıh'a kalsa, Beethoven'i nerdeyse kapı dışarı edecekti. Ama Beethoven sonatlarının
o ağır tempolu cümlelerine bayılan, bunlardan ikisini, üçünü notada belirtildiğinden daha
ağır bir tempoyla etüt edip arada bir damla damla piyanomuzdan döktüren annem,
Beethoven'in şezlong ya da büfe üzerinde bir yere yerleştirilmesi için diretti. Bu da
nihayet en tehlikeli bir yüzleşmenin doğmasına yolaçtı: Hitler ve dâhi Beethoven karşılıklı
olarak duvarlarda asılı duruyor, bakışıyor, gözleriyle birbirlerinin içine nüfuz ediyor,
öyleyken birbirlerine ısınamıyorlardı.
Malzeralh, her fırsatla bir parçasını satın alarak, yavaş yavaş bir üniforma sahibi olmuştu.
Yanlış hatırlamıyorsam parti kasketiyle işe başladı; kayışı çene altını tahriş eden kasketi
seve seve, hatla güneşli havalarda bile başında taşıyordu. Bir süre, kafasında bu kasket,
beyaz gömlekler giyip siyah boyunbağlar taklı veya kolunda pazıbent bulunan bir deri
ceket geçirdi sırlına. İlk kahverengi gömleği satın almasının arası bir halta geçmemişti ki,
çizmeler ve kaka renkli külot pantolonlar edinmek isledi, ama annem karşı koydu. Aradan
yine haftalar geçti ve günün birinde lam bir üniformaya kavuştu Malzeralh.
Her hafta birçok kez, söz konusu üniformayı üzerinde taşımak için fırsal çıkıyor, ama
Matzerath onu yalnızca spor salonuna bitişik Mayıs Çayırı'ndaki pazar günü gösterilerine
katılacağı zaman giyiyordu. Ancak bu pazar günleri hava ne kadar kötü olursa olsun
üniformayı sırtına geçirmeden duramıyor ve giderken yanına bir şemsiye almaya
yanaşmıyordu. Çok geçmeden beylik bir sözü, evde ağzından hayli sık işitmeye başlamıştık:
"Görev zamanı görev, içki zamanı içki!" Öğle yemeği için kızart
141
maları hazırladıktan sonra her pazar sabahı annemi evde bırakıp yola düşüyor ve beni güç
durumda bırakıyordu; çünkü pazar günlerine özgü yeni politik durumu sonunda kavrayan
Jan, Malzerath'ın bir başka yerde hazırol durumunda dikilmesinden yararlanıp sivil
giysisiyle evde yalnız bırakılan annemi ziyarete geliyordu.
Ben bir kenara sinmekten başka ne yapabilirdim? Şezlonga yerleşen annemle Jan'ı ne
rahatsız etmek ne de kendilerini gözetlemek hevesine kapılıyor, dolayısıyla üniformalı
babam gözden kaybolur kaybolmaz ve daha o zamanlar muhtemel babam gözüyle baktığım
sivil giysili Jan gelmeden evden çıkıyor, trampetimi çala çala Mayıs Çayın'nın yolunu
tutuyordum.
İlle de Mayıs Çayırı mı olacak diyeceksiniz? Lütfen inanın bana, pazarları rıhtımda
görülecek hiçbir şey yoktu; orman gezintilerine de bir türlü karar veremiyordum; Hcrz
Jcsu Kilisesi'nin içi ise henüz o vakitler bana bir şey söylemiyordu. Gerçi bunlardan ayrı
olarak Bay Greff'in izcileri vardı, ama şimdi bana bir sempatizan gözüyle bakacak olsanız
bile itiraf edeyim ki, Mayıs Çayırı'ndaki hercümerci, Grcff'lerdeki o cendere içine
sıkışmış erotizme üstün tutuyordum.
Gösteride ya Grciser* ya da Bölge Eğitim Müdürü Löbsack konuşuyordu. Grciser pek
dikkatimi çekmedi asla; fazla yumuşak ve ölçülü bir adamdı, nitekim ilerde Bölge Eğilim
Müdürlüğüne atanan Forslcr** adında Bavyera'lı daha sert birine yerini bırakmak zorunda
kaldı. Ama Forslcr'i aratmayacak bir adam varsa, oda Löbsack idi. halta Löbsack'ın
sırlında bir kambur olmasa, Fürth'lü Forster, kentin rıhtımına tek ayağını bile zor atardı.
Değerini doğru takdir edip kamburunu yüksek bir zekâ eseri
* Grciser, Arlhur : 1934 yılında Danzig Senatosunun başkanlığına serildi. Polonya ile
Almanya arasında Naziler'le bir andlaşma imzaladı. Savaştan sonra Polonya'da savaş
suçlusu olarak ölüme mahkûm edildi. (Ç.N.) ** Forster, Albert : 1935'dc Naziler
tarafından Danzig Bölge Başkanlığına getirildi, I Eylül 1939'da Polonya ile bağımsızlık
andlaşmasını çiğneyerek Danzig'i" Almanya'ya katıldığını açıkladı. (Ç.N.)
142
gördüğünden, Löbsack'ı Bölge Eğilim Müdürü yapmıştı parti. Adam işinin ehliydi. Forsler
kötü bir Bavycra şivesiyle boyuna "Topraklarımıza döneceğiz, onları geri alacağız!" diye
bağırırken, Löbsack daha çok işin inceliklerine iniyor, DanzigPlatt Almancası'nın her
çeşidini konuşuyor, Bollermann ve Wullsutzki'den nükteler ve fıkralar anlatıyor, Schichau
Doku'ndaki liman işçilerine, O lira halkına, Emmaus, Schidlilz, Burgerwiesen ve Prausl
sakinlerine nasıl hitap edeceğini biliyordu. Yüzlerinden ciddilik akan komünistlerle bir
tanışmaya girmek zorunda kalacak veya arada bazı sosyalistlerin güçsüz protestolarıyla
karşılaşacak oldu mu, üniformasındaki kahverengi kamburunu özellikle çıkartıp ona bir
yücelik kazandıran bücür adamı dinlemek bir zevkli doğrusu.
Löbsack nükledan biriydi ve bütün nükteli konuşmalarını kamburundan çıkarıyor,
kamburundan adıyla sanıyla söz açıyordu; çünkü böyle şeyler her vakiı hoşuna gider
dinleyicilerin. $u kamburum var ya, o kaybolur da komünistler gene başa geçemez diye
iddiada bulunuyordu. Kamburunun kaybolmayacağı, kamburunun yerinden oynalılamayacağı
ise önceden belliydi; dolayısıyla, kambur ve onunla partililer haklı çıktı, ki bir fikre, bir
ideye, bir kamburun ideal bir temel oluşturabileceği sonucu çıkarılabilir buradan.
Greiser, Löbsack veya daha sonra Forster konuşacak oldu mu, hepsi de tribünden
konuşuyordu. Bu da bodur Sayın Bcbra'mn bana övgüsünü yaptığı tribündü. Dolayısıyla
uzunca bir zaman tribündeki o kambur ve yetenekli konuşmacı Löbsack'a Bcbra'nın bir
elçisi gözüyle baktım; Bcbra kahverengi bir tebdili kıyafetle tribün üzerine çıkmış, aslında
benim de davam olan bir davayı savunuyor, dedim kendi kendime.
Bir tribün de nasıl şeymiş? Kimin için, kimin önünde kurulursa kurulsun, mutlaka simetrik
olması gerekir bir tribünün. Dolayısıyla, spor salonunun yanı başında Mayıs Çayın'ndaki
bizim tribün de özellikle simetri kuralları gözetilerek kurulup çaulmıştı. Yukarıdan aşağı;
üzerinde gamalı haç resmi bulunan
143
yan yana altı sancak, sonra bayraklar, flamalar ve sancaklar, sonra çenelerinin altında
kasketlerinin kayışları görülen siyah üniformalı bir dizi SS, sonra da marşlar söyleyip
konuşmalar yapılırken ellerini palaskalarının tokasında tutan iki dizi SA, sonra parti
mensuplarının oturduğu bir yığın sıra, konuşmacı kürsüsünün arkasında aynı şekilde
partililer, annece yüzleriyle kadın derneklerinin yöneticileri, sivil giyinmiş meclis
temsilcileri, Almanya'dan gelmiş konuklar, kentin emniyet müdürü veya yardımcısı.
Tribünün alt kısmını Hitler Gençliği, daha doğrusu Gençlik Bölge Fanlar alayıyla Hillcr
Gençliği Bölge Mızıka Alayı gcnçleşliriyordu. Bazı gösterilerde yine simetrik olarak sağlı
sollu yerleştirilmiş karışık bir koro tarafından ya parolalar söyleniyor ya da güftesi
bakımından, bayrakların açılıp gerilmesine hepsinden elverişli olup, zamanın pek sevilen
Doğu Rüzgârı marşı çalmıyordu.
Beni alnımdan öpen Bebra, ayrıca şöyle demişti: "Oskar, asla bir tribünün önünde dikileyim
deme sakın! Bizim yerimiz tribünlerin üzeridir."
Çok vakit bazı kadın derneklerinin yöneticileri arasında kendime yer bulabiliyordum. Ama
maalesef bu hanımlar, gösteri sırasında propaganda için ellerini üzerimde gezdirerek beni
okşamadan duramıyordu. Tribünün ayak kısmındaki davullar, fanfarlar ve trampetler
arasına teneke trampetimden ölürü karışamıyordum; çünkü trampetim kiralık asker
trampellcriyle bir tutulsun islemiyordum. Ne yazık ki, Bölge Eğilim Müdürü nezdindeki bir
girişimin de sonuçsuz kalmış, adam beni büyük bir düş kırıklığına uğratmıştı; ne benim
umduğum gibi Bcbra'nın elçisi, ne de o vaalkâr kamburuna karşın benim gerçek
büyüklüğümü biraz olsun anlayacak biriydi.
Tribünlü bir pazar günü, hemen konuşmacı kürsüsünün yanında, karşısına çıkarak parti
selamını verdim, ilkin bel bel yüzüne bakıp sonra göz kırparak: "Führer'iıniz Bebra'dır"
diye fısılda
144
dim, ama Löbsack'ın kafasında bir ışık falan çakmadı, tıpkı Nasyonal Sosyalist Kadınlar
Birliği mensupları gibi eliyle okşadı beni ve sonunda Oskar'ı çünkü nutkunu çekmesi
gerekiyorduiribünden çıkarttı. Alman Kızlar Birliği yöneticilerinden iki kız beni aralarına
alıp bütün gösteri boyunca annem ve babamla ilgili olarak sorgulamadan geçirdiler.
Dolayısıyla, partinin daha 1934 yılında, ama Röhm'ün* darbe girişiminin etkisi olmadan
birçoklarını düş kırıklığına uğratmaya başlamasına şaşmamak gerekiyor. Tribün önünde
dikilerek tribünü seyrettikçe, Löbsack'ın kamburunun ancak yetersiz ölçüde yumuşattığı o
simetriden kuşkulanmaya başlamıştım. Tabii en başla trampelçilerle fanfarcılara
yüklendim ve 1935 Ağuslos'unun boğucu bir pazar günü gösterisinde de tribünün ayak
kısmında yer alan o trampetçiler, fifreciler ve fanfarcılarla kozumu paylaştım.
Malzeraıh, saat daha dokuzda evden ayrılmıştı. Vaktinde evden çıkıp gitmesi için
kahverengi deri tozluklarının boyanıp cilalanmasma yardım etmiştim. Sabahın erken saati
olmasına karşın dayanılmaz bir sıcak vardı. Matzcrath, sokağa çıkmadan terlemeye, parti
gömleğinin kolluk altlarında terden gittikçe büyüyen lekeler belirmeye başlamıştı. Tam
dokuz buçukta da, üzerinde havadar açık renk bir giysi, ayaklarında ajurlu zarif gri
iskarpinler ve başında hasır bir şapka Jan Bronski damladı eve, Jan, benimle biraz
oynamak istediyse de, akşamleyin saçlarını yıkamış olan annemden bir türlü gözlerini
ayıramadı. Pek az sonra odada bulunmamın serbestçe konuşmalarını engellediğini,
davranışlarının kalılaşıp Jan'm bir tutukluk içinde hareket etmesine yol açtığını fark
ettim. İnce yazlık pantolonu anlaşılan Jan'a pek dar gelmeye başlamıştı; dolayısıyla,
yanlarından sıvışıp Matzeralh'ın izinden yürüdüm, ama Malzerath'ı kendime örnek almak
gibi bir niyetim yoktu. Mayıs Çayır'ı yönünde koşuşan üniformalılarla hınca hınç
Kiyevm, Ernsı (1887 1934): Alman Nasyonal Sosyalist Parlisi yöneticilerinden; 1934
yılında Hitlcr'c karşı bir darbe hazırladığı gerekçesiyle tutuklanarak kurşuna dizildi.
(Ç.N.)
145
1
dolu sokaklardan dikkatle kaçınıp, gösteri yerine, ilk spor salonuna bitişik tenis alanından
yaklaştım; bu dolambaçlı yol ise tribünün arkadan görünüşüyle tanışmamı sağladı.
Siz bir tribünü hiç arkadan gördünüz mü? Tribünler önünde toplanmadan önce, halkı
onların geriden görünüşüne aşina kılmak doğrusu yerinde bir davranış olurdu; bir öneri
benimkisi. Bir tribünü geriden seyreden, şöyle doğru dürüst seyredenin bundan böyle
açılır gözleri, tribünler üzerinde şu ya da bu biçimde hazırlanıp kotarılan hokkabazlıklara
karşı bağışıklık kazanır. Aynı şey, kilise mihraplarının geriden görünüşleri için de
söylenebilir; ama bunu bir başka bölümde ele alacağız.
Zaten her vakit yapacağı işi adamakıllı yapmayı huy edinmiş Oskar'a gelince: O çıplak
çirkinliği içinde gerçek izlenimi uyandıran tribünün cephe görünüşüyle yetinmeyip üstadı
Bebra'nın sözlerini anımsadı ve sadece önden seyredilmek üzere inşa edilmiş bu yapıya, o
kaba görünüşlü gerisinden yaklaştı; kendi bedenini ve yanma almadan sokağa asla çıkmadığı
trampetini ıkına sıkına payandalar arasından geçirdi; bir ara öne doğru fırlamış bir direğe
losladı, tahtanın birinden kötü kötü başını çıkarmış bir çivi elini delip geçti, derken parti
mensuplarına ail çizmelerin başının üzerinde yeri eşelediğini işitti, sonra hanım
iskarpineiklerinin sesi geldi kulağına, nihayet alabildiğine bunaltıcı, dolayısıyla ağustos
ayına hepsinden uygun düşen bir yere geldi. Tribün ayağının iç kısmının önünde, bir lahla
perdenin gerisinde kendine yetecek kadar yer ve barınak bularak, dikkati bayraklarla
dağılmadan, gözleri üniformalarla incinmeden, politik bir mitingdeki o akustik güzelliğin
tadını çıkarmak istedi.
Konuşmacı kürsüsünün altına sinmiştim. Sağımda solumda ve başımın üstünde bacaklarını
açmış, gözleri güneş ışığından kamaşarak, küçük trampetçi Yavrukurl'ların ve Hitler
Gençliği'ne mensup büyük irampetçilerin dikildiğini biliyordum. Daha arkada da dinleyiciler
vardı; tribünün kabuğundaki yarıklar arasından kokularını alıyordum; oracıkla dikiliyor,
dirsekleri ve pazarlık giysileriyle birbirlerine dokunuyorlardı. Bazısı yayan, bazı
146
sı tramvayla gelmişti. Bazıları daha önce gezip dolaştıkları ilkbahar panayırından bir şey
anlamadıkları için, bazıları da kolundaki nişanlısına bir şey gösterebilmek üzere yapmıştı
söz konusu yolculuğu. Öğle öncesi bu uğurda kaynayıp gitse bile, tarih sayfaları yazılırken
hazır bulunmak isteyip gelenler de vardı.
Hayır, dedi Oskar kendi kendine, bu kadar insan bu yolu boşuna lepmiş olmamalı. Bir
gözünü tribünün kabuğundaki bir budak deliğine yapıştırdı, Hindenburg Ağaçlıklı Yolu'ndan
doğru yaklaşan bir kaynaşma farkelli; geliyorlardı. Başının üzerinde komutlar duyuldu,
bando şefi, elindeki değneği sallayıp sağa sola işaretler çaktı, lanfarcılar fanfarlarını
prova edip çalgıların ağızlıklarını ağzılarına uydurdular ve alabildiğine pespaye kiralık
askerler gibi, sidol temizleme tozuyla temizlenmiş teneke sazlarını bir öttürdüler ki,
Oskar'ın içi sızladı, "SA'dan zavallı Brand" dedi kendi kendine, "Hitler Gcnçliği'ndcn
zavallı Qucx,* sizler boşuna öldünüz."
Söz konusu harekelin kurbanlarının arkasından Oskar'ın söylediği bu anma sözlerini
doğrulamak isler gibi, dana derisi gerilmiş trampetler üzerine hemen inen güçlü darbeler,
fanfar seslerine karıştı. Kalabalık arasından geçerek tribüne çıkan yol, uzaklan, doğru
üniformalıların yaklaştığını belli ediyordu. Birdenbire Oskar'ın ağzından şu sözler döküldü:
"Şimdi ey ahali, beni dinleyin! Ey ahali!"
Trampetim lam bana göre elimin alımda hazır duruyordu. İlâhi bir yumuşaklık taşıyan
değnekleri ellerimle oynatmaya başladım, bileklerimdeki incelik ve zarafete yaslanıp
trampetimin üzerine ustaca ve neşeli bir vals temposu oturttum, Viyana ve Tuna'yı davet
ederek valsin sesini gitlikec daha içe işleyecek gibi yükselttim. Derken başımın üzerindeki
birinci ve ikinci kiralık asker trampetleri benim valslen hoşlandı, büyücek oğlanların o yassı
Brand vc Qucx : Nasyonal Sosyalizm döneminde halk kin yazılmış kitaplar ve propaganda
lilmlerinde, Hitler Gençliği vc S.A. örgülünün Nazizm uğrunda canlarını vermiş ideal üyeleri
olarak gösterilen kimseler; Qucx, komünistler tarafından öldürüldü. (Ç.N.)
147

trampetleri de az çok ustalıkla benim açış valsime uydurdu kendilerini. Gerçi bu arada
kulak denilen şeyden nasibini almamış Jan gibileri de vardı; ben, halkın o pek sevdiği
dörtte üçlük tempoyu hep vurmak isterken, bunlar bumbum, bumbum şamatalarım
sürdürdüler. Oskar, umutsuzluğa tam kapılmak üzereydi ki fanfarcıların kafasında birden
bir ışık çaktı ve fifreciler, oh Tuna, fifrelerini işle öylesine mavi ötlürmeye başladılar.
Sadece fanfar mızıkasının şefiyle trampet ve fifre mızıkasının şefi, hâlâ vals kralına
güvenleri olmadığından, çirkin komutlarını sağa sola haykırıyordu; ama onları iş başından
uzaklaştırmışlım, arlık benim müziğimdi çalan. Halk da bunun için bana teşekkürde
bulunuyordu. Tribün önünde gülüşmeler başlamıştı, valsin melodisini terennüm edenler
vardı, oh Tuna ve bütün gösteri alanı üzerinde işle öylesine, Hindenburg Ağaçlıklı Yolu'na
kadar işle öylesine mavi, öylesine mavi ve Sleffen Parkı'na kadar işte öylesine mavi
sekiyordu benim vals ve başımın üstündeki düğmesi sonuna kadar çevrilmiş mikrofonla
güçleniyordu. Harıl harıl trampetimi konuşturarak, budak deliğinden bir ara dışarısını
kolaçan edecek oldum; baktım, benim valslen hoşlanmışlı halk, coşkunluk içinde sıçrayıp
duruyordu. Bir hal olmuştu insanların bacaklarına; şimdiden dokuz çili, dansetmeye
koyulmuştu, derken buna bir çifl daha katıldı; vals kralının çöpçatanlığı onları bir araya
getiriyordu. Yanında Bölge Başkanları, Slurmbann yöneticileri, Forster, Greiser,
Rausching* ve arkasından uzun kahverengi Kurmay Heyeti kuyruğuyla kalabalık içinde ateş
püsküren, bir türlü bir yol bulup tribüne ulaşamayan Löbsack'a ne tuhaftır ki benim vals
hiçbir şey söylemiyordu. Basil bir marş müziği tarafından, âdeta bir hortumla emilir gibi
trübine çıkmaya alışmıştı, adam.
Oysa benim bu oynak ve uçarı havam, onun halka güvenini yoketmişti. Budak deliğinden
Löbsack'm nasıl kıvranıp durduğu
* Rausching, Hermann: 1933 1934 yılları arasında Danztg, Senatosuna başkanlık elli.
Danzing Parti Bölge Başkanlığına getirilen Forsıcr'in izlediği politika dolayısıyla Hitler ve
Nasyonal Sosyaliznı'e cephe aldı; 1936'da Almanya'dan kaçlı, Nazi rejimini eleştiren
çeşitli kitaplar yazdı. (Ç.N.)
148
nu görüyordum. Ama budak deliği de cereyan yapıyordu, gözlerim esintiden nerdeyse
yanmaya başlamıştı, ama yine de Löbsack'm hali bana dokunmuştu, valslen "Kaplan Jimmy"
çarlistonuna geçtim, Palyaço Bebra'nın sirkle boş maden suyu şişeleri üzerinde çaldığı
havayı vurmaya başladım. Gelgeldim, tribün önündeki oğlanların çarlistona akılları ermedi,
bir başka kuşaktandılar çünkü, çarlistondan, Kaplan Jimmy'den falan tabii haberleri
olamazdı. Onlar oh, aziz dostum Bcbra Jiınmy'yi ve Kaplan'ı değil, karmakarışık bir havayı
vuruyor, fanfarlarıyla Sodom ve Gomorra'yi öttürüyorlardı. Bir yandan fifreler kendi
başlarına davranıyor, sekiyor, zıplıyor, bir yandan fanfar mızıkasının şefi, sünepe
çalgıcıları paylayıp duruyordu. Öyleyken fanfar mızıkasıyla trampet ve fifre mızıkası
"Şeytan, hodri meydan" havasını çalıyordu; bu pek kaplansı ayda tribün önünde sıkışık
dikilen binlerce partili yoldaşın nihayet bir şeyi anlaması, halkı çarlistona davet edenin
Kaplan Jimmy olduğunu anlaması, Jimmy için büyük bir zevkti. Ve Mayıs Çayın'nda henüz
danselmeyen varsa, vakit geç olmadan geride kalmış son damlara uzanıyordu; ancak
Löbsack kendi kamburuyla danselmck zorundaydı, çünkü çevresinde cteklikli kini varsa
hepsi meşguldü; ona yardım edebilecek olan Kadınlar Birliği'nc mensup hanımlara gelince;
tribünün sert sıraları üzerinden aşağı kayıyor, yalnız kalan Löbsack'tan enikonu
uzaklaşıyordu. Ama Löbsack —böyle yapmasını da kamburu öğütlemişti kendisine yine de
danselmekıen geri durmadı; berbat Jimmy müziğinden hoşlanmış gibi yapıyor, ortada
kurtarılabilecck ne kalmışsa kurtarmak istiyordu.
Ama bundan böyle ortada kurtarılacak bir şey kalmamıştı pek. Halk dansederek Mayıs
Çayırı'ndan uzaklaşıyordu; Mayıs Çayın hani (ena çiğnenip tepelendi, ama yine de yeşil
olarak bomboş kaldı sonunda; halk Kaplan Jimmy ile beraber bitişikteki Steflen Parkı'nda
gözden kayboldu. Bu parkla Jimmy'nin vaadctıiği bataklık ormanlar ve kadifemsi
pençecikleri üzerinde dolaşan kaplanlar vardı, daha demin çayır üzerinde itişip kakışan
kalabalık için bir balla girmemiş ormandı park. Ne kanun kal
149
mışu ortada, ne düzen. Ama küllürü daha çok sevenler, ağaçlan on sekizinci yüzyılda ilk kez
dikilen, 1807'de Napolyon ordularının kenti kuşatmasında kesilen ve 1810'da Napolyon
şerefine yeniden dikilen Hindenburg Ağaçlıklı Yolu'nun gezi yerlerinde, yani bu yolun
tarihsel zemini üzerinde benim müziğimi dinleyip dansedebilirdi; çünkü tepemdeki
mikrofon kapatılmıştı, Olivia Kapısı'na kadar işililebiliyordu müzik; çünkü tribünün ayak
kısmında dikilen oğlanlarla ben, Jiınmy'nin zincirinden çözdüğümüz kaplanıyla Mayıs
Çayırı'nı, üzerindeki koyungözlü papatyalara varıncaya kadar boşaltmadan işin arkasını
bırakmadık.
Derken teneke trampetime çoktan haketliği dinlenmeyi bağışladım, ama trampelçi oğlanlar
bir türlü kendi trampetlerini çalmalarına son vermediler; müzikal etkimin yavaş yavaş
etkisini yitirmesine kadar aradan hayli zaman geçmesi gerekiyordu.
Şunu da söyleyeyim ki, Oskar, bulunduğu tribün içinden hemen ayrılamadı, çünkü 5A ve SS
mensupları çizmeleriyle bir saat boyunca ha babam tribünün tahtalarını tekmelediler,
kahverengi ve siyah taban tahtalarında köşeli oyuklar açtılar, tribünün içinde bir şey arar
gibiydiler, bir sosyalistti aradıkları belki ya da komünist bir sabotajcı grubuydu. Oskar'm
numaralarını ve aldatmaca manevralarını burada sayıp dökmeye girişmeden, şu kadarını
kısaca açıklayayım ki bulamadılar Oskar'ı; çünkü Oskar'm dengi kimseler değillerdi.
Sonunda tahta labirent sessizleşti yine, karnında Hazrcti Yıınus'un oturup yağa bulandığı
bir balina iriliğinde vardı bu labirent. Yo yo, Oskar, peygamber falan değildi, Oskar
acıktığını hissediyordu. "Haydi, düş yola ve o büyük Ninova kentine varıp oradakilere
vaazlarda bulun!" diyen bir Rab yoklu ortada. Ayrıca, bir Rab'bin benim için bir yerde bir
rizinus ağacı yetiştirip, aynı ağacı sonra bir kurdun yemesini buyurmasının gereği yoklu.
Ben ne Tevrat'taki rizinus ağacından, ne de Ninova'dan ölürü sızlanıyordum; islerse bu
Ninova kenti Danzig olsun, Tevrat'la ilişkisi bulunmayan trampetimi kazağımın altına
soktum, kendi işim başımdan aşkındı; bir yere toslamamaya, bir çiviye bir yerimi çiz
150
ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHAf"""'
dirmemeye çalışarak, peygamberler yutan bir balina büyüklüğüne nasılsa erişmiş, her türlü
gösterinin yapıldığı bir tribünün karnından bir yolunu bulup çıktım dışarı.
Islığı öttüre ötlüre, üç yaşındaki bir çocuk yavaşlığıyla Mayıs Çayırı'nın kenarını izleyen ve
spor salonu yönünde tıpış tıpış ilerleyen bir küçük oğlana kim dikkat ederdi? Tenis alanının
gerisinde, tribünün ayak kısmındaki oğlanlar, kiralık asker trampetlerini, yassı
trampetlerini, filrclerini ve fanfarlarını önlerinde tutarak sekip duruyorlardı. Herhalde
ceza eğitimidir dedim kendi kendime ve komutanlarının düdüğüne uyarak sekip duran
oğlanlara biraz acır gibi oldum. Bir araya toplanmış yöneticilerin oluşturduğu kurmay
heyetinden uzakta, bir kenarda Löbsack, yalnızlık içindeki kamburuyla bir gidip bir
geliyordu. Hedefinden emin, istikbal yolunun dönemeçlerindeki tüm otları ve koyun
gözlerini yolup almasını, çizmelerinin ökçeleri üzerinde çarkeden Löbsack başarmıştı.
Oskar eve geldiğinde, öğle yemeği sofraya çıkarılmış bulunuyordu. Haşlanmış patates ve
kara lahanayla kavrulmuş kıyma, yemek üzerine vanilyah ve çikolatalı puding. Matzeralh,
ağzını açıp bir şey söylemedi; annesinin aklı ise başka yerdeydi. Ama öğleden sonra
kıskançlık yüzünden ve Polonya Postanesi dolayısıyla karı koca arasında bir kavga patlak
verdi. Akşama doğru serinletici bir fırtına, sağanak halinde bir yağmurla ve harikulade
trampet çalan doluyla birlikle gelerek hayli uzun bir gösteride bulundu. Bu durumda,
Oskar'm yorgunluktan bitkin düşmüş teneke trampeti dinlenebilir ve arlık yalnız çevredeki
seslere kulak verebilirdi.
151
VİTRİN
Uzunca bir süre, daha kesin bir söyleyiş 1938 yılının kasını ayma kadar trampetimle
tribünler allında lünedim, az ya da çok başarılar sağlayarak darmadağın etlini gösterileri,
konuşmacıları kekelettim, marşları ve koro şarkılarını valslere ve fokstrotlara
dönüştürdüm.
Bugün bir akıl ve ruh hastalıkları kliniğinde paralı yalan bir hastayım. Söz konusu olaylar
tarihe karışmış olup hâlâ harıl harıl, ama lavında olmayan bir demir gibi dövüldüğü için,
tribünler alımdaki trampetimi konuşturmalarıma artık bir uzaklık gerisinden
bakabiliyorum. Sabote edilmiş altı ilâ yedi gösteriye ve uygun adımdan uzaklaştırılmış üç
dört yürüyüşe ya da tribün önünde yapılan geçil resmine dayanarak kendimi direniş
örgütünün bir mensubu gibi görmek, doğrusu aklımın ucundan geçmez. Direniş örgütüne
mensup sözü moda şimdilerde. Direniş ruhundan söz açılıyor, direniş çevrelerinden dem
vuruluyor, hatta insanda direnişi içe aktarabilme olanağından söz ediliyor ve bunun da
adına "iç göç" deniyor. Ya savaşla yalak odalarının pencerelerini karartmakla ihmal
gösterdikleri için pasif korunmanın para cezasına çarptırdığı, şimdi ise kendilerini direniş
mensupları olarak öne süren o okumuş elendiler!
Ama biz yine Oskar'ın tribünleri altına bir ğöz atalım. Oskar trampetini konuşturarak
acaba gözlerini mi bağlamıştı onların! Üstadı Bebra'nm öğüdünü tutarak girişimi kendi
eline almış da,
152
tribün önündeki halkın gülüp dansetmesini mi sağlamıştı? Alabildiğine hazırcevap ve (eleğin
çemberinden geçmiş biri olan Bölge Eğitim Müdürü Löbsack'ın konserini rezil mi etmişti?
1935 yılı ağustos'unun tek kap yemekli bir pazarında ilk kez ve sonra yine birkaç defa,
beyazkırmızi rengine karşın Polonyalı olmayan trampetini fırtına gibi konuşturarak
kahverengimsi gösterileri dağıtıp önüne mi kalmıştı?
Evet, sizin de itiraf edeceğiniz gibi, yaptım bütün bunları. Ama bunları yaptım diye şimdi
bir akıl ve ruh hastalıkları kliniğinin sakinlerinden olan ben, direniş örgülünden biri mi
sayılacağım? Bu soruya hayır cevabım vermem gerekiyor ve sizlerden, bir akıl ve ruh
hastalıkları kliniğinin sakinleri olmayan sizlerden ricam, bana özel ve estetik nedenlere
dayanarak, beri yandan üstadı Bcbra'nın uyarmalarına kulak vererek üniformaların renk ve
biçimini, tribünlerde normal olarak icra edilen müziğin tempo ve ses gücünü yadsıyan,
trampetini konuşturup protestolarda bulunan biraz acayip bir çocuktan başka gözle
bakmayınız.
O zamanlar, tribünler üzerindeki ve önündeki insanlar külüstür bir trampetle
etkilenebiliyordu henüz. Ve itiraf edeyim, camların canına okuyan uzak etkili şarkım gibi,
bu hünerimi de giderek geliştirdim. Trampetimi yalnız kahverengi toplantılara karşı
konuşturmuyor, kızıllar olsun, karalar olsun, izciler olsun, PX örgütünden ıspanak
gömlekliler olsun, Jchova Tanıkları olsun, Kyffhauser Derneği mensupları olsun,
vejeleryanlar olsun, ozon harekeline mensup Genç Polonyalılar olsun, hepsinin
toplantılarında tribün altına tünüyordum. Ne söyleseler, ne çalsalar, hangi duada, hangi
bildiride bulunsalar, trampetimle bir türlü yarışa çıkamiyorlardı.
Dolayısıyla, yaptığım yıkıcı bir işti. Trampetimle hakkından gelemediğim bir şey çıkarsa,
onu da sesimle haklıyordum. Böylece gündüz tribünlerdeki simetriyi konu alan girişimlerin
yanı sıra, geceleri de faaliyet göstermeye başlamıştım: 1936 ilâ 1937 kışında ayartıcı rolü
oynadım ve ayartıcılıktaki ilk dersleri de büyükannem Koljaiczek'den aldım; büyükannem o
seri kış, haftada bir kurulan Langfuhr Pazan'nda bir sergi açmıştı; yani bir lezgâ
153
hin başına dört etekliğiyle çömüyor, sızlanıp yakınan bir sesle "Taze yumurtalar! Allın
sarısı tereyağları! Besili kazlar!" diye bağırıyor, pazar sofralarına çıkarılacak yiyecekleri
müşterilere sunuyordu. Salı günleri kuruluyordu pazar. Büyükannem banliyö treniyle
Vicreck'ten kalkıp geliyor, Langfulır'a varmadan az önce tren yolculuğu için giydiği keçe
terlikleri çıkarıp o biçimsiz çizmelerini ayağına geçiriyor, iki sepeti kollarına takıp
İstasyon Caddcsi'ndeki sergisinin yolunu tutuyordu. Sergi üzerinde "Anna Koljaiczck,
Bissau" diye bir tabela asılıydı. O günlerde ne kadar da ucuzdu yumurtalar. 15'lik kutular
daha hesaplıydı. Büyükannem "Haydi pisi balıkları! Haydi pomuchel, pek güzel!" diye bağırıp
duran iki balıkçı kadının arasına çömüyordu. Ayaz tereyağını taş gibi yapıyor, yumurtaları
taze tutuyor, balıkların pullarını pek keskin tıraş bıçakları gibi biliyor, pazarda çalışan
Schwerdfeger adındaki adama iş sağlıyor, para kazandırıyordu; bir gözü yoktu adamın,
açıkta yanan bir mangal kömürünün ateşinde tuğlalar kızdırıp, bunları gazele kâğıtlarına
sararak pazarcı kadınlara ücret karşılığında kiraya veriyordu.
Büyükannem, her saat başı düzenli olarak Schwerdlcgcr'e kızgın bir tuğla getirtip dört
etekliği allına sürdürüyordu. Buğular tüten bir pakelçiği, Schwerdfeger anneannemin işle
birazcık kaldırdığı elekleri altına itiyor, yükünü bir hamlede boşaltıp bir hamlede yeni yük
yüklenen demir tuğla iticisi, az sonra büyükannemin eleklikleri altından nerdeyse soğumuş
bir tuğlayla çıkıp geliyordu.
Gazele kâğıdı içinde sıcaklığı depo edip sonra onu isleyenin emrine amade kılan bu
tuğlalara ne kadar imrenmişimdir. Bugün bile Anneannemin eteklikleri allında böyle sıcacık
bir tuğla olarak bulunmayı, boyuna kendimle değiş tokuş edilmeyi pek isterdim doğrusu.
Büyükannesinin eteklikleri altında Oskar'ın işi ne diye soracaksınız belki. Büyükbabası
Koljaiczek'e öykünüp yaşlı kadının ırzına geçmek miydi niyeti yoksa? İstediği unutmak
mıydı? Bir yurt, bir yuva mı arıyordu kendine? Nirvana'cla son bulmak mı isliyordu?
154 /
Oskar'ın cevabı şöyle: Anneannemin eleklikleri altında Afrika'yı arıyordum, bir kimsenin
ille de görmüş olması gerektiği söylenen Napoli'yi arıyordum belki. Irmaklar, sular bir
yerde birbiriyle kavuşuyor, bir yerde birbirinden ayrılıyordu; bir yerde sert rüzgârlar
esiyor, bir başka yeri ise rüzgâr tutmuyordu; çığıl çığıl yağmur yağıyor, ama kuru yerde
oturuyordu insan; gemiler demir atıyor, gemiler demir alıyordu; Oskar'ın yanı başında
öteden beri sıcaktan hoşlanan Tanrı Baba oturuyor, bir yerde şeytan dürbününü
temizliyor, bir başka yerde melekçikler körebe oynuyordu; ister Noel ağacında ışıklar
yansın, ister Paskalyada yumurta aramaya çıkmış olayını veya Azizler gününü kınlayayım,
anneannemin etekliklerinin altı yaz mevsimini yaşıyordu hep. Günleri başka hiçbir yerde
anneannemin etekliklerinin altındaki kadar huzur içinde geçiremezdim.
Ama anneannem pazarda benim, etekliklerinin altını ziyaret etmeme asla izin vermiyor,
başka zamanlarda da bunu seyrek yapıyordu. Yanı başındaki küçük bir sandığa oturarak
anneannemin koluna yaslanıyor, böylece elekliklerinin altında o sıcaklığı duyamayışımın
acısını çıkarmaya çalışarak kendisinden insanları ayartıcılık hünerini öğreniyordum.
Kardeşi Vinzenl Bronski'nin eskimiş para çantasını bir ipin ucuna bağlıyor, kum saçıcıların
kirlettiği yaya kaldırımın çiğnenmekten sertleşen karları üzerine atıyordu anneannem; öyle
ki, ipi yalnız onunla ben görüyor
Ev kadınları gelip gidiyorlar, her şey ucuzken hiçbir şey salın almak islemiyor, galiba
herşeyin kendilerine hediye edilmesini, hatta üsle bir şey verilmesini bekliyorlardı; çünkü
bir ara bu hanımlardan biri Vinzent'in karlar üzerine atılmış duran para çantasına eğildi;
parmakları meşin çantaya değdi değecekken anneannem, kadının biraz şaşırmış
parmaklarını da beraber çekerek topladı oltayı, kılık kıyafeti düzgün balığı kendine doğru
çekip tezgâhın yanına getirdi ve tamamen güleryüzlü "Buyursunlar Madamcığım!" dedi.
"Biraz tereyağı isler miydiniz, altın gibi sarı? Yumurta da var, on beşi bir gulden'e?"
\55
İşle böylelikle Anna Koljaiczck, doğal ürünlerini elden çıkarıyordu. Ben anneannemin bu
ayartılarında saklı yatan büyüyü anlıyor, ama doktor ve hasta oyunu oynamak için on dört
yaşındaki oğlanları Susi Kaler'le kilere çekip götüren o ayarlıya aklım ermiyordu. İçlerinde
Alex Mischke'yle Nuchi Eyke kan bağışlayıcı, Susi Kater doktor hanımcık olup beni de
hasta yaparak kiremit çorbası gibi kumlu olmayan, ama ağızda kokmuş balık tadı bırakan
ilâçları bizim evdeki yumurcakların bana zorla içirınelerindcn beri, bu ayartı beni
ayarlamıyordu, bu ayartının yolundan kaçıyordum. Benim kendi ayartıcılığım ise maddi bir
nitelikten yoksundu ve ayarttığı kimselerden uzak tutuyordu kendini.
Karanlığın basmasından uzun zaman sonra, dükkânların kapanmasından arası iki saat kadar
geçince, annemle Matcraıh'ın yanından yavaşçacık uzaklaşıyor, kış gecesine salıyordum
kendimi. Adetâ kimselerin görülmediği sessiz caddelerde, rüzgâr tutmayan kapı ağızlarına
sığınarak, nefis ve leziz çerezlerin satıldığı dükkânların, manifaturacıların, ayakkabı ve
saat gibi ele avuca gelip arzu edilmeye değer eşyaları müşterilere sunan mağazaların
vitrinlerini göz allında tutuyordum. Vitrilerin hepsi de aydınlatılmış olmuyordu kuşkusuz.
Halta ışığın herkesi, en sıradan kimseleri bile kendine çekmesine karşılık, alacakaranlık
seçkin kimselere seslendiğinden, inallarını sokak (enerlerinden uzakla alacakaranlık içinde
müşterilerine sunan mağazaları yeğliyordum.
Benim gözüme kestirdiğim, salınarak önlerinden geçerken göz kamaştıracak kadar aydınlık
vitrinlere, vitrinlerdeki mallardan çok fiyat etiketlerine bir göz atanlar, şapkalarının
başlarında doğru durup durmadığını ayna gibi vitrin camlarında görmek isleyenler değildi.
Kuru ve rüzgârsız soğukta, iri yumaklar halinde yağan karlardan uzak, sessiz ve lapa lapa
yağan karlar ortasında ya da tepemde ayazla büyüyen bir ay, kendilerini beklediğim
müşteriler, sanki, kendilerine bir seslenen olmuş gibi vitrinler önünde durakalıyor,
gözlerini raflarda uzun süre dolaştırmayarak hemen ya da az sonra vitrinde sergilenmiş
nesnelerden sadece birine gözlerini dikiyorlardı.
156
Yapmayı tasarladığım şey, bir avcının işine benziyor, keskin ve şaşmaz gözlerle sabır ve
serinkanlılık gcrekliriyordu. Ancak bütün bu ön koşulların gerçekleşmesinden sonradır ki,
sesime kan akılmadan ve acı çektirmeden avın üstesinden gelmek ve onu ayartmak işi
düşüyordu. Ayartmak, ama neye?
Hırsızlığa; çünkü en sessiz çığlıklarımdan birini koyvererek vitrin camında, lam en alı
rafların hizasında, mümkünse o iştah uyandıran nesnenin lam karşısında yusyuvarlak bir
oyuk açıyor, sesimi son bir kez zorlayarak oyuğu itip vitrinden içeri göçcrliyordum; bir
şıngırtı duyuluyor, ama ses hemen yine boğulup işitilmiyordu, yani tuz buz olan bir camın
şıngırtısı değildi bu; ses benim tarafımdan duyulmuyor, çünkü Oskar bunu duymayacak
kadar uzakta bulunuyordu. Ne var ki, bir kez tersyüz edildiği kuşkusuz kahverengi kışlık
mantosunun yakası tavşan postundan genç kadın, yusyuvarlak deliğin açıldığını işitiyor,
lavşan postundan yakasına kadar irkiliyor, karların içine dalıp kaçmak isliyor, ama yerinden
kıpırdamıyor, belki kar yağdığından, belki kar lazlalaşmca bütün yasakların ortadan
kalkacağını sandığından yapamıyordu bunu. Peki ama, ne diye bakmıyordu çevresine? Kar
yumaklarından işkilleniyor, çevresine bakmıyor, sanki kar yumaklarının arkasında yeni kar
yumaklarından başka bir şey varmış gibi, sağ elini yine tavşan postuyla kaplı mantosundan
dışarı çıkarırken hâlâ çevresine bakmıyordu. Derken bırakıyor bakınmayı, elini oyuktan
içeri uzatıyor, o iştah uyandıran vitrinin üzerine kapaklanmış camı bir kenara çekip alıyor,
oyuğun kenarında elini yaralamadan ve ayakkabıların ökçelerini örselemeden mat siyah
iskarpinlerden önce bir tekini, derken solda kalan öbür tekini yürütüyordu. Ayakkabılar
mantosunun sağ ve sol ceplerini boyluyordu hemen. Bir an, beş kar yumaklık bir süre, cana
yakın, ama kendisine bir şey söylemeyen bir profil seçiyor Oskar, bunun Slernfels
Mağazası'ndaki modellerden biri olduğunu, ne hikmetse o anda sokakla gezmeye çıktığını
lam aklından geçirirken yağan kar altında kadın kayboluyor, ilerdeki ilk fenerin san ışığı
altında bir kez daha belirip ışık çemberinden çıkıyor,
157
genç ve çiçeği burnunda bir evli hanım ya da özgürlüğüne kavuşmuş bir model olarak
oralardan savuşuyordu.
Bu iş yapılıp bittikten sonra beklemek, pusuya yatmak, trampetimi konuşturamamak,
nihayet buzlu camı şarkı ve türkülerimle ısıtıp eritmek çetin bir işti o hırsız kadın gibi,
ama yanımda bir ganimet olmaksızın, kalbimde hem bir ateş, hem bir üşüme, evin yolunu
tutmaktan başka yapacak şey kalmıyordu
benim için.
Hani yukarıda anlatılan model olayındaki gibi ayartmayı beecremiyordum. Örneğin, belli bir
çifti bir hırsız çift yapmak arzusunun içimde yanıp tutuştuğu oluyor, ama ya kadınla erkek
her ikisi birden buna yanaşmıyor ya da erkek, elini uzatmışken kadın uzanan eli tutup
geriye çekiyordu. Bazen elini uzatmak cesaretini kadın gösteriyor, o vakit erkek diz çöküp
yalvarıyor, sonunda kadın, erkeğinin sözünü dinleyip vazgeçiyor, ama bundan böyle de onu
küçümsemeye başlıyordu. Bir defasında pek toy izlenimi uyandıran iki sevgiliyi, kar
atıştırırken, bir parfüm mağazası önünde ayartmaya kalktım. Erkek, cesur bir davranışla
bir şişe kolonya yürüttü vitrinden. Kız ağlayıp sızlanmaya koyuldu ve bundan böyle hiçbir
koku sürünmeyeceğini açıkladı. Oysa erkek, kızın güzel güzel kokmasını isliyordu ve
ilerdeki ilk fenere kadar diretti. Ama fenerin orada gencecik kız, sanki niyeti beni
kızdırmakmış gibi açıkça ayak uçları üzerinde dikilerek erkeği öpmeye başladı, sonunda
erkek kardaki ayak izlerini gerisin geri izleyip kolonayı vitrindeki eski yerine bıraktı.
Birkaç kez yaşlıca beylerde de aynı şey geldi başıma, bunların kış gecesi içinde ilerleyen
alak adımlarına bakarak aşırı bir umuda kapılıyordum. Huşu içinde bir tütüncü dükkânının
vitrini önünde durup, düşünceleriyle Havana'da, Brezilya'da veya Brissa Adaları'nda
dolaşıyor, ama ben sesimi yollayıp vitrin camında açlığım ölçülü bicili bir oyuğu "Schwarze
Wcisheil*" adındaki ulak bir puro kutusunun üzerine devirir devirmez, bu beylerin içinde
* Kara Bilgelik (Ç.N.) 158
âdcia açılmış duran bir çakı trak diye kapanıvcriyordu. Derken tersyüz ediyor, ellerindeki
bastonları kürek gibi kullanarak caddenin karşısına geçiriyorlardı; beni ve saklandığım kapı
ağzım farkelmeksizin önümden seğirtiyor, o şaşkın, sanki şeytanın tarlakladığı yaşlı
beyefendi yüzlerinden ölürü Oskar'ın gülümsemesine ses çıkarmıyorlardı. Ancak hafif bir
tasa da karışmıyor değildi Oskar'ın gülümsemesine; çünkü söz konusu beyler, çokluk yaşını
başını almış bu puro tiryakileri sıcak ve soğuk terler döküyor, dolayısıyla, hele ani hava
değişmelerinde bir üşütme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı.
O kış sigorta accntaları, bizim semtteki çoğu hırsızlığa karşı sigortalanmış mağazaların
uğradığı zarar ziyanı tazmin için kucak dolusu para ödemek zorunda kaldılar. Ben her ne
kadar işi büyük hırsızlıklara kadar vardırmıyor, camda açlığım oyukların boyutlarını
kasten, vitrinlerden bir defada ancak bir ya da iki parça bir şey kaldırabilecek ölçüde
tutuyorsam da, hırsızlık olayları öylesine çoğaldı ki, emniyetteki hırsızlık masası memurları
işlen göz açamaz oldular; buna rağmen basın tarafından beceriksiz polisler olarak
aşağılanmaktan kurlulamıyorlardı. 1936 kasımından Albay Koç'un Varşova'da bir Ulusal
Cephe Hükümeti kurduğu 1937 mari'ına kadar 28 hırsızlık ve 64 hırsızlığa teşebbüs
olayına rastlandı. Hani hiçbiri de profesyonel hırsız olmayan bu yaşlıca hanımefendilerin,
dükkân ve mağazalarda çalışan tezgâhtarların, hizmetçilerin ve başöğretmenlerin
vitrinlerden kaldırdıkları eşyalar ya hırsızlık masası memurları taralından geri alınabiliyor
ya da söz konusu acemi vitrin sansarları, arzuladıkları eşyaların kendilerine uykusuz bir
gece geçinmesinden sonra polise gilmcyi aklcdcrek orada şöyle söylüyorlardı: "Ah, çok
affedersiniz Memur Bey. Bir defa oldu. Bir daha mı, Allah korusun! Ansızın vitrinde bir
oyuk beliriverdi; uğradığım dehşetten yarı kendime gelmiş, oyuğun açıldığı vitrini üç yol
kavşağı geride bırakmıştım ki, baktım harikulade, pahalı olduğu kuşkusuz, halta belki de
bedeli kolay ödenemeyecek zarif bir çift deri eldiven, paltomun sol cebine yasal olmayan
bir yoldan gelip girivermiş."
159
Ama polis, mucizeye inanmadığından, ele geçirilen kimseler veya kendiliklerinden gidip
polise teslim olanların hepsi de, yaptıklarının cezasını dört hafta ile iki ay arasında hapis
cezasıyla ödemek zorunda kalıyordu.
Bana gelince: Ceza olarak ara sıra eve kapatılıyordum; çünkü • her ne kadar kendi
kendine ve akıllılık edip polise itiraf etmiyorsa da, annem camların üstesinden gelebilen
sesimin bu hırsızlık oyununda parmağı olduğunu seziyordu.
Kendine tamamen şerefli bir insan süsü veren ve beni sorguya çeken Malzerath'a herhangi
bir açıklamada bulunmaya yanaşmıyor ve giderek artan bir ustalıkla trampetimin arkasına
ve gelişmekle geri kalmış bir üç yaş çocuğunun hep aynı kalan cüssesi gerisine
saklanıyordum. Annem, bu gibi sorgulamalardan sonra hep tekrarlıyordu: "O bücür adam
vardı ya, hep onun yüzünden işle; Oskar'cığımı alnından öptü. Hemen sezdimdi zalcn bunun
hayra alamet olmadığını, çünkü eskiden bambaşka çocuklu
Oskar'cığım."
Yalan değildi; Sayın Bebra sürekli olarak hafiften etkisi allında bulunduruyordu beni;
çünkü biraz talihim yaver gitli ini, kimseye sormadan, al sana bir saal izin diyordum, kendi
kendime ve evden çıkıp gidiyordum. Ve bu bir saatlik izin, ufak tefek şeyler satan bir
manifaturacı dükkânının vitrin camında o dillere destan yuvarlak oyuğumu açıp örneğin içi
umutla dolu genç bit adamı vitrindeki halis ipekten şarap kırmızısı bir boyunbağının sahibi
yapmak olanağı sağlıyordu bana.
Acaba güzelce silinip temizlenmiş bir vitrin camında el kadar bir pencere açarak, zalcn
varolan o ayartıcı elkiyi güçlendirmesini Oskar'a emreden Kölü'nün kendisi değil miydi,
sorusuna evet, cevabını vermem gerekiyor. Bir kez karanlık kapı ağızlarına sinip
beklememden belliydi bu; çünkü, bilindiği üzere, bir kapı ağzı, Kölü'nün en sevdiği yerdir.
Beri yandan, ayarlmalarımdaki kötülüğü hafifletmek islemiş olmayayım ama, ayartmalara
ne bir fırsat bulduğum, ne de bir eğilim hissettiğim bugün, kendi kendime ve bakıcım
Bruno'ya şöyle söylemeden duramıyorum: "Os
160
kar, sen o kış mevsiminde gezintiye çıkmış, belli bir nesnenin sahibi olmayı şiddetle
arzulayan büyük ve suskun kimselerin yalnız küçük ve orla çaptaki dileklerini yerine
getirmekle kalmadın, vitrin camları önünde bu insanların kendi kendilerini tanımalarından
da yardımını esirgemedin. Birçok mazbut şık bayan, birçok dürüst amca, dini bakımdan
körpeliklerini koruyan birçok yaşlı bakire, sen kendilerini hırsızlığa ayartmasaydin ve
eskiden küçük çapla acemice bir el uzunluğunun lânctlcnıneye lâyık tehlikeli bir alçağın işi
sayan bu vatandaşların görüşlerini dcğişlirmeseydin, hırsızlığa yatkın bir mizaçları
olduğunu asla anlayamayacaklardı."
Her gece pusuya yatarak kendisini gözetlediğim ve üç defasında çalmaya yanaşmayarak
ancak dördüncüsünde fırsatı kaçırmayan ve polisçe asla ele gcçirilemcycn hırsız Dr. Erwin
Scholts'un, İstinaf Mahkemesinde herkesin çekindiği bu Savcı Bcy'in bana, yani
hırsızların ben küçük yarı tanrısına kurban vererek hakiki porsuk kılından bir iraş fırçasını
aşırdıktan sonra yumuşak, hoşgörülü ve yargılarında âdeta insancıl bir hukukçuya
dönüştüğü söylenir.
1937 aralık ayında bir gün uzun süredir soğuktan titreyerek bir kuyumcu dükkânının
karşısında dikiliyordum; kenlin kenar semtlerinden birinde, iki taralına düzenli aralarla
akçaağaçlar dikilmiş bir yolun fazla işlek sayılmayan bir yerinde bulunmasına karşın iyi bir
ün ve isim yapmış bir dükkândı. Başka vitrinler ve oralarda sergilenen kadın çorapları,
kadife şapkaları ve likör şişeleri önünde görsem, hiç duraksamadan haklayacağını bazı
avlar, ziynet eşyalarıyla saatlerin sergilendiği söz konusu dükkânın vitrini önünde
belirmişti.
Ziynet eşyalarının bir özelliği vardır: İnsan müşkülpesent oluyor, kolay kolay içlerinden
birini beğenemiyor, kendini uçsuz bucaksız kolyelerin akışına bırakıyor, dolayısıyla zamanı
dakikalara göre ölçmekten vazgeçip inci yıllarına vuruyor, bunu yaparken de incilerin insan
boynundan daha çok yaşayacağı, zamanla çelimsizleşecek şeyin bilezikler değil bilekler
olduğu, kimi me
' 161
zarlardan yüzükler çıkarıldığı ve böylelikle parmakların bu yüzüklere dayanamadığının
anlaşıldığı düşüncesinden yola koyuluyor. Kısaca, söz konusu vitrini seyredenlerden
bazısını fazla kendini beğenmiş, bazısını ise fazla yavan görüp ziynet eşyalarıyla
donatmaktan vazgeçiyordum.
Kuyumcu Bansemer'in dükkânının vitrini öyle fazla yüklü değildi. O ince İsviçre işçiliğinin
ürünü olan birkaç güzide saat, açık mavi kadife üzerinde bir dizi nişan yüzüğü ve ortada
allı, daha doğrusu yedi tane olağanüstü güzellikle mücevher parçası; değişik renkle
altından işlenmiş üç burmalı bir yılan; yılanın ince işçilik ürünü olan başını bir topaz, iki
elmas parçası ve gözlerini iki safir süsleyip değerlendiriyor. Genellikle siyah kadifelerden
hoşlanmam, ama Kuyumcu Bansemer'in yılanına bu zemin iyi gidiyordu doğrusu. Başlan
çıkarıcı bir sadelik taşıyan ve mütenasip biçimleriyle dikkati çeken gümüş mücevherler
altındaki gri kadife de yine öyle uygun düşmüştü, etrafa iç gıcıklayıcı bir huzur saçıyordu.
Hani yüzüklerden biri öylesine zarif bir taşı sinesinde barındırıyordu ki, benzer
zarafetteki hanımefendilerin ellerini eskiterek gittikçe daha çok zaralel kazanacağı ve
günün birinde galiba yalnız ziynet eşyalarına vergi olan ölmezlik payesine ulaşacağı
şimdiden keslirebiliyordu. Sonra da gerdanlıklar; takılmaları insana uğur getirmeyecek
gerdanlıklar, insana yorgunluk veren gerdanlıklar, ve nihayet gerdanlık biçimindeki
beyazsarımsı bir kadife altlık üzerine yatırılmış alabildiğine hafif bir gerdanlık: Tek tek
parçalar zari! bir biçimde birbirine geçmiş; dantel işlenir gibi işlenmiş bir çerçeve;
abajurla donatılmış bir kanaviçe. Acaba hangi örümcek burada alim salgılayıp, allı küçük ve
bir büyük yakul taşını yakalamak üzere kendine bu ağı ördü? Ve kendisi nerede pusuya yallı
bu örümceğin ve neyi gözledi? Daha başka yakul taşlarını değil, ağa yakalanmış yakutların
kan damlaları gibi ışıldayarak bakışlarını kendi üzerlerine çivileyecekleri bir insanı gözledi
herhalde. Bu gerdanlığı kime armağan etmeliydim ki, hem kendi isteğim, hem de o allın
üretip allın işleyen örümceğin dileği yerine gelsindi?
162
1937 yılının 18 aralık günü çiğnenmekten sertleşmiş gıcır gıcır kar üzerinde, her
zamankinden daha çok kar kokan, her şeyi kara havale etmek isteyen bir kimsenin dileğini
aşacak kadar kar kokan bir gecede, bulunduğum kapı ağzının sağ üst tarafından karşıya
geçerken gördüm Jan'ı. Başını kaldırıp bakmadan kuyumcu dükkânının önünden yürüdü;
duraklar gibi yaplı derken, daha doğrusu kendisine seslenen olmuş gibi durdu, arkasına
döndü veya döndürüldü ve o beyazlara bürünmüş, sesleri fazla çıkmayan akçaağaçlar
arasındaki vitrin önünde dikilmeye başladı.
Çıtkırıldım, gözü hep yaşlı, mesleğinde boynu bükük, aşkla haris, aptal olduğu kadar
güzelliğe düşkün Jan Bronski, annemin eliyle yaşayan, bugün bile hem inanıp hem
gerçekliğinden şüphe elliğim bir düşünceye göre Matzerath adına beni dünyaya getiren
Jan, sanki Varşovalı bir terzinin elinden çıkmış şık pallosuyla karşıda dikiliyordu; bir
heykele dönüşmüştü âdeta, karm içinde dikilen ve karda kan izleri gören Parzival gibi
gözünü alim gerdanlığın yakul taşlarına dikmiş, işte öylesine laşlaşıp scmbolleşmiş olarak
vitrin önünde duruyordu.
Jan'ı sesimle ya da trampetimi konuşturarak oradan uzaklaştırabi lirdi m. Trampetim
yanımdaydı, paltomun altında duyuyordum varlığını. Düğmelerden birini çözmeye göreyim,
hemen ortaya çıkacak, ayaz havanın içerisine süzülüverecekti. Değnekler için de paltomun
düğmelerine bir el atmam yeterdi. Avcı Huberlus* da o bir tuhal geyiği tüfeğinin aleş
menziline girdiği zaman çekip vurmamış ve Saulus** değişip bir Paul us olmuştu. Papa,
yüzüklü parmağını kaldırınca Attila tersyüz edip gitmişti. Ama ben çektim içliği, ne
değiştim ne tersyüz ellim; avcı olarak, Oskar olarak kaldım; hedefe varmak isledim,
paltomun düğmeleri
* Hubeılus : Lüıticlı piskoposu (öl. 727) ; bir efsaneye göre avcılığa çok meraklı bir kimse;
günün bilinde boynuzlan arasında bir haç işareti taşıyan bir geyikle karşılaşması üzerine
avcılığı terkeder; avcıların koruyucusu olan bir ermiş. (CN.)
** Saulus : Havarilerden Paulus'un Hıristiyanlığı kabulünden önceki adı. (Ç.N.)
163
ni çözüp trampeti ayaza çıkarmadım, değnekleri trampetin yassı beyaz tenekesi üzerinde
konuşturmadım, aralık ayını trampetli bir ay yapıp çıkmadım, sessiz bağırdım sadece, bir
yıldız nasıl bağırırsa öyle bağırdım belki, ya da suyun dibindeki bir balık gibi suskun
bağırdım; ilkin o ayaz hava içerisine bağırıp yeniden kar yağdırmaya çalıştım, sonra da cam
içerisine bağırdım; geçirgen olmayan camdan içeri, pahalı camdan, ucuz olmayan camdan
içeri, saydam camdan, arada sınır oluşturan camdan içeri Jan Bronski ile yakullu gerdanlık
arasındaki vitrin camından içeri bağırarak önceden büyüklüğünü bildiğim Jan'ın eldivenli
elinin geçebileceği kadar bir oyuk açtım; camı bir kiler kapısı gibi, cennetin ferah,
cehennemin dar kapısı gibi itip yukarı kaldırdım. Jan irkilmcdi hiç, zarif eldivenli elini
paltosunun cebinden çıkarıp cennetten içeri daldırdı, eldiven cehennemi geride bırakıp
döndü hemen; yakuttan taşlan, cennetten kovulmuşlar da içerisinde olmak üzere, tüm
meleklere yaraşacak güzellikteki gerdanlığı, cennet veya cehennemden kaldırdı; yakut ve
altından avını kavrayan elini gerisin geri cebine götürdü, ama açık vitrin önünde
dikilmesine devam etti, oysa tehlikeli bir davranıştı bu, oysa artık kanayan ve Jan'ın ya da
Parzival'ın bakışını zorla kendi üzerlerine çeken yakutlar ortada yoklu.
Oh, Baba, Oğul ve Ruhulkudüs! Baha'ya, yani Jana bir şey olması islenmiyorsa. Ruh'ta bir
şeyler olmalıydı. Oğul paltosunun düğmelerini çözdü Oskar, telâşla trampet değneklerine
sarıldı ve teneke trampet üzerinde "Baba! Baba!" diye haykırmaya başladı. Sonunda
arkasına döndü Jan; ağır, gerektiğinde pek ağır bir tempoyla caddeyi geçerek geldi ve
birden benimle, yani Oskar'la kapı ağzında karşılaştı.
Jan henüz bana boş gözlerle bakıp dururken, ama karlar da eridi eriyecekken, ansızın
karın yeniden alıştırmaya başlaması ne güzel oldu! Yakutlara değen eldivenli elini değil de,
öbür elini bana uzallı Jan; şakın ama süklüm püklüm denemeyecek bir edayla beni alıp eve
götürdü; evde annem beni merak edip duruyordu. Malzerath o her zamanki hoyrat ama pek
ciddi denemeyecek
164
ses tonuyla beni polise teslim edeceğini söyleyerek gözümü korkuttu. Jan bir açıklamada
bulunmadı, fazla da'olurmadı zaten, Matzerath'ın masaya bira çıkararak kendisini davel
ettiği skal oyununa da yanaşmadı. Giderken eliyle okşadı Oskar'ı; Oskar ise Jan'ın
kendisinden sır saklamasını mı, yoksa dost olmalarını mı istediğini pek anlayamadı.
Aradan çok geçmeden, Jan anneme hediye etli gerdanlığı. Annem sadece birkaç saat, o da
Malzeralh yokken, herhalde mücevherin nereden geldiğini bilerek, yalnız kendisi ya da Jan
Bronski için, belki de aynı zamanda benim için laktı bu gerdanlığı.
Savaş biliminden az sonra Düsseldorf karaborsasında gerdanlığı vererek, karşılığında on
iki kulu Amerikan Lucky Strike sigarası ve bir deri evrak çantası aldım.
165
GÖSTERİLMEYEN MUCİZE
Bugün akıl ve ruh hastalıkları kliniğindcki yatağımda, bir zaman her el atışta elimin alımda
bulunan, ayaz demeyip, gece demeyip buz çiçeklerini eriten, vitrin camlarını delip açarak
hırsızların elinden tutan sesimdeki o gücü çok vakit aradığım oluyor. Örneğin bakıcım
Bruno'nun beni daha bir dolaysız gözelleyebilmesi için, kapının yukarısındaki gözetleme
penceresini canı giysisinden soymayı ne kadar isterdim.
Kliniğe yatırılmadan önceki yıl sesimdeki güçsüzlük bana bir hayli üzümlüye mal olmuştu.
Gece manzarasına bürünmüş sokaklarda başarı ardında koşarak çığlığımı alıp bir başarı
ekle edemedim mi, zorbalıklan tiksinen biri olmama karşın bazen yerdeki bir laşa uzanıyor,
DüsseldorCun kenar semtindeki sefil sokakların birinde bir evin mutlak penceresine nişan
alıyordum. Dostum Dekoratör Viular'a hünerlerimden birini göstermek için yanıp
tutuşuyordum en çok. Dostumu gece yarısından sonra König Ağaçlıklı Yolu'ndaki bir
bonmarşenin ya da eski konser salonu yanındaki bir parfümcü dükkânının üst taralına
perde çekilmiş vitrininde, yeşil kırmızı kısa yün çoraplarından lamdım mı, benim öğrencim
olan veya öğrencim olabilecek Dekoratör Vitllar'ın önünde dikildiği vitrin camını
şarkılarımla kırıp dökesim geliyordu; çünkü Yuda mı desem, Johanna mı desem kendisine,
hâlâ bildiğim yok.
Viltlar asil bir sülâleden geliyor, küçük adı Gottfried. Beni mahcup eden başarısız şarkı
denemesini tutmayıp sapasağlam
166
kalmış vitrin camı önünde trampetimi hafifçe konuşturuyor, Vitllar'ın dikkatini
çekiyorum ve Vittlar dışarı çıkarak bir çeyrek saat benimle çene çalıp kendi dekorasyon
hünerlcriylc alay ederken, ister islemez ona Gottfried diyorum, çünkü sesim ona Johanna
ya da Yuda dememi sağlayacak mucizeyi gösteremiyordu. Jan Bronski'yi hırsız, annemi ise
yakut taşlı bir gerdanlık sahibi yapan kuyumcu dükkânı önündeki bağırmalarım, şiddetle
arzulanmaya değer eşyaların sergilendiği vitrinler önündeki şarkı ve türkülerim şimdilik
sona ermişti. Derken bir sofuluğa kaptırdı kendini annem. Neydi onu böyle sofulaştıran?
Jan Bronski ile düşüp kalkması, çalınmış gerdanlık ve zina durumunu yaşayan bir kadının
katlanmak zorunda bulunduğu o tatlı meşakkatler annemi solu ve kutsamalara düşkün bir
kadın yapıp çıkmıştı. Zina günahının işlenişi ne de güzel bir düzen içinde yürütülüyordu:
Perşembeleri kentte buluşulup küçük Oskar, oyuncakçı Markus'un yanına bırakılıyor,
Dülgerler Sokağı'nda çok vakit tatminkâr, ama yorucu bir saat geçiriliyor, ardından Cafe
Weitzke'de Türk kahvesi içilip pasta yenerek yorgunluk çıkarılıyor, sonra Yahudi
Markus'a yollanılıyor, Markus'lan Oskar'cıkla birkaç kompliman ve hediye denebilecek
düşük fiyata ipek çileler alınarak dönülüyor, beş numaralı tramvaya biniliyor,
gülümsemeler ve düşüncelerle bambaşka yerde dolaşılarak Oliva Kapısı önünden geçiliyor,
Hindenburg Yolu zevkle geride bırakılıyor, Spor Saloını'ııun hemen yanı başındaki
Matzerath'm pazar sabahlarını harcadığı Mayıs Çayın'nm farkına varılmıyor pek, Spor
Salonu çevresindeki dönemeç isler islemez sineye çekiliyor tam güzel bir şeyler
yaşanmışken söz konusu yapı ne de çirkin görünebiliyor insana, solda bir dönemeç daha,
derken tozlu ağaçlar gerisinde kırmızı kasketli öğrencileriyle Coııradinum beliriyor aman
ne hoş! Ne olur Oskarcığım da böyle altın yaldızla C harli islenmiş kırmızı bir kasket
giyseydi başına! On üçüncü yaşından allı ay aldı Oskarcığım; ortaokulda olur şimdi, Latince
öğrenmeye başlardı: Küçük, çalışkan, biraz yaramaz ve mağrur bir Conradinum'lu edasıyla
ortalıkta dolaşır dururdu.
167
Demiryolu alt geçidinin arkasında Reichskolonie ve Helene Lange Okulu'na doğru tramvay
yol alırken, Bayan Agnes Malzeralh'ın aklı Conradinuın'a ve oğlu küçük Oskar bakımından
kaçırılmış fırsatlara gidiyor. Derken bir dönemeç daha; solda o soğana benzeyen kulesiyle
İsa Kilisesi'nin önünden geçiliyor; Max Halbe Meydam'nda, Kahveci Kayser önünde iniliyor
tramvaydan; rakip dükkânların vitrinlerine de bir göz atılarak, hir Çarınıhlı Yol gibi Labes
Yolu'nda bin bir eziyetle yürünmeye başlanıyordu. Başgöslercn bir can sıkıntısı, elinden
tutulan anormal çocuk, vicdan azabı ve işlenmiş bir gühanı yineleme isteği, yelinmezlik,
kanıksamıştık, Matzeralh'a karşı duyulan bir nefret, aynı zamanda iyi yüreklilik taşan bir
muhabbet ortasında benimle, benim yeni trampetim ve Markus'tan salın alınmış yarı
hediye çile paketiyle Labes Yolu'nu zahmetle geride bırakarak dükkâna geliyor annem,
beni yulaf ezmelerinin, küçük ringa balığı fıçısının, gaz varilinin, kuş üzümlerinin,
çekirdeksiz üzümlerin, bademlerin ve ballı baharatlı çavdar çöreklerinin, Dr. Oelkcr maya
tozunun, "persil pcrsildir" kutularının, Orbin'in, Maggi ve Knorr ürünlerinin, Kalherin
mısır kahvesi'nin, Hag kahvesinin, Viıcllo ve Palmin yemek yağlarının, Kühnc sirke ve
turşularının ve dört meyveden yapılmış reçellerinin, tezgâh üzerine bal tatlılığında
yukardan sarkıp yazın her iki günde bir değiştirilmeleri gereken ve değişik perdelerde
vızıldayan sinek kâğıtlarının bulunduğu yere getiriyordu. Kendisi ise yaz kış demeden
bütün yıl her cumartesi, yüksek ve alçak perdede vızıldayan günahları kendisine çeken
aşırı tatlılıktaki bir ruhla HerzJesu Kilisesi'ne gidiyor ve Rahip Wichnke Efcndi'ye günah
çıkartıyordu.
Annem perşembeleri kente inerken nasıl beni yanma alıyor, beni âdeta kendisine suç
ortağı yapıyorsa, cumartesileri kiliseye giderken de beni yanında götürüyordu; kilisenin
süslemeli kapısından geçiyor, serin katolik çini döşemeler üzerine geliyorduk. Daha
önceden annem trampetimi kazağımın ya da küçük paltomun altına tıkıştırıyordu, çünkü
trampelsiz yapamıyordum artık; karnımın önünde sarkan teneke trampetim olmayınca
alnıma ve
168
omuzlarıma elimi dokundurarak asla o Katolik istavrozu çıkaramıyor, ayakkabılarımı giyer
gibi dizimi büküp burun kökümde yavaş yavaş kuruyan kutsal suyla kilisenin o pırıl pırıl
sıralarında rahat oturamıyordum.
HerzJesu Kilisesi'ni daha vaftiz günümden biliyordum; bana konmak islenen kâfirce isim
ortaya bazı güçlükler çıkarmış, ama Oskar ismi üzerinde diretilmiş, ayrıca vaftiz babam
Jaıı da kilisenin kapısında böyle olmasını istemişti. Kiliseye girince Rahip Wiehnke Efendi,
içimdeki şeytanı kovmak üzere üç kez yüzüme üfledi, istavroz çıkarıp elini başıma koydu,
üzerime tuz serpip bir kez daha şeylanı kovma girişiminde bulundu; sonra kilisenin vaftiz
törenlerine ayrılmış asıl bölümüne geldik. Önüme İman Kanunu ve Rabbani Dua
çıkarıldığında sessiz davrandım. Derken Rahip Wiehnke Efendi, bir kez daha "Defol
İblis!" sözlerini söylemeyi uygun gördü, daha o zamanlar her şeyden haberi olan bana,
zihin açıklığı getireceğine inanarak elini burnuma ve kulaklarıma dcğdircli. Sonra bir kez
daha açık seçik ve yüksek sesle, cevap bekleyerek sordu: "Şeytandan ve onun bütün
fiillerinden, onun bülün saltanatından el çekiyor musun?"
Ben başımı sallayıp da hayır demeye vakit kalmadan çünkü şeytandan el çekmeyi
düşündüğüm yoklu Jan, bulunduğu yerden benim için üç kez "Evci, çekiyorum!" diye
tekrarlardı.
Şeytana düşmanlık ilân etmememe karşın. Rahip Wiehnke Elendi, göğsümü ve iki omuzumun
arasını kutsal yağla yağladı. Vaftiz kurnası önünde yeniden iman Kanunu okundu. Sonra uç
kez kutsal sudan serpilip, krisamla yağlandı başım. Kirletilmek üzere üzerime geçirilen
beyaz bir giysi, karanlık günler için yakılan mum ve sonra salıverilme. Ve Matzerath çekti
ceremesini. Jan, beni kucağına alıp, yan bulutlu havada taksinin beklediği kapının önüne
çıkarırken, içimdeki şeytana sordum: "Nasıl, iyi allattın mı vartayı?"
Şeytan içimde zıplayıp hoplayarak: "Kilise pencerelerine dikkat ellin mi, Oskar?" diye
fısıldadı. "Hep canı, hep cam!"
HerzJesu Kilisesi 1871 1873 arası Fransa taralından ödenen
169
harp tazminatıyla birçok binaların kondurulduğu yıllar içinde inşa edilmiş olup yeni Gotik
üslûbu gösteriyordu. Kilisenin inşasında çabuk kararan tuğlalar kullanılmış, ayrıca bakır
levhalarla kaplı kulenin sivri külahı da çok geçmeden o geleneksel bakır çalığına
kavuşmuştu; dolayısıyla, tuğladan yapılmış eski Gotik kiliseleriyle yeni Gotik kilise
arasındaki ayrımları ancak işin ehli kimseler seçebiliyordu ve sevindirici ayrımlar da
değildi bunlar. Günah çıkarma bakımından eski ve yeni Gotik kiliseler arasında bir fark
yoklu; tıpkı Rahip Wichnkc Elendi gibi yüzlerce rahip, cumartesi günleri büro ve
dükkânların kapanmasından sonra günah çıkarma sandalyesine oturup kıllı kulaklarını o pırıl
pırıl ve siyahımsı kafese dayıyor, günah çıkartmaya gelenler de kalesin kararmış
örgüsündeki gözler arasından, o günahsı ucuzluktaki incilerin boncuk boncuk dizildiği
günah ipliğini rahibin kulağından içeri salıyorlardı.
Annem, Rahip Wiehnkc Efcndi'nin işitme organının aracılığıyla, ne yaptı, ne yapmadıysa,
düşüncede, sözde ve liiliyatta ne olup billiysc günah listesindeki diziye uyarak, o biricik
mutlu kılan kilisenin en yüce makamına açıklarken, çıkartılacak günahı bulunmayan ben,
benim için fazla pürüzsüz ve cilalı tahta sıradan ayrılıyor, çini döşeme üzerine geliyordum.
Hani itiraf edeyim ki, Katolik kiliselerinin çini döşemeleri, Katolik kiliselerinin kokusu,
kısaca tümüyle Katoliklik, bugün bile açıklayamayacağım biçimde, örneğin, evci örneğin kızıl
saçlı bir kız gibi beni kendine çekiyordu. Oysa kızıl saç görsem boyamak geçer içimden:
Katoliklik ise benim boşuna, ama yine de Katolik yasalarına uygun olarak vaftiz edildiğimi
ve bunun da değiştirilemiyeecğini hep ele veren küfürler getirir aklıma. Çokluk kendimi en
sudan olaylar sırasında, örneğin dişlerimi fırçalar, halta yüz numarada deli hacet ederken
kilisedeki âyinlerle ilgili olarak şu lürlü açıklamalarda bulunurken yakalarım: İsa'nın kanının
akıtılması olayı yenileniyor kutsal âyinlerde senin temizlenmen için akıyor kan İşte İsa'nın
kanının saklandığı kadeh şarap hakiki ve gerçek oluyor İsa'nın kanı akıtıldıkça gerçek
170
Isanın kanı kanının tcmaşasıyla değerli kan İsa'nın kanıyla yıkanıyor ruh Değişim'dc kan
akıyor, üzerinde kan lekeleri bulunan mihrap örtüsü, İsa'nın sesi gökleri delerek geçiyor,
İsa'nın kanı misk gibi kokular saçıyor Tanrı'nın huzurunda.
Siz de itiraf edeceksiniz ki, Katoliklik kokan bir edayla konuşmasını beecrebiliyorum hâlâ.
Eskiden Bakire Meryem Ana'yı düşünmeden tramvay bekleyemezdim. Muazzez, mübarek,
mukaddes Bakire, bakirelerin bakiresi, rahmetin anası, ey mübarek kılınmış kadın, ey
bütün tapınmalara lâyık, ki senden lıalkoldu, ey sevgili ana, bakire ana, şanlı bakire,
müsaade et de, senin ana kalbinde tadını çıkardığın gibi, ben de İsa adındaki o tatlılığın
tadını çıkarayım, gerçekten lâyık ve yerinde, yakışır ve şifakâr bir davranış olur seni, ey
kraliçe, ey mübarek, mübarek kılınmış...
Bu "mübarek" sözü bazen, ama en çok annemle cumartesileri HcrzJcsu Kilisesini* ziyaret
ettiğimizde beni bir fena lallılaşlırdı, bir zehirledi ki, vaftiz vartasını atlatmış olup bana
bir panzehir sunan içimdeki iblise şükrettim: Onun sunduğu panzehir, HerzJuse
Kilisesi'nin çini döşemeleri üzerinde aşağılayıcı bir edayla, ama yine de dimdik yürümemi
sağladı.
Kalbi kiliseye ismini veren Isa, sakramcni'lcrdcn başka, Çarınılılı Yol'daki rengârenk
tasvirlerde de lekrar lekrar resmedilmiş görülüyor, ayrıca çeşitli pozlarda üç heykeli
bulunuyordu, ama heykeller de renkliydi.
Üzeri boyanmış alçıdan bir heykel de vardı ki, bu heykelde İsa, sırlında mavi bir Prusya
urbası ve ayaklarında sandallar, altın bir kaide üzerinde uzun saçlarıyla dikiliyor, göğüs
kalesinin ona yerinde, bütün doğaya kafa tutarak, bir ışık halesiyle çevrelenmiş, stilize
biçimde kanadığı tasvir edilen domates kirmızılığındaki kalbini gösteriyor, dolayısıyla
kilisenin bu organa göre adlandırılmasını sağlıyordu.
Açık yürekli heykeli daha ilk görüşte, Kurtarıcı İsa'yla vaftiz babam ve muhtemelen hakiki
babam Jan arasında ne kadar tatsız
171

mükemmellikte bir benzerlik bulunduğu ister istemez gözüme çarptı. Saf bir kendine
güvenle dolu o romantik gözler! O bir çiçeği andıran, her vakit ağlamaya hazır öpülesi ağız!
Kaşları daha bir belirginlikle ortaya çıkaran erkeksi ıstırap! O, biraz pataklanmak isleyen,
dolgun ve pembe yanaklar! İkisinde de kadınları okşamaya ayartan tokallanası bir yüz ve
bir saray kuyumcusunun usla eserleri gibi avuç içindeki yaralan sergileyen bakımlı ve işlen
ürken, kadınsı yorgun eller! İsa'nın yüzüne sanki fırçayla oturtulan ve beni babaca
anlamayan Bronski bakışlarına kahroldum; çünkü aynı mavi bakışlar ben de de vardı; ancak
benim bakışlarım hayran bırakıyor, ama karşısındakileri ikna edemiyordu. Oskar, kilisenin
sağ kanadındaki İsa kalbinden ayrıldı; Çarmıhlı Yol'un ilk durağında, İsa'nın çarmıh allında
ikinci kez yere yığılıp kaldığı yedinci durağa, tamamen plastik ikinci İsa tasvirinin
bulunduğu yüksek mihraba seğirtti. Bu tasvirdeki İsa, pek fazla yorgun olduğundan veya
kendini gereği gibi toparlamak islediğinden gözlerini kapalı tutuyordu. O ne kaslardı öyle!
Hafif atletizmin on dalında da yarışmalara kanlan bir sportmen vücuduna sahip bu atlel,
HerzJesu Bronski'yi o saat unutturdu bana; annem Rahip Wiehnke Efendi'yc günah
çıkarmaya geldikçe, beni huşu içinde yüksek mihrabın önüne çekti. Bir yandan yüksek
mihrabın önüne yürüyor, bir yandan gözlerimi atletimden ayırmıyordum. Atletimin önünde
dua ediyordum dersem, inanınız bana. Benim sevgili atlet üstadım diye hitap ediyordum,
bûlün sportmenlerin sportmeni, bir karış uzunluğundaki çivilerle çarmıhla asılı kalma
şampiyonu. Ve asla çırpınıp sallanmıyordu bu atlel. Ebedi ışık sallanıyor, ama o en yüksek
bir puanla bu spor disiplininin üstesinden geliyordu. Kronometreler tik lak çalışıyor, zamanı
ölçülüyordu atletin. Kutsal eşya odasında âyin yardımcılarının biraz kirli parmakları, onun
hak ettiği alim madalyayı temizlemeye başlamıştı bile. Ama taltif edilmek ve takdir
görmek için spor yapmıyordu İsa. Aklıma birden tapınmak geliyor, dizimin elverdiği kadar
yere diz çöküyordum: Trampetimin üzerinde istavroz çıkarıyor, mübarek ve mustarip gibi
sözcüklere
172
başvurarak Jesse Owens ve Rudolf Harbig isimleriyle bir yıl önceki olimpiyatlar arasında
bağ kurmaya çalışıyordum. Ama her vakit bunu beceremiyor, çünkü İsa'ya yanı başındaki
iki suçluya karşı centilmence davranmadığı suçlamasını yöneltmeden yapamıyordum.
Dolayısıyla, onu olimpiyatlardan diskalifiye edip başımı sola çeviriyor, solda, HerzJesu
Kilisesi'nin lam ortasında ilâhi atletin üçüncü plastik tasvirini görerek yeni bir umuda
kapılıyordum.
"Müsaade el, seni üç kez gördükten sonra dua edeyim" diye kekeliyordum bunun üzerine.
Yeniden tabanlarımın altında çini döşemeyi buluyor, satranç desenli zemini izleyerek sol
yan mihraba geçiyordum; her adımda içimde bir sezgi beliriyordu içimde: Arkandan sana
bakıyor. Ermişler arkandan sana bakıyor, başaşağı haça gerdikleri Pelrus ve çapraz bir
haça çiviledikleri Andreas Andreas Haçı buradan geliyor sana bakıyor. Lâtin Haçı ve
Passiyon Haçı olduğu gibi bir de Yunan Haçı var. Kumaş, tablo ve kitaplara resmedilmiş
Dörtlü Haçlar, Çengelli Haçlar, Lonca Yapraklı Haçları plastik eserler halinde haçlara
gerilmiş gördüm. Mızraklı Haç güzeldir. Malta Haçı rağbet görür, Gamalı Haç yasaktır. De
Gaulle Haçı, Lorcn Haçı var ayrıca. Deniz savaşlarındaki kazanılan Antonius haçının ismi
Crossing T'dir. Zincire aslı kulplu haç vardır ayrıca, papaca Papa haçı vardır. O Rus haçının
bir adı da Lazarus haçıdır. Bir de Kızılhaç var. Mavi Haçın kolları alkolsüz mavi kesişir
birbiriyle. Sarı Haç zehirlidir. Haçlı seferiyle hidayete erdi, Haçlı Örümcekler birbirini
yedi. Derken arkama döndüm, haç arkamda kaldı, haçtaki atleti de belime bir tekme atma
tehlikesini göze alarak geride bıraktım, çünkü İsa Çocuk'u sağ üst bacağından tutan
Bakire Meryem'e yaklaşmak isliyordum.
Oskar kilisenin sol kanadındaki sol yan mihrap önünde dikiliyordu. Bakire Meryem'in
yüzünde öyle bir ilade vardı ki, lıpkı annesinin on yedi yaşında bir kızken Troyl'daki
dükkânda çalışıp sinemaya gidecek para bulamadığı, ama nefsini körlelmek için hayran
hayran Asta Niclsen'li sinema afişlerini seyrettiği zaman
173
lar yüzünde kendini açığa vurmuş olması gereken ifadeye benziyordu.
Meryem Ana yalnız İsa'yla ilgilenmiyor, bir yandan sağ dizindeki öbür oğlanı süzüyordu;
yanlış anlamalara meydan vermemek için hemen Vaftizci Yahya olduğunu söyleyeyim bu
oğlanın. İki oğlan da benim boyumdaydı. İnce eleyip sık dokumak gerekirse, boy
bakımından iki santimetre bir fazlalık tanıyabilirdim İsa'ya; eldeki metinlere göre İsa'nın
Yahya'dan yaşça küçük olması gerekiyordu. Besbelli üç yaşındaki Kurtarıcı'nın anadan
doğma ve pembe bir heykelini yapmaktan haz duymuştu heykcllraş. Yahya'ya ise, sonradan
çöllere düşeceğini düşenerek, yarı göğsünü, karnını ve sulama aygıtını örten çikolata
renginde kıllı bir post giydirmişti.
Bu âdeta büyümüş de küçülmüş, öylesine kendisine benzeyen iki oğlanın yakınında
dikileceğine, yüksekteki mihrabın veya günah çıkarmak zorunda kalmadan günah çıkarma
hücresinin orada eğleşmek, Oskar için daha hoşlanacağı bir şey olurdu. Kuşkusuz,
oğlanların gözleri de Oskar'ınki gibi mavi, saçları kestane rengindeydi. Yalnız eksik bir
taraf varsa, helkellraş berber, başlarına Oskar'ınki gibi lırcamsı saçlar kondurmamış,
onların lürbişonlara benzeyen salakça buklelerini kesip atmamıştı.
O anda "Anya manya..." diye bir sayışma oyunu oynamak isler gibi parmağıyla İsa'yı
gösteren Valtizci Yahya üzerinde lazla oyalanmak istemiyor, sayışma oyunlarına girmeden
İsa üzerinde açık konuşarak şu sonuca varıyorum: Aynı yumurtadan halkolmuş kimseleriz;
ikiz kardeşim olabilirdi hani. O da benim cüssedeydi; İsa'da da benim o vakitler sadece
sulama aygıtı olarak kullandığım aygıt vardı. O da benim gibi Bronski gözleriyle dünyaya
kobalt mavisi bakıyor ve benim jestlerime sahip bulunuyordu, ki bu da onda benim en çok
kızdığım şeydi.
Benim söz konusu kopyam, iki kolunu kaldırıp ellerini o türlü yumruk yapmıştı ki, bu
yumruklar içine rahat rahat bir şeyler, örneğin benim trampet değneklerim sokulabilirdi
ve hani helkeltraş bir de bunu yapsaydı, ayrıca pembe bacaklar üzerine benim
174
kırınızı trampetimin alçıdan bir modelini yerleştirseydi, Bakire Meryem'in dizinde oturan
ben olur, tıpatıp ben Oskar olur ve ccmaali trampetimle bir araya cem etlerdim. Bu
dünyada pek çok şey var ki; istediği kadar kutsal ve mübarek olsun, kendi haline
bırakılmaması gerekiyor.
Bir halının da sizinle beraber geldiği üç basamaklı bir merdiven, yeşil gümüşi bir giysiyle
donatılmış Bakire Meryem'in, çikolata rengindeki kıllı posluyla Vaftizci Yahya'nın,
kaynamış jambon rengiyle Isa Çocuğun yanına çıkıyordu. Sarılıktan mustarip mumlar ve her
kalitedeki çiçeklerle bezenmiş bir Meryem Ana mihrabı vardı burada. Yeşil Meryem'in,
esmer Yahya'nın ve gül pembesi isa'nın kafalarının arkasına tabak iriliğinde nurdan haleler
yapıştırılmıştı. Altın yaldız varaklar, söz konusu tabakların pahasını da artırıyordu.
Mihrap önünde basamaklar bulunmasa asla çıkmazdım yukarı. Basamaklar, kapı tokmakları
ve vitrinler, o zamanlarda Oskar üzerinde başlan çıkarıcı bir etki yapıyordu. Halta
hastanedeki yatağıyla yetinmesi gereken şimdi bile onun üzerindeki etkilerini sürdürüyor
bunlar. İşte bu elki Oskar'ı bir basamaktan öbürüne çekip götürmüş, ama bu sırada Oskar
hep aynı halı üzerinde kalmıştı. Derken üçlü grubun pek yakınlarına kadar sokuldu;
parmaklarının boğum yerleriyle biraz küçümser, biraz saygılı, gruplakilere dokunabiliyordu
şimdi, tırnaklarıyla üstteki örtüyü kazıyıp boyanın altındaki alçıyı oriaya çıkardı. Bakire
Meryem'in giysisiııdeki pliler, dolambaçlı bir yol izledikten sonra bulutlardan bir bank
üzerinde dinlenen ayak uçlarına dökülüyordu. Meryem Ana'nın ima yollu belirtilen incik
kemiği, hcykellraşm ilkin eti heykele yerleştirdiğini, sonra da bunu plilere boğduğunu
sezdirmekleydi. Oskar bir yanlışlık eseri sünnel edilmeden kalmış İsa'nın sulama aygıtını
uzun boylu elleyip yoklarken, onu harekete geçirmek ister gibi sıvazlayıp dikkatle üzerine
bastırırken, biraz hoş, biraz yeni ve şaşırtıcı bir duyguyla kendi sulama aygıtında bir
kıpırdanma hissetti, bunun üzerine kendisininkinin kendisini rahat bırakması için
Isa'nınkini rahat bıraktı.
175
Sünnetli sünnelsiz, orasını lazla kurcalamadım; kazağımın allından çekip aldım trampetimi,
boynumdan çıkararak nurdan haleyi kırmadan İsa'nın boynuna astım. Bücürlüğümden ötürü,
biraz zor oldu benim için; İsa'yı söz konusu çalgıyla donalabilmek üzere heykelin üzerine
çıkmak ve kaide yerini lutan bulutlardan bankın üzerine basmak zorunda kaldım.
Hani Oskar bunu vaftizden sonraki ilk kiliseyi ziyaretinde, yani 1936 ocak ayında değil de,
aynı yılın Büyük Haflası'nda* yapmış bulunuyor. Jan Bronski ile arasındaki günahkâr
ilişkiye, bütün kış günah çıkararak yetişmek kolay olmamışlı annem için. Dolayısıyla, Oskar,
planlı niyetini ayrıntılarına kadar düşünecek, lanetleyecek, haklı görecek, yeniden
tasarlayacak, dört bir yanından aydınlatacak zamanı ve cumartesileri bulmuştu; nihayet
bütün önceki tasarıları bir kenara iterek, yalın ve dolaysız bir yoldan, Basamak Duası'nın
yardımıyla Büyük Hafla'nın pazartesi günü gerçekleştirdi niyetini.
Paskalya, zirvesine ulaşmadan önce, günah çıkarmak isteğini duydu annem. Büyük Haftanın
pazartesi günü beni elimden tutup Labes Caddesi'nden ve Yeni Pazar'dan geçirerek Elsen
Caddesi'ne ve oradan Maria Caddesi'ne. çıkardı; Kasap Wohlgcmuth'un dükkânının
önünden geçtik, Kleinhammer Parkı'nın yanından sola vurduk, üstten boyuna iğrenç su
damlalarının sarı sarı damladığı demiryolu alt geçidim geride bırakarak karşıdaki
HerzJcsu Kilisesi'ne gelip girdik içeri.
Gecikmiştik. Günah çıkarma hücresinin önünde sadece yaşlı iki kadınla ürkek ve çekingen
bir genç adam kalmıştı. Annem vicdan muhasebesine koyulurken günah çıkarma kitabının
yapraklarını bir muhasebe defleri gibi, başparmağını tükürükle ıslatarak, bir vergi
beyannamesi hazırlamak isteyen bir edayla karıştırıp duruyordu ben meşe ağacından
yapılmış sıradan kayıp indim aşağı İsa'nın kalbine ve çarmıhtaki atlete gözükmeden soldaki
yan mihraba sokuldum.
Paskalyadan önceki halta. (Ç.N.)
176
Acele etmem gerekiyorsa da, lııtroitus'suz işe koyulmak istemedim. Üç basamak: Inloibo
ad allara Dci. Çocukluğumdan beri beni sevindiren Tanrı'ya. Trampeti boynumdan
çıkarırken, bulutlardan bankın üzerine kadar açıp yaydım Krie'yi, sulama aygıtımla falan
oyalanmadım, Gloria'dan hemen önce teneke trampeti İsa'nın boynuna geçirdim, nurdan
haleye bir zarar gelmemesine clikkal ederek bulul banktan indim aşağı; bağışlanma, af ve
mağfiret dileme: Ama önce trampet değneklerini İsa'nın sanki ısmarlama bu iş için
yapılmış ellerine luluşlurdum; bir, iki, üç basamak; gözlerimi kaldırıp yukarlarda kalan
dağlara baktım; biraz daha halı; nihayet çini döşeme ve Oskar için bir ibadet rahlesi;
rahlenin önüne diz çöktü Oskar, trampelçi ellerini katladı Gloria in cxelsis Deo katlanmış
ellerinin yanı başından gözlerini kırpıştırarak İsa'ya ve trampetine baktı, mucizeyi
gözlemeye başladı: Trampeti çalacak mıydı İsa, çalmayacak mıydı? Yoksa çalması yasak
mıydı? Ya çalardı Irampcli ya da gerçek bir İsa olmadığı anlaşılırdı; İsa trampeti çalmadı
mı, Oskar'ın gerçek İsa olduğu ortaya çıkardı daha çok.
Bir mucize olması islendi mi, beklemesini bilmek gerekiyordu. Ben de bekledim, sabırlıydım
ilkin, ama belki de sabrım yetecek kadar değildi. "Bütün gözler seni bekliyor, ey Rab"
sözlerini ne çok kadar tekrarlarsa, ibadet rahlesi önünde kendini o kadar çok düş
kırıklığına uğramış buluyordu Oskar. Gerçi Rab'ba da her türlü şansı tanıyor, belki
kendisine bakan olmadı mı, acemi bir başlangıçla bulunmaya karar verebileceğini düşünerek
gözlerimi yumuyordum; ama nihayet üçüncü Crcdao'dan sonra baba, yaratıcı'dan sonra,
görünen ve görünmeyen ve oğul, baba'dan, gerçek oğul, gerçek baba'dan yaralılmayıp
doğurtulan, onunla, onun sayesinde bir olan, bizim için, bizler için yukarıdan ve büründü,
bizler için hatla, gömüldü ve dirildi yukarda, yükselip çıktı ve oturuyor, yargılayacak
ölüleri, sonsuz, inanıyorum, onunla, aynı zamanda ve konuşlu, inanıyorum biricik kutsal,
biricik Katolik ve... Ama hayır, Katolikliğin sadece kokusunu duyuyordum, bir inancın
sanırım sözü edilemezdi artık. Kokuya ise boş veriyor,
177
başka bir şeylerin bana sunulmasını bekliyor, teneke trampetimin sesini işitmek
istiyordum; İsa bana bir mucize göstermeliydi, ufak çapta, fazla gürültülü sayılmayacak
bir mucize. Çünkü fazla gürültülü olması Rahip Vekili Rasczeia'yı bulunduğum yere
koşturacak, Rahip Wiehnke Efendinin ise yağlı vücudunu sürükleyerek mucizeden yana
seğirtmesine, tutanakların hazırlanıp piskoposluk merkezi Oliva'ya ve orada hazırlanacak
piskoposluk raporunun ise Roma'ya doğru uçurulmasına yol açacaktı. Hayır, bu bakımdan o
kadar aç gözlü değildim. Oskar, ermiş biri ilân edilmek islemiyordu. Küçük çapla, şahsını
hedef alan bir nıucizecikli bülün aradığı; bundan böyle lehinde mi, yoksa aleyhinde mi
trampetini konuşturması gerektiğini kesin olarak görüp işitmek, her iki mavi gözlüden, her
iki tek yumurtalıdan hangisinin ilerde kendisini İsa diye göstermeye haklı olduğunu açık
seçik anlamak istiyordu.
Oturmuş bekliyordum. Annem günah çıkarma hücresinde bulunuyordu; belki de şimdi
Altıncı Buyruk'u geride bırakmıştık diye düşünür düşünmez, bir endişe belirdi içimde.
Boyuna yalpalayarak kiliseyi dolaşan o yaşlı adam, ana mihrabın, sonra yan mihrabın
önünden sallanarak geçti, dizlerindcki oğlanlarla Bakire Meryem'i selamladı; belki
trampeti de görnlüs, ama ne olduğunu kavrayamamıştı. Ayaklarını sürüyerek yoluna devam
etti ve biraz daha yaşlandı bu arada.
Zaman geçiyor, ama İsa bir türlü trampeti çalmıyordu. Bir ara koro mahallinden sesler
geldi kulağıma. İçime bir tasa düştü. İnşallah kimse çıkıp org çalmaz dedim. Bakarsın
yaparlardı çünkü; Paskalya için provalarda bulunur ve yaygaralarıyla, belki de tam İsa
trampet çalmaya koyulmuşken, onun bir nefes inceliğindeki trampet vuruşları üzerinden
bir sıva gibi geçip giderlerdi.
Ama ne başkaları org çaldı, ne de İsa trampet. Bir mucize falan da gerçekleşmedi;
minderden doğrulup kalktım, dizlerimin eklem yerleri çılırdach; kendi kendimin elinden
tutarak, canım sıkılmış ve suratım asık, halı üzerinden yürüdüm, bir basamaktan çekip bir
yukarı basamağa aldım kendimi, ama bu arada bil
178
diğim basamak dualarının hiçbirine başvurmadım, alçıdan bulul üzerine çıkımı derken, pek
de ahım şahım denemeyecek çiçekleri çarpıp devirdim, o aplal ve çıplak oğlandan geri
alacak oldum trampetimi.
Bugün de söylüyorum ve her vakit söyleyeceğim: Ona ders vermeye kalkmam bir hataydı.
İlkin elinden değnekleri alıp trampetimi onun dizine bırakmamı, değneklerle önce alçak
perdeden, sonra sabırsız bir öğretmen gibi davranıp hızlı hızlı trampetimi konuşturarak
düzmece İsa'ya bir şeyler açıklamamı, nihayet değnekleri yine eline tuluşlurup onu
Oskar'daıı öğrendiklerini göstermeye davel etmemi bana buyuran neydi?
Bu kafasızlıkla üslüne olmayan öğrencimin elinden değneklerle trampetimi, nurdan haleye
aldırmaksızın çekip almaya fırsat kalmadan, Rahip Wichnkc Efendi arkamda beliriverdi —
irampcl vuruşlarım bülün kiliseyi enine boyuna arşınlamışlı; Rahip Vekili Rasczeia arkamda,
annem arkamda, kiliseyi boyuna dolaşan yaşlı adam arkamda dikilmiş duruyordu. Rahip
Vekili tııtııp çekti beni, Rahip Wiehnke Efendi pal kül vurdu, anneni hüngür hüngür
ağlamaya başladı; Rahip Efendi bana bir şeyler söyledi fısıldayarak, Rahip Vekili dize
geldi, sonra doğrulup İsa'nın elinden değnekleri aldı, elinde değneklerle yeniden dize
geldi, sonra kalkıp trampete uzandı, trampeti çıkardı İsa'nın boynundan, ama nurhan
halenin bir yerinde bükülmeye yolaçlı. İsa'nın sulama aygıtına çarptı sonra, bulutlan bir
parça kopardı, derken dize gelerek, boyuna dize gelerek indi aşağı, trampetimi vermeye
yanaşmadı; ben zaten kızmıştım, onun bu davranışı daha da kızdırdı beni, Rahip Efcndi'yi
tekmelemeye, dolayısıyla annemi utandırmaya zorladı. Tekme savurduğum, ısırıp
tırmıkladığım, sonra da Rahip Efendinin, Rahip Vekili'nin, yaşlı adamın ve kendisinin elinden
zorla kendimi kurtardığını için, gerçeklen de mahcup olmuştu annem. Hemen koşup yüksek
mihrabın önüne dikildim, şeytan içimde hoplayıp sıçrıyordu; tıpkı vaftiz gününde olduğu
gibi bana şöyle fısıldadığını işittim: "Oskar! Baksana çevrene! Hep pencere, hep cam, hep
cam, Oskar!"
179
Ve çarmıhta hiç istifini bozmayarak suskun duran atletin yanı başından, apsisteki mavi bir
zemin üzerinde on iki havariyi canlandıran kırmızı, sarı ve yeşil yüksek pencerelere
çığlıklarımı yolladım. Ama ne Markus, Ne Matta'yı onların üstünde, onların başlarında
duran ve Hamsin Yortusu'nu kutlayan Ruhulkudüs'ü hedef aldım kendime; birden
vücudumda bir titreme belirdi; sesiındeki elmasla kuşa karşı savaşmaya başladım ve: Ben
miydim nedeni? Yoksa kendisi hiç kımıldamadığı için itiraza kalkan atlet mi? Yoksa mucize
buydu da kimse anlamıyor muydu? Benim birden titreyerek ve sessizce apsisten yana
süzüldüğümü gördüler, annem dışındakiler bir ibadet gözüyle baktı buna, oysa benim
aradığım cam parçalarıydı. Ama başaramamıştı Oskar, henüz Oskar'ın konuşacağı zaman
gelmemişti. Kendimi çini döşeme üzerine bıraktım ve İsa başarısızlığa uğradığından, Oskar
başarısızlığa uğradığından, Rahip Efendi'yle Rahip Vekili Rasczeia beni yanlış anlayarak
hemen: "Nedamet getiriyor, nedamet getiriyor!" diye saçmaladıklarından, acı acı gözyaşı
dökmeye başladım. Yalnız anneme bravoydu doğrusu; ortalıkta cam kırıkları görülmediğine
sevinmesi gerekirken, akıllığım gözyaşlarını anlayışla karşıladı.
Derken beni kucağına aldı annem; Rahip Vekili'nden trampetimi ve değneklerimi rica edip
zarar ve ziyanı ödeyeceği konusunda kendisine söz verdi. Benim yüzümden yarıda kalmış
günah çıkarma işine devam edilip, günahları bağışlandı annemin, bu arada Oskar da şöylece
takdis edildi, ama onun için bir önem taşımıyordu bu.
Annemin kucağında HcrzJesu Kilisesi'ndcn dışarı çıkarken, parmaklarımla sayıyordum:
Bugün pazartesi, yarın Büyük Hafta1nın salısı, sonra çarşamba, sonra Büyük Perşembe,
sonra Büyük Cuma, sonra da trampet bile çalamayan, benden cam parçalarını esirgeyen,
bana benzeyen, ama düzmece olan o'nıın işi görülecek, istese de istemese de mezarı
boylayacak o; ama ben trampetimi ilerde de konuşturacağım, ancak mucize
göstermeyeceğim artık.
180
BÜYÜK CUMA YEMEĞİ
Büyük Hafta'nın pazartesiyle Büyük Cuması* arasındaki duygularımı anlatmak islersem,
çelişki kelimesi buna uygun düşen bir şey olur. Hem irampct çalmaya yanaşmayan alçıdan
Isa Çocuğa kızıyor, hem böylelikle trampetin yalnız bana kaldığını düşünüyordum. Bir
yanda sesim kilisenin pencerelerine karşı başarı kazanmamış, ama beri yanda sapasağlam
yerinde duran renkli camlar, Katolikliğe karşı beslediğim ve ilerde yine birçok kez
başarısız günaha girme eylemlerine yolaçacak bir inanç kırıntısının Oskar'ın içinde varlığını
sürdürmesini sağlamıştı.
Ama çelişki bu kadarla bilmiyordu. Bir yanda HerzJesu Kilisesi'ndcn eve dönerken bir
denemede bulunmak isleyerek bir tavan arası penceresini sesimle tuz buz etmiş, ama beri
yanda sesimin dünyevi nesnelere karşı başarısı, bundan böyle dikkatimi ulırevi alandaki
başarısızlıklar üzerine çekmişti. Çe 1 işI<i demiştim, bu çelişki ilerde de varlığını sürdürdü
içimde, bir türlü şifaya kavuşmadı, hatla yerimin ne dünyevi, ne de ulırevi alanda
bulunduğu, söz konusu alanların biraz açığında bırakıl ve ruh haslalıklan kliniğinde yaşayıp
gittiğim şimdi bile bu çatlak ağız, olduğu gibi yerinde duruyor.
Annem sol yan mihraptaki zarar ziyanı ödedi. Protestan olan Matzerath'ın işleği üzerine
dükkân Büyük Cuma'Iarı kapalı tutul
Paskalya öncesi halimim cuma günü; Hazreti İsa'nın çarmıha gcrildigi gün.
(C.N.)
181
masına karşın, Paskalya dolayısıyla işler tıkırında gidiyordu. Başka vakit dediğini hep
yaptırtan annem, Büyük Cumalar Malzerath'm arzusuna boyun eğip dükkânı kapıyor, buna
karşılık Fronleichaın yortusunda, mensup olduğu Katolik mezhebinin gereğini yerine getirip
dükkânı kapalı tutmak, persil kutularını ve HagKahve reklamlarını vitrinden uzaklaştırıp
yerlerine elektrikle aydınlatılan rengârenk bir Meryem Ana tasviri koymak, ayrıca o gün
Oliva'yı dolaşan ruhani alaya katılmak hakkını elinde
bulunduruyordu.
Bir karton vardı, bir yüzünde "Büyük Cuma dolayısıyla dükkânımız kapalıdır" yazısı
okunuyor, öbür yüzünde "Fronleicham dolayısıyla dükkânımız kapalıdır" yazıyordu. Büyük
Hafta'nın trampelsiz ve sessiz pazartesini izleyen Büyük Cuması, Matzeratlı "Büyük Cuma
dolayısıyla dükkânımız kapalıdır" yazısı dışardan okunacak biçimde kartonu vitrine astı,
hemen kahvaltıdan sonra tramvaya atlayıp Bıösen'e doğru yola çıktık. Yine çelişki
sözcüğüne dönecek olursam, Labcs Caddesi de çelişkili bir izlenim uyandırıyordu;
Protestanlar kiliseye gidiyor, evlerinde kalan Katolikler ise pencerelerinin camlarını silip
temizliyor, arka avlularda halı ve kilime benzer şeyleri var güçleriyle çırpıyorlardı; sesler
o kadar uzaklarda yankılanıyordu ki, İncil'de adı geçen kiralık askerler tüm kira evlerinin
arka avlularında âdeta birden çok Kurtarıcı İsa'yı birden çok çarmıha geriyor
denebilirdi*.
Ama biz Passiyon'a gebe halı çırpmalarını arkamızda bırakıp, değerini birçok kez
kanıtlamış bir düzene uyarak, annem, Malzcralh, Jan Bronski ve ben Oskar, dokuz
numaralı tramvaya bindik; Brösen Caddcsi'nde yol aldık, hava alanıyla eski ve yeni
talimgahlar önünden geçtik, Saspe Mczarlığı'nın yanında bir makasa girip karşıdan,
Nculahrwasser Bröscn'dcn gelecek tramvayı bekledik; annem bu duraklamayı vesile yapıp,
gülümsedi, ama yine de hayattan bezmiş bir edayla gözlemlerde bulundu; kuru
* İsa'nın dört İncil'de anlaıılan.cckıiği çilelerin öyküsü; Büyük Hafıa sırasında bu öykü
kiliselerde anlatılır ve canlandırılır. (Ç.N.)
182
muş sahil çamlarının alımdaki, geçen yüzyıldan kalma, üzerlerini ollar bürümüş yamuk
mezar taşlarının görüldüğü o küçük ama artık kullanılmayan Tanrı tarlasını şirin, romantik
ve büyüleyici bir köşe diye niteledi.
"Hani artık kullanılmıyor olmasa, buraya gömülmek isterdim doğrusu!" diye hayranlığını
belirtti mezarlığa. Ama yeri fazla kumlu bulan Matzeralh, ortalıkta dal budak salmış
devcdikenlerine ve yabani yulaflara alıp (uttu. Jan ise hava alanlarıyla mezarlık yanında
makasa girip çıkan tramvayların gürültüsünün, bu her bakımdan asude köşenin huzurunu
kaçıracağından korktuğunu söyledi.
Karşıdan gelen tramvay yanımızdan geçti, zil vurdu iki kez. Derken biz de hareket edip
Saspe'yi ve Saspe Mezarlığı'm arkamızda bıraktık; bu mevsimde, aşağı yukarı nisan
sonunda pek tatsız ve kasvetli bir izlenim uyandıran Brösen plajına geldik. Ayakta bir şey
yenilip içilecek büfelerin kapı ve pencereleri, üzerlerine çakılan tahtalarla örtülmüş; plaj
tesisleri kör kör bakıyor; iskelede bayrak falan yok; plajda iki yüz elli kabin bomboş
dizilmiş duruyor. Hava durumunu bildiren tabela üzerinde bir önceki yıldan kalma tebeşir
izleri: Sıcaklık yirmi derece; rutubet on yedi; rüzgâr kuzeydoğu; ilerki günlere ilişkin
tahmin: Açık ilâ bulutlu.
ilkin hepimiz de Glettkau'a yürüyerek gitmek istedik, ama sonra sessiz sedasız ters
yöndeki dalgakıranın yolunu tuttuk. Ballık Denizi, miskin ve yayılarak, sahili yalayıp
duruyordu. Bir şamandırayla işaretlenmiş dalgakıranla beyaz fener arasındaki liman
girişine kadar in cin görülmüyordu ortada. Bir önceki gün yağan yağmur, kumlar üzerine
her parçası birbirinin tıpatıp aynı bir desen oturtmuştu ve çıplak ayaklarla arkada damga
gibi izler bırakıp bu deseni bozmak eğlendiriyordu insanı. Matzerath, üzerleri tıraş
edilmiş gibi biraz yassı, gulden iriliğindeki kiremit parçalarını yeşilimsi su üzerinde
sektirerek kaydırıyor ve bu işi iddialı yapıyordu. Onun kadar becerikli sayılmayan Jan, bir
yandan bu sektirme denemelerinde bulunurken, arada sağa sola ba
1X3

kınıp kehribar arıyordu; hani birkaç ufak kehribar parçası da buldu gerçekten, ayrıca
kiraz çekirdeği büyüklüğünde bir parça ele geçirerek anneme hediye elti. Annem de benim
gibi yalınayak yürüyor, boyuna sağma soluna bakmıyor, âdeta kendi ayak izlerine gönlünü
kaptırmış görünüyordu. Ürkek ve çekingen parıldıyordu güneş, hava serindi, hiç rüzgâr
yoklu ve gökyüzü berraktı; ufukla bir kurdele gibi Hela Yarımadası uzanıyor, ayrıca gökle
kaybolup giden iki üç duman sütunu seçiliyordu; ansızın görüş alanı içinde bir ticaret
gemisinin silueti belirdi.
Peş peşe ve birbirimizden az çok aralıklarla yürüyerek geniş dalgakıranın temel
bölümündeki ilk granit kayalara vardık. Annemle ben, yine çorap ve ayakkabılarımızı giydik.
Ayakkabılarımın bağlarının bağlanmasına yardım etti annem, Matzerath ile Jan
dalgakıranın kaygan tepesinde açık denize doğru kayadan kayaya sekiyordu. Taşlar arasına
sıkışmış yosundan saç ve sakallar, zemindeki çatlaklardan karma karışık fışkırmıştı;
Oskar'a kalsa tarayacaktı onları. Ama annem beni elimden tuttu; ikimiz de okul çocukları
gibi, önümüzden giden adamların arkasından yürüdük. Her adımda trampetim dizime
vuruyordu; burada bile trampetimi elimden almalarına karşı koymuştum. Annem, kol
kapaklan ahududu renginde bir baharlık pardesü giymişti. Kayalar ökçeli ayakkabılarıyla
yürümesini güçleştiriyordu. Benim her pazar ve bayram gününde olduğu gibi, teneke
düğmeleri yaldızlı bir denizci paltosu vardı sırtımda. Denizci kasketimi, Grctehen
Scheffler'in hatıra eşya koleksiyonundan gelen ve üzerinde "SMS Scydlilz" yazan bir
kurdele çeviriyordu; rüzgâr olsa uçuşacaklı havada. Matzeralh, kahverengi pardesüsünün
düğmelerini çözdü. Her zamanki gibi şık giyinmişti Jan; üzerinde pırıl pırıl kadife yakalı
bir pallo vardı.
Dalgakıranın sonundaki fenere kadar zıplaya sıçraya gittik. Fenerin allında, yükleme ve
boşaltma işçilerininkine benzer bir kasketle içi muflonlu bir ceket giymiş yaşlıca bir adam
oturuyordu. Yanı başında bir patates çuvalı vardı; çuval içinde bir şeyler çırpınıyor, sürekli
bir şeyler oynuyordu. Galiba Brösen'li ya da
184
Neulahrwasser'li adam, bir çamaşır ipinin ucundan tutmuştu. Deniz yosunlarıyla sarmaş
dolaş olmuş ip, açık denizin yardımı bulunmaksızın dalgakıranın kayalıklarına şap şup vuran
ağız kısmı hâlâ bulanık Mottlau ırmağının acı sularında kayboluyordu. Liman yükleme ve
boşaltına işçilerininkine benzer kasketli adamın neden öyle bayağı bir iple ve görüldüğü
gibi bir manlar olmadan balık avladığını merak etmiştik. Annem, bir kötülük taşımayan
hafif alaylı bir edayla bunu sordu adama ve sorarken ona amca dedi. Amca sırıttı ve diş
yerine tütün rengi kökler göründü ağzında; herhangi bir açıklamada bulunmaksızın, havada
lakla atan iri bir tükürüğü aşağısınclaki kamburumsu granillcr arasında çalkanıp duran
üzeri pelrollc örtülü pis ve bulanık su çorbasına lükürdü. Suyun içinde bir süre ileri geri
sallandı tükürük, derken bir martı geldi, kayalardan ustaca kendini sakınarak alçaldı ve
kaplığı gibi alıp götürdü tükürüğü", bunu gören öbür martılar, ciyak ciyak bağrışarak
arkadaşlarının peşine takıldı.
Artık gitmeyi düşünüyorduk, çünkü dalgakıranın üzeri serindi, güneşin pek etkisi
olmuyordu. Birden baktık, adanı ipi toplamaya başladı. Ama annem yine gitmek isledi, gel
gelelim Matzerath yerinden oynatılacak gibi değildi. Başka vakit annemin hiçbir işleğini
geri çevirmeyen Jan da, bu kez onu desteklemeye yanaşmadı. Gitmişiz veya kalmışız,
Oskar için farkelmezdi. Ama bir kez gitmeyip kaldığımıza göre, adamı izlemeye başladım.
Adam düzenli el atışlarla, her el alışta yosunları da sıyırıp alarak oltayı dizleri arasında
topluyordu. En çok yarım saal önce üst kısımlarıyla şöyle böyle görüş alanına giren ticaret
gemisinin şimdi şu içerisine gömülmüş olduğu, rotasını değiştirerek limana girdiği dikkatimi
çekti. Bu kadar suya gömüldüğüne göre, demir cevheri yüklemiş bir isveç gemisi olmalı diye
tahminde bulundu Oskar.
Adamın ağır ağır doğrulması üzerine isveç gemisini olduğu yerde bıraktım. "E şimdicik
biraz bir şeyler kotaralım mı he, ne dersin?" Adam bu sözleri Malzerallı'a söylemişti;
Matzeralh söylenenlerden hiçbir şey anlamamasına karşın, başıyla onayladı. "E
185
şimdicik biraz bir şeyler kolaralım mı hc..." diye tekrarladı adanı. Sonra oltayı çekmeye
devam elli, ama harcadığı çaba giderek artıyordu; kayalardan aşağı inip oltanın yanına geldi
derken, geniş kollarıyla annem lam zamanında yüzünü dönememişli—, geniş kollarıyla granit
taşlar arasına, guluk guluk eden körfez içerisine uzandı, bir şeyler aradı suda, bir şeyler
yakaladı, bir şeylere el attı, bir şeyleri çekti, oradakilcre yer açın diye bağırarak sular
damlayan ağır bir şeyi, kımıl kımıl canlı bir nesneyi aramıza fırlattı. Bir beygir başıydı bu,
sahiciye benzeyen laze bir beygir başıydı, siyah bir beygir başı, daha dün, daha önceki gün
kişneıniş olabilecek kara yeleli bir arap atının başıydı, çünkü çürümüş değildi baş,
kokmuyordu, koksa koksa Mottlau kokuyordu, ama dalgakıran başlan aşağı Molllau kokardı
zaten.
Liman işçisi kaskeliyle adam kasket şimdi ensesine yıkılmıştı çoktan gelmiş, bacaklarını
açarak, içinden açık yeşil renkle küçük yılanbalıklarının deli gibi kendilerini dışarı alı
alıvcrdikleri beygir başının tepesinde dikiliyor, balıkları yakalamakla güçlük çekiyordu;
çünkü kaygandı balıklar, üstelik nemli taşlar üzerinde hızlı ve ustalıkla hareket
ediyorlardı. Üstümüzde o saat martılar belirmişti, martı çığlıkları duyuyorduk. Yukarıdan
balıklar üzerine saldırıyor, üçü dördü bir olup küçük, hatta orta boy bir yılanbalığmı
rahatçacık haklıyor, ne kadar kovarsanız kovun gilmiyorlardı; çünkü dalgakıran
kendilerinindi. Bir yandan martıları kovmaya uğraşıp, bir yandan balıklara el alan adam,
aşağı yukarı iki düzine küçük yılanbalığmı, yardımsever Matzcralh'ın ağzını açlığı bir torba
içine tıkmayı başarmıştı. Dolayısıyla Malzcraih, annemin yüzünün sapsarı kesildiğini, ilkin
elini, sonra da başını Jan'ın omuzlarına ve Jan'ın paltosunun kadife yakasına dayadığını
tabii göremedi.
Ama küçük ve orta büyüklükte yılan balıklarını torbanın içine tıktıktan sonra, beygir
başından iri ve koyu renkli yılanbalıklarını eliyle çıkarmaya başladı adam. Bir ara kasketi
başından düştü. En sonunda oturmak zorunda kaldı annem, jan, annemin başını arka tarafa
çevirmek istedi, ama annem karşı koydu; koca
186
man ineksi gözlerini dikerek, adamın beygir başından yılanbalıklarıni çekip çıkarışını izledi.
"Şunlara da bak hele!" diye söyleniyordu adam, arada bir, göğüs geçirerek, "Bak sen hele!"
derken ayağındaki çizmeleri de yardıma çağırarak, beygirin ağzını zorla açtı, iki çenenin
arasına bir sopa parçası sıkıştırdı; öyle ki, hepsi taslamam yerinde duran sarı dişleri güler
gibi oldu hayvanın. Ve adam ancak şimdi görülüyordu ki, tepesi dazlak ve kafası yumurta
biçimindeydi iki elini beygirin gırtlağına daldırdığı gibi, ikisi de en azından bilek
kalınlığında ve kol uzunluğunda iki yılanbalığmı çıkarır çıkarmaz, annemin de dişleri
aralandı; kahvaltıda yediklerini, sütlü kahve kalıntısını ve francala ekmeğinin yumakları
arasında topak topak yumurta akını ve iplik iplik uzanan yumurta sarısını dalgakıranın
kayaları üzerine kustu. Öğürmesi sürüp gitıi bir zaman, oysa ağzından bir şey gelmiyordu
artık, hani kahvaltıda çok bir şey de yememişti, çünkü kilosu fazlaydı ve mutlaka kilo
vermek istiyor, bu yüzden çeşitli perhizlere başvuruyordu; ama bunlardan birini seyrek
olarak sonuna kadar götürüyor, kimse görmeden boyuna yiyecek atıştırıyordu. Buna
rağmen jimnastik çantasını sırtlayıp, o acayip kart karıların toplandığı salona giderek pırıl
pırıl mavi bir eşofmanla labuı jimnastiği yapıyor, bir türlü kilo veremevişiyle Jan'ın, hatta
Matzerath'ın alay etmesine bakmayarak, Kadınlar Derneği'ndeki sah jimnastiklerinden bir
türlü geri kalmıyordu.
O gün de annem en fazla iki yüz elli gram bir şey kusmuşlu ve ne kadar öğürürse öğürsün,
daha çok kilo vermeyi bir türlü başaramadı. Sadece yeşilimsi bir salya geliyordu ağzından
ve martılar geliyordu. Annem kusmaya başlar başlamaz clamlamışlardı; üstümüzde gittikçe
alçalan çemberler çiziyor, o yağlı ve kaygan vücutlarıyla yukarıdan aşağı kendilerini bırakı
bırakıveriyorlardı; annemin kahvaltısı uğruna birbirleriyle çekişiyor, şişmanlamaktan
korkmuyorlardı; onları uzaklaştıracak bir çare de yoklu, hem olsa da kim yapacaktı bunu?
Çünkü Jan Bronski martılardan korkup çekiniyor, ellerini gözlerine siper ediyordu. Oskar'ı
dinlemiyordu martılar; Oskar trampetini martılara
187
karşı harekete geçirmiş, beyaz vernik üzerine inen değneklerle trampetini bu beyaz
hayvanlara karşı konuşturmaya başlamıştı. Ama hiçbir işe yaramıyordu bu; olsa olsa
martıları daha da beyazlaştırıyordu. Matzerath'a gelince, annemle hiç ilgilenmiyor, gülüp
duruyor boyuna, adama öykünüyor, sinirleri sağlam biri gibi davranıyordu; ama adam
nerdeyse işini bitirmişti; son olarak beygirin kulağından kocaman bir yılanbalığını çıkarıp
hayvanın o beyaz lepemsi beyninin bir salya gibi dışarı akmasına yolaçmca, Malzeralh'ın da
annem gibi benzi sarardı, ama yine de rol yapmayı bırakmadı elden; adamdan yok pahasına
ikisi de büyük olmak üzere dört yılanbalığı aldı, fiyattan biraz daha kırdırmak için adamla
pazarlığa girişli.
İşle o zaman takdir etlim Jan Bronski'yi. Ağladı ağlayacak bir hali vardı, öyleyken annemin
ayağa kalkmasına yardım etli, bir elini annemin beline doladı, öbür elini önde tutarak
annemi oradan uzaklaştırdı. Komik bir manzaraydı doğrusu, çünkü annem ayaklarında
yüksek ökçeli ayakkabılarla kıyıya doğru kayadan kayaya sekiyor, her adımda ayağı
burkuluyor, buna rağmen ayakkabılarının ökçeleri kırılmıyordu.
Maizerath ile adamın yanında kalmıştı Oskar; çünkü kasketini yeniden başına geçiren
adam, patates torbasının iri taneli tuzla yarı doldurulmuş olduğunu göslererek nedenini
açıklamaya koyulmuştu. Torbada tuz olması, yılanbalıklarının tuz içinde sağa sola koşup
gebermesi içindi. Sonra luz onların derilerinin üzerinde ve hatla akındaki sümüksü maddeyi
çekip alıyordu. Çünkü yılanbalıkları luz içinde sağa sola koşmadan duramıyor, dolayısıyla
koşarken koşarken biran gelip ölüyor ve sümüklerini tuzlara bırakıyorlardı. Yılanbalıkları
tütsülenmek isteniyorsa, böyle davranmak gerekiyordu. Gerçi polis ve Hayvanları Koruma
Derneği yasaklamıştı bunu, ama yılanbalıkları da ille tuz içinde sağa sola koşacaktı. Hem
tuz olmazsa, derilerinin iç ve dış yüzeylerindeki sümüksü maddeden nasıl
armdırılabiiirlerdi? Yılanbalıkları geberdikten sonra otlarla güzel güzel ovulup
temizleniyor, tütsü fıçısı içine asılıyor, kayın ağaçlarından hazırlanmış ateş üzerine
sarkıtılıyordu.
188
Yılanbalıklarının luz içinde sağa sola koşuşmasında uygunsuz bir taraf görmüyordu
Matzerath. Nihayet beygir kafalarının içine de girmiyorlar mı dedi. İnsan cesetlerinin
içine de girerler diye cevapladı adam. Hani Skagcrrak Deniz Savaşı'nclan sonra bir iyice
semirdiğini söylerler yılanbalıklarının. Daha birkaç gün önce klinikte çalışan doktorlardan
biri evli bir kadından söz açmıştı; kadın diri bir yılanbalığıyla nefsini körlelecek olmuş, ama
yılanbalığı cinsel organına dişlerini geçirip bir daha bırakmamış, dolayısıyla hastaneye
kaldırılan kadın bundan böyle hep kısır kalmış. Adam tuz içinde kımıldanan yılanbalıklarıyla
dolu torbanın ağzını kapayıp, çevik bir hareketle sırlına vurdu. Çamaşır ipini toplamış,
boynuna asmıştı; ticaret gemisi limana girerken, o da Ncufahrwasscr'c doğru yola koyuldu.
Gemi bin sekiz yüz tonluktu aşağı yukarı ve İsveç gemisi değil, bir Fin gemisiydi, ayrıca
demir cevheri değil, kereste yüklemişti. Sırtına yılanbalığı torbasını vuran adam galiba Fin
gemisindeki tayfalardan birkaçım tanıyordu, çünkü paslı köhne tekneye doğru el salladı,
bağırarak bir şeyler söyledi. Fin gemisindekiler de el sallıyarak cevap verdi, onlar da
bağırarak bir şeyler söyledi. Ama neden Matzeratlı'm da el edip, "Gemi ahoi" diye saçma
bir lâf ettiğini bir türlü anlayamadım doğrusu. Çünkü Matzerath Ren bölgesinde doğup
büyümüştü, denizciliğe hiç aklı ermezdi, gemideki Finliler arasında da hiç tanıdığı yoklu.
Ama işte başkaları el sallayınca el sallamayı, başkaları bağırıp gülünce ya da el çırpınca
bağırıp gülmeyi ve el çırpmayı âdet edinmişti. Bu yüzden değil mi, fazla acele edip, henüz
hiç gereği yokken, böyle bir davranışın insana bir şey sağlamayıp sadece pazar sabahlarına
mal olacağı bir zamanda tutup partiye kaydolmuştu.
Malzerath'ın, Neufahrwasscr'li adamın ve ağzına kadar yüklü Fin gemisinin peşinden usul
usul yürüyordu Oskar. Arada bir arkama dönüyordum, çünkü beygir başını adam fenerin
altında bırakmıştı. Ama baş hiç ortada gözükmüyordu, çünkü martılar bir pudra gibi
üzerini örtmüştü: Cam yeşili denizde beyaz, minik bir nokta. Her an temiz pak havaya
yükselebilen, yüksek sesle bağı
189

rarak bir beygir başının üzerini örlcn Icrülaze yıkanmış bir bulul; beygir başı kişncmiyor,
çığlıklar alıyordu.
Gördüklerimi yeter bulunca, marnları ve Malzeralh'ı bırakıp savuştum; laşian taşa
sıçrarken yumruğumla Irampctiıne vuruyordum. Derken kısa bir pipoyu lüllürmeye başlayan
adamı geride bıraktım ve dalgakıranın başında Jan ile anneme yetiştim, Jan, annemi yine
eskisi gibi luluyor, kollukluyordu; ama şimdi bir elini annemin pardesüsünün kolundan içeri
sokmuştu. Ancak annemin de bir elinin Jan'ın pantolon cebinde eğleştiğini Malzeralh
göremezdi; çünkü henüz çok gerimizde bulunuyor, adamın bir laşla kafalarına vurup
sersemlettiği dört yılanbalığını, dalgakıranın kayaları arasında ele geçirdiği bir gazele
kâğıdına sarmaya çalışıyordu.
Nihayet bize yetişince, yılanbalığı paketini elinde sallayarak büyüktendi: "Adam yüz elli
dedi, ama ben bir gulden'e kapattım
hepsini."
Annemin yüzüne yine kan gelmişti biraz ve iki eli yine bir aradaydı. "Yılanbalığından yerim
diye aklından geçirmeyesin bak!" dedi. "Bir daha balık yemek mi, hele yılanbalığı, Allah
göstermesin!"
Matzeralh güldü: "Bırak bu lalları. Yılanbalıklarınm nasıl şeyler olduğunu daha önce de
biliyordun, ama hiç yemem demedin, halta tütsülenmişlerini bile yemekten geri kalmadın,
tütsülenmişlerini de. Hele ben bunları büıün ıvır zıvırıyla bir güzel hazırlayayım, yanına da
biraz yeşillik katayım şöyle, o zaman bakalım yer misin, yemez misin!"
Elini lam zamanında annemin pardesüsünün altından çekmiş olan Jan bir şey demedi.
Brösen'e varıncaya kadar onlar yine yılanbalığı üzerinde konuşmasın diye, ben trampetimi
konuşturmaya başladım. Tramvay durağında ve tramvayın arka vagonunda da üç büyüğün
konuşmalarını engelledim. Yılanbalıkları biraz scssizleşmişli. Saspe'de beklemedik, çünkü
karşıdan tramvay geldi hemen. Hava Alanı'nı geçliklen az sonra Matzeralh, trampetimi
konuşturmama aldırmayarak, ölesiye açıklığından dem vur
190
du. Annem hiç oralı olmadı, gözleri başımızın üzerinden ötelere bakıyordu. Derken Jan,
Regalle marka sigaralarından birini ikram elti anneme, sonra ateş tuttu. Annem, sigaranın
ağza alınacak kısmım dudaklarının arasına yerleştiren Matzeratlı'a gülümsedi, çünkü onun
herkesin önünde sigara içmesini hoş karşılamadığını biliyordu.
Labes Caddesi'nde Katolik kadınlar hâlâ halı ve kilim çırpmaya devanı ediyordu. Matzeralh,
cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Dördüncü katta, Trompetçi Meyn'in bitişiğinde
oturan Bayan Kater'i merdivende gördüm, morarmış güçlü kolları sağ omuzundaki rulo
yapılmış kahverengimsi bir halıya yapışmıştı. Her iki koltuğunun allında terden yumak
yumak sarı ve tuzlu kıllar alev alev yanıyor, halı bir öne, bir arkaya devrilecek gibi
oluyordu. Sarhoş bir erkeği de tıpkı bu halı gibi pekâlâ omzunda taşıyabilirdi Bayan Kalcr;
gelgeldim, kocası artık hayatta değildi. Yağlı bedenini kara kara ışıldayan bir lafla eleklik
altında taşıyarak yanımızdan geçerken, vücudundan kalkan buğular bana tosladı: Amonyak,
hıyar turşusu, karpit kokusu herhalde âdet görüyordu.
Az sonra avludan düzenli halı çırpma sesleri geldi kulağıma. Sesler beni evin içinde oradan
oraya kovaladı, peşimi bırakmadı bir türlü. Nihayet yalak odamizdaki gardırop içine asılı
kışlık palto ve mantolar, bu Paskalya öncesi gürültüsünün büyük kısmını yutup bana
ulaşmasını önlüyordu.
Ama beni dolap içine kaçırtan Bayan Kater'in halı çırpması değildi yalnız. Annem, Jan ve
Malzeralh palto ve pardesülerini daha çıkarmaya kalmadan, Büyük Cuma yemeğiyle ilgili
kavga kopmuştu. Ancak kavga yılanbalıklarınla sınırlı kalmayarak oradan yine bana, benim
kiler merdiveninden o ünlü düşüşüme sıçradı. Sende kabahat, hep sende o kadar
mızmızlanma, ne yemek isliyorsan yap, yalnız yılanbalığını bırak, nasıl olsa yeleri kadar
konserve var kilerde, gil manlar al gelir, ama kiler kapısını kapamayı unutma da gene öyle
bir şey olmasın bırak şu eski teraneleri, balık çorbası yapacağım o kadar, kes arlık, sütlü,
hardal
191
lı, maydanozlu balık çorbası, yanında haşlanmış patates, sonra bir defne yaprağı ve bir de
karanfil — Allahaşkına Alfred, mademki istemiyor islemezse istemesin, bırak sen girme
araya, yılanbalıklarını bedava almadım ben, güzel güzel temizlenip suya yatırılacaklar
nihayet; hayır hayır, hele bir hazırlansınlar, sofraya gelsinler de, o zaman kim yermiş kim
yemezmiş, görürüz.
Maizerath odanın kapısını vurup çıktı, mulfağa girerek kayboldu, dikkati çekecek kadar
gürültüyle mutfakla yemek hazırladığını işitiyorduk. Kafalarının arka kısımlarına çapraz iki
bıçak darbesi alıp yılanbalıklarının hesabını görüyordu. Fazlasıyla oynak bir hayal gücü olan
annem, ister islemez şezlonga uzandı; Jan Bronski de anneme öykündü; çok geçmeden el
ele tutuşmuş, Kaschubci'ca fısıldaşmaya koyuldular.
Üç büyükler evin içine bu şekilde dağıldıkları zaman ben henüz dolapla değildim, onlar gibi
salonda bulunuyordum. Çini sobanın yanında bir çocuk iskemlesi vardı, bu iskemle üzerine
tünemiştim, ayaklarımı sarkıtmış sallıyordum. Jan'm gözleri bendeydi, annemle işlerini
nasıl engellediğimi çok iyi seziyordum, gerçi ben olmasam da fazla bir şey yapamazlardı,
çünkü Maizeralh hemen aradaki duvarın arkasında bulunuyor, kendisi görünmese bile
elinde bir kırbaç gibi sağa sola savurduğu yarı cansız yılanbalıklarıyla açıkça onlara
gözdağı veriyordu. Dolayısıyla, annemle Jan, birbirlerine ellerini vermiş, yirmi
parmaklarının yirmisini de bastırıyor, çekiştiriyor, eklem yerlerini çıtırdatıyor ve bu
seslerle canıma okuyorlardı. Avluda halı çırpan Bayan Kaler'in yolaçlığı sesler yetmiyor
muydu sanki? Bu sesler bütün duvarların içinden sızıp gelerek, güçleri artması bile giderek
bana daha çok yaklaşmıyor muydu?
Oskar iskemlcciğinden aşağı kaydı, odadan gidişini fazla dikkati çekecek gibi
sahnelememek için bir an için sobanın yanına çömdü, sonra tamamen kendi irampeliyle
meşgul bir halde, kapının eşiğinden geçip yalak odasına kaydı.
Hiç ses çıkarmamak için yalak odasının kapısını kapamayarak yarı açık bıraktım, kimsenin
beni geri çağırmadığını görünce se
192
vindim. Oskar yatağın allına mı, yoksa gardırobun içine mi girsin diye düşündüm önce.
Gardırobu daha uygun buldum, çünkü yalak altına girersem, o camın deniz mavisi denizci
giysimi kirletecektim. Tam da dolabın anahtarına uzanabiliriyordu elim, anahtarı bir
kez döndürüp dolabın aynalı iki kanadını ayırdım birbirinden. Trampetimin dcğnekleriyle,
gardıroptaki askılara geçirilip demir çubuklar üzerine dizilmiş paltolar, mantolar ve kışlık
elbiseleri bir kenara aldım. Ağır kumaşlara uzanabilmem ve onları yerlerinden
oynatabilmem için trampetimin üzerine çıkmam gerekiyordu. Nihayet dolabın ortasında
boş bir yer açıldı, büyük değildi Hızla, ama dolabın içinde çömmek isteyen bir Oskar'ı
barındırmaya yelerdi. Hatla biraz çabayla dolabın aynalı iki kanadını kendimden yana
çeklim, gardırobun zemininde ele geçirdiğim bir şalı iki kanal arasına sıkıştırarak parmak
genişliğinde bir aralık kalmasını başardım, böylelikle gerekirse dışarısını görebilecektim,
ayrıca içeriye biraz hava girmesi sağlanmış oluyordu. Trampeti dizlerimin üzerine
yatırdım, ama çalmadım, pek hafiften de olsa bunu yapmayarak kışlık manto ve paltolardan
kalkan buğuların elimde olmadan beni tutuklayıp, bedenimden . içeri nüfuz etmesine
bıraktım kendimi.
İyi ki, bu dolap vardı ve pek nefes alıp vermeyen bu ağır kumaşlar vardı; âdela bülüıı
düşüncelerimi toparlayıp bir çıkın yapmamı ve hayalimde yaşattığım bir idole armağan
etmemi sağlıyordu kumaşlar; öylesine zengin bir idol ki, sunduğum armağanı ancak aşırılığa
varmayan ölçülü bir kıvançla kabul ediyordu. Dikkatimi ne zaman bir şey üzerine toplamak
istesem her selerindc olduğu gibi, bu kez de yine Brunshof Caddesi'ndeki Dr. Hollatz'ın
muayenesinde buldum kendimi ve haftalık çarşamba ziyaretlerinin benim için önemli
bölümünün zevkini çıkarmaya koyuldum. Hani düşüncelerimin çevresinde dönüp
durduğu kimse, beni hep uzun boylu muayeneden geçiren doktorun kendisi değil, daha çok
onun asistanı Inğe Hemşire idi. Inge Hemşire beni soyuyor, beni giydiriyor, sadece Inge
Hemşire oramı buramı ölçüp beni tartıya vuruyor, beni testlerden geçiriyordu; kı
193
saca, Dr. Hollalz'ın üzerimde uyguladığı bülün denemeleri İğne Hemşire kusursuz bir
biçimde, ama yine de biraz somurtarak yürütüyor, her seferinde alaysız denemeyecek bir
edayla başarısızlıklardan söz ediyor, ama Dr. Hollatz bunları hep kısmi başarılar olarak
niteliyordu. Seyrek olarak Inge Hemşire'nin yüzüne bakıyordum; zaman zaman bir kuş gibi
çırpınan trampetçi kalbim, daha çok hemşire giysisinin kolalı temiz beyazında, onun kep
olarak başında taşıdığı âdeta ağırlıktan yoksun nesnenin ve Kızılhaç simgesiyle süslenmiş
sade bir broşun üzerinde dinleniyordu. Hemşire giysisindeki kat ve kıvrımların boyuna
değişip durduğunu görmek ne hoştu! Sırtındaki giysinin allında bir vücudu var mıydı Inge
Hemşire'nin? Gittikçe kocayan yüzünden ve bütün bakıma rağmen kaba kemikli ellerinden
bir kadın olduğu seziliyor, ama Jan'm ya da Malzeralh'ın bazen gözümün önünde
giysilerinden soydukları annemde gördüğüm gibi bir vücuda sahip olduğunu ele verecek
kokuları ve buharlaşmaları barındırmıyordu kendinde. Inge Hemşire sabun kokuyor, insana
yorgunluk veren bir ilâç gibi kokuyordu. Kulağına dayayıp denildiğine göre hastalıklı küçük
vücudumun orasını burasını dinlerken, beni birkaç kez uyku bastırmıştı: Beyaz kumaşların
kallarıyla kıvrımlarından yayılan hafif karbol kokusuyla örtülü bir uyku, düşsüz bir uyku;
sadece Inge Hemşire'nin broşu uzakta büyüyor, büyüyor, ne bileyim bayraklardan bir
deniz oluyordu, gün doğarken ve gün batarken güneşin Alplerdeki kızıl yansısı oluyor, bir
gelincik tarlası oluyor, ayaklanmaya hazır bir gelincik tarlası, bilmem kime karşı,
kızılderililere karşı, kirazlara, burun kanamalarına, horoz ibiklerine, bir araya toplanan
kandaki alyuvarlara karşı; derken görüş alanını baştanbaşa kaplayan bir tutkunun kırmızısı
arka planı ele geçiriyor, o zaman olduğu gibi hâlâ bugün bile pek doğal bulduğum, ama yine
de bir türlü isimlendiremediğim bir tutku; çünkü kırmızı sözcüğüyle bu konuda bir şey
anlatılamıyor, burun kanaması da burada güçsüz kalıyor, bayrak kumaşı rengini alıyor, ama
yine de kırmızı üzerinde diretirsem, kırmızı beni islemiyor, paltosunu ters yüz ediyor:
Kara kara aşçı kadın geliyor,
194
kara aşçı kadın sarı sarı korkuluyor beni, mavi mavi yalanlar söylüyor, mavi mavi
inanmıyorum, yalan almayın bana, yeşil yeşil durmayın karşımda: Yeşil içinde otladığım
tabutun rengi, yeşil örtüyor üzerimi, yeşil yeşil beyaz oluyorum: Beni kara kara vaftiz
ediyor, beni sarı sarı korkutuyor kara, sarı yalan atıyor bana mavi mavi, mavi mavi yeşile
inanmıyorum, yeşil çiçeklcniyor kırmızı kırmızı, Inge Hemşire'nin broşu kırmızıydı, bir
Kızılhaç simgesi taşıyordu İngc Hemşire, daha kesin bir söyleşiyle bir hemşire giysisinin
silinip yıkanabildi yakalığında taşıyordu simgeyi. Ama alabildiğine renkli böyle bir düşün
sürüp gitmesi seyrek oluyordu, nitekim gardıroptaki bu düşten de aynı şekilde çekip
aldılar beni.
Oturma odasından doğru yaklaşan gayet renkli bir gürültü, bulunduğum dolabın iki
kanadına vurarak, beni yeni başlamış olan ve Inge Hcmşire'ye ayrılan düşten uyandırdı.
Ayık ve paslı bir dille, trampetimi dizlerimin üzerinde tutarak, çeşitli desenlerdeki kışlık
palto ve mantolar arasında olurdum; Malzeralh'ın giydiği parti ün i (binasın m kokusu geldi
burnuma; üniforma palaska ve kayışlarıyla, meşinsi meşirısi yanı başımda asılı duruyordu,
ingc Hemşire'nin giysisindeki o beyaz kal ve kıvrımlardan ortada iz eser kalmamıştı;
yukarıdan yünlü giysiler sarkıyor, korel kumaşından fanilalar toplanıp büzülüyor, üzerimde
son dört yılın modasını yansıtan şapkalar, ayaklarımın ucunda iskarpinler, iskarpinciklcr,
cilalı bollar, nalçalı ya da lastik ökçeli ayakkabılar sıralanıyor, dışardan sızan bir ışık
demeli bütün bunları belli belirsiz aydınlatıyordu; Oskar, dolabın kanalları arasında bir
açıklık bıraktığına hayıflandı.
Oturma odasmdakilerden ne beklenebilirdi ki? Belki annemle Jan kanepe üzerinde
yalarken Matzeraih bastırmıştı; ama pek olacak şey de değildi; çünkü Jan sadece skat
oynarken değil, her zaman ihtiyati elden bırakmayan biriydi. Belki de, ki böyle olduğu
anlaşıldı sonradan, Matzcrath kafalarına vurarak öldürüp temizlediği, sulara yatırıp
pişirdiği, baharatla işlemden geçirdiği ve sonra iadına baktığı yılanbalıklarını yılanbalığı
çorbası olarak,
195
yanında haşlanmış patatesle, büyük kâse içinde salondaki masaya servise hazır durumda
getirip koymuş ve kimsenin sofraya gelmediğini görünce, içine kattığı bütün katkıları sayıp
dökerek, monoton bir sesle ve âdeta bir yemek tarif eder gibi hazırladığı çorbanın
övgüsünü yapmaya başlamıştı. Annem bağırıyor, Kaschubei'ca bağırıyordu. Kaschubei'cayı
da Matzeralh ne anlıyor, ne de hoşlanıyordu bundan; ama çaresiz bütün söylenenleri
dinliyor ve annemin ne demek islediğini galiba seziyordu; çünkü olsa olsa yılanbalıklarını,
bir de, ne zaman bağırsa her seferinde yaptığı gibi, kiler merdiveninden düşüşümü söz
konusu edebilirdi annem; dolayısıyla Matzerath da cevaplar veriyordu; nihayet rollerini
biliyordu ikisi de. Jan arada bir lafa karışıyordu; onsuz bir oyun düşünülemezdi çünkü.
Sonunda ikinci perde başlayıp piyanonun kapağı şırak diye açıldı; nolasız, ezberden,
ayaklar her iyi pedal üzerinde, bazen sesler iç içe girip, bazen bir ses ötekilerden sonra,
bir ses ötekilerden önce harekete geçerek "Freischütz" operasından "avcılar korosu"
söylendi: Bu yeryüzünde bir eşi var mı daha? Halali'nin lam orla yerinde şırak diye
kapanan piyanonun sesi, ayakların pedallarden çekilişi, piyano önündeki taburenin devrilişi.
Ve anneni çıkıp geldi derken, yalak odasındaydı şimdi, gardırobun aynalı kanallarına şöyle
bir baktı, sonra kendini mavi bir hıyaban altındaki karyola üzerine attığını gördüm
aralıktan; annem ağlıyor ve tıpkı evlilik kalesi olan yalağın başucuna asılmış allın yaldız
çerçeveli renkli resimde tövbe ve istiğfar eden Maria Magdclana gibi çok parmaklı bir
oğuşla ellerini oğuyordu.
Uzunca süre annemin sızlanışını işiltim. Yalak hafifçe gıcırdıyordu; oturma odasından
boğuk mırıltılar geldi kulağıma. Matzeralh'ı yatıştırmaya çalıştı Jan, Malzeralh da annemi
yatıştırması için Jan'a ricada bulundu. Mırıltılar hafifleyip kesildi birden ve Jan yatak
odasından içeri girdi. Üçüncü perde: Jan yatağın önünde dikilmiş duruyor, bir anneme, bir
tövbe ve istiğfar eden Maria Magdelana'ya bakıyordu: Kollayarak yatağın kenarına ilişti
derken, yüz üstü yalan annemin sırtını ve kalçalarını okşamaya baş
196
ladı, ona Kaschubei'ca yatıştırıcı sözler söyledi ve nihayet sözlerin fazla kâr etmediğini
görerek elini annemin etekliği allına kaydırdı. Bunun üzerine annem sızlanmayı bıraktı ve
Jan da böylece çok parmaklı Maria Magdelana'dan çekip aldı gözlerini. İşini bitirdikten
sonra Jan'ın doğrulup parmaklarını mendille kurulaması görülecek şeydi doğrusu. Derken
Jan yüksek sesle, oturma odasında ya da mutfaktaki Matzerath'm anlayabilmesi için
Kasclıubei'caya başvurmadan, sözcükleri leker teker vurgulayarak: "Eh gel artık şimdi,
Agnes!" dedi anneme. "Yeler arlık, unutalım olanları. Alfred yılanbaliği çorbasını çoktan
götürüp yüz numaraya boca elti. Şimdi bir güzel skal çeviririz hep beraber, yer çeyrek
metelik olsun, kabul; olup bilenleri unutup gene neşemizi bulduk mu, Alfred omlet yapar
bize, palates kızartır."
Annem cevap vermeyerek yataktan kaydı aşağı, sarı battaniyeyi eskisi gibi düzledi,
dolabın aynalı kanatları önünde sağa sola savurduğu saçlarına bir çeki düzen verdi ve
Jan'ın peşi sıra yatak odasından çıktı. Aralıktan çekip aldım gözlerimi; az sonra iskambil
kâğıtlarının karılmasından çıkan sesi işinim. Küçük çapta temkinli gülüşler; Matzeralh kesti
ve Jan dağıttı kâğıtları, sonra da kozlarını paylaşmaya koyuldular. Öyle sanıyorum ki,
Jan'la Matzeralh karşılıklı yükseltmeye başladı. Malzeralh daha yirmi üçle pas dedi. Bunun
üzerine annem Jan'ı karşısına alıp otuz allıya kadar yüksekli, otuz altıda Jan da pas elli ve
annem bir grand oynadı, nerdeyse kazanıyordu, sonra bir karo oynadı, bunu Jan kazandı,
üçüncü elde ise ikisiz bir kupa elini az kalsın kaybedecekken kazandı annem.
Bu aile arasında oynanan skatın omlet, mantar ve patates tavalarından ötürü kısa molalarla
gecenin geç vakline kadar sürüp gideceğinden emin bulunarak, sonraki oyunlara pek kulak
kabartmadım; daha çok Ingc Hemşire'ye ve onun uykuyu olumlu yönde etkileyen beyaz
hemşire giysisine bir yol bulup dönmeye çalıştım. Ama Dr. Hollalz'ın muayenehanesine
ziyaretim bir açıklık kazanamadı bir türlü; yalnız yeşiller, maviler, sarılar ve karaların
ikide bir Inge Hemşire'nin Kızılhaç broşuna karışmasından
197
değil, aynı zamanda öğle öncesi olup bitenlerin de araya girnıesindendi bu: Ne zaman
muayenehanenin ve İngc Henışire'nin kapısı açılacak olsa, hemşire giysisinin o temiz ve
halif manzarasıyla değil, dalgakıranın liman kesiminde fener altında tüneyen
Neulahrwasser'li adamın, beygir başının içinden kımıl kımıl yılanbalıklarını çekip çıkarışıyla
karşılaşıyordum; benim İngc Hcmşire'de gördüğüm o beyaz rengin de martı kanatlan
olduğu böylece anlaşılıyordu. Martı kanatları bir an için beygir başını ve içindeki
yılanbalıklannı örterek insanı aldatıyor, sonra yara birden açılıyor, ama kanamıyor, kırmızı
bağışlamıyordu; tersine karaydı arap atı, deniz şişe yeşiliydi ve keresle yüklü gemi biraz
pas getirip tablonun içine sokuyordu. Martılara gelince güvercinlerin sözünü işitmek
istemiyorum arlık— avlarının üzerinde bir bulul yapıyor, kanatlarının uçlarını sulara
daldırıyor ve hayvan kellesini benim ingc Hemşirc'nin üzerine alıyorlardı; ingc Hemşire de
başı yakalıyor ve yakalayışmı kutluyor ve bir martı oluyor, bir kılığa giriyor, ama güvercin
kılığına değil, ille de Kutsal Ruh Yortusu'nu kutlayan kuş kılığına giriyordu.
Daha Fazla kendimi yormayarak dolaptan çıktım, ölkeylc dolabın aynalı iki kanadını açarak
aşağı indim; aynalarda kendimi değişmemiş gördüm, ama Bayan Kater'in de arlık halı
çırpmayışına sevindim. Gerçi Büyük Cuma, Oskar için sona ermişti, ama Passiyon zamanı
Paskalya'dan sonra yeni başlayacaktı.
198
AYAK UCUNDA DARALMA
Ama annem için bu yılanbalığı kaynaşan beygir başlı Büyük Cuma'daıı ve Bissau'da
anneannem ve dayım Vinzent'in yanında Bronski'lerle kutladığımız Paskalya Yortusu'nun
ardından ıstıraplı günler başlıyor, güler yüzlü mayıs havası bile bu günlere karşı etkisiz
kalıyordu.
Annemi yeniden balık yemeye Matzeralh'ın zorladığı doğru değil. Annem, Paskalya'dan
arası iki hafta geçmeden, kendiliğinden ve esrarengiz bir isteğin tutsağı olarak, endamına
falan aldırmaksızın o kadar çok balık yemeye başlamıştı ki, Matzerath bir ara şöyle dedi;
"Bir zorlayan varmış gibi ne diye düşersin bu kadar balığa, Agues!"
Ama annem, kahvaltıda zeytinyağlı sardalyayla işe başlıyor, iki saaı kadar sonra, dükkânda
müşteri yoksa, Bohnsack çaça balıklarının üzerine saldırıyor, öğle yemeğinde hardallı ve
salçalı kızarmış pisi balıklarıyla morina balıkları yemek isliyor, ikindi üzeri yine konserve
açacağını eline alıyordu:Jöle halinde yılanbalıkları, rollmopslar, kızarmış ringalar.
Mairczath akşam yemeği için yine balık kızartmaya ya da pişirmeye yanaşmadı mı, bir şey
söylemiyor annem, Matzerath'a atıp tutmuyor, sadece sofradan sessiz sakin kalkıp
dükkâna iniyor ve tütsülenmiş bir yılanbalığı alarak dönüyordu. Balığın derisinin iç ve dış
yüzünden en son yağ zerresine varıncaya kadar bütün yağı kazıdığını, kısaca annemin
elinde bıçak, balıktan başka bir şey yemediğini görünce, iştah falan kalmıylordu bizde.
Annem gün boyu birkaç kez
199
kusmadan duramıyordu. Malzeraıh, endişeye kapılmış, birşey yapamadan duruyor: "Gebe
misin yoksa nesin, Agues?" diye anneme soruyordu.
Annem bir şey demiyor, bir şey diyecek oldu mu yalnız: "Saçmalama, saçmalama!" diye
söyleniyordu. Bir pazar büyükannem, yeşil yeşil yılanbalıklarıyla mayıs tereyağında
kızarmış taze patateslerin öğle yemeğinde sofraya çıkarıldığını görerek, elinin ayasını
tabaklar arasına indirip: "Yeter arlık be, Agrtes! Söyle nen var? Nen var a be kızım?
Madem yaramıyor, neye bu kadar balık yersin? Nedenini de söylemezsin, tıpkı delirmiş gibi
yapar durursun böyle?" deyince, annem başını salladı, patatesleri bir kenara itli,
yılanbalığını mayıs lereyağına banarak ha babam atıştırmaya koyuldu; bir yanşa çıkmıştı
sanki. Jan bir şey demedi. Bir ara annemle ikisini ansızın şezlongun üzerinde bastırdım;
eskisi gibi el ele tutuşmuşlardı, giysilerinin orası burası yerinden oynamış, sağa sola
kaymıştı; Jan'ın ağlamış gözleri ve annemin vurdum duymaz hali dikkatimi çekti. Ne var ki,
bu vurdum duymazlık birden tersine dönüşlü, annem sıçrayıp kalktı şczlongtan, bana elini
uzattı, beni tutup havaya kaldırdı, beni bağrına bastı ve içinde anlaşılan hiçbir şeyle, hatla
kızartılmış, suda kaynatılmış, sirkeye yatırılmış ve tütsülenmiş yığın yığın balıklarla
doldurulamayacak bir uçurumun varlığını gösterdi.
Birkaç gün sonra annemin yemeğe alıştığı o melun sardalyalar üzerine saldırmayı bırakıp,
bir kenara kaldırdığı bir sürü eski sardalya kutularmdaki zeytinyağını bir tavaya dökerek
gaz ocağında kızdırdığını ve içliğini gördüm; kapıda duruyordum, ellerim trampetimden
ayrılıp iki yana düşüverdi.
Hemen aynı günün akşamı annemin Devlet Hastanelerinden birine kaldırılması gerekli.
Ambulans gelene kadar ağlayıp sızlandı Matzerath: "Neden çocuğu istemiyorsun sanki?
Kimden olursa olsun. Yoksa hâlâ o saçma beygir kafasından mı bülün bunlar? Keşke gitmez
olsaydık, nerden gittik! Ama sen de unut artık, Agnes. İsteyerek yapmadım işle."
Ambulans geldi, annemi taşıyıp çıkardılar evden. Sokakla küçük ve büyüklerden bir kala
200
ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPB/ "
I
balık birikmişti. Annemi alıp arabayla; sonradan anlaşıldı ki, annem ne dalgakıranı, ne de
beygir kafasını unutmuştu ve beygirin anısını, adı isler Fritz, ister Hans olsun, giderken
beraberinde götürmüştü. Annemin organlarında gayet açık seçik, acı bir açık seçiklikle o
Büyük Cuma gezintisinin anısı yaşıyordu ve gezintinin tekrarlanmasından korktukları için
de söz konusu organlar kendileriyle aynı fikirde olan annemi ölüme sürüklemişti.
Dr. Hollatz sarılıktan ve balık zehirlenmesinden söz açtı. Hastanede sonradan anlaşıldı ki,
üç aylık hamileydi annem; anneme ayrı bir oda ayırdılar ve kendisini ziyaret etmemize izin
verdiler, ziyaretine gittiğimiz dört günün dördünde de annem tiksintiyle dolu, tiksinti
arasından bazen bana gülümseyerek, kasılmaların harap etliği bir yüzle bizi karşıladı.
Bugün benim, beni ziyarete gelen dostlarıma mutlu görünmeye çalıştığım gibi,
ziyaretçilerini biraz sevindirecek şeyler bulup söylemek için annem de o kadar çaba
harcıyor, ama yine de düzenli aralarla kendini belli eden bir kusma nöbetinin yavaş yavaş
yenilgiyi kabullenen vücudunu ikide bir allak bullak etmesini önleyemiyordu; oysa birazcık
nefesten başka vüudundan dışarı çıkacak bir şey de kalmamıştı; bu birazcık nefesi de,
defin müsaadesine kavuşmayı diliyorsa, herkesin eninde sonunda içinden dışarı alması
gerekiyor.
Annemin içinde, güzelliğini o kadar bozucu kusma nöbetlerine yol açacak bir neden
kalmayınca, hepimiz rahal bir soluk aldık. Yıkanıp da üzerine ölü gömleği geçirilir
geçirilmez, yine o aşinası olduğumuz yuvarlak, kurnaz saf yüzünü takındı annem.
Başhemşire annemin gözlerini kapadı, çünkü ağlayıp duran Matzeralh ile Jan Bronski'nin
gözleri hiçbir şey görmüyordu.
Benden başka herkes, erkekler, anneannem, Hedwig Bronski ve nerdeyse on dön yaşına
basacak olan Stephan ağlıyor, onlar ağladığı için de ben ağlayamiyordutn. Hem annemin
ölümü hiç şaşırtmamıştı beni; haltanın perşembe günleri Eski Şehir'e, cumartesileri ise
HerzJesu Kilisesi'ne giderken annesine eşlik eden Oskar'ın içinde çoktan beri bir his
vardı. Annesi hanidir bir fırsat
201
bulmak için zorlayıp duruyordu kendini, böyle bir fırsatı ele geçirir geçirmez sacayağını
çözüp dağıtacak ve bunu o türlü yapacaktı ki, Allah bilir nelrel etliği Matzerath'a miras
diye ölümünden kendisinin suçlu olduğu duygusunu bırakacak, Jan Bronski'nin, yani Jan'ımn
ise Polonya Posianesi'ndeki görevine "O benim için öldü, bana engel olmak islemiyordu,
kendini feda etti benim için" gibi bir düşünceyle devam etmesini sağlayacaktı.
Sevişebilmeleri için rahatsız edilmeyecekleri bir yalak bulmak söz konusu olunca pek
hesaplı hareket edebilen annemle Jan, beri yandan romantik denebilecek bir davranışın da
üstesinden geliyorlardı. İnsan kendilerine Romeo ve Jülyel diyebilir ya da sözde su fazla
derin olduğu için birbirine kavuşamayan kral çocukları gözüyle bakabilirdi.
Ölüm kutsamasını zamanında elde eden annem, arlık hiçbir şeylerin harekete
getiremeyeceği soğuk bir ceset olarak rahibin duaları altında uzanmış yalarken ben çoğu
Protestan hemşireleri gözetleyecek zaman ve fırsat bulmuştum. Katoliklerden bir başka
türlü, kendilerinden daha emin diyebileceğim bir biçimde ellerini kenetliyor. Rabbani
Dua'yı orijinal Katolik melinden sapma gösteren sözcüklerle yapıyor, örneğin anneannem
Koljaiczek gibi, Bronski'lerlc benim gibi istavroz çıkarmıyorlardı. Babam Malzerath bana
yalnız sözde hayat vermiş olsa bile bazen babam diyorum kendisine bir Protestan
olmasına karşın, dua ederken öbür Proleslanlardan ayrılıyor, çünkü ellerini göğüs hizasında
tutmuyor, bir kasılma durumundaki parmaklarını aşağı yukarı cinsel organının hizasına
getirerek bir mezhepten ötekisine kaydırıyor ve anlaşılan yaptığı duadan utanç duyuyordu.
Anneannem ölüm döşeğinin önüne kardeşi Vinzenl'in yanıbaşına diz çökmüş, yüksek sesle,
kimseye aldırmadan Kaschubei'ca dualar ediyor, Vinzent ise sadece dudaklarını, ihtimal
Polonyaca oynatmakla yetiniyordu; ama belertilmiş gözlerinden, ruhunun bir sürü olaylara
sahne olduğu anlaşılıyordu. Trampetimi konuşturabilsem hani sevinirdim pek; nihayet o bir
yığın beyaz kırmızı trampetleri anneme borçluydum. Bana bir teneke trampet alaca
202
gına ilişkin o annece sözü, Matzerath'ın benimle ilgili tasarılarına karşı ağırlık olarak
terazinin bir kefesine o koymuş, ayrıca güzelliği özellikle endamı daha bir yerinde olup
jimnastik kurslarına katılmak zorunluluğunu hissetmediği zamanlar, trampet sololarımın
konusu olmuştu. Ama en sonunda kendimi tutamayıp, annemin ölü olarak yattığı odada onun
gri gözlü ideal tasvirini trampetimin tenekesi üzerinde bir kez daha canlandırmak istedim
ve hemen itiraza kalkan Başhemşire'yi Matzerath'ın oradan atılarak yatıştırmaya
çalıştığını ve: "Bırakın Hemşire Hanım, ikisi birbirine çok bağlıydı!" diye fısıldayıp benim
tarafımı tuttuğunu görerek şaşırdım.
Annem pek neşeli, beri yandan pek ürkek ve çekingen olabilen bir kadındı. Pek çabuk
unulabilen bir kadındı aynı zamanda. Ama yine de iyi bir belleği vardı. Beni gözden
çıkarmıştı, ama yine de aynı gözde eğleşiyordu benimle. Beni küçümsüyor, ama benimle
terazinin aynı kefesinde bulunuyordu. Ben şarkı ve türkülerimle camlan mı tuz buz
ediyordum, annem macun salıyordu. Elinin altında yeleri kadar sandalye bulunmasına
karşın, suçlu sandalyesine oturuyordu bazen. Ne kadar içine kapansa, benim için yine açık
seçik ortadaydı. Tozdan korkuyor, ama yine de toz kaldırıp duruyordu. Ek gelirlerle
yaşıyor, ama vergi ödemeye yanaşmıyordu. Madalyonun ters yüzüydüm ben kentlisi için. Ne
zaman kupa eli oynasa kazanıyordu. Annem ölünce, trampetimin çerçevesindeki kırmızı
alevler biraz solar gibi oldu, ama beyaz vernik daha da beyazlaşlı ve o kadar parlak bir
renge dönüşlü ki, Oskar bile bazen kamaşan gözlerini yummak zorunda kaldı.
Daha önce bazen dilediği gibi Saspe Mczarlığı'na değil, küçük ve asude Brennlau
Mczarlığı'na gömüldü zavallı annem. 1917 yılında gripten ölen üvey babası Barutçu
Koljaiczek de orada yalıyordu. Herkesçe sevilen bir bakkaliye sahibesinin cenaze
töreninde normal olduğu gibi hayli kalabalık bir cemaat vardı; sadece dükkânının
müşterileri değil, çeşitli firmaların ticarî temsilcileri, halta rakip esnaftan Çerçi
Weinreich ile Beyler Sokağı'ndaki bakkal dükkânını işleten Bayan Probst törene katılmış,
mezarlı
203
ğm küçük kilisesi cemaate dar gelmişti. Etraf çiçek kokuyor, güve yeniği siyah giysi
kokuyordu. Kapağı henüz kapatılmamış tabutun içinde acı ve ıstıraplardan ufalan san bir
yüz takınmıştı, annem. Uzun boylu tören sırasında içimdeki şu duygudan bir türlü kendimi
kurtaramadım: "Şimdi başı kalkacak havaya, bir kez daha kusmadan yapamayacak, biraz
bir şey daha kaldı karnında, bu kalan şeyde dışarı çıkmak isliyor: Sadece benim gibi
varlığını hangi babaya borçlu olduğunu bilemeyen üç aylık bir yavru değil, sadece bu yavru
dışarı çıkmak ve Oskar gibi bir trampete kavuşmak islemiyor, ayrıca balık da var içerde,
zeytinyağlı sardalyalar değil, pisi balıkları da değil, bir parçacık yılanbalığı, yılanbahğının
etinden birkaç beyaz yeşilimsi İH, Skagerrak Deniz Savaşı'ndan kalma bir yılanbahğı,
Büyük Cuma'daki bir yılanbahğı, beygir başından sıçrayıp çıkan bir yılanbahğı, belki de
sallar allında kalıp yılanbalıklarına yem olan babası Joseph Koljaiczek'in cesedinden
fırlamış bir yılanbahğı, çünkü yılanbahğı yılanbahğına dönüşür..."
Ama kusmadı bir türlü annem, yılanbahğını kendisinde alıkoydu, yanında alıp gölürdü,
huzursuzlukların nihayel ortadan kalkması için onu toprak allına havale etmek istedi.
Erkekler, tabutun kapağını kaldırıp zavallı annemin azimli olduğu kadar tiksintiyle dolu
yüzünü örtmeye davrandıklarında, Anna Koljaiczek adamların kollarına sarıldı, tabutun
önündeki çiçekleri çiğneyerek kızının üzerine kapanıp ağlamaya başladı, ölünün o beyaz ve
değerli giysisini çekiştirerek Kaschubei'ca yüksek perdeden sızlanıp yakınmaya koyuldu.
Anneannemin, muhtemel babam Malzeralh'ı lanetleyerek kendisine kızının katili dediğini
söyleyenler çıktı sonradan. Bu arada benim kiler merdiveninden düşüşüm de yine ortaya
atılmıştı denildiğine göre. Böylelikle anneannem, söz konusu masalı annemden devralmış
oluyor ve benim geçirdiğim sözde kazadan ötürü üzerine yüklenen suçu Matzeralh'ın
unutmasına fırsat vermiyordu. Ortadaki politik durumu bütünüyle ayak allı ederek âdeta
gönülsüz saygı gösterip, savaş yılları boyunca kendisini şe
204
kersiz, sunî balsız, kahve ve gazyağsız bırakmamasına karşın, anneannem ikide bir suçlayıp
durdu Matzerath'ı. Sebzeci Grelf ve yüksek sesle bir kadın gibi ağlayan Jan Bronski,
büyükannemi ölünün başından çekip aldılar. Tabut taşıyıcılar arlık kapağı kapayabilir,
tabutu sırtlayıp o ciddi yüzlerini takınabilirlerdi.
İki yanında karaağaçların sıralandığı yol Brcnntau Mezarlığı'nı iki ayrı parçaya bölüyordu;
âdeta isa'nın doğuşunu canlandırmak üzere sergilenecek bir oyun için oracığa kondurulmuş
gibi duran küçücük kilisesi, su kuyusu ve ele avııca sığmayan cıvıl cıvıl kuşlanyla yarı köy
havası uyandıran mezarlığın yapraklardan güzelce temizlenmiş ağaçlıklı yolunda yürüyüp
hemen Matzerath'ın arkasından cenaze alayına baş çekerken, yavaş yavaş hoşuma gitti
tabutun biçimi. Daha sonraları da birçok kez gözlerimi son yolculuklarda kullanılan siyah
kahverengi tabutlar üzerinde gezdirmek fırsatını buldum. Zavallı annemin tabutu siyahtı.
Harikulade bir ahenk içinde ayak ucuna doğru bir daralma göteriyordu. İnsan vücudundaki
oranlara bu kadar başarıyla uygun düşen bir başka tabut çıkar mı acaba bu yeryüzünde?
Keşke yalaklar da ayak ucuna doğru bu daralmayı gösterseler! Ne olur yalaklar da bizim
bütün o alışageldiğimiz yatmalarımızı ayak ucuna doğru bu kadar açık seçik darallsalar!
Çünkü ne kadar yüksekten atarsak atalım, ayaklarımızın payına düşen bu daracık yerdir
nihayet, başımız, omuzlarımız ve gövdemizin kapladığı o geniş mekândan sonra ayak ucuna
doğru daralan bu yer.
Matzerath tabutun hemen, arkasından yürüyordu. Silindir şapkasını elinde taşıyor, ağır
ağır yürürken büyük üzüntüsüne karşın dizlerini gereği gibi bükerek adım almak için
enikonu çaba harcıyordu. Gözlerim ensesine iliştikçe bir acıma duyuyordum kendisine
karşı; ensesi geniş olup, gömleğinin yakasından iki damar çıkıyor, saçların başladığı yere
doğru uzanıyordu.
Neden beni Truczinski Nine elimden tuttu, neden Grelchen Scheffler ya da Hedwig
Bronski yapmadı bunu? Truczinski Nine bizim evin ikinci kalında oturuyordu, bir adı yoktu
anlaşılan, her yerde kendisine Truczinski Nine diyorlardı.
205
Tabutun önünden, elinde buhurdanlık, âyin yardımcısıyla Rahip Wiehnkc Efendi yürüyordu.
Gözlerim Maizeraih'ın ensesinden ölü taşıyıcıların kırışıklarla dolu enselerine kaydı. O
anda içinde beliren çılgınca bir arzuyu yenmek zorunda kaldı Oskar; tabutun üzerine
çıkmak isteğini duymuştu birden. Yukarıda oturup trampet çalacaktı ama değnekleri
trampetin teneke yüzüne değil, tabutun üzerine vuracaktı. Ölü taşıyıcıları tabutu taşırken
yalpalıyorlardı, oysa kendisi ala biner gibi üzerine binip koşturacaktı onu. Tabutun
arkasından gelenler Rahip Efendi'nin dualarını tekrarlıyordu, oysa Oskar, trampetle öne
geçirecekti onları. Tabutu çukurun yanma getirip tahtalar ve iplerin yardımıyla aşağı
indirdiklerinde serinkanlılığını bozmadan duracaktı. Vaaz verilirken, âyin çıngırakları
çalarken, buhurdanlıktan buhurlar tüterken ve sağa sola kutsal su serpilirken, Oskar
Latince sözlerini tabutun üzerine trampelleyecek ve kendisini tabutla beraber iplerin
yardımıyla çukura sarkılırlarken istifini bozmayacaktı. Annesiyle ve annesinin rahmindeki o
yavruyla birlikle çukurun içine girecekti. Cemaat yerden toprakları avuçlayıp avuçlayıp
aşağı serptiğinde Oskar yine yukarı çıkmak istemeyecek, tabutun ince ve dar ayak ucunda
oturacak, trampetini konuşturacak, çalabilirse toprak allında trampetini çalmaya devam
edecekti; la ki değnekler çürüyüp ellerinden düşsün, ta ki annesi onun için, o annesi için,
ikisi de birbiri için çürüyüp giderek üzerlerindeki eli toprağa ve toprağın sakinlerine
havale etsinler. Hatta o zaman bile Oskar, imkânı olsa ve izin verilse, kemikçikleriylc ana
rahmindeki kıkırdaksı yavruya seve seve trampet çalacaktı.
Üzerinde kimse oturmuyor, tabut Brenntau Mezarhğı'nın karaağaçları ve salkımsöğülleri
altında üzeri boş yalpalayarak ilerliyordu. Mezarlar arasında gagalarıyla yerden kurtları
devşiren, zangoçun ekmeden biçen alacah, bulacah tavukları, sağh sollu kayınağaçları
sonra. Ben, Matzcralh'ın arkasından yürüyordum. Truczinski Nine elimden tutmuştu;
hemen arkamdan anneannem geliyordu; Sebzeci Greff'le Jan anneannemin, Bayan Hedwig
de Vinzenl Bronski'nin koluna girmişti. Küçük Marga ile Slephan
206
el ele luiuşmuşlardı. Sclıcfllcr'in önünde saatçi Laubsclıad, Heilandt Baba, Trompetçi
Mcyn; ama Meyn trompetini almamıştı yanına ve biraz ayık görünüyordu.
Her şey sona erip başsağlığı dilemeleri başlayınca, Sigusmund Markus ilişti gözüne.
Matzerath'ın benim, anneannemin ve Bronski'lerin ellerini sıkıp bir şeyler mırıldanarak
cemaatin arasına, siyah ve şaşkın, karıştı.
Alexander Scheffer'in Markus'lan ne istediğini anlayamadım ilkin; birbirlerini
tanımıyorlardı. Tanısalar da pek fazla tanıyamazlardı. Ama derken Müzisyen Mcyn de
söylenmeye başladı. Ovulunca rengini bırakan o kekremsi yeşil bitkilerin oluşturduğu
yüksekçe bir çil gerisinde dikiliyorlardı. Tam o anda Bayan Kalcr, yanımda mendilinin
arkasına saklanmış sırıtan ve biraz vaktinden önce serpilip boy alınış görünen kızı Susi,
Malzeratlı'a başsağlığı dilemeye geldi; bu arada benim başımı da okşamadan duramadılar.
Birden çit arkasından sesler yükseldi, ama ne konuşulduğu anlaşılamıyordu. Trompetçi
Meyn işaret parmağını Markus'un siyah elbisesine vurarak önü sıra itelemeye başladı onu;
derken Markus'un sol koluna Meyn, sağına da Schefller girdi; her ikisi de geri geri giden
Markus'u, mezarlardan birine ayağı takılıp tökezlememesine dikkat ederek ağaçlıklı ana
yola doğru sürdüler, ona mezarlığın açık kapısını gösterdiler sonra. Adeta bu bilgiye
teşekkür eden Markus kapıya doğru yürüdü, silindir şapkasını başına geçirdi ve bir daha
dönüp arkasına bakmadı; Meyn ve Pastacı SchcITIcr geriden onu izliyorlardı.
Ne Matzcrallı, ne Truczinski Nine, benim kendilerini ve başsağlığı dileyenleri bırakarak
ortadan kaybolduğumu farketmedi. Oskar sıkışmış da şöyle bir uzaklaşması gerekiyormuş
gibi geri geri yürüyerek mezarcıyla yardımcısının yanından geçti, derken koşmaya başladı,
sarmaşıklara falan aldırmadan koştu, az sonra karaağaçlara ulaştı, kapıya varmadan
Sigusmund Markııs'a yetişti. "Bak sen, küçük Oskar'cık!" diye şaşırdı Markus beni
görünce. "Söylesene, küçük Oskar'cık, ne diye Markus'a böyle davranırlar? Ne yaptı ki
Markus ona bu muameleyi reva görürler?"
207
Markus'un ne yaptığını bilmiyordum, terden ıslak elinden tutup açık duran demir kapıdan
dışarıya çıkardım kendisini; trampetçilerin koruyucusu Markus ve tranıpetçi, belki de
Markus'un trampetçisi Oskar, kendileri gibi cennete inanan Schugger Leo'ya rastladılar
kapıda.
Leo'yu tanıyordu Markus, çünkü Leo'yu kentte bilmeyen yoktu. Kendisinden bahsedildiğini
işilmiştim; daha rahip okulundayken güneşli bir pazar günü dünya, kutsamalar, mezhepler,
cennet ve cehennem, hayat ve ölüm, onun için öylesine yerinden oynamış, sağa sola
kaymıştı ki, Leo'nun dünyaya bakışı da bundan böyle, kaçık, ama yine de dört başı mamur
ışıldamaya başlamıştı. Schugger Leo'nun işi, bütün cenaze törenlerinden sonra ve nerde
bir istifa olayı başgöslerse hemen kokusunu alırdı Leoüzerinden dökülen pırıl pırıl bol
elbise ve beyaz eldivenle çıkışta yaslı cemaatı beklemekti. Markus ve ben, onun şimdi
burada, Brennlau Mezarlığı'nın demir dövme kapısının önünde iş icabı beklemesinde ve
başsağlığı dilemek için sabırsızlanan eldiveni, devrilmiş sulu berrak gözleri ve boyuna bir
şeyler geveleyen ağzıyla cemaate doğru ilerlemesinde şaşılacak bir taraf görmedik.
Mayıs ortası, neşeli, günlük güneşlik bir pazar günü. Ağaçlar ve çalılıklar kuşlardan
geçilmiyor. Yumurtalarının sayesinde ve yumurtalarının aracılığıyla ölümsüzlüğü
canlandıran gıl gıdaklı tavuklar. Havada bir uğultu. Etrafla lozsuz taze bir yeşil. Schugger
Leo rengi almış silindir şapkasını eldivenli sol elinde tutuyordu. Gerçeklen hidayete ermiş
biri olduğundan hafif ve rakseder gibi adımlarla, eldiveninin küflenmeye yüz lulmuş beş
parmağını ileriye uzatarak, Markus'la bana doğru geldi; ortada yaprak kımıldamamasına
karşın rüzgâra kapılmış gibi vücudunu yana eğerek karşımızda durdu. Markus, ilkin
çekingen, sonra kesin bir hareketle çıplak elini kendisine doğru uzanmış eldivenin kumaşı
içine bırakınca, sözcükleri iplik iplik uzatarak mırıldandı Leo: "Ne güzel bir gün. Artık
oradadır şimdi. Herşey uygun ve yerindedir orada. Rab'bi gördünüz mü? Habemus ad
Dominum. Önümden geçip gitti demin, işi aceleydi. Amin."
208
Amin dedik biz de, Markus günün güzel olduğu konusunda Leo'ya hak verdi, ayrıca sözde
Rab'bi gördüğünü açıkladı.
Arkadan cemaatin bir uğultuyla yaklaştığını işittik. Markus elini Leo'nun eldiveni içinden
çekip aldı, ayrıca bir bahşiş tutuşturdu Leo'nun eline, sonra bana Markus'ça bir göz
atarak acele uzaklaştı, arkasından bir kovalayan varmış gibi hızlandı birden, Brennlau
Poslancsi'ııin önünde kendisini bekleyen taksiye yöneldi.
Gözden kaybolan Markus'un havaya kaldırdığı toz bulutu arkasından bakıp duruyordum ki,
Truczinski Nine yine elimden tutlu beni. irili ufaklı gruplar halinde geldiler. Schugger Leo
hepsine başsağlığı diledi, günün güzelliğine cemaatin dikkatini çekti, herkese Rab'bi görüp
görmediğini sordu ve her zamanki gibi verilen az çok bahşişleri aldı, ama hiç bahşiş
vermeyenler elc olmuştu.
Matzcrath'la Jan ölü taşıyıcıların, mezarcıların, zangoçun paralarını verdi ve Schugger
Leo'nun elini öpmesini sıkılarak ve göğüs geçirerek kabullenen, öpülen eliyle ağır ağır
dağılan cemaati arkadan takdis eden Rahip Wiehnkc Efendi'niıı ücretini ödedi.
Bizler ise, büyükanneni, kardeşi Vinzcl, çocuklarıyla Bronski, cenaze törenine, yanında
karısı olmadan gelmiş Sebzeci Greff, ayrıca Bayan Greichen Schcfflcr, sade koşumlu ve
tenteli iki arabaya yerleştik. Ölü yemeği için Goldkrug önünden vurup orman içinden
geçerek Polonya sınırı üzerinden BissaiAbbau'a geldik. Vinzent Bronski'nin çiftliği bir
vadi içinde bulunuyordu. Önüne yıldırımları çekmek üzere sırayla kavak ağaçları
dikilmişti. Samanlığın kapısı menteşelerden çıkarılmış, kütüklere yatırılmış, üzerine de
örtüler yayılmıştı. Ayrıca çevreden gelmiş bazı konuklar görülüyordu çiftlikte. Yemeğin
sofraya çıkarılması hayli gecikti. Samanlık kapısının önüne kurulmuştu sofra. Gretchen
Scheffler beni kucağına oturttu. Yağlı yemekler çıkarıldı önce, sonra tatlılar, sonra yine
yağlılar, patates rakısı, bira, kaz dolması, bir domuz yavrusu, sucuklu pastalar, sirke ve
şeker içine yatırılmış kabaklar, kekre kremalı sütle yapılmış lapa. Akşama doğru
209
samanlığın içi rüzgârlardı biraz, fare çıtırtıları duyuldu, komşu çocuklarla çiftliğin
avlusunda cirit atan Bronski ailesinin çocuklarının sesleri işitilmeye başladı.
Derken masanın üzerine gaz lambaları ve skal kartları getirildi. Ama patates rakısı
yerinde bırakılıp kaldırılmadı. Evde yapılmış yumurta likörü de vardı ayrıca, ortalığa neşe
saçlı. İçki içmeyen Greff şarkılar söylüyordu. Kaschubei'hlar da şarkı söylüyordu ve
kanları ilk Mctzerath dağıttı; Jan ikinci, kiremithancde çalışan işçibaşı üçüncü oldu. O
anda zavallı annemin yokluğunu hissettim. Gecenin geç vaktine kadar oyuna devam edildi,
ama erkeklerden hiçbiri de bir kupa eli kazanamadı. Jan akıl almayacak bir şekilde
dörtsüz bir kupa elini kaybedince, biraz sesini yükseltti Malzeratlı: "Agnes olsaydı, yüzde
yüz kazanırdı."
Grelchen Schefller'in kucağından kaydım aşağı, dışarıda anneannemi ve Vinzenl Bronski'yi
gördüm; bir araba okunun üzerine oturmuşlardı. Vinzenl, yarı yüksek sesle yıldızlara
Polonyaca sesleniyordu. Anneannem arlık ağlamaz olmuştu, etekliklerinin altına girmeme
ses çıkarmadı.
Kim beni bugün etekliklerinin altına alır? Kim gün ışığını, lambaların ışığını söndürür benim
için? Büyükannemin ben yiyeyim diye eleklikleri allında sakladığı, eleklikleri allına depo
ettiği ve bir zamanlar bana yarasın diye, ben tadını alayım diye Oskar'a buyur elliği o san
sarı eriyen hafif acı tereyağının kokusunu kim bana verir?
Dörl eteklik altında uyuyup kaldım derken; zavallı annemin ilk zamanlarına büsbütün yakın
bulunuyordum ve ayak ucuna doğru incelip daralan tabutta annem gibi soluksuz değilse
bile, onun gibi sessizlik içindeydim.
210
HERBERT TRUCZİNSKİ'NİN SIRTI
Annenin yerini hiçbir şeyin tutamayacağı söylenir. Daha toprağa verilmesinden arası biraz
geçmişti ki, zavallı annemin yokluğunu hissettim. Perşembe günleri Sigusmund Markus'a
uğramaların arkası kesilmişti. Beni alıp Inge Hemşire'nin beyaz giysisine götüren
kalmamıştı artık. Hele cumartesi günleri annemin ölümünü bütün acılığıyla duyumsuyordum,
günah çıkarmaya giden bir annem yoktu çünkü.
Yani Eski Danzig, Dr. Hollatz'ın muayenehanesi ve HerzJesu Kilisesi uzağımda kalmıştı.
Gösterilerde bulunmak hevesini de yitirmiştim. Yoldan geçenleri nasıl ayanıp vitrinler
önüne çekebilirdim; çünkü ayartıcı Oskar'ın ayartıcılık mesleği yozlaşmış, çekiciliğini
yitirmişti. Beni Noel'de masal oyunları görmeye Şehir Tiyalrosu'na götüren veya Krone ya
da Busch Sirki'ne giderken yanına alan bir annem yoklu arlık. Büsbütün yalnız, beri yandan
suratım asık, inceleme ve araştırmalarımı sürdürüyordum; kentin dış mahallelerindeki
dümdüz uzanıp giden yollardan can sıkıntısıyla geçip Kleinhammer Caddcsi'nc geliyor,
Bayan Gretchen Scheffler'i ziyaret ediyordum, Sclıeffler bana gece yansı bile güneşin
batmadığı ülkelere KdFlcnezzüh gemisiyle yaptıkları gezileri anlatırken, ben boyuna
Goethe ile Raspulin'i birbiriyle kıyaslıyor, kıyaslamaları bir lürlü sona erdiremeyip, bu ışıl
ışıl kasvetli kısır döngüden çokluk tarihi etütler yardımıyla yakamı kurtarıyordum. Roma
çevresinde yapılan bir savaş, Danzig şehrinin imparatorluk tarihi, Köhler Denizcilik
Takvimi ve benim
211

standart eserlerim, bana bütün dünya üzerine az buçuk bilgi sağlıyordu. Dolayısıyla, bugün
bile, Skagerrak deniz savaşına katılıp bu savaşta balan ya da zarar gören bütün gemilerin
zırh kalınlıkları, ateş güçleri, ne zaman kızaktan indirildikleri, manevra yetenekleri ve
mürettebat sayılan üzerinde dakik bilgiler verebilecek durumdayım.
Çok geçmeden on dördüne basmıştım; yalnızlığı seviyor, bol bol gezmelere çıkıyordum.
Trampetimi de lıep yanıma alıyor, ama onu konuşturmakta tutumlu davraniyordum; çünkü
annem aramızdan ayrıldığı için, gerektiğinde yeni trampetlere kavuşabilmem kolay değildi
ve kolay da olmadı.
1937 güzü müydü, yoksa ilkbaharı mı? Ağaçlıklı Hindenburg Yolu'nu kente doğru tıpış tıpış
çıkıyordum; aşağı yukarı Cafe Dörlmevsim'e kadar da gelmiştim; yapraklar dökülüyor ya da
ağaçlarda tomurcuklar patlıyordu; kesin olan bir şey varsa, doğada bir kıpırdanma
sezilmekteydi. Birden, dosdoğru Prens Eugen, yani On Dördüncü Ludwig soyundan gelen
dostum ve üstadım Bebra'ya rastladım.
Üç yıldır görüşmemiştik, öyleyken ta yirmi adım kadar uzaktan tanıdık birbirimizi. Yalnız
değildi Bebra; kolunda güneyden gelme, boyca Bebra'dan belki iki santimetre kısa, benden
üç parmak uzun güzel ve nazlı bir bayan vardı; bana İtalya'nın en ünlü uyurgezeri Roswitha
Raguna olarak tanıttı bayanı. Bir fincan Türk kahvesi içmek için beni Cafe Dörlmevsim'e
buyur etli. İçeri girip, akvaryumun bulunduğu köşeye oturduk. Kahvenin müdavimi olan
kadınlar, aralarında fıs fıs konuşmaya başladı.: "Hele şu cücelere de bak, Lisbelh, gördün
mü? Krone Sirki'nde mi çalışıyorlar dersin? Belki biz de gideriz sirke ha?"
Bebra bana gülümsedi, nerdeyse pek seçilemeyen binlerce hafif kırışık belirdi yüzünde.
Bize kahveyi geliren garson pek uzun boyluydu; Roswitha bir pasta söylerken, frak giymiş
adama bir kule gibi başını kaldırıp baktı.
Bebra beni gözetliyordu: "Bizim, cam cellâdı arkadaşımız du
212
romundan memnun değil galiba?" dedi. "Nen var bakalım dostum? Camlara mı artık söz
dinletemiyorsun, yoksa sesine mi bir hal oldu?"
O genç ve taşkın haliyle hemen Oskar, henüz büsbütün saranp solarak elden çıkıp
gitmemiş hünerinin küçük bir örneğini sergilemek istedi. Aranarak çevreme bakındım,
hemen akvaryumun süs balıklarıyla su altı bitkilerinin önündeki büyük camı gözüme
kestirdim. Ama ben daha çığlıklarımı yollamadan: "Gereği yok a canım!" dedi Bebra. "Öyle
de inanırız sana. Lütfen bir zarara neden olmayalım, bir su taşkınına, balıkların ölümüne
falan yol açmayalım!"
Mahcup bir edayla, en başta Senyora Roswilha'dan özür diledim; Senyora minyatür bir
yelpaze çıkarmış, telaşlı telaşlı yellenmeye başlamıştı. "Annem öldü!" diye bir açıklamada
bulunmaya çalıştım derken "Bunu yapmayacaktı. Gücendim doğrusu kendisine. Hep
söylerler, bir anne herşeyi farkeder derler, herşeyi duyar, herşeyi bağışlar derler.
Anneler günü tekerlemelerinden başka bir şey değil hepsi. Annem bende bir cüce varlığı
sezdi. Elinden gelse cüceyi kaldırıp atardı başından. Ama beni kaldırıp atamadı, çünkü
çocuklar cüce bile olsa belgelerde kayıtlıdır, öyle ha deyince kaldırılıp anlamazlar. Sonra
ben onun cücesiydim, beni kaldırıp almakla kendi kendini atmış, kendi kendini engellemiş
olacaktı. Ya ben, ya cüce diye sorup durdu annem kendi kendine. Nihayet kendi hayatına
son verdi, balıktan başka yiyecek komadı ağzına, hem taze balık bile değil. Sonra da
sevgililerine yol verdi; şimdi annem Brcnntau Mezarlığı'nda yaladururken herkes diyor ki,
annemin sevgilileri ve dükkânın müşterileri diyor ki: O cüce var ya, trampet çala çala
mezara yolladı annesini. Kadıncağız Oskar yüzünden yaşamak istemedi, onun kanlısı
Oskar'dır." Bol bol abartıyordum, belki de Senyora Roswitha'yi etkilemekti niyetim. Çünkü
annemin ölümünün suçunu çokluk Matzeralh ile Jan Bronski'ye yüklüyorlardı. Gizli niyetimi
sezmişti Bebra.
"İşi abartıyorsunuz, azizim. Ölmüş annenize sırf kıskançlık
213
¦w
tan içerliyorsunuz. Sizin güzel hatırınız için değil de, o zahmetli sevgi serüvenleri uğrunda
annenizin mezarı boylamış olmasına bakarak kendinizi ihmal edilmiş görüyorsunuz. Bir
dâhide normal olduğu gibi, siz de kötü yüreklinin ve kendini beğenmişin birisiniz."
Sonra göğüs geçirip Senyora Roswitha'ya göz ucuyla bakarak: "Bizim kendi
büyüklüğümüzde direnmemiz kolay değil" diye ekledi. "Dış bakımdan bir gelişip serpilme
olmaksızın insan olarak kalabilmek ne celin bir görev, ne celin bir iş!"
Hem pürüzsüz, hem buruş buruş bir cildi olan Napolili Uyurgezer Roswilha Raguna, bir ara
on sekiz yaşının baharında tahmin ettiğim, derken, seksen, belki de doksanlık bir nine
olarak bende hayranlık uyandıran Senyora Roswilha, Bay Bebra'nın İngiliz modası
ısmarlama şık elbisesini eliyle okşadı, sonra kiraz siyahı Akdeniz bakışlarını bana
yollayarak yemişler vaat eden karanlık sesiyle beni hem duygulandırdı, hem kaskatı bırakır
"Carissimo Oskarnello! Sizi ve acınızı ne kadar anlıyorum. Andiamo, bizimle gelin: Milano,
Paris, Toleda, Guatemala."
. Ansızın bir bas dönmesi üzerime çullanır gibi oldu, Senyora Raguna'nın lerülaze ve
alabildiğine yaşlı eline sarıldım. Kıyılarıma kıyılarıma vuruyor Akdeniz, zeytin ağaçları
kulaklarıma Işıldıyordu: "Roswilha anneniz gibi olacak, Roswitha anlayacak sizi, herşeyin
içini okur Roswitha, herşeyi bilir, yalnız kendi kendini bilip tanıyamaz, mamamia, yalnız
kendi kendini tanıyamaz, Dio!"
Tam içini okumaya ve uyurgezer bakışlarıyla içimi aydınlatmaya başlamıştı ki, ne tuhafsa
elini birden ve korkuyla elimden çekli Raguna. Benim on dört yaşındaki aç kalbimden mi
öyle dehşete kapılmıştı acaba? İsler genç bir kız, ister pek yaşlı bir nine olsun,
Roswitha'nin benim için Roswitha demek olduğunu sezmiş iniydi? Napoli ağzıyla
fısıldayarak konuşuyordu; bir ara titredi vücudu, içimde okuduğu korkunç şeylerin bir
türlü sonu gelmiyormuş gibi lıabirc İstavroz çıkardı, ardından sessiz sedasız yelpazesinin
gerisinden kayboldu.
214
Şaşırarak bir açıklamada bulunulmasını istedim; bir şey söylemesi için ricada bulundum
Bay Bebra'ya. Ama Bebra da doğrudan doğruya Prens Eııgeıı soyundan gelmesine karşın
serinkanlılığını yitirmişti; ağzında bir şeyler gevelemeye başladı, söylediklerinden ancak
şunları anlayabildim:"Dehanız, genç dostum, dehanızdaki o ilahi, ama beri yandan hiç
kuşkusuz o şeytani taral Roswilha'cigimin aklını karıştırdı biraz. Hani itiraf edeyim ki, size
özgü olan ve birden parlayıveren o taşkınlığı ben kendim de pek anlaşılmaz değilse bile
yadırgatıcı buldum. Ama fark etmez." Bu son sözlerle kendini toparlamaya çalıştı Bebra
"Ne olursa olsun, bizimle gelmeye bakın. Bebra'nın o sihirli göslerilerine siz de katılın.
Kendinizi biraz eğitir, biraz kontrol allında tutarsanız, bugün orlada hüküm süren politik
durumlara karşın bir seyirci kitlesine kavuşmamız hiç de imkânsız bir şey olmaz."
Hemen kavramıştım. Bana her vakit tribünler üzerinde bulunmamı salık veren, asla
tribünler önünde durmamamı söyleyen Bebra'nın kendisi, hâlâ bir sirkle seyirci karşısına
çıkıyorsa da, ayak lakımı arasına karışmış bulunuyordu. Dolayısıyla önerisini, üzüldüğümü
belirterek nazikçe geri çevirdiğim için hiç de düş kırıklığına uğramadı. Senyora Roswitha
ise yelpazesinin gerisinde, işitilebilir bir sesle rahat bir nefes aldı ve bana yeniden o
Akdeniz gözlerini buyur etti.
Daha bir saat çene çaldık. Garsona söyleyip boş bir su bardağı getirttim, ulak bir çığlık
alarak camda yürek biçiminde bir oyuk açtım, altına da yine ufak bir çığlık atarak süslü
yazıyla fırdolayı "Oskar'dan Roswitha'ya" ithafını nakşedip bardağı Senyora Raguna'ya
armağan ellim. Bebra hesabı ödedi, bolca da bahşiş verdi garsona, sonra çıktık.
Kapalı Spor Salonu'na kadar beni geçirdiler. Trampetimin değneğiyle Mayıs Çimenliği'nin
öbür başındaki çıplak tribünü göstererek şimdi anımsadım, 1938 ilkbaharındaydı Üstadım
Bebra'ya tribünler altındaki trampetçiliğimden söz açtım.
Bebra ne diyeceğini bilemeyerek gülümsedi. Senyora Roswitha'ya gelince, seri bir yüz
lakındı. Senyora'nın bizden birkaç
215
I
adım açıkla durduğu bir sıra, Bebra veda eder gibi kulağıma şöyle fısıldadı: "Ben
kıvıramadım bu işi, aziz dostum! Onun için ben kim, bundan böyle size öğretmenlik yapmak
kim. Neylersin, şu çirkef politika yok mu!"
Sonra, tıpkı yıllar öncesi sirkin araba evleri arasında kendisine rasladığım zamanki gibi
alnımdan öplü beni; Sinyorina Roswitha ise bana porselenden farksız bir el uzattı; ben de
nazik, on dört yaşındaki bir çocuk için âdeta fazla alışılmış bir edayla Uyurgezer
Sinyorina'nın parmaklan üzerine eğildim.
Bay Bebra el ederek: "İlerde yine görüşürüz, yavrucuğum!" diye seslendi. "Koşullar nasıl
olursa olsun, bizim gibileri birbirini yitirmez."
"Atalarınızı bağışlayın!" diye uyardı Scnyora da beni. "Kendi varlığınıza alışın ki, kalbiniz
huzura kavuşsun ve şeytan ifrit olsun."
Sanki Scnyora beni bir kez daha, ama bu kez de boşu boşuna valtiz elmiş gibi bir duygu
uyandı içimde. Savul ordan melun şeytan! Ama şeytan savulmadı. Kalbimde bir boşluk, melül
mahzun arkalarından baktım, el ettim; derken bir taksiye bindiler ve taksi tamamen
içerisine alıp yuttu onları, çünkü Ford araba büyükler için yapılmıştı, dostlarımla gazlayıp
giderken boş ve müşteri arar gibi bir görünüşü vardı.
Krone Sirki'ni bir gidip görmeye razı etmek için o kadar uğraştım, Matzerath'ı razı
edemedim; aslında hiçbir vakit bütünüyle sahip olamadığı annemin yasını tutmaya vermişti
kendini. Ama anneme de kim bütünüyle sahip olmuştu ki? Jan Bronski bile başaramamıştı
bunu. Belki de bunun üstesinden gelen bir ben vardım, çünkü onun eksikliğinin acısını en
çok Oskar çekiyordu; onun eksikliği Oskar'ın günlük yaşamını bozguna uğralıyor, hatta
olanaksız duruma sokuyordu. Annem beni aldatmıştı. Babalarımdan bir şey beklenecek gibi
değildi. Üstat Bebra Propaganda Nazırı Goebbels'te kendi üstadını bulmuştu. Bayan
Grelchen Scheliler kendini tamamen Kış İçin Yardım Derneği'nin çalışmalarına adamıştı;
kimsenin aç kalmaması, kimsenin üşümemesi is
216
teniyordu. Bense trampetime bağlı kaldım, trampetimin bir zamanlar beyaz olan ve çalına
çalına incelen teneke yüzünde büsbütün yalnızlığa gömüldüm. Akşamleyin Malzeraih'la
karşılıklı oturuyorduk. O, yemek kitaplarının yapraklarım karıştırıyor, ben trampetimi
konuşturarak yakınıyordum. Bazen Matzerath ağlıyor, başını kitaplara gömerek saklıyordu.
Jan, gün geçtikçe evimize daha seyrek uğramaya başlamıştı. Politik durumu ğözönünde
tutarak ihtiyatlı davranmak gerekliği, çünkü ilerde durumun nasıl bir seyir izleyeceğinin
keslirilemeyeceği görüşünde Matzeralh'la birleşiyorlardı. Dolayısıyla, değişik üçüncü
kişilerin katıldığı skat partileri giderek seyrek çevrilmeye başlamıştı ve ancak geç vakitler
salondaki yukardan sarkan lambanın altında oynanıyordu. Bissau ile bizimLabes Caddesi
arasındaki yolu bundan böyle yitirmişe benziyordu büyükannem; Matzeralh'a içerliyordu,
bana da içerliyordu belki, çünkü bir ara şöyle söylediğini işitmişim: "Zavallı Agncs'ciğim,
trampet sesine katlanamaz oldu, ölüp gitli"
Annemin ölümünden suçlu görülmem, horlanan trampetime inadına daha sıkı sarılmama
yolaçıyordu; çünkü bir anne gibi ölmezdi trampet, yenisi salın alınabilirdi; trampet beni
anlıyor, bana her vakil aradığım cevaplan veriyor, benim kendisinden ayrılmadığım gibi o da
benden ayrılmıyordu.
O zamanlar evimiz dar gelip caddeler on dön yaşım için fazla kısa ya da uzun
göründüğünden, gündüz vitrinler önünde ayartıcı rolünü oynamak için fırsat çıkmayıp,
akşamları da evlerin kapı ağızlarında gerçeklen ayartıcı kimliğimden, trampetimle tempo
tutarak dört merdiveni paldır küldür çıkıyor, yukarıya kadar yüz on altı basamak sayıyor,
her katla duruyor, iki odalı daireler kendilerine dar geldiği için her kattaki beş daire
kapısından dışarı sızan kokuları algılıyordum.
İlk sıralar, bazen Trompetçi Meyn'den yana şansımın yaver gittiği oluyordu; Meyn
çamaşırların kurutulduğu tavan arasındaki yatak çarşaflan arasına sarhoş olarak uzanıp
eşsiz bir müzik yeteneğiyle trompetini üflüyor, onun bu konserleri trampetim
217
için bir zevk kaynağı oluyordu. 1938 mayısında Machandel'e veda etmişti Meyn ve her
önüne çıkana müjdeliyordu: "İşte şimdi yeni bir hayat başlıyor!" SASüvari Bandosu'na
yazılmıştı. Bundan böyle ayaklarında çizmeler ve kıçında deri pantolon, ağzına bir damla
içki koymadan merdivenlerin basamaklarını beşer beşer inip çıktığını görüyordum. Birinin
adı Bismark olan kedilerini hâlâ ayırmıyordu yanından; çünkü tahmin edileceği gibi, arada
bir gene de Macandel rakısı galip geliyor, Meyn'in müzisyen damarının kabarmasına yol
açıyordu.
Saatçi Laubschad'ın seyrek çalıyordum kapısını; yüz kadar saatin gürültüsü ortasında
sessiz yaşayan bir adamdı Laubschad, dolayısıyla aşırı bir zaman kaybını ancak ayda bir
göze alabiliyordum. Hcilandl Baba'nın daracık kulübeciği hâlâ evin avlusunda duruyor ve
Heilandt Baba eğri çivileri doğrultuyordu. Yine eskisi gibi ada tavşanları ve ada
tavşanlarının yavruları vardı avluda. Ama çocuklar değişmişti; arlık üniforma giyip siyah
boyunbağı takıyor, kiremit tozundan çorbalar pişirtiliyorlardı. Arlık avluda büyüyüp
serpilen, boyları boyumu geçen çocukların isimlerini pek bildiğim yoktu. Bir başka
kuşaklandı hepsi; benim kuşak ilkokulu bitirmiş, bir sanat ve bir meslek edinmeye
başlamıştı; Nuchi Eyke berber olmuştu; Alex Mischkc, Schichau Doku'nda kaynakçı olmak
istiyor, Susi Kaler'c gelince Sternfeld Mağazasında lezgâhlarlık öğreniyordu ve şimdiden
bir erkek arkadaşı vardı. Üç dörl yıl içinde her şey ne kadar da değişebilmişli. Gerçi
halıların çırpıldığı eski direk hâlâ avluda duruyor, ev yönetmeliğinde salı ve cuma günlerinin
halı çırpma günleri olduğu yazıyordu; ama halı çırpmalardaki o şaklayıcı sesler seyrek ve
âdeta pes perdeden duyuluyordu arlık. Hiller'in iktidarı ele almasından sonra, evlerde
yavaş yavaş elektrikli süpürgeler ön plana geçmeye başlamışlı; halı çırpma direkleri
gittikçe yalnızlığa gömülüyor ve bundan böyle sadece serçelerin işine yarıyordu.
Dolayısıyla, bana kala kala merdivenlerle tavan arası kalmıştı. Su borularının altında o
değerli kitaplarıma gömülüyor, merdivenlerden inip çıkarken insanları özledim mi, ikinci
katta solda
218
ki ilk kapıyı çalıyordum. Truczinski Nine her zaman bana kapıyı açıyor, Brenntau
Mezarlığı'nda elimden tutup beni annemin mezarına götürdüğünden beri, ne zaman Oskar,
trampel değnekleriyle kapısına dayansa, beni içeri buyur ediyordu.
"A be Oskar'cığım, biraz yavaş çalsan şu trampeti olmaz mı! Herbert uykucuğunu almadı
daha, gene dün gece fenaydı, otoinofille getirdiler." Sonra Truczinski Nine beni çekip
içeri alıyor, süllü arpa kahvesi çıkarıyor önüme, kahveye daldırıp yalamak için de ipin
ucundan sarkan esmer bir akide şekerini yalıyor ve bu arada trampetimi dinlenmeye
bırakıyordum.
Truczinski Nine'nin küçük ve yuvarlak bir başı vardı; kül grisi saçlar bu başın üzerini
öylesine bir saydamlıkla örtüyordu ki, kafasındaki pembe derinin ışıl ışıl parıldadığı
görülüyordu. Seyrek saç tellerinin tümü kafasıılm arka kısmındaki o en çıkıntılı yere gelip
bir topuz yapıyordu; fazla büyük olmamasına karşın bir bilardo topundan küçüktü.
Truczinski Nine nasıl durursa dursun, dört bir yandan görülebilen topuz firketelerle
tutturulmuştu. Gülerken sanki yüzünün iki tarafına oturtulmuş gibi bir izlenim uyandıran
tombul yanaklarını, Truczinski Nine, her sabah kırmızı grapon kâğıtlarıyla ovuyordu. Bir
farenin bakışı vardı gözlerinde ve Herbert, Gustc, Fritz, Maria adında dört çocuk anası yd
ı.
Maria ben yaştaydı, ilkokulu yeni bitirmişti,Schidlilz'leki bir memur ailesinin yanında yatıp
kalkıyor ve ev idaresi öğreniyordu. Vagon fabrikasında çalışan Fritz seyrek geliyordu eve.
Sevdiği birden çok kız vardı, her gece içlerinden biri kendisini yatağına alıyordu. Kızlarla
Ohra'daki "Reilbahn" gazinosuna dansa gidiyordu. Evin avlusunda mavi Viyana cinsinden
ada tavşanları besliyor, ama kendisi sevgililerinden baş alamadığı için tavşanlara çaresiz
Truczinski Nine bakıyordu. Otuz yaşlan civarında sessiz sakin biri olan Gusle, merkez
istasyonunun yakınındaki Eden Oteli'nde servis işinde çalışıyor, henüz bekâr olup birinci
sınıf otelin bütün personeli gibi Eden gökdeleninin en üst katında yatıp kalkıyordu. Arada
bir geceyi evde geçiren Montör Fritz sayıi
219
mazsa, annesiyle, çocuklardan en büyüğü olup Neufahrwasser liman semtinde garsonluk
yapan Herberl kalıyordu yalnız. Burada da işte kendisinden söz açacağız. Çünkü Herbert
Truczinski, zavallı annemin ölümünden sonra mutluluk dolu kısa bir süre Oskar'ın
çabalarının hedefini oluşturdu; hani bugün bile kendisini dostum diye gösterebilirim.
Starbusch'un yanında garsonluk yapıyordu Herbert. "Zum Schweden" adındaki
meyhanenin sahibinin ismiydi Starbusch. Meyhane Protestan Denizciler Kilisesi'nin
karşısında bulunuyordu ve müşterileri de "Zum Schweden" adından kolayca kestirileceği
gibi çokluk İskandinavyalılardı. Ama Ruslar, Serbest Liman'dan Polonyalılar, Holm'dan
yükleme boşaltma işçileri ve limanı ziyaret eden Alman savaş gemilerindeki tayfalar da bu
meyhaneye geliyordu. Gerçeklen Avrupai bir hava esen meyhanede garsonluk yapmak bir
raslantı eseri değildi. Ancak "Reitbahn Ohra"da edindiği deneyimlerdi ki
Neufahrwasscr'de çalışmaya başlamadan, Herbert, bu üçüncü sınıf dans lokalinde
garsonluk yapmıştı, "Zum Schweden" meyhanesinde kaynaşan dil curcunası üzerinde,
İngilizce ve Polonyaca kırıntılarıyla karışık Platı Almancasım baskın kılmak gücünü
sağlıyordu Herbert'e. Buna rağmen, arzusu hilafına, ama bedava tarafından bir
cankurtaran arabası ayda bir iki kez kendisini alıp eve taşıyordu.
Böyle zamanlarda evde ister istemez yüzükoyun yatıyor, güçlükle soluyordu; çünkü
nerdeyse yüz kilo vardı ve birkaç gün vücudunun bütün yüküyle yatağına yükleniyordu.
Böyle günlerde Truczinski Nine habirc söyleniyor, ama beri yandan yine habire Herbcrt'in
rahatı için uğraşıp didiniyor, Herbcrt'in sargılarını her yenileyişinde saç topuzundan bir
firkete alarak, sert bakışlı ve bıyıklı bir adamın yalağının karşısında asılı duran
çerçevelenip camlatılmış resmine vuruyordu; adam, benim foto albümünün ilk sayfalarında
yer alan o bıyıklı beylerden bazısına benziyordu.
Ama Truczinski Nine'nin firketesiyle işaret etliği adam, benim ailenin bir ferdi değil,
Herbert'in, Guste'nin, Frilz'in ve Maria'nın babasıydı.
220
Truczinski Nine, bir ara duvardaki resmi göstererek güçlükle soluyan ve inildeyip duran
Herbert'in kulağına: "Senin de sonun onun gibi olur sonra, bak söyleyeyim!" diye
iğneleyerek fısıldadı, ama siyah vernik çerçeveli o babanın nasıl ve nerde son bulduğunu
veya belki bu sonu aradığını açıkça belirtmedi.
"Bu sefer n'oldu bakayım ha?" diye sordu kollarını kavuşturup. Herberl: "Gene o
İsveçlilerle Norveçliler!" diye cevaplayarak bir tarafından öbür tarafına döndü, yalak
çatırdadı.
"Hep gene onlar, hep gene onlar! Her zaman da onlar mı olacak bu meretler. Son defa
başkaları değil miydi ha? Okul gemisinden hani ya? Adı neydi meretin, söylesene canım, ha
ya, Schlagcter, sen hep İsveçliler, Norveçliler tutturmuşsun, başka bir şey lanımıyon."
Herbert'in kulağı yüzünü göremiyordum kenarlarına kadar kızardı. "Bu kaz kafalılar
yüksekten atarlar hep, böbürlenir dururlar, bir matahmışlar gibi racon keserler."
"Bırak şu oğlanları, Herbert. Sana ne sankim onların böbürlenmelerinden. Neme lâzım,
izinli olup şehre indiler mi, hepsine bak, efendi gibi. Yoksam yine senin Lcnin'den mi
bahsettin onlara ha? İspanya iç savaşma mı burnunu soktun yinq, söyle haydi, söyle!"
Ama Herbert, bundan böyle cevap vermedi, Truczinski Nine de ayaklarını sürüyerek
mutfağa, arpa kahvesinin başına döndü.
Ancak sırlı iyileşir iyileşmez Herbert'in yüzünü görebilmiştim. Mutfakla bir iskemlede
oturuyordu; pantolon askılarını çıkarıp mavi donlu kalçaları üzerine bıraktı, kalasındaki
çetin düşünceler duraksamasına yol açıyormuş gibi usul usul yün gömleğini sıyırdı
üzerinden.
Sırtı yuvarlak ve hareketliydi. Kaslar yorulmak bilmeksizin ordan oraya geziniyordu.
Sivilcilcr ekilmiş pembe bir arazide, kulunçların allında yağ içine yatırılmışa benzeyen bel
kemiğinin iki yanında kızılımsı kılların gür bir biçimde büyüdüğü görülüyordu. Aşağı doğru
kıllar kıvrıla kıvrıla iniyor, sonunda Herberl'in yazın da giydiği aynı külotlar içinde
kayboluyordu. Aşağıdan yu
221
karıya, külotlardan boyun kaslarına kadar sırlını, kıldan örtüyü yer yer kesintiye uğratan,
sivilceleri ortadan kaldırıp kırışıklar yapan, hava değişince kaşınmaya başlayıp, mavi
siyahtan yeşilimsi beyaza kadar değişik nüanslar gösteren çok renkli kocaman yara
nişanlan kaplıyordu. Bu yara nişanlarına dokunmama izin vermişti, Herbert.
Şimdi yatakla yalan, pencereden bakan, Akıl ve Ruh Hastalıkları Kliniği'nin idarî binalarıyla
arkadaki Oberralh ormanını aylardır seyreden, ama bunları zerre kadar görmeyen ben,
bugüne kadar Herbert Truczinski'nin sırtındaki yara nişanları gibi sert, onlar gibi hassas,
onlar gibi insanı şaşırtıp aptallaşlıran nelere dokundum acaba? Birkaç kız ve kadının cinsel
organı, benim kendi penisim, Çocuk İsa'nın o alçıdan sulama aygıtı, sonra en fazla iki yıl
önce RoggenTcld'deki köpeğin bulup bana getirdiği yüzüktü parmak; daha birkaç yıl
öncesine kadar yanımda saklayabiliyordum bu parmağı, bir reçel kavanozunun içerisinde, el
sürülemeyecek gibi, ama buna rağmen pek açık seçik ve bir bütün olarak; öyle ki, trampet
değneklerine el almaya göreyim, parmağın her iki parçasını hissedebiliyor ve sayıp
dökebiliyordum. Ne zaman Herbert Truczinski'nin sırtındaki yara nişanlarını anımsamak
istesem, trampetimi konuşturarak, trampetimi konuşturup belleğime yardımcı olarak,
parmağın bulunduğu o kavanoz önünde otururdum. Seyrek olmasına rağmen, ne zaman bir
kadın vücudunun peşine düşsem, bir kadının yara nişanına benzer organlarıyla
yetinmeyerek Herbcrl Truczinski'deki yara nişanlarını kendi kendime icat ederdim hep.
Ama pekâlâ şöyle de diyebilirim: Dostum Hcrbcrl'in geniş sırtındaki o dolgun et
parçalarına ilk dokunuşlarım, daha o vakitler, sevgilere hazır kadınların kısa bir süre
ellerinde bulundurdukları o sertliklerle tanışacağımı ve zaman zaman bunları kullanacağımı
müjdelemişti bana. Yine Herberl'in sırtındaki yara nişanlan, bana vaktinden önce yüzüklü
parmağı müjdelemiş, Herberl'in yara nişanlan olmadan önce de bu işi trampetimin
değnekleri yaparak, üçüncü yaş günümden beri bana yara nişanlarını, cinsel organları ve
nihayel yüzüklü parmağı
222
müjdelemişti. Ama daha da gerilere uzanmak yerinde olacak sanıyorum; Henüz annemin
karnında iken, yani Oskar adını henüz almamışken, göbek bağımla oynayışım, birbiri
ardından trampet değneklerini, Herbert'in yara nişanlarını, genç ve yaşlı kadınların zaman
zaman lav püsküren kraterlerini, nihayet yüzüklü parmağı, Çocuk İsa'nın sulama aygıtıyla
tanıştıktan sonra da ikide bir, güçsüzlüğümün ve sınırlı yeteneklerimin kaprisli bir kanılı
gibi boyuna yanımda taşıdığım penisimi müjdelemişti bana.
Bugün trampet değneklerine döndüm yine. Yara nişanlarını, yumuşacık organları, artık
yalnız arada bir sertleşen kendi penisimi ancak trampetimin benim için çizdiği dolambaçlı
yoldan anımsayabiliyorum. Üçüncü yaş günümü tekrar kullayabilmem için oluz yaşında
olmam gerekiyor. Sezmişsinizdir sanırım; Oskar'ın hedefi göbek bağına dönüştür; bütün
bu söz kalabalığı ve Herbert Truczinski'nin yara nişanları üzerinde bu kadar duruşum,
sadece bunun için.
Sırtım anlatmaya devam etmeden ve bu konuda yorumlara girişmeden, şunu bir kez
söyleyeyim ki, pek bir himayeden yoksun, yani tehlikelere hedef olmaya hazır güçlü
vücudunun ön tarafında, sol uylukla, Ohra'da çalışan bir fahişenin eseri olan bir ısırıktan
başka bir yara nişanı yoktu dostumun, yani kendisini sadece arkadan vurabiliyorlar, sadece
arkadan yanına yaklaşabiliyordu; Fin ve Polonya kamaları, Spcicher adasında çalışan
istifçilerin sustalıları, okul gemilerindeki denizci adaylarının yelken bıçakları, sırtını
sadece arkadan işaretlerle donatabiliyordu dostumun.
Herbert öğle yemeğini yedikten sonra —haftada üç kez patates tava vardı, bunu da kimse
Truczinski Nine gibi ince, yağsız, yine de çıtır çıtır kızartamazdı— yemeği yeyip tabağı bir
kenara ittikten sonra Die neueslen Nachrichtcn gazetesini uzatıyordum kendisine.
Herbert, pantolonunun askılarını indiriyor, gömleğini yukarı kaldırıp gazeteyi okurken
sırtını sorguya çekmeme izin veriyordu. Bu sorgulamalar yapılırken Truczinski Nine de
çokluk masada oturuyor, eski yün çoraplarını söküp zaman zaman, tahmin edileceği gibi,
fotoğrafı çekilip rötuşu yapılan ve camlattırı
223
lip Hcrbert'in yatağının karşısındaki duvara asılan kocasının feci ölümüne işarette
bulunmayı unutmuyordu.
Parmağımı yara nişanından birine dokundurur dokundurmaz başlıyordu soruşturma. Bazen
da trampet değneklerinden biriyle dokunuyordum. "Bir daha dokun bakalım delikanlı,
hangisini diyorsun, anlayamadım. Senin söylediğin galiba uyuyor bugün." O zaman yara
nişanına yeniden, bu kez daha sert bastırıyordum.
"?la o mu? Ukraynalılardan kaldı o. Gdingen'li biriyle kapıştık anlayacağın. Önce seninkiler
kardeş kardeş bir masada oturuyordu. Bir ara Gdingen'li ötekisine dedi ki: Ruski,
Ukraynalı da bu sözü kaldıramadı, ölürüm de gene Ruski olmam diye dayattı. Salla
Weichsel'i inip gelmiş, daha önce de birkaç ırmaktan geçmişti, cebinde bir hayli mangiz
vardı. Gdingen'li Ruski dediğinde mangizinin yarısını, sağa sola içki ısmarlayarak
Starbusch'a yatırmış bulunuyordu. Bana da işte ikisini ayırmak düştü; hani âdetim olduğu
üzre gayet yavaştan. Herbert daha bu işle uğraşırken, senin Ukraynalı Wasserpollack
demesin mi bana. Bütün gün bir grayderle çamur çirkef kazan Pollack da Nazi gibi bir şey
söyledi. Eh, Oskarcığını, sen de Herbert Truczinski'yi bilirsin, grayderde çalışan herifi
hemen gardrobun önüne iki seksen uzalıverdinv, Ukraynalıya da bir Wasserpollack'la bir
Danzig'li arasındaki larkı anlatmak üzereydim ki, arkadan şişleyiverdi seninki. Dediğin yara
nişanı işte ordan kalma."
Herbert "yara nişanı da işte oradan kalma" derken, bir yandan da âdeta söylediklerini
pekiştirir gibi gazetenin sayfalarını çevirdi. Ben daha sonraki yara nişanına bir ya da iki
kez bastırana kadar, arpa kahvesinden bir yudum aldı.
"Ha, o mu? Pek önemsiz bir şey o. İki yıl önceydi aşağı yukarı Pillau'dan bir torpidobot
filosu gelip demir atlı bizim buraya, racon kesti, bandoyla "Mavi Denizciler" havasını çalıp
kızların akıllarını başlarından aldı. İçki iptilası denizcilerin arasına nasıl girer, bugün bile
bir muammadır benim için. Seninki Dresden'liydi, düşün bir Oskar, Dresden'li. Ama bir
denizcinin Dresden'li olması ne demek, nerden bileceksin sen."
224
Elbe kıyısındaki güzel Dresden'den bir türlü ayrılmak bilmeyen Herberl'in düşüncelerini
oradan çekip alarak yine Neulalırwasser'e getirebilmek için dostumun kendi ifadesine
göre o nıütevazi yara nişanına bir kez daha dokundum.
"E dedim ya işle. Seninki bir torpidobotta işaretçiydi. Yüksekten alıp, teknesi
Trockendock'da yatan bir lskoçluyla dalga geçmek isledi. Chamberlain, şemsiye falan filan.
Âdetim olduğu üzere gayet sakin dedim ki kendisine, bırak böyle davaları. Iskoçlu da
söylenenlerden bir şey anlamıyor, elindeki içkiyle masanın üzerine boyuna resimler
çizikliriyordu. Ben ona, bırak bu davaları delikanlı, burası senin memleketin değil, burada
Birleşmiş Milletlcr'in borusu öter deyince, senin torpiclocu bana "Beutedeutseher"
demesin mi. Saksonya şivesiyle, anlıyor musun. Hemen tabii birkaç tokat aşkeltiın, kesti
sesini. Bir yarım saat sonra, lain masanın allına yuvarlanan bir gulden'i almak üzere
eğilmiştim, üstelik masanın altı karanlık olduğundan bir şey görenıiyordum senin Saksonyalı
bıçağını çektiği gibi şişledi arkadan."
Gülerek Die neucstcn Nachrichten'in sayfalarını çevirdi Herbert. "İşle bu da oradan
kalına" diyerek, gazeteyi homurdanmaya başlayan Truczinski Nine'ye doğru ilip kalkmaya
çalıştı. Herbert, tuvalete henüz gitmeden nereye gitmek istediğini yüzünden anlamıştım
—, masanın kenarına tutunarak doğrulduğu bir sıra, genişliği bir skat karlının boyu kadar
olan siyahmor ve dikişli bir başka yara nişanına dokundum.
"Herbert şimdi tuvalete gidecek, delikanlı. Sonra anlatırım." Ama be» yeniden dokundum
yara nişanına, ayaklarımı yerden yere vurdum, üç yaşındaki bir çocuk gibi davrandım; böyle
yapmam her zaman imdadıma yetişiyordu.
"Peki, peki. Anlatmazsam rahat etmeyeceksin sen. Ama pek kısa keseceğim bak." Herbert
yeniden oturdu. "Tarih 1930 yılının Noeli: Limanda tıs yok, istifçiler köşe başlarında aylak
aylak bekleşiyor, kim daha uzağa tükürecek diye birbirleriyle yarışıyorlardı ki, temiz ve
fiyakalı taranmış saçlar, mavi üniformalar, rugan çizmelerle karşıdaki Denizciler
Kilisesi'nclen Finliler ve İs
225

veçliler sökün elli. Bir pandomima çıkacağı hemen doğdu içime, kapıda durmuş gelenlerin o
pek dindar yüzlerini seyrediyordum; kendi kendime, ne diye bu herifler cckellerindcki
çapa düğmelerle oynar durur, diye düşünürken patlak verdi; eh bıçaklar uzun, gece kısa.
Zaten Finlilerle İsveçliler oldum olası birbirlerinden pek hazelmez. İyi hoş ama, senin
Herbcrt'in onlarla işi ne, orasını şeytan bilir. Aklını peynir ekmekle yemiş herifçioğlu
sanki, çünkü nerde hırgür çıksa oraya koşar hemen. Evet, ne diyordum, tam dışarı çıkmak
üzereydim, Starbusch arkamdan seslendi: "Kolla kendini, Herbert!" İyi ama delikanlı bir
görevle gelmiş rahibe gidecek, ufak tefek bir genç, Malmö'dcn kalkıp gelmiş buraya, rahip
okulundan, Finliler ve İsveçlilerle aynı kilisede bir Noel kuılamamış şimdiye kadar; senin
anlayacağın oğlana yardım edelim dedik, koluna girip de sağ salim onun evine dönmesine
çalışacaktık ki, daha delikanlıyı cüppesinden yakalamaya fırsat kalmadı, arkadan afiyetle
yedik bıçağı. Eh, haydi bakalım, yeni yılın kutlu olsun diye geçirdim içimden; hem de
Mübarek Gcce'de. Kendime geldiğim zaman tezgâhın üzerinde uzanmış yatıyordum, o güzel
kancağızım bira bardaklarının içine bedavadan akıp duruyordu. Baktım, Slarbusclı, ecza
dolabından piaster kutusuyla seğirtiyor, yaramı şimdilik saracak."
Bu anda saç topuzundan bir firkete çekip alarak: "Ne diye başkalarının işine burnunu
sokarsın?" diye söylendi Truczinski Nine. "Başka zaman kiliseye ayak atan biri olsan bari!
Ne gezer!"
Herbert, aman canım sen de der gibi elini oynattı, gömleğini yerde sürüyüp pantolon
askılarını sallandırarak tuvalete gilli. İçerlemiş gibi yürüyordu ve içerlemiş bir edayla: "Bu
yara nişanı da o zamandan kaldı senin anlayacağın." dedi; öfkeli yürüyüşle, kiliseden ve
kiliseyle ilgili bütün bıçaklanmalardan kendini uzak tutmak isler gibiydi. Yüznumara insanın
zındık olduğu, zındık olabileceği ve zındık kaldığı yerdi âdeta.
Birkaç hafta sonra Herberl'i suskun ve her türlü soruşturmaya yanaşmaz durumda
buldum. Bir derdi var gibiydi, ama sırlında o alışılmış sargı da görülmüyordu. Tersine,
oturma odasında
226
kanepe üzerinde gayet normal ve arka üstü yatıyordu. Yaralı olarak yalağında yatmıyorsa
da, sanki ağır yaralı bir hali vardı. Göğüs geçiriyor, Allah, Marks, Engels diyor, lanetler
savuruyordu. Bazen bir yumruğunu sallayıp göğsüne indiriyor, sonra öbür yumruğunu
yardıma çağırıyor, "nıea culpa, mea maxima culpa" diye bağırıp duran bir kalolik gibi
dövünüyordu.
Herbert Letonya'lı bir kaplanı vurmuştu. Gerçi mahkeme serbest bırakmıştı kendisini,
çünkü onun mesleğinde sık sık görüldüğü gibi nefsi müdafaadan yapmıştı bu işi. Ama
beraat kararına rağmen l.elonyah, ölü bir Lelonyalı olarak kalmaya devam elmiş ve
söylendiğine göre nazenin, üstelik midesinden rahalsız bir adamcık olmasına karşın bir ton
ağırlık gibi yüklenmişti Herbert'in üzerine.
Herbert arlık işe gitmiyordu, işini bırakmıştı. Sık sık meyhanenin sahibi Slarbusch eve
gelip kanepeye, Hcrbert'in yanıbaşma oturuyor ya da mukfaktaki masada Truczinski
Nine'nin karşısına geçip çantasından Herbert için sıfır sıfırlık bir Slobbe Machandel,
Truczinski Nine için de Serbest Liman'dan gelen 250 gram kavrulmuş halis kahve
çıkarıyordu. Ya doğrudan Herberl'i ikna etmeye uğraşıyor, ya da oğlunu çalışmaya razı
etmesi için Truczinski Nine'yi kandırmaya çalışıyordu. Ama Herbert yumuşanııyor ya da
bir bakıma yumuşak kalmakta devam ediyor, bundan böyle garsonluk yapmayacağını, hele
Neufahrwasser'de, Denizciler Kilisesi'nin karşısındaki bir meyhanede bunun hiç söz
konusu olmayacağını açıklıyordu. Bundan böyle garsonluk yapmayı düşünmüyordu hiç; çünkü
garsonluk yapan bıçaklanır, bıçaklanan da günün birinde ufak tefek bir Lctonyalı kaplanı
bıçaklayarak ölüsünü yere serer; bu da niçin, sadece kaplana karşı nefsini müdafaa etsin
diye, Herbert Trucziııski'nin dört bir tarafı sürülmüş bir tarla gibi Fin, İsveç, Polonya,
Danzig ve Alman bıçaklarının yara nişanlarıyla dolu sırtında bir de Lelonya bıçağının izi
kalmasın diye.
"Yine gidip Neulahrvvasser'dc garsonluk yapacağıma gümrüğe alanın kapağı daha iyi!" diye
açıkladı, Herberl. Ama gümrüğe de kapağı atmadı.
227
NİOBE
1939 yılında gümrük tarikleri artırılıp, Polonya ile bağımsız Danzig Devleti arasındaki
sınırlar zaman zaman kapatıldı. Anneannem banliyö treniyle Langfuhr pazarına gidip
gelemez oldu ve oradaki tezgâhını bırakmak zorunda kaldı. Kuluçkaya yatmak için pek bir
heves duymamasına karşın, elindeki yumurtalar üzerine tünedi âdcla. Liman ringa
balıklarının kokuşundan geçilmiyordu, mal yığılıp kalmıştı. Derken devlet adamları bir araya
gelerek aralarında anlaştılar; sadece benim dostum Herbert kendi içinde bir anlaşmaya
varamadı, işsiz güçsüz kanepede yatmayı ve arpacı kumrusu gibi düşünmeyi sürdürdü.
Oysa gümrük idaresi para ve ekmek veriyordu. Yeşil üniforma veriyor, kollanıp
gözetilmeye değer yeşil bir sınır veriyordu. Herbert ise ne gümrükle çalışmak isliyor, ne
garsonluk yapmaya yanaşıyordu artık, bütün istediği kanepede yatıp pis pis düşünmekti.
Ama insanın da bir işi gücü olması gerekiyordu. Hani yalnız Trııczinski Nine değildi böyle
düşünen. Gerçi Truczinski Nine, Bay Starbusclı'un işleğine uyarak oğlu Herberl'i kandırıp
yeniden Neufahrwasscr'dcki meyhanede çalışmaya razı etmeyi aklından geçirmiyor, ama
onu kanepeden uzaklaştırmayı da işlemiyor değildi. Hem Herberl'in kendisi de artık iki
odalı evde pineklemekten kısa bir süre sonra bıkmış, bundan böyle sadece sözde pis pis
düşünür gibi yapmış ve günün birinde Die cuestcn Nachrichten'
228
deki iş önerilerini ve islemeye istemeye Vorposten'deki ilânları gözden geçirmeye
başlamıştı.
Keşke elimde olsa da yardım eclebilscydim dostuma. Herbert gibi bir adamın darda kalıp
kendisine uygun olmayan işler peşinde koşması doğru muydu? Yükleme boşaltma işinde
çalışmak, hangi iş olursa olsun eyvallah demek, kokmuş ringa balıklarını gömmek. Herberl'i
Moltlaıı köprülerinin biri üzerinde dikilmiş, martılara tükürük alarak çiğnemdik tülünün
tiryakisi olmuş durumda bir türlü kafamda canlandıramıyorduın. Derken aklıma bir fikir
geldi, Herbcrt'lc ortak bir iş tutabilirdik; haftada, hatla ayda bir iki saatçik kendimizi
tamamen işe vererek çalışabilir, bey gibi yaşayabilirdik. Bu alandaki deneyimlerle pişen
Oskar, dişe dokunur eşyaların sergilendiği vitrinleri, o hâlâ elmas gibi sesiyle delip açarak
gözcülük yaparken, Herbert elini çabuk tutacak, hani derler ya el uzunluğu gösterecekti.
Nasıl olsa kaynak makinelerine, maymuncuklara ve diğer araç ve gerece ihtiyacımız yoklu.
Muşlasız, makinesiz iş görebilecektik. Hapishane arabasıyla bizler, aralarında mutlaka bir
ilişki bulunması gerekmeyen iki ayrı dünyaydık. Sonra hırsızlık ve ticaret Tanrısı
Merkür'ün de hayır duası bizimleydi; çünkü Rakirc burcunda doğan ben, Merkür'ün
mührünü taşıyor, bu mührü zaman zaman katı ve sert nesneler üzerine vuruyordum.
Bu hırsızlık serüvenini sükûtla geçiştirmek saçma olurdu hani. Dolayısıyla, çabucak
anlatıverclim; ama anlattıklarımıza da bir itiraf gözüyle bakılmasın lütfen. Herbert ile
ben, onun işsiz güçsüz bulunduğu süre içinde nefis ve leziz yiyeceklerin satıldığı
dükkânlara girip orta çapla iki soygunda bulunduk, ayrıca bir kürkçü dükkanında hatırı
sayılır bir soyguna girişlik: Üç adet mavi tilki kürkünden, bir adet fok balığı kürkünden
manto, bir adet Acem koyunu kürkünden manşon ve bir adet de kısrak derisinden şık, ama
pek o kadar değerli sayılmayan, benim zavallı anneciğimin sanırım seve şeve üzerine
geçireceği bir manto; işle mağazadan kaldırdığımız mallardı bunlar.
Hırsızlıktan el çekmeye bizi zorlayan neden, arada bir üzeri
229
mize çullanan o tatsız suçluluk duygusundan çok, kaldırdığımız mallan nakit paraya
çevirmekle giderek daha çok güçlükle karşılaşmamızdı. Malları kârlı bir şekilde elden
çıkarmak için çaresiz yine Ncufahrwasser'e yollanması gerekiyordu Herbert'in, çünkü işe
yarar aracılar kentin sadece liman semtinde eğleşiyordu. Ama burası da Herbert'c hep o
midesinden rahatsız sıska Lelonyalı kaplanı anımsatıyor, dolayısıyla Herbert mallan
Schichau Sokağı'nda, Hakelwerk'te, Burgerwiesen'dc, arlık neresi rasgelirse orada elden
çıkarmaya bakıyordu; yeter ki Ncufahnvasser olmasındr, gel gelelim Neulahrwasser de
kürklerin peynir ekmek gibi kapışıldığı bir yerdi. Bu yüzden kaldırdığımız malların elden
çıkarılması uzadıkça uzuyordu. Dükkânlardan aşırdığımız nefis yiyecekler Truczinski
Nine'nin mutfağını boylamıştı, Acem koyunu kürkünden manşonu da Truczinski Nine'ye
hediye elti Herbert; daha doğrusu hediye etmeye çalıştı.
Truczinski Nine manşonu görünce, bir kenara bıraktı şakayı. Gerçi yiyecekleri; sesini
çıkarmayarak, kimbilir belki de yiyecek hırsızlığına yasaların izin verdiğini düşünerek
kabullenmişti. Ama manşon demek lüks demekti, lüks de düşüncesizlik, düşiicesizlik de
kodesi boylamak demekti. İşte böyle sade ve doğru bir düşünce geçirmişti kafasından
Truczinski Nine; o İare gözlerini açmış, saç topuzundan bir firkete alarak demişti ki:
"Senin de sonun baban gibi olur, bak söyliyeyim sana!" Sonra Herbert'in önüne Die
Ncusten Nachrichlen ya da Vorposlen gazetesini sürmüştü; bununla demeye getirmişti ki,
eh şimdi kendine efendice bir işi ara bakalım; öyle rasgele bir iş olmasın bak, sonra
benden yemek falan bekleme.
Herbert, bir hafta daha kanepe üzerinde uzanıp yallı, düşündü, somurtup durdu; ne yara
nişanlarıyla ilgili bir soruşturmaya razı edilecek, ne de o pek zengin vitrinleri haklamaya
kandırılacak gibi değildi. Dostum için anlayış gösterdim, üzüntüsünü son yudumuna kadar
afiyetle yudumlamasına imkân verdim; kendim de Saatçi Laubschad'ın yanında, onun zaman
alan saatleriyle oyalanarak vakit geçirdim; bir kez daha Müzisyen Mcyn'i ziyaret
230.
edecek oldum, ama Meyn arlık içki lalan koymuyordu ağzına, ırompetiyle SASüvari
Bandosu'ııun notaları arkasından koşturup duruyordu; kılık kıyafetine dikkat ediyor,
rüzgârlı bir şekilde davranıyordu; sulara gömülmüş, son derece müziğe aşina bir çağdan
kalma kutsal artıklar izlenimini uyandıran dört kedisi fena halde bakımsız düşmüş, iyice
kötüleşmişlerdi. Beri yandan, annemin sağlığında sadece toplulukla içen Matzeralh'ı çok
vakit gecenin geç saatinde o yüksük kadehlerin başında camsı gözlerle önüne bakıp
dururken buluyordum. Malzeralh albümü karıştırıyor, pozometre az çok iyi ayarlanarak
çekilmiş küçük dikdörtgen loloğrallar içindeki zavallı annemi, şimdi benim yaptığım gibi
diriltmeye uğraşıyor, gece yarılarına kadar ağlayarak havasını buluyor, sonra hâlâ karşılıklı
duvarlarda çatık kaşlarla asılı duran Hitler ve Beethoven'le "sen" hitabını kullanarak
teklifsiz konuşmaya başlıyor, hatla o sağır dâhiden cevap alır görünüyordu; ama ağzına içki
koymayan Hitler, ayyaş bir Zcllenleiler olan Matzerath'ı önemsemeye lâyık görmediği için
susuyor, cevap vermiyordu.
Bir sah —trampetim sayesinde taslamam anımsayabiliyorum bunu— iş o raddeye gelmişli
arlık: Herbert sıklaştı, yani Truczinski Nine'ye yukarısı dar, aşağıya doğru bollaşan mavi
pantolonunu soğuk kahveyle oğdurup adamakıllı fırçalattı, iskarpinlerini ayağına geçirdi,
çapa düğmeli ceketine büründü, Serbest Liman'dan salın aldığı beyaz ipek şal üzerine, yine
Serbest Liman'ın gümrüksüz pazarından gelme kolonya püskürttü ve çok geçmeden
başında mavi siperli kasketle, dörl köşeli ve kaskatı, ayakla dikilmeye başladı. "Ben şöyle
bir gidiyorum, kendime bir iş bakayım hele!" dedi. Eliyle vurup sola yıkarak, Prens
Heinrich'in anısını yaşatan kasketine biraz külhanbeylcrine özgü bir biçim verdi, bunun
üzerine Truczinski Nine elindeki gazeleyi aşağıya indirdi.
Ertesi gün hem kendine bir iş, hem bir üniforma bulmuştu Herbert. Ama gümrük yeşili
değil, koyu griydi üniforma; dostum Deniz Müzesi'ne müze bekçisi olmuştu.
231
Bu bütünüyle korunmaya değer kentin korunmaya değer her şeyi gibi. Deniz Müzesi'nin
hazineleri de eskiden kalma ve aynı şekilde müzelik bir burjuva konağını dolduruyordu.
Konak dışta taş bir revnakla dantel gibi işlenmiş tok cephe süslemelerini sinesinde
barındırıyor, içte ise koyu meşeden oymaları ve döner bir merdiveni bulunuyordu. Birden
fazla güçlü, ama yoksul komşular arasında Karun kadar zengin olmak ve zengin kalmakla ün
salmış kentin titizlikle fişlere ve kataloglara geçirilmiş tarihi sergileniyordu müzede.
Tarikat mensubu şövalyelerden ve Polonya krallarından parayla satın alınıp bir sürü imza
ve mühürlerle donatılmış ayrıcalıklar; Weichsel ağzındaki Deniz Kalesi'nin son derece
değişik kuşatmalarıyla ilgili renkli gravürler; bir tabloda Saksonya Kralı önünden kaçan
bahtsız Stanislau Leszcynski, kentin surları içinde görülüyor, ne korkular içinde
kıvrandığı yağlı boya resimde belli oluyor açıkça. Rusların General Lascy kumandasında
kenti kuşatmaları dolayısıyla Başpiskopos Potoski ve Fransız elçisi De Monü'nin de pek
korkmuş bir halleri var. Hepsi de titizlikle etiketlendirilmiş bu eserlerin. Limanda
demirlediği görülen zambaklı (lamalar altındaki Fransız gemilerinin adları da yine öyle
okunaklı yazılmış etiketlere. Bir ok ima yollu anlatıyor, kentin Üçüncü August'a teslimi
gerektiği zaman Kral Slanislau Leszcynski bu gemiyle Lotlıringen'c kaçtı diyor. Ama
müzedeki görülmeye değer eserlerin çoğunluğunu, kazanılmış savaşlarda elde edilen
ganimetler oluşturuyor; çünkü bilindiği üzere, kaybedilen savaşların müzelere ganimet
eserler hediye etmesi gibi bir durumla seyrek karşılaşılır ya da hiç karşılaşılmaz. Bu
yüzden müzedeki koleksiyonun medarı iftiharı da büyük bir Floransa filosuna ait bir
kalyon heykeliydi. Ana limanı Brügge olmasına karşın, Floransah tüccarlardan Portinari ile
Tani'nin mülkiyetinde bulunmuştu kalyon. Danzigli korsanlarla Danzigli kaplanlardan Paul
Beneke ve Manin Bardewiek, 1473 yılının nisan ayında Seeland adasının önünde volta
atarken, Sluys önünde kıstırıp ele geçirmişti kalyonu. Subaylar ve kaptan da içinde olmak
üzere çok sayıdaki mürettebat kılıçtan geçirilip gemi ve ge
232
minin yükü Danzig'e getirilmiş, Floransah Tüccar Tani'nin Floransa'daki bir kilise için
verdiği sipariş üzerine Ressam Menıling'in yaptığı açılır kapanır bir Kıyamet Günü
tablosuyla altın bir valtiz kurnası gemiden alınıp götürülerek Meryem Ana Kiliscsi'nc
konmuştu; Kıyamet Günü tablosu, bildiğim kadarıyla, bugün bile Polonya'daki Katolik
gözleri şenlendiriyor, ama heykelin savaştan sonra ne olduğu hâlâ meçhul. Benim
zamanımda Deniz Müzesi'nde saklanıyordu.
Bütün parmaklarını göstererek, tembel ve uyuşuk, yukarıda kavuşturduğu kollarının
altından, öne doğru fırlamış memelerinin üstünden kehribar gözleriyle dosdoğru karşıya
bakan tombul, yeşil ve çıplak bir kadın heykeli. Ama bu kadın, kalyonun pruvasmdaki bu
heykel felâket getirmişti. Tüccar Portinari söz konusu heykeli sevdiği bir Flamanlı kızı
model olarak kullandırıp, kalyon heykellerini tahtadan oymakla ün salınış bir heykeltıraşa
yaptırmıştı.
Yeşil heykel, kalyonun pruvasına henüz yerleştirilmişti ki, Flamanlı kız o zamanlar normal
olduğu üzre, büyücülükten kovuşturmaya uğramış, cayır cayır ateşte yakılmadan önce sıkı
bir sorgulamadan geçirilmiş ve sorgulama sırasında hâmisi durumundaki Floransah tüccarla
kendisini bu kadar güzel model olarak kullanan heykeltıraşı suçlamıştı. Denildiğine göre,
ateşlen korkan Portinari, kendini asarak canına kıymış, bundan böyle büyücüleri kalyon
heykellerine model almaması için hclkcllıraşın da yetenekli iki eli kesilmişti. Portinari'nin
varlıklı bir adam olması dolayısıyla mahkeme Brügge'de sürüp gider ve ortalığı heyecana
verirken, kızın heykelini pruvasında taşıyan kalyon, Paul Beneke'nin korsan ellerine geçmiş,
lüccar Seııyor Tani bir korsan teberi allında can vermiş, sıra Paul Beneke'ye gelmişti;
birkaç yıl sonra Beneke doğup büyüdüğü kentteki soyluların gözünden düşmüş ve
Stocklurm'un avlusunda başı suya sokularak boğdurulmuşlu. Beneke'nin ölümünün ardından
heykel hangi geminin pruvasına yerleştirildi ise, o gemi, daha limandan ayrılmadan, başka
gemileri de kendisiyle ateşe sürükleyerek, yanıp gitmişti.
233
Heykele bir şey olmamıştı tabii, ateşe dayanıklıydı, oturmuş dengeli biçiminden ölürü
armatörler arasında kendisine sahip çıkacak meraklı kimseler bulmuştu. Ama hangi geminin
pruvasına yerleştirilirse, o geminin eskiden kuzu gibi olan mürettebatı ayaklanmaya
kalkıyor, sonunda kırılıp sayıları bir hayli azalıyordu. Alabildiğine becerikli bir kaptan olan
Eberhard Febcr kumandasında Danzig Filosu'nun Danimarka'ya karşı 1522'de girişliği
harekât, Feber'in kumandanlık mevkiinden düşürülmesine ve kcıılte kanlı ayaklanmaların
çıkmasına yol açmıştı. Hani tarihe bakılırsa, tarih din kavgasına bağlıyor bunu 1523'te
Protestan Rahip Hcgge halkın başına geçerek, onu kentin yedi kilisesindeki tasvir ve
heykelleri kırıp dökmeye, yakıp yok etmeye kışkırtmış; ama yine de, bize göre, etkisi uzun
süre kaybolmayan o kadın heykeldeydi bütün kabahat; çünkü heykel, Feber'in bulunduğu
geminin pruvasını süslüyordu.
Bundan elli yıl sonra da Stephan Bathory kenti, başarısız kalan bir kuşatmaya girişince,
Oliva Manaslırı'nın Başrahibi Kaspar Jeschke, verdiği tövbe ve istiğfar vaazlarında, bu
kuşatmanın günahkâr kadın heykeli yüzünden başlarına geldiğini açıklamıştı. Nihayet
heykel, Polonya kralına Danzig Kenti tarafından armağan edilmiş ve çıktığı seferlerde
kralın hiç yanından ayırmadığı heykel, ona kötü bir akıl hocalığı yapmıştı. Danzig'e karşı
açılan İsveç seferlerinde, ayrıca İsveçlilerle anlaşan ve kente dönüp gelmiş yeşil heykelin
yakılmasını isleyen yobaz din adamı Dr. Agidıış Stıaııch'in yıllar yılı zindana kapatılmasında
bu tahtadan kadının ne ölçüde rol oynadığını bilmiyoruz. Biraz karanlık kalan bir söylentiye
göre, Şilezya'dan kaçarak Danzig'e gelen Opilz adındaki bir ozan, kentle birkaç yıl hüsnü
kabul görmüş, ama mahvedici oyma heykelin bir depodaki varlığını sezip onu dizeleriyle
terennüm etmeye kalkar kalkmaz pek erken yaşla öbür dünyayı boylamışlı.
Ancak on sekizinci yüzyılın sonuna doğru, Polonya'nın bölüşüldüğü günlerde, kan
dökülmeden kenti ele geçiremeyen ilk Prusyalılar, tahtadan Niobe heykeline karşı bir
lernıan çıkardı.
234
Bu fermanda ilk kez bir resmi belgede adıyla sanıyla kendisinden söz açılan heykel,
avlusunda Paul Bcncke'nin başı suya sokularak boğdurulduğu ve galerisinden benim uzak
elkili çığlığı ilk olarak denediğim Slockturm'a naklediliyor hemen, daha doğrusu orada
zindana kapatılıyor, böylelikle insan hayalinin o pek seçkin ürünü alan, işkence aletleriyle
karşı karşıya bulunup, bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca rahat durması sağlanmak
isteniyordu.
1932 yılında Stocklurm'a tırmanıp oradan sesimle Şehir Tiyatrosu'nun fuaye penceresini
kınp döktüğümde, halk ağzında "Yeşil Matmazel" ya da "Yeşil Mamzel" denen Niobe,
berekel versin kulenin işkence odasından uzaklaşlırılalı yıllar olmuştu. Yoksa klasik
üsluptaki tiyatro binasına yönelttiğim saldırıdan bir sonuç alabilir miydim, Allah bilir?
Müzenin müdürü herhalde bir başka kentten buraya gelmiş, hiçbir şeyden habersiz bir
adam olmalı ki, Niobe'yi eli kolu bağlı durmaya zorlayan işkence odasından çıkartmış.
Bağımsız DcvIcl'in kuruluşundan az sonra açılan Denizcilik Müzesi'nc yerleştirmiş, ama
arası çok geçmeden kendisi bir kan zehirlenmesinden ölüp gitmişti. Son derece çalışkan
bir adanı olan müdür, küçük bir plakayı duvara tuttururken uğramıştı bu felakete; ilgili
plakayla söz konusu heykelin Niobe adında bir kalyon heykeli olduğu anlatılmak
isteniyordu. Yeni gelen müdür, kentin tarihini bilen ihtiyatlı bir adamdı; Niobe'yi müzeden
uzaklaştırmaya kalkmış, o netameli kızı Lübeck kentine armağan etmeyi düşünmüştü; hani
Trave kıyısındaki bu küçük kent, tuğla yapı klişeleri de içinde olmak üzere hava
bombardımanlarını biraz ucuz atlalmışsa, bunun tek nedeni o zamanlar söz konusu
armağanı kabullcnmeyip geri çevirişidir.
Sözün kısası Niobe ya da "Yeşil Matmazel" Denizcilik Müzcsi'nde kalmış ve on dört yıl bile
denemeyecek bir süre içinde iki müze müdürünün ölümüne —ihtiyatlı müdür bunların
arasında değil, o kendini başka yere naklellirmişti sonradan—, ayakları dibinde yaşlıca bir
rahibin ruhunu teslim etmesine, Yüksek Teknik Okulu'ndan bir öğrenciyle Pelri Lisesi'nden
olgunluk sınavını
235
henüz başarıyla vermiş iki son sınıf öğrencisinin canlarına kıymasına, kendilerine güvenilir
ve çoğu evli barklı dörl müze bekçisinin hayatlarının sönmesine yolaçmışlı.
Teknik okul öğrencisi de aralarında olmak üzere ölenlerin hepsinin yüzünde nurlu bir ifade
görülmüş, göğüslerinde yelken bıçakları, çengeller, harpullar. Allın Sahili'nden gelme uçları
gayel sivri mızraklar, yelkencilerin kullandıkları çuvaldızlar gibi sadece Denizcilik
Müzesi'ııdc bulunabilecek keskin ve sivri nesnelere rastlanmıştı. Yalnız lise son sınıl
öğrencilerinden sonuncusu elini ilkin bıçağına, sonra da yanındaki pergeline almış, çünkü
onun ölümünden az önce müzedeki tüm kesici ve delici aletler ya zincirlerle bağlanmış ya
da mahfazalar arkasında güvenlik allına alınmıştı.
Cinayet masası memurlarının her seferinde hazin bir intihar olayından söz açmalarına
karşın, kentte ve gazetelerde bir dedikodudur dolaşmaya başlamıştı: Hepsi de Yeşil
Matmazcl'in başının altından çıkıyor bunların. Yetişkin erkekleri ve delikanlıları hayallan
ölüme iletmesinden ciddi olarak kuşkulanılmaya başlanmıştı Yeşil Malmazel'in. Konuşuluyor,
tartışılıyor, ama bir sonuca ulaşılamıyordu; gazetelerde sırl Niobe olayı için bir serbest
kürsü açılmış, ama valilik söz konusu iddianın doğruluğu gerçekten, ama gerçeklen
kanıtlanmadıkça, acele bir adım atılmasının düşünülmediğini açıklamıştı.
Dolayısıyla, yeşil tahta heykel, bundan böyle de Denizcilik Müzesi'nin bir ziyneti olarak
kalmakta devam etli; çünkü Oliva'claki müzeyle, Kasaplar Sokağı'ndaki Şehir Müzesi ve
Arlus Sarayı erkek delisi kadına bir türlü kapılarını açmaya yanaşmadı.
Müze bekçilerinden yana sıkıntı çekiliyordu. Bekçiler tahtadan bu bakireye göz kulak
olmak islemedikleri gibi, müzeye gelen ziyaretçiler de kehribar gözlü kadının bulunduğu
salona uğramadan geçiyordu. Model yönüne hiç diyecek olmayan heykeli gerekli yan ışıkla
donatan Rönesans pencerelerinin gerisinde uzun süre bir olay çıkmadı. Toz toprak birikti
ortalığa, temizleyici kadınlar, heykelin yanına uğramamaya başladı. İçlerinden biri
236
heykelin resmini çektikten az sonra eceli gelip ama resim işi düşünülürse yine de garip
denecek bir ölümle ölen zamanın kovsan gitmez fotoğrafçıları, Bağımsız Devlet'iıı,
Polonya'nın, Almanya'nın, halta Fransa'nın basınına bundan böyle cani heykelin flaşla
çektikleri resimlerini yollaınıyor. arşivlerindeki Niobc portrelerini imha ediyor ve artık
sadece çeşitli başkanların, devlet reislerinin, ülkelerinden kovulmuş kralların gelişleri ve
gidişleriyle ilgili fotoğraflar üretiyor, kümes hayvanı sergileri, Reichstag toplantıları,
otomobil yarışları ve ilkbaharın yolaçlığı taşkınlarla ilgileniyorlardı.
Bundan böyle garsonluk yapmak istemeyen ve gümrükle de çalışmaya yanaşmayan Herbert
Truczinski, üzerinde bir müze bekçisinin fare grisi üniforması, halkın "Malmazel'in misafir
odası" adını taktığı salonun kapısının yanı başındaki deri iskemleye yerleşinceye kadar da
durumda bir değişiklik olmadı.
Daha çalışmaya başladığı ilk gün, Max Halbe Meydam'ndaki Iramvay durağına kadar
geçirdim Herberl'i. Dosıum için pek tasalanıyordum.
"Sen şimdi yollan bakalım eve. Oskar'cığım! Biliyorsun, seni yanımda sokamam müzeye."
Ama ben trampetim ve trampet değneklerimle büyük dostumun gözleri önünde o kadar
ısrarlı dikildim ki: "Eh, madem gitmek istemiyorsun, gel bakalım Yüksek Kapı'ya kadar.
Ama oradan güzel güzel dönersin eve, tamam mı!" dedi Herbert. Ancak ben Yüksek
Kapı'dan beş numaralı tramvayla dönmek istemedim; bunun üzerine, dosıum, Rulıulküdüs
Sokağı'na kadar beraberinde gölürdü beni, derken müzenin kapısındaki revnağa vardık,
burada dostum bir kez daha beni başından savacak oldu, sonra göğüs geçirerek gişeden
çocuklar için bir bilet aldı. Gerçi ben arlık on dördünde bulunuyordum, giriş ücretini tam
olarak ödemem gerekiyordu, ama gişedekilere neydi bundan.
Neşeli, sessiz sakin bir gündü. Ne ziyaret, ne de denetlemeler için gelen giden vardı.
Bazen bir yarım saatçik trampetimi konuşturuyordum, bazen Herbert bir saallen fazla
kestiriyordu. Niobc,
237
kehribar gözleriyle önü sıra bakıp duruyor, bizim hedefimiz olmayan bir hedefe sağlı sollu
memcleriyle erişmeye çalışıyordu. Kendisiyle ilgilenmiyorduk pek. Herbert eliyle uzak
kalsın der gibi bir işaret yaparak: "Benim tipim değil zaten." diye söylendi bir ara. "Şu
katmer katmer yağlara, şu cifle gerdana bak!"
Herbert başını yana eğerek Niobe'de kusurlar bulmaya devam etli: "Hele şu bele bak
sonra, sanki iki kişiyi rahat alacak bir tahtaboş mübarek. Herbert çıtı pıtı yosmaları sever
daha çok, şöyle bebek gibi ufacık tefecik şeylerden hoşlanır."
Herbert beğendiği kadın tipini enine boyuna anlatıyor, ben de onu dinliyordum; kürek gibi
kocaman elleriyle hayalindeki endamla yosma tipinin siluetini yoğurup şekillendirmeye
çalışıyordu. Onun bu kadın tipi uzun süre benim de idealim olarak kaldı; ne yalan
söyleyeyim, hatta bugün o kamuflaj rolünü oynayan hemşire giysisi içinde bile bu ideali
aramaktan vazgeçmiş değilim.
Daha müzeye geldiğimizin üçüncü günü kapının yanındaki iskemleden ayrılmaya kalktık.
Temizlik yapmak bahanesiyle —hani gerçeklen de salonun içi fena pislenmişti tozlan alıp
tavanın meşe döşemesinden örümcekleri süpürdük, salonu gerçekten ve sözcüğün tam
anlamıyla "Malmazcl'in misafir odası" durumuna sokarak, üzerine ışık düşen ve kendisi
sağa sola ışık düşüren tahtadan yeşil haspaya yaklaştık. Hani Niobc bizi hiç etkilemiyor
değildi; tombul olmasına karşın o yabana atılamayacak güzelliğini, bizim etkisinden uzak
kalamayacağımız kadar açıkta taşıyordu. Ne var ki, arzulu gözlerle kendisine bakmıyor, en
küçük ayrıntıları bile değerlendirmeden bırakmayan tarafsız uzman kişilerin gözüyle onu
süzüyorduk. Herberl'le ben, serinkanlılıklarını yitirmeyen soğuk bir coşkunluk içinde iki
kişi olarak kalıyor, kadın vücudunun çeşitli parçaları arasındaki oranları karışlayarak
Malmazel'i sigaraya çekiyor ve bunu yaparken klasik sekiz baş uzunluğunu ölçü alıyorduk.
Niobe, biraz fazla kısa bacaklarına kadar uzunlamasına bu ölçüye uyuyor, ama enlemesine
her bir yanı, kalça kısmı, omuzları, göğsü Yunan ölçüsünden çok Hollanda öl
238
çüsüne vurulmayı gcrckliriyordu.
Baş parmağını lersinc çevirip: "Benim için yalakta fazla oynak haspa!" diyordu Herbert.
"Yalak güreşini Ohra ve Ncufahrwasser'den bilir senin Herbert; bunun için kadına ihtiyacı
yok." Herberl'in sütten ağzı yanmıştı. "Eh, narin bir şey olsa, ince bir beli olup da aman
kırılacak diye sakınsa insan, o zaman bir şey demezdim bak."
Tabii iş o raddeye gelse Niobe'ye de bir diyeceğimiz bulunmazdı, onun güreşçi huyuna da
ses çıkarmazdık. Herbert pek iyi biliyordu ki, kendisinin çıplak ya da yarı çıplak
kadınlardan beklediği pasiflik, hani sadece endamı yerinde ve çıtı pıtı kadınlar için söz
konusu olamazdı; tombul ve şişman kadınlarda da bulunabilirdi pekâlâ; ince kızlar vardır,
yalakla kımıldamadan yalamazlar bir türlü; beş erkek iriliğinde kadınlar da vardır, uykudaki
bir körfez gibi akıntıdan yoksundurlar adela. Ama biz bilerek işi basite indirgiyor, her
şeyi iki grupta toplamaya çalışıyor, boyuna daha bağışlamasız davranarak kasten Niobe'ye
hakaretler yağdırıyorduk. Bu amaçla Herbert beni kucağına almış, ben de her iki trampet
değneğimle kadının memeleri üzerinde trampet çalmıştım ve ilaçlanmış olup içinde hiçbir
canlının barınmadığı o bir sürü tahlakurdu oyuğundan gülünç bulutlar halinde tozlar havaya
kalkana kadar sürdürmüştüm bunu. Ben trampet çalarken kadının kehribar gözlerine
gözümüzü dikmiştik. Ne bir kımıltı, ne de bir göz kırpması, ne bir göz yaşı, ne göz
yaşarması. Nefret saçan o göz yarıkları içinde tehdilkâr bir toparlanma görülmüyordu.
Tıraş edilmiş, kırmızımtrak olmaktan çok sarımsı renkteki iki kehribar parçası, salondaki
demirbaş eşyayı ve pencerelerden bir bölüğünü gerçi dışbükey bir çarpıklıkla, ama olduğu
gibi yansıtıyordu. Kehribar düzenbazdır, kim bilmez bunu. Ziynet eşyalığı payesine
yüceltilmiş bu reçine ürününün o kalleş huyundan biz de elbet haberdardık. Buna karşın
hâlâ erkeklerdeki o dargörüşlülüğe uyarak dişilere ilişkin herşeyi aktif ve pasif diye
sınıflara ayırmaya devam ediyor, Niobe'nin görünürdeki ilgisizliğini görüşümüzü
destekleyen bir kanıt olarak değcrlendiri
239
yor, kendimizi güven içinde hissediyorduk. Bir ara Herbert pis pis hmklayarak Niobe'nin
diz kapağına bir çivi çakmaya koyuldu. Çiviye her vuruşta ben kendi dizimde bir acı duyar
gibi oluyordum; oysa Niobe başını bile kaldırmıyordu. Yeşil yeşil kabaran tahta heykelin
görüş alanı içinde yapmadığımız sersemce şey kalmadı: Herbert bir İngiliz amiralinin
pelerinine büründü, bir dürbünle donanıp başına da uygun bir amiral şapkası geçirdi; ben
de amiralin uşağı olup, kırmızı bir cepken giydim, uzun bir peruk laktım; Trafalgar Deniz
Savaşı'nı canlandırdık Herbert'le Kopenhag'ı topa tulluk, Napolyon'un filosunu Abukir
yakınındaki çil yavrusu gibi dağıttık, yelkenleri şişirip o burun senin, bu burun benim
dolaşıp durduk. Hcrşcyi sineye çekiyor sanılan, halla olup bilenin farkına varmıyor görünen
Hollandalı büyücü kızı model almış kalyon heykeli önünde ilkin tarihi bir poz verdik
kendimize, sonra yine çağdaş bir poz takındık.
Ama bugün biliyorum ki, her şey bize bakıyor, hiçbir şey görülmeden kalmıyor, duvar
kâğıtlarının bile insanlardan daha sağlam bellekleri var. Hani Aziz Tanrı değil yalnız her
şeyi gören; mutlaktaki bir iskemle, bir askı, bir tahta kadın heykeli, yapılan her hareketin
hiçbir şeyi unutmayan bir tanığı olabilir pekâlâ.
İki halla veya ondan biraz daha uzun bir süre Denizcilik Müzesi'nde çalıştık. Herbert bana
bir trampet armağan etmiş ve risk primi olarak artırılan haftalığını alıp ikinci kez
Truczinski Nine'ye götürmüştü. Bir salı günüydü ki —pazartesi kapalıydı müze— gişeden
çocuk bileti kesmeye ve beni içeri sokmaya yanaşmadılar. Herberl, nedenini öğrenmek
istedi. Gişedeki adam asık suralh, ama tatlılığı da elden bırakmayarak kendilerine yapılan
bir başvurudan söz açtı; dolayısıyla, çocukların bundan böyle müzeye sokulması
yasaklanmıştı. Babam müzeden içeri girmemi istemiyormuş, ama aşağıda gişenin yanı
başında kalabilinnişim; çünkü çalışan ve yalnız bir adam olan babanım bana göz kulak olacak
zamanı yokmuş; gelgeldim salona, Malmazel'in misafir odasına artık adım almam doğru
değilmiş, bir ihtiyatsızlıktan başka bir şey olmazmış bu.
240
Herberl peki demek üzereyken dürttüm, uyardım onu; bir yandan gişedeki adama hak
verdi, öbür yandan maskotu olarak, koruyucu meleği olarak gösterdi beni, kendisini
koruyup esirgeyecek çocuksu bir masumiyet ve safiyetten dem vurdu; sözün kısası, gişe
memuruyla ahbaplık kurup memurun söylediğine göre benim son bir kez müzeye girmemi
sağladı.
Böylece büyük dostumun elinden tutarak her vakit cilası tazelenen o görkemli döner
merdivenin basamaklarından bir kez daha çıkıp Niobe'nin bulunduğu ikinci kata geldim.
Sessiz bir öğle öncesi, ondan da sessiz bir öğle sonu. Herbert gözlerini yan yummuş,
üzerinde sarı çivi başlan görülen deri sandalyesinde oturuyordu. Ben de ayakları dibine
çömmüşlüm. Trampetimin sesi çıkmıyordu. Hepsi de meşe döşeli tavandan sarkan ve
yelkenleri için elverişli bir rüzgâr bekleyen uskunalara, firkateynlere, korvetlere, beş
direklilere, kalyonlara, şalipalara, kıyı yelkenlilerine ve kliperlere gözlerimizi kırpıştırarak
bakıyorduk. Model teknelerden oluşan filoyu süzüyor, filoyla birlikte serin bir meltemin
çıkmasını bekliyor, misafir odasında hiç rüzgâr esmemesinden tedirginliğe kapılıyor,
Niobe'ye bakıp da korkuya kapılmak zorunda kalmamak için elimizden geleni yapıyorduk.
Yeşil tahtanın oyulabilcceğini, dolayısıyla Niobe'nin de ölebileceğim bize gösterecek bir
tahta kurdunun çıtırtısı için neler vermezdik. Ama hiçbir kurdun çıtırtısı duyulmuyordu
ortalıkta. Müze müdürlüğü, Niobe'nin tahta vücudunu kurtlara karsı bağışık kılarak onu
ölümsüzlüğe kavuşturmuştu. Dolayısıyla, bize kala kala model lilo kalıyor, yelkenleri
şişirecek rüzgârı aptalca bir umutla gözlemek, Niobe korkusuyla saçma bir oyun oynamak
kalıyordu; Niobe'yi yok kabul ediyor, kendimizi zorlayarak onu görmezlikten geliyorduk;
hani belki unutacaktık da haspayı, ama ikindi güneşinin ansızın ve lam bir isabetle onun sol
kehribar gözünü bombardımana tutup, alev alev tutuşturduğunu gördük.
Aslında bu yangının bizi hiç şaşırtmaması gerekiyordu. Nihayet Denizcilik Müzesi'nin ikinci
kalındaki güneşli ikindileri biliyorduk; ışığın çatı pervazından düşerek ustunaları ele
geçirdiğin
241
de saatin kaçı vurmuş ya da kaçı vuracağından haberimiz vardı. Kaldı ki. Eski Şehrin, Yeni
Şehrin, Karabiber Şehrin kiliseleri de üzerlerine düşeni yaparak, o toz kaldıran güneş
ışığının akışını kendi saatlerinin zamanlarıyla donatıyor ve tarihi çan sesleriyle müzemizin
tarih koleksiyonuna arzı hizmetle bulunuyordu. Bu durumda güneş, tarihi bir kimlik kazanıp
sergilenmeye değer görülmüşse ve Niobe'nin kehribar gözleriyle aynı komplo eylemine
mensup olmasından kuşkuya düşülmüşse, bunda şaşılacak ne
vardı?
Ama bizim bir oyuna ve kışkırtıcı bir saçmalığa ne istek duyduğumuz, ne kendimizde
cesaret gördüğümüz o ikindi vaktinde, başka zaman duygusuz tahtanın birden parlayıp
tutuşan bakışının üzerimizdeki etkisi bir kal daha büyük olmuştu. Süklüm püklüm
gözlemeye başlamıştık, bir yarım saal daha sabretmemiz gerekiyordu, müze beşle
kapanıyordu çünkü.
Ertesi günü Herbert işinin başına yalnız gitti. Kendisine müzeye kadar arkadaşlık ellim;
gişenin yanı başında beklemek istemeyerek, binanın karşısında kendime bir yer buldum.
Büyüklerin korkuluk olarak kullandığı bir kuyrukla donatılmış granit küre üzerinde
trampetimle oturup bekledim. Merdivenin öbür kanadını da yine dökme demir kuyruklu bir
kürenin koruduğunu söylemek gerekmez sanının. Trampetimi seyrek konuşturuyor, ama
konuşturunca da bunu hayli yüksek perdeden yapıyor, geçerken yanımda durup adımı
sorarak, benim o zamanlar henüz güzel, kısa, ama bukleli saçlarımı terli elleriyle okşayan
çoğu kadın kimselere karşı bir protestoda bulunuyordum. Öğle öncesi geçmişti.
Ruhulkudüs Sokağı'mn sonunda tuğladan o şişko kulesiyle bir tavuğa benzeyen Sankt
Marien Kilisesi, kırmızı, siyah ve yeşil renkli ufak bir külçe halinde kuluçkaya yatmışa
benziyordu. Kule duvarlarındaki yarıklardan aralıksız havalanan güvercinler yanıbaşımda
yere konarak saçma sapan şeyler konuşuyor, kuluçkanın daha ne kadar süreceğini, neyin
üzerinde kuluçkaya yalıldığmı, bu yüzyıllar boyu süren kuluçkanın hedefe götüren yol
olmaktan çıkıp bizzal hedefin kendisine dönüşüp dönüşme
242
yeceğini onlarda bilmiyordu.
Öğleyin, Herbert dışarı çıktı. Truczinski Ninc'nin, ağzı kapatılamayacak gibi tıka basa
doldurduğu azık çantasından, üzerlerine domuz yağı sürülüp aralarına parmak kalınlığında
kan sucuğu konmuş iki dilim ekmeği alarak bana uzattı. Benim yemek istemediğimi görünce,
haydi ye der gibi ve mihaniki bir hareketle başım salladı. Sonunda sucuklu ekmeği yemeye
koyuldum, kendisi bir şey yemeyen dostum Herbert bir sigara yaktı. Müze onu yine
içerisine almadan iki üç kadeh Machandcl yuvarlamak üzere Brotbanken Sokağı'ndaki bir
meyhaneye daldı. Machandel'i yuvarlarken gırllağmdaki adem elmasına takıldı gözüm.
Kadehleri kafasına dikiş tarzı hoşuma gitmedi. O müzenin döner merdivenini çıkalı ve ben
granit küremde oturmaya başlayalı aradan hayli bir zaman geçmesine karşın, dostumun
hop kalkıp hop inen adem elması, hâlâ gözlerinin önünden gitmedi Oskar'ın.
İkindi, müzenin renkli soluk cephesi üzerinde sürünerek ilerliyordu. Jimnastik yapar gibi
bir kornişten öbürüne sıçrıyor, perilerin ve bereket simgesi olan boynuzdan boruların
üzerinde at koşturuyor, zaten olgun durumda tasvir edilen üzümleri gereğinden çok
olgunlaşlırıyor, bir köy eğlencesinin orta yerine gelip konuyor, köre be oyunu oynuyor,
sıçradığı gibi güllerden bir salıncak üzerine kuruluyor, şayak pantolonlar içinde alış veriş
yapan halktan kişilere soyluluk bağışlıyor, köpeklerin peşlerine düştüğü bir geyiği yakalıyor
ve nihayet güneşe kısa süre, ama yine de sürekli olarak bir kehribar gözü aydınlatma iznini
bağışlayan ikinci kattaki o malum pencereye ulaşıyordu.
Usul usul granit küremden aşağı kaydım. Trampetim sert bir şekilde kaba ve duygusuz
taşa çarptı, beyaz çerçevesinin verniğiyle vernikli alevlerinden birkaçı yerlerinden
fırlayıp, bina önündeki revnağa çıkan merdivenin üzerine serildi.
Ezbere bir şeyler söylemiş, bir dualar etmiş, bir şeyleri saymış olabilirim o anda; az sonra
cankurtaran arabası müzenin kapısının önüne dayanmış, kapının iki yanını yoldan geçenler
tutmuştu. Bir yolunu bulup, arabadan inen adamlarla binadan içeri kay
243
di Oskar. Onlardan daha çabuk merdivenleri tırmanıp çıktım, oysa adamların daha önceki
kazalardan müzenin içerisini bilmeleri gerekiyordu.
Herberl'i görünce gülmekten zor tuttum kendimi. Önden Niobe'ye yapışmış, Niobe'nin
üzerinden sarkıyordu aşağı; lahla heykelin ırzına geçmek isler gibiydi. Başı Niobe'nin
başını örtmüş, kolları Niobe'nin yukarıya kalkık ve çapraz kollarını sımsıkı sarmıştı. Gömlek
yoklu üzerinde. Sonradan, güzelce katlanmış olarak kapının yanındaki sandalyenin üzerinde
buldular gömleği. Sırtındaki bütün yara nişanlarını açıkça ortada taşıyordu dostum
Herbert; nişanlardan oluşan bu yazıyı okudum, harflerini saydım. Hiçbiri eksik değildi, ama
başlangıç halinde yeni bir yara nişanı da seçilmiyordu.
Hemen benim arkam sıra salona dalan cankurtaran arabasının adamları, Herberl'i
Niobe'den ayırıp almakta güçlük çektiler. İki tarafı keskin kısa bir baltayı, şehvetten
gözü dönen Herbert, emniyet zincirinden koparıp almış, baltanın bir ağzını lahla Niobe'ye
saplamış, öbür ağzını da Niobe'ye allayarak kendi etine geçirmişti. Üst tarafla bu kadar
mükemmel bir birleşme sağlayabilmesine karşın, pantolonunun açık olup içerden hâlâ
dalaveresinin seri ve lâf anlamaz uzandığı yerde demirleyecek bir körfez bulamamıştı.
"Şehir Cankurtaran Hizmeti" yazılı battaniye Herbert'in üzerine örtülünce, ne zaman bir
şey kaybetse her seferinde olduğu gibi yine trampetine el atlı Oskar; müzenin adamları
kendisini "Malmazel'in misafir odası"ndan çıkararak merdivenlerden indirip bir polis
arabasıyla eve götürdüklerinde, hâlâ trampetini yumruklayıp duruyordu.
Şimdi, klinikle tahta ve et arasında bu sevgi deneyini anımsarken, Herbert Truczinski'nin
sırtında lop lop, renk renk, sert ve duyarlı, ilerdeki her şeyi önceden açığa vuran, önceden
dile getiren, sertlikten ve duyarlılıktan yana her şeyi geride bırakan yara nişanlan
labirentinde dolaşabilmek için Oskar'ın yine yumruklu çalışması gerekiyor; kör bir insan
gibi bu sırttaki yazıyı okuyor.
244
Ancak Herberl'i o lalsız oyma heykelden ayırıp aldıkları şu an, çaresizlik taşan annul
kafasıyla bakıcım Bruno çıkageliyor. Kollayıp gözeterek trampetimden çekip alıyor
yumruklarımı, trampeti madeni karyolamın ayak ucundaki sol demire geçirip yorganı
düzeltiyor.
"Ama Bay Malzcralh!" diye uyarıyor beni. "Siz böyle hızlı hızlı trampet çalarsanız, başka
taraflan işitirler, bu ne hızlı trampet çalmak böyle derler. Mola verseniz biraz ya da
azıcık yavaş çalsamz!"
Evet, Bruno, bundan böyle gelecek bölümü trampetime daha alçak perdeden dikte
ettirmeye çalışacağım; oysa, özellikle bu bölümde anlatacaklarım, açlıktan nefesi kokan
gümbür gümbür bir orkestranın varlığını gerektiriyor.
245
İNANÇ, UMUT VE SEVGİ
Bir zamanlar bir müzisyen vardı ve Meyn idi adı ve bir güzel trompet çalardı. Bir evin
dördüncü kalında çatı allında oturur, birinin ismi Bismarck olan dört kedi besler, sabah
erkenden gece geç vakte kadar bir şişeden Machandel rakısı yudumlardı. Ve günün birinde
felâket kendisini ayıltana kadar devam elli içmeye.
İlerde olacakları önceden haber veren işaretlerin varlığına bugün pek inanmıyor Oskar.
Ama yine de o zaman gelecekteki bir lelâketi müjdeleyen yelerince işaret vardı; felâket
ayağına gittikçe daha büyük çizmeler geçiriyor, boyuna daha büyük çizmelerle daha büyülü
adımlar alarak felâketi sağa sola taşımayı tasarlıyordu. Doslum Herbert Truczinski,
göğsünde tahtadan bir kadının açlığı yara sonucu ölüp gitmişti. Kadının kendisine bir şey
olmamış, mühürlenip onarım bahanesiyle müzenin mahzeninde muhafaza allına alınmıştı.
Gelin görün ki, felâket mahzene kapatılamaz; pis sularla kanalizasyona karışır, havagazı
borularına sızar, bütün evlere dağılır böylece; çorba tenceresini nıavimlrak alev üzerine
koyan bir kimse, yiyeceğini kaynatan nesnenin felâket olduğunu sezemez.
Herbcrl'in Langfuhr Mezarlığı'na gömülüşünde, kendisini Brenıılau Mczarlığı'ndan
tanıdığım Schugger Leo'yu bir kez daha gördüm; hepimize, Truczinski Nine'ye, Guste'yc,
Fritz ve Maria Truczinski'ye, şişko Bayan Kater'e bayram ve pazar günleri Fritz'in ada
tavşanlarını Truczinski Nine için boğazlayan Heilandl Ba
246
ba'ya, o yüce kalpliiiğiyle defin masrafının rahat yarısını çeken muhtemel babam
Malzerath'a, Herbcrl'i pek tanımayıp Matzeralh'ı ve belki aynı zamanda beni tarafsız
mezarlık toprağı üzerinde görmeye gelen Jan Bronski'ye, salyalarını akıtıp titreyen beyaz
ve küflü eldivenlerini uzatarak, acı ve sevinci birbirinden ayırt etmeyen o karışık
başsağlığı dileğini iletti.
Schugger Leo'nun eldivenleri yarı sivil, yarı SA üniformasıyla mezarlığa gelmiş Müzisyen
Meyn'c doğru kanat çırparken, ilerde başgöslerecek felâketin bir diğer işareti açığa
vurdu kendini.
Leo'nun soluk eldivenleri ürkek havaya fırladı birden ve uçup uzaklaştı; Leo'yu da ardı sıra
mezarlar üzerinden çekip götürdü. Bağırarak bir şeyler söylediği duyuluyordu Leo'nun;
ama mezarlıktaki ağaçlara asılı kalan kırık, kopuk sözcüklerin bir başsağlığı dileğiyle ilgisi
yoklu.
Kimse Müzisyen Meyn'in yanından ayrılmamıştı; öyleyken Meyn âdeta yalnız, Schugger Leo
tarafından teşhis edilip felâket damgasını yemiş olarak cemaat arasında dikiliyor, özellikle
yanında getirdiği ve Herbert'in mezarı üzerinden uzaklara doğru bir güzel öttürdüğü
trompcliyle, ne yapacağını şaşırmış oynayıp duruyordu. Harikulade öttürmüştü trompeti;
çünkü hanidir yapmadığı bir şeyi yaparak Machandel içmişti, çünkü yaşıtı Herbert'in ölümü
lena dokunmuştu kendisine; oysa beni ve trampetimi dostunum ölümü bir suskunluğa
gömmüştü.
Bir zamanlar bir müzisyen vardı ve Meyn idi adı ve bir güzel trompet çalardı. Bizim evin
dördüncü kalında oturur, birinin adı Bismarck olan dön kedi besler ve sabah erkenden gece
geç vakte kadar bir şişeden Machandel yudumlardı; günün birinde, ya 1936'nın sonu ya da
1937'nin başında SASüvari Birliği'ne yazıldı ve birlik bandosunda eskisinden çok daha
mükemmel çaldı trompetini, ama çalışı arlık harikulade değildi, çünkü deri külot
pantolonları ayağına geçirdikten sonra Machandel içmeyi bırakmış, bundan böyle ayık
kafayla ve yüksek perdeden trompetini öuürmcye başlamıştı.
247
SA'dan biri olan Mcyn, 1920'lcrde bir komünist gençlik örgütüne, sonra da Kırmızı
Karlallar'a kendisiyle beraber üyelik aidatı ödediği çocukluk arkadaşı Herbert Truczinski
ölüp toprağa verileceği zaman trompetine ve Machandel şişesine yeniden el atmıştı; çünkü
harikulade öttürmek istemişti trompetini, bunu da ayık kafayla yapmak istememişti;
kahverengi at üzerinde de müzisyen kulağını muhafaza eden Mcyn, mezarlıkta bir yudum
daha almış içkisinden ve trompet çalarken de SAüniformasının üzerine geçirdiği sivil
paltosunu çıkarmamıştı; oysa şapkasız da olsa, mezarlıkla trompetini kahverengi
üniformayla öllürmcye niyet etmişti.
Bir zamanlar SA'dan biri vardı, çocukluk arkadaşının mezarında harikulade ve Machandel
duruluğunda trompetini öttürürken, SAüniformasının üzerindeki sivil paltosunu
çıkarmamıştı. Her mezarlıkta benzerine raslanan Schugger Lco, bütün cemaate başsağlığı
dilemişti de, yalnız SA'nın adamına beyaz eldiveııiyle dokunmamıştı; çünkü Leo, SA'nm
adamını teşhis etmiş, ondan korkmuş, yüksek sesle bağırarak eldivenli elini ve başsağlığmı
çekip geriye almıştı. SA'nm adamı başsağlıksız ve soğuk trompetle eve dönmüş, çatı
altındaki dairesinde dörl kedisiyle karşılaşmıştı.
Bir zamanlar SA'nın bir adamı vardı ve Meyn idi adı. Her Allah'ın günü Machandel içip
trompetini harikulade öttürdüğünden beri, birinin adı Bismarck olan dörl kedi besliyordu
evde. SA'nın adamı Meyn, günlerden bir gün çocukluk arkadaşının cenaze töreninden
döndü, biri ondan başsağlığı dileğini esirgediği için mahzun ve ayı İm iş durumdaydı ve
evinde dörl kedisiyle yapayalnız buldu kendini. Kediler süvari çizmelerine sürünüyordu;
Meyn bir gazeteye sanlı ringa balığı kalalarını önlerine koyunca, çizmelerden uzaklaştılar.
O gün evin içi, hepsi de erkek ve birinin adı Bismarck olan ve beyaz pençeleri üzerinde
kara kara yürüyen dört kedinin kokusuyla doldu iyice. Ama evde Machandel yoklu, bu
yüzden ev gittikçe daha çok kediler, daha doğrusu tekirlerle kokmaya başladı. Çalı
altındaki dördüncü katla oturma
24X
sa, Meyn bizim dükkâna inip Machandel alırdı belki. Ama bu durumda merdivenlerden
korkuyor, ayrıca komşulardan çekiniyordu; çünkü onların önünde artık ağzına bir damla içki
koymayacağına, tamamen ayık yeni bir hayata başlayacağına, bundan böyle mazbut bir
ömür sürüp iler tular yeri olmayan kepaze bir gençliğin sarhoşluklarına yüz vermeyeceğine
sıkı sıkıya ant içmişti.
Bir zamanlar bir adam vardı ve Meyn idi adı. Günün birinde birinin isini Bismarck olan dörl
erkek kediyle çalı allında yalnız buldu kendini ve kedilerin kokusunu hiç beğenmedi, çünkü
öğleden önce can sıkıcı bir olay geçmişti başından, sonra evde hiç Machandel kalmamıştı,
içindeki tatsız duyguyla susuzluğu büyüyüp kedilerin kokusu da artınca, işi müzisyenlik
olan ve SASüvari Bandosu'nda çalışan Meyn, yanmayan sobanın önündeki demirden ateş
karıştırıcısını kaplığı gibi kedilere girişli, Bismarck da aralarında olmak üzere dördünün de
canım cehenneme yollamak isledi ve hesaplan görüldüğünden emin oluncaya kadar dayaktan
geçirdi hepsini, ama yine de evdeki kedi kokusu keskinliğinden bir şey kaybetmedi.
Bir zamanlar bir saatçi vardı ve Laubschad idi adı ve bizim evin birinci kalında pencereleri
avluya bakan iki odalı bir dairede otururdu. Saatçi Laubschad bekârdı ve NSHalk Yardım
Örgütü'nün ve Hayvanları Koruma Dcrncği'nin bir üyesiydi. İyi bir kalbi vardı
Laubschad'ın, bütün bezgin insanlar, hasta hayvanlar ve bozuk saatlerin yeniden bellerini
doğrultmasına yardım ederdi. Saatçi Laubschad bir ikindi dalmış, öğleden önce toprağa
verilen bir komşusunun cenaze törenini düşünerek pencere önünde otururken, aynı evin
dördüncü kalındaki Müzisyen Meyn'in anlaşılan allı ıslak ve ıslak allından bir şeyler
damlayan yarı dolu bir patates çuvalını avluya çıkardığını ve çöp bidonlarından birinin içine
bıraktığını gördü. Nerdcyse ağzına kadar dolu bulunduğundan bidonun kapağını ancak
güçlükle kapayabilmişti Meyn.
Bir zamanlar dörl kedi vardı ve Bismarck idi birinin adı. Ve Meyn isminde bir müzisyenindi
hepsi. Ama iğdiş edilmemiş le
249
I
i
kirler pek keskin ve fena bir koku saçtıklarından, günün birinde belli bir takım nedenlerle
kokuyu hiç beğenmeyen müzisyen, demir ateş karıştırıcıyla döve döve dört kedinin canını
çıkardı, leşlerini bir patates çuvalına atarak dört merdiven aşağıya indirdi. Çuvalı, avluda
halı çırpma direğinin yanı başındaki çöp bidonlarından birine almak için acele ediyordu;
çünkü çuval geçirgendi ve daha ikinci katla altlan damlamaya başlamıştı. Ama çöp bidonu
hayli doluydu, kapağını kapayabilmek için çuvaldaki çöpü sıkıştırması gerekiyordu.
Müzisyen sokak kapısından evi yeni terketmişti ki çünkü kedi kokan, ama kedisiz dairesine
dönmek islemiyordu, çuval içindeki sıkıştırılan çöp yeniden genişlemeye başladı, çuvalı ve
çuvalla birlikle çöp bidonunu yukarıya kaldırdı.
Bir zamanlar bir müzisyen vardı, dön kedisinin dördünün de canını çıkardı döve döve, sonra
onları çöp bidonunun içine gömdü, sonra evden çıkıp arkadaşlarına gilli.
Bir zamanlar bir saatçi vardı, dalmış pencere önünde oturuyordu ve Müzisyen Meyn'in yarı
dolu bir çuvalı çöp bidonu içine tıkıştırarak evden çıktığını, ayrıca çöp bidonunun kapağının
Mcyn gittikten az sonra yukarıya kalktığını ve gittikçe kalkmaya devam etliğini gördü.
Bir zamanlar dört kedi vardı, günlerden bir gün kokulan her zamankinden fena çıktığı için,
dövüle dövüle öldürülüp bir çuvala tıkıldılar ve çöp bidonuna gömüldüler. Ama birinin adı
Bismarck olan kediler tamamen ölmemişti, bülün kediler gibi onlar da yedi canlıydı; çuval
içinde kıpırdanıp duruyor, çöp bidonunun kapağını oynatıyor ve hâlâ dalmış pencere önünde
oluran Saatçi Laubschad'a şu soruyu yöneltiyorlardı; Bil bakalım, Müzisyen Meyn'in çöp
bidonuna gömdüğü çuvalda ne var?
Bir zamanlar bir saatçi vardı, çöp bidonunun içinde bir şeylerin kımıldamasından tedirgin
olup kalktı, birinci kattaki dairesinden ayrılıp avluya indi, bidonun kapağını kaldırdı ve
çuvalı açtı; dövülmekten cam çıkan, ama hâlâ canlı kedileri aldı, tedavi etmek üzere
dairesine götürdü. Ama kediler daha ertesi günü
250 ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHAK'^İ
onun saatçi parmakları altında can verdi ve saatçi için, üyesi olduğu Hayvanları Koruma
Derncği'ne bir ihbarda bulunmaktan ve ayrıca Parti Bölge Başkanlığı'na partinin itibarını
zedeleyici hayvan eziyetini duyurmaktan başka yapacak bir şey kalmadı.
Bir zamanlar SA'nın bir adamı vardı, dört kediyi öldürdü döve döve, ama henüz büsbütün
ölmemiş kedilerce ele verilip bir saatçi tarafından ihbar edildi. Derken iş mahkemeye
döküldü ve SA'nın adamına para cezası kesildi. Beri yandan SA'da bu olay üzerinde
durularak, SA'nın adamı uygunsuz davranışından ötürü SA'dan alıldı. Hatla 1938 yılının
sekiz kasımını dokuz kasımına bağlayan ve sonradan Krislal Gece adı verilen gece
gösterdiği cesaretle, başkalarıyla beraber Michaelis Caddesi'ndeki Langfuhr Havrası'nı
ateşe vermesine, ayrıca ertesi sabah önceden belirlenmiş birçok dükkânın temizliğinde
enikonu emeği geçmesine karşın, bütün bu çabaları dikkate alınmayarak SA'nın adamı
SA'dan uzaklaştırıldı. Hayvanlara reva gördüğü insanlık dışı eziyet yüzünden rütbesi
söküldü ve parti üye listesinden silindi adı. Ancak bir yıl sonra, ilerde Waffen SS
tarafından devralınan Yun Savunması Örgülü'ne girebildi.
Bir zamanlar bir bakkal vardı ve bir kasım günü kapadı dükkânını; çünkü kentle bir şeyler
oluyordu. Oğlu Oskar'ı elinden tutarak 5 numaralı tramvayla Uzun Sokak Kapısı'na geldi,
çünkü Zappol ve Langfuhr'daki havralar gibi buradaki havra da yanıyordu. Havra nerdeyse
yanıp kül olmuştu ve itfaiye yangının çevredeki öbür binalara sıçramamasına dikkal
ediyordu. Üniformalı ve sivil insanlar sürükleyip getirdikleri kitapları, kutsal eşyaları ve
acayip bezleri enkaz önünde bir araya topladılar. Dağ gibi yükselen yığın ateşe verildi
derken; Bakkal Matzerath da fırsattan yararlanarak parmaklarını ve duygularını bu resmi
yangında ısıttı. Ama oğlu Oskar, babasını bu kadar yanıp tutuşmuş ve meşgul görünce, göze
gözükmeden oradan sıvıştı ve Zeughaus Pasajı'na doğru koşmaya başladı; çünkü beyaz
kırmızı lake teneke trampetlerine bir zarar gelmesinden korkuyordu.
Bir zamanlar bir oyuncakçı vardı ve Sigmusmund Markus idi
251
adı ve dükkanında beyaz kırmızı lake teneke trampetler de satıyordu. Demin sözü geçen
Oskar, bu teneke trampetlerin baş alıcisıydı; çünkü işi trampetçilikti ve trampetsiz
yaşamıyor, yaşamak istemiyordu. İşte bunun için yanan havradan ayrılarak Zeughaus
Pasajı'na koşmuştu, çünkü orada trampetlerine göz kulak olan adam vardı; ama adamı öyle
bir durumda buldu ki, Oskar'a bundan böyle ya da bu dünyada bir daha trampet
satamazdı.
Ben Oskar'm; kaçıp ellerinden kurtulduğumu sandığım yangıncılar, benden önce Markus'u
ziyaret etmiş, fırçayı boyaya daldırıp vitrin üzerine eğrilemesine Sütterlin yazısıyla
Yahudi Domuzu diye yazmış, ama sonra kendi ellerinden çıkan yazıyı beğenmemiş olacaklar
ki, çizmelerinin ökçeleriyle vitrin camlarını kırıp dökmüşlerdi; bu yüzden Markus'a
taktıkları isim ancak sezgi yoluyla çıkarılabiliyordu. Yangıncılar kapıyı küçümseyerek
vitrinde açtıkları bir delikten içeriye girmişlerdi ve şimdi çocuk oyuncaklarıyla kendilerine
özgü o malum oyunu oynuyorlardı.
Onlar gibi ben de dükkâna vitrin yoluyla girdiğim zaman oyunları sürüyordu henüz. Birkaçı
pantolonlarını sıyırmış, içlerinde yarı sindirilen bezelyelerin henüz seçilebildiği kahverengi
sosisleri, yelkenli gemiler, keman çalan maymunlar ve benim trampetler üzerine
kondurmuştu. Hepsi de Müzisyen Mcyn'e benziyordu, onun giydiği SAüniforması vardı
üzerlerinde; ama aralarında Meyn görülmüyor, nitekim o anda dükkânda bulunanlar da
başka tarafta bulunmuyordu. Biri hançerini çekmiş, bebeklerin vücudunda yaralar açıyor,
ama onların gergin gövdeieriylc kollar ve bacaklarından sadece lalas tozlarının fışkırdığını
görerek her seferinde âdeta düş kırıklığına uğruyordu.
Ben, trampetlerimi kurtarmaya bakıyordum. Trampetleri beğenmemişti SA'ıım adamları.
Çünkü trampetlerim öfkelerine katlanamıyor, onlar ise trampetlerimin sessiz durmasını ve
dize gelmesini istiyordu. Ama Markus, onların öfkesinden yakasını kurtarmıştı.
Yazıhanesine girip Markus'la konuşmak islediklerinde kapıyı tıklatmamış, kilitli olmasına
aldırmayarak onu yüklenip kırmışlardı.
25"?
Masasının başında otururken bulmuşlardı, Oyuncakçı Markus'u. Markus koyu gri gündelik
ceketinin kollarına âdeti olduğu üzre kolluklar geçirmişti. Başından omuzlarına dökülmüş
kepekler, bir saç hastalığından mustarip olduğunu gösteriyordu. Parmaklarını Kasperle
kuklalarına geçiren biri, Kasperle'nin büyükannesiyle lahlaınsı lahtamsı dokundu Markus'a;
ama Markus artık kendisiyle konuşulacak, aşağılanacak gibi değildi. Masanın üzerinde bir
su bardağı duruyordu; vitrin camının tuz buz olmasından çıkan çığlık Markus'un dilini
damağını kurulmuş, içinde beliren susuzluk, su bardağını kalasına dikmesine yolaçmış
olacaktı.
Bir zamanlar bir trampelçi vardı ve Oskar idi adı. Günlerden bir gün oyuncakçı dükkânının
sahibini elinden alıp dükkânı harabeye çevirdiklerinde, kendisi gibi cüce Irampclçilcr için
dar zamanların kapıyı çaldığını sezmişti. Bu yüzden dükkândan ayrılırken enkaz arasından
biri sağlam, ikisi pek hırpalanmamış üç trampet yürüttü ve boynuna astığı trampetlerle
Zeughaus Pasajı'ndan çıkarak, belki o anda kendisini arayıp duran babasını bulmak üzere
Kömür Pazarı'na yollandı. Bir kasım öğle öncesinin hayli ilerlemiş vaktiydi. Şehir
Tiyatrosu'nıın yanı başında, tramvay durağına yakın bir yerde dindar kadınlarla soğukla
üşüyen çirkin suratlı kızlar durmuş, dini broşürler dağılıyor, kumbaralarla para topluyor ve
ellerinde, iki sopa arasına gerilmiş olup, üzerinde Birinci Koriııtlı Meklubu'nun* on üçüncü
bölümünden bir parça yazılı bir afiş tutuyorlardı. "İnanç Umul Sevgi" sözcüklerini
okuyabildi ancak Oskar ve bu sözcüklerle tıpkı şişelerle oynayan bir jönglörgibi oynadı:
İman, imansızlar, iman tahtası, imanına kadar, umul, umul dünyası, sevgisizler, sevgililer,
muhabbet kuşları, çabuk inananlar, umul kapısı, gönül yarası. Çabuk inanan ve safdil bütün
bir halk, Noei Baba'ya inanıyordu. Ama gerçekte havagazı idaresinin bir memuruydu, Noel
Baba.
(*) Koriıılh mektupları : İncil'de Havarilerden Paulııs'un Korimh'dcki Hıristiyan cemaatine
yazdığı iki mektup. Mektuplardan biri I.S. 54 ya da 57 yılında Efes'te ötekisi 55 ya da 57
yılında Makedonya'da kaleme alınmıştır. (Ç.N.)
253
Benim bildiğim fındık fıstık ve badem kokardı; ama bu, gaz kokuyordu. Sanıyorum ilk
advent'e az kaldı deniyordu. Ve ilk advenl'tcn* dördüncü advent'e kadar tüm advcnllerin
muslukları havagazı muslukları gibi açılıyordu, fındık ve badem koktuklarına
karşısındakileri inandırmak için, bütün fındık kıranlar rahalça inansınlar diye.
Geliyor! Geliyor! Gelen kim? İsa Çocuk mu? Kurtarıcı mı? Yoksa koltuğunun allında boyuna
tik tak eden saatle Tanrı Baha'nın havagazı memuru mu? Ve geliyor, diyordu ki: Ben bu
dünyanın kurtancısıyım, bcnsiz yemek pişiremezsiniz. Ve kendisiyle konuşup
anlaşabiliyordunuz ve derken uygun bir tarifeden söz açıyordu size, gıcır gıcır silinip
parlatılmış havagazı musluklarını açıyor ve güvercinin^pişmesi için Ruluılkudüs'ü musluğun
ağzından akılıyordu. Ve sonra fındıklar ve kabuklu bademler dağıtıyor ve hemen kırılıp
açıldıklarında bunlar da akılıyorlardı dışarı: Ruhulkudüs ve havagazı. Dolayısıyla, saf
insanlar için yoğun ve mavimsi havada mağaza vilrinlerindeki bütün havagazı memurlarını
Noel babalar olarak, çeşitli fiyat ve renklerde İsa Çocuk'lar olarak görmek kolaylaşıyordu.
Ve dolayısıyla o tek mutlu kılıcı Havagazı klarcsi'ne inanılıyordu. Havagazı idaresi basıncın
yükselip düştüğü gazometrelerle alınyazısmı anlatıyor ve normal fiyata bir advent zamanı
düzenliyordu. Bu advent zamanının ilerden doğru yaklaşan Noel'ine çokları inanıyor, ama
onun yorucu günlerini ancak depo ettikleri badem ve fındıklar kendilerine yetmeyen
kimseler sağ salim atlatabiliyor, oysa herkes yetecek kadar badem ve fındık var
sanıyordu.
Ama Noel Baba'ya inanmanın havagazı memuruna inanmak olduğu anlaşıldıktan sonra,
Korinıh Mcklubu'nun içerisindeki sıraya bakılmaksızın sevgi yolu izlenmeye çalışıldı: Seni
seviyorum, oh, seni seviyorum, oh, seni seviyorum. Sen de kendini se
* 6. yüzyıldan buyana Hıristiyanlar taralından kullanan Noel'e hazırlık dönemi Katolik
Kilisesine göre, Noel'den önceki dön haftayı içerir. Perhizle geçirilen bu sûre Ortodoks
Kilisesincc 40 günü kapsar. (Ç.N.)
254
viyor musun? Beni seviyor musun, söyle, beni gerçekten seviyor musun? Ben kendimi de
seviyorum. Ve sırf sevgiden bayır turpum, diyorlardı birbirlerine, bayır turplarını
seviyorlar; sevgiden bir bayır turpu, öbürsünün başını koparıyordu. Ve bayır turpları
arasındaki harikulade, ama aynı zamanda harikulade dünyevi sevgiye ilişkin örnekler
anlatıyorlar, dişlerini birbirlerine geçirmeden hemen önce, taze, aç ve acar, şöyle
fısıldıyorlardı: Turpçuğum, söyle, seviyor musun beni? Ben de beni seviyorum.
Ama sevgiden bayır turpları birbirlerinin başlarını koparıp havagazı memuruna inancın
devlet dini olarak ilân edilmesinden sonra, inanç ve vaktinden önce el atılmış sevginin
ardından geriye kala kala Korinth Mekıubu'nun üçüncü bölümü kalıyordu: Umut. Ve henüz
daha çeneleri işletecek turplar, fındıklar ve bademler varken, çok geçmeden sona
ereceğini ve böylelikle yeniden başlayabileceklerini ya da devam edebileceklerini ummaya
başlıyorlardı; final müziğinden sonra ya da final müziği sırasında müziğin çok geçmeden
bileceğini umar gibi tıpkı. Ama hâlâ neyin biteceğini bildikleri yoktu. Yalnız çok geçmeden
bileceğini, bakarsın yarın bileceğini umuyor, bugün inşaallah bitmez diyorlardı; çünkü
ansızın bir bitişi ne yapacaklardı. Ve derken bitince, çarçabuk davranıp umut dolu bir
başlangıç yaptılar bu bitişten; çünkü burada bitiş demek, herkesin içinde umut ve
başlangıç demektir, en kesin bitişlerde bile böyledir bu. Dolayısıyla, şu da yazılmıştır:
İnsan umduğu süre, umul dolu bitişlerle boyuna yeniden başlayacaktır.
Ama ben, ben bilmiyorum doğrusu. Örneğin bugün Noel babaların beyaz sakallan altında
kimin gizlendiğini bilmiyorum; Uşak Ruprechl'in torbasında neler bulunduğunu bilmiyor, gaz
musluklarının nasıl kapanıp boruların nasıl tıkanacağım bilmiyorum; çünkü işte yine advent
akıyor musluklardan ya da daha doğrusu hâlâ advent akıyor, bilmiyorum denemek üzere,
bilmiyorum, kimin için deneniyor, bilmiyorum acaba ölsünler diye mi gaz musluklarını öyle
sevecenlikle temizliyorlar? Bilmiyorum, hangi sabah, hangi akşam, bilmiyorum, günün şu ya
da bu vakti
255
?
! ı'
olması önemli mi, çünkü sevgi günün şu zamanı, bu zamanı diye bir şey tanımaz ve umul
sonsuzdur ve inanç sınır lamınaz, yalnızca bilmek ve bilmemek zamanlara ve sınırlara
bağlıdır ve çok kez vaktinden önce sakallarda, sırtlanmış torbalarda, kabuklu bademlerde
son bulur, bu yüzden yine şöyle demeden duramayacağım: Bilmiyorum, oh, bilmiyorum
örneğin bağırsakları neyle doldurduklarını, doldurulması için kimin bağırsağının gerektiğini,
ince ya da kaba, her dolduruşun fiyatı okunabilsc bile bu fiyata neler dahildir bilmiyorum,
bu dolduruşların isimlerini hangi sözlüklerden yürüttüklerini bilmiyorum, bilmiyorum kimin
eli, bilmiyorum kimin dili. Sözcükler bir anlam taşıyor, kasaplar sükûtla geçiştiriyor, ben
dilimler kesiyorum, sen kitapları açıyorsun, ben bana zevk veren şeyleri okuyorum, sen
neyin sana zevk, verdiğini bilmiyorsun. Bağırsaklardan ve kitaplardan sucuk dilimleri ve
alınlılar ve bağırsakların doldurulması, kitapların seslerini duyurması, lika basa ve
sıkıştırılarak doldurulması ve sık yazılarla donatılması için kimin sesinin kesilmesi, kimin
soluksuz kalması gerektiğini öğrenemeyeceğiz; bilmiyor, seziyorum: Sözlükler ve
bağırsakları dil ve sucukla dolduran kasaplar aynı kasaplar, Paulus diye biri yok, adamın
ismi Saulus itli ve bir Saulus'du adam ve Saulus olarak Korinih'lilere kendisinin inanç, umul
ve sevgi adını verdiği, sindirimi kolay diye övdüğü, bugün bile boyuna değişen Saulus
kılığıyla elden çıkarılmakta olduğu sudan ucuz sucuklardan söz etli. Ama benim elimden
oyuncakçı dükkânının sahibini aldılar, oyuncağı dünya yüzünden kaldırmak istediler.
Bir zamanlar bir müzisyen vardı ve Mcyn idi adı ve güzel trompet çalıyordu.
Bir zamanlar bir oyuncakçı vardı ve Markus idi adı, beyaz kırmızı lake leneke trampetler
salıyordu.
Bir zamanlar bir müzisyen vardı ve Meyn idi adı, birinin ismi Bismarck olan dört kedi
besliyordu.
Bir zamanlar bir teneke trampetçi vardı ve Oskar idi adı, bir oyuncakçı gerekiyordu
kendisine.
Bir zamanlar bir teneke trompetçi vard, ve Meyn idi ad, dört kedisinin dördünü sobasının
ateş karıştırıcısıyla döve döve öldürdü.
Bir zamanlar bir saatçi vard. ve Laubsclıad idi adı, bir Hayvanları Koruma Dcrneği'ne
üyeydi.
Bir zamanlar bir teneke irampelçi vard, ve Oskar idi ad, elinden oyuncakçısını aldılar.
Bir zamanlar bir oyuncakçı vardı ve Markus idi adı bu dün yadan giderken ne kadar
oyuncak varsa yanında alıp götürdü hepsini.
Bir zamanlar bir müzisyen vard, ve Meyn idi adı, ölmemişse bugün hala yaşıyor, yine bir
güzel trompetini öltürüyordur.
256
257
İKİNCİ KİTAP
HURDA DEMİR
Ziyaret günü bugün: Maria yeni bir Irampel gelirdi. Teneke trampetle beraber oyuncakçı
mağazasından aldığı faturayı yatağımın kafesi üzerinden bana uzatmak isleyince, elimle
işaret ederek kalsın dedim; bakıcım Bruna görününceye kadar başucumdaki zile bastım.
Ne zaman bana Maria mavi kâğıtlara sarılmış bir ırampel gelirse her seferinde yaptığı
gibi, paketin sicimlerini çözdü Bruno; içinden trampeti âdeta merasimle çıkarıp alarak
ambalaj kâğıtlarını titizlikle katladı. Sonra lavaboya yürüdü —yürüdü diyorsam gerçek bir
yürümeyi kastediyorum, yeni trampetin üzerine sıcak su akıttı, beyaz ve kırmızı lakeyi de
birlikte kazımak zorunda kalmadan kenarındaki fiyat etiketini dikkatle çıkardı. Maria, beni
pek yormayan kısa ziyaretinden sonra giderken, eski trampeti de alıp götürdü; Bay
Truczinski'nin sırlıyla tahta kalyon heykelinden söz açarken ve ilk Korinth mektubunu
biraz keyfi bir yoruma konu yaparken elimin altında parçalanmıştı ırampel; Maria onu
götürüp evimizin kilerindeki, biraz mesleğim, biraz da özel amaçlar dolayısıyla bana hizmet
eden öbür teneke trampetlerin yanına yerleştirecek.
Henüz gitmeden: "Eh, fazla yer kalmadı kilerde: Kışlık patatesleri nereye koyacağım, Allah
bilir" diye söylendi Maria.
Bir ev kadını olarak konuşan Maria'nın sitemini işitmezlikten geldim ve emekliye ayrılan
trampeti siyah mürekkeple güzel güzel numaralamasını, trampetin özgeçmişi konusunda bir
pusulaya düşeceği tarih ve kısa bilgileri yıllardır kiler kapısının iç lara
261
fi n el a asılı duran ve 1949 yılından beri trampetlerim üzerinde bilgi sahibi bulunan
günlüğe geçirmesini rica etlim.
Maria, teslimiyet dolu bir edayla başını sallayarak yapacağını açıkladı söylediklerimi ve bir
öpücükle bana veda edip gitti. Bendeki bu düzen duygusu ilerde de kavrayamayacağı ve
biraz netameli bir gözle bakacağı bir şey olarak kalacak. Maria'nın gösterdiği duraksamayı
pekâlâ anlıyor Oskar, çünkü böyle bir titizliğin neden kendisini bir hurda trampet
koleksiyoncusu yaptığını Oskar'ın da bildiği yok. Üstelik Bilke'deki evlerinin patales
kilerindeki hurda trampet yığınını bir daha asla görmek islemiyor. Babalarının
koleksiyonlarını çocukların küçümscdiklerini, dolayısıyla oğlu Kurt'un da gün gelip kendisine
miras kalacak bütün o zavallı trampetlere boş vereceğini, nihayet deneyimlerine
dayanarak seziyor Oskar.
Durum böyleyken, Maria'dan beni her üç baltada bir, düzenli yerine getirildi mi günün
birinde kilerin trampetle dolmasına yol açacak ve kışlık patateslere yer bırakmayacak
işleklerde bulunmaya ilen nedir?
Günün birinde bir müzenin çıkıp benim hurdaya çıkmış trampetlerime ilgi göstereceğine
ilişkin olarak kafamda seyrek, hatla gittikçe daha da seyrek çıkıp sönen saplantıya,
kilerde ancak birkaç düzine trampet biriktiği zaman kaptırmışımı kendimi. Yani koleksiyon
merakımın kökenini burada aramak doğru olmaz. Koleksiyon tutkum, daha çok basil bir
nedenden kaynaklanıyor ve üzerinde düşündükçe bu neden o kadar daha doğru görünüyor
bana: Hani bakarsınız günün birinde teneke trampetler lükeniverir. pek ele geçmez artık,
yasaklanır, yok olmaya mahkûm bir nesne durumuna getirilir. Bakarsınız bir gün Oskar, pek
örselenmemiş trampetlerinden birkaçını alıp bir tenekeciye götürerek onartmak zorunda
kalır, şöyle bir kalafatlan geçirtilerek bu malûl gaziler sayesinde trampelsiz korkunç bir
dönemi allatmanın yolunu bulur.
Akıl ve Ruh Hastalıkları Kliniği'ndcki hekimler de, koleksiyon merakım üzerinde, başka
deyimler kullanmalarına karşın
262
benimkine benzer görüşler öne sürüyor. Dr. Froylayn Hornstetler bendeki saplantının
doğduğu günü bilmek isledi hâttâ. Tam bir kesinlikle bu tarihin 9 Kasım 1938 olduğunu
söyledim, çünkü o gün benim trampet deposunun müdürü Sigusmund Markus'u
kaybetmiştim. Zaten zavallı annem öldü öleli, gerektiğinde yeni bir trampete kavuşmak
celin bir iş olmuştu; çünkü Zeughaus Pasajı'na yapılan perşembe ziyaretlerinin arkası ister
istemez kesilmişti. Malzeralh'ın ise, benim çalgımla pek ilgilendiği yoktu; Jan Bronski'ye
gelince, evimize gittikçe daha seyrek uğramaya başlamıştı; bu yetmiyormuş gibi,
Oyuncakçı Markus'un dükkânı tahrip edilince, trampet durumunun ne kadar kötüye
gittiğini varın siz düşünün arlık.
Tamtakır bırakılmış tezgâhı görür görmez, açıkça anlamıştım: Markus sana lıampel falan
vermez bundan böyle, Markus trampet falan alıp salmaz, beyaz kırmızı güzelim lake
trampetleri üreterek bunları oyuncakçı mağazalarına dağıtan firmayla ilişkilerini sürekli
kesti Markus, demiştim kendi kendime.
Ama oyuncakçı dükkânının sonunun gelmesi, çocukluğumun oyunla geçen hayli neşeli
günlerinin sona erdiğine yine de beni inandıramamıştı o zaman; Markus'un harabeye
çevrilmiş dükkânından biri sağlam, ikisinin yalnız kenarları çarpık üç leneke trampet
yürüterek bu ganimetleri eve laşımış, böylelikle ilerisi için tedarikli davrandığımı
sanmıştım.
Trampetleri dikkatle kullanıyor, onları seyrek olarak, ancak darda kalınca konuşturuyor,
bülün öğle sonralarını Irampelsiz geçiriyor, yeni doğan güne katlanmamı sağlayan trampetli
kahvaltılardan hiç de islemeyerek kendimi yoksun bırakıyordum. Yani Oskar perhiz yaplı,
kurudu, Dr. Hollatz'ın ve günden güne kemikleri daha bir irileşip serpilen lnge Hemşire'nin
önüne çıkarıldı. Bunlar bana tatlı, ekşi, acı ve lezzetsiz ilaçlar verdiler, suçu benim
bezlerime yüklediler; Dr. Hollalz'a göre, sözde bezlerim fazla ya da gerekliğinden az
çalışıyor, dolayısıyla sağlık ve afiyetim üzerinde olumsuz etkiler yapıyordu.
Dr. Hollatz'dan yakayı kurtarmak için Oskar perhizi biraz
263
I
gevşetti, yeniden kilo aldı, 1939 yılında gene o eski üç yaşındaki Oskar'a dönüşlü; ama
tombul yanaklara yeniden kavuşmasının diyetini, Markus'un mağazasından kaldırdığı
trampetlerden sonuncusunu da kesin olarak hurdaya çıkarmakla ödedi; teneke yüzünde bir
yarık açıldı trampetin, takur tukur sallanmaya başladı; beyaz ve kırmızı lakesi döküldü, pas
tuttu ve kötü sesler çıkararak karnının önünde sarkmaya başladı.
Yaradılıştan yardımsever, hatta iyi yürekli bir adam olmasına karşın, bana yardım etmesi
için Matzerath'a başvurmam saçma olurdu. Annem öldü öleli parti işlerinden başka şey
düşündüğü yoktu Matzeralh'm; Hücre Başkanları toplantılarıyla vakit geçiriyor veya fazla
içip gece yarıları oturma odamızdaki Hitler ve Beethoven'in siyah çerçeveli resimlcriylc
yüksek perdeden, senli benli söyleşiler yapıyor, Beethoven'den alınyazısına ve Führer'den
öngörüye ilişkin bilgiler alıyor, ayık durumda kış muhtaçları için bağış toplamaya kendi
öngörülmüş yazgısı olarak bakıyordu.
Malzerath'm bağış topladığı pazar günlerini anımsarken tatsız bir duygu sarıyor içimi;
çünkü böyle bir pazar yeni bir trampet ele geçirmek üzere başarısız kalan bir denemede
bulunmuştum. Öğleden önce ana caddedeki sinemaların ve Sternfeld Marketi'nin önünde
yardım toplayan Matzeratlı öğleyin eve dönmüş ve hem kendisi, hem de benim için
Königsberg el sotesini ısıtıp sofraya çıkarmıştı. Hâlâ aklımdadır: Lezzetli yemekten sonra
Matzeratlı dul kaklığı süre içinde bile yemek pişirme tutkusundan bir şey yilirmemişli,
mükemmel beecriyordu bu işiyardım toplamaktan yorulduğu için biraz kestirmek üzere
şezlonga uzandı. O tam uyuyor gibi nefes alıp vermeye başlayınca, içi yarı dolu bağış
kumbarasını piyano üzerinden uzanıp aldım, bir konserve kutusundan yapılmış kumbarayla
odadan sıvıştım. Dükkâna inip tezgâhın allına girdim, teneke kumbaralar içinde bu en
gülüncünün ırzına geçtim orada. Hani on kuruşlardan yana zenginleşmek için değil; salakça
bir düşünce, kumbarayı trampet olarak bir denemeden geçirmemi buyurmuştu. Tenekeye
nasıl vurursam
vurayım, değnekleri nasıl elimde değiştiriisem değiştireyim, gelen cevap hep aynıydı: Kış
muhlaçlanna küçük bir bağış! Açları doyuralım, üşüyenleri üşütmeyelim! Kış muhtaçlarına
küçük bir bağış!
Bir yarım saat sonra kestim umudu, dükkânın kasasından bir beş kuruş alıp Kış
Muhtaçlarına Yardım Kampanya'sına bağışladım ve böylece içindeki para fazlalaşmış olarak
kumbarayı yeniden götürüp, Malzerallı uyandığı zaman eski yerinde bulması ve pazar
gününün geri kalan saatleri KMY kampanyası uğrunda teneke kutuyu şıngmarak öldürmesi
için piyanonun üzerine bıraktım.
Bu başarısız kalan deneme beni kesin olarak tedavi etmişti; bundan böyle asla bir
konserve kutusu, ters çevrilmiş bir kovayı, bir çamaşır leğeninin dibini trampet olarak
kullanmaya kalkmadım. Bazen yine de böyle bir denemede bulunımışsam, bu yüz karası
denemeleri unutmak için çaba harcıyor, bu kâğıt üzerinde onlara yer vermiyor ya da bu
yerin eklen geldiği kadar az olmasına çalışıyorum. Nihayel bir konserve kutusu bir teneke
iraınpel değildir, bir kova kovadır nihayet, bir leğende ise insanın ya kendisi yıkanıp
temizlenir ya da çoraplarını lalan yıkar. Bugün kaybolanın yerini tutacak bir başka şey nasıl
bulunmuyorsa, daha o zamanlarda da yoklu böyle bir şey; beyaz kırmızı ışıldayıp duran bir
teneke trampet, kendi propagandasını kendisi yapar, yani gereksinim duymaz bir aracıya.
Oskar yalnız bırakılmış, ihanete uğramış, satılmıştı. Kendisine en çok gereken bir şeyden,
yani bir trampetten yoksun, üç yaşındaki bir çocuk yüzünü bundan böyle sürekli nasıl
koruyabilirdi? Arada bir yatağını ıslatmak, hele akşam dualarını çocuksu bir edayla
ağzında gevelemek, asıl adı Grefl olan Noel Baha'dan korkmak, "Neden otomobillerin
tekerlekleri var?" tarzında üç yaşındaki bir çocuğun tipik ve eğlendirici sorularını bıkıp
usanmadan sormak gibi yıllar boyu sahnelenmiş yanıltma denemelerinin, büyüklerin benden
bekledikleri bütün bu eza verici çabaların bundan böyle irampelsiz üstesinden gelmem
gerekiyordu;
264
265
çok geçmeden umudumu kesmeme ramak kalmıştı. Dolayısıyla, bir çaresizlik içinde, babam
sayılmayan, ama beni dünyaya getirme olasılığı son derece büyük olan Jan Bronski'yi
aramaya kalklım; Ring Caddcsi'nin üzerinde Polonya Mahallesi'ne yakın bir yerde Jan
Bronski'yi beklemeye başladı Oskar.
Zavallı annemin ölümü, Matzerath ile Posta Sekrelerliği'ne terfi eden amcam Jan
arasındaki bazen dostane denebilecek ilişkinin, birden değilse bile yavaş yavaş ve politik
durum naziklcştiği ölçüde daha kesin bozulmasına yol açmış, eşsiz güzellikteki ortak
anılara karşın bu ilişki örgüsünü çözüp dağılmıştı. Annemin nazenin ruhu ve tombul bedeni
yok olunca, iki erkek arasındaki dostluk da gümleyip gitmişti; annemin ruhunda yansıyıp
anmemin etiyle beslenmiş iki erkek, şimdi söz konusu besin ve kendilerini yansıtan
dışbükey ayna ortadan kalkınca, politik bakımdan karşıt görüşler öne sürdükleri, ama aynı
tülünü içtikleri kadınsız toplantılarına son derece yetersiz gözüyle bakmaya başlamışlardı.
Ama bir Polonya Postanesi ve kollan çemirlenmiş gömleklerle yapılan Hücre Başkanları
toplantıları, kocasına ihanet ederken bile incelik ve zarafeti elden bırakmayan bir kadının
yerini tutamaz. O kadar ihtiyatlı davranmalarına karşın nihayet Malzcrath'ın dükkânın
müşterilerini ve partiyi, Jan'ın ise Posta İdaresini düşünmesi gerekiyordu zavallı annemin
ölümüyle Sigusmund Markus'un uğradığı felâket arasında geçen kısa sürede, babam olması
muhtemel iki erkek yine de birçok kez bir araya
gelmişti.
Ayda iki üç defa gece yarısı Jan, oturma odamızın penceresini tıklatıyordu. Matzerath
perdeyi çekip pencereyi biraz aralayınca, ikisi de alabildiğine aptallaşıyor, nihayet Jan
veya Malzeralh gerek kendisini, gerek karşısındakini güç durumdan kurtaracak sözü bulup,
gecenin bu geç saatinde karşısındakini bir skat oyununa davet ediyordu. Sebzeci
dükkânından Greff'i alıp geliyorlar, Greff oynamak islemedi mi, Jan yüzünden oyuna
yanaşmadı, eski izci başkanı olarak izci oymağını bu arada dağıtmış bulunuyordu çünkü
dikkatli olması gerekliğinden, ayrıca iyi skat oyna
266
yamayıp oynamaktan da pek hazzetmediğinden yanaşmadı mı, oyunun üçüncü adamı Pastacı
Schefflcr oluyordu çokluk. Gerçi Schelfler de Amcam Jan'la aynı masada islemeyerek yer
alıyor, ama miras yoluyla ele geçen bir eşya gibi Malzeralh'ın şahsına yönelen, anneme
karşı bir zaman duyduğu yakınlık, sonra perakendeci dükkânların bir dayanışma içerisinde
bulunması gerektiği görüşü, Matzcralh tarafından çağrılınca, Klcinhammer Caddesi'ndeki
evinden koşup gelerek, oturma odamızdaki masanın başına geçmesine, kurt yeniği soluk ve
unsu parmaklarıyla karıştırdığı iskambil kâğıtlarını, aç insanlara dağıtılan ekmekler gibi
oradakilerc dağılmasına yetiyordu.
Bu yasak oyunlar çokluk gece yarısından sonra başlayıp sabah saat üçte, Ssheffler'in
fırında bulunacağı saatte sona erdiğinden ben, üzerimde gecelik, hiç gürültü yapmamaya
çalışarak yatağımdan ancak seyrek çıkabiliyor, kimse görmeden ve trampetsiz, masa
altındaki karanlık köşeye sokulabiliyordum.
Daha öncelerden fark etmiş olacağınız gibi, masa allında öteden beri en rahat gözlemler
yapabiliyor, gözlemlerim arasında kıyaslamalar yapabiliyordum. Annem aramızdan ayrılıp
gittikten sonra her şey ne kadar da değişmişti. Artık masanın üstünde dikkatli
davranmaya çalışan, ama yine de oyunları bir bir kaybeden, masanın alımda ise ayakkabısız
ayaklarını oynatıp zavallı anmemin bacakları arasında gözüpek fetihlere girişen bir Jan
Bronski bulunmuyordu. Yıllardır oynanan skat oyunları erotik bir havadan yoksundu artık,
hele sevgiden iz, eser kalmamıştı. Altı pantolon bacağı, değişik balık kılçığı motifleri
sergileyerek, külollu ya da külolsuz ve kimi az, kimi çok kıllı allı erkek bacağını örtüyordu.
Masanın allında bacaklar tesadüfen bile olsa birbirlerine dokunmamaya allı kat çaba
harcamasına karşılık, yukarıda gövdeler, başlar ve kollar halinde yalınlaşıp genişliyor,
politik nedenlerle yasaklanması gereken, ama isler kazanılsın, ister kaybedilsin "Polonya
bir Grand Hand kaybetti" gibi bir özrün ileri sürülmesine veya "Serbest Şehir Danzig,
Büyük Almanya için az önce yüzde yüz bir karo kazandı" gibi muzaffer bir sözün
söylenmesi
267
ne zemin hazırlayan bir oyunu çevirmeye uğraşıyordu.
Bu manevralara son verecek bir günün çıkıp geleceği görülüyordu önceden, çünkü bütün
manevralar günün birinde biler ve alan genişler, gelip çatan nazik durum karşısında
manevralar çıplak olgulara dönüşür.
1939 baharında Malzerath, haflalık Hücre Başkanları toplantılarında, Polonya
Poslanesi'nde çalışan Jan'dan ve eski izci başkanı Grcff'len daha tehlikesiz skat
arkadaşları bulmuştu. Jan Bronski ise, alınyazısının kendisini içerisine allığı kampı
düşünerek isler islemez Polonya Postanesi'ndekilere sarıldı; bunlardan biri, Mareşal
Pilsudski* kumandasındaki o efsanevi birlikte hizmel eden ve o gün bugün biri öbüründen
birkaç santimetre kısa iki bacak üzerinde dikilen aksak Kapıcı Kobyella idi. Topallayan kısa
bacağına karşın Kobyella becerikli bir kapıcıydı, zaman zaman elinden çıkan bazı işlerde de
usta bir zanaatkar olduğunu ortaya koyuyordu; belki iyi bir tarafına gelir, benim hasta
trampetimi de onarırdı. Kobyella'ya giden yol ise Jan Bronski'dcn geçiyordu; sadece bu
yüzden, her öğle sonu saat altıya doğru, en bunaltıcı ağustos sıcağında bile Polonya
Malıallcsi'nin yakınında bir yere gidip dikiliyor, dairelerin kapanma saatinden sonra çokluk
dakik olarak postaneden çıkıp eve dönen Jan'ı bekliyordum. Ama Jan gelmiyordu. Babanı
olması muhtemel adam, daire kapandıktan sonra ne yapıyordu acaba sorusunu kendi
kendime yöneltmeksizin saat yedi, yedi buçuğa kadar bekliyordum çokluk. Ama Jan
gelmiyordu. Hastaydı belki de, aleşi vardı; belki de bir bacağı kırılmış, alçıya alınmıştı.
Oskar yerinden ayrılmıyor, arada bir Posla Sekrcteri'nin odasının pencere ve perdelerini
süzmekle yetiniyordu. Tuhal bir çekingenlik Hedwig Teyzesine gitmesini önlüyor, Hedwig
Teyzenin annemsi bir sevecenlik taşan ineksi gözlerle kendisine bakması kendisine hüzün
veriyordu.
* Pilsudski, Josef (dog. 1867, öl. 1935) : Polonya devlet adamı ve mareşal; 1914 1916 yıllan
arasında Rusya'ya karşı savaşır, 1918 1922 arasında Polonya devlet başkanı ve Polonya
ordusu başkumandanı; 1920'de Kızılordu'yu Varşova yakınında yenilgiye uğratarak
mareşallik payesine ulaştı. (Ç.N.)
26X
Sonra Bronski ailesinin belki kendi üvey kardeşleri olan çocuklarını sevmiyordu pek; bu
çocuklar ona bir bebekmiş gibi davranıyor, onunla oynamak, onu bir oyuncak gibi kullanmak
isliyorlardı. Oskar'ın nerdeyse yaşıtı on besindeki Stephan ona babaca, hep ders verir
gibi, yukarıdan bakarak davranmak hakkını nereden alıyordu? Sonra hep ayın on dördüne
benzeyen yağlı yüzü ve saç topuzlarıyla Marga, Oskar'ı canı islediği zaman giydirip
soyabileceği ağzı var, dili yok bir bebek mi sanıyordu yani? Saatlerce Oskar'ın saçlarını
tarayacak, fırçalayacak, orasını burasını çekiştirip düzeltecek, onu terbiye edecekti, öyle
mi? Tabii ikisi de bana anormal ve acınacak bir cüce çocuk gözüyle bakıyor, kendilerini ise
sağlam ve normal, ilerisi için çok şeyler vaa'deden çocuklar gibi görüyorlardı. Nilckim
Anneannem Koljaiczek'in gözdeleriydi ikisi; oysa ben, büyükannemin beni kendi gözdesi
olarak görmesini güçleştiriyordum; masalların, masal kitaplarının öyle pek etkisinde
kalacak bir çocuk değildim çünkü. Anneannemden beklediğim, bugün bile uzun boylu ve
ballandıra ballandıra hayalimde canlandırdığım şey gayel açıktı, dolayısıyla ele
geçirilebilecek gibi değildi; Oskar anneannesini ne zaman görse, hemen dedesi
Koljaiczek'e özenmek, anneannesinin eleklikleri allına girip kaybolmak ve mümkünse onun
rüzgâr tutmayan eleklikleri dışında bundan böyle asla nefes almamak isliyordu.
Bir yolunu bulup büyükannemin eleklikleri altına girebilmek için neler yapmadım!
Büyükannem, etekliklerinin allına girip oturmasını islemiyordu Oskar'ın, diyemeyeceğim
hani. Ancak buna müsaade etmekle de çekingen davranıyor, çok vakiı beni geri çeviriyordu;
sanırım Koljaiczek'e yarı buçuk benzeyen ne varsa eleklikleri altında barındırmaya razıydı;
ama Kundakçı Koljaiczek'in ne cüssesinc, ne de onun hep el altında ateşlenmeye hazır
kibritlerine sahip olan ben, kaleden içeri ayak atabilmek için, Truvalılarm tahta atına
benzeyen bir hile düşünmek zorundaydım.
Oskar, gerçekten üç yaşındaki bir çocuk olarak Lastik bir lopla oynarken göz önünde
canlandırıyordu kendini; üç yaşındaki
269
Oskar, topu sanki kazara anneannesinin eteklikleri allına yuvarlıyor, sonra ileri sürdüğü
yuvarlak bahanesinin ardı sıra, büyükannesi hileyi çakıp topu daha geri çevirmeye vakil
bulamadan etekliklerden içeri kaymaya davranıyordu.
Büyükler varken, asla uzun süre eteklikler allında kalmama izin vermiyordu anneannem.
Büyükler onu alaya alıyor, çokluk iğneleyici sözlerle ona güz vakti patates tarlasındaki
nişanlılık dönemini anımsatıyorlar, zaten yaradılıştan soluk benizli olmayan anneannemin
adamakıllı kızarmasına ve bu kızarmanın da bir süre kaybolmamasına yol açıyorlardı;
yüzünün böylece kızarması da saçı ağarmış altmışlık büyükanneme fena gitmiyordu
doğrusu.
Ama anneannem yalnızsa —pek de yalnız kaldığı yoktu; ayrıca, zavallı annemin ölümünden
sonra anneannemi gillikçe seyrek görmeye başlamıştım, hele Langführ Pazarı'ndaki
tezgâhını dağıttığından bu yana zor görebilir olmuştum palates rengi etekliklerinin altına
girip oturmama daha bir gönülden rıza gösteriyor ve bunu daha uzun bir süre yapmama izin
veriyordu. Etekliklerden içeri ayak atabilmek için pek aptalca bir lastik lopla aptalca bir
numaraya başvurmam gerekmiyordu o zaman. Trampetimle taban tahtaları üzerinden
kayıyor, bir bacağımı altıma kıvırıp öbürünü mobilyalardan birine dayayarak dağ gibi duran
anneanneme doğru hızla yaklaşıyor, anneannemin ayağı dibine varınca trampet
dcğnckleriyle dörl kat örtüyü kaldırdığım gibi soluğu içerde alıyordum. Dörl perdenin
dördünü aynı zamanda indiriyor, bir dakikacık sessiz duruyor sonra, vüudumdaki
gözeneklerin tümüyle soluyup kendimi hafif acımış tereyağının hiçbir mevsime bağlı
bulunmaksızın eleklikler altında egemenliğini sürdüren o sürekli ve keskin kokusuna
bırakıyordum. Ancak bunun üzerine irampelini konuşturmaya başlıyordu Oskar; nihayet
anneannesinin hoşlanacağı parçaları biliyordu; sıkı sıkıya izlenen bir kundakçı korkusuyla
Koljaiczek'in gelip eleklikleri allına sığındığı vakit, palates yaprağı ateşi başında
anneannemin duymuş olması gereken ekim ayındaki yağmur hışırtısına 270
benzer ezgiyi trampetimden çıkarıyor, ince çapraz bir yağmuru teneke trampetin üzerine
yağdırıyordum; derken göğüs geçirmeler işitiyordum üzerimde, ermişlerin isimlerini
işitiyordum; bunların, anneannemin yağmur altında çömüp, Koljaiczek'in ise kuru yerde
oturarak tuzunu kuruttuğunda işittiği göğüs geçirmelerinin ve ermiş adlarının bir eşi olup
olmadığına karar vermeyi sizlere bırakıyorum.
1939 ağustosunda bir gün Polonya Mahallesi'nin karşısında Jan Bronski'yi beklerken sık
sık anneannemi anımsadım. Belki de şimdi Hedwig Tcyze'yi ziyarete gelmiştir, diye
geçirdim aklımdan. Anneannemin etekliklerinin allında oturarak acımış tereyağı kokusunu
soluyabilme düşüncesi ne kadar çekici de olsa, iki merdiveni tırmanıp üzerindeki plakada
"Jan Bronski" yazan kapının zilini çalmadım. Hem Oskar ne verebilirdi anneannesine?
Trampeti dağılıp dökülmüştü, trampeti konuşturulacak gibi değildi artık, trampeti ekim
ayında palates yaprağı ateşi üzerine incecikten yağan çapraz bir yağmur sesinin nasıl
çıktığını unutmuştu. Annekanncsine giden yol ise o güzsü yağışların gürültülü kulisinden
geçtiği için Ring Caddesi'nde kalıyordu Oskar; zillerini vurarak Hecresangcr'i inip çıkan
hepsi de beş numaralı tramvayların karşıdan gelişlerini seyrediyor ya da önünden geçip
giderlerken arkalarından bakıyordu.
Hâlâjan'ı mı bekliyordum? Çoktan bu işten vazgeçmiştim de, sadece bu vazgeçişim için
henüz uygun bir neden aklıma gelmeyip yerimden kımıldamıyor değil miydim? Uzunca süre
beklemelerin eğitici bir etkisi vardır. Ama beri yandan uzunca beklemeler, bekleyenleri,
bekledikleri karşılaşma sahnesini kafalarında gayel ayrıntılı biçimde canlandırmaya
götürür ki, bu da bekleyen şeyi her türlü sürpriz şansından yoksun bırakır. Ama yine de
benim için bir sürpriz olmuştu Jan'ın gelişi. Jan'ın kendisi beni görmeden, ben onu beni
görmeye hazırlıksız görmek, kırık dökük trampetimi konuşturup onu yanıma çekmek için
güçlü bir istek duyuyor, trampet değnekleri elimin altında hazır olduğum yerde dikilmemi
sürdürerek merakla bekliyordum. Uzun boylu açıkla
271
malarda bulunmak zorunda kalmayayım diye, trampetimi iri iri konuşturup çığlık çığlığa
bırakarak çaresizliğimi açığa vurmak isliyor, kendi kendime şöyle diyordum: Hele beş
tramvay daha, hele üç tramvay daha, hele şu tramvay da geçsin. Korkular içinde
kıvranarak, Bronski ailesinin Jan'ın isteği üzerine Posta İdaresi tarafından Modlin veya
Varşova'ya nakledilmiş olabileceğini zihnimde canlandırdım. Etliğim bütün yeminleri
bozarak bir tramvay daha bekledim; lam evin yolunu tutmak üzere arkama dönmüştüm ki,
geriden biri yakaladı Oskar'i, bir büyük adam gözlerimi elleriyle kapadı.
Gözlerimin üzerinde lüks sabun kokan, lâtif kurulukla yumuşacık erkek elleri, Jan
Bronski'nin ellerini hissciliın.
Jan, ellerini gözlerimden uzaklaştırıp dikkati çekecek kadar yüksek sesle gülerek beni
kendinden yana döndürünce, trampetimi konuşturarak içinde bulunduğum berbat durumu
göz önüne sermenin vakü geçmişti. Dolasıyla, her iki trampet değneğini, benimle arlık bir
ilgilenen bulunmadığından, cepleri saçak saçak olmuş, dizime kadar gelen pislik içindeki
kısa pantolonu kelen askıları alıma sokuşturdum. Ellerim boşla kaldı, yürekler acısı bir
sicimin ucunda sarkan teneke irampelhni havaya kaldırdım, yakınıp sızlanarak kaldırdım
havaya; göz hizasına kadar. Rahip Wiehnke Efendi'nin âyin sırasında kutsanmış ekmeği
havaya kaldırdığı gibi kaldırdım trampetimi ve Rahip Wiehnke Efendi gibi şöyle
diyebilirdim: Bu benim elim, bu benim kanım. Ama en ufak bir şey söylemedim, derisi
yüzülmüş trampetimi havaya kaldırmakla yelindim, sadece kaldırdım trampetimi havaya ve
öyle köklü, mümkünse mucizemsi bir değişim isteğinde bulunmadım; istediğim sadece
trampetimin onarılnıasıydı.
Jan, sese bakılırsa asabî bir zorlamanın eseri olan, yersiz kahkahasını hemen yarıda kesti;
trampetimi gördü, görülmeyecek gibi değildi zaten; sonra bumburuşuk trampetten ayırdığı
gözleriyle benim çil çil ve hâlâ sahici üç yaşındaki çocuk gözlerimi arayıp buldu. İlkin biri
ötekisi gibi hiçbir şey söylemeden iki mavi iristen, irislerdeki pırıltılarla yansılamalardan
ve bir gözün
272
normal olarak anlatacağı şeylerden başka bir şey göremedi gözlerimde; nihayet gözlerimin
sokakta istenildiği kadar raslanan yansımalara ve yansıtmalara hevesli su birikintilerinin
herhangi birinden larksız olduğunu anlayınca, bul ün iyi niyetini ve o anda belleğinde el
atabileceği nesnelerin tümünü bir araya topladı ve benim bir çift gözümde annemin gri
olmasına karşın biçimi benimkilere benzeyen gözlerini bulmaya zorladı kendini; ne de olsa
annemin gözleri yıllar boyu kendisi için lulufkâr ve tutkulu ışıldayıp durmuştu. Ama sanırım
gözlerimde kendi aksini görerek şaşırdı Jan; ancak böyle olması kendisinin babam
sayıldığı, daha doğrusu bana hayal veren kimse olduğu anlamına gelmezdi. Çünkü Jan'ın,
annemin ve benim gözlerimin belirleyici özelliğini aynı said il kurnaz, pırıl pırıl aplalsı bir
güzellik oluşturuyordu ki, bu hemen bütün Bronskilerdc, aynı şekilde Stephan'da ve ondan
biraz daha az belirgin olarak Marga'da, buna karşılık pek açık seçik anneannemle kardeşi
Vinzcnt'te de bulunuyordu. Ama bütün siyah kirpikli mavi gözlülüğüme karşın, kanıma
Koljaiczek'in kundakçı kanından hiç değilse bir nebzenin karışmış olduğu inkâr edilmezdi;
oysa Renli Malzeralh'ı anımsatacak bir özellik bulmak kolay değildi bende.
Trampetimi havaya kaldırıp da bakışlarımı konuşturduğum zaman, kendisine sorsanız, en
iyisi böyle sorulardan kaçmaya bakan Jan çaresiz şöyle cevap verecekti: "Annesi Agnes'in
gözleri bana bakıyor; belki de bakan benim kendi gözlerim; annesiyle beni birbirine
bağlayan o kadar çok ortak özellik vardı ki! Ama Amerika'da bulunan veya denizin dibinde
yalan amcanı Koljaiczek de onun gözlerinden bana bakıyor olabilir. Ancak Matzcralh değil
bana bakan ve o olmadığı da iyi bir şey."
Jan, trampeti elimden alarak evirip çevirdi, orasını burasını tıklattı biraz. Pratik bir adam
olmaktan uzak, bir kurşunkalemi bile doğru dürüst yontamayan Jan, sanki leneke
trampetlerin onarımından anlarmış gibi yaptı; kendisinde pek seyrek rastlanır bir
davranışla bir karar varmış görünerek beni elimden lullu; onun böyle yapışı dikkatimi
çekmişti doğrusu, çünkü trampetin
273
onarılmasının pek acelesi yoktu; benimle Ring Caddcsi'nden karşıya geçti, beni elimden
tutarak Hceresangcr tramvay durağına götürdü; tramvay gelir gelmez, beni de peşinden
çekerek, beş numaralı tramvayın sigara içenlere ayrılmış arka vagonuna bindi.
Oskar sezinlemişti: Kente iniyorduk; Hevelius Meydanı'na varıp Polonya Postanesi'nden
içeri girecek, Oskar'ın trampetinin haftalardır gereksinim duyduğu avandanlık ve ustalıkla
donatılmış Kapıcı Kobyclla'yı bulacaktık.
Tramvayla yapılan bu yolculuk zevkli ve pürüzsüz geçebilirdi; ancak 1939 yılı 1 Eylül
arifesinin akşamıydı.* Arkasına bir römork takmış beş numaralı tramvay, Max Halbe
Mcydanı'ndan başlayarak, Bröscn plaj ve kaplıcalarından dönen yorgun, ama yine de
gürültücü yolcularla tıka basa dolmuş, kente doğru zil vurarak yol almaya başlamıştı.
Trampeti kapıcıya bıraktıktan sonra, kimbilir Cafe Weitzke'de saman çöplü limonata
başında ne nefis bir yaz sonu akşamı geçirecektik. Gelgeldim limanın ağzına,
Weslerplatte'ye karşı "Şilezya" ve "SchleswigHolslein" adındaki iki zırhlı demir atmış ve
gerisinde cephaneliğin bulunduğu kırmızı tuğladan surlara çelik gövdeli döner çift
taretlerini ve kazcmallarını yöneltmişti.
Polonya Postancsi'ndc kapıcı bölmesinin kapısını çalmak ve masum bir çocuk trampetini
onarılmak üzere Kapıcı Kobyella'nın eline teslim etmek ne güzel bir şey olurdu! Ama
postanenin içi, daha aylar öncesinden başlanarak bir savunma durumuna sokulmuş, o ana
kadar kendi halinde insanlar olan postane personeli, memur ve müvezziler Gdingen ve
Oxhoft'lc hafta sonu eğitimlerinden geçirilerek bir kaleyi savunacak bir birliğe
dönüştürülmüştü.
Olivia Kapısı'na yaklaşmıştık. Jan Bronski terliyor, Hindcnburg Ağaçlıklı Yolunun tozlu
yeşiline gözlerini dikmiş bakıyor, uçları allın yaldızlı sigaraların birini yakıp birini
söndürüyor, tutumluluğunun izin verdiği sınırı haydi haydi aşıyordu. Annesiy
* 1 Eylül 1939'da Alman orduları Polonya'ya saldırmıştı. (Ç.N.) 274
|e şezlongla yan yana yatarlarken Oskar, bir iki kez Jan'ı gözetlemiş, o zamanlar da
Jaıı'ın yine terlediğini görmüştü; ama bu bir iki kez sayılmazsa, muhtemel babasına hiç bu
kadar terlerken raslamamışlı.
Zavallı annem öleli hayli zaman olmuştu. Daha ne diye terliyordu Jan? Onun hemen her
durağa yaklaştığımızda tramvaydan inmek isteğini duyduğunu, ama her inmeye
hazırlanışında yanında bulunan beni anımsadığını, benim ve trampetimin kendisini gerisin
geri yerine oturmaya zorladığını görünce anladım ki, Jaıı'ın terlemesi, onun bir devlet
memuru olarak Polonya Postanesi'ni savunması gerektiği içindi; çünkü postaneden kaçmıştı
Jan; ama Ring Caddesi'yle Heeresanger'in yaptığı köşede beni görmüş, memurluk görevine
dönmeye karar vermişti. Ne mcınur, ne de postanenin savunulmasında işe yarayacak biri
olan beni yanı sıra sürüklüyor, öte yandan terleyip sigaralar içiyordu. Neden bir ikinci kez,
soluğu kaçmakla almıyordu sanki! Böyle bir şey yapmak istese, onu bundan kuşkusuz
alıkoymazdım. Nihayet ömrünün en iyi yıllarını yaşıyordu, kırk beşinde bile yoklu henüz.
Gözleri mavi, saçları kahverengiydi; bakımlı elleri titriyordu ve bu kadar yürekler acısı bir
biçimde lerlcmesc, muhtemel babasının yanında oturan Oskar'ın burnuna gelecek koku,
soğuk ter değil, lavanta kokusu olacaktı.
Odun Pazarı'nda tramvaydan inip, Altstadıischcr Graben'dan aşağı yürümeye başladık. Bir
yaz sonu akşamı; yaprak oynamıyor. Saat sekize gelmek üzere; Eski Şclıir'deki* kiliselerin
çanları eskisi gibi gökyüzüne tunçtan bir manzara oturtmuş; güvercin bulutlarını havaya
kaldıran çanların oyunsu müziği: "Serin kabre kadar ayrılma sadakat ve dürüstlükten".
Müzik kulağı okşuyor, nerdeyse ağlamaklı yapıyor insanı, oysa dört bir yanda gülüşmeler
duyuluyordu. Güneşte yanmış çocuklar, tüylü bornozlar, renk renk deniz topları ve yelkenli
gemiler. Kadmlar tramvaylardan iniyor, tramvaylar Glcllkau ve Heubudc plajlarında sudan
yeni
Danzig'ıc bir scmıin adı. (Ç.N.)
275
çıkmış insanları durmadan taşıyıp getiriyordu. Genç kızlar şimdiden mahmur bakışlarla
dillerini oynatıyor, ahududulu dondurmalarını yalıyordu. Derken on beş yaşındaki bir kız
dondurma külahını elinden düşürdü, tam eğilip nefis yiyeceği yerden almak isterken
duraksadı, yerde yavaş yavaş eriyip dağılan serinletici dondurmayı kaldırımın taşlarına ve
arkadan gelenlerin ayaklarmdaki iskarpinlerin pençelerine terkelti; çok geçmeden
büyükler arasına karışacak, arlık sokakla dondurma yalanlayacaktı.
Schneidcrmühle Sokağı'na gelince sola saptık. Hevclius Meydanı'na açılıyordu sokak ve
meydanı yer yer gruplar halinde dikilen SS'ler tutmuştu: Kolları pazıbentli, jandarmalar
gibi karabinalar taşıyan genç delikanlılar ve yaşlı aile reisleri. Meydandan gcçmeyip
etraftan dolaşmak ve Rahn üzerinden postaneye erişmek kolay olmayacaktı. Jan Bronski
SS'lcre doğru yürüdü. Niyeti açıktı: SS'ler kendisini ileriye koyvermeyecck, postaneden
kesinlikle Hevelius Meydanı'nı gözetlemekte olan amirlerinin gözleri önünde onu geri
çevirecekler ve böylece Jan da geriye çevrilmiş bir kahraman olarak az buçuk bir kişilik
kazanacak, kendisini buraya getiren beş numaralı tramvaya allayıp eve dönebilecekti.
Ne var ki, SS'ler meydandan geçmemize ses çıkarmadılar, belki üç yaşındaki bir oğlanı
elinden tutan şık giyimli baym Polonya Posianesi'nc gideceğini akıllarının ucundan
geçirmemişlerdi. Nazikçe, dikkatli olmamızı öğütlediler yalnız. Ancak parmaklıklı bahçe
kapısından geçip postanenin parmaklıklı ana kapısının önüne gelmiştik ki, dur! diye
seslendiler peşimizden. Jan, duraksayarak arkasına döndü. Ama o anda postanenin ağır
kapısı biraz aralanıp bizi hemen içeri aldılar; çok geçmeden Polonya Posianesi'nin tatlı bir
serinlikle dolu gişe salonunda dikilmeye başladık.
Jan Bronski'yi kendi adamları pek de hoş denemeyecek bir şekilde karşıladılar. Ona
güvensizlik duyuyorlardı; öyle görülüyordu ki, çoktan umudu kesmişlerdi kendisinden;
doğrusu Jan'ın. yani Postane Sekreleri'nin ortadan toz olmak islediğinden kuşkulanmış
olduklarını açıkça itiraf etliler. Jan, suçlamaları geri çevirmekte güçlük çekiyor, kimse
kendisini dinlemiyordu. Derken
276
onu alıp götürdüler ve mahzenden kum torbalan çıkarıp gişe mahallindeki pencerelerin
gerisine yerleştirme görevi alınış bir grubun içine katlılar. Kum lorbaları ve benzeri saçma
şeyler pencerelerin önüne yığılıyor, evrak dolapları falan gibi eşyalar, gerekirse hemen
arkasında bir barikat kurulabilmesi için kapının yanına sürülüp getiriliyordu.
Adamın biri benim kim olduğumu anlamak isledi, ama Jan'ın cevabını bekleyecek vakli yoklu
anlaşılan. Herkes sinirli görünüyor, bazen bağırarak, bazen da son derece alçak sesle
konuşuyordu. Trampetim ve trampetimin derdi unutulmuştu âdela. Kendisine bel
bağladığım, karnımın önündeki o hurda yığınına yine eski saygınlığı kazandıracağını
umduğum Kobyella bir türlü ortalarda gözükmüyordu, belki bulunduğumuz salondaki
müvezzi ve gişe memurları gibi o da, kurşun geçirmediği söylenen sıkı sıkıya doldurulmuş
kum torbalarını birinci veya ikinci katta harıl harıl üst üsle yığıyordu. Oskar'ın yanında
oluşu Jan için tatsız bir şeydi. Dolayısıyla, bir ara Doktor Michon adındaki bir adamdan
yapacağı işe ilişkin direktif alırken, ben yanından sıvıştım. Besbelli, postane müdürü olan,
basında bir Polonya çelik miğferi taşıyan adamın gözüne gözükmemeye çalışarak, biraz
aradıktan sonra ilk kata çıkan merdiveni buldum ve yukarıda, koridorun nerdeyse sonunda
büyücek ve penceresiz, içerisinde cephane sandıklan taşıyıp kum torbaları yığan kimselerin
görülmediği bir odayla karşılaştım.
Üzerlerine rengârenk pullar yapıştırılmış mektuplarla dolu tekerlekli sepetler, sıkışık
durumda koridorda duruyordu. Oda alçaktı ve toprak rengi kâğıtlarla kaplıydı duvarlar.
İçerisi hafif lastik kokuyor, tavandan abajursuz bir ampul sarkıyordu. Elektrik düğmesini
aramayacak kadar yorgundu Oskar. Sanki Maria, Sanki Kalharina, Sanki Johann, Sankt
Brigilla, Sanki Barbara, leslis ve Ruhulkudüs kiliselerinin çok uzaklardan gelen çan sesleri
Oskar'ı uyarıyorlar, saal dozu oldu Oskar, yatma zamanı artık, diyorlardı. Dolayısıyla ben
de mektup sepetlerinden birinin 'Çine kıvrıldım yadım, yorgunluktan benim gibi canı çıkmış
trampetimi yanıbaşıma yatırıp uyudum.
277
POLONYA POSTANESİ
Lodz, Lublin, Lwow, Torun, Krakow ve Czestodıova'ya* yollanmayı bekleyen, Lodz, Lublin,
Leinberg, Thorn, Krakau ve Tschcnslochau'dan yollanan mektupların doldurduğu bir
çamaşır sepetinin içinde uyudum. Ama ne Malka Boska Czeslochowka'yı, ne siyah
madonnayı gördüm düşümde; ne Mareşal Pilsudski'nin Krakovv'da saklanan yüreğini
gördüm, ne de Thorn kentine o büyük ününü sağlayan zencefilli çörekleri çıtırdat t im
ağzımda. Benim henüz onarilmamış trampetimi bile düşümde görmedim. Tekerlekli çamaşır
sepetini dolduran mektuplar üzerinde düşsüz yattım ve mektuplar bir yığın halinde üst
üste bulunursa sözde duyulacak o fısıldaşıııaları, fiskosları, gevezelikleri, mahrem
konuşmaları işitmedim. Mektuplar bana hiçbir şey söylemedi, hiçbir yerden mektup
beklediğim yoklu, kimse benim şahsımda bir mektup alıcısı ya da gönderici göremezdi;
haberlerle dolup taşan dünyanın bizzat kendisi olarak bakılabilccek dağ gibi posta yığını
üzerinde antenimi indirmiş, yüce dağları ben yarattım gibi bir edayla uyumuştum.
Pan Lech Milcvvczyk adındaki birinin Varşova'dan DanzigSchlidlilz'dcki yeğenine yazdığı
mektup, yani bin yıllık bir kaplumbağayı bile uykusundan uyandıracak kadar alarm dolu o
mektup olmadı kuşkusuz beni uyandıran; beni ne yakından duyulan makineli lüfek sesleri,
ne Serbest Liman Danzig'te demir
' Polonya'nın Kielce bölgesinde bir kent: Hazreti Meryem'in siyah bir heykelinin bulunduğu
bir hac yeri. (Ç.N.)
278
lemis zırhlıların çift taretlerinden alılan ve uzaktan uzağa gümbürtüleri duyulan mermi
salvoları uyandırdı.
Hani kolaycacık kâğıt üzerine çiziklirilip makineli tüfekler, çift taretler deniyor şimdi.
Ama bir sağanak yağmur, bir dolu serpintisi, ben dünyaya gözlerimi açtığım zaman kopmuş
fırtınaya benzer bir yaz sonu fırtınasının gelip geçişi de olmaz mıydı beni uyandıran?
Alabildiğine bir mahmurluk vardı üzerimde, kafamın içindeki düşüncelerin bir türlü içinden
çıkacak halde değildim ve sesler hâlâ kulaklarımda, bütün mahmur kimseler gibi durumu
tüm çıplaklığıyla niteleyen isabetli bir teşhisle: "İşte ateş başladı!" diye söylendim kendi
kendime.
Çamaşır sepetinden çıkmış, henüz ayaklarımdaki sandallar üzerinde kararsız dikiliyordum
ki, narin trampetini nasıl sağlama alacağını düşünmeye başladı Oskar. Uykusuna barınaktık
etmiş sepetteki mektupların içinde iki eliyle uğraşıp bir çukur açtı; gevşecik üst üsle
yığılmıştı mektuplar, ama beri yandan dişliler gibi birbirine geçmişti; yine de içlerinden
hiçbirini yırtıp atmadı Oskar, büküp buruşturmadı, hele pullarını kullanılmış duruma
sokmadı, hoyratça açmadı söz konusu çukuru; hayır, arap saçı gibi birbirine girmiş
mektupları kollayıp gözeterek birbirinden ayırdım, üzerinde "Poczta Polska" damgası
görülen çoğu mor zardı mektupların, halta kartpostalların hiçbirine zarar gelmemesine
çalışımı; hiçbir zarfın açılmamasına özen gösterdim; çünkü ortada değiştirmediği bir şey
bırakmayan önüne geçilmez olaylara karşın haberleşme mahremiyetine halel gelmemesini
istiyordum.
Makineli tülek ateşi arttıkça, mektup dolu çamaşır sepetindeki huni biçimli oyuk büyüyüp
genişledi. Sonunda yeter bu kadarı dedim, ölümcül hasla trampetimi yeni hazırlanmış tiril
tiril yatağa yatırdım. Dayanıklı duvarlar ören duvarcı ustaları nasıl tuğlaları işlerse, ben de
zarfları birbirine kenetleyerek trampetimin üzerinde üç değil, on değil, yirmi katlı kalın
bir yorgan ördüm.
Şarapnel parçalarından ve mermilerden teneke trampetimi koruyacağını umduğum bu
önlemi tanı almıştım ki, postanenin Hevelius Meydanı'na bakan cephesinde, aşağı yukarı
giriş salo
279
nunun hizasında zırhlı hedeflere karşı kullanılan ilk mermi patladı.
Tuğladan dayanıklı bir kagir yapı olan Polonya Postanesi, SS'lerin önceden sık sık provası
yapılmış bir yıldırım saldırıya geçip, hemen cepheden içeri sızabilecekleri bir gedik açarak,
işi uzatmadan kendisini ele geçirebilecekleri korkusuna kapılmaksızın, bu tür daha bir
yığın mermiyi rahalçacık sineye çekebilirdi.
Jan Bronski'yi aramak üzere, büro olarak kullanılan üç odayla ilk kattaki koridor
tarafından çevrelenmiş emin ve penceresiz bir yer olan Posta Dağılım Salonundan ayrıldım.
Muhtemel babamı ararken, âdeta ondan daha büyük bir istekle harp malulü Kapıcı
Kobyella'yı arıyordum kuşkusuz; çünkü akşam yemeğini Ieda ederek kente, Hevelius
Meydanı'na ve oradan pos'.anaye trampetimin onarımı için gelmiştim. Kobyella'yı
zamanında, yani yüzde yüz beklenen yıldırım saldırısından önce bulamadım mı, iler tutar
yeri kalmamış trampetimin titizlikle onanlıp sağlam bir duruma sokulması işi suya düşerdi.
Dolayısıyla Jan'ı arıyor Oskar, ama kafasından hep Kobyella'yı geçiriyordu. Kollarını
göğsünün üzerinde kavuşturup, birçok defa çini döşemeli uzun koridoru arşınladı. Gerçi
postane binasından açıldığı kuşkusuz tek tük ateşlen, SS'lerin sürekli cephane
harcadıklarını gösteren ateşlerden ayırt edebiliyordu; ama postanedeki tulumlu
silâhendazlar bürolarına çekilmiş, keza zımbalama işi gören silâhlarını bırakarak
postanenin zımba ve damgalarını ellerine almış olmalıydılar. Koridorda muhtemel bir karşı
saldırı için ayakla bekleyen ya da yerde mevzileıımiş yatan bir hazır kuvvet hazırda
görülmüyordu. Sadece Oskar devriye geziyordu ortalıkta, silâluzdı ve pek erken bir sabah
saatinin tarihi olaylara gebe üverlürüyle karşı karşıya bulunuyordu. Ne var ki, altın değildi
bu sabah saatinin ağzında taşıdığı, kursundu*
Postane avlusuna bakan odalarda in cin göremedim, düşünce
* Türk atasözü "erken kalkan yol alır. erken evlenen döl alır" ile aşağı yukarı aynı anlamda
"Moıgensıunde /Gold im Mundo = Sabah saali / laşır ağzında allın" Alman atasözünü telmih.
(Ç.N.)
siz bir davranış olarak değerlendirdim bunu; binanın Schncidernıülıle Sokağı'na bakan
taralının da güven allına alınması gerekirdi. Postane avlusııyla paket yükleme rampasından
sadece tahta bir çitle ayrılmış polis karakolu öyle güzel bir saldırı noktası oluşturuyordu
ki, bu kadarına resimli çocuk kitaplarında rastlanabilirdi ancak. Büroları, laahüllü salonunu,
para müvezzilerinin odasını, muhasebeyi, telgrafhaneyi dolaştım: Hepsi bu odalardaydı.
Zırhtan levhalar ve kum torbalarının gerisinde, yere yıkılmış mobilyaların arkasında
yatıyor, kekeleyerek konuşuyor, âdeta tutumlulukla ateş ediyorlardı.
Odaların çoğunda daha şimdiden kimi pencereler SS'lerin makineli tüfekleriyle tanışmıştı.
Uğranılan zararı şöyle bir gözden geçirdim; huzur içinde, rahat ve derin nefes alınıp
verilebilen barış zamanı elmastan sesimin etkisine dayanamayarak olduğu yere yığılıp
kalmış pencere camlarıyla postanenin kırılıp dökülen camları arasında karşılaştırmalar
yaptım. Eh, benden Polonya Poslancsi'nin savunulmasına bir katkıda bulunmam islenirse, o
ufak lefek ve çakı gibi Dr. Michon, postanesinin mülki amiri olarak değil de askeri amiri
olarak yanıma sokulup sadakat andı içerek beni Polonya hizmetine almaya kalkarsa, sesim
emirlerine amadedir: Polonya için ve Polonya'nın yabansı açan, ama boyuna yemiş verdiği
görülen ekonomisi için Hevelius Meydanı'nı çevreleyen bütün karşı binalarla, Râhmde'ki
evlerin cam pencerelerini, Schneidermühle Sokağı'ndaki cam dizisini, polis karakolunu ve
sesimi her zamankinden daha uzak etkili konuşturarak Aitstâdtischcr Grabcn'm ve
Şövalye Sokağı'nın bütün o temiz pak camlarını birkaç dakika içinde hava ceryanlarına yol
açacak kara kovuklara dönüştürebilirdim. Bu da SS'lcrle durumu seyreden vatandaşlar
arasında panik yaratırdı. Böylelikle pek çok ağır makinelinin yapacağı işi görür, daha
savaşın başında mucizevi silahların varlığına herkesi inandırırdım; ama Polonya
Postanesi'nin kurtarılmasına gelince, yine kurtaramazdım onu.
Ancak postanenin savunulmasında bana başvuran çıkmadı. Müdür, kafasında bir Polonya
çelik miğferi taşıyan Dr. Michon
280
281
adındaki bey, bana sadakat andı falan içirmediği gibi, ben merdivenleri hızla inip de gişe
salonundan içeri dalarak soluğu adamın bacakları arasında alınca, bana Icna bir tokat
patlattı ve bağırarak Polonyaca küfürler savurdu, sonra savunma işleriyle uğraşmaya
koyuldu yeniden; bana da tokatı sineye çekmekten başka yapacak şey kalmadı. Bütün
poslanedekilerin ve nihayet sorumluluğu omuzlarında taşıyan Dr. Michon'un sinirli bir hali
vardı, korkuyordu hepsi de, dolayısıyla davranışları bağışlanabilirdi.
Gişe salonundaki saat, dördü yirmi geçtiğini haber veriyordu. Dördü yirmi bir geceyi
gösterince, çarpışmaların saate bir zarar vermediğine inandım. Saat işliyordu; zamanın bu
serinkanlılığını iyiye mi, yoksa kötüye mi yoracağımı bilemedim bir türlü.
Kesin olan bir şey varsa, ilkin gişe salonunda kalıp Jan'ı ve Kobyella'yı aradım, Dr.
Michon'a görünmemeye çalıştım. Ama ne amcamı bulabildim, ne Kapıcı Kobyella'yı.
Salondaki pencerelerin camlarında hasarlar saptadım, ana kapının yanı başındaki sıvada
çatlaklar ve çirkin oyuklar gördüm ve ilk iki yaralıyı getirirlerken hazır bulundum.
Yaralılardan biri yaşlıca bir adamdı, ağarmış saçları hâlâ titizlikle iki yana ayrılmış
duruyordu, sağ kolunun üst tarafını bir mermi sıyırıp geçmişti; yarası sarılırken heyecanlı
heyecanlı konuşup durdu. Hafif yara, beyaz sargı bezleriyle sarılıp sarmalanmışı) ki
yeniden sıçrayıp kalkacak, silâhına sarılacak ve belli ki kurşun geçirmediği söylenemeyecek
kum torbalarının gerisine kendini alacak oldu. Allah'tan lazla kan kaybının yol açlığı hafif
bir fenalık onu tekrar yere sererek gerekli istirahatı yapmaya zorladı; bu istirahali
yapmadan, kendisi gibi yaşlıca birinin, aldığı bir yaradan az sonra eski gücüne kavuşması
düşünülmeyecek bir şeydi. Ayrıca başında çelik bir miğfer taşıyan, ama sivil giysisinin
mendil cebinden bir mendilin üçgen biçimli ucu görünen, memur kılığında bir şövalye gibi
nazik ve ince bir doktor olup Michon adını taşıyan, dün akşam Jan'ı sıkı bir sorgulamadan
geçirmiş bulunan ellinin üstündeki ufak tefek ve sinirleri sağlam adam da, benzi sararmış
yaşlı bir adam olan yaralıya, Polonya adına serinkanlılığını koruması emrini verdi.
282
İkinci yaralı güçlükle soluyarak bir ot yatak üzerinde yatıyor ve kum torbalarının yanına
varmaya karşı bundan böyle bir istek duymuyordu. Düzenli aralarla yüksek perdeden ve
ulanıp sıkılmadan bağırıyordu, çünkü karın bölgesinden bir kurşun yemişli.
Tam, Oskar kendi aradığı kimseleri bulmak üzere kum torbalarının arkasında yalanlan bir
kez daha gözden geçirmek üzereydi ki, ana kapıyla onun bitişiğine rastlayan iki mermi gişe
salonunda bir şangırtıya yol açtı. Kapının önüne itilmiş dolaplar ansızın kapaklarını açarak
cilt cilt evrak yığınlarını dışarı kustu; havada yaprak yaprak açılıp dağıldı evraklar, derken
gelip çini döşeme üzerine kondu hepsi, döşemenin üzerinde kayarak öyle hesap
pusulalarıyla temasa geldiler, öyle hesap pusulalarının üzerini örttüler ki, gerçek bir
muhasebe işleminde bunlarla tanışmaları olanaksızdı. Artakalmış pencere camlarının da
tuzla buz olduğunu, irili ufaklı sıva kalıntılarının duvarlardan ve tavandan döküldüğünü
söylemek gerekmez sanırını. Derken bir üçüncü yaralıyı sürükleyip alçı ve kireç bulutlan
arasından salonun ortasına getirdiler, ama sonra çelik miğferli Dr. Michon'un emri üzerine
lekrar kendisini alıp birinci kala çıkarmak üzere merdivenleri tırmanmaya koyuldular.
Oskar basamakları oflayıp puflayarak çıkan adamların peşine takıldı; kendisini geriden bir
çağıran, sorguya çeken ve halta az önce Dr. Michon gibi hoyrat ve kaba eliyle beni
tokatlayan çıkmadı. Tabii, Oskar da postane savunucularının ayaklarına dolaşmaktan
kaçınmaya enikonu çaba harcıyordu.
Yavaş yavaş merdiveni geride bırakan adamların peşinden birinci kata çıkınca, korktuğum
başıma geldi: Yaralıyı o penceresiz, dolayısıyla emin bir yer olan Posta Dağılım Salonu'na
soktular; oysa ben, kendim için ayırmıştım burasını. Üstelik ortada yalağa benzer bir şey
bulunmadığından, sepetler içindeki mektupların pek kısa ama yumuşak bir yatak işi
görebileceğini düşündüler. Irampelimi artık yerlerine yollanamayacak mektupların durduğu
bu tekerlekli çamaşır sepetlerinden birine yerleştirdiğim için pişmanlık duymuştum. Bu
vücutları oyulmuş, delik deşik edil
283
iniş müvezzi ve gişe memurlarının kanı, on ya da yirmi kal mektup ve kartpostallar
arasından sızıp trampetimi, onun şimdiye kadar sadece lâkc cila olarak tanıdığı bir renge
boyayacak mıydı? Polonya kanıyla trampetimin ne alıp vereceği vardı! Kendi mendillerini,
beyaz ve kolalı gömleklerini Polonya bayrağının yarı rengi olan kırmızıya boyasalardı ya!
Nihayet söz konusu olan Polonya'ydı, benim trampetim değil. Polonya kaybedecek diye,
Polonya'nın beyaz kırmızı kaybetmesini istiyorlar diye, zaten üzerindeki taze boya
yelerince kuşku uyandıran benim trampetim de mi mahvolsundu?
Yavaş yavaş kafama bir düşünce gelip yerleşmişti: Hiç de Polonya değil, benim yer yer
yumrulmuş trampetimdi söz konusu olan. Memurlara bir simge olarak Polonya yetmemiş,
onları coşturacak bir bayrak gibi Jan, beni kandırıp postaneye getirmişti. Ben geceleyin
tekerlekli mektup sepetinde uyur, ama ne sepetle yuvarlanıp, ne düş görürken, postanenin
nöbel tutan memurları bir parola gibi birbirlerine şöyle fısıldamışlardı: Can çekişen bir
çocuk trampeti bize sığındı. Biz Polonyalıyız, bize sığınan bu çocuk trampetini korumadan
yapamayız. Kaldı ki, İngiltere ve Fransa'nın da bizimle imzalanmış garanti andlaşmaları
var.
Posta Dağılım Salonu'nun açık duran kapısı önünde kalaından geçen bu tür işe yaramaz
soyut düşünceler benim hareket özgürlüğümü kısıtlarken, postane avlusunda ilk makineli
lülek sesleri duyulmaya başladı. Daha önceden sezinlediğim gibi, SS'ler Schneidermühle
Sokağı'ndaki polis karakolundan ilk saldırıya geçmişlerdi. Az sonra hepimiz yere
yuvarlandık; SS'ler posta yükleme rampasının üst tarafındaki paket solununa açılan kapıyı
havaya uçurmuştu; çok geçmeden de paket mahalline girdiler, oradan paket kabul salonuna
daldılar; gişe salonuna giden koridorun kapısı, çoktan açık duruyordu önlerinde.
Yaralı adamı taşıyıp yukarı çıkararak trampetimin saklı bulunduğu mektup sepeti içerisine
yatıranlar, tabanları kaldırdı birden; daha başkaları da onları izledi. Gürültüye bakarak,
zemin kat koridorunda, daha sonra paket salonunda çarpışmaların baş
284
ladığı sonucunu çıkardım. Derken SS'ler geri çekilmek zorunda kaldı.
Oskar, ilkin duraksayarak, sonra daha bir kararlı, Posta Dağılım Salonu'na girdi. Sarıgri
bir yüzü vardı yaralının; dişleri açıkla, gözleri kapalıydı; gözkapaklarımn gerisinde göz
kürelerinin oynadığı görülüyordu. Ama mektup sepetinin kenarından aşağı sarkıyordu başı,
dolayısıyla sepetteki mektupları kirletme tehlikesi azdı. Sepetin içerisine elini
uzatabilmek için ayaklarının üzerinde dikilmek zorunda kaldı Oskar. Adamın kıçı ağır bir
külçe gibi, lam da trampetimin gömülü bulunduğu yere bastırıyordu. Oskar ilkin kollayarak
adamı ve mektupları gözeterek sonra daha sert çekip çekiştirerek sonunda yırtıp
parçalayarak düzinelerle mektubu inildeyip duran adamın altından çıkardı.
Bugün diyebilirim ki trampetimi elimin allında lam hissetmeye başladığını anda adamlar
dolu dizgin merdivenden çıktılar, koridoru geçerek geldiler; SS'lcri pakel mahalinden
püskürtmüş dönüyorlardı'. Zaferi kazanmışlardı şimdilik, gülüştüklerini işitiyordum.
Kapının yanı başındaki bir mektup sepetinin arkasına sindim; adamlar doğru yaralının
yanına geldiler; ilkin yüksek sesle konuşup ellerini kollarını oynatarak sonra alçak
perdeden küfürler savurarak, sepet içinde yalan adamın yarasını sardılar.
Birden, gişe salonu hizasından binaya iki tanksavar mermisi isabet elli, ardından iki iane
daha; ansızın sessizleşti ortalık. Serbest Liman'da, Wesierplalie karşısında demirlemiş
savaş gemilerinin ateş salvoları iyi yürekli homurdanıp duruyor, düzenli aralarla uzaktan
uzağa gümbürdüyordu; ama insan zamanla alışıyordu sese.
Yaralının başındaki adamların gözüne görünmeden, trampetimi yüzüstü bırakıp, Posta
Dağıtım Salonu'ndan sıvıştım; yeniden amcam ve muhtemel babam Jan'ı ve bu arada Kapıcı
Kobyella'yı aramaya koyuldum.
İkinci katta Postane Başsckreteri Naczelnik'e ayrılan daire bulunuyordu; galiba Naczclnik
zamanında davranıp ailesini Brom
285
berg ya da Varşova'ya taşımıştı. İlkin postanenin avlusuna bakan birkaç depoyu aradım,
sonra Jan'ı Naczelnik ailesine ayrılmış dairenin çocuk odasında ele geçirdim.
İç açıcı aydınlık bir oda; maalesef kimi yerleri serseri kurşunlarla zedelenmiş güler yüzlü
duvar kâğıtları. Barış zamanı olsa insan iki pencerenin arkasına geçip Hevelius Meydam'nı
seyreder, gönlünü eğlendirirdi. Henüz sapasağlam duran salıncak bir at, bir sürü top,
devrilmiş atlı ve yaya askerlerle dolu bir şövalye kalesi, içinde demiryolları ve minyatür
marşandizlerle kapağı havaya kalkmış bir karton kutu; kimi az, kimi çok örselenmiş bir
hayli bebek, dağınık bebek odaları; kısaca bir oyuncak furyası, Naczelnik'in biri kız, biri
oğlan, iyice şımartılmış iki çocuk babası olduğunu ele veriyordu. Yumurcaklar ne iyi
Varşova'ya nakledilmişti de, örneklerini Bronski ailesinde gördüğüm böyle iki şımarık
kardeşle yüzyüzc gelmekten kurtulmuştum. Kurşun asker dolu çocuk cennetinden
ayrıldığına Postane Başsekrcteri'niu oğlunun ne çok üzülmüş olacağını hafif bir özlem
duygusuyla geçirdim içimden; belki ilerde Modlin Kalesi için yapılacak çarpışmalarda
Polonya süvarisini takviye etmek için, birkaç oyuncak Ulan süvarisini de pantolonunun
cebine tıkıştırıp beraberinde
götürmüştü.
Oskar, kurşun askerlerden (azla bahsediyor ama, yine de şunu itiraf etmeden
duramayacak: Oyuncakların, resimli çocuk kitaplarının ve topluca oynanan oyunların
bulunduğu bir de etajer vardı odada ve en üst gözünde dizi dizi çalgılar görülüyordu. Bal
sarısı bir trompet, çarpışmalara ayak uyduran bir binaya mermi isabet ellikçe çın çın ölen
bir çıngırağın yanı başında suskun duruyordu. Etajerin sağında, kenara doğru, rengârenk
bir armonika eğik durumda boylu boyunca uzanmıştı. Anne ve babanın, evlâtlarına sahici
dörl keman leliyle donatılmış sahici küçük bir kemanı armağan edecek kadar akıllarından
zorları varmış anlaşılan. Kemanın yanı başında, sapasağlam beyaz yüzü görünen ve tabladan
birkaç oyuncak küple çevresi sarılarak yuvarlanıp giimesi önlenmiş bulunan, isler inanın,
ister inanmayın, beyaz ve kırmı
286
zı bir trampet yer alıyordu.
Trampeti kendi gücümle yukardan indirmeye kalkmadım. Uzanacağı yerin sınırlı olduğundan
haberi vardı Oskar'ın; cüceliğinin kendisini çaresiz bıraktığı yerlerde büyüklere
başvurabilir, onlardan ricalarda bulunabilirdi.
Jan Bronşki ile Kobyella, döşemeye kadar inen pencerelerin alttan yaklaşık üçte bir
hizasına çıkacak kadar üst üsle yığılmış kum torbalarının gerisindeydi. Kobyella, Jan'ın
sağına yatmıştı; Oskar, Kobyella'nın kan tüküren yaralının allında kalıp kuşkusuz giderek
daha çok ezilen trampetini adamın allından çıkarıp onaracak zamanı bulunmadığını hemen
anlamıştı; çünkü başını kaşıyacak vakti yoklu Kobyella'nın, kum torbaları arasındaki bir
açıklıktan tüfeğini uzatmış, Hevelius Meydanı üzerinden Schneidermühle Sokağı'mn
köşesine doğru düzenli aralarla ateş ediyordu; buraya, Radaunc Köprüsü'nün hemen önüne
bir tanksavar topu gelip yerleşmişti.
Jan tortop olmuş, başım saklamış, titreyip duruyordu. Kireç ve kumla pislenmiş koyu gri
giysisinden tanımıştım kendisini. Ayaklarındaki aynı şekilde gri iskarpinlerden sağdakinin
bağı çözülmüştü; eğilerek çözülen bağı bağladım, bir fiyong yaptım. İpi biraz çekince Jan
irkildi ve (azla mavi iki gözünü sol kolunun dirsek altından ileri doğru uzatarak, akıl almaz
ölçüde mavi ve sulu bakışlarla beni süzdü. Oskar şöyle bir gözden geçirince, amcasının
yaralı olmadığına güven getirdi; ama yine de için için ağlıyor Jan, çünkü korkuyordu. Ben
onun sızlanmasını larkclmezden gelip, Başsekrcter Naczclnik'in başka bir yere nakledilmiş
oğlunun trampetini gösterdim, açık seçik jestlerle, son derece dikkatli davranıp çocuk
odasındaki kurşun tutmayan yerlerden giderek etajere yaklaşmasını ve teneke trampeti
raftan indirip bana vermesini isledim kendisinden. Amcam beni anlamadı, benim muhtemel
babam anlamadı beni; zavallı annemin sevgilisi kendi korkusuyla öylesine meşgul ve doluydu
ki, benim ondan yardım isteyen jestlerim korkusunu daha da artırmıştı kuşkusuz. Hani
Oskar bağırarak derdini anlatabilirdi, ama tüfeğinden başka bir
2X7
şeye kulak asmayan Kobyella'nın kendisini odada görmesinden çekindi.
Böylece Jan'ın soluna, kum torbalarının gerisine uzandım; aşinası bulunduğum
serinkanlılığın bir parçasını mutsuz ve muhtemel babama aktarabilmek için, vücudumla
vücuduna dokundum. Az sonra gerçekten biraz sakinleşmiş buldum Jan'ı; düzenli olarak
sesli sesli soluyuşum, nabız atışlarında az çok bir düzen sağlamıştı. Ama başını ilkin yavaş
ve yumuşak, sonra kesin ve sert, oyuncaktan geçilmeyen tahta etajere doğru döndürmeye
çalışıp, kuşkusuz vaktinden önce, dikkatini bir ikinci kez Naczelnik'in oğlunun teneke
trampetine çekmeme karşın, yine beni anlamadı Jan. Alttan yukarı doğru yürüyerek
vücudunu ele geçirip, yukarıdan aşağı gerisin geri inen korku, aşağıda, belki de içi keçeli
ayakkabıların tabanlarında öylesine bir direnişle karşılaşıyordu ki, tabanları kaldırıp
kendini dışarı atmak isliyor, sonra ters yüz edip mide, dalak ve karaciğer üzerinden
kaçmaya başlıyor ve Jan'ın zavallı kafasına gelip buraya öylesine yuvalanıyordu ki, Jan'ın
mavi gözleri öne fırlıyor ve gözlerin aklarında, Oskar'ın daha önce muhtemel babasının göz
kürelerinde görmediği iç içe dolaşmış damarcıkları açığa çıkarıyordu.
Amcamın göz kürelerinin yeniden içeri çekilmesini sağlamak, kalbini biraz hale yola
koymak, epey zaman ve zahmete maloldu bana. Ama estetik hizmetindeki tüm çabalarım
SS'lcrin orta çaptaki bir sahra lopunu savaşa sokmaları üzerine boşa gitti; SS'ler
dürbünlerle bakarak sahra topuyla direkt alışa geçmiş, postane önündeki demir çili yere
sermişler, binanın uığla örgüsünün içine serpiştirilmiş direkleri birer birer, hayran
olunacak bir dakiklikle ve yüksek bir eğilim seviyesini açığa vurarak pes ettirip, sonunda
binayı ve onu çeviren demir kafesi kesinlikle dize gelmeye zorlamışlardı. Zavallı amcam on
beş ilâ yirmi direğin birer birer çöküşünü bütün bedeni ve ruhuyla öylesine içten yaşadı ki,
sanki yerle bir edilen yalnız direkler olmamış, onlarla beraber, onların üzerinde dikili
duran, amcamın aşinası bulunduğu ve kendisi için hayali önem taşıyan hayal ürünü lanrı
heykelleri de
288
birer birer yıkılıp gilınişıi.
Sahra topunun mermilerinden binaya isabet eden oldukça, amcanını bunu, daha bilinçli ve
ustalıklı atılsa, benim camların canına okuyan çığlığımın üstünlüğüne ancak erişecek tiz bir
çığlıkla karşılayışını ancak böyle açıklamak mümkün. Gerçi Jan ateşli bir şekilde
bağırıyordu, ama plansızdı bağırışı ve sonunda bu bağırış Kobyella'nın o kemikli ve sakal
vücuduyla kendini kaldırıp bizden tarala atmasına yolaçlı. Kobyclla, gözleri kirpiksiz o sıska
kuş başını kaldırıp sulu gri gözbcbcklcrini üzerimizde gezdirdi. İnildeyen Jan'ı tutup
silkeledi, gömleğini açarak vücudunda bir yara var mı diye baktı hani ncrcleyse gülmeden
duramıyordum—, ama en ulak bir yara izi göremeyince Jan'ı sırt üstü yatırıp çenesini
tullu, salladı, küıürdelti Jan'ın çenesini, sulu ve gri çakıp sönen gözlerini Jan'ın mavi
Bronski gözlerine dikti, Polonyaca ve yüzüne tükürükler saçarak küfürler savurdu Jan'a ve
nihayet yerden tüfeğini alıp ona altı; amcam, kendisine ayrılan atış mazgalı önünde
bıraktığı tüfeğini hiç daha kullanmamış, henüz emniyet mandalını bile açmamıştı. Tüfeğin
dipçiği, kuru bir ses çıkartarak Jan'ın sol diz kapağına vurdu. Bütün ruhsal acılardan sonra
böyle ilk kez hissettiği liziki bir acı Jan'a iyi gelmişti anlaşılan, çünkü atılan tüleği tullu;
madeni kısımların soğukluğunu ilkin parmaklarında, daha sonra kanında duyunca bir an
iıkilirgibi yapiı. ama derken Kobyella'nın küfürleri ve cesaret veren kandırıcı sözleriyle
kendisine ayrılmış alış mazgalına doğru sürünerek ilerlemeye başladı.
Muhtemel babamın savaş konusunda o kadar isabetli, bütün o yumuşak ve zengin hayal
gücüne karşın o kadar gerçekçi bir likri vardı ki, durumun gerektiği gibi kavranılamaclığını
açığa vuran bir kahramanlık göstermesi güç, hatla imkânsızdı. Dolayısıyla, kendisine ayrılan
mazgaldan ateş alanını görüp işe yarar bir hedef Geçmeksizin, vücudundan hayli ilerde
eğik tuttuğu tüfeği Hevelius Meydanı'ndaki evlerin çalıları üzerine çevirerek, çabuk çabuk
vc körü körüne mermilerini yakıp tüketti ve sonra yine sürünerek, elleri boş, kum
torbalarının gerisine çekildi. Jan'ın gizlendiği
289
yerden kapıcıya yolladığı bakışlar, okul ödevlerini yapmamış bir öğrencinin, mahcup ve
somurtkan, suçunu iliral edişine benziyordu. Kobyclla, birkaç kez alt çenesini oyııallıklan
sonra gülmeye başladı; sanki arkası gelmeyecek gibiydi gülmesinin, ama birden korkutucu
bir şekilde gülmeyi kesti, postanenin sekreteri olarak kendi amiri durumundaki Jan
Bronski'nin incik kemiğine üç dört lekme savurdu; lam toparlanmış, o biçinısiz ortopedik
ayakkabısını Jan'ın böğrüne indirmeye hazırlanıyordu ki, makineli lülek ateşi çocuk
odasının geri kalan üst camlarını bir bir dolaşıp tavanın altını üstüne getirince, ayağını
çckli geriye, kendini yere alarak tüfeğinin arkasına geçti, Jan'la oyalanarak kaybettiği
zamanı gidermek isler gibi suratını astı, acele mermi üzerine mermi yağdırmaya başladı;
hani bütün bu mermileri de İkinci Dünya Savaşı'nda harcanan cephane içine katmak
gerekiyor.
Acaba Kapıcı Kobyella beni görmemiş iniydi? Bütün harp malullerinin insanda saygı
uyandırdığı gibi, genellikle pek sert ve yanma yaklaşılmaz bir adam olan Kobyclla, havası
kurşunlu bu esintili odada kalmama ses çıkarmamıştı. Acaba Kobyclla'nm, burası nihayet
bir çocuk odası, dolayısıyla Oskar da burada kalabilir ve çarpışmalar arasındaki molalarda
burada oynayabilir gibi bir düşünce mi geçmişti kalasından?
Ne kadar bir süre yerde yatıp kaldık, bilmiyorum; Jan ile odanın sol duvarı arasmdaydım
ben, ikimiz de kum torbalarının gerisindeydik; Kobyella ise tüleğinin arkasında yalıyor, iki
kişinin yerine aleş ediyordu. Aşağı yukarı saat ona doğru ateş elindi. Ortalık öylesine
sessizleşli ki, sineklerin vızıltısını işitmeye başladım. Hcvclius Meydam'ndan doğru
kulağıma sesler geliyor, verilen komutları işitiyor, ara sıra limanda demirlemiş savaş
gemilerindeki lopların boğuk gümbürtüsünü duyuyordum. Açıkla bulutlu arasında değişen
bir eylül günü; güneş, fırçasıyla dört bir yanı sarı yaldıza boyuyordu; bir soluk kadar
inceydi her şey; ama yine de bir duyarsızlık içindeydi. Pek yakında on beşinci doğum
günümü kutlayacaktım. Her yılın eylül ayında olduğu gibi yine bir teneke trampete
kavuşmayı diliyor, ondan başka bir şey dü
290
sunmuyordum; bu dünyadaki bütün diğer hazinelere senin olsun deyip, aklımda sadece
bcyazkırmızı lake bir teneke trampet yaşatıp başka bir şeye yer vermiyordum.
Jan'da hiçbir kımıldama yoklu. Kobyclla öylesine düzenli soluyordu ki, Oskar, nihayet
kahramanlar da içinde olmak üzere bütün insanların vücudu zindcleşlircn bir şekerlemeye
gereksinim duyduklarını ve bu yüzden Kobyella'nm da kısa savaş molasından yararlanarak
ufak bir şekerleme yaptığını sandı. Gözünü hiç uyku Ilıtmayan bir ben vardım ve ben
yaştakilerin bütün amansızlığıyla trampet peşindeydim. Hani sessizlik bir yandan büyüyüp,
yazdan yorgun düşmüş bir sineğin vızıltısı yavaş yavaş kesilirken, Naczelnik'in oğlunun
trampeti yine aklıma gelmişti de, onun için değildi: Oskar çarpışmalar sırasında, savaşın
gürültüsü dört bir yanında dalgalanırken bile gözden uzak tutmamıştı bu trampeti. Ama
şimdi trampeti ele geçirmek için ortada fırsat görüyordum ve kakımdaki bütün düşünceler
bana bu fırsatı kaçırmamamı söylüyordu.
Oskar, yavaş savaş doğruldu; cam parçalarından kendini kollayarak usulca, ama gözünü
hedeflen ayırmaksızm oyuncağın bulunduğu tahta etajere yöneldi; daha etajere
varmamışken, zihninde, küçük bir çocuk iskemlesinin üzerine, çocukların evler, binalar
kurmakla kullandıkları tahta küpleri yığıp bir temel yaptı, onu gıcır gıcır bir trampetin
sahibi kılmaya yetecek kadar yüksek ve güvenilir bir temci; ama birden Kobyella'nm sesi
ve onun kuru kapıcı elleri arkamdan yetişti. Umutsuzluk içinde, pek yakınçağımızda duran
Irampeti gösterdim. Kobyella beni tutup geri çekti. Ben her iki kolumu uzatıp trampeti
istedim. Bir ara harp malulü duraksar gibi oklu, lam yukarı uzanmak, beni mutlu kılmak
üzereydi ki, makineli tüfek mermileri odadan içeri dolmaya başladı, binanın ana kapısı
önünde tanksavar mermileri patladı. Kobyella beni tutup odanın bir köşesine. Jan'ın
yambaşma savurdu, tekrar kendini yere alıp tüfeğinin arkasına geçti; o, tüfeğine ikinci
defa mermi sürerken, benim gözlerim hâlâ teneke lıampeltevdi.
291
r
Yerde uzanmış yalıyordu Oskar; mavi gözlü amcam Jan Broııski'yc gelince, tanı hedefe
varmama ramak kalmışken, topallayan bacağı ve kirpiksiz gözlerinin sulu bakışıyla kuş
kalalı Kobyella beni kenara savurup odanın köşesine, kum torbalarının gerisine yatırdığı
zaman kılını bile kıpırdatmamıştı. Hani Oskar ağlıyor falan değildi. Yüreğimde bir öfke
giderek kabarıp büyümeye başlamıştı; içimde semiz, beyazmavimsi, gözsüz kurtlar
çoğalıyor, kendilerine uygun bir leş arıyordu: Polonya'dan bana neydi? Polonya da ne
oluyordu? Onların süvarileri vardı. Süvarileri atlasalardı ya atlarına! Ama onlar
lıamfcndileriıı ellerini öpüyor, ama bir hamfendinin yorgun parmaklarını değil de, bir sabra
lopunun makyajsız namlusunu öptüklerini ancak iş işten geçlikten sonra fark ediyorlardı.
Ve birden Krupp soyundan gelen lıamfcndi içini boşaltmaya başlıyordu. Dudaklarını
şaklatıyor, sinemaların dünya haberlerindekine savaş gürültülerine kötü bir biçimde bile
olsa öykünüyor, paralayın tatsız bonbonlarını postanenin ana kapısına fırlatıyor, binada
kendisine bir gedik açmak istiyor, açıyor ve gişe salonumla açılan gedikten içeri giriyor,
bundan böyle kimseyi yukarı koyverip aşağı bırakmamak için merdivenleri Uılııyordıı. Sonra
iıamlcndiııiıı makineli lülekler gerisindeki maiyeti ve üzerlerine "Ostmark" ile "Sudeteland"
gibi güzel güzel isimler yazılmış zırhlı gözetleme arabaları bir türlü doymak bilmiyor,
zırhtan ve gözetleyerek, postanenin önünde takur lukur kol geziyorlardı; sanki kültür ve
sanat meraklısı iki hamlendiydiler de. bir sarayı gezmek istiyorlar, gelgeldim saray henüz
açılmamış bulunuyordu. Bu ise bir an önce içeri girmeyi arzulayan şımarık lıamlendilcrin
sabırsızlığını artırıyor ve onları sarayın dışarıdan görülebilen bütün odalarına kurşun grisi
keskin bakışlar yollamaya zorluyor, böylelikle saray muhafızlarının terleyip üşümelerine ve
bunalmalarına yol açıyorlardı.
Zırhlı gözetleme arabalarından biri — Oslmark'lı galiba adıŞövalye Sokağı'ııclan gelerek
yine postane üzerine yürümek istiyordu ki epeydir cansız gibi duran amcam Jan, sağ
bacağını kaldırıp ateş mazgalının önüne tuttu; gözetleme arabası, gözetleme
292
yaparken bakarsın bacağına da ateş eder umuduyla yapmıştı bunu. Belki de bir kurşunun
insala gelerek baldırını ya da topuğunu sıyırıp geçeceğini ve askerlerin abartmalı bir
topallamayla ateş hatlından geri çekilmesine imkân veren o yarayı açacağını ummuştu.
Bacağını aralıksız havaya kalkık durumda tutmakjan Bronski için zahmetli bir isti: zaman
zaman bu davranışından ister islemez vazgeçiyordu. Ancak sırt üslü döndüğünde, bacağını
iki elivle diz kısmından destekleyip baldırlaı ıvla topuğunu daha uzun bir süre ve daha çok
bir başarı umuduyla serseri mermilere ve özellikle lıedcle yollanacak kurşunlara peşkeş
çekecek gücü buldu.
jan'ı o zaman ne kadar çok anlamışsam ve hatla bugün ne kadar çok anlıyorsam, kendi amiri
olan Posia Sekreteri amcamı bu yürekler acısı ve umutsuz durumda gören Kobyella'nm o
zamanki öfkesini de gene öyle doğal karşılamıştım. Kapıcı Kobyella, sıçradığı gibi
yerinden kalkmış, ikinci bir sıçrayışla yanımıza gelmiş, elini uzatıp yerdeki külçesi
yakalamış, külce halindeki Jan'ı kavramış, bütün külçeyi kaldırıp sonra tekrar yere
fırlatmıştı; sonra yeniden yakalamış, külçenin orasını burasını çalırdalıp külürdelmis, sağ
iaralian luıup sol tarafa veriştirmiş, sağ elini kaldırıp yapıştırmış, soluyla külçeyi bırakmış,
ama havadayken tekrar yakalamıştı; bu kez sağ ve sol ellerinin ikisini birden yumruk yapıp
tam Jatı'm üzerine indirecekken. Jaıı'a. benim muhtemel babama vuracakken, bir şangırtı
olmuş, sanki melekler Tanrı'}1! ululamak iciıı bu şargırlıyı çıkarmışlar, sanki radyonun
içinden gökyüzü şarkı söylemeye başlamıştı. Jaıı'a değil, Kobyella'ya isabet etmişti mermi;
bir mermi büyük bir şaka yapmış, bu şakaya güle güle kırılmış kiremitler, kırıklar güle güle
toz, sıvalar güle güle un olmuş, tahtalar kendilerini parçalayacak baltaya kavuşmuş, bütün
o gülünç çocuk odası tek ayak üzerinde sekmeye başlamış, Kathe Kruse bebekleri patlayıp
çatlamış, salıncaklı at, tabanları kaldırmış ve içinden, alı üzerimde bir binici olsaydı da
fırlatıp alsaydım yere diye geçirmiş belki, derken Marklin İnşa
293
Kııluları'ııda* konslı üksiyon bozuklukları olduğu anlaşılmış ve Polonya Süvarileri gelip bir
anda odanın dört bir köşesini ellerine geçirmişti. Sonunda oyuncakların bulunduğu etajer
devrilmiş, çıngıraklar çalarak Paskalya'nın geldiğini müjdelemiş, armonika marş marş diye
sesini yükseltmiş, borazan, bilmem kimin için bir şeyler liflemiş, hepsi de aynı zamanda
seslerini duyurmuştu. Prova halinde bir orkestraydı sanki: Haykırmalar, bağırmalar,
kişnemeler, çın çın ölmeler, sangırdayarak kırılıp dökülmeler, çatlayıp patlamalar,
gıcırdamalar ve çığlıklar; çok yüksekte ötmüş mermi, ama yine de döşemeleri oyup
geçmişti. Mermi odaya isabet ettiği zaman, çocuk odasının meleklcrce korunan köşesinde,
pencere altında bulunan benim payıma teneke trampet düşmüştü. Üskar'm yeni trampeti;
bir tek deliği bile yoktu, sadece lake yüzeyinin bir iki yeri çatlamıştı, o kadar.
Yeni ele geçirdiğim, âdela kendiliğinden yuvarlanıp gelerek ansızın önümde beliriveren
trampetten basımı kaldırınca, Jan'a yardım etmek gerektiğini gördüm; Kobyella'nm ağır
vücudunu kendi vücudundan bir türlü uzaklaştıramıyordu Jan. îlkin merminin amcama da
isabet etliğini sandım; çünkü pek doğal denecek biçimde inildeyip duruyordu. Gene öyle
doğal biçimde inildeyen Kobyella'yı nilıaycı yuvarlayıp bir kenara alınca. Jaıı'ın
vücudundaki yara berenin pek önemli olmadığı anlaşıldı; cam parçacıkları sağ yanağını ve
bir elinin arka yüzünü çizmişti, o kadar. Acele bir karşılaştırma sonunda gördüm ki, benim
muhtemel babamın kanı, Kapıcı Kobyclla'ıım kanından daha acık renklcydi; kapıcının
bacaklarının üst kısımlarında, pantolon. ıslanıp koyu bir renk almıştı.
Peki ama, Jan'm o zarif gri ceketini kim parçalayıp tersine çevirmişti, anlamak mümkün
olmadı. Kobyella mı yapmıştı bunu, yoksa mermi mi? Omuzları lena halde hırpalanmıştı
ceketin; as
* Marklin I i rinası taralından çocuklar iciıı yapılan oyuncaklar; parçalar halinde olup,
çocuklar bu parçaları bir araya getirerek şemada gösterilen oyuncakları kurup çatarlar.
(Ç.NJ
294
tan çıkmış, düğmeleri kopmuş, dikişleri patlamış ve cepleri tersine çevrilmişti.
Benim yardımımla Kobyella'yı çocuk odasından çıkarmadan, hoyrat bir fırtınanın
celilerinden dışarı savurduğu öteberileri bir araya toplamaya çalışan zavallı amcam Jan'ın
bu davranışını hoş karşılamanızı rica ederim. Tarağını, sevdiği kadınların resimlerini zavallı
annemin belden yukarı bir resmi de bunlar arasındaydı yine arayıp bulmuştu amcam; para
çantası açılmamıştı bile. Koruyucu kum torbalarının bir kısmını mermi süpürüp gittiği için,
odada çok uzaklara kadar savrulan skal kartlarını tek başına bir araya toplaması güç ve
tehlikeliydi; çünkü amcam oluz iki kartın otuz ikisini yeniden ele geçirmek isliyordu; otuz
ikinci kartı göremeyince bir mutsuzluğa kapıldı; Oskar, harap olmuş iki bebek odası
arasında bulup kendisine uzatır uzatmaz, karim maça yedilisi olmasına aldırmayarak
gülümsedi.
Jan'ın çocuk odasından sürüyerek nihayet koridora çıkardığı Kapıcı Kobyella, amcamın
anlayabileceği birkaç söz konuşacak kadar kendini toparlamıştı: "Var mı bir şey?" diye
sordu endişeli bir tonla. Jan. elini Kobyella'nın pantolonundan içeri daldırdı, Kobyella'nm
yaslı erkek bacakları arasına soktu; elinin kanla dolması üzerine, evet der gibi basını
salladı.
Ne kadar mutluyuz hepimiz de: Kobyella, artık gururlanmaya devam edebilirdi; Jan maça
yedilisi de içinde olmak üzere bütün iskambil kâğıtlarına kavuşmuş, Oskar ise yeni bir
trampet ele geçirmişti. Kan kavlimin halsizlcştirdiği Kobyella, Jan vc Viktor Weluhn
adında biri tarafından aşağı kattaki Posta Dağıtım Salonu'na indirilirken, trampeti her
adımda dizine vuruyordu Oskar'ın.
295
İSKAMBİLDEN EV
Kaybettiği kan fazlalaşmasına karşın ağırlığı gittikçe arlan Kapıcı Kobyella'nm laşmmasına
Viktor Wekihn yardım etti. 1leri derecede miyop Viktor Weluhn'un gözünde gözlük vardı o
zamanlar; dolayısıyla, merdivenlerin taş basamaklarını çıkarken sendelemiyordu. Miyop bir
kimse için ne kadar inanılmaz görünürse görünsün, isi nıüvczzilikti Viklor'un. Bugün
kendisinden söz açıldıkça zavallı Viktor eliyorum. Nasıl annem, liman önündeki dalgakırana
ailece yaptığımız bir gezinin sonunda zavallı annem olmuşsa. Müvezzi Viktor da gözlüğünü
kaybederek hani başka nedenlerde bunda rol oynamıştı kuskusuz—zavallı gözlüksüz Viktor
olmuştu. Ziyaret günleri: "Zavallı Yikioı'u gördün mü?" dive soruyorum dostum Viülar'a.
Ama Fliııgcrn'lc Cerreslıeim arasındaki ilerde söz konusu edilecek o tramvay
yolculuğumuzdan sonra kayıplara karıştı Viktor, inşallah peşine düşmüş dedeklillcr boşuna
ararlar da kendisini, bulamazlar: inşallah Viktor bu arada kaybolan gözlüğüne kavuşmuş ya
da kendisine uygun bir başka gözlük ele geçirmiştir de. v ine bir zaman olduğu gibi, bu kez
Polonya'nın değilse bile Federal Almanya'nın posta hizmetinde, miyop gözünde gözlük,
renk renk makbuzlar ve çil çil paralarla insanlara mutluluk dağıtmakladır.
Kobyella'yı sol taralından tutmakta olan Jan: "Fena durum, değil mi?" diye söylendi
soluyarak.
"Ya bir de ingilizler, Fransızlar yetişmezse, o zaman halimiz
296
nasıl olacak, kimbilir!"
"Ama gelirler muhakkak RydzSmigly daha dün dedi ki radyoda: Bize verilmiş bir garanti
var, savaş pallar patlamaz bütün Fransa yckvücul olarak Polonya'nın yanında yer alacaktır."
Cümlesini bitirinceye kadar güven duygusunu korumakla güçlük çekti Jan; çünkü sırı kısmı
çizilmiş elinden sızan kanın manzarası, Polonya Fransız garanti andlaşmasına karşı içinde
bir kuskunun doğmasına yol açınasa da, bütün Fransa Siegfried Haiti'ni aşıp yckvücul
olarak Polonya'nın yanında ver alıncaya kadar kendisinin kan kaybından ölüp gidebileceği
korkusunu uyandırmıştı içinde.
"Muhakkak yola çıkmıştır Fransızlar. İngiliz filosuna gelince, daha şimdiden Ballık
Denizi'ndc volta atıyor." Viktor Weluhn, konuşurken yankısı uzun zaman sürüp gidecek
oturaklı deyimler kullanmayı seviyordu; merdivende durdu bir ara: sağ kolunda kapıcının
kurşunlanmış vücudunun ağırlığı, sol elini tıpkı bir liyalrodayınış gibi havaya savurup beş
parmağının beşini de konuşturarak: "F, haydi gelsenize, sizi mağrur İngilizler!" diye
söylendi,
Jan Bronski'yle Viklor VVeluhn tekrar tekrar Polonya Fransız İngiliz ilişkilerini söz
konusu ederek Kohyella'yı yavaş yavaş sahra lıaslanesine götürürlerken. Bayan Grclchen
Schelllcr'in kitaplarında bu ilişkiler üzerine okuduklarını kafasından geçirdi, Oskar.
Kevser'in 'Danzig Tarihi" atili kitabında şunlar yazılıydı: "1870 ] 871 Alman Fransız
savaşında 1870 yılının 21 Ağuslos'unuıı öğle sonrası dört Fransız savaş gemisi Danzig
limanına girdi; kovda volta alarak loplarının namlularını rıhtımla kent üzerine yöneltti: ama
bir sonraki gece Kaplan Vvcickmann kumandasındaki Nymplıc adındaki korvet, Pulzigcr
Wiek'te demirlemiş filoyu çekilip gitmeye zorladı."
Birinci kattaki Posta Dağılım Salonu'na varmadan az önce, doğruluğu ilerde anlaşılan şu
görüşe ver verdim kafamda: Simdi Polonya Postanesi ve bütün Polonya ovası saldırıya
uğraıken, İngilizlerin Anavatan filosu lskoçya'nın kuzeyindeki liyorıların bi
297
rinde az çok güvenlik içinde yalıyor; Fransa'nın büyük ordusuna gelince, henüz öğle
yemeğini yiyor ve Majino Haiti'nin ön kesimlerinde birkaç kesil eyleminde bulunarak
Polonya Fransız garanti andlaşınasııım gereğini yerine getirdiğine inanıyor.
Posla Dağılım Salonu'nun ve seyyar hastanenin önünde Dr. Michoıı karşıladı bizi; hâlâ
basında çelik miğfer duruyor, süs için çekelinin üsl cebine yerleştirdiği mendilin ucu
görünüyordu; yanında Varşova'dan gönderilmiş Konrad adında bir temsilci vardı. Hemen
Jan Broııski'nin korkusu, bütün değişik nüanslarıyla ortaya çıktı. Jaıı Hronski, en ağır
yaralardan birini alınış bir insan süsü verdi kendine. Viktor Weluhn ise yaralı olmadığından
ve gözü gözlükle donalılırsa iyi bir nişancı görevini yapabileceğinden, yine gişe salonuna
yollandı. Jan'la benim ise penceresiz salona girmemize izin verildi; salondaki mumlar ancak
yarı buçuk aydınlatıyor, çünkü Danzig Elektrik İdaresi artık Polonya Poslanesi'ne elektrik
vermeye yanaşmıyordu.
Jan'ın yaralandığına pek inanmak islemeyen, ama postanenin savaşmaktan yılmaz bir
savunucusu olarak jan'a pek de lazla değer vermeyen Dr. Michoıı, posta sekreterine sözde
sıhhiyeci görevini yüklenip yaralılarla ilgilenmesini emretti; beri yandan çaresizliğini sezer
gibi olduğum bir el hareketiyle okşadı Oskar'ı, çarpışmalardan uzak kalmam için beni
gözden uzak tutmasını Jan'a tembihledi.
Bir sahra lopu mermisi gişe salonu hizasında binaya isabet edince, çil yavrusu gibi dağıldık.
Çelik miğlcrli Miclıon'la Varşova'lı Temsilci Konrad ve Müvczzi Weluhn, kendi ateş
mevzilerine koşuştu. Jan'la ikimiz de, sekiz yaralıyla, çarpışmaların bütün gürültüsünü
boğup hafifleten kapalı bir salonda bulduk kendimizi. Dışardan sahra topu binayı dövüyor,
ama salondaki mumların titrek alevinde bile bir değişiklik görülmüyordu. Yaralıların
inildeyip sızlanmalarına karşın, daha doğrusu yaralıların inildeyip sızlanmalarından ölürü
sessizdi içerisi. Jaıı, yalak çarşaflarını parça parça koparıp, telâşlı ve beceriksiz,
Kobyella'nın bacağını sardı, sonra da kendi yarasını tedavi etmek isledi; ne var ki am
29X

canım yanağıyla elinin arkası kanamaz olmuştu arlık; üzerleri kabuk bağlamış susuyordu
çizikler; ama belki acıyor, amcamın korkusu için bir besi oluşturuyorlar ve bu korku, tavanı
alçak ve bunallıcı salonda sağa sola kıpırdayacak bir çare bulamıyordu. Derken amcam,
dalgın ve dikkatsiz, ceplerini karıştırıp skat kâğıtlarını olduğu gibi çıkardı ortaya;
savunmanın kırılıp çöküşüne kadar skal oynadık.
Otuz iki kâğıl karıştırılıp kesildi, dağıtıldı ve oyun başladı. Mektup sepetlerinin hepsi de
daha önceden yaralılarla doldurulduğu için, Kobyella'yı bir sepele dayadık; baktık ki
Kobyella arada bir devrilecek gibi oluyor, bir başka yaralıdan aldığımız pantolon askılarıyla
bağlayıp doğru dürüst oturmasını sağladık, sakın elinden iskambil kâğıtlarını clüşürmeycsin
diye tembihledik; çünkü Kobyella'sız olmuyordu, skal oyunu için bir üçüncü kişi gerekliydi,
Kobyella'sız ne yapardık? Mektup sepetlerinde yalanlara ise siyah, kırmızıdan ayırmak güç
geliyor, dolayısıyla skal oynamak islemiyorlardı. Doğrusu Kobyella da skal oynamaya
yanaşmıyor, uzanıp yalacak oluyordu; her şeye bos vermek, her şeyi kentli akışına
bırakmaktı bülün dileği. Nihayet kapıcı elleri bos, gözlerini kirpiksiz yumarak, postanenin
yıkılması işinin son anlarına seyirci kalmak isliyordu. Ancak biz onun böyle bir teslimiyete
kapılmasına müsaade etmiyorduk, onu kıskıvrak bağlamıştık ve üçüncü olarak oyuna
katılmaya zorluyorduk. Oskar ise ikinci oyuncunun yerin i tuluyor, kimsede Parmak
(ocuk'un nasıl olup skal oynayabildiğine şaşmıyordu.
fcvel, ilk kez bir büyük adam gibi sesimi çıkarıp "on sekiz" deyince Jaıı Bronski elindeki
iskambil kâğıtlarından gözlerini kaldırarak akıl almaz ölçütle mavi bir bakışla kısa bir süre
bana baktı, daha arttır, daha! der gibi başını salladı, ben tie bunun üzerine "yirmi" eledim.
Jaıı duraksamadan: "Daha daha!" diye söylendi. Ben : "Yirmi iki? Yirmi üç? Yirmi dört?"
diyerek arttırmamı sürdürdüm. Yirmi dörtte Jaıı: "Pas" dedi. Sıra Kobyclla'daydı şimdi,
pantolon askılarıyla bağlı olmasına rağmen yeniden yığılıp kalacak gibi oldu. Ama biz onu
lulup kaldırdık; dışarıda, oyun oyna
299
eliğimiz salondan uzakta bir yere isabet eden bir lop mermisinin gümbürtüsünün geçmesini
bekledik, sonra başgösleren sessizlikte tiz perdeden bağırdı Jan: "Yirmi dört, Kobyella!
Duymadın mı, oğlan kaça arttırdı?"
Allah bilir nerelerden, hangi derinliklerden çıkıp geldi, kapıcı. Göz kapaklarını sanki bir
vinçle ancak kaldırabilmiş gibiydi. Jaıı'ın daha önce el alımdan, ama hile yapmak gibi bir
niyet taşımaksızın eline tutuşturduğu on kart üzerinde sulu sulu gezindi gözleri.
Sonra: "Pas" dedi. Daha doğrusu konuşamayacak kadar kurumuş dudaklarından okuduk
bunu.
Ben bayağı bir ispati çektim. Jan kontra oynuyordu. Kİ tutabilmek için Kapıcı Kobyclla'ya
seri seri bağırıyor, kendini toparlayıp islenilen kartları vermesi için kaba böğrünü
durmadan dürtüyordu; çünkü ben ellerindeki bütün kozları çekip almıştım, ama bende karo
olmadığı için Jaıı'ın oynadığı karo asım alınca el yine bana geçi i; kupa beyini çektim
derken, Jan onluyu verdi, Kobyella da dokuzluyu, kupa serisiyle oyunu kazanmam yüzde yüz
garantiye girmişti: Bir oyun, iki kontra, üc "Schneider", dört ispati etler kırk sekiz, yanı
on iki metelik. Bir sonraki oyunda, büyük bir riski göze alıp ikisin bir Grand oynadım: her
iki oğlanı da elinde bulunduran, ama ancak otuz üçe kadar arllıran Kobyella karo oğlanını
kupa oglanıy la alınca oyun canlandı biraz. Arkadan karo asını çekti Kobyella. benim de
buna karsı bir şey vermem gerekiyordu; Jan onluyu verdi, Kobyella hepsini toparlayıp cck(i
kenara, sonra papazı oynadı; benim eli kentlime geçirmem gerekiyordu, ama bunu
yapmayarak ispatinin sekizlisini verdim. Jan bütün ustalığını gösteriyordu, hatta bir ara
maca onlusuyla el bile kaptı, ama derken ben geçtim Jan'ı, hay Allah, Kobyella'da maça
oğlanıyla beni geçmişti; maça oğlanını unutmuş veya Jan'dadır dive düşünmüştüm, ama işle
Kobyclla'da çıkmıştı, Kobyella geçti beni, sonra da tabii elindeki öbür maçaları oynadı, ben
verdim boyuna, Jan elinden geleni yapıyordu, sonunda kupa göstermeye başladılar, ama iş
işlen geçmişti, aldığım kâğıtları say
300
ORHAN KEMAL İL HALK KÜTÜPH* ~
dim, 52 tuttu: Bir lkisiz Oyun, üç Grand eder almış; yani yüz yirıııi puan ve bunun karşılığı
otuz Icııik kaybediyordum. Jan. bana ödünç olarak iki gulden bozuk para verdi,
kaybettiğimi ödedim; ama Kobyella oyunu kazanmasına rağmen yine yığılıp kalmıştı,
kendisine kazandığı para ödenecek gibi değildi, o anda merdivenlere ilk kez isabet eden
bir tanksavar mermisini bile umursamadı, oysa yıllardır bıkıp usanmadan temizleyip
cilalamıştı bu merdivenleri.
Posta Dağılım Salonu'nun kapısı sarsılıp da mum alcvcikleri başlarına geleni ve başlarını
hangi yöne yatıracaklarını bilemez olunca, yine bir korku aldı Jan'ı. Derken merdivenler
tekrar sessizliğe gömüldü; ikinci tanksavar mermisi binanın uzak dış cephesinde patladı,
ama yine de Jan kâğıtları kararken aklını kaçırmış gibi davranıyordu. Kağıtları dağılırken
de iki kez hala yaptı, ama ben bir şey söylemedim. Ateş devam etliği süre, Jan'a söz kâr
edecek gibi değildi; boyuna telaşlanıyor, yanlış kart atıyor yere, hatla karı atmayı
unutuyordu. Unutuyor ve küçük, biçimli ve hassas etli kulaklarından biriyle boyuna
thsarları dinliyor, bizse bu arada onun kendini oyuna vermesini sabırsızlıkla gözlüyorduk.
Jan oyunu gittikçe daha dalgın oynuyordu; oysa Kobyella, yığılıp kalacak gibi olup böğrüne
clüriühnesi gerektiği anlar sayılmazsa, hep oyunun içindeydi. Ancak oyunu kazandığı veya
kontra oynayıp Jan ile benim bir Grandjmızı boşa harcattığı zaman, yığılıp kalıyordu.
Kazanmak ya da kaybetmek arlık ilgilendirmiyor kendisini, oyunu sadece oyun için
oynuyordu. Biz savılan sayar, sonra sayma işini yinelerken, Kobyella kendisine
ödünç verilmiş pantolon askıları içinde eğik asılı duruyor, yaşadığına bir işaret olarak
sadece gırtlağındaki adem elmasının korkutucu biçimde hareket etliği görülüyordu.
Bu üç kişiyle oynanan skal oyunu Oskar'ı da yormuştu. Hani postanenin kuşatılması ve
savunulmasıyla ilgili gürültü ve sarsıntıların sinirlerimi aşırı yormasından değil, daha çok
bütün maskelerin böyle ilk kez ve tasarladığım gibi dar bir zaman süresi içinde
düşürülmesinden kaynaklanıyordu bu. Ben o güne ka
301
dar sadece Üsladım Bcbra ile yanındaki Uyurgezer Bayan Rosvvitlıa'ya kendimi bütün
çıplaklığıyla göstermiş, amcanı ve ınuhlemcl babamın, ayrıca bir harp malulü Kapıcı'nuı yani
ilerde hayatım/n lanıkîarı olarak asla sözü edilemeyecek bu insanların karşısına nüfus
cüzdanıma uyarak on beş yaşında biraz a(ak skat oynayan, ama cüce ölçülerime /ersah
fersah uzak düşen bu cabalar, oyun başlayalı daha yarım saat geçmeden ellerimde,
kollarımda ve başımda pek şiddedi ağrılara yol açmıştı.
Oskar oyuna son verse memnun olacaktı hani ve bunun için yeteri kadar fırsat da ele
geçirebilirdi. Ama şimdiye kadar tanımadığı bir sorumluluk duygusu, ona dayanmasını ve
muhlemel babasındaki korkunun karşısına lek etkili çare sayılacak skal oyunuyla çıkmasını
öğüllüyordu.
Böylece sürdürdük oyunu ve Kobyelfa'nm ölmesini yasakladık. Ölmeye bir türlü (irsal
bulamadı Kobyella, Çünkü iskambil kâğıtlarının boyuna ortada dönmesine çalışıyordum. Bir
ara merdivenlerde bir patlama duyulup mumlar devrilerek küçük alevleri görünmez olunca,
hemen ben, aklım basımda, ilk yapılacak işi yaparak jan'ın cebinden kibriti çıkardım; Jan'ııı
uçları yaldızlı sigaralarını da çekip aldım kibritle; böylece yeryüzüne âdeta yeniden ışığı
getiren ilk kimse oldum, kendisini yatıştıracak bir Rcgalle marka sigarayı ateşleyip Jan'a
uzattım; Kobyella karanlıktan yararlanarak aramızdan ayrılmaya fırsat bulamadan, alev
üzerine alevle aydınladım ortalığı.
İki mumu trampetinin üzerine oturttu Oskar, sigaraları hemen elinin alıma koydu; ama
kendisi sigaraya rağbet etmiyor, Jan'a zaman zaman bir sigara ikram etmekle yetiniyordu.
Kobyclla'nııı da büzülmüş ağzına bir sigara tutuşturdu, şimdi biraz daha düzelmişti durum;
oyun canlandı, sigara avutucu bir etki yapmış, Jan'ı yatıştırmıştı, ama yine de oyunları
birbiri arkasından kaybetmesini önleyemedi. Jan terliyor ve kendini yaptığı işe ne zaman
bütünüyle verse her seferinde olduğu gibi, dilinin ucunu üst dudağında gezdiriyordu. Bir
ara o kadar kendinden geçti ki, Alfred ve Matzeralh dedi bana, Kobyella'nm yerinde de
zavallı 302
annem v;ır
z hir

bt
dondan c5i
t? narak V.X'kc» Kohyc||a, d

cn
clmezdi.
303
ranıp karo oğlanını çekti bu arada sunu söyleyeyim ki, Jan'ın karşısında Malzcrath'm değil
de zavallı annemin yerini tutmak daha çok hoşuma gitmişti, ardından kupa oğlanım oynadı
—asla Matzeralh'Ia karşılaştırılmak islemiyordum hani, gerçekle harp malulü ve kapıcı
Kobyella olan Matzeralh oynasın diye sabırsızlıkla beklemeye başlamıştı, ama Kobyclla'um
oynaması zamana bakıyordu; derken Jan'ın kupa ası şırak diye sakladı yere;
anlamıyordujan, anlamak islemiyordu, her vakit mavi gözlü kalmıştı, o kadar; ve kolonya
kokmuştu hep, kafası hiç ermemişti ve şimdi de neden Kobyella'nm bütün kâğıtları elinden
yere düşürdüğünü, mektuplarla ve ölü adamlarla çamaşır sepetini devirdiğini anlamadı; ilkin
ölü adam, sonra bir kucak mektup, sonunda da güzel örülmüş sepetin kendisi yüzü koyun
serildi yere, bir mektup seli bize doğru aktı, sanki bize yollanmıştı bütün mektuplar, sanki
şimdi bize iskambilleri bir kenara itip mektupları okumak ya da pullarını çıkarıp toplamak
düşüyordu. Ama Jan ne mektupları okumaya, ne de pullarını toplamaya yanaştı; çocukken
çok pul toplamışıı, şimdi iskambil oynamak, Grandlıand'ını sonuna kadar oynamak isliyordu;
kazanmak isliyor, yenmek isliyordu. Kobyclla'yı tutup kaldırdı yerden, sepeti tekerlekleri
üzerine olurllu, ama yerde yatan ölü adama dokunmadı, mektupları da gerisin geri
aktarımdı sepete, yani sepeti yeleri kadar ağırlıkla donatmadı; öyleyken kımıldayıp duran
lıalil sepete bağlanmış Kobyclla'um yerinde bir lürlü rahat oturamayıp gittikçe bir yana
kaykılmasına şaştı, sonunda Kobyella'ya: "Rica ederim. All reel, oyunbazlık yapma, işitiyor
musun?" diye çıkıştı. "Şu eli de oynayalım, sonra kalkar gideriz evimize. Hey, beni
dinlesene kuzum!"
Oskar, yorgun, doğruldu; kollarıyla başındaki giderek şiddetlenen ağrıları yenerek küçük
ve dayanıklı trampclçi ellerini Jan'ın omuzlarına koydu; sesini yükselterek, ısrarlı bir tonla
konuşmaya zorladı kendini: "Bırak onu baba, öldü adamcağız, artık skat oynayamaz! Ama
islersen seninle altmış allı oynayalım?"
O anda kendisine baba diye hitap etliğim Jan, kapıcının geride kalan cansız vücudunu
bıraktı, gözlerini dikip mavi mavi, ma
3(14
viyle dolup taşarak bana baktı ve ağlamaya başladı: "Hayır, hayır lıavır hayır hayır..." Ben
ellerimle okşadım Jan'ı, ama o hayır dcıncvc devanı elti. Anlamlı, anlamlı öptüm Jan'ı ama
onun sonuna kadar oynayamadığı elindeki kâğıtlardan başka şey düşündüğü yoklu.
Beni karşısında annem olarak görüp sızlandı: "Kazanmıştım, Agues. Yüzde yüz
kazanmıştım." Ben, yani onun oğlu, annem Agues rolünü benimsedim, kendisine hak verdim,
kazanmış olacağına yemin ederek doğruladım sözlerini. Halta aslında kazandığım.
Agncs'ciğinin sözlerine kulak vermesini söyledim. Ama Jan ne bana, ne de anneme inandı,
yüksek sesle sızlanarak ağladı ilkin, sonra sesini alçaltarak ağzından peltek sesler
çıkarmaya başladı, soğumuş bir külçe gibi oracıkla duran Kobyella'nm bacakları arasında
gezdirdi ellerini, mektuplar arasında iskambil kâğıtlarından bir ikisini bulup aldı, ama otuz
ikisini ele geçirmeden içi rahat etmedi bir lürlü. Kâğıtların üzerine, Kobyella'nm
pantolonundan damlamış o yapışkan sıvıyı temizledi, her kâğıtla uğraştı bir süre, sonra
onları karıştırıp yeniden dağılmak isledi; ama sonunda biçimli, dar olmayan, ama biraz fazla
pürüzsüz ve geçirgenlikten uzak alnının gerisinde bir ışık çakar gibi oldu ve hu yeryüzünde
artık skat oyunu için bir üçüncü adanı kalmadığını anladı.
Derken Posta Dağıtım Salonu'nda çıt çıkmaz oldu. Sanki dışarıda son skal oyuncusu ve
üçüncü adam için uzun süreli bir dakikalık saygı duruşuna geçilmişti. Ansızın kapı yavaşça
açılır gibi geldi Oskar'a; omuzlan üzerinden bakıp bu yeryüzünde akla gelmedik her türlü
şeyle karşılaşabileceğini bekleyerek, Viktor Weluhn'un luhal derecede kör ve bos yüzünü
gördü. "Gözlüğümü kaybettim, Jan!" dedi Viktor. "Hâlâ burada mısın? Kaçalım haydi!
Fransızların geleceği yok, gelseler bile iş işten geçmiş olaeak. Beni götür buradan, Jan!
Beni yanına al, götür buradan; gözlüğümü kay bel t i m."
Zavallı Viktor, belki de yanlış odaya geldiğini sanmıştı; çünkü 11(1 söylediklerine bir cevap
alıp, ne gözlüğünü bulunca ne de Jan
305
kaçmaya hazır kolunu kendisine uzatınca, gözlüksüz yüzünü geriye çekip kapıyı kapadı. Kısa
bir süre ayak seslerini izledim; Viklor el yordamıyla ilerlemeye çalışıyor, âdeta bir sis
bulutunu ikiye ayırarak kaçıp uzaklaşmak istiyordu.
Jan'ın aklına gülünecek ne gelmiş olabilirdi? Jan ilkin alçak perdeden ve gözlerinden hâlâ
yaşlar akılarak, ama derken yüksük sesle ve neşeyle bir gülme nöbetine kaptırdı kendini; o
taze, pembe ve bütün sevip okşamalara hazır uzatılmış dilini ağzında oynatmaya
başlamıştı. Skal kâğıtlarını havaya alıp kaptı; nihayet, suskun adamlar ve mektuplarla dolu
odada çıt çıkmayıp, bir pazar gününün havası ortada başgöslcrir göstermez, soluğunu
tutarak, dikkatli ve dengeli el hareketleriyle iskambil kâğıtlarından alabildiğine nazlı bir
bina kurmaya başladı. Maça yedilisiylc ispati kızını binanın temeli yaptı, her ikisinin
üzerine karo papazını yatırdı, sonra kupa dokuzlusuyla maça asım dikip üzerlerine ispati
sekizlisini yatırarak, birinci temelin yanına ikincisini çıktı. Dikine konulan kızlar ve aslarla
iki temeli birbirine bağladı; öyle ki, bütün kartlar birbirini destekliyordu. Derken, ikinci
kalın üzerine bir üçüncüsünü çıkmaya karar verdi ve bunu da benzer merasimlere uyarak,
zavallı annemin yabancısı olmaması gereken ısrarla ve kesin el hareketleriyle yaptı. Kupa
kızını kırmızı yürekli papaza dayayınca, bina çökmedi; hayır, hafifçecik durdu yerinde,
soluksuz ölülerle ve soluğunu tutmuş direklerle dolu odada hafiflen soluyarak, içli ve
duygulu durdu. Bu da ellerimizi kavuşturmamıza yolaçlı ve bütün inşaat kurallarına göre
binayı gözden geçiren kuşkucu Oskar'a, insanın genzini yakan dumanı ve kokuyu unutturdu;
duman ve koku azar azar, kıvrıla kıvrıla Posta Dağılım Salonu'nun kapısındaki aralıklardan
içeri sızıyor ve iskambilden binasıyla bulunduğumuz salonun cehenneme kapı komşu olduğu
gibi bir izlenimin doğmasına yol açıyordu.
SS'ler alev makineleri sokmuşlardı savaşa; cepheden saldırmaktan kaçınmış, içeriyi
dumana boğarak binadaki son savunucuları dışarı çıkarmaya karar vermişlerdi. Dr.
Michon'u o duruma getirmişlerdi ki, başından çelik miğferi alıp bir yatak çarşafı
306
kapmış, yatak çarşafının da yetmediğini görerek cebinden süs mendilini almış, her ikisini
birden sallayarak Polonya Postanesi'ni teslime kalkmıştı.
Oluz kadar yan körleşmiş ve ateşle kavrulmuş adam, havaya kaldırdıkları ellerini ve
kollarını enselerinde kavuşturarak postane binasını sol yan kapıdan terk edip avlu
duvarının önüne dikildiler ve burada yavaş yavaş yaklaşan SS'lcri beklemeye başladılar.
Sonradan anlatıldığına göre, avlu duvarının önüne gelip dikilmcIcriyle saldırganların avluya
ulaşması arasında geçen kısa sürede savunucuların üçü ya da dördü kaçmış, postane
garajiyla ona bitişik polis karakolunun garajı üzerinden geçmiş ve Rahm'cleki boşaltılmış
evlere dalarak kaybolmuştur. Halta bu evlerde parti rozetleri taşıyan üniformalar bulup
sırtlarına geçirmiş, yıkanıp temizlenmiş, ardından birer birer sıvışmışlar. Ayrıca
denildiğiğinc göre, içlerinden biri Altsadııscher Graben'dc bir güzlükçüye uğramış, kendi
gözlüğü postanedeki çarpışmalar sırasında kaybolduğu için gözüne uyan yeni bir gözlük
almış. Halta Viktor Wcluhn —çünkü Viktor Weluhn'mus adı— yeni gözlükle donanmış
olarak Odun Pazarı'ndaki bir meyhanede bir bira içmiş, sonra bir bira daha içmiş, çünkü
alev makineleri susaimışmış kendisini; sonra da önündeki sisi biraz hafifleten, ama hiç de
eski gözlük gibi silip atamayan yeni gözlüğüyle lirar etmiş ve hâlâ da sürüyormuş bu firar,
çünkü peşine düşenler işte öylesine yapışkan şeylermiş.
Diğerlerine gelince —otuz kadardılar ve kaçmaya karar verememişlerdi—Jan tam elindeki
kızı kupa papazına yaslayarak elini mutlulukla geriye çektiği an, bunlar duvar dibinde, yan
kapının karşısında dikilmeye başlamışlardı.
Daha ne diyeyim? Gelip buldular bizi. Kapıyı birden açarak ."Dışarı!" diye bağırdılar, bir
rüzgâr estirdiler ortalıkta, iskambilden binanın çökmesine yolaclılar. Böyle bir mimariden
anlayacak insanlar değillerdi; isleri güçleri betondu onların. Bir şey inşa edecek oldular mı,
bir daha yıkılmamak üzere inşa ediyorlardı. Postane Sekreteri Jan Bronski'nin öfkesinden
ateş püsküren, hakare
307
te uğramış bir ifadeye bürünen yüzünü umıırsamadılar. Kendisini dışarı çekip çıkardılar
solanelon, ama Jan'ııı bir kez daha iskambil kâğıtlarına uzanıp, salondan çıkarken yanına
bir şeyler aldığını göremediler; Oskar'ın yeni ele geçirdiği trampeti, üzerindeki mum
kalıntılarını kazıyıp yanına aldığını, bir sürü tep feneri ortalığı aydınlattığı için mum
kalıntılarına boş verdiğini fark edemediler; lencrlerin gözlerimizi kamaştırdığını,
dolayısıyla kapıyı bulmamıza pek imkân vermediğini anlayamadılar. Cep lâmbaları ve ileri
doğru uzattıkları silâhlarının arkasından: "Dışarı!" diye bağırdılar, Jan'la ben koridora
çıktıktan sonra da bağırmalarım sürdürdüler. Bu bağırmalanyla Kobyclla'yı, Varşova'dan
gelmiş Konrad'ı, ayrıca Bolatk'ı ve sağlığında tclgral gişesinde çalışmış ufak tefek
Wischnewski'yi kastediyorlardı. Bunların dediklerini yapmadıklarını görerek korktular bir
ara. Ancak kendilerini Jan'ııı ve benim önümde gülünç duruma soktuklarını anlayıp çünkü
onlar "Dışarı" diye kükredikçe, ben yüksek perdeden gülüyordıımkcslilcr bağırmayı, "Ha,
öyle mi?" dediler ve bizi alarak avludaki kollarını havaya kaldırıp, ellerini enselerinde
kavuşturan ve susamış bulunan ve siııemalardaki dünya haberlerinde gösterilmek üzere
filmleri çekilen otuz kişilik grubun yanına götürdüler.
Biz yan kapıdan dışarı çıkarılır çıkarılmaz, muhabirler bir özel araba üzerinde monte
edilmiş film makinelerini çalıştırıp, sonradan bülün sinemalarda gösterilen kısa metrajlı bir
(ilm çektiler.
Duvarın önünde dikilen grup arasından beni ayırıp aklılar sonra. Oskar o anda bir cüce
oluşunu anımsadı, her şeyi bağışlatan üç yaşmdanlığını anımsadı; ellerinde, kollarında ve
başındaki tatsız ağrılar yeniden çullandı üzerine, trampeliylc bir ara yere yıkıldı,
çırpınmaya başladı; yarı gerçek bir nöbet geçiriyor, yarı numara yapıyordu; ama bu nöbet
sırasında bile elinden trampetini bırakmadı. SS'ler onu bir arabaya tıkıp da araba yola
koyulunca, Oskar kendisini Belediye Haslanesi'ne götüreceklerini anladı: Jan, zavallı Jan,
aptal ve mutlu, önü sıra gülümsüyordu; sol elindeki bir iskambil kâğıdını sallayarak sanırını
kupa kızıydı arabayla uzaklaşan oğlunu ve Oscar'ı uğurladı.
308
SASPE'DE YATIYOR
Son yazdığım bölümü demin başlan aşağı yeniden okudum. Yazdıklarımdan memnun
kalmadım ama, hepsinin Oskar'ın kaleminden çıktığı, gün gibi ortada; çünkü lazla söze
kaçmadan, özetleyerek, az sözle bilinçli bir özetlemeyi amaç edinen bir yazıya uygun
olarak, arada bir yalan söylemeyi değilse de, abartmaya kaçmayı başarılı bu kalcın.
Ama gerçeklen ayrılmamak için, Oskar'ın kalemini arkadan vurup burada bir noktayı
düzeltmek islerini: Bir kez Jan'ııı nıaalesel sonuna kadar oynayamadığı ve kazanamadığı
oyun bir grandhaııd değil, ikisiz bir karoydu; sonra Oskar Posta Dağılım Salonu'udan
ayrılırken yalnız yeni trampetini değil, mektuplarla ve pantolon askıları bulunmayan ölü
adamla çamaşır sepetinden düşmüş yer yer çatlak eski trampetini de yanına almıştı. Bir de
buna eklenecek şu var: SS'lerin: "Dışarı!" diye bağırmalarına kulak verip beylik cep
fenerleri ve silâhların davetine uyarak Jan'la lien dışarı çıkar çıkmaz. Oskar kendisine
sığınacak bir yer aramış, bir amca gibi iyi yürekli insanlar izlenimini uyandıran iki SS
arasına gidip dikilmiş, acı acı ağlar gibi bir poz takınmış ve suçlayıcı bir edayla Jan'ı,
babasını göstermişti; onun bu suçlamaları da zavallı Jan'ı, masum bir çocuğu sürükleyip
Polonya Poslanesi'ııc getiren ve hunharca bir Polonya laktiğine başvurup mermilere siper
olarak kullanmak isleyen kötü kalpli bir adanı durumuna sokmuştu.
Oskar bu Yuda oyununu uygulayarak, sağlam ve hurda iraın
3(19
peller konusunda kendisine kimi çıkarlar sağlayacağını ummuş ve bunda da haklı olduğu
sonradan anlaşılmıştı: SS'lcr Jan'm belinin ortasına tekmeyi indirmiş, dipçiklerle onu ilip
kakmış, ama benim trampetlerimden hiçbirine dokunmamışlardı; içlerinden biri, burnunun
ve ağzının çevresinde bir aile reisine özgü tasa ve kaygı kırışıkları görülen yaşlıca bir SS,
eliyle yanaklarıma vurarak okşamıştı beni; seçilemeyen beyazsansm biri de beni kucağına
almış ve onun bu davranışı (cııa halde dokunmuştu Oskar'
O zamanki bu yakışıksız davranışımdan bazen utanç duyduğum bugün, ikide bir şöyle
diyorum kendi kendime: Jan farkında olmamıştı yaptığımın, kendisini iskambillerden hâlâ
ayıramamışlı ve sonra da bir türlü ayıramadı; onu artık hiçbir şey SS'lerin akıllarına
gelecek en komiğinden en şeytanisine kadar hiçbir buluş çekip alamazdı skal kartlarından.
Jan artık iskambil kâğıtlarından kurulu evlerin ebedi ülkesinde yaşayıp giderken, bizler,
yani SS'lcrle ben çünkü Oskar da kendini SS'lerdcn sayıyordutuğladan ürülmüş duvarlar
arasında, çini döşeli koridorlarda, alçı, kireç ve mermer karışımı kornişlerle donatılmış
tavanlar allında dikiliyorduk; bu kornişler, duvar ve ara duvarlarla öylesine içice girmişti
ki, mimari dediğimiz bütün bu yapıştırma işlerin şu ya da bu koşulların zorlamasıyla ansızın
dağılıvcreceğinden enikonu korkmak gerekiyordu o gün.
Tabii bunu sonradan öğrendiğimi söyleşerek kendimi bağışlatmak islememi kaldı ki, ne
zaman bir iskele görse, aklına hep yıkma işi gelen ben, insana yaraşır biricik oturulacak
yer olarak iskambillerden evlere inancın yabancısı değilim. Bütün bunlara ayrıca ailevi bir
neden katılıyor ve bu neden de söz konusu davranışımın cezasını bir kat daha
ağırlaştırıyor; çünkü öğle sonrasında, jan Bronski'nin sadece amcam, sadece muhtemel
babam değil, gerçeklen babam olduğu kanısı belirmişti içimde. Bu da beni Matzeralh'dan
sürekli olarak ayıran bir uzaklıktı; çünkü Malzeratlı ya benim babamdı, ya hiçbir şeyim.
]939 yılının bir eylül'ündc hani sizin de o mutsuz öğle son
310
rası, iskambil kâğıtlarıyla oynayan mutlu Jan Bronski'nin babam olduğunu anladığınızı kabul
ediyorum ikinci büyük suçu işledim.
Hiçbir zaman, halta en gözü yaşlı ruh durumlarında bile kendi kendimden
saklayamayacağnn bir şey varsa, trampetim, hayır, ben kendim, yani ırampetçi Oskar. ilkin
zavallı annemi, sonra da amcam ve babam olan Jan Bronski'yi mezara yollamıştım.
Ama ben de herkes gibi, âdeta hiçbir şeyle kapı dışarı edilmeyecek kaba ve hoyrat bir
suçluluk duygusunun haslane yalağımda üzerime çullandığı günler, bir zaman moda olup
bugün de şık bir şapka gibi birçok kimsenin başına geçirdiği o cahilliğe sığınıyordum.
Polonya barbarlığının masum bir kurbanı olan açıkgöz cahil Oskar'ı, ateşler içinde ve
iltihaplanmış sinirlerle Belediye Hastanesi'ne götürüp, Malzcrath'a haber ilettiler.
Matzcralh, ben Oskar'ın kaybolduğunu daha aksamdan polise bildirmişti.
Jan'm da kendilerine eklenmesi gereken kollarını havaya kaldırıp ellerini enselerinde
kavuşturmuş oluz kişiye gelince, dünya haberleri ajansından gelmiş aclamlarea filimleri
çekildi ve boşaltılmış Viktoria Okulu'na götürüldü. Buradan da Scbiesstange
Hrtpishanesi'ni boyladılar, sonra da emekliye ayrılmış viran Saspe Mezarlığı'nın yumuşak
kumları kucak açtı kendilerine.
Bütün bunları nerden biliyor Oskar? Schuggcr Lco'dan; çünkü hangi kumlu toprak
üzerinde, hangi duvar önünde otuz bir adamın kurşuna dizildiği, hangi kumlu toprağa otuz
bir adamın gömüldüğü kuşkusuz resmen açıklanmamıştı.
Hcdwig Bıonski'ye önce Ring Caddesi'ndeki evi boşaltmasını bildirdiler; ev yüksek rütbeli
hava subaylarından birinin ailesine ayrılmıştı. Oğlu Stcphan'm yardımıyla eşyaları derleyip
toparlamaya çalışır, Ramhau'a göçmeye hazırlanırken birkaç hektar arazisi ve bir koruluğu
bulunuyordu Raınhaıı'da, ayrıca buraları kiralamış olan müstecirin evi vardı ikinci bir haber
aldı Hedwig Bronski ve bu dünyanın çilelerini yansıtan, ama bu çilelere bir türlü akıl
erdiremeyen gözleri, oğlu Slephan'ın yardımıyla habe
311
ri usul usul hecelemeye başladı; okudukları, anladığı kadarıyla, siyah üzerinde beyaz bir
kesinlikle onu dul bir kadın yapıyordu. Söyle yazıyordu haberde:
Ebcrhardt Askeri Mahkemesi, Sl.L. 41/39, Zappot, 6 Ekim 1939
Bayan Hedwig Bronski.
Düşman sallarında Almanya'ya karşı savaşa kalıklığı için Jan Broııski'nin divanı harp
larafmdan ölüme mahkûm edilerek cezasının inlaz edildiği duyurulur.
Zelewki (Askeri Mahkeme Yargıcı)
Siz de görüyorsunuz ki, Saspc'nin hiç adı geçmiyor burada. Aile ferileri gözetilerek,
çiçekler yiyip celenkler yutacak pek geniş bir toplu mezarın bakımının yol açacağı
masraflardan esirgenmek istenmiş, dolayısıyla mezarın bakımı ve gerekirse ölülerin,
yerlerinden alınarak bir başka yere taşınması haberi ileten makamlarca üstlenilip Saspc
Mezarlığı'nın kumlu toprağı tesviye edilerek mermilerin boş kovanları, bir ianesine
varıncaya kadar çünkü biri kalır hep yerde toplanmış, sağda solda duracak kovanların,
artık emekliye ayrılsa da şerefli bir mezarlığın görüııüm ü n ü ci rk i n leşi i receği d üşü n
ü I m üşl ü.
Bu hep yerde kaldırılmadan kalan lek boş kovanı Schuggcr Leo bulmuştu; ne kadar saklı
tutulsa bile Leo'dan saklı kalabilecek bir mezarlık gösterilemezdi. Zavallı annemin
gömülmesinden ve vücudu yara ııişaıılanyla donanmış dostum Herbert Iruczinski'nin
toprağa verilmesinden beni tanıyan ve Sigusmund Markus'un da nereye gömüldüğünü
mutlaka bilmesi gereken Lco —ama ben ona sormadım asla bunu—, kasım sonuna doğru,
hastaneden yeni taburcu edildiğim gün o boş kovanı bana uzattığında mutluluk içinde
yüzüyor, sevincinden âdeta yerinde duramıyordu.
Ama şimdi hafif okside olmaya başlayıp, belki içinde Jan'a raslamış kurşunun çekirdeğini
barındıran boş kovanla sizi Schuggcr 312
Lco'nun peşi sıra çekip Saspe Mezarlığı'na götürmeden, Danzig Belediye Haslancsi'niıı
çocuk servisindeki madeni yatakla, benim şimdiki Akıl ve Ruh Hastalıkları Kliniği'ndeki
madeni yatağım arasında bir karşılaştırma yapmanızı rica edeceğim. Her iki yatak da
beyaz lakeydi, ama yine de değişikli birbirinden. Uzunluk bakımından çocuk servisindeki
yatak daha kısaydı; ama bu çocuk yalağının parmaklıklı kafesini mezroya vuracak olursak,
şimdiki vataktan daha yüksekli. 1939 yılının kısa ve yüksek yatağını üstün tutmakla
beraber, büyükler için olan benim bugünkü yalağımda, zamanla alçakgönüllü nitelik kazanan
huzuruma kavuştum; çevresine daha yüksek, ama yine madeni ve lake bir kales çıkılması
için aylar öncesinden yaptığım başvuru geri mi çevrilir, yoksa kabul mu edilir, orasını artık
hastane idaresine bırakıyorum.
Bugün ziyaretçilerimin eline âdeta her lürlü himayeden yoksun terkedilmiş bulunurken,
çocuk servisindeki ziyaret günlerinde yalağımın çevresindeki yüksek cil, ziyaretçi
Malzerath'tan karı koca GrcIT'lerlc, Schefflcr'lerden uzakta tutuyordu beni; çocuk
servisinde geçirdiğim son günlerde, üsl üste dört eteklik içinde kımıldanan ve Anna
Koljaiczek adını taşıyan o dağ gibi vücudu, tasayla dolu ve güçlükle soluyan parçalara
ayırıyordu kalesini. Anneannem Anna Koljaiczek geliyor, karşımda göğüs geçirip duruyor,
buruş buruş kocaman ellerini arada bir havaya kaldırıyor, yarık yarık pembe avuçlarını
gösteriyor, derken ellerini ve avuçlarını çaresizlik içinde aşağı indirip, şırak diye
kalçalarına vuruyordu. Söz konusu saklayış bugüne kadar kulaklarımdan gitmiş değil henüz;
ama trampetimle bu şaklamayı ancak yaklaşık olarak çıkarabiliyorum.
Daha beni ilk ziyaretinde kardeşi Vinzcnl Bronski'yi kendisiyle beraber getirmişti
anneannem; Vinzent Bronski yatağımın kalesine tutunuyor, gerçi alçak sesle, ama ısrarla ve
mola vermeksizin Polonya Kraliçesi'nden, yani Bakire Meryem'den söz açıyor, ilâhiler
söylüyor ya da ilâhiler söyleyerek ordaıı burdan anlatıyordu. Yakında bir hemşire varsa
buna seviniyordu, Oskar; çün
313
kü hısım ve akrabalarım boyuna beni suçluyordu; üzerime bulutsuz açık Bronski gözlerini
dikiyor, Polonya Postanesi'ndeki skal oyununun sonuçlarını unutmak için çırpınan benden,
Jan'ın skal kartları arasında korkuyla geçirdiği son saatlere ilişkin bir açıklama, bir
başsağlığı sözü, kollayıcı bir rapor bekliyorlardı. Bir itiraf işitmek istiyorlardı benden,
Jan'ı töhmetten kurtarmamı isliyorlardı; sanki ben yapabilirmişim gibi bunu, sanki benim
tanıklığımın bir ağırlığı ve inandırıcı gücü olabilirmiş gibi.
Örneğin şöyle bir açıklamada bulunsam Hbcrlıardt Mahkemesi için ne anlam taşırdı sanki:
Ben, Oskar Malzeraih, bir eylül arifesinin akşamı eve dönen Jan Bronski'nin yolunu
gözledim, onarımı gereken bir trampeti bahane ederek, onu savunmak islemediği için
terkettiği Polonya Postancsi'nc yeniden çekip götürdüm.
Hayır, Oskar böyle bir tanıklıkta bulunmadı, muhtemel babasını töhmet altından
kurtarmadı; ne zaman konuşmaya karar verse, öylesine şiddetli kasılmalar içinde kıvranıp
durdu ki başhemşirenin talimatı üzerine kendisini ziyarel süresi sınırlandırıldı, anneannesi
Anna Koljaiczek ile muhtemel büyükbabası Vinzent Bronski'nin kendisini ziyaretleri
yasaklandı.
İki ihtiyar —yine Bissau'dan yaya kalkıp gelmiş ve bana yanlarında elma getirmişlerdi—
çocuk servisinin salonundan taşralılara özgü bir davranışla aşırı ölçüde sakıngan ve
çaresiz, ayrılıp gittiler. Anneannemin sağa sola yalpalayan dört elekliği ve kardeşi
Vinzant'in sığır gübresi kokan siyah yabanlık giysisi salondan uzaklaştıkça, benim suçum,
benim o pek ağır suçum daha da büyüyüp arttı.
Aynı zamanda olup bilen o kadar çok şey vardı ki! Yatağıma Malzcrath. Grcfflcr,
Schclfler'ler meyve ve pastalarla sokulmaya çalıştıklarında, Karlhaus ile Langfuhr
arasındaki demiryolu henüz ulaşıma açılmadığı için, BissauTı ziyaretçiler Goldkrug ve
Brenntau üzerinden yaya bana geldiklerinde, hemşireler, beyaz ve sersemletici, hastane
dedikodularım mırıldanıp durarak çocuk servisinin melekleri rolünü oynadıklarında, Polonya
henüz kaybolmamıştı. Ama çok geçmeden kaybolacaktı, o ünlü on se
314
kiz gün geçtikçe elden gitti nitekim, ama çok geçmeden henüz elden gitmediği anlaşıldı;
nitekim bugün de Şilezya ve Doğu Prusya, Yurdundan Kovulanlar Derneklerinin çabalarına
karşın henüz elden gitmemiş bulunuyor.
Hey, çılgın süvariler, hey! Atlar üzerinde böğürtlen toplamaya düşkün süvariler! Ellerde
uçları beyazkırmızı Hamalı mızraklar! Nostalji ve gelenek kokan bölükler! Resimli
kitaplarda anlatılan saldırılar: Lodz ve Kutno dolaylarındaki kırlar üzerinden vurup gider,
Modliıı'de bir kale oluştururlar. Hey, o ne dört nala gidiştir o! Akşam kızıllığı gözlenir hep.
Akşam kızıllığında saldırıya geçer süvariler, görkemli ön ve arka planlarda —bir tablo
gibidir çünkü savaş ve ressamlar için ölüm bir modeldir bir ayak üzerine yüklenir vücut,
öbür ayak gevşecik ve serbest; sonra vücut devrilir aşağı, eller böğürtlenlere ve yaban
güllerine uzanır yol kenarlarında; yaban gülleri vücutlarda kudurup durur, çatlayıp pallar
ve kaşınmaya yol açarlar, bu kaşıntı olmadan da süvariler asla alılmaz ileri. Ulan'larm yine
bir yerleri kaşınıyor, tınazlara doğru döndürüyorlar atların baslarını —bu da bir tablo
konusu oluşturabilir hani— ve İspanya'da adı Don Quijotc olan birinin arkasında
toplanıyorlar; ama arkasında toplandıkları adamın buradaki adı Don Kiehol'lur, hüzün taşan
soylu bir vücudu vardır, doğma büyüme Polonyalı Don Kiehol emrindeki bütün Ulan'lara at
üzerinde nasıl el öpüleceğini öğretmiştir ve Ulan'lar bir lıamlendiymiş gibi ikide bir
centilmence öpüp dururlar ölümün elini, ama önce bir araya toplanırlar, arkalarında akşam
kızıllığı, önlerinde Alman tankları: Krupp von Bolılcn ve Halbach haralarında yetiştirilmiş
aygırlar; hani bundan soylularına kimse binmemiştir. Ama o yarı İspanyol, yarı Polonyalı
ölüme vurgun kaçık şövalye bravo Don Kiehol, vallahi bravo Hamalı mızrağını indiriyor,
beyazkırmızı takırdıyor, öyle ki kirazlar çekirdeklerini tükürüp atsınlar istiyor, süvarilere
sesleniyor Don Kiehol: "Siz soylu Polonya süvarileri! Bu gördükleriniz çelik tanklar değil,
yel değirmenleridir yalnız ve yalnızca koyun; sizi el öpmeye davet ediyorum, buyrun!"
315
Ve böylece süvariler, bölük bölük, çelik tankların gri böğrüne saldırıyor ve akşam kızıllığına
biraz daha kızılımsı bir parıltı kalıyorlar.
Son cümledeki koyun ve buyrun arasındaki kafiye için, ayrıca bu savaş lasvirindeki
şiirsellikten ölürü özür diler Oskar. Polonya süvarisinin uğradığı kaybı rakamlarla
belirtmem ve Polonya seferini anımsatacak kuru bir istatistiği ısrarla okuyucu önüne
sürmem daha da yerinde olurdu belki. Ama istenirse buraya bir yıldız koyabilir, aşağıda
bir açıklamanın bulunduğunu haber verip, şiirselliği yerli yerinde bırakabilirim.
Aşağı yukarı yirmi eylüle kadar hastanedeki yatağımdan, Jeschkcnlal ve Oliva'daki
ormanlık tepelere gelip buralarda mevzilcıımiş bataryaların mermi salvolarını işittim.
Derken en son direniş yuvası Hela Yarımadası da teslim oldu. Serbest Liman Danzig,
tuğladan gotik üslubundaki mimari eserlerinin Büyük Almanya'ya katılışını kınlayabilir ve
siyah bir mercedes arabada yorulmak bilmeksizin dikilerek, âdeta durmadan dik açılı
selamlar veren Führer ve Şansölye Adolf Hiller'in o mavi gözlerinin içerisine bakabilirdi;
bir noktada, kadınlar üzerindeki etkisi bakımından Jan Bronski'nin mavi gözlerine
benziyordu bu gözler.
Ekim ortasında Oskar, hastaneden taburcu edildi. Hastanedeki hemşirelerden ayrılmam
güç olmuşıu. Hemşirelerden biri galiba Berni ya da Firni idi adı—. Hini ya da Herni
Hemşire, biri beni suçlu duruma sokan hurda, öbürü Polonya Postanesi savunulurken ele
geçirdiğim sağlam trampet olmak üzere iki trampeti bana ulazmca, haftalardır teneke
trampetimi düşünmediğimi, benim için bu yeryüzünde teneke trampetler dışında bir başka
şeyin, yani hastane hemşirelerinin de bulunduğunu anladım.
Yeni bir trampet ve yeni bilgilerle donanmış olarak, Matzcrath'ın elinden tutup
hastaneden çıktım; hep üç yaşında kalan bir çocuğun henüz biraz güvensiz ayaklarıyla
Labes Caddesi'ncic dikilerek, günlük yaşama, günlük yaşamın can sıkıntılarına ve ilk savaş
yılının ondan da sıkıcı pazar günlerine bıraktım kendimi.
Kasım sonuna doğru bir salı günü —haftalar süren bir nekahet
316
döneminden sonra ilk kez sokağa çıkmıştım Max Halbc Meydanı ile Brösen Caddcsi'nin
yaptığı köşede suratımı asmış trampetimi konuşturuyor, nemli soğuk havayı pek
umursamıyordum; birden eski Rahip Okulu öğrencisi Schuggcr Lco'ya raslamayayım mı!
Uzunca bir süre şaşkın gülümseyerek karşı karşıya dikildik; ancak Lco, glase eldivenlerini
redingotunun ceplerinden çıkarıp, bir teni andıran bu beyazsarımsı mahfazaları
parmaklarıyla el ayalarına geçirince, kime rasladiğımı ve bu raslaniımn bana neler
getireceğini anladım hemen; Oskar korkmaya başladı.
KaiscrKurukalıvccisi'ııin vitrinlerini gözden geçirdik beraber; Max Ha I be Meydam'nda
birbiriyle krosman yapan beş ve dokuz numaralı birkaç tramvayın arkasından baktık, sonra
Brösen Caddesi'ndeki hep birbirine benzeyen evler önünden yürüdük, bir ilân sütununun
birkaç kez çevresini dolandık, Danzig guldeninin Alman markına çevrileceğini haber veren
bir ilânı etüt ellik, bir Persil ilânının orasını burasını kazıyıp beyaz ve mavi altında biraz
kırmızı ele geçirdik, bu kadarla yetinip tekrar meydana dönmek isledik: birden Schuggcr
Leo her iki cldivcniylc Üs kar'ı bir evin kapısının ağzına iteledi; eldivenli elinin sol
parmaklarını ilkin arkasına, sonra redingotunun elekleri altına uzattı, pantolon cebinde
dolaştırdı parmaklarını, cebindeki öteberileri eklen geçirdi, sonra bir şey bularak evirip
çevirdi, eldivenli elini yavaş yavaş ileri uzattı, gittikçe daha ileri illi elini. Oskar'ı evin avlu
duvarına sıkıştırdı, uzun bir kolu vardı Schuggcr Leo'nım, ama duvar olduğu yerde
duruyordu. Ben, kolu nerdeyse omuz eklemimden kurtulacak, özgürlüğüne kavuşacak,
göğsüme çarpacak, göğsümü delip geçecek, arkadan iki kuluncumun arasından çıkacak ve bu
küf kokulu evin merdiven duvarından içerlere dalacak, ama Leo'nun elinde 1 uttuğu şeyi
Oskar asla göremeyecek, ama Labes Caddesi'ndeki evlerinin yönetmeliğinden pek bir
ayrılık gösteremeyen Brösen Caddesi'ndeki evin yönetmeliğiyle yüz yüze gelecek diye
düşünürken ve lam buna inanmak üzereyken, beş parmaklı eldivenini açtı l.co.
317
Gemici paltomun hemen önünde eldivenli elini çapa biçimli düğmelerden birine çoktan
bastırmaya başlamıştı el o kadar çabuk açtı ki parmaklarının boğum yerlerinin pıtırdadığını
işittim; avucunu bir koruyucu mahfaza gibi saran parlak ve küf kokulu eldivenin üzerinde
boş kovan duruyordu.
Elini yeniden yumruk yaptığında, peşine takılmaya hazırdım Leo'nun. Bu birazcık maden
parçası beni hayli etkilemişti. Yan yana yürüyorduk; Leo'nun solundaydı Oskar, Rröscıı
Caddesi'nden aşağı indik; artık ııc bir vitrin, ne bir ilân sütunu önünde duruyorduk;
Magdeburg Caddcsi'ııi geçtik, Bröscn Caddcsi'nin sonuna gelip üzerlerinde gece kalkıp
inen uçaklar için ışıldakların yandığı sandık biçimli iki yüksek kuleyi arkamızda bıraktık;
ilkin bir çitin çevrelediği havaalanının kenarından yürüdük, nihayet biraz kuruca aslall yola
çıktık, Brösen yönünde akıp giden dokuz numaralı tramvayların ardı sıra yol almaya
başladık.
Hiç konuşmuyorduk, ama Leo boş kovanı hâlâ eldivenli elinde, avcımda tutuyordu. Ben
duraksayıp da nemli hava ve soğuk dolayısıyla dönecek gibi yaptım mı yumruğunu açıyor,
maden parçasını avcımda hoplatıyor, âdeta yüzer adım, yüzer adım çekip boyuna beni daha
ilerlere götürüyordu. Sasc sınırına varmadan az önce gerçeklen dönmeye kalktığımı
görünce, şarkı ve türkülere bile başvurdu beni alıkoymak için. Ökçesinin üzerinde çarkelli,
boş kovanı, açık ağzı yukarı gelecek biçimde tuttu, bir llülün ağzı gibi hayli öne lırlamış
salyalı alı dudağına bastırdı, gittikçe hızlanan yağmur hışırtısına bazen tiz. bazen sisin
nerdeyse boğup yuttuğu kısık bir müziğin karışmasına yol açtı. Oskar üşüyordu. Sadece
boş kovandan çıkarılan müzik onu üşütmüyor, alabildiğine berbat hava da fena halde
üşümesini gizlemek için herhangi bir çabada bulunmasını önlüyordu.
Bröscn'c çeken neydi beni? İyi güzel; bir boş kovandan müzik çıkaran o fareli köyün
kavalcısı Leo diyelim. Ama ben daha başka müziklerde işitiyordum. Çamaşır yıkanan
evlerdeki su buharlarını andıran kasım sisini delip geçerek Tersane ve Neufahrwasscr'clcn
gelen vapur sirenleri ve limana girip çıkan bir lorpiclobo
3IX
tun aç uluması Iskoçya, Schellmühl ve Rcichskolonie üzerinden bize ulaşıyor, dolayısıyla
Lco üşüyen bir Oskar'ı. sis düdükleriyle sirenlerin ve ıslık çalan bir boş kovanın peşi sıra
çekip götürmekte güçlük çekmiyordu.
Aşağı yukarı llavaalam'nı Yeni Talimgâlı'lan ve Zingelgraben'dan ayıran ve Pclonkcn'e
doğru kıvrılan tel örgünün hizasında durdu Sehugger Lco, bir süre başını yana eğerek ve
salyasını boş kovan üzerine akıtarak soğukla tir tir titreyen bana baktı. Elindeki boş
kovanı emip alt dudağına yapıştırdı, sonra aklına esip kollarını deli gibi oynatarak sırtından
kuyruklu ceketini çıkardı, ıslak toprak kokan ağır giysiyi başımla omuzlarımın üzerine altı.
Yeniden yola koyulduk. Oskar eskisinden daha mı az üşüyordu, bilmem. Bazen Leo sıçradığı
gibi beş adım açıyor arayı, sonra duruyordu; buruşuk, ama alabildiğine beyaz gömleğiyle
öyle bir hali vardı ki sanki ortaçağ zindanlarından, örneğin Stoekturm'dan birtakım
serüvenler sonunda kaçmış denebilirdi: Göz kamaştırıcı beyazlıktaki gömleğiyle aklından
zoru olanların izleyecekleri modayı gösteriyordu. Leo, yalpalayıp duran Oskar'ı redingot
içinde görünce, durup durup kahkahayı bastı; her kahkaha sonunda gaklayaıı bir karga
gibi kanat çırpıyordu âdeta. Gerçekten de komik bir kuşa. boz değilse de siyah bir kargaya
benziyor olmalıydım; nitekim redingotun elekleri de arkamda, benden biraz uzakla
sarkıyor, bir kuyruk gibi yolun asfalt örtüsünü süpürüyordu; geride geniş ve haşmetli bir
iz bırakıyordum; bu iz, omuzlarının üzerinden geriye doğru daha ikinci bakışında
gururlandırdı Oskar'ı; Oskar'ın içinde uyuklayan, henüz tümüyle açığa vurulmamış bir
trajediyi caıılandu masa da, onu ima eden bir izdi bu.
Daha Max Hablc Mcydanı'ndaykcn, Leo'nun beni Bröscn'c ya da Meufahrwasscr'c
götürmeyi düşünmediğini sezmiştim. Bu yaya yürüyüşün, yakında modern bir polis atış
poligonu bulunan Saspc Mezarlığı ile Zingclgraben'ı hedef aldığı daha başla belli etmişti
kendini.
Eylül sonuyla nisan sonu arasında kaplıca ve plajlara işleyen tramvaylar her oluz dakikada
bir geçiyordu. Langfulır banliyösü
319
nün son evlerini arkamızda bırakmıştık ki, karşıdan ğelen römorksuz bir tramvayla
karşılaştık. Çok sürmedi, Magdeburg Caddcsi'ndeki makasla karşıdan gelecek tramvayı
bekleyen tramvay, arkadan yetişip geçti bizi. Yanı başında ikinci bir makasın bulunduğu
Saspe Mezarlığı'na varmadan az önce bir tramvay zil vurarak geriden yaklaştı, sonra
karşıdan bir araba bize doğru gelmeye başladı; çok önce arabayı puslu havada beklerken
görmüşlük, çünkü görüş koşulları iyi olmadığı için nemli sarı bir ışık yakmıştı.
Karşıdan gelen tramvaydaki vatmanın yassı ve asık suratı henüz gözlerinin önünden
gitmeyen Oskar'ı, Schugger Leo asfalt caddeden çekerek, sahildeki tepelere benzeyen
kumlu bir arazi üzerinden götürmeye başladı. Kare biçimindeki bir duvar mezarlığı
çeviriyordu. Güneş yönünde bulunup, üzerindeki kalabalık bir sürü süsler görülen şöylece
kapılılmış paslı küçük bir demir kapıdan içeri girdik. Yerlerinden oynamış, yana kaykılıp
devrilmek üzere bulunan veya hanidir burun üzeri kapaklanmış duran ve çoğunun arkasıyla
iki yanı kabaca işlenip önleri perdahlanmış kara İsveç granitinden veya yeşil mermerden
yontma mezar laslarını doğru dürüst gözden geçirmeme maalesel vakit bırakmadı Leo.
Dolambaçlı yollarda büyüyen kara kuru bes allı sahil çamı; mezarlığın bütün ağaç süsü bu
kadarcıklı. Annem daha hayatlayken bu tramvaydan bakmış, bu viran yeri bütün öteki
mezarlıklara üstün tuttuğunu açıklamıştı. Oysa kendisi Brcnnlau Mezarlığı'nda yalıyordu
şimdi. Toprak orada daha yağlıydı; karaağaçla akçaağaçlann yetişmesini sağlıyordu.
Kuzeydeki dinarın acık ve parmaklıksız bir kapısından beni tekrar dışarı çıkardı Leo; bu
romantik viranenin içerisine daha alışmaya kalmadan mezarlıktan ayrıldık. Hemen duvarın
arkasında kumdan bir düzlük üzerinde dikilmeye başladık. Sahile doğru kalırtırnaklan,
çamlar ve yabani güller, tütüp duran lapamsı bir boşluk içinde alabildiğine belirgin, yüzüp
duruyordu. Mezarlığa doğru bakınca, kuzey duvarının bir parçasının kireçle yeni badana
edildiği dikkatimi çekti.
320
Yeni etkisi uyandıran ve buruş buruş gömleği gibi beyaz rengiyle göz kamaştıran duvarın
önünde bir faaliyettir aklı Leo'yu. Kendini zorlayarak kocaman adımlar atıyordu ve allığı
adımları sayar gibiydi; yüksek sesle sayıyor ve Oskar'a şimdi sorarsanız Lâtince yapıyordu
bunu; bir yandan da galiba Rahip Okulu'nda öğrendiği bir duayı mırıldanıyordu. Derken
duvardan şöyle böyle on metre uzaklıkla bir yere işaret koydu, yeni badana edilmiş ve
sanırım sıvası onarımdan geçirilmiş duvarın az berisine bir tahta parçası bıraktı, bütün
bunları da sol eliyle yaptı, çünkü sağ elinde boş kovanı tutuyordu. Nihayet pek uzun süren
bir inceleme ve ölçme işinden sonra uzaktaki tahta parçasının hemen yanma o içi boş ve uç
kısmı biraz dar maden parçasını yerleştirdi; bu maden parçası, kurşundan bir çekirdeği bir
süre kendi içinde barındırmış, sonunda biri çıkıp işaret parmağını bükerek bir tetiği
çekmiş ve kurşun çekirdeğinin barınağından ayrılıp o ölümcül yer değiştirme eyleminde
bulunmasını emretmişti.
Durduk da durduk duvar önünde. Schugger Leo'nun ağzından salyalar akıyor, salyalar iplik
iplik uzuyordu. Eldivenlerini birbirine geçirdi Lco. Bir süre Lâtince ilâhiler okur gibi
mırıldandıktan sonra sustu, çünkü söylediklerini cevaplandıracak bir cemaat yoklu oriada.
Leo arkasına dönüyor, öfkeli bir sabırsızlıkla duvar üzerinden Bröscıı Caddesi'nc göz
atıyor, çokluk boş tramvaylar makasla durup bekledikçe, zil vurarak birbirlerine yol verip
birbirlerinden uzaklaştıkça, başını o yana çeviriyordu; yaslı bir cemaat gözlüyordu belki
de, Ama yaya olsun, tramvayla olsun, kimseler gelip Leo'nun eldivenli elleriyle kendisine
başsağlığı dilemesine imkân vermiyordu.
Bir ara alana inmek isleyen uçakların homurtusu duyuldu üzerimizde. Başımızı kaldırıp
bakmadık, katlandık gürültüye ve kanat uçlarındaki çakıp sönen ışıklarla Ju 52 tipi üç
uçağın alana inmekte olduğunu gözümüzle görüp inanmaya yanaşmadık.
Motor gürültülerinin kaybolmasından az sonra karşımızda duran beyaz duvar gibi sessizlik
de eza vericiydi elini gömleğinin altına sokarak bir şey çıkardı, Schugger Leo; sonra hemen
ya
321
nnna sokuldu, kara giysisini Oskar'ın omuzlarından çekip aldı ve sıçradığı gibi
kalırtırnaklan, yaban gülleri ve sahil çamları yönünde kıyıya doğru ilerlemeye koyuldu ve
sıçrayıp giderken birinin bulmasını hesaplamış gibi bir jestle bir şey düşürdü yere.
Ancak Leo kayıplara karışınca mezarlığın önündeki alanda bir hayalet gibi görünüp
kayboldu bir süre, sonunda yere yapışık sütümsü bir sis tarafından yutuluverdi, ancak
yağmurla kendimi yapayalnız bulunca, kumların içine saplanmış duran karton parçasını
eğilip aldım yerden: Skal kartlarından maça yedilisiydi.
Saspe Mezarlığı'na gidişimizden birkaç gün sonra, anneannesi Anna Koljaiczek'e Langfuhr
Pazarı'nda rasladı Oskar. Bundan böyle Bissau'da gümrük ve sınır diye bir şey
kalmadığından, anneannem yine yumurtalarını, tereyağını, karalahanalannı ve kışlık
elmalarını pazara götürebiliyordu. Herkes koşa koşa ve bol bol alıyordu pazara getirilen
mallan; çünkü yiyecek maddelerine el konulması pek yakındı, bu da herkesi yiyecek stoku
yapmaya götürüyordu. Oskar, anneannesini malların gerisinde çömmüş görür görmez,
paltosunun, kazağının ve gömleğinin altında, çıplak teninin üzerine skal kartının temasını
hissetti. Bedava yolculuk ederek eve dönebileceğini söyleyen bir biletçinin davetine uyup
Saspe Mezarhğı'ndan Max Halbe Meydam'na gelirken maça yedilisini yolda yırtacak
olmuştum.
Ama yırtmadan bırakıp maça yedilisini anneannesine verdi Oskar. Kendisini görünce
karalahanalann gerisinde irkildi anneannesi. Belki de Oskar'ın gelişinin hayra alamet
olmadığını düşünmüştü. Ama sonra, balık sepetleri arkasında kendini yarı gizleyen Oskar'ı
el ederek yanma çağırdı. Oskar nazlandı, nemli yosunlar üzerinde yatan ve boyu nerdeyse
bir metreyi bulan canlı bir pomuchel balığını gözden geçirmeye başladı; Oltomin Gölü'nden
çıkarılan ve küçük bir sepet içinde düzinelercesi bir arada hâlâ islakoz yürüyüşünü talim
edip duran İstakozları seyretti, sonra da bu yürüyüşü kendi üzerinde uygulayarak gemici
paltosunun arka tarafıyla kıçın kıçın anneannesinin tezgâhına yaklaştı; ancak anneannesinin
tezgâhını ayakla lutan tahta kazıklardan
322
birine çarpıp da elmaları yere yuvarlayınca, ceketinin altın yaldız çapa biçimindeki
düğmcleriyle yüzünü gösterdi anneannesine.
Scliwerdfeger, gazete kâğıdına sarılı olarak getirdiği tuğlaları anneannemin etekliklerinin
altına itti, tuğla ilicisiyle soğuk tuğlaları yine çekip aldı büyükannemin allından, yanında
taşıdığı arduvaz bir tabelâ üzerine bir çizik çekerek bir sonraki tezgâha yürüdü.
Anneannem, bana çil çil bir elma uzattı.
Kendisine bir cima veren büyükannesine Oskar ne verebilirdi? İlkin skat karlını, sonra da
skat karlı gibi Saspe Mezarhğı'nda bırakmayarak yanına aldığı boş mermi kovanını. Uzun
süre, bir şey anlamayarak, birbirinden bu kadar değişik iki nesneye, skat kartıyla boş
kovana bakıp durdu, Anna Koljaiczek. Derken Oskar'ın ağzı, Arına Koljaiczek'in
başörtüsünün altındaki kıkırdaksı kadın kulağına yaklaştı ve bütün ihtiyatı elden bırakıp
Jan'ın kulak memeleri uzun ve biçimli, pembe ve küçük, ama elli kulaklarını düşünerek
şöyle fısıldadı: "Saspc'de yalıyor!" Sonra içinde karalahanalar bulunan bir küfeyi
devirerek hızla oradan uzaklaştı.
323
MARİA
Tarih, özel haberleri çığırtkanlıkla ileterek iyi yağlamadan geçirilmiş bir araç gibi
Avrupa'nın caddelerinde yol alır, yüzerek sulardan geçer ve uçarak havaları fethederken,
lâke çocuk trampetlerini ıskartaya çıkartmaktan öteye geçmeyen benim işler fena gidiyor,
ağır aksak yürüyor, halta hiç yerinden oynaınıyordu. Başkaları değerli madenleri har vurup
harman savururken, bende gene teneke suyunu çekmişti. Gerçi Oskar pek bir yeri
çizilmemiş yeni trampeti Polonya Poslancsi'nden kurtarmış, dolayısıyla Postane'nin
savunulmasına bir anlam kazandırabilmişti; ama teneke larmpetlcrv hurdaya çıkarması en
iyi günlerinde ancak sekiz haftalık bir zamana bakan Oskar için, Bay Naczalnik'in oğlunun
trampeti ne değer taşıyabilirdi.
Belediye Haslanesi'nden taburcu edilmesinden az sonra trampet değneklerimi harıl harıl
çalıştırarak trampetimi konuşturmaya, trampetimi konuşturarak trampet değneklerimi
çalıştırmaya ve hastanedeki hemşireleri kaybedişimden ölürü sızlanıp yakınmaya
baylamıştım. Saspe Mczarhğı'ndaki yağmurlu öğle sonrası işime mola verdirmemiş, tersine
Oskar kendini bir kal daha zorlayarak, bütün çabasını SS'ler karşısındaki utanılacak
davranışının son tanığı sayılan trampeti yok etmek gibi bir ödevin üstesinden gelmeye
yöneltmişti.
Ama trampet diretiyor, bana cevap veriyor, üzerine indirdiğim her darbeye bir darbeyle
yakınarak karşılık veriyordu. Ne tııhaf
324
lir ki, geçmiş yaşamımdaki sınırlı bir zaman bölümünü silip almaktan başka amaç taşımayan
bu gibi boğuşmalarda ikide bir Viktor Wcluhn'u anımsıyordum; oysa Viktor Wcluhn
miyoptu, benim aleyhimde tanıklıkta bulunamayacak biriydi. İyi ama, miyop Viktor Weluhn
kaçmayı başarmamış mıydı? Yoksa miyoplar miyoplardan daha çok şey görüyordu da, benim
ikide bir zavallı dediğim Wcluhn, davranışlarımı siyahbeyaz bir siluet gibi okumuş,
yaptığım o Yuda'ca işi çakmış, Oskar'm sırrını ve yüzkarasını kaçarken beraberine alarak
dünyanın dön bucağına mı taşımıştı?
Ancak aralık ortalarına doğru boynumdan sarkan kırmızıbeyaz lâke, vicdanımın suçlamaları
inandırıcı gücünü yitirdi. Teneke trampet dökülmeye başladı, teneke inceldi ve saydam bir
durum almadan orasında burasında yırtıklar belirdi. Ne zaman bir şey acı çekse ve bir
yıkılışa doğru ilerlese her seferinde olduğu gibi, bu kez de teneke trampetin acısını gören
görgü lanığı Oskar, acı süresini kısaltmak istedi. Son Advent haftaları sırasında hızlı bir
tempo tutturdu; öylesine çalıştı ki, konu komşu ve Malzeralh elleriyle başlarını sarıp
örttüler, çünkü Mübarek Gece'ye* kadar trampetin hesabını görmek istiyordu Oskar;
çünkü Mübarek Gece, töhmet allında bulunmayan yeni bir trampete kavuşacağımı
umuyordum.
Hakkından da gelmiştim; yirmi dört ocak gecesinin gündüzü yumru yumru olmuş, gevşecik
lakırdayıp duran ve bir kaza sonucu dağılıp dökülmüş bir arabayı andıran paslı bir nesneyi
bedenimden ve ruhumdan uzaklaşlırdım; öyle umuyordum ki, artık benim için de Polonya
Posiancsi'nin savunusu kesinlikle çökmüştü.
Beni bir insan olarak görecek olursanız asla bir insan, Oskar kadar düş kırıklığına uğralan
bir Noel yaşamamıştır; Noel gecesi, Noel ağacı altında buldu Oskar bulacağını; her şey
vardı da, bir teneke trampet yoklu.
' Hazreli İsa'nın doğduğu 24 aralığı 25 aralığa bağlayan gece. (Ç.N.)
325
İnşa küplcriyle dolu bir kutu duruyordu ortada, asla kutuyu açmadım. Üzerine binilip
sallanılacak bir kuğu, sözde seçkin bir hediye olup beni Lohengrin* yapacaktı. Galiba beni
kızdırmak için, hediyelerin sıralandığı masaya üç dört de resimli kitap koymak cesareti
gösterilmişti. Bana kalırsa işe yarar hediyeler olarak bir çift eldiven, bir cilt bot, ayrıca
Grelchen Schefflcr'in ördüğü kırmızı bir kazak sayılabilirdi. Oskar gözlerini şaşkın şaşkın,
içinde tahta küpler bulunan kuğu kuşuna kaydırmış, sonra da resimli kitaplardaki
pençelerinde çeşit çeşit çalgılar tutan o kumaştan gülünç oyuncak ayılara dikmişti. Yine
böyle düzmece bir canavar pençesinde bir trampet tutuyor, sanki trampet çalabilirin iş,
sanki hemen bir havayı vurmaya başlayacakmış gibi, hatta o anda trampeti çalıyormuş gibi
yapıyordu; benimse bir kuğum vardı yalnız, trampetim yoklu; birden çok evler ve binalar
inşa etmek için tahta küplerim vardı da, bir tek trampetim yoklu; son derece ayaz kış
geceleri elime geçireceğim yarım eldivenlerim vardı da, yarım eldivenlerimle kış gecesine
çıkaracağım ve ayaz havanın sıcacık bir şeyler işitmesini sağlayacağım yuvarlak, bıızsu ve
lake bir teneke tram pel i m yoktu.
Herhalde Malzcralh trampeti saklıyor, diye düşündü Oskar. Belki de pastacı kocasıyla
Noel çerezlerimizi yiyip yutmaya gelen Grelchen Sclıeffler trampetin üzerinde
oturuyordu; ilkin kuğu kuşunun, tahtadan inşa küplerinin ve resimli kitapların bende
uyandıracağı sevinci görüp zevklenecek, sonra da gerçek hazineyi çıkarıp bana buyur
edeceklerdi. Boynumu büktüm, bir budala gibi resimli kitapların sayfalarını çevirmeye
başladım, bir ara sıçradığım gibi kuğu kuşunun sırtına bindim, içimde alabildiğine büyük bir
tiksinti duyarak en azından bir yarım saat sallanıp durdum. Odadaki lazla sıcağa
aldırmayarak kırmızı kazağı üzerime geçirip, bana uyup uymadığına baktım; Grelchen
Scheffler'in yardımıyla potinleri giydim ayağıma. Bu arada Greff'ler de damlamıştı, çünkü
allı kişi için hazırlanmıştı kaz dolması. Malze
* 13. yüzyılın sonlarında kaleme alınmış bir desıan kahramanı. (Ç.NJ 326
r
rath'ın ustalıkla hazırladığı içi pişmiş meyva dolu kaz gövdeye indirilip can eriklcriyle
armutların oluşturduğu bir soğukluk yenirken, Grcfl'in öbür dört kitabın yanına bıraktığı
resimli kitabı umutsuzlukla elinde tutmaya başladı Oskar. Çorba, kaz dolması, kırmızı
lahana, haşlanmış patates, can erikleri ve armutları yeyip nar gibi yanan bir çini sobanın
sıcak soluğunu üzerimizde duyarak, hep birden bir Noel şarkısı söylemeye başladık; Oskar
da katıldı şarkıya, derken bir şarkı daha, sevin artık, ve bir şarkı daha, oh çam ağacı ne
kadar yeşil, oh çam ağacı ne kadar yeşil, çın çın çanların çın çın çanların her yıl yeniden ve
nihayet dışarda çanlar çalmaya başlamıştı ve nihayet trampetimi versinler isledim, daha
önce Müzisyen Meyn'in de aralarında bulunduğu içkili Üflemeli Sazlar Topluluğu sazlarını
üflüyordu, öyle ki pencere pervazlarından sarkan buzlar... ama ben trampetimi istiyordum,
onlar vermiyordu, trampetimi ortaya çıkarmıyorlardı bir türlü, Oskar; "Evet!" diyordu,
onlar: "Hayır!" diyordu. Sonunda bastım çığlığı, hanidir çığlık almamıştım, böylece uzun bir
aradan sonra sesimi eğeleyip bileyerek cam nesneleri delip geçen sivri bir alet yaptım;
hani ne vazoların canına okudum bu aletle, ne bira bardaklarını ve ampulleri kırıp döktüm
ne de vitrin camlarını delip geçtim; görme gücünden yoksun bıraktığım bir gözlük de
olmadı. Sesimi daha çok çam ağacının dallarından sarkıp görkemli bir hava içinde ortalığa
bayram sevinci saçan renkli kürelere, küçük çanlara, gümüş köpüğünden yapılmış kolaycacık
kırılabilen nesnelerle Noel ağacının sivri uçlarına yüklendim: Çınçın çınçın yaparak Noel
ağacının bütün süsleri toz olup dağıldı. Beri yandan, hiç gereği yokken, bir sürü iğne
yaprak çam ağacından ayrılıp süpürülmek üzere yere döküldü. Ancak mumlar, sessiz ve
mübarek, yanmalarına devam elti, ama bütün bunlara karşın, yine de bir trampete
kavuşmamıştı Oskar.
Şuncacık bir anlayış yoklu Matzeralh'da. Beni bu yoldan terbiye mi etmek istiyordu?
Yoksa beni gerektikçe bol bol trampetle donatmak aklına mı gelmiyordu. Bilmem. Ama işte
bütün bunlar bir fclâkeli hazırlar gibiydi; ancak ilerde beni bekleyen felâket
327
yaklaştıkça bakkal dükkânında günden güne büyüdüğü görülen bir kargaşanın pek
saklanamaz duruma gelmesidir ki, benim ve dükkânın kul daralmayınca bızır yetişmez
derler bir hızır gibi lam zamanında imdadıma yetişti.
Oskar, lezghahın arkasında durup peksimet, margarin ve suni bal salacak boyda olmayıp
böyle bir şeye de pek heves duymadığından, sözcüğün sadeliği dolayısıyla yine babam
diyeceğim Malzcralh, zavallı dostum Hcrbert'in en küçük kızkardeşi Maria Turczinski'yi
aldı dükkâna.
Yalnız adı Maria (Meryem) değildi kızın, kendisi de gerçekten öyle biriydi. Dükkânımızı bir
iki haftada yine eski ününe kavuşturmakla kalmadı, işleri tallı bir sertlikle çekip çevirirken
Matzerath gönül rızasıyla boyun eğiyordu benim durumumun değerlendirilmesinde de bir
bakıma keskin bir zekâ eseri gösterdi.
Daha Maria, tezgâhın başındaki yerini almadan, karnımın önünde sarkan hurda yığınıyla
yakınıp sızlanarak merdivenlerin yüzü aşkın basamağını paldır küldür inip çıktığımı görünce,
kullanılmış bir leğeni trampet yerine buyur elti bana. Ama Oskar böyle uydurma bir
trampeti geri çevirdi, bir leğenin arkasını trampet olarak kullanmaya yanaşmadı, dayatıp
diretti bu konuda. Ne var ki, Maria dükkâna yerleşir yerleşmez, Malzeralh'a sözünü
dinletmeyi bildiğinden isteklerim dikkate alındı. Ancak Maria ile. oyuncakçı dükkânlarından
içeri ayak almaya bir türlü razı edilemedi Oskar; rengârenk oyuncaklarla dolu dükkânlar
gördüm mü, Sigusmund Maıkus'un ayaklar allında çiğnenmiş dükkânıyla bir kıyaslama
yapmam gerekecek, bu da kuşkusuz beni üzecekti. Yumuşak başlı ve uysal bir kız olan
Maria beni oyuncakçı dükkânının kapısında bekletiyor ya da kendisi yalnız çarşıya çıkıyor,
duruma göre bana dört ilâ beş haftada bir yeni bir trampet alıp getiriyordu. Teneke
trampetlerin bile seyrek bulunmaya başlayıp karneye bindirilcliği son savaş yıllarında,
dükkân sahiplerine şeker veya biraz kahve vererek trampetleri tezgâh allından karnesiz
almak zorunda kaldı Maria. Bütün bunları da ahlayıp oflamdan, kaşlarını çatıp gözlerini
belertmeden gayel dik
328
katli bir ciddilikle yaptı, davranışında sanki bana yeni yıkanıp güzelce elden geçirilerek
onarılmış çorap ve gömlekleri giydirir gibi bir doğallık bulunuyordu. Maria ile aramdaki
ilişkiler sonraki yıllarda sürekli değişmiş, şimdilerde bile bir berraklık ve açıklığa
kavuşmamış olsa bile, bugün çocuk trampetlerinin fiyatı ]940'iakinden daha yüksek
olmasına karşın, onun bana trampetleri buyur ediş tarzı hep aynı kaldı.
Bugün bir moda dergisinin abonelerinden Maria; beni her ziyaret edişinde bir öncekinden
daha şık oluyor. Oysa bir zamanlar?
Maria güzel miydi? Değirmi ve hep yıkanmış izlenimi uyandıran bir yüzü vardı; burun
kökünde kavuşan gür ve koyu kaşları altında biraz lazla öne fırlamış kısa. ama sık kirpikli
gri gözlerinin bakışı serin ama soğuk değildi. Üzerindeki cilt, sert ayazda mor mor gerilip
çatlayarak acı veren pek belirgin şakak kemikleri, yüzünün ferahlatıcı bir düzlük izlenimini
uyandırmasına yol açıyor, bu düzlük çirkin olmayan, hele hiç gülünç denemeyecek minik,
ama bütün minikliğine karşın zari! burnuyla bir kesintiye uğramıyorclu. Alnı yuvarlak olup
dardı ve burun kökü üzerine gelen kısmı daha erkenden düşüncelerin parlaklığını taşıyan
hafif dalgalı kahverengi saçları sakaklarında başlıyor, Truczinski Nine'deki gibi bir ensesi
bulunmayan küçük başım örtüyordu. Maria beyaz önlüğünü kuşanıp da tezgâh başına
geçtiği zaman, kanla bol bol beslenen gürbüz kulaklarının gerisinde henüz sac topuzları
vardı; kulak memeleri maalesef yukardan aşağı serbesl sarkmayıp çirkin denemeyecek bir
kıvrım yapmasına karşın doğrudan doğruya alt çene üzerindeki elle pek hoşa gitmeyecek
biçimde kaynıyor ve Maria'nın karckteriyle ilgili birtakım sonuçlar çıkarılmasını sağlıyordu.
Sonraları Malzerath, söylene söylene ondülc yaptırttı saçlarını, bu da Maria'nın
kulaklarının saklı kalmasını sağladı. Bugün Maria, modaya uygun olarak kısa kesilmiş
saçlarının allında etle kaynamış kulak memelerini açıkla taşıyorsa da, bu ufak güzellik
kusurlarını, biraz zevksiz, kocaman küpelerle gizlemeye çalışıyor.
329
Nasıl ki Maria'nm bir el atışta ele geçecek küçük başında dolgun yanaklar, pek belirgin
şakak kemikleri ve çukara gömülmüş olup âdeta göze çarpmayan burnun iki başına
cömertlikle oyulmuş gözler bulunuyorsa, orta boydan aşağı gösterilebilecek bedeninde
biraz fazla geniş omuzları, hemen omuz hizasında başlayan dolgun memeleri, dolgun bir
kalçası ve kalçaları taşıyan uzun, buna karşın tombul bacakları vardı; haya kılları arasından
içerler görülebiliyordu.
Belki o zamanlar Maria'nm biraz içe çarpıktı bacakları; ayrıca hep kızarmış duran elleri
büyüyüp gelişmesini bitirip kesinlikle bir tenasüp kazanmış vücudunun tersine çocuksu
görünmüştü bana, parmaklarında bir uyuşukluk farkeder gibi oldum. Bu çocuksu ellerden
de kendini bugüne kadar büsbütün kurtarmış değil Maria. Önceleri yumru yumru pabuçlar,
daha sonra zavallı annemin kendisine pek uymayan eski moda zarif iskarpinleri içinde
zorlanıp duran ayaklan, bir başkasından devralınan o sağlığa zararlı ayakkabılara karşın
yavaş yavaş çocuksu kırmızılığını ve gülünçlüğünü yitirmiş, Balı Almanya ve hatla İtalyan
menşeli modern ayakkabı modellerine kendini uydurmuştu.
Maria (azla konuşuyor, ama kap kaçak yıkarken, ayrıca yarım kiloluk ve iki yüz elli gramlık
kese kâğıtlarına şeker doldururken ezgiler mırıldanmaktan hoşlanıyordu. Akşam, dükkân
kapanıp Matzerallı hesabı gördükten sonra, ayrıca pazar günleri ve iş arasında bir yarım
saatçik dinlenmek istediği zamanlar, askere çağrılıp GrossBoschpol'a giderken kardeşi
Frilz'in kendisine hediye etliği mızıkayı eline alıyordu.
Maria'nm mızıkayla çalmadığı hemen hiçbir şey yoktu. Hiller Gençliği Alman Genç Kızlar
Birliği'nin akşam toplantılarında bellediği izci şarkıları, radyodan öğrendiği ve 1940 yılında
görevli olarak birkaç gün için Danzig'e gelen kardeşi Frilz'ten kaptığı operet melodileri.
Maria'nm Yağmur Damlalan'nı nasıl ustalıkla çaldığını, ayrıca Rüzgâr Bana Bir Şarkı
Söyledi'yi, Zaralı Leander'e öykünmeden nasıl ağız mızıkasından çıkardığını anımsıyor
Oskar. Ama iş zamanı Hohner marka mızıkasını asla eline almazdı
330
Maria. Gelen giden bir müşteri olmasa bile, mesai saailcrinde müziğe kapıları kapar,
çocuklar gibi yuvarlak harfleri yan yana dizerek fiyat etiketlerini yazıp malların listelerini
çıkarırdı.
Dükkânı yönelenin ve zavallı annemin ölümünden sonra rakip dükkânlara kaptırılmış
müşterilerden birazını yeniden elde ederek dükkânın sürekli müşterileri yapanın kendisi
olduğu gözden kaçakcak gibi değildi, ama yine de Matzeralh'a karşı âdeta kul köleliğe
varan bir saygıyı da hiç elden bırakmayan bir kızdı Maria. Bu saygı da, zaten her vakit
kendine güvenen bir adam olan Matzeralh'ı hiç tedirgin etmiyordu.
Sebzeci Grcfl ile Gretchcn Scheffler kendisine takılacak oldular mı: "Nihayet kızı
dükkânıma aldım, onu yetiştirdim" gibi bir neden ileri sürüyordu hep; işte bu kadar
yalınkattı düşünceleri, ancak en sevdiği işi yemek pişirme sırasında daha ince, duygulu ve
dolayısıyla daha saygıdeğer biri oluyordu. Hani ne diye hakkını yesindi Oskar:
Matzeralh'm hazırlayıp sofraya çıkardığı lahana lurşusuyla Kassler domuz budu, hardallı
domuz böbrekleri, üzerine ekmek rendelenip ekilerek kızartılan Viyana Pirzolası, ama
hepsinden çok kremalı ve bayır lurplu sazan balıkları yok mu, nefisti doğrusu. Koklamasına
ve yemesine doyum olmazdı. Gerçi Maira'ya dükkândaki işlerle ilgili olarak pek de lazla bir
şey öğretmiş değildi Malzeraih, çünkü bir kez kızın perakende alışverişlere karşı doğuştan
yeteneği vardı; ikincisi, toplan mal almasını kuşkusuz iyi heceliyorsa da, tezgâhtarlığın
inceliklerinden zaten Matzcrath'ın kendisi enikonu habersizdi. Ama Matzerallı yemek
pişirmesini, kızartma ve buğulama gibi şeyleri yapmasını kıza bellclmişti; Maria daha önce
iki yıl Schidlitz'dcki bir memur ailesinin yanında hizmet etmiş, ev işlerini orada
öğrenmişti: ama yine de yanımızda çalışmaya başladığı zaman bir suyu bile
kaynatamıyordu.
Çok geçmeden Malzcrath, tıpkı zavallı annemin sağlığındaki gibi bir yol izlemeye başladı:
Mutfakla hükmünü yürütüyor, bir pazar günü kızartmasından öbür pazar kızartmasına
seğirtiyor, mutlu ve memnun, saatler boyu kap kaçak yıkamakla oyalanıyor,
331

arada bir kcnle inip savaş yıllarında giderek zorlaşan alışverişleri yapıyor, toptancı
firmalara ve İktisat Müclürlüğü'nc gerekli siparişleri verip ödenecek paraları ödüyor, bu
işte pişmiş biri gibi maliyeyle yazışmaları yöneliyor, iki baltada bir zengin bir lıayal gücü ve
zevk eseri gösterip acemice denemeyecek gibi dükkânın vitrinini dekore ediyor,
sorumluluğu bilen biri gibi davranıp partideki işlerini görüyor, Maria tezgâhın başından
çekilip alınacak gibi olmadığı için işi başından aşkın bulunuyordu.
Bütün bu hazırlığın, genç bir kızın kalça kemiklerinden, kaşlarından, kulak memelerinden,
ellerinden ve ayaklarından bu kadar uzun boylu söz açmanın ne gereği var? diye
soracaksınız. Ben de tamamen sizinle beraberim; insanın böyle anlatılması hoş bir şey
değil. Buraya kadar Maria'nın çirkin bir tablosunu çizdiğinin hani çok iyi bilincinde Oskar;
ama hep çirkin kalmayacak bu tablo. Dolayısıyla, tabloyu aydınlatacağını umduğu son bir
cümle: Bütün o isimsiz hemşireleri bir kenara bırakırsam, Oskar'ın ilk göz ağrısı Maria
oldu.
Cîünün birinde seyrek yaptığım bir davranışta bulunup, trampetime kulak vermem üzerine
anladım bunu: baktım Oskar yeni ve ısrarlı, ama yine de sakınıp kollayarak teneke
trampetine içindeki tutkuyu müjdeliyor. Trampetimi böyle konuşturmamı lena
karsılamamıştı Maria; ama bana eşlik etmesi gerekliğini sanarak mızıkasını eline alması ve
bu ağız trampetini çalarken kaşlarını çirkin bir biçimde çalması pek hoşuma gitmedi. Ne
var ki kendisi çok vakit çorap yamayıp kese kâğıtlarına şeker doldururken, ben trampetimi
konuşturmak isledim mi ellerini iki yana sarkılıyor, ağırbaşlı ve dikkatli, yüzü tamamen
sakin, trampet değneklerime bakıyor, çorapları tekrar yamamaya koyulmadan yumuşak ve
uykulu bir davranışla elini kısa kesilmiş seyrek saçlarımın üzerinde gezdiriyordu.
Ne kadar şefkat ve sevecenlikle olursa olsun kimsenin kendisini okşamasına katlanamayan
Oskar, Maria'nın eline ses çıkarmıyordu; zamanla bu elin okşayışını öylesine arar duruma
gelmişti ki, Maria'nın kendisini okşamasına yol açan havaları, çok
332
luk saatlerce ve eskisinden daha bilinçli trampetine söyletiyor, sonunda Maria'nın eli karşı
duramayarak dileğini yerine getiriyordu.
Beri yandan, her akşam beni yatağa Maria yatırmaya başlamıştı. Beni soyuyor, oramı
buramı yıkıyor, pijamamı giymeme yardım ediyor, yalağa yatmadan bir kez daha sidik
torbamı boşaltmamı bana öğüllüyor, sonra kendisi Protestan olmasına karşın, benimle bir
kez Rabbani üua'yı, üç kez de "selam sana ey Meryem Ana"yı, bazen da "Ey İsa senin için
yaşar, senin için ölürüm" ü okuyor, nihayet insana rehavet veren dost bir yüzle üzerimi
örtüyordu.
Elektriği söndürmeden önceki bu son dakikaların gayet güzel olmasına karşın, Rabbani
üua'yı ve Ey İsa duasını yavaş yavaş ince bir imayla "Deniz yıldızı, selam sana" veya "Maria
senin için"c çevirmiştim. Gece uykuları dolayısıyla lıer akşam yapılan bu hazırlıklardan hiç
hoşlanmıyordum; kendi kendime hakimiyetimin nerdeyse temelini çökertmiş bu hazırlıklar,
genellikle hiç renk vermeyen biri olan benim yüzümde, o henüz yeni yetişen kızlar ve
sancılar içinde kıvranan erkekler gibi kalleş kızartıların belirmesine yol açmıştı. Ne diye
saklansındı Oskar: Ne zaman Maria kendi clccğiziylc beni soysa, beni soyup çinko leğen
içine dikse ve lırça, sabun ve keseyle beni keseleyip temizlese, yani ne zaman on beşini
bitirmek üzere olan ben Oskar'ın çok geçmeden on yedisine basacak bir kız karşısında
üryan ve fazla açık seçiklikle dikildiğini düşünsem, her seferinde şiddetle kızarıp
bozarıyordum ve yüzümde beliren ateş kolay kolay kaybolmuyordu.
Ama Maria benim cildimdeki renk değişikliğini fark etmez görünüyordu. Keseyle fırçanın
beni o kadar ateşlendirdiğini mi düşünüyordu acaba? Oskar'ın böyle kızarmasına yol açan
şeyin temizlik olduğunu mu geçiriyordu aklından? Yoksa Maria utangaç ve ince bir kızdı da,
benim her akşam böyle yüzümde beliren kızarmanın nedenini anlıyor ama anlamazlığa mı
geliyordu?
Bugüne kadar da hep ansızın kızarıp durdu yüzüm, heş dakika ve bazen daha uzun süren
kızartıyı hiçbir şeyle gizyelemedim.
333
Daha kibrit sözcüğünü işitir işitmez yüzü pancar gibi kızaran Kundakçı Büyükbabam
Koljaiczek gibi, benim hiç de tanımam gerekmeyen biri yakınımda, her akşam bir leğen
içinde keselenip fırçalanan küçük çocuklardan söz açacak oldu mu, kanım, damarlarımda
dolu dizgin dolaşmaya başlıyordu. Böyle zamanlarda bir Kızılderiliye benziyordu Oskar;
daha şimdiden çevremdekiler gülümsemeye, bana acayip, halta yoldan çıkmış biri gözüyle
bakmaya koyulmuşlardı; çünkü küçük çocukların sabunlanmaları, keseyle ovulmaları, sabun
bezinin en mahrem yerlerinde gezinmesi çevrem için ne anlam taşıyabilirdi?
Serbest bir kız olan Maria ise benim yanımda hiç sıkılmadan en atak davranışlarda
bulunabiliyordu. Ne zaman oturma odasıyla yalak odasının tahtalarını silip temizlemek
istese, önce bacak larındaki çorapları sıyırıyordu önümde, böylelikle Matzerath'ın
kendisine hediye elliği çorapları kollayıp gözetmek isliyordu. Ve bir cumartesi dükkân
kapandıktan sonra Maria elekliğini ve bluzunu çıkardı; eski püskü, ama lemiz etekliğiyle az
ilerime, oturma odasındaki masanın başına gelip dikildi ve etekliğiyle suni ipek bluzımdaki
birkaç lekeyi benzinle ovarak çıkarmaya çalıştı. Nasıl olmuştu da, Maria, üstündeki
giysileri soyunup giysilerinden benzin kokusu uçar uçmaz, naifayarlıcı bir vanilya kokusuyla
tatlı tallı kokmuştu? Vanilya kokan bir kökle mi oğmuşlu vücudunu acaba? Bu kokuyu veren
ucuz bir parfüm mü vardı? Örneğin Bayan Katcr'in vücudunun amonyak buğuları salgılayışı,
örneğin anneannem Koljaiczek'in etekliklerinin altının hafif acımış lereyağı kokması gibi,
bu rayiha da Maria'ya özgü bir şey miydi? Her şeyin nedenini araştırmadan duramayan
Oskar, vanilya kokusunun nerden geldiğini de kurcaladı. Hayır, Maria vücudunu bir kökle
fayan ovmuyordu, onun kendisinde vardı bu lâtif koku. Hatta kendisindeki bu kokudan
habersiz olduğuna ilişkin bende o zamanlar uyanan kanı bugün bile sarsılmış değil; çünkü
pazar günü haşlanmış patates ve esmer renkte tereyağlı karnıbaharla dana pirzolası yenip
sofraya vanilya pudingi çıkarılınca, kırmızı peltemsi tatlıya bayılan Maria, polinli ayağımla
ma
334
sanın bacağına vurduğum için sallanıp duran pudingten az bir şey yiyor; bunu da istemeye
islemeye yapıyordu; Oskar ise, bugüne kadar, pudingler arasında en yavanı olan bu
alabildiğine basit vanilyalı pudinge bayıldı âdeta.
1940 Temmuzunda, özel cephe haberlerinin Fransa seferindeki hızlı tempoyu ve başarılı
seyri haber vermesinden az sonra, Ballık Denizinde plaj mevsimi başlamıştı. Maria'nın
kardeşi Onbaşı Fritz Paris'ten ilk kartpostalları yollarken, Malzeralh ile Maria karar
verdiler; Oskar denize götürülecekti, deniz havası iyi gelecekti Oskar'a. Maria öğle
paydosunda dükkân birden üçe kadar kapalı kalıyordu beni alıp Bröscn sahiline gidecek ve
dörde kadar orada kalabilecekti; Malzeralh'a göre hiç sakıncası yoktu bunun, nihayet
kendisi de arada bir tezgâhın başına geçip müşterilere görünmekten memnunluk duyacaktı.
Üzerinde çapa deseniyle yeni bir mayo alındı Oskar için. Maria'nın zaten kırmızı bordürlü
yeşil bir mayosu vardı, kızkardeşi Gusle konfirmasyonda* kendisine hediye etmişti.
Annemin zamanından kalma bir çanta içine yine annemden kalma lüylü beyaz bir bornoz
sokuşturuldu, yanına da gereği yokken küçük bir kovacik, bir kürekçik ve çeşit çeşit
pastalar yerleştirildi. Trampetimi ben kendim taşıyordum.
Tramvayla Saspe Mezarlıgı'nın önünden geçerken korktu Oskar. işte öylesine sessiz, ama
yine de konuşkan bu yerin manzarasının zaten içindeki pek büyük sayılmayan deniz banyosu
hevesini kırmasından nasıl korkmasındı? Onu mahva sürükleyen kimse ince yaz giysileri
giyinmiş olarak tramvayla mezarı önünden çın çın geçerken, Jan Bronski'nin ruhu ne
yapıyor şimdi acaba diye sordu Oskar kendi kendine.
Dokuz numaralı tramvay durdu. Saspe diye bağırdı biletçi. Kendimi zorlayarak Maria'nın
yanı başından Bröscn'c doğru baktım, karşıdan gelen tramvay yavaş yavaş büyüyor,
sürünerek yak
' Hıristiyan dininde 16. yaşına gelen gençlerin erişkinlerin oluşturduğu cemaat kabul
töreni. (Ç.N.)
335
laşıyordu. Gözlerimi çevremde gezdirmesem! Görülecek zaten ne vardı orada. Sıska, cılız
sahil çamları, mezarlığın süslerle donatılmış paslı parmaklık kapıları, tutunacak bir yerleri
kalmayıp âdeta boşlukta duran karmakarışık mezar taşlan; öyle taşlar ki, üzerlerindeki
yazıları, devedikenleriyle yabani yulaflar okuyordu artık. En iyisi gözlerimi açıp
pencereden dışarı çevirerek yakarlara bakmak: İşle orada homurdanış duran semiz.]u
52'le.r* bulutsuz temmuz göğünde üç motorlu uçakların veya pek semiz sineklerin
homurdanışı gibi tıpkı.
Zil çalarak kalktık, karşıdan gelen tramvay, önümüzü bir an kapadı, römorku geçtikten
hemen sonra başımı çevirmeden duramadım; viran mezarlığı gördüm bütünüyle; ayrıca
kuzey duvarından bir parça; gerçi duvardaki o beyazlığıyla dikkati çeken yer gölgede
duruyordu, öyleyken içimde son derece tatsız bir duygu uyandı.
Ansızın beyaz yer kayboldu, Brösen'e doğru yaklaşmaya başladık. Gözlerimi yeniden
Maria'ya çevirdim; hafif ve beyaz bir yaz giysisini dolduruyordu vücudu. Yuvarlak ve soluk
parıltılı boynuyla dolgun gerdanının üzerinde, hepsi aynı irilikle olup olgunluktan nerdeyse
çallayacakmış izlenimi uyandıran eski ve kırmızı tahta kiraz tanelerinden bir kolye
taşıyordu. Sadece sezmiş miydim, yoksa gerçeklen kokusunu mu almıştım? Oskar hafitçe
eğildi —Vanilya kokusunu da Ballık Denizi'ne beraber götürüyordu Maria—, rayihayı derin
derin içine çekti ve çürük kokan Jan Bronski'yi hemen yendi içinde. Polonya Postanesi'nin
savunusu, daha onu savunanların elleri kemiklerinden ayrılmadan tarihe karışmıştı.
Oskar'ın burnu, bir zaman pek (iyakalı, ama şimdi çürüyüp dökülen muhtemel babasının
saçtığı kokudan başka kokular duyuyordu.
Bröscn'dc yarım kilo kiraz aldı Maria, sonra beni elimden tııtlu, başka kimsenin elinden
tutmasına Oskar'ın istemediğini biliyordu; sahildeki çam ormanı içinden geçerek plaja
geldik. Nerdeyse on altı yaşında olmama karşın —plaj yöneticilerinin anladığı yoktu bunu
kadınlar bölümüne girmeme ses çıkarılmadı. Su:
* Bir lip uçak: Junkcrs'in kısaltılmış şekli. (Ç.N.) 336
On sekiz; hava: Yirmi allı; rüzgâr: Doğu ileriki günlere ilişkin tahmin: Açık. Kara bir tahta
üzerine yazılmış duruyordu bu sözcûklcr; onların bitişiğinde Can Kurtaran Dcrneği'nin
yazıları, acemice çiziktirilmiş eski moda resimlerin yanında boğulanların nasıl dirilt
ileceğine ilişkin kurallar. Resimlerde boğulan kimselerin hepsinin de çizgili mayoları vardı,
kurtarıcıları ise bıyıklıydı, kalleş ve tehlikeli sular üzerinde hasır şapkalar yüzüyordu.
Kabinlere bakan kız, çıplak ayaklarla önümüzden yürüdü. Tövbe ve isliğlar eden biri gibi
beline bir ip dolamıştı ve ipin ucunda bütün kabinleri açan koca bir anahtar sarkıyordu.
Kabinler önünden uzanıp giden kuru bir hasır. 53 numaralı kabini verdi bize kız. Kabinin
tahtaları sıcak, güneşle kavrulmuş, benim kör diyebileceğim doğal bir renkte: beyaz
mavimsi. Kabindeki pencerenin yanı başında bir ayna; kendisini pek ciddiye aldığı yok artık.
Oskar'ın soyunması gerekiyordu ilkin. Yüzümü duvara dönerek üzerimdckileri çıkarmaya
başladım. Maria'nın yardımını islemeye istemeye kabullendim. Sonra Maria, pratik bir
sağlamlık taşan eliyle tuttuğu gibi kendinden yana döndürdü beni, yeni alınan mayoyu bana
uzattı, dar yün giysi içine kaba ve hoyrat tıktı beni, mayomun askılarının düğmelerini
vurarak kabinin arka duvarına bitişik bankın üzerine kaldırıp koydu; trampetimi ve
değnekleri elime tutuşturup, bu kez kendisi acele ve sert hareketlerle soyunmaya başladı.
Şöylece biraz konuşturdum trampetimi ilkin, bir yandan da kabinin budak deliklerini
saydım. Saymayı ve trampetimi konuşturmayı kestim derken. Maria'nın iskarpinlerini
çıkarırken dudaklarını niçin öyle komik biçimde büzdüğünü ve önü sıra bir ıslık
tutturduğunu bir türlü aklım almadı; iki ton yüksek perdeden, iki ton alçak perdeden
öttürüyordu ıslığını. Çoraplarını bacaklarından sıyırıp allı, bir bira arabasının sürücüsü gibi
ıslık çalıyordu Maria; çiçekli fistanını çıkardı derken, bir yandan ıslığını çalarak
kombinezonunu listanmın üzerine astı, sutyenini çözüp yere bıraktı elinden, belli bir hava
gözetmeksizin, hâlâ ıslığını zoraki öttürerek sporcularınkine benzeyen külotunu sıyırıp
dizleri
337
ne indirdi; derken dizlerinden kayıp ayaklarına düştü külot; Maria, içerisinden.ayaklarını
çekip alarak sol ayağıyla külotu kabinin bir köşesine itti.
O kıllı üçgeniyle Oskar'ı korkutmuştu Maria. Gerçi Oskar zavallı annesinden biliyordu,
kadınların apış aralan çıplak olmazdı, ancak Maria bir Malzerath ya da Jan Bronski
karşısında annesi gibi bir kadın değildi.
Ve derken teşhis ellim onu. Öfke, utanç, isyan, düş kırıklığı ve mayonun altında yarı komik,
yarı sancı vererek sertleşen sulama aygıtım, yeni bir tokmak uğrunda trampelimi ve
trampetimin iki tokmağın] unutturdu bana.
Oskar, sıçradığı gibi Maria'nın üzerine atıldı. Maria, kıllı üçgeniyle yakaladı Oskar'ı. Oskar
yüzünü kıllara gömdü. Dudaklarının arasından içerlere doğru boy verip yeşerdi kıllar. Maria
gülüyor ve Oskar'ı çekip bir kenara almak istiyordu. Ama ben boyuna daha çok içime
çektim Maria'yı, vanilya kokusunun izini ele geçirmiştim. Hâlâ gülüp duruyordu Maria.
Hatta vanilyasının başında kalmama göz yumdu, hoşlanıyor gibiydi bundan, çünkü gülmesine
bir türlü ara vermiyordu. Ancak ayaklarını kayıp da bu kaymam Maria'nın canını acıtınca
çünkü kıllarını bırakmamıştım Maria'nın ya da kıllar beni bırakmamıştı— ancak söz konusu
vanilya gözlerimi yaşartınca, arlık ağzımda mantarların veya başka bir şeylerin keskin
lezzetini duymaya başlayınca, vanilya tadını büsbütün kaybedince, Maria'nm vanilya
arkasında gizlediği loprak kokusu, toprak olup çürüyen Jan Bronski'yi alnıma çivileyerek,
beni bir daha benden ayrılmayacak ölümlülüğün tadıyla tanıştırınca, bıraktım Maria'yı.
Oskar, kabinin kör renkli tahtaları üzerine kayıp düştü; yeniden gülmeye başlayan Maria
onu kaldırıp kollarına aldığında, onu okşayıp vücudunda alıkoyduğu tek şey olan tahta kiraz
kolyeye bastırdığında, hâlâ ağlıyordu Oskar.
Başını sallayarak kıllarını dudaklarımdan toplayıp aldı Maria ve şaşırmış: "Bu seninki de
ismi yanı, Oskar'cığım?" dedi. "Hem ne olduğunu bilmez, sokulursun yanına, sonra da kalkıp
ağlarsın!"
338
GAZOZ TOZU
Biliyor muydunuz? Eskiden hangi mevsimde olursa olsun yassı paketler içinde salın
alabilirdiniz. Bizim dükkânda Waldmeister markalısını salardı annem; bir yeşildi ki
paketler, o kadar olur! Rengini iyice olgunlaşmamış portakallardan alan gazoz tozlarına
porlakallı denirdi. Bundan başka ahududu lezzeti veren bir gazoz lozu daha vardı ve bir
gazoz tozu da vardı ki, üzerine bildiğimiz su akıtılınca fışırdar, köpürür, yerinde duramaz
bir türlü, daha yatışıp durulmadan içildi mi, uzaktan limon tadı uyandırır ve bardakta limon
rengi alırdı, yalnız biraz daha koyuydu, kendine ağıt süsü veren, yapma bir sarı rengi vardı.
Gazoz tozunun ağızda uyandıracağı lal dışında ambalajın üzerinde verilen bilgiler nelerdi?
"Doğal gazoz lozu" yazardı bir yerde; bir başka yerde "tescil edilmiştir" ve "rutubetlen
koruyunuz", nokta nokta bir çizginin allında da "Buradan yırtınız" yazısı okunurdu.
Başka kimler salardı gazoz tozunu? Sadece bizimkisinde değil, her bakkaliyede ancak
Kaiser Kurukahveci'yle lükelim kooperatiflerinde bulamazdınız elde edilebilirdi bu gazoz
lozu. Bakkal dükkânlarında ve yollardaki satış kulübelerinde bir paket gazoz tozunun fiyalı
üç (enikti.
Maria ile ben, genellikle para vermezdik gazoz tozuna. Eve varıncaya kadar bekleyemcdik
mi, bakkal dükkânlarında veya kulübeler önünde ister islemez üç fenik öder, halta bazen
bir türlü gözümüz doymak bilmediği için altı fenik ödeyip iki yassı pa
339

kel gazoz tozu alırdık.


Kim başladı ilkin? Sevenler arasında eskiden beri süregelen bir tartışma konusudur. Bana
sorulursa, Maira oldu başlayan. Oskar başladı diye bir iddia da bulunmadı Maria şimdiye
kadar. Bu sorunun cevabını hep açık bıraktı; ama pek üzerine düşülse, vereceği cevap
"Gazoz tozu" olurdu kuşkusuz.
Tabii herkes de haklı bulurdu Maria'yı. Ancak Oskar bu mahkûmiyet kararına rıza
gösteremezdi; perakende satış fiyatı üç fenik olan bir gazoz tozu Oskar'ı baştan
çıkarmaya yetti gibi bir itirafla bulunamazdım dünyada ben. O vakitler on altısındayclını;
kendimi ve elbet Maria'yı suçlu görüyor, ama rutubetten korunması gereken bir gazoz
tozunu asla mahkûm etmeye yanaşmıyordum.
Doğum günümden birkaç gün sonra başlamıştı. Takvime bakılırsa plaj mevsimi sona ermek
üzereydi. Ama bir türlü eylül kisvesine bürünmeyi bilmiyordu hava. Yağışlı bir ağustos
gününün ardından yaz, bütün görkemiyle boy göstermişti; plaj müdürünün kabininin üzerine
çivilenmiş Cankurtaran Dcrneği'ne ilişkin ilânın yanı başında şöyle yazıyordu: Hava sıcaklığı
2Q Su sıcaklığı 20 Rüzgâr GüneyDoğu, gökyüzü az bulutlu.
Hava kuvvetlerinde onbaşı olan Fritz Truczinski Paris'ten, Kopcnbang'tan, Oslo'dan ve
Brüksel'den kartpostallar yazmaya devam cde.dursun —görevli olarak boyuna ordan oraya
dolaşıyordu, Maria ile ben biraz yandık güneşte. Temmuz ayında aile plajının gölgeliği
önünden bir yere ayrılmadık. Ama derken Conraidum'un altıncı sınıfında okuyan kırmızı
mayolu bir oğlan salakça lekerlemeleriyle Maria'yı rahatsız edip, Petri Yüksek Okulu'nun
yedinci sınıfından bir çotuk da can sıkan uzun boylu aşk ilanlarıyla Maria'ya musallat
olunca, ağustosun ortasında aile plajını bıraktık, kadınlar plajında suya yakın çok daha
sakin bir yer bulduk kendimize; Ballık Dcnizi'nin şişko güdük dalgaları gibi burunlarından
tıknefes soluyan kadınlar, diz arka boşluklarında görülen varislere kadar suya girmiş,
dalgalar içinde keyf çalıyor, küçük çocuklar ise, anadan doğma ve edep duygusundan
340
yO|<sun, kadere karşı savaşıyor, yani boyuna yeniden yıkılan kumdan şatolar
kuruyorlardı.
Kadınlar plajı: Mademki kadınlar kendi aralarında olup çevreden kendilerini bir
gözclleycnin bulunmadığına inanıyorlardı, Oskar'ın o zamanlar içerisinde saklamayı
becerdiği delikanlı, gözlerini kapamalı ve sere serpe kadın davranışlarının zorunlu bir
tanığı olmamalıydı.
Kumlara uzandık. Maria'nın üzerinde kırınızı bordürlü yeşil bir mayo, benim üzerimde mavi
bir mayo. Kumlar uyuyor, deniz uyuyor, ayaklar altında çiğnenmiş midyeler çevrelerindeki
seslere kulak vermiyordu. İnsanı uyanık tuttuğu söylenen kehribarlar, bizim olduğumuz
yerde yoktu. Tabeladaki yazıya göre GüneyDoğu'dan esen rüzgâr usul usul uykuya yattı,
fazla yorgun düşmüş bütün geniş gökyüzü esnemekten bir türlü kendini alamıyordu; Maria
ile ben de yorulmuştuk biraz. Az önce denizden çıkmıştık ve yemeğimizi denize girmeden
değil, çıktıktan sonra yemişlik. Yediğimiz kirazların henüz kurumanıış çekirdekleri geçen
yıldan kalan kurubeyaz ve hafif çekirdeklerin yanıbaşına kumlar üzerine uzanmış
yatıyordu.
Oskar, bu kadar ölümlülük taşan görünüm karşısında henüz laplazc kiraz çckirdekleriyle
dolu bir yıllık, bin yıilık kumları avuçlayıp trampetinin üzerine akıttı, bir kum saati yaptı
böylelikle, kemiklerle oynayan ölüm rolüne çıkmış biri olarak tasarladı kendini. Sıcak ve
uykulu eti altında, Maria'nın tamamen uyanık iskeletini canlandırdı, dirsekle döner kemik
arasındaki boşluktan içerleri seyretti, Maria'nın omurgasında aşağı yukarı inip çıkarak sayı
oyunları oynadı, elini kalça kemiğindeki iki delikten daldırıp kuyruk sokumuna kadar
gezdirerek gönlünü eğledi.
Ölüm rolünde deniz kumu saatine dayanarak bulduğum bu eğlence karşısında Maria
kıpırdanmaya başladı. Gözlerini açmadan, kendini sadece parmaklarının kılavuzluğuna
bırakarak deniz çantasının içine soktu elini, bir şeyler arandı, ben de avcumda kalan kumu,
içindeki en son kiraz çekirdekleriylc kuma bulanmış trampetimin üzerine akıttım. Maria
galiba aradığı ağız ını
341
zıkasını bulamayınca, çantayı yere yıktı, kuma serilmiş örtü üzerinde mızıka değil ama. bir
paket Waldmeisler tozu belirdi.
Maria şaşırmış gibi yaptı. Belki şaşırmıştı sahiden. Bana gelince, gerçekten bir şaşkınlığa
kapılmıştım; ikide bir şöyle söyledim kendi kendime ve hâlâ da söylenip duruyorum: Nasıl
olmuştu da bu bir paket gazoz tozu, doğru dürüst limonata içecek paraları bulunmayan
işsiz kimselerle limandaki yükleme ve boşaltma işçilerinin çocuklarının satın aldığı bu ucuz
nesne, bizim çantanın içini boylamıştı.
Oskar hâlâ bunu düşünüp dururken, susamıştı Maria. Ben de istemeyerek, düşüncelerimin
akışını yarıda kesip, kendi kendime enikonu susadığımı itiraf eltim. Yanımıza bardak
almamıştık, sonra içilecek su için en azından oluz beş adım yürümek gerekiyordu, o da
Maria giderse; ben yola koyuldum mu elli adım kadar çekerdi kuşkusuz. Plaj müdüründen
ödünç alınacak bir bardağı, müdürün kabininin yanı başındaki çeşmenin musluğunu çevirip
doldurmak için, sırt üstü ya da yüzükoyun yatmış nivca krcmiyle ışıl ışıl yanan et
tepeciklerinin arasında ve kızgın kumların üzerinde bir yolculuğu göze almak gerekiyordu.
İkimiz de yolu gözümüze kcsliremedik, dolayısıyla gazoz tozu paketi olduğu gibi kaldı yaygı
üzerinde. Maria'nın bu işi yapmasını beklemeyerek, sonunda ben uzanıp paketi aldım. Ama
onu yeniden yaygı üzerine bıraktı Oskar, Maria elini uzatıp alsın diye bekledi. Ne var ki,
almadı Maria. Bunun üzerine paketi ben yeniden alarak Maria'ya uzattım. Maria geri
çevirdi Oskar'a; ben, teşekkür edip paketi Maria'ya hediye edecek oldum; ama Oskar'dan
hediye falan kabule yanaşmadı Maria. Pa1<cli çaresiz yine yaygının üzerine bıraktım. Gazoz
tozu kımıldamadan uzun bir süre öylece kaldı.
İnsanın soluğunu kesen bir aradan sonra elini uzatarak paketi alanın Maria olduğunu
anımsıyor Oskar. Hepsi bu kadar olsa iyi; Maria nokta nokla çizginin akındaki "Buradan
yırtınız" denen yerden bir kâğıt parçasını koparıp alarak, bana uzattı açılmış paketi. Ama
bu kez Oskar teşekkür ederek hediyeyi geri çevirdi.
342
perken gücenmiş bir poz lakındı Maria. Pek kesin bir jestle paketi yaygının üzerine bıraktı.
Eh, bu durumda içine deniz kumunun dolmasını beklemeyerek, bu kez benim pakete el
uzatmamdan ve onu alarak Maria'ya buyur dememden başka yapacak ne kalmıştı. Oskar'ın
anımsadığına göre, bir parmağını paketle açılan delikten içeri soktu Maria; sonra parmağını
yeniden çekip çıkararak dikine, ortada görülecek gibi tuttu: Ucunda beyazmavimsi gazoz
tozu vardı. Sonra buyur al der gibi bana uzattı parmağını. Ben de aldım tabii. Burnumun
direğinin sızlamasına aldırmayarak, lâtif bir koku hissediyormuşum gibi yüzüme bir
hoşnutluk ifadesi verdim. Derken elini yumar gibi yaptı Maria, ben de pembe avucuna
biraz gazoz tozu serpmeden duramadım. Avucunda biriken gazoz tozunu ne yapacağını
bilemedi Maria. Elinin ayasına yığılıp kalan gazoz tozu kendisi için yeni ve şaşırtıcı bir
şeydi. Derken ben eğilerek ağzımda ne kadar tükürük varsa tozun üzerine boca etlim,
sonra boyuna yineledim aynı şeyi, ağzımda tükürük kalmayınca bıraktım.
Gazoz tozu fışırdamaya ve köpürmeye başladı Maria'nın avucunda. Waldmeisler'li gazoz
tozu bir yanardağ gibi lav püskürttü, avuç içi kaynamaya başladı; bilmem hangi ulusun
safra yeşili gazabıydı sanki kaynayan. Maria'nın daha önce görmediği ve o ana kadar
hissetmediği bir şevler oluyordu avuç içinde; çünkü Maria'nın elceğizi titriyor, kasılır gibi
oluyor, başını alıp gitmek isliyordu; çünkü Waldmeisler gazoz tozu Maria'nın elini ısırıyor,
bir yol bulup cildinden içerlere sokuluyor, Maria'da bir gıcıklanmaya yol açıyor, Maria'da
bir duygu uyandırıyor, bir duygu, bir duygu ki...
Avcundaki yeşil, islediği kadar büyüsün, Maria kızardıkça kızardı, sonunda elini ağzına
götürüp uzun diliyle avucunu yaladı; bu yalamayı öylesine sık ve öylesine çaresiz tekrarladı
ki, sanki dili o iç gıcıklayan Waldmeisler duygusunu silip atmak istemiyor da, ona bütün
duyguların normal sınırına kadar, halta bu sınırı da aşan bir keskinlik ve güç kazandırıyor
gibi bir sanıya kapıldı Oskar.
343
Derken söz konusu duygu hafifledi yavaş yavaş. Maria kikirdenıeye başladı ve
Waldmeistcr gazoz tozunu avcunda bir gören var mı diye çevresine bakındı, dört bir
yanını mayolar içerisinde soluyup duran ilgisiz ve nivea kremi yanığı deniz inckleriyle
çevrilmiş görünce, yaygının üzerine bıraktı kendini ve inadına beyaz sargı üzerinde
yüzündeki utanç kızartısı azar azar kayboldu.
Belki de öğle saalindeki plaj havası Oskar'ın uykusunu getirebilirdi; ama aradan daha
yarım saat geçmişti ki, Maria yerinden doğrulup kalkmış, henüz yarı dolu gazoz tozu
paketine uzanmayı göze almıştı. Waldmcisler gazoz tozunun artakalanını, Waldmeister
gazoz tozunun bundan böyle yabancısı olmayan avuç içine dökmeden önce nefsiyle
savaşmış mıydı Maria, Allah bilir. Bir kimsenin gözlüğünü temizlemesi için gerekecek kadar
bir süre gazoz tozu paketini solda, pembe avuç içini ise sağda hareketsiz ve karşılıklı
tullu. Hani ne pakete, ne avucuna dikti gözlerini; ne de yarı dolu paketten boş avucuna, boş
avucundan yarı dolu pakete kaydırdı; sadece paketle avuç içi arasındaki boşluğa bakıp
durdu ve kaşlarını çattı.
Ama sert bakışların yarı dolu paketten ne kadar daha güçsüz olduğu anlaşıldı derken;
paket avuç içine yaklaştı, avuç içi pakete karşı çıktı. Maria'nın bakışlarındaki melankoli
karışımı sertlik kayboldu, bir merak ve nihayet sadece bir açgözlülük gelip oturdu bu
bakışlara. Üstesinden geç gelebildiği yapmacık bir serinkanlılıkla gazoz tozunun geri
kalanını elinin etli ve sıcağa karşın kuru ayasına yığdı Maria, derken paketi ve serinkanlılığı
kaldırıp bir kenara altı. boş kalan elini gazoz tozuyla dolu eline destek yaparak gri gri
baktı, gri gri bakarak bir şey istedi benden, tükürüğümü istedi, neden ama kendi
tükürüğünü kullanmıyordu, Oskar'ın tükürüğü mü kalmıştı ki, kendi ağzında daha çok
tükürük vardı mutlaka, tükürük o kadar çabuk yerine gelmezdi, lütfen kendi tükürüğüne
başvursundu, kendi tükürüğünün benimkinden geri kalır yeri yoktu, hatla daha iyiydi belki,
bir kez benimkinden daha çok tükürüğü olduğu kuşkusuzdu, çünkü ben o kadar çabuk
tükürük salgılayamıyordum, hem kendisi Oskar'dan daha büyüklü.
344
Ama Maria ille de benim tükürüğümü istiyordu. Başka bir tükürüğün söz konusu
olamayacağı daha işin başında anlaşılmıştı. 11le de benden tükürük isleyen gözlerini
üzerimden bir türlü ayırmıyordu, ben de bu amansız yumuşamazlığın nedeni olarak, onun
serbest sarkmayıp yüzüne bitişik duran kepçe kulaklarını görüyordum. Dolayısıyla,
yutkundu Oskar; kafasından öyle şeyler geçirdi ki, normalde ağzının suyunu akıtmaya
yelerdi bunlar; ama deniz havasından mıdır, tuzlu havadan mı, yoksa tuzlu deniz havasından
mı, tükürük bezleri yan yolda yüzüstü bıraktı kendisini. Bunun üzerine, Maira'nın
bakışlarındaki çağrıya uyarak, doğrulup çaresiz yola koyuldum. Sağa sola bakmadan, sıcak
kumlar üzerinde elli adımdan fazla bir yol teptim, çeşmeye varıp açtım musluğu, başımı
alttan yukarı çevirdim, ağzımı aralayıp suyun alıma tuttum, içtim suyu, ağzımı çalkaladım,
suyu yuttum, ağzınım yeniden tükürük salgılayacak duruma gelmesine çalıştım.
Plaj müdürünün kabiniyle bizim kum üzerine yayılmış beyaz yaygı arasındaki yolu, her ne
kadar bilip tükenmez görünüp korkunç bir manzarayla kuşatılmış bulunuyorsa da, geride
bırakıp döndüm. Yüzüslü yatar buldum Maria'yı, kollarını kavuşturmuş ve başını kollarına
gömmüştü. Saç topuzları, dolgun ve yuvarlak sırtında uyuşuk ve tembel yalıyordu.
Dürllüm Maria'yı; çünkü artık Oskar'ın ağzında tükürüğü vardı. Maria kımıldamadı.
Yeniden dürttüm. Oralı olmadı. Sol elini kollayarak tutup açtım. Sesini çıkarmadı; avucu
boştu, sanki Waldmcisler gazoz lozu diye bir şey tanımamıştı. Sağda kalan parmaklarını
kıvırıp doğrulttum; pembe pembe belirdi el ayası, sıcak ve boştu, çizgileri nemliydi.
Yoksa kendi tükürüğüne başvurmak zahmetine mi katlanmıştı Maria? Ben gelene kadar
bcklcyeıncmiş iniydi? Belki de gazoz tozunu avcımdan liflemiş, henüz bütünüyle
hissetmesine zaman kalmadan içinde uyanan duyguyu boğmuş, elini kum üzerine serili
yaygıya sürle sürle temizlemiş, sonunda o hafif batıl inançlı ay tümseğiylc semiz Merkür
ve gergin kabarık duran Venüs ku
345
sağıyla geniş ve elli eli ortaya çıkmıştı.
Çok geçmeden kalkıp evin yolunu tutmuştuk. Maria daha o gün bir ikinci kez avucunda
gazoz tozu köpürttü mü, yoksa gazoz tozuyla tükürüğümden meydana gelen karışım ancak
birkaç gün sonra tekrarlanarak Maria ile benim için bir rezalet mi oluşturdu, bunu asla
bilemeyecek Oskar.
Bir rastlantı, daha doğrusu isteklerimize boyun eğen bir rastlantı sonucu, Malzerath, az
önce sözü edilen plajdaki günün akşamı yemekte ayıüzümü çorbası ardından da patates
böreği yemişlik Maria ile bana uzun boylu açıklamalarda bulunarak, Bölge Parti Örgütü
içindeki küçük bir skat kulübüne üye olduğunu ve bundan böyle haftada iki akşam Springer
Birahanesi'nc giderek hepsi de ocak başkam skat arkadaşlarıyla buluşacağını ve yeni Bölge
Parti Başkanı Sclke'nin de ara sıra oraya geleceğini, özellikle bu yüzden söz konusu
toplantılara gitmesi gerekliğini ve maalesef kendilerini haftada iki akşam yalnız
bırakacağını söyledi. Bu akşamlar, Oskar, Truczinski Nine'nin yanında yalarsa daha iyi olur,
dedi.
Truczinski Nine de buna razı oldu; çünkü böylesine bir çözüm, Malzcrath'ın bir gün önce,
Maria'ııın haberi olmaksızın yaptığı öneriden çok daha uygun görünmüştü Truczinski
Nine'ye; Matzeralh'ın önerisine göre, haftada iki kez ben Truczinski Nine'nin yanında
değil, Maria bizde geceleyecek, şezlongla yatacaktı.
Maria, çok zaman önce dostum Herbert'in yara nişanlarıyla dolu sırtına barınaklık etmiş
geniş yalakta uyudu ilkin. Ağır mobilyalar odaların küçüğü olan arka odada bulunuyor ve
Truczinski Nine oturma odasında uyuyordu. Eskisi gibi yine "Eden Oleli"niıı soğuk
büfesinde çalışan Guste Truczinski otelde kalıyor, izinli olduğu günler kanepenin üzerinde
yatıyordu. Ama Onbaşı Fritz Truczinski, yanında uzak ülkelerden hediyeler getirerek
cepheden izinli döndü mü, Hcrberı'in yatağını alıyor, Maria ise Truczinski Nine'nin
yalağına geçiyor, Truczinski Nine de kanepe üzerinde sabahlıvordu.
346
Ama ben, öne sürdüğüm isteklerle bozdum bu düzeni. İlkin beni kanepenin üzerine
yatıracaklardı; bu niyetlerini çok konuşmayarak, ama açık ve kesin geri çevirdim. Bunun
üzerine Truczinski Nine yaşlı kadın yatağını bana bırakıp, kanepeyle yetinecek oldu. Ama
Maria hayır diye dayattı, yaşlı annesinin geceleri rahatsız olmasına gönlü elvermedi; fazla
söze gerek görmeyerek, Herbert'in eski garson yatağını benimle paylaşabileceğini
açıkladı: "Oskar ile bir yatakta yatabiliriz pekâlâ" dedi. "Öyle ya, çeyrek porsiyon bir
oğlancağız, Oskar!"
Böylece Maria haftada iki kez benim yatak çarşafımla yorganımı alıp, bizim zemin kattaki
daireden ikinci kattaki kendi dairelerine taşıyor ve benimle trampetime sol tarafında
yatacak bir yer hazırlıyordu. Matzerath skat oynamaya gittiği ilk gece hiçbir şey olmadı.
Herbcrl'in yalağı pek büyük göründü bana. Önce ben yattım, sonra Maria geldi. Mutfakta
yıkanıp temizlenmişti, üzerinde gülünç denecek kadar uzun ve eski moda kaskatı bir
gecelikle girdi içeri. Oysa Oskar kendisini çıplak ve kıllı beklemişti, bir düş kırıklığına
uğrar gibi oldu ilkin, ama sonra bir memnunluk duydu, çünkü ninesinin ninesinden kalma bir
sandıklan Maria'nın çıkarıp giydiği gecelik yer yer katlar yapıyor, hemşire giysileri ndeki o
beyaz plileri andırıyordu.
Komodinin önünde dikilerek saçlarını çözüp dağılmaya başladı Maria, bir yandan da ıslık
çalıyordu. Zaten ne zaman soyunup giyinse, ne zaman saçlarını örse ya da örgülerini çözüp
dağıtsa hep ıslık çalardı. Taranırken de bu iki sesli ıslığı sivriltilmiş dudaklarının arasından
bıkıp usanmaksızın üflediyse de, ama bir türlü bir havaya dönüştürmedi.
Tarağı kaldırıp yerine koyar komaz kesildi ıslık. Maria arkasına dönerek bir kez daha
sallayıp silkeledi saçlarını, bir iki el harekeliyle komodinin üzerine çeki düzen verdi ve
verdiği bu çeki düzenle enikonu neşelenip coşlu, abanoz ağacından siyah çerçeve içindeki
babasının rötuşlu ve bıyıklı resmine eliyle bir öpücük yolladı, sonra bülün ağırlığıyla
sıçrayarak yalağa girdi, birçok dela kıpırdanarak karyolanın yaylanmasına yol açtı, son
yaylanış
347
lan sonra yakaladığı gibi çenesine kadar çekti yorganı, bir tepe gibi duran yorganın altında
kayboldu, kendi yorganının altında yatmakta olan bana dokunmadı biç, derken tombul ve
yuvarlak kolunu bir kez daha kuştüyü yorganın allından çıkarıp başının üzerinden arkalara
uzattı, geceliğin yeni, gerilere kaydı kolunda ve ışığı söndürmede kullanılan kordonu arandı,
kordonu bulup söndürdü ışığı ve karanlıkta sesini hayli yükselterek bana iyi geceler diledi.
Maria'nın nefes alıp verişi hemen bir düzene kavuştu. Belki yalancıktan yapmayarak
gerçeklen uyumuştu Maria; çünkü gündüzün onun kadar çalıştıktan sonra, bu çalışmayı
adamakıllı bir uyku izleyebilirdi ve izlemesi de gerekiyordu.
Ama Oskar'ın daha uzunca bir süre seyredilmeye değer, uyku kaçırıcı sahnecikler geçip
durdu hayalinden. Pencere önüne çekilen karartma kağıdıyla duvarların arası her ne kadar
yoğun bir siyahlığın ağırlığı altında bulunuyorsa da, yine de sarışın hemşireler Merberl'in
yara nişanlarıyla donanmış vücudunun üzerine eğildi, Schugger Leo'nun buruş buruş
gömleği bir martıya dönüştü böyle olması da akla yakındı hani ve martı uçlu, uçlu ve gidip
bir mezarlık duvarına çarptı ve parçalandı ve duvar kireçle yeni badana edilmiş gibi bir
görünüme kavuştu ve ... Ancak gittikçe ağırlaşan ve yorgunluk veren bir vanilya kokusu,
uyku öncesi filminin pır pır edip kopmasına yol açınca, Maria'nın çoktan lalim edip durduğu
düzen içinde neles alıp vermeye başladı Oskar.
Aradan üç gün geçmişti ki, yine böyle genç kızsı bir illet ve edeple gelip yalağa girdi,
Maria. Üzerinde gecelikle geldi, ıslık çalarak örgülerini çözüp dağım, taranırken de
öttürdü ıslığını, sonra tarağı bir kenara koydu, komodinin üzerine çeki düzen verdi,
babasının fotoğrafına eliyle bir öpücük yolladı, sıçradığı gibi yalağa girdi, yaylandırdı
yaylandırdı yatağı, yorgana el allı ve o anda gördü ben Maria'nın sırlını seyrediyordum bir
paket gördü o anda uzun güzelim saçlarına karşı bir hayranlık duyuyordum, yorgan
üzerinde yeşil yeşil bir şeyler keşfetti, ben gözlcri
34K
mi yumdum, Maria gazoz tozunun manzarasına alışıncaya kadar beklemek istedim,
karyolanın yaylan kendini geriye atan Maria'nın allında gıcır gıcır ötlü, derken söndü lamba
ve lambanın sönüşüne Oskar gözlerini açtı ve bildiği bir şeyi kendi kendine doğruladı:
Maria ışığı söndürmüştü, karanlıkla düzensiz soluyup duruyordu, gazoz tozu paketinin
manzarasına alışamamıştı henüz; ama odayı karanlığa boğmasının gazoz tozuna daha bir
dirilik kazandırmadığı ve Waldmeister gazoz tozunun filizlenip yeşererek gecenin koynuna
kabarcık kabarcık sodyum oksit salgılamasına yol açmadığı kesinlikle söylenemezdi hani.
Nerdcyse karanlığın Oskar'ın taralını tuttuğuna inanacağım geliyor. Zifiri karanlık bir
odada dakikaların sözü edilebilirse, daha arası birkaç dakika geçmeden, yalağın
başucundan bazı kımıltılar farken i m; Maria olta allı ipe, ip oltaya geldi, ben de yalakla
oturan Maria'nın geceliğinden aşağılara sarkmış uzun güzelim saçlarını yeniden hayranlıkla
seyre koyuldum. Ampul, abajurun plili kumaşının gerisinden nasıl da düzenli ve san
aydınlatıyordu odayı. Henüz yorgan gergin geriye alılmış ve el sürülmemiş bir yığın halinde
duruyordu Maria'nın ayak ucunda. Bu yığın üzerindeki gazoz paketi, karanlıkta
kımıldamaya cesaret edememişti. Maria'nın ninesinin ninesinden kalma geceliği hışırdadı
derken, geceleğin kollarından birindeki etli ve geniş elin havaya kalkması üzerine, Oskar,
ağız boşluğunda tükürük toplamaya koyuldu.
Sonraki haftalarda Maria ile ben bir düzineyi aşkın çoğu Waldmeisler'li, ama
Waldmcister'li gazoz tozları suyunu çekince limonlu ve ahududulu gazoz tozlarını aynı
şekilde avuç içine boşalttık, tükürüğümle köpürttük, Maria'nın giderek değerini daha çok
takdir etliği bir duyguyu besleyip geliştirdik böylece. Ağzımda tükrük toplama işinde
zamanla biraz uslalaşlıın, ağzımın bir anda bol bol sulanmasına yol açan bazı yöntemlere
başvurmaya başladım ve çok geçmeden bir paketteki gazoz tozuyla üç kez hemen birbiri
ardından, kavuşmak işlediği duyguyu Maria'ya buyur edip verebilecek duruma geldim.
Oskar'dan memnundu Maria, bazen onu tutup bağrına bastı
34')
rıyor, gazoz tozunun sağladığı hazdan sonra hatla iki üç kez neresi gelirse yüzüne
öpücükler konduruyordu; ardından çok vakil hemen uykuya dalıyor Maria, ama uyumadan
önce onun karanlıkla bir süre kikirdediğini işitiyordum.
Gittikçe güçlük çeker olmuştum uyumakla. On allı yaşındaydım, hareketli ve oynak bir
ruhum vardı; Maria'ya olan sevgimi, gazoz tozunda uyuklayan imkânları tükürüğümle
uyandırıp hep aynı duygunun doğmasına yol açarak değil de, daha başka yollarla açığa
vurmak gereksinimini duyuyor, bu yüzden uykularım kaçıyordu.
Yalnız ışığın söndürülmesinden sonraki zamana sınırlı kalmıyordu Oskar'ın düşünmeleri.
Önünde trampeti, Oskar gün boyu arpacı kumrusu gibi düşünüyor, Rasputin romanından
koparılmış ve okunmaktan iler tutar yeri kalmamış sayfaları karıştırıyor, Grelchen
Schefflcr'le zavallı annemin, benim derslerim nedeniyle düzenledikleri cümbüşleri
anımsıyor, beri yandan "Gönül Akrabalıkları" romanından koparılmış sayfalan karıştırıp
Gocthe'ye danışıyor, yani büyücü Raspulin'in ilkel duygusallığını alıp ozanlar prensi
Goelhc'deki bütün dünyayı kucaklayan doğa duygusuna başvurarak bir çeki düzene
sokuyor, çok geçmeden Çariçe gözüyle bakmaya başladığım Maria'yı Granddüşcş
Anaslasia'nın yüz çizgileriyle donatıyor, Raspulin'in soylueksanirik maiyetinden
hanımefendiler seçerek yanına veriyor, ama çok geçmeden Maria'yı, fazla şehvetten
tiksinti duyarak, bir Oııilic'nin ilahî saydamlığına ya da tutkusuna gem vuran Charloıtc'nin
ilfclinc bürünmüş durumda görmek istiyordum. Kendini de bazen değişmiş görüyordu
Oskar; bazen Rasputin, bazen onun katili oluyordum; pek sık yüzbaşı, arada bir de
Charlollc'nin* kararsız eşi olarak bakıyordum kendime. Hatla bir defasında itiraf edeyim
ki Goethe kılığına girerek uyuyan Maria üzerinde süzülen bir peri oldum.
Ne tuhafsa, yalın ve gerçek yaşamdan çok edebiyattan uyarı
* Goelhe'nin "Gönül Akrabalıkları" romanındaki kadın kahramanlardan biri. (Ç.N.)
1
350
ORHAN KEMAL
İL HALKKÜTÜPH*'"**!
lar bekliyordum. Dolayısıyla, zavallı annemin etinin üzerinde sık sık çalıştığını gördüğüm
Jan Bronski'den hemen hiçbir şey öğrenememiştim. Bu nöbetleşe annemle Jan'dan ve
Matzcralh'la annemden oluşan göğüs geçirmeler, terlemeler ve nihayet bitkinlik içinde
inildemelerle dolu, iplik iplik sünerek açılan yumağın sevgi anlamına geldiğini biliyor, yine
de Oskar bu sevginin sevgi olduğuna inanmak islemiyordu; ama boyuna bu yumaksı sevgiye
çıkıyor yolu, ama bu sevgiden nefret ediyordu; bu sevginin sevgi olarak bizzat
uygulamasını yapıncaya, bu sevgiyi biricik gerçek ve varlığı mümkün sevgi olarak kendi
kendisine karşı savunması gerekinceye kadar böyle de sürüp gilli bu.
Maria yattığı yerde doğrulmadan gazoz tozunu uzanıp aldı. Gazoz tozu köpürmeye
başlayınca, bacakları kasılmalar içinde kalıp sağa sola savruluyor, dolayısıyla, söz konusu
duygu içinde uyanır uyanmaz, çok vakil geceliği kalçalarına kadar gerilere kayıyordu. Gazoz
tozunun ikinci kez köpürüşünde gecelik halta karnının üzerinden yııkarlara tırmanıyor,
yuvarlarla yuvarlana la memelerinin önüne kadar gelip dayanıyordu. Haltalar boyu
Maria'nın sol elini gazoz tozuyla doldurmuştum, derken bir defasında bir ahududu gazoz
tozundan artakalan parçayı göbek çukurunun içine boca etlim; hani Goelhe ve Raspulin'i
okumuştum da böyle bir şey yapmayı daha önceden planlamış değildim, kendiliğinden
oluvermişti. Maria'nın itiraz etmesine kalmadan tükürüğü saldım loz üzerine; loz kraterde
fokurdamaya başlayınca, Maria itirazda bulunmasını sağlayacak bütün nedenleri birer
birer yitirdi, çünkü kaynayıp köpüren göbek çukurunun avuç içine göre hayli üstünlüğü
vardı. Gazoz tozu aynı gazoz tozu, lükürüğüm aynı tükürüktü; gazoz tozunun uyandırdığı
duyguda da bir değişiklik gerçekleşmemişti, ancak daha güçlü, çok daha güçlüydü şimdi bu
duygu. Öylesine sivrilmiş olarak kendini açığa vuruyordu ki, Maria zor dayanabiliyordu; bir
ara öne eğildi, kaynayıp köpüren ahududularını diliyle göbek çukurundan uzaklaştıracak
oldu; nitekim görevlerini yerine getiren Waldmeisler'li gazoz tozlarını da aynı yola
başvurarak lemize havale elmişti hep. Ama bu
351
kez dilinin uzunluğu yetmedi, göbek çukuru Alıika'dan ya da Fcıırland adasından daha
uzaktı kendisine. Ama benim hemen yanıbaşımdaydı Maria'um göbek çukuru, dolayısıyla
dilimi çukurun içine daldırdım, ahududularını toplamaya koyuldum, bir lürlü gelmiyordu
arkası, toplarken toplarken kendimi o kadar yilirdim ve öyle bölgelere girdim ki, toplama
iznimin bulunup bulunmadığını soracak bir kolcu lalan görmedim ortalarda, bütün
ahududularını teker teker devşirmek için bir sorumluluk duyuyordum; gözümde, aklımda,
yüreğimde, kulağımda ahududundan başka şey yoklu; sadece ahududu kokusu alıyordu
burnum; ahududularının öylesine peşine düşmüştüm ki, ahududu toplamada gösterdiği bu
çabadan Maria'nm memnunluk duyduğunu ancak şöylece larkcdebildi Oskar; Maria
memnunluğundan ışığı söndürdü diye düşündüm. Memnunluğundan kendini güvenle uykunun
kollarına bırakıyor ve arada işini sürdürmene izin veriyor senin; çünkü ahudududan yana
zengin Maria dedim.
Ahududuları bitince, başka yerlerde mantarlara rasladım. Ama bunlar yosunların çok
ahlarında saklı yattığından, dilim başarısız kaldı toplama işinde; on parmağım da gene öyle
başarısız kalınca, on birinci bir parmak büyüttüm vücudumun bir yerinden. Böylece Oskar,
bir üçüncü trampet tokmağına kavuştu, yaşı ne de olsa buna elverecek kadardı. Dolayısıyla,
teneke trampeti değil, yosunları tokmaklamaya başladım. Ve birden bilemez oldum: Ben
miydim tokmaklayan, yoksa Maria'nm yosunlan mı? Yosunlarla on birinci parmak bir
başkasmındı da sadece mantarlar mıydı benim olan? Aşağıdaki o beyefendinin kendine
göre bir kalası, kendine göre bir iradesi mi vardı yoksa? Oskar mıydı işi yapan, yoksa
aşağıdaki beylendi mi?
Maria'ya gelince vücudunun yukarısıyla uyuyor, aşağısıyla uyumak üzere bulunuyor,
zararsız vanilyalarla yosunlar allında tuzlu mantarları, ama herşeydeu önce gazoz tozunu
isliyor, ama onu, benim de islemediğimi istemiyor, onu, ayrı baş çekeni, kendisinin bir başı
olduğunu ortaya koyanı, kendisine benim vermediğim bir şeyleri içinden dışarı salanı, ben
yalarken kendisi kal
352
kıp dikileni, benim gördüklerimden başka düşler göreni, ne okuyabilen, ne de yazabilen,
öyleyken benim yerime imza atanı, kendi burnunun doğrusuna giden, daha varlığını ilk
farkettiğim gün benden ayrılmış bulunanı, benim düşmanım olan, ama ikide bir kendisiyle
birleşmem gerekeni, beni ele veren ve yüzüstü bırakanı, benden bıkmış olanı, taralımdan
yıkanıp paklanan, ama beni kirletip pisleleni, hiçbir şey görmeyen, ama herşeyin kokusunu
alan, kendisine siz diye hitap edeceğim kadar bana yabancı olanı istemiyordu.
Oskar'ınkinden bambaşka bir belleği var hani; çünkü Maria bugün odama girip Bruno
halden anlayan bir edayla koridora sıvıştı mı, bakıyorum Maria'yı tanımıyor bir lürlü,
tanımak islemiyor, tanımıyor, rezilce davranıp son derece duygusuz kalıyor, Oskar'm
yüreği ise heyecanla kekeliyor Oskar'ın ağzını: "Dinle Maria! Güzel güzel öneriler: Bir
pergel salm alıp çevremizde bir çember çizebilir, sen bir şey okuyup dikiş diker ya da
şimdiki gibi benim el radyomu karıştırırken boynunun eğim açısını ölçebilirim. Bırak şu
radyoyu! Bak güzel güzel önerilerim var: Gözlerimi aşılatır, yine ağlayacak duruma
gelebilirim. Karşılaşacağı ilk kasaba varıp yüreğini kıyma makinesinden geçirtebilir Oskar,
ama sen de ruhun için aynı şeyi yapacaksın kuşkusuz. Ayrıca, ikimizin arasında sessiz
durup durması için, bir kumaş hayvan satın alabiliriz. Ben bir solucan olmaya azmelseın,
sen de sabırlı olmaya: Balık tutmaya gidebilir ve daha mutlu olabiliriz. Ya da bir zamanki o
gazoz tozu,hatırlıyor musun hani? Bana Waldmeister dersin, ben de köpürürüın, sen daha
fazlasını istersin, ben sana artakalanını veririm Maria, gazoz tozu, güzel güzel öneriler
Maria!
Ne diye radyoyu karıştırıyorsun hep, radyodan başka bir şey dinlemiyorsun? Özel
haberler duymak için sanki çılgınca bir isteğe kaptırmışsın kendini."
353
ÖZEL HABERLER
Trampetimin beyaz değirmi yüzeyinde deneylere girişmek pek kolay olmuyor. Bunu
bilmeliydim. Trampetim aynı değnekleri istiyor hep. Darba darbe kendisine sorular
yöneltilmesini, darbe gibi inen cevaplar vermeyi ya da havada savrulan değnekler altında
özgürce çene çalarak soru ve cevapları açık bırakmayı isliyor. Diyeceğim, trampetim ne
sunî yoldan kızdırılıp çiğ etleri kokulara uğratacak bir lavadır, ne de birbirlerine uyup
uymadıklarını bilemeyen çiftlerin dansedip horan tepecekleri bir pisttir; dolayısıyla
Oskar, en yalnız saatlerinde bile, trampetinin teneke yüzeyine gazoz tozu serpip üzerine
tükürüğünü akıtarak yıllardır trampetin yaşamadığı ve benim yıllardır enikonu hasret
kaldığım bir gösteri düzenlemeye kalkmadı. Söz konusu gazoz tozuyla bir deneyde
bulunmaktan kendini alamadı gerçi, ama bunu yaparken dolaysız bir yoldan yürüdü,
trampetini işe karıştırmadı; yani kendimi sergiledim açıkça, çünkü ırampetsiz, kendini
sergileyen biriyimdir hep.
Gazoz tozu ele geçirmek zordu ilkin. Bruno'yu Grafenbcrg'tcki bütün bakkal dükkânlarına
yolladım, tramvaya bindirip Gerresheim'a gönderdim, kente de inip bir bakmasını rica
etlim; ama tramvayların son duraklarındaki salış kulübelerinde bile gazoz tozu bulamadı
Bruno. Genç tezgâhlar kızlar böyle bir şeyi henüz duymamıştı; satış kulübelerinin sahipleri
olan yaşlıca kadınlar ise, sözcük dağarcıklarının zenginliği dolayısıyla anımsamış, Bruno'nun
anlattığına göre, dalgın ve düşünceli, elleriyle alınlarını
354
ovarak: "Nasıl, nasıl?" demişlerdi. "Gazoz tozu mu? Evel vardı, çok eskiden, Wilhclm
zamanında, Hitler'in başa geçtiği ilk yıllarda, evet satılıyordu o zamanlar. Ncrde şimdi!
Ama bir limonata veya bir coca cola islerseniz?"
Yani bakıcım benim hesabıma pek çok şişe limonata ve coca cola içli, ama aradığım şeyi bir
türlü sağlayamadı bana, öyleyken Oskar'ın isteği sonunda gerçekleşti. Yorulmak nedir
bilmeden çalıştı Bruno ve dün üzeri yazısız bir beyaz paket getirdi; klinikte çalışan
Froylayn Klein adında bir hanım doktor anlayış göstererek bana yardım etmek istemiş,
elinin altındaki kutuları açmış, çekmeceleri çekmiş, kitapları karıştırmış ve sonunda birkaç
gram o maddeden, birkaç gram bu maddeden alıp birbirine katarak pek çok denemeden
sonra bir gazoz tozu elde elmiş, toz da Bruno'nun söylediğine göre köpürüyor, insanda bir
karıncalanma duygusu uyandırıyor, yeşil bir renk alabiliyor ve pek uzaktan Waldmeister
tadı veriyormuş.
Bugün ziyaret günüydü. Maria geldi. Ama Klepp geldi daha önce. Aslında anımsamaya
değmeyen bir şeye bir saate yakın gülüp durduk. Klepp'i ve onun Leninist duygularını
gözeterek konuşmayı güncel konular üzerine çekmekten sakındım; dolayısıyla haftalar
öncesi Maria'nın hediye ettiği küçük transistorlu radyonun Slalin'in ölümüyle ilgili
haberinden söz açmadım. Ama Klepp haberi biliyordu adela, çünkü paltosunun kahverengi
damalı koluna siyah bir bani beceriksizce tutturulmuştu. Derken Klepp kalkıp gitti, Viıılar
girdi içeri. İki ahbap yine bozuşmuşlar anlaşılan, çünkü Vittlar gülerek ve parmaklarıyla
şeytan boynuzları yaparak selamladı Kelpp'i: "Bu sabah tıraş olurken radyoda Slalin'in
ölümünü işiterek şaşırdım," dedi alaylı alaylı ve Klcpp'in paltosunu giymesine yardım
edecek oldu. Yağlı ışıl ışıl yüzünde uhrevi bir hava, kolundaki banlı düzeltti Klepp: "Ben de
onun için kolumda bunu taşıyorum ya!" dedi göğüs geçirerek ve Armstrong'un trompetine
özenip New Orlcan Function'un ilk mezürlerini mırıldandı: Irrah trahdada traah dada
dadada sonra kapıdan çıkıp gitti.
355
Vittlar odada kalmıştı. Oturmak istemedi, aynanın önünde kıpırdanıp durdu daha çok; aşağı
yukarı bir çeyrek saal, kafamızda Stalin düşüncesi olmadan, birbirimize anlayış dolu bir
edayla gülümsedik.
Vittlar'ı sırdaşım mı yapmak isliyordum, yoksa onun defolup gitmesini sağlamak mıydı
amacım, bilmiyorum; el ederek onu yanıma çağırdım, bana doğru eğilmesini işaret etlim ve
büyük kepçe kulaklarının içerisine fısıldadım: "Gazoz tozu? Böyle bir toz işittin mi,
Gottfried?" Korkuyla sıçrayıp kafesli yatağımdan uzaklaştı Villlar; büyük bir coşkunluk ve
üstesinden çok iyi geldiği dramatik bir jestle işaret parmağını bana doğru uzattı, tiz
perdeden: "Ne diye beni gazoz tozuyla baştan çıkarmak işliyorsun iblis?" dedi. "Benim bir
melek olduğumu hâlâ öğrenemedin mi?"
Ve bir melek gibi kanat çırparak odadan çıkıp gitti Vitllar, ama ilkin lavabonun üzerindeki
aynaya bir kez daha göz atmayı ihmal etmedi. Akıl ve Ruh Hastalıkları Kliniği dışındaki
gençler gerçekten tuhaf oluyor, yapmacığa kaçıyorlar.
Vitüar'ın arkasından Maria geldi. Yeni bir baharlık kostüm diktirmiş kendisine, bir de
zarif ve fare grisi şapkası var ve şapkanın zeki bir tutumluluk taşan saman sarısı bir süsü
bulunuyor. Benim odada bile şapkasını başından çıkarmadı. Üslünkörü selamladı beni,
yanağını uzattı, hemen transistorlu radyoyu açtı sonra, gerçi bana hediye etmişti radyoyu,
ama sanki kendisi kullanmak üzere getirmişti, o iğrenç kulunun ziyaret günleri yapacağımız
konuşmaların bir bölümünü üstlenmesini isler gibiydi: "İşinin mi bu sabah haberi? Enfes
değil mi?" "Evet, Maria!" diye cevapladım sabırla. "Stalin'in ölümünü benden de saklamak
istemediler, ama ne olur, kapat şimdi şu radyoyu!"
Maria bir şey demeden söylediğimi yaptı, sonra şapkasını başından çıkarmadan oturmaya
devam etli, her zamanki gibi Kurt'tan konuşmaya başladık.
"Bir düşün, Oşkar, seninki uzun çorap giymek istemiyor bir türlü! Oysa martlayız, sonra
radyoya bakılırsa hava daha da so
356
ğuyacakmış." Ben radyo sözünü işilmezlikten geldim, ama çorap işinde Kurl'un tarafını
tuttum. "Oğlan artık on ikisinde Maria: Okul arkadaşlarından ulanıyor, onun için uzun yün
çoraplar giymek istemiyor tabii."
"Ama benim için onun sağlığı daha önemli. Paskalya'ya kadar uzun yün çorap giyecek, o
kadar!"
Bu tarih öylesine kesin açığa vuruldu ki, kollayarak yatıştırmaya çalıştım Maria'yı. "Madem
öyle, kayakçı pantolonları al çocuğa, çünkü uzun yün çoraplar gerçeklen çirkin. Sen de onun
yaşında olduğun zamanı düşün! Hani Labes Caddesi'ndeki evimizin avlusunda? Hatırlasana
bir, KleinKaschen'e ne yaptınız, o da Paskalya'ya kadar uzun çoraplar giyiyordu. Kıbrıs'la
ölen Nucky Eyke, savaş bilmeden az önce Hollanda'da öbür dünyayı boylayan Axel
Mischke, sonra Harry Schlager; ne yaptılar KleinKaschen'e hepsi? Uzun yün çoraplarına
katran sürdüler, katran da ete yapışıp kaldı ve KlcinKaschen çaresiz hastaneye kaldırıldı."
"Susi Kalcr yok mu, hepsi onun başının altından çıktı, yoksa çoraptan falan değil." Maria,
öfkeyle söylemişti bunları. Susi Kater, daha savaş başlar başlamaz muhabere hizmetinde
çalışan kızlar arasına karışmış ve sonradan Bavyerah biriyle evlenip giimişti; ama nasıl
kadınlar çocukluk günlerinden kalma anlipatilerini la ninelik zamanlarına kadar içlerinde
saklarsa, Maria da kendisinden birkaç yaş büyük Susi Kaler'e karşı sürüp giden bir hınç
duyuyordu içinde. Öyleyken KleinKaschen'in kalran sürülmüş çoraplarına işarette
bulunmam, bir bakıma etkisini gösterdi; Kurl'a kayakçı pantolonları alacağına söz verdi
Maria, Kurt'la ilgili övülmeye değer şeyler anlattı. Öğretmenlerden Kenneman son veliler
toplantısında övgü dolu sözler söylcmişli çocuk için. "Düşün bir, sınılta ikinci. Dükkânda da
yardım ediyor bana, hem de nasıl anlatamam."
Başımı sallayarak takdir duygularımı belirttim, sonra dükkâna alman en son öteberileri
anlattı Maria. Oberkassel'de bakkaliyenin bir şubesini açması için kendisini
cesarellendirdim. Zaman uygun bunun için dedim, ortadaki refah havası sürüp gidiyor he
357
nüz bu haberi radyodan dinlemiştim; derken zile basıp Bruno'yu çağırma vaktini gelmiş
olarak gördüm. Odaya giren Bruno, içinde gazoz tozu bulunan beyaz bir paketi bana uzattı.
Oskar, tüm ayrıntılarıyla düşünüp tasarlamıştı planı. Bir açıklamada bulunmadım, sadece
sol elini vermesini rica etlim Maria'dan. İlkin sağını verecek oldu, sonra düzeltti, başını
sallayıp gülerek bana sol elinin sırt kısmını buyur etti, kimbilir belki de elini öpeceğimi
sanmıştı. Ben, ayası yukarı gelecek biçimde elini döndürüp Ay Tümseği ile Venüs Tümseği
arasına paketteki tozu boca edince şaşırdı. Ama sesini çıkarmadı, ancak Oskar eğilip
tükürüğünü gazoz tozu yığını üzerine salgılayınca irkildi, "Bırak şu saçmalığı, Oskar!"
diyerek hırslandı birden, sıçrayıp kalktı, geriye çekildi, avucunda fışırdayıp yeşil yeşil
köpüren toza dehşetle gözlerini dikti. Alnından aşağılara doğru kızardı yüzü. Tam ben
umuda kapılmışken, üç adımda lavabonun yanına vardı; suyu iğrenç suyu, ilkin soğuk, sonra
sıcak suyu gazoz tozunun üzerine akıtıp sabunla yıkadı ellerini.
"bBazen gerçekten katlanılmaz oluyorsun, Oskar. Bay Münsterberg hakkımızda ne düşünür
sonra canım!" Beni bağışlamasını rica eder gibi Brunoya baktı sonra, ben söz konusu deneyi
yaparken Bruno yalağın ayak ucunda dikilmiş bekliyordu. Maria'nın bundan böyle
sıkıhnaması için bakıcımı odadan çıkardım ve Bruno kapıyı kilitler kilitlemez Maria'ya
yeniden yatağa yaklaşmasını söyledim. "Hatırlıyor musun, Maria? Hatırlasana, gazoz lozu,
paketi üç fenikti hani? Düşünsene, Waldmcister'li, ahududulu gazoz tozları, ne de güzel
köpürürdü, ne güzel kaynayıp kabarırdı! Sonra, bunların insanda uyandırdığı o gıcıklayıcı
duygu, Maria, ya o duygu.!"
Maria hatırlamadı. Aptalca bir korkuya kapıldı önümde, biraz titriyordu, sol elini sakladı,
konuşacak başka bir konu bulmak için büyük bir çaba gösterdi; bana yeniden Kurt'un
okulda kazandığı başarılardan, Stalin'in ölümünden, dükkâna alınan yeni buzdolabından,
Oberkassel'de açmayı tasarladığı bakkaliyenin yeni şubesinden anlatmaya başladı. Bense
gazoz tozuna sadakat
358
ten ayrılmadım, gazoz lozu deyip durdum. Maria doğruldu, gazoz tozu diye yalvardım,
acele veda elti Maria, şapkasını düzeltti, ama gitmeye de karar veremedi bir türlü,
radyoyu karıştırmaya başladı, cızırdadı radyo, radyonun gürültüsünü bastıracak kadar
yüksek bir sesle: "Gazoz tozu, Maria!" diye haykırdım. "Hatırlasana, Maria!"
Derken kapıya gidip durdu Maria; ağlıyordu, başını salladı, can çekişen birini terkedip
gider gibi usulcacık kapadı kapıyı; cizırdayıp duran, ıslıklar çalan radyoyla beni yalnız
bıraktı.
Demek oluyor ki, Maria bundan böyle gazoz tozunu anımsamıyor. Oysa nefes alıp verdiğim
ve trampetimi konuşturduğum süre, gazoz lozu benim için köpürüp duracak; çünkü 1940
yılının güz sonunda Waldmeisler'li ve ahududulu gazoz tozlarını canladıran, elimi birtakım
arayışlara iteleyen, beni horoz mantarlarının, konik şapkalı mantarların ve daha başka
bilmediğim, ama aynı şekilde yenebilen diğer pek çok mantarın devşiricisi olarak
yetiştiren, beni baba yapan, evet, gencecik baba yapan tükürüğüm olmuştu hep; tükürüğüm
beni babalığa yükseltmiş, içimde gıcıklayıcı duygular uyandırmış, beni doğurtucu durumuna
sokmuş, bana mantarlar toplatmış, benim üretim eylemine katılmamı sağlamıştı; çünkü
kasını başında şüpheye yer kalmamıştı artık. Maria hamileydi, iki aydır hamileydi Maria ve
ben, Oskar doğacak çocuğun babasıydım.
Hani bugün bile inanıyorum böyle olduğuna, çünkü Matzerath'la Maria arasındaki o iş çok
daha sonra oldu. Uyuyan Maria'yı vücudu yara nişanlarıyla dolu kardeşi Herberl'in
yatağında onbaşı olan küçük kardeşinin cepheden yolladığı kartpostallar önünde, karanlık
odada, odanın duvarlarıyla pencerenin karatma kâğıdı arasına gebe bırakmamdan iki hafta,
yo hayır, on gün geçmişti ki, Maria'yı bizim şezlongta yatar buldum; o Matzerath'ın
altındaydı, Matzerath onun üzerinde; ama bu kez uyumuyor Maria, ağzını açmış, hava
almaya çabalıyordu.
Oskar, düşüncelerle oyalandığını tavan arasından inmiş, sofayı geçerek odaya girmişti.
İkisi de farketmemişli beni; başlan çi
359
ni sobadan yanaydı. Doğru dürüst soyunmamışlardı bile. Malzeralh'ın külotu dizlerinden
sarkıyor, pantolonu yerdeki halının üzerinde tortop duruyordu. Maria'nın entarisiyle
kombinezonu, sutyen üzerinden kolluk altlarına kadar sıyrılmıştı. Külotu iğrenç biçimde sağ
ayağına dolanmış, sağ bacağıyla şezlongton sarkıyordu. Sol ayağı sanki olup bilenlere
katılmıyor, bükük bir durumda şezlongun minderleri üzerinde, Malzeralh'm bacakları
arasında bulunuyordu. Malzcralh sağ eliyle Maria'nın başını döndürmeye, sol eliyle cinsel
organının ağzını genişletmeye çalışıyor, beri yandan kendi cinsel organına yol iz
gösteriyordu. Malzeralh'm gerilmiş parmakları arasından, yandan halının üzerine
bakıyordu Maria; halının üzerindeki deseni ta masanın allına kadar gözleriyle izler gibiydi.
Kadife kaplı bir yastığa dişlerini geçirmişti Matzerath ve ancak Maria'yla konuşacak
olduğu zaman dişlerini yastıktan çekip alıyor; çünkü arada bir işlerine ara vermeksizin
konuşuyorlardı. Ama saat üçü çeyrek geceyi vurmaya başlar başlamaz duraklar gibi oldular
ve saatin görevini yapmasını beklediler; sonra Maria üzerindeki çalışmasını sürdüren
Malzeralh, "Saat üçü çeyrek geçiyor," dedi. Ardından: "Nasıl, iyi mi böyle?" diye sordu.
Maria birçok kez evet diyerek cevapladı soruyu. "Aman dikkatli ol!" dedi Matzeraıh'a.
Matzeralh da pek tabii dikkatli olacağına söz verdi. Ama Maria özellikle bu kez çok
dikkatli olmasını buyurdu Matzerath'a, hayır buyurmadı da öğütledi yalnız. Bir ara
Matzerath: "Nasıl, daha çok var mı?" diye sordu. "Az kaldı, az!" diye cevapladı Maria.
Sezlongtan sarkan bacağına kramp girmiş olacaktı ki, boşlukta sağa sola savruluyor, ama
külotu yine de düşmeyip ayağında kalıyordu. Malzerath yeniden dişlerini kadile yastığa
geçirdi, ama birden haykırdı Maria: "Çekil! Çekil!" Matzerath da çekilmek isledi, ama
çekilemedi, çünkü Oskar çekilmesine vakit kalmadan geldi, ikisinin tepesinde bitiverdi:
trampeti Matzeralh'ın beline dayayıp, değnekleri trampetin üzerine indirip kaldırmaya
başladı; çünkü işitmek işlememiştim çekil sözlerini, çünkü trampetim onların çekil
sözlerinden daha hızlı konuşuyordu, çünkü Matzerath'ın çekilmesine izin vermek
360
niyetinde değildim, Jan Bronski de hep çekilip gitmişti annemden, çünkü annem de hep
çekil! çekil! demişti jan'a, çekil! çekil! demişli Malzerath'a ve çekilip ayrılmışlardı
birbirlerinden ve zımbırtılarını rasgele bir yere akıtmışlardı; bu iş için hazırda
bulundurulan bir havluya, havlu yoksa şezlongun, oda olmadı halının üzerine salmışlardı
zımbırtılarını. Ama ben Matzerath'ın çekilip gilmesini istemiyordum; nihayet ben de
çekilip gitmemiştim. Ben çekilip gitmeyen ilk kimse olmuştum. Dolayısıyla, çocuğun babası
bendim, Matzeralh değildi; her vakit, sonuna kadar babam olduğunu sanmıştı Matzerath;
oysa babam Jan Bronski'ydi benim; çekilip gitmemek, içerde kalmak, içerde bırakmak
Jan'dan geçmişti bana; sonunda içerden çıkan da Matzcrath'ın değil, benim oğlum olacaktı
kuşkusuz; Matzeralh'ın oğlu yoktu zaten. Gerçeklen baba diye bakılacak biri değildi
Malzeralh; isterse on kez zavallı annemle evlenmiş, isterse gebe kaldığı için Maria'yla
evlenmiş olsundu. Maria'yla evlenirken şöyle düşünmüştü muhakkak: Evde ve sokaktaki
insanlar elbet çakacak işi. Gerçeklen de bu insanlar çakmışlar, Maria'yı gebe bırakanın
Malzerath olduğunu ve kırk beşine yakın Malzeralh'm on sekizini süren Maria ile
evleneceğini düşünmüşlerdi. Ama nihayet yaşma göre elinden iş gelir biriydi kız;
Oskar'cığın eve böyle bir üvey annenin gelmesine sevinmesi gerekirdi, çünkü Maria zavallı
çocuk için bir üvey anne değil, gerçek bir anne gibiydi. Doğru, pek aklı başında bir çocuk
değildi Oskar, aslında Silberhammer ya da Topia'daki hastaneye yatırılması gerekirdi,
ama olsun.
Gretchen Schefller'in inandırıcı konuşmaları üzerine sevgilim Maria'yla evlenmeye karar
vermişti Malzerath. Yani onu, muhtemel babamı babam diye gösterecek olursam, şöyle
demem gerekiyor: "Babanı müstakbel eşimle evlendi, sonradan benim oğlum Kurl'a da
kendi oğlu Kurt gözüyle baktı, yani benden kendi torununu üvey kardeşim gibi görmemi ve
vanilya kokulu sevgili Maria'ma da balık yumurtası kokan yalağına aldığı bir üvey anne
olarak bakmamı isledi. Malzeralh, muhtemel baban bile değil senin; ne sempatini, ne
anlipatini hakeden yabancının yabancısı bir
361
j^jf
I
adam; iyi yemek pişirir, iyi yemekler pişirerek şimdiye kadar iyi kötü bir baba gibi bakı,
sana; çünkü zavallı annen onu sana bırakıp gitti; şimdi adam herkesin önünde kadınların en
âlâsını elinden kapıyor ve seni kendi izdivacının ve ondan beş ay sonra bir çocuk vaftizinin,
yani iki aile şenliğinin tanığı yapıyor; oysa bu şenlikleri düzenlemek sana düşerdi, Maria'yı
evlendirme dairesine senin götürmen gerekirdi, vaftiz annesini ve vaftiz babasını senin
seçmen gerekirdi diye düşününce, yani bu trajedinin baş rollerini gözden geçirip, rollerin
gerekli kişilere dağıtılmadığı kanısına varınca, oyundan umudumu kesiyordum; çünkü
gerçek karakter artisti Oskar'a bir figüran rolü verilmişti oyunda; öyle bir rol ki, olmasa
da olurdu hani.
Oğluma Kurt adını takmadan, ona doğrusu hiç vermemem gereken bu adı vermeden çünkü
oğlana gerçek büyükbabası Vinzent Bronski'nin adını koymam gerekirdiyani Kurt adına rıza
göstermeden, Maria'nın gebeliği sırasında çocuğun doğumuna karşı çıktığını hani saklamak
istemiyor Oskar.
Daha Matzerallı ile Maria'yı şezlongla bastırdığım, Matzerath'ın terden ıslak sırtına
tüneyip trampetimi konuşturduğum ve onu Maria'nın istediği gibi tedbirli davranmaktan
alıkoyduğum günün akşamı, sevgilimi gerisin geri kazanmak için umutsuz bir girişimde
bulundum.
Matzeratlı, iş işten geçtikten sonra beni silkip atabildi üzerinden, beni dövmeye kalktı,
Maria ise Oskar'ı korudu ve dikkatli olmadığı için veriştirdi Malzerath'a. Malzerath yaşlı
bir adam gibi kendini savundu. "Kabahat sende!" dedi Maria'ya. "Bir defaya razı olacaktın,
ama doymak bilmezsin ki!" Bunun üzerine ağlamaya başladı Maria. "Ne yapayım, bende öyle
çabuk olmuyor." dedi. "Sok çıkar içeri, tamam. O zaman başka birini bul kendine. Ben
tecrübesizim doğru, ama Eden Oleli'nde çalışan kız kardeşim Guste'nin bilgisi var bu
konuda ve bana bir ara dedi ki: Aman dikkatli ol, Maria öyle erkekler var ki, bütün
isledikleri zımbırtılarını akılsınlar dışarı, o kadar. Sen de bunlardan birisin demek, ama
ben bu işle yoğum, bende şimdiki gibi olursa olur.
362
Ama sen yine de dikkat edecektin, bu kadarını sanırım borçlusun bana, bu birazcık dikkati
göstermen gerekirdi." Sonra ağlamaya koyuldu Maria, hâlâ şczlongta oturuyordu.
Malzerath, ayağında külot, Maria'nın böyle ağlayıp ulumalarına katlanamayacağını haykırdı;
sonra öfkelendiğine pişman oldu; derken yine el uzattı Maria'ya vücudunun henüz çıplak
yerlerini okşamak istedi, ama Malzeralh'ın bu davranışı da Maria'yı çileden çıkardı.
Oskar asla bu durumda görmemişti Maria'yı; yüzünde kırmızı lekeler belirdi, gri gözleri
karardıkça karardı: "Sünepenin birisin sen zaten!" dedi Malzeralh'a. Bunun üzerine
Matzerath da uzanıp yerden pantolonunu aldı, ayağına geçirip düğmelerini ilikledi. "Şimdi
çekip gidebilirsin artık o Bucak Başkanı arkadaşlarının yanına!" dedi Maria. "Onlar da senin
gibi şipşakçı." Malzerath ceketini alarak kapının kolunu kavradı; artık bu işi burada
kapadığını, kadın denen şeyi büsbütün kanıksadığını söyledi. "Bu kadar kızginsan kendine
yabancı işçilerden birini lavla!" dedi. "O gazinoda hizmet eden Fransız garson var ya, o
daha iyi becerir mutlaka!" Sevgi deyince kendi kafasında rezilce olmaktan uzak daha
başka şeyler canlandığını, şimdi bir skat partisine gideceğini, skal partisinde insanın hiç
değilse nelerle karşılaşacağını bildiğini söyledi.
Derken odada yalnız kaldım Maria'yla. Maria ağlamayı bıraktı; dalgın, dudaklarında pek
hafif bir ıslık, külotunu ayağına geçirdi. Şezlongla yalarken fistanı kırışmıştı, uzunca bir
süre uğraşarak kırışıklıkları düzeltti. Sonra radyoyu açtı, Wcichscl ve Nogat ırmaklarının
su seviyeleri bildiriliyordu; Maria kendini zorlayarak dinlemeye çalıştı; aşağı Mottlau'ın su
seviyesi de açıklandıktan sonra vals programını haber verdi radyo ve elerken valsler
başladı; ansızın yine külotunu çıkardı Maria, mutfağa girdi; bir leğen tıngırtısı geldi
kulağıma, musluktan su aklı ve pof diye yakıldı havagazı; Maria'nın leğen içine çömerek
yıkanacağını düşündüm.
Bu biraz tatsız düşünceden kaçıp kurtulmak için kendini çalan valsin ezgilerine verdi
Oskar. Hatta yanlış hatırlamıyorsam,
363
Strauss müziğinin birkaç ezgisini trampet üzerinde çaldım ve hoşuma da gitti. Derken vals
havaları kesilip, bir özel haber yayınladı radyoda. Atlantik'le ilgili bir haberdir, diye
düşündü Oskar ve yanılmadığı anlaşıldı; birden çok denizaltı İrlanda'nın batısında şu kadar
bin brutlo tonluk yedi ya da sekiz gemiyi denizin dibine yollamıştı. Ayrıca, daha başka
denizaltılar Atlantik'le hemen yine o kadar ton tutarında birçok tekneyi sulara gömmüştü.
Bu arada Kaptan Teğmen Schcpke komutasında bir denizaltı ama Kaptan Teğmen
Krelschmar da olabilir hani işte ikisinden biri ya da bir üçüncü Kaplan Teğmen en çok
tonajda gemiyi ve ayrıca XY sınıfından bir İngiliz destroyerini batırmıştı.
Ben, özel haberin ardı sıra radyoda çalan "ingiltere'ye Doğru" marşını trampetimin
üzerinde evirip çevirerek nerdeyse bir valse dönüştürürken, kolunda bir havluyla Maria
girdi içeri. Biraz alçak sesle: "İşittin mi, Oskar?" dedi. "Gene bir özel haber verdiler.
Böyle giderse..." Ama böyle giderse ne olacağını Oskar'a açıklamadan önce bir sandalyeye
olurdu, arkalığına Matzeralh'ın hep ceketini geçirdiği bir sandalyeydi. Sonra elinde
kıvırdığı ıslak havluya bir sosis biçimini verdi, hayli yüksek perdeden ve falsosuz,
"İngiltere'ye Doğru" marşına ıslıkla eşlik etmeye başladı. Marş radyoda söylenip bini
derken, ama Maria final bölümünü bir kez daha tekrarladı, sonra yine valsler çalmaya
başlayınca düğmeyi çevirip kapadı radyoyu. Sosis biçimindeki havluyu masanın üzerinde
bırakıp oturdu ve tombul ellerini kalçalarına dayadı.
Birden odanın iti pek sessizleşli, ancak ayaklı saatin gittikçe gürültüsünü arttırarak
çalıştığı duyuluyordu. Radyoyu yeniden açsam mı diye düşünür gibiydi Maria. Derken başını
masanın üzerinde duran sosis biçimindeki havluya yaslayarak sessiz ve düzenli bir ağıl
tutturdu.
Kendisini çirkin bir durumda bastırdığım için acaba Maria utanıyor mu, diye sordu Oskar
kendi kendine. Maria'yı biraz neşelendirmeye karar vererek sessizce odadan sıvıştım,
karanlık dükkâna inerek pudinglerle jelatin kâğıdının yanı başında duran
364
bir paketçik alıp döndüm, loş koridoru geçerken bunun Waldnıcislcr'li bir gazoz lozu
olduğunu gördüm. Oskar ele geçirdiği ganimetten memnundu, çünkü Maria'nın
Waldmeister'li gazoz lozuııu bütün öteki gazoz tozlarına üstün tuttuğunu sezer gibi
olmuştum birçok zaman.
Odaya girdiğimde, hâlâ Maria'nın sağ yanağı sosis biçiminde kıvrılmış havlu üzerinde
yatıyordu. Kolları da yine eskisi gibi çaresizlik içinde sağa sola oynuyor, bacaklarının
arasında bulunuyordu. Oskar soldan doğru yaklaştı, Maria'nın gözlerini yumuk ve kuru
bulunca düş kırıklığına uğradı. Maria kirpikleri biraz birbirine yapışmış gözkapaklarını
kaldırıncaya kadar sabırla bekledim, sonra uzattım paketi, ama Maria Waldmeisler'li
gazoz tozunu farkclmcdi, sanki gözleri paketin ve Oskar'm içinden geçiyor, uzaklara
bakıyordu.
Herhalde gözleri gözyaşından görmez oldu diyerek bağışladım Maria'yı ve kendi kendimle
kısa bir danışıp görüşmeden sonra dolaysız davranmaya karar verdim. Masanın altına
girdim sürünerek, Maria'nın hafif içe dönük ayaklarının dibine lünedim, parmak uçları
nerdeyse yerdeki halıya değen sol elini yakalayıp avuç içi görünene kadar çevirdim, sonra
dişleyip açtım paketi, tozun yarısını Maria'nın karşı koymadan bana bıraktığı el ayasına
serptim, sonra tükürüğümü salgıladım üzerine; tozun kaynayıp köpürüşünü daha yeni
seyrelmeye başlamışımı ki, Maria canımı pek acıtan bir tekme allı göğsüme, tekme de
Oskar'ı kaldırıp odanın ortasına, halının üzerine fırlattı.
Duyduğum acıya aldırmayarak hemen yine doğrulup kalkmış masanın altından çıkmıştım.
Maria da ayağa kalkmıştı benim gibi. Hızlı hızlı soluyor, karşı karşıya dikiliyorduk. Maria
havluyu alarak sol elini silip temizledi, havluyu ayaklarımın önüne atlı sonra, bana melun pis
domuz dedi, zehir saçan bir cüce, kaçık bir bücür olarak niteledi beni, bir akıl hastanesine
kapatılmam gerekliğini söyledi. Beni yakalayıp kafamın arkasına şaplaklar indirdi. Benim
gibi bir haylaz oğlanı dünyaya getirdiği için veriştirmeye başladı zavallı anneme ve ben
bağıracak, odadaki ve bütün
365
dünyadaki cam nesnelerin canına okumaya niyetlenerek çığlığı basacak olunca havluyla
ağzımı tıkadı; dişlerimle ısırdım havluyu, sığır etinden daha sertti.
Ancak, Oskar kizarıp morarmasını başarınca beni koyverdi Maria. O anda zahmet
çekmeden bütün kristal bardakları, pencere camlarını ve ayaklı saalin camdan mahfazasını
çığlığımla kırıp dökebilirdim. Ama bağırmadım, bir hıncın gelip içime kök salmasına izin
verdim; hani öylesine benliğime yerleşti ki hınç, bugün bile Maria odama girse, dişlerimin
arasında o havluyu bir zaman nasıl hisseimişsem, öylece hissediyorum.
Sağı solu belli olmayan bir kızdı Maria, dolayısıyla benden elini çekerek iyi yürekli gülmeye
başladı, elini attığı gibi yeniden açtı radyoyu, çalan valse ıslıkla katılarak bana doğru
yaklaştı; dargınlığı geçmişti, benim hoşuma giden bir şeyi yapmak, saçlarımı okşamak
isledi.
Oskar pek yakınına kadar sokulmasına izin verdi Maria'nın, sonra iki yumruğuyla, alttan
yukarı, Maria'nın vücudunun Matzerath'a dalaveresini içeriye koy verdiği yerine vurdu.
İkinci bir kez vurmaya hazırlanırken yumruklarımı yakaladı Maria, ben de bunun üzerine o
kahrolası yere dişlerimi geçirdim ve dişlerimi bırakmayarak Maria'yla şezlongun üzerine
yıkıldım; radyodan verilen ikinci bir özel haber kulağıma geldiyse de, haberi işitmek
islemedim, dolayısıyla kimin ne kadar gemiyi sulara gömdüğünü bugün size açıklayamayacak
Oskar; çünkü hıçkırıklarla karışık şiddetli bir ağıt nöbetinden sonra dişlerim çözülmüş.
Maria'nın üzerinde hareketsiz yatmaya başlamıştım. Canının acısından ağlıyordu Maria;
Oskar ise hıncından ve sevgisinden ağlıyor ve bu sevgi kurşunsu bir baygınlığa
dönüşmesine karşın bir türlü sona ermiyordu.
366
BAYGINLIĞI BAYAN GREFF'E TAŞIMAK
Ondan, yani Bay Greff'len hoşlanmıyordum. O, yani Bay Greff de benden hoşlanmıyordu.
İlerde benim için bir trampet makinesi inşa etliği zaman da bir türlü ısınamadım kendisine.
Böyle sürekli antipaliler için gerekli gücü pek gösleremediği bugünlerde bile, Oskar'ın Bay
Greff'len pek hazzettiği yok; oysa Greff diye biri yaşamıyor artık.
Greff bir sebzeci dükkânı işletiyordu. Ama yanılmayasınız sakın; ne patateslere inandığı
vardı Greff'in, ne lahanalara; öyleyken bahçecilik alanında geniş bilgi sahibiydi; kendini
bahçeci olarak, doğayı seven bir vejetaryen olarak göstermekten zevk duyardı. Ama
özellikle et yemediği için gerçek bir sebzeci olmaktan uzaktı Bay Grefl. Bahçe
ürünlerinden, bahçe ürünlerinin gerektirdiği gibi söz açamayan bir adamdı. Sık sık
müşterilerine; "Şu enfes patateslere bir bakın lütfen!" dediğini işitiyordum. "Tombul
tombul patatesler kabına sığmıyor, boyuna yeni biçimlere giriyor, yine de öylesine bakir
bir ürün bu. Benimle konuşuyor mübarek, onun için de bu patatesleri seviyorum." Tabiî
gerçek bir sebzeci hiçbir zaman böyle konuşmaz, böyle konuşup müşterilerinin kafasını
karıştırmaz. Palates tarlalarında kocayan anneannem Koljaiczek'in bile patates ürününün
en iyi olduğu yıllar şu bir tek cümlecikten başka bir şey çıkmazdı ağzından: "Haydi bu yılın
ekini bıldırdan daha iri, haydi bu yılın ekini daha tombul." Kaldı ki Anna Koljaiczek'le
kardeşi Vinzent Bronski geçimlerini
367
daha çok palates ürününden sağlıyorlardı; Sebzeci Greff ise, bu yıl patates iyi olmadı mı,
bakarsın erikler iyi oluyor, dolayısıyla
açığı kapatıyordu.
Her şeyde aşırılığa kaçan bir adamdı Bay Greff; örneğin dükkânda ille de yeşil bir önlük
takması mı gerekiyordu, müşteriler karşısında gülümseyerek ve bilgiçlik taslayarak
ıspanak yeşili önlüğü "Allah Baba'nın yeşil bahçıvan önlüğü" diye nitelemesi ne kadar da
kendini beğendiğini gösteriyordu. Sonra izciliği de bir lürlü bırakmıyordu Greff. Aslı
aranırsa daha 1938'dc derneği dağılması gerekirdi, izci olanlara kahverengi gömlekler ve
siyah renkte şık kışlık üniformalar giydirilmeye başlanmıştı arlık; ama eski izciler, sivil ya
da yeni üniformalarıyla sık ve düzenli olarak eski oymak başkanlarına geliyor ve oymak
başkanları Allah Baba'nın verdiği bahçıvan önlüğünü kuşanmış, giıar çalarken onlar sabah
üzerine, akşam üzerine bestelenmiş şarkılar, izci havalan, marşlar, ekin türküleri, Meryem
Ana ilâhileri söylüyor; kendi halk türkülerini, yabancı ülkelerin halk türkülerini terennüm
ediyorlardı. Zamanında davranıp NSK'ya* üye olmuştu Bay Grcfl ve 1941'dcn sonra yalnız
sebzeci değil, aynı zamanda Pasif Korunma görevlisi olarak faaliyet gösteriyordu. Ayrıca
eski izcilerinden ikisi, Jungvolk'ta önemli başarılar sağlamış, biri bayraktar ve grup
başkanı olmuştu; bütün bu nedenlerden ölürü Hitler Gençliği Bölge Başkanlığı tarafından
Grefl'in patates kilerinde düzenlenen bu şarkılı ve lürkülü akşamlara izin verildiği
söylenebilirdi. Öte yandan Bölge Eğilim Başkanı Löbsack, Bay Grelf'in eğitim merkezi
Jankau'daki Bölge Eğitim Kursları için şarkılı akşamlar düzenlemesine önayak oluyordu.
Derken bir ilkokul öğretmeniyle beraber Greff'e, 1940 başında DanzigBatı Prusya Eyaleti
için "Sen de söyle" adıyla, gençlerin söyleyeceği ezgileri kapsayan bir kitap hazırlama
görevi verildi. Kilap çok iyi hazırlanmıştı; sebzeci Greff Almanya Gençlik Örgülü
Başkanfnın imzasını taşıyan bir mektup aldı Berlin'den, orada düzenlenen bir müzik öğrel
Nasyonal Sosyalist Kültür Derneği. (Ç.N.)
368
nıenleri toplantısına çağrılıyordu.
Diyeceğim becerikli bir adamdı Bay Greff. Hani sadece bütün şarkıların güftelerini
ezbere biliyordu da onun için değil; ayrıca çadır kurmaktan anlıyor, açıkla o türlü aleş
yakıp söndürmesini başanyordu ki, bir orman yangını asla çıkmıyordu; bir hedef saptayıp
elde pusula yürüyüşler yapabiliyor, gökle görünen bütün yıldızları isimleriyle sayıp
dökebiliyor, neşeli ve scrüvenli hikâyeler uydurup anlatabiliyor, Weichsel ırmağıyla ilgili
efsanelerin hepsini biliyordu; "Danzig ve Hanse Andlaşınası" adı allında konferanstı
akşamlar düzenliyor, Şövalyelik Tarikalı'nm bülün sivrilmiş kişilerinden enikonu bir bilgiyle
söz açıyor, yine de bu kadarıyla yetinmeyip tarikatlar kentinde Almanlara düşen görev
konusunda akla gelmedik açık la malarda bulunuyor ve konuşurken araya seyrek
durumlarda pek anlamlı bir izci tekerlemesi sokuşturduğu oluyordu.
Delikanlılara karşı ayrı bir muhabbeti vardı Greff'in. Oğlanlara kızlardan daha çok
sempati besliyordu. Doğrusu islenirse kızları hiç sevmiyor, bülün sevgisini oğlanlara
ayırıyordu. Çok vakit oğlanlara karşı ezgilerle açığa vurulamayacak kadar büyük bir
yakınlık duyuyordu içinde. Bay Grefl'i, sevgisine, çakı gibi liril tiril oğlanlar arasında daha
temiz, pak bir hedef aramaya zorlayan belki de karısı Bayan Grefl, sutyenleri her vakit
yağlı ve külotunun orası burası delik bu pasaklı kadın olmuştu. Ama üzerinde her mevsim
Bayan GrcIT'e ail leş gibi çamaşırların çiçeklendiği ağacı besleyen bir başka kök daha
olabilirdi. Demek istediğim, sebzeci ve pasif korunma görevlisi olan kocası Ray Grclf, o
sere serpe ve biraz salakça tombulluğuna dönüp bakmamasıdır ki, Bayan Greff'i pasaklı
bir kadın yapıyordu.
Sırım gibi, adaleli ve dayanıklı insanlardan hazzediyordu Bay Greff. Doğa deyince perhizi,
perhiz deyince özel biçimde bir vücut bakımını anlıyor, vücuduna nasıl bakacağım biliyordu.
Vücuduna inceden inceye titizlik gösteriyor, onu sıcakla eğiliyor ve orijinal birtakım
buluşlara başvurarak soğukla karşı karşıya bırakıyordu. Oskar, attığı çığlıklarla uzak ve
yakınları etkisi altına
369
alarak camları mı tuz buz ediyor, camların gerisindeki buz çiçeklerini mi dağılıyor, sarkan
buzları mı şangur şungur aşağı indiriyor, Sebzeci Greff de ele gelen somut araçlarla bunun
üzerinde yürüyordu.
Buzun içerisine çukurlar açıyor Greff, aralık, ocak ve şubat ayları bir baltayla çukurlar
oyuyordu. Erkenden, henüz ortalık ışımadan kilerden bisikletini çıkarıyor, baltasını bir
soğan çuvalına sararak Brösen üzerinden Saspe'ye gidiyor, sahili tutup Glellkau'a doğru
karla örtülü yolda ilerliyor, Brösen ile Glettkau arasında bisikletinden atlıyor aşağı, ortalık
yavaş yavaş ağarırken soğan çuvalına sarılmış balta yüklü bisikletini önü sıra buzlu yolda
ilerek iki yüz, üç yüz metre sonra donmuş Baltık Denizi'ne geliyordu. Bir sis bürümüş
oluyor ortalığı, dolayısıyla Greff'in nasıl bisikletini bir kenara çekip soğan çuvalından
baltayı çıkardığını, bir süre sessiz ve huşu içinde dikilip, rıhtımın buzlan arasında sıkışıp
kalmış yük gemilerinin sis düdüklerini dinlediğini, sonra ceketini soyunup biraz jimnastik
yaparak güçlü ve düzenli balla darbeleriyle Baltık Denizi'nin buzlarında yuvarlak bir oyuk
açmaya başladığını sahilden kimse göremiyordu.
Rahat rahat, bir üç çeyrek saate bakıyordu, Greff'in oyuğu açması. Bunu nerden bildiğimi
lütfen sormayınız. Oskar'ın o zamanlar bilmediği bir şey yok gibiydi. Dolayısıyla, denizin
buzlu yüzünde Greff'in ne kadar zamanda bir oyuk açtığını da biliyordum. Greff terliyor,
terleri geniş ve bombeli alnından, tuzlu tuzlu, karlar üzerine düşüyordu. Uslaydı Greff
oyuk açmakla; buzlu yüzeyde çember biçiminde derin bir yol eşiyor, derken çemberi
başlangıç noktasına getirip bağlıyor, sonra da eldivensiz elleriyle aşağı yukarı yirmi
santimetre kalınlığındaki buz kitlesini denizden ötelere, tahmin edileceği üzere Hela
Yarımadası ya da İsveç'e kadar uzanan buzlu yüzeyinden kaldırıp alıyor, sonunda yaşı
sonsuz gibi görünen, gri renkli ve içinde donmuş pislikler barındıran su, oyukta
görünüyordu. Balıkları kendisine çekiyordu oyuk. Greff hani istese, şimdi bir dokuzgöz
balığını ya da on kiloluk bir morinayı, oltayı attığı gibi yakalayabilirdi. Ama Greff ol
• 370
ta falan atmıyor suya, soyunuyor, anadan doğma soyunuyordu; çünkü soyundu mu, hep
anadan doğma soyunurdu Greff.
Oskar, kışın üzerinize soğuk sular dökülmüş gibi üşütmek niyetinde değil sizleri.
Dolayısıyla lalı uzatmayarak şu kadarını söyleyelim ki, Sebzeci Greff kış aylan haftada iki
kez ballık denizinde yıkanıyordu. Çarşamba günleri yalnız oluyordu yıkanırken. Sabah saat
altıda bisikletiyle yola çıkıyor, yediyi çeyrek geçene kadar baltayla söz konusu oyuğu
açıyor, aceleci ve coşkulu jestlerle giysilerini soyup alıyor üzerinden, orasını burasını karla
ovup sıçradığı gibi oyuk içine dalıyor, oyukla bağırıp çağırıyordu; hatla bazen şarkı ve
türküler söylediğini işitiyordum: "Kanat sesleri gelir yaban ördeklerinin gecede" ya da
"Fırtınalar oynaşımızdır..." diye şarkılar söyleyip yıkanıyor denizde, iki. en çok üç dakika
çığlıklar atıyor, bağırıyor, sonra bir sıçrayışta, fena halde üryan, yeniden buzların üzerine
çıkıyordu; buğular salan İstakoz kırmızılığında bir et külçesi, oyuk çevresinde koşup
duruyor, bağırıp çağırmasını sürdürüyor, çünkü içindeki yangın sürüp gidiyordu. Nihayet
giysilerini giyinip bisikletine atlıyor, saat sekiz sularında yine Labes Caddesi'ne dönüp tam
zamanında sebzeci dükkânını açıyordu.
Haftanın ikinci banyosunu alırken birden çok oğlan yanında oluyordu Greff'in. Doğrusu bu
manzarayı kendi gözleriyle gördüğünü ileri sürmüyor Oskar, asla yok böyle bir şey. Ancak
görenlerden dinledim; müzisyen Meyn sebzeciyle ilgili olarak bir sürü şeyler biliyor ve
bunları bütün semtte yayıyordu. Mcyn'in anladığı hikâyelerden biri şöyleydi: En seri kış
aylarında bile Grelf, pazar günleri birden çok oğlanın eşliğinde denize giriyordu; ama
yanındaki oğlanları Greff'in kendisi gibi anadan doğma çıplak suya girmeye zorladığını
Mcyn'in ileri sürdüğü yoklu; yarı üryan ya da nerdeyse büsbütün üryan oğlanların sırım gibi
vücutlarla buzlar üzerinde oynaşması ve birbirlerinin vücutlarını karla ovması yetiyordu
Greff'c. Evet, kar içindeki oğlanlar Greff'i öylesine zevklendiriyordu ki, banyodan önce ve
banyodan sonra onlarla çok vakit buzlar üzerinde oynaşıyor, aralarından biri kar
371
la ovulurken o da yardım ediyor, ayrıca bülün oğlanların hep birden kendisini karla
ovmalarına ses çıkarmıyordu. Müzisyen Meyn'in Glellkau sahilindeki gezi yolundan aradaki
sise karşın bir defasında gördüğüne göre, şarkılar söyleyen ve bağırıp çağıran çırılçıplak
Greff, izci öğrencilerinden ikisini tutup kendisine doğru çekmiş, havaya kaldırmış onları ve
çıplak oğlanlarla bağırıp çağırarak zincirinden boşanmış bir üçlü grup halinde Ballık
Denizi'nin kalın buz tabakası üzerinde çılgınca koşup durmuş.
Brösen ve Neufahrwasscr'de Greff adında bir sürü balıkçı bulunmasına karşın, Greff bir
balıkçı ailesinin oğlu değildi kuşkusuz. Sebzeci Greff Tiegenhof'luydu, ama kızlık soyadı
Barlsch olan karısı Lina Greff, kendisini Prausl'la tanımıştı. Greff o zamanlar Katolik
Bekârlar Derneği'nin yönetimi işinde genç ve girişken bir rahip adayına yardım ediyor,
Lina da bu rahip adayını görmek üzere her cumartesi onun evine uğruyordu. Galiba Bayan
Grelf'in bana hediye ettiği bir resme göre çünkü hâlâ albümde duruyor resim— yirmi
yaşındaki Lina o zamanlar güçlü kuvvetli, topaç gibi, neşeli, iyi yürekli, hoppa ve aptal bir
kızdı. Sanki Albrecht'ıe babasının büyücek bir sebze ve meyve bahçesi vardı. Sonradan
sık sık ileri sürdüğüne bakılırsa, rahibin öğüdünü tutarak, dünyadan habersiz, GrefPe
vardığı zaman yirmi iki yaşındaydı ve babasından aldığı parayla Langfuhr'daki sebzeci
dükkânını açmıştı. Dükkândaki malların büyük bir kısmım, meyvelerin nerdeyse bütününü
babasının bahçesinden aldığı için, işler iyi gidip âdeta kendi kendine yürümüş, GrcfPin
ticaretten anlamayan bir adam olması da pek bir sakınca doğurmanıışlı.
Evet, GrefPin tabladan birtakım oyma işler yapmak gibi o çocuksu huyu olmasaymış, şehrin
çocuğu bol bu kenar semtinde iyi bir yerde bulunup yanında yöresinde rakibi olmayan
sebzeci dükkânını allın yumurtlayan bir tavuk yapmak pek zor kaçmayacakmış; ama ölçü ve
tartı ayar memurlarının üç dört kez gelip sebze tartmakta kullanılan teraziyi kontrol
etmeleri, ağırlıkları alıp götürerek teraziyi mühürlemeleri ve Greff'e her seferinde irili
ufaklı cezalar yazmaları üzerine müşterilerin bir kısmı dükkâ
372
rıa uğramayarak pazardan alışveriş etmeye başlamış ve ortada: "GrefPin malının kalitece
üstüne yok, hatla pahalı da değil, ama galiba bir bit yeniği var işin içinde, çünkü yine ölçü
ve tartı memurları geldiler dükkânına" gibi sözler dolaşmaya başlamış.
Ama ben GrefPin müşterileri kazıklamak istediğinden emin değilim; çünkü GrefPin yaptığı
bazı değişiklikler sonunda terazi, patatesleri GrefPin zararına olarak tartmaya başlamıştı.
Ayrıca Greff, savaştan az önce teraziye bir çalgı niteliği kazandırmış, tartılan
patateslerin değişen ağırlıklarına göre belli bir melodinin bu müzik aletinden dökülmesini
sağlamıştı. On kiloya kadar patates alan müşteriler, patatesle birlikle, âdeta salın aldıkları
patatesin cabası olarak "Saal'ın aydınlık kıyısında" melodisini dinliyor, yirmi beş kilo
patatesle 'Hep sadık ol ve dürüst kal" melodisi çalıyor, elli kiloda ise "Tharau'lı Anna"
melodisinin saf ve büyüleyici tonları duyuluyordu.
Ölçü ve tartı memurlarının GrefPin bu müzikal kaprislerinden hoşlamnayışmı doğal
karşılıyordum; ama Oskar, Sebzeci GrefPin kaprislerini beğeniyor, Lina Grcfl de kocasının
söz konusu acayipliklerine göz yumuyordu; çünkü GrcIPlerin evlilikleri, cvel GrefPlerin
evlilikleri karı kocanın birbirlerinin acayipliklerine göz yummasından oluşuyordu.
Dolayısıyla denebilir ki, GrefPlerin evliliği iyi bir evlilikti. Karısını dövüp başka kadınlarla
aldatmıyordu Greff; içki içmiyor, har vurup harman savurınuyordu, derli toplu giyinen,
neşeli bir adamdı daha çok; sadece gençler değil, dükkâna gelip kendisinden patates ve
patatesle beraber müzik alan müşlerilerce de hoşsohbet ve yardımsever tabiatından ölürü
sevilip sayılan biriydi.
Böylece Sebzeci Greff de, karısı Lina'nın yıldan yıla giderek daha pis kokan pasaklı bir
kadına dönüşmesini serinkanlılık ve lıoşgörüşlc karşılıyordu. Kendisini sevenler, karısının
pasaklılığından açık açık söz ettikçe onun gülümsediğini görüyordum. Malzcrath arada bir
Bayan Lina'nın bu haline kızacak oldu mu, patateslerle düşüp kalkmasına karşın bakımlı
ellerini üfleyip ovarak şöyle söylüyordu Greff: "Tabiî, tabiî, yerden göğe hakkın
373
1
var, Alfred. Biraz savsak bir kadındır Lina'cığım. iyi ama seni alalım, beni alalım örneğin,
biz gökten zembille mi indik?" Matzcrath diretince, Grell kesin, ama dost bir edayla sona
erdiriyordu aralarındaki söyleşiyi: "Haklı olduğun taraflar bulunabilir, Alfred. Ama ne
olursa olsun, iyi bir kalbi var Lina'cığımm. Nilıayet tanırım kendisini." Hani Lina'cığım
tanıyor olabilirdi Bay Grefl; gelgeldim Una onu pek tanımıyor, tıpkı konu komşu ve
müşteriler gibi, eve sık sık gelen oğlanlarla kocasının arasındaki ilişkide ateşli bir dost ve
eğitici bir insana karşı gençlerin bayranlık duygularından başka bir şey göremiyordu.
Ama bende ne hayranlık duygulan uyandırabiliyor, ne de beni eğitebiliyordu, Grell. Hem
Greff'in tipi değildi, Oskar. Büyüyüp gelişme kararını vcrebilseydim, tipi olabilirdim belki;
çünkü şimdi aşağı yukarı üç yaşındaki oğlum Kurt, hınk deyip Maria'nın burnundan
düşmesine, bana pek az çekmesine, Matzerath'a bele hiç benzememesine karşın, o kemikli
iri vücuduyla taslamam Greff'in tipi bulunuyor.
Greff ile cepheden izinli gelen Fritz Truczinski, Maria Truczinski ve Allied Matzcralh
arasında gerçekleşen izdivaca tanıklık etliler. Maria da tıpkı kocası gibi Proteston olduğu
için sadece nikâh dairesine gidilmekle yciinildi. Aralık ortalarıydı. Malzcrath, üzerinde
parti ünilorıııası evel'i yapıştırdı nikâh memuru önünde. Bu iş olurken Maria üç aylık
hamileydi.
Sevgilimin karnı sislikçe, Oskar'uı içindeki hınç da büyüdü. Oysa Maria'nın gebeliğine
aslında bir itirazım yoktu; ancak benim hayal bağışladığım çocuğun günün birinde
Malzerath'ın adını taşıyacak oluşu, beklenecek bir varisten genellikle duyulacak bütün
sevinci haram ediyordu bana. Dolayısıyla, Maria beş aylık hamileyken, kuşkusuz pek geç
olarak karnındaki çocuğu düşürmesini sağlamak üzere ilk kez bir denemede bulundum.
Karnaval zamanıydı; Maria tezgâh üzerinde sucukların ve domuz yağlarının asılı bulunduğu
pirinç çubuğa kâğıttan birkaç yılan, patates burunlu iki palyaço maskesi tutturmak
isliyordu. Raflara dayatıldığı zaman sağlam duran merdiven, şimdi tezgâha dayatılmış
374
oynuyordu. Maria la merdivenin tepesinde, elleri kâğıt yılanlar arasında, Oskar la aşağıda,
merdivenin ayağı dibinde. Trampet değneklerimi kaldıraç gibi kullanıp, omuz vererek ve
kaya gibi azmimi yardıma çağırarak, merdiveni yukarı, sonra yana itlim. Kâğıt yılanlarla
palyaço maskelerinin arasında dehşete kapılarak hafif bir çığlık altı Maria; merdiven
sallanmaya başladı; Oskar yana çekildi; Maria rengârenk kâğıtları, sucukları ve palyaço
maskelerini de kendisiyle beraber sürükleyerek yanıbaşıma düştü.
Göründüğü kadar da kölü değildi durum. Maria'nın sadece ayağı burkulmuşlu, yatakta
kalması ve kendine dikkat etmesi gerekiyordu; ama başkaca bir yerine bir şey olmamıştı
ve ilerde de vücudu gittikçe biçimsiz bir durum almaya devanı etli. Ayağının burkulmasına
kimin yol açtığını Matzeralh'a söylemedi Maria.
Ancak ben önümüzdeki yılın mayıs ayında, doğumdan aşağı yukarı iki hafta önce karnındaki
çocuğun düşmesini sağlamak üzere ikinci bir denemeye başvurur başvurmaz, Maria kocası
Matzerath'la konuşmak zorunda kaldı, ama yine de olduğu gibi anlatmadı gerçeği. Yemek
yiyorduk, yanımda şöyle dedi: "Oskar'cık da son zamanda öyle delice oyun oynuyor ki,
bazen karnıma bile vuruyor. Belki çocuk doğana kadar annemin yanında kalsa iyi olur, yer
de var nasıl olsa."
Malzerath söylenenleri dinlemiş ve onlara inanmıştı. Gerçekle ise canice bir nöbet,
Maria'ya karşı, anlatılandan bambaşka bir davranışta bulunmaya zorlamıştı beni.
Maria, öğle paydosunda şezlongun üzerine uzanmıştı. Malzcralh dükkândaydı; yemekten
kalan bulaşıkları yıkamış, o anda vitrini süslüyordu. Odanın içi sessizdi. Bir sinek vızıldıyor
olabilirdi belki; saat yine eskisi gibi işliyor, radyoda spiker paraşütçülerin Girit
Adası'ndaki başarılarını kısık sesle haber veriyordu. Ancak ünlü boksör Max Schmelling
konuşmaya başlayınca, kulak kabarttım. Anladığıma göre, paraşütle atlayıp Giriı'in kayalık
toprağına ayak baslığı zaman, dünya şampiyonunun ayağı burkulmuştu ve şimdi yatakta
yalıp kendine dikkat etmesi gerekiyordu; portatif merdivenden düştükten sonra yalakta
yatması ge
375
reken Maria gibi tıpkı. Schmelling sakin ve alçakgönüllü bir edayla konuştu, ardından ünleri
Schmelling kadar büyük olmayan paraşütçüler anlatmaya başladılar. Oskar arlık
dinlemiyordu. Sessizlik; belki vızıldayan bir sinek; saat yine eskisi gibi; pek hafiflen çalan
radyo.
Pencerenin önündeki küçük iskemleciğimde oturuyor, şezlongla yalan Mananın karnını
seyrediyordum. Gözlerini yummuştu Maria, güçlükle soluyordu. Arada bir suratım asık,
elimdeki değnekleri teneke trampetime indiriyordum. Ama kımıldamıyor Maria, beni
karnıyla aynı odada nefes alıp vermeye zorluyordu. Evet, saal de vardı odada, sonra
pencerenin camiyi a perdesinin arasına sıkışmış bir sinek ve arka planda kayalık Girit
Adasıyla radyo. Ama bütün bunlar göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede kayboldu,
Maria'nın karnından başka bir şey göremez oldum, bu karnın böyle kümbet yaptığı oda ve
bunun kimin karnı olduğu aklımdan çıkıp gitti; kimin bu karnı böyle şişirdiğini pek bilemez
duruma geldi Oskar, sadece bir tek istek duyuyordu: Bu karın ortadan kalkmalı, bir
kusurdan başka bir şey değil bu karın, senin önünü kapıyor, ayağa kalk ve bir şeyler yap1
Doğrulup kalktım ayağa. Bak bakalım, ne yapabilirsin? Karna doğru yaklaştım, yanıma da
bir şey almıştım. Biraz havalandırılmak isliyordu bu karın, fena halde ğaz vardı içinde.
Yanıma aldığım şeyi ansızın kaldırdım, Maria'nın karnının üzerinde, Maria'yla beraber
nefes alıp veren elli ve yaygın eller arasında bir yer seçtim kendime. Durma ver kararını
Oskar; bakarsın Maria gözlerini açıverir. Birden göz altında tutulduğum gibi bir duygu
belirdi içimde, ama dosdoğru Maria'nın hafif titreyen eline bakmaya devam eltim, onun
sağ elini karnının üzerinden çektiğini, sağ eliyle bir şey yapmayı tasarladığını anlamıştım;
dolayısıyla, Maria sağ eliyle Oskar'ın yumruk yapılmış elinden makası kıvırıp aldığı zaman
pek şaşırmadım. Belki birkaç saniye daha elim havada, ama boş, saatin tik takını, sineğin
vızıltısını ve Girit haberlerinin bittiğini bildiren spikerlerin sesini işittim; sonra radyo yeni
bir yayına, ikiden üçe kadar neşeli havalara başlamadan dönüp çık
376
lirn odadan; fazla yer işgal eden bir karından ötürü oda bana pek dar gelmeye başlamıştı.
İki gün sonra Maria bana yeni bir trampet aldı, beni suni kahve ve patates tava kokan
ikinci kattaki Truczinski Nine'nin yanına çıkardı, ilkin kanepenin üzerinde uyudu Oskar,
Herbert'in yalağında yatmaya yanaşmadı, çünkü yalağın hâlâ Maria'nın vanilya kokusunu
taşıyabileceğinden korkuyordu. Bir hafta sonra da Heilandl Baba çocuk karyolamı yukarı
çıkarıp, benimle Maria'nın ve bizim orlak gazoz tozunun altında sessiz sakin durmuş
yalağın yanına kurdu.
Truczinski Nine'nin yanında yatıştı ya da daha vurdum duymaz birine dönüştü Oskar.
Nihayet Maria'nın karnını bundan böyle gördüğüm yoktu; çünkü Maria merdiven çıkmaktan
sakınıyor, ben de zemin kattaki dairemize, dükkâna, sokağa, hatla evin avlusuna ayak
almamaya dikkat ediyordum. Yiyecek işi gittikçe sarpa sardığından, avluda yine
adatavşanları beslenmeye başlanmıştı.
Çok vakit, Onbaşı Frilz'in Paris'ten yolladığı ya da izinli gelirken yanında getirdiği
kartpostalların önünde dikiliyordu Oskar. Paris adı kafamda birtakım hayallerin
canlanmasına yolaçıyordu; Truczinski Nine bana Eylel Kulesinin bir kartpostalını uzatınca,
bu atak yapının demir konslruksiyonu üzerine eğilerek Paris'i trampetimde konuşturmaya,
daha önce asla bir müssel işiiınemişken, bir müssel havası vurmaya başladım.
Haziranın on ikisinde, benim hesaba göre iki halta erken, benim beklediğim gibi ikiz
burcunda değil de, yengeç burcunda oğlum Kurt, gözlerini dünyaya açlı. Bir Zcvs yılında
doğmuştu babası, oğlu bir Venüs yılında doğdu. Babası insanı işkilli yapan ve icat
yeteneğiyle donatan Bakire Burcunda, Merkür'ün hükümranlığı altında, oğlu da yine
Merkür'e bağlı olarak, ama insanı serinkanlı, hamarat bir zekâyla donatan ikiz burcunda
dünyaya geldi. Bende Terazi Burcundaki Venüs'ün, Aszendent hanesinde hafifletip
yumuşattığını, oğlumun Aszendent hanesindeki Koç serlleşliriyorclu; oğlum Mars'ın
üzerindeki etkisini ilerde sezdirecekti bana.
377
Truczinski Nine, telâşlı bir edayla bir fare gibi davranarak haberi duyurdu: "A be
Oskar'cığım, düşünsene bir, leylek bir kardaşçık geüriverdi sana. Kız olmasın demiştim ya
ben daha önce, kız olmadı, hani ya kız evlâdı dert açar insanın başına." Hiç oralı olmayarak,
Eyfel Kulesi'yle kulenin yanına yeni eklenmiş Zafer Takı önünde trampetimi konuşturmaya
devam ellim. Truczinski Nine de bir büyükanne olarak kendisini kutlamamı benden
beklemez görünüyordu. Pazar olmasına aldırmayarak dudaklarına ruj sürmüş, krepon
kağıdıyla ovarak yanaklarına pembe bir renk vermişti; boyanmış bir yüzle evden çıkarak
zemin kala, sözde çocuğun babası Malzerath'a yardım etmeye indi.
Dediğim gibi haziran aynıdaydı. Aldatıcı bir ay. Bütün cephelerde başarılar birbirini
izliyorBalkanlardaki başarılar başarı diye gösterilcbilirse kuşkusuz, ama Doğu'da çok daha
büyük başarıların arifesinde bulunuyor, dev gibi bir ordu Rus topraklarında içerlere doğru
ilerliyordu. Şimendifer idaresinin işi başından aşkındı. Şimdiye kadar Paris'te pek
eğlenceli günler geçiren Frilz de Doğu yönünde bir yolculuğa çıkmak zorunda kalmıştı ve o
kadar çabuk sona ermeyecek, bir izin dönüşü yolculuğuyla karışimlamayacak bir yolculuktu
bu. Oskar'a gelince, pırıl pırıl kartpostalların başında sessiz sakin oturuyor, ilk yazsı
yumuşak havaların hüküm sürdüğü Paris'te vakiı geçiriyor, hiçbir şeyi umursamadan
trampetinde "Trois jeunes tambours" havasını vuruyordu. Alman işgal ordusuyla hiçbir
ilgisi yoklu, dolayısıyla partizanlardan, partizanların kendisini Sen köprüsünden aşağı
atabileceklerinden falan korkmuyordu hiç. Yo hayır, tamamen sivil giysiler vardı üzerimde.
Trampetimle Eyfel Kulcsi'ne tırmanıyor, yukarıdan uzakların görünümünün gerekliği gibi
tadını çıkarıyor, kendimi pek iyi hissediyor, o ayartıcı yüksekliğe karşın acılalh intihar
düşüncelerinden uzak bulunuyordum; öyle ki, ancak aşağı inip doksan dört santimetre
boyumla Eyfel Kulesi'nin ayağının dibinde dikildiğim zaman oğlumun doğuşu aklıma geldi.
Hey be, bir oğul! diye geçirdim içimden. Üç yaşına gelsin, ona bir trampet alacağım.
Görürüz bakalım, çocuğun babası kimmiş!
378
O Malzcralh Beyefendi mi, yoksa ben Oskar Bronski mi? Sıcak ağustos ayında sanının tam
da o gün yine bir kuşatma hareketinin, diyeceğim Smolensk kuşatmasının başarıyla
sonuçlandığını haber vermişti radyo vaftiz edildi oğlum. Ama nasıl olmuştu da anneannem
Anna Koljaiczek ile kardeşi Vinzenl Bronski bu vaftiz törenine davet edilmişlerdi? Jan
Bronski'yi babam, gittikçe acayipleşen sessiz Vinzenl'i de baba tarafından büyükbabam
diye gösteren hikâyede karar kılacak olursam, böyle bir davet için yeteri kadar neden
vardı; nihayet Koljeiczek ile Vinzenl, babasının ninesiyle dedesi oluyordu Kurt'un.
Elbel bu neden, daveti yaparken asla Malzeraih'ın aklına gelmemişti. Malzeıath, en nazik
anlarda, örneğin skal oynarken enikonu kaybettiği zamanlar bile kendini iki bakımdan,
doğurlucu ve besleyici olarak baba bilmişti hep. Oskar başka vesilelerle büyükannesiyle
büyükbabasını ilerde yeniden gördü; bu iki yaşlı insan Almanlaşlınlmışlı, Polonyalı değillerdi
arlık ve Kaschubei'ca bundan böyle yalnız düş görür olmuşlardı; kendilerine
Volksdcutschen* deniyor Volksgruppe diye göslcriiiyorlardı. Jan'dan dul kalan Hedwig
Bronski ise, Ramkau Bölgesi Köylü Derneği Başkanı olan Baltıklı bir Almanla evlenmişti ve
şimdiden verilmişti dilekçe; kabul edilir edilmez Marga ile Stephan, üvey babaları
Ehlers'in adını taşıyacaktı. On yedi yaşındaki Slcphan gönüllü olarak askere yazılmış,
eğitilmek üzere piyade eğitim merkezi GrossBoschol'a yollanmıştı. Avrupa'nın bütün savaş
sahnelerini ziyaret etme şansına sahipti; oysa çok geçmeden kendisi de askerlik çağına
girecek Oskar, kara, deniz veya hava kuvvetlerinde üç yaşındaki bir trampetçi için bir iş
bulunana kadar ister istemez trampetinin başında pinekleyecekti.
Köylü Derneği Başkanı Ehlcrs açtı yolu. Vaftizden iki hafta önce arabacı mahalline geçip,
yanına eşi Hedwig'i alarak, cilt allı bir arabayla Labes Caddesi'ne geldi. Dışa doğru çarpık
bacaklı,
Volksdeuıschcn : Alman topraklan dışında toplu olarak yasayan Almanlara verilen isim.
(Ç.N.)
379
midesinden rahatsız bir adam olup Jan'la asla kıyaslanacak gibi değildi. Misalir odasında
inek gözlü Hcdwig'lc yanyana oturttular, Hedwig'ten lanı bir baş kısaydı boyu. Kimse
konuşmadı ilkin. Derken havalardan söz açıldı. Doğu'da çok şeyler olduğu, harekâtın
başarılı geçtiği öne sürüldü. 1915'lekinden daha çevik ve zinde bir harekât diye aklından
geçirdi Malzcrath; 1915'le Doğu cephesinde bulunmuştu. Jan Bronski'nin lalını etmekten
kaçınıyorlardı; ama ben sonunda hepsinin hesabını yanlış çıkardım, ağzımı çocuksu bir
gülünçlükle büzerek birçok kez yüksek sesle "Jan Anıca! Jan Anıca!" diye bağırdım.
Malzcralh irkildi, eski doslu ve rakibiyle ilgili olarak hoşa gidecek birkaç nazik söz söyledi.
Jan'ı hiç görmemişti Ehlcrs, öyleyken bir lâf kalabalığıyla hemen Matzerath'ın
söylediklerine katıldığını bildirdi. Hatla Hedwig'in birkaç damla yaş geldi gözünden,
yanaklarından aşağı gerçeklen ve yavaşçacık yuvarlandı yaşlar; nihayet Jan konusunu şöyle
söyleyerek kapadı: "İyi bir insandı. Bir karıncayı bile incitmezdi. Kim derdi böyle harcanıp
gidecek diye; çekingen biriydi üslelik, kendi gölgesinden bile ürkerdi."
Bunun üzerine Matzerath arkasında dikilen Maria'dan bira getirmesini isledi ve skal oyunu
bilip bilmediğini sordu Ehleıs'e. Hayır, bilmiyordu Ehlcrs, bilmediğine de pek hayıflandı;
ama Ehlers'deki bu küçük noksanı görmeyecek kadar yi'ısck ruhlu biriydi Matzeralh, halta
omuzlarına vurdu Ehlers'in, bardaklara bira konurken skat oyunundan anlamamasının hiç
önem taşımadığını, skal oyunu olmadan da aralarında iyi bir dostluk kurulabileceğini
açıkladı.
Böylece Hedwig Bronski, Hedwig Ehlcrs olarak yine gelip gitmeye başlamıştı evimize;
oğlum Kurl'un vafliz törenine Köylü Derneği Başkam olan kocasının yanı sıra eski
kayınpederi Vinzenl Bronski ile kızkardeşi Anna'yı da alıp geldi. Matzerath bu işten
haberli görünüyordu; iki ihtiyarı sokakla, komşu evlerin pencerelerinin altında yüksek sesle
ve içtenlikle hoş geldiniz, diyerek karşıladı. Evde anneannem, dört elekliğinin allına el atıp
vaftiz hediyesi olarak bir kaz çıkarınca: "Ne zahmet etliniz anacı
380
ğıın!" dedi. "Sen gel de bize bir şey getirme, zararı yok, gene memnun edersin beni." Ama
bu sözler getirdiği kazın kaç para edeceğini bilmek isleyen anneannemi pek
sevindirme/nişti. Yağlı kaza elinin ayasıyla pal pal vurarak iliraz etti: "Öyle deme, Alfred,
öyle deme! Bu kaz Kaschubei kazı değil. Alman kazı bu. Lezzeti de savaştan önceki kazlar
gibi tıpkı."
Bu durumda uyrukluluk sorunu çözümlenmiş oluyordu, yalnız vaftizden önce birkaç güçlük
daha başgöslerdi, çünkü Protestan kilisesine ayak atmaya bir türlü yanaşmadı Oskar.
Bunun üzerine trampetimi taksiden alıp gelerek bir yem gibi kullanmak islediler. Protestan
kiliselerine insanın trampetini yanma alarak da girilebileceğini ikide bir belirttiler ısrarla,
ama ben yine de gayet koyu bir Katolik olarak kaldım. Rahip Wichnke Efendi'nin kulağına
günahlarımı kısa ve derli toplu itiraz ederdim de, bir Protestan kilisesindeki vafliz vaazını
dinlemezdim. Malzcralh, boyun eğdi nihayet. Belki sesimden ve bunun yol açabileceği
zararı ödeme yükümlülüğünden çekinmişti. Dolayısıyla, kilisede Kurt vaftiz edilirken, ben
takside kaldım, arkadan şoförün başını seyrettim, dikiz aynasında Oskar'ın yüzünü
inceledim derken yıllar öncesinde kalmış kendi valliz törenimi anımsadım; Oskar'ın içinden
şeytanı kovmak üzere Rahip Wichnke Efendinin başvurduğu bütün çabalan bir bir aklımdan
geçirdim.
Vaftiz töreninden sonra sofraya oturuldu. İki masa birleştirilmişti. Dana başı çorbasıyla
başlandı yemeğe. Kaşıklar ve çorba kâselerinin kenarları. Köyden gelenler höpürdetmeye
başladılar çorbayı. Greff çorbasını içerken serçe parmağını gergin tutuyordu. Gusle, çorba
kaşığının üzerinden yayvan yayvan gülümsüyor, Ehlers kaşık üzerinden konuşuyordu.
Vinzcnl, eli titreyerek kendi kaşığını arandı. Sadece yaşlı kadınlar, anneannem Anna
Bronski'ylc Trunzinski Nine, kendilerini tamamen ellerindeki kaşıklara vermişlerdi. Oskar
âdeta kaşıktan düştü yere, oradakiler daha çorbalarını içerken sıvışıp dışarı çıktı ve yalak
odasına girip oğlunun beşiğinin başına gelip dikildi; çünkü yemek odasınclakiler kaşıklarının
gerisinde, çorbayı kaşık kaşık içlerine akıtmaları
3X1
na karşın gittikçe düşüncelerden soyunur ve içleri kaşık kaşık boşalıp büzülürken, Oskar,
oğlu üzerinde düşünmek istiyordu.
Tekerlekli bir sepetin üzerinde açık mavi tülden bir gökyüzü. Sepetin kenarının fazla
yüksekliği dolayısıyla, ilkin bülün görüp görebildiğim, kırmızımor büzülmüş duran bir şey
oldu. Ama sonra trampeti ayaklarımın altına koydum, ancak o zaman benim uyuyan ve
uykusunda vücudu sinirli sinirli kasılan oğlumu görebildim. Bebeğin manzarası karşısında şu
kısa cümleden, "Hele üç yaşına gelsin, bir trampet alacağım ona" cümlesinden başka bir
şey aklıma gelmedi; oğlum da kendi düşünce dünyasına ilişkin bir bilgi sunmadı bana;
dolayısıyla, o da benim gibi inşallah kulağı delik bebelerden biri olur, diye temennide
bulunmaktan başka benim için yapacak şey kalmadı; üçüncü yaş gününde kendisine bir
trampet alacağıma yeniden söz verdim, sonra trampetimden atladım aşağı, yemek
odasındaki büyüklerin yanına döndüm.
Ben odaya girdiğimde, kaplumbağa çorbalarını yeni bitirmişlerdi. Yeşil ve tatlı konserve
bezelyelerden hazırlanan sade yağlı yemeği alıp geldi Maria. Domuz pirzolasına Malzcratlı
karışıyordu; kendi eliyle yaptı servisi, ceketi üzerinden sıyırıp atarak gömlekle kaldı,
pirzolayı dilimlere böldü ve dağılı dağılıvcren bol özsulu etin başında öylesine sevecen ve
sere serpe bir yüz lakındı ki, gözlerimi başka tarafa çevirmeden duramadım.
Sebzeci Grcff için özel servis yapıldı, vejeleryanlar el yemedikleri için konserve
kuşkonmaz, haşlanmış yumurta ve kremalı bayır lurpu çıkarıldı önüne. Ama patates
püresinden Grefl de ötekiler gibi tabağına bir servis kaşığı aldı, ancak üzerine kızartmanın
salçasından değil, her şeyi düşünen dikkatli Maria'nın hâlâ cızırdayıp duran küçük bir
tavayla mutfaktan getirdiği tereyağından döktü. Ötekiler bira içerken, bardağındaki tatlı
şırayı yudumladı Greff. Kiyev'dcki kuşatma harekâtından konuşuluyor, alınan tulsak sayısı
parmak hesabı yapılarak hesaplanmaya çalışılıyordu. En çok Baltıklı Ehlers'in harıl harıl
katıldığı görülüyordu sayma işine; ilkin her yüz binde bir, parmaklarından birini bir
382

yay gibi yukarı savurdu; yukarıya doğru gergin uzanan parmaklarında bir milyon tulsak
toplandı derken, bu kez parmaklarının birer birer başını uçurup saymasını sürdürdü. Sayıla
sayıla sayıları artan ve değerini gittikçe yitiren Rus tutsakları üzerinde konuşacak bir şey
kalmayınca, Gotenhafen'daki denizaltilardan anlatmaya başladı, Bay Scheffler. Malzerath
da anneannem Anna'nın kulağına eğilerek her hafta Schichau Tersanesi'nde iki
denizaltının denize indirildiğini fısıldadı; açıklamasına bir somutluk vermek isteyerek
sözlerini el hareketleriyle pekiştirdi. Denizaltı yapımıyla ilgili bu sözleri hayran hayran
dinleyen konuklardan bazısı Matzerath'ın el hareketlerine özendi, dikkatle, ama acemice
tekrarladı bunları; sol eliyle dalış yapan bir denizaltıya özenmek isteyen Vinzcnt
Bronski'nin önündeki bira bardağını devirmesi üzerine anneannem söylenmeye başladı.
Ama Maria: "Zararı yok! Nasıl olsa örtü yıkanacaktı yarın, bir vaftiz yemeğinde masa
örtüsü lekelenmiş, olur böyle şeyler" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalıştı. Beri yandan
Truczinski Nine de eline bir bez alıp örtü üzerinde göllenen birayı kuruladı; sol elinde
kocaman kristal bir çanak tutuyordu, puding doluydu içi, üzerine kırık bademler
serpilmişti.
N'olur, keşke puding üzerine başka bir şey dökselerdi! Ya da hiçbir şey dökülmeyip öyle
yenseydi. Ama işle vanilya suyu akıtmışlardı üzerine, sular içinde bir su, koyu, sarı bir su:
vanilya suyu. Hiçbir fevkalâdeliği olmayan, ama yine de eşsiz vanilya suyu. Galiba bu
yeryüzünde vanilya suyundan daha sevindirici, beri yandan daha üzücü bir şey yoktur.
İncecikten ve yumuşak kokup duruyor vanilya, beni azar azar Maria ile kuşatıyordu;
sonunda bütün vanilyaların elebaşısı olan, Malzeralh'ın yanında oturan, Malzeralh'ın elini
elinde tutan Maria'yı göremez, odadaki varlığına katlanamaz oldum.
Derken Bayan Grcff'in etekliğine tutunarak çocuk iskemleciğinden kaydı aşağı Oskar,
Bayan Greff'in ayaklarının dibine uzandı; üstünde pudingini kaşıkladığını işilti Bayan
Greff'in, Lina Greff'in vücudunun çevreye yaydığı buğuyu ilk kez tatlı Os
383
fipfr1
kar, bu buğu bütün vanilyaları hemen susturdu, onları yiyip yutlu, cansız bıraktı onları.
Ne kadar ekşi ve mayhoş olsa da yeni kokuda direttim, nihayet vanilya konusunda kafamda
yaşıyan tüm anılar sersemleyip seslerini çıkaramaz oldu. Derken yavaş yavaş, sessizce,
kasılmalara yol açmaksızın üzerime çullanan bir kusma nöbeti imdadıma yetişti.
Kaplumbağa çorbası, parça domuz kızartması, nerdcyse sapasağlam konserve bezelyeler
ve sonra birkaç kaşıkçık vanilyalı çikolata pudingi içimden dışarı çıktı, işle bu sırada
baygınlığımın farkına vardım, baygınlığımın içinde yüzüp durdum; Bayan Lina Greff'in
ayakkabılarının dibinde genişleyip yayılmaya başladı Oskar'ın baygınlığı ve bundan böyle
her gün baygınlığımı alıp Bayan Greff'e götürmeye karar verdim.
I
384
YETMİŞ BEŞ KİLO
Vjazma ve Brjanski. Ve başladı çamurlu, balaklıkh günler. Oskarda 1941 yılının ekim
ortalarında çamur içinde yürümeye başladı. Orta cepheden batak içinde ilerleyen ordunun
kazandığı başarılarla. Bayan Lina Grefl'in o geçit vermeyen pek balak arazisinde benim
elde elliğim başarıları karşılaştırmamı hoş görünüz lütfen. Nasıl ki Moskava'dan az beride
tanklar ve askerî kamyonlar balağa gömülüp kalmışsa, ben de batağa saplanıp kalmıştım.
Gerçi Moskova önünde tekerlekler dönüyor, çamurları harmanlıyor, ben de teslim
bayrağını çekmemiş bulunuyordum henüz; kelimenin lam anlamıyla Greff bataklığında
çamurları harmanlayıp köpürtmenin üstesinden geliyordum, ama artık ne Moskava'dan az
beride, ne de Grcff'lerin evinde bir ileri harekâttan söz açılabilirdi.
Az önceki karşılaştırmayı hâlâ elden bırakmak gelmiyor içimden; nasıl ki yarının strateji
uzmanları balağa saplanıp kalmış bu harekâttan ibret almış olacaklarsa, ben de Bayan
Grelf'c karşı sürdürdüğüm savaştan kendime göre birtakım dersler çıkarmıştım. Hani
ikinci Dünya Savaşı'nda geri hatlardaki girişimlerin değerini küçümsememek gerekiyor.
Oskar on yedisini sürüyordu o zamanlar ve yaşça küçüklüğüne karşın Bayan Lina Greff'in
önü arkası pek görülmeyen sinsi eğilim alanında yetişerek bir erkeğe dönüşmüştü. Şimdi
askerî kıyaslamaları bir yana bırakıyor, Oskar'ın kaydettiği ilerlemeleri sanat
kavramlarıyla ölçmek isliyorum; diyeceğim şu; Maria o, insanı büyüleyen saf vanilya koku
385
sundan bir sis içinde beni nazenin duygularla tanıştırmış, gazoz tozuyla mantar aramaları
gibi şairane eylemlere aşina kılmışsa, Bayan Grefl de kendine özgü pek kekremsi ve kat
kat yoğun sisle, o epik, uzun solukluluğu elde etmemi sağlamıştı; bu uzun solukluluk
cephede kazanılan başarılarla benim yatakta kaydettiğim başarıları terazinin aynı
kefesine koymamı sağlıyor şimdi. Evet, müzik! Maria'nın o çocuksu bir duyarlılığı
içermesine karşın tatlı ağız mızıkasından yola koyulmuş, doğru gidip ınayslro kürsüsünün
başına geçmiştim; çünkü Bayan Lina Greff, önüme bir orkestra çıkarmıştı. Orkestranın
öylesine bir genişliği ve derinliği vardı ki, olsa olsa Bayreuth ve Salzburg'ta bulunabilirdi
böylesi. İşte bu orkestrada yaylı, üflemeli, vurmalı, çekmeli bütün enstrümanların
generalbas'm kontrapunkt'un, on iki sesli, dokuz sesli bestelerin, seherzo'daki girişlerin,
andantedeki tempoların, hepsinin üstesinden gelmeye başlamıştım; hem pek kuru, hem
akıcı bir yumuşaklıkla tutabiliyordum duygularımı. Bayan GrefPin orkestrasında son
noktaya kadar gidiyor Oskar, öyleyken latmin olmuyor, denemese de memnun kalmıyordu,
ki gerçek bir sanatçıya da yakışan budur.
Bizim dükkânla GrefPlerin sebzeci dükkânının arası yirmi adım kadardı. Dükkân karşımızda
bulunuyor, biraz yana düşüyordu; iyi bir konumu vardı, Kleinhammer Caddesindeki Postacı
Alexander Scheffler'in dükkânından çok daha iyiydi yeri. İşle bu yüzden, kadın vücudunun
anolomisiyic ilgili incelemelerde, üstatlarım Goethe ve Rasputin'lc ilgili incelemelerimden
daha çok başarı sağladım. Şimdiye kadar iki ayrı alandaki bilgilerimin birbirinden dikkati
çeker ölçüde değişik oluşu, belki de iki kadın öğretmenimin birbirine benzememesinden
ileri geliyor; bu neden, göz önüne alındı mı, söz konusu durum bağışlanabilir sanıyorum.
Bayan Lina Greff, bana asla bir şey öğretmek istemez, vücudunun zenginliklerini bir
temaşa ve deney malzemesi olarak pasif bir tutumla düpedüz emrime amade kılarken,
Bayan Grelchen Scheffler, pek büyük bir ciddilikle öğretim işine sarılıyordu. Benim eğilim
ve öğrenim alanında ilerlediğimi görmek, yazıları
386
yüksek sesle okuduğumu işitmek, ben güzel güzel yazılar döşenirken irampelçi
parmaklarımı izlemek, benim gramer hazretleriyle dostluk kurmamı sağlamak ve kendisi de
bu dostluktan yararlanmak istiyordu. Ama Oskar bir ilerlemenin bütün göze görünür
belirlilerini kendisinden esirgeyince, Gretchen Scheffler sabrını yitirmiş ve annemin
ölümünden az sonra, her şeye karşın yedi yıl süren bir eğitim ve öğretimin ardından tekrar
eski örgü işlerine dönmüş ve postacı kocasıyla evliliği ilerde de çocuksuz kaldığından,
bundan böyle sadece arada bir, en çok büyük bayramlarda kendi eliyle ördüğü kazaklar,
çoraplar ve yarım eldivenlerle beni sevindirir olmuştu. Arlık aramızda Goethe ve
Rasputin'in sözü edilmiyordu; hani Oskar bu alandaki incelemelerinin büsbütün kuruyup
gitmesini iki üstadın eserlerinden kopardığı sayfalara borçludur; bu sayfaları da bazen
orda, bazen surda, ama en çok tavan arasındaki çamaşır kurulma yerinde saklıyordum;
böylece kendi kendimi yetiştirip, tek başıma yargılar verebilecek duruma geldim.
Hastalıklı Lina Greff ise yatağa bağlıydı: benden kaçamaz, beni terkedemezdi, çünkü
hastalığı sürüp gitmesine karşın o kadar ciddî değildi; dolayısıyla ölüm, vaktinden önce Lina
Grefli çekip benden alamazdı. Gelin görün ki, bu bizim gezegen üzerinde her şey günün
birinde yok olup gittiğinden, incelemelerine bilmiş bir gözle bakıp yatalak kadını terk
eden, Oskar'm kendisi oldu günün birinde.
Diyeceksiniz ki, delikanlı Oskar'ın içinde büyüyüp yetişmesi gereken dünya ne kadar
snıırlıymış. Bir bakkaliye, bir pastane ve bir sebzeci dükkânından ilerde yaşayacağı erkeksi
hayat için gerekli donanımı sağlamak zorundaydı Oskar. Pek önemli ilk izlenimleri hayli küf
kokan bir küçük insanlar dünyasında topladığımı itiraf etmekle beraber, şunu da
belirteyim ki, Oskar'ın nihayet bir üçüncü öğretmeni daha vardı. İşte Oskar'a dünyanın
kapılarını açmak, onu bugünkü insan yapmak, onu, daha yerinde bir sözcük aklıma gelmediği
için kozmopolit diyeceğim bir kişi durumuna sokmak, bu öğretmene nasip oldu.
387
içinizdeki pek dikkatli okuyucuların fark elmiş olacağı gibi, üstadım Bebra'dır sözünü
elliğim öğretmen; dosdoğru Prens Eugen soyundan, 14. Ludwing sülâlesinden gelen, cüce ve
müzisyen polyaço Bebra. Bebra diyorsam, tabiî onunla birlikte olan bayanı, uyurgezer
Rosvviıha'yı, güzelliği zamandan bağımsız Roswitha Raguna'yı da kastediyorum bununla.
Malzeralh'ın beni Maria'dan yoksun yaşattığı o karanlık yıllarda ikide bir düşünmeden
duramadım Roswitha'yi. Kaç yaşında acaba Sinyora, diye sordum kendi kendime. On
dokuzunda değilse, yirmi yaşında çiçek gibi bir kız değil midir? Yoksa yüz yaşında bile
dipdiri ayakla kalıp, hiç kocamayan minyon gençliği canlandıracak doksan dokuzluk albenili
bir yaşlı kadın mı?
Yanılmıyorsam, bana işle öylesine akraba olan bu iki insana annemin ölümünden az sonra
rasladım. Cafe Dörtmevsim'de oturup Türk kahvesi içlik, sonra ayrıldı yollarımız. Politik
bakımdan küçük ama önemli ayrılıklar vardı aramızda; Bebra Propaganda Nazın'na yakınlık
duyuyor, yaptığı imalardan kolaylıkla çıkarttığıma göre, Gocbbels ve Göring efendilerinin
fakirhanelerinde hünerlerini sergiliyordu; doğru yoldan sapmasını pek çeşitli nedenlerle
açıklayıp bağışlatmaya çalıştı, bu arada ortaçağ saraylarmdaki palyaçoların hepsinin
nüfuzlu bir mevkileri olduğundan söz açtı; Philipp ya da Carlos denen birini saray erkânıyla
gösteren İspanyol ressamlarına ait tabloların reprodüksiyonlarını çıkardı önüme, söz
konusu katı ve soğuk kalabalıklar ortasında dantellerle bezenen şalvar gibi bol giysiler
giymiş yaklaşık Bebra'nın, hatla belki de benim cüssemde palyaçolar seçiliyordu. Söz
konusu resimcikleri beğenmiştim, çünkü bugün o dâhi ressam Diego Velazquez'in ateşli bir
hayranı diyebilirim kendim için; dolayısıyla Bebrayı biraz sıkıştırmak istedim. O da bunun
üzerine ispanya Kralı 4. Philipp'in sarayındaki cücelikle, Ren bölgesinde doğup büyüyen
sonradan görmüş Joseph Goebbels'in konağındaki cüceliği karşılaştırmaktan vazgeçti.
Çetin günlerin gelip çattığından, zayıf kişilerin zamanı gelince tehlikeden kaçmaları
gerektiğinden, gelişmekte olan gizli bir direniş eylemin
388
1
den söz açtı, kısaca "içe kaçış" deyimini atlı ortaya ve bu deyim de bir kez ağızdan çıktığı
için Oskar'la Bebra'nın yollan ayrıldı birbirinden.
Hani üstada bir kin besliyor değilim. Sonraki yıllar bütün ilân sütunlarındaki varyete ve
sirk afişlerini gözden geçirerek, Bebra'nın ismini aradım ve iki kez Signora Raguna'yla
beraber rastladım bu isme, ama dostlarımla görüşmek için en ufak bir girişimde
bulunmadım.
Rastlantıya bıraktım işi, rastlantı da bana yâr olmadı. Hani Bcbra'yla yollarımız 1943'le
değil, 1942 yılının güzünde kesişseydi, Oskar asla Bayan Lina Greff'i öğretmen yapmaz
kendine, üstat Bebra'nın öğrencisi olurdu. Ama şimdi her Allahın günü, çokluk öğleden
önce erken saatle Labes Caddesinden karşıya geçip sebzeci dükkânına giriyor, görgü
kurallarına uyarak ilkin bir yarım saatçik Bay Greff'in yanında kalıyor, kendini gittikçe
daha çok tahtadan oyma işlere veren bu acayip adamın o komik, çın çın öten, inildeyip
gıcırdayan makineleri nasıl yaptığını izliyor, dükkâna müşteri geldi mi dürtüp
uyandırıyordum kendisini çünkü Cicilin o zamanlar çevresinde olup bilenleri gözü
görmüyordu. Ne olmuştu bu adama böyle? Bir zamanlar dış dünyaya bu kadar açık olan,
hep şaka edip latifede bulunmaya hazır bekleyen bu sebzeciyi ve gençler dostunu böyle
suskunluğa sürükleyen neydi? Neydi onu böyle yalnızlığa gömen? Onu acayip biri ve
kendine bakımdan biraz savsak davranır yaşlı bir adam yapan neydi?
Gençler arlık gelmiyor Bay Grelf'in dükkânına, yeni yetişenleri de Bay Greff tanımıyordu,
izcilik dönemi günlerinde çevresine topladığı gençleri savaş alıp çeşitli cephelere
sürmüştü. İlkin cephelerden mektuplar, derken sadece kartposlallar aldı Greff, günün
birinde de ilkin yavrukurt, sonra oymak başkanı olan Horost Donath'ın çok sevdiği bu
oğlanın teğmen rütbesiyle Dinez'de şehit düştüğünü öğrendi.
Ve o gün bugün kocamaya başladı Greff, üstüne başına aldırmaz oldu, kendini büsbütün
oyuncak makinelerin yapımına ver
389
di; öyle ki dükkânda patatesler ve lahana başlarından daha çok çın çın ötüp duran, inildeyip
gıcırdayan makineler görülmeye başladı. Tabiî yiyecek maddelerindeki genel durum da
katkıda bulundu bu işe, dükkâna ancak seyrek ve düzensiz mal gelmeye başlamıştı;
Matzerath gibi, büyük toptancılardan eş dost aracılığıyla dükkâna gerekli yiyecek
maddelerini almanın üstesinden gelecek biri değildi Greff.
Dükkânın hazin bir görünüşü vardı, doğrusu Grcff'in o saçma gürültücü makinelerinin
acayip, ama yine de dekoratif nesneler olarak dükkânı süsleyip doldurmasından memnunluk
duymak gerekirdi. GrefCin giderek daha keşmekeş bir hal alan beyninin ortaya koyduğu bu
ürünleri beğeniyordum ben. Bugün bakıcım Bruno'nun sicimden heykellerini gördükçe,
Greff'in dükkânında sergilenen eserler geliyor aklıma. Nasıl benim sanatkârane oyunlarına
gösterdiğim hem gülümselemeli, hem ciddî ilgi Bruno'ya haz veriyorsa, müzikli
makinelerden birinin beni eğlendirdiğini anlamaktan Greff de kendine göre bir memnunluk
duyuyordu; yıllar yılı beni hiç umursamayan Greff, bir yarım saat sonra karısı Lina'ya
ziyarette bulunmak üzere âdeta bir atölyeye çevrilmiş dükkândan ayrılacak oldum mu, düş
kırıklığına uğramış görünüyordu.
Yatalak Bayan GrefPc yaptığım çokluk iki ilâ iki buçuk saat süren ziyaretler konusunda
size ne anlatsam ki! Oskar içeri girer girmez yattığı yerden el ediyor Bayan Greff, onu
yanma çağırıyordu; "Oh, sen miydin Oskarcığım. Sokul şöyle sokul! İstersen gel, yalağa gir
hemen. Ne kadar da soğuk odanın içi. Bizimkisi de sözüm ona soba yakıyor." Böylece
yorganın altına kayıyor, Bayan Greff'in yanına uzanıyordum. Trampetimi ve o sırada elimin
allında bulunan iki trampet tokmağını yatağın önüne bırakıyor, sadece aşınıp biraz
porsumuş bir üçüncü tokmağın benimle beraber Bayan Greff'i ziyaretine izin veriyordum.
Bayan Greff'in yanına uzanırken soyunuyor değildim. Yünlü, kadifeli giysiler ve deri
ayakkabılarla yatağa giriyor, epey sonra, insanı terletecek kadar ısıtan bir mesaiye karşın,
üzerimde he
390
inen hiçbir yeri buruşmamış aynı giysilerle keçeleşmiş yalaktan çıkıyordum.
Karısı Lina'nın yalağından çıktıktan biraz sonra, henüz üzerimde Lina'nın vücudunun
salgıladığı buğular, pek çok kez Sebzeci Greff'in yanına inmiş zamanla bu inişlerim âdet
halini almıştı, bu âdete can ve gönülden uyuyordum. Ben henüz karısının yanında yatıp son
temrinleri çözmeye uğraşırken, Bay Greff, elinde sıcak su dolu bir kap, yatak odasına
giriyor, kabı bir taburenin üzerine bırakıyor, yanma da havluyla sabunu koyarak bir şey
söylemeden ve yataklakileri bir tek bakışla olsun rahatsız etmeden geldiği gibi çıkıp
gidiyordu.
Oskar kendisine sunulan sıcacık barınağı çokluk hemen terkedip leğenin yanına varıyor,
vücudunun kimi yerlerini ve yalakla ne kadar etkili olduğunu ortaya koyan tokmağını
adamakıllı bir yıkamadan geçiriyordu; bir başkasının aracılığıyla bile burnuna gelse,
karısının kokusuna katlanamayışını pekâlâ anlıyordum Bay Greff'in.
Ama öyle leriüaze yıkanmış karşısına çıkınca Bay Greff, beni güler yüzle karşılıyor, yaptığı
bütün makineler ve onların çalışırken çıkardığı seslerle Oskar'ı tanıştırıyordu; hani kendini
bu geç açığa vuran senli benliliğe karşın, Oskar ile Grelf arasında nasıl olup bir dostluğun
kurulamadığına, Greff'in bana yabancı kalmakta devam ettiğine, bende yalnız bir ilgi
uyandırıp asla sempatimi kazanamadığına bugün bile şaşar dururum.
1942 Eylül'ünde —o sırada on sekizinci yaş günümü şarkısız türküsüz geride bırakmıştım
ve radyoda Altıncı Ordu Slalingrad'ı ele geçiriyordu otomatik trampet makinesini inşa etti
Grefl. Tabla bir çatkı içine patates dolu iki terazi kefesini denge durumunda astı; sonra
sol kefeden bir mandal tahta çatkı üzerine monte edilmiş trampet makinesini harekete
geçirdi, derken tıngır mıngır, bam bum, güm güm sesler duyuldu, ziller vurdu, gonglar çaldı
ve bunların hepsi şangurtulu ve hazin bir hava taşıyan kakofonili bir finalle son buldu.
Makine hoşuma gitmişti; ikide bir onu çalıştırması için rica
391
edip durdum Greff'e. Çünkü Oskar bu makineyi Greff'in kendisi için, kendi batın için
yaptığını sanıyordu. Ama çok geçmeden kesinlikle yanıldığımı anladım. Belki Grelf birtakım
ilhamlar almıştı benden; ama makineyi benim için değil, kendisi için yapmıştı; çünkü
makinenin finali aynı zamanda kendi finali oldu.
Ancak bir kuzeydoğu rüzgârının evin önüne taşıma ücreti almadan getirip bırakacağı temiz
bir ekim sabahının erken saatiydi. Truczinski Nine'nin yanından vakitli ayrılıp sokağa
çıkmıştım. Tam o sırada Matzerath, dükkânının kapısının önündeki kepengi kaldırıyordu.
Yeşil boyalı Lahta kepengi kaldırırken gidip yanma dikildim; kapı açılır açılmaz, geceleyin
içerde biriken bir bakkal dükkânına özgü kokular, bulut halinde gelip bana çarptı, derken
Matzeralh her zamanki sabah öpücüğünü yüzüme kondurdu. Maria ortalarda gözükmeden
Labes Caddesi'nden karşıya geçtim, batı yönünde arnavutkaldırımına uzun bir gölgem
düşüyordu; çünkü sağda, doğuda güneş, Max Halbe Meydanı 'run üstünde kendi gücüyle
yukaılara tırmanıyor, bunu yaparken Baron von Münchhaıısen'ın başvurduğu numaradan
yararlanıyordu; Baron von Münchhausen de* gömüldüğü bir bataklıktan kendisini kendi
saçından tutarak çekip çıkarmıştı.
Sebzeci Grcff'i benim gibi tanıyan herkes, bu saaüe dükkânın vitrin kepengini inik,
kapısını henüz kapalı bulsa benim gibi şaşardı. Gerçi son yıllarda gittikçe daha çok
acayipleşen bir adam olmuştu Grefl, ama şimdiye kadar iş zamanı hep dükkânda
bulunmuştu. Belki de hastadır diye geçirdi içinden Oskar, ama bu düşünceyi hemen yine
kafasından kovdu. Çünkü daha geçen kış, eski yıllardaki gibi düzenli olmamakla beraber
yıkanmak için Ballık Denizinin buzlu yüzünde kendisine oyuklar açan bu doğa adamı, bazı
yaşlanma belirtileri de gösterse, bugünden yarına nasıl öyle hastalanabilirdi? Yalakta
yatmak ayrıcalığını yeleri kadar hamaratlıkla elinde bulundurmuyor muydu karısı? Ayrıca
Bay Greff'in yumuşak yalakları hor gördüğünü, ot şilteler ve seri ke
* inanılmaz hikâyeler anlatmaktan hoşlanan ve anlattığı hikâyeler daha sonradan derlenip
bir halk kitabı haline getirilen bir baron. (Ç.N.)
392
reveller üzerinde yatmayı yeğlediğini de biliyordum. Dolayısıyla, kendisini yalağa çivileyen
bir hastalık söz konusu olamazdı.
Kapalı kepenkler önünde dikilerek karşıdan bizim dükkâna baktım; Matzerath'ı gördüm
içerde, lhliyalı elden bırakmayıp Bayan Greff'in hassas kulaklarına güvenerek, teneke
trampetimi biraz konuşturdum. Fazla gürültü çıkarmam gerekmeden, dükkânın kapısının
sağına düşen ikinci pencere açıldı; üzerinde gecelikle buz çiçeği saksısının gerisinde Bayan
Greff gözüktü; başı ondüle maşalarından geçilmiyor, göğsünün önünde bir yastık
tutuyordu: "Ayol, gelsene içeri Oskar'cığım, gel haydi! Ne bekliyorsun, bak ne soğuk
dışarısı!"
Bir açıklamada bulunmak ister gibi, trampet değneklerimden biriyle vitrinin önündeki saç
kepengc vurdum.
"Albrccht!" diye sesini yükseltti bunun üzerine Bayan Grcff. "Albrechl, nerdesin hu? Hay
Allah, ne oldu bu adama?" Bir yandan kocasına seslenerek pencereden ayrıldı. Odaların
kapısı vuruldu, derken dükkâna inip kepenkleri kaldırdı Bayan Grefl ve az sonra da çığlıklar
koyvermeye başladı. Kilerde bağırıyor, ama ne diye bağırdığım bilmiyordum; çünkü
dükkânın önünde bulunan, savaş yıllarında seyrek olmakla beraber ballanın belli günlerinde
gelen patateslerin kilere aktarıldığı delik de kapalıydı. Üzerindeki zillli tahtalara bir
gözümü dayayıp baktım, aşağıda elektrik yanıyor, kiler merdiveninin üst basamaklarından
birinde beyaz bir şey duruyordu; Bayan Greff'in göğsünde tuttuğu yastıktı belki.
Yastığı Bayan Grelf merdivende düşürmüş olacaktı, çünkü artık kilerde değildi kendisi,
çığlıkları yine dükkânın içinden geliyordu; az sonra da ses yatak odasından işitilmeye
başladı. Çığlık çığlığa telefonun kulaklığını kaldırdı Bayan Grcll, numarayı çevirip alıcıdan
içeri bağırmaya koyuldu. Ne olup bittiğini anladığı yoklu Oskar'm, kulağına sadece kaza
sözü çalındı, sonra da bir adres; Labes Caddesi 24 numara diye bir çok kez çığlıkh bir
sesle tekrarladı Bayan Greff, sonra kulaklığı yerine koydu; üzerinde gecelik, yastıksız,
ama saçlarında maşalar, çığlıklar alarak pencereyi vücuduyla doldurdu, benim çok iyi
bildiğim o şişman göv
393
desini buz çiçeği saksısının üzerine atlı, elli ve soluk kırmızı çiçeklerin içine daldırdı iki
elini; yukardan aşağı öylesine çığlıklar salmaya başladı ki, kolay dayanılacak gibi değildi ve
Oskar galiba Bayan Grelf de sesiyle camları kırıp dökecek diye geçirdi içinden. Ama kırılıp
dökülen bir cam olmadı. Pencereler açılarak komşular başlarını çıkardı; kadınlar sorular
sordu birbirine, erkekler dışarı fırladı, ceketini üzerine yarı buçuk geçiren Saalçi
Laubschad koştu, Heilandt Baba onu izledi; Bay Reissberg, Terzi Libischewski, Bay Esch
bitişik evlerden çıkarak seğirttiler. Halta Probst bile, berber değil de kömürcü olanı,
oğluyla çıkıp geldi. Üzerinde beyaz önlükle rüzgâr gibi seğirtti Malzeralh; Maria ise
kucağında Kurt'la dükkânımızın kapısına kadar gelip orada durdu.
Telâşlı büyük insanların oluşturduğu kalabalığa dalıp, beni arayan Matzeralh'tan kolaylıkla
yakamı kurlardım. Matzcralh ile Saatçi Laubschad bir şeyler yapmayı düşünen ilk kimseler
oldu. Pencereden eve girmeye çalıştılar, ama Bayan GrcIT hiçbirini yukarı koyvermedi;
nerdc kaldı, odadan içeri sokacaktı onları. Tırnaklarıyla orayı burayı kazıyıp ellerini sağa
sola vurdu, dişlerini oraya buraya geçirdi, beri yandan sesini gittikçe yüksekli, ama
söyledikleri az buçuk anlaşılabiliyordu şimdi; ilkin cankurtaran arabasını beklemek
gerektiğini bildirdi. Kendisinin çoktan bunun için telefon etliğini, dolayısıyla başka
kimsenin telefon etmesine gerek olmadığını, böyle bir durumda nasıl hareket edileceğini
bildiğini söyledi. Herkes kendi dükkânıyla ilgilensindi; zaten olan olmuştu; meraktı
herkesinki, başka bir şey değildi; felâket başa gelince dostların nasıl dost olduğu
görülüyordu işte. Ve böylece sızlanıp yakınırken pencerenin altına toplanmış insanlar
arasında beni keşfetmiş olacaktı ki seslendi ve o sıra yukarı çıkmak isleyen kimseleri silkip
attığı için boş kalmış kollarım bana uzattı ve kalabalık içinden biri Oskar hâlâ bugün bile
Saalçi Laubschad olduğunu sanıyor bunun beni tutup kaldırdı, beni Malzerath'ın yapma
etme demesine kulak asmayarak pencereden içeri sokmaya kalktı ve buz çiçeği saksısının
hemen önünde Mat
394
zerath beni lam ele geçirmek üzereydi ki, Bayan Lina Greff uzanıp yakaladı Oskar'ı, onu
sıcak geceliğinin üzerine bastırdı, bağırması kesildi ve bundan böyle sadece yüksek sesle
inildeyip sızlanarak solumaya başladı.
Nasıl Bayan Greff'in bağırmaları az önce konu komşuyu, utanıp sıkılmaları bir kenara
bırakan bir telâş içine sürüklemişse, onun şimdi ince ve tiz perdeden inildemesi de, buz
çiçeklerinin altındaki kalabalığı, ayaklarıyla yeri eşeleyip duran suskun ve ne yapacağını
bilmeyen bir kalabalığa dönüştürmüştü; bu kalabalık gözyaşlarıyla yüz yüze gelmeyi pek
göze alamıyordu arlık; bülün umudunu, merakını ve ilgisini gelmesi beklenen cankurtaran
arabasına bağlamıştı.
Bayan Grclf'in inildeyip sızlanması Oskann da hoşuna gitmemişti. Onun acılı ses tonlarına
pek yakın bulunmamak için kucağından biraz aşağılara kaymaya çalıştım. Kollarımı
boynundan çözüp buz çiçeği saksısının üzerine şöylece oturdum. Maria, kucağında çocukla
dükkânın kapısında dikildiği için, kendini fazla göz alımda hissediyordu Oskar; dolayısıyla
oturduğum yerden kalktım, durumumun nezaketini kavramıştım, ama beri yandan
düşündüğüm sadece Maria'ydı: komşuları umursadığım yoktu;dcrken Bayan Grcff'in
kıyısından acıklım uzağa, fazla bir titremeyle sarsılıyor bu kıyı ve beni yalağa buyur
ediyordu.
Bayan Lina Greff benim sıvışıp gittiğimi farketmemiş veya kendisine pek uzun süredir
harıl harıl yedek parça hizmeti gören Oskar'ın o küçük vücudunu gitmekten alıkoyacak
gücü bulamamıştı. Belki Lina da Oskar'ın bir daha dönmemek üzere elinden kayıp
uzaklaştığını, bağırıp çağırmalarıyla bir gürültünün dünyaya gözlerini açtığını ve bu
gürültünün bir yandan kendisiyle Trampetçi Oskar arasında bir duvar örüp, beri yandan
Maria ile aramdaki duvarı yıktığını sezmişti.
Greff'lerin yatak odasında dikilmiş duruyordum. Trampetim eğik ve gevşek sarkıyordu
önümde. Oskar biliyordu hani odayı, özsuyu yeşilliğindeki duvar halısını bütün ayrıntılarıyla
ezbere tanımlayabilirdi. Oracıkta, tabure üzerinde bir gün öncesinden
395
boz bulanık sabunlu suyla dolu leğen duruyordu. Herşey yerli yerindeydi, ama yine de elle
tutulup üzerlerine oturulmaktan, üzerlerine yatılmaktan, çarpılıp toslanmaktan aşınıp
yıpranmış mobilyalar bana yeni, hiç değilse onanhp yenilenmiş gibi göründü; sanki duvar
diplerinde dört ayak ya da dört bacak üzerinde dikilen ne varsa hepsinin yeni ve müthiş
soğuk bir parıltıya kavuşabilmesini sağlamak için, Bayan Lina Grelf'in bağırması, sonra da
tiz perdeden inleyip sızlanması gerekmişti.
Dükkânın kapısı açık duruyordu. Oskar gilmek islemiyordu ama, yine de o kuru toprak ve
soğan kokan yerden içeri süzüldü; kepenk aralarından sızan güneş, içerisini uçuşan loz
dilimlerine bölüyordu. Bu yüzden Bay Greff'in gürültü ve müzik makinelerinin büyük
çoğunluğu loşlukla kalıyor, ışık sadece birkaç ayrıntıya, bir zile ve konlraplak mandala ve
trampet makinesinin alt yanına vuruyor, denge durumunu koruyan patates dolu kefeleri
görmemi sağlıyordu.
Tıpkı bizim dükkândaki gibi tezgâhın arkasında kilere açılan kapak kaldırılmış duruyordu,
galiba o çığırtkan aceleciliği içinde Bayan Greff ardına kadar açmıştı kapağı; ama çengelini
tezgâhtaki yerine geçilmemişti, hafif bir ilişle Oskar kapağı devirebilir, kilere girişi
engelleyebilirdi.
Toz ve kül kokusu saçan tahtaların gerisinde hareketsiz dikiliyor, gözlerimi merdivenin bir
bölümüyle kilerin beton döşemesinden küçük bir parçayı kapsayan alan ışıl ışıl dikdörtgene
dikmiş bakıyordum. Ayrıca bu dörtgen içine sağ üst taraftan basamaklar halinde yükselen
setin bir parçası giriyordu. Bay Greff herhalde kilere yeni almış olacaktı bunu, çünkü
şimdiye kadar fırsat düştükçe kileri ziyaret etmiş, böyle bir setle karşılaşmamıştım. Ama
söz konusu dikdörtgen kapsamında sağ üst köşeden siyah iskarpinler ve tuhaf şekilde
kısalmış görünen içi dolu iki yün çorap yer almasa, Oskar bir sel dolayısıyla o kadar uzun
zaman ve büyülenmiş gibi kilerden içeri bakmazdı. Pençelerini görmüyordum ama, Greff'in
spor ayakkabıları olduğunu anlamıştım. Ama böyle, yürüyüşe çıkacakmış gibi hazırlanan
kilerdeki kimse
396
Greff olamaz diye geçirdim içimden; çünkü ayakkabılar döşemede durmuyordu, aşağı
doğru dikilmiş burunları selin tahtalarına değmese, daha çok boşlukta süzülüyorlar
denebilirdi. Dolayısıyla bir an, parmak uçları üzerinde dikilen Bay Greff olmasın diye
düşündüm; çünkü bu komik, beri yandan yorucu egzersiz, onun gibi bir jiınnaslikçiden ve
doğa insanından beklenebilirdi.
Tahminimin doğruluğuna kanaat getirmek, beri yandan gerekirse Sebzeci Greff "i
adamakıllı bir alaya almak için, gayet ihtiyatlı davranarak dik merdivenlerden indim; bu
arada, belleğimde yanlış kalmadıysa, insanı korkutan, beri yandan korkuyu savan bir hava
vurdum trampetimle: "Kara Aşçı kadın geldi mi? Evet evci evet!"
Ancak ayakları sımsıkı yere basar basmaz gözlerini dolambaçlı yollardan, boş soğan
çuvalları, üsı üsle yığılmış boş meyva sandıkları üzerinden ötelere kaydırdı Oskar; daha
önce görmediği o seli sıyırarak geçli bakışları. Derken Bay Greff'in spor ayakkabılarının
havada asılı durduğu ya da burunları üzerinde dikildiği yere yaklaştı.
Havada asılı bulunanın Bay Grefl'in kendisi olduğunu kuşkusuz anlamışımı. Ayakkabılar ve
ayakkabılarla birlikle kaba örülmüş, koyu yeşil çoraplar havada asılı duruyor, çorapların
yukarlarında çıplak erkek dizleri görülüyordu. Sonra da pantolonun paçalarına kadar kıllı
bacaklar. O anda cinsel organımda kımıl kımıl hafif bir iğnelenme duydum; kıçımdan kalktı
bu iğnelenme, duygıısuzlaşan sırlımdan yukarlara tırmandı, enseme gelip yerleşti, soğuk ve
sıcak ürpertiler saçlı vücuduma, sonra oradan yine apış arama atlayıp zalen minik sulama
aygıtımın büzülmesine yol açlı; derken o anda kamburlaşmış sırlımdan yine yukarlara
sıçradı ve enseme gelip oturdu, daralıp büzüldü orada; bir kimse, yanında asılmaktan, hatla
çamaşır asmaktan konuşacak olsa hâlâ bugün bile boğulurcasına vücudu iğnelenir gibi
oluyor Oskar'ın; sadece spor ayakkabıları, yün çorapları, dizleri ve kısa pantolonları değil,
bütünüyle Bay Greff boynundan asılmış duruyordu; bir oyuncu gibi zorlanmış bir ifade
oturmuştu yüzüne.
397
s.
Vücudumdaki kasılmalar ve iğnelenmeler şaşırtıcı bir çabuklukla son buldu derken.
Greft'in manzarası normal bir manzara niteliğine büründü; çünkü asılı bir adamın vücut
durumu, nihayet elleri üzerinde koşan, baş üzerinde dikilen, dört ayaklı bir ata binmek
üzere olan bir adamın gerçekten o zavallı vücut durumu gibi normal ve doğaldır.
Bir de dekor işi vardı. Ancak o anda Bay Greff'in kendisi için ne büyük külfetlere girmiş
olduğunu anladı Oskar. Asılı Greff'in içinde bulunduğu çerçeve ve çevre alabidiğine seçkin
ve fanteziydi. Sebzeci Greff kendisine bir ölüm biçimi aramış ve ölçülü, dengeli bir ölüme
kavuşmuştu. Ömrü boyunca belediye zabıtasının ölçü ve tartı ayar memurlarıyla başı derde
giren ve tatsız yazışmalarda bulunmak zorunda kalan, dükkândaki terazisiyle ağırlıklarına
el konan, meyva ve sebzeyi gerektiği gibi tartmadığı için cezalar ödeyen Bay Greff kendi
kendisini gramına kadar tartmış, ağırlık olarak da patatesleri kullanmıştı.
Mal parlaklıktaki belki de üzerine sabun sürülmüş ip, makaralarla iki direk üzerinden
geçirilmişti; direkleri Bay Greff özellikle son günü için bir iskelenin üzerine çalmıştı ve
iskelenin tek bir amacı vardı: Greff'in son eseri olmak. Bol bol harcanan en iyi inşaat
kerestesine bakarak, GrefPin tulumlu davranmak gibi bir şeyi aklından geçirınemiş
olduğunu çıkardım. İnşaat malzemesinin pek bulunmadığı savaş yıllarında söz konusu direk
ve tahtaları sağlamak sanırım kolay olmamıştı. Greff takas yoluna başvurarak, meyva verip
kereste almıştı belki. Dolayısıyla, çatılan yapıda gereksiz, sadece dekorasyon işlevi gören
parçalar vardı. Üç bölümden oluşan ve basamak basamak yükselen set —setin bir köşesini
dükkândan görebilmişti, Oskar âdeta bütün çatkıyı yukarılara çekip götürüyordu.
Sebzeci Grcfl'in galiba model diye kullandığı trampet makinesinde olduğu gibi, Greff'le
karşısındaki ağırlık, çatkı içinde boşlukta durmaktaydı. Beyaz badanalı dört köşe direkle
tam bir uyuşmazlık durumundaki zarif yeşil bir küçük merdiven, Greff'le beraber havada
süzülen tarla ürünü patatesler arasında bulunu
398
yordu. Patates sepetlerini, izcilerin iyi becerdikleri ustaca bir düğüm atarak ana ipe
bağlamıştı Greff. Çatkının içini beyaza boyanmış, buna rağmen güçlü bir ışık saçan dört
ampul aydınlattığından, Oskar o görkemli basamakları çıkmaksızın ve bunlarda saklı
kutsallığa halel getirmeksizin, patates sepetlerinin yukarısında bir telle o izci düğümüne
tutturulmuş karton levhayı okuyabildi: Yetmiş dört kilo dokuz yüz gram.
Greff'in üzerinde bir izci üniforması vardı. Son gününde Greff savaş yılları öncesinin
üniformasını geçirmişti sırlına. Üniforma kendisine artık dar gelmişti; üstten iki düğmesini
vuramamış, kemerini bağlayamamıştı. Bu da Greff'in o eski şık giyinişine tatsız bir çeşni
veriyordu. Sol elinin iki parmağını izci âdetine uyarak birbiri üstüne koymuştu. Kendini
asmadan izci şapkasını sağ bileğine bağlamış, eşarptan ise çaresiz vazgeçmek zorunda
kalmıştı. Kısa pantolonun düğmeleri gibi, yakasındaki üst düğmeleri de ilikleyememişli; bu
yüzden göğsündeki kara kıvırcık kıllar gömleğinden dışarı taşıyordu.
İskele önündeki merdivenin basamaklarında birkaç yıldız çiçeği vardı, ayrıca bunlarla bir
uyuşmazlık içinde maydanoz sapları görülüyordu. Greff, yıldız çiçeklerinin büyük
çoğunluğundan, ayrıca birkaç gülden çalkı direğine bir çelenk yaparak, direğe aslığı dön
tabloyu çepeçevre süslemiş, dolayısıyla basamaklara pek fazla çiçek kalmamış olacaktı. Sol
önde cam bir çerçeve içinde izciliğin kurucusu Sir Baden Powell asılıydı. Sol arkada,
camsız bir çerçeve içinde ermişlerden Sanki Gcorg'un, sağ arkada ise Michclangelo'nun
elinden çıkma Hazreli Davut un çerçevesiz bir resmi bulunuyordu. Sağ ön direkte de
çerçeveletilip camlatılmış olarak aşağı yukarı on allı yaşındaki pek şirin bir oğlanın
fotoğrafı asılıydı; teğmen rütbesiyle Donez'de şehit düşmüş en sevdiği öğrencisi Horst
Donath'ın eskiden çekilmiş bir resmiydi bu.
İskele önündeki merdivenin basamakları üzerinde, yıldız çiçekleri ve maydanozlar arasında
dört kâğıt parçası da bulunduğunu burada kaydetmem yerinde olacak sanırım. Kâğıt
parçalan
399
basamakların üzerinde o lürlü duruyordu ki, güçlük çekilmeden bir araya getirebilirdi.
Oskar da yaptı bu işi ve üzerinde ahlâk zabıtasının birden çok damgası görülen ve Greff'i
mahkemeye davet eden bir çağrı belgesini hecelemeye başladı.
Bu konuda anlatılacak bir şey daha varsa, o zamanlar cankurtaran arabasının çığırtkan
sesinin, bir sebzecinin ölümü konusunda daldığım düşüncelerden beni uyandırmış olmasıdır.
Az sonra paldır küldür indiler merdivenden, çatkı önündeki basamaklardan çıkıp boşlukla
asılı duran Greff'e el koydular. Ama Greff'i biraz havaya kaldırmalanyla, karşı ağırlığı
oluşturan patates sepetlerinin yere düşüp devrilmeleri bir oldu: Trampet ınakinesindeki
gibi özgürlüğüne kavuşan bir mekanizma çalışmaya başladı; Grcff, söz konusu makinenin
üzerini, çatkının yukarı kısmında kontrplakla kaplamıştı. Aşağıda patatesler iskele
önündeki setin basamakları üzerine ve oradan da belon döşemeye patır patır
yuvarlanırken, yukarıda teneke, tahta, bronz ve cam üzerine inen darbeler işitildi,
yukarıda özgürlüğüne kavuşan bir trampet takımı Albrcchl GrefPin büyük finalini çalmaya
başladı.
Patates çığının yol açlığı gürültüleri bu arada şunu da söyleyeyim ki, cankurtaran
arabasıyla gelen sağlık memurlarından bazısı patateslerin birçoğunu ceplerine indirmişti
GrcTPin trampet makinesinin organize gürültüsünün yanı sıra irampetiyle canlandırmak,
Oskar'ın en çetin ödevlerinden birini oluşturuyor bugün. Belki de benim trampetim,
GrefPin seçtiği ölümün biçimini kesinlikle etkilediği için, bazen Oskar trampetine, GrefPin
ölümüne tercümanlık yapan derli toplu bir parçayı oturtmayı başarıyor; dostlarım ve
bakıcım Bruno parçanın ismini sorunca "Yetmiş beş kilo" diyorum.
400
ORHAN KEMAL , İLKALKKÜTÜPHAr.'pSI
BEBRA'NIN CEPHE TİYATROSU
Haziran ortasında oğlum Kurt bir yaşını bitirdi. Babası Oskar, sessiz sakin karşıladı bu
olayı, hele iki yıl daha geçsin de diye düşündü. 1942 ekim'inde Sebzeci Grcff, biçim yönü
gayet mükemmel bir darağacma astı kendini; öyle ki, Oskar bundan böyle canına kıymayı en
yüce ölümler arasında görmeye başladı. 1943 ocağında Stalingrad'ın çok sözü edilir
olmuştu. Ama Malzeralh daha önce Pearl Harbour, Tobruk vc Dünnkirchen isimlerini nasıl
vLirgulamışsa, Stalingrad ismini de öyle vurguladığından, bu uzak kentte olup bilenlerin
üzerinde, özel haberler aracılığıyla tanıdığım öbür kcnllcrdekinden daha çok durmadım;
çünkü Oskar için cephe haberleriyle özel haberler bir çeşit coğrafya öğrenimiydi. Kuban,
Mius ve Don nehirlerinin nerde aklığını, yoksa nasıl bilebilirdim? Uzak Doğu'daki olaylara
ilişkin uzun boylu radyo haberlerinden daha iyi kim bana kalkıp Alaulen takım adası Alu,
Kiska ve Adak'ın coğrafî konumlarını açıklayabilirdi? Böylece 1943 aralık ayında
Stalingrad'ın Wolga kıyısında bulunduğunu öğrenmiştim, ama Altıncı Ordu'yu pek
umursadığıın yoklu; aklım o sıra hafif bir gribe yakalanmış Manadaydı daha çok.
Maria'nın gribi yavaş yavaş geçerken, radyodakiler coğrafya derslerini sürdürdü; Rzew ve
Demjans, Oskar için bugün bile her Rusya haritasında gözleri kapalı bulacağı yerlerdir.
Tam Maria iyileşmişti ki, oğlum Kurt boğmacaya yakalandı. Tunus'ta çetin
401
çarpışmalara sahne olan birkaç vahanın son derece güç isimlerini aklımda tutmaya
çalışırken, Afrika'daki kuvvetlerle beraber Kurl'un boğmaca öksürüğü de eriyip gitti.
Oh, hazlar, sevinçlerle dolu mayıs ayı. Maria, Matzeralh ve Gretchen Scheffler, Kurl'un
ikinci doğum gününü kutlamaya hazırlanıyor, Oskar da yaklaşan bu güne hayli önem
veriyordu; 1943 haziranının on ikisinden sonra hepsi bir yıl gibi bir zaman kalıyordu. Yani
bir sonraki yaş gününde ben de hazır bulunabilirsem, oğlum Kurl'un kulağına şöyle
fısıldayabilirdim: "Hele dur, çok geçmeden sen de trampetini konuşturacaksın." Ama
Oskar 1943 yılının on iki haziranı DanzigLangfuhr'da değil, eski bir Roma kenti olan
Metz'de bulunuyordu. Hatla Danzig'ten uzak kalışı o kadar sürdü ki, 12 Haziran 1944'tc
Kurl'un üçüncü yaş günü kutlanırken hazır bulunmak için, hava bombardımanlarından hâlâ
zarar görmemiş baba ocağına vaktinde dönmesi kolay olmadı.
Beni doğup büyüdüğüm kentten çekip götüren neydi? Fazla söze kaçmadan kısaca
anlatayım: Bir hava kuvvetleri kışlasına çevrilmiş Pcslalozzi Okulu önünde Üstadım
Bebra'ya raslaınıştıın. Ama Bebra tek başına beni kandırıp, söz konusu yolculuğa razı
edemezdi; Bebra'nm kolunda Raguna, yani o büyük Uyurgezer Sinyora Roswitha vardı.
Kleinhammer Caddesi'nden geliyordu Oskar. Bayan Grelchen Schefflcr'e ziyaret edip
biraz "Roma Savaşı" adındaki eski kitaptan okumuş ve daha o zamanlar, yani Belisar*
zamanında yeryüzünün renkli olaylara sahne olduğunu, köprü başlarında ve kentlerde, yani
pek geniş bir coğrafî alan içinde zaferlerin kutlanıp yenilgilerin sineye çekildiğini
görmüştü.
Son yıllarda OT Örgülü'ne** ait barakaların yer aldığı bir karargâh haline sokulan Fröbel
Çayırı'ndan geçiyordum; aklım Taginae'deydi, 1552 yılında burada Tolila'yı yenilgiye
uğratmıştı
(*) Doğu roma imparatoru I. Jııslinianus'un başkumandanı (505 565) (Ç.N.) (**)
(Organisation Todl):1933 yılından başlayarak Alman otoban inşa yapımını, 1938 yılında ise
Alman Fransız sınırındaki istihkâmların daha sonra Atlantik duvarının inşasını yöneten
Fritz Todt adındaki bir mühendisin kurduğu övgüt. (Ç..N.)
402
Narses*; ama kazandığı zaferden değildi aklımın büyük Ermeni Kumandanı Narses'de
oluşu; beni kendine çeken daha çok bu kumandanın vücut yapısıydı, çarpık vücutlu kambur
bir adamdı Narses, bir cüce, bir bücür, bir liliput idi. Oskar'dan belki de bir çocuk başı
kadar uzundu boyu, diye düşündüm kendi kendime! Pesialozzi Okulu önünde dikiliyor, pek
çabuk serpilip boy almış birkaç hava subayına bakıp, apoletlerindeki rütbe işaretlerini
birbiriyle karşılaştırıyordum. Narses'in apoleti falan yoktu omuzlarında, böyle bir şeye
gereksinim duymamıştı, diye söylendim kendi kendime; birden okulun kapısı önünde o
büyük kumandanı seçer gibi oldum, kolunda bir bayan vardı ne diye kolunda bir bayan
olmasındı Narses'in?, havacı devlerin yanında minicik kalan vücutlarıyla karşıdan bana
doğru geldiler; her şeye rağmen bir orla nokta oluşturuyorlardı, tarihle kuşatılmıştı
çevreleri, yeni yelme o iki havacı arasmda işle böylesine yaşlı bir görünüşleri vardı.
Tolila'lar ve Tei'larla** ağaç boyundaki bu Doğu Gollarıyla dolu bütün kışlanın, Narses
adındaki o bir tek Cüce Ermeni karşısında ne hükmü vardı ki! Ve Narses minik adımlarla
Oskar'a yaklaştı. Oskar'a el elli, Narses'in kolundaki bayanın da kendisine el eltiğni gördü
Oskar; Bebra ile Raguna bana selam verdi; havacılar saygılı bir davranışla bir kenara
çekildiler; ağzımı Bebra'nm kulağına yaklaştırarak: "Aziz Üstadım!" diye fısıldadım. "Sizi o
dev vücutlu Belisar'dan daha çok takdir elliğim büyük Kumandan Narses sanmıştım."
Alçakgönüllü bir edayla, sus sus, der gibi elini oynattı Bebra. Ama Raguna benim
karşılaştırmamdan hoşlanınıştı. Konuşurken ne de güzel oynatıyordu ağzını: "Rica ederim,
Bebra! O kadar da haksız mı bizim genç Amigomuz? Damarlarında Prens Eugen'in kanı
akmıyor mu yani? E Lodovico qualterdiccssimo? Senin atalarından değil mi yani Prens
Eugen?"
* Bizans imparatoru ju.stinianus'un başkumandanı (478 573) ; Tolila kumandasındaki Doğu
Gollan'nı yendi ve ltalya'daki egemenliklerine son verdi. (Ç.N.) ** Doğu Goılar'ın son kralı;
552'dc Vezüv yakınındaki Narscs'c karşı savaşırken öldü. (Ç.N.)
403

Bebra, koluma girerek beni bir kenara çekti, çünkü havacılar bizi seyrediyor, gözlerini
dikmiş, gittikçe taciz edici bakışlarla bize bakıyordu. Nihayet önce bir teğmen, sonra iki
gedikli Bebra'nın önünde esas duruşa geçti; Bebra'nın üniformasında bir yüzbaşı rütbesi,
kolunda Propaganda Bölüğü yazan bir pazubent vardı. Madalya ve nişanlarla donanmış
delikanlı havacılar Ragun'dan imza rica edip, imzalan alınca, Bebra bir işaret çakarak
makam arabasını çağırdı; arabaya bindik, araba lıareket ederken havacıların coşkun
alkışlarını sineye çekmek zorunda kaldık.
Pestalozzi Caddesi, Magdeburg Caddesi ve Heercsanger'den geçtik. Magdeburg
Caddesi'nde Raguna trampetime takıldı: "Görüyorum ki hâlâ trampetinize sadıksınız, aziz
dostum?" diye fısıldadı o Akdeniz sesiyle; bu sesi hanidir işitmemiştim. "Ec, vefa
konusunda daha daha neler var bakalım?" Oskar cevap vermedi, uzun uzadıya kadın kız
hikâyelerini dinlemekten esirgedi Raguna'yı; ama büyük uyurgezerin ilkin trampetini, sonra
trampeti biraz hararetle kucaklayan ellerini okşamasına, ve okşamanın giderek daha
güneysi bir havaya bürünmesine karşı durmadı, gülümsedi yalnız.
Halta Heeresangcr'e sapıp beş numaralı tramvay hatlını izlerken, onun bu davranışını
karşılıksız bırakmadım, sol elimle sol elini okşadım, Raguna ise sağ elime yakınlık gösterdi.
Derken Max Halbe Meydanı'nı geride bıraktık. Oskar inmekte geç kalmıştı; birden
arabanın dikiz aynasında, Bebra'nın açık kahverengi ve pek yaşlı zeki gözleriyle bizim
birbirimizi karşılıklı okşamalarımızı gözetlediğini farkeltim. Doslum ve üstadım Bebra'yı
düşünerek çekecek oldum elimi, ama Raguna ellerimi tutup bırakmadı. Derken dikiz
aynasında gülümsediğini gördüm Bebra'nın, sonra gözlerini bizden ayırarak şoförle
yarenliğe koyuldu. Roswilha Raguna ateş gibi bastırdığı elleriyle ellerimi okşuyor, o
Akdeniz ağzıyla konuşuyordu; tatlıydı konuşması ve dosdoğru beni hedef alıyordu.
Oskar'm kulağına fısıldıyor sesi, arada soğuk bir tona bürünüyor, birden alabildiğine
tatlılaşarak bütün duraksama ve kaçışlarımı silip atıyordu. Reichskolonie'ye doğru Kadın
404
Hastalıkları Kliniği yönünde yol alıyorduk. Roswitha ayrı geçen bütün yıllar kendisini
düşündüğünü itiraf etli Oskar'a; gerçi Bebra mükemmel bir dost ve harikulade bir çalışma
arkadaşıydı, ama kendisiyle bir evlilik yaşamı düşünülemezdi. Benim aradaki bir sorumu:
"Bebra yalnız basma yaşayacak bir insan", diyerek cevapladı Roswitha; kendisi Bebra'yı
tamamen serbest bırakıyordu, çok kıskanç huyuna karşın Bebra da Rosvvitha'yı kendisine
bağlamanın mümkün olmadığını yıllar geçtikçe daha iyi anlamıştı; ayrıca Cephe
Tiyatrosunun yöneticisiydi Bebra, dolayısıyla evliliğin gerektirdiği ödevleri yerine
getirmeye vakti yoktu; buna karşılık Cephe Tiyatrosu birinci sınıf bir tiyatro topluluğuydu,
şimdiki reperluvarıyla savaştan sonra "Winlergarten" ya da "Skala" sahnesinde pekâlâ boy
gösterebilirdi; acaba ben de bu tiyatroda çalışmak isler miydim? Allahın bana bağışladığı
bütün o yetenek kullanılmadan kalıyordu; eh yaşım da elverişliydi bu işe, bir yıl gibi bir
süre bir denemede bulunabilirdim, hani Rosvvitha'nm kendisi bizzat garanti verebilirdi bu
konuda, ama belki de Oskar'ın yapacak başka işleri vardı, yok muydu, daha iyiydi ya o
zaman, bugün yola çıkarlardı, bugün öğleden sonra DanzigWestpreussen'da son
temsillerini vermişlerdi, şimdi Lothringen'c gidiyorlardı, oradan da Fransa'ya
geçeceklerdi, doğu cephesi şimdilik hesapla yoklu, o cephedeki başarılı temsillerden yeni
dönmüşlerdi; benim, yani Oskar'ın şansı vardı; doğu cephesindeki temsiller henüz bitmişti,
şimdi Paris'e gideceklerdi, mutlaka gideceklerdi Paris'e acaba benim yolum Paris'e
düşmüş müydü hiç? 'İşle böyle, aziz doslum! Sizin o trampetçi kalbinizi madem Raguna
fethedemiyor, bırakın Paris fethetsin, andiamo*."
Büyük uyurgezer Roswitha sözünü bitirmek üzereydi ki, durdu araba. Hindenburg Yolu'nun
ağaçları, yeşil ve Prusya kokarak, düzgün aralarla uzanıp gidiyordu. Arabadan indik Bebra
şoföre beklemesini söyledi; Cafe Dörtmcvsim'e girmek istemedim ben, çünkü biraz dağınık
kafamın temiz havaya ihtiyacı vardı, dolayı
* İtalyanca: Gelin gidelim. (ÇN.)
405
sıyla Slcflen Parkı'nda dolaşmaya başladık. Bebra sağımda, Roswitha solumda. Bcbra bana
Propaganda Bölüğü'nün anlam ve amacını açıkladı, Roswitha bölüğün gündelik yaşamıyla
ilgili kimi olaylar anlattı. Bebra asker ressamlar, savaş muhabirleri ve cephe tiyatrosu
üzerinde gevezeliğe koyuldu. Radyoda özel haberler verilirken işittiğim uzak kentlerin
isimleri ise Roswitha'nın Akdeniz ağzından dökülmeye başladı. Kopenhag dedi Bebra.
Palermo diye fısıldadı Roswitha, Bclgrad diye şakıdı Bebra, Roswitha bir tragedya artisti
gibi Atina diye yakındı. Ama ikisi iki taraftan durmadan hayranlıkla Paris'ten söz açtılar,
Paris'in az önce adı edilmiş bütün kentleri gölgede bırakacağını ısrarla belirttiler; sonunda
Bebra bir cephe tiyatrosunun yüzbaşı rülbesindeki yöneticisi kimliğiyle nerdeyse resmî
diyebileceğim bir öneride bulundu: "Siz de bizim aramıza katılın, delikanlı! Trampetinizi
konuşturun, bira kadehlerini ve elektrik ampullerini ezgilerinizle tuz buz edin. Güzelim
Fransa'daki, o her vakit genç Paris'teki işgal ordusu size teşekkür edecek, sizden coşkun
alkışlarını esirgemeyecektir."
Sadece formalite bakımından düşünmek için biraz zaman isledim. Rahat, bir yarım saat
Raguna'nın yanında, dostum ve üstadım Bebra'dan uzak, mayıs yeşili ağaçlar arasında
yürüdüm, sıkılmış ve düşünceli bir yüz takındım, elimle alnımı ovdum, hiç yapmadığım bir
şeyi yaparak ormandaki kuş cıvıltılarına kulak kabarttım; sanki bir nar bülbülünden beni
aydınlatmasını, bana bir akıl vermesini bekler gibiydim. Yeşillikler ortasında bir böcek,
yüksek perdeden ve dikkati çekecek gibi cırlamaya başlayınca dedim ki "İyi yürekli ve
bilge doğa, bana önerinizi kabul etmemi öğüllüyor. Saygıdeğer üstadım. Bundan böyle bana
Cephe Tiyatrosu topluluğunun bir üyesi gözüyle bakabalirsiniz."
Bunun üzerine girdik Cafe Dörlmevsim'e; kahvesi az bir Türk kahvesi içip evden kaçışımın
ayrıntıları üzerinde konuşmaya başladık; ama buna evden kaçma değil de, evden ayrılma
diyorduk.
Kahvenin önünde planımızın ayrıntılarını bir kez daha göz
406
den geçirdik. Sonra Raguna'ya ve Propaganda Bölüğü'nün yüzbaşısı ve Cephe
Tiyatrosu'nun yöneticisi Bebra'ya veda eltim. Bebra makam arabasını emrime vermeden
içi rahat etmedi. Onlar Raguna'yla Hindenburg Ağaçlıklı Yolu'nu izleyerek geze geze
kente çıkarlarken, Bebra'nın yaşlıca gedikli şoförü beni gerisin geri Langfuhr'a, Max
Halbe Meydanı'na getirip bıraktı; çünkü Labes Caddesi'ne arabayla giremezdim ve girmek
istemiyordum; Oskar'ın askerî bir araçla evin önüne gelişi pek büyük ve gereksiz bir
telâşa yol açardı.
Kaybedecek fazla zamanım yoklu. Matzerath'ı ve Maria'yı son bir kez gördüm. Oğlum
Kurt'un beşiğinin parmaklıkları önünde uzunca bir süre dikildim, yanılmıyorsam babaca
kimi düşünceler geçti kafamdan, sarışın yumurcağı okşayacak oldum, Kurt diretti,
okşatmadı kendini, ama Maria okşamalarıma istekli göründü, yıllardır alışık olmadığı sevgi
gösterilerini biraz şaşırarak kabullendi ve bunlara iyi yürekli karşılıkla bulundu.
Malzeralh'tan ayrılmam ne luhafsa kolay olmadı; Matzerath mutfaktaydı, hardallı salçada
böbrek kızartıyordu. İşle öylesine çalışmaya vermişti kendisini, belki bir mutluluk
içindeydi, dolayısıyla onu rahaisız etmeyi bir türlü göze alamadım. Ancak Matzeraih
arkasına uzatarak elini körlemesine gezdirip bir şeyler aranınca, Oskar daha önce
davrandı, üzerinde kıyılmış maydanoz bulunan lahla tepsiyi alıp eline tutuşturdu;
Matzerath'ın; hani bugün de öyle sanıyorum ki, ben mutfaktan çıktıktan sonra Malzerath
uzun bir süre, şaşkın ve aptal, tepsiyi elinde tutmuştur, çünkü daha önce Malzerath'a asla
bir yerden bir şey alıp uzatmamışlı Oskar, Malzerath için elinde bir şey tutmamış ya da
yerden bir şey alıp kaldırmamıştı.
Yemeği Truczinski Ninc'yle yedim, elimi yüzümü Truczinski Nine yıkadı ve yatağa o yatırdı
beni. Truczinski Nine kendi yatağına yatıp hafif bir ıslık çalarak horuldamaya başlayıncaya
kadar bekledim, sonra terliklerimi ayağıma geçirip giysilerimi kaplım, boz saçlı farenin
ıslık çalarak horuldadığı ve horuldayarak kocadığı odadan çıktım dışarı; anahtarla kapıyı
açmak beni biraz uğ
407
raştırdı; ama sonunda sürgüyü yuvasından çektim; üzerimde gecelik, elimde giysi yığını,
hâlâ yalınayak, çamaşırların kurutulduğu tavan arasına yollandım. Pasif korunma için tavan
arasına yerleştirilmiş kum torbaları ve kovalar arasından sendeleyerek yürüyüp, benim o
gizli köşeye vardım; bir araya yığılmış yağmur oluklarının ve pasif korunma yönetmeliğine
karşın tavan arasına depo edilmiş gazele demetlerinin arkasından gıcır gıcır bir trampet
çıkardım, Maria'nın haberi olmadan tutumlu davranıp saklamıştım bu trampeti. Sonra
Oskar'ın kitaplarına uzandı elim: Bir tek ciltle toplanmış Raspulin ile Goelhe. Acaba bu
gözde yazarlarımı da alsam mıydı yanıma?
Oskar, elbiseleriyle ayakkabılarım giyip trampetini boynuna asar ve değnekleri pantolon
askılarının altına yerleştirirken. Tanrı Diorıysos ve Tanrı Apollon ile tartışmalara girişlim.
Çılgın sarhoşlukların tanrısı yanıma ya okuyacak bir şey almamamı ya da alırsam Rasputin'i
almamı öğütlerken o gayet zeki ve aklı başında Apollon beni Fransa gezisinden caydırmaya
kalktı; ama Oskar'm bu geziye kesinlikle karar verdiğini anlar anlamaz, bavulda hiçbir
eksiğin bulunmaması üzerinde diretti; Goelhc'nin yüzyıllar önceki edepli esnemelerinden
hangisi olursa yanıma almamı söyledi, ama ben "Gönül Akrabalıklarınım bütün cinsel
sorunları çözecek gücü içermediğini bildiğimden, inadına Raspulin'i ve onun üryan, ama
siyah çoraplı hanımefendilerini de yanıma aldım. Apollon armoniyi, Dionysos sarhoşluk ve
kaosu istiyordu; Oskar ise kaousu armonize eden, aklıbaşındalığı eslctikleşliren bir yarı
tanrıydı, la eski zamanlardan sürüp gelen bulun o tam tanrılara üstündü: Oskar beğendiği
şeyi okuyabilir, oysa tanrılar kendi kendilerini sansür ederlerdi.
Bir kira evine ve bir kira evindeki on dokuz kiracının mutfağından elrafa saçılan kokulara
nasıl da alışıyor insan. Merdivenin her basamağına, üzerlerinde isimler okunan her kapıya
ayrı ayrı veda ellim. Oh, işe yaramaz deyip işlen altıkları, yeniden trompetini öttürüp
duran, yeniden ardıç rakısı yudumlayarak kendisini gelip almalarını gözyelen Müzisyen
Meyn! Ve gerçekten ge
408
lip aldılar Mcyn'i, ama trompetini yanında götürmesine izin vermediler. Oh, kızı Susi
muhabere hizmetinde çalışan çirkin vücutlu Bayan Katcr! Oh, Axel Mischke; kamçını verip
ne aldın karşılığında? Boyuna şalgam yiyen Bay ve Bayan Woiwuth! Midesinden rahatsız
olduğu için piyadeye ayırmamışlardı Bay Heinert'i, Schichau Doku'nda çalışıyordu. Sonra
bilişiğimizdeki hâlâ Hcinowski adını taşıyan Heinert'in anne ve babası! Oh, Truczinski
Nine! Kapı arkasında yumuşak uykularda bir fare; kulağımı kapıya dayanınca ağzından çıkan
ıslık seslerini işittim. Asıl adı Relzel olan KleinKaschen çocukken hep uzun yün çoraplar
giymesine karşın, şimdi yükselmiş teğmen olmuştu. Schlager'in oğlu ölmüş, Eyke'nin oğlu
ölmüş, Kollin'in oğlu ölmüştü. Ama Saatçi Laubschad hâlâ yaşıyor ve ölü saatleri
diriltiyordu. Ayrıca Heilandl Baba yaşıyor ve hâlâ eğri çivileri doğrultuyordu. Bayan
Scwerwinski haslaydı: Bay Schwerwinski sapsağlamdı, ama yine de karısından önce öbür
dünyayı boyladı. Ya karşıda, zemin katta kimdi oturan? Alfred ile Maria Matzerath
oturuyordu, yanlarında nerdeyse iki yaşını bitirecek Kurt adında bir yumurcak vardı. Ya
gece uykuları uyunurken o büyük ve tıknefes evden çıkıp giden kimdi? Oskar idi, Kurt'un
babası Oskar. Yanma ne almıştı karartılmış sokağa çıkarken? Trampetini almıştı ve
kendisini eğitmekle başvurduğu kitabını almıştı. Peki neden bütün karartılmış ve pasif
korunmaya inanmış evler arasındaki yine öyle karartılan ve pasif korunmaya inanan bir evin
önüne gelip durmuştu? Çünkü eğitimini değilse bile bazı duygusal becerileri kendisine
borçlu bulunduğu Bayan Grelf oturuyordu bu evde. Peki ne diye bu karanlık evin önünde
başından kasketini çıkarmıştı? Çünkü Sebzeci Greff gelmişti aklına, kendi ağırlığını
tarlan ve bu arada kendini ipe çeken kıvırcık saçlı ve kartal burunlu Grefl'i aınmsamıştı;
kendini astıktan sonra da kıvır kıvırdı saçları Greff'in ve kartal burunluydu, ama
eskiden göz çukurlarıiçinde dalgın, düşünceli duran gözleri alabildiğine bir zorlanmışlıkla
dışarı fırlamıştı. Peki neden Oskar, kokardı havada uçuşan denizci kasketini yine başına
geçirmiş ve başında kasket, söz konusu
409
evin önünden tıpış tıpış, uzaklaşmıştı? Çünkü Langfuhr marşandiz istasyonunda bir
randevusu vardı. Peki tam zamanında randevusuna yetişti mi? Yetişti.
Yani son dakikada Braunshöfer alı geçidi yakınındaki istasyon seline varmıştım. Dr.
Hollalz'ın o civarda bulunan muayenehanesinin önünde oyalanmış değildim hani. Gerçi
zihnimden lnge Hemşire'yc Allahaısmarladık demiş, Kleinhammer Caddesi'ndeki pastacı
fırınını selamlamış, ama bütün bunları yolda yürümeme ara vermeden yapmıştım; yalnız
HcrzJesu Kilisesinin kapısı bana biraz mola verdirmişli, bu da benim nerdeyse geç
kalmama yol açıyordu. Kapı kapalıydı, ama ben yine de Bakire Meryem'in sol bacağındaki o
üryan ve pembe İsa Çocuk'u adamakıllı kafamda canlandırabilmişlim. Derken yine zavallı
annem gelmişti gözlerimin önüne: Günah çıkarma hücresi önüne diz çökmüştü; nasıl mavi
yarım kiloluk ve iki yüz elli gramlık kese kâğıtlarına şeker dolduruyorsa, Rahip Wienkc
Efendi'nin kulaklarını da bakkal dükkânı işleten bir kadının günalılarıyla öylece
dolduruyordu; Oskar ise sol yan mihrabın önünde diz çökmüş, İsa Çocuka trampet
çalmasını öğretmek isliyordu, ama İsa Çocuk trampet çalmaya bir türlü yanaşmıyor, bana
bir mucize göstermiyordu. Oskar ant içmişti, andını kapalı kapı önünde yineledi şimdi:
Trampet çalmasını öğreteceğim ona, bugün değilse bile yarın öğreleceğim.
Ama önümde uzun bir yolculuk beni beklediğinden, öbürsü gün için içlim andımı; kilisenin
kapısına sırtımı döndüm, İsa Çocuk'un elimden kurtulamayacağına emindim, alt geçidin
yanından seli tırmanıp çıktım yukarı, Gocllıe ile Rasputin kitabımın sayfalarından bazısını
düşürdüm bu arada, ama yine de kültür malzememin en büyük bölümünü benimle beraber
yukarı, raylar arasına çıkarabilmişlim; çakıl taşlan ve traversler üzerinden yalpalayarak bir
boy ilerledim, az kaldı beni bekleyen üstadım Bebra'ya çarpıp yere deviriyordum, işle
öylesine karanlıktı ortalık.
"Bak sen, trampelçi üstadımız!" diye bağırdı Yüzbaşı ve Müzisyen Palyaço Bcbra. Sonra o
bana, ben ona dikkatli davranma
410
ınızı söyleyerek, hatlar ve kavşak yerleri üzerinden göz kararlamasına yürümeye başladık,
manevra yapan marşandizler arasında yolumuzu kaybettik bir ara, derken cepheden izinli
dönenlere ayrılmış treni bulduk; Bebra'nın Cephe Tiyalrosu'na özel bir kompartıman
ayrılmıştı.
Oskar tramvaylarla bir hayli gidip gelmişti o güne kadar, şimdi ise trenle gidecekti. Bebra
kompartımandan içeri tikli beni, Raguna elindeki dikişten başını kaldırıp bana baktı,
gülümsedi, gülümseyerek yanağımdan öplü, sonra yine gülümseyerek, parmaklarını elindeki
dikişten çekmeksizin, Cephe Tiyatrosu'nun öbür iki üyesini bana tanıtlı: Felix ile Kitty
adında akrobatlardı bunlar. Teni biraz griye kaçan Kiıt'ye hani sevimsiz denemezdi, sarışın
bir kızdı; sarışın rengi balı andırıyor, boyu da aşağı yukarı Sinyora Raguna'nın boyuna
geliyordu. Tclaffuzundaki hafif Saksonya şivesi sevimliliğini daha da aritırıyordu.
Akrobat Felix galiba hepsinden uzunuydu içlerinde, rahat yüz oluz sekiz santimetre vardı.
Dikkati çekecek kadar uzun boyu zavallıyı üzüyordu. Benim gibi doksan dön santimetrelik
bir cüceyi karşısında görmesi, içindeki kompleksi daha da güçlendirmişti. Profili de yaman
bir koşu alının profilini andırıyordu biraz, bu yüzden Raguna şakadan "Cavallo" ya da "Felix
Cavallo" diye kendisine hilap ediyordu. Yüzbaşı Bebra gibi akrobat Felix'in üzerinde de
hakî bir ünilorma vardı, ancak üniformada yalnız bir çavuş rütbe işareti bulunuyordu.
Bayanlar da gezi kostümlerine çevrilmiş haki üniformalar içindeydi ve bu giysiler hiç
yakışmıyordu kendilerine. Derken Raguna'nın dikliği şeyin de haki bir üniforma olduğu
anlaşıldı, bunu da sonradan ben giyecektim. Kumaşı Felix ile Bebra bağışlamıştı; Roswiiha
ve Kitty elc nöbetleşe dikiyor, hakî kumaşı habire kesip küçültüyorlardı; sonunda bana
uyacak bir çekelle pantolon ve bir kasket hazırlanıp çıktı ortaya. Ama Oskar'm ayaklarına
göre bir ayakkabı hiçbir levazım deposunda ele geçirelecek gibi değildi, dolayısıyla sivil
potinlerimle yetindim, asker çizmelerimi giymedim ayaklarıma.
Kimlik belgelerim üzerinde gerekli tahrifat yapılmaya başlan
411
i3
di, derken. Akrobat Felix, bu ince işte enikonu becerikli olduğunu gösterdi. Kabalık etmek
islemeyerek itiraza kalkışmadım, büyük Uyurgezer Raguna belgede beni kardeşi
gösteriyordu, tabiî ben de ağabeyi oluyordum; Oskarnello Raguna, doğum tarihi: 21 Ekim
1912, doğum yeri: Napoli. Bugüne kadar bir sürü ismim olmuştu, Oskarnello Raguna da
biriydi bunlardan ve şüphesiz hiç de en kötüsü değildi.
Sonra da işte, hani derler ya, yolu tuttuk. Stolp, Stettin, Berlin, Hannover, Köln üzerinden
geçip, Mclz'c doğru vurduk. Berlin'i hemen hiç görmedim diyebilirim; çünkü beş saat
kaldık hepsi; üstelik tam biz vardığımızda alarm verildi. İster islemez Thomas Sığınağına
girdik. Cepheden izinli dönenler, sardalya gibi sığmağın kubbelerinin allına sıkışmıştı. Bizi
bir jandarma sığınaktan içeri soktuğu zaman, sağdan soldan halo diye bağırışmalar
duyuldu. Doğu cephesinde bulunmuş birkaç er, Bebra ile adamlarını Cephe Tiyatrosu'nun
daha önceki temsillerinden tanıyordu; alkış ve ıslık sesleri işitildi. Raguna eliyle sağa sola
öpücükler yolladı. Derken bizden bir oyun islediler, eskiden bira mahzeni olarak kullanılan
kubbeli sığmağın bir ucunda kaşla göz arasında sahneye benzer bir şey çatıldı. Kolay kolay
hayır diyemedi Bcbra; kaldı ki, bir hava binbaşısı da candan ve ısrarla sığınaktaki
kalabalığın önüne bir oyun çıkarılmasını rica ediyordu.
İlk kez gerçek bir tiyatro temsilinde sahneye çıkıyordu Oskar. Hani bütün bütün
hazırlıksız değildim, Bebra yol boyunca benim numaraları benimle prova edip durmuştu,
ama yine de heyecanlandım, bu da Raguna'ya ellerimi okşayarak beni yatıştırma Fırsatım
sağladı.
Sahne için gerekli dekor parçalarını içeren bavulları oradakiler hemen alıp geldiler, erler
pek hamarat şeylerdi; derken Felix ile Kitty, artist numaralarına başladı. İkisi de lastik
gibiydi; birbirleriyle birleşip bir yumak oluşturuyor, boyuna birbirlerine geçiyor, içinden
çıkıyor, birbirlerinin çevresinde dolanıyor, birbirlerinden ayrılıp birbirlerine kavuşuyor,
ağızları açık ve ilişip kakışarak kendilerini seyreden askerlerin kasıklarında günlerce süre
412
cek sancılara yolaçıyorlardı. Onlar bu numaralarını sürdürc dursun, Müzisyen Palyaço
Bcbra çıklı sahneye. Kimi az, kimi çok dolu şişeler üzerinde o savaş yıllarının moda
melodilerini tıngırdattı: "Erika" ve "Mamalschi, bir tay armağan et bana". Şişelerin boyun
kısımlarında "Ey yurdumun yıldızları" melodisini çıkarmaya çalıştı derken; ama bu melodi
kalabalığı pek sarmayınca, o eski parlak numarasına el altı, şişeler üzerinde bütün gücüyle
"Kaplan Jimmy" melodisini vurmaya başladı. Bu yalnız cepheden izinli dönenlerin hoşuna
gitmekle kalmayarak, Oskar'ın şımarık kulağını da okşadı. Dolayısıyla, Bebra, öyle ahım
şahım denemeyecek, ama yine de kesin başarı sağlayan birkaç hokkabazlık numarasından
sonra, büyük uyurgezer Roswilha Raguna'mn sahneye çıkacağını müjdelediğinde, seyirciler
enikonu hazırlanmış bulunuyordu; Roswilha ile Oskar'ı bu durumda ancak başarı
bekleyebilirdi. Trampetimi hafiflen konuşturarak numaralarıma başladım, sonra gittikçe
daha hızlı darbeler indirerek doruklarda dolaşmaya başladım ve numaralar biter bilmez
ustaca tek vuruşlara başvurarak oradakileri alkışa davet ettim. Bunun üzerine, Sinyora
Raguna, raslgcle bir askeri, halta subayı kalabalık arasından sahneye çağırdı, kaşarlanmış
yaşlı çavuşları ya da mahcup arsız erleri karşısına oturtup içlerini okudu; nihayet
Raguna'nm elinden gelebilen bir şeydi bu; seyircilere onların ne kadar maaş aldıklarını
söylemekle kalmayarak özel yaşamlarına ilişkin bazı ayrıntıları da açığa vuruyordu. Bunu da
pek nefis bir biçimde yapıyor, sırları açığa vururken esprili davranıyor, seyirciler
taralından sırları faş edilmiş olarak görülen böyle kimselerin eline sonunda dolu bir bira
şişesi tutuşturarak, şişeyi herkesin görebileceği gibi yukarı kaldırmasını söylüyor, sonra
da Oskamcllo'ya bir işaret çakıyordu: Gittikçe hızlanan trampet vuruşları; yapmam
istenen şey, daha başka görevlerin üstesinden gelebilmiş sesim için bir çocuk oyuncağıydı
nihayet. Ve birden şırak diye bira şişesi tuzla buz oluyor, leleğin çemberinden geçmiş
çavuşun ya da ağzı süt kokan bir erin yer yer bira sıçramış yüzü kalıyor geriye, derken bir
alkış, uzun süre sürüp giden bir alkış kopuyor, başkent üze
413
rine yapılan ağır bir hava saldırısının gürültüsü bu alkış sesine karışıyordu.
Bizim, seyircilere sunduğumuz numaralar hani öyle birinci sınıf şeyler değildi ama,
eğlendirdi onları, onlara cepheyi ve izni unutturdu, sonu gelmez kahkahaların, doğmasını
sağladı; üstümüze yukarıdan bombalar yağıp sığınağı içindekilerle sarsarak yer yer toprak
altında bıraktığı, elektriği ve darda kalınınca yakılan mumları söndürüp her şeyi hallaç
pamuğu gibi allığı zaman bile karanlık ve boğucu bir tabutu andıran sığınakla kahkahalar,
"Bebra!" diye haykırmalar, "Bebra'yı dinlemek istiyoruz!" diye bağırışmalar duyuldu.
Derken o iyi yürekli ve kaya gibi sağlam Bebra, sahnede göründü, karanlıkla palyaço rolünü
oynadı, mezar içindeki kalabalığa kahkaha salvoları attırdı; seyircilerin Sinyora Raguııa ile
Oskarncllo'yu sahnede görmek istemesi üzerine, borusuyla: "Sinyora Raguna çoook
yorulmuş, sevgili sevgili kurşun askercikler" dedi. "Küçük Oskarnello da Büyük Almanya
içiiin ve nihaî zaferrr için biraaaz kestirecek."
Bu sırada Roswitha yanıbaşımda yalıyor ve korkuyordu. Ama Oskar korkmuyor, yine de
Raguna'nııı yanında yatıyordu. Roswitha'nin korkusuyla benim cesaretimin sonucu ellerimiz
birbirine kavuştu. Ben onun korkusunu, o benim cesaretimi aradı. Nihayet ben de biraz
korkuya kapılır gibi oldum, Roswitha cesaretlendirdi beni. Ve ben içindeki korkuyu kovup
onu cesaretlendirdikten sonra, erkeksi cesaretim derken bir ikinci kez doğrulup ayağa
kalktı. Benim erkeksi cesaretim on sekiz yaşında bulunurken, Raguna Allah bilir kaç
yaşında, kaçıncı yatay durumda, beni cesaretlendiren o talimli korkusuna kapıldı. Çünkü
tıpkı yüzü gibi o tulumlu ölçüler içindeki, ama yine de hiçbir eksiği bulunmayan vücudunun
izler oyarak ilerleyen zamanla hiçbir alıp vereceği yoktu. Cesareti zamandan bağımsız,
korkusu zamandan bağımsız bir Roswitha kendini bana teslim etti. Ve başkent üzerine
yapılan bir büyük hava saldırısında üstü loprakla örtülen Thomas Sığınağından pasif
savunma görevlilerinin bizi çıkarmalarına kadar benim cesaretim sayesinde korkusunu
yenen o lili
414
putun on dokuz yaşında mı, yoksa doksan dokuz yaşında mı bulunduğunu kimse
öğrenemeyecek, Oskar da hani kendi vücut ölçülerine uyan o ilk gerçek kucaklamanın
gözüpek bir nine tarafından mı kendisine bağışlandığını bilemiyor, dolayısıyla bu konuda
suskunluğu daha çok koruyabilecek durumda.
415
BETONU DENETLEME YA DA MİSTİK BARBARCA SIKINTI
Romalıların kurduğu bir garnizon kenti olan Melz'in yaşlı ve saygıdeğer kazemallarmda üç
hafta, her akşam gösteriler düzenledik. Aynı gösterileri iki hafta da Nancy'de
tekrarladık. Sonra Châlons sur Marne, bir hafta misafir elti bizi. Oskar'ın ağzından tek
lük Fransızca sözcükler dökülmeye başlamıştı. Reims da Birinci Dünya Savaşfnm yol açtığı
yıkını hâlâ hayranlıkla seyredilebiliyordu. Ünü, bütün yeryüzünde yaygın bu katedralin taş
yüzü, insanlık denen nesneden midesi bulanarak kaldırımlara aralıksız su kusuyordu; yani
geceleri de içinde olmak üzere her Allahın günü yağmur yağıyordu Reims'da. Buna karşılık,
Paris'te pırıl pırıl yumuşak bir eylül havasıyla karşılaştık. Raguna'nın koluna girip rıhtımlar
boyunca dolaşarak on dokuzuncu yaş günümü kutladım. Fritz Truezinski'nin
kartpostallarından tanıdığım başkent Paris, yine de en ufak bir düş kırıklığına uğratmadı
beni. Roswitha ile Eyfel Kulesi'nin ayaklan dibinde dikildik; ben doksan dört, o doksan
dokuz santimetre; gözlerimi yukarı kaldırdım bir ara; kol kola ikimiz, ilk kez eşsizliğimizin
ve büyüklüğümüzün bilincine vardık. Cadde ortasında öpüştük, ama Paris'te hiç üzerinde
durulacak bir şey değil bu.
Oh, sanat ve tarih havasını o ne harikulade soluyuştu. Hâlâ Roswitha'yi kolundan tutarak,
Harp Malûlleri Katedralini ziyaret ettiğimde, o büyük, ama fazla gelişip boy almamış,
dolayısıyla
416
her ikimize de akraba bulunan imparator geldi aklıma. Nasıl Napolyon, kendisi gibi bodur
biri olan İkinci Frcdirik'in mezarında "Şimdi bu adam yaşasaydı, biz burada olamazdık"
demişse, ben de onun sözlerine özenerek Roswitha'nm kulağına muhabbetle fısıldadım:
"Şimdi Korsikalı yaşasaydı, biz burada olamaz, köprüler allında, rıhtımlar üzerinde, Paris
sokaklarında öpüşemezdik." Devcileyin bir programla Salle Pleyel'de ve Sarah Bernhardl
Tiyalrosu'nda sahneye çıklık, Oskar büyük kentlerdeki sahnelere çabuk alıştı,
rcperluvarını bir incelik ve mükemmelliğe kavuşlurdu, işgal ordusunun şımarık beğenisine
uydurdu kendini; artık sesimle o basit, bir fevkalâdeliği olmayan Alman bira kadehlerini
tuzla buz etmiyor, Fransız saraylarındaki en seçkin, zarif, bir nefes kadar ince üflenmiş
vazoları ve meyva tabaklarını kırıp döküyordum. Kültür tarihi açısından hazırlıyordum
programımı; Ondördüneü Lui zamanından kalma kadehlerle işe koyuluyor, Onbeşinci Lui
dönemine ilişkin cam eşyaları cam tozuna çeviriyordum. O, devrim günlerini anımsayarak
mutsuz Onaltıncı Lui'nin ve onun kafasız Maria Anloinette'inin ayaklı kadehlerine şiddelle
yükleniyor, biraz da Louis Philippc'tcn kalma kristallere girişiyor ve sonunda Fransız
Gençlik Üslûbu'nu canlandıran fantezi kristal nesnelerin canına okuyordum.
Gerçi parter ve balkonlardaki hâki seyirci kitlesi kendilerine sunduğum numaraların tarihî
akışını pek izlemiyor ve cam parçacıklarına gelişi güzel parçacıklarmış gibi alkış tutuyorsa
da, arada kurmay subaylar ve gazeteciler çıkıp bu yerde yalan parçalar dışında benim
tarih anlayışıma da hayranlıklarını belirtmekten geri kalınıyorlardı. Bilgin tipinde
üniformalı biri, kumandanlık onuruna verdiğimiz galadan sonra kendisine takdim edildiğimiz
zaman, hünerlerimle ilgili olarak pohpohlayıcı sözler söyledi. SeineSladl'ta bulunup Fransa
işleri uzmanı olduğu anlaşılan ve programimdaki üslûp uyuşmazlıklarına değilse de, birkaç
ufak tefek kusur üzerine mahrem bir konuşma çerçevesinde dikkatimi çeken sayılı Alman
gazetelerinden birinin muhabirine özellikle teşekkür borçluyum.
417
Kış boyu Paris'te kaldık. Birinci sınıf otellere yerleştirdiler bizi. Ne saklayayım, Roswitha
bütün kış yanıbaşımdan ayrılmadı, Fransız yataklarının üstünlüklerini denemek ve bu
üstünlüklerin gerçekliğine kanaat getirmek fırsatını buldu. Oskar mutlu muydu Paris'te?
Evde kalan yakınlarını, Maria'yı, Matzeralh'ı, Bayan Gretchen'i, Alexander Scheffler'i,
oğlu Kurl'u, anneannesi Anna Koljaiczek'i unutmuş muydu?
Hani unutmamış olsam bile, yine de yakınlarımdan aradığım kimse yoktu. Dolayısıyla, eve
sahra poslasıyla bir kartpostal falan yollamadım, onlara yaşayıp yaşamadığımı bildiren bir
işarel iletmedim, böylece kendilerine bir yıl bensiz yaşama olanağını bağışladım; çünkü
daha yola çıkarken kararlaştırmıştım dönmeyi, ben yokken evdekilerin neler yaptıklarını
bilmek doğrusu ilginç bir şeydi. Sokakta giderken, bazen da sahnede gösteride
bulunurken, seyirci askerlerin yüzlerine bakıp bana aşina çizgiler aradığım oluyordu. Halta
bir iki kez Oskar, bir sürü piyadeler arasında Maria'nın yakışıklı kardeşini görüyorum
sandı, ama gördüğü o değildi; hâkî renk yanıltıyor insanı.
Ancak Eyfcl Kulesi, eve karşı özlem duyguları uyandırıyordu içimde. Hani kuleye çıkmış da
uzakların görünümünün ayartısına kapılmış, doğup büyüdüğüm kente doğru bir ililiş duymuş
değildim. Oskar kartpostallara bakıp düşüncelere dalarak daha önce kuleye o kadar sık
çıkmıştı ki, gerçek bir çıkış düş kırıklığıyla dolu bir inişten başka bir şey sağlamayacaktı.
Eyfel Kulesi'nin dibinde, ama yanımda Roswitha bulunmaksızın tek başıma, metal yapıdaki
o atak demir kemerlerin oluşturduğu ayaklar altında dikilir ya da çömerken, aradan
arkaların görülebildiği, ama yine de kapalı kümbet biçimindeki yapı, anneannemin her şeyi
örten başlığına dönüşüp çıkıyordu. Eyfel Kulesi'nin allında otururken anneannemin dört
elekliği allında oluruyor, Marsfeld'i Kaschubei'daki patates tarlası olarak görüyordum; bir
Paris ekim yağmuru Bissau ile Ramkau arasına bıkıp usanmadan ve çapraz yağıp duruyor,
böylesi günler metro da içinde olmak üzere bütün Paris, acımış tereyağı gibi kokuyor
burnuma, böylesi günler dur
418
gunlaşıyor, dalıp dalıp gidiyordum; Roswitha davranışlarında beni kollayıp gözetiyor,
içimdeki acıya saygı duyuyordu, çünkü ince ve hassas bir kadındı.
Bütün cephelerin başarıyla daraltıldıklarına ilişkin haberlerin geldiği 1944 Nisan'ında
bavullarımızı hazırlayıp Paris'ten ayrıldık; Bcbra'nın Cephe Tiyatrosu'yla Atlantik
Duvan'nı mutlu kılmamız gerekiyordu. Le Havrc'den başladık turneye. Suskun ve dalgın bir
hali vardı Bebra'nın. Temsillerde başarısız kaldığı hiç görülmeyip her zamanki gibi
seyircileri güldürmesine karşın, perde iner inmez, alabildiğine kocamış Narscs yüzü
laşlaşıyordu. Başlangıçta beni kıskanan, daha da kötüsü gençliğimin gücü önünde yenilgiye
uğrayan biri gibi geldi bana; ama sonra Roswitha kulağıma fısıldayarak durum üzerinde
beni aydınlattı; gerçi tanı olarak onun da bir şey bildiği yoktu, sadece gösterilerden sonra
kapalı kapılar arkasında Bebra'yla konuşan subaylardan söz açtı. Öyle görülüyordu ki,
üstat içe kaçıştan sıyrılıp dolaysız bir şeyler tasarlıyor, damarlarında dolaşan alalarından
Prens Eugen'in kanının yönetimine bırakıyordu kendini. Kurduğu planlar kendisini bizden
öylesine uzaklaşiırmış, öylesine yaygın bir ilişkiler ağı içine sürüklemişti ki, bir zaman
kendisinin olan Roswitha'yla Oskarın sıkı fıkı ilişkisi, kırışıklarla dolu yüzünde ancak
yorgun bir gülümsemenin belirmesine yol açıyordu. Bir gün Trovill'de bulunur, Kurhotel'de
kalırken, ortak giyinme odamızın halısının üzerinde Roswitha'yla birbirimize sımsıkı
sarılmış olarak bastırdı bizi; bizim birbirimizden ayrılmak islemediğimizi görünce,
rahatınıza bakın der gibi eliyle işarel elti, kendi makyaj aynasına doğru konuşarak:
"Eğlenin çocuklar!" dedi. "Öpüşün sevişin! Yarın belon koruganları ziyaret edeceğiz.
Bakarsınız öbür güne varmaz betonu gıcır gıcır dişlerinizin arasında duyarsınız; onun için
öpüşmek zevkinden yoksun bırakmayın kendinizi."
1944 Haziran'ında olmuştu bu. Arada Atlantik Duvan'm Boscaya'dan yukarılara,
Hollanda'ya kadar dolaşmış, ama çokluk kıyıdan uzakla kalmıştık; ancak Troville'de ilk kez
hemen sahil ke
419
narında temsiller verdik ve burada Atlantik Duvan'nı gezip görmeye davet edildik. Bebra
daveti kabul etti. Geceleyin Caen'den az beride sahildeki kum tepeciklerinin dört
kilometre uzağında bulunan Bavent köyüne nakledildik. Burada bizi köy evlerine
yerleştirdiler.
Geniş bir otlak, çalılıklar, elma ağaçlan. Meyveden calvados denen bir çeşit rakı
yapıyorlardı burada. Bu rakıyı içtikten sonra iyi bir uyku uyuyorduk. Sert bir hava
pencereden içeri doluyor, bir su birikintisinde kurbağalar sabaha kadar vak vak ötüp
duruyordu. Kurbağalar vardır, trampet çalar gibi tramp tramp, diye bir ses çıkarırlar.
İşte bu çeşit kurbağaların ölüşünü uykumda işitiyor ve kendi kendimi uyarıyordum. Evin
yolunu tutman gerekiyor artık Oskar, oğlunun üç yaşını doldurmasına ne kaldı, trampeti
doğum gününde eline tutuşturmalısın, bunu yapacağına söz verdin ona. Oskar kendi kendini
böyle uyararak her saat başı içi cız eden bir baba gibi uykulardan uyanıp ellerini karanlık
çevresinde gezdiriyor, Roswilha'nin yanıbaşında bulunduğundan emin olmak, kokusunu
algılamak isliyordu; pek haliften tarçın, dövülmüş karanfil, ayrıca küçük hindislan cevizi
kokusu, Noel öncesine özgü koku, pasta ve kurabiyelere karıştırılan baharat kokusu; halta
yazın bile bu kokuyu kendisinde barındırıyordu Roswilha.
Sabah olur olmaz, çiftliğin önüne bir zırhlı araba gelip dayandı. Avluda hepimiz de soğukta
titredik biraz. Sabahın erken vakti, hava serin; denizden esen rüzgâra karşı gevezelik
ellik; Bebra, Roswilha, Felix ve Kitty, Oskar ve bizi Cabourg batısındaki bataryasına
götürecek Üsteğmen Herzog, hep beraber alladık arabaya.
Normandi yeşildi dersem, iplik gibi dümdüz uzanan yolun kenarında çiğden ıslak, hafif sisli
otlakların üzerinde geviş getirip duran beyazkahverengi benekli ineklerin de sözünü
etmeden geçemeyeceğim; hani bizim zırhlı arabayı öylesine serinkanlı karşılayışları vardı
ki, kamuflaj için bir boyayla daha önceden boyanmamış olsa arabanın zırh kaplaması
utançtan kıpkırmızı kesilirdi. Kavak ağaçları, çalılar, bodur bitkiler. Derken pencereleri
420
nin kepenkleri takur tukur vuran kaba saba ve boş sahil otelleri; gezi yoluna saptık,
arabadan inip Üsleğmcn'in arkasına takıldık. Üsteğmen, Yüzbaşı Bebra'ya biraz yukarıdan,
ama yine de kusursuz bir saygı gösteriyordu. Kum tepecikleri arasından, sahile çarpıp
kırılan dalgaların gürüllüsüyle dolu kumlu bir rüzgâra karşı ilerlemeye koyulduk.
Beni şişe yeşili ve genç kızsı hıçkırıklarla bekleyen yumuşakbaşlı Ballık Denizi değildi bu.
Atlantik, o alabildiğine eski laktiğini yine uyguluyor, mel oldu mu sahile saldırıp, cezirde
gerilere çekiliyordu.
Derken ulaştık belon koruganlara; hayranlığımızı belirttik, okşadık, sesini çıkarmadı.
Ansızın: "Dikkat!" diye bir ses duyuldu belon içinden. İki kum tepesi arasında bulunup
yassı bir kaplumbağaya benzeyen "Dora Yedi" adındaki, aleş mazgalları, gözetleme
yarıkları ve küçük çapta toplarıyla mel ve cezire gözlerini dikmiş korugandan upuzun biri
fırladı. Lankes adında bir çavuşlu bu; Üsteğmen Herzog ile bizim Yüzbaşı Bebra'nm
karşısına geçip tekmil verdi.
Lankes (Selam çakarak): Dora Yedi, bir çavuş, dört er. Önemli bir vukuat yok.
Herzog: Teşekkür ederim. Rahata geçin, Lankes Çavuş. İşittiniz ya, Yüzbaşım, önemli bir
vukuat yok. Üç yıldır böyle.
Bebra: Ne de olsa met ve cezir var. Doğanın bize sunuları.
Herzog: Bizimkileri de uğraştıran bu ya zaten. Onun için değil mi, korugan yanına korugan
oturtuyoruz. Birbirimizin aleş hatlı içine girmeye başladık neıdeyse. Yeni koruganlarm
yapılabilmesi için çok geçmeden eskilerden bazısını havaya uçurmak gerekecek.
Bebra: (Beton üzerine vurur, Cephe Tiyatrosu'nda çalışan adamları da onun gibi yaparlar)
Peki Üsleğmen'in kendileri beton koruganlara inanıyorlar mı?
Herzog: İnanmak yerinde bir söz değil galiba, Yüzbaşım. Burada artık hiçbir şeye
inanmıyoruz gibi bir şey. Ne dedin, Lankes Çavuş?
421
Lankes: Evci, Üsteğmenim, hiçbir şeye inanmıyoruz gibi bir şey.
Bcbra: Ama bâlâ beton karıyor, beton döküyorsunuz.
Herzog: Tamamen söz aramızda, Yüzbaşım: Deneyim sahibi oluyor insan. Daha önce inşaat
işlerinde hiç bilgim yoktu, hepsi birazcık bir şeyler öğrenmiştik okulda, elerken savaş
çıktı. Beton konusunda burada edindiğim bilgileri savaştan sonra değerlendirebileceğimi
umuyorum. Nihayet ülkemizde yıkılan yerlerin yeniden yapılması gerekecek. Bakar mısınız
şu betona, Yüzbaşım, yakından bir bakar mısınız! (Bebra ile adamları burunlarını iyice
betona yaklaştırırlar) Ne görüyorsunuz, midyeler, islridyeler. Nihayet her şey elimizin
allında. Al karıştır birbirine, lamam. Taşlar, midyeler, islridyeler, kum, çimento... Daha ne
diyeyim size, Yüzbaşım; sanırım bir sanatçı ve oyuncu olarak bu konuda gerekli anlayışı
göstereceksiniz. Lankes Çavuş, Yüzbaşı'ma anlatır mısınız beton koruğanların içine ne
gömdüğümüzü.
Lankes: Başüslüne, Üsteğmenim, koruğanların içine ne gömdüğümüzü Yüzbaşıma
anlatacağım. Köpek yavruları gömüyoruz beton koruğanların içine, Yüzbaşım. Her koruğanın
temelinde bir köpek yavrusu yalıyor.
Bebra'nın adamları: Mini mini bir köpekçik.
Lankes: Çok geçmeden Caen'den Havrc'a kadar uzanan bütün bölgede köpek yavrusu
bulunmaz olacak.
Bebra'nın adamları: Mini mini köpeklikler bulunmaz olacak.
Lankes: İşle o kadar hamaratız bu konuda.
Bebra'nın adamları: O kadar hamarat.
Lankes: Çok geçmeden kedi yavruları gömmeye başlayacağız.
Bebra'nın adamları: Miyav!
Lankes: Ama kedilerin köpek yavruları kadar değeri yoktur. Onun için çok geçmeden
patlak verir diye umuyoruz.
Bebra'nın adamları: Gala temsili. (Alkış tutarlar)
Lankes: Nasıl olsa provasını yaptık yeleri kadar. Köpek yavruları suyunu çekince...
Bebra'nın adamları: Vah vah!
422
Lankes: ... korugan falan da inşa edemeyiz arlık, çünkü kediler uğursuzluk getirir.
Bebra'nın adamları: Miyav miyav!
Lankes: Ama Yüzbaşım kısaca bilmek islerlerse bizim neden köpek yavrularını...
Bebra'nın adamları: Mini mini köpekçikleri...
Lankes: Hani bana sorarsanız, ben inanmıyorum böyle bir şeye.
Bebra'nın adamları: Tüh!
Lankes: Ama buradaki arkadaşlardan çoğu taşradan geliyor; taşrada ise bugün bile bir ev,
bir samanlık veya bir kilise yapılacak oldu mu, canlı bir şey gömülmek istenir içine ve...
Herzog: Peki yetişir, Lankes Çavuş. Rahata geçin. Yani Yüzbaşımın da işittiği gibi burada,
Atlantik Duvarı'nda batıl inançlar hüküm sürüyor. Tıpkı sizin tiyatrolarda olduğu gibi; hani
sizin tiyatrolarda gala temsilinden önce ıslık çalınmaz, oyuncular oyuna başlamadan
omuzları üzerinden arkalarına tükürür ya...
Bebra'nın adamları: Tüh tüh lüh! (Karşılıklı olarak birbirlerinin omuzları üzerinden
tükürürler)
Herzog: Ama şaka bir yana, adamların bu batıl inancına dokunmamak gerekiyor. Son
zamanda koruğanların kapılarını istridyeden mozaiklerle beziyorlar, belon süslemeler
yapıyorlar. Onların bu davranışına çok yukardan gelen bir emir üzerine ses çıkarmıyoruz.
Adamların oyalanmaları gerekiyor nihayet. Onun için, belon süslemelerden rahatsızlık
duyan Binbaşımıza ikide bir söylüyorum, insanın beyninde süsler olacağına betonda süsler
olması daha iyi. Binbaşım, diyorum. Biz Almanlar bu gibi şeylerden hoşlanırız. Buna karşı ne
yapabilirsiniz ki.
Bebra: Biz de nihayet Allanlik Duvarında bekleyen orduyu eğlendirmek üzere burada
bulunuyoruz.
Bebra'nın adamları: Bebra'nın Cephe Tiyatrosu, sizin için söyleyecek, sizin için oynayacak,
sizin en son ve kesin zaferi kazanmanıza yardım edecek.
Herzog: Sizin ve adamlarımızın bu görüşündeki isabete hiç
423
diyecek yok doğrusu. Ancak, tiyatro yalnız başına bu işi başaramaz. Burada daha çok kendi
kendimizden medet ummak zorundayız, elden geldiği kadar herkes kendi başının çaresine
bakmak zorundadır. Ne dedin, Lankcs Çavuş?
Lankes: Evet, Üsteğmenim. Elden geldiği kadar herkes kendi başının çaresine bakmak
zorundadır.
Herzog: İşittiniz ya, Yüzbaşım. Ancak, şimdi sizden özür dilemek islerim; Dora Dört ile
Dora Beş'i dolaşmam gerekiyor. Ama siz rahat rahat beton yapıyı gözden geçirebilirsiniz.
Göreceksiniz ne yapı, ne yapı! Lankes Çavuş size açıklayacaktır her şeyi...
Lankes: Her şeyi açıklayacağım Üsteğmenim.
(Herzog'la Bebra askerce birbirlerini selamlar. Herzog sağdan uzaklaşır. O ana kadar
Bebra'nm gerisinde bekleyen Raguna, Oskar, Felix ve Kitty fırlayıp ortaya çıkarlar.
Oskar'ın elinde trampet, Raguna'mn elinde bir azık sepeti vardır. Felix ile Kitty korunağın
beton çalısına tırmanır, orada akrobasi numaralarına başlarlar. Oskar ile Roswitha
korunağın yanıbaşmdaki kumların içinde küçük kovalar ve küçük küreklerle oynar,
birbirlerine abayı yakmış gibi davranıp arada bir sevinç çığlıkları atar, bazen da Felix ile
Killy'ye takılırlar.)
Bcbra: (Korunağı dört bir yandan gözden geçirdikten sonra kayıtsız) Söyler misiniz,
Lankes Çavuş, asıl mesleğiniz nedir Sizin?
Lankes: Boyacılık, Yüzbaşım. Ama çok gerilerde kaldı.
Bebra: Yani düz boyacılık mı?
Lankes: Aynı zamanda düz boyacılık, Yüzbaşım. Ama daha çok artistik boyacılık.
Bebra: Bakındı hele, bakındı hele! Büyük Rembrandl'a özeniyorsunuz demek, ama belki de
Velazquez'e?
Lankes: Eh, ikisinin arası bir şey.
Bebra: Ama canını, madem öyle; ne gereği var burada beton karmanın, beton dökmenin,
beton koruganlara bekçilik etmenin. Sizin yeriniz propaganda bölüğüdür. Bizim topluluğun
tam sizin gibi asker ressamlara ihtiyacı var.
424
Lankes: Bu bana göre bir iş değil, Yüzbaşım. Bugünkü anlayışa göre benim resimlerim biraz
fazla çarpık. Acaba Yüzbaşımın bana ikram edecek bir sigaraları var mı? (Bebra bir sigara
uzatır)
Bebra: Çarpıkla modern mi demek istiyorsunuz?
Lankes: Modern ne demek? Beton çağı başlamadan çarpık moderndi bir süre.
Bebra: Ya?
Lankes: Evet.
Bcbra: Kalın boyayla mı çalışıyorsunuz? Spatula kullanıyorsunuz belki de?
Lankes: Eh, o da var. Başparmağımla girişiyorum işe, tamamen otomatik olarak, aralara
çiviler ve düğmeler yapıştırıyorum, 1933'ten önce bir ara zincifre kırmızısı üzerine dikenli
tel çekmiş, basında olumlu yankılar uyandırmıştım. Şimdi bu eserlerim İsviçre'de sabun
tüccarlığı yapan bir özel koleksiyoncunun evinin duvarlarını süslüyor.
Bebra: Ah şu savaş yok mu, kahrolası savaş! Bugün de hurda beton döküyor, dehanızı
tahkimat işlerinde harcıyorsunuz. Orası öyle, bu işi bir zaman Leonardo ve Mikelanj da
yaptılar; ellerinde bir Madonna siparişi bulunmadığı zaman, savaş araçları, kılıç makineleri
ve müstahkem mevki inşa etliler.
Lankes: Gördünüz mü işle. Ncrdc olsa aksayan bir laraf çıkıyor. Gerçek bir sanatçı ne
olduğunu açığa vurmak zorundadır. Yüzbaşım, korunağın girişindeki süslemeleri görmek
isterler mi acaba? Ben yaptım hepsini.
Bebra: (Süslemeleri adamakıllı gözden geçirdikten sonra) Hayret doğrusu! Bu ne biçim
zenginliği, bu ne anlatım gücü böyle!'
Lankes: Strükıûrcl formasyonlar diyebilirsiniz bunlara. Bebra: Peki yarattığınız bu eserin,
bu kabartma ya da tablonun bir adı yok mu?
Lankes: Söylemiştim: Formasyonlar. Çarpık formasyonlar da diyebilirsiniz. Yeni bir üslûp.
Şimdiye kadar henüz deneyen çıkmadı.
425
Bebra: Olsun. Mademki bu eserin yaratıcısı sizsiniz, ona başka isimlerle karıştırılmayacak
bir isim vermeniz gerekirdi...
Lankcs: isim! İsimden ne çıkar? Sanat sergilerinin kalologları içindir isimler.
Bebra: Bir şeyden çekinir gibisiniz, Lankes Çavuş. Yüzbaşı değil de, sanatsever biri gibi
görün beni. Sigara? (Lankcs elini uzatıp sigarayı alır) Evet, bekliyorum?
Lankes: Eh, mademki siz öyle buyuruyorsunuz; bu eseri yaparken Lankes'in kafasından
şunlar geçti: Burada işler bir son bulursa, nihayet günün birinde son bulacak nasıl olsa,
öyle ya da böyle, o zaman koruganlar kalacak, çünkü başka her şey yıkılıp gitse elc yine
kalır koruganlar. O zaman da gelir zamanı. Yüzyıllar gelir demek isliyoum. (Son aldığı
sigarayı cebine sokar) Acaba Yüzbaşımın bana ikram edecek bir sigaraları daha var mı?
Sağolun, Yüzbaşım, çok sağolun. Ve yüzyıllar gelir, bir hiç gibi geçip gider koruganlar
üzerinden. Ama nasıl piramitler kalmışsa, koruganlar da kalır öylece. Ve derken güzel
günlerden bir gün, bir eski eserler araştırıcısı çıkıp gelir ve koruganları görüp şöyle
düşünür: Bu bir zamanların Birinci ve Yedinci Dünya Savaşları arasındaki çağ amma da
sanallan yoksunmuş; sağır, gri bir beton, arada bir koruganların girişlerinde Hcimal
Üslubuyla amatörce, kaba süslemeler ve birden araştırıcı Dora Dön, Dora Beş, Dora Altı
ve Dora Yedi ile karşılaşıp benim strüktürel çarpık formasyonlarımı görerek şöyle söyler
kendi kendine: Bak sen! İlginç doğrusu! Büyülü, tehdilkâr, ama insanın içine işleyen manevî
bir havası var âdeta. Bunu kuşkusuz bir dâhi, belki de yirminci yüzyılın tek dâhisi bütün
zamanlar için geçerli olarak yapıp kolardı. Acaba bir adı da var mı eserin? Sanatçıyı ele
veren bir imza falan? Yüzbaşım başlarını biraz yana eğerek dikkatle bakacak olurlarsa,
çarpık formasyonlar arasında göreceklerdir ki...
Bebra: Gözlüğüm? Siz de yardım eder misiniz, Lankes Çavuş.
Lankes: İşle orada yazıyor, Y'üzbaşım. Herbert Lankcs, yıl 1944, isim: Mistik, barbarca
can sıkıntısı.
426
Bebra: Bununla yüzyılımızı nitelendirmiş olabilirsiniz. Lankcs: Bakın, gördünüz mü?
Bebra: Belki beş yüz ya da bin yıl sonra onarım çalışmaları yapılırken beton içinde birkaç
kemik parçası da bulacaklar. Lankes: Bu benim verdiğim ismi daha da pekiştirir. Bebra:
(Pek heyecanlanmış) Zaman dediğin nedir, biz neyiz, aziz dostum, eğer eserlerimiz... Ama
bakın: Felix ile Kitty, benim akrobatlar, beton üzerinde jimnastik gösterilerinde
bulunuyor.
Kitly: (Bir kâğıt parçası uzunca bir süreden beri Roswiiha ile Oskar, Felix ile Kitty
arasında elden ele dolaştırılmakta, üzerine bir şeyler yazılmakladır. Kitly hafif Saksonya
şivesiyle) Görüyor musunuz, sayın Bebra, beton üzerinde neler, neler yapılmaz! Ellerinin
üzerinde yürür.)
Felix: Beton üzerinde havada birkaç lakla alan olmamıştır şimdiye kadar. (Sırı üstü bir
lakla atar)
Kitty: Gerçeklen böyle bir sahnemiz olmalıydı. Felix: Yalnız biraz rüzgârlı yukarısı.
Kitly: O kadar sıcak değil ama. Sonra bütün sinemalar gibi pis kokmuyor. (Bir yumak gibi
tortop olur) Felix: Hem burada bir şiir yazdık. Kilty: Oskarnello ile Rosvvitha yazdı şiiri.
Felix: Ama kafiye luılurmada bizim de emeğimiz geçti. Kitty: Bir sözcük eksik yalnız, o da
oldu mu bitti sayılır. Felix: Sahildeki saplara ne dendiğini bilmek istiyor, Oskar. Kitly:
Onlar da şiire girecek de. Felix: Yoksa önemli bir yanı eksik kalır.
Kilty: Oh, söyler misiniz, asker kardeş, nedir bu sapların adı? Felix: Belki de söyleyemez,
düşman işitir sonra. Kitly: İnan olsun, başka kimseye anlatmayız. Felix: Hani sadece sanal
bize kapılarını açsın diye. Kitly: Ne çok çaba harcadı Oskarnello, değil mi ama! Felix: Bir
de güzel yazdı ki! Sütleri in yazısıyla. Kitty: Bu yazıyı da nerden öğrenmiş? Felix: Bilmediği
tek şey sapların adı.
427
Lankes: Yüzbaşım izin verirlerse?
Bebra: Savaş için çok önemli bir sır söz konusu değilse hay hay!
Felix: Oskarnello da bilmek istiyor mademki.
Kitty: Şiir de onsuz bilmiş olmayacak mademki.
Rosvvitha: Hepimiz de merak ettiğimize göre.
Bebra: Pekâlâ, emrediyorum, buyrun söyleyin!
Lankes: Bunları tanklarla çıkartma araçlarına karşı yaptık. Görünüşlerinden dolayı da
Rommel Kuşkonmazı diyoruz.
Felix: Rommel...
Kitty: ...Kuşkonmazı? Nasıl, uydu mu şiire, Oskarnello?
Oskar: Uydu, uydu. (Sözcüğü kâğıdın üzerine yazar, şiiri koruganın çatısında dikilen
Kitty'ye uzatır. Kitty vücuduna iyice yumak biçimi verir ve bir öğrenci gibi okur şiiri)
KİTTY: Atlantik Duvarında
Baştan tırnağa silahlı, dişler kamufle,
Betonlanmış yerler, Rommel kuşkonmazı,
Şimdiden yola düşmüşüz pantolonlar ülkesine,
Her pazar kabuğu soyulmuş, tuzlu suda pişirilmiş patatesler,
Ve cumaları balık, tavada yumurta ayrıca,
Yaklaşıyoruz rahatlıklar ülkesine.
Uykularımız tel örgüler içinde henüz, Sahra tuvaletlerine mayınlar döşüyoruz, Sonra da
düşlerini görüyoruz, kameriyelerin, Bovling arkadaşlarının, kumruların ayrıca, Buz
dolaplarının o canım fıskiyelerin, Yaklaşıyoruz rahatlıklar ülkesine.
Öbür dünyayı boylasa da bazılarımız, Yürekleri sızlasa da bazı annelerin, Paraşüt ipeğiyle
çıkıp gelse de ölüm, Giysisinde pliscli süsler eksik değildir,
428
Ve tüyler tavus kuşundan balıkçıl kuşundan, Yaklaşıyoruz rahatlıklar ülkesine
Lankes: Denizin cezir zamanı.
Roswiiha: Kahvaltı vakti geldi öyleyse. (Elindeki fiyonglar ve yapma kumaş çiçeklerle süslü
azık sepeti bir yay çizer havada)
Kitty: Aman ne güzel, açıkla piknik yapacağız.
Felix: Doğa İslahımızı kamçılıyor.
Roswiiha: Oh, yemek yemenin kutsal eylemi! Kahvaltı sürdüğü sürece ulusların elini kolunu
bağlarsın.
Bebra: Korugan üzerinde yapalım kahvaltımızı. Pekâlâ bir masa işini görür belon.
(I.ankes'den başka hepsi korugamn üzerine tırmanır. Roswiiha yere çiçek motifleriyle
bezenmiş iç açıcı bir örtü yayar. Âdela dipsiz bir kuyuyu andıran sepetin içinden püsküllü
ve kenarları saçaklı küçük minderler çıkarır. Hafif yeşil beneklerle süslenmiş bir güneş
şemsiyesi açılıp, hoparlörlü minik bir gramafon uygun bir yere yerleştirilir. Tabakçıklar,
kaşıkçıklar, bıçakçıklar, yumurtalıklar ve peçetelerdağıtılır.)
Felix: Giğer ezmesinden biraz verirseniz memnun olurum.
Kitty: Stalingrad'dan kurtarabildiğimiz havyarlardan kaldı mı biraz daha?
Oskar: Danimarka tereyağını ekmek üzerine bu kadar kalın sürmesen iyi olur, Roswiiha.
Bebra: Roswilha'nin endamını düşünmen doğrusu yerinde bir davranış, evlâı.
Roswiiha: Ne yapayını, tadına doyamıyorum bir türlü. Hem bana iyi geliyor. Hey be!
Kopenhag'daki havacıların önümüze çıkardıkları o kremalı pastayı düşünüyorum da.
Bebra: Termostaki Hollanda kakaosu iyi sıcak kalmış.
Kitty: Şu Amerikalıların teneke kutular içindeki keklerine de bayılıyorum doğrusu.
Roswitha: Ama ancak Güney Afrika'nın lngwer reçelinden üzerine sürüldü mü nefis oluyor.
Oskar: Roswiiha, öyle kıtlıktan çıkmış gibi yeme ne olur!
42ı>
Roswitha: Peki sen ne diye o iğrenç İngiliz Corned bifteğinden parmak kalınlığında dilimler
kesip kesip atıştırıyorsun?
Bebra: Ya sen, Lankes Çavuş? Erik reçeli sürülmüş üzümlü ekmekten incecik bir dilim
istemez misin?
Lankes: Şu anda görevli olmasaydım, Yüzbaşım.
Roswitha: Sen de emredersin, o zaman yer.
Kitty: Evet, emret.
Bebra: Madem öyle, emrediyorum, Lankes Çavuş: Fransız erik reçeli sürülmüş bir dilim
üzümlü ekmek, bir adet rafadan Danimarka yumurtası ve Rus havyan yiyecek ve bir
bardakçık Hollanda kakaosu içeceksiniz.
Lankes: Başüslüne, Yüzbaşım.
Bebra: Lankes Çavuş için fazla minderiniz yok mu?
Oskar: Benim minderi alsın, ben trampet üzerine otururum.
Roswitha: Ama üşülmeyesin sakın, canikom. Zira netameli yerdir beton, sen de beton
üzerinde oturmaya alışık değilsin.
Kitty: İslerse benim minderi vereyim. Ben biraz jimnastik yaparım bu arada, ballı
ekmekler de daha iyi kayıp gider boğazımdan.
Felix: Ama örtü üzerinde yap da jimnastiğini, betonu balla lekeleme. Sonra askeri
malzemeye zarar verme suçu işlemiş olursun. (Hepsi kikirder.)
Bebra: Oh, ne hoş şu deniz havası.
Roswilha: Öyle.
Bebra: İnsanın gönlü açılıyor.
Roswitha: Öyle.
Bebra: Kalbi kabuğundan sıyrılıyor.
Roswilha: Öyle.
Bebra: Ruh kozasını delip çıkıyor dışarı.
Roswitha: Kendisini deniz seyredince, ne kadar da güzelleşiyor insan.
Bebra: Bakışlar özgürlüğe kavuşuyor, kanatlanıyor âdeta.
Roswilha: Kanatlanıp uçuyor...
Bebra: Uçup gidiyor deniz üzerinden, sonsuz deniz üzerin
430
den... Peki ama, Lankes Çavuş, kıyıda beş adel siyah cisim görüyorum.
Kilty: Ben de. Beşi de şemsiydi.
Felix: Yo, allı.
Kitty: Hayır, beş. Bir, iki, üç, dört, beş.
Lankes: Lisieux'nin rahibeleri bunlar. Yönettikleri çocuk yuvasındaki çocuklarla
Lisieux'den alınıp, bizim bu yakına yerleştirildiler.
Kitly: Ama Kitty çocuk falan görmüyor hiç. Yalnız beş şemsiye.
Lankes: Çocuklar köydedir, onları Bavent'de bırakırlar hep; bazen cezirde buraya gelerek,
Rommel Kuşkonmazlarına takılıp kalan midye ve istridyeleri, yengeç ve İstakozları
toplarlar.
Kitly: Zavallılar!
Roswilha: Acaba kendilerine biraz bifleklc birkaç kek ikram etsek mi?
Oskar: Bana sorarsanız, erik reçeli sürülmüş üzümlü ekmek verelim daha iyi; çünkü bugün
cuma, el yemez rahibeler.
Kitty: Bakın, koşmaya başladılar şimdi. Şemsiyelerini de yelken gibi kullanıyorlar.
Lankes: Yeleri kadar, midye ve İstakoz topladılar mı hep böyle oyun oynamaya başlarlar
sonradan. En başla Rahibe Adayı Agneta; pek gencecik bir şey, dünyadan haberi yok
henüz. Acaba Yüzbaşının bana ikram edecek bir sigaraları daha var mı? Sağolun, çok
sağolun, Yüzbaşım. Şu orada geriden gelen, ötekilerin peşinden gitmeyen şişman da
Başrahibe Scholastika'dır. Rahibelerin deniz kıyısında oynamalarını islemez, belki
rahibelik yasalarına aykırıdır da ondan.
(Şemsiydi rahibeler arka planda koşuşur. Roswilha gramofonu çalıştırır. "Petersburg Kızak
Yolculuğu" adında bir şarkı duyulmaya başlar. Rahibeler şarkının havasına uyarak dansedip
sevinç çığlıkları atarlar.)
Agneta: Yehuuu. Başrahibe Scholastika!
Scholaslika: Agneta! Agneta!
431
Agneta: Yehuuu. Başrahibe Scholastika!
Scholaslika: Geriye dönün, yavrucuğum Agnela!
Agneta: Dönebilsem. Çekip götürüyor beni.
Scholastika: Dönebilmek için Tanrı'ya dua edin.
Agnela: Acılı bir dönüş için.
Scholaslika: İnayet dolu bir dönüş için.
Agneta: Sevinç dolu bir dönüş için.
Scholastika: Dua edin. Rahibe Agnela!
Agneta: Hep dua ediyorum zaten. Ama çekip götürüyor, bırakmıyor bir türlü.
Scholaslika: (Sesini biraz alçaltır) Agnela! Agneta!
Agnela: Yehuuuuu, Başrahibe Scholaslika!
(Rahibeler görünmez olur. Arada bir arka planda belirip kaybolur şemsiyeleri. Müzik susar.
Koruganın kapısının bitişiğindeki sahra telefonunun zili çalar. Lankes Çavuş koruganın
üstünden sıçrayıp iner aşağı, telefonun kulaklığını eline alır, ötekiler yemeklerini yemeye
devam ederler.)
Roswitha: Burada, bu sonsuz doğa ortasında bile telefon ha?
Hcrzog: (Elinde kulaklık, telefonun kordonunu kendisiyle sürükleyerek yavaş yavaş sağdan
yaklaşır, ikide bir durup konuşur.) Uyuyor musun, Lankes Çavuş! Dora Yedinin önünde
birtakım şüpheli cisimler kımıldıyor. Apaçık görülüyor hepsi.
Lankes: Rahibe bunlar. Üsteğmenim.
Herzog: Rahibeler de ne geziyormuş burada. Hem ya değiller
se:
Lankes: Ama öyle, Üsteğmenim. Apaçık görülüyor.
Herzog: Galiba kamuflaj diye bir şey hiç işitmedin sen? Beşinci kol diye bir şey duymadın
hiç? Yüzyıllardır uyguladıkları laktiktir İngilizlerin; ellerinde İncil gelirler, sonra birden
güm güm.
Lankes: Bunlar İstakoz topluyor, Üsteğmenim.
Herzog: Hemen sahildeki cisimler temizlenecek, anlaşıldı mı?
Lankes: Başüslüne, Üsteğmenim. Ama bunlar İstakoz topluyor yalnız.
432
Herzog: Durma, hemen geç makinelinin başına, Lankes Çavuş!
Lankes: Ama ya İstakoz topluyorlarsa? Cezirden yararlanıyor, yönettikleri çocuk yuvası
için...
Herzog: Emrediyorum, Lankes Çavuş!
Lankes: Başüstünc, Üsteğmenim. (Lankes Çavuş korunağa girip kaybolur. Herzog, elinde
telefonun kulaklığı, sağdan uzaklaşır.)
Oskar: Rosvvilha'cığım, iki kulağını da kapar mısın lütfen, şimdi aleş edilecek de;
filmlerde, dünya haberlerinde gösteriliyor ya, onun gibi tıpkı.
Kitty: Öf, ne fena. Bari daha sıkı bir düğüm yapayım kendimi.
Bebra: Hani ben de bir sefer işiteceğimize inanır gibi oluyorum.
Felix: Gramalonu yeniden çalıştıralım, ses biraz hafifler. (Gramafonu çalıştırır, Plallcr'lcr
"The Great Prelender"i söyler plakla ağır ağır, trajik bir hava içinde sürüklenip giden
müziğe uygun olarak makineli tüfek takırtıları duyulur. Rosvvilha kulaklarını tıkar. Felix
amuda kalkar. Arka planda beş rahibe şemsiyeleriylc havaya uçar. Plak susar, tekrarlanır,
sonra sessizlik. Felix, amuda kalkmayı bırakır. Kitty, vücudunun düğüm şeklini çözer.
Rosvvilha, üzerinde kahvaltı arlıkları bulunan örtüyü acele toplayıp, azık sepetine tıkar.
Oskar ile Bebra ona yardım eder. Sonra hepsi korugandan aşağı inerler. Lankes Çavuş,
koruganın kapısında görünür.)
Lankes: Yüzbaşımın bana ikram edecek bir sigaraları daha var mı acaba?
Bebra: (Adamları korkuyla Bebra'nın gerisinde yer alır) Lankes Çavuş, iazla sigara
içiyorlar.
Bebra'nın Adamları: Pek fazla sigara içiyorlar.
Lankes: Bu beton yapılardan, Yüzbaşım.
Bebra: Günün birinde beton kalmazsa?
Bebra'nın Adamları: Beton kalmazsa?
433
Lankes: Beton ölümsüzdür, Yüzbaşım. Yalnız bizler ve bizim sigaralarımız...
Bebra: Biliyorum, biliyorum, dumanla birlikte uçup gideriz.
Bebra'nın Adamları: (Ağır ağır uzaklaşırlar) Dumanla birlikte...
Bebra: Aradan bin yıl bile geçse beton kalır ve ziyaret edilir.
Bebra'nın Adamları: Aradan bin yıl bile geçse.
Bebra: Köpek kemikleri bulurlar beton koruganlarda.
Bebra'nın Adamları: Köpek kemikçikleri.
Bebra: Sonra o sizin çarpık formasyonlarınız.
Bebra'nın Adamları: MİSTİK, BARBARCA SİKİNTİ (Lankes Çavuş, ağzında sigara, yalnız
kalır.)
Oskar'ın kendisi, beton koruganın üzerinde kahvaltı yaparlarken az konuşmuş veya hemen
hiç konuşmamış olsa bile, Atlantik Duvarı'ndaki konuşmaları kayda geçirmeden duramadı,
çünkü müttefik çıkartmasından az önce sağda solda işitilen sözlerdi bunlar; ayrıca kitabın
bir diğer bölümünde savaş sonrasını, bizim bugünkü müreffeh ve dört başı mamur burjuva
yaşamını ele aldığımızda, beton ressamı Lankes Çavuş yine karşımıza çıkacak.
Sahildeki gezi yolunda zırhlı araba hâlâ bizi bekliyordu. Üsteğmen Herzog seker gibi uzun
adımlar alarak, kendilerini korumakla görevli bulunduğu Bebra'yla adamlarının yanına geldi.
Deminki küçük olay dolayısıyla Bebra'dan özür diledi. "Ne yaparsınız, yasak bölge yasak
bölgedir," dedi; bayanların arabaya binmesine yardımcı oldu, ayrıca şoföre bazı direktiller
verdi. Gerisin geri Bavenl'e doğru yol almaya başladık. Pek acele etmemiz gerekiyordu,
öğle yemeği yiyecek vaktimiz yoktu; çünkü köyün sonundaki kavak ağaçlarının arkasında
saklı yatan o şirin Norman Sarayı'nın şövalyeler salonunda bir temsil verecektik.
Sahnedeki aydınlatma durumunu gözden geçirmek için topu topu yarım saatlik bir zaman
bulabildik; sonra da Oskar trampetini konuşturdu ve perdeyi açtı. Gedikliler için
oynuyorduk. Sık sık kaba gülüşmeler duyuluyor, biz de işin inceliğine bakmıyor
434
duk. Ben, içinde hardallı birkaç Viyana sosisi barındıran bir oturağı sesimle tuz buz etlim.
Suratını boyamış Bebra da parça parça olan oturaktan ölürü gözyaşlarını akıllı, cam
kırıkları arasından sosisleri aşırarak hardala banıp gövdesine indirdi, bu da salonda
bulunan hâkî üniformalıları neşeye boğdu. Kitty ile Felix bir süredir Krach modası deri
giysiler ve Tirol şapkacıklarıyla sahneye çıkıyor, bu da onların akrobasi numaralarına ayrı
bir çeşni veriyordu. Roswitha vücudunu sımsıkı saran sim işlemeli bir giysi giyip, soluk yeşil
kollarına uçları devrik eldivenler geçiriyor, mini mini ayaklıklarım yaldız işlemeli
sandallarla süslüyordu; hafif mavimsi gözkapaklarını hep inik luluyor, o uyurgezer Akdeniz
sesi kendisindeki şeytanî güce tanıklık ediyordu. Oskar'ın kıyafet değiştirmesi
gerekmediğini söylemiş miydim bilmem? Üzerine "SMS Seydlitz" markası işlenmiş eski
bahriyeli kasketimi başıma geçiriyor, deniz mavisi mintanımı ve allın yaldız çapa
dügmcleriyle donanmış ceketimi giyiyordum; ayaklarımda dizlerime kadar gelen bir
pantolon, daha aşağıda dizlerime kadar çıkan uçları devrik çoraplar ve giyilmeklen enikonu
yıpranmış ayakkabılar görülüyor, bcyazkırmızı lake bir trampet önümde sarkıyordu; tıpkı
bu trampetin eşi olan beş trampeti oyuncu eşyalarımın bulunduğu bavulda depo etmiştim.
Akşamleyin subaylar ve Cabourg'taki bir istihbarat merkezinde çalışan kızlar için
tekrarladık gösteriyi. Roswitha biraz sinirliydi, gerçi lalso yapmadı hiç, ama numarasının
lam orta yerinde gözüne mavi çerçeveli bir güneş gözlüğü takıı, bir başka hava lullurdu,
geleceği okurken daha bir dolaysız davrandı, örneğin mahcupluğu dolayısıyla kibirli
davranan sarı soluk bir kızın yüzüne karşı, şefiyle arasında bir gönül macerası bulunduğunu
söyledi. Bu kehanet hani tatsız geldi bana, ama salonda bol bol kahkahaların atılmasına yol
açtı, çünkü galiba kızın şefi salondaydı ve hemen kızın yanında oturuyordu.
Gösteriden sonra sarayda karargâh kurmuş alayın kurmay subayları bir parti verdi; Bebra,
Killy ve Felix parti için kaldılar, Raguna ve Oskar ise göze çarpmadan salondan sıvışıp
yatmaya git
435
tiler, renkli bir günün sonunda hemen uykuya daldılar ve ancak sabahleyin saat beşle
çıkarma harekâtının başlaması üzerine uykularından uyandırıldılar.
Bu konuda fazla ne söyleyeyim sizlere bilmem? Bizim kesime, Orne ırmağının ağzının
yakınına Kanadalılar çıktı, Ravent boşaltıldı ister istemez; bavullarımızı hazırlamış
bekliyorduk. Alayın kurmay heyetiyle geri hatlarda bir yere gidecektik. Sarayın avlusunda
bacasından dumanlar tüten motorize bir seyyar mutfak bulunuyordu. Roswiiha, benden bir
kahve alıp gelmemi istedi; çünkü henüz kahvaltı etmemişti. Bense biraz sinirliydim o sıra,
geç kalırım da arabayı kaçırırım diye korktum, dolayısıyla Roswitha'nm ricasını yerine
getirmeye yanaşmadım ve biraz da kaba davrandım kendisine. O zaman Roswitha sıçradığı
gibi, elinde bir kupa, ayaklarında topuklu ayakkabılar, kahve almak için seyyar mutfağa
doğru seğirtti; o sıcak sabah kahvesine tam kavuşmuştu ki, yanı başında denizden atılan
bir mermi patladı.
Oh, Roswitha, bilmem ki kaç yaşmdaydın? Bildiğim bir şey varsa, 99 sanlimclrecikti boyun
ve sen konuşlun mu Akdeniz konuşurdu; tarçın kokar, küçük hindistancevizi kokardın ve
bütün insanların içini okurdun. Okuyamadığın bir şey varsa, o da senin küçük kalbindi;
yoksa benim yanımda kalır, o çok kızgın yakıcı kahveyi almaya gitmezdin.
Bebra, Lisieux'da bir yolunu bulup, Berlin'e gidebilmemiz için izin belgesi çıkarttı.
Kumandanlık binası önünde kendisini bekledik; yanımıza dönüp geldiğinde, Roswiiha'nm
öbür dünyayı boylamasından beri ilk kez konuşlu: "Biz cüceler ve palyaçolar, devler için
dökülmüş katı betonlar üzerinde dansetmeyeceklik. Keşke kimsenin bizi aramayacağı
tribünler önünde kalsaydık!"
Berlin'de Bebra'dan ayrıldım. "Rosvvithacığın olmadıktan sonra bütün o sığmaklarda ne
yapacaksın yani!" diyerek, örümcek ağı inceliğinde gülümsedi bana Bebra. Beni alnımdan
öptü, hizmet kâğıtlarıyla donanmış Kitty ile Felix'i, Danzig merkez istasyonuna kadar beni
geçirmeleri için yanıma verdi. Aksesuardan
436
artakalan beş trampeti armağan elli bana; böylece yanımda trampetler ve eskisi gibi
kitabım, 11 Haziran 1944'le oğlumun yaş günü arifesinde, doğup büyüdüğüm kente geldim.
Kent sapsağlam yerinde duruyor, Ortaçağsı bir hava içinde her sabah çeşitli yükseklikteki
kulelerden irili ufaklı canlarıyla çevreyi gürültüye boğuyordu.
437
İSA'YI İZLEMEK
Evet, dönüş! Saat yirmiyi dört geçe, cepheden izinli gelenlere ayrılmış tren, Danzig
Merkez lslasyonu'na girdi. Felix ile Kitty beni Max Halbc Meydanfna kadar geçirdi;
birbirimize veda ederken Kitly'nin gözlerinde yaşlar belirdi; sonra onlar Hochsliess'deki
karargâhlarına yollandı, ben Labcs Caddesi ni küçük adımlarla arşınlamaya koyuldum.
Akşamın dokuzu olmak üzereydi.
Evet, dönüş! Enikonu yaygın kötü bir âdet: Bugün ufak bir senedi tahlil ettiği için kalkıp
yabancı bir lejyonda asker olmaya giden ve birkaç yıl sonra biraz yaşlanmış olarak, yurda
dönüp başından geçenleri anlatan her genci modern bir Odysseus yapıp çıkıyor. Bu arada
dalgınlıkla yanlış bir trene binenler, örneğin Frankfurt'a gidecekken Oberhausen'da
soluğu alanlar görülüyor, yolda başlarından bir şeyler geçiyor böylelerinin, geçmemesi de
mümkün mü, yaşadıkları kente döner dönmez Circe,* Penelope** ve Tclcmachos*** gibi
adlan ağızlarından düşülmüyorlar. Oskar dönüşünde hiçbir şeyi değişmemiş buldu, bir kez
yalnız bu yüzden bir Odysseus olamazdı. Odysseus kişiliğinde Penelope diye kendisine
hitap elmesi gereken sevgili Maria'cığmın çev
* Yunan mitolojisinde geçen ve karşılaştığı bütün yumukları hayvan kılığına
sokan bir büyücü kadın: Odysseus'un arkadaşlarını da domuz kılığına sokar ve
Odysseus taralından büyüyü bozmak zorunda bırakılır. (.Ç.N.)
** Odysseus'un esi. (Ç.N.)
*** Odysseus ve Penelopc'nin oğlu. (Ç.N.)
438
resini çapkın erkekler sarmamışlı. Oskar'ın yola çıkmasından çok önceleri kesinlikle
Malzerath'la karar kılmıştı Maria ve hâlâ onunla beraber yaşıyordu. İnşallah aranızdaki
okumuşların, sağlığındaki uyurgezerliğinden ölürü erkeklerin başını döndüren zavallı
Roswitha'ya bir Circc gözüyle bakmak geçmez akıllarından. Eh, oğlum Kurl'a gelince,
babası için kılını bile kıpırdatmamıştı; dolayısıyla, babası Oskar'ı tanıyamadığı kabul edilse
bile, bir Telemachos olmaktan uzaktı düpedüz.
Kıyaslama yapılacaksa yurduna yuvasına dönen bir kimsenin böyle bir kıyaslamayı hoş
karşılaması gerektiğini anlamıyor değilim hani, izin verin, Tevrattaki Kaybolmuş Oğul
olarak göstereyim kendimi; çünkü kapıyı bana Matzerath açmış, muhtemel bir baba değil
de, gerçek bir baba gibi beni karşılamıştı. Hatta Oskar'ın dönmesine sevinmiş, sahici ve
suskun gözyaşları akıtmıştı; öyle ki, o günden sonra kendimi yalnız Oskar Bronski değil,
aynı zamanda Oskar Matzeralh olarak görmeye başlamıştım.
Maria daha serinkanlı, ama soğuk denemeyecek bir davranışla çıkmıştı karşıma. Masada
oturuyor, Ikıisai Müdürlüğü'ne verilecek yiyecek kuponlarını yapıştırıyordu ve sigara
sehpasının üzerine Kurt'un doğum günü hediyesi olarak henüz ambalajlarından
çıkarılmamış birkaç öteberi yığmıştı. O pratik yaradılışıyla ilk düşündüğü şey benim sağlık
ve aliyetim olmuş, beni soyup eskisi gibi yıkamış, yüzümün kızarmasını görmezden gelmiş,
pijamamı giydirip beni masanın başına oturtmuş, Matzerath da bu arada hazırladığı
haşlanıp kavrulmuş patatesi ve sahanda yumurtayı gelirip önüme koymuştu. Önüme
çıkarılan yemeği yiyip süt içmiş ve ben yer içerken sorgulama başlamıştı: "Nerdeydin a
canını Oskar'cığmı? Aramadığımız yer kalmadı. Polisler de dört dönüp seni aradılar, sonra
da bizi mahkemeye çağırdılar, seni öldürüp bir yere almadığımıza yemin ettirdiler. Neyse
artık, buradasın ya şimdi. Ama bizi de az üzmedin, daha da üzeceğinden başka; çünkü
geldiğini gidip polise haber vermemiz gerekiyor. Allah vere de içeri lıkmasalar seni. Eh,
haketmedin de değil. Sen bir şey söyleme hiç kimseye, evden kaç git, olur mu?"
439
Maria uzağı görmüştü, gerçeklen üzücü birtakım olaylar başgösterdi ilerde. Sağlık
Bakanlığından bir adam çıkagelip Malzeralh'la mahrem bir görüşme yaptı; ama Malzerath
bağırarak konuşuyor, dolayısıyla ne söylediği işitilebiliyordu: "Asla, asla olmaz! Ben böyle
bir şey yapmayacağıma dair ölüm döşeğinde rahmetli karıma söz verdim. Çocuğun babası
benim nihayet, sağlık polisi değil."
Böylece bir akıl ve ruh hastalıkları kliniğine yatırılmaktan yakayı kurtarmıştım. O günden
sonra her iki haftada bir eve resmî bir mektup geliyor, mektupla Matzerath ulak bir imza
atmaya davet ediliyordu; Malzerath imzayı atmaya yanaşmıyor, ancak yüzünü her
seferinde endişeyle buruşturuyordu.
Ama Oskar acele elli, kimi olayları atlayıp ilerde anlatılacaklara el uzattı; onun için
MalzeratlVın yüzündeki buruşukları yeniden düzlemesi gerekecek, çünkü eve döndüğüm
gece sevincinden yerinde duramıyordu Malzeralh; ilerisi için Maria'dan çok daha az tasa
ediyor, bana ondan daha az soru soruyor bana, benim sağ salim dönüşümle yetinip ötesini
aramıyor, yani gerçek bir baba gibi davranıyordu. Ben, beni görünce biraz şaşıran
Truczinski Nine'nin yanma çıkarılıp yalağa yatırılırken: "Ağabeyine yeniden kavuşması
Kuri'cuğumuzu kimbilir ne kadar sevindirecek!" dedi. "Hem yarın Kurt'çuğun üçüncü yaş
gününü kutluyoruz."
Oğlum Kurt için doğum günü masasında üç mumlu pastadan ayrı bir de Bayan Gretchcn'in
kendi elceğiziyie ördüğü bir kazak vardı, ama Kurt hiç umursamadı kazağı. Beri yandan
iğrenç san renkle lâstik bir top görülüyordu; lopun üzerine olurdu Kurt, al gibi üzerine
binip onu koşturdu ve nihayet bir mutlak bıçağım alıp lopa sapladı. Sonra da havayla
doldurulmuş bütün toplarda lorlu halinde dibe çöken o liksinç tatlı suyu emdi delinmiş
yerinden. Top o bir daha onmayacak yarayı yeni almıştı ki, Kurt yelkenli gemiyi ıskartaya
çıkarmaya, bir hurda durumuna getirmeye başladı. Ayrıca, henüz el sürülmemiş, ama
korkutucu bir biçimde el sürülmeye hazır, bir kırbaçla topaç duruyordu masa üzerinde.
440
Oğlunun yaş gününü daha çok öncesinden düşünen ve varisinin üçüncü doğum gününde hazır
bulunmak üzere zamanın en hırçın ve zorba olayları içinden Doğu'ya doğru acele yol alıp
gelen Oskar bir kenarda duruyor, oğlunun bu tahripkâr etkinliğini seyrediyor, o azimli
oğlana karşı gönlünde bir hayranlık duyuyordu; kendi vücut ölçülerini oğlununkileıie
karşılaştırıp biraz endişeyle kendi kendine itiraf elli: Sen burda yokken boyunu aştı oğlun
Kurt, nerdeyse on yedi yıl geride kalan doğum gününden beri korumayı başardığın 94
santimetrelik boyu oğlan, bal gibi iki, üç santimetre geride bıraktı; dolayısıyla, kendisini
trampetçi yapmanın ve bu vakitsiz büyümeye enerjik bir "Dur" demenin zamanı geldi artık.
O büyük kültür kaynağı kitabımla beraber tavan arasındaki çamaşır kurutma yerinde çatı
olukları arasına sakladığım artistik eşya bavulundan, yeni fabrikasından çıkmış gibi gıcır
gıcır bir teneke trampet alıp geldim ve büyükler böyle bir şeyi yapmadıklarına göre; zavallı
annemin verdiği sözü tutarak üçüncü doğum günümde bana tanıdığı şansı ben de oğluma
tanımak isledim.
Bir zamanlar dükkânda çalışacak kimse olarak beni gören Malzeralh'm, benim bu işe
yaramadığım anlaşıldıktan sonra, Kurl'a bakkaliyenin müstakbel sahibi gözüyle bakması
pekâlâ mümkündü: "Bunun önüne geçmek gerekiyordu" diyorsam, Oskar'ı perakende
ticaretin bir can düşmanı görmeyiniz lütfen. Bana ya da oğluma ilerisi için fabrikalar
vaadedilsc, sömürgeleri de içerisinde olmak üzere bir krallığın miras olarak kendisine
bırakılacağı söylense, yine de ben bundan başka türlü davranmazdım. Oskar. hiçbir şeyi
ikinci bir elden devralmak niyetinde değil; dolayısıyla, oğlunun da benzeri bir davranışta
bulunmasını sağlamak ve onu işle düşüncemin sakal tarafı da buradaydı sürekli bir üç
yaşındalığın teneke Irampelçisi yapmak istiyordum; genç ve umut dolu bir insanın bir
teneke trampeti devralması, bir bakkaliyeyi devralması kadar iğrenç değildi sanki.
Bugün böyle düşünüyor Oskar. Ama o zaman dilediği tek şey vardı: Trampelçi bir babanın
yanıbaşına traınpetçi bir oğul koy
441
mak, aklan ikili lokmak vuruşlarıyla büyüklere bakmak, doğurtucu bir irampclçi soyu
kurmak; çünkü eserimin kuşaktan kuşağa, tenekeden ve beyazkırmızı lake, aktarılıp
gitmesini istiyordum. Ne türlü bir yaşam ileride bizi bekliyordu. Yan yana, ama aynı
zamanda değişik odalarda, ikimiz bir arada ama o Labes, ben Luise Caddesinde, o kilerde,
ben tavan arasında. Kurt mutfakla, Oskar tuvaletle, sözün kısası baba ve oğul sağda solda
ve bazen bir arada trampetlerini konuşturabilir, uygun fırsat çıktı mı ben kendi
anneannemin, Kurt kendi anneannesinin, yani ikimiz de anneannemiz Anna Koljaiczek'in
eteklikleri altına kayabilir, orada yatıp kalkabilir, tokmakları kaldırıp indirerek hafif acı
tereyağının kokusunu soluyabilirdik. Anneanneme açılan kapı önünde çömer, oğlum Kurla
derdim ki: "Bak işle içeri, oğlum! Geldiğimiz yer orası. Hani uslu durursan, bir saalçik ya da
daha uzun bir süre aynı yere dönebilir içerde bizi bekleyen topluluğu ziyareı edebiliriz."
Kurt'a gelince, eteklikleri allından ileri uzanıp içerlere acele bir göz alar ve nazik bir
soruyla benden, yani babasından bir açıklama rica ederdi.
"O güzel bayan var ya", diye fısıldardı Oskar da "hani orada, orta yerde oturuyor, zarif
elleriyle oynuyor, hani insanı ağlamaklı yapacak kadar yumuşak oval bir yüzü var, işte
zavallı annemdir o, yani senin büyükannen; yediği bir yılanbalığı çorbasından, ama belki de
kalbinin aşırı narinliği yüzünden ölüp gitti."
"Sonra baba, sonra?" diye ısrarla sorardı Kuri. "Ya oradaki o bıyıklı adam?"
Ben de bunun üzerine esrarengiz bir hava içinde sesimi alçallıp cevap verirdim: "Ha, o mu?
O senin büyükeleden Joseph Koljaiczek. O çakıp sönen kundakçı gözlerine, o Polonyalı
romantizmine ve burun kökü üzerindeki o pratik Kaschubei'h kurnazlığa dikkat ediyor
musun. Ayak parmaklan arasındaki yüzgeçleri de gördün mü. Columbus'un denize indirildiği
1913 yılında tomruk sallarından birinin altını boyladı, uzun süre sularda yüzüp Amerika'ya
vardı ve orada milyoner oldu. Ama yine de suya giriyor
442
arada bir, yüzerek buraya geliyor ve zavallı annemi ana rahmine düşürdüğü yer olan
burada tekrar sulara dalıp kayboluyor."
"Peki, büyükannemin arkasında saklanan, ama şimdi onun yanıbaşına geçen ve büyükannemin
ellerini elleriyle okşayan o yakışıklı bay kim? Tıpkı seninkiler gibi mavi gözleri var, baba?"
Uslu ve efendi oğlumun bu sorusuna cevap verebilmek için hayırsız ve hain bir evlât olan
benim, bütün cesaretimi toplamam gerekecekti o zaman: "Sana bakan bu gözler,
Bronskiler'in harikulade mavi gözleridir, Kurt'çuğum. Senin gözlerin gri renkle gerçi, bu
bakımdan annene çekmişsin. Ama yine de zavallı annemin elini öpen Jan'dan kalır yerin yok.
Nihayet Jan'ın babası Vinzent de bütün acayipliğine karşın Kaschubei'h gerçek bir
Bronski'ydi. Günün birinde biz de döneceğiz oraya, hafif acı tereyağı kokusunu çevreye
saçan o kaynağa biz de yol alacağız. Sevin onun için."
Benim o zamanki düşüncelerime göre, ancak anneannemin içinde veya her zaman
başvurduğum lâtife yollu benzetişle büyükanne adındaki o tereyağı fıçısında aile gerçeklen
topluca bir arada yaşayabilir. Bütün diğer uğraşılar gibi İsa'yı izleme yükümlülüğünü de
islemeyerek taşıdığım ve Baba'ya, Oğul'a ve daha önemlisi Kutsal Ruh'a ulak bir sıçrayışla
erişebileceğim, hatla onları geçebileceğim bugün bile, bir yol bulup büyükannesinden içeri
girmesi her şeyden çok imkânsızlaşan ben, atalarım arasında alabildiğine güzel aile
sahnelerini gözlerimin önünde canlandırıyorum.
Ozclliklcyağmurlu günler şöyle düşündüğüm oluyor kendi kendime: Anneannem davetiyeler
çıkarıyor ve hepimiz büyükannemin içinde buluşuyoruz, Jan Bronski geliyor, Polonya
Postaııcsi'ni savunan göğsündeki mermi çukurlarına çiçekler, diyelim karanfiller
sokuşturmuş. Benim tavsiyeme uyularak kendisine de bir davetiye yollanan Maria mahcup
bir edayla anneme yaklaşıp, onun sevgisini kazanmaya çalışıyor, annemin tutmaya başladığı
ve kendisinin kusursuz bir biçimde tulmakla devam etliği hesap defterlerini uzatıyor ona,
annem ise Kaschubei'ca bir kahkaha
443
koyveriyor, sevgilim Maria'yı kendisine doğru çekip yanaklarından öpüyor ve göz kırparak:
"Oh be Maria'cığım!" diyor. "Kimin kimden şikâyete hakkı var ki. İkimiz de bir
Matzerath'la evlendik, ama ikimiz de bir Bronski'yi bağrımıza bastık."
Jan'ın hayat verdiği, annemin anneannem Koljaiczek içinde belli bir süre karnında taşıdığı
ve derken o tereyağı fıçıcığmda dünyaya gözlerini açan bir oğul olarak daha başka
düşünceleri kafamdan geçirmekten kendimi kesinlikle alıkoymam gerekiyor. Çünkü böyle
bir olay kesinlikle başka olayları ardından sürükleyip getirecektir. Belki o vakit, nihayet
kendisi de bu çember içinde bulunan üvey kardeşim Stephan Bronski'nin kafasında
Bronski'ce bir düşünce uyanır, ilkin benim Maria'ya göz koyar, sonra da ona daha çok
sokulmaya çalışır. Dolayısıyla, hayal gücüm, zararsız bir aile toplantısıyla sınırlıyor kendini.
Bir üçüncü ve bir dördüncü irampetçiden vazgeçiyorum; Oskar ve Kun'la yetiniyor,
toplantıda hazır bulunanlara, yabancı ülkelerde anneannemin yerini alan Eyfel Kulesi'yle
ilgili kimi şeyler anlatıyorum; bizleri davet eden Anna Koljaiczek de içinde olmak üzere
trampetlerimizin konukları eğlendirmesi ve konukların trampet vuruşlarındaki ritme
uyarak elleriyle dizlerinde tempo tutması sevindiriyor beni.
Anneannemin içinde dünyayı ve bu dünyadaki ilişkiler örgüsünü açıp yaymak, sınırlı bir
yüzey üzerinde çok katlı olmak ne kadar ayartıcı bir düşünceyse de, Oskar'm şimdi,
Matzerath gibi kendisi de muhtemel bir baba olduğu için, Kurt'çuğun üçüncü yaş gününe,
yani 1944 yılı 12 Haziran'ındaki olaylar üzerine eğilmesi gerekiyor.
Bir kez daha belirteyim ki, doğum günü armağanı olarak bir kazak, bir top, bir yelkenli
gemi, bir kırbaç ve bir topaca kavuşmuştu oğlan ve benden de bcyazkırmızı lake bir
teneke trampet alacaklı. Tam yelkenli gemiyi hurdaya çıkarmıştı ki, yanına yaklaştı Oskar;
tenekeden yeni armağanı arkasında saklıyor, kullanılmış trampet ise karnının önünde
sallanıyordu. Kurl'la karşı karşıya dikiliyorduk, aramızda bir adımcık bir uzaklık vardı; Os
444
kar parmak çocuk, Kurt boyu Oskar'dan iki santimetre daha büyük bir diğer parmak
çocuk. Yüzünde vahşi bir ifade vardı Kurt'un, ne de olsa yelkenliyi kırıp dökmekle
meşguldü; Pamir adındaki yelkenlinin son direğini de alaşağı etmişti ki, trampeti arkamdan
çekip alarak yukarı kaldırdım.
Yelkenlinin enkazını ansızın elinden yere düşürdü Kurt, trampete saldırdı, trampeti tuttu,
evirip çevirdi, yüzündeki gergin çizgiler biraz yatışır gibi oldu. Eh, trampet değneklerini
de kendisine uzatabilirdim şimdi. Ama ne yazık ki, bu ikili hareketimi yanlış anladı Kurt,
kendini tehlikede sanarak trampetin kenarıyla vurup değnekleri almak için eğildim, o
arkasına uzandı, yerden kaldırdığım değnekleri yeniden kendisine uzatmak isterken doğum
günü armağanıyla bana vurdu, topacına değil de bana, Oskar'a vurdu, topacına değil, oysa
topacı yivliydi, dönmek için yapılmıştı, ama Kurt kendi babasının vınlayıp dönmesini
istiyordu, kırbaçlamaya başladı beni, belki de kardeş olduğumuzu düşündü; Kabil Habil'i
kırbaçladı, derken Habil dönmeye başladı, ilkin yalpalayarak, ama zamanla hızlandı dönüşü
ve düzgünleşli, başlangıçla boğuk boğuk ve ters ters homurdandı, zamanla durulup
berraklaşlı sesi, topaçlar gibi bir şakıma tutturdu. Ve Kabil, giderek daha yukarlara çekip
götürdü sesimi, derken sesimde bir tebeşirleşme başgösterdi, sabah duası okuyan bir
tenorunki gibi çıkmaya başladı sesim, gümüşsü meleklerin Viyanah Çocuk Şarkıcıları'nın,
bir öğrenim ve eğitimden geçirilmiş iğdişlilerinki gibi çıkmaya başladı; Habil'in de yere
serilmeden böyle çıkmış olmalıydı sesi, ben de nihayet Kurlun kırbaç darbeleri altında yere
serildim.
Benim böyle yere yıkılmış ve perişan durumda vınlamaya devam ettiğimi görünce, birçok
kez odanın havasını kırbaçladı Kurt; sanki kırbaç sallamaya doymamıştı kolu. Derken
trampeti uzun boylu incelemeye koyuldu, bir yandan da kuşkuyla göz altında lultu beni.
Beyazkırmızı lake armağan trampeti oradaki sandalyenin bir köşesine çaldı ilkin, sonra
elinden döşeme tablaları üzerine bıraklı. Yelkenli geminin devcileyin gövdesini yerden
445
alarak trampete girişli. Trampeti çalmıyor, onu vurup kırmaya savaşıyordu. Ne kadar basit
olursa olsun, herhangi bir havayı trampetten çıkarmaya uğraşmıyordu elleri. Yüzünde
zorlanmış bir katılık, trampetin tenekesine tekdüze darbeler indiriyordu. Böylesine bir
trampelçiyi beklememişti trampet, oynar gibi havada savrulan pek hafif değneklerin
darbelerine katlanabilirdi, ama kaba bir yelkenli enkazından oluşan bir şahmerdanın
darbelerine hayır. Trampet eğilip büküldü, çevresini bırakıp kaçmak, darbelerden yakasını
kurtarmak istedi; beyazkırmızı lakeyi üzerinden alarak ve grimavi tenekeye aman
dileterek kendini görünmez duruma sokmak isledi. Ne var ki, babasının doğum günü
armağanına aman vermedi oğul ve baba yeniden araya girip, vücudunun birçok yerinde ağrı
ve sızılar hissetmesine aldırmayıp halı üzerinde sürünerek oğula yaklaşmak isleyince
yeniden kırbaç darbeleriyle karşılandı: Yorgun topaç, kırbacın tadını biliyordu, topaç gibi
dönmeyi ve vınlamayı bıraktı; beri yandan trampet de değnekleri oynar gibi havada
savuran, değnekleri ne kadar güçlü savunuşa savursun üzerine hoyrat indirmeyen ince
duygulu bir trampetçiye kavuşmaktan keşli umudunu.
Maria içeri girdiğinde, trampet çoktan hurdaya çıkarılmıştı. Beni kucağına aldı Maria;
şişmiş gözlerime, yırtılmış kulağıma öpücükler kondurup, dilini kırbaç izleri görülen
ellerimde gezdirdi, bu izlerden akan kanları yalayıp uzaklaştırdı.
Alı ne olur Maria, bu kendisine kölü davranılmış, boy atıp gelişmekte geri kalmış, acınacak
derecede anormal çocuğu sadece öpmeseydi de, onu dövülmüş bir baba görse, onun her
yara beresinde kendi sevgilisini görseydi! İlerdeki karanlık ve kasvetli aylarda onun için ne
büyük bir avuntu kaynağı, ona nasıl gizli ve gerçek bir koca olurdum!
İlkin felâket üvey kardeşim Slephan Bronski'nin başına çullandı. Hani Maria'yı doğrudan
ilgilendiren bir şey değildi bu. O sırada üvey kardeşim teğmenliğe lerfi etmişti ve çoktan
üvey babası Ehlers'in adını taşıyordu. Felâket, Buz Denizi'nde üvey kardeşimin başına
çullanmış, onun subay kariyerine bundan böyle
446
kesinlikle son vermişti. Stephan'm babası Jan, Polonya Poslanesi'ni savunduğu için Saspc
Mezarlığı'nda kurşuna dizilirken gömleğinin altında bir skat karlı taşımış, oğlu Teğmen
Ehlers'in üniformasını ise ikinci sınıf bir Demirhaç Nişanı, bir piyade rozeti ve bir elc
Dondurulmuş Et Nişanı* süslemişti.
Haziran sonunda Truczinski Ninc'ye hafif bir inme indi, çünkü posta idaresi kara bir
haber iletmişti kendisine: Oğlu Onbaşı Fritz Truczinski üç şey uğrunda şehit düşmüştü:
Führer, millet ve vatan. Bu da cephenin orta kesiminde olmuş, Fritz'in cüzdanından
Heidelberg'li, Brest'li, Paris'li, Bad Krcuznach'lı ve Selanikli çoğu gülen cana yakın
yosmaların resimleri çıkmıştı; ayrıca birinci ve ikinci sınıf Demirhaç Nişanları, bilmem
hangi yaralanmalara karşılık verilen nişanlar, göğüs göğüse bir savaşla kazanılan bronz bir
bilezik ve bir tanksavar lop mermisinin iki yarım parçası. Sonra da Kanauer adında bir
yüzbaşı, cephenin orta kesiminden doğruca Langfuhr'un Labes Caddesi'ne Friiz'in birkaç
mektubunu yollamıştı.
Matzeralh elinden gelen yardımı esirgemedi ve Truczinski Nine çok geçmeden iyileşmeye
başladı; ama bundan böyle eski sağlığına da kavuşamadı büsbütün. Pencerenin önündeki bir
sandalyede kıpırdamadan oturuyor, günde iki üç kez yanma çıkarak kendisine gerekli
öteberileri götüren bana ve Matzcrath'a. cephenin orta kesimi denen yerin nerede
bulunduğunu soruyordu. Uzak mıydı buraya cephenin orta kesimi? Bir pazar trenle kalkıp
gidebilir miydi?
Malzeratlı bütün iyi niyetine karşın bu konuda bilgi veremiyor, dolayısıyla giderek
hareketlenen orta cepheye ilişkin birkaç değişik bilgiyi, uzun öğle sonralarında trampetini
konuşturarak, sandalyesinde kmııldamaksızm oturan, ama boyuna başını sallayan
Truczinski Nine'ye sunmak, özel haberler ve cephe haberleriyle coğrafya konusunda
kendini yetiştirmiş bulunan ba
* Kuzey Kutbunda liyakat gösteren askerlere verilen madalyanın halk arasındaki ismi.
(Ç.N.)
447
na düşüyordu.
Çapkın Fritz'e pek bağlı olan Maria'ya gelince, sofulaşmışu birden. Bütün temmuz ayını,
aldığı dini eğitimin gereklerini yerine getirmekle geçirdi, pazarları HerzJesu Kilisesi'ne
giderek Rahip Hecbt'i ziyaret elti; tek başına kiliseye gitmekten hoşlanmasına karşın,
bazen yanına Matzerath'ı alıp götürüyordu.
Ama Protestan kilisesindeki tapınmalar Maria'ya yetmedi. Bir halta ortası perşembe mi,
yoksa cuma mıydı? daha normal kapanma saatini beklemeden dükkânı Matzcrath'a bırakıp
Katolik olan beni elimden tuttu; Neuer Mark'ta doğru yürümeye başladık, sonra Else
Sokağfna, oradan Meryem Ana Caddesi'ne saptık. Kasap Wohlgemulh'un önünden geçerek
Kleinhammer Parkı'na geldik. Oskar, galiba Langfuhr istasyonuna gidiyoruz, küçük bir
yolculuk yapacağız, belki de Bissau'a, Kaschubei'a gideceğiz diye düşünürken sola vurduk,
demiryolu alt geçidinin önünde batıl bir inanca uyarak durduk, önce bir marşandizin
geçmesini gözledik, sonra da yukardan pis pis suların damladığı alt geçitten geçtik, sonra
sinemadan tarafa yürüyerek sola saptık ve tren yolu boyunca sürdürdük yürümemizi. Ya
Maria beni Brunhof Caddesi'ndeki Dr. Hollatz'ın muayenehanesine götürüyor, ya da
mezhep değiştirecek, onun için benimle HerzJesu Kilisesi'ne gitmek isliyor diye geçirdim
içimden. Kilisenin ana kapısı, tren yolu seline bakıyordu. Selle açık kapı arasında durduk.
Bir ağustos gününün ikindi üzeri, havada bir uğultu. Arkamızda, raylar arasındaki çakıl
taşları üzerinde, ellerinde kürekler, başlarında beyaz başörtülerle Doğu'dan gelmiş
kadınlar çalışıyordu. Ayakla dikilip gölgeli ve serin kiliseden içeri baktık. Çok arkalarda
insanı usiaca kendine çeken bir göz; ebedî kandil. Arkamızdaki set üzerinde çalışan
Ukraynalı kadınlar kazma ve kürekleri ellerinden bıraktılar. Bir boru öttü, bir tren
yaklaştı, geldi sonunda, gelmişti, henüz gilmemişti, önümüzden geçip uzaklaşmamıştı
henüz, ama derken gilli. Bir boru öttü. Ukraynalı kadınlar yeniden kazma ve küreklere
sarıldı. Maria kararsızdı, ilkin hangi ayağını atacağını bilemez gibiydi, derken doğuştan ve
ayrıca vaftiz nedeniyle Tek
448
Mutlu Kılıcı Kilise'ye* daha yakın bana yükledi sorumluluğu; yıllardan sonra, o gazoz tozu
ve sevgi dolu iki haftadan sonra kendini yeniden Oskar'ın yol göstericiliğine bıraktı.
Bunun üzerine tren yolu setini, setteki gürültüleri, ağustos ayını ve ağustos ayının
uğultusunu dışarda bıraktık. Biraz mahzun, parmak uçlarımı gömleğimin allında saklı duran
trampet üzerinde hafif yollu gezdirdim, ama yüzümü kendi haline ve bir umursamazlığa
lerkcdcrek, zavallı annemle bu kilisede ziyaret elliğimiz âyinleri, akşam ibadetlerini ve
cumartesi günah çıkarmalarını anımsadım; annem, Jan Bronski'yle pek kızla düşüp
kalkmaya başladığı için ölmeden az önce sofulaşmış, her cumaricsi az buçuk günah çıkarır
olmuş, pazarları kutsamalarla güçlenmeye çalışmış, böylece bir sonraki perşembe
Dülgerler Sokağı'nda Jan'ın karşısına hafiflemiş ve güçlenmiş durumda çıkmak istemişti.
O zamanki rahip efendinin adı neydi acaba? Adı Wichnke idi rahip efendinin ve hâlâ
HerzJesu Kilisesinin rahipliğini üzerinde bulunduruyor, alçak perdeden ve anlaşılmaz bir
dille tatlı tatlı vaazlar veriyordu; Credo'yu** o kadar ince ve ağlamaklı bir sesle okuyordu
ki, soldaki Bakire Meryem'i, İsa Çocıık'u ve Valtizci Oğlanı barındıran yan mihrap
olmasaydı, ben bile o zamanlar bir inanç duygusuna kaptırabilirdim kendimi.
Ama yine de Mariayı dısardaki güneş ışığından alıp kilisenin ana kapısından içeri sokmamı,
sonra da kendisini çini döşeme üzerinden çekerek kilisenin orta yerine getirmemi sağlayan
bu yan mihrap olmuştu.
Oskar acele etmeksizin, meşe sırada Maria'nın yanı başında sessiz sakin oturuyor ve
giderek daha bir duygusuzlaşıyordu. Son kez buraya geleli yıllar geçmişti aradan, buna
rağmen sanki hep aynı kimseler yine günah çıkarma kitabının yapraklarını karıştırıyor,
Rahip Efendi Wiehnke'nin kulağının boşalmasını gözlüyorlardı. Biraz kenarda, kilisenin
ortasına yakın bir yerdeydik.
* Katolik Kilisesi. (CN.)
** (Latince : İnanıyorum) ; Kiliselerde okunan İman Kanunu'nun başlangıcı.
(Ç.N.)
449
Böylelikle Maria'yı bir seçim yapmakla rahat bırakmak ve bunu kolaylaştırmak istemiştim.
Bir kez Maria günah çıkarma sandalyesinin insanı sersemletecek kadar yakınında
bulunmuyordu; dolayısıyla sessiz sedasız, resmî denemeyecek bir tarzda mezhep
değiştirebilirdi. Sonra da günah çıkarmadan önceki durumu görebiliyordu oturduğu
yerden, dolayısıyla, olup bileni bizzat izleyerek bir karara varabilir, islerse günah çıkarma
hücresine girip Rahip Efendinin kulağına eğilerek, mezhep değiştirmenin ayrıntılarını
konuşabilirdi. Onun henüz acemi ellerde, kilisenin kokusu, tozu ve kabartma süsleri,
görkemli melekleri, kırılan ışıkları, ihlilac.li vücullarıyla ermişleri altında, tatlı ezalardan
yana zengin bir Katolikliğin önünde, altında ve arasında diz çöküp, terslen başlayarak haç
çıkardığını görmek üzdü beni. Oskar eliyle hafiflen Maria'ya dokundu, ona nasıl doğru haç
çıkarılacağını gösterdi, öğrenmeye hevesli Maria'ya alnının gerisinde nerede Babanın,
göğüs içinde nerede Oğul'un ve omuz eklemlerinin neresinde Kutsal Rııh'un bulunduğunu,
ayrıca amin demek için ellerin nasıl katlanması gerekliğini öğretti. Maria onun öğrettiği
gibi haç çıkardı, sonra amin pozisyonunda katladı ellerini ve aminden kalkarak dualara
koyuldu.
Oskar da ölmüş birkaç yakını için duaya çalıştı ilkin, ama Roswitha'si için Tanrı'ya yakarıp
onun ebedî huzur ve ilâhî bazlardan hissedar olmasını satın almaya çalışırken öylesine
dünyevi ayrıntılar zihnine üşüştü ki, ebedî huzur ve ilâhî hazlar, sonunda Paris'teki bir
olele gelip yerleşti. O zaman Prâlalion'da aradım kurtuluşu, çünkü bu duanın biraz daha
serbest bir havası vardır; ezelden ebede değişim, sursum çorda, diğnum el juslum yerinde
olanı ve doğrusu budur bu kadarıyla yelindim ve göz ucuyla Maria'yı izlemeye koyuldum.
Bir Katolik gibi tapınmak yakışıyordu Maria'ya; şirin ve resmedilmeye değer bir görünüşü
vardı. Tapınmak kirpiklerini uzatıyor, kaşlarının daha bir belirgin ortaya çıkmasını sağlıyor,
yanaklarını yakıp tutuşturuyor, alnını ağırlaştırıyor, boynunu esnek, burun kanatlarını
oynak ve devingen bir duruma sokuyor
450
ORHAN KEMAL . İL HALK KÜTÜPHANESİ
du. Maria'nın acılarla çiçcklencn yüzü, az kalsın ona yaklaşma denemelerinde bulunmaya
götürecekti beni. Ama lapınanları rahatsız etmemek gerekiyor; lapınanları ne başlan
çıkarmalı, ne de onlar tarafından baştan çıkarılmalıdır; islerse diğer kimseler taralından
seyredilmeye değer görünmek lapınanların hoşuna gitsin, tapınmaları üzerinde olumlu bir
etki yapsın, böyle bir yola başvuru lmaınal id ir.
Bir ara pürüzsüz cilalı kilise sırasından kaydım aşağı, ellerimi gömleğimin allında bir
kümbet yapan trampetimin üzerine koydum. Maria'clan kaçıp çini döşemeye geldi Oskar,
trampetiylc kilisenin sol kanadındaki Çarmıh Duraklarfnın* önünden geçti, Ermiş
Anlonius'un önünde bizim için dua el oyalanmadı; çünkü biz ne bir para çantası, ne de
evimizin analılarını kaybetmiştik; eski Pruzzcn'lcr tarafından öldürülen Prag'lı Adalbeıl'i
de solumuzda bıraktık ve durup dinlcnmeksizin bir çini panodan ötekisine sekerek —bir
satranç gibiydi çiniler sol yan mihrabın basamaklarını müjdeleyen halı önüne gelip durduk.
İnanınız ki, Yeni Gotik üslûbunda bir tuğla yapı olan HcrzJesu Kilisesinde, dolayısıyla sol
yan mihrapta herşey eski durumundaydı; o üryan pembe İsa Çocuk hâlâ Bakire Meryem'in
sol bacağında oturuyordu; hani Maria demiyorum ki, benim mezhep değiştiren Maria ile
karıştırılmasın. Bakire Meryem'in sağ dizine doğru hâlâ çikolata rengindeki kıllı postuyla
üzerinde doğru dürüst bir giysi bulunmayan Vallizci Çocuk yerleşmişti. Bakire Meryem
eskisi gibi sağ işaret parmağıyla İsa'yı gösteriyor, bir yandan ela Vaftizci Yahya'ya
bakıyordu.
Ama Oskar, yıllar süren bir gaybubetten sonra da Bakire Meryem'in kasılmasından çok, iki
oğlanın durumlarıyla ilgilendi. İsa'nın boyu üçüncü doğum gününde benim oğlum Kurlun boyu
kadardı, yani Oskar'dan iki santimetre daha uzundu. Eldeki
* Hazrcli isa'nın çarmıha «erikliği Golgolha'ya kadar göıürülürkcn geçtiği yol. Katillik
kiliselerinde on dön durağı canlandıran on dört lablo halinde tasvir edilir. (Ç.N.)
451

belgelere göre yaşı İsa'dan daha büyük olan Vaflizci Yahya benim boyumdaydı. Ne var ki,
her iki oğlanın yüzünde büyümüş de küçülmüş kimselere özgü zeki bir ifade bulunuyordu ve
bu ifade benim yüzümün de yabancısı değildi. Değişen bir şey yoklu ortada; çok yıllar
öncesi zavallı annemle HerzJesu Kilisesini ziyarel ettiğim zaman, gene tıpkı böyle pek
açıkgöz bakışları vardı her ikisinin.
Halının üzerinden yürüyüp basamakları çıktım, ama başlangıç duasına başvurmadan yaptım
bu işi. Tasvirlcrdeki her kıvrımı gözden geçirdim; iki çıplak oğlanın boyalı alçıdan
vücutlarını, parmaklarımın lümündeki duyguları bir araya loplasam kendisiyle boy
ölçüşenıeyeccği kadar keskin duygulu trampelçi tokmağımla usul usul izledim, tokmağı
dokundurmadığım hiçbir yer bırakmadım; bacaklar, karın, kollar. Vücuttaki yağ
bağlamaktan ileri gelen kırışıkları ve aradaki çukurları saydım; tıpkı Oskar'ın boyu boşu,
lıpkı benim gürbüz ellen vücudum, benim güçlü ve biraz yağlı dizlerim, benim kısa, ama
adaleli irampelçi kollarım. Hani yumurcak da lıpkı benim gibi tutuyordu kollarını. Meryem
Ananın bacağında oturuyor, sanki trampet çalacakmış, sanki Oskar değil de Isa imiş, sanki
benim trampetimi gözler dururmuş, sanki bu kez niyeti ciddiyıniş, Meryem Anaya, Vallizci
Yahya'ya ve bana irampciicn şöyle ahenkli hoş havalar çıkarıp sunacakmış gibi kollarını ve
yumruklarını havaya kaldırmıştı.
Yıllar önce ne yapmışsam onu yapımı yine. trampeti karnımdan çekip alarak İsa'yı bir
sınamadan geçirdim. Boyalı alçıyı düşünerek sakıngan davranıp Oskar'ın beyazkırınızı
trampetini İsa'nın pembe bacaklarına sürdüm, ama bunu hıncımı almak için yaptım, yani bir
mucize olacak diye sersemce bir umuda kaptırmadım kendimi. İslediğim, İsa'nın
güçsüzlüğünü elle tutulur biçimde görmekti daha çok. Her ne kadar İsa orada öyle
oturuyor ve yumruklarını havaya kalkık tutuyor, her ne kadar benim boyuma ve benim
sağlam vücut yapıma sahip bulunuyor, benim nice zahmetlere ve nice büyük yoksunluklara
katlanarak uyandır
452
mayı başardığım üç yaşındaki çocuk izlenimini alçıdan ve kolaycacık uyandırmak isliyorsa
da, trampet yalamıyordu, çalabilirmiş gibi yapıyordu yalnız, galiba şöyle düşünüyordu:
trampetim olsaydı çalardım. Ben de dedim ki, buyur işte trampet sana, ama yine de
çakmayacaksın. Her iki trampet değneğini, güle güle katılıyordum hani, sosis biçimindeki
parmaklarının arasına kıstırdım İsa'nın, on parmağı arasına kıstırdım, haydi çal bakalım
şimdi, pek sevgili lsa'cığım; boyalı alçı, teneke trampet çalıyor. Oskar döndü, üç basamağı
indi, halı üzerinde yürüyüp yine çini döşemeye geldi. Çalsana haydi İsa Çocuk! Oskar bir
hayli geriye çekildi heykellerden, heykellerle arasına bir uzaklık koydu ve gülmekten iki
büklüm oluyordu adeta, çünkü İsa Çocuk oracıkla öyle oturuyor, trampet çalamıyordu,
çalmak istemiyordu belki de, Can sıkıntısı içimi bir ağaç kabuğu gibi kemirmeye başlamıştı
ki, işinim birden: İsa Çocuk ıram pel çalıyordu.
Her şey susmuştu. İsa Çocuk değneklerden bir sağını indiriyordu trampete, bir solunu.
Sonra da iki değnekle birden çalmaya başladı, değnekleri çapraz çapraz tutuyordu elinde,
hani onları havada fena da savurmuyordu; bu işi gayet ciddi yapıyor, çeşitlemelerden
hoşlanıyor, basil ritimlerde öylesine bir ustalık gösteriyordu ki, ağır ve çapraşık ritimler
çıkarıyordu sanki trampetten, geçmiş yüzyıllardaki bir kiralık asker gibi de değildi çalışı,
çaldıklarında tamamen bir müzikalite vardı, halk havalarını da küçümsemiyordu; o zamanlar
ağızdan ağıza dolaşan "Her şey geçer" melodisini çaldı, tabiî onun ardından "Lili Marlcn"i;
derken yavaşça, ama galiba biraz ansızın o mavi Bronski gözlü ve bukleli başını döndürdü
bana, hayli kendini beğenmiş bir edayla gülümsedi ve Oskar'ın en beğendiği parçaları
potpuri halinde bir araya toplayarak çalmaya koyuldu; "Cam, cam, camcık" ile başladı
potpuri, oradan "Ders Programı"na geçti, İsa Çocuk da tıpkı benim gibi Raspulin'i
Goethe'ye karsı koz olarak kullanıyordu; benimle Slockturnı'a çıkıyor, benimle yerlerde
sürünerek tribün allına giriyor, dalgakıranda yılanbalığı yakalıyor, yanıma katılarak zavallı
annemin ayak ucuna doğru daralan tabutunun arka
453
sındaıı yürüyor ve hep bir yolunu bulup anneannem Koljaiezck'iıı dört etekliği allına
giriyordu ki, bu beni hepsinden çok şaşı ilan bir şey oldu.
Derken Oskar yaklaştı. Bir güç onu İsa Çocuka doğru çekmiş, ansızın Oskar halı üzerinde
yürümek, çini döşeme üzerinde dikilmemek istemişti. Mihrap önündeki merdivenin bir
basamağı onu alıp bir sonraki basamağa iletti. Böyle böyle yukarı çıktım. Onun aşağıya
indiğini görseydi m, hani daha memnun okudum. Sesimin son kalıntılarını kazıyıp bir araya
toplayarak: "İsa Çocuk!" dedim. "Bak, biz seninle böyle bir bahse tutuşmadık. Hemen geri
ver bana trampetimi. Senin haçın var, o yeter sana." Öyle ansızın kesmeyerek yavaş yavaş
çalmasını bitirdi İsa Çocuk, değnekleri aşırı bir dikkat gösterip trampetin teneke yüzüne
çapraz durumda bıraktı ve Oskar'ın düşüncesizlik ederek daha önce kendisine sunduğu
trampeti itiraz etmeden ona geri verdi.
Teşekkür falan etmeden on iblis çabukluğuyla basamaklardan inip yan mihraptaki Katolik
havadan kendimi dışarı almak isliyordum ki, ansızın bir ses, buyurucu olmasına karşın gönül
okşayarak omuzlarıma dokundu: "Beni seviyor musun Oskar?" Arkama dönmeden cevap
verdim: "Ne gezer!" Bunun üzerine İsa Çocuk sesini cıı ulak bir şekilde yükseltmeyerek
yineledi: "Beni seviyor musun Oskar?" Ters ters cevaplandırdım: "Ne yazık ki hiç, ama hiç
sevdiğim yok!" O zaman üçüncü bir kez, içimde bir boşluk duygusu uyandırarak beslendi
İsa Çocuk: "Oskar, beni seviyor musun? Yüzümü çevirip baktım: "Senden nelret ediyorum
yavrucuğum, senden ve senin bütün o çcvrcndekiierdeıı!"
Ne Uıhalsa benim bu aşağılayıcı sözlerim onda bir zaler coşkusunun uyanmasına yardımcı
oldu. İlkokul öğretmeni bir bayan gibi işaret parmağını havaya kaldırdı ve bana bir görev
yükledi: "Sen Oskar'sın, bir kayasın sen, bu kaya üzerinde kilisemi kuracağım. Düş
peşime!"
Bu durumda ne kadar hırslandığımı tasavvur edersiniz sanırım. Öfkemden tepem atmıştı.
Alçıdan ayak parmaklarının birini kopardım İsa Çocuk'un, ama İsa Çocuk artık kımıldamaz
olmuş
454
lu. "Bir daha söyle bakayım bunu!" dedi Oskar, tiz bir sesle. "Söyle de, senin o boyalarını
kazıyayım üzerinden!"
Bundan böyle bir şey söylemedi İsa Çocuk; her zamanki gibi yine o yaşlı adam geldi, bütün
kiliselerde ayaklarını sürüyerek dolaşan o yaşlı adam. Sol yan mihrabı selamladı geçerken,
beni hiç larkclmemişii, ayaklarını sürüyerek yoluna devam elli ve lam Prag'lı Adalbert'in
yanma varmıştı ki, ben yalpalayarak merdivenden indim, halıyı geçip çini döşemeye çıktım
ve arkama dönmeden satranç desenli çini döşeme üzerinden geçerek Maria'nın yanına
geldim; o anda Maria tıpkı benim öğrettiğim gibi usulüne uygun şekilde haç çıkarıyordu.
Maria'yı elinden tutarak kutsal su kurnasına götürdüm, kilisenin ana cemaat yerinde,
âdeta kapının hemen yanında bir kez daha ana mihraba doğru döndürüp ona haç
çıkarttırdım, ama kendim haç çıkarmadım onunla beraber; Maria diz çökmeye kalkınca, onu
çekip dışarının güneşli havasına daldım.
Akşam üzeriydi. Setteki tren yolunda çalışan Ukraynalı kadınlar gitmişti. Langluhr banliyö
istasyonunun az berisinde bir marşandiz treni manevra yapıyor, havada salkım saçak
tatarcıklar uçuşuyordu, yukarıdan doğru gelen çan sesleri manevra yapan marşandizin
gürültüsüne karışıyordu. Maria'nın yüzünde ağlamış bir ilade vardı, bana gelince haykırmak
isliyordum; İsa neyimeydi benim; ah şöyle bir bağırsaydım; İsa'nın haçından bana neydi!
Ama sesimin onun kilisesindeki pencerelere karşı güçsüz kaldığını da çok iyi biliyordum.
Kilisesini ilerde de Petrus* ya da Pelri veya Doğu Prusya diliyle Palrikeil adındaki adamı
üzerinde kursundu. "Aman Oskar, kilisenin camlarına sakın dokunmayasın!" diye
fısıldıyordu içimdeki şeytan. "Bak senin sesinin de canına okur sonra." Dolayısıyla,
gözlerimi kaldırıp sadece bir bakmakla yelindim, Yeni Gotik üslûbundaki bir pencerenin
enini boyunu ölçtüm, sonra kurlardım kendimi, onun peşine düşme
* İlk havarilerden olup Hazreli Isa (aralından Aranı dilinde kaya anlamına Kephas (Yuııansa
: Pelros) adı verilen, İsa'nın, kilisesini üzerine kurmak islediği kaya olarak gördüğü, İsa'nın
ölümünden sonra Hıristiyanların önderliğini ele alan ve asıl adı Simon olan bir balıkçı. (Ç.N.)
455
dim. Maria'nın yanı sıra tslasyon Caddesi'ndcn alt geçide doğru yürümeye koyuldum.
Yukardan sular damlayan alı geçidi geride bırakıp Kleinhammer Parkfna çıktık, sonra sağa
sapıp Maria Caddesi'ne vurduk, Kasap Wohlgcinuth'un önünden geçtik, soldaki Else
Caddesi'ne saptık, Striessbach'dan geçip Ncucr Markl'a geldik; burada pasif korunma için
yangın söndürmede kullanılmak üzere bir havuz yapıyorlardı. Uzun sürdü Labcs Caddesi,
ama sonunda eve vardık. Maria'dan ayrılıp doksan basamağı çıkarak tavan arasına geldi
Oskar. Çamaşır kurulma yerine yatak çarşafları asılmıştı ve çarşafların gerisinde pasif
korunmada kullanılmak üzere yığılmış kumlar görülüyor, kumların, kovaların gerisinde de
benim kitabım ve Cephe Tiyatrosu'ndan kalma teneke trampet stokum bulunuyordu. Ve bir
ayakkabı kutusunda ıskartaya çıkarılmış, ama hâlâ armut biçimini koruyan birkaç ampul
vardı. Bu ampullerden ilk önüne geleni aldı Oskar, sesiyle tuz buz elli, sonra ikincisini alıp
camdan loz haline gelirdi, daha sonra da üçüncüsünü iki parçaya böldü, büyücek parçanın
üzerine güzel güzel harflerle İSA yazdı sesiyle, sonra da hem camı, hem yazıyı
paramparça etli, aynı şeyi bir kez daha yineleyecek oldu, ama ampul kalmamıştı. Pasil
korunma kumlarının üzerine bitkin bırakımı kendimi: Oskar'ın sesine henüz bir şey
olmamıştı, sırası gelince İsa'nın yerini alacak biri vardı ortada. Ama benim ilk müritlerini
Toz Alıcılar olacaktı.
¦
456
TOZ ALICILAR
Çevreme mürit toplamak, önüme yenilmez güçlükler çıkarıyordu; bir kez bu yüzden İsa'nın
yerini almaya uygun biri değildi Oskar. Ne var ki, o zamanlar böyle bir işle
görevlendirildiğim birtakım dolambaçlı yollardan kulağıma geliyor, selefime inanmamama
karşın beni onun halefi yapıyordu. Ama "Her kim ki şüphe eder, inanır; her kim ki inanmaz,
en uzun süreli olur inancı" kuralına uygun olarak HerzJesu Kiliscsi'nde yalnız şahsına karşı
açığa vurulan küçük mucizeyi şüpheler allına bir türlü gömmeye yanaşmıyor, trampet
gösterisini bir kez daha tekrarlamaya razı etmek istiyordum.
Birçok kez Oskar. yanında Maria bulunmaksızın, söz konusu tuğla yapı kiliseye gitti.
Sandalyesine çivilenmiş oturan ve beni bir türlü yolumdan alıkoyamayan Truczinski
Ninc'nin elinden ikide bir kurtulup evden dışarı çıkıyordum; İsa'nın bana sunacağı ne
vardı? Ne diye yarı geceleri kilisenin sol kanadında geçiriyor, zangoçun kapıyı üzerime
kapamasına ses çıkarmıyordum? Ne diye Oskar sol yan mihrabın önünde kulakları cam gibi
seri, her yeri kaskatı olana kadar dikiliyordu? Çünkü nedamet dolu teslimiyetime ve
nedamet dolu külürlcrimc karşın ne trampetimin, ne İsa'nın sesini işitebiliyordum.
Miserere.* Gece yarıları HerzJesu Kilisesi'nin çini döşcmelerindeki kadar ömrümde hiç
daha öyle dişlerimin lakırdadığını
* (Lal. merhamet eyle): Katolik kiliselerimle tövbe, istiğfar ve delinle ilgili ilâhinin
başlangıcı. (Ç.N.)
457
duymadım. Hangi palyaçonun Oskar'ınkindcn daha mükemmel bir kaynana zırıltısı
olabilirdi? Bu takırtılara başvurarak, bol keseden mermi yakan makineli tüfeklerle dolu bir
cephe kesimine öykünüyordum bazen. Bazen da daktilo kızlarının ve daktilo makinelerinin
tümüyle bir sigorta acentasını alt ve üst çenem arasında bulunduruyordum. Sesim sağa
sola uzanıyor, sağda solda yankılanıyor, kendisine arkadaşlar topluyordu. Sütunlar bir
üşüme nöbetine tutuluyor, kilise kubbesinin tüyleri diken diken oluyordu. Arada bir
öksürüyordum; öksürüğüm tek ayakla çini döşemenin satranç deseni üzerinden sekerek
Çarmıhtı Yolu gerisin geri yürüyor, orta cemaat yerinden yukarılara tırmanıyor, koro
yerine yükseliyor, altmış kez öksürüyordu; ıcgannicle bulunmayıp, daha çok öksürük
egzersizi yapan bir Bach topluluğuydu sanki; tam Oskar'ın öksürüğünün org borularının
içine güç belâ sürünerek girdiğini ve pazar günkü koro müziğinde kendisini açığa vuracağını
ummaya başlıyordum ki, kilisenin giysi odasında bir öksürük sesi duyuluyor, çok geçmeden
minberden geliyor ses ve sesler öksürerek yüksek mihrabın gerisine, çarmıha gerili o
atletin arkasına kayıyor, orada sönüp gidiyor, öksürerek çarçabuk ruhunu teslim ediyordu.
Başarıldı diye öksürüyordu öksürüğüm; oysa başarılan bir şey yoktu; İsa Çocuk, kaskatı ve
yıtınuşamaz, trampet değneklerimi ellerinde tutuyor, trampetimi pembe alçı üzerinde
tutuyor, ama konuşturmuyor onu, benim yerini alacağımı doğrulanıyordu. İsa'nın yerini
alması konusunda kendisine verilen buyruğu yazılı olarak elinde bulundursa, hani pek
memnun kalacaktı Oskar.
O zamanlardan bende şu alışkanlık, daha doğrusu şu kötü alışkanlık kaldı: Kiliseleri, hatla
en ünlü katedralleri gezerken çini döşeme üzerine ayağımı atmaya göreyim, sağlık
durumum ne kadar mükemmel olursa olsun öksürmeye başlıyor, sürekli öksürüyor,
öksürüğüm kilisenin yapı üslûbu, yüksekliği ve genişliğine göre Gotik, Romantik ya da Barok
bir biçimde açılıp yayılıyor ve aradan yıllar geçmesine karşın benim bir zaman Ulm ya da
Speyer Katedrali'nde saldığım bir öksürüğü trampet üzerinde bu
458
gün yeniden seslendirmemi sağlıyor. Ağustos ayının ortalarında bir mezar kadar soğuk
Katolik bir havanın etkisine kendimi bıraktığım o günler, uzak ülkelerde turistik kilise
gezileri ancak düzenli rical hareketlerinde bulunan üniformalı kimseler için söz konusuydu;
yanlarında taşıdıkları günlüklere belki de şu türlü notlar düşüyordu bu kimseler: "Bugün
Orviclo boşaltıldı. Harikulade bir kilise cephesi; savaştan sonra Monika ile buraya
gelinecek ve yakından görülecek."
Evde beni tutacak hiçbir şey olmadığı için, kilisenin kolaylıkla bir müdavimi kesilmiştim.
Evde. Maria vardı gerçi, ama Maria'nın da Matzeralh'ı vardı. Bundan başka oğlum Kurt
vardı evde. Ama yumurcak giderek daha çekilmez oluyor, gözlerimin içine kum atıyor; beni
tırmıklıyor, hem de bunu öylesine yapıyordu ki, tırnaklarının uçları kaba etimin içinde
kırılıp kopuyordu. Ayrıca oğlum bana bir çift yumruk göstermişti ve yumrukların öylesine
beyaz boğum yerleri vardı ki, sadece insanın üzerine inmeye hazır bu ikiz kardeşleri
görmek, burnumdan kan boşanmasına yetmişti.
Ne tuhafsa Malzeraih beceriksizce, ama can ve gönülden bana arka çıkıyor, şimdiye kadar
umursamadığı bu insanın kendisini tutup kucağına almasını nedense Oskar hoş karşılıyordu.
Malzeraih kucağına alıyor, bağrına bastırıyordu onu; halta bir defasında öpmüş, gözünden
yaşlar gelerek Maria'ya, ama daha çok kendi kendisine şöyle demişti: "Hayır hayır! Öz
evlâdına nasıl kıyar insan! İstediği kadar dedikleri gibi olsun, islerse bütün doktorlar öyle
söylesin. Onlar yazıp çizikıiriyorlar, tamam. Kendi çocukları yok anlaşılan."
Masada olurmuş, her akşamki gibi yiyecek kuponlarını gazele kâğıtlarına yapıştıran Maria,
gözlerini kaldırdı: "Sakin ol canım, Alfred! Hani öyle konuşuyorsun ki, sanki ben hiç
üzülmüyorum. Ama bugün böyle oluyormuş bu iş. Ne yapacağımızı, ne edeceğimizi ben de
bilemez oldum vallahi." Bunun üzerine, zavallı annemin ölümünden bu yana sesi çıkmayan
piyanoyu işaret parmağıyla gösterdi Malzeraih: "Agues olsa, böyle bir şeyi ne
459
kendisi yapar, ne de yapılmasına izin verirdi."
Maria piyanoya bir göz allı, kalkık omuzlarını lekrar indirirken: "Tabiî canım!" dedi.
"Annesiydi çocuğun, onun iyi olacağını umdu hep. Ama görüyorsun işle, ne iyileşti, ne de bir
şey; lıer tarafta ayağına dolaşıyor insanın; yaşaması yaşama değil; ölse ölmüyor da."
Acaba o gücü Matzerath'a. hâlâ piyano üzerinde asılı duran ve karanlık bakışlarıyla
karanlık bakışlı Hillcr'i süzen Beethoven'in resmi mi vermişti? "Hayır hayır!" diye bağırdı
Matzerath. "Dünyada yapamam!" Yumruğunu masanın üzerine, ıslak ve yapışkan gazete
kâğıtlarına indirdi. Akıl ve Ruh Hastalıkları Kliniğinden yolladıkları mektubu getirmesini
isledi Maria'dan, gelen mektubu okudu, dönüp dönüp okudu, sonra didik didik ederek
parçaları ekmek kuponlarının, yağ kuponlarının, yiyecek kuponlarının, gezi kuponlarının, ağır
işçi kuponlarının, en ağır işçi kuponlarının, hamile ve emzikli kadınlar için özel kuponların
arasına savurdu. Gerçi Matzerath sayesinde söz konusu doktorların eline düşmedi Oskar,
ama o gün bugün Maria'yla ne zaman karşilaşsa alabildiğine enfes bir dağ havası ve
harikulade bir klinikle bu klinikle aydınlık, modern iç açıcı bir ameliyat salonu canlandırıyor
gözlerinde; bu salonun deri kaplama kapısında beni ürkek, ama güven veren bir
gülümsemeyle Maria karşılıyor, sonra beni alıp birinci sınıl doktorların eline teslim ediyor
ve bu doktorlar da Maria gibi güven veren bir edayla gülümsüyor bana, ama beri yandan
sterilize beyaz önlüklerinin arkasında insana güven veren ve etkisini hemen gösteren
şırıngalar tutuyorlar.
Diyeceğim, bütün dünya terkelınişli beni; ben de birçok kez bu dünyayı terk edecek olmuş,
Sağlık Bakanlığı tarafından kaleme alınan bir yazıyı imzalamaya kalktıkça Malzeralh'm
parmaklarının üzerine düşen ve onları hareketsiz bırakan zavallı annemin gölgesi beni
bundan alıkoymuştu.
Ama Oskar nankörlük etmek istemiyor; bir trampeti vardı henüz. Sonra da sesi, cam
konusundaki bülüu başarılarımı bilen sizlere pek yeni bir şey sunamayacak, değişiklikten
hoşlananları
460
nızın canını sıkabilecek sesi vardı; ne var ki, benim için trampetten çok, Oskar'ın sesi, var
oluşumun hep taze kalacak bir kanılıydı; çünkü sesimle camları tuz buz ettiğim süre varını
demektim; ustaca yönetilen soluğum camın soluğunu kestiği süre, içimde henüz hayal var
demekti.
Oskar sesini çok konuşturuyordu o vakitler. Umutsuzluk içinde konuşturup duruyordu. Geç
saatler HerzJcsu Kilisesi'ndeıı her ayrılışımda kırıp döklüğüm bir şey oluyordu sesimle.
Evin yolunu tutmuş dönerken uzun uzadıya araıımayıp, doğru dürüst karartılmamış bir
lavan arasını gözüme kestiriyor ya da pasif korunma yönetmeliğine uygun olarak için için
yanıp duran mavi boyalı bir sokak fenerini kendime hedef alıyordum. Kiliseden her
dönüşümde eve gilmck için bir başka yol seçiyordum. Bir defasında Anton Müllcr
Caddesi'ni izleyip Maria Caddesine çıkıyor Oskar, bir başka sefer Uphagen Yolu'ndan
yukarı tırmanıyor, ConradiunVun çevresinden dolaşıyor, okulun cam kapısında şangırtılara
yol açıyor, sonra Reichskolonic üzerinden Max Halbe McydanTna geliyordu. Ağustos
sonlarına doğru bir gün kiliseye geç kalıp da kapıyı kapalı bulunca, her zamankinden uzun
bir dolambaçlı yol izleyerek eve dönmeye karar verdim; içimdeki büyük öfkeyi böylelikle
dışarı alacaktım. Önüme çıkan her üç fenerden birinin canına okuyarak, İstasyon Caddesini
tutup yürüdüm; sinemanın arkasından sağa, Adolf Hitler Caddesine saptım, solumda kalan
Piyade Kışlasfnın cephesindeki pencerelere ilişmedim, ama hıncımı karşıdan, Olivia
yönünden gelen nerdeyse boş bir tramvaydan aldım, bulanık bir ışığın dışarı sızdığı
karartılmış bütün sol pencerelerini camından soydum tramvayın.
Oskar, elde ettiği başarıya pek aldırmamıştı; tramvay gıcırtılı bir sesle fren yapıp durdu,
içindekiler indiler aşağı, söylenip homurdandılar, sonra yeniden bindiler tramvaya, bunun
üzerine Oskar âdeta yemek üstüne bir çerez olarak, nefis yiyeceklerin pek bulunmadığı
bir zamanda kendine nefis bir yiyecek aramaya koyuldu ve Langluhr banliyösünün sonuna
kadar geldi. BrendtMarangoz Atölyesi'nin yanında, barakalardan oluşan geniş hava
461
alanı kışlasının hemen önünde Baltic Çikolata Fabrikası'nı ay ışığında serilmiş yatar
görünce, potinli ayaklan olduğu yerde durdu, hemen.
Ama ötedenberi sürüp gelen başarılı tarzda, kendimi vakit geçirmeksizin çikolata
fabrikasına tanıtacak fazla bir hınç kalmamıştı içimde. Acele etmedim, ay tarafından daha
önce sayılmış camlan bir de ben saydım, sonuç aynı çıktı. Eh, arlık gösteriye
başlayabilirdim; ama ilkin, Hochslriess'dcn başlayarak, belki de İstasyon Caddesi'nin
kestane ağaçlan altında yürürken peşime takılmış oğlanların neyin nesi olduğunu anlamak
istedim. Allı, yedi kadarı Hohcnlricdberg tramvay durağının önünde ve içinde bulunuyor,
öbür beşi de Zappot Şosesi'ndeki ilk ağaçların arkasında dikiliyordu.
Tam çikolata fabrikasının hatırını sormayı bir başka tarihe ertelemek, oğlanlardan yakamı
kurtarmak, yani göze görünmeden dolambaçlı bir yol izleyip, Hava Alanı'nın bitişiğindeki
iren yolu köprüsünden, sonra da Laubenkolonie içinden geçip Klcinhammer Caddesi'ndcki
Aktien Bira Fabrikasfna çıkmak isliyordum ki.Oskar köprüden doğru ıslık sesleri işitti,
orada da oğlanlar vardı demek, ıslık çalarak anlaşıyorlardı aralarında. Artık şüphe
kalmamıştı, takip ediliyordum.
Bu gibi durumlarda, yani takipçilerin belli olup henüz takibin başlamasına kadar geçecek
kısa sürede, uzun uzadıya ve tadını çıkararak son kurtuluş yollarını kendi kendine sayıp
döküyor insan. Örneğin Oskar, anne ve baba diye avazı çıktığı kadar bağırabilirdi; olmazsa
trampetine başvurabilir, istediği kimseyi, diyelim ki polisi yanına çekip getirebilirdi. Benim
cüssemde bir kimsenin büyüklerin desteğini göreceği kuşkusuzdu, ne var ki hani zaman
zaman böyle davrandığı olur Oskar'in yoldan gelip geçen büyüklerin yardımını, bir polisin
devreye girmesini istemedim; bir merak ve kendime güven duygusuyla, içim içimi yiyerek
işi oluruna bıraktım; en salakça bir şey yaparak çikolata fabrikasını çeviren katranlı çitte
bir gedik aradım kendime, ama bulamadım. Derken oğlanların tramvay durağından ve
Jappot Şosesi'nin ağaç
462
lan altındaki gölgeliklerden ayrıldıklarını gördüm. Oskar çit boyunca ilerledi, ama köprü
tarafından da gelmeye başlamışlardı, oysa ben çitte hâlâ bir gedik ele geçiremiyordum.
Oğlanlar da çabuk gelmiyordu hani, salınarak ve tek tek yürüyorlardı, dolayısıyla Oskar
çitte gedik arama işini biraz daha sürdürebilirdi, böyle bir gedik bulmam için gereken
zamanı bana çok gördükleri yoktu. Ne var ki sonunda eksik bir latanın oluşturduğu bir
gedik görüp ıkına sıkına içinden geçince, çitin öbür başında meşin ceketli dört oğlanla
karşılaştım; elleri külot pantolonlarının ceplerini şişirmişti.
Baktım ki durumu değiştiremeyeceğim, çitteki gedikten geçerken pantolonumun yırtılan
yerini arayıp buldum; sağda, arkadaydı bu yer. Karışlayarak enini boyunu ölçtüm, deliğin
büyük olduğunu anlayınca içerledim, ama oralı dcğilnıişim gibi yaparak bekledim; bütün
oğlanlar tramvay durağından, şoseden ve köprüden geldiler, delik kendi cüsselerine göre
olmadığından çili tırmanıp benim tarafa geçtiler, ancak o zaman gözlerimi kaldırıp baktım.
Ağustosun son günlerinden birinde oluyor bu, ay zaman zaman bir bulutu alıp önüne
tutuyordu. Yirmiye yakın oğlan saydım. En ulakları on dört, en büyükleri on allı, nerdeyse
on yedisindeydi. 1944 yılı sıcak ve kuru bir yaz yapmıştı. Büyücek oğlanlardan dördünün
havacı yardımcılarının giydiği üniformalar vardı üzerlerinde. Anımsadığıma göre 1944
yılında bol kiraz olmuştu. Oğlanlar küçük gruplar halinde Oskar'm çevresini sardılar. Biraz
yüksek sesle birbirleriyle konuşuyor, benim anlamak için hiç çaba harcamadığım bir argoya
başvuruyorlardı. Beri yandan acayip isimlerle çağırıyorlardı birbirlerini. Bu isimlerden
birkaçı hâlâ aklımdadır. Örneğin, aşağı yukarı on beşinde, hafif peçeli ceylan gözlü bir
oğlanın adı Rilschase idi, bazen da Dreschhase diyorlardı kendisine. Onun yanındakinin ise
Baba Hindiydi adı. İçlerinde en ulacık tefecikleri olan, ama yaşça en küçükleri olmadığı su
götürmeyen, üst dudağı öne doğru fırlamış peltek konuşanlarına Kohlcnklau adını
takmışlardı. Bir havacı yardım
463
tısına Misler, bir diğerine ise pek yerinde olarak Çorbalık Tavuk diyorlardı. Ayrıca, tarihî
isimler taşıyanları da vardı aralarında. Bir oğlanın Aslanyürckli Rişar, yüzü süt rengindeki
bir diğer oğlanın ise Mavisakal idi adı; sonra benim hiç de yabancısı olmadığım Tolila ve
Tcja isimleri. Hatla yeleri kadar küstah bir davranışla kendilerine Belisar ve Narscs adlan
takılmış iki oğlan bulunuyordu. Üslü bir ördek havuzu şeklinde çukurlaşlırılmış gerçek bir
kadife şapkayla fazla uzun bir yağmurluk giyiniş Sıörbeker adındaki birini daha bir
dikkatle süzdüm; sadece on altı yaşında olmasına karşın çetenin clebaşısıydı.
Oskar'a aldırış etmez görünüyor, galiba bu yoldan beni ezmek, sindirmek isliyorlardı;
dolayısıyla biraz neşelenip, bir çocuk romantizmi olduğu kuşkusuz böyle bir olaydan yakamı
kurtaramadığım için de kendime biraz kızarak, bacaklarımda bir yorgunluk, trampetimin
üzerine çöktüm; tıpkı ayın on dördüymüş gibi bir gözle baktım trampetime, kafamdaki
düşüncelerden bir bölüğünü HcrzJe.su Kilisesi'ne yollamaya çalıştım.
Kimbilir belki bugün trampet çalardı Isa, belki ağzını da açıp bir şey söylerdi. Bense,
Baltic Çikolata Fabrikası'nm avlusunda oturuyor, bir hırsız jandarma oyunuyla
oyalanıyordum. Oysa İsa beni bekliyordu belki. Bakarsın kısa bir süre trampetini
konuşturacak, sonra ağzını yeniden açıp kendi yerini almamın anlamını bana açıklayacaktı.
Belki gitmediğim için şimdi düş kırıklığına uğramış, kuşkusuz azametle kaşlarını çalmıştı.
Bu oğlanlar hakkında ne düşünüyordu acaba? Kendisinin bir eşi olan, kendisine halel ve
vekil seçtiği Oskar, bu oğlan sürüsü karşısında nasıl davranmalıydı? İsa'nın: "Yavruları
bırakın, bana gelsinler!" sözü, Putte, Drcschhasc, Mavisakal, Kohlenklau ve Sıörbeker
lâkaplarını taşıyan bu yeni yelmeler için de kullanılabilir miydi?
Derken Sıörbeker, yanı başında sağ kolu Kohlenklau olduğu halde, yaklaştı Oskar'a. 'Kalk
ayağa!" dedi.
Oskar'm gözleri hâlâ ayın üzerinde dinleniyordu, düşünceleri hâlâ HerzJesu Kilisesi'nin
sol yan mihrabının önündeydi; yerimden kımıldamadım. Störbeker bir işaret çaktı bunun
üzerine,
464
Kohlenklau da ayağıyla vurduğu gibi, kıçımın allından trampeti uzaklaştırdı.
Doğrulup kalktım, daha fazla hırpalanmaktan korumak üzere trampeti alıp mintanımın
allına yerleştirdim.
"Çana yakın oğlan şu Sıörbeker", diye geçirdi içinden Oskar. "Gözleri biraz fazla çukurda,
fazla yakın birbirine ama, ağız kısmı zarif ve oynak."
"Nereden geliyorsun bakayım?"
Soruşturma başlıyordu demek. Böyle karşılanışım hoşuma gitmemişti, gözlerimi yeniden ay
yuvarlağına diktim, Ay'ı nasıl olsa herşeyi sineye çekerdi ay trampet olarak canlandırdım
hayalimde, sonra da benim başı boş büyüklük hezeyanına güliimsed i m.
"Bak sırıtıyor seninki, Sıörbeker."
Kohlenklau beni süzdü, şefine "tozunu almak" diye nitelediği bir işlemde bulunulmasını
önerdi. Arka planda dikilen ötekiler, çilli Aslanyürekli, Mister, Drcschhasc ve Pulle de toz
almaktan yana olduklarını açıkladılar.
Hâlâ aklım Ayda, "tozunu almak" sözünü heceledim. Ne de gönül okşayıcı bir söz. Ama
içerdiği anlam, hoş bir şey değildi sanırım.
Çete üyeleri arasında başgösleren homurtuları: "Burada ne zaman toz alınacağına ben
karar veririm!" diyerek susturdu Störbeker, sonra bana döndü: "Seni sık sık İstasyon
Caddesinde görüyoruz. Ne yapıyorsun orada bakayım? Ncrdcn geliyorsun şimdi, ha?"
Üst üste iki soru birden. Duruma hâkim olmak istiyorsa, Oskar'm en azından birini
cevaplandırmaya karar vermesi gerekiyordu. Yüzümü aydan çekip aldım, mavi ve keskin
bakışlı gözlerimi Störbekcr'c çevirerek serinkanlı: "Kiliseden", dedim.
Yağmurluğu içinden bir şeyler mırıldandı, Störbeker. Bu mırıldanma benim verdiğim cevabı
bülünlüyordu. Kohlenklau, kiliseden sözüyle HerzJesu Kilisesi'ni kastettiğimi sezmişti.
"İsmin ne bakayım?"
465
Bu soruyu bekliyordum. Karşılaşan iki kişinin birbirlerine sormadan duramadıkları bir
soruydu bu; konuşmalarda halın sayılır yer tutan bir soru. Uzun ya da kısa bir sürü tiyatro
oyunlarını, ayrıca operaları, örneğin Lohengrin operasını besleyip yaşatan, bu sorunun
yanıtıydı.
İki bulutun arasından Ay yeniden ortaya çıkıp ışığını yollasın, bu ışık gözlerimin mavisinde
üç kaşık çorba içebileceğim bir süre yansıyıp Störbeker üzerinde etkisini göstersin diye
bekledim ve sonra dedim ki, ismim İsa dedim, çünkü bu ismin yapacağı etkiyi
kıskanıyordum, çünkü Oskar desem mutlaka gülecek, bu ismin işini göreceklerdi, ismim
dedim: İsa. Bu itirafıyla ortalığı uzun bir sessizliğe boğdu Oskar; derken Kohlenklau
öksürür gibi yaparak: "Seninkinin tozunu almadan olmayacak, şcl." diye söylendi.
Tozunu almak taraflısı olan yalnız Kohlenklau değildi, Störbcker de parmaklarını
şaklatarak söz konusu işleme izin verdiğini belirtti. Bunun üzerine beni yakaladı
Kohlenklau, parmaklarının boğum yerlerini sağ kolumun pazusuna bastırdı; sonra bu
boğumları kuru, çabuk, sıcak ve sızlatıcı, oynatmaya başladı. Birden, bu kez dur anlamında
parmaklarını şaklattı Störbeker. Demek tozunu almak denen şey buydu.
"E, şimdi söyle bakayım, ismin ne?" Kadife şapkalı şef sıkılmışa benziyordu, sağ eliyle bir
boks harekeli yaptı; yağmurluğunun fazla uzun kolu geriye kayıp ay ışığında kol saati
göründü ve fısıltı halindeki sözleri sol yanıbaşimclan geçip gitli: "Düşünmen için bir dakika
zaman! Ondan sonra Störbeker'den kes umudu!"
Nihayet Oskar bir dakika daha cezalandırılma korkusu olmadan Ay'ı seyredebilir, Ay'ın
kraterlerinde kaçıp sığınacağı bir köşe arayabilir ve İsa'nın yerini almak konusundaki
kararından cayabilirdi. Kes umudunu sözü hoşuma gitmediğinden, ayrıca oğlanların saat
zamamyla beni sınırlamalarına ne olursa olsun müsaade etmek islemediğimden, yaklaşık
oluz beş saniye sonra: "İsa!" dedi Oskar.
Bunu etkileyici bir olay izledi, ama olay benim tarafımdan
466
sahneye konmadı hani. Ben İsa'nın halefi olduğumu açıkladıktan hemen sonra, Slörbekcr'in
parmaklarını şaklatmasına ve KohIcnklau'ın yeniden tozumu almasına fırsat kalmadan
alarm düdükleri çalmaya başladı.
Oskar: "İsa!" dedi ve aynı sözü tekrarlamak üzere yeniden bir soluk aldı, Havaalanfnın
sirenleri de peş peşe çalarak beni doğruladılar; Hochslricss Piyade Kışlasının sireni,
Langfuhr ormanının az berisindeki Horst Wessel Yüksek Okulunun çalısına yerleştirilmiş
siren, Slcrnfeld Büyük Satış Mağazası'nın sireni ve pek uzaktan, Hindenburg Ağaçlıklı
Yolıfndan doğru Yüksek Teknik Okulu'nun sireni. Banliyödeki büıün sirenler uzun soluklu ve
etkili sesleriyle baş melekler gibi, tarafımdan sunulan mesajı alıp gecede kabarıp ve
alçalmalara yol açarak, düşleri pır pır yaplırlıp yer yer kopartarak, uyuyanların
kulaklarından içerlere girinceye ve etki allına alınamayan aya, karartmadan özgür bir gök
cisminin müthiş önemini bağışlaymcaya kadar bir süre geçti aradan.
Oskar, alarmı tamamen kendinden yana görürken sirenler Slörbckeı'i kızdırmıştı. Çelc
mensuplarından bir kısmına alarm doğrudan doğruya hilap etmiş, onları gören1 başına
çağırmış, dolayısıyla selin adamlarından dört havacı yardımcısını çil üzerinden allayarak
bataryalarına, tramvay cleposuyla havaalanı arasındaki sekiz virgül sekiz mevzilerine
yollanmak zorunda bırakmıştı. Aralarında Be I i sar da olmak üzere selin adamlarından
üçünün Conradinum'da pasif korunma nöbetleri vardı, bu yüzden hemen yolu tutmaları
gerekiyordu. Geride yaklaşık on beş oğlan kalmıştı; bunları eli altında bulundurarak, gökle
bir şey görülmediğinden tekrar sorgulama işine koyuldu Störbeker: "Hlı, yanlış anlamadı
ksa İsa'sın demek. Peki bırakalım şimdi bunu. Başka bir soru: Şu fenerlerin ve pencere
camlarının işini nasıl beeeriyorsun bakayım? İnkâr edeyim deme, herşeyi biliyoruz."
Hani her şeyi bilmeye bilemezlerdi. Sesimle şu ya da bu başarıyı elde ederken beni
gözetlcmişlerdi en çok. Bugün az ve öz bir deyişle meşin ceketliler diye tanımlanabilecek o
yarı yelmelere biraz hoşgörüyle davranırsam iyi olur, dedi Oskar kendi kendine.
467
Onların hedefin üzerine öyle dolaysız ve acemice atılışlarını bağışlamaya çalıştım, yumuşak
bir tarafsızlık içinde çıktım karşılarına. Birkaç haftadır bütün kentle sözü edilen ünlü toz
alıcılar bunlardı demek. Polisin ve Hiller Gençliği Devriye Kollarından birçoğunun peşine
düştüğü bir gençler çetesi. Sonradan anlaşıldığına göre, Conraclinum'da, Petri Yüksek
Okulu ile Horst Wessel Yüksek Okulunda okuyan öğrencilerdi bunlar. Ama Naufahrwasser
semtinde bir çete daha vardı ki, elebaşılarını liseliler oluşturmasına karşın, üyelerinden
rahat üçle ikisi Schichau Doku'yla Vagon Fabrikasfnda çalışan çıraklardı. İki çete seyrek
durumlarda ortak çalışıyor ve bunu da Bischofsbcrg Gençler Yurdu'ndaki akşam
kurslarından dönen Hiller Gençliği Genç Kızlar Birliği yöneticilerini ele geçirmek üzere,
Schichau Sokağı'ndan başlayarak Steffen Parkını ve Hindenburg Ağaçlıklı Yolu'nu
taramak istedikleri zaman gerçekleştiriyorlardı. Çeteler arasında çıngar çıkmamasına
özen gösteriliyordu, her çeteye ilişkin çalışma bölgesinin sınırları inceden inceye
belirlenmişti. Störbekcr, Neulahrwasser'li çelenin reisine bir rakip değil de, bir dost
gözüyle bakıyordu. Toz Alıcılar her şeye karşı savaş açmışlardı, Hiller Gençliği
mensuplarının bürolarına baskınlar düzenliyor, sevgilileriyle parklarda sevişen cepheden
dönmüş izinli askerlerin nişan ve rütbelerine musallat oluyor, hava kuvvetinde çalışan
arkadaşlarının yardımıyla uçaksavar bataryalarından silâh, cephane ve benzin aşırıyor ve la
başından beri İktisat Müdürlüğü Binasfna büyük bir saldırının planlarını hazırlamaya
çalışıyorlardı.
Toz Alıcıların örgütü ve planları üzerinde hiçbir şey bilmeyen, ayrıca o zamanlar kendisini
pek öksüz ve acınacak durumda gören Oskar, bu yarı yeni yelmeler arasında bir güven
duygusuna kapılır gibi oldu. İçlen içe bu oğlanlarla birlik görmeye başladım kendimi, arada
pek fazla bir yaş farkı bulunduğu engelini ben yirmisini dolduracaktım yakında
umursamadım hiç ve kendi kendime çıkışlım: Ne diye oğlanlara hünerinin bir örneğini
göstermiyorsun? Oğlanlar hep merak eder, bilmek islerler. Sen de on beşinde, on altısında
olduğun zamanı unutma. Onların önüne bir
468
örnek çıkar, onlara bir gösteride bulun. Sana hayran kalacak, belki de bundan böyle sana
baş eğecekler. Senin o bir sürü görgü ve deneyimlerle bilenmiş etkileme gücünü açığa vur
haydi. Şimdiden sana yüklenmiş göreve uy, çevrene müritler topla ve İsa'nın yerini almaya
bak!
Benim düşünceli halimin birtakım nedenlere dayandığını Störbekcr sanırım sezmişti; bana
zaman bıraktı, ben de bundan dolayı şükran duydum kendisine. Ağustos ayının sonları.
Mehtaplı bir gece, hava hafif bulutlu. Alarm düdükleri. Sahilde iki üç, ışıldak. Herhalde bir
keşif uçağıdır. Paris'in boşaltıldığı günler. Karşımda Baltic Çikolata Fabrikası'nın çok
pencereli binası. Orta cephede savaşan ordu, geriye doğru uzun bir koşudan sonra
Weichsel Irnıağı'nda mola vermişti. Tabiî Baltic Çikolata Fabrikası perakende satışlar için
mal çıkarmıyor artık, sadece hava kuvvetleri için çikolata üretiyordu. Dolayısıyla, General
Patton'un askerlerinin, üzerlerindeki Amerikan üniformalarına Eyfcl Kulesi allında geçit
resmi yaptırdıkları düşüncesine de Oskar'm kendini alıştırması gerekiyordu. Bu ise benim
için üzücü bir şeydi; Oskar trampet değneklerinden birini havaya kaldırdı. Roswitha ile
Paris'de geçirdiğimiz bunca saatler! Slörbcker elimin hareketini farkelmiş, gözleriyle
trampet değneğini izlemiş ve sonra bakışlarını çikolata fabrikasına kaydırmıştı. Pasifik'de
pek parlak bir gündüz ışığında küçük adacıklardan biri Japonlardan temizlenmeye
uğraşılırkcn, burada çikolata fabrikasının büıün pencereleri ay ışığı içinde yüzüyordu.
Birden Oskar kendisini işitmek isleyenlere şöyle seslendi: "İsa simdi camları tuz buz
edecek!"
Daha ilk üç camın hesabını görmeye kalmadan, başımın üstünde, yükseklerde bir sinek
vızıltısı dikkatimi çekti. Bundan sonraki iki camı ay ışığından soyup alırken şöyle düşündüm:
Can çekişen bir sinek, onun için böyle tiz perdeden vızıldıyor. Sonra sesimle labrikanın üst
katındaki pencerelere kara boşluklar yerleştirdim. Narvik Kışlası'nın yakınındaki
bataryada yuvalanmış olabilecek ışıldakların yansımalarını fabrikanın orta ve alt kat
pencerelerinin birçoğundan uzaklaştırmadan önce, birden
469
çok ışıldağın sarılık hastalığına yakalandığına inandım âdeta. İlkin sahil bataryaları ateşe
başladı, sonra da ben orta katın hesabını gördüm. Hemen ardından Allscholtland, Pclonken
ve Schhellmühl bataryalarına ateş izni çıktı. Ben de zemin kattaki üç pencerenin canına
okudum. Derken havaalanından gece avcı uçakları havalandı, fabrikanın üzerini sıyırarak
geçtiler. Daha ben zemin katın işini bitirmeye kalmadan bataryalar ateşi kesti ve Olivia
üzerinde üç ışıldağın aynı zamanda ele geçirdiği dört motorlu bir uzun menzilli
bombardıman uçağının düşürülmesini avcı uçaklarına bıraktı.
Başlangıçla Oskar kendi gösterileriyle uçaksavar bataryalarının etkili çabalan aynı zamana
raslarsa, oğlanların dikkatini bölebilir, hatla dikkallcrini fabrikadan çekip gecenin sulıası
altındaki gökyüzüne yöneltebilir diye korkmuştu.
Bu yüzden, işimi bitirdikten sonra, bütün çete mensuplarının hâlâ çikolata fabrikasındaki
camlardan soyulmuş pencerelere bakıp durduğunu görünce, hayretim pek büyük oldu. Hatla
bombardıman uçağının hesabı görülüp, uçak yana yana, seyredenler için güzel bir manzara
oluşturarak Jcschkental Ormanına inmekten çok düşüp, yakındaki Hoh n fried be rg
Yolu'ndan doğru bravo diye bağırışmalar ve alkış sesleri gelince, aralarında Pulle de olmak
üzere çele mensuplarından ancak bir ya da ikisi camsız fabrikanın manzarasından
kendilerini kurtarabilmişti. Ama benim için asıl önemlisi, ne Slörbckcr, ne de Kohlcnklau'ın
uçağın düşürülmesini umursa ma maşıydı.
Derken yine eskisi gibi sadece ay ve yıldızlar kalmıştı gökle. Avcı uçakları alana inmişti.
Çok uzaktan kulağıma itfaiye arabalarının sesi gelir gibi oldu. Slörbeker bana döndü, o hep
küçümseyici bir edayla kıvrık duran ağzı ilişti gözüme, eliyle yine o boks hareketini yaplı
ve fazla uzun yağmurluk allında görünen kol saatini kolundan çıkarıp bir şey demeden bana
uzattı; güçlükle soluyor, bir şeyler söylemek istiyordu, ama uçakların gittiğini haber
vermekle meşgul sirenlerin susmasını bekledi, sonra adamlarının alkışları arasında şöyle
dedi: "Pekâlâ İsa! İstersen
470
aramıza katılabilir, bizimle çalışabilirsin. Toz alıcılar derler bize, tozunu almak deyiminin
ne demek olduğunu biliyorsan anlarsın!"
Oskar kol saatini eliyle leraziledi, rakamları parlayan ve gece yarısını yirmi üç dakika
geceyi gösteren pek ustaca yapılmış nesneyi Kohlenklau'a armağan etli. Soran bakışlarla
şefine baktı Kohlenklau. Störbckcr peki, al der gibi başını salladı. Oskar'a gelince, eve
dönüş için trampetine bir çeki düzen verdi: "İsa önden gidecek. Arkadan gelin hepiniz!"
471
İSA'NIN DOĞUŞU OYUNU
Mucizevî silahların ve kesin zaferin çok konuşulduğu zamanlardı. Ama biz loz alıcılar ne
berikinin, ne de ötekinin sözünü ediyor, yine de o mucizevî silahlara sahip bulunuyorduk.
Oskar, oluz kırk üyeli çetenin elcbaşlığmı üzerine aldığında, ilkin Slörbeker tarafından
Nculahrwasser'li çetenin elebaşısına takdim ettirdim kendimi. Ncufahrvvasser Kılavuz
Kaptanlık Dairesi'nde bir müdürün oğlu olan on yedi yaşındaki topal Moorkalıııc, sağ bacağı
sol bacağından iki santim kısa olduğu için çürüğe çıkarılmış, ne hava kuvveti yardımcılığına
ne de er olarak askere alınmıştı. Moorkahne topallığını kendinden emin bir edayla ve açık
seçik sergilemesine karşın çekingen bir çocuktu ve konuşurken yavaş çıkıyordu sesi.
Dudaklarında biraz kurnazca bir gülümsemeyi hiç eksik etmeyen bu delikanlı,
ConradinunVun son sınıfının en iyi öğrencisiydi ve ilerde Rus ordusunun bir itirazı
bulunmazsa, olgunluk sınavını örnek bir başarıyla vermemesi için hiçbir neden yoktu;
Moorkahnc'nin niyeti felsefe öğrenimi yapma ku.
Slörbeker bana karşı nasıl kayıtsız şartsız bir saygı duyuyorsa, Topal Moorkahne de beni
toz alıcıların şefi İsa olarak görüyordu. Oskar hemen daha işe başlarken, Slörbeker ile
Moorkahne'den deponun ve kasanın yerini açıklamalarını isledi, çünkü iki çetede
baskınlardan kaldırdıkları ganimetleri aynı mahzende saklıyordu. Langfuhr semtinde
Jcschkenlal Yolundaki sessiz ve kibar bir villada bulunuyordu mahzen; rutubetsiz ve geniş
bir yerdi.
472
Soyadları "von Pullkamcr" olan Pulle'nin anne ve babası, hafif meyilli bir çimenliğin yoldan
ayırdığı dört bir yanı sarmaşıklarla sarılmış bir malikânede oturuyordu; daha doğrusu Bay
von Pullkainer güzelim Fransa'da bir alaya kumanda ediyor, Şövalye Haç Nişanı'na sahip
olup PomeranyaPolonyaPrusya karışımı bir aileden geliyordu; Bayan von Puttkamer ise
hastalıklı bir kadındı ve daha aylar öncesi sözde şifaya kavuşmak umuduyla Yukarı
Bavyera'ya gitmişti. Villanın hâkimi, loz alıcıların Putlc'diyc çağırdıkları Wolfgang von
Pultkamer'di şimdi; çünkü mahzene çamaşır yıkanan mutfaktan geçtiğimiz için, yukarıdaki
odalarda eğleşen sağır ve yaşlı hizmetçiyle asla karşılaşmıyorduk.
Depoda yığın yığın konserve kutusu, sigara falan gibi tüttürecek şeyler ve paraşüt
yapmaya yarayan lop lop ipekli kumaşlar vardı. Rafların birinde askeri hizmetlerde
kullanılan iki düzine kadar saat asılıydı ve Slörbcker'in direktifi uyarınca Puttc bunları
sürekli işler durumda tutuyor, bilinin öbüründen geri kalmamasına ya da ileri gitmemesine
çalışıyordu.
Pulte'ye ayrıca iki makineliyi, bir tüfeği ve bir sürü tabancayı temiz tutma görevi
verilmişti. Ayrıca bir bazuka, makineli tüfek cephanesi ve yirmi beş el bombası gösterdiler
bana. Bütün bunlar ve ayrıca bir dizi benzin bidonu iktisat Müdürlüğü'nü ele geçirmek
üzere yapılacak saldırı için ayrılmıştı. Bu durumda İsa olarak verdiğim Oskar'm ilk emri şu
oldu: "Silâhlar ve benzin bidonlar! bahçeye gömülecek, ateşli silahların tetik yayı çıkarılıp
bana teslim edilecek. Bizim silahlarımız başkadır.''
Sağdan soldan kaldırılmış nişanlar ve madalyalarla dolu bir sigara kutusunu bana
göstermesi üzerine, gülümseyerek oğlanların bunları alıkoymalarına izin verdim. Ama
paraşütçü bıçaklarını aslında ellerinden almalıydım, çünkü sonradan kullandılar bu bıçaklan;
hani güzclcecik ele avuca gelen ve insanı kendilerini kullanmaya buyur eden şeylerdi.
Derken, kasayı çıkardılar önüme. Oskar kasadaki parayı arkadakilere saydırdı ilkin, bir de
kendisi saydı ve kasa mevcudunu iki bin dört yüz yirmi mark olarak kayda geçirtti. 1944
yılı eylül
473
başlarındaydı. Ve 1945 ağustos'unun ortalarmda General Konjew ile Schukow, Wcichscl
hattını zorlayarak delip geçince, mahzende saklanan kasamızı çaresiz feda ellik. Putlc'nin
ilirafı üzerine, Eyalet Başmahkemcsi'nin kürsüsünde tomarlar ve yığınlar halinde otuz altı
bin mark toplandı.
Mizacına uygun olarak, Oskar, çelenin faaliyetleri sırasında kendini arka planda tutmuştu.
Bütün gündüz çokluk tek başıma, olmazsa yanıma Slörbeker'i alarak sağda solda dolaşıyor
ve çelenin geceki çalışması için zahmete değer bir hedef araştırıyordum; böyle bir hedef
ele geçirdim mi, organizasyon işini Störbeker veya Moorkahne'ye bırakıyor ve kendim
Truczinski Ninc'nin yanından ayrılmaksızın —işte şimdi başla söylediğim o mucizevî silahın
ne olduğunu açığa vuruyorum her zamankinden uzun menzilli sesimi gecenin geç bir
saatinde yattığım odanın penceresinden dışarı yolluyordu m; böylelikle birçok parti
binasının zemin pencerelerini, yiyecek kuponlarının hazırlandığı bir basımcvinin avluya
bakan penceresini tuzla buz eltim. Bir defasında oğlanların kendisinden öç almayı
diledikleri bir lise öğretmeninin evinin mutlak penceresini istek üzerine, ama islemeye
istemeye kırıp döktüm.
Hkinı ayına çıkmıştık. V 1 ve V 2'lcr İngiltere'ye uçuyor, bana gelince sesimi, Langfuhr
üzerinden aşırıp Hindenburg Yolundaki ağaç dizisini izletiyor, Danzig Merkez lslasyonu'nu,
Allstadt'ı ve Rechtsladt'ı geçirerek Kasaplar Sokağı'na ve müzeye ulaştırıyor, oğlanların
buradan içeri girmesini sağlayarak kendilerine Niobe'yi, yani kalyon heykelini
arattırıyordum.
Ama Niobe'yi bulamadılar bir türlü. Yanıbaşımda Truczinski Nine, yerinden
kımıldamaksızın başını sallayarak sandalyesinde oturuyordu; birbirimize benzeyen bazı
ortak yanlarımız vardı; çünkü Oskar uzak menzilli ezgisini çağırırken o da uzak menzilli
düşünüyor, gökyüzünü gözleriyle tarayarak oğlu Herberl'i, cephenin orta kesimini
tarayarak oğlu Frilz'i arıyordu. Ayrıca 1944 başında evlenip Ren bölgesine taşman büyük
kızını da, uzaktaki Düsseldorf kentinde araması gerekiyordu. Şefgarson
474
Köslerin evi Düsseldorf'daydı çünkü, ama kendisi Kurland'a çalışıyordu. Ancak iki haftalık
izni sırasında Bay Kösler karısı Gustc'yle birlikte yaşayabilmiş, Guste de onu tanıyabilmek
için ancak bu kadarcık bir süre ele geçirebilmişli.
Sessiz, huzur dolu akşamlardı. Truczinski Nine'nin ayakları dibinde oturuyor Oskar,
trampetini belli bir hava gözetmeksizin birazcık konuşturuyor, sonra çini sobanın
üzerinden pişmiş bir elmayı alarak bu buruş buruş kocakarı ve çocuk yiycceğiyle karanlık
yalak odasına girip kayboluyor, karartma kâğıdını yukarı çekip pencereyi azıcık aralayarak
dışardaki ayazın ve gecenin içeri akın etmesine biraz izin veriyor ve bu arada o iyi
nişanlanmış uzak menzilli sesini dışarlara yolluyordu; ama o kımıl kımıl yıldızlardan hiçbirini
sesine hedef alınıyor, samanyoluna da hiç uğramıyor, doğru Winterfcld Meydanı'nı, ama
buradaki radyoevini değil de onun karşısındaki Hitler Gençliği Yönetim Bürolarının yan
yana sıralandığı binayı gözüne kestiriyordu.
Açık havada bir dakikayı bulmuyordu işimi görmem. Bu sırada sobada pişmiş elma,
pencerenin önünde durmaktan biraz soğuyordu. Elmayı ağzımda geveleyerek Truczinski
Ninc'ylc irampetimin yanma dönüyor ve çok geçmeden yatağa yalıyordum. Oskar uyurken,
toz alıcılarına İsa adına parti kasalarını, yiyecek kuponlarını ve bunlardan daha önemlisi
resmî mühürleri, doldurulmak üzere bekleyen basılı belgeleri ya da Hitler Gençliği Devriye
Kolu Üyelerinin isimleri yazılı bir listeyi yürüteceklerinden emin bulunuyordu.
Störbeker'le Moorkahnc nin tahrif edilmiş kimlik belgelerini kullanarak akla gelmedik
densizliklerde bulunmalarına göz yumuyordum. Çetenin baş düşmanı Hitler Gençliği
devriyeleriydi bir kez, dolayısıyla canlan istedikleri gibi rakiplerini avlasın, tozlarını
alsınlardı ve Kohlenklau'un deyimiyle uygulayıcısı da yine oydu bunun rakiplerinin kıçlarını
biraz parlatmalarına da ses çıkarmazdım doğrusu.
Sadece bir giriş olan ve benim asıl planlarımı hiç ele vermeyen bu türlü etkinliklerden
zaten uzak kalıyordum; bu yüzden,
475
] »44 eylül'üııde, biri o bölgeye korku salmış Helmut Neilberg olmak üzere yüksek rütbeli
iki devriye kolu kumandanını kıskıvrak bağlayıp, Moülau'da, Kuh Köprüsü'nün yukarı
kesiminde suda boğanların toz alıcılar olup olmadığını söyleyemeyeceğim.
Ama sonradan ileri sürdüklerine göre, toz alıcılar çetesiyle Ren kıyısında, Köln'de faaliyet
gösteren Polonya partizanlarının bizim eylemlerimizi etkileyip hatla yönettikleri savını,
hem Oskar, hem İsa olarak, yani çifte bir kimlikle çetenin başında bulunan benim geri
çevirmem ve masal diye nitelemem gerekiyor.
Ayrıca, Pulle'nin babasının Mareşal Rommel'c pek yakınlık duyup sonradan intihar etmesi
yüzünden, mahkemede yirmi temmuz suikaslçileriyle ilişkimiz bulunduğu da ileri
sürülmüştü. Babasını savaş sırasında belki dörl beş kez şöylece ve her dclasında başka bir
rütbeyle gören Putlc, aslında bizi hiç ilgilendirmeyecek intihar olayını ancak mahkemede
öğrenmiş, utanıp sıkılmadan öylesine içler acısı bir ağıl tutturmuştu ki, yanı başında duran
Kohlenklau'ın, yargıçların önünde Pulte'nin tozunu alması gerekmişti.
(elemiz faaliyet gösterirken yetişkinlerin bizimle ilişki kurması ancak bir kez olmuştu. Dok
işçileri benim tahmin elliğim gibi komünist eğilimliydi hepsi— bizim çeteye mensup
Schichau Doku'nda çalışan çırakları etkileri allında tutmaya ve böylece bizi bir Yeraltı
Kızıl Örgülü yapmaya çalışmışlardı. Hani söz konusu çıraklar da bu işe isteksiz
görünmemiş, ancak aramızdaki lise öğrencileri politik nitelikle herhangi bir amacı
benimsemeye yanaşmamışlardı. Şüpheci biri olan ve loz alıcılar çetesinin leorisyenliğini
yapan havacı yardımcısı Misler, bir toplantıda şöylece dile getirmişti görüşünü: "Bizim bir
partiyle alıp vereceğimiz yok asla, bizim savaşımız kendi anne ve babalarımıza ve bütün
diğer büyüklere karşıdır; ama bu büyükler şu ya da bu görüşteymiş, orası bizi
ilgilendirmez."
Mister, düşüncesini hayli sivri sözlerle açığa vurmasına karşın aramızdaki bütün lise
öğrencileri ona hak verdiler, böylelikle loz alıcılar çetesi ikiye bölündü. Schichau Doku'nda
çalışan çıraklar
476
hani beni çok üzen bir şeydi bu, çünkü oğlanlar elinden iş gelir kimselerdi— kendi başlarına
bir çele kurdular; ama, Slörbckcı'in ve Moorkahne'nin itirazına karşın, bir yandan da toz
alıcılar çetesinde çalışmaya devam elliler. Mahkemede çünkü onların kurduğu çetenin de
bizimkisiylc beraber hesabı görülınüştüDok bölgesindeki denizaltı ana gemisini
kundaklamakla suçlandılar. Gemide eğilim gören yüzü aşkın dcnizaltıcı ve deniz eri bu
yangında leci şekilde hayalını kaybetmişti. Yangın güverteden çıkmış, güverte allında
uyuyan mürettebatın koğuşlarından ayrılmalarına imkân bırakmamış, henüz on sekizine
basmamış deniz erleri fincan gibi açılmış gözlerle kendilerini limanın sularına alarak
canlarını kurtarmak istemişse de, geriden doğru bir anda etrafa saldıran yangın
tarafından oldukları yere çivilenip kalmışlar, avazları çıktığı kadar bağırıp durdukları için,
geminin motorlu sandallarından aleş edilerek hepsinin öldürülmesi gerekmişti.
Gemiyi biz kundaklaınaınışlık. Belki Schichau Doku'nda çalışan çıraklar yapmıştı bu işi, ama
belki de Weslerland Öıgütü'nden kimseler, yangını çıkarmıştı. Çetenin manevi reisi olan
bende büyükbabam Koljaiczck'dcn gelme bir kundakçılık eğilimi bulunabilecek olmasına
karşın, loz alıcıların kundakçılıkla ilişkisi yoklu.
Kicl'deki Deutsche Werke AG Dokundan Schichau Dokuna nakledilen ve çelenin ikiye
bölünmesinden az önce gel i p bizi ziyaret eden o montörü iyi anımsıyorum. Fuchswall'daki
bir yükleme ve boşaltma işçisinin iki oğlu lirich ile Horsl Pictzger, adamı «Iıp bize,
Puttkamcı ailesine ait villanın mahzenine getirmişlerdi. Adam dikkatle depomuzu gözden
geçirmiş, işe yarar silahların eksikliğine dikkatimizi çekmiş, nazlanarak ama yine de övücü
sözler söylemiş ve çete reisinin kim olduğunu sorup da Slörbcker hemen, Moorkahnc ise
duraksayarak beni gösterince öylesine uzun ve kendini beğenmiş bir kahkaha almışlı ki,
Oskar taralından tozu alınmak üzere loz alıcıların eline teslim edilmesine ramak kalmıştı.
Başparmağıyla omuzları üzerinden beni gösteren adam: "Bu
477
mu, bu cüce mi?" diye sormuştu Moorkahne'ye.
Biraz şaşırmış gülümseyen Moorkahne'nin ağzını açmasına vakit kalmadan, Slörbekcr,
korkutucu bir serinkanlılıkla cevabını yapışlirmışlı:"Bizim İsa o!"
Adı Waller olan montör bu sözcüğü işitmeye katlanamadığından, bizim kendi yerimizde
bize çıkışmak küstahlığında bulunmuştu: "Söylescnizc kuzum, politik bir amacınız var mı
sizin, yoksa kiliselerde âyin yardııncısısmız da, Noel'de İsa'nın doğuşu oyununu sergilemek
için prova mı yapıyorsunuz?"
Bunun üzerine Störbcker mahzenin kapısını açarak Kohlcnklau'a bir işaret çakmış,
ceketinden bir paraşütçü bıçağını şipşak sıyırıvcrmiş ve montörden çok çete mensuplarına:
"Biz kiliselerde âyin yardımcısıyız ve İsa'nın doğuşu oyununu sergilemek için prova
yapıyoruz" demişti.
Ama canını acıtacak bir şey yapılmamış monlöre, sadece gözleri bağlanarak villadan dışarı
çıkarılmıştı. Çok geçmeden de yalnız kalmıştık; çünkü Schichau Doku'nda çalışan çıraklar
bizden ayrılmış, monlörün önderliği allında örgütlenmişlerdi ki, denizaltı ana gemisini de
ateşe veren onlardı.
Slörbekcr, benim de uygun bulduğum gerekli cevabı vermişti monlöre. Bizim politikayla
ilgimiz yoktu ve Hitler Gençliği devriyeleri, gözleri korkutulduktan, bürolarından arlık pek
çıkamaz, çıksalar da merkez istasyonunda yoldan çıkmış yaşı küçük kızların kimlik
belgelerini kontrol etmekten başka iş yapamaz duruma getirildikten soma, çalışma
alanımızı kiliselerin içerisine kaydırmış ve radikal sol kanada mensup monlörün deyimiyle
İsa'nın doğuşu oyununu sergilemek için provalara başlamıştık.
İlkin elimizden kaptırdığımız, pek becerikli oğlanlar olan Schichau Doku'ndaki çırakların
yerine yeni elemanlar bulmamız gerekiyordu. Ekim sonunda Slörbekcr HerzJesu
Kilisesi'nde âyin yardımcılığı yapan Felix vc Paul Rennwand adındaki iki kişiyi, ani içirerek
çeteye aldı. Slörbcker, kızkardeşleri Luzie aracılığıyla bu iki kardeşe kancayı takmıştı.
Henüz on yedisinde bile olmayan kız, benim itirazıma karşın ani içme töreninde hazır bu
478
lundu. Rennwand kardeşler, çete mensuplarının o bir tahtası noksan akıllarıyla simge
gözüyle baktıkları trampetimin üzerine sol ellerini koymuş ve toz alıcılarının parolasını
tekrarlamışlardı; hani öyle saçma ve hokuspokuslu bir parolaydı ki, şu anda belleğimden
çıkıp gitmiş bulunuyor.
Ani içme töreninde Luzic'dcn gözünü ayırmamıştı Oskar. Luzie omuzlarını kaldırmıştı; sol
elinde hafilçc titreyen bir sucuklu ekmek tutuyor, alt dudağını oynatarak sucuklu ekmeği
ağzında geveliyordu; üçgen biçiminde donuk bir tilki yüzü vardı, aleş gibi yakan kavurucu
gözlerini Störbekcr'in sırlına dikmişti; toz alıcıların geleceği konusunda kaygı vc endişeler
belirdi içimde.
Mahzendeki odalarımızı bir başka biçimde düzenlemekle işe başladık. Gerekli dekor
parçalarının sağlanmasında âyin yardımcılarıyla birlikle uğraşıyor, çalışmaları Truczinski
Ninc'nin evinden yönetiyordum.
Sanki Kalharinen Kilisesi'ndcn, sonradan anlaşıldığına göre on akıncı yüzyıldan kalma orta
boy gerçek bir Yusuf heykcliyle birkaç şamdan, âyinlerde kullanılan birkaç kapla bir İsa
Bedeni Sancağı* kaldırdık. Trinitat Kilisesi ne geceleyin yaptığımız bir ziyaret bize sanat
bakımından ilginç denemeyecek tahta borazanlı bir melekle duvar süsü olarak
kullanabileceğimiz rengârenk ve motifli bir halı kazandırdı. Eski bir orijinalin kopyası olan
halı, tek boynuz adında efsanevî bir hayvanı vc hayvanın sahibi olan nazenin bir bayanı
canlandırıyordu. Gerçi Slörbekcr, biraz haklı olarak, kızın halı içine dokunmuş
gülümsemesinde, Luzic'nin tilki yüzündeki gülümseme gibi zalim bir oyunbazlığın ön planda
dikkate çarptığını açıkladı ama, yine de ben. benden sonra gelen bu çete elebaşısı inşallah
söz konusu havvan gibi kadının sultası altına girmeye kalkmaz, dedim kendi kendime. Halı
daha önce "Kara El" ve "Kurukafa" gibi akla gelmedik saçma resimlerle donatılan kilerin ön
duvarına getirilip asılarak tek boynuzlu hayvan
* Hamsin Yortusundan sonra gelen 2. perşembe günü sokaklardan alaylar halinde geçilerek
şarap ve ekmeğin İsa'nın kanı ve Ix'denine dot
(Ç.N.)
lönüşmesinin kullanışı.
479
molili nihayet bütün toplantılarımızın havasına egemen olmaya başlayınca, kendi kendime
sordum: Zaten buraya girip çıkan, senin arkandan kikirdeyip duran bir Luzie varken, ne
diye Oskar, ne diye sanki halıyla dokunmuş bu ikinci Luzic'yi barındırırsın mahzende? Bir
Luzic ki, sana bağlı çete üyelerini tek boynuzlu hayvanlar durumuna sokacak; bir Luzic ki,
halıya dokunmuş yaşıyor ve seni gözüne kestirmiş bulunuyor; çünkü yalnız senin gerçekten
clsancvî bir taralın var Oskar, çünkü boynuzları aşın ölçüde burulmuş seyrek raslanır bir
hayvandan kalır yerin yok
senin.
Advent* zamanının en sonunda çıkagelmesi ne iyi olmuştu. Çevredeki kiliselerden
kaldırdığınız, saf bir inançla tahtadan oyulup İsa'nın doğuşunu tasvir eden orijinal
büyüklükte heykellerle söz konusu halının önünü çok geçmeden öylesine kapadım ki,
halıdaki efsanevî motif arlık pek öne çıkmaz ve bizi bu efsanevi canlandırmaya ayartmaz
oldu. Ocak ortalarında Aıdenlcr'dcki saldırısına geçti General Runsledt; beri yandan biz
de o büyük girişimimiz için gerekli hazırlıkları bitirmiş bulunuyor
duk.
Tamamen Katolik bir hava içinde yaşayıp, Matzcrath'ı üzüntülere sokan Maria'nın elinden
tutarak, peş peşe birçok pazar saat on âyinlerine gitmiş, bütün çete mensuplarına da söz
konusu kiliseye gitmelerini buyurmuştum; dolayısıyla yeteri kadar öğrenmiştik kilisenin
içini. Oskar'm herhangi bir camı, sesiyle tuz buz etmesine meydan kalmadan, âyin
yardımcıları Felix ile Paul Renmvand'ın desteğiyle, 18 ocak'ı 19 ocak'a bağlayan gece
HerzJcsu Kiliscsi'nc daldık.
Kar yağıyor, ama yerde kalmıyordu. Üç, el arabasını kutsal eşya hücresinin arkasına getirip
dayandık. Kilisenin ana kapısının anahtarı Rennwand kardeşlerin küçüğündeydi. Oskar
önden yürüdü, teker teker alıp kutsal su kurnasına götürdü oğlanları ana cemaat yerinde
Yüksek Mihrap'a doğru döndürüp diz çöklürdü.
* Noel öncesinde, Noel'e hazırlık sayılan dön hafta. (Ç.N.)
4S0
Sonra HcrzJesu heykelinin** üzerine bir örtü çektirdim, çalışırken İsa'nın mavi
bakışlarının bizi fazla engellemesini istemiyordum. Dreschhase ile Misler gerekli araç ve
gereci sol yan cemaat yerine, yan mihrabın önüne taşıdılar. İsa'nın doğuşunu anlatan
heykeller ve yeşil çam dallarıyla dolu ahır, ilkin alınıp ana cemaat yerine getirilecekti. Bol
sayıda çoban, melek, koyun, eşek ve inek vardı elimizde; mahzenimiz figüranla doluydu,
eksik olan baş kişilerdi yalnız; Bclisar, mihrap işlevi gören masadaki çiçekleri yürüllü.
Talila ile Tcja da halıyı yuvarlayıp bir rulo yaptılar. Kohlcnklau ise araç ve gereci
sargılarından çıkardı. Oskar bir ibadet rahlesinin gerisinde diz çökmüş, heykelin sökülmesi
işine gözkulak oluyordu.
İlkin o çikolata rengindeki kıllı posluyla vaflizci oğlan leslcrclenip alındı yerinden. İyi ki
yanımızda bir demir testere getirmiştik. Alçı içinden çıkan parmak kalınlığındaki demir
çubuklarla vaftizci oğlan, bulul tasvirine bağlanmıştı. Testereyi Kohlenklau kullanıyor, bir
lise öğrencisi gibi acemice çalışıyordu. İşte yine Schichau Dokunda çalışan çırakların
eksikliğini duymuştuk. Derken Störbcker geçti Kohlenklau'm yerine. İş biraz daha düzgün
yürümeye başladı; yarım saatlik gürültülü bir uğraşmadan sonra vaflizci oğlanı yere
serebilmiş, onu bir yün battaniyeye sarıp, gece yarısı kilisede kol gezen sessizlikle bir
süre başbaşa kalmışlık.
Kıçı bütünüyle Bakire Meryem'in sol bacağına oturduğu için İsa Çocuk'un testereyle
kesilmesi daha çok zaman aldı. Dreschhase ile Rennwand kardeşlerin büyüğü ve Aslan
Yürekli Rişar, bu iş için rahat kırk dakika harcadılar. Ama şu Moorkahnc de nerede
kalmıştı? Adamlarını alıp doğru Neufahrwasscr'den buraya gelecek, kilisede bizimle
buluşacaktı; kiliseye girişimiz, böylelikle pek göze çarpmasın istemiştik. Störbeker'in
keyfi yerinde değildi, sinirli bir hali var gibi geldi bana, birçok kez Rennwand kardeşlere
Moorkahnc'nin gelip gelmediğini sordu. Nihayet, he
* Hazreti İsa'yı kalbi açık durumda gösteren heykel. (Ç.N.)
481
pimizin beklediği gibi Luzie ismi oradakilerden birinin ağzından çıkar çıkmaz, bir şey
sormaz oldu arlık, demir testereyi Aslan Yürekli Rişar'ın beceriksiz ellerinden kaplı ve bir
süre canını dişine takarak uğraştıktan sonra İsa'nın hesabını gördü.
Heykel yere yatırılırken başındaki nur halesi kırıldı. Bunun üzerine Slörbeker benden özür
diledi. O anda bana da bulaşan sinirliliğin ancak güç belâ önüne geçebildim ve alçıdan altın
yaldızlı tabak biçimindeki nur halesinin parçalarını toplatıp, iki kasketin içerisine
koydurdum. Kohlcnklau, sanırım bunlar bir yapıştırıcıyla birleştirilir birbirine, dedi.
Testereyle kesilen İsa Çocuk, minderlerle beslenerek iki yün battaniyeye sarıldı.
Planımız Bakire Meryem'i önce kaba elinin yukarısından testereyle kesmek, daha sonra da
testereyi ayak labanlarıyla bulut arasına dayayıp, ikinci bir kesme işine girişmekti. Bulutu
kilisede bırakacak ve sadece Meryem'in iki parçasını, arkadan pek labiî İsa'yı ve imkân
bulursak vaftizci oğlanı Pullkamcr'lerin villasındaki mahzenimize taşıyacaktık. Alçı
parçalarının ağırlığını fazla yüksek tahmin etmiştik. Bülün heykeller içleri boş olarak
dökülmüştü, ama kenarları kuşkusuz iki parmak kalınlığında vardı, bize güçlük çıkaran
yalnızca demir iskeletti.
Oğlanlar, özellikle Kohlcnklau ve Aslan Yürekli Rişar çalışmaktan bitkin düşmüş, bir molayı
hakelmişıi; çünkü ötekiler leşlere kullanamıyordu. Çcle üyeleri sağa sola dağılmış, sıralarda
olmuyor ve üşüyor, ama Slörbeker ayakla dikiliyordu. Gecenin hüküm sürdüğü boş kutsal
yapının ağırlığı allında oğlanlar ezilir gibiydi. Ayrıca Moorkâhne'nin görünmeyişi havayı
gerginleştirmişti. Rennwand kardeşler Störbeker'dcn korkar gibiydi, kenarda durmuş
fısıldaşıyorlardı; birden susmalarını, gürültü yapmamalarını buyurdu Slörbeker.
Usulca, sanırım göğüs geçirerek, ibadet rahlesinin önünden kalktım ayağa, doğru Bakire
Meryem'den artakalan parçanın üzerine yürüdüm. Meryem'in valüzci Yahya'yı hedef olan
bakışı, mihrabın alçı tozuyla dolu basamaklarına çevrilmişti. Daha önce İsa'yı gösteren
işaret parmağı şimdi boşluğu ya da daha çok ka
482
ranlık yan cemaat yerini gösteriyordu. Basamak basamak çıktım mihrabı, sonra başımı
çevirdim, Slörbckcr'in aşağıda kalan gözlerini aradım, Slörbekcr'in gözleri başka
yerdeydi, nihayet Kohlcnklau dürttü, davetime uyması için uyardı kendisini, bunun üzerine
Störbekcr bana baktı; onun bu kadar güvensiz bakışlarla baktığını hiç görmemiştim;
niyetimi anlamamıştı, ama sonunda anladı ya da anlar gibi oldu, ağır ağır, fazlasıyla ağır
adımlar alarak bana yaklaştı, ama mihrabın basamaklarını bir çırpıda çıktı ve beni Bakire
Meryem'in sol bacağındaki, İsa Çocuk'ıın kıçının aşağı yukarı olduğu gibi kalıbı çıkmış
beyaz, biraz köşeli, testerenin iyi kullanılmadığını ele veren kesilin yüzeyine olumu.
Sonra çabucak indi basamaklardan, bir adımda çini döşemeyi buldu; yine hemen
düşüncelere dalmak üzereydi ki, başını çevirdi; birbirine yakın gözlerini, çakıp sönen
kontrol lâmbaları gibi kıstı ve beni İsa'nın daha önceki yerinde öylesine doğal ve
tapınılmaya lâyık dununda oturuyor görünce, sıralardaki öbür çele mensupları gibi halinde
isler istemez etkilenmiş bir ifade belirdi.
Dolayısıyla fazla bir zaman geçmeden hemen planımı kavradı Störbeker, hatta benim
planla gölgede bırakacak bir başka plan karsıma çıktı. Heykelin sökülmesinde Narses ile
Mavisakal'ın kullandığı iki beylik cep lenerini dosdoğru benim ve Bakire Meryem'in üzerine
çevirtti; çiğ ışığın gözlerimi kamaştırdığını görünce, kırmızı ışık düğmesine basılmasını
buyurdu, bir işarel çakarak Rennwand kardeşleri yanına çağırdı, onlarla bir şeyler
fısıldaşiı; ama Slörbcker'in islediğini yapmaya yanaşmadı, Rennwand kardeşler. Bunun
üzerine kendisine bir işarel lalan verilmeden, Kohlcnklau iki kardeşe yaklaştı, toz almak
için hazırlanmış elinin kemik boğumlan görülüyordu. Bunun üzerine iki kardeş boyun
eğdiler, Kohlcnklau ve havacı yardımcısı Misler taralından göz allında tutularak, Kutsal
Eşya Hücresi'ne girip kayboldular. Oskar telâşa kapılmadan bekledi, trampetine çeki
düzen verdi, uzun boylu Misler rahip kıyafetiyle, Rennwand kardeşler ise âyin yardımcıları
gibi giyinmiş olarak dönüp gelince hiç şaşmadı. Yarı rahip adayı kıyafctindcki Kohlenklau
bir âyin için gerekecek
483
î,U,
ne varsa alıp gelmişti; getirdiği öteberileri bulul tasviri üzerine bırakarak uzaklaştı.
Rennwand kardeşlerden büyüğü elinde buhurdanlığı, küçüğü ise çıngırakları tutuyordu.
Üzerindeki pek bol rahip giysisine karşın Misler'in Rahip Wiehnke Efendi'den pek kalır
yeri yoklu; başlangıçla bir ilkokul öğrencisi gibi davrandı; ama sonra elindeki metne ve
kulsal âyinin akışına kaptırdı kendini; hepimize, özellikle bana saçma denemeyecek ve
alaysı olmayan gerçek bir âyin sundu; ilerde, mahkeme önünde Kara Âyin de olsa hep âyin
olarak adı geçecek bir âyindi bu.
Üç oğlan basamak duasıyla işe başladı: Sıralarda oturan, çini döşeme üzerinde ayakta
dikilen çele mensupları diz çöküp haç çıkardılar; derken Misler, bir dereceye kadar
güfteye hâkim âyin yardımcıları tarafından da desteklenerek âyin ilâhisini okumaya
koyuldu. Daha lntrotus'ta değneklerim trampet üzerinde ihtiyatla kımıldamaya başlamıştı.
Kyrie'ye daha bir güçlü konuşturarak eşlik ettim trampetimle, Gloria in excelsis Deo'da
trampetimi konuşturarak Tanrıya övgüler döşendim, Oralion diye bağırdım, gündüz
âyinlerde okunan havariyum mektubundan bir parça yerine uzunca bir trampet solosu
geçtim. Allclujavers'i iyi kıvırmıştım. Credo'da çete mensubu oğlanların nasıl bana
inandıklarına tanık oldum. Offcrlorium'da trampetimi biraz geri plana aldım, Misler'in
cemaate ekmek sunmasına, şaraba su katmasına, şarap kadelıiyle beni lülsülemesine imkân
verdim, Misler'in elini yıkayışını seyrettim. Fenerlerin kırmızı ışığında Oralc lralr.es diye
trampetimi konuşturarak, âyinin Değişim Bölümü'ne geçilmesini sağladım: Bu, benim
vücudum. Kutsal âyin düzenine uyarak, Oremus gibi teganni etli Misler. Sıralardaki
oğlanlar iki çeşit Rabbanî Dua'yla karşıma çıktılar, ama Mister Proteslanlarla Katolikleri
kamuoyunda birleştirmeyi başardı. Daha onlar bu Rabbani Dua'nın hazzını tatmaya devam
ederken, confilcor'a başlamalarını bildirdim trampetimle. Bakire Meryem parmağıyla
trampclçi Oskar'ı gösteriyordu. İsa'nın yerini almıştım. Yağdan kıl çeker gibi yürüyordu
âyin. Mister'in sesi taşıp kabarıyor ve sonra kendi içine çekiliyordu; ne de güzel takdis
etti cemaati: Günahların ba
484
I
ğışlanışı ve yargılama. Son olarak aile, missa esi gidebilirsiniz artık, salıverildiniz, sözlerini
kilisenin iç mekânına havale edince, gerçekten ııhrevî bir salıverilme oldu bu; dünyevî bir
tutuklama, dinsel inancı pekişmiş ve Oskar ile İsa adına güçlenmiş bir toz alıcılar çetesini
karşısında bulabilirdi ancak.
Daha âyin sırasında otomobil sesleri işilnıişlim. Störbeker de başını seslen yana çevirmişti.
Dolayısıyla ana kapıdan, aynı zamanda Kulsal Eşya Hücresiyle sağ yan kapıdan doğru
gürültüler gelip, çizme ökçeleri çini döşemenin üzerinde takırdamaya başlayınca,
şaşırmayan Slörbeker ile yalnız ben oldum.
Slörbcker, Bakire Meryem'in bacağından kaldırıp almak istedi beni. El edip uzaklaştırdım.
Oskar'ı anlamıştı Störbeker, peki der gibi başını salladı, çete mensuplarını diz çökmüş
durumlarını korumaya, diz çökmüş durumda polisi beklemeye zorladı, oğlanlar da böylece
ayağa kalkmadılar: Gerçi titriyorlardı ve içlerinden iki dizinin üzerine çökenler vardı, ama
hepsi de sessiz sedasız beklediler. Derken polisler sol yan cemaat yerinden, ana cemaat
yerinden, Kutsal Eşya Hücresi'nclcn bize doğru yaklaşıp sol cemaat yerini kuşattı.
Kırmızı yanmayan bir sürü fenerin çiğ ışığı. Störbeker ayağa kalkarak haç çıkardı, cep
fenerlerinin karşısına dikildi, kadile şapkasını hâlâ diz çöken Kohlenklau'a verdi, ama
yağmurluğunu soyunmadı sırlından; şişkin ve kabarık duran cep fenersiz bir gölgenin, yani
Rahib Wichnkc Efendi'nin üzerine yürüdü; gölgenin arkasından ince bir karaltıyı, çevrisini
yumruklayan birini çekip ışığa aldı ve başına bir bere geçirmiş kızın üçgen biçimindeki
büzülmüş yüzüne vurmaya başladı; ama sonunda bir polisin attığı yumruk Slörbeker'i kilise
sıralarının arasına savurdu.
Ben Meryem Ana'nın kucağındaydım. "Hey, Jeshke!" diye polislerden birinin arkadaşına
seslendiğini işittim aşağıdan. "Baksana, bizim şefin oğlu bu!"
Böylece Oskar, Polis Müdürü'nün oğlunu becerikli bir çete mensubu olarak emrinde
çalıştırmış olmanın hazzını tatlı, polislere karşı koymayarak ağlamaya başladı. Yeni
yetmelerin başlan
485
çıkardığı üç yaşındaki bir çocuk rolünü oynadı ve polislerin himayesine sığındı. Derken
Rahip Wichnke Elendi kokma aldı beni.
Yalnızca polislerin bağırmaları duyuluyordu ortalıkla. Rahip Wiehnke Efendi beni, çini
döşemeye bıraktı, üzerine bir fenalık gelmişti, en yakın sıraya gidip çöktü. Bizim araç ve
gereçlerin yanı başında dikiliyordum ben, manivelalar ve çekiçlerin gerisinde Dreschhase
nin işe başlamadan hazırladığı sucuklu ekmek dilimİcriyle dolu azık sepetini keşfettim.
Sepeti kaparak ince mantonun içinde üşüyüp duran sıska Luzie'yc yürüdüm, sucuklu ekmek
dilimlerini buyur ellim kendisine; Euzic beni havaya kaldırdı, beni sağ kolunda tutup ekmek
dilimleri bulunan sepeti sol koluna astı, bir dilim de parmaklarının arasına aldı, sucuklu
ekmek dilimi dişlerinin arasını boyladı; bu arada Luzic'nin aleşgibi yanan o yenik düşmüş ve
dolgun yüzünü seyrettim: İki siyah dar aralıkla tedirgin gözler, çekiçlenmiş gibi bir cilt,
çiğneme eyleminde bir üçgen, bir bebek. Kara Aşçı Kadın, zarlarını soymadan sucukları
gövdeye indiren, lıkmırken daha da incelen, aç. I aşan, daha çok üçgenleşen, daha çok
bebelcşen bir yüz —bu manzara damgasını vurmuştu üzerime. Kim şimdi alnımdaki, alnımın
gerisindeki üçgeni çekip alır benden? Daha ne kadar zaman içimde bir şeyler geveleyip
duracak bu yüz? Sucuğu, sucuk üzerindeki zarları ve insanları çiğneyecek ağzında ve bir
üçgen nasıl gülümserse, tek boynuzlu hayvanları terbiye, edip kendilerine alıştıran halı
desenlerindeki kızlar nasıl gülümserse, öylece gülümseyecek?
Slörbeker'i iki polis memuru alıp götürürken, kana bulanmış yüzünü Oskar'a çevirdi Lıızie,
kendisini tanımıyormuşum gibi yaparak gözlerimi kaçırdım ve beş altı polisin arasında,
sucuklu ekmek dilimini tıkman Luzie'niıı kolunda, eski çetemin mensuplarının ardı sıra
alınıp götürüldüm.
Ne kalmıştı geriye? Hâlâ kırmızı yanan iki beylik cep fenerimizle acele üzerlerden sıyrılıp
atılan âyin yardımcısı ve rahip giysileri arasında Rahip Wiehnke Efendi. Şarap kadehi ve
kutsanmış
4X6
ekmek kutusu, mihrabın basamakları üzerinde duruyordu. Tcslerelenmiş Vallizci Yahya ile
leslerclcnmiş Isa, Pullkamerlcre ail villamızın mahzeninde tek boynuzlu hayvan motifiylc
süslü halının bozduğu dengeyi sağlayacak Bakire Meryem'in yanında kaldı.
Oskar'ı alıp bir mahkeme önüne çıkardılar ve bugün İsa'nın ikinci yargılanışı diye
nitelediğim, gerek benim, gerekse İsa'nın aklanmasıyla sonuçlanan bir yargılanma oldu bu.
487
I
KARINCA YOLU
Gök mavisi çiniler döşenmiş bir yüzme havuzu canlandırın hayalinizde lütfen. İçinde
güneşlen yanmış, sportmen vücutlu insanlar yüzüyor; kenarında, kabinler önünde gene
esmer vücutlarla erkekler ve kadınlar oturuyor. Bir hoparlörden bir müzik de dökülebilir
hani, şöyle alçak sesli bir müzik. Semiz bir can sıkıntısı, hafif ve özgür; mayoları geren
erotik bir hava. Havuzun zeminine döşenmiş çiniler kaygandır, ama kayan olmaz yine.
Görünürde lazla yasak levhaları yoktur; ama zaten gereksizdir lev lıalar, çünkü yüzmeye
gelenler yalnızca iki saat için buraya gelir ve yasak olan şeyleri havuz dışında yaparlar. Üç
metre yükseklikteki allama tablasından arada bir allar biri; ama havuzda yüzenlerin, yere
uzanmış resimli dergi okuyan yüzme havuzu müşterilerinin dikkatini üzerine çekemez.
Ansızın lıafil bir esinti. Hayır, bir esinti değil, genç bir adamdır bu; acele etmeden ve
gözünü hedefinden ayırmadan, basamakları birer birer tırmanıp atlama kulesine çıkar.
Avrupa ve deniz aşın ülkelerle ilgili röportajların doldurduğu dergiler hemen çekilir
yüzlerden, gözler genç adamla tırmanıp çıkar merdiveni, yerde yalan vücutlar daha çok
uzanır; elini alnına siper ederek bakar genç bir kadın; biri elc bir şey düşünmüş, ne
düşündüğünü unutmuştur; bir söz söylenmeden kalmıştır, bir sevgi söyleşisi yeni
başlamışken kesilip sona ermiştir, çünkü o anda genç adam düzgün yapılı ve güçlü vücuduyla
atlama tahtasının üzerinde dikilmektedir. Derken sıçrar, hafif bombeli çelik borulardan
oluşan korkuluğa yaslanır, âdeta bir
4X8
can sıkıntısıyla aşağılara bakar, kalçalarının zarif bir hareketiyle korkuluktan koparır
vücudunu, ileriye doğru uzanan ve her adımda yaylanan atlama tahtasının üzerinde
cesaretle yürür, aşağılara bakar, gözlerini ufaltıp şaşılacak ölçüde küçük gök mavisi bir
havuz yapar, havuzdaki kız ve kadın yüzücülerin başlıkları kırınızı, sarı, yeşil, beyaz,
kırmızı, sarı, yeşil, beyaz, kırmızı, sarı habire birbiri içine geçip durur. İşte orada da
tanıdıkları oturmaktadır: Doris'le IZrika Scluilcr; sonra Jutta Danicla; yanında kendisine
hiç uygun düşmeyen bir erkek arkadaşı vardır. Tanıdıklar el ederler, Julla el eder.
Dengesini yitirmemeye çalışarak o da tanıdıklarına el edip karşılık verir. Tanıdıkları ona
seslenir. Ne isliyorlar acaba? Haydi! Haydi! diye seslenirler. Haydi, ne duruyorsun,
atlasana! diye seslenir Jutta. Ama o allamak için çıkmamışın. Sadece şöyle bir aşağıya
bakmak, yukarıdan aşağıların nasıl göründüğünü anlamak işlemiştir; sonra korkuluğa
tutunarak basamak basamak merdivenlerden inmeyi düşünmüştür. Oysa şimdi herkesin
işitebileceği bir sesle bağırırlar aşağıdan; yüksek sesle: Atlasana, haydi alla, ne
duruyorsun, atlasana haydi! diye bağırırlar.
Bir atlama tahtasında insan gökyüzüne ne kadar yakın bulunursa bulunsun, sizin tie itiraf
edeceğiniz gibi Allahın belâsı bir durumdur bu. Yüzme mevsiminde değil ama, 1945
ocağında Toz Alıcılar Çetcsi'ylc benim durumum işte bundan pek değişik değildi. Hatla
daha yukarılara tırmanmayı göze almışlık biz, allama tahtasının üzerinde sıkışık
duruyorduk; aşağıda, içinde su bulunmayan havuzun çevresini al nalı biçiminde yargıçlar,
yargıç yardımcıları, tanıklar ve mübaşirler almıştı.
Derken yaylanan ve korkuluğu bulunmayan atlama tahtasına Slörbeker yürüdü.
"Alla!" diye seslendi yargıçlar korosu aşağıdan.
Ama Slörbeker atlamadı.
Bunun üzerine tanık sıralarından uzun boylu bir kız doğruldu; Berchtesgaden modası bir
ceketle gri renkle pilili bir eleklik giymişti. Beyaz, ama silik ve belirsiz denemeyecek
yüzünü —bu
4X9
gün bile üçgen biçiminde olduğunu ileri sürebilirim bu yüzün— çakıp sönen ve hedef
oluşturan bir işaret gibi havaya kaldırdı. Ve Luzie Rennvvand bağırmadı, fısıldadı sadece:
"Alla Störbeker, alla haydi!"
O zaman atladı Slörbekcr, Luzic de yine tanıklara ayrılmış tabla sıraya olurdu, aşağıya
doğru çekiştirdiği örme Berclılesgadcıı ceketçiğinin koluyla, yumruk yapılmış ellerini örttü.
Daha sonra Moorkâhne topallayarak atlama tahtasına geldi. Yargıçlar allamaya buyur
etliler Moorkahnc'yi. Ama Moorkâhne allamak islemedi, ne yapacağını şaşırmış halde
tırnaklarına bakıp gülümsedi. Luzie örme ceketini yine serbest bırakarak yumruklarını yün
ceketinin kollarından çıkarıp çekik gözlü ve kara çerçeveli üçgen yüzünü kendisine
kaldırana kadar bekledi: Sonra hedefin cazibesine çılgınca kendini kaptırıp üçgenin
üzerine atladı, ama ulaşamadı üçgene.
Daha kulenin merdivenini çıkarken bel benizleri atan Kohlenklau ile Pulte, allama
tahtasında birbirlerine girdiler. Puttc'nin tozu alındı, hatla Kohlcnklau atlarken Pııile'yi de
beraberinde sürükledi.
Uzun ve ipek gibi kirpikleri olan Dreschhase atlamadan önce dipsiz bir hüzünle
perdelenmiş gözlerini yumdu.
Havacı yardımcıları, allamadan ünilormalarını soyunmak zorunda bırakıldılar.
Ayrıca Rennvvand kardeşlerin de âyin yardımcıları olarak cenneti boylamalarına izin
verilmedi; çünkü savaşla ele geçirilebilen incecik yünden örülmüş cckcliylc tanık
sandalyesinde oturan ve atlama tahtasından allama sporunu teşvik eden kızkardcşçiklcri
Luzie buna katlanamazdı asla.
Tarihte yazılanın tersine olarak ilkin Belisar ile Narses, sonra da Tolila ile Teja atladılar.
Arkadan Mavisakal atladı, Aslan Yürekli Rişar izledi kendisini, sonra da toz alıcılar
çetesinin ayak takımından Nase, Buschmanıı, Olhafcn, Pfciler, Külınesenf, Jatagan ve
Fussbinder alladılar.
490
Stuchel de, şaşı bakışları insanın aklını karıştıran, aslında işte öylesine ve kazara çete
mensupları arasında bulunan bu lise öğrencisi de allayınca, atlama tahtasında kala kala bir
tek İsa kaldı ve yargıçlar korosu tarafından Oskar Malzeralh adıyla atlamaya buyur edildi,
ama bu çağrıya uymadı İsa. Ve tanıklar sırasından zalim Luzic omuzlan arasındaki o ince
Mozart saç lopuzuyla doğrulup kalkarak örme ceketli kolunu uzatıp büzülmüş ağzını
oynatmadan: 'Alla, Isa'cığım, alla haydi!" diye fısıldayınca, on metre yükseklikteki bir
atlama tahtasının ayartıcı özelliğini kavradım hemen, ansızın kül renkli kedi enikleri diz
kapaklarımda kıpırdanmaya, ayak tabanlarımın allında kirpiler çiftleşmeye, kolluk
altlarımda kırlangıç yavruları uçuşmaya başladı; ayaklarımın altında sadece Avrupa'nın
değil, bütün dünyanın bulunduğunu gördüm. Luzon Adasının üzerinde Amerikalılarla
Japonlar ateş dansı yapıyor, çekik gözlülerle yuvarlak gözlüler üniformalarındaki
düğmelerin kimini bu dansta kaybediyordu. Ama Slockholm'da bir terzi vardı, zarif
bir akşamlık giysisine düğmeler dikiyordu. Yine bu sırada Burma fillerini Mountbalten* her
çaptaki mermilerle doyuruyor, Lima'daki bir dul kadın papağanına "caramba" sözcüğünü
söylet meye çalışıyor, Pasilik'in ortasında Gotik kaledraller gibi kulelerle bezenmiş
kocaman iki uçak gemisi yüzerek birbiri üzerine seğirtiyor, karşılıklı olarak uçaklarını
havalandırıp birbirlerini denizin dibine yolluyorlardı. Ama uçaklar bundan böyle inecek bir
alan bulamıyor, çaresizlik içinde ve melekler gibi lamamen simgesel olarak boşlukla
süzülüyor, homurdana lıomurdana yakıtlarını tüketiyorlardı. Ama tam o sırada işini paydos
eden Harapanda'ki bir tramvay biletçisini hiç rahatsız etmiyordu bu durum. Bilclçi, bir
tavaya yumurta kırıyor, iki kendisi için iki de nişanlısı için ve gülümsüyor, her şeyi
hazırlayarak nişanlısını bekliyordu. Konjevv ve Schukovv ordularının yeniden harekele
geçeceği de tabiî önceden kesiirilemcyecek
* 1943 J946 yılları arasında Burma'yı Japonlardan gcıi alan İngiliz komutanı. (Ç.N.)
491
bir şey değildi. İrlanda'da yağmur yağarken, ordular Weichsel cephesini yarıp ilerliyor,
Varşova'yı pek geç, Köniğsberg'i pek erken olarak ele geçiriyor, buna rağmen Panama'daki
beş çocuklu ve tek kocalı bir kadın tarafından ocağın üzerine konan sütün taşmasını
önleycmiyorlardı. Böylece baş kısmı henüz aç çağdaş olayların ipinde ilmikler alılıyor, hatta
şimdiden ipin geri tarafları örülerek tarih oluyordu. Beri yandan başparmağı aşağı doğru
çevirmek, alnı kırıştırmak, başcağızını önüne sarkıtmak, el sıkmak, çocuk dünyaya
getirmek, kalpazanlıkla bulunmak, elektriği söndürmek, dişleri fırçalamak, bir kimseyi
kurşunlamak, bir bebeğin allını temizlemek gibi eylemlerin aynı ölçüde becerikli değilse
bile dünyanın dört bir bucağında yapılmakla olduğu dikkatimi çekmiş ve bedelinden
şaşmayan bu bir sürü eylem aklımı karıştırmıştı. Dolayısıyla dikkatim, benim şerefime
atlama lahlası allında düzenlenen mahkemeye yöneldi yeniden. "Alla lsa'cığım, alla haydi!"
diye fısıldadı, erken olgunlaşmış tanık kız Luzie Rennwand. Şeytanın kucağında oturuyor,
bu da onun bakireliğini daha belirgin bir duruma sokuyordu. Lıızie'yc bir sucuklu ekmek
dilimi uzatarak, ona haz sağlıyordu Oskar. Luzie uzanan sucuklu ekmek dilimini alıyor, buna
rağmen bakireliğinden bir şey yitirmiyordu. "Alla. İsa'cığım, alla haydi!" diye fısıldıyordu
ekmeği çiğneyerek ve bana hiç örselenmemiş üçgen yüzünü buyur ediyordu.
Ama allamadım ben ve bundan böyle de allama tahtalarından allamaya asla niyetim yok.
Hani Oskar'm son yargılanışı da olmadı bu. Beni birçok kez, son olarak bu yakınlarda
kandırıp atlama tahtasından allatmak istediler. Toz Alıcıların yargılanmasındaki gibi
yüzüklü parmak davasında da —en iyisi buna İsa'nın üçüncü yargılanışı diyorum ben gök
mavisi çiniler döşenmiş susuz yüzme havuzunun kenarında yeteri kadar seyirci vardı. Tanık
sıralarında oturuyor, benim yargılanmam sayesinde ve benim yargılanmamdan sonra
yaşamlarını sürdürmek istiyorlardı.
Ama ben döndüm geri, kolluk ahlarımda uçuşmaya başlayan kırlangıç yavrularını boğdum,
tabanlarımın altında izdivaçlarını
492
kutlayan kirpileri üzerlerine basarak ezdim, dizkapaklarınıın arkasındaki çukurda
yuvarlanmış kül renkli kedi eniklerini aç bırakarak öldürdüm hepsini ve atlamanın yüksek
duygularını küçümseyerek kaskatı dönüp korkuluğa yürüdüm, oradan merdivene gelip
basamaklardan inmeye başladım ve atlama kulesinin yalnız üzerine çıkılmak için değil, aynı
zamanda atlamadan gerisin geri inilmek üzere yapıldığını her basamağın doğrulamasını
sağladım.
Aşağıda Maria ile Malzeralh beni bekliyordu. Rahip Wiehnke Efendi kendiliğinden gelip
beni takdis elti. Bayan Grclchcn Schcffler, bana kışlık bir pallocukla pasla getirmişti. Kurt
büyümüştü ve artık ne baba, ne de üvey baba gözüyle bakmak isliyordu bana. Anneannem
Koljeiczck kardeşi Vinzent'i kolundan tutmuş dikiliyordu karşımda. Viıızent dünyanın
nemene şey olduğunu biliyor, abuk sabuk konuşmasını sürdürüyordu.
Mahkemeden çıktığımızda sivil bir memur Malzeralh'a doğru gelerek bir yazı uzailı ve:
"Gerçeklen bir düşünseniz, Bay Malzeralh!" dedi. "Çocuğu sokaktan koparmak gerekiyor.
Siz de görüyorsunuz, böyle bir biçare yavrucak ahlâksız kimselerce nasıl kölüye
kullanılıyor."
Maria ağlıyordu, yargılanma sırasında Rahip Wiehnke Elendi'ııin yanına aldığı irampcli lump
boynuma aslı. Merkez lsiasyonu'nun bitişiğindeki tramvay durağına yürüdük. Yolun sonuna
doğru beni kucağına aldı Matzeralh. Malzcrailün omuzlarının üzerinden başımı çevirip
gerilere bakarak, kalabalık arasında üçgen bir yüz aradım; bu yüzün sahibi de allama
tahtası üzerine çıkacak mı, Slörbcker ile Moorkâhnc'nin peşinden yüzme havuzuna
atlayacak mı, yoksa o da benim gibi bir merdivenin oluşturduğu ikinci bir imkânın varlığını
sezmiş miydi, anlamak isledim.
Bugüne kadar da yollardan ve meydanlardan geçerken gözlerimi çevrede gezdirip ne
yakışıklı, ne de çirkin denebilecek, öyleyken boyuna erkeklerin kanlısı olan yeni yelme sıska
bir kız aramak alışkanlığından kendimi kurtaramadım. Hatla klinikteki yalağımda bile,
Bruno tanımadığım bir ziyaretçinin geldiğini ha
493
ber vermeye görsün, irkiliyorııın. Kapıldığım dehşetin nedeni de şu: İşle şimdi Luzie
Rennwand geliyor, diyorum kendi kendime, çocukların umacısı ve Kara Aşçı Kadın
kimliğinde geliyor, seni son bir kez allama tahtasından allamaya buyur edecek diyorum.
Mektubu imzalayıp Sağlık Bakanlığı'na yollasın mı, yollamasın mı, on gün düşünüp taşındı
Matzeralh. On birinci gün mektubu imzalayıp da yolladığı zaman, kent düşman topçusunun
ateşi allına girmiş bulunuyordu. Ve posta idaresinin böyle durumda mektubu yerine
ulaştıracağı şüpheliydi.
Mareşal Rokossowski ordusunun zırhlı öncü birlikleri Elbing'e kadar sokulmuştu. Weiss
kumandasındaki ikinci ordu Danzig çevresindeki tepelere mevzileniyordu. Mahzenlerde
yaşama günleri gelip çalmıştı.
Hepimizin de bildiği gibi, dükkânın altındaydı bizim mahzen ve holden, tuvalet karşısındaki
bir girişten on sekiz basamaklı bir merdivenle iniliyordu. Hcilandt Baba ve Bayan
Kaler'lerin mahzenlerinin arkasında, Schlagcr'lerin mahzeninin önündeydi. Ama Bayan
Kalcr, sonra Saatçi Laubschad, Eyke'lcr, Schlager'ler, yanlarına birkaç bohça ve çıkın
alarak kentten kaçmışlardı. Bunların ve Bayan Grclchen Sclıeffler ile Bay Alexander
Schclflcr'in son dakikada, eskiden tenezzüh vapuru olarak kullanılan bir gemiye kendilerini
attıkları ve geminin Sicilin ya da Lübcek'e doğru yol aldığı ya da bir mayına çarpıp havaya
uçtuğu söylentileri dolaşmaya başlamıştı. Kesin olan bir şey varsa, evler ve mahzenlerin
yarıdan çoğu boşaltılmıştı.
İkinci bir giriş yerinin bulunması gibi bir üstünlüğe sahipti bizim mahzen ve bu giriş yeri
de gene hepimizin bildiği gibi, dükkânda, tezgâhın gerisindeki kapaklı. Dolayısıyla,
Malzeralh'ın mahzene ne indirip, mahzenden ne çıkardığını kimse görmezdi. Zaten
Matzeralh'ın savaş yıllarında mahzene yığıp depo elmesini başardığı yiyecekleri hani kimse
afiyetle yiyin demezdi bize. Rutubetsiz ve sıcak mahzen, baklagiller, undan mamul
yiyecekler, şeker, sunî bal, buğday unu ve margarin gibi gıda maddeleriyle doluydu. Çıtır
çıtır peksimetler Palmin yağ kutuları
494
üzerine yığılmış, Leipzig Karışık Konservesi, ayabakan eriği, bezelye ve diğer erik cinsleri
rafların üzerine kutu kutu dizilmişti; pralik bir adam olan Malzeratlı, bu rafları kendi
clceğiziylc yapmış ve duvarlara çaktığı takozlar üzerine yerleştirmişti. Aşağı yukarı
savaşın ortalarına doğru, Greff'in önayak olmasıyla kilerin tavanı ve beton döşemesi
arasına direkler atılmış, bu direklerin yiyecek deposuna, hava saldırılarına karşı
yönetmeliğe uygun bir sığınak güvenliğini bağışlaması istenmişti. Taciz amacıyla yapılan
hava saldırıları dışında Danzig'in öyle büyücek bir bombardımana uğramayişına bakarak
birçok kez bu direkleri yine söküp atmaya kalkmıştı Malzeraılı, ama Gref hep karşı
çıkmıştı. Pasif Korunma Görevlisi Grcff arlık karışmaz olunca, bu kez de Maria direklerin
kalmasını rica etmeye başladı Malzcralh'clan; çünkü Kurt için, ama bazen da Kurtla
beraber benim için bir güvenliğin ortada bulunmasını istiyordu.
Ocak sonunda başladı ilk bombardımanlar; Heilandt Baha'yla Malzeralh el birliğiyle
Truczinski Nine'nin sandalyesini alıyor, bizim mahzene indiriyorlardı. Ama derken, belki
de Truczinski Nine'nin isteğine uyarak, belki de taşıma zahmetinden yıldıkları için, evde,
pencere önünde bırakmaya başladılar Truczinski Nine'yi. Kentin iç kesimlerini hedef alan
o büyük bombardımandan sonra, Maria ile Malzeratlı, yaşlı kadını alt çenesi sarkmış
durumda buldular, içlerine yapışkan bir sinek kaçmış gibi gözleri dönmüştü.
Bunun üzerine, yalak odasının kapısı rezelerinden çıkarıldı. Hcilandl Baba, sundurmasından
gerekli alet edavalla birkaç sandık tahtası alıp geldi. Malzeralh'ın kendisine verdiği Derby
sigaralarını lüllürcrek Truczinski Nine'nin boyunun ölçüsünü almaya koyuldu. Bu arada
Oskar da yardım elti. Tepelerden lop atışı başlar başlamaz, ötekiler kendilerini yeniden
mahzene allılar.
Heilandt Baba, elini çabuk tutmak ve öyle ayak ucuna doğru incelmeyen basit bir tabut
çatmak istiyordu. Oskar ise. daha çok geleneksel biçimde bir labutun çatılması
taraftarıydı ve arkasını koyvermedi; tahtaları o kadar direterek Heilandt Baha'nın teste
495
resinin allına tuttu ki, Hcilancll Baba sonunda, her insan ölüsünün haklı olarak kavuşmayı
dileyeceği ayak ucuna doğru incelen bir tabutu hazırlamaya karar verdi.
Sonunda zarif bir tabut çatılıp çıktı ortaya ve Truczinski Nine'yi Bayan Greff yıkayıp
pakladı, dolaptan tiril liril bir gecelik alıp giydirdi üzerine, tırnaklarını kesti, saç topuzuna
bir çeki düzen verdi, üç lirkelcyle gerektiği gibi durmasını sağladı topuzun; sözün kısası,
ölümünden sonra da Truczinski Nine'nin sağlığında seve seve arpa kahvesi içip patates
püresi yemiş gri bir fareye benzemesine çalıştı.
Ama bombardıman sırasında sandalyesinde otururken kasılıp kalmıştı fare ve dizleri bükük
durumda tabut içine yerleştirilmesi gerekiyordu; bu yüzden, Maria, kucağında Kurt'la
birkaç dakika için odadan çıktı; Heilandl Baba da iki bacağını kırdı Truczinski Nine'nin ve
böylece tabutun kapatılıp çivilenmesini sağladı.
Ne yazık ki siyah değil, yalnızca sarı boya vardı elimizde. Dolayısıyla Truczinski Nine,
boyasız, ama ayak ucuna doğru incelen bir tabut içinde evden çıkarılıp merdivenlerden
indirildi. Oskar, tabutun arkasından trampetiyle yürüyor, tabutun kapağını seyrederek
üzerindeki yazıyı okuyordu: Düzenli aralarla Vitello Margarini, Vilello Margarini, Vilello
Margarini diye yazıyor kapakla ve Truczinski nine öldükten sonra da onun beğenisinin
sağlamlığını doğruluyordu; Truczinski Nine sağlığında halis bitki özlerinden yapılan nefis
Vilello Margarini'ni değme lercyağma değişmemiş, çünkü margarini sağlığa daha yararlı
görmüştü; ona göre bu yağ zinde tutuyordu insanı, besliyor, neşe veriyordu.
Heilandl Baba, Manav Greff'in el arabasına yükledi labulu, Lııisc Caddesi'nden, Maria
Caddesi'nden, Anton Mülier Yolu'ndan geçiripburada iki ev yanıyorduKadın Hastalıkları
KIiniği'ne doğru götürdü. Dul Bayan Greff'in yanında mahzende kalmıştı Kurt. Maria ile
Matzerath arabayı iliyor, Oskar ise arabanın üzerinde tünüyordu; tabul üzerine
tırmanmayı pek istiyor, ama koyvermiyorlardı. Yollar, Doğu Prusya'dan ve Werder'den
kaçanlarla tıkanmıştı. Kapalı Spor Salonu önündeki demiryolu
496
alt geçidinden geçilecek gibi değildi pek. Matzeralh, Conradinum'un bahçesinde bir çukur
kazılmasını önerdi, ama Maria karşı çıktı öneriye. Truczinski Nine'nin yaşında olan
Heilandl Baba da hayır der gibi eliyle bir işaret yapu. Ben de Troczinski Nine'nin okulun
bahçesinde gömülmesini istemiyordum. Ancak Belediye Mezarlıkları'ndan da umudu
kesmemiz gerekiyordu, çünkü Kapalı Spor Salonundan başlayarak Hindenburg Ağaçlıklı
Yolu yalnız askeri araçlara açıktı. Bu yüzden, fareyi, oğlu Herberl'in yanına gömemedik,
ama Belediye Mezarlıklan'nın karşısında bulunan Stcffcn Parkında Mayıs Çayın'nın
arkasında küçük bir yer seçtik kendisine.
Toprak donmuştu. Maizerath ile Heilandl Baba nöbetleşe kazma sallayarak, Maria taş
sıraların yanında yöresindeki sarmaşıkları söküp almaya çalışırken, Oskar kendi başına bir
yol tuttu ve çok geçmeden Hindenburg Yolu'nun ağaçları arasında buldu kendini. Bu ne
trafikti böyle! Tepeden ve Werdcr'dcn geriye çekilen tanklar birbirlerini sürüyüp
götürüyordu. Ağaçlarda asılı —yanılmıyorsam ıhlamurdu hepsi Volkssturm örgülü
mensuplarıyla askerler görülüyordu. Üniformalarının ceketlerinin ön yüzündeki karton
yaftalar üzerinde bir bakıma okunaklı yazılmış yazılar, ağaçlarda sallandırılanların vatan
haini olduklarını bildiriyordu. Asılmışlardan birçoğunun bir zorlanmışlık iladesi taşan
yüzlerine baktım, kendini asan Manav Grcf'lc genel ve özel bakımdan karşılaştırmalar
yaptım arada. Ayrıca, kendilerine pek bol gelen üniformalar içinde yığın yığın genç oğlanlar
gördüm, birçok kez Störbckcri seçer gibi oldum aralarında, ama her selerinde yanıldığımı
anladım, oğlanların hepsi de birbirine benziyordu; yine de ben, simdi asmışlardır
Slörbekcr'i, dedim kendi kendime. Acaba Luzie Rennwand'i da sallandırmışlar mıydı?
Bu düşünce Oskar'ı kanatlandırdı. Sağ ve soldaki ağaçlara göz gezdirerek bir kızın ince
vücudunu aradım, gözümü kapatıp, lanklar arasından yolun karşısına geçtim, ama bu
tarafta da Slörbeker'e benzeyen erler, yaşlı Volkssturm mensupları ve delikanlılar
gördüm yalnız. Düş kırıklığına uğrayarak ağaçlıklı yol boyun
497
i ti
ca yürüyüp yarı harap olmuş Cafe Dörlmcvsim'e geldim, istemeyerek geri döndüm sonra,
Truczinski Nine'nin mezarı başında dikilerek Maria ile tümseğin üzerine sarmaşıklar ve
yapraklar serptiğimde, hâlâ bir ağaçta sallanan Luzie'nin o güçlü ve ayrıntılı
görüntüsünden kendimi kuriaramamıştım.
Dul Bayan Grcff'in el arabasını götürüp manav dükkânına bırakmadık. Malzerath ile
Heilandt Baba, arabayı söküp parçalara ayırdı, tek tek parçaları dükkânımıza götürüp
tezgâhın arkasına yerleştirdiler ve dükkânın sahibi Malzeralh Heilandt Baha'nın cebine üç
küçük paket sigara soktu: "Bakarsın araba yine gerekebilir bize", dedi. "Burada bir bakıma
emniyetle sayılır."
Heilandl Baba bir şey söylemedi, ama uzanıp uzanıp nerdeyse boşalmış raflardan birden
çok makarna paketiyle iki kese kâğıdı şeker aldı. Cenaze gömülürken, ayrıca gidiş ve
dönüşle ayaklarında görülen keçe terlikleri sürüyerek dükkândan çıktı ve raflarda kalan az
buçuk malı da mahzene taşıma işini Matzcralh'a bıraktı.
Artık mahzenden dışarı çıkamaz olmuştuk âdeta. Rusların Zigankenberg'e, Pictzgendorf'a
girdikleri, Schidlilz önüne geldikleri söyleniyordu. Ama tepelerde bulundukları kesindi,
çünkü mermilerini dosdoğru kentin iç kesimlerine yolluyorlardı. Alt Şehir, Üst Şehir, Yeni
Şehir, Eski Şehir, Genç Şehir, Yaşlı Şehir, Karabiber Şehir, yedi yüzyıl boyunca imar
edilip durmuş bütün bu semtler üç gün içinde yanıp kül olmuştu. Ama Daıızig'in ilk yanışı
değildi bu. Daha önce Poıncranya'lılar, Brandenburg'lular, tarikat mensubu şövalyeler,
Polonyalılar, İsveçliler, sonra yine İsveçliler, Fransızlar, Prusyalılar, Ruslar, ayrıca
Saksonyahlar; bunların her biri birkaç yılda bir tarihe yeni sayfalar katarak, kenli
yakılmağa lâyık bulmuşlardı. Şimdi de Ruslar, Polonyalılar, Almanlar ve İngilizler bir olmuş,
Gotik sanalının tuğla yapılarındaki tuğlaları yüzüncü defadır yakıyor, ama bir peksimet
elde edemiyorlardı. Hâker Caddesi, Uzun Cadde, Geniş Cadde, Büyük ve Küçük
Dokumacılar Caddesi yanıyor; Tobias Caddesi, Köpek Caddesi, Allstâdtischer Graben,
Vorslâdlischer Graben, sonra ka
498
Ie duvarları ve uzun köprü yanıyordu. Kran Kapısı ahşaptı, dolayısıyla pek nefis bir yanışı
vardı. Küçük Pantoloncular Sokağı'nda yangın, ayağına geçireceği göz kamaştırıcı renkle
bir sürü pantolon için ölçü aldırıyordu. Maria Kilisesi içlen dışa doğru yanıyor, sivri kemerli
pcncereleriyle ortalığı bir bayram şenliğine boğuyordu. Sanki Katharincn, Şankl Johann,
Sanki Brigittcn, Barbara, Elisabeth, Peter ve Paul, Triniıatis ve Kutsal Cesed Kiliselerinin
başka yere taşmamadan kalmış çanları çan kulelerinde eriyor ve sessiz sedasız yere
damlıyordu. Büyük Dcğirmcn'dc kırmızı buğdaylar öğütülüyordu. Kasaplar Sokağı, pazar
günleri yenen yanık pirzola kokuyordu. Şehir Tiyatrosunda Kundakçının Düşleri adında tek
perdelik sinsi bir oyunun galası yapılıyor, Rcchtsladfdaki Belediye Sarayında yangından
sonra itfaiyecilerin maaşlarına, geçmiş yangın günlerini de kapsamak üzere zam yapılması
karar allına almıyordu. Ruhui Kudüs Caddesi, Kutsal Ruh adına yanıyor, Franziskus
Manastırı ermişlerden Franziskus adına neşe içinde kavruluyordu; nihayet Franziskus
ateşi seven ve ilâhilerinde ateşi terennüm eden bir ermişti. Kadınlar Sokağı, Baba ve Oğul
için aynı zamanda yanıp tutuşuyordu. Odun Pazarı, Kömür Pazarı ve Saman Pazarının
yanmakla olduklarını söylemek gerekmez sanırım. Ekmekçiler Sokağında artık ekmek
çıkmıyordu fırınlardan. Sütçüler Sokağfnda sütler kaynamış taşıyordu. Sadece Balı Prusya
Yangın Sigoriası'ınn binası tamamen simgesel nedenlerden yanmaya yanaşmıyordu bir
türlü.
Yangınlarla hiç de bası hoş değildi Oskar in. Dolayısıyla, yanan Danzig'i seyretmek üzere
Malzerath merdivenlerden çatı arasına çıktığında, düşüncesizlik edip bir yangında kolay
yanabilecek birkaç parça öteberimi aynı yerde saklamasaydım, mahzende kalır, ben de
kendisiyle gitmezdim. Cephe Tiyatrosu stokumdan kalmış son trampetimle, Goethe'mi ve
Rasputin'imi kurtarmam gerekiyordu. Ayrıca kitap sayfaları arasında Roswilha'min sağken
zarif bir şekilde hareket ettirdiği o bir soluk kadar ince ve zarif renklere boyanmış
yelpazeyi de saklıyordum. Maria mahzende kaldı, ama Kurt benimle ve Matzerath'la çatı
arasına çıkmak ve
499
I
yangını seyretmek istedi. Bir yandan oğlumun denelim allına alınamayan coşkunluğuna
kızıyordum; beri yandan kendi kendine şöyle diyordu Oskar: Dedesinin dedesine,
büyükbabama kundakçı Koljaiczek'e çekmiş. Maria mahzende alıkoyup bırakmadı Kurt'u,
ama benim Matzerath ile yukarı çıkmama izin verdi. Yukarıda öteberilerimi toplayıp
yanıma aldım, çamaşır kurutma yerinin penceresinden bir göz altını dışarı, gün görmüş
saygıdeğer kentin kendisinde ele geçirdiği o hayat fışkıran gücü görerek şaşırdım.
Yakında mermiler patlamaya başlayınca, çamaşır kurutma yerinden ayrıldık. Sonra
Matzerath bir kez daha çıkmaya kalktı yukarı, ama Maria koyvermedi. Matzeralh da boyun
eğdi ve Dul Bayan Greff'e yangını enine boyuna anlatırken ağlamaya başladı. Bir kez daha
mahzenden eve çıkarak radyoyu açtı, ama radyo ses vermiyordu arlık. Yanmakla olan
radyoevinin çıtırtısı bile duyulmuyordu, nerde kaldı özel bir haber işitilecekti.
Bundan böyle Noel Baba'ya inanıp inanmaması gerekliğini bilemeyen bir çocuk gibi
duraksar bir hali vardı Malzeralh'm; mahzenin orta yerinde dikiliyor, pantolon askılarını
çekip çekiştiriyordu; nihai zafere karşı ilk kez kuşkusunu açığa vurdu ve Dul Bayan
Greff'in tavsiyesi üzerine ceketinin kolundaki parti rozetini çıkardı, ama rozeti nereye
koyacağını kcsliremedi bir türlü; çünkü mahzenin zemini betondu, Bayan Greff ise rozeti
almaya yanaşmadı. Maria, rozeti kışlık patateslerin içine gömmesini söylediyse de,
patatesleri Matzeralh pek güvenilir bir yer olarak görmedi, yukarı çıkmayı da göze
alamıyordu, çünkü henüz gelmemişlerse çok geçmeden geleceklerdi, belki de yoldaydılar,
geliyorlardı şimdi; çünkü yukarı çıktığında Brenntau ve Oliva dolaylarında savaşıldığını
bildiren sesler işitmişli Malzcrath. Bonbon şekerini yukarda, pasif korunma kumlarının
içinde bırakmadığına bin kez hayıflandı, çünkü onu burada aşağıda, elinde bonbonla
buldular mı — birden elinden bıraktı rozeti, beton zemin üzerine düştü rozet, rozeti
ayaklarıyla çiğnemek, aklını kaçırmış gibi yapmak isledi; Kurl'la ben aynı zamanda alıldık
bonbonun
500
ORHAN KEMAL
İL HALK KUTÜPHANFSİ
üzerine, ben Kurt'lan çabuk davranıp bonbonu kaplım, bundan böyle de elimden çıkarmadım
onu; Kurt üzerime alıldı, kendisine bir şey verilmesini islediği zaman yaptığı gibi üzerime
saldırdı, ama ben parti rozetini vermedim oğluma, onu tehlikeye atmak istemedim; çünkü
Ruslarla şakaya gelmezdi, Oskar, daha okuduğu Raspulin kitabından biliyordu bunu; Kurt
yumruklarıyla bana vurur, Maria bizi ayırmaya çalışırken, acaba oğlunun darbeleri allında
rozeti vermeye rıza gösterse, Beyaz Rusların mı, yoksa Büyük Rusların mı, Kazakların mı,
yoksa Gürcülerin mi, Kalinüklerin mi, yoksa Kırım Tatarlarının mı, Rulhenlerin mi, yoksa
Ukraynalıların ya da Kırgızların mı parti rozetini Kurt'la bulacaklarını düşündü Oskar.
Maria, Dul Bayan Greff'in yardımıyla bizi ayırdığı zaman, bonbonu muzaffer bir edayla
yumruk yaptığım sol elimde tutuyordum. Malzcrath, rozeli elinden çıkarmış olduğuna
seviniyordu. Maria, ulumaya başlayan Kurl'la ilgilenmeye başlamıştı; rozetin açıkla duran
iğnesi avucuma battı derken. Eskiden olduğu gibi şimdi de beğenilecek bir yanını
bulamadım rozetin. Ama Matzerath'ın ceketine arkadan bonbonu iliştirmek isterken
nihayet onun partisinden bana neydi, üzerimizdeki dükkânda bitiverdiler; bağırışan
kadınların seslerine bakılırsa, o anda komşu mahzenlere de dalmışlardı.
Mahzene inilecek kapağı kaldırdıklarında, rozetin iğnesi hâlâ elime batmaktaydı. Maria'nın
titreyen dizlerinin önüne çömüp beton zemin üzerindeki karıncaları seyretmekten başka
yapacak ne kalmıştı benim için? Ordu halindeki karıncaların yolu kışlık patateslerden
başlıyor, mahzeni çapraz kalcderek bir şeker çuvalına varıyordu. Mahzenin merdivenine
üşüştüler derken, altı kişi kadardılar, hafif karışık Ruslardı basbayağı, ellerinde makineli
tabancalarla gözlerini belerttiler. Rus ordusunun sahnede görünmesi üzerine karıncaların
hiç istiflerini bozmayışı, bütün bağırıp çağırmalar ortasında yatıştırıcı bir etki yaptı;
patateslerle şekerden başka şey düşündükleri yoktu karıncaların, oysa makineli
tabancaların niyelleri ilkin başka şeyler ele geçirmekti. Büyüklerin
501
ellerini havaya kaldırmalarını normal karşıladım. Sinemalarda gösterilen dünya
haberlerinden biliyordum bunu; ayrıca Polonya Poslancsi'nin savunulması da buna benzer
teslimiyet dolu bir sahneyle kapanmıştı. Ama Kurlun ne diye kalkıp büyüklere özendiğini
çıkaramadım bir türlü. Kendine bir örnek arıyorsa, ortada babası olan ben vardım; babasını
örnek almak istemiyorsa, karıncalar vardı. Dört köşeli üniformalıların üçü hemen Dul Bayan
GrcfPi gözüne kestirdiğinden, mahzende kaskatı duran topluluğa biraz canlılık geldi. O
kadar uzun süren bir bolluktan ve daha önce yaşanan perhiz günlerinden sonra böylesine
aşırı bir taleple karşılaşmayı pek beklemeyen Bayan Greff, ilkin şaşkınlığından çığlık
atmaya başladı, ama derken nerdeyse unuttuğu o yatay pozisyona çarçabuk uydurdu
kendini.
Rusların çocuk sevdiğini daha önce Rasputin'de okumuştum ve mahzenimizde de yaşadım
böyle olduğunu. Maria durup dururken titriyor, Dul Bayan Grcff'e hiç aldırmayan dört Rus
askerinin ne diye Kurl'u kaldırıp kucaklarına oturttuğunu, ne diye bunların da ötekiler gibi
nöbetleşe Dul Bayan GrcITin önüne çömmeyerek Kurı'çuğu oksayıp sevdiklerini, ona
dadada* dediklerini, Kurl'un ve kendisinin yanaklarına vurduklarını bir türlü aklı almıyordu.
Benimle trampetimi askerlerden biri kaldırıp kucağına aldı, böylece beni, bundan böyle
kıyaslamalar yaparak karıncaları seyrelmekten ve onların gösterdiği çabaya bakarak
yaşadığımız zamanın olaylarını teraziye vurmaktan alıkoydu. Trampetim karnımın önünde
sarkıyordu; iri gövdeli ve büyük ağızlı adam, kaim parmaklarıyla, bir büyük için hiç de
acemice denemeyecek birkaç hava vurdu; söz konusu havalara uyarak hani dansedebilirdi
insan. Oskar bunun altında kalmamayı, trampetinden ustalıkla birkaç hava döktürmeyi pek
isledi, ama yapamadı, çünkü Matzcralh'ın parii rozetinin iğnesi hâlâ sol elinin ayasına
batıyordu.
Nerdeyse bir huzur ve aile havası esmeye başlamıştı mahzeni
* Çocukları severken Rııslaı'ın kullandığı bir sözcük. (Ç.N.) 502
mizde. Dul Bayan Grelf'in nöbetleşe yer değiştiren üç askerin altında giderek sesi çıkmaz
oldu. Derken biri doydu bunların; Oskar, benini o pek yetenekli ırampetçi taralından
terleyip duran hafil çekik gözlü bir Kalmük'c devredildi. Kalmük, sol eliyle beni tutarken,
sağ eliyle pantolonunun düğmelerini ilikledi ve daha önce beni kucağında tutan
trampetçinin bunun tam tersini yapmasına ses çıkarmadı. Ama Matzcralh durumunu
değiştirecek bir fırsat ele geçiremiyor, beyaz tenekeden Leipzig Karışık Konservesi
kutularıyla dolu rafın önünde dikiliyordu; ellerini havaya kaldırmıştı, el ayasındaki çizgiler
görülüyordu. Buna karşılık mahzendeki kadınlarda şaşılacak ölçüde bir kavrayış yeteneği
açığa vurdu kendini: Çok geçmeden Maria ilk Rusça sözcükleri öğrenmişti, dizleri de
titremez olmuştu arlık, hatta gülüyordu; o anda elinin altında bulunsa, hani mızıka da
çalabilirdi.
Ama o kadar çabuk değişemeyen Oskar karıncaların yerini tutacak bir başka şey aramış ve
benim Kalmük'ün yakasının kenarında geziye çıkan bir sürü yassı, grikahverengimsi
hayvancıkları seyre başlamıştı. Doğrusu böyle bir bili yakalayıp gözden geçirmeyi pek
istiyordum; çünkü okuduğum kitaplarda da, Gocllıc'dc daha az, Raspulin'de daha çok
bitlerin sözü ediliyordu. Gelgclelim, tek elimi kullanarak bir bil yakalayamayacağımdan,
parti rozetini elden çıkarmanın bir yolunu aradım. O zamanki davranışını açıklamak üzere
şimdi şöyle söylüyor Oskar: Kalmük'ün göğsünde zaten bir sürü nisan vardı, dolayısıyla
elime batıp duran ve bir bil yakalamaktan beni alıkoyan bonbonu avcumda tutarak
yanıbaşımda dikilen Matzcrath'a uzattım.
Bunu yapmamam gerektiği ileri sürülebilir şimdi. Ama Malzeraıh da uzanıp almasaydı ya
rozeti, ne diye altlı sanki.
Malzerath elini uzattı, ben de bonbonu elden çıkardım. Partisinin rozetini parmaklarının
arasında hisseden Malzeralh'ı yavaş yavaş bir korku sardı ve benim boş kalan ellerimle
tanıklık etmek islemeyeceğim bir şey yaptı; bitlerin ardına düşemeyecek kadar dalgın
Oskar yeniden dikkatini karıncalar üzerinde yoğunlaştırmak istiyordu ki, Matzerath'ın
acele bir el harekeline ilişti gözü.
503
O zaman ne düşündüğü aklına gelmediği için şimdi şöyle söylüyor: Alacalı bulacalı yuvarlak
rozeti Malzerallı avcunda tutsaydı, daha akıllıca davranmış olurdu.
Ama Matzerath rozetten yakasını kurtarmak islemiş ve bir aşçı, ayrıca bakkal dükkânının
bir dekoratörü olarak sık sık kanıtladığı hayal gücüne karşın rozeti saklamak için ağzından
başka yer bulamamıştı.
Böylesine küçük bir el harekeli ne kadar da önem taşıyabiliyor. Elin ağıza doğru bir
harekeli. Bu kadarı da Maria'ııın sağında ve solunda oluran iki tvan'ı ürkütmeye ve
sığınaktaki yalaktan sıçrayıp kaldırmaya yetmişti. Makineli tabancalarla gelip
Matzerath'ın karnının önüne dikildiler; Malzcratlı'ın yutkunarak bir şeyi yutmaya çalıştığı
açıkça görülüyordu.
Bari Matzeratlı daha önce rozetin iğnesini üç parmağıyla kapasaydı ya! Fazla yer tutan
rozet Malzeralh'ı boğuyor, Matzerath'ın yüzü al al olup gözleri açılıyor, Malzerallı
öksürüyor, ağlıyor, gülüyor ve hep birden ruhuna üşüşen söz konusu duygular karşısında
ellerini bundan böyle havada tutamıyordu. Buna da işte kallanamıyordu tvan'lar; bağırıyor,
eskisi gibi Matzerath'ın avuçlarını görmek isliyorlardı. Ama Matzerath kendini büsbütün
solunum organlarına vermişti, artık doğru dürüst öksüremiyordu bile; danseder gibi
hareketler yapıyor, kollarını sağa sola savuruyordu. Leipzig Karışık Konservesi
kutularından birkaçını raftan eliyle süpürüp alaşağı etli bir ara; bunun üzerine lıafil çekik
gözleriyle olup bileni sessiz seyreden Kal mü k kollayarak yere bıraktı beni, elini arkasına
atıp bir şeyi yatay duruma getirdi ve kalçasından doğru aleş etti, bütün mermileri
boşalttı, kendi kendine boğulup gitmesine fırsat bırakmadan yere yıktı Matzerath'ı.
Alınyazısı sahnede boy gösterince, insan neler de yapmıyor. Muhtemel babam, partiyi
yutkunmalarla yutmaya çalışarak ölürken, az önce Kalmük'ün yakasından yakaladığım bir
bili farkında olmaksızın, böyle bir şey yapmayı da istemeksizin parmaklarımın arasında
ezmiştim. Karıncaların yolunun üzerine yanlamasına devrilmişti, Malzerath. lvanlar dükkâna
çıkan, merdiven yo
504
luyla mahzenden ayrıldılar ve giderken yanlarında birkaç kavanoz sunî bal götürdüler. En
son mahzenden çıkan benim Kalmük oldu, ama sunî bal alamadı yanına, çünkü makineli
tabancasına yeniden mermi sürmesi gerekiyordu. Dul Bayan Greff, orası burası açıkta,
margarin kutuları arasına kıvrılmış yatıyordu. Maria ise âdeta ezmek isler gibi bağrına
basıyordu Kıırl'u. Goclhc'de okuduğum bir cümle geçti aklımdan. Değişik bir durumla
karşılaşan karıncalar dolambaçlı bir yol izlemek zahmetinden kaçmayarak, güzergâhlarını
kıvrılmış yerde yalan MaizerallVın çevresinden dolaştırınışlarch; çünkü patlamış çuvaldan
akan şeker, Mareşal Rokossowski ordusu tarafından Daıızig'in işgalinde tatlılığından hiçbir
şey yitirmemişti.
505
OLMAK YA DA OLMAMAK
İlkin Rügenlilcr geldi, sonra Collar ve Gepidler, ardından Kaschubcililar, ki Oskar da
dosdoğru bu soya dayanıyor. Kaschubcilılardan pek az sonra Polonyalılar Adalbert von
Prag'ı yolladı. Adalbert von Prag haçla geldi, Kaschubeililar ve Prusyalılar taralından
baltayla öldürüldü. Bir balıkçı köyünde geçti olay ve köyün adı Gyddanyzc idi. Gyddanyzc
Danczik'c, Danczik de Danzig'c çevrildi, sonra da Danzig olarak yazılmaya başladı. Bugün
ise Danzig'e Gdansk deniyor.
Ama kentin adı daha böyle yazılmadan, Kaschubeilılardan sonra Pomeranya dükleri geldi
Gycldanyzc'a; Subislau, Sambor, Mcstvvin ve Swanlopolk gibi adlan vardı. Zamanla küçük
bir kent olup çıktı köy. Sonra çok uzaklardan Brandcnburg'lular geldi, onlar da biraz yakıp
yıktılar kenti. Derken Şövalye Tarikatı'nın mensupları sökün ederek daha pek onarılmamış
kentin eski harap durumunu şövalye kılıçları allında yeniden diriltmeye çalıştılar.
Bundan böyle yüzyıllar boyu bir yakıp yıkma ve onarıp adam cime oyuncıığu oynanarak,
Pomeranya Dükleri, Şövalye Tarikalı'nm efendileri, Polonya kralları, kral aleyhtarları,
Brandenburg konlları ve Wloclawck piskoposları birbirlerinin yerlerini alarak gelip gittiler.
Kenti yapan ve yıkanlar şöyleydi: Olio von Waldemar, Bogussa, Heinrich von Plotzkc ve
Dietrich von Allenberg; Dietrich von Allenberg şövalye şatosunu getirip Hcvclius
Meydanı'na, yirminci yüzyılda savunması yapılan Polonya Posiancsi'nin
506
bulunduğu yere kondurdu.
Bir ara da Hussillcr geldi, sağda solda küçük çapla yangınlar çıkararak gittiler sonra.
Derken tarikat mensubu şövalyeler kentten kapı dışarı edildi, şövalye şatosu yıkıldı,
kentte bir şalo olsun istenmedi. Kent Polonya'ya bağlandı, eh kötü de yapılmadı. Bu işi de
başaran Kazimicrz adında bir kral oldu ve Büyük Kaz imierz dendi kendisine, Birinci
Wladyslaw'm oğluydu. Sonra Ludvviğ'in arkasından Kraliçe Hedvvig geldi. Jagicllo von
Litaucn ile evlendi Kraliçe Hedvvig, böylece Jagiello'ların saltanat sürdüğü bir dönem
başladı. İkinci Wadyslavv'i bir üçüncüsü izledi, sonra yeniden bir Kazimierz geçti başa;
ama bu Kazimicrz hükümdarlığa pek hevesli çıkmadı, ama yine de on üç yıl Danzig
tüccarlarının o canım parasını tarikat mensubu şövalyelere karşı savaşlarda harcadı.
Johann Albrecht'e gelince, Türklerle uğraştı daha çok. Alcxander'in yerine bir adı da
Zygmıınl Slary olan Baba Şigusmund gcçli. Sigıısmuncl Augusl'a ayrılan tarih şayialarını
ise, Polonyalılarca ismi seve seve bir transatlantiğe konan Siefan Batory izliyor. Siefan
Balory kenti kuşattı, uzunca bir süre topa tuttu hani tarih kitaplarında okunabilir böyle
olduğu ama bir türlü ele geçiremedi. Sonra da İsveçliler gelip, onlar da aynı şekilde
davrandı. Kentin kuşatılmasından pek zevk duyan İsveçliler, birçok kez tekrarladılar bunu.
Beri yandan, gene o sıra, Danzig Körfezi Hollandalılar, Danimarkalılar ve İngilizlerin
öylesine hoşuna gitti ki, körfezde volta atan birçok yabancı kaplan deniz kahramanı olarak
ün yapma fırsatını buldu.
Oliva'da barış. Ne gönül okşayıcı, ne huzur laşan bir söz! Polonya'nın bölüşülmeye
harikulade elverişli bir ülke olduğunu ilk burada anladı büyük devletler. İsveçliler,
İsveçliler, gene İsveçliler, İsveç istihkâmları, İsveç punçu, İsveç allaması. Derken kentte
Polonya'nın bahtsız kralı Stanislaw Leszczynski'nin saklandığı bahanesiyle Ruslarla
Saksonyahlar çıkageldi. Bir tek kral yüzünden bin sekiz yüz ev yerle bir edildi ve bahtsız
Leszcynski damadı Ludvvig'in ülkesi olan Fransa'ya kaçıp sığınınca, kent bir milyon lira
bayılmak zorunda bırakıldı.
507
Sonra da üç kez bölüşüldü Polonya. Prusyalılar çıkageldi davetsiz ve bütün kent
kapılarındaki Polonya Kraliyet armasını, yani kartalı kaldırıp yerine kendi kuşlarını
yerleştirdiler. Bir öğretmen olan Johannes Faik "Oh, ey neşeli..." diye başlayan Noel
Şarkısının güftesini yazaeak vakti bulmuş bulmamıştı ki, Fransızlar sökün etti.
Napolyon'un Rapp adında bir generali vardı ve kan kuslurucu bir kuşatmanın arkasından
Danziglilcr bu generale yirmi milyon frank ödemek zorunda kaldılar. Fransızların Danzig'te
hüküm sürdüğü zamanın korkunçluğundan kuşku duymak gerekmez sanırım. Ne var ki,
ancak yedi yıl sürdü hepsi. Sonra Ruslarla Prusyalılar geldi; Speicher Adası'nı lopa tutarak
yakıp yıktılar. Napolyon'un kafasında yaşattığı Bağımsız Devlel de son buldu böylelikle.
Prusyalılar kendi kuşlarını yeniden keııl kapılarına resmetmek fırsatı buldular ve harıl harıl
da yaptılar bu işi, Prusya 1111klarım gösterip 4. Piyade Alayını, 1. Topçu Tugayını, 1.
İstihkâm Birliğini ve 1. Süvari Alayını kente yerleştirdiler. 30. Piyade Alayı, 18. Piyade
Alayı, 3. Yaya Muhafız Alayı, 44. Piyade Alayı ve 33. Halif Piyade Alayı geçici bir süre
kentle kalarak gitti. Ama o ünlü 128. Piyade Alayının kentlen çekilmesi ancak 1920 yılında
gerçekleşti. Hiçbir şeyi unutmamak için şunu da ekleyelim ki, Prusyalıların kentle hüküm
sürdüğü yıllar
1. Topçu Tugayı, 1. Kale Birliği ile ]. Doğu Prusya Topçu Alayı Yaya Birliği halinde
genişletildi. Bunun yanı sıra bir de Pomeranya'ıım 2. Yaya Topçu Alayı bulunuyordu ki. daha
sonradan yerini 16. Balı Prusya Yaya Topçu Alayına bıraktı. 1. Süvari Alayına
2. Süvari Alayı katıldı. Buna karşılık 8. Ulanlar Alayı ancak kısa süre kaldı kentin kale
duvarları içinde. Ama duvarlar dışında, Langluhr banliyösünde 17. Balı Prusya Levazım Alayı
karargâh kurdu.
Burchkardt, Rausching ve Greise zamanlarında Bağımsız Devletle sadece yeşil üniformalı
gümrük polisi vardı, ama 1939 yılında Forster yönetiminde değişti durum. Bütün tuğla yapı
kışlaları, yüzleri yine neşeyle gülen üniformalı adamlar doldurdu; çeşil çeşit silâhlar vardı
ellerinde, 1939dan 1945'e kadar Danzig ve
508
çevresindeki kışlalarda bulunan ya da Danzig'len gemilere bindirilip Buz Denizi Ccphesi'ne
yollanan bütün birlikleri şimdi tek tek sayıp dökebilirdik hani. Ama burasını allıyor Oskar
ve kısaca şöyle diyor: Sonra da, hepimizin bildiği gibi, Mareşal Rokossowki geldi; kentin
sapasağlam ayakla durduğunu görüp kendisinden önce aynı yere gelen o büyük uluslararası
ün yapmış kişileri anımsadı ve kendisinden sonra geleceklere yeniden harıl harıl bir onarım
fırsatı vermek üzere kenti lopa tutarak taş taş üstünde bırakmadı.
İşin tuhafı, bu kez Rusların ardından Prusyalılar, İsveçliler, Saksonyalılar veya Fransızlar
değil, Polonyalılar geldiler.
Pılı pırlılarıyla Wilna'dan, Bialyslok'tan, Lcmberg'lcn akın elliler ve kendilerine oturacak
konut aradılar. Bizim eve de Fajngold adında bir bay yerleşti; yalnızdı kendisi, ama sanki
çevresinde sağa sola koşlurabileccği çok başlı bir aile varmış gibi davranıyordu. Bay
Fajngold, vakiı geçirmeden bakkal dükkânına el koydu, ilerde ve orlaya çıkmayan ve
sorulanlara cevap vermeyen Luba adındaki karısına ondalık manivela terazisini, gaz
bidonunu, sucukların asıldığı pirinç çubuğu, boş kasayı ve büyük bir memnunlukla
mahzendeki stokları gösterdi. Hemen tezgâhlar olarak yanma alıp, karısına uzun boylu
sözlerle takdim elli Maria'yı. Maria da Fajngold'a Matzeralh'ımızı gösterdi, üç gündür
mahzende üstü çadır beziyle örlülü yalıyordu Malzcralh; sokaklarda Ruslar kol geziyor,
dört bir yanda bisikletleri, dikiş makinelerini ve kızlarla kadınları denemeden
getiriyorlardı, bu yüzden Malzerallı'ı götürüp gömememişıik.
Fajngold, sırı üslü çevirdiğimiz cesedi görünce ellerini, Oskar'ın yıllar önce oyuncakçı
dükkânının sahibi Sigusınund Markus'ta gördüğü gibi, anlamlı bir tarzda başının üzerinde
kavuşturdu. Yalnız karısı Luba'yı değil, ailesinin bütün ferilerini mahzene çağırdı ve
mahzene inerlerken onları gördüğü kuşkusuzdu, çünkü hepsine kendi adlarıyla seslendi ve
yerde yatan ölmüş kişinin kimliğini açıkladı, sonra da bize bir açıklamada bulunarak, az
önce isimleriyle çağırdıklarının da Treblinka fırınlarını boyla
509
madan böyle yerde yattıklarını, içlerinde balclızıyla baldızının kardeşinin beş çocuklu
kocasının da bulunduğunu, hepsinin böyle yere serilip uzandıklarını, yalnız kendisinin
aralarında bulunmadığını, çünkü kendisinin ölüler üzerine klor serpmekle görevlendirilmiş
olduğunu söyledi.
Sonra bize yardım elli Ray Fajngold; Malzcralh'ı merdivenlerden yukarı taşıyıp dükkâna
çıkardık, ama ailesinin ferileri yine ansızın Fajngold'un çevresinde belirdi; Fajngold. ölü
yıkanırken Maria ya yardımcı olmasını istedi karısından, ama karısı buna yanaşmadı ve
karısının buna yanaşmayışı dikkatini çekmedi Fajngoid'un, çünkü mahzendeki yiyecek
stoklarını dükkâna çıkarmakla uğraşıyordu. Daha önce Truczinski Ninc'ııin ölüsünü yıkayan
Dul Bayan GrefPden de yardım göremedik bu kez; çünkü evi Ruslarla dolup taşıyor, Bayan
Greff şarkılar, lürküler söylüyordu.
Daha işgalin ilk günlerinde ayakkabı tamircisi olarak kendisine iş bulup, ileri harekât
sırasında ahları delinmiş Rus çizmelerine pençe yapan Hcilandt Baba, ilkin tabutu
hazırlamak istemedi. Ama Bay Fajııgold kendisini alıp dükkâna getirerek sundurmada
duran bir elektrik motorunu dükkândaki derby sigaralarından birkaçıyla değiş tokuş
etmeyi önerince, çizmeleri bir kenara bıraklı, ayakkabı tamirinde kullanılan aletlerden
başka aletlere ve sandık tahtalarından artakalan parçalara uzaltı elini.
O zamanlar komşuların ve kcnle gelen Polonyalıların, içindeki eşyaları yağma elliği
Truczinski Ninenin evinde oturuyorduk; sonra buradan da alıldık. Bay Fajngold kileri verdi
bize. Hcilandt Baba, oturma odasından yalak odasına açılan kapıyı Truczinski Ninc'nin
tabutu için harcamıştı, dolayısıyla Malzerath'ın tabutu için mutlaktan oturma odasına
açılan kapıyı kullandı. Aşağıda, avluda derby sigaraları içerek çalmaya başladı labutu. Biz
yukarda kaldık; ben odada bırakılmış tek sandalyeyi ayağımın allına koyarak, camları parça
parça olmuş pencereleri açtım, Hcilandt Baha'nın tabutu hiç özen göstermeksizin ve ayak
ucuna doğru incelmesine dikkal etmeksizin çattığını farkederek içerledim.
510
Oskar bir daha göremedi Maizcraıh'ın yüzünü, çünkü tabutu Dul Bayan GrcfPin el
arabasına yükler yüklemez, Vitcllo margarini sandıklarının kapaklarını labutun üzerine
çivilediler; oysa Matzeralh sağlığında margarin yemek istemediği gibi, yemek pişirirken de
bu yağı kullanmaktan tiksinti duymuştu.
Maria, sokaklardaki Rus askerlerinden çekindiği için kendileriyle gelmesini istedi Bay
Fajngold'un. Tezgâhın üzerine bağdaş kurmuş oturan ve bir karton kutudaki balı
kaşıklayan Bay Fajngold önce duraksadı, karısı Luba'mn kendisine olan güvenini
sarsmaktan korktu; ama sonunda karısından izin almış olacak ki, tezgâhın üzerinden kayıp
indi aşağı ve sunî balı bana uzattı. Bende Kurt'çuğa uzattım, Kuıl'çuk da hepsini gövdesine
indirdi. Maria'nın yardımıyla Bay Fajngold gri tavşan postundan bir yakalığı bulunan uzun
siyah paltosuna büründü, kendisine pek küçük gelen silindir bir şapkayı başına geçirdi,
sonra dükkânı kapayarak, karısına kim gelirse gelsin kapıyı açmamasını tembihledi.
Hcilandl Baba, Belediye Mezarlıklarına kadar götürmeye yanaşmadı arabayı. Elinde pençe
vurulacak çizmeler bulunduğunu, onun için fazla uzağa gidemeyeceğini açıkladı. Bina
yıkıntılarından hâlâ dumanlar lülen Max llalbe Mcydanı'ndan sola, Bröscn Caddesine saplı;
hedefinin Saspc Mezarlığı olduğunu sezmiştim. Ölgün şubat güneşinde evlerin önünde
Ruslar oluruyor, kol ve cep saatlerini değerlerine göre seçip ayırıyor, gümüş kaşıkları
kumla ovup temizliyor, kadın ve kızların sutyenlerini kulaklık olarak kullanıyor, bisikletler
üzerinde akrobasi numaraları yapıyorlardı; yağlı boya tablolardan, ayaklı saatlerden, banyo
küvetlerinden, radyolardan, askılardan bir engel yapmışlar, bisikletle aralarından geçip
sekiz rakamlı figürler, helezonlar, spiraller çiziyor, çocuk arabaları ve avizeler gibi evlerin
pencerelerinden dışarı fırlatılan eşyalardan büyük bir uyanıklıkla kendilerini sakınıyor,
gösterdikleri hünerlerden ölürü alkışlanıyorlardı. Geçtiğimiz her yerde birkaç saniye için
kesiliyordu oyun. Ünilormalarının üzerine kadın giysileri geçirmiş bir kaç asker arabayı
ilmekle bizden yardımlarını esirgemedi; hani Maria'ya da arada bir el atacak
511
oldular, ama Rusça konuşup yanında bir kimlik karlı bulunduran Bay Fajngold tarafından
seri sözlerle uzaklaştırıldılar her seferinde. Kadın şapkası giymiş bir asker bize bir kuş
kafesi hediye elli, kafesle çubuk üzerine tünemiş bir muhabbet kuşu bulunuyordu;
arabanın yanı sıra sekerek yürüyen Kurt'çuk kuşun rengârenk tüylerine hemen el almak ve
bunları yolmak istedi. Hediyeyi geri çevirmeyi göze alamayan Maria, kafesi Kurtçuğun
elinin allından alıp benim yanıma, arabanın üzerine yerleştirdi. Muhabbet kuşunu pek renkli
bulan Oskar, kafesi alıp Malzeralh'ın içinde yattığı o büyütülmüş margarin sandığının
üzerine koydu. Ben, en arkada oturuyor, ayaklarımı sarkılmış sallıyor ve Bay Fajngold'un
yüzüne bakıyordum; düşünce ve tasalar okunan bu yüz, sanki Bay Fajngold alnının
gerilerinde çapraşık bir hesap yapıyor, ama hesabı bir türlü doğru çıkmıyormuş gibi bir
izlenim uyandırıyordu.
Biraz trampetimi konuşturarak şenlendirdim bu yüzü, Bay Fajngold'un bulanık
düşüncelerini kafasından kovmak isledim. Ama Fajngold yüzündeki buruşuklukları elden
çıkarmadı, gözleriyle kimbiliı nerelere bakıyordu, belki de uzaklarda kalmış Galiçya vardı
gözlerinin önünde; ama benim trampetimi gördüğü yoklu. Bunun üzerine, Oskar, keşli
trampetini konuşturmayı, bundan böyle sadece araba tekerleklerinin gürüllüsüylc
Maria'nın ağıdınm duyulmasını sağladı.
Langluhr banliyösünün son evlerini arkamızda bırakmıştık. Ne yumuşak bir kış diye
düşündüm, muhabbet kuşunu seyrettim biraz, nerdeyse havaalanının üzerinde bulunan
ikindi güneşinde tüylerini kabartmıştı.
Havaalanını nöbetçiler bekliyordu. Bröscn yolu kapatılmıştı. Bir subay Bay Fajngold'la
konuşlu, Bay Fajngold silindir şapkasını gergin parmakları arasında tuttu konuşurken;
seyrek ve kırnıızısarı saçları rüzgârda uçuşuyordu. Malzerath'ın tabutunu şöyle bir
yoklayıp tıklatarak muhabbet kuşunu parmağıyla biraz kızdırdıktan sonra yolu açtı subay,
geçmemize izin verdi; ama bilemedin on allı yaşlarında olan, kafalarında pek büyük kepler,
el
512
Icrinde pek büyük makineli tabancalarla iki oğlanı muhafız ya da refakatçi olarak yanımıza
katlı.
Hcilandt Baba bir kez bile arkasına dönmeden arabayı çekiyor, beri yandan onu
durdurmaksızın bir eliyle sigaralar ateşlemenin üstesinden geliyordu. Havada süzülen
uçaklar vardı. Motor sesleri pek açık seçik işitiliyordu; şubatın sonu, martın başıydı çünkü.
Yalnız güneşin yanında birkaç bulul görülüyor, bunlar da yavaş yavaş renklerini
değiştiriyordu. Bombardıman uçakları ya Hela Yarımadası'na doğru uçuyor ya da oradan
dönüyor olacaktı, çünkü Hela Yannıadası'nda İkinci Ordu'nun Kalıntıları hâlâ savaşı
sürdürüyordu.
Havanın durumu ve uçakların homurtusu hüzün verdi bana. Bazen yüksek perdeden, bazen
can çekişerek homurdanan uçaklarla dolu bulutsuz bir mart gökyüzünden daha sıkıcı,
bakkınlığı daha da ileri götürücü bir şey yokun. İki Rus delikanlısı adımlarını bize
uydurmak iciıı bülün yol boyunca boşuna çaba harcayıp durdu.
Galiba acele çatılmış tabutun birkaç tahtası yolda, ilkin arnavut kaldırımı, sonra delik
deşik asfalt üzerinde gevşemişti; ayrıca rüzgâra karşı yol alıyorduk, bu yüzden burnumuza
ölü Matzcralh in kokusu gelmeye başlamıştı; Saspe Mezarlığı'na varınca sevindi Oskar.
Yanlamasına duran yanmış bir T 34 tankı mezarlıktan az beride yolu kapadığı için, el
arabası demir kapının önüne kadar çıkamadı. Neufahrwasscr'c doğru ilerleyen öbür
tanklar yanan tankın çevresini dolaşmıştı, yolun solunda kumlu toprakla izleri görülüyordu,
mezarlık duvarının bir parçasını yerle bir etmişlerdi. Bay Fajngold arkadan gelmesini
söyledi Heilandt Baha'ya. Ortadan hafifçe bel veren tabutu, tankların izlerini izleyerek
taşıyıp, mezarlık duvarının enkazı üzerinden zahmetle içeri aldılar, son güçlerini
harcayarak yıkılmış ve yana yalmış mezar taşlan arasından geçirdiler. Heilandl Baba
sigarasından harıl harıl nefesler alıyor ve dumanı tabutun arkasına doğru üflüyordu. Ben,
muhabbet kuşunun bir çubuk üzerinde tünediği kafesi yüklenmiştim.
513
Maria, ardı sıra iki küreği sürüklüyordu. Kurt'çuk bir kazma taşıyor, daha doğrusu sağa
sola savuruyor kazmayı, kendisi için tehlikeler yaratarak mezarların üzerine, granit
taşlarına vuruyordu; sonunda Maria elinden aldı kazmayı, o güçlü kuvvetli vücuduyla mezar
kazılırken iki erkeğe yardım elti.
Toprağın burada kumlu ve donmuş olması ne iyi dedim kendi kendime. Mezarlığın kuzeye
bakan duvarının arkasında Jan Bronski'ııin yattığı yeri aradım; bu yakınlarda olması
gerekiyordu. Aradan geçen bunca mevsim, Jan'ın yattığı yeri ele veren o taze kireç
badanayı Saspc Mezarhğı'nm bütün duvarları gibi gri ve dokunsan dökülür duruma
soktuğundan, Jan'ın nerede yattığı artık kestirilecek gibi değildi.
Arkadaki demir kapıdan yine mezarlığa girdim, başımı kaldırıp o kara kuru çamlara baktım
ve önemsiz bir şey düşünmekten kendimi uzak tutmak için, Matzeralh'ı da gömecekler
şimdi, diye düşündüm. Ayrıca, annem yanlarında değilse bile, aynı skat partilerinin iki
oyuncusu olan Jan Bronski ile Malzcrath'ın, Saspe'nin aynı kumlu toprağının altında
yatmasını bir bakıma anlamlı buldum.
Cenaze törenleri, her vakit daha önce yaşadığı cenaze törenlerini anımsatıyor insana.
Kumlu toprağın hakkından gelmek, daha usta mezar kazıcılarını gerektiriyordu anlaşılan.
Maria mola verdi, güçlükle soluyarak elindeki kazmaya yaslandı ve Kurt'un kafesteki
muhabbet kuşuna uzaktan taşlar allığını görünce yeniden bir ağıt tutturdu. Kurfçuğun
attığı taşlar kuşa isabet etmeyerek onun çok ötesine düşüyor, Maria ise Matzeralh'mı
kaybettiği için hüngür hüngür ağlayarak gerçek gözyaşları döküyordu. Malzeralh'la
bulduğu bir şeyleri yitirmişti, ama bana kalırsa Mananın kendisinde bulduğunu sandığı
şeylere asla sahip olmamıştı Malzcralh; öyleyken söz konusu şeyler, bundan böyle de Maria
için açık seçikliğini ve değerini koruyacaktı. Maria'yı avutmak bahanesiyle Bay Fajngold da
mola verdi, çünkü mezarın kazılması kendisini hayli yormuştu. Hcilandt Baba sanki allın
arıyor, küreği işte öylesine düzenli
514
hareket ettiriyor, kürclediği toprağı arkasına alıyor, beri yandan içliği sigaranın dumanını
ölçülü aralarla ağzından savuruyordu. İki Rus genci biraz uzakta mezarlık duvarının
üzerinde oturuyor, rüzgâra karşı çene çalıyorlardı. Beri yanda uçaklar ve gittikçe
olgunlaşan bir güneş.
Bir metre kadar kazmışlardı. Oskar, eli boş ve çaresizlik içinde, eski granitler, kara kuru
çamlar, Malzerath'dan dul kalan bir kadın ve muhabbet kuşuna taşlar fırlatan bir Kurt
arasında dikiliyordu.
Yaşamak ya da yaşamamak? Yirmi bir yaşındasın Oskar. Yaşamalı mısın, yoksa yaşamamalı
mısın? Bir yetimsin. Yaşamaman gerekirdi nihayet. Zavallı annenin ölümü yarı yelim biri
yaptı seni. Daha o zamanlar kararını vermeliydin. Sonra da muhtemel baban Jan Bronski'yi
toprak kabuğunun hemen allına yatırdılar. Bu da seni galiba tam bir yetime çevirdi; burada
Saspc adındaki bu kumlu toprağın üzerinde dikiliyor, hafi I okside olmuş bir kovanı elinde
iniliyordun hani. Yağmur sesinden değilse bile, alana inen nakliye uçağının homurtusundan
açık seçik işitemedin soruyu: Yaşamalı mıyım, yaşamamalı mıyım? Yağmur canım bu, dedin
kendi kendine, motor gürültüleri dedin; bu türlü monoton sesler çeşitli şekilde
yorumlanabilir çünkü; sen ise soruyu sadece işitmiş gibi olmak istemiyor, açık seçik
duymak isliyordun.
Yaşamalı mıyım, yaşamamalı mıyım? İşte Matzcralh için bir çukur açıyorlar, senin
muhtemel ikinci baban için. Bildiğine göre ikiden fazla da muhtemel baban yok. Daha ne
diye cam yeşili iki şişenin birini atıp birini kapıyorsun: Yaşamalı iniyim, yaşamamalı mıyım?
Kime danışmak için bekliyorsun daha? Kendileri yardıma muhtaç kara kuru çamlara mı?
Derken dökme demirden bir haç buldum, dokununca dağılıveren süsleri vardı, kabuk
tutmuş hadlerle Mathilde Kunkel ya da Runkei yazıyordu üzerinde. Beri yandan yaşamalı
mıyım, yaşamamalı mıyım kumların içinde dikenlerle sahil yulafları arasında yaşamamalı
mıyım tabak iriliğinde yaşamalı mıyım dokununca ufalanan üç, dört tane paslı madeni
çelenk buldum,
I
bir zaman yaşamalı mıyım belki meşe ya da defne dallarını canlandırmıştı
çclenklcryaşamamalı mıyım medeni çelenkleri elimle lerazileyip larliım yaşamalı mıyım
haçın yukarda geniş bir kavis yapan ucunu yoksa yaşamamalı mıyım nişan aldımyaşamalı
mıyımbelki dört santimetrelik bir çapı vardı demir tabakların yaşamalı mıyım haçın iki
metre uzağına çekildim yaşamamalı mıyım ve atlım tabakları haça yaşamalı mıyım isabet
ellircıncdim yaşamamalı mıyım fazla eğik duruyordu haç yaşamalı mıyım Malhikle Kunkcl,
yoksa Rıınkel miydi yaşamalı mıyım Kunkcl, yaşamamalı mıyım Rıınkel altıncı alışımdı bu,
yedi kez alacaklım yaşamalıydım, haçın üzerine geçirdim tabağı Malhilde'nin başını
çclcnkle donattım yaşamalıydım Froylayn Kunkcl için defne dalları yaşamalı mıyım diye
sordum genç bayan Runkel'c evel, dedi Mathildc. Pek erken olmuştu ölümü Bayan
Mathilde'nin, yirmi yedi yaşında ölmüştü ve 1868 doğumluydu. Bense yedinci alışta haça
isabet kaydettiğim, "yaşamalı mıyım, yaşamamalı mıyım?" sorusunu isbatlı delilli, başarılı
ve zafcrli "yaşamahyım'da basile indirgediğim zaman yirmi bir yaşında bulunuyordum.
Oskar dilinde yasamalıyım, kalbinde yaşamalıyımla mezar kazanların yanına gelmişti ki,
muhabbet kuşunun çığlığını işitti, çünkü Kurt'un altığı taşlardan biri hayvancağıza
rastlamış, mavisarı tüylerinden birkaçını yere düşürmüştü. Oğluma bu kadar uzun süre
küçük küçük taşlan muhabbet kuşuna atlırtan ve bir isabet kaydedip bir cevap alana kadar
bu işi sürdürten sorunun ne olabileceğini kendi kendime sordum.
Tabutu aşağı yukarı bir yirmi derinliğindeki çukurun içine itelediler. Hcilandl Baba acele
ediyordu, ama Maria Katolik kurallarına uygun olarak dua elliği ve Bay Fajngold silindir
şapkasını göğsünün önünde tutarak gözleriyle Galiçyada eğleştiği için çaresiz beklemek
zorunda kaldı. O anda Kurt da yaklaşmıştı mezara. Belki de kuşa taş atarken kaydettiği
isabet üzerine bir karara varmış, şu ya da bu nedenle, ama Oskar gibi kesin ve kararlı,
mezarın yanına sokuluyordu.
I
Onun nasıl bir karara vardığını bilmemek ise kahrediyordu beni. Bir şeyin lehinde ya da
aleyhinde karara varan benim kendi oğlumdu nihayet. Acaba beni biricik gerçek babası
olarak görmek ve sevmek miydi verdiği karar? Yoksa Kurt da, babalar ve çocuklar arasında
gerçekleştirilmeye değer görülmesi gereken o çocuksu sevgiyi, öldürmek eyleminden
başka lürlü açığa vuramayacak mıydı?
Heilandt Baba, tabutu ve tabutla beraber, karnında bir Rus makineli tabancasının
kurşunlarıyla nefes borusunda bir parti rozetini barındıran Malzcrath'ı çukurun içine
salıvermekten çok yuvarlayıp alarken, Matzerath'ı bilerek öldürdüğünü itiraf elti kendi
kendine Oskar; çünkü Malzcralh, bülün olasılıklara göre yalnız sözde babası değil, aynı
zamanda gerçek babasıydı ve bütün yaşamı boyu bir babayı yanı sıra sürüklemekten
bıkmıştı.
Dolayısıyla, rozeti beton zeminden yürüttüğümde iğnesinin açık olduğu doğru değil. Rozet
avcumdayken açılmıştı iğne. Ağzı açık, iğnesini batırıp duran yapışkan rozeti Matzcrath'a
havale etmiş, rozeti onun üzerinde bulmalarını, onun partiyi dilinin üzerine koymasını ve
parti yüzünden, benim yüzümden, kendi oğlu yüzünden boğulup gitmesini istemiştim; çünkü
bu işin bir son bulması gerekiyordu.
Hcilandl Baba, toprakları kürcleyip çukura doldurmaya başlamıştı. Bu arada acemice, ama
harıl harıl kendisine yardım ediyordu Kurt. Matzerath'ı asla scvmemişlim, ama bazen da
ondan hoşlandığım olmuştu. Bir babadan çok bir aşçı gibi bakıp beslemişti beni. Doğrusu iyi
bir aşçıydı. Bugün kimi vakiı Matzcralh'ın eksikliğini duyuyorsam, Königsbcrg Hamur
Köftesi'nden, sirkeli domuz böreklerinden, bayır lurpiu ve kremalı sazan balıklarından,
yanında yeşillikle yılan balığı çorbasından, lahana salamurasıyla Kassler domuz
pirzolasından ve hâlâ dilimin üzerinde, dişlerimin arasında hisseltiğim bülün ö unutulmaz
pazar günlerine özgü pirzolalardan ölürüdür. İnsanın duygularını çorbalara dönüştürebilen
Matzerath'ın tabutuna bir aşçı kaşığı koymayı akletmemişlerdi. Bir takım skat kartı
koymayı unutmuşlardı tabutun
516
517
içine. Aşçılığı skat oyunculuğundan daha iyiydi, ama yine de Jan Bronski'dcn güzel oynardı;
ııcrdeyse zavallı annem kadar üstesinden gelirdi bu oyunun. Bu da onun serveti, onun
ırajedisiydi. Maria'yi elimden almasını asla alfetmcmişlim; oysa Matzcratlı iyi davranmıştı
Maria'ya, onu hiç dövmemiş, Maria durup dururken bir kavga çıkaracak olsa çokluk
boynunu bükmüştü. Sonra beni de Sağlık Bakanlığûnu eline teslime yanaşmamış ve islenen
mektubu ancak posta hizmetlerinin görülemez duruma geldiği bir sırada imzalamıştı.
Ampuller allında dünyaya gözlerimi açtığım vakit, bana ilerde dükkânda çalışmak görevini
yüklemişti. Ama tezgâh başında dikilmek zorunda kalmamak için. on yedi yıl aşağı yukarı
yüz kadar beyazkırmızı lake teneke trampetin başında dikilmişti Oskar. Şimdi ise
Matzcratlı uzanmış yatıyordu yerin allında ve bundan böyle ayakla dikilcmeyecckli.
Heilandl Baba, elindeki kürekle toprak atıp üzerini örtüyor, bir yandan da Matzerath'ın
derby sigaralarını tüttürüyordu. Aslında dükkânın başına Oskar'ın geçmesi gerekiyordu
şimdi. Ama bu arada Bay Fajngold çıkıp gelerek çok başlı ailesiyle dükkânı devralmış,
kalanı da benim payıma düşmüştü: Maria, Kurt ve bunların sorumluluğu
Maria ağlıyor, hâlâ yürekten ve Katolik yasalarına uygun olarak dualar ediyordu. Bay
Fajngold Galiçya'da eğleşiyor ya da çapraşık sorunları çözmeye uğraşıyordu. Kurl'çuk
yorgun düşmüştü, ama yine de aralıksız küreleyip alıyordu toprağı. Mezarlık duvarında Rus
delikanlıları oturuyor, gevezeliklerini sürdürüyordu. Asık surallılığında bir değişme
olmaksızın, Heilaııdt Baba, Saspe Mczarlığı'nın kumlu toprağını, margarin sandıklarının
tahtaları üzerine savuruyordu. Vitello sözcüğünün harflerini henüz okuyabiliyordu Oskar.
Ansızın boynundan teneke trampetini çıkardı, bundan böyle "yaşamalı mıyım, yaşamamalı
mıyım?" değil, "yaşamalıyım!" diyerek ıram pel i tabutun üzerine altı, fazla gürültü
çıkarmaması için tabutun üzerinde yeleri kadar kumlu loprağın toplandığı bir yeri seçmişti.
Sonra değnekleri de trampetin yanına yolladım, kumların içine gömüldüler. Toz alıcılık
güıılc
5IX
rinde kullanmıştım trampeti. Cephe tiyatrosu stokundan arlakalııııştı. Bebranın bir
armağanıydı. Üstat şimdi bu davranışımı görse ne derdi acaba? Trampeti İsa konuşturmuş,
külük gibi, büyük ağızlı bir Rus konuşturmuştu. Arlık pek fazla konuşturulacak yanı
kalmamıştı. Ama bir kürek dolusu kumlu toprak teneke yüzeyine gelip çarpınca yine de ses
verdi. Üzerine ikinci bir kürek dolusu kumlu toprak atıldığında biraz daha fazla sesini
duyurdu. Ama üçüncü defasında sesi soluğu çıkmaz oldu. Lake yüzeyinden hepsi azıcık bir
şey kalmıştı görünen, derken burası da öbür yerler gibi kumla örtüldü; kum giderek daha
çok örttü trampetin yüzünü. Kum, trampetimin üzerinde çoğaldıkça çoğaldı, yığıldıkça
yığıldı trampetin üzerine, büyüdükçe büyüdü, öle yandan ben de başlamıştım büyümeye ve
büyümem şiddetli bir burun kanamasıyla kendini belli etmişti.
Herkesten önce Kurt farkında oklu akan kanın, "Kanıyor! Kanıyor!" diye bağırdı ve
bağırmasıyla Bay Fajngold'u Galiçya'dan çekip getirdi. Maria'nın duasını yarıda kesmesine
yol açtı, hâlâ mezarlık duvarının üzerinde oturan ve Bröscn'c doğru bakarak çene çalan iki
Rus delikanlısını, başlarını korkuyla kaldırıp bizden yana kısaca bir göz almaya zorladı.
Heilandl Baba, küreği kumlu toprağın içerisine bıraktı, kazmanın ınavisiyah demiri üzerine
yatırdı ensemi. Demirin serinliği etkisini göstermekle gecikmedi, burnumdan akan kan
dindi biraz. Heilandl Baba, yeniden küreğe sarılıp kumlu toprağı çukura doldurmaya
koyuldu; mezarın yanında kürclenccck fazla toprak kalmadı derken, Oskar'ın burnunun
kanaması da bütün bülün durdu, ama büyümesi sürüp gitli; içimden gelen gıcırtılar,
uğultular ve çıtırtılar büyüdüğümü gösteriyordu.
Heilaııdt Baba, çukuru doldurma işini bitirdikten sonra, bir başka mezardan yazısız ve
çürümüş bir haç aldı; haçı taze tümseğin içine, aşağı yukarı Matzcralh'ın başıyla benim
gömülü trampetimin arasında bir yere sapladı. Sonra, bu iş tamam dedi ve yürüyemeyecek
durumda olan Oskar'ı kucağına aldı, beni kucağında taşıdı; ötekileri aynı zamanda makineli
tabancalanyla Rus de
519
likanlılarmı peşi sıra sürükleyip yürüdü; mezarlığın yerle bir edilmiş duvarının üzerinden
geçtik, lank izlerini izleyerek bozulmuş tankın yolda çapraz durduğu yere, tramvay rayları
üzerine bırakılmış el arabasının yanına geldik. Başımı çevirip omuzlarımın üzerinden Saspe
Mezarlığı'na baktım. Maria muhabbet kuşuyla kafesi, Bay Fajngold kazma ve küreği
taşıyordu. Kurt'çuğun taşıdığı bir şey yoklu; iki Rus delikanlısının ise başlarında pek ufak
kepler ve ellerinde pek büyük makineli tabancalar vardı. Sahil çamları, sağa sola bel
veriyordu.
Kumlu topraktan asfalta çıktık. Tankın enkazı üzerine Schugger Lco'nun tünemiş olduğunu
gördük. Cok yüksekte Hela'dan gelen, Hcla'ya giden uçaklar. Schugger Leo, yanmış tank T
34'ün eldivenlerini karartmamasına dikkat ediyordu. Tombul küçük bulutlarla güneş, Zapol
yakınlarındaki tepeye doğru alçalıyordu. Schugger Leo tanktan aşağı kaydı ve dimdik
dikildi karşımızda.
Schugger Leo'yu görmek Heilandl Baha'yı neşelendirdi: "Vallahi, hayrel doğrusu! Dünya
batıyor, bir lek Schugger Leo'ya bir şey olmuyor!" Boştaki eliyle Schugger Lco'nun siyah
redingotuna, iyi yürekli, birkaç kez dokundu Heilandl Baba ve Bay Fajııgold'a açıkladı:
"Bizim Schugger Leo bu. Başsağlığı dileyecek şimdi, elimizi sıkacak.1
Öyle de oldu nitekim. Eldivenli elleri havada uçuşup her zamanki gibi salyasını akılarak,
oradakilerc başsağlığı dilemeye başladı Lco ve: "Rabbi gördünüz mü? Rabbi gördünüz mü?"
diye sordu. Kimse görmemişti Rabbi. Maria, muhabbet kuşuyla kafesi her nedense tutup
Schugger Leo'ya armağan elli.
Heilandl Baha'nın el arabasına yatırdığı Oskar'a yaklaşınca, Schugger Lco'nun yüzü
karıştı, giysisini şişirip kabarttı rüzgâr. Bacakları danscclcr gibi kımıldamaya başladı.
"Rabbim, Rabbim!" diye bağırmaya ve elindeki kafesi sallamaya koyuldu: "Gördünüz mü
Rabbimi. nasıl büyüyor! Gördünüz mü, nasıl büyüyor!"
Derken kafesle beraber sıçradığı gibi koşmaya başladı; uçuyordu âdeta, raksediyor,
yalpalıyor, yere yıkılıyor, çığlıklar atan muhabbet kuşuyla yavaş yavaş gözden kayboluyor,
kendisi de bir
520
kusmuş, nihayet kanalları çıkmış gibi kırlara dalarak kanal çırpa çırpa RieseKerder
yönünde uzaklaşıyordıı. Ve iki makineli tabancanın gürültüsü arasından sesi duyuluyordu
sürekli: "Büyüyor! Büyüyor!" Rus delikanlıları boşalan tabancalarına yeniden mermi
sürdüklerinde bile bağırıyordu Schugger Lco: "Büyüyor!" Halta yeniden makineli
tabancalar konuşup, basamaksız bir merdivenden aşağılara kayan Oskar, giderek büyüyen
ve her şeyi yiyip yutan bir baygınlıkları içeri yuvarlanmaya başladığında, hâlâ kuşun sesini,
Kargal.co'nun verdiği müjdeyi işitiyordum: "Büyüyor, büyüyor, büyüyor..."
521
DEZENFEKTE İLÂCI
Dün gece tedirgin düşler gördüm. Tıpkı ziyaret günlerinde beni dolaşmaya gelen dostlarını
gibi, anlatılmaya değer gördükleri şeyleri anlattıktan sonra, kapıyı teker teker
birbirlerine bırakıp gittiler. Tekrarlarla dolu saçma sapan hikâyeler; berbat oyuncuların
jestleriyle yeleri kadar ısrarlı sunuldukları için, işitmemenin maalesef elden gelmediği
monologlar. Söz konusu hikâyeleri kahvaltıda Brımoya anlatmak islediınse de, bir türlü
başaramadım; çünkü tümünü unutmuştum yine; düşleri belleğinde tutma konusunda
yeteneği yok Oskar'ın.
Bruno kahvaltı solrasım kaldırırken sordum: "Kuzum, Bruno, şu boyum ne kadar benim?
Bruno küçük reçel tabağını kahve fincanının üzerine koydu, üzgün: "İyi ama, Bay
Malzerath, siz gene reçel yememişsiniz", dedi.
hvet, bu paylama yabancını değil. Her kahvaltıdan sonra duyanın. Bruno sabahleyin çilek
reçeli elenen bu sıvışık nesneyi getirir, ben de bir kâğıt ya da bir gazele parçasını alıp
külah gibi kıvırarak hemen örterim üzerini. Ne reçeli görmeye katlanabilir, ne de onu
yiyebilirini; dolayısıyla Bruııo'nun bu paylamasını da sakin ve kararlı geriye çevirdim:
"Biliyorsun reçel konusundaki düşüncemi, Bruno! Sen onu bırak da, boyumun ne kadar
olduğunu söyle şimdi lütfen."
Soyu tükenmiş bir sekiz bacaklı hayvanın gözleri var Bruno'da. Bir şey üzerinde düşünüp
taşınacak oldu mu, tarih öncesi
522
bakışlarını odanın tavanına yolluyor ve çokluk o yöne doğru konuşuyor; bu sabah da odanın
tavanına bakarak şöyle dedi: "Ama çilek reçeli bu. Bay Oskar!" Ancak uzunca bir aradan
sonra çünkü susuşum, Oskar'ın boyu hakkında sorduğum soruyu ayakla tutuyordugözlerini
tavandan alıp yalak kafesimin çubuklarına dikti, derken 1 metre 21 santim boyunda
olduğumu işittim Bruno'dan.
"Kuzum Bruno, bir daha ölçsen, bir hala olmasın hani."
Bakışlarını olduğu yerde bırakarak pantolonunun arka cebinden bir mczura çıkardı Bruno.
Üzerimdeki yorganı nerdeyse hoyrat el harekeliyle geriye allı, yana kayan geceliğimi açığa
çıkmış haya yerimin üzerine çekti, 1 mel re 78'deıı sonrası kopmuş parlak sarı mezuraya
açtı, üzerime uıliıı, aşağı yukarı oynatarak iyice oturup oturmadığını kontrol elli; elleriyle
kendini tamamen işe vermişti, ama gözleri Sauricr* zamanlarında geziniyordu. Nihayet
sonucu okumak istiyormuş gibi, üzerimde mezuranm kımıldamasına bir son verdi: "Hâlâ bir
yirmi bir, Bay Oskar."
Ne diye mczurayı sarıp kahvaltı solrasım kaldırırken bu kadar gürültü yaptı Bruno, bilmem.
Yoksa boyum hoşuna gitmiyor mu?
Kahvaltı tcpsisiylc yumurta sarısı ınczuro ve insanı isyan ettirecek kadar doğal renkteki
çilek reçcliylc odadan çıktıktan sonra, koridorda gözünü son bir kez kapıdaki gözetleme
penceresine dayadı Bruno; bakışları allında sonsuz yaşlanıp kocadım; derken bir metre
yirmi bir santim boyundaki beni yalnız bırakıp gitli.
Oskar'ın boyu bu kadar demek. Bir cüce, bir bücür, bir liliput için nerdeyse fazla uzun bir
boy. Benim Rosvviıha'cığım, benim Raguna'cığım ne kadar yüksekte tutuyordu başını
acaba? Prens Eugen soyundan gelen Üstat Bebra'nın ne kadardı boyu? Bugün bu boy
bendeyken, Fclix'le Killy'yc bile yukardan bakabilirdim; oysa adını elliğim bu kişiler bir
zaman, yirmi bir yaşma kadar 04
* Dünyanın tok eski zamanlarında yaşamış olup boyu 30 metreye ve yüksekliği 11 nıeıreyc
kadar ulaşabilen bir sürüngen. (Ç.N.)
523
santimetrelik boyunu koruyan Oskar'a gıpta dolu bir dostlukla bakmışlardı.
Ancak, Matzeralh gömülürken bir taş gel ip kafamın arkasına vurmuş, ondan sonra da
büyümeye başlamıştım.
Oskar taş diyor; ben de bu yüzden mezarlık konusunda anlattıklarımı tamamlamaya karar
veriyorum.
Bir oyuncak oynayarak bundan böyle, "yaşamalı mıyım, yaşamainlı mıyım?' sorusunun benim
için söz konusu olamayacağını, artık sadece "yaşamalıyım, yaşamam gerekiyor yaşamak
istiyorum'un varolduğunu anlar anlamaz trampetimi boynumdan çıkarmış, değncklcriyle
beraber onu Matzeralh için açılan çukura atıp büyümeyi aklıma koymuştum; hemen
büyümeye başlayan kulaklarımda bir uğultu başgöstermiş, ancak ondan sonradır ki oğlumun
dört buçuk yaş gücüyle fırlattığı aşağı yukarı ceviz iriliğinde çakıl taşı arkadan gelip
kafama vurmuştu. Böyle bir taşın kalama isabet edişi gerçi beni şaşırtmadı, ne de olsa
oğlumun hakkımda beslediği niyeti seziyordum, ama yine de Matzerallı in üzerinde duran
trampetimin yanına yuvarlandım. Heilandl Baba, o yaşlı kuru elleriyle unluğu gibi çukurdan
çıkardı beni, ama trampeti ve trampet değneklerini aşağıda bıraktı, burnumdan kan
gelmeye başladığı için ensemi kazmanın demirinin üzerine yatırdı. Bildiğimiz gibi çabuk
dindi kanama, gelgeldim büyümem ilerde de ilerleme kaydetti; ilerleme kuşkusuz o kadar
küçüktü ki, yalnız Schugger Lco algıladı bunu, yüksek sesle bağırıp kanal çırparak ve bir
kuş hafifliğiyle sekerek haberi çevreye yaydı.
Daha önce anlattıklarıma ekleyeceklerimin hepsi bu kadar; bunlar da hani gereksiz şeyler,
çünkü büyümem daha taşın başıma değmesinden ve çukur içine yuvarlanmamdan önce
başlamıştı. Ama Maria ile Bay Fajngold büyümeme bir hastalık gözüyle bakıyorlardı ve
onlara göre bunun bir tek nedeni vardı: Kafamın arkasına değen taş ve kabrin içine
yuvarlanmam. Kurt'u daha mezarlıkla patakladı Maria. Kurı'çuğım dayak yiyişine üzüldüm;
çünkü ne de olsa bana yardım etmek, büyümemi çabuklaştırmak
524
için taşı almış olabilirdi. Belki de yetişkin gerçek bir babayı ya da Matzcralh'ın yerini
tutacak birini görmek isliyordu karşısında; çünkü Oskar'ı asla bir baba gözüyle bakmamış,
onu asla bir baba saymamıştı.
Ncrdeyse bir yıl süren büyümem sırasında, büyümemin Kurl'çuğun fırlattığı taşlan, kabir
içine yuvarlanmamdan kaynaklandığını doğrulayan erkek ve kadın hekimler çıklı yeteri
kadar; yani bunlar raporuma şöyle yazdılar: "Oskar Malzerath, başının arkasına isabet
eden bir taş nedeniyle anormal bir büyüme kaydederek..."
Bu konuda üçüncü yaş günümün de anımsanması gerekiyordu. Benim asıl serüvenimin
başlangıcı konusunda yetişkinlerin bilgisine göre, üç yaşındayken Oskar Matzeralh, kilere
inen merdivenden beton döşemenin üzerine düşmüş, bu düşüş de onun bundan böyle
büyümesini engellemişti vb.
Hani bu açıklamalarda, insanlardaki her mucizeye bir neden aramak eğiliminin varlığı
görülebilir. İnanılmaz hayalî şeyler olarak kaldırıp bir kenara almadan, her mucizeyi
kendisinin de enikonu gözden geçirdiğini burada iliral etmesi gerekiyor Oskar'm.
Saspc Mezarlığı'ndan dönünce, Truczinski Nine'nin evinde yeni kiracılar bulduk. Sekiz
başlı bir Polonya ailesi mutfakla iki odaya yerleşmişti. İyi insanlardı doğrusu, kendimize
başımızı sokacak bir başka yer bulana kadar bizi yanlarında misafir edecek oldular, ama
Bay Fajngold bu kadar kalabalığın bir arada oturmasına karşı çıktı ve bize yine yatak
odamızı bırakıp kendisi oturma odasıyla yetinmek istedi. Ama buna da Maria yanaşmadı,
yeni dul kalmış bir kadının lek başına yaşayan bir erkekle aynı çatı altında barınmasının
yakışık almayacağı görüşündeydi. Luba diye çağırdığı karısının ve aile bireylerinin
çevresinde bulunmadığını bazen farketmeyen, hamarat karısının varlığını sık sık yanı
başında hisseden Bay Fajngold un, Maria'nın ileri sürdüğü nedenlere aklı yatmıştı. Bir kez
Bayan Luba vardı orlada; ayrıca yakışık almazdı; dolayısıyla, Fajngold'ıın isteği
gerçekleşecek gibi değildi ; ama Bay Fajngold yine de mahzeni bıraktı bize, hatla bu
525
ranın bir düzene sokulmasına yardım elti, gelgeldim benim de mahzende kalmama gönlü
elvermedi; hasta olduğum, acınacak derecede hasla okluğum için, oturma odasında zavallı
annemin piyanosunun yanı başında benim için bir yer yatağı yapıldı.
Bir doktor bulmak güçtü. Doktorların çoğu askerî birliklerle hayli zaman önce ayrılıp
gilmişii kentten; çünkü Batı Prusya Hastalık Sigortası daha ocak ayında batıya taşınmış,
dolayısıyla hasta sözcüğü birçok doktor için gerçek anlamını yitirmişti. Uzun aramalardan
sonra. Bay Fajngold, Alman ve Rus yaralı askerlerinin yan yana yattıkları Hclcııe Langc
Okulunda yaralıların kol ve bacaklarını kesip biçen Elbing'li bir hanım doktor buldu. Gelip
bana bir bakacağına söz vermişti hanım doktor ve dört gün sonra gerçekten çıkıp geldi,
yalağımın yanıbaşına oturdu, beni muayene ederken arka arkaya üç sigara içti ve dördüncü
sigarayı içerken uyuyakaldı.
Bay Fajngold, göze alamadı kadını uyandırmayı. Maria ise çekinerek şöyle bir dokundu.
Ama doktor hanım, ancak içliği sigaranın tamamen yanarak sol elinin işaret parmağını
yakması üzerine kendine geldi. Hemen ayağa kalktı, halının üzerine fırlattığı izmariti
ayağıyla basarak söndürdü ve sinirli bir edayla, kısa kısa cümlelerle konuşarak dedi ki:
"Özür dilerim, üç haftadır gözümü kırpmadım. Kâscmark'la bir araba vapuru bekliyorduk,
Doğu Prusya'dan karşıya çocukları taşıyacaktık. Ama karşıya geçemedik. Askerler geçti
yalnız. Dört bin çocuk; hepsi de öbür dünyayı boyladı." Sonra öbür dünyayı boylayan
çocuklardan anlatırken nasıl fazla söze kaçmamışsa, büyümesini sürdüren çocuk yanağımı
da şöylece bir okşayıvcrdi, yeni bir sigara soktu ağzına, sol kolunu çemirlcdi, çantasından
bir ampul çıkardı ve uyanık kalmasını sağlayacak bir iğneyi kendi kendisine yaparken:
"Çocuğun nesi olduğunu söyleyemeyeceğim", dedi, "En iyisi onu bir kliniğe yatırmak. Ama
burada değil. Buradan gitmeye bakın, batıya doğru. Çocuğun dizlerinde, ellerinde ve
omuzlarındaki eklem yerleri şişmiş. Başı da yakında şişmeye başlar kuşkusuz. Soğuk
kompresler yapın. Birkaç da hap bırakıyorum; acısı olur, uyuya
526
mazsa verirsiniz."
Neyim olduğunu bilmeyen ve bunu itiraftan çekinmeyen az konuşur hanım doktoru
beğenmiştim. Maria ile Bay Fajngold, bunu izleyen haftalar yüzlerce kompres yaptı,
kompresler iyi geldi bana; ama dizlerimde, ellerimde ve omuzlarımdaki eklemlerin, ayrıca
başımın şişmesini ve ağrılara yol açmasını önleyemedi. Maria, bana doktor hanımın
bıraktığı haplardan verdi, ama çok geçmeden suyunu çekti haplar. Bay Fajngold, cetvel ve
kurşunkalemle ateş eğrileri çizmeye başladı, bu arada deneylere girişti bir yandan, sunî
bala karşılık karaborsadan sağladığı bir dereceyle ateşimi ölçüp kendi icat ettiği
şemalara geçirdi; Bay Fajngold'un şemasında beliren grafik içi fena halde oyulmuş dağları
andırıyordu kafamda Alplcr ve Ant dağları canlandı benim oysa ateşim hiç de o kadar
büyük serüvenlere yol açacak gibi değildi; sabahları çokluk oluz sekiz bir dizyem oluyor,
akşama kadar 39'a çıkıyordu. Oluz dokuz dört dizyem, büyüme dönemim sırasında
kaydedilen en yüksek ateşti. Ateşler içinde yatarken neler görmedim, neler işitmedim: Bir
defasında bir sürü küçük çocuk, itlaiyc arabasında, içi oyuk kuğularda, köpekler, kediler,
domuzlar ve geyikler üzerinde buldum kendimi; dönüyor, boyuna dönüyordum; inmek
istiyordum, bırakmıyorlardı. Derken yanımdaki küçük çocukların hepsi ağlamaya başladı,
onlar da benim gibi itfaiye arabasından, içi oyuk kuğulardan dışarı çıkmak, kedilerin,
köpeklerin, geyiklerin ve domuzların üzerinden inmek, artık atlı karıncayla dönmemek
istiyor, ama istediklerini yapmalarına izin verilmiyordu. Çünkü Tanrı Baba atlı karıncanın
sahibinin yanı başında dikiliyor, boyuna yeni turlar yapmamız için paralar ödüyordu. Bize
gelince, dualar ediyor: "Oh, Tanrı Baba!" diyorduk. "Biliyoruz, ulak paran çoktur senin; can
ve yüreklen bizim atlı karıncayla dolanmamızı istiyorsun, bu dünyanın yuvarlaklığını bize
göstermek sana zevk veriyor. Ne olur cüzdanını sok cebine, stop! de, dur! bitti! lamam!
inin! de, buraya kadar! finiş de —biz zavallı çocukların başları dönüyor, dört bin kadarımızı
alıp Kasemark'a, Weichsel ırmağına getirdiler, ama karşıya geçe
527
iniyoruz, çünkü senin allı karıncan, senin allı karıncan..."
Ama sevgili Tanrımız, Tanrı Babamız, allı karıncanın sahibi, kitaplarda görüldüğü gibi
gülümsüyor, ortalarında Oskar olmak üzere dört bin küçük çoeukçuğun itfaiye
arabalarında, içleri oyuk kuğularda, kediler, köpekler, domuzlar ve geyikler üzerinde allı
karıncayla çemberler çizmemiz için boyuna yeniden cüzdanına el alıyordu ve geyiğim bir
geyik üzerinde oturduğumu bugün bile anımsıyorum beni Tanrı Baha'nın ve allı karınca
sahibinin önünden her geçirişinde bir başka yüzle karşılaşıyordum; bir defasında sonraki
tur için cüzdanından çıkardığı parayı üfürükçü dişleriyle gülerek ısıran Raspulin'in yüzü
oluyordu bu; sonra ozanlar prensi Goethe oluyor, ince işlemelerle süslü cüzdanından
paraları çıkarıyordu ve bütün paraların üzerinde Tanrı Baha'nın kabartma resmi
görülüyordu. Sonra yine bir cezbe içinde Rasputin, ardından Goellıe, ölçülü ve sakin. Biraz
çılgınca Raspulin'e koşuş, sonra akıllı bir davranışla Goethe'ye uzanış. Taşkın güçler
Rasputin'in, düzenden yana olan güçler Gocthc'nin çevresinde, Kitle ve kaynaşma
Raspulin'in çevresinde, takvim yapraklarında okunan Goellıc'nin sözleri... Sonunda lıani
aleşim düştüğü için değil de, her vakit aleşi halillclınck üzere ateşin üzerine eğilecek biri
çıktığı için Bay Fajngold eğilerek durdurdu atlı karıncayı. İtfaiyeyi, kuğuyu ve geyiği
durdurdu, Raspulin'e ait paraları tedavülden çekip aldı, Goclhe'yi anneler'in yanına yolladı,
başlan dönen dört bin küçük çocukcağızı rüzgâr gibi savurdu Kâscınark'a ve We i disc 1
ırmağının üzerinden cennete yolladı ve Oskar'ı ateşli yatağından kaldırıp bir lizol bulutu
üzerine yerleştirdi, yani dezenlckle elli beni.
Başlangıçla henüz bitlerle ilgiliydi bu dezenfekte, derken bir alışkanlığa dönüşlü. Bitleri
ilkin Kurl'çukla, sonra bende, daha sonra da Maria'yla kendi üzerinde keşfetmişti Bay
Fajngold. Belki Maria'yı Malzeralh'sız koyan o Ukrayna'lı, bitleri bize bırakıp gitmişti.
Bitleri keşfettiği zaman nasıl da bağırmıştı Bay Fajngolcl! Karısını ve çocuklarını yanına
çağırmış, ailesinin bütün bireylerinde bil bulunduğundan kuşkulanmış, sunî balla yulaf verip
528
karşılığında pek değişik dezenfekte ilâçları almış, kendisini ve bütün aile bireylerini,
Kurl'u, Maria'yı ve beni, ayrıca benim hasla yalağımı her Allanın günü dezenfekte etmeye
başlamıştı. Dezenfekte ilâcıyla vücutlarımızı oğuyor, ilâcı üzerlerimize püskürtüyor, toz
halindeki ilâçları pudra gibi vücutlarımıza serpiyordu. O, bu ilâçları üzerlerimize püskürtüp
serper, vücutlarımızı bunlarla oğarken, çiçekler gibi açılıp serpiliyordu benim ateşim; Bay
Fajngold'un ağzından bazı sözler dökülüyor, Bay Fajngold karbol, klor ve lizol dolu
marşandiz irenlerini anlatıyordu: Bu dezenfekte ilâçlarını, Treblinka Toplama Kampı'nda
dezenfektecilik yaptığı zamanlar sağa sola püskürtüp serpmişti; her öğle vakti saat ikide
kampın yollarını, kamptaki barakaları, duş yerlerini, fırınları, çıkın çıkın giysileri, henüz
duş yapmamış sırada bekleyenleri, duş yapmış yerde yatanları, fırından çıkan ne varsa
hepsini, fırına gireceklerin tümünü dezenfekleei Marius Fajngold olarak her Allanın günü
lizolle dezenfekte etmişti. Ve bir bir isimlerini saydı bana, çünkü hepsinin de ismini
anımsıyordu. Bilaucr diye bir adamdan söz açtı; bu adam, Bay Fajngold'a, alabildiğine sıcak
bir ağustos günü Treblinka Kampı'nın yollarına lizol değil, petrol serpmesini öğüllemişti. Ve
öyle de yapmıştı Bay Fajngold. Bay Bilauer de kibriti çakmıştı. Ve Zob örgülünden* yaşlı
Zcw Kurlancl hepsine anı içilmişti. Ve Mühendis Galewski cephaneliğe girmişti gizlice. Ve
Hauptsiruınführer Kulncr'i tabancayla vurmuştu Bilauer. Ve Szlulbach ile Warynski
Ziscnis'in üzerine atılmışlardı derken. Ve geri kalanlar 7'ravvniki nöbetçilerinin üzerine
saldırmıştı. Bazıları da lel örgüyü kesmiş, bu arada devrili clcvrilivcrmişlcrdi yere. Ama
oradakileri duşa götürürken nükte yapmadan duramayan UntersehaıTührer Schöpke,
kampın kapısında dikilmiş ve üzerlerine ateş elmişli. Bir şey yapamamıştı gerçi, çünkü
hemen üzerine atılmışlardı: Add Kawe, Mold Lcvvit, Hannodı Lerer, ayrıca Hersz Totblal
ve Letek Zagiel ve Tosia
1942 1943 yıllan arasında Glıdto'da kurulmuş bir yeraltı karsıkoynıa örgülü
(C.N.)
529
Baran ve eşi Dcbora. Ve Lolek Bcgelmann bağırmıştı: "Uçaklar yetişmeden Bay Fajngold da
gelsin!" Ama Bay Fajngold karısı Luba'yı beklemişti, ama karısı daha o vakitler çağırılınca
gelmez olmuştu. Sonra da sağdan soldan kendisini yakalamışlardı. Soluna Jakub Geleniler,
sağına Mordcchaj Szwarcbard geçmişti. Ve önü sıra ufak tefek Dr. Atlas seğirtnıişü.
Trcblinka'da ve daha sonra Wilna dolaylarındaki ormanlarda çevreye gayet bol lizol
serpilmesini öğütleyen Dr. Atlas'a göre lizol yaşamaktan daha önemliydi. Bay Fajngold'un
da onaylayacağı bir şeydi bu; çünkü ölüleri, bir değil, hayır ölüleri, rakam vermenin ne
gereği var, ölüleri diyorum, ölüleri Bay Fajngold dezenfekte etmişti. Ve isimler sayıp
döküyordu Bay Fajngold ve insan sıkılıyordu, lizol içinde yüzüyordu; ve yüzbinlerce isim
sahibinin ölmesinden ve yaşamasından daha çok, hayalın, hayalın değilse ölümün, Bay
Fajngold'un dezenfekte ilâçlarıyla zamanında ve yeterince dezenlekle edilip edilmediği
sorusu önemli görünüyordu bana.
Derken ateşim düşer gibi oldu, nisan ayını bulmuştuk. Ama sonra yeniden çıktı, allı karınca
döndü ve Bay Fajngold ölüler ve yaşayanlar üzerine lizol serpmeye başladı. Sonra ateşim
yeniden düştü ve nisan ayı sona erdi. Mayıs başında boynum kısaldı, göğüs kafesim
genişleyerek daha yukarlara kaydı, çenemle başımı eğmeden Oskar'ın döş kemiğine
dokunabiliyordum arlık. Derken biraz daha ateş, biraz daha lizol. Maria'nın da lizol içinde
yüzen fısıllıh sözleri kulağıma çalındı: "Çarptık çurpuk büyümesin de! Bir kambur lalan
çıkmasın da ortaya! Bir koca kafa meydana gelmesin de!"
Ama Bay Fajngold Maria'yı avutup, kendisine kamburlarına ve koca kafalarına karşın
hayatla bir baltaya sap olmuş insanlardan söz açtı. Frydrych adında bir roman
kahramanından anlattı: Frydrych kalkıp Arjantin'e göç ediyor ve orada bir mağaza açıp
dikiş makineleri salıyordu, mağaza sonradan büyüdükçe büyüyor ve ün yapıyordu.
Hayatla başarı kazanmış kambur Frydrych üzerine anlatılanlar gerçi Maria'yı avutmadı,
ama Bay Fajngold'u öylesine coştur
530
dıı ki, bakkal dükkânımıza başka bir biçim vermeyi kararlaştırdı. Savaşın bilmesinden az
sonra mayıs ortalarında dükkânımızın yüzü yeni mallar gördü. İlk dikiş makineleriyle dikiş
makineleri parçaları dükkânda boy gösterdi, ama çeşitli yiyecek maddeleri bir süre daha
dükkânda kaldı ve geçiş döneminin kolayca geride bırakılmasına katkıda bulundu. Ah o
cennet gibi günler! Nakit para diye bir şey henüz ortalıkla görünmüyordu. Değiş tokuş
yapılıyor, değiştirilen şeyler başka şeylerle trampa ediliyordu; bunun sonucu olarak sunî
bal, yulaf ezmesi, Dr. Oetker Maya Tozu'nun son kalan pakelçikleri, şeker, un ve margarin
bisikletlere, bisikletler ve bisiklet parçaları ise elektrik motorlarına, bunlar da çeşitli
araç ve gereçlere, araç ve gereçler kürk eşyalara dönüşlü; kürk eşyaları ise Bay Fajngold
hokuspokus yine dikiş makinelerine çevirdi. Bu aralıksız değiş tokuş oyununa Kurl'çuktan
yararlanıldı, Kurtçuk müşteriler gelirdi dükkânda, aracılık yaptı ve Maria'dan daha çabuk
alıştı bu iş koluna. Ncrdeysc Malzeralh'ın hayatla okluğu günlerdeki gibiydi: Maria,
tezgâhın başında dikilip eski müşterilerin kentte kalmış olanlarına hizmet ediyor, beri
yandan kırık dökük Polonyacasıyla kente yeni yerleşen müşterilerin isteklerini öğrenip
bunları yerine getirmeye çalışıyordu. Kurt'un dil öğrenmeye karsı yeteneği vardı; her
tarafa koşuyordu; Bay Fajngold bel bağlayabilirdi kendisine. Henüz beş yaşında olmayan
Kurt'çuk çalıştığı iş kolunda uzmanlaşmıştı, İstasyon Caddcsi'ntleki karaborsa sergide
yüzlerce model içerisinden eli yüzü düzgün denebilecek Singer ve Pl'aff dikiş makinelerini
hemen bulup çıkarıyordu. Kurl'çuğun bilgilerini takdirde Bay Fajngold da kusur etmiyordu
doğrusu. Mayıs sonunda anneannem Anna Koljaiczck, Bissau'dan kalkıp Brennlau üzerinden
yaya Langfuhr'a gelerek bizi ziyaret elliğinde ve ğüç belâ soyularak kendisini şezlongun
üzerine altığında, Bay Fajngold Kurfçuğu pek övdü ve Maria için de övücü sözler söyledi.
Anneanneme hastalığımın hikâyesini enine boyuna anlatıp, arada ikide bir kendi
dezenfekte ilâçlarının işe yararlılığını belirtirken, pek sessiz ve uslu davranıp, bütün
hastalığım boyunca hiç bağırmadığı
53!
mı belirterek, Oskar için de övgüler sıraladı.
Anneannem gaz almaya gelmişti, çünkü ışıksız kalmıştı Bissau. Derken Fajngold, Trcblinka
Kampfnda petrol konusunda görüp yaşadıklarından, ayrıca kampın dezenfeklecisi olarak
yüklendiği çok yönlü görevden söz etmeye koyuldu. Maria'ya iki litre gaz doldurmasını
söyledi bir şişeye, yanına bir paket sunî balla çeşit çeşit dezenfekte ilâcı katlı;
büyükannem, savaş sırasında Bissau'da ve BissauAbbau'da yanıp kül olan yerlerden
bahsedince, kendisini onaylar gibi başını salladı; söylenenleri dalgın dalgın dinledi. Derken
eskisi gibi Firoga dediği Viereck'in uğradığı yıkım konusunda da anlatacak şeyler buldu
büyükannem. Bissau'dan da yine savaştan önceki Bysewo diye söz açtı. Ramkau'da Köylü
Birliği Başkanlığı yapan, elinden iş gelir bir adam olan ve kardeşinin oğlunun karısıyla, yani
Polonya Postanesini tcrkclmeyen Jan'm Hedwig'iyle evlenen Elılers'i Rençberler
Bürosu'nun önünde ipe çekmişlerdi; az kalsın Hedwig'i de asıyorlardı, çünkü bir Polonya
kahramanının eşi olduğuna aldırmayarak Köylü Birliği Başkanı Eblers'le evlenmişti; bir
başka haber: Stcphan teğmen olmuş, Marga ise Alman Kızlar Birliği'nde kalmıştı.
"Eh, Stephan'a zaten bir şey yapamazlardı; hani ya Buz Denizi'nde şehit oldu o. Ama
Marga'yı alıp kampa yollamaya kalktılar. O zaman da Vinzent bir ağzını açtı, bir konuşlu ki,
görme! Şimdi Marga'yla bizim yanımızda kalıyor Hedwig, tarlada bize yardım ediyorlar. İyi
ya, konuşması da Vinzent'i bir sarstı ki, pek öyle fazla yaşamaz derim ben. Büyükananıza
gelince, onun da kalbinden zoru var, her taralından zoru var, başından da, dangalak herifin
biri kafama vurdu, canı böyle islemiş mendeburun."
Böylece sızlanıp durdu Anna Koljaiczck, başını lullu, benim büyüyen başımı okşadı ve bu
arada bazı akıllıca gözlemler ileri sürdü: "Kaschubei'lıların hali böyle işte, Oskar'cığım.
Hep vururlar kafalarına. Ama siz buradan batıya gidersiniz; orası daha iyi, ama büyükanan
kalacak burada. Hani ya Kascluıbeli'lılar bir yere göçemez, hep oldukları yerde kalırlar,
başlarını uzatır, elin oğlu da gelip vurur başlarına. Hani ya bizler ne doğru dürüst Polon
532
yalıyız, ne de Alman. Kaschubei'lı olmak ne Polonyalılar için, ne de Alınanlar için yclmiyor,
açık açık bir taraftan olasın isliyorlar."
Anneannem yüksek sesle güldü; sunî balla dezenfekte ilâçlarım, askerî, politik ve dünya
tarihiyle ilgili son derece civcivli olaylara karşın patates renginden bir türlü vazgeçmemiş
dört etekliliğin altına sakladı.
Derken kalkıp gidecek oldu anneannem, ama Bay Fajngold bir dakika daha sabretmesini
istedi; çünkü karısını ve öbür aile bireylerini tanıtmak istiyordu kendisine; ama Bayan Luba
çağırılıp da gelmeyince: "Tamam! Tamam!", dedi büyükannem. "Ben de hep seslenirim
zaten, kızım Agues derim, gel de anana yardım et, çamaşırları çilile biraz derim. Ama
benim kızım da gelmez: senin karın gibi. Sonra benim kardeşim Vinzent de ortalık iyice
kararmaya görsün, kapı önüne çıkar, Polonya Postancsi'nde çalışıp orada ölen oğlu Jan'ı
çağırır yüksek sesle, komşuları uykularından uyandırır."
Anneannem kapıya varmış, başörtüsünü bağlıyordu ki, yattığım yerden seslendim: "Babka!
Babka." Yani büyükanne, büyükanne dedim. Büyükannem döndü, beni allına sokup
beraberinde götürmek ister gibi biraz kaldırdı etekliklerini; ama birdenbire etekliklerinin
allını işgal elmiş bulunan gaz şişesini, sunî balı ve dezenlckle ilâçlarını anımsamış olacak ki,
çekip gitti beıısiz, Oskarsız gitti.
Haziran başında ilk kafileler batıya doğru yola koyuldu. Maria bir şey söylemiyor, ama ben
onun evdeki mobilyalara, dükkâna, kira evine, Hindenburg Ağaçlıklı Yolu'nun iki yanındaki
mezarlıklara ve Saspe'deki tümseğe veda ettiğini anlıyordum.
Kuri'çukla mahzene inmeden, bazı akşamlar Maria zavallı annemin piyanosunun
bitişiğindeki yalağımın yanıbaşına çöküyor, sol eliyle ağız mızıkasını çalıyor, sağ elinin bir
parmağı ise çaldığı havaya eşlik ediyordu.
Bay Fajngold'un müzikle başı hoş değildi; dolayısıyla, mızıka çalmaya son vermesini rica
ediyor Maria'dan, ama Maria mızıkayı ağzından çekip alarak piyanonun kapağını kapamaya
kalkınca,
533
bu kez de ondan biraz daha çalmasını istiyordu.
Derken Maria'ya evlenme önerisinde bulundu Fajngold. Oskar zaten anlamış, çünkü Bay
Fajngold gittikçe daha seyrek karısını çağırır olmuştu; havayı sineklerin ve çeşitli
uğultuların doldurduğu bir yaz akşamı da karısının yokluğundan emin olunca, Maria'ya söz
konusu öneriyi yaptı. Hem Maria'ya, hem de iki çocuğa, yani hasta Oskar'a da yanıncla°ycr
verecekti. Maria'ya ise evi bağışlıyor, kendisini dükkânın kazancına ortak yapıyordu.
Maria yirmi iki yaşındaydı o zamanlar. Tesadüfün eseri gibi gözüken başlangıçtaki güzelliği
hoyrat değilse bile sağlam bir temele kavuşmuştu; savaşın son aylarıyla savaşı izleyen
günlerde, parasını hep Matzcrath'ın ödediği permalardan yoksun kalmıştı Maria; benim
zamanımdaki gibi örmesc bile saçları omuzlarına dökülüyor, ağırbaşlı, belki biraz serlelmiş
bir kız izlenimini uyandırıyordu; ve işte bu kız hayır diyerek Bay Fajngold'un evlenme
önerisini geri çevirdi. Maria, eskiden bizim olan halı üzerinde dikiliyor, solunda Kurtçuğu
tutuyor, sağ elinin başparmağıyla da çini sobadan tarafı gösteriyordu. Bay Fajngold'la
Oskar şöyle konuştuğunu işittiler Maria'nın: "Dünyada olmaz! Burada yaşamak bizim için
geçti artık. Biz gayrı Rheinland'a, bacım (îusle'ııin yanına gideceğiz. Kocası bir otelde
başgarsonluk yapıyor, adı da Kösler, bizini üçümüzü de şimdilik evine alacak."
Daha erlesi günü gereken yerlere başvurulanın yaplı, Maria. Üç gün sonra da zorunlu
belgelere kavuştuk. Bay Fajngold'un ağzını bıçak açmıyordu, dükkânı kapamıştı; Maria
bavulları hazırlarken karanlık dükkânda terazinin yanı başında, tezgâhın üzerinde
oturuyor, ama eskisi gibi suni bal kaşıklamayı canı islemiyordu. Ancak Maria kendisine veda
etmek isteyince oturduğu yerden aşağı kaydı, sepetli bisikleti alıp gelerek istasyona kadar
bizi geçirecek oldu.
Oskar ile bavullar şahıs başına yirmi beş kilo bagaj alabilecektik yanımıza iki tekerlekli ve
tekerlekleri lâstikten sepete yüklendi. Bay Fajngold, bisikleti itiyordu. Maria, Kurl'un
elinden tutmuştu; Flse Caddcsi'ııin köşesine gelip de sola sapacağımız
534
zaman, son bir kez arkasına döndü. Ama ben arlık Labes Caddesi'ne başımı çevirip
bakamadım, çünkü başımı döndürmek ağrı veriyordu. Dolayısıyla, Oskar'ın başı,
omuzlarının arasında kımıldamadan kaldı. Sadece devingenliğini koruyan gözlerimle Maria
Caddesi'ne, Sliessbach'a, Kleinhammer Parkı'na, İstasyon Cacldcsi'nc açılan ve hâlâ
yukarısından iğrenç sular damlayan alt geçide, benim hasar görmemiş HcrzJesu Kilisesi'ne
ve arlık insanın dilinin zor döndüğü Wrzcszcz adıyla anılan Langfuhr banliyösünün
istasyonuna veda etlim.
İstasyonda beklememiz gerekiyordu. Tren gara girince baktık, bir marşandizdi. Sağda
solda insanlar; çocuklardan geçilmiyordu ortalık. Bagajımız kontrol edilip tartıldı.
Askerler, her marşandiz vagonunun içine bir balya saman atıyordu. Bir müzik sesi falan
duyulmuyordu bir yerde. Ama yağmur da yağmıyordu. Açıkla bulutlu arasında değişen bir
hava; doğrudan bir rüzgâr esiyordu.
Sonunda dördüncü vagona girdik. Bay Fajngold, uçuşan kırmızımsı saçlarıyla raylar
üzerinde dikiliyordu. Ansızın bir sarsıntı lokomotifin geldiğini haber verince yaklaştı ve
Maria'ya üç paketçik margarinle bir pakelçik sunî bal uzattı; Polonyaca emirler,
bağmşmalar ve ağlaşmaların irenin kalktığını bildirmesi üzerine, azıkların yanına
dezenfekte ilâçları içeren bir paket kattı Bay Fajngold lizol yaşamaktan daha önemlidir ve
hareket eltik, Bay Fajngold'u aşağıda bıraktık. Bay Fajngold irenlerin kalkışında doğal
olduğu üzere, kırmızımsı uçuşan saçlarıyla giderek küçüldü, bir an gel ip sallanan ellere
dönüşlü yalnızca ve derken büsbütün gözden kayboldu.
535
MARŞANDİZ TRENİNDE BÜYÜME
Bugün bile acı veriyor. Az önce başımı yastıklara gömmeden duramadım. Acı, ayak ve
dizlcrimdeki eklem yerlerinin daha bir belirgin ortaya çıkmasına yol açıyor, beni orası
burası gıcırdayan biri yapıyor, dolayısıyla eklem kapsüllerindcki gıcırtıları işitmemesi için
dişlerini gıcırdatması gerekiyor Oskar'ın. On parmağımı gözden geçiriyor, şişmiş
olduklarını çaresiz kendi kendime itiraf ediyorum. Trampet üzerinde girişliğim bir deneme
kanıtlıyor açıkça: Oskar'ın parmaklan sadece biraz şişmiş değil, trampetçilik için şu an işe
yaramaz durumda; trampet değnekleri düşüyor bu ellerden.
Dolmakalem de arlık beni dinlemez oldu. Çaresiz soğuk kompresler isleyeceğim Brunoclan.
Sonra da ellerim, ayaklarım ve dizlerimde serin kompresler, alnımda bir bez, bakıcım
Bruno'yıı kâğıtlarla ve bir kurşunkalemle donatacağım; çünkü dolmakalemimi kimseye
vermekten hoşlanmanı. Acaba Bruno gerektiği gibi bana kulak vermek isleyecek ya da
verebilecek mi? 12 Haziran 1945'le başlayan marşandiz treniyle yolculuğu doğru dürüst
anlatabilecek mi benim ağzımdan? Bruno, haşhaş resmi altındaki küçük bir masada
oturuyor. Birden başını döndürüyor, yüzünü görüyorum. Gözleri efsanevî bir hayvanın
bakışlarıyla sağımdan solumdan kayıp gidiyor ötelere. Kalemi o ince kekremsi ağıza
vcrevlcınesine dayayarak, beklemekle olan biri izlenimini uyandırmak istiyor. Gerçeklen
olayı benim ağzımdan anlatmaya başlaması için söyleyeceğim sözü, vereceğim işareti
bekliyor olsa bile,
536
düşünceleri kendi düğüm heykellerinin çevresinde dolanıp duruyor. Sicimleri düğüm düğüm
örecek; oysa Oskar'ın işi kendi yaşamının dolaşık öyküsünün düğümlerini çözmektir.
Derken Bruno yazmaya başlıyor:
"Ben, Sauerland'ın Allena şehrinde doğup büyüyen, bekâr ve çocuksuz Bruno Münsterberg,
buradaki Akıl ve Ruh Hastalıkları Kliniği'nin paralı bölümünde bakıcıyım. Bir yılı aşkın
zamandan beri klinikte yatan Bay Matzcrath, baştanıdır. Burada sözünü edemeyeceğim
başka hastalarım da var. Bay Matzerath içinde en zararsızı. Asla kendini kaybetmez; pek,
beni başka bakıcıları yardıma çağırmak zorunda bırakmaz. Biraz fazla yazar, fazla
trampet çalar çok çok. Hayli yorgun düşmüş parmaklarını dinlendirmek için bugün kendi
söylediklerini kâğıda aktarmamı, sicimden heykeller yapma işini bugünlük bırakmamı
benden rica etti. Ama ben yine de sicimler soktum cebime ve o anlatırken sicimden bir
heykel vücudunun alt kısmını yapmaya başlayacak, Malzeralh'ın anlatısına uyarak bu
heykele Doğu'dan Kaçan Adam ismini vereceğim. Hastamın anlatısından esinlenerek
yaptığım ilk heykel olmayacak bu. Şimdiye kadar anneannesinin heykelini sicimlerden
düğümler alarak yaptım ve buna "Dört Eleklikli Elma" adını verdim. Sonra salcı olan
büyükbabasının sicimden heykelini yapıp biraz atak bir isim olan "Columbus" koydum adım;
sicimlerin sayesinde hastamın zavallı annesi, "Balık Yiyen Güzel Kadııı"a dönüşlü. İki babası
Maizeralh ile Jan Bronski'nin bir arada heykellerini yapıp, "İki Skal Oyuncusu" ismiyle
donatımı. Ayrıca hasla dostum Herbert Truczinski'nin yara nişanıyla dolu sırlını da
sicimlere dönüştürdüm, ortaya çıkan kabartıya "Pürüzlü Yol" dedim. Beri yandan Polonya
Postanesi, Slocklurm, Şehir Tiyatrosu, Zeughaus Pasajı, Denizcilik Müzesi, GrcfPin
Sebzeci Dükkânı, Pestalozzi Okulu, Brösen Plajı, HerzJesu Kilisesi, Cafe Dörtmevsim,
Baltic C'kolata Fabrikası, Atlantik Duvarındaki pek çok korugan, Paris'teki Eyle I Kulesi,
Berlin'deki Sicilin İstasyonu, Reims Katedrali ve Bay Matzerath'ın bu dünyaya gözlerini
açlığı kira evi gibi yapı ve binaları düğüm üzerine düğümler atarak hey
537
kellere döktüm; Saspe ve Brennlau Mezarlıklarının taşlarında ve demir kapılarındaki
süsleri benim sicimlere buyur ettim; düğüm üzerine düğümler alarak Weichscl vc Seine
ırmaklarına akıllım; Ballık Dcnizi'nin dalgalarıyla sicimden kıyıları dövdürdüm.
Kaschubei'da palates tarlaları ve Normandiya'da otlaklar yaptım sicimlerden; böylece
ortaya çıkan ve benim kısaca Avrupa adını verdiğim ülkeyi, posta savunucuları, bakkaliye
sahipleri, tribün üzerinde insanlar, tribün önünde halk, şekerleme külâhlarıyla ilkokul
öğrencileri, soyu tükenen müze bekçileri, Noel hazırlıklarında suç işleyen gençler, akşam
kızıllığında Polonya süvarileri, tarihe geçmiş karıncalar, assubay ve erler için cephe
tiyatrosu, toplama kampında dezenfekte edilen, ayakta dikilip yerde yalanlar gibi grup
halinde heykellerle seslendirdim. Şimdi de "Doğu'dan Kaçan Adam" heykelini yapmaya
başlayacağım, bu heykelin de grup halinde Doğu'dan Kaçanlar heykeline dönüşmesi hani
pek mümkün.
Bay Malzeralh 1945 Haziran'mm 12'sinde aşağı yukarı saat on bir sularında, daha o
zamanlar ismi Gdansk'a çevrilen Danzig'len ayrılmış. Hastamın eski sevgilim diye
gösterdiği Dul Maria Matzeralh ve yine hastamın sözde oğlu olan Kurt Malzeralh da eşlik
ediyormuş kendisine. Maştanım söylediğine bakılırsa, aynı vagonda oluz iki kişi daha
varmış, bunlardan dördünün üzerlerinde tarikat giysileri olup Pranziskus Tarikatı'ndan
kişilermis. Başörtülü genç bir kız varmış ayrıca. Bay Oskar Malzeratlvın söylediğine göre,
Froylayn Luzie Rcnnvvand adında biriymiş bu. Ama kendisine yönelttiğim birçok sorudan
sonra, kızın adının Ragina Raeck olduğunu açıklıyor hastam, ama yine isimsiz üç köşeli bir
(ilki yüzünden bahsetmeden ve hemen ardından bu yüzü adıyla anarak Luzie demeden
duramıyor; ancak bu davranışı söz konusu kızı burada Froylayn Regina diye kayda
geçirmekten beni alıkoymuyor. Rcgiııa Raeck'in anne ve babası, dedesi ve ninesi ve bir
hasla amcası varmış yanında; amcası ailesinden başka, ciddi bir mide kanserini de yanı sıra
Batıya götürüyormuş; çok konuşan biriymiş ve irenin kalkmasından sonra kendisini eski
sosyal
538
demokratlardan biri diye göstermiş.
Hastamın anımsadığına göre, yolculuk dört buçuk yıl, Gotcnhafen adını taşıyan Gdynia'ya
kadar sakin geçmiş. Oliva'lı iki kadınla birçok çocuk ve Langfuhr'lu yaşlıca bir bay,
Zappoı'un az ilerisine kadar ağlayıp durmuş ve rahibeler aralıksız dua etmişler.
Gdynia'da beş saat kalmış tren. Altı çocuklu iki kadın burada vagona bindirilmiş. Sosyal
Demokrat, hastalığını ileri sürerek ve savaş öncesi sosyal demokratlarından biri olduğunu
bahane ederek, kendine özel bir muamele gösterilmesini istemiş ve duruma itiraz edecek
olmuş. Ama nakliyatın başında bulunan Polonyalı Subay, yeni gelenlere yer açmaya
yanaşmaması üzerine Sosyal Demokral'ı tokatlamış ve pek akıcı, kıvrak bir Almancayla
sosyal demokratın anlamını bilmediğini, savaş sırasında Almanya'nın çeşitli yerlerinde
bulunduğunu, ama sosyal demokrat sözünü asla işitmediğini söylemiş. Ama midesinden
rahatsız olan Sosyal Demokrat, Polonyalı subaya Sosyal Demokrat Partisinin anlamını,
niteliğini ve tarihini açıklama)a fırsat bulamamış, çünkü subay vagondan çıkıp giderek
kapıyı kapamış ve dışardan sürgülemiş.
Unuttum yazmayı, vagonda herkes ollar üzerinde oturuyor ya da yatıyormuş. Tren ikindi
sonu kalktığı zaman, birkaç kadın bağırmış vagonda: "Bizi yine Danzig'c götürüyorlar!" Ama
sonradan bir yanılma olduğu anlaşılmış bunun. Tren sadece manevra yapasıymış ve sonra
Stolp yönünde yoluna devam etmiş. Slolp'a kadar dön gün sürmüş yol, çünkü tren eski
partizanlar ve Polonyalı gençlerin kurduğu çetelerce durdurulmuş sık sık. Gençler
vagonların sürmeli kapılarını açıyor, içeri biraz taze hava girmesini sağladıktan sonra ağır
ve hayal havayla beraber vagonlardaki bagajların birazını alıp gidiyorlarmış.
Bay Malzerath'ın bulunduğu vagonu gençlerin her işgal edişinde, dört rahibe doğrulup
cüppelerinden sarkan haçları havaya kaldırmışlar. Dört haç da pek etkilemiş delikanlıları.
Yolcuların arka çanlalarıyla bavullarını tren yolunun kenarına kaldırıp atmadan önce, her
seferinde istavroz çıkarmışlar.
539
Bir defasında vagona giren delikanlılara bir kâğıt uzatmış Sosyal Demokrat; kâğıdın
üzerinde 1931 ile 1939 yılları arasında Sosyal Demokrat Partisinin asil üyelerinden biri
olduğu, Danzig ya da Gdansk'daki Polonya makamları taralından onaylanıyormuş; ama bu
belge karşısında haç çıkarmamış delikanlılar, Sosyal Demokrat'ın belgeyi tutan
parmaklarına vurmuşlar, Sosyal Demokral'm, kâğıt bir kenara savrulmuş, sonra da adamın
iki bavulunu ve karısının arka çantasını kaptıkları gibi götürmüşler; ayrıca Sosyal
Denıokrafın üzerinde yattığı o ince ve iri damalı kışlık paltoyu da alıp Pomeranya'nın serin
havasına çıkarmışlar.
Ama yine de Bay Oskar Malzerath gençlerin kendisi üzerinde olumlu ve mazbut bir izlenim
bıraktığını ileri sürüyor ve bunu çete elebaşılarının gençler üzerindeki otoritesine
bağlıyor; on allı yaşında var, yokmuş çelenin elebaşısı, öyleyken kişilik sahibi bir kimse
izlenimi uyandırıyormuş ve bu haliyle Malzcrath'a Tozalıcılar Çetesinin elebaşısını, yani
Störbekcr'i anımsatarak onu hem üzmüş, hem de sevindirmiş.
İşle Störbckcr'c bu kadar benzeyen adam, Bayan Maria Malzcraılı'ııı elinden arka
çantasını çekip almak istemiş ve almış da. Bunu gören hastam Bay Malzerath, bereket
versin eşyaların en üstünde bulunan foto albümünü son anda uzanıp kapmış çantadan; ilkin
çetenin elebaşısı kızacak olmuş, ama hastam albümü açıp da ona anneannesinin bir
fotoğrafını gösterince, delikanlı belki de kendi büyükannesini anımsayıp Bayan Maria
Malzcralh'ın arka çantasını bırakmış, iki parmağını köşeli Polonya kasketine götürerek
selam vermiş, Malzerallı ailesine "Do vvidzcııia" demiş ve onların arka çantasını bırakıp
vagondaki diğer yolculardan bazısının bavullarını kaparak adamlarıyla çıkıp gitmiş.
Aile albümü sayesinde Malzerallı ailesinin mülkiyetinde kalan arka çantasında birkaç
çamaşır, bakkal dükkânının hesap defterleri, vergi belgeleri, tasarruf hesap cüzdanları ve
bir zaman Bay Malzerath'ın annesinin olup hastamın bir paket dezenfekte ilacı
540
ııın içine sakladığı bir yakııl kolye bulunuyormuş; bundan başka yarısı Raspulin romanının,
yarısı Gocthc'nin romanının sayfalarından oluşan o kültür kaynağı eğitici kilap da arka
çantasıyla Batı'ya doğru yolun devam clmiş.
Hastam, ileri sürdüğüne göre, bülün yol boyu çok vakit foto albümünü, bazen da o eğitici
kitabı dizlerinin üzerinden ayırmamış, sayfalarını çevirip durmuş aralıksız; her iki eser,
vücudundaki alabildiğine şiddetli ağrı ve sızılara karşın, kendisine zevk dolu pek çok saal
yaşatmış.
Sonra da şunları söylüyor hastam: Trenin silkip sallaması, makaslardan ve kavşaklardan
geçişler, marşandiz vagonunun sürekli sarsılan ön aksı üzerine boylu boyunca uzanıp
yatmalar, büyümesini olumlu yönde etkilemiş. Eskisi gibi genişlemesine değil de
uzunlamasına büyümeye başlamış. Şişmekle beraber iltihaplanmış olmayan eklem
yerlerinde bir yumuşama başgöstermiş; halta kulakları, burnu ve cinsel organı da işittiğime
göre marşandizin raylar üzerinde ilerlemesinin yol açlığı taktır tukur darbeler alımda
büyümeye katılmış. Marşandiz ilerlerken, Bay Malzerallı, anlaşılan bir ağrı ve sızı
hissetmemiş. Ancak tren durup yine partizanlar veya gençlerin kurduğu çeleler vagonu
ziyarc elmek isleyince, o zonklayıcı ve şiddetli ağrılar kendilerini yeniden belli clmiş.
Hastanı da bunlara ağrı ve sızıları dindiren foto albümüyle karşı karşıya çıkmak istemiş
her seferinde.
Polonyalı Slörbeker'den başka, aile resimlcriylc daha birçok genç haydut ve yaşlıca bir
partizan ilgilenmiş. Halta yaslıca partizan oturup bir sigara ateşlemiş vagonda; düşünceli
ve dalgın, içindeki hiçbir dikdörtgeni atlamayarak baştan sona albümün sayfalarını
karıştırmış. Hastamın büyükbabası Koljaiczek'lc başlayarak ailenin o bol resimlerle
belgelenen yükselişini izlemiş ve derken Bayan Maria Malzeralh'ı bir yaşında, iki yaşında,
üç ve dört yaşındaki oğlu Kurl'la gösteren enstantane fotoğraflarıyla karşılaşmış. Hatla
hastam, bir idil havasıyla dolu bazı aile resimlerine bakarken gülümsediğini görmüş
partizanın. Ancak öbür dünyayı boylayan Bay Allied Malzerath'ın üniformalarındaki ve
541
Ramkau'da Köylü Birliği Başkanı olup Polonya Poslancsi'nin savunucusu Jan Bronski'niıı dul
karısıyla evlenen Ehlcrsin yakasındaki açık seçik parti rozetlerini görünce kaşlarını çatmış.
Hastam da, onun gözleri önünde, parti rozetlerini bir kahvaltı bıçağıyla kazımış
resimlerden, bu da adamı memnun etmiş.
Hani söz konusu partizan Bay Malzerath şu anda buna inandırmak isliyor beni— düzmece
partizanların tersine gerçek bir partizanmış. Çünkü bu noktada hastamın ileri sürdüğüne
göre, gerçek partizanlar geçici bir süre değil, her vakit ve sürekli olarak partizanlık
yaparlarmış, devrik iktidarları iş başına geçirir ve yardım ederek iş başına geçirdiği
iktidarları bakarsın yeniden alaşağı ederlermiş. Bir türlü ıslah olmayan, kendi kendilerinin
kuyusunu kazan partizanlar, Maizerath'ın tezine göre doğrusu aklıma da yatmıyor değil bu
lez, kendilerini politikaya vermiş kimseler arasında sanatsal açıdan en yetenekli
olanlarmış, çünkü yarattıkları şeyi hemen kaldırıp atarlarını? küçümseyerek.
Benzer bir savı kendi hakkımda da ileri sürebilirim hani; benim de nihayet düğümlerden
yarattığım heykeller daha alçıdan bir desteğe kavuşur kavuşmaz, yumruğu yiyerek
paramparça edilmiyor mu? Bu noktada ilk aklıma gelen, hastamın aylar öncesinden bana
sipariş verdiği bir heykel oluyor; siparişe göre, bildiğimiz sicimleri kullanarak ülürükçü
Raspulin'i ve Ozanlar Prensi Goelhe'yi bir tek vücutla toplayacak, bu vücut hastamın
işleğine göre kendisine enikonu bir benzerlik gösterecekti. Söz konusu iki kutbu bir
vücutla birleştirmek için kaç kilometre uzunluğunda sicim harcadım. Ama Malzerath'm
bana örnek partizan diye övdüğü o partizan gibi bir türlü yaptığımdan memnun kalmıyor,
bir lürlü içim rahat etmiyor, sağ elimin attığı düğümleri sol elimle çözüyor, sol elimin
yaptığını yumruk olmuş sağ elimle parça parça ediyorum.
Ama Malzerallı da anlatısını doğru bir çizgi üzerinde yürütemiyor. Hastamın bazen
Franziskus, bazen da Vinzcnt rahibeleri diye söz açlığı dört rahibe dışında özellikle o genç
kız, iki ayrı adı ve sözde üç köşeli yüzüyle anlatıyı sık sık çözüp dağılıyor. Bu du
542
rumda Doğu'dan Batıya yapılan yolculuğun iki, üç ayrı değişik çeşitlemesini kayda
geçirmem gerekirdi. Ama benim işim değil bu; dolayısıyla ben, bülün yol boyu yüzü
değişmeden kalan Sosyal Demokrai'a dönüyorum. Halla bu Sosyal Demokrat, Slolp'un az
berisine kadar vagondaki bülün yolculara, 1937 yılma kadar kendisinin de bir çcşil partizan
olarak sağa sola afişler yapıştırdığını, sağlığını böylelikle tehlikeye altığını, boş zamanlarını
bu yolda feda ettiğini, çünkü kendisinin yağmurlu havalarda bile aliş yapıştırmaktan geri
kalmayan az sayıdaki Sosyal Demokratlardan olduğunu açıklayıp durmuş ikide bir.
Slolpdan az önce iren bilmem kaçıncı kez durdurulup, gençlerden kurulu büyücek bir çete
vagonu ziyaret ettiğinde de yine böyle konuşmuş Sosyal Demokrat. Sosyal Demokratın
arlık ortada pek bir eşyası kalmadığından, gençler, üzerindeki giysileri çıkarıp almaya
kalkmışlar. Bereket versin efendice davranmışlar da adamın yalnız üst giysilerini çıkarmış,
daha ileri gitmemişler. Ama gençlerin neden böyle davrandıklarını anlayamamış Sosyal
Demokrat: rahibelerin o geniş cüppelerinden usta bir terzinin kal kal mükemmel giysiler
çıkaracağı kamsmdaymış. Sonra bizzal samimî olarak açıkladığına göre, Allahm varlığına
inanmayan biriymiş. Genç haydutlar samimî olarak açıklamamışlar ama, tek mutlu kılıcı*
kileseyc mensuplarınış ve rahibelerin o bol kumaş vaat eden yünlü giysilerine el
sürmeyerek, Allalıı tanımayan Sosyal Demokral'ın tek düğme ve kumaşı hafil selülozlu
giysisine göz koymuşlar. Ancak Sosyal Demokrat ceketini, yeleğini ve pantolonunu
çıkarmak istememiş; sağa sola Sosyal Demokrat Partisinle ilgili afişler yapıştıran bir
kimse olarak geçmişteki kısa süreli, ama başarılı çalışmalarından söz açmış ve bir lürlü
susmak bilmediği, giysisini de çıkarmamakta direttiği için, gençlerden biri midesine bir
tekme savurmuş ve gencin ayağında Alman askerlerinin giydiği bir çizme varmış.
Hazreti Isa taralından insanları mutluluğa ulaştırmakla görevlendirildiğini öne süren
Katolik kilisesinin kendisine yaktırdığı ad. (Ç..N.)
543
I
Bunun üzerine Sosyal Demokrat şiddetle kusmaya başlamış, ağzından kan gelene kadar
kusmuş ve üzerindeki giysiye falan bakmamış bunu yaparken; gençlerin pislenen, ama
adamakıllı bir kimyasal temizlemeden geçirilirse henüz kurtarılabilecek gibi olan giysiye
karşı bütün istekleri uçup gitmiş, erkek üst giysilerinden vazgeçerek Bayan Malzeralh'ın
sırtındaki açık mavi suni ipekten bluzu ve Luzic Rennwand değil de Rcgina Raeck adındaki
genç kızın üzerinden Berchlcsgaden modası örme ceketi çıkarıp almışlar. Sonra ilip
kapamışlar vagonun kapısını, ama kapı bülün bütün kapanmamış; derken hareket etmiş tren
ve Sosyal Demokrat can çekişmeye başlamış.
Slolp'a iki, üç kilometre kala tren kör bir hatla çekilerek bütün gece burada beklemiş,
yıldızlı berrak bir geceymiş, ama haziran ayına göre lazla serinmiş hava.
Bay Matzerath'm söylediğine göre, o gece, edepsizce ve yüksek sesle Allaha küfredip işçi
sınıfını savaşmaya çağırarak, tıpkı filmlerdeki gibi "Yaşasın Özgürlük" diye haykırarak,
vagonu dehşetle dolduran bir kusma nöbetinden sonra tek düğme giysisine pek düşkün
Sosyal Demokrat öbür dünyayı boylamış.
Ağlaşıp sızlaşan olmamış arkasından; hastanım dediğine göre, sadece Bayan Malzcrath'ın
dişleri lakırdayıp durmuş, bluzsuz üşüyorıııuş çünkü, son kalan giysileri de oğlu Kurtla
Oskar'ııı üzerine sermişmiş. Sabaha karşı rahibelerden gözü pek ikisi, kapının açık
kalmasını fırsat bilerek vagonu temizlemiş, sırılsıklam otları, çocuklarla yetişkinlerin
pisliklerini, ayrıca Sosyal Dcınokral'ın kusmuklarını tren yolunun kenarına almışlar.
Slolp'da Polonya subayları konlrola gelmişler ireni. Bir yandan da sıcak çorbayla malt özü
kahvesine benzer içecek bir şey dağıtmışlar. Bay Malzeralh'ın bulunduğu vagondaki ölü
Sosyal Demokrata bulaşıcı hastalık tehlikesi düşünülerek el konmuş, sedyeyle alınıp
götürülmesi için sıhhiye erleri çağrılmış. Rahibelerin araya girmesiyle, yakınlarına, ölünün
başında kısa bir dua için izin verilmiş, ayrıca ölünün ayaklarından ayakkabısıyla çoraplarının
ve üzerinden elbisesinin soyulup alınmasına ses çıka
544
rılmamış. Giysisi soyulurken sonradan ceset sedyeye yatırılarak boş çimento lorbalarıyla
örtülmüş üzeri ölünün kız yeğenini gözetlemiş hastam. Adı Raeck olmasına karşın genç kız,
kendisinde şiddetli bir antipati uyandırmış, ama beri yandan hastamı büyüleyerek ona
yeniden Luzie Rcnnwand'i anımsatmış. Ben, sicimlerle heykelini yapmıştım kızın ve bu
heykele "Sucuklu Ekmek Yiyen Kız" adını vermiştim. Vagondaki kız, amcasının giysilerinin
yağma edilmesi karşısında, gerçi sucuklu bir ekmek dilimine uzanarak zarlarını soymadan
sucukları midesine indirmemiş, daha çok kendisi de katılmış bu yağmalamaya, amcasının
yeleğine miras olarak sahip çıkmış, üzerinden soyulup götürülen örme çekelinin yerine
geçirmiş yeleği ve halta şık denebilecek yeni giysisini cep aynasında süzmüş, aynada işte
bugün bile etkisini sürdüren haslamdaki panik durumu buna dayanıyor hastamı ve onun
yattığı yeri zaptedip yansıtmış; üçgen yüzündeki çekik gözleriyle, kaygan ve serin, hastamı
gözetlemiş.
Stolp'dan Stetlin'e iki gün sürmüş yolculuk. Gerçi ister islemez bir hayli durmalar olmuş
yolda, paraşütçü bıçakları ve makineli tabancalarla silâhlanmış yeni yetmelerin yavaş yavaş
alışkanlık haline gelen ziyaretleriyle karşılaşılmış; ama kısaldıkça kısalmış ziyaret süreleri,
çünkü yolcuların bundan böyle alınıp götürülecek pek bir şeyleri kalmamış.
Hastamın ileri sürdüğüne göre, DanzigGdansk'tan Stcllin'e giderlerken, yani bir hafta
içinde on değilse bile dokuz santimetre artmış boyu. Hepsinden önce bacakları uzamış,
ancak göğüs kalesiylc başında bir büyüme görülmemiş. Ama yolculuk sırasında, hastam sırı
üstü yatmasına karşın, sol yukarıya doğru hafif bir kamburun doğmasını önlemek mümkün
olmamış. Ayrıca Bay Matzeralh'm itiraf etliğine göre, ağrı ve sızılar SletliıVdcn sonra bu
arada Alman personel teslim almış treni fazlalaşmış ve foto albümünün yapraklarını kuru
kuruya karıştırmakla unutulacak gibi değillermiş. Birçok kez aralıksız bağırmak zorunda
kalmış hastam, gerçi bağırması herhangi bir istasyonun camlarında hasara yolaçmamış,
Malzeraih: Sesimdeki cam parçalayıcı güç bü
545
•if
tünüyle silinip gitmişti, ama dört rahibeyi yalağının başına toplamış ve bundan böyle onları
hep başında kalıp dua etmek zorunda bırakmış.
Aralarında Froylayn Regina ve ölen Sosyal Demokral'ın diğer yakınları da olmak üzere
vagondaki yolcuların rahat yarısı Schwerin'de inmiş trenden. Ray Malzerath buna çok
üzülmüş, çünkü genç kızı karşısında görmeye öyle alışmış ve kendisi için bu öylesine
vazgeçilmez bir şey olmuş ki, kız gidince yüksek ateşle beraber şiddetli ve ihtilâçtı
nöbetler üzerine çullanıp hastamı sarsmaya başlamış. Bayan Maria Malzcrath'ın ifadesine
göre, hastam umutsuzluk içinde Luzie diye birini sayıklamış hep, kendi kendisini efsanevi
bir hayvan, tek boynuzlu bir al olarak göstermiş, on metre yükseklikteki bir allama
tahtasından allamaktan hem korkmuş, hem buna heveslenmiş.
Lüneburg'da bir hastaneye kaldırılmış Bay Malzerath. Hastanede ateş içinde yatarken
birkaç hemşireyle tanışmış, ama çok geçmeden Hannover Üniversite Kliniğine nakledilmiş.
Burada ateşini düşürmeyi başarmışlar hastamın. Hastam Bay Matzcraih, Bayan Maria'yı ve
oğlu Kurl'u seyrek görmüş, ama Bayan Maria temizleyici kadın olarak aynı klinikte
çalışmaya başlayınca, her gün görmeye başlamış kendilerini. Ancak Bayan Maria Maizeralh
ile küçük Kurt için klinikte veya klinik civarında yatıp kalkacak bir yer bulunamamış,
Doğudan kaçanların yaşadığı kamptaki hayal ise gittikçe çekilmez bir durum almış.
Dolayısıyla, Bayan Maria Malzerailvın her Allahın günü tıklım tıklım dolu trenlerle çok
vakit vagonların basamaklarında üç saal yolculuk yapması gerekiyormuş; işle o kadar
uzakmış klinikle kanıp arası. Derken doktorlar, ortada bir sürü sakınca bulunmasına karşın
hastamın Düsseldorf Belediye Hasiancsi'nc yatırılmasına müsaade etmişler. Bayan Maria
Malzerath'ın elinde Düssclclorf'a taşınmalarına izin veren bir belgenin bulunuşu,
doktorların ilgili kararı almasında büyük bir rol oynamış. Savaş sırasında üüsscldorf'lu bir
başgarsonla evlenen Guste, iki buçuk odalı evinin bir odasını kızkardeşi Maria'nın emrine
vermiş, çünkü başgarso
546
nun odaya falan ihtiyacı yokmuş o sıra, Rııslnr'ın elinde imsak bulunuyormuş.
Evin yerine diyecek yokmuş hiç. Bilk İstasyonundan kalkıp Werslcn ve Bcnrallı'a giden
tramvayların hangisiyle olsa, aktarma gerekmeden Belediye Hastanesine gelinebiliyormuş.
Bay Matzcralh, 1945 ağustosundan 1946 mayısına kadar Düsseldorf Belediye
Hastanesinde yatmış. Bir saatten fazla bir süredir birçok hemşireden karmakarışık
bahsedip duruyor bana. Hemşirelerin isimleri şöyle: Monika Hemşire, Helmlrucl Hemşire,
Walburg Hemşire, İlse Hemşire, Gerlrucl Hemşire. Hastanedeki alabildiğine yaygın
dedikoduları anımsıyor, hemşirelerin yaşayışmdaki ayrıntılara, hemşire giysilerine aşırı
ölçüde önem veriyor hastam. Aklımda kaldığına göre, o zamanlar hastanelerdeki berbat
yemekler ve doğru dürüst ısıtılmayan koğuşlarla ilgili bir tek söz çıkmıyor ağzından. Hep
hemşireler, hemşirelerle ilgili olayların öyküsü, hemşirelerin o son derece sıkıcı çevresi.
Fiskoslar, baş başa konuşmalar. 1lse Hemşire Başhemşireye şöyle şöyle demiş, Başhemşire
de öğle paydosundan az sonra hemşire adaylarının odalarını kontrol etmiş, bir şey
çalınmışmış ve Dorlnıund'lu bir hemşireden —sanırım Cîerlrud Hemşire dedi Bay Malzcralh
haksız yere şüphelenmiş. Ayrıca hemşirelerden yalnız sigara kuponu isteyen genç
hekimlerle ilgili olarak uzun uzadıya konuşup duruyor hastam. Kendi kendine ya da bir
asistan doktordan yardım görerek çocuğunu düşürdüğü için, bir hemşire değil de, bir
laborant kız aleyhinde yürütülmüş bir soruşturmayı anlatılmaya değer buluyor. Hastamın
ne diye zekâsını bir olağanüstülüğü içermeyen bu gibi şeylere harcadığını anlamıyorum
doğrusu.
Bay Malzerath, kendisini tarif etmemi rica ediyor benden. Seve seve bu isteğini yerine
getirmek istiyor ve hemşirelerle ilgili olduğu için onun uzattıkça uzatıp önemli sözlerle
donattığı hikâyelerden bir kısmını burada allıyorum.
Hastamın boyu bir metre yirmi bir santim. Normal boydaki kimseler için bile lazla iri
başını omuzlarının arasında, nerdeyse
547
ten zevk duyuyor. Özellikle trampet çaldığı zamanlar hastane idaresi her gün üç, dört
saat müsaade ediyor bunu yapmasına, parmaklarının kendi başına buyrukınuş, sanki daha
yakışıklı bir başka vücudun bir parçasıymış gibi hareket ettiği görülüyor. Bay Malzerath,
plak doldurmaktan hayli zengin oldu ve bugün bile bu yoldan gelir sağlıyor kendisine.
Ziyaret günlerinde ilgi çekici kimseler gelip onunla görüşüyor. Daha mahkemede davası
görülmeye başlamadan, daha bizim kliniğe yatırılmadan ismini duymuştum, çünkü Bay
Oskar Matzerath günün sayılı sanatçılarından. Ben kendim suçsuzluğuna inanıyorum,
dolayısıyla bizim burada kalacak mı, yoksa günün birinde buradan çıkacak da gene eskisi
gibi sahnelerde boy gösterip başarı peşinde mi koşacak, kesin bir şey söyleyemem bu
konuda. Şimdi yine benden boyunu ölçmemi isliyor, oysa bunu daha iki gün önce yaptım."
Bakıcım Bruno'nun benim ağzımdan yazdıklarını gözden geçirmek gereğini duymuyor, yine
ben, yani Oskar, kalemi burada elime alıyorum.
Bruno az önce mezurosuyla ölçtü boyumu. Mezuroyu üzerimde bırakıp, sonucu yüksek sesle
ilân ederek odamdan çıkıp gitti. Hatta ben anlatırken gizlice üzerinde çalıştığı bir düğüm
heykelini elinden yere düşürdü. Galiba gidip Froylayn Hornstcller'i çağıracak.
Ama doktor hanım gelip Bruno'nun vardığı sonucun doğruluğunu onaylamadan, sizlere
şunları söylemek isliyor Oskar: Bakıcım Bruno'ya büyümemin serüvenini anlattığını üç gün
içinde boy bakımından iki santimetrelik bir kazancım oldu, elbet bir kazanç denebilirse
buna.
Yani bugünden başlayarak boyu bir metre yirmi üç santim Oskar'ın. Şimdi de sizlere,
benim, yani konuşan, tutuk tuluk yazan, su gibi okuyan, vücudu çarpık çurpuk, ama hayli
sağlıklı genç adamın, hastalar salıverilirken hep düşünüldüğü gibi yeni bir hayata
başlamam, yetişkin bir insan hayatı sürmem için Düsseldorf Belediye Hastanesinden
taburcu edildikten sonra başına neler geldiğini anlatacağım.
548
ÜÇÜNCÜ KİTAP
549
ORHAN KEMAL «¦ HALK Kütüphane
ÇAKMAK TAŞLARI, MEZAR TAŞLARI
Uykulu ve iyi yürekli yağ tulumu Gusle Truezinski, Köstcr soyadını aldıktan sonra değişmek
zorunda kalmamıştı. Zaten Köslerle yalnız iki hafta süren nişanlılık döneminde bir yatakta
yalıp kalkınış, derken Kösler gemiye bindirilip Buz Denizi'ne yollanmıştı; bir daha da ancak
Köstcr cepheden izinli dönüp evlendikleri zaman, çokluk, sığınak döşeklerinde onunla bir
yastığa baş koymuştu. Kurland ordusunun yenilgisinden sonra kocası Kösler'in akıbetiyle
ilgili bir haber alamamasına karşın, kocasını soranlara Guslc. kesin bir edayla şöyle cevap
veriyordu: "Kocam mı? tvatVın elinde tutsak o. Bir dönüp gelsin, her şey başka türlü
olacak."
Bilke'deki evde Bay Kösler'in gelmesine saklanan değişikler, Maria ve nihayet Kurt için
biçilmiş kaftandı. Hastaneden taburcu edilip arada bir kendilerini ziyaret edeceğime söz
vererek hemşirelere veda ettikten sonra, Bilke tramvayına allayıp iki kız kardeşin ve
oğlum Kurt'un yanma geldim; çalıdan başlayarak üçüncü kata kadar yanmış evin ikinci
kalında, Maria ile henüz allı yaşında olup parmak hesabı yapan Kurlun birlikle yönettikleri
bir karaborsa merkezi buldum.
Maria, karaborsa ticarette bile hâlâ Matzcrath'ma vefadan ayrıhnayarak sadakatle sunî
bal karaborsası yapıyordu. Üzeri etiketsiz kutulardan balı alıyor, şrak diye mutlaktaki
terazinin üzerine (ırlatıyordu; içeriye yeni adımımı almış, ne olup bitliğinin henüz pek
(arkına varmamıştım ki, bana balı iki yüz elli gramlık paketlere yerleştirmek görevini verdi.
551
Kurt, tezgâhın başında oturur gibi bir persil sandığının başına geçip kurulmuştu. Gerçi
iyileşerek hastaneden dönen babasını gözleriyle bir süzdü şöyle; ama hep biraz kışsı,
soğuk, gri gözlerini öyle bir nesne üzerine dikmişti ki, bu nesneyi bana bakarken de
görüyor ve görülmeye değer buluyordu anlaşılan. Önündeki bir kâğıda hayalî sayıları ali
alta sütunlar halinde sıralıyordu. Doğru dürüst ışınlamayan hınca hınç dolu sınıflarda
geçirdiği bilemedin allı haftalık bir okul döneminin arkasından, üzerine düşünceli ve
hamarat bir hal gelmişti. Bayan Gusle Köstcr kahve içiyordu ve benim de önüme bir fincan
kahve sürdü; bunun halis kahve olduğunu hemen faıketli Oskar. Ben sunî balı paketlemeye
uğraşırken, Bayan Gusle kızkardeşi hesabına bir acıma duygusuna kapılarak merakla
kamburumu seyretti. Oturduğu yerden kalkıp kamburumu okşamaktan kendini zor
alıkoyuyordu adeta; çünkü bülün kadınlar bir kamburu okşamanın mutluluk getirdiğine
inanır; mutluluk da, Gusle için, döndüğü zaman evde her şeyi değiştirecek kocası Köslere
kavuşmaktı. Guste kendini tutuyor, kamburumun yerine kahve fincanını okşuyor, ama
bundan bir mutluluk beklemiyordu; benim sonraki aylar her Allahın günü işiteceğim göğüs
geçirmeli sızlanmalarından birini açığa vurdu derken: "Bir Kösler gelsin, her şey öyle
değişecek, öyle değişecek ki!"
Gusle karaborsanın aleyhinde bulunuyor, ama suni bala karşılık ele geçirilen halis kahveyi
de içmem elemiyordu. Müşteri geldi mi odadan çıkıp ayaklarını sürüyerek mutfağa giriyor,
mutfakta çeşilli öteberileri yüksek sesle takırdatarak karaborsa işini sözde protesto
ediyordu.
Hani çok da müşteri geliyordu eve. Kahvaltıdan kalkılır kalkılmaz, saat hemen dokuzdan
sonra kapının zili çalmaya başlıyordu: Kisauzunkısa. Akşamın geç vaktinde, saal ona doğru
Gusle, zili bozup çalmaz duruma getiriyor, bu da okul dolayısıyla gündüz iş zamanının ancak
yarısını değerlendirebilen Kurt'un sık sık itirazına yol açıyordu.
"Sunî bal var mı;" diye soruyordu gelenler.
Maria, yumuşak bir baş eğişle evci diyor ve soruyordu: "İki
552
yüz elli gram mı olsun, yarım kilo mu?"
Ama sunî baldan başka şey almaya gelenler de vardı. "Çakmak taşı var mı?" diye soruyordu
bazıları. Bunun üzerine, bir gün öğleden önce, bir gün öğleden sonra okula giden Kurt,
başını önündeki sütun sülün sayılardan kaldırıyor, kazağının allında elini gezdirerek kumaş
keseciği çıkarıp meydan okuyan tiz bir sesle sayılar savuruyordu: "Üç mü olacak, dört mü?
En iyisi beş tane alın. Çünkü çok sürmez, yirmi dörde çıkar fiyatı. Geçen hafla on sekize
gidiyordu, bu sabah yirmiye sattım çaresiz; iki saal önce okuldan yeni döndüğümde
gelseydiniz, eh, yirmi bire verebilirdim."
Kurt uzunlamasına dört, enlemesine altı sokak ötesine kadar çakmak lası salan lek kişiydi.
Bir kaynak keşfetmiş, asla ele vermiyor yerini, ama boyuna: "Bir kaynak ele geçirdim",
diye söyleniyor, hatta ilgili sözleri yatmadan bir dua gibi mırıldanıyordu.
Elbet bir baba olarak, oğlumun bulduğu kaynağın yerini öğrenme hakkına sahip çıkabilirdim.
Dolayısıyla Kurl, öyle esrarengiz bir havadan uzak, daha çok kendine güvenir bir edayla:
"Bir kaynak ele geçirdim!" diye ilân etmeye görsün, hemen soruyu yapıştırıyordum:
"Nereden alıyorsun bakalım bu taşları? Bu laşları nereden aldığını hemen söyleyeceksin,
anladın mı!"
Kaynağın yerini öğrenmeye çalıştığım bu aylar Maria'dan hep şu sözleri işittim: "Rahal
bırak oğlanı, Oskar! Bir dela üzerine vazife değil senin. İkincisi: Burada ona soru soracak
biri varsa benim. Üçüncüsü: Hiç de kendine çocuğun babası süsünü vereyim deme. Daha
birkaç ay önce dilini yutmuş yatıyordun, unuttun mu?"
Ama ben üzerine düşüp, Kurl'un keşfettiği kaynağı alabildiğine direterek öğrenmeye
çalıştıkça, Maria elini bir sunî bal kutusunun üzerine vurup öfkesinden ateş püskürüyor, bu
çakmak lası kaynağına ilişkin araştırmalarımı zaman zaman destekleyen Gustc'yle bana
veryansın ediyordu: "Ne hoşsunuz ya! Oğlanın işini hep kösteklemek niyetiniz. Ama onun
kazandığı parayla karnınız doyuyor haberiniz var mı! Devletten aldığı hastalık parasının
Oskar'ın ancak iki günlük yiyeceğine yeteceğini düşündükçe, fena oluyor insan; ama ben
gülüp geçiyorum sadece."
553
Ne yalan söyleyeyim, o zamanlar iştahına diyecek yoktu Oskar'ıu ve hastanenin kıt
yemeklerinden sonra yeniden kendini toparlayıp dirilmesini, sunî bala ğörc daha çok gelir
sağlayan Kurt'uıı çakmak taşı kaynağına borçluydu.
Dolayısıyla babaya utançla susmak düşüyor ve Kurl'un o çocuk merhametinin kendisine
buyur ettiği hatırı sayılır bir cep harchğıyla Bilke'deki evden elden geldiği kadar sık
sokağa çıkıp, kendi yüzkarasıyla yüz yüze gelmekten kurtulmak isliyordu.
Alman ekonomik mucizesinin her cinsten tuzu kuru eleştirmenleri, o zamanki durumu ne
kadar az anıınsayabilirlerse, o kadar daha büyük bir coşkuyla ileri sürüyorlar bugün: "Ah o
Para Rclormu'ndan önceki zamanlar! Ne canlı, ne civcivli günlerdi! İnsanların kursağında
pek bir şey bulunmuyordu ama, yine de tiyatro bileli almak için kuyruğa giriyorlardı. Sonra
o patates rakısıyla göz açıp kapamadan düzenlenen eğlentiler harikuladeydi doğrusu.
Bugünkü şampanyalı ve dujardin'li* partilerden çok daha enfesti."
Fırsatları ellerinden kaçırmış romantik mizaçlı kişiler böyle konuşur hep. Aslında benim de
tıpkı bu türlü yakınmalarda bulunmanı gerekirdi, çünkü Kurl'un çakmak taşı pınarının
kaynayıp durduğu o yıllar, kültür ve cğilimleriııdeki gedikleri sonradan tıkamaya çalışan
binlerce insan arasında âdeta masrafa girmeksizin kendimi eğitmeye çalışıyor, halk
üniversitesi kurslarına gidiyordum. "Köprü" adındaki İngiliz Kültür Merkczi'nin bir
müdavimi kesilmiştim. Katolikler ve Proleslanlarla kolektif suç üzerinde tartışmalara
giriyor, "Bakın! Şimdi bu işi bir sonuca bağlarsak, almış oluruz üzerimizden; ilerde yeniden
patlak verirse vicdan azabı diye bir şey duymak zorunda kalmayız" diyen ne kadar kimse
varsa, onlarla beraber kendimi suçlu hissediyordum.
Mülevazi ama bol keseden boşluklarla dolu bilgi dağarcığımı doğrusu halk üniversitesine
borçluydum. Çok okuyordum o zamanlar. Büyümeye karar vermeden önce elimin altında
bulunan ve dünyanın yarısını Raspulin'in, yarısını da Goclhe'nin olarak gör
(*) Dujardin : Bir çeşit konyak. (Ç.N.) 554
memi ancak sağlamaya yelen kitaplar, 1904'len 1916 yılına dek Koliler Filo Takvimlerinden
edindiğim bilgiler bundan böyle bana elvermiyordu. Öyle çok şey okudum ki, aklımda
kalmadı hepsi. Tuvalette bile okuyordum. Mozart stili saç örgüleriyle okuyan kızların
arasına sıkışıp, tiyatroya bilet almak üzere kuyrukla beklerken, elimde kitap okuyor, kente
elektrik verilmediği saatler içyağı ndan mumların ışığında okumamı sürdürüyordum;
Kurt'uıı çakmak taşı kaynağı sayesinde az çok mum sağlayabiliyorduk çünkü.
O zamanlar okuduklarımın bende kalmayıp, hemen yine aklımdan çıkıp gittiğini söylemeye
ulanıyorum. Kala kala birkaç kırık dökük sözle birkaç cümle kaldı geride. Ya tiyatro?
Oyuncu isimleri: Hoppe, Peter Esscr; sonra Flickenschildt'in R harfini lelafluz edişi,
stüdyo sahnelerinde Flickcnschildt'e R harfini düzgün söylctnıeyc çalışan tiyatronun kız
öğrencileri; sonra baştan siyahlar giyerek Tasso* rolünü oynayan ve Gocthe'nin, Tasso'nuıı
başında taşıyacağını açıkladığı defne yapraklarından çelenği, sözde yeşil yaprakların saç
buketlerini dağladığını bahane ederek perukundan uzaklaştıran Gründgens; yine benzeri
siyah bir giysiyle Hamlet rolüne çıkan Gründgens. Ve Flickenschildl iddia ediyor: llamlet'in
semiz bir vücudu vardır. Ayrıca Jorick'in** kurukafası bana pek dokunmuş, çünkü
Gründgens bu kurukafa üzerinde pek etkili şeyler söylemişti. Sonra iyi ısıtılmamış tiyatro
salonlarında heyecandan sarsılan seyirci toplulukları önünde "Kapıların Dışında"yı***
oynamışlar, ben de gözlüğü kırılmış Beckmanıı'ı görür görmez, kafamda Gusle'nin kocasını,
tutsaklıktan yurduna dönen ve Gusle'nin dediğine göre döndüğünde herşeyi değiştirecek
ve oğlum Kurl'un çakmak taşı kaynağının da ağzını tıkayacak olan Kösler'i canlandırmıştım.
Bütün bunların gerilerde kaldığı ve savaş sonrası sarhoşluğunun yalnızca bir sarhoşluk olup
bir mahmurluğa dönüştüğü, bu
* Tasso : Goetlıc'nin hir oyunu. (Ç.N.)
'Moriık : Shakespeare'in ünlü Hamlet dramında geçen soyları. (Ç.N.)
*' * Kapıların Dışında (Drausscn vor der Tür) : Çağdaş. Alman yazarı Wolfgang
Boixherl'in (doğ. 1921, öl. 1947) bir oyunu. (Ç.N.)
555
mahmurluğun da dün taze vc kanlı olarak elimizden çıkan eylem ve canavarlıkları şimdiden
tarihe karışmış ilân ettiği bugün. Bayan Gretchen Schelller'in, lenezzüh vapuruyla çıktığı
gezilerden getirdiği hatıra eşyalar ve kendi eliyle ördüğü işler arasında bana verdiği ders
gözümde büyüyor: Raspuün'e fazla yüklenmeyen, Gocthe'ye kararınca başvuran bir ders;
Kayscr'in Danzig Tarihi'ni ana hatlarıyla geçiş, çoktan suyun dibini boylamış bir zırhlının
ateş gücü, Tsushima deniz savaşma katılan Japon torpidobotlarının mil üzerinden hızı,
daha sonra Bclisar ve Narses, Tolila ve Teja, Felix Dahn'in Roma Savaşı.
Daha 1947 baharında halk üniversitesine veda etmiş, İngiliz Kültür Merkezinden ayağımı
kesmiş, Rahip Niemöller'i görmez olmuş, tiyatro programlarında hâlâ Hamlet olarak
sahneye çıktığı bildirilen Gııslav Gründgens'e*, tiyatronun ikinci balkonundan hoşça kal
demiştim.
Malzerath'ın mezarında, büyüme kararını almamın üzerinden iki yıl geçmemişti ki,
büyüklerin yaşayışını umursamaktan çıkmış, yitip giden üç yaşmdahğın ölçülerini özlemeye
başlamıştım. İlle boyumun yine 94 santime inmesini, dostum Bebra'dan ve rahmetli
Roswilha'dan daha kısa olmayı istiyordum. Trampetini arıyor Oskar, uzun yürüyüşler
yaparak Belediye Haslanesi'nin yakınlarına kadar geliyordu. Zaten ayda bir. kendisine
ilginç bir olay gözüyle bakan Profesör lrdell'e uğramak zorundaydı; hastanedeki tanıdık
hemşireleri sık sık ziyaret ediyor, hemşireler kendisine ayıracak vakit bulamasalar bile,
onların insana şifa ve ölüm vaat eden beyaz vc aceleci giysilerinin yanında kendini rahat,
âdeta mutlu hissediyordu.
Hemşireler benden hoşlanıyor, kamburumla çocuksu, ama kötü niyetlen uzak şakalar
yapıyor, önüme güzel güzel yiyecekler çıkarıyor ve bana o sonu gelmeyen çapraşık, hoş vc
insanı yoran hastane hikâyelerini anlatıyorlardı. Anlatılanları dinliyor,
** Grimdgens, Gııslav (doğ. 189°) : Ünlü Alman riyalin oyuncusu vc yönetmeni. (CN.)
556
öğütlerde bulunuyor, hatla pek büyük sayılmayacak anlaşmazlıklarda başhemşirenin
sempatisini kazanmış olduğum için arabulucu rolünü oynuyordum. Hemşire giysisine
bürünmüş yirmi ilâ oluz kız arasında, ne tuhafsa arzu edilen tek erkekti Oskar.
Zaten daha önce Bruno söylemişti; zarif, konuşan elleri var Oskar'ın, dalga dalga yumuşak
saçları ve oldukça mavi, hâlâ insanın gönlünü kapan gözleri var, demişti. Belki kamburum ve
çenemin altında başlayıp kubbeli olduğu ölçüde dar göğüs kafesim, yeteri kadar bir
karşıtlık oluşturarak, ellerimin, gözlerimin ve saçlarımın güzelliğini daha belirgin duruma
sokuyordu. Kesin olan bir şey varsa, servis odalarına girip oturduğum hemşireler sık sık
elimi okşuyor, bir bir parmaklarımla oynuyor, saçlarımdan da muhabbetlerini esirgemiyor
ve ben dışarı çıkarken kendi aralarında fısıldaşıyorlardı: "İnsan gözlerinin içine bakmaya
görsün, başka taraflarını bayağı unutuyor."
Demek kamburumu unutturacak bir üstünlüğüm vardı; hani o zamanlar trampetim elimde
olup da, büyüklüğünü sık sık açığa vurmuş trampetçi iktidarına hâlâ sahip bulunduğumdan
kuşku duymasaydım, hastane içinde fetihlere girişme kararını verebilirdim. Ama bu çeşit
muhabbet taşan peşrevlerden sonra, sıkılıp utanarak ve kararsız, vücııdumdaki küçük
çapta bazı kıpırdanmalara güvenemeyerek ana eylemden kaçıyor ve hastaneden
ayrılıyordum. Dışarı çıkıp hava alıyor, bahçede ya da lel çilin çevresinde dolaşıyordum;
haslanc alanını boydan boya kuşatan dar delikli bir çil, içimde bir serinkanlılığın doğmasına
ve bir ıslık tutturmama yol açıyordu. Wcrsten ve Benratlı'a giden tramvaylara bakıyor,
bisikletlilere ayrılmış kaldırım şeridine bitişik gezi yolunda tatlı bir can sıkıntısıyla
dolaşıyor, bahar rolünü oynayan vc belli bir program gereğince sağda solda tomurcukların
başvermesini sağlayan bir doğanın görkemine bakarak gülümsüyordum.
Bizim bütün pazarlarımızın ressamı olan o kimse, karşıdaki Werstcn Mczarhğfnm
ağaçlarını fırçasıyla günden güne daha taze ve özsulu bir yeşile boyuyordu. Mezarlıklar
hep beni kendilerine çekmiştir. Bakımlı olurlar; ne dedikleri açık seçik anlaşılır;
557
aklı başında, erkeksi ve diri bir görünüşleri vardır. Mezarlıklarda cesareti arlar, gerekli
kararlan alabilecek duruma gelir insan, ancak mezarlıklarda yaşam belli bir biçime
kavuşurdemek islediğim mezarlığın maddî çehresi değil, bir anlam kazandığı söylenebilir
hatta.
Mezarlığın kuzey duvarı boyunca Yakarış Yolu adında bir yol uzanıyordu. Mezar taşları
yontan yedi atölye burada birbiriyle rekabet halindeydi. C. Schnog veya Julius Wobel gibi
büyük atölyeler. Aralarında R. Haydcnreich, J. Bois, Kühn ve Müllcr, P. Korneff
atölyelerinin bulunduğu küçük iş yerleri. Baraka ve atölyelerden bir karışım; çatı
kısımlarına doğru yağlı boyayla yeni yazılmış ya da üzerlerindeki yazı zar zor okunabilen
kocaman eski iri tabelâlar; firma isimlerinin allında Mezar Taşı Atölyesi, Kitabe ve
Mermer Mezar atölyesi, Tabii ve Sunî Mermerden Mezar Taşları, Oyma Mezar Taşlan gibi
yazılar okunuyordu. Korııeff'e ait baraka üzerinde şu harfleri heceledim: P. Kornelf,
Mezar Taşı Ustası ve Heykeltıraş.
Atölyeyle atölye alanını çevreleyen tel örgü arasına tek ve çift kaideler üzerine düzgün
olarak istif edilmiş tek ilâ dörtlü aile mezarlıklarına kadar çeşitli mezarlar için taslar
görülüyordu. Tel örgünün hemen gerisinde, güneşli havalarda üzerine tel örgünün baklava
biçimindeki gölgesi düşen fosilli kireç taşından mütevazı istekleri karşılayacak mezar
taşları, mal durumda bırakılmış ve palmiye dallarıyla cilalanıp perdahlanmış yeşil
mermerden plakalar, çocuk mezarları için halil bulanık Silezya mermerinden seksen santim
yüksekliğinde, dört bir yanına oluklar açılmış çocuk mezarları için taşlar; ve taşların yukarı
kısımlarında, dalından kırılmış kabartma gül motifleri. Sonra diziyle yol kenarlarına dikilen
işaret taşları; Main kırmızı kum taşı; bombardımanlarda harap olmuş banka ve büyük
mağazaların ön cephelerinden alınıp gelirilmişler, deyim yerindeyse, burada bir yeniden
dirilişi kutluyorlar âdeta. Sergilenen mezar taşlarının ortasında hepsinden görkemli bir
parça: Üç kaideden, iki yan parçadan ve kocaman, zengin profilli bir kapaktan meydana
gelen mavimsibcyaz Tirol
558
mermerinden yontulmuş bir mezar. Taşçı ustalarının korpus* adını verdikleri heykel, bir
yücelik içerisinde baş taşı üzerine hakedilnıiş; kalası ve dizleri sola doğru eğik,
dikenlerden bir taç ve üç çivi, sakalsız ve bıyıksız, eller açık, göğüsteki yara slilize
kanıyor, sanırım hepsi beş damlacık kan.
Yakarış Yolu'nda yeteri kadar kafası ve dizleri sola eğik korpus bulunmasına
karşınilkbahar mevsimi henüz başlamadan ondan fazla korpus kollarım iki yana açmış
duruyordu Korneff'iıı İsa'sı beni hepsinden çok etkilemişti; çünkü, evet çünkü benim
o HerzJcsu Kilisesindeki kaslarıyla oynayıp göğüs kafesini şişiren atlete hepsinden çok
benziyordu. Saatlerce oyalandım çilin önünde; bir değnek alıp sık kafesli tel çitin
üzerinde gezdirdim, içimde çeşilli işlekler uyandı, akla gelmedik düşünceler geçirdim
kafamdan; bazı anlar da oldu, hiçbir şey düşünemedim. Atölyenin sahibi Korneri uzun süre
ortalıkla görünmedi. Pencerenin birinden bir soba borusu uzanıyor, çeşitli dirsekler
yaptıktan şoma düz çalının üzerine çıkıyordu. Kötü cins kömürün sarı dumanı ancak biraz
yükseğe varabiliyor, sonra çalının katranlı mukavvaları üzerine çöküyor, pencerelerden ve
yağmur oluğundan sızarak aşağılarda, yontulmuş taşlarla kırık dökük Lalın mermeri
plakaları arasında kayboluyordu. Atölyenin sürme kapısının önünde sanki alçaktan geçen
uçakların saldırılarına karşı kamullc edilmiş birden çok branda bezi allında üç tekerlekli
bir otomobil duruyordu. Atölyeden gelen sesler tahta, demir üzerine vuruyor, demir taşı
yontuyor— taşçı ustasının çalıştığını ele veriyordu. Mayıs ayında üç tekerlekli arabanın
üzerindeki branda bezleri görünmez oldu; sürme kapı açık duruyor artık, atölyenin içi
tozdan geçilmiyordu. Bir ara tezgâhın üzerine yerleştirilmiş taşlarla bir zımpara
makinesinin üç ayaklı sehpasını, alçıdan modellerle dolu ralları ve nihayet Korneff'i
gördüm; dizlerini bükerek kambur kambur yürüyor, başını kaskatı ve öne eğik tutuyordu.
Ensesinde siyah yağa bulanmış pembe bir plaster vardı. Bir tırmıkla gelerek,
Korpus (Corpus) : Lâtince'de, vüeut, beden anlamına gelir. (Ç.N.)
559
avluda sergilenmiş mezar taşlarının aralarındaki çerçöpü temizlemeye koyuldu, bahar
başlamıştı çünkü. Pek titizlikle bu işi yapıyor, çakıllı toprakla elindeki tırmık yol yol izler
bırakırken, eliyle kimi mezar taşlarına yapışıp kalmış bir yıl öncesinin yapraklarını
topluyordu. Hemen çilin önünde tırmığı losilli kireç taşlan ve yeşil mermer plakalar
arasında dikkatle gezdirirken sesi, birden beni gafil avladı: "Ne o delikanlı, evden mi
kovuldun yoksa, ha?"
"Mezar taşlarınız pek hoşuma gitti doğrusu!" diye bir iltifatla bulundum.
"Ama öyle yüksek sesle söyleme bunu, adamın üzerine bir mezar taşı gelip konuverir."
Ancak bunun üzerine, Bay Korneff, kaskatı ensesini güçlükle hareket ettirip göz ucuyla
bakarak beni, daha doğrusu sırtımdaki kamburu ele geçirdi: "Sana ne yapmışlar böyle
evlât? Uyurken bu kambur zorluk vermiyor mu?"
Onun kamburumla dalga geçmesine karşı durmadım; bir kamburun ille de insanı rahatsız
etmesi gerekmeyeceğini, kendisinden bir bakıma üstün durumda bulunduğumu, halta bir
kamburu içleri çeken, kambur bir erkeğin özel durum ve imkânlarına kendilerini uydurmayı
arzulayan, böyle bir kamburdan zevk alan kadınlar olduğunu açıkladım.
Kornelf çenesini tırmığın sapına dayayarak düşündü: "Olabilir ama, ben işitmedim böyle bir
şey."
Sonra Eifeldcki hayatından anlatmaya başladı; burada bazali topraklarında çalışmış, bir
kadınla düşüp kalkmış ve kadının galiba sol tahta bacağı, tokaları çözülerek çıkarılıp
almabiliyormuş. Gerçi benim kamburum bu tahta bacak gibi değilmiş, ama yine de kendisi
kamburumu söz konusu tahta bacağa benzeliyormuş. Böyle enine boyuna anılarını serip
döktü ortaya Taşçı Ustası Korneff. Konuşmasını bilirip kadının bacağını tekrar yerine
takana kadar sabırla bekledim, sonra atölyenin içini gezmek için izin istedim.
Korneff, tel çil ortasındaki teneke kapıyı açtı; elindeki tırmıkla buyur der gibi bana
atölyenin açık duran sürme kapısını gösterdi. Ayaklarımın allında çakılları gıcırdatarak
yürüdüm; çok geçmeden
560
kükürt, kireç ve rutubet karışımı bir koku içinde buldum kendimi. Üst tarafları yassı,
armut biçiminde ağır tahta tokmaklar, hep aynı darbeyi ele veren çukurlarıyla, üzerlerine
kabaca oyuklar açılmış, ama daha şimdiden dört mengene ile düzgün bir duruma sokulmuş
mermer plakalar üzerinde dinleniyordu. Burçlar için çelik kalemler, yassı başlıklı çelik
kalemler, yeni frezeden çıkmış, verilen sudan henüz mavi uçları lırlırlı kalemler, mermeri
yontmak için esnek küsküler, enli izler bırakarak yürüyen geniş ağızlı kalemler, dört köşeli
kütükler üzerinde kurutulmakla olan tıraşlama balçığı, yuvarlak tomruklar üzerinde
kurutulan yuvarlanıp gitmeye hazır balçık, dikine konmuş zımpara; işi bilmiş, mat renkle
bırakılmış Travertin mermerinden bir mezar lası: Yağlı, sarı, peynirimsi, gözenekli, iki
kişilik bir mezar için taş. "Bu tokmak, bu keski, bu da — Korncfl el genişliğinde ve üç adım
boyunda bir latayı alarak köşesini kontrolden geçirir gibi gözlerinin önüne tuttu. "— bu da
maden triz. Kamalar dirclip yerinden oynamayacak oldu mu, bununla vururum üzerlerine."
Sadece nazik olmayıp belli bir niyeti açığa vurarak: "Yanınızda çırak çalıştırıyor musunuz?"
diye sordum.
Korneff yakınmaya başladı: "Beş çırak olsa gene is verebilirim yanımda. Ama nerde
çalışacak adam. Bugün herkesin burnu havada, herkes karaborsacılıkla uğraşıyor." Taşçı
Ustası Kornell de benim gibi, kendilerine umut bağlanabilecek pek çok genci doğru dürüst
bir meslek öğrenmekten alıkoyan o kirli ve karanlık işlere karşıydı. Kornelf bana kaba ile
ince arasında çeşitli Carborundum taşlarını ve bunların zımparalamadaki rollerini bir
Solnhol mermer plakasının üzerinde gösterirken, ben kafamdaki küçük bir düşünceyle
oynayıp duruyordum. Bir yanda kaba perdah isinde kullanılan binıs taşları, çikolata
rengindeki şellak taşları, mat yüzeyleri pırıl pırıl parlatan tripel tozu, beri yanda kafamda
hâlâ o küçük, ama giderek daha çok ışıldayan düşünce. Derken Korneff yazı örneklerini
gösterdi bana; kabartma ve oyma yazılardan, yazıları allın yaldızla yaldızlama sanatından
söz açtı. Hiç de sanıldığı kadar fazla allın gitmeyeceğini söyledi bu işe, eski altın
paralardan
561
bir tanesiyle bir atın ve binicisinin üzerine allın yaldız çekilebileceğini söyledi; hemen
gözümün önüne Danzig'dc, Saman Pazan'ndaki İmparator Willielm'in cephe kısmı
Sandgrube'ye dönük heykeli geldi; belki şimdi Polonya Anıtları Koruma Derne.ği'nin
görevlileri, atı ve Wilhelm'i yaldızlamaya karar vermişlerdir diye düşündüm; ama allın
yaldızlı ala ve binicisine rağmen kafamda gittikçe değeri arlan düşünceden vazgeçemedim,
onunla oynamamı sürdürdüm. KornefT, heykel yapımında kullanılan üç ayaklı bir noktalama
aletiyle ilgili açıklamalarda bulunur, parmaklarının boğum yerleriyle sola ya da sağa yatmış
İsa'nın alçıdan çeşitli modellerine vururken, kafamdaki düşünceyi dile gelirdim; "Demek
bir çırak olsa ona iş vereceksiniz?" Küçük düşüncem yola koyulmuştu: "Yani aslında bir
çırak arıyorsunuız yanılmadımsa?" Korneff, kan çıbanlı ensesindeki plasterde gezdirdi
elini. "Diyeceğim, acaba beni çırak alır mısınız?" Soru gerektiği gibi sorulmamıştı,
dolayısıyla sözlerimi daha düzgün bir biçime sokarak dedim ki: "Gücümü kuvvetimi
küçümsemeyiniz lütfen, Sayın Bay Korncff. Yalnız bacaklanm biraz zayıfçadır. Ama el
atılacak bir iş oldu mu, üstesinden gelirim cvvelallah." Kendi azmime karşı bir hayranlık
duygusuyla ve işi kökünden çözümlemeye çalışarak, kolumu çemrcleyip pazumu gösterdim;
küçük olmakla beraber sığır eti gibi sert pazumu ellemesini söyledim Bay Kornelf'e. O
bunu yapmak islemeyince, fosilli kireç taşı üzerinde duran bir burcu uzanıp aldım, allı
köşeli demirden aleti pazumun tenis topu büyüklüğündeki şişkinliği üzerinde hoplatıp
sözlerimin doğruluğunu kanıtlamaya çalıştım; ancak Korneff bir zımpara makinesini
çalıştırıp, mavigri bir carborundum yuvarlağını iki kişilik bir mezarın travertin kaidesi
üzerinde gıcırtıyla döndürmeye başlayınca, gösteriye ara verdim. Nihayet Bay Korncff,
gözleri makinede, mermerin zımparalanmasından çıkan gürültüyü bastıran bir sesle
kükredi: "Sen bir gece bu düşünce üzerinde bir uykuya yal da, ondan sonra evlât. Bu iş,
öbür işlere benzemez. Ama baktın ki alamadın düşünceyi kafandan, o zaman gel, çırak
alayım seni, yanımda çalış." Taşçı ustasının dediğini yaparak, kafamdaki düşünce üzerinde
562
bir hafta uykuya yatımı; gündüzleri Kurl'un çakmak taşlarıyla Yakarış Yolu'ndaki mezar
taşlan arasında karşılaştırmalar yapıyor, Maria'nın şilemlerini dinliyordum: "Boyuna bizim
kazandıklarımızdan yiyorsun, Oskar! Sen de bir şeyler yap; çay, kakao, süt tozu falan sal."
Ben bu işlerden birini tutmaya yanaşmıyor, tutsak kocası Köslcr'i bu konuda bana örnek
gösteren Gusleden, karaborsa işinde kendimi geride tuttuğum için övücü sözler
işitiyordum; ama ben nasıl yıllar yılı bir Matzcrath'ın varlığını farketmezliklen gelmişsem,
kendisi de benim varlığımı farkelnıcz görünen kafasından sütun sütun sayılar çıkarıp
bunları kâğıl üzerine dökerek beni görmezlikten gelen oğlum Kurl'un davranışına pek
üzülüyordum.
Bir ara olurmuş öğle yemeği yiyorduk; Guste, müşteriler bizi domuz yağlı omlet yerken
görmesin diye kapının zilini çalmaz duruma getirmişti. Maria dedi ki: "Görüyor musun,
Oskar? Ellerimiz böğrümüzde oturmuyoruz senin gibi, onun için de bu yemekleri
yiyebiliyoruz." Bunun üzerine Kurt göğüs geçirdi; çakmak taşlarının liyalı on sekize
düşmüştü. Gusle iştahla yemeğini yiyor, sesini çıkarmıyordu. Ben de onun gibi yapıyor,
iştahla alıştırıyordum ama iştahım yerinde olmasına karşın, belki de kurumuş yumurta
tozundan ölürü mutsuz hissediyordum kendimi ve birden dişlerimin arasına bir kıkırdak
parçası gelince, mutluluğa karsı tepeden tırnağa bir gereksinim duydum, ne olursa olsun
mutluluğa kavuşmak isledim. Bülün kuşku ve duraksamalar içimdeki mutluluk özlemini yok
edemedi, hiçbir engel tanımayan bir mutluluğa ulaşmak istiyordum. Onlar oturmuş
yemeklerini yer ve kurumuş yumurta tozuyla yetinirlerken, ben doğrulup kalktım; içinde
mutluluk hazır beni bckliyormuş gibi dolaba doğru yürüdüm, bana ayrılmış çekmeceyi çekip
karıştırmaya başladım ve buldum; yoo hayır, mutluluğu değil, ama fotoğraf albümünün
arkasında, benim kitapların altında Bay Fajngoldun iki paketçik dezenfekte ilâcını ele
geçildim. Paketlerin birinden mutluluğu değil ama, zavallı annemin adamakıllı dezenfekte
edilmiş yakut kolyesini çıkardım, Jan Bronski, yıllar önce kar kokan bir kış gecesi, o
zamanlar mutlu yaşayıp sesiyle camların canına okuyabilen Oskar'ın az önce bir ına
563
I
gazının vitrininde açtığı yuvarlak bir delikten aşırmıştı kolyeyi. Kolyeyi alarak evden
çıktım, onu kendime bir basamak olarak görüyordum; yola düşüp kentin merkez
istasyonuna geldim. Çünkü, diye düşünüyordum, bu iş olursa o zaman... Ve uzun uzun
düşünüp taşındım ve kendi kendime karara vardım ki... Ama o tek kolluyla çevresindekilerin
müşavir dedikleri Saksonyalı, kolyenin yalnız maddî değeri üzerinde görüş birliğine
vardılar; zavallı annemin kolyesine karşılık hakikî deriden bir evrak çantasıyla on beş kulu
Lucky Strike Amerikan sigarası vererek beni mutluluk için ne kadar olgun duruma
getirdiklerinin farkına varmadılar.
Öğleden sonra yine Bilke'deki eve döndüm. Açtım paketi; on beş kulu sigara, bir servet
yani; yirmilik Lucky Strike sigara paketleri evdekileri şaşırttı, tepeleme kehribar sarısı
sigaraları önlerine sürdüm, bunlar sizin dedim, ama bugünden sonra beni rahat
bırakacaksınız, sanırını beni rahat bırakmanıza değer bu kadar sigara; sonra bugünden
başlayarak scferlasını çantama koyup evden çıkacağım ve çalıştığım yere gideceğim.
Kızmadan ve suçlayıcı denemeyecek bir tonla, suni balınız ve çakmak taşlarınızla mutlu
olun dedim; benim balımın adı başka olacak, benim mutluluğum bundan böyle mezar
taşlarının üzerine, daha meslekî bir söyleyişle mezar taşlarının içine hakedilccck.
Korncff, ayda yüz markla beni yanma çırak aldı. Hiç denecek kadar azdı verdiği ücret,
öyleyken benden sıkı bir çalışma istiyordu. Daha bir hafta sonra kaba mermer yonlma
işleri için gücümün elvermediği anlaşıldı. Taş ocağından yeni gel iri İmiş bir Belçika
granitini dört kişilik bir mezar için hazırlamamız gerekiyordu; aradan yarım saal geçmişti
ki, kolum uyuşmuş, burçla keskiyi pek tutamaz olmuştum. Mermer üzerine kaba oluklar
açılmasını KorncfTe bırakıp ustalıkla ince oluklar, dişler açtım ve dolomit çerçevelerdeki
dört kenar çizgisinin çekilmesi ve hazırlanması işini üzerime aldım. Dikine konmuş dön
köşeli bir kütüğün üzerine T biçiminde yerleştirilmiş bir kalasla oturuyor, sağ elimde
keskiyi tutup, beni sağ elle çalışır biri yapmak isteyen Korneff'in itirazına aldırmayarak
sol elimle tahta tokmakları, demir burçları ve balyozları sallıyor
564
dum. Çelik kalemin akmış dört dişine taşları ısırtıyor ve parçalatıyordum: Mutluluk
trampetim değildi gerçi, mutluluk asıl şeyin yerini tutacak bir başka şeydi, ama mutluluk
böyle de olabilirdi, belki gerçek mutluluk diye bir şey yoklu da, onun yerini tutan yedek
mutluluklar vardı, hep gerçek mutluluğun yerini tutacak yedek bir nesne olmuştu mutluluk;
bunun da tortuları; mermer mutluluğu, kum taşı mutluluğu, Elbe kum taşı mutluluğu, benim
kum taşı mutluluğum, senin kum lası mutluluğun, bizim kum taşı mutluluğumuz, Kirchhcimer
mermeri mutluluğu, Grenzheimer mermeri mutluluğu ve sert mutluluk: Mavi karara
mermeri. Mal ve narin mutluluk: Su mermeri. Widia çeliği, mutlulukla yeşil mermer içine
giriyor. Dolomit: Yeşil mutluluk. Yumuşak mutluluk: Tuff. Rengârenk Lalın mermeri
mutluluğu. Gözenekli mutluluk: Bazalt, Eifel'in soğumuş mutluluğu. Derken bir volkan gibi
fışkırdı mutluluk, toz toz aşağılara çöktü ve dişlerimin arasında gıcırdamaya başladı.
Elimin en çok yattığı iş, mermer üzerine yazıları lıakelmek oldu. KorncfPi bile geçlinı bu
bakımdan. Süsleme işlerini ben yapıyordum. Akanios yapraklan, çocuk mezarlarının taşlan
için dalında kırılmış güller, palmiye dallan, PX ve INR1 gibi Hıristiyanlıkla ilgili simgeler,
yivler, kabartma yollar, yumurla biçiminde süsleme köseler, çille köşeler. Her liyallaki
mezar taşlarını akla gelen bütün süslemelerle mutlu kılıyordu Oskar. Ve sekiz saal çalışıp
çabaladığım, boyuna soluğumun allında parlaklığı kaybolan yeşil bir mermer yüzeyine
"Burada hakkın rahmetine kavuşan sevgili kocam yatıyor yeni satır: Aziz babamız,
kardeşimiz ve amcamız yeni satır: Ölüm hayala açılan bir kapıdır" şeklinde bir kilabe
döşenip, kitabeyi nihayeı başlan sona bir okuyunca kendimi yedek bir mutluluk, yani tallı
bir bahtiyarlık içinde görüyor, bu yüzden 61 yaşında ölen Joseph Esser'e ve lasçı
kaleminin önünden havaya kalkan yeşil mermer tozu bulutlarına karşı içimde beliren şükran
duygusunu, Lsscr'in mezar taşı kitabesindeki üç O'nun yazılmasına özen göstererek açığa
vurmaya çalışıyordum; dolayısıyla, Oskar'ın pek sevdiği O'ların hakkedilınesi her vakit
başarılı oluyor, nedir ki bunları biraz fazla iri oyuyordum.
565
Mayıs sonunda taşçı ustası yardımcısı olarak çalışmaya başlamışlım. Ekim başında
Kornclf'in ensesinde iki çıban daha çıktı; Hermann Webkncchl ile kızlık soyadı Frcyiag
olan Else Wcbknecht için hazırladığımız travertin bir mezar lasını Güney Mezarlığı Via
taşınması gerekiyordu. Gücüme kuvvetime güvenmeyen Korneff, o zamana kadar beni alıp
asla mezarlığa götürmek istememişti. Nakil işlerinde kendisine, Julius Wobel firmasından
nerdeyse sağır, ama normal olarak elinden iş gelir biri yardım ediyor, buna karşılık
Korneff de, yanında sekiz kişi çalıştıran Wobelln adama ihtiyacı oldu mu hemen yardıma
koşuyordu. Mezarlıkla kendisine yardım etmek için hep boşuna ricada bulunmuştum
Korncff'e; birtakım kararlar alacağım zaman değildi ama, yine de mezarlık beni kendisine
çekiyordu. Neyse ki ekim başında Wobel firmasında işler alabildiğine civcivli bir durum
almıştı, donlu havalar başlamadan yanındaki adamların hiçbirini yardım için veremeyeceğini
açıkladı Wobel, dolayısıyla KomefT'e yardım edecek bir ben kaldım.
İkimiz iki yandan çalışarak pamuktaşmdan mermeri bir tezgâhın üzerine yatırdık, sonra
tahta kuşakların üzerinde yuvarlayarak üç tekerlekli arabanın arkasına yükledik,
yambaşma da kaide kısmını iteleyip yerleştirmiştik, boş kâğıt torbalarla besledik köşeleri,
yanımıza gerekli takımlarla çimento, kum ve çakıl gibi malzeme, sonra mermeri indirmekle
kullanacağımız tahta kuşaklar ve sandıklar aldık. Arabanın kapağını kapadım derken;
KorneCI direksiyonun başına geçmiş beni bekliyordu, motoru çalıştırdı ve çıbanlı ensesini
pencereden çıkararak seslendi: "Haydi bakalım delikanlı, gel öne! Sefcrlasmı da al, bin
arabaya!"
Ağır bir tempoyla Belediye Hastancsi'nin çevresini dolandık. Hastanenin ana kapısının
önünde uçuşan beyaz hemşire bulutları. Aralarında tanıdık Gerlrud Hemşire, el ediyorum,
el ediyor. İşle yine mutluluk diye düşünüyorum ya da hâlâ sürüp gidiyor diyorum mutluluk,
bir yol davet etse beni Gerlrud Hemşire, ama arlık görmez oluyorum kendisini, çünkü Ren
yönünde, bir yere davet etse, çünkü Kappes Hanım yönünde, sinemaya örneğin ya da
tiyatroda Gründgens'i seyretmeye, ve derken el ediyor sarı ki
566
remil yapı, davet etse, ille de üyairo olması şart değil, ve krematoryum yarı çıplak
ağaçların üstünden dumanlar yolluyor havaya nasıl olur acaba Gerlrud Hemşire, bir tebdili
mekân. Başka bir mezarlık, başka mezar atölyeleri. Tabiî taşlar, Böhm kitabeleri, mezarlık
çiçekçisi Gockeln, kapıda kontrol, mezarlığa girmek hiç de o kadar kolay değil; mezarlık
kaskcliylc mezarlık görevlisi: İki kişilik bir mezar için iravcrlin bir mezar lası, numara 79,
ada numarası 8, Webknechl, Hermann; mezarlık kasketine uzanan el, krematoryuma
ısıtılmak üzere verilen yemek dolu sefcrlası ve krematoryum önünde dikilen Schugger Lco.
"Şu beyaz eldivenli adam Schugger Leo adında biri olacak galiba," dedim KornefPe.
KornefT'in eli ensesindeki çıbanlara uzandı: "Sabber Willem o, Schugger Leo değil,
burada yatıp kalkar."
Bu açıklamayla nasıl yelinebilirdim. Nihayet ben de daha önce Danzig'de, Düsscldorfda
bulunmuştum ve hâlâ Oskar adını taşıyordum: "Bizim orda da mezarlıklarda eğleşen biri
vardı, tıpkı bu adama benziyordu ve adı Schugger Lco'ydu, adının sadece Leo olduğu
zamanlar, yani çok eskiden bir rahip okulunda okumuştu."
Sol eli ensesindeki çıbanlarda, sağ eliyle krematoryum önündeki arabayı döndürerek:
"Olabilir" dedi Korneff, "buna benzeyen, eskiden rahip okulunda okumuş, şimdi
mezarlıklarda yalıp kalkan ve adı başka olan bir yığın insan vardır belki. Ama bunun adı
Sabber Willem!"
Sabber Willem'in önünden geçtik; beyaz eldivcniylc selamladı bizi. kendimi doğup
büyüdüğüm kentteki Güney Mezarlığfnda hissettim.
Ekim. Mezarlığın ağaçlıklı yolları. Saçları ve dişleri dökülüyor dünyanın; diyeceğim boyuna
sararmış yapraklar sağa sola yalpalar vurarak yukarlardan iniyor. Sessizlik, serçeler,
gezinen insanlar, sekiz nolu adaya doğru yol alan üç tekerlekli arabanın motor gürültüsü;
sekiz nolu ada daha çok uzakla. Ellerinde fıskiyeli kovalar, yanlarında torunlarıyla yaşlı
kadınlar. İsveç kara graniti üzerine vuran güneş, sağda solda dikilitaşlar, sembolik olarak
yer
567
yer çatlamış sütunlar: Kimi gerçekten savaşın yolaçtığı çatlaklar bunlar. Ve porsuğa
benzeyen ağaçların gerisinde yeşil çalığı melekler. Mermerden elini gözünün önünde tutan
bir kadın; kendi mermerinden körelmiş gözleri. Ayaklarına taş sandallar geçirmiş
heykelden bir İsa bir karaağacı takdis ediyor; dört nolu adada bir kayın ağacını takdis
eden bir başka İsa. Dört nolu adayla beş nolu ada arasındaki ağaçlıklı yolda kafadan geçen
güzel düşünceler, örneğin deniz. Ve deniz başka şeylerle beraber bir ceset alıyor kıyıya.
Zappot Iskelesi'nden doğru gelen bir keman sesi, savaş körleri yararına düzenlenen bir
fener alayının çekingen ve ürkek başlangıcı. Oskar olarak, üç yaşındaki bir çocuk olarak
kıyıdaki ceset üzerine eğiliyor, Maria'dır diye umuyorum, belki de Gerlrud Hemşire'dir;
bir yere davet etmeliyim kendisini. Ama hayır, güzel Luzie bu, solgun benizli Luzic,
gittikçe coşarak en civcivli noktasına yaklaşan fener alayı da söylüyor ve doğruluyor bunu.
Ve niyeti kötü olduğu zamanlardaki gibi yine örme Berchtcsgaden modası bir ceket var
üzerinde. Islak yün ceket; soyup alıyorum. Örme ceketin allına giydiği ceket de ıslak. Ve
onun allında bir Berchiesgaden örme ceketiyle daha karşılaşıyorum ve sonunda, fener
alayının yavaş yavaş sönüp gitıiği ve sadece keman sesinin duyulduğu bir sıra yün ceket
altında, yün ceket üzerinde, yün ceket içinde Hitler Gençliği Kızlar Birliği mensupları
taralından giyilen bir eşofmana sarılmış kalbini buluyorum; Luzie'nin kalbini; serin, küçücük
bir mezar taşı oluyor kalp, üzerinde bir yazı: Burada Oskar yatıyor Burada Oskar yalıyor
— Burada Oskar yatıyor
"Uyuma delikanlı!" diyerek denizin sürüyüp getirdiği ve lener alayının renklendirdiği o
güzelim düşüncelerimi kesintiye uğrattı Korneff. Sola saptık, sekiz nolu adaya geldik;
fazla mezar taşı içermeyen yeni bir ada, üzgün ve aç duruyor önümüzde. Henüz pek yeni
oldukları için bakımsız mezarların monotonluğundan son beş mezarın açık seçik ayrıldığı
görülüyordu: Yağmur allında dağılmış fiyonglarıyla çürüyüp giden tepeleme bakır çalığı
çelenkler.
70 nolu mezarı dördüncü sıranın başında bulduk çabucak, yedi nolu adanın hemen
bitişiğindeydi; yedi nolu adada hızlı boy
568
alan körpe ağaçlar vardı, sonra yol kenarlarında işaret taşı olarak kullanılan çoğu Şilezya
mermerinden mezar taşları hayli düzgün örtüyordu burasını. Arkadan doğru 70 nolu yere
yanaştık ve gerekli takımları, çimentoyu, çakılı, kumu ve kaidesiyle beraber iravcrtin
mermerini arabadan indirdik, hafiften domuz yağsı ışıldıyordu mermer; tahta kuşaklar
yardımıyla sandık üzerine yuvarladığımız zaman, üç tekerlekli araba hopladı yerinde.
Korneff, mezarın başucuna iğreti yerleştirilmiş ve çarpık tahtası üzerinde H. Webknechi
ile E. Webknccht yazılı haçı çekip çıkardı topraktan, benden kazmayı istedi; belon
direklerin dikileceği ve mezarlık yöneımeliğine göre 1.60 derinliğinde olması gereken iki
çukuru açmaya başladı; ben de yedi nolu adadan su alıp geldim, çimentodan harç
hazırladım; Korneff bir elli santim derinliğe inince tamam dedi, ben de delikleri betonla
doldurmaya koyuldum. Korneff, burnundan yüksek sesle soluyarak mermer plaka üzerine
oturdu; bir ara elini ensesine uzatarak çıbanları yokladı. "Yakındır. Eh artık olgunlaştı
seninkiler; hiç şaşmaz, olgunlaştıklarını hissederim hemen." Ben deliklere beton döktüm,
pek bir şey düşünmedim bu ara. Protestan bir cenaze alayı, ağır ağır sürüklenerek yedinci
adadan gelip sekizinci adadan geçti ve dokuzuncu adaya çıktı. Üç sıra halinde yanımızdan
geçerlerken, Korneff mermer mezar taşından aşağı kaydı; mezarlık yönetmeliğine göre,
rahiple ölünün yakınları geçip gidene kadar şapkalarımızı çıkarıp bekledik. Tabutun
arkasından ufak tefek, siyahlar giyinmiş, çarpık vücutlu bir kadın tek başına yürüyordu.
Geriden gelenlerin hepsi de kadından çok daha uzun boylu ve iri vücutluydu.
"Oyukları dolduramayacaksın galiba!" diyerek göğüs geçirdi Korneff. "Sanırım biz mezar
taşını dikmeden dışarı çıkacak bunlar."
Cenaze alayı dokuz nolu adaya varmıştı, bir araya toplandı cemaat, bir rahibin alçalıp
kabaran sesi duyuldu. Beton sertleşmişti, kaideyi temel üzerine yerleştirebilirdik, ama
Korneff mermer plakanın üzerine yüzükoyun uzandı, kasketini alnıyla mermerin arasına
sıkıştırdı, ceketinin ve gömleğinin yakasını geriye ilerek ensesini açığa çıkardı; ölünün
hayalıyla ilgili ayrıntılar dokuz nolu ada
569
dan, sekiz nolu adada bulunan bize kadar geliyordu. Derken iravcrlin mermer üzerine
lırmanmamı söyledi Kornefl; mermer üzerine çıkıp Kornefl'in sırlına olurdum, o zaman
anladım ne demek islediğini: Yan yana iki ianeydiler. Geç kalmış biri, pek büyük bir çelenklc
dokuz nolu adaya ve yavaş yavaş son bulan vaıza doğru acele ilerledi. Birden plasteri çekip
alarak çıbanların üzerinden ichlolaıı merhemini bir kaynı yaprağıyla sildim; hemen hemen
aynı büyüklükle, sarıya çalan katran kahverengisi iki seri yumru ortaya çıktı. Dokuz nolu
adadan "Dua edelim!" sözleri esip geldi bize doğru. Bunun üzerine başımı yana eğdim,
başparmaklarımın alımdaki kayın yapraklarını çıbanların üzerinde gezdirdim, çıbanların
üzerine bastırdım yapraklarla. "Ey Rabbimiz..." Korneff dişlerini gıcırdatarak: "Yapraklan
bastırma, üzerlerinde gezdir çıbanların!" dedi. "...senin adın..." Korneff de katıldı duaya,
"...senin saltanatın..." Kayın yapraklarını sadece gezdirmek bir yarar sağlamadığından, ben
yine tulup bastırdım çıbanların üzerine "... islediğin gibi olsun, nasıl ki..." Nasıl çıbanlarda
bir patlama olmadı, hayret doğrusu! Ve bir kez daha: "... bize ver bugün..." Korneff
yeniden duaya katıldı: "Günaha girmekten ve başlan çıkmaktan koru bizi..."
Düşündüğümden fazla bir şeydi bu. "Saltanat, kudret ve ihtişam." Alacalı bulacalı kalıntıyı
çıkardım çıbanların içinden. "Amin!" Bir kez daha bastırdım yaprakları üzerine. Kornclf:
"Amin!" Dokuz nolu adada başsağlığı dilemeye başlamışlardı. Korneff hâlâ: "Amin!"
Yamyassı ve kurtulmuş, mermer taş üzerinde yatıyor, inilder gibi: "Amin!" diyordu. "Alt
kaide için daha beton kaldı mı?" diye sordu bir ara. Vardı beton ve Korned: "Amin!" diye
söylendi. İki direği birbirine bağlamak üzere son kalan harcı kürcleyip attım. Bunun
üzerine Kornefl mermerin kilabcli ve cilalı yüzünden aşağı kaydı, Oskar'dan üzerinde iki
çıbanın renkli içeriği bulunan alacalı bulacalı ve güzsü kayın yapraklarını göstermesini
istedi. Başımızdaki kasketlere bir çeki düzen verip mermere el attık ve Hermann
Webknechl ile kızlık soyadı Freylag olan Else We.bkne.chl için hazırlanan mezar lasını
yerine diktik: dokuz nolu adadaki cenaze alayı yavaş yavaş dağılıyordu.
570
FORTUNA NORD
O zamanlar ancak geride değerli bazı şeyler bırakanlar için dikilcbiliyordu mezar taşları.
Hani bunun ille de elmas ya da bir arşın uzunluğunda inci kolye olması şart değildi. Hatta
beş çuval patates karşılığı Grenzhcimfosilli kireç lasından oturaklı bir mezar taşma
kavuşabilmek mümkündü. Yelekle beraber iki elbiselik kumaşa da Belçika granitinden üç
kaide üzerinde iki kişilik bir mezar lası hazırlanabiliyordu. Terzinin dul karısındaydı
kumaş, bir mezar taşı yontar ve Dolomitten bir çerçeve yaparsak, kumaştan bize elbise
diktireceğini söyledi: çünkü yanında hâlâ bir kalfa çalıştırıyordu.
Böylece Kornefl'lc işi paydos ellikten sonra on numaralı tramvaya atlayıp Stocklıolm'a
yollandık. Dul Bayan LcnncıTi ziyaret edip ölçülerimizi aldırdık. Üskar'ın üzerinde o
zamanlar Maria'nm ters yüz elliği hayli gülünç bir asker elbisesi vardı: düğmelerinin
yerleri değiştirilmişti, öyleyken Oskar'ın şişmanlığından ölürü kapanmıyordu ceket.
Dul Bayan Lcnncrt'in Anton diye çağırdığı kalfa, ince yollan bulunan lâcivert bir kumaştan
bana göre bir elbise dikti: Tek düğmeli, astan kül renginde: omuzlan gerektiği gibi, ama
insanda yanlış değer yargıları uyandırmayacak biçimde beslenmiş altlan; kambur
saklanmayıp, yakışık alır tarzda vurgulanmış; pantolonların paçaları dubleli, ama pek geniş
değil: nihayet Üslat Bcbra'yı şık giyinmekte hâlâ örnek alıyordum; bu yüzden, pantolonun
kemerinde kumaş halkalar yerine askılar için düğmeler vardı; yele
571
ğin arkası parlak, önü mat renkle, pembe astarlı. Ancak beş provada dikilip bitli elbise.
Daha kalla Korneff'in kruvaze, benim tek düğme elbisem üzerinde çalışırken, bir
ayakkabıcı gelerek 1943 yılındaki bir bombardımanda ölen karısı için bir mezar taşı
aradığını bildirdi. Yiyecek kuponları verecek oldu bize, ama biz karşımızda mal görmek
istedik. Dökme taşla çerçevelenecek ve mezara götürülüp yerine yerleştirilecek Şizelya
mermerinden bir taşa karşılık bir çift koyu kahverengi iskarpin ve bir çift kösele pençeli
terlik istedi Korneff. Benim payıma da eski moda olmasına karşın harikulade yumuşaklıkta
bir çift siyah potin düştü. Otuz beş numaraydı polinler, çelimsiz ayaklarım için zarif ve
sağlam bir destek oluşturuyordu.
Gömlek sağlama işini Maria üzerine aldı, suni balları tarttığı terazinin kefesine bir desle
banktont almıştım: "Ne olur, Maria'cığıın, iki beyaz gömlek alır mısın bana. Birinin ince
yollan olsun; sonra da biri açık gri, biri kestane rengi iki kravat. Kalanı da Kurt ile senin,
Maria'cığım; kendini hiç hesaba katmayan, hep başkalarını düşünen sen Maria'cığımın."
Bonkörlüğüm üzerimde olduğu bir ara da Gustc'yc sapı hakikî boynuzdan bir şemsiye ve
pek fazla kullanılmamış bir lakım Altenburg skal karlı hediye ettim. Köslcr'in ne zaman
dönüp geleceği konusundaki sorulara cevap ararken Guste fala bakmaktan hoşlanıyor, ama
bunun için komşulara gidip ödünç iskambil kâğıdı almak istemiyordu.
Maria, dediklerimi yapmak için hemen sıvadı kollan, paranın arlan kısmıyla kendine bir
yağmurluk, Kurla da okul için suni deriden bir sırt çantası aldı; gerçi canlanın çirkin bir
görünüşü vardı, ama şimdilik kendisine düşen işte ister istemez kullanılması gerekiyordu.
Gömlekler ve kravatlardan ayrı olarak, benim sipariş elmeyi unuttuğum üç çifı de gri çorap
almıştı Maria.
Derken Korneff'le Oskar, elbiseleri almak için yola koyuldular; terzihanedeki ayna önünde
şaşırmış, ama yine de birbirimize karşı hayranlık duyarak karşı karşıya dikildik. Korneff,
ense kıs
572
mı çıban yerleriyle delik deşik boynunu döndürmeyi pek göze alamıyordu. Düşük
omuzlarından inen kollarını öne doğru sarkıtınıştı, dizlerini bükmeden ayakta durmaya
çalışıyordu. Yeni elbise bana, hele kollarımı göğüs kafesimin önünde kavuşturup yatay
hacmimi büyüttüğüm, o cılız sağ bacağınım üzerine vücudumu yaslayıp sol bacağımı tembel
ve uyuşuk büktüğüm zaman, şeytanî bir zekâya sahip bir kimse görünümü vermişti.
Gülümseyerek Korneff'in şaşkınlığının zevkini tada lada aynaya yaklaştım; portremi
yansıtan aynanın yüzeyine o kadar sokuldum ki, bu yüzeyi öpebil i relim; ama ben sadece
soluklarımla buğulandırdım onu ve şöyle dedim: "Eh Oskar, bir de kravat iğnesi oldu mu
lamam!"
Bir hafta sonra, bir pazar ikindisi hastaneye giderek hemşireleri ziyaret edip kendimi en
iyi taraflarımla yeni, mağrur ve şık, oradakilere gösterdiğim zaman, üzerinde bir inci
bulunan gümüş bir kravat iğnesinin sahibi bulunuyordum.
Beni servis odasında oturuyor görünce, hanım kızlar nerdeyse dillerini yutacaklardı. Tarih
1947 yılının sonyazı. Elbisemin kollarını göğsümde kavuşturdum, ne kadar etkileyici olduğu
daha önce denenmiş bir poz verdim kendime. Bir yılı aşkın bir zamandır beri Taşçı Ustası
Korneff'in yanında yardımcı isçi olarak çalışıyordum, mermer üzerinde oluklar ve yivler
açmakla uslaydım. Bacak bacak üzerine almış oturuyor, ama pantolonumun ütü yerlerinin
bozulmamasına dikkat ediyordum. Gustc'cik, sanki tutsaklıktan dönüp evde değiştirmedik
bir şey bırakmayacak kocası Kösler için dikilmiş gibi elbiseme bakım gösteriyordu.
Gertrud Hemşire bir ara kumaşı eliyle yoklayacak oldu ve yokladı. 1947 baharı kendi
hazırladığımız yumurta likörü ve pandispanyayla yedinci yaş gününü kutladığımız Kurl'a
fare grisi bir çuha palto aldık. Gcrlrud Hcmşirc'nin de gelip aralarına katıldığı hemşirelere
kurabiye ikram ettim, yeşil mermerden bir mezar taşına karşılık on kilo şekerle gelmişti
kurabiyeler. Bana kalırsa Kurt büyük bir hevesle okula gidiyordu. Henüz taze güçlerle dolu
ve Allah için Spollenhaucr'e benzer yanı bulunmayan Bayan
573

öğretmeni, Kurt'u övüyor, onun uyanık, ama biraz ağır bir çocuk olduğunu söylüyordu.
Kendilerine kurabiye ikram edilince nasıl da neşelenmişli hemşireler. Servis salonunda bir
an Gerlrud Hemşire'yle yalnız kalınca, onun hangi pazarlar boş olduğunu öğrenmek istedim.
"Bugün örneğin, bugün saal beşten sonra işim yok", diye cevapladı Gertrud Hemşire. Ama
hemen ardından: "Şehirde de ne var sanki!" diyerek kendini naza çekti.
"Bir deneriz bakalım'', dedim ben. Ama o böyle bir denemeye yanaşmadı, en iyisi
adamakıllı bir uyumak, uykusunu almak istiyordu. O zaman daha dolaysız davrandım, açık
açık davel eltim1 kendisini; hâlâ bir karar veremediğini görünce, şu gizemli sözlerle
konuşmama son verdim: "Biraz girişimci ruhu olmalı insanda, Gerlrud Hemşire. Bu gençlik
bir daha ele geçmez. Eh, pasla kuponumuz da var." Bu sözleri söylerken parmaklarımı
yapmacık bir edayla hafiften iç cebimin bulunduğu yere dokundurdum, biraz daha kurabiye
ikram ettim Gertrud Hemşire'ye ve hiç de benim tipim olmayan o kaba saba Weslefalya'h
kızın tuvalet masasına yüzünü çevirdiğini görünce, ne luhafsa içime bir korku yürüdü.
"Pekâlâ, madem öyle. Diyelim sekiz, ama burada olmasın, Cornelius Meydanında buluşalım."
Hastanenin girişinde ya da ana kapısının önünde buluşmamızı önermesini Gerlrud
Hemşirc'dcn bekleyemezdim asla. Dolayısıyla, Cornelius Meydanfndaki savaşta aldığı yara
henüz sarılmamış olup zamanı haber vermeyen bir saatin allında kendisini bekledim.
Haftalar öncesi aldığım, öyle pek fazla bir değer taşımayan cep saatinin gösterdiğine
göre, tam vaktinde geldi Gerlrud Hemşire. Az kalsın lanıyamıyordum; hani onu zamanında
fark etseydim, diyelim karşı yan tarafla elli adım ötedeki durakla tramvaydan inerken, o
beni daha fark etmeden kendisini görseydinı, sıvışıp gider, bir düş kırıklığıyla oradan
uzaklaşırdım, neden derseniz, Gerlrud Hemşire Gertrud Hemşire olarak gelmemişli,
göğsünde Kızılhaç broşuyla beyazlar içinde gelmemişti Gertrud Hemşire, rasgele biri,
bildiğimiz bir sivil giysiyle Hamm'lı ya da
574
Dorimund'Iu ya da Hanım ile Dortmund arasındaki rasgele bir yerden Bayan Gertrud
Wilms olarak gelmişti.
Ama neşesiz halimi fark etmedi Gertrud Hemşire. Az kalsın randevumuza geç kalmış
olacağını, çünkü başhemşirenin saat beşe birkaç dakika kala sırf eziyet için kendisine bir
iş buyurduğunu söyledi.
"Şey, Froylayn Gerlrud! Bir öneride bulunabilir miyim acaba? Önce bir pastaneye gidip
rahatça biraz olursak? Sonra da siz ne dilerseniz onu yaparız, sinemaya gideriz islerseniz;
tiyatro için maalesef bundan sonra bilet bulamayız, ama danslı bir yere de gidebiliriz
pekâlâ."
"Bakın bu güzel! Danslı bir yere gidelim!" diye cevapladı Gerlrud Hemşire coşkuyla. Ama
şık giyinişime rağmen benim kendisine asla yakışır bir kavalye olamayacağımı da iş işten
geçtikten sonra anladı ve bunun kendisinde uyandırdığı çekingenliği saklayamadı pek, açığa
vurdu.
İçimde hafif bir hınç —benim o kadar takdir elliğim hemşire giysisiyle niçin gelmemişli
sanki onun bir kez uygun gördüğü planı daha sağlam temellere olumum; hayal gücünden
nasibini almamış Gerlrud Hemşire de çok gemeden üzerindeki çekingenliği atlı, benimle
pasla yedi; ben bir dilim, o üç dilim. Pastaların da sanki çimento vardı içlerinde,işte
öylesine serttiler; pasla kuponları ve peşin parayla yediklerimizin hesabım ödeyip
Wchrhahn kıyısındaki Koclı durağından Gcrrcslıcim'a giden bir tramvaya alladık; çünkü
Korneff'iıı dediğine bakılırsa, Gralcııberg'in aşağısında danslı bir lokal olacaktı.
Tramvay, yokuşun başında durduğu için yolun sonunu yaya çıkmaya başladık. Nefis bir eylül
akşamı. Gerlrud'ım kuponsuz alınmış lahta sandalları çay kıyısındaki bir değirmen gibi
lakırdıyordu. Takırtı neşelendirdi beni. Yokuş aşağı inenler başlarını çevirip bize bakıyor,
bu da Froylayn Gerlrud'un hoşuna gitmiyordu. Bana gelince, alışıktım, aldırmıyordum; hem
Kütten Paslanesi'nde onun üç dilim pasla yemesini benim pasta kuponlarım sağlamıştı.
575
Danslı lokalin adı Wedig idi ve onun altında bir isim dalıa vardı: Lowcnburg. Daha, gişede
giriş bileti alırken kikirdcşmeler başladı; içeri girdiğimizde de başlarını döndürüp bize
baktılar; sivil giyinmiş Gertrud'un yürüyüşüne bir güvensizlik geldi; garsonla ben kendisini
tulmasak, ncrdeyse portatif bir sandalyeye çarpıp tökezleyecekli. Garson pisle yakın bir
masaya oturttu bizi; iki bira söyledim ve ancak garsonun işitebileceği kadar alçak sesle
ekledim: "Benimkisinin içine bir duble de votka lütfen!"
Lowcnburg lokali, daha önce bir binicilik okulunun hizmetinde kullanılmış olabilecek bir
salondan oluşuyordu. Son karnavaldan kalma kâğıt yılanlar ve danteller salonun yukarı
kısımlarıyla hayli hasara uğramış tavanı örtüyordu. Alacalı bulacalı loş fenerler oldukları
yerde çarkediyor, bazısı şık giyinmiş genç karaborsacıların gergin, arkaya taranmış saçları
ve hepsi birbirini tanır görünen kızların lafta bluzları üzerinde yansımalar yapıyordu.
İçkiler getirilince, garsondan on adet Amerikan sigarası salın aldım, Gcrlrud Hemşire'ye
ikram eltim birini; birini de garsona verdim, alıp kulağının arkasına sıkıştırdı. Gertrud
Hemşire'ye ateş tuttuktan sonra, kehribar ağızlığını çıkardı Oskar, bir Camel sigarasını
sadece yarısına kadar içli. Çevremizdeki masalar bizi yine kendi halimize bırakmıştı;
derken başını önünden kaldırmaya cesaret elli Gerlrud Hemşire. Ben Camel sigarasının o
hayli uzun izmaritini kül tablasına bastırıp söndürerek bırakınca, elini serinkanlılıkla
uzatıp, izmariti alarak muşamba çantasının bir yan gözüne sokuşturdu.
"Dorlmund'daki nişanlım için", dedi. "Sigarasız, dünyada yapamaz."
Nişanlısı ben olmadığım için, ayrıca müzik çalmaya başladığı için sevindim.
Beş kişilik caz topluluğu "Doru fence me in" parçasını çalıyordu. Ayaklarında krepsol
pençeli ayakkabılar, birbirlerine toslamadan pistin bir köşesinden öbür köşesine erkekler
seğirtiyor, kızları tavlayıp dansa kaldırıyorlar, kızlar dansa kalkarken küçük
576
el çantalarını, kendileri dönene kadar göz kulak olmaları için arkadaşlarına bırakıyorlardı.
Birkaç çift vardı ki, su gibi, ustalıkla dansediyordu. Çok ağızlarda sakızlar çiğneniyor,
delikanlılardan kimisi bir süre dansa ara veriyor, ama ayaklan oldukları yerde sabırsız
kımıldanan damlarını kollarından tutup bırakmıyorlardı. Ren şivesiyle kırık dökük ingilizce
cümleler; çiftler pistte yine dansa devam etmeden ufak çapla öteberiler el değiştiriyordu;
gerçek karaborsacılar tatil diye bir şey tanımaz çünkü.
İlk dansa ve ondan sonraki fokslrot'a kalkmadık. Oskar zaman zaman pistte danseden
erkeklerin ayaklarına baktı ve caz "Rosemunde"yi çalmaya başlar başlamaz yerde mi,
gökte mi olduğunu bilemeyen Gerlrud Hcmşire'yi dansa davet elti.
Jan Bronski'nin dansdaki maharetlerini anımsayarak, Gertrud Hemşire'den nerdeyse iki
baş küçük olup onunla bir arada bulunmamızın acayipliğini bilen ben, bir vanstep dansını
göze aldım; kendini bir teslimiyet içinde bana bırakan Gerlrud Hemşireyi, avuçları dışa
dönük ellerimle kalçasından kavradım, yüzde oluz yünlü giysisini elimin altında hissettim,
yanağımı bluzuna yaklaştırdım ve adımları arasından onu izledim; sola doğru alabildiğine
açıp uzattığımız kaskatı kollarımızla çevrcmizdckileri yer açmaya davet ediyor, pistin bir
köşesinden öbür köşesine Gerlrud Hemşireyi sürüp itiyordum. Umduğumdan daha iyi
oluyordu; figürlere kalkışıyor, yukarda yanağım Gertrud'un bluzuna dayalı, aşağıda
Gertrud'un kalçalarının bazen sağında, bazen solunda dolanıyor, ama o klasik vanstep
pozisyonunu da elden bırakmıyarak şöyle bir izlenimin uyanmasını istiyordum: Dam hemen
geriye yıkılacak sanki, buna yol açacak kavalye de damın üzerine yıkılacak, ama yıkılmıyor
damla kavalye, çünkü vanstep dansının, şahane üslesinden gelen kimselerdir.
Çok geçmeden bizi seyretmeye başlamışlardı. "Söylemedim mi sana, Jimmy! Bak, şu
Jimmy'ye bak! Hey, Jimmy! Come on, Jnnıny! Let's go, Jimmy!" diye sesler geliyordu
kulağıma.
577
I
Gertrud Hemşire Yıin yüzünü ne yazık ki göremiyor, onun alkışlara, gençliğin bir coşkusu
olarak mağrur ve serinkanlı bir gözle bakacağı, hemşire olarak hastaların acemice
komplimanlarına ses çıkarmadığı gibi alkışları da kabulleneceği umuduyla yetinmem
gerekiyordu.
Yerimize oturduğumuzda hâlâ alkışlanıyorduk. Beş kişilik caz topluluğu sazlarıyla selamladı
bizi, bu arada trampetin sesi ötekileri bastırdı, sonra bir selam, bir selam daha. "Jimmy!
Jimmy!" diye bağırıyorlardı. "Gördün mü seninkileri!" diyorlardı. Birden Gertrud Hemşire
doğrulup kalktı, tuvalete gidiyorum gibilerden bir şeyler mırıldandı, Dortmund'daki
sevgilisi için izmarit bulunan el çantasını da yanına aldı giderken; pancar gibi kızarmış bir
yüzle, dört bir tarafa çarpıp loslayarak, sandalye ve masalar arasından gişenin yanındaki
tuvalete doğru yürüdü.
Sonra da dönüp gelmedi bir daha. Gitmeden önce uzun bir yudumla içkisini bitirmesinden,
bardaktaki içkinin son yudumuna kadar içilmesinin bir veda anlamı taşıdığını çıkardım:
Gerlrud Hemşire ekmişti beni.
Peki, Oskar ne yaptı? Kehribar ağızlığına bir Amerikan sigarası geçirdi, Gerlrud
Hemşire'nin sonuna kadar kafasına dikliği bardağı kaşla göz arasında alıp götüren garsona
bir bira daha söyledi, kaça patlarsa patlasındı. Oskar gülümsedi; gerçi acılı bir
gülümsemeydi, ama gülümsedi ve yukarda kollarını kavuşturup aşağıda ayak ayak üstüne
atlı; o zarif otuz beş numara siyah potinlerini sallayarak, terkedilmiş olmak gibi bir
üstünlüğün zevkini çıkarmaya çalışlı.
Lövvenburg'ım müdavimleri olan gençler nazik kimselerdi, pistte swing yaparak önümden
geçerlerken bana göz kırpıyorlardı. "Merhaba!" diye sesleniyordu delikanlılar; kızlarda:
"Üzülme canım o kadar!" diyorlardı. Ben ise bu gerçek insancıllığın temsilcilerine sigara
ağızlığımın ucuyla teşekkür ediyor, hoşgörüyle sırıtıyordum. Derken davulcu ve Irampetçi
daha bir ateşli konuşturmaya başladı sazını, bana eski tribün günlerini anımsatır, trampet,
davul, çenbal ve iriangelle bir solo yapmaya koyuldu,
578
sonra da dam seçimini haber verdi.
Caz coşmuştu, "Kaplan ]immy"yi çalıyordu. Kaplan Jimmy ile kastedilen bendim mutlaka,
oysa Lövvenburg'da kimsenin tribünler altındaki trampetçiliğimden bir haberi olamazdı.
Gel gör ki beni kendine kavalye seçen dağınık kına rengi saçlarıyla o cıva gibi körpe kız,
tülün içmekten kısık ve çiklet çiğnemekten geniş bir sesle "Kaplan Jimmy" diye fısıldadı
kulağıma. Biz balla girmemiş ormanları ve bu ormanlarda saklı tehlikeleri pisle buyur
ederek hızlı hızlı Jimmy dansını yaparken, Kaplan Jimmy kaplan pençeleri üzerinde
gezinmeye başladı ortalıkla ve bu da şöyle böyle on dakika sürdü. Caz yeniden bizi
selamladı, yeniden alkışlar ve yeniden cazın selamı; çünkü giyimli kuşamlı bir kamburum
vardı, sonra çevik bacaklarım ve Kaplan Jimmy'ye fena gitmeyen bir vücudum vardı. Bana
yakınlık gösteren damımı masama davet etlim. Hclma adı Helma'ydı kız arkadaşı
Hannclore'yi de beraber getirmesine iznimi rica elti. Hannelora suskun, oturduğu yerden
kalkmayan bir kızdı ve fazla içiyordu. Hclma'nm zoru ise Amerikan sigaralarıydı daha çok,
dolayısıyla önceden aldığım sigaralar bitli, garsondan yeniden sigara almak zorunda kaldım.
Pek güzel geçiyordu doğrusu akşam. "1 Icbaberiba", "in llıe mood", "Shoeshine" danslarını
kaçırmadım, memnun edilmesi kolay iki kızı iyi idare etlim; kızlar bana Graf
AdolfMeydanı'ndaki telefon idaresinde çalıştıklarını, cumartesi ve pazar günleri
Löwenburg'a telefon idaresinden daha çok kız geldiğini anlattılar. Sözün kısası, nöbetçi
olmadılar mı, her hafta sonunu bu lokalde geçirdiklerini söylediler, bunun üzerine ben de
ilerde sık sık buraya geleceğime söz verdim; çünkü Hclma ile Hannelore'nin pek şeker
şeyler olduklarını, lelefon idaresinde çalışan kızlarla bir kelime oyunu yaptım, ikisi de
hemen anladılaryan yana oturulsa bile yine iyi anlaşılabileceğini açıkladım.
O geceden sonra hastaneye uğramadım uzun süre. Sonraları arada bir gittim, ama Gertrud
Hemşire kadın hastalıkları servisinden başka yere nakledilmişti. Bir daha hiç
karşılaşmadım ken
579
dişiyle, daha doğrusu bir kez şöyle bir gördüğüm oldu, uzaktan selamlaştık. Zamanla
Lchvenburg'un sevilen bir müdavimi kesilmiştim. Kızlar adamakıllı söğüşlüyorlardi beni,
ama gene de bunu yaparken ölçüsüz davranmadıkları söylenebilirdi. Kızların aracılığıyla
ingiliz işgal ordusunun bazı mensuplarını tamdım, yüz kadar İngilizce kelime kaplım
onlardan, Lowenburg caz topluluğunun bazı üyeleriyle dostluk kurdum, halta kardeşlik
kurup senli benli olduk bir ikisiyle, ama trampet çalma işine gelince zorladım, geride
tuttum kendimi; yani asla caz topluluğundaki trampetin ya da davulun başına geçmeyip
Korneff'in atölyesinde mermer mezar taşları üzerine tak tuk kitabeler hakketmenin
küçük mutluluğuyla yelindim.
19471948 yılının seri kışı boyunca telefon idaresinde çalışan kızlarla ilişkimi sürdürdüm,
hatta o suskun ve ağır Hannelore'nin yanında bana pek fazla pahalıya oturmayan saatler
yaşadım; ne var ki belli bir sınırı aşmadık ikimiz de, insanı bir lakım yükümlülüklerle karşı
karşıya bırakmayan el peşrevinden öteye geçmedik.
Kış mevsiminde mezar taşçıları, atölyelerine bir çeki düzen verir, kullandıkları takımların
onarımını yapar, ellerinde bulunan bazı mezar taşları üzerindeki kitabeleri siler, köşelerin
eksik olduğu yerleri taşa tutup köşe haline getirir, oluklar açar mermer üzerine. Korncff
ile ben güz sezonu depodaki boşalmış mermer stokunu yeniden tazeledik, fosilli kireç taşı
tozundan birkaç sunî mezar taşı yaptık. Beri yandan ben noktalama aletiyle lıafil
heykeltıraşlık işlerini görmeye çalıştım; melek başlarından, İsa'nın dikenlerle taçlanmış
başından, güvercin surelinde Rulıulkudüs'len kabartmalar yapı im mermerler, üzerine. Kar
yağdığında karları küreleyip atlım, yağmadığı zamanlar zımpara makinesi için gerekli suyu
sağlayacak boruyu ısıtıp, içindeki buzların erimesini sağladım.
1948 yılının Şubat sonu karnaval sıska, ve çelimsiz bir duruma sokmuştu beni, belki biraz
hortlağa da benziyordum, çünkü Lowenburg'ta birkaç kız "Doktor! Doktor!" demeye
başlamışlar
580
di bana Küllü Çarşamba'dan* arası çok geçmemişti ki, Rcn'in sol kıyısından ilk köylüler
gelip depomuzdaki mermerleri görmek istediler. Kornelf, atölyede değildi o sıra. Yıllık
romatizma kürlerinden birini yapmak üzere Duisburg'daki bir yüksek fırın önünde
çalışıyordu; iki hafta sonra kara kuru ve çıbansız dönüp geldiğinde, biri üçlü bir mezar için
olmak üzere üç mezar taşını iyi fiyatla elden çıkarmış bulunuyordum. Kornefl de derken,
iki Kirchheimer fosilli kireç lasından mermer sallı ve mart ortasında elden çıkarılan mezar
taşlarının yerlerine taşınma işi başladı. Bir Şilezya mermeri Grevcnbroich'e gitti,
Kirchheimer mermerinden iki mezar lası, Neuss'daki bir mezarlığa yerleştirildi. Benim
yonttuğum melek başlarıyla kırmızı Main taşından bir mezar taşını bugün bile Si rom m
Mczarlığı'nda hayranlıkla seyretmek mümkün. Üç kişilik bir mezar için dikilen taçlı İsa'nın
bir heykeliyle donatılmış yeşil mermerden bir mezar taşını marl sonunda arabaya yükleyip,
KappesHamm yönünde, Neuss Ren köprüsüne doğru yola koyulduk. Yavaş gidiyorduk, çünkü
araba fazla yüklüydü. Neuss'dan geçip Grevenbroich üzerinden Rommcrskirchen'e geldik,
sonra sağa sapıp Bergheim Erlt'c giden caddeye çıktık, Rheydt ve Nicdcraussem'i
arkamızda bıraktık; kaidcsiyle birlikte mezar taşını, aks falan kesmeden Obcrausscm
Mczarlığfna getirdik; mezarlık bir tepe üzerinde bulunuyor, köye doğru lıafil bir meyille
iniyordu.
O ne şahane manzaraydı doğrusu! Ayaklarımızın allında Erit linyit ocakları görülüyordu.
Fonuna firmasının gökyüzüne dumanlar salan sekiz bacası, ıslıklar çalan, âdeta boyuna
patlamak üzere bulunan Fonuna Nord'un yeni termik santralı. Üzerlerinde uzanan havai
hatlar ve vargellerle dağ gibi cüruf yığınları. Her üç dakikada linyit yüklü ya da boş bir
elektrikli tren. Bir santraldan öbürsüne akıp giden, ilkin oyuncak küçüklüğünde, derken,
* Passion pazarından önceki ilk çarşamba; perhiz döneminin başlangıcı; Katolik mezhebinde
Küllü Çarşamba'da (Asehermitlwach), tövbe ve isliğlaı edenlerin başlarına kutsanmış kül
scıpiliıdi. (Ç.N.)
581
devler için oyuncaklara dönüşen, mezarlığın sol köşesi üzerinden sıçrayıp ileri atılan, üçlü
sıralar halinde vınlayan ve Köln'e doğru yüksek gerilimli yol alan yüksek takatli elektrik
hatları. Ulka doğru uzanan, Belçika'ya ve Hollanda'ya doğru seğirten daha başka direkler:
Dünya, düğüm noktası —Flies ailesi için mezar taşını yerine diklik elektriğin doğması için...
Schuggcr Lco'nun yerini tutan yardımcısıyla mezarcı ellerinde araç ve gereçlerle geldi,
yüksek gerilim alanmdaydık, üç sıra allımızda bir ölünün bir başka mezara aktarılmasına
başlandı —bu mezarlıkta yabana atılamayacak onarım çalışmaları yürü!uluyordu—, rüzgâr
bu vakitsiz yapılan başka mezara aktarma işinin kendine özgü kokularını bize doğru sürüp
gelirdi, yo hayır, bir tiksintiye yolaçtığı yoklu kokunun, marttı çünkü. Kok yığınları arasında
mart ayının hüküm sürdüğü tarlalar. Mezarcının gözünde iple tutturulmuş bir gözlük vardı
ve yarı işiıilcbilir bir sesle yanındaki Sclıugger Leo'yla ağız kavgası yapıyordu; derken
Foruma nın sireni, içindeki soluğu dışarı attı; bir dakika sürdü bu, bizse soluksuz kaldık,
hele başka mezara aktarılan kadın. Yalnız yüksek gerilim dayanıyordu, derken siren
devrilip güverteden aşağı düştü ve boğuldu suda; köy evlerinin arduvaz grisi çalılarından
öğle dumanları kıvrılarak yükseliyordu. Birden kilisenin çanları çalmaya başladı: ibadet et
ve çalış — endüstri ve iman el ele. Fonuna da vardiya değişimi; domuz yağlı ekmeklerimizi
yemeye koyulduk; ama kadının başka mezara aktarılmasında mola söz konusu olamazdı;
ayrıca yüksek takatli akım. durup dinlenmeden savaşı kazanan ülkelere doğru akıp gidiyor,
Hollanda'yı aydınlatıyor, oysa bizim burda boyuna elektrikleri kesiyorlardı ama kadın
yeryüzünün ışığına kavuştu sonunda.
Kornelf kitabe lasının temelini almak için gerekli oyukları elli santim derinliğinde kazarken,
kadın lemiz havaya kavuştu, henüz çok olmamıştı aşağıda yalalı, ancak son güzden bu yana
karanlıkta yalıyordu, ama yine de yürüyüp dağılma işi bir hayli ilerlemişti, zalen dört bir
yanda ilerlemeler kaydediliyordu, Ren ve Ruhr bölgelerindeki fabrikaların sökülüp,
götürülmesi işi ilerliyordu;
582
benim Lowenburg lokalinde aşıktaşlıklarla geçirdiğim kış boyu, kadın, linyit bölgesinin
donmuş toprağının kabuğu allında dağılmıştı düpedüz ve biz açılan çukurlara beton döker,
kaideyi yerli yerine yerleştirirken bir başka mezara parça parça aktarılmaya rıza
göstermesi için kandırılması gerekiyordu. Ama nihayet hiçbir parçasının, en ufak bir
zerresinin bile kaybolmaması için çinko sanduka duruyordu ortada zaten çocuklar da
Fortuna'dan brikel dağılımı yapılırken tepeleme doldurulan kamyonlar arasından seğirtiyor
ve yere düşen briketleri topluyordu, çünkü Kardinal Frings mihraptan şöyle
buyurmuştu: Allah için söylüyorum işle, kömür çalmak günah değildir. Ama kadının sobaya
ihtiyacı kalmamıştı arlık. Alasözlerine geçmiş mart soğuğundan kadının üşüdüğünü
sanmıyorum; kaldı ki daha bir hayli deri vardı üzerinde, hani geçirgen bir durum almıştı
derisi ve oyuk oyuk olmuştu, ama buna karşılık giysisinden kalmış artıklar ve permalı
saçları duruyor henüz yerinde ve hâlâ dalgalı görünümünü koruyordu; ayrıca kadının içinde
yattığı tabutun parçaları da bir başka mezara aktarılmaya değerdi doğrusu, küçük tahta
parçaları bile kadından ayrılmamak, onunla beraber gitmek isliyorlardı; köylülerin ve
Fortıma'da çalışan madencilerin bulunmadığı bir yere, her vakit canlı büyük bir kente, on
dokuz sinemanın hepsinde filmler oynayan büyük bir kente, işle oraya dönmek isliyordu
katim; çünkü mezarcının anlattığına bakılırsa buralı değildi, buraya başka bir yerden
gelmişti, başka bir yerden kovmuşlardı kadım buraya, "Köln'den geldi", dedi
mezarcı. "Müllhcim'a gidiyordu, Ren'in öbür yakasına." Daha çok şeyler de söyleyecekti
mezarcı, ama yeniden öllü siren, bir dakika önü. ben sirenin ölüşünden yararlanıp kadının
mezarına sokuldum, dolambaçlı yollardan sireni geçtim, kadının bir başka mezara
aktarılmak üzere kendi mezarından çıkarılışına tanıklık etmek istedim, yanımda bir alet de
götürüyorcluııı, çinko tabutun orda bir kürek olduğu anlaşıldı aletin; hani adamlara yardım
etmek islediğimden değil, kürek yanımda olduğundan hemen işe koyuldum ve oracığa
düşmüş bir şeyi kürekle aldım. Alman iş yükümlülerine ait bir kürekti ve benim Alman iş
583
yükümlülerinin küreğine aldığım şey kadının bir zamanki ve şimdiki işaret parmağıyla yüzük
parmağıydı sanırım. Hani iki parmak kendi kendine kopup düşmemişti kadının vücudundan,
nihayet onları kaba ve duygusuz mezarcının kazması koparmıştı. Ama güzel ve becerikli
göründü bana parmaklar, çinko tabutun içine alınan kadının başı da biçimliydi. Bilindiği
üzere fena bir kış olmuştu 19471948 yılında, ama yine de bu baş, zarafetini korumuştu ve
güzel biçimini yanına alıp öbür dünyaya gölürcbilmişli, dolayısıyla başın da bir güzelliğinden,
ama harap bir güzelliğinden söz açılabilirdi. Soma ben kadının başını ve parmaklarını
Fonuna Nord Termik Sanlrali'nin güzelliğinden daha cana yakın ve insanî buluyordum. Önce
nasıl Güslav Grüııdgcns'i tiyatroda zevkle seyretmişsem, bulunduğum endüstri
bölgesindeki coşkun havayı da belki zevkle soluyordum. Ama ne kadar sanalkârane olsa da
tiyatronun ezberlenmiş güzelliklerine karşı bir kuşku vardı içimde, oysa kadının güzelliği
üzerimde alabildiğine doğal bir etki uyandırmıştı. Goethe gibi, yüksek takatli akımın da
içimde bütün dünyayı kapsayan bir duygunun belirmesini sağladığı doğru olabilir. Kadının
parmakları beni duygulandımıışlı. Gerçi kadını erkek olarak canlandırıyordum gözümde,
çünkü bu benim bir takım yeni kararlar almama uygun düşüyordu; sonra kendimi Yorick,
yarı mezar içinde, yarı çinko sandukadaki kadını da Hamlet yerine koyarak Hamlet'e erkek
gözüyle bakılabilirce tabiî—yaptığım karşılaştırmalara da iyi gidiyordu bu, Ben Yorick,
beşinci perde, ben budala: "Onu tanıyordum, Horatio!" Birinci sahne; ben ki bu dünyanın
kötü sahnelerinde "Ah zavallı Yorick" bir Güstav Gründgcns ya da Sir Laurence Olivier
çıkıp da Hamlet rolünde birtakım düşüncelerini açığa vursun diye kalalasını Hamlcl'e ödünç
veren ben; "Ncrde kaldı şakaların? Nercle kaldı attığın taklalar?" Gründgens'in Hamlcl
parmağını küreğimin üzerinde tutuyor, Aşağı Ren bölgesindeki linyit yataklarının sağlam
toprağı üzerinde, madencilerle köylülerin ve aile bireylerinin mezarları arasında
dikiliyordum; bu köy mezarlığını dünyanın orta noktası. Fonuna Nord termik santralını ise
insanı enikonu etkileyen yarı
584
tanrı muhatabım yapıyordum; önümdeki tarlalar Danimarka'daki tarlalar, Erit ise benim
Bell'im oluyordu; buradaki mezarda çürüyüp kokuşan şey Danimarka'da çürüyüp
koşuşuyordu ben, Yorick, üzerinde hatlar gerili, akım yüklü hatlar, çıtır çıtır sesler
çıkararak, üstümde ezgiler söyleyerek, yo melek demek istemiyorum, ama yine de yüksek
direklerden üçlü diziler halinde yüksek takatli akım melekleri ufka doğru ezgiler
söyleyerek uzanıyordu; Köln'e ve o efsanevî gotik hayvanının yanı başında Köln ana
istasyonuna doğru uzanıyor ve bir Katolik Danışma Bürosu'nu elektrikle donatıyor, pancar
tarlaları üzerinden ilâhî bir edayla uzanıp gidiyordu: Ama briket veriyordu yer, Yorick'in
değil, Hamlet'in cesedini veriyordu; ama ötekilerin, tiyatroyla ilişkisi bulunmayanların
aşağıda kalması "Geriye kalan bir susuştur" ve bizim Flies ailesinin üzerine ağır ve yeşil
mermerleri yüklediğimiz gibi üzerlerine ağır mezar taşlarının yüklenmesi gerekiyordu.
Ama benim için, Oskar Malzerath için, Yorick için yeni bir çağ başlıyordu ve yeni çağın
henüz pek bilincine erememiş bir edayla acele, iş işten geçmeden Prens Hamlet'in
küreğimdeki çürümüş parmaklarım seyrettim "Fazla yağlı ve tıknefestir" ve üçüncü
perdenin birinci sahnesinde Gustav Gründgens'e olmak ve olmamak sorusunu sordurdum, o
aptalca soruş tarzını bir kenara itip somut nesneleri yan yana dizdim: Oğlum, oğlumun
çakmak taşları, benim muhtemel dünyevî ve ilâhi babalarım, büyükannemin dört etekliği,
zavallı annemin fotoğraflardaki ölmeyen güzelliği, Herbert Truczinski'nin sırtındaki yara
nişanlarından oluşan labirent, Amerika pöh, Bröscnc giden dokuz numaralı tramvaya karşı
Amerika da neydi Maria'nın arada bir hâlâ açık seçik duyulan vanilya rayihasını, Lıızic
Renmvand'm kendini bir cinnet simgesi gibi sunan üç köşeli yüzüne doğru estirdim; ölümü
bile dezenfekte eden Bay Fajngold'a, Malzerath'ın solunum borusundaki o kayıplara
karışmış parti rozetini arattırdım ve Korneff'e, ama daha çok yüksek gerilim direklerine
doğru dedim ki çünkü yavaş yavaş bir karara varmıştım, buna rağmen karardan önce
Hamlet'e kuşkuyla bakan üyatrovarî bir poz takınıp, Yorick'i gerçek bir vatandaş ola
585
rak kutlayan bir soru yöneltmek gereksinimini duydum kendi kendime, dedim ki Korncff'c,
yeşil mermerden mezar taşı temel üzerine yerleştirileceğinden beni çağıran Korneffe
doğru, içimde nihayet bir vatandaş olmak arzusuyla, Yorick rolünü pek oynamayacak
olmasına karşın hafiflen Gründgens'c özenip küreğimin ucuna bakarak şöyle dedim:
"Evlenmek mi, evlenmemek mi, işte
sorun bu."
Mezarlıkla, Foruma Nord karşısındaki o dönüm noktasından sonra Lowenburg lokaline
uğramamaya başladım, telefon idaresinde çalışan kızlarla ilişkimi kestim; öyle kızlar ki,
kendileriyle kısa zamanda doyurucu ilişkiler kurulabilmesi gibi üstün bir
özellikleri vardı.
Mayıs ayında Maria ile kendim için sinemaya bir bilet aldım. Sinemadan sonra bir lokantaya
gittik, tıka basa doyurduk karnımızı, Maria ile çene çaldım, binbir tasa içindeydi Maria;
Kun'un çakmak taşı kaynağı kurumuş, suni bal ticaretinde bir durgunluk başgöslermişti;
üstelik, Maria'nın kendi deyimiyle, ben az buçuk gücümle aylardır bütün ailenin geçim
yükünü omuzlarımda taşıyordum. Maria'yı yatıştırarak Oskar'm bunu seve seve yaptığını,
hiçbir şeyin bir sorumluluk taşımak kadar Oskar'ı memnun edemeyeceğini söyledim; ayrıca
güzelliği konusunda iltifatlara başvurdum ve sonunda bir evlenme önerisinde bulunmayı
göze aldım.
Düşünüp taşınmak için zaman istedi, Maria. Benim Yorick olarak sorduğum soruyu
haftalarca hiç cevaplandırmadı ya da kaçamak cevaplar verdi, ama nihayet Para Reformu
kesinlikle cevaplandırdı sorumu.
Maria bir yığın neden sürdü önüme, beri yandan kolumu okşadı, "Oskar'ciğım!" diye hitap
etli bana, benim bu dünya için fazla iyi olduğumu söyledi, kendisini anlamamı ve ilerde de
kendisiyle candan dost kalmamı rica elti; taşçı ustası geleceğim için, ilerdeki bütün
yaşamım için akla gelen en iyi dileklerde bulundu; ama yeniden ve ısrarla sorunca, benimle
evlenemeyeceğini açıkladı.
Dolayısıyla Yorick bir vatandaş değil de bir Hamlet, bir soytarı oldu.
586
MADONNA 49
Para reformu geldi, beni soylarının biri yapıp çıktı; Oskar'ın parasında da bir reforma
gitmeye zorladı beni; bundan böyle, Oskar, kamburundan çıkar değilse bile, geçimini
sağlamaktan başka yol göremedi.
Oysa iyi bir vatandaş olabilirdim. Bugün gördüğümüz gibi meyvelerini vermekle bulunan
burjuvazinin doğmasını sağlayacak koşulları sinesinde barındırmış para reformunu izleyen
günler, Oskar'daki kentsoylu özelliklerinin palazlanması için de uygun bir zemin
oluşturabilirdi. Bir koca ve kentsoylu hayatı yaşayan bir kimse olarak yeniden kalkınma
eylemine ben elc katılabilir, şimdi büyücek bir mermer atölyesinin sahibi olur, oluz kadar
kalfa, çırak ve yardımcıya para ve ekmek dağılır, büıün yeni yapılan binaları, bürolar için
inşa edilen gökdelenleri ve sigorta saraylarını o makbul losilli kireç taşı ve yeşil
mermerden cephelerle göslerişli duruma sokan bir adam, bir iş adamı, kentsoylu sınılma
mensup biri, bir koca olurdum; gelgeldim, Maria kocalığa kabul etmek istememişti beni.
Bu durumda kamburunu anımsadı Oskar ve kendini sanala kaptırdı. Geçimi mezar taşlarına
bağlı olup durumu para reformuyla aynı şekilde sarsılan Korneff bana yol vermeden, ben
bıraktım işi; Guste Köslerin evindeki mutfakta elim böğrümde oturuyor ya da sokaklarda
kaldırım mühendisliği yapıyordum; benim o ısmarlama şık elbisemi giye give eskitiyor, gün
geçtikçe üstüme başıma pek dikkat etmez oluyordum. Gerçi kavga etıni
587
yorduk Maria'yla, ama kavga etmekten korktuğum için çok vakit öğleden önce erkenden
Bilk'teki evden çıkıp Graf Adoll Meydam'na ve oradan saray parkına giderek kuğuları
dolaşıyor, parkın sıralarında ulak telek, düşüncelere dalarak, hani içimde bir hınç
beslemcksizin oturuyordum; Düsscldorf'ta birbirine komşu İş ve işçi Bulma Kurumu'yla
Güzel Sanatlar Akademisi, parkın karşısında bulunuyor, biraz yan tarafa düşüyordu.
İnsan, parkta böyle bir tahta sıra üzerinde pinekliyor, pinekliyor, derken sonunda kendisi
de üzerinde pineklediği tahta gibi oluyor, derlleşecek birini arıyor. Sağlık durumları
havaya bağlı yaşlı erkekler, zamanla yine pek çenesi düşük genç kızlara dönüşmüş nineler,
içinde yaşanılan mevsim, siyah kuğular, bağrışarak birbirlerinin arkasından seğirten
çocuklar ve insanda çaresiz birbirlerinden ayrılacakları ana kadar kendilerini gözetleme
isteği uyandıran sevgili çiftleri. Bazen yere bir kâğıt parçası atılıyor; kâğıt parçası biraz
uçuyor havada, yerde yuvarlanıyor, derken parkın temizliğine bakan bir adam, elindeki
çubuğun sivri ucunu balırıp alıyor yerden.
Oskar, dizleriyle pantolonunun bacaklarında birbirine denk potlar meydana getirerek
oturmasını, beceriyordu. Gözlüklü kızla iki sıska delikanlı, gözlüklü şişman kız, benimle
konuşmadan önce de dikkatimi çekmişti şüphesiz; kız, deri bir ceket giymişti ve savaşta
askerlerin kuşandığı bir palaskası vardı ceketin. Benimle konuşmak fikri herhalde siyah
elbiseli ve anarşist görünüşlü delikanlılardan gelmişti; ama ne kadar tehlikeli bir
görünüşleri olursa olsun, halinde gizli bir büyüklük okunan benim gibi bir kamburla
dolaysız, kestirmeden konuşmayı göze alamamış, şişman kızı benimle konuşmaya
kandırmışlardı. Kız yanıma geldi, sütun gibi bacaklarım aralayıp önümde dikildi; baktım bir
şeyler geveliyor ağzında, buyurup oturmasını söyledim. Kız olurdu. Ren Irmağı'ndan bize
doğru puslu, âdeta sisli bir hava esiyordu, kızın gözündeki gözlüğün camları buğulanmışlı;
konuşlu da konuşlu kız, nihayet ben gözlüğünün camlarındaki buğuyu silmesini, sonra da ne
istediğini benim anlayabileceğim gibi açık seçik
588
dile getirmesini söyledim. Bunun üzerine kız, kasvetli bir görünüşleri olan delikanlılara
işaret ederek yanına çağırdı; delikanlılar, ben sormadan kendilerini sanatçı diye tanımlar;
yağlı boya ve kara kalem resimler yapıyor, aynı zamanda heykeller yontuyorlardı ve bir
model aramaya çıkmışlardı. Nihayet biraz coşkun bir ifadeyle beni böyle bir model olarak
gördüklerini açıkladılar; ben beş parmağımı, paradan ne haber der gibi çabuk çabuk
oynatınca, hemen bir akademi modelinin kazanç olanaklarını sayıp dökmeye başladılar; saat
başına güzel sanallar akademisi bir mark seksen fenik ödüyor, çıplak modeller için ama
böyle bir şey sizin için söz konusu değil dedi şişman kız hatla iki mark veriyordu.
Neden evet demişti bu işe Oskar? Sanat onu çekmiş miydi kendine? Kazancın cazibesine
mi kapılmıştı? Sanat ve kazanç imkânı beni cezbelmiş. Oskar'ın evet demesini sağlamıştı.
Böylece ayağa kalktım; üzerinde oturduğum sırayı ve bir park sırasının üzerinde vakit
geçirmenin sağlayacağı imkânları kesinlikle arkamda bırakarak, dimdik yürüyen gözlüklü
kızın ve yürürken dehâlarım sırtlarında (aşır gibi vücutlarını öne doğru eğen delikanlıların
peşine takıldım; İş ve İşçi Bulma Bürosu'nu geçerek Eiskellerbcrg Sokağına saptık ve
savaşla yer yer hasara uğramış Güzel Sanatlar Akademisi'ne geldik.
Başında sanatçıların bir bere, siyah kenarlı tırnakları bulunan kara sakallı profesör de
bana gençlik yıllarımın kara günlerini anımsatmışlı—kendi öğrencileri gibi mükemmel bir
model olarak gördü beni.
Uzunca bir sure çevremde dönüp durdu, kömür gözlerini sağa sola oynattı, sesli sesli
burnundan soludu; öyle ki, burun kanatlarından kara tozlar çıkıı ve kara tırnaklarıyla âdeta
görünmeyen bir düşmanı boğar gibi: "Sanat bir suçlamadır!"' dedi. "Bir dışavurum, bir
tutkudur! Sanal ak kâğıtlar üzerinde dağılıp dökülen kara kalemdir!"
Bu dağılıp dökülen sanata modellik yapmaya başlamıştım. Profesör Kuchen beni
öğrencilerinin atölyesine götürdü, kendi
589
eliyle kaldırıp bir sehpanın üzerine oturttu, sonra da döndürdü sehpayı; hani benim başımı
döndürmek için değil, Oskar, vücut ölçülerini dört bir yandan açık seçik gözler önüne
serebilsin diye yaptı bunu. On allı sehpa, Oskar'ın profiline yaklaştırıldı. Önce burnundan
soludukça tozlar çıkaran Profesörün kuramsal bir dersi: İfade gücü istiyordu Prolesör, bu
sözcük üzerinde ısrarla durdu, umutsuzluk taşan gece gibi kara bir dışavurum dedi; benim,
yani Oskar'ın, çağımızda mahva sürüklenmiş insanı suçlayıcı, meydan okuyucu, zaman üstü,
ama yine de yüzyılımızdaki cinneti dile getirerek ifade elliğimi ileri sürdü, sehpalar
üzerinden bir gökgürüllüsü gibi gümbürdeyerek yuvarlandı sesi: "Bu sakal insanın resmini
yapmayacak, hayır, onu boğazlayacak, çarmıha gerecek, kara kalemle onu kâğıt üzerine
çivileyeceksiniz!"
Bu sözler haydi başlayın, anlamına geliyor olmalıydı ki, sehpalar arkasında on altı kara
kalem on allı kez cızırdadı; kâğıl üzerinde dağılarak çığlıklar attı on allı kez; benim
dışavurumuma, yani kamburuma çarparak parçalandı ve kamburumu kararttı, kara sürdü,
doğru dürüst resme geçiremedi onu; çünkü Prof. Kuchen'ın bütün öğrencileri öylesine bir
karalıkla kamburumun peşine takılmıştı ki, ister islemez aşırılığa kapılıyor, kamburumun
boyutlarını yanlış takdir ve tahmin ediyor, gittikçe daha büyük resim kâğıtları
kullanmalarına karşın kamburumu bir türlü kâğıt üzerine çekip alanııyorlardı.
Derken Profesör Kuchen, on allı kara kalem düşmanına yerinde bir tavsiyede bulundu,
benim ifade gücü fazla zengin kamburumla işe başlamayarak kamburum bütün
büyüklüklere kala tutuyormuş resim kâğıdının üst beşle birine eklen geldiği kadar sola,
ilkin başımı karalamalarını söyledi.
Saçlarım koyu kahverengi ışıldıyor, beni saçları bukle bukle bir çingeneye benzetiyordu.
Oskar'ın gözlerinin mavi olduğu on allı sanat müridinden hiçbirinin de dikkatine
çarpmamıştı. Bir moladan yararlanarak çünkü her modelin kırk beş dakikalık bir
modellikleri sonra bir çeyrek saalçik dinlenmeye hakkı vardı ron allı resim kâğıdının üsl sol
beşte birlerini gözden geçirdiğim
590
P
zaman, hepsinde de çileli yüzümün sosyalsuçlayıcı bir ifade taşıdığını görerek şaşırdım,
ama mavi gözlerimdeki ışıldayıcı gücü hiçbir resimde bulamayışım biraz dokundu bana:
Gözlerimin billur gibi ve gönülleri fethederek parıldaması gereken yuvalarda, kapkara kara
kalem izlerinin oturttuğu kısık nesneler ordan oraya yuvarlanıyor, parça parça dağılıp
dökülüyor, iğne gibi vücuduma saplanıyordu.
Sanatçı özgürlüğünü hesaba katarak şöyle dedim kendi kendime: "Senin bağrında bir
Raspulin'in varlığını sanal perilerinin genç oğullarıyla sanata gönül vermiş kızları anladı;
ama acaba senin içinde uyuklayan Goclhe'yi de keşfedip uyandırabilecek ve o ifade gücüne
değil de, daha çok ölçülü bir gümüş uçlu kaleme başvurarak kâğıt üzerine kolaycacık
geçirebilecekler mi? Ama ne kadar yetenekli olursa olsun, gerek on allı öğrenci, gerek
karakalemi eşsiz bir ustalıkla kullanıyor bilinen Prof. Kuchen, Oskar'ın geçerli bir
.tablosunu ileriki kuşaklara armağan etmeyi başarabildi. Ama tatlı para kazanıyor,
herkesten saygı görüyor, her gün altı saal, döner sehpanın üzerinde dikiliyordum; bazen
yüzüm her zaman tıkalı lavaboya, bazen burnum atölyenin gri, gök mavisi, hafif bulutlu
penceresine çevrilmiş, bazen da şuralım bir paravanaya dönük ayakta duruyor, bana saal
başı bir mark seken fenik getiren ifade gücümü sağa sola bağışlıyordum.
Birkaç hafta sonra bazı cici tablocukların üstesinden gelmişti öğrenciler, yani
dışavurumuma kara sürmekte biraz ölçülü davranmaya başlamışlardı; kamburumun
boyutlarını arlık sınırsız ölçüde şişirtiliyor, bazen beni başlan aşağı, göğüs kafesimin
üzerindeki çekelin düğmelerinden tutun da pantolonumun işle o yerine varıncaya kadar
kâğıt üzerine geçiriyorlardı; hani söz konusu yerde hepsinden öne taşarak kamburumu
sınırlıyordu. Halta resim kâğıtlarının birçoğunda bir arka plan için yer bile kalmıştı. Para
reformuna karşın savaşın etkisinden kendilerini kurtaramamış genç öğrenciler, arkama
suçlayıcı bir ifade taşıyan kara pencere kovuklarıyla yıkıntılar çizikliriyor, beni yurdunu
bırakıp kaçmış, iyi beslenememeklen sıska ve cılız düşmüş biri olarak
591
çatlayıp yarılmış ağaç köklerinin arasına yerleştiriyor, hatta beni tutuklamaya kadar
gidiyor, harıl harıl çalıştırdıkları karakalemleriyle, gerilere dikenleri aşırı ölçüde sivri bir
dikenli lel çekiyor, beni korkutucu bir şekilde arka plana yerleştirdikleri nöbetçi
kulelerinden gözetletiyorlardı; benden elimde boş bir teneke kap tutmamı istiyorlar,
Oskar'a bir mahkûm üniforması giydiriyor, arkamda ve tepemdeki zindan pencerelerinin
güzelliğinden de yararlanmayı unutmuyor, bülün bunları da sanatkârane bir ifade gücüne
ulaşabilmek için yapıyorlardı.
Ama beni kara saçlı bir ÇingeneOskar gibi görüp bülün bu kara sürmelere bu yüzden
giriştikleri, beni mavi gözlerle değil, kömür gözlerle bütün bu sefalete baktırdıkları için,
tel örgülerin resme geçirilemeyeceğini bilen ben, model olarak ayakla dikiliyor, sesimi
çıkarmıyordum; ama bilindiği üzere, belli bir zamanın havasını yansılan bir arka plandan
yoksun çalışması gereken heykeltıraşlar beni model olarak, çıplak model olarak karşılarına
alınca sevindim doğrusu.
Bu kez benimle öğrenciler değil, bizzat üslat konuşuyordu. Profesör Maruhn, benim
karakalem profesörün, yani Profesör Kuchen'in ahbabıydı. Günlerden bir gün, Kuchen'ın
özel atölyesinde, çerçevelenmiş karakalem tablolarla dolu kasvetli bir odada o eşsiz
karakalemiyle kara sakallının beni kâğıt üzerine geçirmesi için modellik yapıyor,
kımıldamadan duruyordum; bir de baktım, Profesör Maruhn benim üstadı ziyarete geldi;
iri yarı, şişman, kırk ilâ elli yaşları arasında bir adamdı; başında sanatçı kişiliğine tanıklık
eden tozlu bere olmasa, beyaz heykellıraşçı önlüğüyle bir cerraha benzelilemez değildi.
Klâsik biçimlerin bir hayranı olduğunu hemen farkeltiğim Prof. Maruhn, vücudumdaki
lenasüpsüzlüklcn ölürü hain gözlerle beni süzdü. Sonra dostuyla alay etmeye başladı,
bugüne kadar karakaleminle kara kara çiziktirdiğin, sanatçı çevrelerinde sana Çingene
Kuchen lakabını kazandıran çingene modellerinden bıkmadın mı daha diye sordu. Şimdi bir
hilkat garibesine mi geldi sıra? Başarılı ve sürümüne diyecek olmayan bir çingene resim
592
|eri döneminden sonra daha başarılı ve sürümü daha fazla bir cüce resimleri dönemine
başlıyorsun sanırım, dedi.
Prof. Kuchen dostunun alayını, öfkesinden aleş püsküren, gece gibi kara karakalem
çizgilerine dönüştürdü ve şimdiye kadar Oskar'ı model alarak yaptığı en kara resim oldu
bu. Doğrusu, baştan aşağı karaydı resim; yalnız şakak kemiklerimin, burnumun, alnımın ve
ellerimin üzerinde birazcık aydınlık vardı; ellerimi de Kuchen hep fazla büyük ve damla
hastalığına işaret eden düğümlerle donatarak karakalem coşkularının ortasına çok şey
ifade eder biçimde gergin oturtuyordu. Ama sonradan sergilerde takdirle karşılanan bu
resim, beni mavi, yani aydınlık ve kasvetli olmayan ışıl ışıl gözlerle gösteriyor. Oskar,
Heykeltıraş Maruhn'un etkisinden kaynaklandığını sanıyor bunun; nihayet Maruhn,
karakalem delisi bir kimse olmayıp klâsik sanat akımına mensuptu, dolayısıyla gözlerinin
Goclhcvari bir durulukla ışıldadığım görebilmişti. Bu yüzden, gerçekle tenasüpten başka
şeyi sevmeyen Maruhn'u, beni bir heykeltıraş modeli, kendi modeli gibi görmeye ayartan
da yine Oskar'ın gözleri olmuştu sanırım.
Maruhn'ıın atölyesi tozlu ve aydınlıktı, boştu âdeta, bitirilmiş bir eser görülemiyordu. Dörl
bir yanda tasarlanmış çalışmalar için model iskeletler vardı; bu tasarlanmış çalışmalar
üzerinde o kadar inceden inceye düşünülmüştü ki, teller, demirler ve bükülüp kıvrılmış
çıplak borular, modelcilikle kullanılan o balçık olmadan da ilerde kendini açığa vuracak
biçim mükemmelliğini ve ahengi şimdiden belli ediyorlardı.
Her gün beş saat çıplak modellik yapıyor, saatle iki mark alıyordum. Heykeltıraş Maruhn
tebeşirle döner sehpanın bir yerine bir işarel koyuyor, vücudumun ağırlığım taşıyacak sağ
bacağımın nerede kök salacağını bildiriyordu. Sağ ayağımın iç aşık kemiğinden yukarı
çekilecek dikey bir çizgi, köprücük kemikleri arasındaki boyun çukurundan geçecekti. Sol
bacağım oyunsu bacaklı. Ama yanıltıcı bir isim bu. Her ne kadar sol bacağımı hafif bir
açıyla ve tembel bir davranışla yana doğru uzatıyorsam da, onu kımıldatmama ya da oynar
gibi hareket ettirmeme izin verilmi
593
yor, oyunsu bacağını da tebeşirle döner sehpa üzerinde kök salmaya zorlanıyordu.
Kendisine modellik yaptığım haftalarda, Heykeltıraş Maruhn, kollarım için de böyle uygun,
bacaklarım gibi onların da yerinden oynatılmamasını sağlayacak bir poz bulamadı. Bazen sol
kolumu sarkıtıp sağ koluma bir açı yaptırarak başımın üzerine uzatmak zorunda bırakılıyor,
bazen da her iki kolumu göğsümün üzerinde kavuşturup kamburumun allında birleştirmem
ya da böğürlerime dayamam gerekiyordu; binlerce seçenek vardı ortada ve Heykeltıraş
Maruhn bunların hepsini benimle esnek kurşun borudan iskelet üzerinde deniyordu.
Nihayet harıl harıl poz aramakla geçirdiği bir aydan sonra, beni başımın üzerinde
kavuşturacağım ellerle ya da tamamen kolsuz bir torso olarak kile geçirmeye karar verdi;
iskeleti yapmaktan ve yapılan iskelete yeni bir biçim vermekten öylesine bitkin düştü ki,
gerçi kil almak için yanımdaki sandığa el altı, işe koyulmak için ilk bir hamlede bulunacak
oldu, ama sonra henüz biçim kazanmamış ham maddeyi yeniden sandığın içine şappadan
bırakıp iskeletin önüne çömdü, beni ve iskeleti süzmeye başladı; umutsuzluk içinde
titriyordu parmakları: İskelet fazla mükemmeldi.
Göğüs geçirmeli bir vazgeçişle, sözde baş ağrılarını ileri sürerek, ama Oskar'a kızıp
içerlemeden, bacağının biri üzerine ağırlık binen, biri oynayan, kurşun borudan kolları
havaya kalkık, parmakları demirden ensesine kenetlenmiş telden iskeleti köşeye, bütün o
vaktinden önce bitirilmiş iskeletlerin yanına koydu; iskeletimin geniş kamburunda kelebek
adındaki o tahta yumrular yavaş yavaş, alaylı olmaktan çok kendi işe yaramazlıklarının
bilinciyle sallanıyordu, kilin ağırlığını taşıyacak tahta yumrulardı bunlar.
Bunun üzerine çay içip tam bir saat çene çaldık; Heykeltıraş Maruhn, kendisine modellik
yapmışım gibi bu saatin de parasını ödedi. Henüz genç bir Mikelanj gibi kili avuç avuç,
çekinip korkmadan iskeletlere aktarıp, çoğu savaş sırasında mahvolmuş plas
594
tik eserler yarattığı eski günlerden söz açtı. Ben de ona mermer ustası ve kitabe yazarı
olarak Oskar'ın çalışmalarından anlattım. Biraz sohbetten sonra Prof. Maruhn beni
öğrencilerinin önüne çıkardı, onların da beni bir heykeltıraş modeli olarak görmelerini ve
Oskar'ı model alarak iskeletler yapmalarını isledi.
Eğer uzun saç belli bir cinsiyetin işareti kabul edilirse, Prof. Maruhn'un on öğrencisinden
allısının kız olduğunu söylemek gerekiyor. Dördü çirkin, ama yetenekli kızlardı. İkisi
yakışıklı, çenebaz ve gerçekten kız denmeye lâyık şeylerdi. Çıplak modellik yapmaktan hiç
sıkılmadım; halta kızların kendisini döner sehpa üzerinde ilk kez süzüp, kamburuna rağmen
onun da bir cinsel organı olduğunu ve bu organın gerekliği takdirde her normal erkeğinkiylc
boy ölçüşebileceğini görerek şaşırır gibi olmaları zevklendirdi Oskar'ı. Üstat Maruhn'un
öğrencileri, üstadın kendisinden biraz başka türlüydü. Aradan daha iki gün geçmeden
iskeletleri hazırlamış, bir dâhi gibi davranıp dâhice bir aceleye kendilerini kaptırarak, kili
acele ve acemice tutturulmuş kurşun borular üzerine şap şap çalmışlar, ama anlaşılan
iskcielimdcki kambur içeriğine gereği kadar tahta yumru oturtmamış olacaklar ki, ıslak
ıslak soluyan model kili. Oskar'a delik deşik vahşi bir görünüm vererek iskeletler
arasından sarkmaya başlamış, taze kilden hazırlanan Oskar on kez yana eğilmişti; derken
başım ayaklarımın arasında almış soluğu, kurşun borulardan kil sap şup yere düşmeye
başlamış, kamburum dizlerimin arkasından oyukların içerisine yuvarlanmış, o zaman Üslal
Maruhn'u takdir etmiştim; o kadar mükemmel iskelet yapan biriydi ki Maruhn, yaptığı
iskeletleri ucuz kil allında saklamaya hiç ihtiyacı yoklu.
Kilden Oskar'ın, iskelet Oskar'dan ayrılması, çirkin ama yetenekli kızları ağlamaya kadar
götürdü. Yakışıklı, ama çenebaz kızlar ise, ellerim zamanı kısaltarak adeta simgesel bir
hava içinde kemiklerimden ayrılıp düştükçe güldüler. Haftalarca uğraşan öğrenciler
sömestre sonunda sergilenmek üzere yine de birkaç değerli heykel yapmasını başarınca,
çirkin yetenekli kızlarla, yakışıklı ama çenebaz kızlar arasında ikide bir kıyaslamalarda
bulun
595
inak fırsatım ele geçirdim. Çirkin, ama sanattan yana yetenekli bakireler, başımı, kollarımı
ve bacaklarımı, kamburumu büyük bir titizlikle heykele geçirip, erkeklik organımın
üzerinde ise tuhaf bir çekingenlikten dolayı ya durmuyor ya da bu organı aptalca stilize
ediyor; oysa yakışıklı, iri gözlü, parmakları zarif, ama beceriksiz bakireler vücudumun
diğer yerleri üzerine pek eğilmeyerek gösterişli cinsel organımı kılı kılına heykele
geçirmek için elden gelen çabayı harcıyorlardı. Bu arada dön erkek öğrenciyi de unutmuş
olmamak için şunu da söyleyeyim ki bunlar beni soyulluyor, yassı ve üzeri yivli tahtalara
başvurarak beni dört köşeli çatıyorlar, çirkin bakirelerin ihmal ettikleri, yakışıklı
bakirelerin ise ellen bir doğa ürünü görüp şenlendirmeye çalıştıkları erkeklik organımı,
kuru erkek akıllarıyla eşit büyüklükteki iki küp üzerinde dört köşe ve uzunlamasına bir
kalasa benzeterek, bir devin çiftleşme delisi cinsel organı gibi boşluğa doğru
uzatıyorlardı.
Mavi gözlerimin mi, yoksa hcykellraş öğrencilerin etrafıma, üryan Oskar'ın çevresine
yerleştirdikleri elektrik sobalarının hatırı için mi, her nedense şirin heykeltıraş kızları
ziyarete gelen ressamlar ya benim gözlerimin mavisinde ya da üzerime çevrilmiş elektrik
sobalarının sıcaklık dalgalarıyla İstakoz gibi kızaran cildimde ressamlar için bir cazibe
kaynağı keşfettiler; beni zemin kattaki heykel ve gralik atölyesinden kaçırarak binanın üst
katlarına çıkardılar; bundan böyle beni model olarak kullanıp, paletleri için yağh boyalar
kardılar.
Başlangıçta ressamlar, mavi bakışımın henüz pek fazla etkisi ndeycli. Kendilerine öylesine
mavi bakıyor olacaktım ki, fırçaları beni tuvale büsbütün mavi geçirmek isliyordu. Oskar'ın
gürbüz eli, dalgalı kahverengi saçları, körpe ve pespembe ağzı, o kahrolası mavi renk
tonlarının içinde sararıp soluyor, küflenip gidiyordu; ölümcül bir hastalığı haber veren bir
yeşil ve insanın midesini bulandıran bir sarı da kuşkusuz yer yer et loplarımın arasına
giriyor, çürüme işini çabuklaşlırıyordu.
Oskar, tam yedi gün süreyle Güzel Sanallar Akademisi'nin
596
mahzenlerinde kutlanan karnaval sırasında Ulla'yı keşfedip bir sanal perisi olarak
ressamların önüne çıkarınca, başka renklere kavuşabildi ancak.
Perhiz arifesi olan pazartesi günü müydü?* Evet, öyleydi; karnaval eğlencelerine ben de
katılmaya, üzerine bir karnaval kostümü geçirip kostümlü Oskar'ı kalabalık içine sokmaya
karar vermiştim.
Beni aynanın önünde görünce: "Evde kal gitme, Oskar'cığım!" dedi Maria. "Ayak allında
ezileceksin, hepsi o olacak." Ama bir karnaval kostümünün hazırlanmasında bana yardım
elti sonra, kumaş arlıklarını kesip biçti ve kesilen parçaları kızkardeşi Gustc'nin çalçene
iğnesi hemen birbirine tutturdu; derken bir palyaço kostümü hazırlanıp çıktı ortaya. Ben
ilkin şöyle Velazquez'vari bir şeyler hayallemiştim. İçimden, alı bir kendimi Başkumandan
Narses veya Prens Eugcn kılığında görsem, diye geçirmiştim. Nihayet, savaş olaylarının bir
köşeden bir köşeye uzanarak, görüntüleri hafifçe bozan bir çatlakla donattığı aynanın
önüne gelip durdum; dikilip hazırlanmıştı kostüm, renk renk parçalardan oluşuyordu,
şalvara benzeyen geniş ve kabarık bir pantolonu vardı, orasına burasına ziller asılmıştı;
oğlum Kurt'a kahkahalar attırıp onu gülme nöbetlerine uğrattı; bunun üzerine pek de
mutlu denemeyecek bir edayla şöyle geçirdim içimden: "İşle şimdi soyları Yorick'e döndün
Oskar. Ama kendisini soyları yerine koyup eğleneceğin kral nerede? '
Daha beni Raltinger Kapısı'na götürecek, Sanal Akademisi'nin yakınına getirip bırakacak
tramvaya binince, büro ve tezgâhlarını bir kenara ilerek kovboy ve İspanyol dansözü
kılığına girmiş kadın ve erkek yolcuları güldürmeyip korkuttuğumu (arkeltim. Herkes
benden uzakta durmaya çalışıyordu, dolayısıyla tramvay tıklım tıklım dolu olmasına karşın
oturacak bir yer ele geçirebilmiştim. Polisler, akademinin önünde üzerlerine karnaval
kostümü geçirilmemiş joplarını gerçekteki kılıklarıyla sallayıp clurıı
* ] 1. ayın 1 1. günü saat 1 I 'de başlayıp bir ay süren Karnavalın doruğuna ulaştığı gün; aynı
günün gecesi perhiz dönemi başlar. (CN.)
597
yordu. "Sanat Perileri FesiivalTndcakademi öğrencilerinin eğlentisi bu ismi taşıyordu iğne
atılsa yere düşmezdi; ama yine de dışardaki kalabalık binaya saldırarak içeri girmek
isliyor, polisle kanlı, kanlı değilse renkliliği su gölürmeyen çalışmalara girişiyordu.
Oskar, sol yanında asılı çıngırağı konuşturur konuşturmaz, kalabalık aralandı; meslek
yönünden büyüklüğümün farkına varan bir polis yukardan aşağı bir selam çaktı, ne
buyurduğunu anlamak istedi Oskar'ın ve jopunu sallayarak karnavalın kullandığı akademi
mahzenindeki salonlara kadar bana eşlik etti; bu salonlarda el kaynıyordu, ne var ki
pişmemişti henüz.
Ancak kimse sanmasın ki, bir sanatçılar festivali sanalçılarca kullanan bir festivaldir.
Akademi öğrencilerinin çoğu, boyanmış ve makyajlı olmakla beraber zorakî bir ifade
okunan vakur yüzlerle orijinal bira, şampanya, Viyana sosisi ve kadehlere gereği gibi
doldurulmayan rakılar salarak kendilerine ek kazanç sağlamak istiyorlar, asıl sanatçılar
festivali ise yılda bir kez su gibi para akıtan, sanatçılar gibi yaşayıp eğlenmek isleyen halk
tarafından kullanıyordu.
Merdivenlerde ve köşe bucaklaki küçük masaların altında, kendilerine sıkıcı gelen cğlenli
havasının zevkli bir tarafını yakalamak üzere bulunan çiftleri hemen bir yarım saal
korkutup ürküttükten soma, iki Çinli kızla ahbap oldum; herhalde damarlarında Yunan kanı
olacak ki. yüzyıllar önce Midilli adasında rağbet gören bir sevişme sahnesi çıkardılar
önüme. İki kız her ne kadar işini bilir ve çok parmaklı birbirlerine giriştilerse de, benim
nazik yerlerimi ralıal bıraktılar, zaman zaman pek eğlendirici bir oyun sürdüler önüme,
benimle enikonu ısınmış şampanyayı içliler ve iznim üzerine ucu pek sivri kamburumun
direncini denediler ve mutlu da oldular sanırım, ki bu da benim tezimi bir kez daha
doğruluyor; Bir kambur kadınlara mutluluk getirir.
Ama yine de kızlarla beraberliğim uzadıkça bir üzüntü aldı beni. Kalamin içinde birtakım
düşünceler oynaşıyor, politik durum beni tasalandırıyordu; şampanyayla Berlin Ablukasfnı
masa
598
1
üzerine çizdim, hava köprüsünü belirtmeye çalıştım, bir türlü birbiriyle birleşemeyen iki
Çinli kızın manzarası karşısında, Almanya'nın günün birinde bir araya geleceğinden
umutsuzluğa düşer gibi oldum ve başka zaman yapmadığı bir şeyi yaptı Oskar: Yorick
kimliğiyle hayatın anlamını araştırmaya koyuldu.
Yanımdaki kızların aklına artık gösteri olarak bana sunacakları bir şey gelmeyince
ağlamaya kaptırmışlardı kendilerini ve bu da makyaj altındaki Çinli yüzlerine hain izler
resmediyorduşalvar gibi pantolonum ve yarıklarla donatılmış gömleğimle, çıngıraklarımı
konuşturarak doğruldum; üçte ikimle eve gitmek istiyor, üçle birimle ufak çapta bir
karnaval macerası arıyordum kendime. Birden Lankes Çavuş'u görmeyeyim mi! Ama hayır,
ben onu görmemiştim, o bana seslenmişti.
Hatırladınız mı hani? 1944 yılının yazında Atlantik duvarında raslamıştık kendisine? Orada
beton koruganları bekliyor, üstadım Bcbra'nın ikram etliği sigaraları içiyordu.
Kucak kucağa olurmuş sevişcnlerle dolu merdivenden yukarı çıkıyordum; lam bir sigara
ateşlemişlim ki, biri parmağıyla dokundu, ikinci Dünya Savaşı'ndan kalına bir çavuş: "Acaba
bir sigaranız var mı?" diye sordu.
Onu bu sözlerinden ve sonra haki elbiselerinden hemen tanımam şaşılacak bir şey değildi
kuşkusuz. Ama yine de bu tanışıklığı tazelemek islemezdim; ne var ki, çavuş ve beton
koruganların ressamı, haki dizlerine bizzat sanal perisini olunmuştu.
Müsaade edin de önce ressamdan söz açayım, sonra sanal perisini anlatırını. Kendisine
yalnız sigara vermekle kalmamış, çakmağımı da çakmıştım tabii ve o sigarasını tüttürürken
dedim ki: "Hatırladınız mı, Lankes Çavuş? Bebra'nın Çephc Tiyatrosu? Mistik ve barbarca
bir can sıkıntısı hani?"
Ben böyle konuşunca irkildi ressam, sigarayı ağzından çekip almadı ama, sanat perisini
dizlerinden itip uzaklaştırdı. Zil zurna sarhoş ve uzun bacaklı yavruyu, yıkılmasına vakit
bırakmadan tutarak kendisine iade eltim. Lankes Çavuşla anılarımızı karşılıklı aktarmaya
koyulduk birbirimize; Lankcs'in örümceğe ben
599
zeltiği Üsteğmen Hcrzog'a veriştirip üstat Bcbra'yı ve Rommcl kuşkonmazları arasında
karides arayan rahibeleri andık; bir ara gözüm sanal perisinin kostümüne ilişerek şaşırdım;
melek kılığına girmişti kız. Dış ülkelere yollanacak yumurtaların ambalajlanmasında
kullanılan bir karton kutuyu şapka diye başına geçirmişti; körkütük sarhoşluğuna ve hazin
şekilde uçları kırılmış melek kanatlarına rağmen hâlâ bir gökyüzü sakininin albenisini
yansıtıyordu.
"Ulla bu!" diye açıkladı Ressam Lankes. "Aslında terzilik yapar. Ama sanata kapağı almak
isliyor. Ben hiç uygun bulmuyorum, terzilikte biraz bir şey kazanır gene, ama sanatta hava
alır." Bunun üzerine sanat yoluyla tatlı para kazanan Oskar, terzi Ulla'yı model ve sanal
perisi olarak akademinin rcssamlarıyla lanıştırabilcceğini söyledi. Lankes Çavuş önerime
öylesine hayran kaldı ki, hemen benim paketten üç sigara birden çekip aldı ve beni
atölyesine davet etli; ama hemen ardından, atölyeye kadar taksi parasının benim ödemem
gerekeceğini söyleyerek biraz cayar gibi oldu.
O saat arabaya atlayıp yola çıktık, karnavalı geride bıraktık, ben taksi ücretini ödedim,
atölyesi Sitiard Sokağı'nda bulunan Lankes de ispirto ocağında bize kahve pişirdi; bu da
Sanal Pcrisi'ni sarhoşluğundan çekip aldı; sağ işaret parmağının yardımıyla kustuktan
sonra, nerdeyse ayık davranmaya başladı.
Uila'mn açık mavi gözlerinde ki şaşkınlık iladesini o anda farkelthn; biraz ıslıklı, biraz
lenekemsi. ama yine de içe işler bir cazibeden yoksun sayılmayacak sesi geldi kulağıma.
Ressam Lankes kendisine önerimi açıp, sanal akademisine modellik yapmasını öğütlemekten
çok emrettiği zaman ilkin yanaşmadı; akademide ne sanat periliği, ne çıplak modellik
yapmak istediğini söyledi; bütün dilediği Ressam Lankcs'in olmaktı. Bunun üzerine, Lankes,
bülün yelenekli ressamlar gibi davranarak soğuk bir yüz takındı, bir şey söylemeden birkaç
lokat aşkelti kıza, sonra yeniden iyi yürekli ve memnun gülerek, dediğini yapıp
yapmayacağını sordu; bunun üzerine kız hıçkırıp tıpkı bir melek gibi ağlaya
600
ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
m
rak, akademideki ressamlar için bol para getirecek bir modellik işini üstleneceğini ve belki
de bir sanat perisi olacağını açıkladı.
Düşünün ki, Ulla'nm boyu aşağı yukarı bir metre yetmiş sekiz santimdi; fazlasıyla ince,
sevimli ve narin bir kızdı ve hem Botlicelli'yi*, hem de Cranch'ı** anımsatıyordu. Derken
yanyana çıplak modellik yapmaya başladık. İstakoz etinde de aşağı yukarı Ulla'nm endamlı
ve pürüzsüz etinin rengi vardır; narin çocuksu bir ayva tüyü bu eti örtüyordu. Başındaki
saçlar seyrekti daha çok, ama uzun ve saman sarışıydı. Haya yerindeki kıllar kıvır kıvır ve
kırmızımtıraktı, sadece küçük bir üçgenin üzerini örtüyordu. Koltuk altlarındaki kılları ise
her hafta tıraş ediyordu Ulla.
Tahmin edileceği üzere, akademinin normal öğrencileri bizden pek yararlanamadılar;
Ulla'nm kollarını fazla uzun, benim başımı lazla iri olarak resme geçirdiler, yani bugün
bülün acemilerin düştüğü hataya düştüler: Bizim büyüklüğümüzü tuvale sığdıramadılar.
Ancak Ziegc ile Raskolnikoff'un bizi keşfetmesi üzerine, Sanat Perisi Ulla'mn ve Oskar'ın
dış görünüşüne uygun tablolar doğup çıktı ortaya.
Sanat Perisi yatıyor, ben onu korkutuyordum: Famı*** ve Nymphe.****
Ben yere cömüyor; o, her vakit biraz üşüyen küçük meınclcriylc benim üzerime eğiliyor,
saçlarımı okşuyordu: Güzel kadın ve Canavar Adam.
O yere yalıyor, bense yüzümde tek boynuzlu bir al maskesi, onun uzun bacaklarının
arasında oynuyordum: Kadın ve Tek Boynuzlu.
Bülün bu resimler de Zicgc'ııin ve Raskolnikofl'un üslubuyla
* Bolıicclli, Saıulrol (dog. 1444, öl. 15 I1)) ; İtalyan ressamı. (C.N.)
** Cranch, Lucas (doğ. 1472, öl. 1533) : Ünlü Alman ressamlarından biri.
(Ç.N.)
*':* Famı : Roma nınlilojisiııde verimlilik tanrısı; çokluk Yunan tanrısı Pan'la bir
tuuılur. (Ç.N.)
***' Nyıııplc: Antik mitolojide korular, pınarlar, ormanlar ve mağaralarda
yasayan, şarkı söyleyip danseden dişi periler. (Ç.N.)
601
gösteriyor, bazen ince bir fırçayla ayrıntılara inilip bazen spatula dâhice kullanılarak boya
tuvalin üzerine bir Ziege üslubu içerisinde atılıyor bazen da Ulla ile Oskar'm çevresindeki
esrarengiz hava sadece ima yollu belirtiliyordu. Zamanla Raskolnikoff, bizim sayemizde
gerçeküstücü bir üslup geliştirdi; bu üslupta Oskar'ın yüzü bizim bir zamanki evde bulunan
ayaklı saatin yüzü gibi bal sarısı bir kadran olup, kamburumda birbirine sarılmış büyüyen
güller açıyor ve Ulla bu gülleri koparıyordu; bir resimde de ben, belden yukarısıyla
gülümseyen, belden aşağı uzun bacaklı Ulla'nın yarılmış karnına tünüyor, onun dalağıyla
karaciğerinin arasında pinekleyerek bir resimli kitabın yapraklarını karıştırıyordum.
Ayrıca üzerimize kostümler geçirilmekten hoşlanılıyor, Ulla bir Kolumbine,* bense yüzü
beyaz makyajlı mahzun bir Mime** kılığına sokuluyordum. Sonunda o pek büyük tabloyu
yapmak RaskolnikofPa*** nasip oklu kendisine Raskolnikoff elemeleri boyuna suç ve
cezadan söz ettiği içindi ben Ulla'nın hafif ayva lüyüyle örtülü sol bacağında oturuyordum;
anadan doğma, eciş bücüş bir oğlandım; Ulla Madonna'yı**** canlandırıyor, Oskar ise İsa
için modellik yapıyordu.
Sonradan bu tablo birçok sergiyi dolaştı. Madonna 49 olarak isimlendirildiği sergilerde,
ilân sütunlarına yapıştırılan afiş olarak da etkisini göstermekle gecikmedi. İçinde
yaşadığım ülkenin namuslu vatandaşlarından biri olan Maria, afişi görünce evde palırtı
koptu; ama yine de tabloyu Ren bölgesindeki sanayicilerden birinin salın almasını
önleyemedi; kimbilir, söz konusu tablo belki bugün de büroların doldurduğu bir
gökdelendeki konlerans salonunda asılı bulunup, yönelim kurulu üyeleri üzerindeki etkisini
sürdürmektedir.
* Conımcdia (kil Arte'de kurnaz ve fingirdek oda hizmetçizsi rolünde, aynen
palyaçonun parıöncri olarak sahneye çıkan kadın oyuncu. (Ç.N.)
1 * Çokluk latife yollu oyuncu karşılığı olarak kullanılan sözcük. (Ç.N.)
*** Raskolnikofl: Doslovevski'nin "Sut: ve Ceza" romanının erkek baskalıra
manı.
***¦* Modanna: Resini ve
ykcltıraşhkla Çocuk Hazret i İsa ile birlikte tasvir edilen Hazıeti Meryem'in tablo ve
heykeli.
602
I!
Kamburum ve vücul ölçülerimle ilgili olarak hazırlanıp kotarılan bu yetenekli densiz tablo
eğlendirmişii beni. Ayrıca Ulla ile ben, el üstünde tutulan modellerdik, saal başına çıplak
modellik için iki mark elli fenik alıyorduk. Ulla da model olarak rahat hissediyordu kendini.
O kocaman ve ağır elli Ressam l.ankes de, eve düzenli para getirdiğinden bu yana kıza daha
iyi davranıyor, ancak kafasındaki dâhice soyutlamaları açığa vurmak öfkeli bir eli
gerektirdiği zamanlar dayak atıyordu. Yani Ulla, kendisini optik açıdan model diye
kullanmayan Lan kes için de bir bakıma sanal perisiydi; çünkü sadece kıza aşkeltiği
tokatlardır ki, onun ressam eline gerçek yaratıcı gücü bağışlıyordu.
Aslında bir meleğin melanetinden başka bir şey sayılmayacak o ağlamaklı çıtkırıldımlığıyla,
beni de kendisine kaba davranmaya kışkırtmıyor değildi Ulla; ama ben kendimi tutabiliyor
ve elime bir kırbaç almak hevesine kapıldıkça Ulla'yı bir pastaneye davet ediyor,
sanatçılarla düşüp kalkmanın bana kazandırdığı hafif bir züppelikle, bodurluğumun yanında
seyrek rastlanır boylu bir bitki gibi duran Ulla'yı ağızlan açık bize bakan cıvıl cıvıl insanla
dolu Köııig Ağaçlıklı Yolu'nda gezmeye götürüyor, ona leylak rengi çoraplarla pembe
eldivenler alıyordum.
Raskolııikoll'da ise durum başkaydı; kendisine ona pek sokulup onu incitmeden Ulla'yla en
içli dışlı bir ilişkiyi sürdürüyordu. Döner sehpa üzerinde bacaklarını enikonu açtırarak ona
poz verdiriyor, ama kendisi resim yapmayıp, birkaç adım ötede Ulla'nın cinsel organının
karşısına geçerek bir tabureye oturuyor, suç ve cezayla ilgili sözleri etkili bir tonla
fisıldıyarak Ulla'nın cinsel organına gözlerini dikip bakıyor, derken Sanat Perisi'nin cinsel
organı nemleniyor, açılıyor, beri yandan Raskolnikofl da sırf konuşmak ve bakmakla kendini
özgürlüğe kavuşturan o sonuca ulaşıyor, tabureden sıçradığı gibi sehpadaki Madonna 49'a
şahane fırça darbeleriyle girişiyordu.
Nedeni başka sayılsa bile bazen da gözlerini dikip bana baktığı oluyordu Raskolnikolf'un.
Kanısınca bende eksik bir taraf vardı. Ellerimin arasındaki bir boşluktan söz ediyor ve o
gerçeküs
603
lücü fantezisiyle gayet bol ölçüde aklına gelen nesneleri peşpeşe parmaklarımın arasına
tutuşturuyordu. Bir defasında Oskar'ı bir tabancayla silahlandırıp İsa kimliğiyle
Madonna'ya nişan aldırdı. Bir başka defa Ulla'ya bir kum saati uzatmamı, bir ayna tutmamı
isledi benden. Ayna ise dışbükey olduğundan, Ulla'yı fena halde eciş bücüş gösterdi.
Makasları, olla takımlarını, telefon kulaklığını, kuru kafaları, model uçakları, zırhlı
arabaları, transatlantikleri iki elimle tutuyor, söz konusu boşluğu Raskolnikolf çok
geçmeden farkına varmıştı bunun yine de dolduramıyordum.
Derken Ressam Raskolnikol'Pun günün birinde, sadece benim tarafımdan tutulmak üzere
yapılmış o nesneyi alıp geleceğinden korkmaya başlamıştı Oskar. Ve nihayet trampeti alıp
geldiğinde haykırdım: "Hayır, hayır!"
Raskolnikoff: "Al eline trampetini, Oskar! Nasıl biri olduğunu anladım senin."
Ben titreyerek: "Bir daha mı, asla! Geride kaldı o günler."
Raskolnikoff kasvetli bir sesle: "Hiçbir şey geride kalmaz, her şey çıkar gelir yine, suç,
ceza ve yeniden suç!"
Sanal Perisi Ulla, üzerime eğildiği zaman ağlıyordum, gözyaşlarından gözüm etrafı görmez
bir haldeydi; dolayısıyla onun beni öpmesinin. Sanal Perisinin fena halde beni öpmesinin
önüne duramadım; içinizde bir sanat perisi tarafından öpülmek mutluluğuna erenler.
Oskar'ın bir damga gibi kendisini damgalayan öpücüğün ardından, yıllar öncesi kendisinden
uzaklaştırıp Saspe Mezarlığına gömdüğü trampeti yine eline almasını sanırım doğal
karşılayacaktır.
Ama trampeti tokmaklamayarak poz verdim sadece ve ne Icna Madonna 49'un Trampctçi
İsa'sı olarak onun sol çıplak bacağı üzerine resmedildim.
Bir sanat sergisini haber veren bir ilânda Maria işte bu durumda görmüştü beni. Benim
haberim olmadan sergiyi gezmiş, anlaşılan tablonun önünde uzun bir süre durmuş ve içinde
bir öfke birikmişti; çünkü beni sorguya çekerken, oğlum Kurt'un okul celveliyle bana vurdu.
Birkaç aydan beri büyücek bir bakkaliye
604

dükkânında ilkin tezgâhtarlık yapıp çok geçmeden becerikliliği sayesinde kasanın başına
geçen Maria, Almanya'nın Batı kesiminde dürüst bir vatandaş kimliğiyle karşıma çıkıyordu;
Doğu'dan kaçmış karaborsa ticareti yapan bir kimse değildi artık; bu yüzden hayli
inandırıcı sözlerle bir domuz yavrusu, bir orospu dölü, ipsiz sapsızın biri diye nitelendirdi
beni; beri yandan benim rezil bir yoldan kazandığım o pis parayı, ayrıca benim yüzümü
bundan böyle görmek islemediğini bağırarak açığa vurdu.
Ama çok geçmeden Maria sözlerinin son bölümünü geriye aldı ve iki hafta sonra da benim
modellik yaparak kazandığım paranın az buz denemeyecek bir bölümünü yine evin
ihtiyaçlarına harcamaya başladı; ancak ben yine de onunla, onun kızkardcşi Guste ve oğlum
Kurt'la bir arada kalmamayı kafama koymuştum; doğruyu söylemek gerekirse, çok
uzaklara çekip gitmek isliyordum; Hamburg'a, mümkün olursa yine deniz kıyısına
gidecektim; ama benim pek çabuk kafamda tasarladığım bir başka yere taşınma planımı
benimseyen Maria, kızkardcşi Gustc'den de yardım görerek beni kandırıp, ille
Düsseldorf'ta kalmaya, kendisine ve Kurl'çuğa yakın bir yerde kendime bir ev bulmaya
razı elti.
605
KİRPİ
Yapmalar, yıkmalar, saf dışı bırakmalar, kucak açmalar, kapı dışarı etmeler ve bağra
basmalar: Ancak kiracının kiracısı olarak oturduğu evde trampetini konuşturarak gerilere
uzanmasını öğrendi, Oskar. Bunun için sadece oturduğum oda, Kirpi'nin kendisi, avludaki
tabut mağazası ve Bay Münzer bana yardım etmekle kalmadı, Drolhca Hemşire de uyarıcı
bir kimse rolünü oynayarak benden yardımını esirgemedi.
ParzivaPi* bilir misiniz? Ben de bilmem pek. Onunla ilgili olarak aklımda kalan, karda üç kan
damlasının öyküsüdür yalnız. Gerçek bir olay, çünkü bana uyuyor. Belki ideal sahibi herkese
de uyar. Ama Oskar'ın yazdıkları kendisiyle ilgili, dolayısıyla bu olay âdeta biçilmiş bir
kattan onun için; Oskar'a öylesine uyuyor ki, bu uygunluk kuşkulara yol açıyor.
Gerçi hâlâ sanatın hizmetinde bulunuyordum; mavi, san ve toprak rengi resimlerini
yaptırıyor, üzerime karakalemle karalar çaldırıyor ve arka planlar önünde dikiliyordum.
Güzel Sanallar Akademisi'ne bütün kış Sanal Perisi Ulla'yla bereket gelirmiş, yaz
sömestresindc de bereketimizi esirgememiştik. Ama derken kar yağdı, yağan kar üzerine
üç damla kan damladı ve bu damlalar budala Parzival gibi benim bakışlarımı da kendilerine
çektiler, çi
* Bir Britanya eisanesinin kahramanı; hasla Fransız sanatçısı Chretien de Troycs ve Alman
sanatçısı Wolfram von Csehcnbach olmak üzere birçok sanatçı taralından Parzival konusu
işlenmiş, Richard Wagner taralından opeıalaslırılmıslir. (Ç.N.)
606
vilediler üzerine bakışlarımı; öyle bir Parzival ki, budala Oskar, kendisini hiç çekinmeden
onunla aynı kişi görebileceğinden öle hakkında bir şey bildiği yok.
Beceriksizce çizdiğim bu tablonun sizler için yeteri kadar bir açıklık taşıyacağını
sanıyorum: Nihayet kar bir hemşirenin üniformasıdır burada ve üç damla kan da
hemşirelerden çoğunun, dolayısıyla Drothca Hemşirc'nin üniformasının yakalarım birbirine
bitişik tutan broşlardaki o ışıl ışıl Kızılhaç işaretidir. İşle bu tablo önünde oturup duruyor,
gözlerimi başka bir tarala çeviremiyordum.
Ama Bay Zaidler'in evindeki eskiden banyo olarak kullanılan odada oturmadan, bu odayı
arayıp bulmam gerekiyordu ilkin. Kış sömesiresi lam o sırada bitmek üzereydi, öğrencilerin
bazısı odalarından çıkıp Paskalyaya kadar kalmak üzere evlerine gitmişti; sonradan
bunların kimisi dönüyor, kimisi dönmüyordu. Meslek arkadaşım Sanat Perisi Utla da oda
arama işinde yardımını eksik etmedi benden, benimle öğrenci derneğine gitti, burada
birçok adresle Güzel Sanatlar Akaclemisi'nin bir tavsiye mektubunu elime tutuşturdular.
Oda ararken, Yakarış Yolundaki atölyesine giderek bir kez daha ziyaret etlim Taşçı Ustası
Korncfl'i; görüşmeydi aradan uzun zaman geçmiş, kendisine bağlılığım bana bu yolu
teplirmişli; hem sömestre tatili için bir iş arıyordum; çünkü Utla olmadan, birkaç
profesöre özel modellik yaparak, allı haftalık tatil süresince doğru dürüst geçimimi
sağlayamazdım; ayrıca mobilyalı bir oda için gereken parayı da bulup buluşturmam
gerekiyordu.
Kornefl'i ensesinde ikisi nerdeyse iyileşmiş, biri de henüz olgunlaşmamış üç çıbanla
Belçika granitinden bir kitabe lası üzerine eğilmiş buldum; taşı yontmuş, perdahını
yapıyordu. Biraz ordan burelan söyleştik, bir süre ima yollu taş kalemle oynadım ben,
gözlerimi etratla dolaştırıp tezgâh üzerine yatırılmış mezar taşlarına baktım; perdah ve
cilaları yapılmış, üzerlerine hakkedilecek kitabeleri bekliyorlardı. Bir metre boyunda iki
taş, bir losilli kireç lası ve ikili bir mezar için Silezya mermerinden bir taş,
607
sanki Korneff tarafından elden çıkarılmışlar da yazıları hakkedecek işten anlar birini
gözler gibiydiler. Para reformunun ardından biraz çetin günler geçirmiş Taşçı Ustası
Korneff hesabına sevindim doğrusu. Ama daha o zamanlar şu bilgelik taşan düşünceyle
kendimizi avutmuştuk: Yüzü yaşama ne kadar dönük olursa olsun böyle bir para reformu
bile insanları ölmekten ve bir mezar taşı sipariş etmekten alıkoyamaz.
Bu görüşümüzün doğruluğu da anlaşılmıştı işle. İnsanlar ölüyor ve eskisi gibi mezar taşları
satın alınıyordu. Ayrıca para reformundan önce söz konusu olmayan siparişler geliyordu
KorııelPe. Kasaplar dükkânlarının cephe ve iç kısımlarını Lalın mermerinden panolarla
kaplattırıyor, savaştan hasar görmüş kumlası ve pamuktaşmdan duvarlar onarılarak
bankaların ve büyük satış mağazalarının yeniden gösterişli duruma kavuşması sağlanıyordu.
KornefPin hamarallığıyla ilgili olarak övücü sözler söyledim, bu kadar çok işin allından nasıl
kalktığını sordum. Oralı olmadı ilkin, sonra atölyede bazen dört elin çalışmasını arzu
elliğini açıkladı; nihayet bana bir öneride bulunarak, yanında yarım gün yazı hakkâklığı
yapabileceğimi söyledi; kireç laşma oyulacak yazılar için her harf başına 45 fenik, granil
ve yeşil mermer için 55 fenik veriyordu; kabartma yazılar için de altmış ile altmış beş
fenik ödeyecekti.
Bunun üzerine hemen bir fosilli kireç lasının başına geçtim; çok geçmeden işe koyulmuş,
harfleri oymaya başlamıştım. Aloys Küfcr doğ. 3.9.1887 öl. 10.6.1946 oluz harfi ve
ayrıca gereken rakamları en çok dörl saatle taşa hakketmiş, giderken anlaşmamız uyarınca
on üç mark elli feniği cebe indirmiştim.
Gözden çıkarmayı düşündüğüm aylık oda kiramın üçle biri kadar bir şeydi bu, Ilıtacağım
oda için kırk marktan fazla veremezdim ve vermek de islemiyordum; çünkü Bilk'teki evde
Maria'yı, Guste Kösler'i ve Kurt'u pek ahım şahım olmasa bile yine de maddi bakımdan
desteklemeyi görev edinmiştim kendime.
Akademinin öğrenci derneğindeki nazik kişilerce bana verilen
608
dörl adreslen Zeidler,Jülich Sokağı, numara 7yi başa aldım, çünkü buradan Güzel Sanatlar
Akademisi'ne pek fazla bir yol yoklu.
Mayıs başında, aşağı Ren bölgesinde görülen sıcak ve puslu bir havada, yeteri kadar
parayla donanmış olarak yola koyuldum. Maria elbisemi fırçalayıp ülülemişli, şık bir
görünüşüm vardı. Üçüncü kalında Bay Zeidler'in üç odalı bir dairesi bulunan ev tozlu bir
kestane ağacının arkasındaydı ve üzerindeki sıva yer yer tepsirip dökülmüştü. Jülich
Sokağı'nın rahat yarısını harabeler doldurduğu için, komşu ve karşı evlerden kolay kolay
söz açılamazdı. Solda üzeri yeşil ollar ve hindiba çiçckleriylc örtülmüş Tkirişlcrinden
oluşan tepe, bir zaman aynı yerde Zeidler'lerin evine bitişik dört kalh bir binanın
bulunduğunu tahinin yollu sezdiriyor, sağda ise ikinci kalına kadar onarımı yapılabilmiş,
galiba maddî olanaklar ondan ötesine elvennemiş yıkık bir bina görülüyordu; cilâlı İsveç
mermerinden cephesinde yer yer oyuklar ve çatlaklar vardı ve buraların da onarılması
gerekiyordu. "Defin Enstitüsü Schornemann" yazısında, hangileri olduğu arlık aklımdan
çıkan birçok harf eksikti. Üzeri hâlâ ayna gibi pürüzsüz granite kama biçiminde oyulmuş
iki palmiye dalı, bir şans eseri hâlâ sapasağlam duruyordu, yani enstitüye az buçuk bir
ruhanî hava verilmesine katkıda bulunabilirdi.
Yetmiş beş yıldan beri varlığını sürdüren bu defin enstitüsünün tabut deposu evin
avlusundaydı ve avluya bakan odamdan benim için sık sık seyre değer bir manzara
oluşturdu ilerde; güzel havalarda hepsi çok iyi bildiğim bir şekilde ayak ucuna doğru
daralan bu tabutlardan birkaçını sundurmadan çıkararak cilasını tazelemek için tahta
kütükler üzerine yalıran işçilerin çalışmalarını izledi Oskar, sık sık.
Zili çaldım, Bay Zeidler'in kendisi gelip açtı kapıyı. Ufak tefek, şişman, tıknefes ve
kirpimsi kapıda dikildi; kalın camlı bir gözlük vardı gözünde, yüzünün alt yarısını yumak
yumak sabun köpüğü örtmüştü, sağ elinde yanağına doğru bir fırça tutuyor, alkolik birine
ve konuşmasına bakılırsa bir Weslefalya'liya benziyordu.
609
"Odayı beğenmezseniz hemen söyleyin; işim var, tıraş oluyorum, sonra da ayaklarımı
yıkayacağım."
Merasimden hoşlanmayan bir adamdı, Zeidler. Odayı gördüm, beğeneceğim gibi değildi;
çünkü artık kullanılmayan, rahat yarısı turkuvaz yeşili çiniler, kalanı karmakarışık duvar
kâğıtlarıyla döşenmiş bir banyoydu burası. Ama ben yine beğendiğimi söyledim. Zeidler'in
yüzünde kurumakla olan sabun köpüğüne ve yıkanacak ayaklarına aldırmadan parmaklarımla
küveti tıklattım, bunu odadan çıkarmak mümkün değil mi acaba diye sordum, nasıl olsa
suyun akıp gitmesini sağlayacak bir boru falan yok dedim.
Gülümseyerek kirpiye benzeyen kır saçlı başını salladı Zeidler, boş yere elindeki fırçayla
yüzündeki sabunu köpürtmeye çalıştı ve soruma karşılık bütün cevabı bu oldu, dolayısıyla
ben de ayda kırk marka kiralamaya razı oldum.
Değişik renklerde boyanmış yarı cam kapıların açıldığı ve güçsüz bir lâmba tarafından
aydınlanan hortum biçimindeki koridora çıkınca, evde başka kimlerin oturduğunu bilmek
istedim Zeidler'den.
"Karım ve diğer kiracılar."
Koridorun orta yerinde, hol kapısına bir adım uzaklıktaki buzlu camdan bir kapıya
parmaklarımı dokundurdum.
"Ha orda mı? Bir Hemşire oturuyor. Ama size ne canım bundan. Zaten görmeyeceksiniz
kendisini. Yatmadan yatmaya gelir, o da her vakit değil."
Hemşire sözcüğünü işitince Oskar'ın vücudunun birden ürperdiğini söylemek istemiyorum
hani. Zeidler'in dediklerini başıyla onayladı Oskar, geri kalan odalar üzerinde bilgi
istemeyi göze alamadı, kendi banyolu odasıyla ilgili olarak bilgi sahibiydi yeteri kadar;
odası eve girince sağ kolda bulunuyor, geniş kapısıyla bütün koridoru kucaklıyordu.
Zeidler parmaklarıyla ceketimin yakasına vurarak: "Bir ispirto ocağınız varsa, odanızda
yemek de pişirebilirsiniz" dedi. "Ocak boyunuz için fazla yüksek gelmezse, aynı işi bazen
mul
610
fakta da yapabilirsiniz."
Oskar'ın boyu bosuyla ilgili olarak Zeidler'in ağzından çıkan jlk sözlerdi bunlar.
Akademiden aldığım ve Zeidler'in acele bir pöz gezdirdiği tavsiye mektubu da etkisini
göstermişti beri yandan, çünkü mektubun allında akademi direktörü Prof. Reuser'in imzası
bulunuyordu. Zeidler'in bülün isteklerine evci dedim, kabullendim bunları, mutfağın odamın
solunda bulunduğunu kafama iyice yazdım, çamaşırlarımı dışarda yıkatacağıma söz verdim,
çünkü Bay Zeidler su buharlarının duvar kâğıtlarına zarar vermesinden korkuyordu ve
nihayet ben de böyle bir sözü az buçuk bir kesinlikle verebilirdim, Maria çamaşırlarımı
yıkayacağını söylemişti nasıl olsa.
Eh, arlık gidip eşyalarımı getirebilirdim; ayrıca, bir evden bir eve taşınmada doldurulması
gereken belgeleri hazırlamam gerekiyordu. Gelgeldim yerinden hiç kımıldamadı Oskar,
evden bir türlü ayrılamıyordu. Hiç gereği yokken müstakbel ev sahibinden tuvaletin nerde
olduğunu bilmek isledi. Zeidler başparmağıyla savaş ve savaş sonrası yıllarını anımsatan
kontrplak bir kapıyı gösterdi. Oskar tuvalete hemen girecekmiş gibi yapınca, yüzündeki
sabun pul pul olup kaşınmaya başlayan Zeidler ışığı yaktı.
Tuvalete girince içerledim; çünkü ne küçük, ne de büyük aplesliıni yapmak için bir
gereksinim duyuyordum. Ama biraz işeyinceye kadar inatla bekledim, üzerine oturulacak
yuvarlak tahta simidi ve çini döşeli yeri ıslatmamak için birazcık sidiği dışarı atarken
dikkatli davranmam, kendimi zahmete koşmam gerekiyordu; çünkü tahta simide çok yakın
bulunuyordum. Oturula oturula eskimiş çerçevedeki sidik lekelerini mendilimle
uzaklaştırdım sonradan, çini döşeme üzerine damlamış birkaç damlayı da Oskar'ın
ayakkabılarının pençeleri ileri geri hareket ederek silip attı.
Yüzündeki sabun tatsız bir şekilde soğuyup sertleşen Zeidler, ben tuvaletteyken aynanın
karşısına geçerek sıcak suyla sabunu köpürlmeyi akıl etmemiş, koridorda beni beklemişti;
adamı anlaşılan şaşırtmıştım. "Siz de ne malın gözüymüşsünüz ya!" dedi.
611
"Daha kira andlaşmasını imzalamadan, yallah tuvalete!"
Üzeri sabun köpüğünden kabuk bağlamış soğuk tıraş fırçasıyla bana yaklaştı, mutlaka kötü
bir şaka tasarlıyordu kafasında; ama sonra bana ilişmeden kapıyı açlı. Oskar geri geri
yürüyerek Kirpi'nin yanından geçti; bir gözünü Kirpi'dcn ayırmayarak oradan sıvışıp
merdivene çıkarken, tuvaletin, mutfak kapısıyla o cam kapının, yani bir hemşirenin arada
bir geceyi geçirdiği oda kapısının arasında bulunduğunu yazdım kafama.
Oskar ikindi sonu elinde bavulla ve hazırlanmış belgelerle yeniden Zeidler'kapısını çaldı.
Madonna ressamı Raskolnikoff'un bir armağanı olan yeni trampeti bavulundan sarkıyordu;
bu arada tıraş olup, ayaklarını da herhalde yıkamış olan Kirpi, beni alıp oturma odasına
götürdü.
Soğumuş sigara dumanı kokuyordu oda. Birçok kez sönüp ateşlenmiş sigaralar kokuyor,
ayrıca odanın köşelerinde rulolar halinde üst üste yığılmış duran belki değerli halıların
salgıladığı buharlar bu kokuya karışıyordu. Beri yandan burnuma bir eski takvim kokusu
geldi, ama ortada bir takvim göremedim, bu kokuyu salan halılar olacaktı. Ne luhafsa deri
kaplı kolluk ve sandalyelerin bir koku çıkardığı yoklu. Bu, düş kırıklığına uğrattı beni; çünkü
şimdiye kadar bir maroken koltukta hiç oturmamış Oskar'ın kafasında deri koltuk ve
kanepelerin koku salgıladığına ilişkin öylesine sarsılmaz bir kanı vardı ki, Zcidler'lerin
koltuk ve sandalyelerinin kaplamasından şüphelendim ve bunlara sunî deri gözüyle bakmaya
başladım.
Pürüzsüz, kokusuz ve sonradan anlaşıldığına göre hakikî deri koltuklarından birinde Bayan
Zeidler oturuyordu. Üzerinde kendisine pek de fazla yakışmayan gri renkle spor bir
kostüm vardı. Etekliği dizi üzerinden gerilere kaymış, kombinezonundan üç parmak
genişliğinde bir kısım açığa çıkmıştı. Bayan Zeidler kayan etekliğini düzeltmediğinden,
ayrıca Oskar'ın fark eder gibi olduğuna göre gözlerinde ağlamış bir ifade bulunduğundan,
bir konuşmayla kendimi takdim etmeye cesaret edemedim, Bayan Zeidler'in önünde bir
şey söylemeden eğildim sadece. Daha
612
tamamen doğrulmamıştım, ki, kısa kısa öksürür gibi yaparak başparmağının bir harekeliyle
karısını bana tanılan Bay Zeidler'e döndüm yine.
Büyük ve kare biçiminde bir odaydı. Evin önündeki kestane ağacı içerisini kararlıyor, odayı
büyülıüp küçültüyordu. Bavulla trampetimi kapının yanıbaşma bırakıp, elimde doldurulmuş
belgeler, iki pencere arasında dikilen Bay Zeidler'e yaklaştım. Kendi ayak seslerini
işitmiyordu Oskar, çünkü sonradan saymak fırsalı bulduğuma göre dört halı üzerinde
yürüyordu; boyutları gittikçe küçülerek üst üste uzanıyor halılar, değişik renkte saçakları
ve saçaksız kenarlarıyla rengârenk bir merdiven oluşturuyorlardı; merdivenin alt basamağı
duvarın hemen kenarında kırmızıkahvcrenği başlıyor, yeşil denebilecek bir sonraki
basamak ise ağır bir büfe, içinde düzinelerle likör kadehçiği bulunan bir cam dolap ve
karıkocanın geniş yatağı gibi daha çok mobilyalar allında kalıyor, ortada görünmüyordu.
Derken mavi renkle olup üzeri desenli üçüncü halı seçiliyor, boylu boyunca görülebilir
biçimde odanın bir köşesinden öbür köşesine uzanıyordu. Şarap kırmızısı dördüncü kadife
halıya da, koruyucu bir muşambayla kaplı açılıp kapanır masayı ve üzerinde düzenli aralarla
tutturulmuş perçinler görünen dört deri sandalyeyi taşımak görevi düşüyordu.
Aslında duvar halısı denemeyecek daha bir sürü başka halı duvarları süsleyip, ayrıca
odanın köşelerinde avare bekledikleri için, Oskar, Kirpi'nin para relormundan önce halı
ticareti yapan biri olduğunu, reformdan sonra da halıların satılmayıp elinde kaldığını
düşündü.
Tek resim olarak pencerelerin bulunduğu duvarda şarkvâri bir hava uyandıran seccadeler
arasında İmparator Bismark'ın camlı bir portresi asılıydı. Gövdcsiyle bir deri koltuğu
doldurarak Şansölye Bismark'ın altında oturuyordu Kirpi, Bismark'a bir bakıma da
benzemiyor değildi. Doldurulmuş belgeyi elimden çekip alarak her iki yüzünü de uyanık ve
eleştiren bir edayla, beri yandan sabırsızlıkla gözden geçiriyordu ki, karısının eksik, yanlış
bir şey
613
var mı diye fısıldayarak sorması üzerine bir öfke nöbetine kapıldı ve bu nöbet onu yavaş
yavaş demirden şansölyenin yakınına itti. Maroken koltuk içinden tükürüp altı Bay
Zeidler'i. Bay Zeidler dört halının üzerinde dikilmeye başladı, benden aldığı belgeyi yana
doğru uzatmıştı, kendi içini ve yeleğini havayla doldurdu, sonra bir sıçrayışta birinci ve
ikinci halının üzerine gelip durarak elindeki dikişin üzerine eğilmiş karısını söz yağmuruna
tuttu: "Kendisine sorulmadan konuşacak biri varsa, o da benim burada, yalnız ben, yalnız
ben! Anlaşıldı mı!"
Bayan Zeidler en ufak bir söz söylemeyerek, elindeki iğneyi dikiş üzerinde hareket
ettirdiğinden, zıvanadan çıkmış halde ayakları halıları döven Kirpi için yapılacak şey,
öfkesinin çın çın ölüp yavaş yavaş geçmesini sağlamak, bunu da inandırıcı bir hava
içerisinde yapmaktı. Dolayısıyla bir adımda büfenin önüne geçip durdu, kapağı açtı,
şangırtılı sesler işitildi; gergin parmaklarıyla sekiz likör kadehini dikkatle kavrayıp, yüklü
ellerini bir ziyana yol açmadan büfeden çıkardı; ufak adımlarla, yeni konuğunu ve kendisini
bir maharet gösterisiyle eğlendirmek isteyen biri gibi yeşil fayans kaplı sobaya yürüdü,
birden bütün ihtiyatı ve dikkati bir yana bırakarak ellerindeki sırçadan yükü sobanın
dökme demirden soğuk kapağına doğru fırlattı.
Şaşılacak bir şey varsa, likör kadehlerini fırlatıp atarken, Kirpi'nin, ayağa kalkıp sağdaki
pencereye yaklaşarak iğneye iplik geçirmeye çalışan karısından gözlüklü gözlerini
ayırmayışıydı; oysa yaptığı iş hedefe iyi nişan almasını gerektiriyordu. Kadehleri kırıp
döktükten bir saniye sonra da, serinkanlı bir elin varlığım ortaya koyan çetin bir
denemenin üstesinden geldiği görüldü. Karısı pencerenin başından dönüp sıcak kolluğuna
olurmuş, yeniden kostümünün elekliği geriye kayarak kombinezonunun üç parmak
genişliğindeki bir kısmı açığa çıkmıştı. Karısının pencereye gidişini, iğneye iplik geçirişini
ve geriye dönüp gelişini, belden yukarısını ileri doğru verip alaylı bir edayla, ama yine de
bir teslimiyet havası içinde izlemişti Kirpi. Karısı oturur oturmaz sobanın arkasına uzandı,
bir faraşla bir el süpürgesi alarak cam kı
614
rıklarım süpürüp bir araya topladı; süprüntüyü zaten yarısı likör kadehi parçalarıyla dolu
olup bir üçüncü kez öfkeyle kalkılıp kırılacak kadehler için yer bulunmayan gazetenin
üzerine boca etti.
Hani Oskar, kadehleri kırıp döken Kirpi'de yıllar yılı camların canına okumuş kendisinin
aksini gördü diyecek okuyucularımı büsbütün haksız sayamayacağım; nihayet ben de bir
zamanlar öfkemi cam parçalarına dönüştürmekten hoşlanmışlım; ama kimse beni faraş ve
el süpürgesi gibi şeylere uzanırken görmemişti.
Bay Zeidler öfkesinin bütün izlerini ortadan kaldırdıktan sonra, dönüp kolluğuna olurdu; iki
elini büfeden içeri uzatırken düşürdüğü belgeyi yeniden alıp kendisine uzattı, Oskar.
Bay Zeidler belgeyi imzalayıp, evinde gürültü patırtı istemediğini açıkladı; yoksa nereye
varır işin sonu dedi; nihayet on beş yıldır mümessillik, saç kesme makinelerinin
mümessilliğini yapıyordu; saç kesme makinesi, bunun ne demek olduğundan haberim var
mıydı!
Evet, bir saç kesme makinesinin nasıl şey olduğundan haberi vardı Oskar'ın, eliyle havada
açıklayıcı birkaç hareket yaptı, bundan Zeidler benim saç kesme makineleri konusunda
bilgi sahibi olduğumu çıkarabilirdi. Düzgün kesilmiş saçları, Zeidler'in saç kesme
makinelerinin iyi bir temsilcisi olduğunu kanıtlıyordu. Bana izlediği çalışma sistemini
anlattıktan sonra bir hafta sağa sola geziler yapıyor, ardından iki gün evde kalıyordu
Oskar'la hiç ilgilenmez oldu, açık kahverengi, gıcırdayıp duran kollukta kirpimsi sallanmaya
başladı, gözlüklerinin camları çakıp çakıp söndü, yerli yersiz evet evci, evet evet diye
söylendi; eh, bu durumda da gitmek düştü bana.
İlkin Bayan Zeidler'e Allahaısmarladık dedi Oskar. Kadının soğuk, kemiksiz, ama kuru bir
eli vardı. Daha ben kendisine yaklaşmadan, koltuğundan tamam! tamam! der gibi işaret etli
Kirpi; eşyalarının önünde durduğu kapıyı gösterdi Oskar'a. Tam ben eşyalarımı eğilip
almıştım ki, sesini işittim: "Bavuldan sallanıp duran o zımbırtı da ne öyle?"
615
"O mu? Benim trampetim." "Demek burada trampet çalacaksınız öyle mi?" "Çalmam şart
değil. Eskiden sık sık çalardım." "Benim için bir sakıncası yok, çalın islerseniz, nasıl olsa
ben evde bulunmuyorum."
"Bir daha trampet çalmanı uzak bir ihtimal." "Peki ama, ne diye böyle bücür kaldınız, ha?"
"Bir kaza işte; düştüm, büyüyemedim bir daha." "Öyle sara nöbetleriyle falan başımı
ağrıtmaya kalkayım demeyin sakın!"
"Bu son yıllar sağlık durumum gittikçe düzeldi. Buyrun bakın isterseniz, o kadar esnek bir
vücudum var ki!" Bunun üzerine cephe itiyatrosu günlerinden öğrendiği birkaç sıçrama
numarasında ve âdeta akrobatik bir gösteride bulundu Oskar; Bayan Zcidler'i kıkır kıkır
güldürdü; Bay Zeidler'i ise, kendisi koridora çıkarak, hemşirenin buzlu camdan kapısıyla
tuvaletin ve mutfak kapısının önünden geçip trampetli bavuluyla odasına girdiğinde hâlâ
ellerini kalçalarına vura vura gülmesini sürdüren bir kirpiye dönüştürdü.
Mayısın başıydı o zamanlar. O gün bugün hemşirelerdeki büyü beni ayarllı, bana el koydu,
beni ele geçirdi: Hemşireler beni hasla, belki de onmaz bir hasta yaptı; çünkü bülün olup
bitenleri geride bıraktığım bugün bile bakıcım Bruno'nun sözlerine itiraz ediyorum;
bakıcım Bruno dosdoğru şu savı ileri sürüyor çünkü: Gerçekte yalnız erkekler hastaya
bakabilir, hastaların kendilerini bayan bakıcılara baktırma lutkuları da yine bir hastalık
belirtisidir, erkek hastabakıcı gerçeklen zahmetlere katlanarak hastasına bakar; bazen
kadın bakıcılar hastalarını şifaya kavuşturmak islerken kadınlara özgü yoldan yürür,
hastalarını başlan çıkarıp iyi olmaya ya da ölmeye götürür, ölüme hafif erotik bir çeşni
katar, leziz bir duruma sokar onu.
Kendisine istemeyerek hak verdiğim bakıcım Bruno işle bu görüşle. Benim gibi birkaç yılda
bir hemşireler aracılığıyla yaşadığının doğrulanmasını bekleyen bir kimse, elbet minnettar
his
616
setmez kendini böyle bir görüşlen ölürü; sempatik bile olsa şuralı asık bir erkek
hastabakıcının meslekî nedenlere dayanan bir haset duygusuyla kalkıp, hemşirelerini
elinden almasına kolay kolay göz yummaz.
Üçüncü doğum günümde kiler merdiveninden düşüşümle başladı. Galiba Lottc'ydi o zamanki
hemşirenin ismi ve Praust'luydu. Sonra da Dr. Hollalz'ın muayenehanesindeki lnge
Hemşire; yıllar yılı kopamadım kendisinden. Polonya Postanesi'nin savunulmasından sonra
da birden çok hemşireye gönlümü kaptırdım. Ama yalnız bir ianesinin adı kaldı aklımda:
Erni Hemşire ya da Berni Hemşire. Sonra Lüneburg'la ve HannoverÜniversile Kliniği'ndeki
isimsiz hemşireler, Düsseldorf Hastancsi'ndeki hemşireler, hepsinin başında Gerlrud
Hemşire. Ama bir hastaneye yalmama gerek kalmadan yine gelip beni buldu derken; sağlığı
tamamen yerindeydi Oskar'nı, Zcidler'lerin evinde kendisi gibi kiracı bir hemşireye
tutuldu. Ve o gün bugün dünya hemşirelerle dolu olarak gözüme görünmeye başladı.
Sabahleyin erkenden KornelPin atölyesine kitabe yazılarını hakketmeye gidiyor, tramvaya
Meryem Ana Hastanesi durağından biniyordum. Hastanenin tuğladan örme ana kapısının
önünde ve çiçekten geçilmeyen ön avlusunda hep gelip giden hemşireler görülüyordu:
Yorucu iş saatlerini geride bırakmış ya da yorucu mesailerine koşan hemşireler. Vasıtaya
biniyor, bu çalışmaktan bitkin düşmüş, en azından yorgun bakışlı hemşirelerle çok vakil
isler islemez aynı tramvayda yolculuk ediyor, aynı peronda bekliyordum. Başlangıçla
kokuları tiksinti veriyordu bana, ama çok geçmeden bu kokular beni kendilerine çekti;
hemşirelerin yanıbaşma, hatta üniformalı vücutlarının arasına girip dikilmeye başladım.
Evel, sonra da Yakarış Yolu. Hava iyi oldu mu dışarda, sergilenmiş mezar taşları arasında
hakkediyordum yazıları; ikişer ikişer, dörder dörder geldiklerini görüyordum; boş
saatlerini geçiriyor, Oskar'ı üzerinde çalıştığı yeşil mermerden başını kaldırmaya, elindeki
işi savsaklamaya zorluyorlardı, her başımı kaldırmam ise bana yirmi fenik'e patlıyordu.
617
Sonra da sinema afişleri: Almanya'da öteden beri hemşire rolüne yer verilen filmler eksik
olmamıştır. Maria Schell beni sinemalara çekiyordu; filmlerde bir hemşire üniforması
giyiyor, gülüyor, ağlıyor, büyük bir özveri duygusuyla hastalara bakıyor, gülümseyerek,
başında hemşire kepi, ağır müzik parçaları çalıyor, derken umutsuzluğa kapılıyor ansızın,
kombinezonunu nerdeyse parçalayaeak gibi oluyor, canına kıymak için yaptığı bir
denemeden sonra sevdiği erkeği feda ederek doktor rolünde Borsche hemşirelik
mesleğine sadık kalıyor, yani hemşire kepiyle Kızılhaç broşunu muhafaza ediyordu.
Oskar'ın küçük beyniyle büyük beyni gülerek filmin hikâye örgüsüne boyuna birtakım
muziplikler katarken, Oskar'ın gözleri yaşlar döküyordu; beyazlar giyinmiş isimsiz
Samarit'lerin* meydana getirdiği bir çölde, gözlerim yarı kör, şaşkın dolaşıyor,
Zeidler'lerin evinde buzlu cam kapı arkasındaki odanın kiracısı Drothea Hemşire'yi
arıyordum.
Gece nöbetlerinden geldiğinde bazen ayak seslerini işitiyordum Drolhea Hcmşire'nin.
Ayrıca gündüz mesaisi bilip akşam dokuza doğru eve, odasına döndüğünden haberim
oluyordu. Koridorda Drothea Hemşirenin ayak sesini duyduğu vakit hep sandalye üzerinde
oturup kalmıyor Oskar, çokluk kapının tokmağiyla oynuyordu; çünkü kim katlanır böyle bir
duruma? Önünden bir şey geçtiği zaman, kim kaldırıp bakmaz başını? Bitişik odadaki bütün
sesler, sakin sakin oturanları yerlerinden sıçratıp kaldırmaktan başka bir amaç taşımaz
görününce, kim daha fazla oturur sandalyede?
Sessizliğe gelince, daha fenaydı. Hani böyle olduğunu o pasif ve sessiz tahta kalyon
heykelinde de görmüşlük. Müzenin ilk bekçisi al kanlar içinde yerde yalar bulunmuş, adamı
Niobe'nin öldürdüğü söylenmişti. Bunun üzerine müze müdürü yeni bir bekçi aramıştı,
çünkü kapanamazdı müze. İkinci bekçi de ölünce, yine Niobe öldürdü onu diye sesler
yükselmişti. Ama bu kez
* Samaritler : Aslında Samaria adındaki bir ülkenin sakinleri; bugün, Lukas'ın İncil'deki
bir benzetisine dayanılarak başkalarından, özellikle hastalardan yardımını esirgemeyen
kimselere verilen ad. (Ç.N.)
6IX
ınüze müdürü bir üçüncü bekçi bulmakta güçlük çekmişti yoksa on birinci bekçi miydi?
kaçıncı olursa olsun, farketmez. Günlerden bir gün, binbir zahmetle bulunan bir bekçi de
öbür dünyayı boylamış ve yine sesler yükselmişti: Niobe, yeşil Niobc, kehribar gözlü
Niobe, tahtadan ve üryan, vücudunda bir kımıldanma görülmez, üşümez, terlemez, nefes
almaz, tahta kurtlan bile yoktur içinde, çünkü söz konusu kurtlara karşı ilaçlanmıştır,
değerli ve tarihî bir eserdir çünkü. Niobe yüzünden bir cadı ateşte yakılmış, heykeli oyan
heykeltıraşın yetenekli eli koparılmıştı; gemiler batmış, ancak Niobe yüzerek kurtulmasını
başarmıştı. Niobe tahtadandı, ateşe dayanıklıydı; öldürüyor, ama kendisine bir şeycik
olmuyordu. Sessizliğiyle lise son sınıf öğrencilerinin, yüksek okul öğrencilerinin sesini
soluğunu kesmişti. Dostum Herbert Truczinski, Niobe'yc atlayıp suyunu akıtmıştı; ama
Niobe kuru kalmış ve büyümüştü sessizliği.
Drolhea Hemşire sabahın pek erken saatinde, aşağı yukarı saai allıya doğru odasından çıkıp
koridoru geçerek Kirpi'nin evinden çıkıp gittikten sonra, ortalık pek sessizleşiyordu; oysa
evdeyken hiç gürültü de yapmış olmuyordu Drothea Hemşire. Oskar, söz konusu sessizliğe
katlanabilmek için ara sıra yatağını gıcırdatıyor, bir sandalyeyi yerinden oynatıyor ya da
bir elmayı alıp banyoya doğru yuvarlıyordu.
Aşağı yukarı saat sekiz sularında bir çılıriı duyuluyordu. Getirdiği mektup ve kartları
kapıdaki mektup deliğinden koridorun zemini üzerine bırakıyordu postacı. Bayan Zeidlcr
Manncsmann firmasında sekreterlik yapıyor, mesaiye dokuzda başlıyor, dolayısıyla
kendisinden önce hareket etmeme fırsat veriyordu; herkesten önce çıtımdan yana yola
koyuluyordu Oskar. Bayan Zeidler'in ayak seslerimi işittiğini biliyor, yine de yavaş olmaya
çalışıyordum; düğmeyi çevirip ışığı yakmak zorunda kalmamak için odamın kapısını açık
bırakıyor, gelen bütün postayı uzanıp alıyor, Maria'nın haftada bir yollayarak kendisinden,
oğlum Kurt'lan ve kızkardeşi Gusle'den temiz bir el yazısıyla haberler ilettiği meklup
varsa aralarından çekip pijamamın cebine soku
619
yor, sonra geri kalan postaya çarçabuk bir göz atıyordum. Zeidler'lere ya da koridorun
öbür başında oturan Münzer adındaki bir baya gelen bir şey varsa, yere çömerek gerisin
geri usulcacık koridorun üzerine bırakıyordum; Drothea Hemşire'ye gelen bir şey varsa
elimde evirip çeviriyor, kokluyor ve her şeyden önce kimin gönderdiğini anlamak
istiyordum.
Gerçi seyrek olarak, ama benden çok mektup alıyordu, Drothea Hemşire. İsmi bütünüyle
Drothea Köngellcr'di, ama ben sadece Drothea Hemşire diyor, zaman zaman soyadını
unutuyordum, ama soyadı da bir hemşirede nihayet büsbütün gereksiz bir şeydir.
Hildesheim'daki annesinden mektuplar, Balı Almanya'daki çeşitli hastanelerden mektup ve
kartlar alıyor Drothea Hemşire, hemşire okulunda beraber okuduğu arkadaşları kendisine
mektuplar ve kartpostallar yolluyordu. O da kartpostallar yazarak meslekdaşlarıyla
arasındaki ilişkiyi zar zor ve ağır aksak ayakla tutuyor, Oskar'ın kaçamak yollu sapladığına
göre mcslekdaşlarından saçma sapan ve salakça cevaplar alıyordu.
Ama ön taraflarında çokluk sarmaşıklarla sarılmış hastanelerin cepheleri görülen
kartpostallar, Drothea Hemşire hakkında bana yine de bazı şeyler öğretmişti: Drothea
Hemşire bir süre Köln'deki Vinzenl Hastanesinde, Achen'daki bir özel klinikte, ayrıca
Hildesheim'da çalışmıştı; annesi de nitekim Hildesheim'dan mektuplar yolluyordu; demek
oluyor ki, ya Aşağı Saksonya'hydı ya da Oskar gibi Doğu'dan kaçmış ve savaştan az sonra
Hildeshcim'a gelip yerleşmişti. Ayrıca Drolhea Hcmşire'nin pek yakındaki Meryem Ana
Hastanesi'nde çalıştığını öğrenmiştim; Bealc Hemşire adında yakın bir dostu vardı
anlaşılan, çünkü gelen birçok kartpostalda bu dostluğa ilişkin sözler bulunuyor, Beaie
Hemşire için de selamlar yollanıyordu.
Drolhea'nm bu arkadaşı beni tedirginliğe sürüklemişti beni. Oskar bu arkadaşla ilgili
düşünceler geçiriyor kafasından, Beale'ye mektuplar kaleme alıyor, bir mektupla Drothea
Hemşire'nin nezdinde Beate'dcn şefaat ricasında bulunuyor, bir sonraki mektupta ise
Drolhea'yı sükûtla geçiştirip ilkin Beate'yı kafeslemek,
620
sonra da buradan onun arkadaşı Drothea Hemşire'ye kancayı atmak istiyordum. Beş, allı
meklup taslağı yapmıştım böyle, birkaç mektubu da yazıp zarfiamıştım; mektupları posta
kutusuna götürüyor, ama hiçbirini almadan geri dönüyordum.
Belki de günün birinde, çılgınca davranışlarım göz önüne alınırsa, böyle bir mektubu
gerçeklen Beale'ye yollayabilirdim; ne var ki bir pazartesi Maria patronu Slenzel'le
kırıştırmaya başlamıştı, ama ne tuhafsa hiç umursadığım yoktu bu ilişkiyi o mektubu
buldum koridorda; sevgiden yoksun olmayan lulkum kıskançlığa dönüşlü. Zarf üzerindeki
elle yazılmış olmayıp basılı gönderici adresinden, mektubu Meryem Ana Hastanesi
doktorlarından Erich Werner adında birinin yolladığını anlamışımı. Salı günü bir ikinci
meklup geldi. Üçüncü mektubu ise perşembe günü getirdi beraberinde. Nasıl bir gündü bu
perşembe? Oskar odasına dönmüş, bir mutfak iskemlesi üzerine bırakmış kendini,
pijamasının cebinden Maria'nm haftalık mektubunu çıkarmış yeni sevgilisine rağmen Maria
yine düzenli olarak, temiz temiz, hiçbir haberi sükûtla geçiştirmeden mektuplar yazmaya
devanı ediyordu, hatta zarfı açmıştı; mektubu hem okuyor, hem okumuyordu. Derken
Zeidler'in koridora çıktığını işittim, sonra da sesi geldi kulağıma; Bay Münzer diye
sesleniyor, ama Bay Münzer cevap vermiyordu; ama evde olmalıydı ki Bayan Zcidler
odasının kapısını açarak mektubu uzattı ve ne diye böyle yaparsınız falan gibi söylenmeye
başladı.
Daha konuşması devam ederken Bayan Zeidler'in sesi kaybolup gitmişti kulaklarımdan.
Kendimi bir cinnetin ellerine bırakmıştım; dikey, yatay, köşegen bir cinnetin, yaylar çizen,
binlerce kez büyüyen bir cinnetin; kendimi Bay Malzeralh olarak buldum bir ara; bütün
aldatılmışların o kuşkuluınidevî ekmeğini yedim Malzeralh olarak, Jan Bronski'mi güçlük
çekmeden eciş bücüş hatlarla ve şeytanî bir makyajla donatıp bir ayartıcı kılığına soktum,
Jan Bronski ilkin kadife yakalı o geleneksel pardesüyle çıktı ortaya, sonra Dr. Hollatz'ın
önlüğünü kuşandı, daha sonra da Operatör Dr. Werner kılığında boy göstererek baştan
çıkarmaya,
621
mahvetmeye, kirletmeye, incitmeye, dayak almaya, işkencede bulunmaya, başlan
çikarıcılığın kandırıcı olması için gereken bütün eylemleri gerçekleştirmeye koyuldu.
O zamanlar Oskar'ın rengini soldurup onu cinnete sürükleyen fikri anımsadıkça
gülümseyesim geliyor: Tıp öğrenimi yapmak isteği uyanmıştı içimde, hem de elden geldiği
kadar çabuk. Doktor olmak isliyordum, hem de Meryem Ana Hastanesi'nde Dr. Werncr'i
hastaneden kovacak, onu kepaze edip beceriksizlikle, halta bir gırtlak ameliyatında
gösterdiği ihmalden ölürü ölüme yol açmakla suçlayacaktım. Dr. Werner denen adamın asıl
doktorlukla bir alıp vereceği olmadığı orlaya çıkacaktı böylelikle; savaşta bir sahra
hastanesinde çalışmış, orada birkaç bilgi edinmiş bir adamdı Dr. Werner, ve bu şarlatan
adam, hastaneden uzaklaştırılacaktı. Ve Oskar başlabibliği eline alacak, bu kadar genç
olmasına karşın sorumluluk isleyen bir işin başına geçecekti. Yeni bir Sauerbruch* olarak,
yanında ameliyat hemşiresi Drothea, çevresinde beyaz giysili maiyeti, çın çın öten
koridorlarda yürüyecek viziteye çıkacak, en son anda şu ya da bu ameliyata karar
verecekti. — Ne iyi oldu da, asla çevrilmeden kaldı bu filin.
* Sauerbruch, Ernst Ferdinand (doğ. 1875, öl. 1951) : Ameliyatlarındaki çabukluk ve
gûvenliliklc, ayrıca tüberküloz ve cerrahi alanlardaki diğer çığır açıcı çalışmalarıyla ün
salmış bir operatör. (Ç.N.)
622
GARDIROPTA
Hani hemşirelerden başka hiç kimse Oskar'ın yanına yaklaşamıyordu sanılmasın. Nihayel
çalıştığım bir iş vardı. Akademide yaz sömeslresi başlamış, tatildeki hakkaklık işini
bırakmak zorunda kalmıştım, çünkü arlık iyi para karşılığında sessiz durması gerekiyordu
Oskar'ın, eski sanat üsluplarının değeri Oskar üzerinde ortaya konacaktı, ayrıca benimle
Sanal Perisi Ulla üzerinde yeni üsluplar deneniyordu; bizi somurtkanlığımızdan sıyırıyor,
bizden el çekiyor, bizi yadsıyorlar, tuvallere ve resim kâğıtlarına çizgiler, dörtgenler,
helezonlar gibi duvar kâğıtları üzerine yakışacağı kuşkusuz ezbere şeyler çiziktiriyor,
Oskar ile Ulla'dan başka her şeyi içeren, sadece esrarengiz gerilimin bulunmadığı
harcıâlem desenlere "Dikine Örgü", "Zaman Üzerinde Şarkı", "Yeni Odalarda Kırmızı" gibi
çığırtkan isimler veriyorlardı.
Bunu henüz doğru dürüst resimlerin üstesinden gelemeyen ilk sömcstrclerdeki öğrenciler
yapıyordu en çok. Prof. Kuclıen ile Maruhn'un çevresindeki eski dostlarım, o parlak iki
öğrenci Zicğe ile Raskolnikoff, soluk çiziklirmeler ve cılız çizgilerle yoksulluğa övgü
döşenmeyecek kadar karadan ve renkten yana zengin bulunuyorlardı.
Dünyevileşliği zaman, ticarel konusu sanal eserlerine bayılan Sanat Perisi Ulla, yeni duvar
kâğıtlarına o kadar ısınmıştı ki, kendisini lerkeden Ressam Lankes'i çarçabuk unutup,
Mcitel adında yaşlıca bir ressamın çeşitli büyüklükteki dekorasyonlarını hoş, neşeli,
eğlendirici, fantastik, muazzam, hatla nefis buldu. Onun,
623
pek cici Paskalya yumurtaları gibi biçimleri yeğleyen bu sanatçıyla hemen nişanlanması
fazla bir anlam taşımıyor hani; çünkü Ulla'nın ilerde de sık sık nişanlanacak fırsatlar geçti
eline ve şu anda da evvelsi gün beni dolaşmaya gelip, benimle Bruno'ya yine şekerleme
getirdiğinde çıtlattı o her zamanki deyişiyle ciddî bir bağlanmanın arilesinde bulunuyor.
Sömestre başlangıcında sanat perisi Ulla'nın, ne yazık ki körlüğünü asla terketmediği o
yeni yönden başka bir tarafa poz verdiği yoklu. Paskalya yumurtalarının ressamı Meilcl
onun içine bu kurdu düşürmüş, ona nişanlık hediyesi olarak öyle bir kelime hazinesi
sunmuştu ki, Ulla benimle sanat konulan üzerinde konuşurken bu hazineye el atıyor,
bildirilerden, pozisyonlardan, vurgulamalardan, perspektiflerden, çağıl çağıl
strüktürlerden, erime süreçlerinden, erozyon görüntülerinden söz açıyordu. Bütün gün
muz yeyip domates suyu içen Ulla ilk hücrelerden, renk atomlarından dem vuruyordu; öyle
atomlar ki, dinamik bir yassılık içerisinde kendi güç alanlarında doğal durumlarını bulmakla
kalmayarak bunu... Modellik yaparken verilen molalarda, bazen da Rallingcr Caddesi'ndeki
bir kahvede Ulla işle böyle konuşuyordu benimle. Hatta o dinamik Paskalya yumurtaları
rcssamıyla nişanlandığından ortada eser kalmadığı, bir sevici kadınla kısa bir süre düşüp
kalktıktan sonra yeniden Prof. Kuchen'ın bir öğrencisine ve dolayısıyla maddî dünyaya
döndüğü zaman bile, o sözcük hazinesinden el çekmedi; bu hazine onun küçük yüzünü o
kadar yordu ki, sanal perisinin ağzının çevresinde biraz fanatik iki çukur belirdi.
Sanal Perisi Ulla'yı hemşire olarak Oskar'm yanıbaşma oturtmanın sadece Raskolnikof'un
kafasından çıkmış bir buluş olmadığını itiraf etmek islerim hani. Madonna 49'dan sonra
Raskolnikoff bizi "Avrupa'nın Kaçırıhşı*" tablosunda canlandırmıştı ve buradaki boğa
bendim. Biraz tartışmalı bu tablonun hemen arka
* Avrupa (Europa): Yunan mitolojisinde Fenike Kralı Agcnor'un kızı; Zeus bir boğa kılığına
girerek Europa'yı kaçırıp Kıbrıs'a gölûrür; Zeus ile Europa'nın birleşmesinden Ninos ve
Radamanthys adlarında iki çocuk dünyaya gelir.CÇ.N.)
624
sından da söz konusu resim yapıldı. Hemşirc'yi iyi eden palyaço.
Benim ağzımdan çıkan bir sözcük, Raskolnikoffun hayal gücünü ateşlemişti. Kasvetli, kızıl
saçlı, kurnaz, bir hayli düşünüp taşınan Raskolnikoff derken fırçalarını yıkamış, ısrarlı
bakışlarla UUa'yı süzerken suç ve cezadan söz açmış, Oskar da kendisine suçu bende,
cezayı Ulla'da görmesini öğülicmişli; benim suçum besbelli ortadaydı, eczaya da bir
hemşirenin üniforması giydirilebilirdi.
Mükemmel tablonun ilerde başka bir işim, yanıltıcı bir isim taşıması Raskolnikoffun
yüzündendir. Ben olsam, "Ayartı" adını verirdim ona;çünkü tabloda sağ elim bir tokmağı
kavrıyor, bir hemşirenin beklediği odanın kapısını açıyordu. Ama Raskolnikoffun tablosuna
isimle "Kapı Tokmağı" da denebilirdi; hani ayartı için yeni bir isim bul deseler, kapı
tokmağı ismini tavsiye ederdim; çünkü o ele gelmeye hazır çıkıntı ayartılmayı bekliyor,
çünkü Hemşire Drothea'nın odasının buzlu cam kapısındaki tokmak, Kirpi'yi ticarî gezide,
Hemşire Drolhea'yı hastanede ve Bayan Zeidler'i ise Manııcsmanıı firmasmdaki bürosunda
bildiğim bütün günler, tarafımdan ayartılmaya çalışılıyordu. Söz konusu günlerde, Oskar,
suyu akıtacak bir borusu bulunmayan banyolu odasından ayrılıp koridora çıkıyor, Hemşire
Drothea'nın odasının önüne gelip duruyor, elini uzatıp tokmağı kavrıyordu.
Aşağı yukarı temmuz ortasına kadar hemen her gün bu deneyi tekrarladım, ama kapı
açılmayı bilmedi bir türlü. Bundan böyle Drolhca Hemşire'ye sorumluluk isleyen mesleği
dolayısıyla kendisini öylesine tertipliliğe alıştırmış bir kimse gözüyle bakmaya başladım ki,
onun bir gün dalgınlıkla kapıyı açık bırakabileceğinden umudu kesmek yerinde bir davranış
gibi geldi bana. Bu yüzden, günün birinde kapıyı açık bulunca, hemen kapadım, bu sersemce
ve mekanik tepkiyi gösterdim.
Kuşkusuz Oskar hayli bir zaman, alabildiğine büyük bir gerginlik içinde koridorda dikilmiş,
"kalasından öylesine değişik düşünceler geçirmişti ki birden üzerine çullanan bu düşünce
selini bir plan içine oturtması kolay olmamıştı.
625
Ancak kendimi ve düşüncelerimi o anda yaşadığımdan başka durumlar içerisine götürüp
koyabildiğim zaman Maria ile sevgilisi diye düşündüm, Maria'nın bir sevgilisi vâr diye
düşündüm, sevgilisi Maria'ya bir kahvedenlik hediye elli, sevgilisiyle Maria cumartesi günü
Apollo Sinemasfna gidiyor, Maria ancak paydostan sonra sen diye hitap ediyor sevgilisine;
ama dükkânda, dükkânın sahibi sevgilisiyle siz diye konuşuyor, ancak Maria'yla sevgilisini
şu ve bu açıdan düşünce konusu yaptığını zaman, zavallı kafamın içini az buçuk düzene
sokabilmiştim.
Zaten daha önceden penceresiz olarak hayalimde yaşatmıştım odayı, çünkü kapının bulanık
bir saydamlıktaki üst kısmı asla gün ışığını ele vermemişti. Tıpkı benim kendi odamdaki gibi
elimi sağa uzatıp elektrik düğmesini buldum. Oda denemeyecek kadar fazla dar bu yeri
aydınlatmak için kırk vatlık bir ampul tamamen yetiyordu. Yarım porsiyon vücudumla
hemen kendimi bir ayna karşısında bulmam canımı sıktı. Ama Oskar bu ters, dolayısıyla
kendisine yeni bir şey öğretmeyen portresinden kaçama' di; çünkü aynanın önüne, bütün
ayna boyunca dizilmiş öteberiler beni enikonu kendilerine çekiyor, Oskar'm ayak uçları
üzerinde dikilmesine yol açıyordu.
İçinde el yüz yıkanan kabın beyaz emayesinde mavisiyah yerler vardı. Kabın geniş
pervazlarına kadar içerisine gömüldüğü tuvalet masasının mermer yüzeyinde de yine kırık
dökük yerler gözüküyordu. Mermer levhanın eksik olan sol köşesi ayna önünde durup
aynaya damarlarını gösteriyor, kırık yerlerdeki pul pul kabarmış bir yapıştırıcı, mermer
üzerinde uygulanmış beceriksizce bir onarım denemesini açığa vuruyordu. Mermer ustası
Oskar'ın parmaklarını bir kaşınma aldı, derken. Korneff'in atölyesinde imal etliği bir
yapıştırıcıyı düşündüm; öyle bir yapıştırıcı ki, en kırık dökük Lahn mermerini bile büyük
kasap dükkânlarının ön cephelerini süsleyen dayanıklı levhalar haline geliriyordu.
Ancak yabancım olmayan kireç taşından mermerle meşgul olup benim kötü yürekli aynadaki
eciş bücüş hayalimi unutunca,
626
içeri ayak allığında Oskar'ın kesinlikle sezdiği kokunun ne kokusu olduğunu çıkarmam
mümkün oldu.
Sirke kokuşuydu bu; sonraları, hatla birkaç hafta öncesine kadar bu rahatsız edici
sırnaşık kokuyu şöyle bir düşünceyle bağışlamaya çalıştım: Drolhea Hemşire bir gün öncesi
galiba başını yıkadı ve başını yıkamakta kullandığı suya sirke karıştırdı. Gerçi tuvalet
masasında bir sirke şişesi görülmüyordu. Üzerinde başka etiketler bulunan şişelerin
hiçbirinde de sirkeye benzer bir şey seçemedim ve ikide bir şöyle dedim kendi kendime:
Drothea Hemşire, Zeidlcr'in mutfağında, önceden Zeidlcr'in iznini alarak ne diye su ısıtıp,
odasında bir sürü zahmetlere katlanarak saçlarını yıkamaya kalksın? Meryem Ana
Haslanesi'ndcki o gayet modern banyolar ne güne duruyordu? Ama yine de başhemşirenin
veya idarenin genel bir yasağı, hemşirelerin hastanedeki bazı sağlık olanaklarından
yararlanmasını engelleyebilir ve Drolhea Hemşire de burada, emaye kab içinde, o iyi
göstermeyen ayna önünde yıkanmak zorunda kalabilirdi.
Tuvalet masasında bir sirke şişesi yoksa da, dar mermer levha üzerinde yelerince küçük
şişe ve kutu bulunuyordu. Bir paket pamuk ve aybaşı beziyle yarı dolu bir kutu, içlerinde
ne var, ne yok anlamak üzere kutuları gözden geçirmek cesaretinden alıkoydu Oskar'ı.
Ama ben bugün bile o görüşleyim ki, bu şişe ve kutular sadece kozmetik ilâçları, hiç
değilse zararsız merhemleri içeriyordu.
Drothea Hemşire, tarağı saç fırçasının içine sokmuştu. Onu fırçanın kılları arasından çekip
alarak bütünüyle bakışlarıma buyur etmem pek de kolay olmadı. Ama iyi ki yaptım bunu,
çünkü bunu yapmakla gayet önemli bir keşifte bulundu Oskar: Drothea Hemşire'nin sarı
saçları vardı, belki de biraz kül rengine kaçıyordu; ama saçlar taranırken başlan
uzaklaştırılmış ölü saç tellerine bakarak sonuçlar çıkarırken dikkatli davranmak gerekir,
dolayısıyla ben de yalnız şu kadarını söylüyorum: Drothea Hemşire'nin sarı saçları vardı.
Tarağın insanı kuşkuya düşürecek kadar zengin yükü ayrıca şunları akla getiriyordu:
Drothea Hemşire'nin saçları dökülnıek
627
teydi. Bir kadın ruhunu elbet öfkeyle dolduracak bu tatsız hastalığın nedenini, ben,
hemşirelerin başlarına geçirdikleri o keplerde gördüm hemen; ama bu kepleri suçlamadıın,
çünkü ne de olsa mazbut bir hastanede kep giyilmeden olmazdı.
Sirke kokusu Oskar'ın ne kadar hoşuna gitmeyen bir koku olursa olsun, Drothea
Hemşire'nin saçlarının dökülüşü, içimde sadece acıma duygusuyla tasa dolu nazenin bir
sevginin doğmasına yol açmıştı. O zamanki ben Oskar ve onun içinde bulunduğu durum
bakımından karakteristik bir şey varsa, başarılı olduğu söylenen bir sürü saç ilâcının
hemen o anda aklıma gelmesi ve bunları uygun bir fırsatta Drothea Hcmşire'ye sunmak
islcyişimdi. Şimdiden hayalimde bu buluşmayı yaşatarak dalgalanan buğday tarlaları
arasında sıcak ve rüzgârsız bir yaz seması allında canlandırıyordu bu buluşmayı
Oskardökülen saç tellerini taraklan sıyırıp bir yumak yaptım, yine saç telleriyle bağladım
bu yumağı, üzerinden bir kısım toz ve kepeği üfleyerek uzaklaştırıp, cüzdanımın çarçabuk
boşalttığım bir gözüne yerleştirdim.
Cüzdanla daha iyi meşgul olabilmek için tuvaletin mermer yüzeyine bıraktığım tarağı, ele
geçirdiğim ganimeti içine atıp cüzdanı cebime yerleştirdikten sonra bir kez daha elime
aldım. Abajursuz ampule tutup bir saydamlık kazandırdım tarağa, değişik kalınlıktaki
dişleri bir baştan bir başa gözlerimle izledim, ince dişlerden ikisi noksandı; derken sol
işaret parmağımın tırnağını irice dişlerin tepeleri üzerinde gezdirmeden duramadım; bütün
bu oyunsu geçen zaman sırasında birkaç saç telinin ışıkla parıldamasını sağlayarak
Oskar'ın kıvanç saldım içine; bu birkaç saç telini herhangi bir kuşkuya yolaçmamak için
kaslen tarakla bırakmış, tarağın dişleri arasından çekip almamıştım.
Sonunda yine saç fırçasının içerisini boyladı tarak. Bana tek taraflı bir yön gösteren
tuvalet masasından uzaklaştım. Drothea Hemşire'nin yatağına doğru yürürken, üzerine bir
sutyen alılmış bir sandalyeye losladım.
Kenarları yıkanmaktan yıpranıp rengini atmış o destek giysi parçasının negatif iki
yuvarlağını doldurmak için, Oskar'ın elin
628
jt> yumruklarından başka bir şey bulunmuyor, yumruklanysa dolduramıyorclu bu boşlukları,
hayır, yumrukları boş çanaklar içinde yabancı, mutsuz, fazla katı, fazla sinirli hareket
ediyordu; öyle çanaklar ki, içlerindeki yiyeceği, tadını bilmesem de, her Allalnn günü seve
seve kaşıklayabilirdim; zaman zaman kusacağırnı da hesaba katarak yapardım bunu; çünkü
her lapa insanı kuslurur bazen, ama sonra yine lalhlaşır, fazlaca latlılaşır, hatta o kadar
latlılaşır ki, kusma denen şey bu işten zevk duymaya başlar ve gerçek sevgiyi sınamalardan
geçirir.
Birden aklıma Dr. Werner gelerek yumruklarımı sutyenin boşluklarından çekip aldım. Ama
Dr. Werner hemen yine kayboldu kafamın içinde, ben de böylelikle gidip Drothea
Hemşirenin yatağının önüne dikilebildim. Ah, hemşirelerin yatakları! O ana kadar bu yatağı
kaç kez hayalinde canlandırmıştı Oskar ve işle şimdi aynı çirkin karyola benim huzur dolu,
bazen da uykusuz anılarımı kahverengi bir çerçeveyle çerçeveliyordu. Pirinç başlıkları
bulunan beyaz lake bir madenî karyola; doğrusu şöyle en hafifinden bir kafesli karyolası
olsun isterdim Drolhca Hemşire'nin, bu kaba sevimsiz mobilyayı ona lâyık görmemiştim.
Kıpırdamadan, bir tutku, hatla bir kıskançlık gücünü bile kendimde bulamayarak, başımda
bir ağırlık, bir süre, yaylan nerdeyse taş gibi bu yalaktan mihrap önünde dikildim; sonra
arkama dönerek, bu çetin manzaradan kurtardım kendimi. Drothea Hemşire'yi ve onun
uykularını, böylesine iğrenç görünen bir çukur içinde asla hayal edemezdi Oskar.
Yeniden tuvalet masasına doğru yola koyuldum, belki de beni oraya çeken o sözde merhem
kutuları olmuştu, nihayet açıp bakmak işlemiştim bu kutulara. Ama birden gardırop
boyuVıa boşuna dikkat buyurmamı, boyasını siyahkahverengi olarak görmemi, saçak kısmını
gözden geçirmemi ve sonunda kendisini açmamı buyurdu; çünkü her gardırop açılmak isler
nihayet.
Kilit ödevi görüp, kapakları bir arada tutan çiviyi aşağı doğru büklüm; o saal, benim el
sürmemi gerektirmeden inildeyip gıcırdayarak açıldı kapaklar ve beni öyle bir manzarayla
yüz yüze ge
629
lirdi ki, bu manzarayı kollarımı kavuşturup serinkanlılıkla seyredebilmek için birkaç adını
geriye çekilmek zorunda kaldım. Tuvalet masasının başında olduğu gibi, ayrıntılara
boğulmak islemedi Oskar; yatak karşısında yaptığı gibi önyargıların ağırlığı altında bir
yargıya varmaktan kaçındı; taptaze ve dünyaya ilk geliyormuşçasına dolabın karşısına
çıkacaktı, çünkü dolap da kollarını açarak kendisini karşılıyordu.
Ama yine de Oskar, bir lürlü uslanmayan bu estet kişi, bir eleştiride bulunmaktan bütün
bütün alıkoyamadı kendini; çünkü barbar ruhlunun biri aceleye getirerek ve etinden
kıymıklar kopararak dolabın bacaklarını testereyle doğram iş, onu yassı ve düzgün olmayan
bir biçimde yere oturtmuştu.
Doğrusu iç düzenine diyecek yoktu dolabın. Sağdaki üç derin gözü, iç çamaşırlarla bluzlar
dolduruyordu. Beyaz, pembe ve yıkanmakla boyası herhalde atmayan açık mavi giysiler.
Birbirine bağlanmış kırmıziyeşil iki muşamba çanta, çamaşırla dolu gözlerin hemen
bitişiğine, dolabın sağ kanadının iç tarafına asılmıştı. Üstte yamanmış çoraplar, altta
kaçıkları olan kadın çorapları duruyordu. Maria'nın patronu ve sevgilisi olan adamdan
hediye olarak giydiği çoraplarla karşılaştırılırca, bu muşamba çantalardakiler daha kaba,
ama daha kalın ve dayanıklı göründü bana. Dolabın soldaki geniş kısmında askılara
geçirilmiş mat mat parıldayan kolalı hemşire üniformaları seçiliyordu. Üniformaların
yukarısındaki şapkalıkta sade bir güzellik taşıyan hemşire kepleri elıilsiz ellerin
dokunuşuna katlanamaz bir edayla nazlı nazlı sıralanıyordu. İç çamaşırla dolu gözlerin
solundaki sivil giysilere sadece kısaca bir göz altım. Savruk ve ucuz bir zevki ele veren bu
giysiler, içimde sessiz sedasız yaşayan bir umudu doğrulamıştı: Drolhea Hemşire, sivil
giysilerine fazla ilgi göstermiyordu. Bu bakımdan keplerin yanında çiçek özenlisi motifleri
içerip, rasgele üsl üsle asılmış duran saksı biçimli üç dört şapka, bozulup ziyan olmuş bir
pastaya benziyor, yine şapkalıkta sırtları rengârenk birkaç kitap yün artıklarıyla
doldurulmuş bir ayakkabı kutusuna yaslanmış duruyordu.
630
Oskar başını eğdi, isimlerini okuyabilmek için isler istemez yaklaştı kilaplara. Sonra bir
hoşgörüyle gülümseyerek, başımı yine doğrulttum: Drothea Hemşire'cik, polisiye romanlar
okuyordu. Ama dolabın sivil bölümü üzerinde yeler söylediklerim. Kitaplar bir kez beni
dolabın pek yakınına çekip getirdiğine göre, bu elverişli pozisyonu elden çıkarmamaya
baktım, hatta daha da ileri giderek içerlere doğru eğildim ve yüreğimde giderek
güçlendiğini duydum o isteğin; derken kendim de dolabın bir parçası olmak, Drothea
Hemşire'nin dış görünüşünün halın sayılır bir parçasını kendisine emanet elliği dolaptaki
eşyalardan biri olmak isteğine daha çok karşı koyamadım.
Hani bunun için dolabın alt kısmında düz ökçeleriyle taban lahlası üzerinde duran ve
özenile bezenile temizlenmiş olup sokağa çıkılmak üzere giyilmelerini bekleyen pratik spor
ayakkabılarını itip bir kenara almam bile gerekmedi; içinde öylesine davetkâr bir düzen
vardı ki sanki kasten böyle yapılmıştı; Oskar orta yerde dizlerini büküp topukları üzerine
çömerek, bir tek giysiyi bile kırıştırmadan kendisine yetecek yer ve başını sokacak bir
barınak buldu. Sonunda dolaba girmiştim ve bu girişten çok şeyler bekliyordum.
Ama yine de kendimi hemen loparlayamadım. Oskar'ın gözleri odadaki mobilyalarla ampul
üzerinde gezindi. Dolap içinde eğleşmeme daha senli benli bir hava vermek Âizere,
kapaklan çekip kapamaya çalıştım. Ama başaramadım, kapı pervazlarındaki yalama olmuş
sürmeler yukarıda, kapaklar arasında bir açıklık kalmasına yol açıyor ve bu açıklıktan da
ışık sızıyordu, ne var ki, beni rahatsız edecek kadar değildi ışık. Buna karşılık koku
artmıştı. Bayat, ama temiz bir kokuydu, sirke kokusu değildi artık, güvelere karşı
kullanılan ilâçların kokuşuydu ve insanı rahatsız etmiyordu, iyi ve hoş bir kokuydu.
Dolapta otururken ne yaptı Oskar? Alnını, Drothea Hemşire'nin önüne ilk gelen
üniformasına yasladı, yakası kapalı kollu bir önlüktü bu, hemen hastanedeki servislerin tüm
kapıları açıldı Oskar'ın önünde; sağ elim, belki de dayanacak bir yer araya
631
rak arkalara uzandı; sivil giysilerin yanından geçti, yolunu şaşırdı, dengesini kaybederek
bir şeye el atlı, kaygan bir şey, yumuşak bir şey geldi eline, nihayet kaygan şeyi elinde
tutarak dayanacak bir pervaz buldu, pervaz üzerine yatay durumda bir lata çivilenmişti,
kendisiyle dolabın arka duvarına destek olan bu çapraz lala boyunca kaydırdığı elini
sonunda yine sağ taralına aldı, memnun olabilirdi, arkasında yakaladığı şeyi gözlerinin
önüne tuttu. Siyah bir lake kemer gördüm, ama çok geçmeden lake kemerden fazla bir
şeyler gördü gözüm; çünkü dolabın içi o kadar griydi ki, lake kemerin ille de bir lake kemer
olması gerekmezdi, pekala başka bir şey de olabilirdi; lake kemer kadar kaygan, onun
kadar uzun bir şey, benim sürekli üç yaşında bir trampetçi olduğum zamanlar
Neufahrwasscr'deki dalgakıranda gördüğüm bir şey: Yakaları ahududu rengindeki deniz
mavisi baharlık manlosuyla zavallı annem, üzerinde pardösüyle Malzerath, ceketinin
yakaları kadifeden Jan Bronfeki ve Oskar'ın denizci kaskeündeki kurdele, üzerinde
yaldızlı harflerle "SMS Scydlilz" yazan bir kurdele. Pardösülü Malzeralh'la kadife yakalı
Jan önden sıçraya hoplaya gittiler; ayaklarındaki ökçeli ayakkabılarıyla sıçrayamayan
annem, kayadan kayaya ağır ağır ilerledi, çamaşır ipli balıkçının altında oturduğu fenere
kadar geldi; adamın yanında içi tuz dolu kımıl kımıl bir patates çuvalı vardı;
Neufahrwasscr'li mi, Rrösen'li mi, nereli olursa olsun balıkçı gülüyor, suya kahverengi ve
okkalı tükürükler atıyordu; tükürükler uzun süre dalgakıranın yanı başında suyun
yüzeyinde çalkalanarak yerinden kımıldamıyor, sonunda martılar tarafından kapılıp
götürülüyordu; çünkü bir martı her şeyi alıp götürür, öyle nazlı bir güvercin değildir martı,
hele bir hemşire hiç değildir. Beri yandan en ufak bir güçlüğü yoktu işin, beyaz giysili ne
varsa bir şapkanın içine yerleştirilebilir, bir dolabın içine tıkılabilirdi; kara için de
söylenebilirdi aynı şey; çünkü o zamanlar henüz Kara Aşçı Kadın'dan korkmuyor, dolapta
korkusuz oturuyordum; ama beri yandan içinde değildim dolabın; gene öyle korkusuz,
Neufahrwasser'deki rüzgâr tutmayan dalgakıranın üzerinde tünüyordum; dolap içinde ru
632
gan kemer, dalgakıranda bir başka şey tutuyordum elimde, o da kara ve kaygandı, ama yine
de bir kemer değildi. Dolapta oturduğum için bir karşılaştırma yapmak isliyordum, çünkü
dolaplar karşılaştırma yapmaya zorlar insanı; Kara Aşçı Kadın dedim, ama Kara Aşçı Kadın
o zamanlar henüz korkutmuyordu beni, beyaz konusunda çok daha bilgi sahibiydim, bir
martıyla Drolhea Hemşire arasında pek bir ayrım yapamıyordum, ama güvercinleri ve
benzeri saçma nesneleri uzaklaştırdım kafamdan, kaldı ki Hamsin Yorlusu'nda değil, Büyük
Cuma'da bulunuyorduk; Brösen'e gitmiş, oradan yürüye yürüye dalgakırana gelmiştik,
sonra fenerin üzerinde güvercin falan da yoklu, elinde çamaşır ipiyle Neufahrwasscr'li
adam oturuyordu altında fenerin, oturuyor ve suya tükürükler atıyordu; ve Brösen'li adam
ipi çekmeye başladı derken, ipin sonu göründü ve Moltlau'ın acı sularından niçin o kadar
güç çekildiği anlaşıldı ipin, o zanıajı zavallı annem elini Jan Bronski'nin omzuna ve kadife
yakasına dayadı, çünkü tebeşir gibi bembeyaz kesilmişti yüzü, oradan uzaklaşmak
istiyordu, ama adamın, beygir başım lak tuk kayalar üzerine çaldığına ister islemez seyirci
oldu, deniz yeşili küçük yılanbahkları başın içinden dışarı döküldü; büyüceklerini, koyu
renklilerini ölü beygir kafasına elini sokup çıkardı adam, sanki vida söker gibi dışarı aldı
hepsini ve derken bir el, kuş tüyü yorganı parçaladı, yani martılar sökün elli ve saldırdı
yılanbalıklarmın üzerine, çünkü üçü ya da üçten fazlası bir araya geldi mi, küçük bir
yılanbalığını rahat haklayabilirlerdi, oysa büyücek yılanbalıklarmda bu iş biraz zordu; ama
adam yağız atın çenelerini açabildiği kadar açıp dişlerinin arasına bir tahta parçası
sıkıştırdı, tabla parçası beygir kafasına güler gibi bir durum verdi; sonra kıllı kolunu
aralıkları içeri uzattı adam, el allı, tutacak bir şey aradı; benim dolapla aradığım gibi tıpkı;
ben nasıl rugan kemeri yakalamışsam, o da bir şey ele geçirip çekti dışarı, ama iki şey
birden yakalamıştı o, bunları havada savurdu, sonra şırak diye taşlar üzerine çalmaya
başladı, derken zavallı annemin midesindeki kahvallı ağzından fırlayıp çıktı dışarı, sütlü
kahveden, yumurta akından, yumurta sarısın
633
dan, biraz da reçelden ve francala parçalarından bir kahvaltı; hani o kadar boldu ki
kahvaltı, hemen martılar pike durumu aldı, daha aşağılarda dolanmaya başladılar,
vücutlarını gerip hamlelere giriştiler, çığlık çığlığa koydular ortalığı. Hani martıların
uğursuz bakışlarını bilmeyen yoktur. Ama kimse de martıları kovamıyordu, hele Jan
Bronski hiç kovacak gibi değildi, çünkü korkuyordu martılardan, iki elini, yuvalarında sağa
sola oynayıp duran mavi gözlerinin üzerine tutuyordu; benim trampetimi de dinledikleri
yoktu martıların, ben trampetimde öfkeden köpürerek ve coşkuyla boyuna yeni havalar
vuruyor, ama martılar oralı olmayarak kahvaltı artıklarını yiyip yutmaya bakıyorlardı;
ancak zavallı annemin, çevresinde olup bitenleri umursadığı yoklu hiç, tamamen kendi
başının derdine düşmüştü; öğürüyor, boyuna öğürüyor, ama hiçbir şey de çıkmıyordu
içinden, çünkü o kadar fazla bir şey yememişti, çünkü kilo vermek istiyordu annem,
haftada iki kez Kadınlar Derneği'nde jimnastik kursuna katılıyordu, ama pek yarar
sağlamıyor bu, çünkü annem gizli gizli yiyecek atıştırmasına devam ediyordu, her vakit
ufak bir yol buluyordu kendine yiyecek atıştırmak için, nitekim Neufahrvvasser'li adam
da, oradakilerin "Artık lamam, bitli" dedikleri bir anda beygir kafasının kulağından bir
yılanbalığım daha çekip çıkardı. Ve bu yılanbalığınm beyaz bir pelteyle kaplıydı vücudu,
çünkü ölü beygir kafasındaki beynin altından girip üstünden çıkmıştı. Ama o kadar uzun
süre havada savrulup taşlara çalındı ki, beyaz pelte üzerinden sıyrılıp düşlü, cilâlı vücudu
göründü ve bir rugan kemer gibi ışıldamaya başladı, hani Kızılhaç broşu boynunda olmadan
sivil bir giysiyle sokağa çıkarken Drolhea Hemşire de böyle rugan bir kemer takıyordu.
Ama biz eve döndük, oysa Matzerath kalmak istiyor, çünkü aşağı yukarı 1800 tonluk bir
Fin gemisi, denizi dalgalandırarak limana giriyordu. Beygir başını, dalgakıranda bıraktı
adam. Hemen ardından, yağız baş, beyaza boyanıp çığlıklar atmaya başladı. Aına beygir
kişnemelerine benzemiyordu ses; daha çok beygir başını örten çığırtkan ve obur bir ak
bululun haykırmalarını an
634
diriyordu. Hani pek hoş bir şeydi bu da, çünkü çılgınca bağrışmalar gerisinde saklı yalan
şeyi insan hayalinde canlandırabiliyorsa da, beygir başı gerçekte gözden kaybolmuştu
arlık. Ayrıca Saspe'deki mezarlığın parmaklık kapıları gibi paslı olan kereste yüklü Fin
gemisi dikkatimizi üzerine çekmişti. Ama zavallı annem ne Fin gemisine, ne de martılara
dönüp bakıyordu; yetmişti anneme. Eskiden evdeki piyanomuzda çalıp söylediği "Küçük
martı uçar Helgoland'a" şarkısını bundan böyle ağzına almaz oldu, hiç şarkı söylemez oldu
kısaca, ağzına balık da koymak islemedi, ama günün birinek: yağlı balıklardan öylesine
alıştırmaya başladı ki, bir an geldi, daha çok yiyemedi artık; hayır, yemek islemedi,
bıkmıştı, yalnız yılanbalıklarından değil, yaşamaktan, ama en başla erkeklerden bıkmıştı;
Oskar'dan da bıkmıştı belki; şurası kesin ki, hiçbir şeyden el çekemeyen annem,
birdenbire azla yetinen ve perhiz hayatı yaşayan bir kadına dönüşlü ve sonunda Brennlau
Mczarlığı'na gömdürdü kendini. Ben de bu bakımdan ona çekmişim sanırım: Bir yandan
hiçbir şeyden vazgeçemiyor, öte yandan hiçbir şeyi gereksinmeyebiliyorum; ancak
fiyatları ne denli yüksek bulunursa bulunsun, tütsülenmiş yılanbalıkları olmadan da
yaşayamam. Hani Drothca Hemşire için de söylenebilirdi bu, kendisini hiç görmediğim
Drolhea Hemşire için; rugan kemeri pek fazla hoşuma gitmiş değildi, ama yine de bu
kemerden kendimi ayıramıyordum, kemer bir türlü kaybolmuyordu ortadan, hatla
çoğalmaya başlamıştı, çünkü boştaki elimle pantolonumun düğmelerini çözmüştüm, parlak
vücutlu o bir sürü yılanbalığıyla ve limana giren Fin gemisiyle belirsizliğe kayan Drothca
Hemşire'yi yeniden gözlerimin önünde canlandırabilmek için yapmıştım bunu.
İkide bir gerisin geri limandaki dalgakırana düşen Oskar, martılarının yardımıyla, hiç
değilse gardıroptaki içi boş, ama yine de çekici hemşire üniformalarının bulunduğu köşede
yavaş yavaş yeniden ele geçirebilmişli Drolhea Hemşire'yi. Sonunda kendisini bütünüyle
açık seçik görüp yüzünün ayrıntılarını seçer gibi olunca, yalama olmuş yuvalarından
kurtulup çıktı sürgüler,
635
dolabın kapaklan falsolu bir sesle birbirinden ayrıldı, ansızın aydınlıkla karşılaşıp şaşırdım.
Drolhea Hemşire'nin az ilerde asılı kollu kombinezonunu kirletmenin güçlükle önüne geçti
Oskar.
Sadece yeni bir duruma zorunlu bir geçişin üstesinden gelmek, ayrıca beni umduğumun
tersine hayli yoran dolap içindeki eğleşmemi bir oyunsu hava içinde çözüp eritmek için
yıllardır yapmadığım bir şeyi yaptım, az çok ustalıkla dolabın kuru arka duvarı üzerine
yumuşak birkaç tokmak vuruşunda bulundum, sonra ayrıldım dolaptan, bir kez daha
temizlik durumunu gözden geçirdim, doğrusu kendimi suçlamak için bir neden göremedim
ortada, hatla rugan kemer bile eski parlaklığını koruyordu; ama hayır, parlaklığını yitirmiş
bir iki yeri vardı, hohlanıp oğulması gerekiyordu buraların, ta ki benim için çocukluğumda
Neufahrwasser'deki dalgakıranda yakalanan yılanbalıklarını anımsatacak kemer durumunu
alsındı yine.
içinde kaldığım bütün süre gözlerini üzerimden ayırmamış o kırk mumluk ampulü cereyansız
bırakarak Drothea Hemşire'nin odasından çıktım.
636
r
KLEPP
Derken yine koridorda buldum kendimi, cüzdanımda bir tutam çürük sarı saç teli vardı;
ceketin aslarıyla yeleğin, gömleğin ve fanilanın altından cüzdan içindeki saç tutamının
varlığını hissetmek için bir an zorladım kendimi, ama fazla yorgun düşmüştüm, o bir tuhaf
can sıkıcı doygunluk içindeydim, odada ele geçirdiğim ganimete, tarakların dişleri arasında
toplanan bir döküntüden başka bir şey gözüyle bakamıyordum.
Birden Drolhea Hemşire'nin odasında bambaşka hazineler aradığını kendi kendine itiraf
elti Oskar. Dr. Werner denen adamı odanın bir köşesinde, benim yabancım olmayan meklup
zarflarından biri sayesinde de olsa ele geçireceğimi kendi kendime kanıtlamak istemiş,
oysa hiçbir şey bulamamıştım. Zarf diye bir şey, hele yazılı bir kâğıt görememiştim
ortada. Hani Oskar'm saklayıp gizlediği yok; Drothea Hemşire'nin polisiye romanlarını
dolaptaki şapkalıktan bir bir çekip almış, açıp bakmış içlerine, ithaf yazılarını ve kitaplar
okunurken işaretlenmiş yerleri gözden geçirmişti; bir fotoğraf ele geçirmek hevesine
kapılmıştı ayrıca, çünkü Meryem Ana Hastancsi'nde çalışan bütün doktorları isimleriyle
olmasa bile dış görünüşleriyle tanıyordu; gelgeldim, Dr. Werner'e ait bir resim bulamadı.
Galiba Dr. Werner, Drothea Hemşire'nin odasını şcrellendirmemişli hiç; odayı bir fırsatla
görmüş olsa bile, geride bir iz bırakmasını başaramamıştı. Yani Oskar'ın memnunluk
duyması için yeterince neden vardı ortada. Hani Dr. Werner'den bir hayli
637
ilerde bulunmuyor muydum? Odada Dr. Werner'e ait bir izin görülcmeyişi, onunla Drothea
Hemşire arasındaki ilişkinin sadece hastanede söz konusu olabildiğini, dolayısıyla bir görev
niteliği taşıdığını, görev niteliği taşımasa bile tek yanlı bir ilişki sayılacağını kanıtlamıyor
muydu?
Gelgeldim, Oskar'ın kıskançlığına bir neden gerekiyordu. Odada Dr. Werner'den kalmış en
ufak bir iz beni ne kadar sarsacak olursa olsun, beri yandan bana enikonu bir doyum
sağlayacaktı; öyle bir doyum ki, dolap içinin sağladığı o küçük çapla ve kısa ömürlü doyumla
asla kıyaslanamazdi.
Odama nasıl dönebildiğimi unuttum artık, ama koridorun sonunda Bay Münzer adında
birinin oturduğu odadan dikkati üzerine çekmek isteyen yapmacık öksürük sesleri
işittiğimi anımsıyorum. Bay Münzer denen adamdan da bana neydi sanki? Kirpi'nin kiracısı
Drolhea Hemşire ile yeteri kadar başım dertle değil miydi? Bir de —kimbilir ne saklıydı
söz konusu ismin arkasında— bu Bay Münzer'i mi dert edinecektim? Dolayısıyla Oskar, o
kendisinden bir şeyler isleyen öksürükleri işitmezlikten geldi; daha doğrusu benden ne
islendiğini kcslirememişlim; ancak odama geldikten sonra anladım ki, bana yabancı olan,
varlığıyla yokluğu benim için bir olan Bay Münzer beni, yani Oskar'ı odasına çekmek için
öksürmüşlü.
Ne yalan söyleyeyim, öksürüklere karşı ilgisiz kalışım uzunca bir süre üzüp durdu beni;
çünkü odam bana öylesine dar ve aynı zamanda geniş geldi ki. öksüren Bay Münzcr'le ne
adar sıkıcı ve istemeyerek de olsa bir konuşmada bulunmayı canıma minnet bilecektim.
Ama işle kalkıp, aynı şekilde koridorda öksürerek, Bay Münzer'le bir bağlantı kurmayı
göze alamadım, odamdaki iskemlenin o amansız dikaçılılığına bilinçsizce bıraktım kendimi,
ne zaman bir iskemlede otursam her seferinde olduğu gibi kanıma bir tedirginlik yürüdü,
yalağın üzerindeki sağlık kılavuzuna uzandım, modellik yaparak alın teriyle kazandığım
parayla satın alınmış o değerli kitabı yere bıraktım elimden, kitap sayfalan katlanıp
büküldü, Raskolnikoff'un hediyesi olan trampeti masadan
638
aldım, öylece tuttum elimde, ne değneklerle trampeti konuştuıabildim, ne de Oskar'ın
gözünde yaşlar konuştu, hani tenekenin beyaz yuvarlak cilasına yuvarlanacak yaşlar ritmik
bir ferahlamaya yol açabilirdi.
Evet, şimdi burada elden giden safiyet konusunda bir inceleme kaleme alınabilir, sürekli
olarak üç yaşındalığmı koruyan trampetli Oskar'ın karşısına kambur, ses gücünü yitirmiş,
gözü yaşsız ve trampetsiz bir Oskar çıkarılabilirdi. Ne var ki, gerçeklere uygun düşmezdi
böyle bir şey; çünkü Oskar'ın daha trampetliyken pek çok kez yitirdiği oldu safiyetini;
sonradan onu yeniden ele geçirdi ya da onun yeniden yeşerip büyümesini sağladı içinde;
çünkü safiyet harıl harıl çevresine dal budak salan bir ayrık otu gibidir. Bülün o safiyet
dolu nineleri anımsayınız, hepsi de bir zaman içleri fesat hınzır bebelerdi bunların; yo,
hayır, Oskar'ın iskemlesinden fırlayıp kalkmasına yol açan safiyetin elden gidişi değil,
daha çok Drothea Hemşire'ye karşı duyulan bir sevgiydi; bu sevgi bana trampetimi
konuşturmadan eski yerine bırakarak odadan çıkmamı, koridordan geçip Zeidler'lerin evini
terk ederek akademinin yolunu lutmamı buyurmuştu; oysa Prof. Kuchen'a ikindi üzeri
gidecektim, öyle kararlaştırmıştık.
Oskar telâşlı adımlarla odasından ayrılıp koridora çıktı, ağırdan alarak ve gürültüyle kapıyı
açarken, bir an Bay Münzcr'in odasına doğru kulak kabarttı. Bir öksürük sesi
duyulmuyordu; utançla, iyice içerlemiş, tatmin olmuş ve aynı zamanda doymamış, usanç ve
aynı zamanda yaşama hırsıyla, bazen gülümseyip, bazen ağlayacak gibi olarak Zeidler'lerin
dairesinden ve nihayet Jülich Sokağı'ndaki evden dışarı attı kendini.
Birkaç gün sonra uzun bir süredir kafamda tasarladığım bir planı uyguladım; planı
kafamdan kovmaya çalışmak, onu ayrıntılarına kadar hazırlamak bakımından mükemmel bir
yöntem oluşturdu. O gün bülün öğle öncesi boştum, ancak öğleden sonra saat üçte Ulla'yla
beraber zengin bir hayal gücüyle donatılmış ressam Raskolnikoff'a modellik edecekti
Oskar; ben Odysseus
639
rolünü oynayacak, eve dönüşümde Penelope'me* armağan olarak bir kambur getirecektim.
Raskolnikoff'u boşuna bu fikrinden caydırmaya çalıştım. O vakitler Raskolnikoff Yunan
tanrı ve yarı tanrılarım başarıyla yağmalıyor, Ulla da mitoloji havası içinde kendisini rahat
hissediyordu; dolayısıyla boyun eğdim, Vulkaıı** olarak, Plulo*** olarak, Proserpina**** ile
beraber poz verdim, sonunda da söz konusu öğle sonrası kambur Odysseus olarak
resmimin yapılmasına rıza gösterdim. Ama benim için şimdi önemli olan, o günün öğle
öncesini anlatmak; bu yüzden Oskar, Sanal Perisi Ulla'nın Penelope olarak resimde nasıl
göründüğünü sükûtla geçiştirip, o öğle öncesi Zeidler'lerin evi sessizdi, diyor.
Kirpi, saç kesme makineleriyle bir iş gezisine çıkmıştı, yani sabah altıdan beri evde yoklu;
Bayan Zeidler ise, saat sekizi biraz geçe postacı postayı getirdiği zaman yalakta
yatıyordu henüz.
Hemen gelen postayı gözden geçirmiş, içlerinde bana yollanan bir şey bulamamış
Maria'dan mektup alalı daha iki gün olmuştu— ama ilk bakışla şehirden postaya verilip
açıkça Bay Werner'in el yazısını taşıyan bir zarf keşfetmiştim.
İlkin zarfı Bay Münzer'le Zeidler'lere gelen mektupların arasına koymuş, sonra odama
dönüp beklemeye başlamıştım. Derken Bayan Zeidler koridora çıkmış, zarlı alıp kiracıları
Bay Münzer'e götürmüş, sonra mutfağa girmiş, nihayet yalak odasına geçmiş ve en çok oh
dakika sonra evden çıkarak gitmişti; çünkü saat dokuzda Mannesmann'daki işinin başında
bulunması gerekiyordu.
Ne olur ne olmaz beklemeye devam etmişti Oskar, giysilerini pek ağırdan alarak üzerine
geçirmiş, görünürde sakin, tırnaklarını kesip temizlemiş ve ancak ondan sonra harekele
geçmek kararını vermişti. Mutfağa girip üçlü gaz ocağının en büyük alevi üze
* Penelope: Odysscus'un sadık esi; kocasının yirmi yıl süren yokluğu sırasında kendisine
talip olan çok sayıdaki erkeğin tümünün evlenme önerisini geri çevirdi. (Ç.N.)
'•':* Vulkaıı: Roma mitolojisinde yangından koruyan ateş tanrıçası. (Ç.N.) *** Plulo: Yunan
mitolojisinde ycrallının, ölüler ülkesinin hakimi; Kronos'un oğlu ve Pcrsephone'nin kocası.
(Ç.N.) **** Proserpina: Pcrsephone'nin Latince adı. (Ç.N.)
640
rine alüminyum bir çaydanlığı yarı suyla doldurarak koydum, ilkin alevi alabildiğine açtım,
sudan buharlar çıkmaya başlar başlamaz düğmeyi çevirip kışlını sonuna kadar; ardından,
düşüncelerimin üzerine titreyerek ve onları elden geldiğince yapılması gereken eylemlerin
yakınında bırakarak, iki adımda Drolhea Hcmşire'nin odasının önüne geldim; Bayan
Zeidlcr'in buzlu canı kapının altından yarı içeri ilmis olduğu mektubu aldım, kuş gibi
yeniden mutfağa döndüm, zarfın arkasını sudan yükselen buğuların üzerine tuttum
dikkatle, sonunda mektubun hiçbir yerini örselemeden zarfı açtım.
Kuşkusuz gaz ocağını önce kapamış, ancak ondan sonra Dr. Werner'in mektubunu
çaydanlığın üzerine lulmaya cesarel etmişti Oskar. Dr. Werner'in Drolhea Hemşire'ye
yazdıklarını mutfakta değil, yalağımda yatarak okudum. Bir düş kırıklığına uğrar gibi oldum
ilkin; çünkü ne hitap tarzı, ne de mektubun bitiriliş şekli, doktorla hemşire arasında bir
flörtün varlığını ele veriyordu.
"Sayın Bayan Drothea!" diye başlıyor mektup, "Çok derin saygılarımla" diye son buluyordu.
Ayrıca mektubun geri kalan bölümünde de yakın bir ilişkiyi ele veren tek söz çıkmadı
karşıma. Dr. Werner, erkekler koğuşunun kanallı kapısının önünde kendisini görmesine
karşın, Drothea Hemşire ile konuşamadığına üzüldüğünü bildiriyordu. Dr. Werner; Beale
Hemşireyle, yani Drolhca'nm kız arkadaşıyla konuşurken, Drothea Hemşire üzerine gelmiş,
ama Dr. Werner'in anlayamadığı bir nedenden yine dönüp gitmişti. Simdi Dr. Werner
Drolhea Hemşirc'den bir açıklamada bulunmasını rica ediyor, Beale Henışire'yle yaptığı
konuşmanın tamamen iş üzerinde bir konuşma olduğunu yazıyordu. Drolhea Hemşire'nin
herhalde bildiği gibi, biraz taşkın mizaçlı biri olan Bealc Hemşire'den her zamanki gibi
uzak tutmaya çalışıyordu kendini. Bunun da kolay olmadığını, Drolhea Hemşire'nin anlaması
gerekirdi, nihayet Beale'yi tanıyordu Drolhea Hemşire. Beale Hemşire, sık sık, Dr.
Wcrner'e hiç çekinip sakınmadan duygularını açıyor, Dr. Werner
641
ise tabiî bunlara asla karşılık vermiyordu. Mektubun son cümlesi şöyleydi: "İnanınız bana
lütfen, ne zaman isterseniz gelip benimle konuşabilirsiniz." Resmi edasına, soğukluğuna ve
batta kendini beğenmişliğine karşın, nihayet Dr. Werncr'in mektubundaki üslûbun
maskesini düşürmek, mektuba gerçek kimliğiyle, yani ateşli bir aşk mektubu gözüyle
bakmak zor olmadı benim için.
Otomatik olarak mektubu yine zarfın içine yerleştirdim, bu arada ihtiyatı tümüyle
bırakmıştım elden, Werncr'in belki de diliyle ıslattığı zamkı şimdi Oskar'ın lükürüğüyle
ıslattım, derken bir gülme nöbetine kaptırdım kendimi, biraz sonra elimin ayasıyla bir
alnıma, bir ense köküme vurmaya başladım; böyle vururken vururken, bir ara sağ elimi
Oskar'ın alnından çekip kapının tokmağını yakalamam mümkün oldu; kapıyı açıp koridora
çıktım ve Dr. Werncr'in mektubunu, Drolhea Heınşirc'nin bana hiç yabancı olmayan, gri
yağlıboya ve buzlu cam kapısının allından içeri iteledim.
Henüz topuklarımın üzerinde oturuyor ve bir, belki de iki parmağım mektubun üzerinde
duruyordu ki, koridorun öbür başındaki odadan Bay Münzer'in sesini işittim. Sanki dikle
elüriliyoımuşlar gibi vurgulanarak tane iane söylenen sözlerin hepsini de anlamıştım: "Oh,
canım beyfendiciğiın, biraz su getirir misiniz!"
Doğruldum hemen, adam galiba hasta, diye düşündüm; ama beri yandan, kapı arkasındaki
adamın hasla olmadığını, Oskar'ın adama su götürmek için bir neden bulmak üzere onun
hasla olduğuna kendi kendini inandırmaya çalıştığını anlamıştım, çünkü hiçbir nedene
dayanmayan bir sesleniş beni asla tanımadığım bir insanın odasına çekip götüremezdi.
İlkin adama, alüminyum çaydanlıkta bulunan, Doktorun mektubunu açmakla kullandığım ve
hâlâ ılık duran suyu götürecek oldum. Ama sonradan bayat suyu lavaboya boca edip
çaydanlığa laze su doldurdum; beni ve suyu, ama belki de yalnız suyu isleyen Bay Münzer'in
sesinin geldiği odanın kapısına vardım.
642
Oskar kapıyı vurup girdi ve hemen Klcpp için o pek karakteristik kokuyla karşılaştı. Bu
kokuya ekşimsi dersem, kendisinde aynı şekilde varolan enikonu lallı özü sükûtla
geçiştirmiş olurum. Örneğin Klcpp'in çevresindeki kokunun. Drolhea Hemşire'nin
odasındaki sirke kokusuyla hiçbir ortak yanı yoktu. Tatlıekşi bir koku demek de yanlış
sayılırdı bunun için. Bay Münzer veya benim bugün kendisine hitap elliğim isimle Klepp'dc,
şişmanca miskin, buna karşın hareketsiz denemeyecek, hafif icrleven, batıl inançlı,
yıkanmak nedir bilmeyen, ama yine de aşağılıktan uzak, ölmesine bir türlü izin verilmeyen
bu llülçü ve caz klarnetçisinde, sigara içip ağzında nane şekeri eritmekten ve sarımsak
kokulu yellenmelerden asla vazgeçmeyen bir ölü kokusu vardı ve hâlâ da var bugün. O
zamanlar böyle kokuyordu Klcpp, bugün de böyle kokuyor ve böyle neles alıp veriyor,
yaşama arzusuyla ölümlülük taşan bir havayı beraberinde sürükleyerek üzerime atılıyor ve
uzun boylu bir veda töreninden sonra yine gelip beni ziyaret edeceğine söz vererek
gidiyor ve Bruno'yu, pencere ve kapıları ardına kadar açarak içerisini havalandırmak
zorunda bırakıyor.
Bugün Oskar'ın kendisi yalağa bağlı durumda. O zamanlar. Zeidler'lerin evinde) ken,
Klepp'i yala yala cukurlaşlırdığı bir yatakta bulmuştum. Gel keyfim gel, miskin bir hayat
sürdürüyordu; elinin alımda modası geçmiş, hayli Barok izlenimi uyandıran bir ispirlo ocağı,
rahat bir düzine tel makarnası paketi vardı: kutu kulu zeytinyağları, tüp tüp domates
salçası, bir gazele kâğıdının üzerinde nemden topak topak tuz parçalan ve hayli ısınmış bir
kasa bira vardı. Boş bira şişelerinin içine yattığı yerden işiyordu Klcpp; odaya girmemden
bir saalçik sonra bana senli benli anlattığına bakılırsa, içerdikleri miktar her seferinde
çıkardığı idrara denk düşen, çokluk silme dolu bu yeşilimsi şişelerin ağızlarını kapayarak
bir kenara kaldırıyor ve susayıp da bira içmek istediğinde bir karıştırma tehlikesinden
sakınmak için bunları gerçek bira şişelerinden sıkı sıkıya ayırıyordu. Odasında su olmasına
karşın biraz loparlansa kalkıp işeyebilirdi lavaboya o kadar
643
miskindi, daha doğrusu ayağa kalkmasına kendi kendisi o kadar engel oluyordu ki, yata yata
çukurlaştırmak için bunca zahmetlere katlandığı yataktan çıkıp, tencereye koyacağı
makarna suyunu lavabodan alamıyordu.
Klepp henüz Bay Münzcr iken hamur yemeklerini hep aynı suda pişirdiğinden, yani birçok
kez makarna tenceresinden boşalttığı ve günden güne koyulaşan o sıvı üzerine gözbebeği
gibi titrediğinden, yatağa göre uydurduğu yatay durumunun boş bira şişesi stokuna
yaslanarak çokluk dört günden daha fazla bir süre korumanın üstesinden geliyordu.
Makarna suyu kaynalıla kaynatıla tuzlu ve yapışkan bir nesneye dönüşünce, nazik bir durum
başgösteriyordu. Gerçi böylesi durumlarda bunun için gereken ideolojik koşullara sahip
bulunmuyor, ayrıca dünyadan el elek çekmesi de öteden beri dört ilâ beş günlük sürelere
göre ayarlanıyordu; yoksa mektuplarını getiren Bayan Zeidler veya daha büyük bir
makarna tencercsiyle makarna stokuna yetecek kadar bir su stoku, onu çevresinden daha
bağımsız kılabilirdi.
Oskar mektup mahremiyetine gölge düşürdüğünde, Klcpp beş gündür bağımsız olarak
yalakta yalıyordu; makarna suyunun kalıntisıyla ilân sütunlarına afişler yapıştırabilirdi.
Derken benim, Hemşire Drothea ile onun mektuplarına ayrılan kararsız ve çekingen ayak
seslerimi işitmiş, Oskar'ın yapmacık ve davetkâr öksürük nöbetlerine ilgisiz kaldığını
görünce, benim Dr. Wcrner'e ait o soğukateşli aşk mektubunu okuduğum gün: "Oh, canım
beyefendiciğim, biraz su getirir misiniz!" demek zahmetine katlanmıştı.
Ben de çaydanlığı alarak ılık suyu dökmüş, musluğu açıp yarısına kadar şırıl şırıl suyla
doldurmuş, sonra biraz daha su akılmış içine, kendisine taze su götürmüş, kendim de onun
tahmin ettiği beyefendi olmuş, kendimi ona takdim ederek Malzcralh, taşçı ustası ve
hakkak demiştim.
O da, aynı şekilde nazik, belden yukarısını birkaç derece yukarı kaldırarak. Egon Münzcr,
caz müzisyeni diyerek tanıtmıştı kendini; ama babası da aynı ismi taşıdığı için Klepp
dememi rica
644
etmişti. Hani bu işleğini çok iyi anlamıştım, nitekim ben de kendime daha çok Koljaiczek ya
da sadece Oskar diyor, Malzeralh adını sadece alçakgönüllülükten taşıyor, kendimi Oskar
Bronski olarak göstermeye ise ancak seyrek karar verebiliyordum. Dolayısıyla, yatakla
yatan şişman genç adama ben oluz var demiştim, ama o daha gençti kısaca Klepp diye hitap
etmek benim için güçlük doğurmadı. O da bana Oskar diyor, Koljaiczek demek kendisi için
pek fazla zahmete mal oluyordu.
Derken konuşmaya başladık, ama ilkin serbestçe konuşmakla güçlük çektik. Gevezelik
ediyor, alabildiğine hafif sorunlara değiniyorduk; ben almyazımızı değiştirilemez görüp
görmediğini bilmek isledim bir ara Klepp'len. Evet, değiştirilemez görüyordu. Ölümün
bütün insanlar için kaçınılmaz olduğu görüşünde midir, anlamak istedim. Bütün insanların
eninde sonunda öleceklerine de kesin inanıyordu, ama bütün insanların doğmaları gerektiği
konusunda kararsızdı, kendisinin yanlışlıkla dünyaya geldiğinden söz açtı ve bu bakımdan
da Oskar bir akrabalık gördü aralarında. Sonra her ikimiz de öbür dünyaya inanıyorduk
ama Klepp öbür dünya derken üç köşeli hafif bir gülüşle güldü, yorganın altında hatır hatır
kaşındı: Bay Klepp'in, daha sağlığında, öbür dünyada yürürlüğe koymak üzere birtakım
muziplikler tasarladığı sanılabilirdi. Politikadan konuşmaya başlayınca, nercleyse coştu
Klepp; hemen kendilerine şan ve şerel, taç ve iktidar bağışlamak istediği üc yüzden (azla
prenslik saydı; Hannover çevresini İngiliz İmparalorluğu'na veriyordu. Eskiden serbest
şehir olan Danzig'in akıbetinin ne olacağını sordum. Danzig'in ııerdc bulunduğunu maalesef
bilemedi, ama hiç istifini bozmaksızın, adeta direkt Jan Wilhelm soyundan gelen bir Bcrg
kontunu maalesef kendisinin tanımadığı Danzig kenti için hükümdar olarak önerdi. Nihayet
tam o sırada gerçek kavramını tanımlamaya çalışıyorduk, bu konuda ilerlemeler de
kaydetmiştik arada ustaca sorduğum birkaç soruyla, Bay Klepp'in üç yıldır Zeidler'in
evinde oturup, kendilerine kira ödediğini öğrendim. Daha önce birbirimizi tanımadığımıza
hayıflandık. Ben Kirpi'yi suçladım bu iş
645
le, bana yalakla sürekli yatıp duran Klcpp'le ilgili olarak yeterince bilgi vermemişti, nitekim
Drothea Hemşire hakkında da yalnız: "Bu buzlu camın arkasında bir hemşire oturuyor"
demiş, bu pek cılız açıklamadan başka bir şey söylememişti.
Oskar, Bay Münzcr'in ya da Klepp'in başını hemen kendi derdiyle ağrıtmak istemedi.
Dolayısıyla, Drothea Hemşire'yc ilişkin bir bilgi rica etmedim kendisinden. İlkin onun
sağlığıyla ilgilendim: "Ne diyecektim, ralıal mısınız böyle?"
Klepp, vücudunu yeniden birkaç derece yukarı kaldırdı; belden yukarısına bir dik açı
yaptırmanın üstesinden gelemediğini görünce, yeniden yatağa bıraktı kendini ve aslında
halinin iyi mi, orta karar mı. yoksa fena mı olduğunu anlamak için yalakla yattığını açıkladı.
Zararsız durumda olduğunu birkaç hafta içinde anlayacağını umduğunu belimi
Derken korktuğum başıma geldi, oysa bunu uzunca ve dallı budaklı bir konuşmayla
önleyebileceğimi ummuştum: "Ah, bcyclendiciğim, rica etsem, benimle bir tabak makarna
yemez misiniz!" Böylece, benim getirdiğim taze suyla pişirilmiş makarnayı yedik. lavaboda
adamakıllı bir temizlikten geçirmek için o yapış yapış tencereyi kendisinden istemeyi göze
alamadım. Klcpp, yan taralına dönüp sessiz sedasız, bir uyurgezerin şaşmayan
hareketleriyle yemeği pişirdi. Makarnanın suyunu dikkatle büyücek bir konserve kutusuna
boşalttı, belden yukarısının durumuna göze çarpacak bir değişiklik vermeden yalağın allına
uzandı, üzeri domates salçası artıklarıyla kabuk bağlamış yaşlı bir tabak çıkardı, bir an ne
yapacağına karar verememiş göründü, sonra yeniden elini uzatıp buruş buruş gazete
kâğıtları aldı yatağın allından, bunlarla tencerenin içini silip gazete parçalarını tekrar
yalağın altına iteledi, sanki üzerinde kalmış bir toz zerresini uzaklaştırmak ister gibi
üfledi tabağı, derken âdeta nazik bir davranışla şimdiye kadar gördüğüm en iğrenç bir
tabağı bana uzattı ve Oskar'a hiç sıkılmadan buyurup yemeğe başlamasını söyledi. Ben
kendisinden sonra başlayacak oldum, ilkin yemeğe o başlasın isledim. Beni, insanın
parmaklarına sıvaşan pis çalal, kaşık
646
ve bıçakla donattıktan sonra, çorba kaşığı ve bir çatalla makarnanın büyük bir kısmını
tabağıma yığdı Klepp; zarif el hareketleriyle tüpü sıkarak domates salçasıyla makarnanın
üzerine garnitürler yapıp uzun bir kurt oturttu ve bir kutudan bol zeytinyağı akıttı
üzerine, aynı şeyleri tenceredeki makarna için de yaptı, tabak ve tenceredeki yemeğin
üzerine karabiber ekli, kendi makarnasını karıştırdı, bakışlarıyla beni de kendi makarnamı
karıştırmaya çağırdı. "Ah kardeşciğim, kusura bakma, rendelenmiş peynir yok evde. Ama
yine de aliyetle yemeni dilerim."
Klepp'in nasıl, o zaman çatal kaşık kullanacak kadar kendini toparlayabildiğim bugün bile
anlayabilmiş değil, Oskar. Ne hikmetse, makarnayı aliyel ve lezzetle yemişlim. Hatla
Klepp'in odasında yediğim makarna o günden sonra önüme çıkarılan her yemeğin değerini
ölçmekle başvurduğum bir miyar oldu.
Yemek yerken yatak düşmanının odasını inceden inceye, ama dikkati çekmeden gözden
geçirecek vakit buldum. Odanın tek çekici yanı, tavanın hemen altındaki açık ve yuvarlak
bir baca deliğiydi; kara kara soluyordu duvar. Dışarısı, iki pencerenin önü rüzgârlıydı.
Herhalde rüzgâr dışarda darbeler halinde esiyor, zaman zaman is ve kurum bulutları, bir
delin törenini andırarak, odadaki eşyaların üzerini örtüyordu. Bütün eşya, orta yerde
duran bir yatakla Zcidler'lerc ait kâğıtlara sarılıp sarmalanmış birkaç rulo halıdan
oluşuyordu; dolayısıyla, şurası kesinlikle ileri sürülebilirdi ki, odadaki başka hiçbir şey, bir
zamanlar beyaz yatak çarşalı, Klepp'in başının altındaki yaşlık ve kurum bulutlarını içeri
sürüyüp getirdikçe rüzgâr darbelerinin, Klepp'in yüzüne yaydığı bir havlu kadar siyah
olamazdı.
Odanın iki penceresi de Zcidlcr'lerin oturma ve yatak odasının pencereleri gibi Jülich
Sokağı'na, daha doğrusu evin önündeki kestane ağacının yeşilgri yapraktan giysisine
bakıyordu. Odayı süsleyen tek resim, pencereler arasına raptiyelerle tutturulmuş ve
galiba bir dergiden kesilip çıkarılmış İngiltere Kraliçesi Elizabelh'in renkli tablosuydu.
Resmin allında bir gayda asılı duruyor, üzerindeki iskoç deseni, is ve kurum tabakası
allında güçlükle
647
scçilcbiliyordu. Renkli fotoğrafı seyreder ve bu arada Elizabelhlc onun l'ilipp'inden çok,
Oskar ve Dr. Werner arasında kalıp, belki de kendisini şu anda umutsuzluğa kaptırmış
Drolhea Hemşire'yi düşünürken, Klepp bana İngiliz Kraliyet Evinin sadık ve ateşli bir
taraftarı olduğunu, dolayısıyla Britanya işgal Ordusu'ndaki bir İskoç alayının
goygoeularından gayda dersi aldığını açıkladı; hele söz konusu olayın Kraliçe Elizabclh'in
komutası altında bulunuşu, kendisini bu dersi almaya ilen başlıca neden olmuşlu; Klepp,
sinemadaki bir aktüalite programında, üzerinde baştan aşağı ekose bir İskoç entarisi, söz
konusu alayı denetlerken görmüştü Kraliçe'yi.
Ne luhalsa Katolik duygularım kabardı o anda. Bir kez Elizabeth'in gayda müziğinden
anladığı konusunda şüphem olduğunu belirttim; beri yandan, Katolik Maria SUıarfm* yüz
kızartıcı akıbetine ilişkin birkaç söz söyledim; kısacası Oskar, Kraliçe Elizabetlrin müzik
yeteneğinden yoksunluğunu ileri sürdü.
Doğrusu Kraliyet taraftarı Klcpp'in bir öfke nöbetine kapılacağını beklememiştim. Klepp,
işin içyüzünü benden iyi bilen biri edasıyla gülümseyerek bir açıklamada bulunmamı rica
etti; öyle bir açıklama ki, benim gibi bir yarım porsiyonun —beni böyle nitelemişti şişko
müzik konusunda bir yargı verebileceğini insan gerekirse kabullenebilsindi.
Uzunca bir süre Klcpp'i süzdü Oskar. Klepp, ağzından çıkan sözlerin içimde hangi duyguları
ayağa kaldırdığını bilmeden söylemişti bunları. Söylediği sözler başımdan girip, dolu dizgin
kamburuma uzandı. Sanki benim çalınmaktan parçalanıp hesabı görülmüş o eski
trampetlerim için mahşer günü gelip çatmıştı. Hurdaya çıkardığım binlerce trampetle
Saspc Mezarlığında gömülü o tek trampetim ayaklandılar, yeniden dirildiler, sapasağlam ve
kırık döküklükten uzak olarak bir yeniden dirilişi kutlamaya koyuldular. Seslerini çıkarıp
içimdeki boşluğu doldurdular, yatağın kenarından fırlayıp ayağa kalkmama yolaçtılar.
Klepp'len özür
* Maria Sluarı (doğ. 1542, öl. 1587): Kralive nlizabellı'in idam ettirdiği tskocya kraliçesi.
(Ç.N.)
648
dileyip bir dakika sabretmesini rica etlikten sonra, odadan çekip dışarı çıkardılar beni.
Drothea Hemşirenin odasıyla buzlu cam kapının önünden sürükleyip götürdüler mektubun
hâlâ yarısı koridor üzerinde bulunuyordu, beni kamçılayarak odamdan içeri tıktılar ve
Madonna 49 tablosunu yaparken Ressam RaskolnikofPun hediye etliği trampetin beni
karşılamasını sağladılar; ben de kavradım hemen trampeti, teneke trampeti ve iki değneği
elime aldım, arkama döndüm sonra ya da döndürüldüm, odamdan çıktını, o Allahın belâsı
odanın önünden sıçrayarak geçtim, yanlış yollarda uzun bir gezinin arkasından sağ salim
evine dönen bir kimse gibi Klcpp'in makamalı mutfağına girdim, resmiyeti bir yana
bıraktım, yatağın kenarına iliştim, kırmızıbeyaz lake trampeti hazırladım, ilkin değnekleri
oyunsu devinimlerle kımıldattım havada, galiba nasıl başlayacağını bilemez bir durumum
vardı biraz ve gözlerim bir şaşkınlık iladcsiylc Kleppiu yanından ötelere bakıyordu; derken,
sanki tesadüfen, değneğin biri teneke trampetin üzerine düştü; bak sen, teneke trampet
de cevap verdi buna; Oskar da hemen ardından ikinci değnekle yetişti; böylece trampetimi
konuşturmaya başlamıştım, sırayla konuşturdum; başlangıçta başlangıç vardı; pervane
ampuller arasında trampetini konuşturarak benim doğum günümü müjdeledi; sonra on
dokuz basamaklı kiler merdivenini ve o harikulade üçüncü yaş günüm kutlanırken
merdivenden düşüşümü canlandırdım trampetle; Pestalozzi Okulu'nun merdivenlerini
tırmandım; trampetimle politik tribünler allında olurdum; yılanbalıklarmı, martıları. Büyük
Cuma'daki halı çırpmalarını söylettim trampetime; trampetimi çalarak zavallı annemin ayak
ucuna doğru daralan tabutunun üzerinde oturdum; sonra Herbert Truczinski'niıı yara
nişanıyla donanmış sırtını konuşturmaya başladım ve lam Hevelius Meydanındaki Polonya
Poslancsi'nin savunulmasını trampetimi konuşturarak vermeye çalışıyordum ki. oturduğum
yatağın başucunda bir kımıldama farkctlim; göz ucuyla yatakta doğrulduğunu gördüm
Klcpp'in, gülünç denecek bir tabla flütü yastığının allından çekip aldı Klepp, ağzına daya
649
di ve flütten o kadar tatlı, o kadar alışılmadık, benim trampetimden çıkardıklarıma o kadar
uygun sesler çıkardı ki, onu alıp Saspe Mezarlığfııa, Schugger Leo'nun yanına götürmem
mümkün oldu; Schugger Leo'yu ziyaret ellikten sonra Klepp'in önünde, Klcpp için ve
Klepp'le beraber ilk aşkımın gazoz tozunu köpürttüm; batla Bayan Lina Greff'in yetmiş
beş kilo çeken o büyük trampet makinesini gidip gördük; Klcpp'i alıp Bebra'nm Cephe
Tiyalrosu'na yöneldim; İsa'yı konuşturdum trampetimle; trampetimi konuşturarak
Störbekcr'i ve bütün Toz Alıcılar Çelesi'nin mensuplarını allama kulesinden aşağı allattım,
aşağıda Luzie oturuyordu; derken karıncaların ve Rusların trampetime el koymalarına göz
yumdum; ama Klcpp'i bir ikinci kez alıp, Malzerath gömülürken açılan çukur içine
trampetimi allığım Saspc Mezarlığı'na gölürmeyip, benim o hiç sona ermeyecek büyük
temayı vurmaya başladım: Kaschubei in patates tarlaları üzerine yağan ekim yağmuru ve
dört etekliği içinde oturan anneannem; derken Klepp'in Hinimden nasıl ekim yağmurunun
çiğıl çiğıl yağdığını, nasıl Klepp'in flütünün yağmuru ve anneannemin dört elekliği allında
Kundakçı Koljaiczek i keşlcttiğini, nasıl aynı llütün zavallı annemin ana rahmine
düşürülüşünü kullayıp bunu sergilediğini isiıincc, Oskar bir yaşına daha girdi âdeta.
Saatlerce çalıp durduk Klepp'le. Büyükbabamın sallar üzerinden kaçışını yeleri kadar
çeşitlemelere konu yaptık; kayıplara karışan kundakçının belki de bir mucize sayesinde
kurtulmuş olabileceğini ritmik yoldan ima edip, hali! bir yorgunlukla, ama mutluluk içinde
konserimize son verdik.
Son sesler henüz yarı flütün içindeyken, Klepp yala yata çukurlaşlırdığı yatağından
sıçrayıp ayağa kalktı. Ölü kokularını peşinden sürükleyerek gidip pencereleri açtı hemen.
Gazete kâğıtlarıyla baca deliğini tıkadı; İngiltere Kraliçcsi'nin renkli resmini didik didik
yırtarak krallık çağının sona erdiğini duyurdu; musluğu açıp şakır şakır su akıllı lavabo
içine, elini yüzünü yıkadı, yıkandı, yıkanmaya başladı, ne varsa üzerinden yıkayıp almayı
göze aldı; bu, bir el yüz yıkama değildi, bir yunup arınmaydı; ve
650
ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
yunup arınmış Klcpp elini sudan çekti, şişman ve üzerinden sular damlayarak, üryan,
nerdeyse şişmanlığından çatlayacak gibi, eğik sarkan çirkin bir cinsel organla gelip önümde
durdu, beni tutup kaldırdı yukarı, ileri uzanmış kollarıyla havaya kaldırdı çünkü ağır değildi
Oskar, lıani şimdi de değil; derken içinden bir gülme fışkırdı ve bir yolunu bulup dışarı
çıkarak odanın tavanına losladı; ancak o zaman anladım ki, dirilen yalnız Oskaı'ın trampeti
olmamış, ayrıca Klcpp de cfirilmişli; karşılıklı kutladık birbirimizi, yanaklarımızdan öptük.
Daha aynı günün akşamına doğru evden çıktık, bira içlik bir yerde, soğanlı kan sucuğu
yedik; derken Klepp, birlikle bir caz topluluğu kurmamızı önerdi. Gerçi ben önce bir
düşüneyim dedim, zaman istedim, ama Oskar çoktan kararını vermişti; sadece Taşçı Ustası
Kornelf'in atölyesindeki yazılı hâk işlerini değil, aynı zamanda Sanal Perisi Ulla'yla
modellik yapmayı bırakacak ve bir caz topluluğunun iraınpclçisi olacaktı.
651
KEÇE HALI
Böylece Oskar, dostu Klepp'in eline, o zaman yalaktan çıkması için gereken nedenleri
buyur edip vermişti. Alabildiğine bir sevinçle kül kokan yalaktan sıçrayıp kalkmış Klepp,
halta elinin yüzünün su görmesine izin vermiş, hey be diyen, anasını sattığımın dünyası
diyen bir adam kesilivermişti; ama yine de yalak düşmanının adı Oskar olan ben şurasını
iddia etmeden duramayacağım; Klcpp benden öç almak isliyor, ben nasıl onun makarnalı
mulfağmdaki yalağı kendisine haram etmişsem, o da akıl ve ruh hastalıkları ki i n iği ııclcki
yalağımı bana haram etmek istiyordu.
Hallaçla bir gün isler istemez ziyaretine katlanmam, caz müziğine ilişkin o mutlu
iyimserliklerine kulak vermem, müzikalkomünist manifestolarını dinlemem gerekiyor; çünkü
yatakla yalarken sadık bir kral tarafları olan ve İngiliz Kraliyet Ailesine bağlılık gösteren
Klepp, elinden yalağı ve gaydalı lilizabcih'ı alınır alınmaz, Almanya Komünist Partisi
(KPD)'nin, asil üyelerinden biri olmuştu; bugün bile yasak bir hobby olarak bu üyeliği
sürdürüyor, bira içip kan sucuklarım gövdesine indiriyor ve meyhanelerde tezgâh önünde
dikilip içki şişelerinin etiketlerini gözden geçiren kendi halindeki insanlara, tam lakım bir
caz topluluğuyla bir Sovyet kolhozu arasındaki orlak noktaları sayıp döküyor.
* Kİ'D (Kommuııisıischc Panci Dculschlands=Alman Komünist Partisi) I^IH'de
kuruldu, !u56'da Balı Almanya'da yasaklandı. (Ç.N.)
652
Düşlerinden uyandırılmış bu hayalperestin bugün için pek fazla imkân yok elinde. Ama yala
yata çukurlaştırdığı yalaktan uzaklaştırılır uzaklaşlırıhnaz, hemen yoldaşlardan biri
kesilmişti o zaman, hem de yasaklanmış bir partinin yoldaşlarından, ki bu da işi daha çekici
bir duruma sokuyordu. Klepp'in mezhep derecesinde bağlandığı bir ikinci şey de, çılgınlığa
varan caz tutkunluğuydu. Şunu da eklemek gerekiyor; Vaftiz bakımından Protestan olan
Klepp, mezhep değiştirebilir ve Katolik olabilirdi.
Klepp bu, bütün mezheplere giden yolları hep açık lulmuşlu önünde. İhtiyatlı davranışı ve o
ışıl ışıl parlayan hantal eli, ayrıca alkışla yaşayan şakacılığı ona bir reçele ilham elmişli; bu
reçetenin köylü açıkgözlüğü taşan kurallarına göre, Marks'ın öğretilerinin caz mitosu ile
karıştırılması gerekiyordu. Bir gün biraz sol eğilimli bir din adamı, yani bir işçirahip önüne
çıksa da, bu rahip ayrıca Dixiland* caz müziği plâklarından bir koleksiyonu elinin altında
bulundursa, o günden sonra Klepp'in caz geviş getiren bir Marksist kesileceği,
sakramenl'lcre kavuşmak için kiliseye gidip, daha önce sözü edilen vücul kokusunu Yeni
Gotik uslûbundaki bir katedralin kokusuna karıştıracağı kuşkusuz.
Benim de kendisi gibi olmamı, Klepp'in yaşamın sıcaklığı taşan vaatlerle beni içinden çekip
almak istediği yalağım önlesin. Klepp dilekçe üzerine dilekçe sunuyor mahkemeye,
avukatımla el ele vermiş uğraşıyor, davanın yeniden görülmesini istiyor: Oskar'ın
aklanmasını, Oskar'm özgürlüğünü isliyorçıksın artık şu bizim Oskar klinikten ve bütün
bunları istemesi de yalağımı bana çok gördüğü için.
Ama yine de Zcicller'lerin evinde kiracıyken, yatakla yatan bir dostumu ayakla dikilen,
odanın içinde paldır küldür gezinen, halta koşup seğirten bir dost durumuna soktuğumdan
ölürü üzgün değilim. Üzerimde düşüncelerin ağırlığı, Drothea Hemşire'yc ayırdığım o pek
yorucu saatlerin dışında küçük çapta bir özel hayatım vardı. "Hey Klepp!" diyerek
dostumun omuzlarına vurıı
* Dixiland Caz Müziği: Beyazlar taralından öğrenilen zenci caz müziği; Amerika'da
New Orleans çevresindeki bölgeye Dixiland denmekledir. (Ç.N.)
653
yordum. "Gel bir caz topluluğu kuralım seninle!" O kendi göbeği kadar sevdiği kamburumu
okşuyor, "Oskar'la bir caz topluluğu kuruyoruz", diye dünyaya ilân ediyordu, "bir eksiğimiz
varsa, doğru dürüst gitar çalacak ve banjo'dan anlayacak biri."
Gerçekten trampetle flütün yanına bir ikinci saz daha gerekiyordu. Bir bas, sırf göz için
de olsa fena sayılmazdı doğrusu; ama daha o zamanlar basocu bulmak güçtü, dolayısıyla
eksik olan gitaristi harıl harıl aramaya başlamıştık. Cok sinemaya gidiyor, başta anlattığım
gibi haftada iki kez fotoğrafımızı çektiriyor, vesikalık fotoğraflarla bira içip kan
sucukları yerken akla gelmedik zirzopluklarda bulunuyorduk. Klepp kızıl saçlı llsc'ylc
tanıştı o zamanlar, düşüncesizlik edip ona kendi resimlerinden birini verdi ve bu yüzden de
onunla evlenmek zorunda kaldı; ne var ki, bir gitarcı ele geçirememiştik.
Küçük ve yuvarlak koyun gözü pencereleri, hardallı peyniri, bira buğulan ve kol kola
sallanmalarıyla Düsscldorf'un iç kesimlerindeki lokaller, akademide modellik yaptığım
günlerden bir ölçüde bildiğim yerlerdi; ama ancak Klepp sayesinde doğru dürüst tanıdım
buraları; Lamberlus Kiliscsi'nin çevresini fırdolanıp bütün lokalleri doluşarak bir gitarcı
arayıp durduk; özellikle Raltinger Sokağfndaki "Tek Boynuzlu Al" lokaline gittik; çünkü
burada dans parçaları çalan Bobby, flüt ve trampetle bizim de bazen topluluğa katılmamızı
sağlıyor, benim trampetimi konuşturmalarımdan alkışını esirgemiyordu; oysa Bobby'niıı
kendisi usta bir trampelçiydi, ama ne yazık ki sağ elinin bir parmağı yoktu.
"Tek Boynuzlu At" lokalinde bir gitarist bulamadık ama, ben biraz meleke kazandım, ne de
olsa Cephe Tiyatrosu zamanında edinilmiş tecrübelerim vardı; hani Drothea Hemşire
olmasa, pek kısa bir süre sonra usta bir davulcu kesilip çıkardım.
Düşüncelerimin yarısı Drothea Hemşire'deydi hep. Bari geri kalan yarısı, tam ve eksiksiz,
teneke trampetimde olsa, neyse yine. Gelgeldim bir düşünce trampetle başlıyor, Drolhea
Hemşire'nin Kızılhaç broşunda son buluyordu. Falsolarımı flülüyle us
654
taca kulaklardan kaçırmasını bilen Klepp, Oskar'ı öyle yarı düşüncelere dalmış gördükçe
tasalanıp soruyordu: "Acıktın mı yoksa? Acıklınsa kan sucuğu söyleyeyim bak?"
Klepp bu dünyadaki her acının gerisinde bir kurt açlığının kokusunu alıyor, dolayısıyla her
acıya bir porsiyon kan sucuğuyla deva olımabilecğini sanıyordu. Oskar, o zamanlar üzerinde
halka halka soğanlarla pek fazla taze kan sucuğu yiyip bira içiyor, böylece dostu Klepp
derdinin Drothea Hemşire değil de, açlık olduğuna inansın isliyordu.
Cok vakit daha pek erkenden Jülich Sokağındaki Zcidler'lerin evinden çıkıyor ve Eski
Şehir'dc kahvaltı yapıyorduk. Bundan böyle akademiye ancak sinema için para gerekliği
zaman gidiyordum. Bu arada Sanat Perisi Ulla üçüncü ya da dördüncü kez Ressam
Lankes'le nişanlanmıştı, dolayısıyla bir yere ayrılamıyordu, çünkü Lankes sanayicilerden ilk
büyük siparişini almıştı. Gelgeldim, sanat perisi olmadan modellik yapmaktan da Oskar
zevk duymuyordu; onu yine eciş bücüş resme geçiriyor, çirkin şekilde üzerine karalar
sürüyorlardı; dolayısıyla, kendimi tamamen dostum Klepp'e adıyordum; ne Maria, ne
Kurl'un yanında rahat edebiliyordum bir türlü; Maria"nın yanında her gece şefi ve evli
sevgilisi Bay Stenzel geceliyordu.
1949 yılı güz başında bir gün Klepp'le odalarımızdan çıkmış, koridorda aşağı yukarı buzlu
cam kapının önünde karşılaşmıştık; elimizde sazlarla tam evden ayrılıp gidecektik ki,
oturma ve yatak odasının kapısı biraz aralanmış olan Bay Zcidler seslendi.
Dar ama kalın bir rulo keçeyi önü sıra bize doğru ilip getirerek halıyı yere yaymak ve yere
tutturmak için yardımımızı isledi. Bir koridor halısı olup, sekiz metre yirmi santim
uzunluğundaydı; gelgeldim, koridorun boyu sadece yedi metre kırk beş santim
tuttuğundan, Klepp'le halının yetmiş beş santimetresini kesmemiz gerekiyordu. Baktık ki
ayakta keçe liflerinin kesilmesi pek kolay değil, oturarak yaptık bu işi. Ama sonra halıdan
iki santimetre fazla kestiğimiz anlaşıldı. Ancak, halının genişliği tıpatıp koridorun
genişliğine uyuyordu, kendisinin kolay eğilcme
655
diğini ileri süren Zcidlcr el birliğiyle halıyı koridorun tahtalarına çivilememizi rica etli.
Çivileme işine koyulurken halıyı germe likrini ortaya atlı Oskar, böylece eksik iki
santimetrelik yerin büyük bir kısmını halıdan kusturup geriye aldık, ancak çok az bir
eksiklik kaldı. Halıyı çivilemeye girişlik; iri başlı, yassı çiviler kullanıyorduk, çünkü küçük
başlı çiviler gevşek dokunmuş keçe halıyı döşemeye tulluramazdı. Ne Oskar, ne de Klepp
parmaklarına vurdu çekici, ama doğru çakamayıp eğdiğimiz birkaç çivi oldu. Ne var ki,
çivilerin kalitesinden kaynaklanmıştı bu, çünkü çiviler Zeidler'in stok malları arasından
çıkarılmıştı, yani para reformu öncesi günlerinden kalmaydı. Halının yarısı koridorun
tahtalarına çivilenip tulturulduğu zaman, çekiçlerimizi çapraz birbiri üzerine koyduk,
çalışırken bizi göz allında luian Kirpi'yi arsızca değilse de, bir şeyler bekleyerek süzmeye
başladık. Bunun üzerine Kirpi, yalak ve oturma odasına giderek likör kadehi stokundan üç
kadeh alıp döndü, ayrıca yanında bir şişe doppelkorn gelirdi. Halının dayanıklı olması
dileğiyle kadehleri boşalttık, sonra yine arsızca değil ama, bekleyiş dolu bir edayla:
"Halının keçe lilleri de susatıyor insanı", dedik. Ailevi bir öfke nöbeli kendilerini kirıp
dökmeden, içlerinde peş peşe birçok kez doppelkorn barındırmalarına belki de sevindi
likör kadehleri. Klcpp dalgınlıkla boş bir likör kadehini keçe halı üzerine devirdiğinde,
kırılmadı kadehçik, hiçbir ses de çıkarmadı; hep birden keçe halıya övgüler döşendik.
Oturma ve yalak odasından çalışmalarımızı izleyen Bayan Zeidler, devrilen likör
kadehlerini kırılmaktan koruduğundan bizim gibi keçe halıyı övmeye kalkınca, hiddetlendi
Kirpi, halının henüz çivilenmemiş kısmı üzerinde tepindi, boşalmış olan üç likör kadehini
kaptığı gibi oturma ve yalak odasına daldı; vitrinden gelen şangır şungur sesler işittik;
elindeki üç taneyi yeterli bulmadığı için büfeden daha başka likör kadehleri aldı Kirpi.
Birden Oskar, kendisine hiç de yabancı olmayan bir müzik sesi işilti, hayalinde
Zeidlcr'lerin sobası canlandı; parça parça edilmiş sekiz likör kadehi sobanın ayakları
dibinde duruyor, Zeidler faraşla el süpürgesini almak üzere
656
eğiliyordu; Kirpi olarak kırdığı kadehlerin parçalarını Zeidler olarak bir araya topluyordu.
Ama Bayan Zcidlcr, arkasından şangır şungur sesler gelirken kapıdaki yerinden ayrılmadı.
Bizim çalışmamızla pek ilgileniyordu, zaten biz de Kirpi hiddete kapılır kapılmaz
çekiçlerimizi kapmış, işe koyulmuştuk. Kirpi odadan dönüp gelmedi bir daha, ama
doppelkorn şişesini yanımızda bırakmıştı. Şişeyi birimiz bırakıp birimiz alarak ağzımıza
dayarken, çekindik ilkin. Derken Bayan Zeidler için için der gibi güler yüzle başını salladı,
ama biz yine şişeyi uzatıp bir yudum da buyrun siz alın diyemedik. Buna rağmen temiz
çalışıyor, peş peşe çivileri halıya çakıyorduk. Oskar keçe halıyı Drothea Hcmşire'niu
kapısının önüne çivilerken, her çekiç vuruşla buzlu camlar şangııdadı. Bu da dokundu
Oskar'a ve bir an çekici indirdi eline; acılarla dolu bir an. Ama Drolhea Hemşirc'nin
odasının önündeki buzlu camı geçince, hem Oskar, hem de elindeki çekiç kendini daha iyi
hissetti. Nasıl ki herşeyin bir sonu varsa, halının koridora çivilenmesi de son buldu. İri
başlı çiviler köşeden köşeye uzanıyor, boyunlarına kadar koridorun tablalarına gömülmüş
duruyor, basları bir sel gibi kabarıp akan, dalga dalga dalgalanıp girdaplar oluşturan keçe
liflerin üzerinde ancak güçlükle görülebiliyordu. Kendimizi beğenmiş bir edayla üzerinde
aşağı yukarı volta atarak keçe halının boydan boya tadını çıkarıyor, yaptığımız işe övgüler
döşeniyor, aç kanıma, hiç kahvaltı yapmadan bir keçe halıyı yere yayıp çivilemenin kolay
olmadığını belirten sözler söylüyorduk; sonunda basardık: Bayan Zeidler kızoğlau kız
diyebileceğim yeni halının üzerinde gezinmeyi göze aklı, halının üzerinden geçerek mutlağa
girdi, bize kahve pişirdi, bizim için yumurta kırdı tavaya. Kahvaltıyı benim odada yaptık,
Bayan Zeidler evden çıkıp gitti derken, çünkü Manncsnıann'daki işine yetişecekti; oda
kapısını açık bıraktık; ağzımızı oynatarak, hafif yorgun, ortaya koyduğumuz eseri, bize
doğru karşıdan akıp gelen halıyı seyrettik.
Para reformundan önce kuşkusuz, az buçuk bir trampa değeri taşıyan ucuz bir halı
konusunda bu kadar sözün ne gereği var
657
sanki? Oskar, bu haklı soruyu işitiyor ve olayların ilerdeki seyrine el atarak cevap veriyor:
Bu keçe halı üzerinde o gece ilk kez Drolhea Hemşirc'ye rastladım.
Geç vakit, gece yarısına doğru, bira ve kan sucuğuyla içim dolu olarak eve dönmüştüm. Eski
Şchir'dc bırakmıştım Klepp'i, gitarcı arıyordu. Gerçi anahtar deliğini bulup kapıyı açmış,
koridordaki keçe halının üzerinde yürümüş, karanlık buzlu cam kapının önünden geçmiş,
odama girip yatağıma varmıştım, giysilerimi de çıkarmıştım üzerimden, ama pijamamı
bulamamıştım, yıkanması için Maria'ya götürmüştüm pijamamı; pijamaya karşılık o pek
uzun halıdan kesliğimiz yelmiş beş santimetre boyundaki keçe parçası elime geçmişti; bu
parçayı karyolanın önüne yaymış, sonra da yalağa girmiştim; ama uyuyamamıştım bir türlü.
Bir türlü uyku tutmadığından Oskar'ın neler neler düşündüğünü ya da bu gibi şeyleri
düşüncesizce kafasından geçirdiğini şimdi sizlere anlatmanın yeri yok burada. O gece
uyuyamayışımın nedenini bugün bulduğumu sanıyorum. Yalağıma girmeden, çıplak ayaklarla
koridordaki keçe halının bir parçası olan yeni yalak paspası üzerinde dikilmiştim; keçe
lider çıplak ayaklarımda etkilerini duyurmuş, bu etki cildimden geçerek kanımdan içerlere
sızmıştı. Yalağa yattıktan sonra bile, hâlâ kendimi keçe paspas üzerinde dikilir gibi
hissediyordum, bu yüzden de gözüme uyku girmiyordu; çünkü keçe lifler kadar uyarıcı,
uyku kaçırıcı, insanı düşüncelere daldıran bir başka şey yoktur.
Oskar, gece yarısından çok sonralarına, la sabahın üçüne kadar uykusuz, yalakla yatıp keçe
paspas üzerinde dikildi. Derken koridordan doğru, açılan bir kapı sesi geldi kulağıma, sonra
bir kapı daha açıldı. Herhalde Klepp gitaristi bulamadı, kan sucuğuyla dolu olarak eve
dönüyor, diye geçirdim içimden; ama ilkin kapıyı, sonra da bir ikinci kapıyı açanın Klepp
olmadığım biliyordum. Bir ara şöyle düşündüm: Mademki boşuna yalakla yatıyor, ayaklarının
tabanlarında keçe liflerini hissediyorsun, o zaman yalaktan çık, karyola önüne yayılmış
keçe paspas üzerinde hayalde değil, gerçek olarak dikil. Hani öyle de yaptı, Oskar. Bu da
birta
658
kim sonuçlara yol açtı. Daha paspas üzerinde dikilmeye başlar başlamaz, yetmiş beş
santimetrelik parça ayak tabanlarımdan içeri sızarak bana geldiği yeri, koridordaki yedi
metre kırk yedi santim uzunluğundaki keçe halıyı anımsattı. Aslından kesilmiş bu keçe
parçasına acıdığımdan mı, yoksa koridordan gelen kapı seslerini işilip Klcpp'in eve
döndüğünü sandığımdan, ama gerçeklen döndüğüne de inanmadığımdan mı, nedense Oskar
eğildi; yalarken pijamasını bulamadığı için karyolanın önüne yaydığı keçe parçasını iki
ucundan tuttu; bir ucunu bir eline, öbür ucunu öbür eline aldı, lifler üzerinde değil de
tahta zemin üzerinde duracak gibi bacaklarım açtı, keçe parçasını bacaklarının arasından
çekip yukarı aldı ve yelmiş beş santimetrelik keçeyi sadece bir metre yirmi santim
boyundaki vücudunun önüne lullu, dolayısıyla haya yerini yakışık aldığı üzere kapadı; ama
beri yandan köprücük kemiğinden dizlerine kadar keçe liflerin etkisi allında bulunuyordu
şimdi. Oskar'ın lifli keçe giysisinin ardından yürüyüp karanlık odasından koridora çıkması
ve koridordaki keçe halının üzerinde soluğu almasıyla bu etki daha da arttı.
Keçe halının o pek lifli fısıltıları karşısında acele adımcıklar alarak aşağılardan gelen
etkiden kaçmak, kendimi kurtarmak ve zemin döşemesi olarak keçe liflerin bulunmadığı
yere, yani tuvalete koşmak istememde şaşılacak ne var.
Hani tuvalet de koridor kadar, Oskar'ın odası kadar karanlıktı; ama yine de meşgul
bulunuyordu. Ufak kadınsı bir çığlık açığa vurmuştu böyle olduğunu. Beri yandan,
üzerimdeki keçe lilinden posl, tuvalette oturan birinin dizine çarpmıştı. Tuvaletten çıkıp
gitmeye davranmadığımdan çünkü gerideki keçe halı tehdit ediyordu beni önümde oturan
kimse beni tuvaletten dışarı dehlemek isledi: 'Siz kimsiniz? Ne isliyorsunuz? Gidiniz
hemen buradan!" diye söylendi bir ses: Tonundan ses sahibinin asla Bayan Zeidler
olamayacağı anlaşılıyordu. Biraz gözü yaşlı: "Siz kimsiniz?" diye tekrarladı ses yeniden.
"Evet, Drothea Hemşire, bilin bakalım ben kimim?" diye bir şakada bulunmayı göze alacak
ve karşılaşmamadaki o biraz lal
659
sız havayı yumuşatacak oldum. Ama Drothea Hemşire tahmin etmek islemedi kim
olduğumu, doğrulup kalktı, karanlıkta bana elini uzattı, beni tuvaletten koridordaki keçe
halının üzerine itecek oldu, ama fazla yukarıya el altmıştı, dolayısıyla eli başımın üzerinden
geçerek boşluğa daldı, derken daha aşağılarda arandı Drothea Hemşire, ama bu kez de
beni değil, önümdeki lifli önlüğü, benim keçe postumu ele geçirdi, yeniden bir çığlık altı şu
kadınlar da ne olsa hemen basarlar çığlığı, beni biriyle karıştırdı, çünkü titremeye başladı
vücudu ve "Aman Yarabbi, şeytan bu!" diyerek fısıldadı; o böyle fısıldayınca hafif bir
kikirdcnıe aldı beni, ama kötü niyetli bir kikirdeme değildi. Yine de Drolhca Hemşire
şeytan kikirdiyor sandı; ancak şeytan sözcüğü hoşuma gitmemişti; o yeniden, ama bu kez
sinmiş ve korkak: "Kimsiniz siz?" diye sorunca cevap verdi Oskar: "Şeytanım, şeytan!
Drolhea Hemşire'yi ziyarete geldim!" Drolhea Hemşire'nin cevabı: "Aman Yarabbi! Peki
neden?"
Yavaş yavaş şeytan rolünü benimseyip, şeytanı içimde suflör olarak çalıştırarak: "Şeytan
Drolhea Hcmşire'yi seviyor da onun için!" dedim. "Hayır, hayır, hayır! Ama ben
istemiyorum onun beni sevmesini!" dedi Drolhea Hemşire, sonra kaçmak için bir girişimde
bulundu, ama bunun sonucunda yeniden benim keçe giysimin lifleri içine gelip takıldı —
galiba pek inceydi geceliği—, on parmakçığmın onu da benim o ayartıcı bakir keçe ormanına
daldı, bu da onu güçsüz ve dirençsiz duruma soktu. Drothea Hemşire'yi yüzüstü yıkan
kuşkusuz hafif bir zaal nöbetiydi. Yukarı doğru kaldırdığım postumla yıkılmakla olan
Drolhea Hemşire'yi tuttum, uzun bir süre kollarımda kaldı Drothea Hemşire, ancak ondan
sonra oynadığım şeylan rolüne uygun bir karara varabildim, hafifçe kollarımı gevşeterek
diz çökmesine imkân verdim onun, ama dizlerinin tuvaletin soğuk çinilerine değil de,
koridordaki keçe halısına dokunmasına dikkat ellim: sonra onun geriye doğru, başıyla balı
yönünde, yani Klepp'in odasına doğru boylu boyunca kaymasına zemin hazırladım; sırtı hiç
değilse bir metre akmış santim uzunluğunda keçe halıya değdiğinden, vü
660
cııdunun ön kısmını da keçe lifleriyle örttüm; ne var ki sadece yelmiş beş santimetrelik bir
parça vardı elimde; bu parçanın bir ucunu hemen çenesinin altına dayadım, öbür ucu
Drolhea Hemşire'nin kalçasından biraz fazla aşağı inmişti, dolayısıyla keçe parçasını
yaklaşık on santimetre daha yukarıya, ağız hizasına çıkardım, ağzı örtüldü keçeyle
Drothea Hemşire'nin, ama burnu açıkta kaldı, nefes alıp vermesi böylelikle
engellenmedi; hani Drothea Hemşire de pek hızlı soluyup duruyordu. Derken Oskar
üzerine abandı Drolhca Hemşire'nin, keçeden paspas üzerine uzandı ve bu keçe
parçasını binlerce lifli bir titreşime sürükledi; Drolhea Hemşireyle doğrudan doğruya bir
bağlantı kurmaya çalışmadı ilkin, keçe liflerinin etkisini göstermesini bekledi, Drothea
Hcmşire'ylc yeniden konuşmaya başladı. Drolhea Hemşire hâlâ hafif bir zaaf nöbeti
geçiriyor, "Aman Yarabbi, aman Yarabbi!" diye sürekli fısıldıyordu; ikide bir Oskar'ın kim
olduğunu öğrenmek isliyor, koridorun keçe halısıyla benim keçeden yalak paspasım
arasında titriyordu. Bense adımın şeylan olduğunu söylerken şeytan sözcüğünü şeytanî bir
şekilde liz perdeden telafluz ediyor, yerimin cehennem olduğunu belirtiyor, bu arada yalak
paspasım üzerinde jimnastik yapıp onu hareket halinde tutuyordum; çünkü yıllar öncesi
gazoz tozu benim sevgili Maria'da nasıl bir duygu uyandırmışsa, keçe lifleri de Drolhea
Hemşire'de farkına varmazlıktan gelinemeyecek böyle bir duygunun doğmasına yol
açıyordu; ne var ki, gazoz tozu beni yüzde yüz bir başarıya götürmüşken, keçe halı
üzerinde yüz kızartıcı bir fiyaskoyla karşılaştım; limana demir atmasını beceremedim bir
türlü, gazoz tozu günlerinde ve ondan sonra yeteri kadar sık dikleşip sertleşerek hedefe
varmaya can alan o merci, keçe lifleri karşısında boynunu bükmüş duruyordu, isteksizdi,
cimriydi, önünde bir hedef görmüyor ve hiçbir çağrıya uymak istemiyordu, ne benim o
bütünüyle uysal nitelikteki kandırıcı sözlerime, ne de allımda fısıldayan, inildeyen, altlayıp
ollayarak "Gel şeytan gel!" diyen Drolhea Hemşire'nin iç çekişlerine uyuyordu;
dolayısıyla Drolhea Hemşire'yi yatıştırıyor, "Şimdi geliyor şeylan, şimdi geliyor!" di
661
ye onu avutarak aşırı bir şeylaniliklc mırıldanıyor, beri yandan vaftiz günümden beri
içimde yaşıyan —hâlâ da içimde yaşıyorşcylanla bir konuşmayı sürdürüp çıkışıyordum
kendisine: "Oyunbozanlık yapma şeytan!" içimdeki şeytana yalvarıyordum: "Ne olur yüzümü
kara çıkarma benim." Sonra da pohpohluyordum onu: "Başka zamanlar böyle değildin sen:
eski günleri düşün! Maria'yı düşün! Dul Bayan GrefPi düşün! Sonra ikimiz Paris'le o nazlı
Roswiiha'yla nasıl eğledik gönlümüzü?" Ama içimdeki şeytan, tekrara kaçmaktan korkup
çekinmeksizin ters ters cevaplar veriyordu: "İstemiyor içim, Oskar! Seylan işlek
duymazsa, erdem galebe çalar. Nihayet şeytanın da bir yol istek duymamak hakkı olmalı
sanırım."
Böylece desteğini esirgemişti benden şeytan, bu ve benzeri tekerlemeleri söylemiş, bu
arada ben de yavaş yavaş bitkin düşerek keçe parçasını hareket halinde Hıiarak, zavallı
Drothea Hemşire'nin cildine eziyette bulunmuş, bu cildi oğup kabartmış ve nihayet onun
"Gel şeytan, oh, gel arlık!" şeklindeki susamış çağrısına keçe parçası allından, hiçbir lemele
dayanmadığı için umıılsuz ve saçma bir hamleyle karşılık vermiş, boş tabancayla on ikiden
vurmak istemiştim. Galiba Drothea Hemşire şeytanına yardımcı olmak isleyerek iki elini
ansızın keçe liderinin altından cckip çıkardı, beni sarmak isledi elleriyle ve sardı, benim
kamburumu, benim insan sıcaklığı taşıyan, hiç de kecc liderinden olmayan tenimi ele
geçirdi, çağırıp durduğu şeytanı bulamadı bende, "Gel şeytan gel!" diye mırıldanmayı
bıraktı, kısa kısa öksürerek başka bir ses perdesine geçti ve ilk sorduğu soruyu
tekrarladı: "Allah için söyleyiniz, kimsiniz, ne istiyorsunuz benden?' Bunun üzerine
aşağıdan aldım ister istemez, resmî belgelere göre adımım Oskar Matzcrath olduğunu,
kendi odasına bitişik odada kaldığımı ve onu, yani Drothea Hcmşire'yi ateşli ve içten bir
sevgiyle sevmekle olduğumu itiraf eltim.
Başkalarının başlarına gelen felâkete sevinenler vardır, bunlardan biri hani şimdi derse ki,
Drothea Hemşire lânel okuyup bir yumruk savurarak beni kendisinden ayırıp keçe halının
üzerine
662
fırlattı, Oskar üzülerek, ama yine de hafif bir memnunluk duyarak şurasını belirtmek
isler: Drolhea Hemşire ellerini ve kolları nı ancak yavaş yavaş, âdeta düşünceli bir edayla,
duraksayarak kamburumdan çekip aldı; bu davranışı son derece hazin bir okşayışa
benziyordu. Ayrıca onun hemen alçak sesle ağlayıp hıçkırmaya başladığını işittim. Benim ve
keçe parçasının altından sıyrılıp çıktığını, beni üzerinden kaydırıp itliğini farketmemiştim;
ayrıca koridorun keçe örtüsü de Drothea Hemşire'nin ayak seslerini emmişti. Derken
açılan bir kapı sesi geldi kulağıma, kilit içinde bir anahtar çevrildi ve hemen Drolhea
Hemşire'nin allı dörtgenden meydana gelen buzlu cam kapısı içerden doğru aydınlanıp
bütün gerçckliğiyle belirip çıklı ortaya.
Oskar yerde yalıyordu; henüz şeytanî oyundan kalma az buçuk sıcaklığı barındıran keçe
parçasıyla üzerimi örttüm. Gözlerim kapıdaki ışıklı dörtgenlerdeydi. Ara sıra bir gölge
kayıp geçiyordu buzlu cam üzerinden. İşte şimdi gardıroba gidiyor ürothea Hemşire,
diyordum kendi kendime, şimdi konsola yürüyor. Derken köpeksi bir denemeye kalkıştı
Oskar; üzerimde keçe parçası, koridor halısının üzerinde sürünerek Drolhea Hemşire'nin
kapısına geldim, kapının tahtasını tırmalamaya başladım, biraz doğrulup arayan ve yalvaran
bir eli ahlaki iki cam dörtgen üzerinde gezdirdim; ama Drothea Hemşire açmadı kapıyı,
gardıropla konsol arasında bıkıp usanmadan gidip geliyordu. Biliyor, ama kendi kendime
itiraf edemiyordum; Drothea Hemşire eşyalarını topluyor, kaçmak, benden kaçıp
kurtulmak isliyordu.
Odasından çıkarken elektrikle aydınlanan yüzünü bana göstereceğine ilişkin içimdeki o
umut kırıntısından da çaresiz vazgeçmek zorunda kaldım. Buzlu camın arkası karardı ilkin,
sonra kilit içinde dönen anahtar sesini işittim; kapı açıldı, keçe halının üzerinde iskarpinli
ayaklar. Uzanıp Drolhea Hemşireyi lutmak istedim, ama bir bavula tosladı elim, sonra onun
çoraplı bacağına çarptı; bunun üzerine, gardırobunda görmüş olduğum o kaba ve sert
iskarpinlerden biriyle göğsüme bir tekme indirdi Drothea Hemşire, beni halının üzerine
yıktı. Oskar bir ikinci kez loparla
663
•**¦;
nip da "Drothea Hemşire!" diye yalvarırken kapı kapatıldı; bir kadın beni lerketmişli.
Benim acımı anlayanlar şöyle söyleyecek şimdi: Git yat artık, Oskar! Bu yüz kızartıcı
olaydan sonra daha ne bekliyorsun koridorda. Sabahın saat dördü. Bir keçe halının üzerine
çırılçıplak uzanmışsın, lif lif bir keçe parçasıyla yan buçuk örtmüşsün üzerini. Ellerin ve
dizlerin sürtünmcklen yara bere içinde kaldı. Kalbin kanıyor, erkeklik organın acıyor; bir
yüz karası ki; deme gitsin! Bay Zedler'i uyandırdın. O da karısını uyandırdı. Şimdi gelecek,
odalarının kapısını açacak ve seni burada görecekler. Git yat artık, Oskar! Ncrdeyse beşi
vuracak saat.
Ben de o zamanlar keçe halı üzerinde yatarken aynen bunları söylemiştim kendime.
Üşüyor, yine de yalmamakta diretiyordum. Drolhca Hemşirenin vücudunu hayalimde
canlandırmaya çalıştım bir ara. Ama keçe liflerinden başka bir şey hissettiğim olmadı,
liflerden bazısını da dişlerimin arasından duyuyordum. Derken bir ışık dilimi düştü
Oskar'm üzerine: Zcidlcr'in oda kapısı az bir şey aralandı. Bay Zeidlcr'in kirpi başı, onun
üstünde madenî maşalarla dolu bir diğer baş: Bayan Zeidlcr'in başı; gözlerini dikmiş bana
bakıyorlardı. Bay Zcicllcr öksürdü derken. Bayan Zeidlcr kikirdedi. Bay Zeidler seslendi,
cevap vermedim. Bayan Zeidlcr kikirdemesine devam etti, elerken, kes şu kikirdemeyi,
diye çıkışlı Bay Zeidler. Nem olduğunu bilmek isledi Bayan Zeidler; Bay Zeidler de, bu
nasıl şey böyle, dedi. Bayan Zeidlcr burası namuslu bir ev diye söylendi, Bay Zeidler beni
evden atacağı tehdidini savurdu. Ben sustum, henüz ortada bardağı taşıran damla yoklu.
Derken kapıyı açtılar, Bay Zeidler düğmeyi çevirip koridorun ışığını yaktı. Sonra da
üzerime yürüdüler, ulak ve kötü gözlerle kölü kölü baktılar bana. Bay Zeidler ölkcsini bu
kez likör kadehlerinden çıkarmak niyetinde değildi, tepemde dikilmiş durdu. Oskar,
öfkesini dışarı vurmasını bekledi Kirpi'nin; ama Bay Zcicllcr öfkesini alamadı içinden,
çünkü merdivenlerde ayak sesleri duyuldu, bir anahtar sağa sola oynayarak kapının kilidini
aradı ve nihayet buldu kilidi; Klepp içeri girdi ve tıpkı kendisi gibi sarhoş
664
birini getirdi beraberinde: Sclıole, hele şükür ele geçirilen gitarist.
İkisi bir olup Bay Zeidlcr ile karısını yatışındılar, sonra Oskar'ın üzerine eğildiler, soru
sormadılar, beni tutup kaldırdılar, beni ve o şeytanî keçe parçasını alarak odama taşıdılar.
Oramı buramı ovarak ısıttı beni Klepp, gitarist de giysilerimi alıp getirdi. İkisi iki yandan
beni giydirip gözyaşlarımı kııruladılar. Hıçkırıp duruyordum ben. Pencerenin önünde söken
bir şafak ve serçeler. Trampetimi boynuma astı Klepp, kendisi de küçük tahta flütünü
eline aldı, gitarist de gitarını onıuzladı. Serçe sesleri. Çevremi kuşatıp, beni ortalarına aldı
dostlar; hıçkırıp duran ve ne derlerse yapan Oskar'ı Zeidler'lerin dairesinden, Jülich
Sokağı'ndaki evden çıkarıp serçelerin yanına götürdüler; onu keçe liflerinin etkisinden
kurtarıp sahalısı sokaklardan geçirdiler. Saray Parkı içinden vurup gözlemevinin bulunduğu
yere. Ren kıyısına geldiler; Hollanda'ya doğru bozbulauık akıyordu Ren, üzerinde gemiler
işliyor ve gemilerde çamaşırlar uçuşuyordu.
Sabahın allısından öğle öncesinin dokuzuna kadar o puslu eylül sabahında Flütçü Klepp,
Gitarist Sclıolle ve Trampclçi Oskar Ren ırmağının sağ kıyısına oturdular, birlikte güzel
güzel meskettiler, kendilerini çaldıkları parçaların havasına kaptırdılar, bir şişeden içki
yudumladılar, gözlerini kırpıştırarak karşı kıyıdaki kavak ağaçlarına baktılar, kömür
yüklemiş Duisburg'tan gelen ve akıntıya karşı yol almaya çalışan şilepleri hızlı, neşcliyavaş
ve hüzünlü Missisippi lıavalarıyla karşılayıp yeni kurulan caz toplulukları için bir isim
aradılar.
Biraz güneş çıkaraj< sabah buğusunu renklendirip de müzik şöyle uzun boylu bir kahvaltı
isteğine yerini bırakır bırakmaz, geride kalan geceyle arasına trampetini sürmüş olan
Oskar doğruldu: ceketinin cebinden kahvaltı anlamına gelen para çıkardı, beri yandan yeni
doğan caz topluluğunun ismini müjdeledi arkadaşlarına: 'The Rhine River Three"". Ve
kahvaltı için yola koyulduk.
* Ren Irmağı Üç. (Ç.N.)
665
SOĞANLI MAHZEN
Nasıl biz Ren kıyısındaki çimenlikleri seviyor idiysek, "Soğanlı Mahzen" lokalinin sahibi
bulunan Ferdinand Schmuh da DüsseldoıT ile Kaiservverllı arasında kalan Ren ırmağının
sağ kıyısını seviyordu. Çalacağımız parçaların provalarını çokluk Slockunı'un yukarısında
yapıyorduk. Schmuh ise elinde küçük çaplı lüleğiylc sahildeki yamaçları örten çalılıkları ve
ağaçlıkları dolaşıp serçe arıyordu. Sahibi bulunduğu lokalde Schmuh'un canı bir şeye
sıkıldı mı, karısını Mercedes arabasının direksiyonun başına geçiriyor, ırmak boyunca
sürdürüyordu arabayı; derken Slockum un yukarısında arabayı park ediyorlar, hafiflen
düziaban Bay Schmuh, elinde tüfekle çimenler üzerinden aşağılara seğirtiyor, arabanın
içinde kalsa daha memnun olacak karısını da peşi sıra sürüklüyor, onu kıyıdaki rahat bir
kayalık üzerinde bırakıp kendisi çalılıklar arasında kayboluyordu. Biz raglime* üslübundaki
caz müziğimizi meşkederken. çalılıklar ve ağaçlıklarda tüfeğini ateşleyip duruyordu
Schmuh.
Klcpp gibi liski Şehir'dcki bütün lokal sahiplerini tanıyan Scholle, çalılık ve ağaçlıklardan
doğru bir tüfek sesi duyulur duyulmaz: "Bay Schmuh yine serçe avlıyor", diyordu.
Schmuh hayatta olmadığı için, burada kendisiyle ilgili bir anma konuşması yapabilirim
şimdi: Schmuh iyi bir nişancıydı, beri yandan iyi de bir insandı belki. Çünkü serçe avlayıp
ceketinin
* Raglime: Bir pastanın çevresinde yapılan eski bir zenci dansı, Cakewalk'ian geliştirilerek
ortaya çıkarılan ilk caz müziği. (Ç.N.)
666
sol cebinde küçük çaplı tüfeği için mermi taşımasına karşılık, ceketinin sağ cebini tıka basa
kuş yemiyle dolu (utuyordu hep; hani bu yemi kuşları avlamadan önce değil de daha sonra
bir ikindide asla on iki serçeden fazla avlamazdı Schmuh cömert el hareketleriyle
serçeler arasında dağılırdı.
Schmuh, henüz hayadayken bir gün, 1949 yılının serin bir kasım sabahı —dadalardan beri
Ren kıyısında meşkedip duruyorduk yavaş falan değil, aşırı derecede yüksek sesle
bağırarak şöyle demişti bize: "Burada böyle çalar söyler, kuşları kaçırırsanız, ben nasıl
serçe avlarım!" "Oh, affedersiniz!" diye özür diledi Klepp, flütünü ağzından çekip alarak
selam duran bir tüfek gibi elinde tullu. "Siz o alabildiğine büyük müzik yeteneğinizle
çaldığımız parçalara ritmik bakımdan taslamam uyarak çalılık ve ağaçlıklarda tüfeğini
patlatıp duran baysınız, derin saygılarımı sunarım. Sayın Schmuh."
Klcpp'in adıyla sanıyla kendisini tanıması Schmuh'u memnun bırakmıştı, ama ismini de
nerden bildiğini anlamak istedi; Klepp, içerlemiş gibi yaptı: "Schmuh'u tanımayan var mı ki!
Sokakta hep adı ediliyor, isle Schmuh geldi, işle Schmuh gidiyor, Schmuh'u gördünüz mü,
bugün nerde Schmuh, Schmuh serçe avına çıklı deniyor."
Klcpp'in herkesçe tanınan bir adam yaptığı Schmuh sigara ikram elli bize, isimlerimizi
öğrenmek istedi, repcriuvarımızdan küçük bir parçayı dinlemek arzusunda bulundu, biz de
bir tigerrag çaldık kendisine, bunun üzerine Schmuh el ederek karısını çağırdı; karısı,
üzerinde kürk manto, bir kayalıkla oturuyordu, Ren ırmağının dalgaları üstüne düşüncelere
dalmıştı, üzerinde kürkle kalkıp geldi yanımıza; biz de ister islemez yeniden sazları elimize
aldık, high socicly'yi çaldık ve biz çalıp bitirdikten sonra kadın, üzerinde kürk: "Tamam
işte Ferdy", dedi, "lam senin mahzen için aradığın kimseler." Galiba Schmuh da aynı
fikirdeydi, o da bizi aramış ve bulmuş olduğuna inanır gibiydi, ama ilkin düşünceli bir
edayla belki de birtakım hesaplar yaparak birkaç yassı taşı büyük bir ustalıkla Renin suları
üzerinde kaydırdı, an
667
cak ondan sonra bir öneride bulundu bize: "Soğanlı Mahzcn'de akşam dokuzdan gece saat
ikiye kadar çalacaksınız, adanı başına her gece on mark, haydi diyelim on iki olsun."
Schmuh'a on beş rakamını söyletmek için on yedi dedi Klcpp ama Schınuh on dört ellide
diretti, anlaştık.
Dışardan bakınca Soğanlı Mahzen'in o yeni küçük lokallerin çoğundan farklı bir yanı yoktu;
eski lokallerden pahalı olmalarıyla da ayrılıyordu bu küçük lokaller. Ücretlerdeki
yüksekliğin nedeni olarak, çokluk sanatçı lokalleri denen bu yerlerin ultra modern iç
döşenişleri gösterilebilirdi. Ayrıca, taşıdıkları isimlerin de payı vardı bunda; örneğin, kibar
bir hava taşıyan "Raviolis Lokali" ya da esrarengiz ve egzistansiyalist bir hava taşıyan
"Tabu" ismi, acı ve yakıcı "Karabiber" ve "Soğanlı Mahzen" gibi isimler bunlar arasındaydı.
Emaye bir tabela üzerine bilinçli bir savruklukla bir soğanın saf etkili resmi yapılmış ve
yanına Soğanlı Mahzen ismi yazılmıştı. Tabela, eski Alman lokallcrindcki gibi cephe
kısmında bulunan süslemeli ve demir dökme bir kancaya asılmıştı. Lokalin tek penceresini
bira yeşili küçük ve yuvarlak camlar örtüyordu. O berbat savaş yıllarında bir sığmağa
kapılık etmiş olabilecek kırmızı boyalı giriş yerinin önünde kaba bir koyun postuna
bürünmüş bir kapıcı dikiliyordu. Hani her isteyen giremiyordu Soğanlı Mahzen'e, özellikle
haftalıkların biraya çevrildiği tatil günleri Eski Şehir sakinlerine mahzenin kapıları
kapatılıyordu; zaten Soğanlı Mahzen pahalı geliyordu böylelcri için. Ama içeriye
girebilenler kapının arkasında beş basamaklı beton bir merdivenle karşılaşıyor,
basamaklardan iniyor, kendini bir metre eninde ve bir metre boyunda bir galeride buluyor:
bir Picasso sergisinin ilânı bu galeriye bile gösterişli ve orijinal bir hava veriyordu; sonra
yeniden, bu kez dört basamak iniliyor, derken gardıropla karşılaşılıyordu. Bir karton
afişte: "Lütfen gardırop ücretini sonradan ödeyiniz", diye yazıyordu ve gardıroptaki genç
adam çokluk Güzel Sanatlar Akademisi'nin sakallı bir öğrencisi asla önceden para
almıyordu; çünkü Soğanlı Mahzen gerçi pahalı, ama ciddi bir lokaldi.
668
Lokalin sahibi, müşterileri bizzat karşılıyor ve sanki her yeni gelen müşteriyle yeni bir
açılış törenini kutluyormuş gibi son derece oynak kaş göz hareketleri ve jestlerle bunu
yapıyordu. Bildiğimiz gibi Ferdinand Schmuh idi lokal sahibinin ismi, zaman zaman serçe
avına çıkan bir adamdı ve para reformundan sonra Düsseldorf'la hayli çabuk, başka
yerlerde ise biraz daha yavaş doğup ortaya çıkan bir sosyetenin dilinden anlayan biriydi.
Asıl Soğanlı Mahzen ve işte iyi işleyen gece lokalinin ciddî karakteri de görülüyordu
buradan hatla biraz rutubetli gerçek bir mahzendi. Yaklaşık dört çarpı on sekiz
boyutlarında, insanın ayaklarım üşüten bir tünele benzetilebilirdi ve orijinal iki saç soba
tarafından ısıtılıyordu. Elbette mahzen aslında bir mahzen değildi. Tavan kısmı kaldırılmış,
zemin kala kadar yükseltilmiş bir yerdi burası. Dolayısıyla Soğanlı Mahzen'in tek
penceresi de gerçek bir mahzen penceresi olmayıp eski zemin katından kalma bir
pencereydi. Ne var ki, bu durum, iyi işleyen gece lokalinin ağırbaşlılığına asla gölge
düşürmüyordu. Ama küçük, yuvarlak ve bombeli camlarla kapatılmamış olsa pencereden
dışarı bakılabileccğinden. yani mahzenin yukarı kısınma son derece orijinal bir portatif
merdivenle çıkılan bir galeri yapıldığından, Soğanlı Mahzeıı'e yine ele ciddî bir gece lokali
gözüyle bakılabilirdi sanıyorum, isterse mahzen gerçek bir mahzen elmasındı, hem neden
ille de öyle olacaktı?
Oskar unuttu söylemeyi; o portatif merdiven de aslında porlalil bir merdiven değildi, daha
çok bir gemici merdivenine benziyordu, çünkü tehlikeli derecede dik merdivenin sağında
ve solunda iki çamaşır ipi uzanıyor, çıkılıp inilirken bunlara lutunulması sağlanıyordu; biraz
sallanıyor merdiven, insanda bir gemide seyahat ediyormuş izlenimini uyandırıyor ve
böylece Soğanlı Mahzen'in pahasını artırıyordu.
Madencilerin karpit lambalarına benzer lambalar aydınlatıyordu Soğanlı Mahzeni; lambalar
çevreye bir karpit kokusu saçıyor, bu da yine ücretlerde bir artmaya yol açıyor ve Soğanlı
Mahzenin önlerine gelen hesabı ödeyen müşterilerini bir ocağı
'in, or
669
ncğin Kaliber Maden Ocağı'nın dokuz yüz elli metre derinliğindeki bir kuyusunun içine,
toprak allına götürüp bırakıyordu: Belden yukarıları çıplak işçiler taş duvar önünde
çalışıyor, bir damarı oyuyorlar, makineler küçük küçük maden parçalarını bir araya
topluyor, bocurgatlar inildeyerek çalışıyor, vagonları madenle dolduruyor, derken çok
gerilerde, kuyunun Fricdrich 2 kuyusuna doğru dirsek yaptığı yerde sallanan bir ışık
seçiliyor; gelen madenci ustasıdır ve geliyor, "Merhaba çocuklar" diyor ve Soğanlı
Mahzcn'in sıvasız, kireçle yarım yamalak badana edilmiş duvarlarında asılı olup etrafa ışık
saçan, koku saçan, ücretleri artıran ve orijinal bir atmosfer yaralan karpit lambalarına
benzeyen bir lamba)! elinde sallıyor.
Soğanlı Mahzen'dc oturacak yerler öyle pek rahat değildi; bayağı sandıklar üzerine soğan
çuvalları yayılmıştı, oysa tahta masalar icrıcmiz temizlenmiş duruyor ve ışıl ısıl parlıyor,
müşteriyi maden ocağından çekip alarak benzerleri filmlerde görülen asude köy evlerinden
içeri sokuyordu.
Hepsi bu kadar. Peki bülc? Büfe falan yoktu. Garson Bey, yemek listesini lütfen! Ama ne
yemek listesi, ne Garson Bey var. Sözü edilecek bir sev kalmışsa, o da "The Thine River
Three" adındaki bizim caz topluluğudur. Klepp, Scholle ve Oskar, aslında bir gemici
merdiveni olan merdiven altında oturuyor, akşam dokuzda gelip sazlarını çıkarıyor, aşağı
yukarı saat onda çalmaya başlıyorlardı. Ama şimdi henüz saat dokuzu çeyrek geçtiği için,
kendimizden ancak ilerde söz açabileceğiz. Şimdi Schmuh'un arada bir küçük çaplı bir
tüleği tutan parmaklarını adamakıllı bir gözden geçirmek gerekiyor.
Soğanlı Mahzen müşterilerle dolar dolmaz —yarı yarıya dolmasına da dolmuş olarak
bakılıyordu lokal sahibi Schmuh şalı sarıyordu boynuna. Kobalt mavisi ipekten bir şaldı bu
ve üzeri özel desenlerle bezenmişti; şaldan söz açılması hani şalın boyna dolanmasının ayrı
bir önem laşımasmdandır. Altın sarısı soğanlar denebilirdi şal üzerindeki baskı
desenlerine. Schmuh ancak bu şalı boynuna doladığı zaman, Soğanlı Mahzen resmen açılmış
oluyordu,
670
Müşteriler, yani iş adamları, doktorlar, avukatlar, sanatçılar, beri yandan sahne
sanatçıları, gazeteciler, filmcilikle ilgili kimseler, ünlü sporcular, ayrıca eyalet hükümetinin
ve Düsseldorf vilayetinin ileri gelen memurları, kısaca bugün aydın diye nitelenen kimseler
eşleriyle, sevgilileriyle, hanım sekreterleriyle, tatbikî güzel sanalların bir dalında
çalışan bayanlarla, erkeksi kadın dostlarıyla üzerlerine kilim yayılmış sandıkların
üzerinde oturuyor, Schmuh altın sarısı soğan desenleriyle bezenmiş şalı omuzlarına atana
kadar alçak perdeden, daha çok zahmetle, âdeta sıkılarak birbirleriyle sohbet ediyorlardı.
Bir konu bulunup bir konuşma zemini yaratılmaya çalışılıyor, en iyi niyetlere karşın asıl
konuşulacak sorunlara dokunulmadan geçiliyor, bir yol içindekileri dökmek, bir yol şöyle
adamakıllı duygularını açığa vurmak, sere serpe, şöyle içlen geldiği gibi, akıl denen şeyi bir
yana bırakıp kanlı gerçek, kısaca bütün çıplaklığıyla insan gerçeği gösterilmeye niyet
ediliyor, ama bir uirlü başarılamıyordu. Yer yer mahvolmuş bir kariyerin öyküsüne ana
hatlarıyla şöyle bir dokunuluvcriyor, derken can çekişen bir evliliğin hikâyesi araya
giriyordu. Kocaman zekâ dolu başı ve yumuşak, nerdeyse narin elleriyle şu oradaki bay,
oğlundan yana dertliydi; çünkü babasının geçmişi oğlun hoşuna gitmiyordu. Karpit ışığında
bile üstün kaliteleri açıkça kendini belli eden zerelava kürkleriyle şu iki bayan bütün
inançlarını kaybetmiş gibi davranıyorlar; neye olan inançlarını, orası daha belli değil. Henüz
koca kalalı bayın geçmişiyle ilgili bir sey bilmiyoruz; ayrıca geçmişinden ötürü babasına
oğlunun çıkardığı güçlüklerden söz açılmıyor. Oskar'ın bir kıyaslamada bulunmasına izin
verirseniz, tıpkı yumurta yumurtlamadan öncekine benzer durum: Ikınıp sıkılmıyor, ıkınıp
sıkınılıyor...
Soğanlı Mahzen'de lokal sahibi Schmuh'un özel salıyla ortada kısaca bir görünüp herkesin
ağzından çıkan sevinçli "Oh!" haykırışını teşekkürle kabullenmesine kadar sürüyordu bu
sonuçsuz ıkınıp sıkınmalar; derken Schmuh, tuvaletlerin ve bir kilerin bulunduğu Soğanlı
Mahzen'in sonundaki bir perdenin arkasında
671
i
kayboluyor, aradan birkaç dakika geçer geçmez yeniden dönüp geliyordu.
Peki dönüp yine müşterilerin karşısına çıktığında ne diye daha sevinçli, âdeta bir kurtuluş
müjdeleyen "Oh!" haykınşlarıyla selamlanıyordu Schınuh? İyi işleyen bir gece lokalinin
sahibi bir perdenin arkasında kayboluyor, ambardan bir şeyler alıyor, perde arkasında
oturup resimli bir dergi okuyan tuvalelçi kadına biraz yüksek sesle söyleniyor, sonra
yeniden perdenin önüne çıkıyor ve bir İsa gibi. pek büyük mucizevi bir amca gibi
selamlanıyordu.
Derken kolunda bir scpetçiklc müşteriler arasına karışıyordu Bay Schmuh. Üzerinde
mavisarı kareler bulunan bir bez, sepeti örtüyordu. Bez üzerinde domuz ve balık biçimli
tahta tablalar bulunuyordu. Güzelce oğulup temizlenmiş bu tahta tablaları müşterilerine
dağılıyordu Schmuh. Bu arada öyle reveransların, öyle komplimanların üstesinden geliyordu
ki, gençliğini Budapeşte'de ve Viyana'da geçirdiği belli oluyordu; Schmuh'un gülümsemesi
hakiki olabilecek bir Moııa Lisa kopyasına göre yapılan bir kopyadaki gülümsemeye
benziyordu.
Ama müşteriler lahta tablaları ciddî ciddi kabulleniyor, bazıları kendilerine verilen
tablaları sonradan başka tablalarla değiştiriyordu. Bir kısmı domuz biçimlisini seviyor, bir
kısmı ise. özellikle kadınlar, balık biçimli tablaları domuz biçimli geniş tablalara üstün
tutuyordu. Tablaları kokluyor, sağa sola oynatıp duruyorlardı. Lokal sahibi Schmuh,
galerideki müşterilere de tablalar ulaştırılana, tek tek tablalar arlık sükûnete kavuşup
kımıldamaz oluncaya kadar bekliyordu.
Sonra ve bütün gönüller Schmuh'u gözlüyordu sonra bir sihirbazınkine benzemediği
söylenemeyecek bir davranışla sepetin örtüsünü çekip alıyordu Schmuh. Derken sepeti
örten ikinci bir örlücük ortaya çıkıyor, ama bu ikinci örtü üzerinde ilk bakışla seçilemeyen
mutfak bıçakları bulunuyordu.
Daha önce lahta tablalarla olduğu gibi, şimdi de elinde bıçaklarla müşteriler arasında
dolaşıyordu Schmuh. Ama bu kez luru
672
nıı daha çabuk tamamlıyor, ücretlerin yükselmesini sağlayacak gergin havayı gittikçe
yoğunlaştırıyor, artık komplimanlar yapmaktan vazgeçiyor, mutlak bıçaklarının değiş
tokuşuna fırsat vermiyor, hareketlerine dozu iyi ayarlanmış bir acele gelip oturuyor,
birden: "Tamam, dikkat, başlıyor!" diye bağırıyor, bezi sepetin üzerinden çekip alıyor, elini
sepetin içine daldırıyor, dağılıyor, bağışlıyor, saçıyor müşterilerin içine, yumuşak kalpli bir
bağışlayıcı, müşterilerini donatıyor, onlara soğanlar sunuyor, boynundaki şal üzerinde allın
sarısı ve hafif stilize edilmiş resimleri görülen soğanlar, herkesin bildiği soğanlar, yumru
yumru şeyler, lâle soğanları değil, ev kadınlarının çarşıdan pazardan satın aldığı soğanlar,
sebzecilerin saltığı soğanlar, köylü erkeklerin, köylü kadınların, köylü hizmetkârların ekip
biçtikleri soğanlar, Hollandalı Kleinmcisler'lcrin natürmort tablolarında az çok aslına sadık
kalınarak resmedildiği görülen soğanlar; müşterilerine bu türlü ve buna benzer soğanlar
dağıtıyordu Schmuh, bütün müşteriler soğana kavuşuncaya kadar dağıtıyor, derken bir an
gelip sadece saç sobaların çıtırtısı, karpit lambaların ezgisi işitiliyor, soğanlar
dağıtıldıktan sonra ortalık işle öylesine sessizleşiyordu ve birden Schmuh'un sesi
duyuluyordu: "Buyrun, başlayabilirsiniz. Sayın Baylar ve Bayanlar!" Sonra tıpkı kayakçıların
kaymaya başlamadan önce yaptıkları gibi şalının bir ucunu sol omuzuna alıyor ve böylece
başlama işaretini veriyordu.
Soğanların kabukları soyulmaya başlıyordu bunun üzerine. Soğanların yedi kabuğu
olduğundan söz açılır . Baylar ve bayanlar, ellerinde mutfak bıçakları, soğanların zarlarını
soyuyordu. Soğanların birinci, ikinci, üçüncü, sarışın, allın sarısı, pas kahverengisi ya da
daha doğrusu soğan rengi zarlarını alıyor, soğanlar camsı, yeşil, beyazımtırak, nemli,
yapışkansulu bir durum alana kadar etrafa bir koku salana, soğansı soğansı kokana kadar
soğanların derilerini yüzüyor, sonra da soğanlar nasıl doğranırsa onları öylece doğruyor,
domuz ve balık resimli tahta tablalar üzerinde, kimi az, kimi çok becerikli, soğanları
doğruyor, şu ya da bu yönde doğruyorlardı soğanları; öyle ki soğanın özsuyu şu ya
673
da bu yöne lışkırıyor ya da havaya karışıyordu. Mutfak bıçaklarını doğru dürüst
kullanamayan yaşlıca beylerin parmaklarını kesmemek için dikkat etmeleri gerekiyordu;
ama yine de parmaklarını kesenler oluyor, ancak kestiklerini de farkclmiyorlardı. Buna
karşılık, bayanlar, soğan doğramada daha becerikli davranıyorlardı; hepsi değil tabiî;
içlerinde ev kadını olanlar örneğin patates için ya da elmalı veya halka halka soğanlı ciğer
közlemelcri için nasıl soğan doğranacağını biliyorlardı; ama Sclımuh'ıın mahzeninde ne
patates yemeği, ne de ciğer közlemesi vardı, yiyecek hiçbir şey yoklu mahzende, bir şey
yemek isteyenlerin bir başka lokale, örneğin "Balık Lokalr'nc gitmesi, Soğanlı Mahzen'c
gelmemesi gerekiyordu; çünkü Soğanlı Mahzen'de soğan doğranırdı yalnız. Peki ama
neden? Çünkü mahzenin adı böyleydi; çünkü soğanlar, doğranmış soğanlar dikkatle bakıldı
mı, başka şeye benzemezdi... Yo hayır, soğanlar doğrandıktan sonra Sclıınuh'un
müşterilerinin gözleri başka hiçbir şey görmez ya da birkaçının gözleri hiçbir şey görmez
olurdu, gözleri yaşla dolardı bunların, hani kalpleri pek doluydu da onun için değil; kalp dolu
olunca gözlerin yaşla dolması gerekmez ille, birçok insan vardır ki, böyle bir şeyin asla
üstesinden gelemezler, hele bu son on yıl ya da geçmiş on yıllarda. Bu yüzden ilerde bir
gün gelecek, yüzyılımıza gözü yaşsız yüzyıl diyecekler, oysa dört bir yanda ne kadar da acı
var ve işle gidebilenler gözü yaşsızhk nedeniyle Schınuh'un mahzenine gidiyor, lokal
sahibinden domuz ya da balık resimli bir tahta tablayla seksen feniğe bir bıçak ve on iki
marka tarlada bahçede yetişen bayağı bir soğan alıyor, soğan doğruyor, küçüldükçe
küçülüyor soğan, derken soğanın özsuyu hakkından geliyor. Neyin hakkından? Bu dünyanın
ve bu dünyadaki acıların hakkından gelemediği şeyin, o yuvarlak beşerî gözyaşının. Yani
ağlamalar başlıyordu Soğanlı Mahzen'de. Hele şükür yine bir yol ağlanıyor, şöyle yakışık
aldığı gibi, kendini tutmadan, sere serpe ağlanıyordu. Gözyaşları akıyor ve sel gibi önüne
katıp götürüyordu. Derken yağmurlar yağıyordu. Kırağılar düşüyordu. Açılan <apakları
geliyordu Oskar'ın aklına. Sellerde çallayari baraj
674
duvarları geliyordu. Her yıl kıyılarını sular altında bırakan şu ırmağın adı da neydi? Hani
taşkınlarına karşı hükümetin hiçbir şey yapamadığı ırmak? Ve on iki mark seksen leniklik
doğa olayından sonra doya doya ağlayan insan konuşmaya başlıyordu. Duraksayarak henüz,
kendi çıplak ve örtüsüz sözlerinden ölürü şaşırmış, Soğanlı Mahzen'in müşterileri,
soğanların tadını çıkardıktan sonra, kendilerini üzerine kilimler yayılmış rahatsız sandıklar
üzerinde oturan komşularına bırakıyor, kendilerine çeşitli soruların yöneltilmesini hoş
karşılıyor, palto ve mantoların ters yüz edilmesi gibi ters yüz edilmelerine ses
çıkarmıyorlardı. Ama Klcpp ve Seholle ile gözü yaşsız o sözde gemici merdiveninin allında
outran Oskar, Soğanlı Mahzen'de dile getirilen bütün mahremiyetleri açığa vurmak
islemiyor; bütün açığa vurmaları, kendi kendini suçlamaları, itirafları, içini dökmeleri bir
yana bırakıp sadece Froylayn Pioch'un hikâyesini anlatmak isliyor sizlere. Froylayn Pioclı,
Bay Volimcr'ini bulup bulup kaybetmiş, dolayısıyla dolmuş taşan bir kalple yaşsız bir gözün
sahibi olmuş ve bu yüzden ikide bir Sehmuh'un pahalı Soğanlı Mahzenini ziyaret etmeden
duramayan biriydi.
Ağlaması bittikten sonra: "Tramvayda rastlamıştık birbirimize", diye başladı bir gün. 'Ben
işten dönüyordum —değme bir kitabevinin sahibi ve yöneticisiydi Froylayn Pioclı— tramvay
tıklım tıklım doluydu; Willy yani Bay Vollmer fena halde ayağıma bastı. Öyle ki, ayağımın
üzerinde duramaz oldum ve böylece ilk bakışla vurulduk birbirimize. Yürüyemcdiğimdeıı
koluma gireli Willy, eve kadar bana arkadaşlık elli, daha doğrusu beni alıp kollarında eve
taşıdı ve o günden sonra da üzerine basarak morarttığı ayak tırnağımı sevecenlikle tedavi
etmeye başladı. Morarmış tırnak sağ ayağımın başparmağından çözülüp ayrılana ve yerini
yeni bir tırnağa bırakana kadar, başka her bakımdan da bana karşı davranışlarında sevgiyi
eksik etmedi. Ama o duygusuzlaşmış lırnak düşer düşmez de soğumaya başladı sevgisi. Bu
sevginin kaybolup gidişi ikimizi de üzüyordu. Derken Willy, hâlâ bana bağlılık gösterdiği ve
beri yandan birçok ortak yaşantımız oldu
675
ğu için, o korkunç öneride bulundu: Bırak da, tırnağın kırmızımavi olana, sonra da
morarıncaya kadar sağ başparmağına basayım dedi. Ben de razı oldum, o da dediğini yaptı.
Hemen yine sevgisine bütünüyle kavuşmuştum ve sol başparmağımın tırnağı da solmuş bir
yaprak gibi düşene kadar tadını tattım bu sevginin; ama sol başparmağımın tırnağı düşünce
yine hazan mevsimini yaşamaya başladı sevgimiz. Bana yine sevgiyle hizmet edebilmek için,
o, bu kez eski tırnağın yerine yenisi büyümüş sağ başparmağıma basmak istedi. Ama ben
izin vermedim. Sevgin gerçeklen büyükse ve yalancı bir sevgi değilse, bir tırnaklan daha
dayanıklı olmalı dedim. O ise ne dediğimi anlamadı ve beni bırakıp gitti. Aylar sonrası bir
konserde rasladık birbirimize. Antraklan sonra sorgusuz sualsiz gelip yanıbaşıma olurdu,
çünkü hemen yanımdaki yer boştu. Dokuzuncu senfoninin koro kısmı başlar başlamaz, önce
ayakkabımı çıkarıp sağ ayağımı uzattım kendisine. O da üzerine bastı, ama ben konserde
sesimi çıkarmadım. Ancak yedi hafta sonra Willy yeniden bırakıp gitti beni. Bundan sonra
yine iki kez, her seferinde birkaç hafta beraber yaşadık; çünkü birinde sol, birinde sağ
olmak üzere iki kez daha uzattım ayağımı kendisine. Bugün her iki başparmak da kötürüm
olmuş durumda. Eskilerin yerine artık yeniden tırnak büyümüyor. Arada bir yine beni
görmeye geliyor Willy, karşımda halının üzerinde oturuyor, sarsılmış bir durumda, hem
bana, hem kendisine acıyarak, ama sevgisiz ve gözüyaşsız olarak, sevgimize kurban gitmiş
her iki lırnaksız başparmağıma bakıyor. Bazen söylüyorum kendisine, gel Willy, diyorum,
Schmuh'un Soğanlı Mahzcni'ne gidelim, şöyle doyasıya ağlayalım bir yol. Ama şimdiye
kadar hiç gelmek isteğinde bulunmadı. Gözyaşlarmdaki o büyük avutucu güçlen zavallının
haberi yok anlaşılan.
Daha sonraları —Oskar sadece aranızdaki meraklıların merakını gidermek için çıtlatıyor
bunu Bay Wollmer'le birlikle geldiler bizim mahzene; Wollmer radyo alıp satan bir adamdı.
Froylayn PioclVla beraber ağladılar ve dün beni dolaşan Klepp'in anlattığına göre
geçenlerde de evlenmişler.
676
İnsan varlığında saklı gerçek trajedi salıdan cumartesiye kadarSoğanlı Mahzen pazarları
kapalı kalıyordusoğanların tadının ladılmasınclan sonra bütün gcnişliğiyle kendini açığa
vuruyorsa da, en trajik denemese de en ateşli ağlayıcılar pazartesi müşlerleri arasından
çıkıyordu. Pazartesi daha ucuzdu Soğanlı Mahzen. Pazartesileri Bay Schmuh yarı fiyatına
gençlere soğan dağıtıyordu. Gelenlerin çoğu tıp fakültesinde okuyan erkek ve kız
öğrencilerdi. Ama güzel sanatlar akademisinin öğrencileri, bunlar arasında özellikle
sonradan resim öğretmeni çıkacaklar, burs diye aldıkları paranın birazını gelirip soğanlara
yatırıyorlardı. Peki ama, o kız ve erkek lise son sınıf öğrencileri soğanlara verecek parayı
nerden sağlıyorlardı? Hâlâ bugün bile sorup dururum kendime.
Gençler bir başka türlü ağlıyor yaşlılardan. Sonra gençlerin sorunları da apayrı. İlle de
olgunluk sınavı ya da bir başka sınavın yol açtığı tasalar olması gerekmiyordu bunların.
Tabiî Soğanlı Mahzende baba oğul olayları, kız ana arasında geçen olaylar da dile
getirilmiyor değildi. Gençler kendilerini büyükler tarafından anlaşılmıyor hissetse de, bu
anlaşılmayışa, pek üzerinde gözyaşı akıtmaya değer bir şey gözüyle baktıkları yoklu.
Gençlerin eskisi gibi sadece cinsel sevgiden değil de, genellikle sevgiden gözlerinin
yaşarması sevindiriyordu Oskar'ı. Gerhard ile Gudrun, başlangıçla hep aşağıda oturuyor,
daha sonra birlikte galeriye çıkarak ağlıyorlardı.
Kız boylu poslu, güçlü kuvvetli bir voleybolcu olup kimya tahsil ediyor, saçlarını ensesinde
topuz yapıyordu. Bozbulanık, ama savaştan önceki Kadınlar Derneği'nc ilişkin afişler
üzerinde görülen annemsi ve çokluk dosdoğru ilerilere bakan tamamen temiz bakışları
vardı. Alnı ne kadar sütümsü beyaz, pürüzsüz ve sağlıklı bir kubbe yaparsa yapsın, yine de
mutsuzluğunu açık seçik yüzünde taşıyordu. Gırtlağından başlayarak yukarıya doğru çıkan,
yuvarlak ve güçlü çenesinin üzerinden geçerek her iki yanağı kapsayan ve bedbaht kızın
ikide bir tıraş etmeye çalıştığı erkeksi bir sakal geride fena izler bırakmıştı. Anlaşılan
kızın narin
677
cildi tıraş bıçağını kaldırmıyordu. Tıraş edilen bir kadın sakalının boyuna yeniden çıkmasına
imkân veren kızartılı, çatlaklarla dolu, sivilceli bir mulluluk üzerinde gözyaşı akıtıyordu kız.
Gerhard, Soğanlı Mahzene kızdan sonra geliyordu. Froylayn Pioch ile Bay Wollmcr gibi
tramvayda değil de, trende tanışmışlardı. Gerhard kızın karşısında oturuyor, her ikisi de
sömestre tatilinden dönüyordu. Gerhard, sakalına karşın o saat sevmişti kızı. Ama Gudrun,
sakalından ölürü, Gerhard'ı sevmeyi göze alamamış, buna karşılık ki bu da mutsuzluğunun
nedeniydi Gerhard'm bir çocuğun poposu kadar pürüzsüz çene cildine hayran kalmıştı;
Gerhard'ın sakalı bıyığı çıkmıyor, bu onu genç kızlara karşı ürkek çekingen biri yapıyordu.
Yine de Gudrun ile konuşmayı başarmıştı, Gerhard. Düsseldorf merkez istasyonunda
trenden indikleri vakit, en azından aralarında bir arkadaşlık kurulmuş bulunuyordu. Söz
konusu yolculuktan sonra her Allahıu günü buluşup görüşlüler. Odan burdaıı söz açtılar,
düşüncelerinden bazısını da bu arada açtılar birbirlerine. Ama çıkmayan sakal bıyıkla tıraş
edildikçe boyuna yeniden çıkan sakal bıyığın asla lâfını etmediler. Ayrıca, Gerhard kollayıp
gözetti Gudrun'u, eza içerisinde kahrolan cildinden ölürü asla onu öpmedi. Dolayısıyla
sevgileri saliyetini korudu, oysa her ikisinin safiyete pek önem verdikleri yoktu, çünkü kız
nihayet kimyager, hatta erkek de doktor olmak isliyordu. Günün birinde ortak bir
tanıdıkları kendilerine Soğanlı Mahzen'i salık verince, ikisi de doklor ve kimyacıların o
şüpheci haliyle gülümseyecek oldular. Ama sonunda yine de gittiler Soğanlı Mahzen'c,
birbirlerine karşı ısrarla belirttiklerine göre burasını sadece şöyle bir kolaçan
edeceklerdi. Hani gençler arasında bunlar gibi ağlayanını seyrek gördü, Oskar. Bir defayla
kalmayarak sonradan ikide bir gelmeye başladılar Soğanlı Mahzen'e. Allı mark kırk feniği
boğazlarından keserek biriktiriyor, Soğanlı Mahzen'e gelerek, çıkmayan sakal bıyıkla o
yumuşacık genç kız cildini tarumar eden sakal bıyıktan ölürü ağlıyorlardı. Bazen Soğanlı
Mahzcn'den uzak kalmaya çalışıyor, bakıyorsunuz bir pazartesi gelmeyiveriyorlardı; ama
bir sonraki pazarlc
678
si yine Soğanlı Mahzen'e düşüyor, ağlayarak, soğan cücüğünü parmakları arasında ovup
ezerek allı mark, kırk leniği artırmaya çalıştıklarını, onun için gelemediklerini birbirlerine
açıklıyorlardı. Kaldıkları öğrenci odalarında her ikisi de ucuz bir soğan üzerinde denemiş,
ama Soğanlı Malızen'deki sonucu alamamışlardı. Topluluk içinde ağlamak kolaylaşıyordu
çünkü. Sağda solda ve yukardaki galeride şu ya da bu fakültede okuyan öğrenci
arkadaşların, hatla Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyanlarla lise ve orlaokul
öğrencilerinin gözlerinden yaşlar geldiğini görmek insanda gerçek bir kolektif duygunun
doğmasını sağlıyordu.
Gerhard ile Gudrun'un durumlarında da gözyaşları yavaş yavaş bir düzelmeye yol açmış,
belki de kendilerindeki tutukluğu silip götürmüştü. Hani derler ya, zamanla daha çok
kanları kaynadı birbirlerine. Gerhard, iler tular yeri kalmamış cildini öptü Gudrun'un,
Gudrun ise Gerhard'ın o pürüzsüz cildinin zevkini tatlı ve günlerden bir gün Soğanlı
Mahzen'e ayak almaz oldular, Soğanlı Mahzcn'siz de yapacak duruma gelmişlerdi. Oskar
aylar sonrası bir gün Ağaçlıklı Kral Yolunda rastladı kendilerine, ilkin onları tanıyamadı:
Oğlanın, yani tüysüz ciltli Gerhard'ın hışırtılı sesler çıkaran kızılımsı bir çember sakalı
vardı simdi; kızın, yani sakallı Gudrun'un ise sadece üst dudağının üzerinde hafif koyu bir
ayva tüyü bulunuyordu, bu da kızın yüzüne yakışıyordu doğrusu. Gudrun'un çene ve
yanakları ise pürüzsüz ve tüysüzdü, üzerinde bir kıl örtüsü görülmüyor, ışıl ışıl
parıldıyordu. Oğlanla kız, öğrenimlerini birlikte sürdüren bir çili kesilmişlerdi. Hani elli yıl
sonra torunlarına şöyle anlatacaklarını işitir gibi oluyor Oskar: Kız, yani Gudrun:
"Dedenizin henüz köse olduğu zamanlardaydı." Oğlan, yani Gerhard: "Ninenizin henüz
sakallı bıyıklı olduğu ve dedenizle pazartesi günleri Soğanlı Mahzen'c gittiği günlerdeydi."
Ama neden hâlâ üç müzisyen o gemici merdiveninin ya da tavuk merdiveninin allında
oturuyor diye soracaksınız. Soğanlı Mahzen'in bütün o ağlamaları, inlemeleri, dişleri
takırdatmaları karşısında hâlâ eli yüzü düzgün ve oturaklı bir caz müziğine ge
679
reksinimleri var mıydı müşterilerin?
Müşteriler doya doya ağladıktan, doya doya içlerini döktükten sonra sazlarımıza el atıyor,
onların müzik yoluyla gündelik konuşmalara geçişlerini sağlıyor, gelen yeni müşterilere yer
açmak için Soğanlı Mahzen'den ayrılmalarını kolaylaştınyorduk. Klepp, Schollc ve Oskar,
soğan işine karşıydılar. Ayrıca Schmuh ile yaptığımız anlaşmada bir madde vardı,
müşteriler gibi soğanların tadını çıkarmayı bize yasaklıyordu. Hem soğana gereksinim
duymuyorduk biz. Gitaristimiz Schollcnin halinden sızlanması için bir neden yoklu, her
vakit mutlu ve durumundan memnun görünüyordu Selıolle, hatla raglimc parçaları çalarken
lam orta yerde banjo'sunun iki teli birden kopacak olsa bile umursamazdı. Ağlamak ve
gülmek deyimleri ise dostum Klcpp'in bugün bile büsbütün anlayamadığı şeyler. Ağlamayı
eğlenceli buluyor Klepp. Onun evlenmeden önce gömleklerini ve çoraplarını yıkayan
halasının cenaze törenindeki gibi güldüğünü ben asla görmedim. Peki Oskar için nasıldı
durum? Oskar'ın ağlaması için yetecek kadar neden vardı orlada. Drolhea Hemşire'yi,
uzun bir keçe koridor halısının üzerinde boşuna geçen uzun bir geceyi gözyaşlarıyla silip
yıkaması gerekmiyor muydu Oskar'ın? Ayrıca. Mariası sızlanıp yakınması için bir vesile
oluşturmuyor muydu? Maria'nın patronu olan Bay Stenzcl, Bilke'deki eve girip çıkmıyor
muydu? Kurtçuk, benim kendi oğlum yardımcı mesleği karnavalcılık olan bakkaliye sahibine
ilkin Slcnzcl Amca, daha sonra da Steıızel Baba dememiş miydi? Ve Maria'nm ardında,
Saspe Mczarlığfnın uzak ve yumuşak kumu, Breıııılau Mczarlığı'nın balçıklı toprağı allında
zavallı annem, budala Jan Bronski ve duygularını ancak çorbalar halinde açığa vurabilen
ascı Maizeralh yatmıyor muydu? Bütün bunların hepsi için de gözyaşı dökmek gerekiyordu
işte. Ama yine de Oskar hâlâ soğansız gözü yaşa ran az sayıdaki mutlular arasındaydı.
Trampetim bu bakımdan yardımını esirgemiyordu benden. Sadece belli birkaç hava oldu
mu yetiyor, Oskar'ın gözünde Soğanlı Mahzcn'in o pahalı gözyaşlarından aşağı kalmayan
yaşlar beliriyordu.
680
Bay Schmuh da soğanlara el uzatmıyordu asla. Boş zamanlarında çalılık ve ağaçlıklarda
avladığı serçeler kendisi için taslamam soğanların yerini tutuyordu. Bazen öyle olmuştu ki,
Schmuh avda vurduğu on iki serçeyi sonradan bir gazetenin üzerine dizmiş, daha
sıcaklıklarını koruyan on iki tüy yığını karşısında gözleri yaşarmış ve bir yandan
gözlerinden yaşlar akarken Ren kıyısındaki çimenlerle sahildeki çakılların üzerine kuş yemi
serpmişti. Soğanlı Mahzende acısını açığa vurmak için bir başka olanak daha vardı elinde:
Tuvaletlere bakan kadına haftada bir kez kaba sözlerle hakarette bulunmak; kadını çok
kez modası pek geçmiş "Fahişe, kaltak, haspa, melun" gibi isimlerle donatmayı âdet
edinmişti Schmuh'un. "Defol!" diye tiz bir sesle bağırdığı işitiliyordu sık sık. "Gözlerim
görmesin seni, Allahın belâsı!" Tuvaletlere bakan kadınları süresiz işlen çıkarıyor,
yerlerine yenilerini alıyordu; ama zamanla yeni tuvalelçi kadın bulmakla güçlükler
başgöstermiş, bay Schmuh bu işi yine bir ya da birçok kez kapı dışarı elliği kadınlara
vermek zorunda kalmıştı. İşlen çıkarılan kadınlar seve seve Soğanlı Mahzene dönüp
geliyordu, çünkü Schmuh'un aşağılayıcı sözlerinin büyük bir kısmını zaten anlamıyor, ayrıca
Soğanlı Mahzen'dc iyi para kazanıyorlardı. Ağlamak müşterileri başka lokallerden daha
çok tuvaletlere çekip götürüyor, ağlayan insan da gözleri kuru insana göre daha eli acık
davranıyordu. Özellikle kıpkırmızı, ıpıslak ve şişmiş yüzlcriylc erkekler bir ara tuvalete
kayıyor, yürekten ve büyük bir bonkörlükle ellerini cüzdanlarına daldırıyorlardı. Ayrıca
tuvaletlere bakan kadınlar Soğanlı Mahzenin müşterilerine, üzerlerine bir köşeden bir
köşeye "Soğanlı Mahzcn'de" yazısı basılmış soğan desenli mendiller salıyorlardı. Eğlenceli
bir görünüşü vardı bu mendillerin, sadece mendil değil, eşarp yerine de
kullanılabiliyorlardı. Soğanlı Mahzenin müşterileri arasında baylardan birçoğu bu renkli
dört köşe mendillerden üç köşeli flamalar yaptırıyor ve bunları arabalarının arka
pencerelerine asıyorlar, böylece tatillerde Schmuh'un Soğanlı Mahzen'ini Paris'e, Cole
d'Azura, Roma'ya, Ravenna'ya, Rimiııi'ye, hatta uzak İspanya ülkesine kadar
681
taşıyıp götürüyorlardı.
Biz müzisyenlere ve yaptığımız müziğe bir görev daha düşünüyordu: Ara sıra, özellikle
müşterilerden birkaçı kısa aralarla iki soğan doğradığı zaman. Soğanlı Mahzen pek kolay
cümbüşlere dönüşebilecek taşkınlıklara sahne oluyordu. Bir yandan Bay Sclımuh, bu
kendini tamamen kapıp koyvermclcri sevmiyor, baylardan birkaçı boyunbağlarım gevşetip
bayanlardan bazısı ellerini bluzlarında dolaştırır dolaştırmaz, müziğe başvurup bu hayasız
davranışlara daha başlangıç halinde karşı çıkmamız direktifini bize vermişti; ama beri
yandan, belli bir noktaya kadar bu cümbüş yolunu, özellikle zaaf sahibi müşterilerine ilk
soğandan sonra hemen bir ikincisini sunarak sık sık Sclımuh'un kendisi açıyordu.
Benim bildiğime göre, Soğanlı Malızcn'in yaşadığı en büyük taşkınlık, Oskar için de
hayatının bir dönüm noktası değilse bile, kesin önem taşıyan bir serüveni olmuştu.
Schmuh'un eşi yaşamak sevinciyle dolu Billy, mahzene sık sık gelmiyordu; geldiği zaman da
Schmuh'un hazzetmediği erkek dostlarını getiriyordu yanında. Ve bir akşam da müzik
eleştirmeni Wood ve mimar olup boyuna pipo içen Wackerlei ile çıkıp gelmişti. Her iki bay
da Soğanlı Malızcn'in gedikli nıüşlcrilcıindendi, ama sıkıcı bir hüznü de bol bol beraberinde
taşıyorlardı: Wood dinsel nedenlerden ağlıyordu, mezhep değiştirmek isliyordu ya da
değiştirmişti veya bu ikinci mezhep dcğişlirişiydi; pipo içen Wackerlei ise 1920'lerde ultra
modern bir Danimarkalı kız yüzünden geri çevirdiği bir prolesörlük kürsüsü için akıtıyordu
gözyaşlarını; Danimarkalı kız ise bir başkasıyla, bir Güney Amerikalıyla evlenmişti, allı
çocuğu olmuştu, bu ise Wackcrlei'a dokunuyor, piposunun ikide bir soğumasına yol
açıyordu. Ama Schmuh'un eşini soğan kesmeye kandıran biraz kötü kalpli Wood idi. Bayan
Schmuh soğanı doğramış, gözü yaşarmış ve içindekileri açığa vurmaya başlamış, lokalin
sahibi Schınuh'u rezil rüsvay etmiş, öyle şeyler anlatmıştı ki, Oskar'ın terbiyesi bunları
size duyurmasına izin vermiyor. Nihayet karısının üzerine atılmaya kalkan Schınuh'u ancak
682
güçlü kuvvetli adamlar lutup önleyebilmişti; çünkü nihayet dört bir tarafla masalar
üzerinde bıçaklar duruyordu. Öfkeye kapılan Schınuh'u tutup bırakmamışlar, bu arada da
hoppa karısı Billy, erkek arkadaşları Wood ve Wackerlei ile Soğanlı Mahzen'den çıkıp
gitmişti.
Sclımuh hırslanmıştı, darbe yemiş gibi bir hali vardı. İkide bir soğan desenli şalına yeniden
çeki düzen veren ellerinden anlıyordum bunu, elleri zangır zangır titriyordu. Birçok kez
perdenin arkasında kaybolarak, tuvaletlere bakan kadına hakaretler yağdırdı, dolu bir
sepelle dönüp geldi en sonunda; ihtilâçlar içinde bir vücut ve aşın derecede neşeli bir
edayla müşterilere bonkörlüğü tutmuş olduğunu, herkese bedava bir soğan takdim
edeceğini ve dağıtım işine hemen başlayacağını müjdeledi.
Ne kadar tatsız olursa olsun, nihayet her beşeri durumda kendisi için mükemmel bir haz
kaynağı bulan Klepp bile o zaman düşünceli değilse de, merakla Schmuh'a bakmış ve
flütünü hazırda tutmaya başlamıştı; bu duygulu ve duyguları incelmiş topluluğa kısa
aralarla iki kez bütün sınırlamaları silip alan ağlama fırsaiının verilmesinin ne kadar
tehlikeli bir şey sayılacağını ne de olsa biliyorduk.
Sazları çalmaya hazır durumda elimizin allında tuttuğumuzu gören Schmuh, bize hiçbir şey
çalmamamız dircklilini verdi. Masalardaki bıçaklar, soğanları doğrama işine koyuldu. Gül
ağacı rengindeki o pek güzel ilk zarlar soyulup, hoyratça bir yana ilikli. Soluk yeşil yollarla
soğanın camsı elli kısmı bıçaklar altına yatırıldı. Ağlamaya ne tuhalsa bayanlar başlamadı
ilkin. Tam olgunluk çağındaki baylar, bir büyük değirmenin sahibi, hafil makyajlı erkek
arkadaşlarıyla bir otel sahibi, bir firmanın soylu genel temsilcisi, bir yönelim kurulu
toplamışından dolayı kentle bulunan ve bütün bir masayı dolduran erkek giysileri ürelicisi
fabrikatörler, ağlarken dişlerini gıcırdattığı için bizim diş gıcırdatan adını taktığımız
dazlak kafalı aktör; bütün bunların hepsi bayanların kendilerine eşlik etmelerini
beklemeden gözyaşlarını akıtmaya başladı. Ne var ki, baylar ve bayanlar, ilk doğ
683
ranan soğanın sağladığı o kurtuluşa kavuşturan ağlamaya kaptırmadılar kendilerini, tersine
ilıtilâçlı bir ağlama tutturdular: Müthiş gıcırdayan diş gıcırdalıcının dişleri, bütün bir
tiyatronun seyircilerini kendisiyle birlikte diş gıcırdatmaya sevkcdebilccek bir aktörlüğe
erişmiş denebilirdi; büyük değirmenin sahibi o bakımlı ağarmış başını ikide bir masanın
üzerine vuruyor, otel sahibi kendi ağlama nöbetini yakışıklı erkek dostunun nöbetine
karıştırıyor, merdivenin yanı başında dikilen Schmuh'un ise şal omuzlarından sarkıyor, yarı
zincirlerini koparmış topluluğu kendini tutarak ve hazla seyrediyordu. Derken yaşlıca bir
bayan damadının gözü önünde bluzunu parçaladı. Otel sahibinin hafif egzotik bir tarafı
bulunduğu daha önceden dikkati çeken erkek dostu, çıplak ve yaradılıştan esmer belden
yukarısıyla bir bu, bir öteki masanın üzerine çıkıp Doğu ülkelerinde yapılan oryantal
danslara koyuldu ve bir cümbüşün başladığını müjdeledi; gerçi hızla başlamıştı cümbüş,
ama orijinal buluşların eksikliği ve yavanlığı dolayısıyla uzun boylu anlatılmaya değer bir
şey gerçekleşmedi.
Yalnız Schmuh düş kırıklığına uğramamış, Oskar da sıkılarak kaslarını kaldırmıştı. Hoşa
gider birkaç soyunma sahnesi: Baylar, kadınların iç çamaşırlarına sahip çıkıyor, amazonlar
ise erkeklerin boyunbağlarına ve pantolon askılarına el atıyor, yer yer iki kişinin bir
masanın altında kaybolduğu görülüyordu. Doğrusu bir sutyeni dişleriyle parçalayan, ağzında
çiğneyen ve sanırını birazını da yulan diş gıcırdatıcının da kuşkusuz adı edilmeye değer
burada.
Herhalde müthiş gürültü, gerisinde hemen hiçbir şey bulunmayan ahlamalar oflamalar,
galiba polisten de çekinen Schmuh'un merdivenin yanı başındaki yerinden ayrılmasına
yolaçmıştı. Gemici merdiveninin allında oturan bizlere doğru eğilmiş, ilkin Klepp'i, sonra da
beni dürtmüş, tiz bir sesle: "Müzik!" demişti. "Haydi durmayın! Çalın da, bilsin şu yapmacık
oyunlar!"
Zalen azla yetinir bir çocuk olan Klcpp'in kendine bir eğlence bulduğu anlaşılmıştı derken;
kahkahalarla sarsılıyor, bir türlü flütü ağzına dayayamıyordu. Klepp'e üstadı gözüyle bakıp
her
6X4
yaptığına öykünen Scholle de Klepp gibi kahkahalar atmaya başlamıştı. Kalakala bir Oskar
kalmıştı geriye; hani bana bel bağlayabilirdi, Schmuh. Sıranın allından çekip aldım
trampeti, serinkanlılıkla bir sigara ateşleyip konuşturmaya başladım.
Hiçbir plan gözetmeden çalıyordum, l.okallerdeki o kalıplaşmış müziği unutmuştum.
Dolayısıyla, çaldıkları caz parçalan değildi Oskann. Zaten herkesin beni çılgın bir davulcu
görmesi hoşuma gitmiyordu. Her ne kadar caz topluluğunda davulcu olarak çalışıyorsam da,
safkan bir caz müzisyeni değildim. Viyana valsini nasıl seviyorsam, caz müziğini de severini
öylece. Her ikisini de çalabiliyordum, ama çalmak zorunda değildim. Schmuh benden
teneke trampetimi cepheye sürmemi rica edince, çalabileceğim şeyi çalmadım, içimden
geldiği gibi konuşturdum trampetimi. O bir zamanlar üç yaşındaki Oskar'ın yumruk yumruk
ellerine trampet değneklerini tutuşturmasını başardım. Trampetimi konuşturarak eski
yollara gidip geldim, üç yaşındaki bir çocuğun bakış açısından dünyayı gözler önüne serdim,
gerçek bir cümbüş için yeteneksiz savaş sonrası topluluğunun elime aldım yularını, yani
onları Posadowski Yoluna, Kaııcr Teyzenin çocuk yuvasına götürdüm; onları o duruma
gelirdim ki, alı çenelerini sarkıtıp, birbirlerinin ellerinden tuttular, ayak uçlarını içe doğru
bükerek beni, yani fareli köyün kavalcısını beklemeye başladılar. Dolayısıyla gemici
merdiveninin alımdaki yerimden ayrılarak tepeye çıktım, oradaki bay ve bayanlara ilkin bir
ön tat olarak "Pis pis pastam piş" havasını buyur eltim, baktım ki dört bir laralta başarımın
kanıtı olarak çocuksu bir neşe açığa vuruyor kendini, hemen o büyük korkuyu salmak
isledim içlerine. "Kara Aşçı Kadın geldi mi?" tekerlemesini trampetimde vurmaya başladım.
Eskiden de beni zaman zaman korkutmuş olan, ama bugün giderek içime daha çok korku
salan Kara Aşçı Kadınla Soğanlı Mahzeni devcileyin karga karası ve gözle izlenemez
şekilde kasıp kavurttum ve Bay Schmuh'un sadece soğanlarla elde elliği şeyi ben bu yoldan
sağlamaya çalıştım: Baylar ve bayanlar yuvarlak çocuksu gözyaşları akıllılar, pek korktular.
Titreyerek benim kendilerine
685
acımamı islediler, ben de bu yüzden onları yatıştırmak, ayrıca onların giysilerini, iç
çamaşırlarını, kadife ve ipeklilerini giymelerine yardım etmek için bir başka hava vurdum
trampetimde: "Yeşil, yeşil, yeşildir bütün giysilerim". Keza "Mavi, mavi, mavi..." ve "Sarı,
sarı, sarı..." Bütün renkleri ve renk tonlarını elden geçirdim, sonunda yine yakışık alacak
biçimde giyinik bir topluluğun karşısında buldum kendimi. Çocuk yuvasını bir gezi için
hazırladım, Jcschkenlal Yolu'ymuş da gittiğimiz yol, Erbsberg'den yukarı lırmanıyormuşuz
gibi onları Soğanlı Mahzen içinden geçirdim, o muazzam Gutenberg Anıtı çevresinden
dolaştırdım, sanki Johannis Çimenliği'nin yanından geçiyordum da çevrede gerçek
papatyalar açmıştı, baylar ve bayanlar çocuksu bir kıvanç içinde toplayabilirlerdi
papatyaları. Ardından, Schmuh da dahil olmak üzere bütün oradakilerde oyunla geçirilmiş
çocuk yuvasındaki öğle sonrasıyla ilgili bir anmm kalmasını istedim, çiş, çiş, küçük çiş, diye
konuşturdum trampetimi —o karanlık Şeytan Boğazı'na yaklaşmıştık, ak gürgen fıstıkları
lopluyorduk—eli, buyrun bakalım çocuklar, küçük çişinizi yapabilirsiniz şimdi ve oradakiler
küçük çocuklar gibi çişlerini yaptılar, hepsi de ıslattı, baylar ve bayanlar ıslattı, ayrıca
lokalin sahibi Schmuh ıslattı, dostlarım Klcpp'le Scholle ıslattı, hatta bir hayli ilerdeki
tuvaletçi kadın bile ıslattı, şırşırşırşır yaptı hepsi de, hepsi de donlarını ıslattılar, bu
arada yere çömüp birbirlerinin şır şır seslerine kulak verdiler. Ancak müzik sona erdikten
sonra —Oskar, çocuk orkestrasına trampet değneklerini hafifçe havada savurarak eşlik
etmişti yalnız— güçlü ve dolaysız trampet vuruşlarıyla taşkın bir sevinç ve neşeye
geçmesini sağladım kalabalığın. Taşkın bir edayla:
Cam, cam, camcık Şekersiz bira
Bayan Holle pencereyi açıyor Ve piyano çalıyor...
havasını vurarak yehoolu, kikirdemeli, sersem çocuksu ağızlarını oynatıp pellemsi konuşan
kalabalığı gardıroba doğru çekip
686
götürdüm; burada aptallaşmış sakallı bir öğrenci Schmuh'un müşterilerine palto ve
mantolarını verdi; bunun üzerine o herkesçe sevilen "Kim hamarat çamaşırcı kadınlar
görmek ister?" havasını vurarak, baylar ve bayanları beton merdivenleri tırmandırdım,
koyun postuna bürünmüş kapıcının önünden geçirip dışarı çıkardım. Bin dokuz yüz elli
yılının sanki ısmarlama yıldızlarla donanmış masalsı, ama serin ilkbahar gecesinin göğü
altına salıverdim onları; evlerine gitmeden daha uzun bir süre Eski Şehir'de akla gelmedik
çılgınlıklarda bulundular; sonunda polislerin sayesinde yaşlarını "başlarını, paye ve
mevkilerini ve telefon numaralarını anımsadılar.
Kikirdeyip duran, trampetini okşayan ben Oskar ise Soğanlı Mahzen'c döndüm; burada Bay
Schmuh, hâlâ ellerini çırparak, ıslak panlolonuyla X bacaklı, gemici merdiveninin yanı
başında dikiliyor ve "Kauer Tcyze'nin çocuk yuvasının bahçesinde yetişkin bir Schmuh
olarak, serçe avladığı Ren kıyılarının çimenleri üzerindeki kadar rahat görünüyordu.
687
ATLANTİK DUVARINDA YA DA SIĞINAKLAR BETONLARINDAN KURTULAMAZ
Aslında Soğanlı Malızcn'in sahibi Selımuh'a yardım etmek işlemiştim. Schmulı ise paralı
müşterilerini pepeleyen, üzerlerindeki ağırlıkları atarak neşelenen, ama beri yandan
pantolonlarını ıslatan, bu yüzden de ağlayan, ama soğansız ağlayan çocuklar durumuna
sokmayı başarmış trampet solo konserimden ötürü bir türlü bağışlamadı beni.
Oskar onu anlamaya çalışıyor; nihayet benim kendisine rekabetimden korkacağı
kuşkusuzdu. Çünkü sık sık müşteriler o geleneksel soğanlı gözyaşlarını arlık bir kenara
ilmeye başlamışlardı; Oskar da Oskar diye bağırıyor, Oskar'm trampetini isliyor, ne kadar
ıslak olursa olsun her birinin çocukluğunun teneke trampeti sayesinde buyur edip önlerine
koyan beni karşılarında görmek isliyorlardı.
O zamana kadar tuvaletlere bakan kadınları süresiz işten çıkarmakla yetinen Schmulı,
derken biz müzisyenlere de yol verdi ve pek ince elenip sık dokunulmadı mı bir çingene
gözüyle bakılabilecck olan ve ayakla keman çalan bir kemancıyı işe aldı.
Ama bizim kapı dışarı edilmemizden sonra müşterilerden bir çoğu, bu arada en iyi
müşteriler Soğanlı Mahzeıı'c bir daha ayak atmayacakları tehdidini savurduklarından,
Schmulı bir, iki hafta sonra bir uzlaşma yolu bulmaya çalıştı: Haftada üç akşam kemancı,
üç akşam da biz çalmaya başladık Soğanlı Mahzcn'dc. Eskisinden yüksek bir ücret islemiş
ve islediğimiz ücreli de koparmıştık:
688
Her gece için yirmi mark. Ayrıca, bahşiş furyası anıyordu giderek. Oskar kendine bir
tasarruf hesabı açtırmıştı ve ilerde alacağı faizleri düşünerek seviniyordu.
Bu lasarrul hesabı da çok geçmeden imdadıma yetişti; çünkü günün birinde ölüm denen şey
çıkagelip patronumuz olan Ferdinand Schmuh'u elimizden almış, işimizi ve kazancımızı da
beraberinde götürmüştü.
Daha önce bir ara söylemiştim: Schmuh serçe avlıyordu. Bazen Mercedes arabasına bizi
de alıyor, o serçe vururken biz seyrediyorduk. Trampetim dolayısıyla çıkan ve benim
tarafımı tutmuş Klepple Schollc'yi de üzen kimi tartışmalara karşın, Schmuh ile
müzisyenleri arasındaki ilişki, daha önce söylediğimiz gibi, ölüm kendisini bizden ayırmcaya
kadar dostça kaldı hep.
Arabaya doluştuk o gün. Schmuh'un eşi her zamanki gibi direksiyon başındaki yerini aldı,
Klcpp de onun yanına geçti; Schmulı ise Oskar'la Sclıolle arasına olurdu, dizlerinin
üzerinde lutluğu küçük çaplı tüfeğini eliyle okşuyordu arada bir. Kaiserwcrlh'in hemen
yakınma kadar arabayla geldik. Ren ırmağının iki başında ağaçlan kulisler, Schmuh'un eşi
arabada kaldı ve bir gazele açıp okumaya koyuldu. Klcpp, yanında getirdiği çekirdeksiz
üzümü alıştırıp duruyordu. Gitarist olmadan önce bir yerlerde öğrenim yapmış Sclıolle,
Rcn'le ilgili birtakım şiirler okudu ezberinden. Ren ırmağının kendisi de bir şiir havasına
bürünmüştü, mevsim yaz olmasına karşın, bayağı mavnalar dışında sağa sola yalpalanan
hazan yapraklarını Duisburg yönünde sürükleyip götürüyordu; Schmuh'un küçük çaplı
tüfeğinin arada bir ağzından küçük bir söz çıkmamış olsaydı, Kaiserwcrth in alt tarafında
geçirilen bu ikindiye huzur dolu bir ikindi denebilirdi.
Klepp kuru üzümlerini yiyip bitirerek parmaklarını ollara sildiği zaman, Schmuh da işini
bitirmiş bulunuyordu. Gazete kâğıdının üzerindeki on bir soğuk tüy yığınının yanma, henüz
çırpınıp durduğunu söylediği bir on ikincisini getirip koydu derken. Tam Schmuh avladığı
serçeleri paket yapmaya başlamıştı ki
689
I
çünkü Sclımuh akıl ermeyecek nedenlerden ötürü vurduğu serçeleri her seferinde alıp eve
götürüyordu, pek yakınımızdaki suların sürükleyerek getirdiği bir bitki kökü üzerine bir
serçe kondu; pek dikkati çeken bir edayla konmuştu ve öylesine boz renkli, öylesine
harikulade bir serçeydi ki, Schınulı tutup bir on üçüncü serçeyi vurdu o gün. İşte bunu
yapmayacaktı.
Schmuh on üçüncü serçeyi on iki serçenin yanına kattıktan sonra yola koyulduk ve
Schmuh'un eşini siyah arabada uyurken bulduk. İlkin Schmuh öne bindi, sonra da Klcpp'le
Schollc arkaya bindiler. Ben de binecektim, ama binemedim, biraz şöyle dolaşacağım
dedim, tramvayla giderim sonra, siz beni hiç düşünmeyin dedim; bunun üzerine onlar da
arabaya binmcmeklc iyi yapmış olan Oskarsız Düsseldorf'a doğru hareket elliler.
Ben de onlar gittikten sonra usul usul yürüdüm. Fazla da yürümem gerekmedi. Onarım
dolayısıyla bir başka taraftan verilmişti yol. Bu yol da bir taş ocağı çukurunun önünden
geçiyordu. Baktım, yol seviyesinden aşağı yukarı yedi metre aşağıdaki çukurun içinde
tekerlekleri havaya kalkmış siyah bir Mercedes araba yatıp duruyor.
Taş ocağında çalışan işçiler üç yaralıyla Schmuh'un ölüsünü arabadan çıkarmışlardı.
Cankurtaran arabası yolda geliyordu. Çukura indim, ayakkabılarımın içi çok geçmeden
çakılla doldu; biraz yaralılarla ilgilendim, ama kendi acılarına karşın bana Schmuli'la ilgili
sorular yönelten yaralı arkadaşlara onun ölmüş olduğunu söylemedim. Donuk ve şaşkın
gözlerle nerclcyse dörtle üçü bulutlarla örtülü gökyüzüne bakıyordu Schmuh. İkindi serçe
avının sarılı olduğu gazete paketini pencereden dışarı fırlatıp almıştı. On iki serçe saydım.
On üçüncüsünü bulamadım, ama cankurtaran arabası laş ocağı çukuruna indirildiği zaman
hâlâ arıyordum.
Schmuh'un eşi, Klepp ve Schollc kazada lıafil yaralar almıştı: Birkaç ezik, birkaç kırılmış
kaburga kemiği. Sonradan Klcpp'i hastanede ziyaret edip de kazanın nedenini sorduğum
zaman, şaşılacak bir olayı hikâye etli: Onarım dolayısıyla kapatılan asıl yol
690
dan ayrılarak, taşıtların gidip gelmesiyle bozulmuş yolda laş ocağı çukurunun yanı sıra usul
usul ilerlerken, birden yüzlerce değilse bile kuşkusuz yüz kadar serçe o yakınlardaki
çalılıklardan, koruluklardan, meyve ağaçlarından bulut gibi havaya kalkmış, Mercedes
arabanın üzerini bir gölge gibi örterek ön cama gelip çarpmışlar, Schmuh'un eşini korkutup
sırf o serçe güçleriyle kazaya yol açmışlardı; Schmuh da işte ölmüştü bu arada.
Klepp'in anlattıkları üzerinde şöyle ya da böyle düşünülebilir: Oskar'a gelince şüpheyle
bakıyor bu anlatıya; kaldı ki Schmuh'un cenaze töreninde, Güney Mezarlığında taşçı ve
kitabe yazıcısı olarak çalışıp mezar taşları arasında gidip geldiği zamanlar, yani yıllar önce
gördüğünden daha çok serçe görmemişti. Buna karşılık ödünç aldığım silindir şapkayla
cemaat arasında tabutun arkasından yürüyen ben, dokuz numaralı parselde Taşçı Ustası
Korneff'e rastlamıştım: yanında tanımadığını bir yardımcısıyla iki kişilik bir mezar için
yapılmış bir Diabes mermerinden kitabe taşını arabadan indirmeye çalışıyordu. Soğanlı
Mahzenin sahibi Schmuh'un tabutu, önünden geçirilip, yeni düzenlenmiş onuncu parsele
götürülürken, Kornefl mezarlıklar yönetmeliği gereğince başından kasketini çıkardı;belki
de basımdaki silindir dolayısıyla beni tanıyamamıştı; derken ensesini ovdu eliyle, bu da yine
ensesinde olgunlaşan ya da fazlasıyla olgunlaşmış bulunan çıbanların varlığını gösteriyordu.
Cenaze törenleri. Şimdiye kadar sizleri o kadar çok mezarlığa çekip götürdüm ki —bir
yerde de böyle demiştim: Cenaze törenleri her vakit daha başka cenaze törenlerini
anımsatıyor insana, Schmuh'un cenaze töreninden ve cenaze töreni sırasında Oskar'ın
gerilere doğru kayan düşüncelerinden söz açmayacağım. Schmuh sessiz sedasız, gerekliği
gibi toprağa verildi, ama şurasını anlatmadan geçemeyeceğim: Cenaze töreninden sonra
Schmuh'un eşi hastanede yattığından herkes hiç çekinmeden hareket ediyordu adının Dr.
Dösch olduğunu söyleyen bir bay yanıma gelerek benimle konuşmaya başladı.
Dr. Dösch bir konser acentesinin başında bulunuyordu. Ama
691
kendisinin değildi acente. Ayrıca kendisini Soğanlı Mahzcn'in eski bir müşterisi diye
lanıimışlı. Oysa Soğanlı Malızcn'dc onun hiç farkında olmamıştım. Benim kekeleyen mullu
çocuklar durumuna soktuğum Schmuh'un müşterileri arasında kendisi de bulunmuşlu
demek. Halta, bir mahremiyet havası içinde bana açıkladığına bakılırsa, benim teneke
trampetimin etkisi altında o mutlu çocukluk günlerine dönebilmişli ve şimdi beni, kendi
deyimiyle benim "o şahane numaramı" pek büyük bir görkem içinde müşterilerinin karşısına
çıkarmak istiyordu. Benimle bir anlaşma, bomba etkisi uyandıracak bir anlaşma yapmakla
yetkili kılınmıştı; hemen anlaşmanın allına imzamı koyabilirdim. Düsscldorf'ta Sabber
Willem diye bilinen Schugger Lco'nun beyaz eldivenlerle cemaati beklediği
krematoryumun önünde cebinden bir kağıt çıkardı, bu kâğıt parçası muazzam para
karşılığında beni "Trampelçi Oskar" kimliğiyle büyük konser salonlarında, iki ilâ üç bin
seyirci önünde tek başıma solo konserler vermek yükümlülüğü altına sokuyordu. Anlaşmayı
hemen imzalamaya yanaşmadığımı görünce, üzüldü Dösch. Ben, Schmuh'un ölümünü bahane
ettim. Sclımuh, sağlığında bana pek yakınlık gösterdiği için, böyle apar topar, daha
mezarlıkta kendime yeni bir patron aramamın uygun kaçmayacağını söyledim; ama bu iş
üzerinde düşünüp taşınacak, belki de ufak bir geziye çıkacaktım; geziden sonra kendisini
arayıp bulacak ve bir iş anlaşması dediği şeyi bakarsın o zaman imzalayacaktım.
Mezarlıkta bir anlaşma imzalamaya yanaşmamıştım gerçi; ama Oskar maddi durumunun
sağlam olmayışı yüzünden yine de verilmek islenen bir avansı çaresiz kabul edip cebine
almıştı. Dr. Dösch, avansı arabasını parketliği mezarlığın önündeki alanda ve bir zarf
içinde mahrem olarak kartviziliyle bana sunmuştu.
Ve derken söz konusu geziye çıkmış, hatla bu gezide eşlik edecek bir de arkadaş
bulmuştum kendime. Aslında bu geziyi Klepp'le yapsam sevinirdim; ama Klepp hastanede
yatıyordu, dört kaburga kemiği kırıldığından gülmesine izin yoklu. Ayrıca bu gezide
Maria'yı yanımda görmek ne kadar mutlu kılardı beni;
692
yaz tatili henüz sona ermemişti, Kurl'çuğu da yanımıza alabilirdik; gelgeldim, Maria hâlâ
patronuyla, Kurl'un kendisine "Stenzel Baba" diye hitap etmesini isteyen Bay Stenzel'le
ilişkisini sürdürüyordu.
Bu yüzden Ressam Lankes'le çıktım geziye. Sizler onu Lankes Çavuş olarak, ayrıca Sanat
Perisi Ulla'nm geçici süre nişanlısı olarak bilirsiniz. Cebimde Dr. Dösch'ten aldığım avansla
bankadaki tasarruf hesabım, atölyesinin bulunduğu Sittard Sokağfna giderek Lankes'i
ziyaret elliğim zaman, yanında eski meslektaşım Ulla'yı bulacağımı umuyordum; çünkü
geziye sanal perisiyle çıkmayı tasarlamışımı.
UUa, gerçeklen Ressam Lankes'in yanındaydı. Henüz iki hafta önce nişanlandık diye
çıtlattı bana kapıda. Hanschen Krages'le yapamamış, isler islemez nişanı almıştı; acaba
Hanschen Krages'i tanıyor muydum?
Hayır, Ulla'nm eski nişanlısını tanımıyordu Oskar ve tanımadığına da üzüldüğünü bildirdi;
derken o hovardaca gezi önerisinde bulundum, ama Ulla'nm peki demesine meydan
kalmadan o sırada yanıma gelen Lankes kendisini Oskar'ın gezi arkadaşı yapıp, evde
kalmak istemeyen uzun bacaklı sanat perisine birkaç tokat aşkelli; Ulla'nm gözlerinden
yaşlar boşandı.
Lankes'in bu davranışına neden karşı koymamıştı, Oskar? Madem sanal perisiyle geziye
çıkmaktı niyeti, neden sanat perisinin tarafını tutmamıştı? O fidan boylu, açık renk ayva
tüylü Ulla'nm yanında yapılacak bir geziyi hayalimde ne kadar güzel canlandırırsam
canlandırayım, yine de Ulla'nm pek yakınında bulunmaktan korkuyordum. Sanat
perilerinden biraz uzakta durmalıyım, diyordum kendi kendime: Yoksa sanat perisinin
öpücükleri yavan bir alışkanlığa dönüşür. Dolayısıyla, kendisini öpmek istedikçe sanal
perisini tokatlayan Ressam Lankes'le bu geziye çıkmam daha iyi olur diye düşünmüştüm.
Nereye gideceğimizi uzun boylu konuşmamızın gereği yoklu. Sadece Normandiya söz
konusu olabilirdi bu gezi için. Caen ile Cabourg arasındaki koruganları dolaşacaktık. Çünkü
savaş sıra
693
sıncla orada tanımıştık birbirimizi. Tek bir güçlük varsa, gerekli vizeleri sağlamaktı. Ama
vize olayından tek kelimeyle söz açmak islemiyor Oskar.
Lankcs eli sıkı bir adamdı. Ucuzluğu kuşku götürmeyen veya sağdan soldan rica minnet
parasız ele geçirilen boyaları tuvallerde hazırladığı kötü zeminler üzerinde ne kadar har
vurup harman savuruyorsa, kâğıt ve sikke paraları da o kadar tulumlu harcıyor, asla para
verip sigara almıyor, ama sürekli sigara içiyordu. Eli sıkılık konusunda ne kadar sistemli
davrandığını gösterecek bir örnek size: Kendisine biri bir sigara verir vermez,
pantolonunun sol cebinden bir on kuruş çıkarıyor, on kuruşu bir süre açıkta tuttuktan
sonra, günün saatine göre az ya da çok on kuruşların biriktiği sağ cebine havale ediyordu.
Birini yakıp birini söndürüyordu sigaraların; keyifli bir anında bana çıtlatmış: "Her Allahın
günü yuvarlak hesap iki marklık sigara tüttürüyorum." demişti.
Aşağı yukarı bir yıl önce Wcrstcu'deki o harabeyi uzak ve yakın ahbapların sigaralarıyla
satın almış, daha doğru bir deyişle sigaralar tüttürerek ele geçirmişti.
İşte bu Lankcs ile Oskar Normandiya'ya doğru yola koyulmuştu. Bir ekspres trenine
binmiştik. Lankes otostopla gitmek istemişti. Ama nihayet yol parasını ben ödediğim ve
kendisini bu geziye davet eden ben olduğum için diretmedi. Caen'dcn C.abourg'a otobüsle
gittik. Yol kavak ağaçlarının önünden geçiyor, kavakların hemen arkasında çiller ve
çalılıklar görülüyordu. Kahverengibeyaz inekler, araziyi bir sütlü çikolata reklamı
görünümüyle donatıyordu. Ne var ki çikolataların yaldızlı kâğıtlarında hâlâ açık seçik
ortada görülen savaş yıkımından bir iz bulunmaması gerekiyordu, gelgeldim, bu yıkım her
köyde vardı, dolayısıyla benim Roswitha'mi kaybettiğim köy olan Bavcnt'lc de seçiliyor ve
onu gösterişsiz bir duruma sokuyordu.
Cabourg'lan kıyı boyunu tutarak Orne ağzına doğru yayan ilerlemeye başladık. Yağmur
yağmıyordu. Le Homc'un alt başında: "Eh, geldik sayılır, delikanlı, ver bakalım bir sigara!"
dedi
694
Lankes. On kuruşu bir cebinden öbür cebine aktarırken, hep ileri doğru uzanmış duran ve
bir kurt başını andıran başıyla kumlar içinde sapasağlam kalmış sayısız koruganlardan
birini gösterdi. Uzun kollu sol eliyle arka çantasını, seyyar resim sehpasını ve bir düzine
çerçeve kamasını kavradı, sağ eliyle de beni tutup beton korugana doğru sürükledi.
Oskar'ın bütün eşyası bir valizle trampetten oluşuyordu.
Atlantik kıyısında kalışımızın üçüncü günü bu arada Dora Yedi koruganmın içini rüzgârın
üfürüp getirdiği kumlardan temizledik, kendilerine bir in arayan sevgili çiftlerin çirkin
izlerini ortadan kaldırdık, içerisini bir sandıkla bizim yatak tulumlarımızın sayesinde
oturulabilir bir duruma soktuk Lankcs yanında hatırı sayılır irilikte bir morina balığıyla
döndü derken; balığı balıkçılar vermişlerdi; Lankcs, onların kayıklarının resimlerini yapmış,
onlar da morina balığı kendisine ikram etmişlerdi.
Sığınağa hâlâ Dora Yedi dediğimizden, Oskar'ın aklına balığı temizlerken Drolhea
Hctnşirc'nin gelmesinde şaşılacak bir taraf yoklu. Balığın ciğeri ve sütü Oskar'ın her iki
elinin üzerine bulaşmıştı. Morina balığını güneşe karşı tutarak pullarını ayıklamaya
başlamıştım, bunu da Lankcs hazır karşısına çıkmış bir akvarel konusu gördü. Korunağın
arkasında oturuyorduk, burası rüzgâr tutmuyordu. Ağustos güneşi koruganın beton
kubbesinde amuda kalkmıştı. Balığın içini sarımsak dişleriyle doldurmaya başladım. Daha
önce süt, ciğer ve bağırsakların bulunduğu yere soğan, peynir ve kekik tıkıyordum; ama
sülü ve karaciğeri de kaldırıp atmadım, her iki nelis yiyeceği hayvanın bir limon sokarak
ardına kadar açtığım gırtlağından içeri yerleştirdim. Lankcs clra(ı kolaçan ediyordu.
Hepsine birer birer sahip çıkarak Dora Döne, Dora Üç'e ve daha ilerideki koruganlara
girip çıktı. Tahtalar ve büyücek kartonlarla döndü sonra, kartonları resim yapmakla
kullandı, tahtaları da yanan ateşe altı.
Böyle bir ateşi bütün gün güçlük çekmeden yanar durumda tutabilirdik; çünkü iki adımda
bir sular tarafından sürüklenip gclirilerek kıyıdaki kumlara saplanıp kalmış ve kuruyarak
kuş tü
695
yü kadar hafiflemiş tahta parçalan görülüyor, değişip duran gölgeleri yere vuruyordu.
Derken tahta parçaları yandı, lam anla mıyla bir köz meydana gelirdi; sahildeki terkedilmiş
bir villadan artakalmış bir balkonun demir parmaklığından bir parçayı közlerin üzerine
attım. Zeytinyağı sürdüm üzerine balığın, sonra da onu yine üzerine yağ sürdüğüm sıcak
ızgaraya yatırdım. Çıtır çıtır eden balığın üzerine limon sıkımı, onu yavaş yavaşçünkü bir
balığı acele kızartacağım diye çalışılmamalıdır sofraya çıkarılacak duruma getirdim.
Birkaç boş kovayı bir araya getirip üzerine birçok yerinden büktüğümüz pek geniş ve
katranlı bir karton yayarak bir sofra yaptım. Çatal ve leneke tabak gibi şeyleri yanımızda
getirmiştik. Lankes'in dikkatini başka tarafa çekmek üzere leş ariyan bir aç marlı gibi,
yavaş yavaş demini alan balığın çevresini dolanıp duruyordu korunaktan alıp geldiğim
trampetimi kumların içine yatırıp, sürekli varyasyonlarla dalgaların ve yeni başlayan
meddin gürültülerini biraz yumuşatarak, rüzgâra karsı konuşturmaya başladım. Bebra'nın
Cephe Tiyatrosu, korunağı ziyarete geldi. Kaschubei'daıı kalkıp Normancliya'ya geldiler.
İki akrobat olan Felix ile Kitty korunağın üzerinde düğüm oldular, sonra çözüldü düğümler;
hani nasıl Oskar rüzgâra karşı trampetini konuşluıuyorsa "...ve cumaları balık, tavada
yumurta yaklaşırız rahat günlere keka" nakaratı boyuna tekrarlanarak, savaşın ortasında
bulunulmasına karşın yaklaşmakla olan gayet rahat bir dönemi müjdeleyen bir şiiri rüzgâra
karşı okudular; bir Saksonya şivesiyie okuyordu Kilty; Bebra, benim bilge Bebra'm ve
Propaganda Bölüğünün yüzbaşısı da başıyla onaylıyordu; Roswilha'm, benini Akdenizli
Raguna'm ise piknik sepetini havaya kaldırıyor, Dora Ycdi'nin beton zemini üzerinde sofra
kuruyordu; Lankes Çavuş da Irancala yiyip kakao içiyor ve Yüzbaşı Bebra'nın sigaralarını
tüttürüyordu...
"Hey Oskar!" diye seslenerek beni gerilerden alıp geldi, Lankes. 'İşte lam yapmayı
islediğim bir resim; trampetini çalarken: bir sigara ver bakayım önce!" Trampeti çalmayı
bırakıp gezi ar
696
kadaşıma bir sigara ikram etlim, sonra balığı bir yokladım şöyle, diyecek yok: Gözleri uslu
uslu, beyaz ve yumuşacık dışarı fırlamıştı. Yavaş yavaş, hiçbir taralını unutmayarak bir
limonu sıkıp, hayvanın yer yer kızarmış, yer yer çatlamış derisinin üzerinde gezdirdim.
"Karnım zil çalıyor" diye söylendi Lankes. Uzun, sivri ve sarı dişlerini gösterdi, maymunlar
gibi yaparak iki yumruğuyla kareli bir gömlek allında kalan göğsünü dövdü.
Balığı, masa örtüsü olarak katranlı kartonun üzerine yaydığımız parşömen kâğıdına doğru
ilerek: "Başını mı islersin kuyruğunu mu?" diye sordum. "Sen hangisini tavsiye edersin?"
diye sordu Lankes, sigarasını söndürdü, ama izmariti atmayarak sakladı.
"Bir dostun olarak kuyruğu al derim. Balığı pişiren bir aşçı olarak sadece başı tavsiye
edebilirim. Ama büyük bir balık tüketicisi olan annem olsa şimdi derdi ki: Bay Lankes
kuyruktan şaşmayın, ne yediğinizi bilirsiniz hiç değilse. Benim babama doktorun
tavsiyesi..."
"Doktorla falan bir alıp vereceğim yok benim', diyerek, bana karşı güvensizliğini açığa
vurdu Lankes.
"Dr. Hollalz babama morinanın ya da bizdeki ismiyle çılanımı yalnız baş kısmını yemesini
tavsiye ederdi hep."
"O zaman sen kuyruğunu ver bana. Çakmadım mı sanki, beni kazıklamak istiyorsun",
diyerek bana karşı güvensizliğinde direlli Lankes.
"Oskar için daha iyi. Ben başın değerini takdirden aciz değilim."
"Mademki başa bu kadar rağbet ediyorsun, gene sen başı ver bana."
"Bir türlü bir karara varamıyorsun, senin yerinde bulunmak istemezdim doğrusu", diyerek
aramızdaki konuşmayı sona erdirecek oldum. "Baş senin, kuyruk da benim."
Lankes tarafından kazıklandığını kendi kendine itiraf elti Oskar; balığın yanı sıra dişlerinin
arasında beni kafese koyduğuna
697
ilişkin kesin bir inanç olmadıktan sonra, Lankcs'in yediği balıklan tat alamayacağını
biliyordum çünkü. Hin oğlu hin bir köpek olduğunu ileri sürdüm, her zaman dört ayağı
üzerine düşen, kısmetli bir adam olduğunu söyledim, sonra da morina balığına yumulduk.
Lankes baş kısmını aldı balığın; limonların artakalan suyunu kuyruk kısmındaki dağılı
dağılıvcren beyaz elin üzerine sıktım, tereyağı gibi yumuşak sarımsak dişleri kuyruk
kısmından çözülü çözü lü veriyordu.
Lankes dişlerinin arasına yerleştirdiği kılçıklardaki eli yiyor, bir yandan da bana ve benim
önümdeki balığın kuyruk kısmına doğru lükürüyordu: "Bir bakayım tadına senin şu
kuyruğun." Ben buyur der gibi başımı salladım, o da tadına baktı, ama bir karar veremedi;
sonunda Oskar onun aldığı baş kısmının tadına baktı, her zamanki gibi parçalardan daha
iyisine konduğunu söyleyerek yatıştırdı onu.
Balıkla bordo şarabı içlik. Ben, yazık, bardaklarımızda beyaz şarap olsaydı daha iyi olurdu
dedim, l.ankcs benim bu konudaki tereddüdümü silip atmaya çalıştı; çavuşluk zamanında
Dora Yedi de çıkarma harekâtı başlayıncaya kadar hep kırmızı şarap içmiş olduklarını
anımsadı: "Hey be, çıkarma başladığı zaman hepimiz de zomduk. Şimdi arkada, Cabourg
gerisinde hepsi de aynı mezarlıkla yatan Kowalski, Schcrbach ve o kısa boylu Lcutlıold
çıkarmanın başladığını hic larkclmedilcr. Şu ötede Arromanehes dolaylarında İngilizler,
bizim kesimde ise sürüyle Kanadalılar. Daha biz pantolonlarımızın askılarını omuzlarımıza
geçirmeden, yanımızda bitiverdiler ve How are you? dediler bize."
Sonra çatalla havada delikler açarak ve ağzından kılçıkları lükürerek: "Ha söylemeyi
ununum, bugün Herzog'u gördüm Cabourg'ta, bizim koruganları ziyaretinizde tanımıştınız
hani, şu hayaller gören Herzog'u, hani üsteğmendi kendisi."
Elbette Oskar Üsteğmen Herzog'u anımsıyordu. Lankes her yıl Herzog'un Cabourg'a
gelerek yanında haritalar ve ölçme aletleri getirdiğini, çünkü koruganlar dolayısıyla gözüne
uyku gir
698
mediğini anlattı. Bizim buraya, Dora Yedi'ye uğrayacak ve birtakım ölçmelerde
bulunacakmış, dedi.
Daha biz balığı yemekle meşgulken balığın boydan boya uzanan büyük kılçığı yavaş yavaş
görünmeye başlamıştı Üsteğmen Herzog çıkageldi. Hâkî bir külot pantolon giymişti, lombul
baldırları görünüyordu, ayaklarında tenis ayakkabıları vardı, düğmelen açık keten
gömleğinden grikahverengi kıllar dışarı taşıyordu. Tabii kalkmadık ayağa. Lankes, beni
dostu ve iş arkadaşı olarak tanıttı, Herzog'a emekli üsteğmen diye hitap etli.
Emekli Üsteğmen hemen Dora Yedi'yi adamakıllı gözden geçirmeye koyuldu. Ama ilkin
beton korunağın dış yüzünden işe başladı, Lankes de, onun Dora Yedi üzerindeki bu
çalışmasına izin verdi. Herzog birtakım listelere geçirdi elde etliği sonuçları; ayrıca
yanında bir makaslı dürbün getirmişti, dürbünle araziyi ve kıyıdan içerlere doğru saldıran
meddi rahatsız edip durdu. Hemen yanıbaşımızdaki Dora Allının ateş mazgallarını öylesine
sevecenlikle okşadı ki, sanki bu korugan kendi eşiydi de, eşine bir azizlikle bulunmak
isliyordu. Ama bizim yazlığımız olan Dora Yedi yi içerden görmeye kalkınca, bunu engelledi
Lankes: "Ne isliyorsunuz kuzum Bay Herzog! Betonun çevresinde dolanıp duruyorsunuz. Bir
zaman güncel olan çoktan maziye karışlı şimdi.
Maziye karıştı, çok sevdiği bir sözdü Lankesin. Lankes dünyayı hep güncel ve maziye
karışmış olarak ikiye ayırıyordu. Gclgelclim emekli üsteğmene göre hiçbir şey karışmamıştı
maziye, hesap ödevi henüz çözülmemiş duruyordu ortada, sonradan da olsa tarih önünde
hesap vermek gerekiyordu ve işte şimdi de kendisi Dora Yedi'yi içerden denetleyecekti:
"Anladınız mı ne demek islediğimi, Lankes?"
Ve birden solramıza ve solramızdaki balığımıza Herzog'un gölgesi düştü. Herzog bizim
yanımızdan geçmek ve kapısının üzerindeki beton süslemelerde hâlâ Lankes Çavuşun
ressam eli sezilen korugana girmek isliyordu.
Ama Herzog soframızın yanından geçerek giremedi korugana. Lankes, alttan doğru, elinde
çatal, ama çatalı kullanmayarak,
699
yumruğunu yukarı doğru savurup emekli üsteğmeni kumlar üzerine devirmişti. Başını
sallayıp, balıklı yemeğimizin kesintiye uğramasına içerleyerek doğruldu; sol eliyle
üsteğmenin kelen gömleğinin yakasına yapıştı, kumların üzerinde arkasında düzgün bir iz
çizdirerek, üsteğmeni sürükleye sürükleye kenara aldı ve onu kum yığınından aşağı fırlattı;
üsteğmen gözden kaybolmuştu, ama ister istemez sesini işitiyorduk. Lankes'in arkasından
fırlattığı ölçme aletlerini topladı ve söylenerek, daha önce Lankes'in maziye karıştı dediği
bütün tarihi kişileri bir bir davet ederek uzaklaşmaya başladı.
"O kadar haksız da değildi bani senin Hcrzoğ. Hayal gören biri falan ama. Biz, çıkarma
başladığı zaman burada böyle zom olmasaydık. Kanadalıların hali nice olurdu kimbilir?"
Bana yalnız başımı sallayarak onaylamak kalmıştı, çünkü daha bir gün önce cezirde midye
ve boş istridye kabuklarının arasında bir Kanadalının ünilormasına ait bir düğme
bulmuştum, bu da açıkça anlatıyordu her şeyi. Oskar düğmeyi cüzdanında saklıyor, sanki
seyrek ele geçen bir Fîtrüsk sikkesiymiş gibi düğme kendisine mutluluk veriyordu.
Üsteğmen Hcrzog'un ziyareti bütün kısalığına rağmen geçmişteki anılan gözlerimizin
önünde canlandırmıştı: "Hâlâ hatırında mı Lankes, hani bir zaman Cephe Tiyalrosu'yla sizin
beton koruganı ziyarete gelmiştik, koruganın üzerinde kahvaltı yapmıştık, bugünkü gibi de
hafi I bir rüzgâr esiyordu; ve ansızın allı ilâ yedi rahibe belirivermişti, Rommel
Kuşkonmazları arasında yengeç ve karides arıyorlardı; sen de hani kıyıyı temizleme emrini
almış, hain bir makineli tüfekle bu işi yapmıştın.'
Lankes hatırlamıştı, balığın kılçıklarından elleri emiyordu, hatla isimlerini de hâlâ
unutmamıştı rahibelerin: Rahibe Scholastika, Rahibe Agnela diye sayıp dökmeye başladı;
rahibe adayı Agnela'yı bir sürü karalar içinde pembe bir yüz olarak tanımladı; öylesine
açık seçik bir tablosunu çizip önüme sürdü ki, benim sürekli hayalimde yaşayan o dünyevî
hemşire Drothea'nın hayali içimde gömülüp gitmediyse de, yine biraz örtüldü üzeri; Lan
700
ORHAN KEMAL
İL HALK K.ÜTÜPKA
kes'in konuşmasından ancak birkaç dakika sonra ama benim bir mucize diye
değerlendirebileceğim kadar da çabuk olup şaşırtmamıştı beni Cabourg yönünden genç bir
rahibe kum tepeleri üzerinden esip geldi, bir sürü kara ortasında pembe bir yüz, hani
görülemeyecek gibi değildi.
Yaşlıca beylerin yanlarında taşıdıklarına benzer siyah bir şemsiyeyi güneşe karşı elinde
tutuyordu. Hollywood'daki hamarat filmcilerin alınlarında taşıdıkları gözleri koruyucu
siperliğe benzer koyu yeşil bir zelüloil siperlik öne doğru bir kubbe oluşturuyor, kumlar
arasında kendisini çağıran sesler işitiliyordu. Anlaşılan geride daha başka rahibeler vardı.
"Rahibe Agnela!" diye bağırıyorlardı. "Rahibe Agnela! Ncrdesiniz Allahaşkına?"
Agneta Hemşire, bizim gittikçe daha açık seçik ortaya çıkan morina balığımızın
bclkemiğinin oluşturduğu iri kılçığın tepesinde dikilen yavrucak da cevap veriyordu:
"Buradayım Scholaslika Hemşire. Burasını hiç rüzgâr tutmuyor."
Lankes, sanki bu Katolik geçil resmini kendisi davet etmiş, kendisini şaşırtacak hiçbir şey
olamazmış gibi sırıtıyor ve bir kurt başını andıran başını, hazla sallıyordu.
Genç rahibe bizi görmüştü ve korunağın solunda dikiliyordu. Yusyuvarlak iki burun deliği
bulunan pembe bir yüz; hafif öne fırlamış, başkaca bir kusuru içermeyen dişlerinin
arasından: "Oh!" dedi bizi görünce.
Lankes, belden yukarısını hareket ettirmeden boynuyia başını çevirdi: "Ne o Aziz
Hemşire, ufak bir geziye mi çıktınız?"
Ne kadar da çabuk cevap verdi, Agneta Hemşire: "Yılda bir kez denize ineriz de. Ama ben
daha ilk görüyorum denizi. Ne kadar da büyükmüş."
Bu söze ne denirdi? Deniz üzerine söylenen bu söz bugüne kadar deniz için söylenmiş tek
yerinde söz olarak görünmüştür bana hep.
Lankes konukseverlik gösterdi, benim payıma düşen balığın orasını burasını kurcalayarak
biraz bir şeyler bulup Hcmşire'ye
701
ikram elli: "Biraz bakar mısınız tadına, Aziz Hemşire? Henüz sıcacık daha."
Lankcs'in nasıl öyle ralıalcacık Fransızca konuşabildiğine şaştım, bunun üzerine Oskar da
onun gibi yabancı dille meramını anlatmaya çalıştı: "Çekinmenize lüzum yok hiç; bugün cuma
nasıl olsa."
Ama tarikatlarının katı kurallarıyla ilgili bu ima da, rahibe cüppesinin ustalıkla örtüp
gizlediği genç kızın soframıza buyurmasını sağlayamadı.
Merakını yenemeyerek: "Hep burada mı oturuyorsunuz?" diye öğrenmek istedi Agncta
Hemşire. Korunağımızı hoş, ama biraz komik buluyordu. Ne yazık ki o anda başhemşireyle
diğer beş hemşire ellerinde siyah şemsiyeler ve alınlarında yeşil göz koruyucu siperliklerle
kum tepelerini aşarak çıkıp geldiler. Agnela Hemşire hemen kayboldu ortadan ve doğudan
esen rüzgârın kırpıp tıraş etliği söz kalabalığından anladığım kadarıyla, adamakıllı azarlanıp
paylandı; başrahibeylc öbür rahibeler Agnela Hemşire'yi aralarına aldılar.
Lankcs düşlere kaptırmıştı kendini. Çatalı ters olarak ağzında tutuyor ve kumların
üzerinde esip giden rahibeler topluluğunu süzüyordu: "Bunlar rahibe değil, yelkenli gemi."
"Yelkenli gemiler beyaz olur", diye itiraza kalkıştım.
"Bunlar siyah olanları." Lankcs ile kolay değildi konuşmak. "O sol uçtaki, amiral gemisi.
Agnela ise hızlı hızlı seyreden bir korvet. Yelkenli gemiler için elverişli bir rüzgâr. Dümen
suları, ön yelken, arka yelkenler, hac direk, ana direk, mizzina direği; bütün yelkenler
çekilmiş, İngiltere'ye varmak üzere ulka doğru yol alıyor yelkenliler. Düşün bir, yarın
sabah lomiler uyanıyor, pencereden bakıyorlar, ne görseler beğenirsin: Yirmi beş bin
rahibe, tepeden tırnağa flamalarla donatılmış ve derken başlıyor..."
"Yeni bir mezhep kavgası", diye yardım etmek isledim kendisine. Amiral gemisinin adı
Maria Stııarl ya da De Valera olmalı ya da en iyisi Don Juan. Daha hareketli yeni bir filo,
Trafalgar yenilgisinin öcünü alıyor. "Bütün Prutan'lara ölüm!" diye bağırılıyor
702
ve bu kez ingilizlerin bir Nelson lan da yok hazırda. İstilâ başlayabilir: İngiltere'nin
birada olarak varlığı sona eriyor."
Lankes'in konuşması pek politik bir niteliğe bürünmüştü. "İşte şimdi demir alıyor
rahibeler" diye devam elti sözlerine.
"Yelken açıyorlar", diyerek düzeltecek oldum.
İster yelken açsm, isler demir alsınlar, Cabourg yönünde esip gidiyor, kendileriyle güneş
arasında şemsiyeler (uluyorlardı. Sadece biri biraz geride kalıyor, yürürken bazen
eğiliyor, bir şey alıyor yerden, sonra aldığı şeyi yine gerisin geriye yere bırakıyordu.
Filodan artakalan gemileraz önceki görüntüye sadık kalmak islersek usul usul, rüzgâra
karşı sağa sola zikzaklar çizerek yanıp kül olmuş eski kıyı otellerinin kulislerine doğru
ulaşmak için uğraşıp didiniyordu.
"O gerideki, demir alamadı, belki de küreklerinde arıza var." Lankcs hâlâ gemici ağzıyla
konuşuyordu. "O hızlı korvet olmasın bu, Agnela olmasın?"
Korvet olsun, lirkateyn olsun, eğilip yerden midye toplayan, sonra da topladıklarını kaldırıp
alan rahibe adayı Agncta idi.
"Ne topluyorsunuz. öyle, Aziz Hemşire?" Oysa rahibe adayının ne topladığını çok iyi
görüyordu Lankcs.
"Midye", diye cevabı verdi Agnela, sözcüğü özellikle vurgulayarak ve yere eğildi.
"İzin var mı peki bunu yapmanıza? Midyeler dünyevî nimetlerdir çünkü."
Ben rahibe adayı Agncıa'ya arka çıkımı: "Yanılıyorsun Lankcs. Midyeler asla dünyevi
nimetlerden değildir."
"Kıyı nimetleridir o zaman. Ama ne olursa olsun dünyevî servetlerdendir, servet sahibi
olmalarına da izin yoktur rahibelerin. Yoksulluktur onların parolaları, yoksulluk, hep
yoksulluk. Öyle değil mi, Aziz Hemşire?"
Agncta Hemşire, öne fırlamış dişleriyle gülümsedi: "Ben hepsi birkaç midye alıp
götüreceğim. Çocuk yuvası için. Küçükler midye kabuklarıyla oynamayı çok seviyor ve hiç
deniz kenarına inmediler henüz."
703
Agnela Hemşire koruganm kapısında dikiliyordu, bir rahibe bakışıyla içeri bir göz allı.
"Nasıl, evciğimizi beğendiniz mi?" dedim ben, dostluk kurmaya çalışarak. Lankes, daha
dolaysız davrandı: "Buyurup bir görmez misiniz içerisini? Görmek bedava, Aziz Hemşire."
Agneta Hemşire dayanıklı ve sağlam kumaştan rahibe giysisinin allında, ayaklarmdaki sivri
iskarpinleri yeri eşeliyor, halta bazen ayaklarıyla kumları iliyor, rüzgâr da kumu alıp
balığımızın üzerine serpiyordu. Biraz daha güvensiz ve o anda açık kahverengililiği
belirginleşen gözleriyle Lankcs'le beni ve bizim aramızdaki sofrayı süzdü. "Hayır hayır,
olmaz!" Bu da yine bizim itirazımızı davel elti.
"Ne münasebet, Aziz Hemşire!" diyerek, bütün güçlükleri ortadan silip atmaya çalıştı
Ressam Lankes ve doğruldu. "Hani güzel bir manzarası var korunağın. Mazgal deliklerinden
bütün sahili görebilirsiniz."
Agneta Hemşire hâlâ duraksıyordu, kuşkusuz kumla dolmuştu iskarpinleri. Lankes. elini
korunağın kapısından içeri uzatmışu. Kendi eseri olan beton süslemeler güçlü ve dekoratif
gölgeler yapıyordu. "Sonra temizdir de içerisi."
Galiba Ressam Lankes'in buyur eden el harekeli Agneta Hcııışire'nin korunaktan içeri
girmesini sağladı. "Ama bir an için sadece", dedi kesin bir edayla. Lankes'in önü sıra
süzülüp korunağa daldı. Lankes pantolonuna sürterek sildi ellerini —tipik bir ressam
davranışı ve korunakta kaybolmadan: "Sakın benim balıklan almayasm ha!" diyerek bana
gözdağı verdi.
Ne var ki, balığa doymuştu Oskar. Solradan çeki ini kendimi geriye, kumlan sürüyüp geliren
rüzgârla güçlü meddin dalgalarının eline kalmıştım. Ayağımla trampetimi bana doğru çekip
aldım ve onu konuşturarak bu betonlu yerden, bu koruganlar dünyasından, Rommel
Kuşkonmazı denen bu yerden bir çıkış yolu aramaya koyuldum.
İlkin, pek de başarı elde edemeyerek sevgiden başladım: Bir zamanlar ben de bir hemşire
sevmiştim. Rahibe değil, hastanede
704
çalışan bir hemşire. Pek güzeldi, ama hiç görmemiştim yüzünü. Bir keçe halısı vardı,
aramıza girdi. Zeidlcr'lerin koridoru da pek karanlıktı. Bu yüzden keçe liflerini Drolhca
Hemşirc'nin teninden daha belirgin olarak vücudumda hissettim.
Bu konu göz açıp kapamadan keçe halının üzerinde son bulunca, Maria'ya karşı duyduğum
eski sevgiyi bir ritmik hava içine dökerek çabuk büyüyen arsız sarmaşıklar gibi beton
korunağın önüne dikmeye çalışımı. Ama baktım yine Drothea Hemşire, Maria'ya karşı
duyduğum sevginin yoluna durdu: Bir karbol kokusu esip geldi denizden. Üzerlerinde
hemşire giysileriyle martılar el eltiler, güneş gözüme bir kızılhaç broşu gibi göründü.
Trampet çalarken rahatsız edilmesi aslında sevindirmişti Oskar'ı. Başrahibc Scholaslika
yanında beş rahibesiylc geri dönüp gelmişti. Yorulmuş görünüyor, şemsiyelerini çarpuk
çurpuk ve umutsuzluk içinde (utuyorlardı: "Genç bir rahibe gördünüz mü? Bizim rahibe
adayını gördünüz mü? Yavrucak daha pek küçük; denize ilk geliyor. Herhalde kaybetli
yolunu. Heyy, ilerdesiniz, Agneta Hemşire?"
Bu kez arkadan esen rüzgârın giysilerini şişirdiği rahibe topluluğunu Orne ağzı.
Arromanchcs ve bir zamanlar İngilizlerin denize sunî limanlarını olurluvercliklcri Tort
Winslon'a doğru yollamaktan başka yapacak şey kalmadı benim için. Hepsine bizim
korunakta yer yoklu. Gerçi bir an Ressam Lankes'i böyle bir ziyaretle şereflendirmek
aklımdan geçmedi değil, ama sonra dostluk, usanç ve öfke bir araya gelip beni
başparmağımı Orne ırmağının ağzına doğru uzatmaya zorladı. Rahibeler başparmağımın
gösterdiği yönü tutarak kum yığınları üzerinde gittikçe küçülen, kara kara esip giden
noktalara dönüşlüler; ayrıca: "Agneta Hemşire!" diye ağlamaklı haykırışları da zamanla
daha rüzgârlı çıkmaya başladı ve nihayet kum tepeleri arasında silinip gitti.
İlk Lankes çıktı korugandan. Ressamlardaki o tipik davranış: Ellerini pantolonuna sürerek
temizledi, güneşe kıvrılıp uzandı, benden bir sigara isledi ardından, verdiğim sigarayı
gömlek cebine sokarak soğumuş balığa yumuldu. "Acıktırıyor adamı", diye
705
bir açıklamada bulundu ima yollu ve benim hisseme düşen kuyruk kısmını yağmalamaya
başladı.
"Muhakkak mulsuzlukdur şimdi." diye suçladım Lankes'i ve bir yandan mutsuz sözcüğünün
tadını çıkarmaya çalıştım.
"Ne münasebet? Mutsuz olması için hiçbir neden yok."'
İnsanlara karşı davranış biçiminin onları mutsuz edebileceğini aklı almıyordu Lankcs'in.
"Peki ne yapıyor şimdi?" diye sordum; ama aslında başka bir şeydi sormak islediğim.
Lankcs, elindeki çatalla bir açıklamada bulunarak: "Cüppesinin bir yeri yırtıldı da yırtılan
yeri dikiyor" dedi.
Derken cüppesinin yırtılan yerini diken Agnela Hemşire korugandan çıktı. Hemen
şemsiyesini açtı yeniden, hafiflen bir tralala tullurdu, ama benim işittiğim kadarıyla zoraki
çıkıyordu sesi: "Korunağınızın manzarası gerçekten güzel. Bütün kıyı ve deniz ayaklar
allında."
Balığımızın artıkları önünde durdu derken.
"Müsaade var mı?"
Lankcs ile ben, aynı zamanda buyur der gibi başımızı salladık.
"Deniz havası acıktırıyor insanı", diyerek Agnela Hemşirenin, duygularını açığa vurmasını
kolaylaştıracak oldum; bu kez de o başını sallayarak beni doğruladı; ağır manastır işlerine
alışkın kızarıp yer yer çatlamış ellerini balığımıza uzattı; bir parça vardı ela, şimdi bunu
balıkla yeni başlan ağzında çiğııiyormuş gibi ciddî ciddi, kendini zorlayarak, dalgın ve
düşünceli ağzını oynatmaya başladı.
Gözüm hotozuıuın altına kaydı Agnela Hemşirenin. Yeşil göz siperliğini koruganda
unutmuştu. Büyüklükleri birbirinin aynı olan boncuk boncuk terler, katı sınırları içinde bir
Madonna izlenimi uyandıran pürüzsüz ve beyaz alnına diziUnişli. Lankcs yeniden bir sigara
istedi benden, oysa daha önce verdiğimi henüz içmemişti. Bütün paketi tutup kendisine
altım. Lankcs paketlen üç sigara alıp gömleğinin cebine sokarken ve bir sigarayı da
dudaklarının arasına yerleştirirken, arkasına döndü Agnela Hcmşi
706
re, elinden şemsiyeyi attığı gibi koşmaya başladı; ancak o anda yalınayak olduğunu
farkellim; kum yığınlarını tırmandı ve dalgalara doğru seğirtip kayboldu.
"Bırak gitsin!" dedi Lankcs. "Gelir yine, ama bakarsın gelmez de."
Ancak kısa bir süre serinkanlılığımı koruyup, Ressam Lankcs'in içtiği sigaraya bakabildim.
Sonra koruganın üzerine çıkıp ıncd dalgalarının gittikçe daha yakınlara sürüp altığı kıyıyı
taradım gözlerimle.
"Ee, ne görüyorsun bakalım?" diye sordu Lankcs.
"Soyunuyor." Daha fazla bir bilgi alamadı Lankcs benden. "Galiba yıkanıp serinleyecek
biraz."
Ben bu med zamanında, ayrıca yemekten böyle kısa bir süre sonra tehlikeli bir iş gördüm
bunu. O anda dizlerine kadar suyun içerisine girmiş bulunuyordu Agnela Hemşire ve vücudu
gittikçe daha çok suyla örtülüyordu. Yuvarlak bir sırlı vardı. Ağustos sonunda elbet pek de
sıcak olmayan su kendisini korkutmuyordu; derken yüzmeye başladı, ustaca yüzüyor,
çeşitli yüzme biçimlerini deniyor ve suya dalıp dalgaları yara yara ilerliyordu.
"Bırak yüzsün! Sen de in arlık aşağı!"
Dönüp arkama baktım, Lankcs uzanıp geriniyor ve sigarasını tüttürüyordu. Morinanın
parlak kılçıkları, sofranın çevresini örtüyor beyaz beyaz ışıldıyordu güneşle.
Beton korunaktan allayıp indiğimde, ressam gözlerini açarak dedi ki Lankcs: "Yaman bir
tablo olur hani: Dalga dalga rahibeler ya da med dalgalarında rahibeler."
"Allanın canavarı!" diye haykırdım ben. "Ya boğulursa şimdi?"
Lankes gözlerini yumdu: "O zaman boğulan rahibeler olur tablonun adı."
"Peki geri gelir de, ayaklarının önüne yığılıp kalırsa?"
Gözleri açık, yargısını verdi Lankcs hemen: "O zaman kendisine ve tabloya yoldan çıkmış
rahibe denir."
Lankcs için iki şıktan biri vardı yalnızca; ya öyle, ya böyle; ya
707
baş, ya kuyruk; suda boğulmuş ya da yoldan çıkmış. Benim elimden sigaraları alıyor,
Üstcğnıen'i kum yığınından aşağı fırlatıyor, payıma düşen balıklan yiyor ve aslında Tanrı'ya
adanmış bir yavrucağa koruganın içini gösteriyor, daha kız denizde açılırken yumrular
biçimindeki kaba ayaklarıyla havaya resimler çiziyor, hemen yapacağı tabloların boyutlarını
bildirerek onlara isimler takıyordu: Dalga dalga rahibeler. Rahibeler med dalgalan
ortasında. Suda boğulan rahibeler. Yoldan çıkan rahibeler. Yirmi beş bin rahibe.
Yanlamasına tablo: Trafalgar önünde rahibeler. Dikine tablo: Rahibeler Lord Nelson'u
yenilgiye uğratıyor. Karşıdan esen rüzgârda rahibeler. Yelkenler için elverişli rüzgârda
rahibeler. Rüzgâra karşı zikzaklar çizerek ilerleyen rahibeler. Kara, çok çok kara, canına
okunmuş beyaz ve buzlara yatırılmış mavi: İstilâ ya da: Mistik, barbarca can sıkıntısı,
savaş günlerinde Lankcs'in beton korunağa verdiği isim. Ve bütün bu resimleri,
yanlamasına ve dikine resimleri Lankes, Ren bölgesindeki kente döndüğümüz zaman yaptı,
seri halinde rahibe tabloları hazırlayıp bunları salın alacak bir galeri sahibi buldu, kırk üç
rahibe tablosundan bir sergi düzenledi; tablolardan yedisini koleksiyonculara, sanayicilere,
sanal müzelerine ve bir Amerikah'ya sallı; eleştirmenlerin kendisini Picasso'yla
karşılaştırmalarını sağladı ve beni, yani Oskar'ı konser menajeri Dr. Dösclı'ün kartvizitine
el uzatmaya kandırmak için çalıştı ve bunda da başarılı oldu; çünkü sadece onun sanalı
değil, benim kendi sanatım da ekmek! ekmek! diye sesleniyor, dolayısıyla üç yaşındaki
Traampelçi Oskar'm savaştan önce ve savaş sırasındaki deneyimlerini teneke trampetin
yardımıyla savaş sonrasının çil çil ve çın çın altınına dönüştürmek gerekiyordu.
708
YUZÜKLÜ PARMAK
"Bakıyorum artık bir iş tutmaya niyetiniz yok galiba!" dedi Bay Zcidier. Klcpp'lc Oskar'm
ya Oskar'm ya da Klepp'in odasında oturup zamanı aylak aylak geçirmeleri Zeidler'i
kızdırıyordu. Gerçi Dr. Dösclı'ün Güney Mczarlığı'nda Selimuh toprağa verilirken bana
avans olarak takdim ettiği paradan artakalaıııyla her iki odanın ekim kirasını ödemiştim,
ama kasım ayı mali yönden de kasvetli geçeceğe benziyordu.
Oysa yeleri kadar öneriler alıyorduk. Şu ya da bu müzikholde ya da gece lokallerinden
birinde caz müziği çalabilirdik. Ama Oskar'ın bundan böyle caz parçaları çalmaya niyeti
yoklu. Klepp ile tartışıp duruyorduk. Klepp benim teneke trampeti çalmakla Uıttuğum yeni
yolun caz müziğiyle hiçbir ilişkisi bulunmadığını söylüyor, ben de itiraz etmiyordum.
Derken beni caz müziği düşüncesine ihanet eden biri diye niteledi Klepp.
Klepp kasım başında yeni bir trampetçi, yani "Einhorn" lokalinde usta bir müzisyen olan
Bobby'yi buldu ve Bobby ile Eski Şehir'de kendisine bir iş ayarladı; Klepp'in daha o
zamanlar KPD kafasıyla düşünmekten çok KPD ağzıyla konuşmaya başlamasına karşın, yine
de eskisi gibi birbirimizle dost geçiniyorduk.
Açık kapı olarak önümde kala kala Dr. Dösch'ün konser acenteliği kalmıştı. Maria'ya
dönemezdim ve dönmeyi düşünmüyordum; kaldı ki dostu Stcıızcl, eşinden ayrılmak ve
sonra da benim Maria'mı, Maria Stenzel yapmak isliyordu. Arada bir Yakarış Yolu'ndaki
Korııeff'in atölyesine uğrayarak bir kitabe hakkediyor,
709
bazen da akademiye giderek hamarat sanat müritlerinin karakalem ve soyul resimlerimi
yapmalarını sağlıyor ve pek sık olarak, ama belli bir amaç gülmeden Sanal Perisi Ulla'yi
ziyaret ediyordum. Ulla Atlantik Duvarfna yaptığımız yolculuktan döndükten hemen sonra
nişanlısı Ressam Lankes'tcn ayrılmıştı, çünkü Lankes bundan böyle sadece ağır rahibe
tabloları yapıyordu. Sanat Perisi Ulla'yı arlık dövmüyordu bile.
Ama Dr. Dösch'un kartviziti odamda, sessiz ve kendini ısrarla anımsatarak, küvetin
yanındaki masanın üzerinde durup duruyordu. Dr. Dösch'le hiçbir alıp vereceğim olmasını
islemediğim için, bir gün bu kartviziti didik didik ederek kaldırıp attığını zaman, konser
acenteliğinin telefon numarasını, ayrıca adresini eksik bir şiir gibi ezbere söyleyebildiğimi
dehşetle gördüm. Üç gün kadar geçti aradan, telefon numarası yüzünden gözüme uyku
girmedi; dolayısıyla, dördüncü gün bir telefon kulübesinde aldım soluğu, numarayı çevirdim.
Telefona Dr. Dösch çıktı, her saat kendisine telefon etmemi beklemiş gibi yaptı, aynı gün
ikindi üzeri acenteye kadar zahmet buyurmamı rica elli; beni patrona takdim edecekmiş.
Patron, Sayın Malzerath'ı bekliyor dedi.
"Balı" konser acentesi, yeni yapılmış bir is hanının alımcı kalındaydı. Asansöre binmeden,
acentenin isminin gerisinde saklı olup sonradan insanın başını ağrıtacak bir politik taraf
bulunmasın, diye sordum kendi kendime. "Batı" adında bir konser acentesi olduktan sonra,
buna benzer bir başka iş hanında da "Doğu" ismiyle bir acente bulunabilirdi tabii. Hani isim
ustalıkla seçilmişti, çünkü hemen "Balı" acentesini yeğledim ve sekizinci katla doğru
acenteyi seçtiğim gibi içimde sağlam bir duyguyla asansörü terketlim; dolaylı bir
aydınlatma, tümü de ses geçirmeyen odalar, yanyana kardeş kardeş kapılar, patronlanjun
sigara kokularım beraberlerinde sürükleyerek yanımdan gelip geçen uzun bacaklı ve
giysileri hışırdayan sekreter bayanlar; az kaldı konser acentesinin büro odalarından
gerisin geri kaçıp gidecektim.
Dr. Dösch kollarını açarak beni karşıladı. Adamın kendisini tutup bağrına bastırmadığına
sevindi Oskar. Yeşil kazaklı bir kı
710
zm kullandığı daktilo makinesi ben içeri girer girmez sustu, benim içeri girmemden ölürü
yazamadıklarını sonradan telâfi elli. Dr. Dösch geldiğimi haber verdi patrona. Oskar,
İngiliz kırmızısı bir kumaşla kaplanmış bir kolluğun sol ön kenarına şöylece ilişti. Derken
bir kanallı kapı açıldı, yazı makinesi soluğunu tuttu; içimden gelen bir dürtüyle koltuklan
fırlayıp kalktım, kapılar arkamdan kapandı; bir halı, aydınlık bir salonun içinden akıp
gidiyor, beni de beraberinde çekip götürüyordu; derken bir çelik mobilya bana şöyle dedi:
işle şimdi Oskar patronun masasının önünde dikiliyor; kaç kilodur ağırlığı masanın acaba?
Mavi gözlerimi kaldırıp sonsuz derecede bomboş duran meşe ağacından bir yüzey
arkasında patronu aradım, bir dişçi koltuğu gibi yükscllilip alçallılabilen ve kendi ekseni
çevresinde dönebilen bir tekerlekli sandalyede dostum ve üstadım Bebra'yı buldum; felç
geçirmiş olup, yalnızca gözleri ve parmak uçları yaşıyordu.
Ha evci, bir de sesi kalmıştı diri olarak. Bebra'nın içerisinden bu ses şöyle diyordu bana:
"İşte böyle, dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur, Bay Malzeralh. Yıllar önce hani
dememiş miydim, hani siz daha üc yaşında bir çocuk olarak bu dünyanın karşısına çıkmayı
yeğliyordunuz: Bizim gibi insanlar birbirlerini kaybedemezler, dememiş miydim o
zamanlar? Ancak eselle görüyorum ki, boyunuz ve boşunuzu bir hayli ve sizin için avantajlı
sayılamayacak şekilde değiştirmiş bulunuyorsunuz?"
Başımla onayladım söylediklerini; ağladı ağlayacak bir halim vardı. Üstadın aralıksız
vmıldayıp duran, bir elektrik motoru tarafından çalıştırılan tekerlekli sandalyesinin
arkasında duvara, duvarın tek süsü olarak, Roswilha'nm barok çerçeveli, doğal büyüklükte
bir portresi vardı. Benim bakışlarımı izlemeksizin, ama nereye baktığımı bilerek, âdeta
ağzını oynatmadan konuşmaya devam etti Bebra: "Ma evet, Roswitha'cik! Acaba bu yeni
Oskar'ı beğenir miydi dersin? Sanmam pek. O bir başka Oskar'a kaptırmıştı gönlünü, üç
yaşında, gebeş, ama yine de sevgi ateşiyle yanıp tutuşan bir Oskar'a. Bu Oskar'a
tapıyordu, bir ara bana itiraf etmekten çok müjdeler gibi söylemişti bunu. Ama gel zaman
git
711
zaman, bir gün kendisi gidip kahveyi almak istedi, bunu yaparken de hayatını kaybetti.
Bildiğime göre o gebeş Oskar'ın işlediği tek cinayet değil bu. Zavallı annesini de çalıp
durduğu trampetle mezara yollayan bu Oskar değil mi?"
Başımla onayladım söylediklerini, çok şükür ağlayabiliyordum, gözlerim Roswitha'dan yana
dönüktü. O anda Bcbra ikinci darbeyi indirmek üzere harekele geçti: "Sonra üç yaşındaki
Oskar'ın kendisinden muhtemel baba diye söz açmak zahmetinde bulunduğu posta memuru
Jaıı Bronski? Oskar cellatların eline teslim elli kendisini, cellatlar da adamın göğsüne
kurşunları yağdırdılar. Acaba yeni bir boy boşla sahneye çıkmak cesaretini gösteren Sayın
Oskar Matzerath, üç yaşındaki Irampclçinin ikinci muhtemel babası Bakkal Malzcrath'm
akıbeti hakkında da bir bilgi verebilirler mi?"
Bu cinayeti de işlediğimi saklamadım, Malzcrath'tan yakamı kurtarmak islemiş olduğumu
itiraf ellim, onun boğularak nasıl öldüğünü ve bu ölüme nasıl benini yol açlığımı anlattım,
arlık o Rus makineli tabancasının arkasına saklanmayarak: "Hvcl, ben yaptım bu işi, Üslat
Bcbra" dedim. "Bunu ben yaptım, bunu yapan benim, bu ölüme yolaçan ben oldum, bu
ölümde de suçsuz değilim, acıyın bana ne olur."
Bcbra gülmeye başladı. Bilmiyorum neye gülüyordu. Tekerlekli sandalyesi sürekli bir
titreşim içinde bulunuyor, rüzgârlar yüz binlerce kırışıklıklardan oluşan yüzünün üst
kısmındaki ağarmış cüce saçlarım harmanlıyordu.
Bir kez daha ısrarla merhamet dilendim, bunu yaparken sesime bir tatlılık verdini; beri
yandan güzel ve ayılı şekilde etkileyici olduklarını bildiğim ellerimi yüzüme kapadım:
"Acıyın bana, Aziz Üstadım Bcbra, acıyın bana!"
Bunun üzerine, kendisini yargıcım yerine koyan ve bu rolü mükemmel bir şekilde oynayan
Bebra, dizlerinin üzerinde ve ellerinin arasında tuttuğu fildişi bir şalter tablosundaki
küçük bir düğmeye bastı.
Arkamda kalmış olan halı, yeşil kazaktı kızı alıp geldi derken.
712
y.
Kız, beraberinde getirdiği bir dosyayı masanın meşe yüzeyine yaydı; masanın yüzeyi aşağı
yukarı benim köprücük kemiğimin hizasında çelik borulardan bir çatkı üzerinde bulunuyor
ve benim, daktilo kızın masa üzerine yaydığı dosyanın içini görmeme imkân vermiyordu. Kız,
sonra bir dolmakalem uzallı bana: Bebra'nın merhametini bir imzayla satın almam
gerekiyordu.
Ama ben yine de tekerlekli sandalye yönünde sorular sormak cesaretinde bulundum: Cilâlı
bir tırnağın gösterdiği yere imzamı çakmak bana güç geliyordu.
"Bu bir iş anlaşması", diye sesini yükseltti Bebra. "Adınızı ve soyadınızı, her ikisini de
yazmanız gerekiyor. Oskar Matzcralh diye yazın ki, anlaşmayı kiminle yaptığımızı bilelim."
İmzamı atmamdan hemen sonra motorun homurtusu beş kal arttı, gözlerimi
dolmakalemden ayırdım; son anda, bir tekerlekli sandalyenin acele uzaklaşarak ve gittikçe
küçülüp tortop olarak döşeme üzerinden yuvarlanıp bir yan kapıdan çıktığını ve gözden
kaybolduğunu görebildim.
İki nüsha halinde benim iki kez imzaladığım o anlaşmanın ruhumu satın aldığına ve Oskar'ı
korkunç eylemlere yükümlü kıldığına inananlar çıkabilir. Asla söz konusu değil böyle bir
sev. Dr. Dösch'ün yardımıyla ön odada anlaşmayı inceledim ve hemen, zahmet çekmeden
anladım ki, Oskar'a düşen iş, trampetiyIc tek başına seyirci önüne çıkmak, üç yaşındayken
ve sonradan yine bir yol Sclımuh'un Soğanlı Mahzcni'nde nasıl trampetini konuşlurduysa,
gene öyle trampetini konuşturmaktı. Konser acenteliği, benim turnelerimi hazırlama ve
trampetçi Oskar trampetiylc seyirci önüne çıkmadan onun reklamını yapma işini üzerine
alıyordu.
Reklam işi yürütülürken, konser Acentesi "Batı'nın bana verdiği bol avansı harcayarak
yaşıyordum. Arada bir iş banma uğruyor, gazetecilerin karşısına çıkıyor, fotoğrafımın
çekilmesine imkân veriyordum; alabildiğine genişleyebildi ve lam bir soyutlanmışlık
sağlayan bir prezervatifle kaplanmış, her bir tarafı birbirinin aynı olup aynı kokuyla kokan,
dokununca aynı hissi veren
713
son derece hayasız bir şeymiş izlenimi uyandırıyordu bina; bir defasında içinde az kalsın
kayboluyordum. Ne zaman gitsem, Dr. Dösch ile kazaklı kız beni güler yüzle karşılıyordu;
ancak Üstat Bebra'yı bir daha görmek kısmet olmadı.
Hani daha ilk turneye çıkmadan önce oturduğumdan daha iyi bir oda tutabilirdim kendime,
buna maddi gücüm elverirdi. Ama Klcpp'i düşünerek Zeidlcr İcrin evinde kaldım, söz
konusu menajerle düşüp kalkmama darılıp gücenen dostumun gönlünü almaya çalıştım, ama
boyun eğmedim ve bir daha da onunla Eski Şchir'e gitmedim, bundan böyle bira içmedim,
soğanlı taze kan sucukları yemedim, kendimi ilerdeki tren yolculuklarına hazırlamak üzere
birinci sınıl istasyon lokantalarında doyurdum karnımı.
Oskar için, başarılarını enine boyuna anlatmanın yeri değil burası. Turnenin başlamasına
bir hafta kala, başarıların hazırlanmasında rol oynayan, benim seyirci karşısına çıkışımı bir
sihirbazın, bir ülürükçünün. bir Messias'ın* ortaya çıkışı gibi baştan haber veren o rezil
ilk ilânlar boy gösterdi. Once Ruhr Bölgesi ndcki kentlere baskınlar sapacaktım.
Sahnelerinde seyircilerin karşısına çıktığım salonlar bin bes yüz ilâ iki bin kişi alıyordu.
Siyah bir kadile duvarın önünde yapayalnız sahnede oturuyordum. Bir projektör beni
gösteriyordu. Bir smokin geçirilmiş oluyordu üzerime. İler ne kadar trampet çalıyorsam
da. bana hayranlık duyanlar yine de caz delisi gençler değildi. Kırk beşini aşkın yetişkin
kimseler beni dinliyor, bana hayran kalıyordu. Daha kesin konuşmak gerekirse, kırk beş ile
elli beş yaş arasındakiler benim dinleyicilerimin aşağı yukarı dörtte birini, erkek ve kadın
piri laniler ise dinleyicilerimin rahat yansım ve en kadirşinas kısmını oluşturuyordu. Hayli
gün görmüş kimselere sesleniyordum ve bu kimseler de bana cevap veriyor, üç yaş
trampetini konuşturduğum zaman sus pus oturmuyorlar, Oskar trampeliyle o harikulade
Raspuıin'in harikulade hayalından bir şeyler sunmaya görsün,
* Messias: Tevrat'la Tanrı taralından yollanacağı bildirilen kurların. (C.N.) 714
bundan zevk duyduklarını belli ediyor, ancak yaşlıların diliyle yapmayarak, çocuksu
kekelemelere ve peltek konuşmalara başvuruyor, "Rasclıu! Raschu! Raschu!" diye
bağırıyorlardı. Ama dinleyicilerin çoğu için pek ağır kaçan bu Rasputin parçalarından çok ,
kendine özgü bir öyküsü bulunmayan, sadece benim "İlk süt dişleri" , "Hain boğmaca",
"Uzun yün çoraplar kaşındırır insanı" , "Düşünde yangın gören allına işer" gibi isimler
verdiğim birtakım parçalarla daha çok başarı sağlıyordum.
Bunlar yaşlıların daha çok hoşuna gidiyor, kendilerini büsbütün benim trampetime
veriyorlar, süt dişleri çıktığından huysuzlanıyorlardı. Ortalığa bir boğmaca öksürüğü salar
salmaz, iki bin ihtiyar lena fena öksürmeye başlıyordu. Ayaklarına uzun yün çoraplar
giydirilince nasıl da kaşınıyorlardı. Çocuklara yangın düşleri gördürdüğüm için yaşlı
bayanlarla yaşlı baylardan iç çamaşırlarım ve oturdukları kollukların minderlerini ıslatanlar
oluyordu. Wuppcrtal'da mıydı, yoksa Bochum'da mı, aklımdan çıktı; yo hayır,
Recklinghauscn'daydı galiba: Yaslı maden isçilerinin önünde çalıyordum, sendikanın
desteğiyle düzenlenmişti konser, yaşlı maden işçileri, nasıl olsa yıllar yılı kara kömürlerle
düşüp kalktıklarına göre kara bir korkuya dayanırlar diye düşünmüştüm. Dolayısıyla, Oskar
trampetinde, Kara Aşçı Kadını konuşturmuş, ama yıldırımları, insanı emip yutan dehlizleri,
grevleri, issizlikleri geride bırakmış bin beş yüz işçinin kötü kalpli aşçı kadın yüzünden
korkunç bir çığlık koyverdiklerinc tanık olmuş ve —bu olayın adım etmem de bunun için
zaten— salonun kalın perdeler gerisindeki bir sürü camı, bu çığlıkların kurbanı olmuştu.
Ben de işle bu dolambaçlı yoldan camların canına okuyan sesime yeniden kavuşmuştum, ama
işimi bozmak istemediğim için bu sesi tulumlu kullandım.
Çünkü turnem tatlı bir işli benim için. Turneden dönüp de Dr. Dösch ile hesap başına
oturduğum zaman, teneke trampetimin altın yumurtlayan bir tavuk olduğu anlaşıldı.
Bebra hakkında bir şey sormadığım halde onu arlık görebileceğim umudunu yitirmiştim
Bc.bra'nm beni beklemekte oldu
715
ğu haberini verdi. Dr. Dösch.
Üstadı bu ikinci ziyaretim birincisinden biraz başka türlü geçti. Oskar bu kez çelik
masanın önünde dikilmek zorunda kalmayarak kendi cüssesine göre yapılmış, elektrikle
işleyen ve oturduğu yerde sağa sola dönebilen bir tekerlekli koltuk buldu oturacak; koltuk,
Ostal Bcbra'nınkinin karşısına yerleştirilmişti. Uzun bir süre karşılıklı olurduk, karşılıklı
sustuk. Oskar'ın trampetçilik sanalı konusunda radyoda yayınlanan haberleri ve basında
çıkan yazıları dinledik; bunları Dr. Dösch banla alınıştı ve bantı teypte çalıyordu şimdi.
Bebra, halinden memnun görünüyordu. Gazetecilerin dedikoduları benim canımı sıkmıştı
daha çok; bana kutsal biri gözüyle bakıyor, bende ve trampetimde hastaları şifaya
kavuşturan bir güç buluyorlardı. Bellek kaybını ortadan kaldırabildiğim söyleniyordu,
Oskarizm sözcüğü ilk kez ortaya atılmıştı ve çok geçmeden bir parolaya dönüşlü.
Söz konusu hanlı dinledikten sonra kazaklı bir kız, bana çay gelirdi, Bcbra'nın dilinin
üzerine ise iki hap yerleştirdi. Derken Üstal'la çene çalmaya başladık; arlık beni
suçlamıyordu. Yıllar önce. tıpkı "Cale Dört Mcvsiırfdc oturduğumuz günlerdeki gibiydi,
eksik olan bir senyoramız, Senyora Rosvviıha'mız vardı. Oskar'm geçmişine ilişkin olarak
biraz uzun soluklu konuşmalarım sırasında Üstat Bcbra'nın uyuya kaldığını larkedince. ilkin
şöyle bir çeyrek saat elektrikle işleyen tekerlekli sandalyemle oynadım, motoru
homurtuyla çalıştırıp döşeme üzerinden rüzgâr gibi yol aldırdım sandalyeye, sağa sola
döndürdüm, büyümesini ve toparlanıp küçülmesini sağladım ve sonsuz imkânlarıyla zararsız
bir tutku oluşturan bu harikulade mobilyadan kolay kolay ayıramadım kendimi.
İkinci turnem Advent zamanına rastlıyordu. Ben de programımı buna uygun olarak
hazırladım, dolayısıyla hem Katolik, hem Protestan gazeteler hakkımda övgüler döşendi.
Çünkü ne de olsa kaşarlanıp, kalpleri taşlaşmış günahkârları pek yufka yürekli ve yanık
yanık Advent ilâhileri okuyan küçücük çocuklar durumuna sokmuş, "Ey İsa, senin için yaşar,
senin için ölürüm" ilâhi
716
sini, o pek ilerlemiş yaşları düşünülürse, öylesine çocuksu bir inanç coşkusu kendilerinden
asla beklenmeyecek iki bin beş yüz kişiye söylelınişlim.
Karnaval zamanına paralel olarak seyreden üçüncü turnede de bu kez karnavala göre
davrandım. Çocuklarca kutlanan hiçbir karnavalda benim konserlerimdeki kadar neşeli ve
tasasız geçiriIcmezdi zaman; elleri titreyen her nineyi gülünç ve saf bir haydut nişanlısı,
her sarsak dedeyi cav cuv silâhını konuşturan bir şaki reisi yapıp çıkıyordum.
Karnavaldan sonra bir plak firmasıyla anlaşmalar imzaladım. Ses geçirmez stüdyolarda
plak doldurdum; slüdyolardaki son derece steril atmosferden dolayı ilkin kolay olmadı
benim için; ama derken yaşlılar yurdunda ve park sıralarında görülen o yaşlı insancıkların
dev resimlerini stüdyonun duvarlarına astırdım ve sanki insanların sıcaklığının duyulduğu
konser salonlarında konser veriyormuş gibi etkileyici bir şekilde trampetimi konuşturdum.
Plaklar su gibi satılıyordu; Oskar zengin olmuştu artık. Ama Zeidler'Icrin evindeki bir
zaman banyo olarak kullanılmış odamdan bunun için mi çıkmıştım? Hayır, yapmamıştım
bunu. Peki neden? Dostum Klcpp'i düşündüğüm için, ayrıca bir vakit Drolhea Hemşire'nin
soluk alıp verdiği buzlu cam gerisindeki boş oda yüzünden oturmaya devam etmiştim evde.
O bir sürü parayı ne yapmıştı Oskar? Maria'ya, Mariasına bir öneride bulunmuştu bu
parayla.
Maria'ya demiştim ki: "Slenzel'e yol verirsen, sadece ona varmamakla kalmayıp onu
düpedüz deflersen, sana kentin en iyi yerinde modern bir şekilde dayanıp döşenmiş bir
bakkal dükkânı alırım; çünkü sen nihayet nerden çıktığı belli olmayan bir Bay Stenzel için
değil, dükkânda çalışmak için yaradılmış bir kadınsın Maria'cığım."
Maria hakkındaki düşüncemde aldanmamışlım; Slcnzei'le kesti ilişkisini, benim kendisine
verdiğim paralarla Friedrich Caddesi'nde birinci sınıl bir bakkaliye satın aldı ve üç yıl önce
717
alınan dükkânın bir şubesini de, dün bana sevinçle ve bir şükran duygusuyla bildirdiğine
göre, Ûberkasscl'dc bir haftadan bu yana açmış bulunuyordu.
Yedinci mi, yoksa sekizinci mi turneden dönmüştüm? Ayların en sıcağı lemmuz aynıdaydık.
Merkez lstasyonu'nda el edip bir taksi çağırdım ve dosdoğru iş hanının yolunu lullunı.
Merkez lslasyonu'ndaki gibi iş hanının önünde de o sırnaşık imza avcıları beni bekliyordu:
Emekliler ve evde kalıp torunlarına göz kulak olsalar daha iyi bir iş yapacak nineler. Hemen
patrona geldiğimi haber verdirttim ve kanallı kapı da der demez açıldı, çelik masa yönünde
akıp giden halıyı buldum önümde; ama masanın başında üstat oturmuyordu, bir tekerlekli
sandalye beklemiyordu beni, tersine Dr. Dösch'ün gülümsemcsiyle karşılaştım.
Bebra ölmüştü. Haltalardan beri Üstat Bcbra diye bir kimse yaşamıyordu artık. Bebra'nın
isteğine uyarak onun bu fena akıbetinden bana haber vermemişlerdi. Hiçbir şeyin, kendi
ölümünün bile, benim turnemi kesintiye uğratmasını istememişti. Çok geçmeden Üstat
Bebra'nın vasiyeti açıldı, halın sayılır bir servetle Roswitha'nm resmini bırakmıştı bana:
ama beri yandan anlaşmayla belirlenmiş Güney Almanya ve İsviçre'ye yapılacak iki lurneyi
vaktinden önce iplal elliğim ve anlaşmaya aykırı davrandığım için hakkımda tazminat davası
açılmıştı, dolayısıyla önemli ölçüde para kaybına uğruyordum.
Birkaç bin marklık kayıp bir yana, Bebra'nın ölümü beni fena sarsmıştı; uzunca bir zaman
da kaybolmadı bu sarsıntı. Teneke trampetimi bir kenara kaldırmış ve odadan dışarı
adımımı atmaz olmuştum. Üstelik dostum Klepp o haftaların birinde evlenip kızıl saçlı
sigaracı kızı eş yaptı kendine, çünkü kıza bir resmini vermişti. Benim çağrılmadığım
düğünden az önce odasından çıkan dostum, Slock'uma taşınmış, Oskar da Zeidler'lcrin tek
kiracısı kalmıştı.
Kirpi'yle aramdaki ilişki biraz değişmişti. Hemen her gazetede adımın başlıklara
geçmesinden beri, Kirpi şahsıma karşı büyük bir saygıyla davranmaya başlamış, ayrıca
bana, uygun bir pa
7IS
ra karşılığında, Drolhca Hcmşire'nin boş duran odasının anahtarını vermişti; sonraları da
başkalarının tutmasına meydan bırakmadan kendim kiralamıştım bu odayı.
Diyeceğim, üzüntüm bir yol bulmuştu kendime. Her iki odanın kapısını açıyor, odamdaki
küvetten yola koyularak koridordaki keçe halıyı geçiyor, Drothea Hcmşire'nin odasına
giriyordum; gözlerimi dikip boş gardırobun içine bakıyor, konsol üzerindeki aynanın
benimle eğlenmesine imkân veriyor, ağır ve çarşafsız yalak önünde bir umutsuzluktur
bastırıyor üzerime, kendimi koridora alıyor, keçe liflerinden kaçarak odama geliyor, ama
burada da fazla kalamıyorduın.
Masurya'da bir çiftlik bırakıp gelmiş işbilir bir Doğu Prusyalı, belki de yalnız yaşayan
insanları düşünüp ]ülich Sokağının yanı başında bir dükkân açmıştı: Köpek Kiralama Evi.
Bu dükkândan güçlü kuvvetli, biraz fazla temiz, kara kara ışıldayan Roswciler cinsi Lux
adında bir köpek kiraladım. Zeidler'lcrin evinde odamdaki banyo ile Drothea Hemşirenin
boş gardırobu arasında mekik dokumaktan kurtulmak için bu köpekle gezmelere çıktım.
Lux, bazen beni çekip Ren kıyısına götürüyor, burada gelip geçen gemilere havlıyordu.
Bazen da Ralh'a, Grafcnbcrg Ormaııı'na götürüyor, burada da sevgili ciltlerine havlıyordu.
1951 yılı Temmuz ayının sonlarına doğru ise Gerresheim'a alıp götürdü beni. Burası
Düsscldorluıı bir banliyösüydü, taşra havasım birkaç atölye ve büyücek bir cam
fabrikasıyla zar zor üzerinden atabilen bir yerdi. Gerresheim'ın hemen arkasında küçük
küçük bahçeler vardı ve bahçelerin arasında, yanında ve gerisinde etrafı çitlerle çevrilmiş
otlaklar bulunuyor, galiba yulaf ekinleri rüzgârda dalgalanıyordu.
Lux'un beni Gerresheim'a ve Gerrcsheim'dan dışarlara çekerek ekin tarlaları ve küçük
bahçeler arasından götürdüğü günün sıcak bir gün olduğunu söylemiş miydim? Banliyönün
en son evlerini geride bıraktıktan sonradır ki, Lux'un ipini çözdüm. Ama yine o ayrılmadı
yanımdan, sadık bir köpekti, pek sadık bir kö
719
pek; bir köpek kiralama evinin köpeği olarak nihayet birden çok efendiye sadakat
göstermesi gerekiyordu.
Başka bir deyişle Roswcilcr cinsi Lux, sözümden çıkmıyordu, kendi cinsinden
beklenemeyecek üstün özellikte bir köpekti. Ama ben bu köpek sadakatini aşırı
buluyordum, sıçrasa hoplasa daha çok hoşuma giderdi benim; sıçrayıp hoplaması için bazen
tekmelediğim oluyordu; ama Lux bir kabahat işlediği inancıyla inildiyor, kadife gibi kara
boynunu kıvırıp duruyor her seferinde, o atasözü haline gelmiş köpek sadakatiyle dolu
gözlerini bana doğru kaldırıyordu.
"Defol!" eliyordum ben. "Defol haydi!"
Lux, çok kez sözümü dinleyip gidiyor, ama pek kısa sürüyordu dönmesi; bir defasında
uzunca bir zaman görünmeyişi, rüzgâra uyarak, rüzgâra uyarak da ne oluyor rüzgâr falan
esliği yoklu ve fırtına kokuyordu hava— dalgalanan ekinler içinde uzunca bir süre
kaybolması dikkatimi çekti, ama beri yandan hoşuma gitmişti bu.
Lux, bir lavşancağızm peşine takıldı galiba diye geçirdim içimden. Ama belki de yalnız
kalmak, nasıl Oskar bir süre köpeksiz bir insan olmak istiyorsa, o da bir süre insansız
köpek olmak ihtiyacı duydu diye düşündüm.
Çevreme alıcı gözüyle bakmamıştım. Ne küçük küçük bahçeler, ne Gerresheim, ne de daha
arkalardaki, buğular içinde o yassı yassı duran kent dikkatimi kendine çekmişti. Boş ve
paslanmış bir tablo rulosunun üzerine oturmuştum; ama buna kablo trampet demem
gerekiyor, çünkü daha Oskar rulonun üzerine oturur oturmaz lopuklarıyla kablo trampeti
konuşturmaya başlamıştı. Sıcaktı hava. Elbisemin ağırlığı vücuduma bastırıyordu, yaz
mevsiminin gerektirdiği gibi ince değildi. Lux, gitmişti ve dönüp geldiği de yoklu bir türlü.
Kablo trampet, benim teneke trampetimin yerini tutmuyordu elbet; ama hiç yoktan iyiydi:
Rulonun üzerinden usulca kaydım aşağı, bakımı ki böyle yürümeyecek, baktım ki son
yıllardaki hastaneye ilişkin sahneler ikide bir dönüp gözlerimin önüne geliyor, yerden iki
kuru sopa aldım ve
720
kendi kendime şöyle dedim: Dur bakalım, Oskar! Neyin nesisin, nerden geliyorsun, bir
anlayalım bakalım. Ve derken gözlerimi dünyaya açar açmaz karşılaştığım o iki altmış
mumluk ampul ışıl ışıl yanmaya başladı. Arada bir pervanenin kanat vuruşları işitiliyor,
uzaktan uzağa bir fırtına ağır mobilyaları yerinden oynatıyordu; ilkin Malzeralh'ın sesi
geldi kulağıma, hemen ardından annem konuşlu. Malzeraih bana dükkân, annem ise oyuncak
vaat elli, üç yaşına gelince bir trampet alacaktı Oskar'a, dolayısıyla Oskar üç yılcağızı
elden geldiği kadar çarçabuk gerilerde bıraktı: Yemekler yiyip içkiler içlim, yiyip
içliklerimi dışarı atıp kilolar aldım, kendimi tartıya vurdurdum, beleklere belenim,
yıkattım, tarattım, pudralattım, asılanım, hayran hayran seyrettirdim kendimi, adımla
sanımla hitap ettirdim kendime, istek üzerine gülümsedim, dilek üzerine sevinç çığlıkları
attım, zamanı gelince uykulara daldım, zamanında uyandım ve uyurken büyüklerin melek
yüzü dedikleri bir yüz takındım. Birçok defa ishal oldum, çok vakit üşüttüm, boğmacaya
yakalandım, bir süre öksürüğün yakasını koyvermedim, ancak çetin ritmini kavrayıp bir
daha kaybetmemek üzere trampetçi bileğime yerleştirdikten sonra üzerimden silkip allını
onu; çünkü bildiğimiz gibi, "Boğmaca Öksürüğü" adındaki parça, benim repertuvar içindeydi
ve Oskar iki bin kişi önünde boğmaca öksürüğü havasını vurunca, iki bin yaşlı erkekeeğiz ve
kadıncağız öksürmeye başlıyordu.
Birden Lux dönüp geldi, inildemeye başladı, dizlerime süründü. Köpek Kiralama Evi'nden
kirayla almamı, yalnızlığımın bana buyurmuş olduğu bu köpek dört ayağı üzerinde dikiliyor,
kuyruğunu sallıyordu; bir köpekti; köpeksi köpeksi bakıyor ve salyalı ağzında bir şey
tutuyordu: Bir sopa parçası bir taş ya da bir köpek için değerli olabilecek başkaca bir şey.
O pek önemli çocukluk yıllan yavaş yavaş elimden kayıp gidiyordu. İlk süt dişlerimin
damağımda yolaçlığı sancılar dindi, yorgun argın arkama yaslandım: Yetişkin, özenerek,
biraz kalınca giyinmiş kambur biri, kolunda bir kol saati, cüzdanında bir kimlik belgesi ve
bir deste banknot. Derken bir sigara sokuşlur
721
dum dudaklarımın arasına, kibriti çakıp önüne tuttum ve ağzımdaki o açık seçik çocuksu
tadın yerini tülüne havale eltim.
Peki Lux? Lux bana sürünüp duruyordu. Bense onu itip uzaklaştırıyor, üzerine sigaranın
dumanlarını üflüyordum. Lux bundan hoşlanmıyor, ama yine de yanımdan ayrılmayarak bana
sürünmeye devam ediyordu. Beni yalayıp duruyordu bakışları. Gözlerimi gezdirip yakındaki
telgraf direklerinin arasına gerilmiş teller üzerinde kırlangıçlar aradım, sırnaşık köpeği
başımdan uzaklaştırmak için kırlangıçları bir ökse olarak kullanacaktım. Ama kırlangıç lalan
yoktu tellerde, Lux'u da bir türlü başımdan kovup uzaklaştıramadım. Bir ara ağzını
pantolonumun bacakları arasına soktu, o hassas yeri öylesine bir şaşmazhkla bularak
clürtüklcdi ki, sanki Doğu Prusyalı Köpek Kiralayıcısı onu özel olarak bu alanda
yetiştirmişti.
Kunduramın ökçesiyle iki defa yapıştırdım hayvana. Biraz uzaklaştı, karşımda titreyerek
dört ayak üzerinde dikilmeye başladı; öyleyken sopa parçası ya da taş tutan ağzını o kadar
kesinlikle bana doğru uzatıyordu ki, sanki sopa ya da laş parçası yoklu da ağzında, benim
çekelimin cebinde hissettiğim cüzdanım ya da bileğimde tik tak edip duran saatim vardı.
Peki ne tutuyordu Lux öyle ağzında? O kadar önemli, bana o kadar gösterilmeğe değer
bulduğu neydi hayvanın?
Hemen sıcak dişlerinin arasına daldırdım elimi, hemen de geldi elime, elimde tuttuğum şeyi
hemen tanıdım, ama yine de Lux'un bana çavdar tarlasından bulup getirdiği nesneyi
niteleyecek bir isim arıyormuşum gibi yaptım.
İnsan vücudunun öyle kısımları vardır ki, bunlar vücuttan ayrılıp merkezle ilişkisi
kesilebilsc, daha kolay ve daha dikkatle incelenebilir. Bir parmaktı elimde tuttuğum nesne.
Yüzüklü bir parmak. Zevkli bir yüzük taşıyan bir kadın parmağı. Orta el kemiğiyle parmağın
ilk boğumu arasındaki bir yerden, yüzüğün aşağı yukarı iki santimetre aşağısından
koparılmıştı. Açık seçik görülebilen temiz bir kesitle parmaklan hareket ettiren kirişin
örgüsü seçiliyordu.
722
Güzel ve oynak bir parmaklı. Allı tane altın pençe içinde korunan mücevher için mavi
zümrüt teşhisi koydum ve sonradan anlaşıldığına göre bunda yanılmamıştım. Yüzüğün bir
yeri, parmakla taşına taşına o kadar incelmiş, o kadar narin bir durum almıştı ki, atalardan
miras kalmış bir yüzük olarak gördüm onu. Sanki yüzüklü parmak yeri kazıyıp bir çukur
açmak islemiş gibi pislikler, daha doğrusu toz toprak tırnağın allında bir yay çiziyor, ama
tırnağın kesiliş larzı ve tırnağın yalak kısmı bakımlı bir izlenim uyandırıyordu. Ama Lux'un
hayat sıcaklığı taşan ağzından çekip aldıktan sonra bir soğukluk kazanmıştı parmak; beri
yandan kendine özgü o sarımsı renk, bu soğukluğu doğruluyordu.
Oskar, aylardan beri ceketinin sol tarafındaki cepıc, üç köşeli ucu dışarı bakan bir süs
mendili taşıyordu. Bu ipek mendili cebinden çekip alarak açtı, yüzüklü parmağı, içine sardı;
parmağın iç yüzünden yukarı doğru, üçüncü boğuma kadar öyle çizgiler bulunuyordu ki,
hamaratlık, çaba ve hırs taşan bir diretme özelliklerini kendisinde barındırdığı
çıkarılabilirdi bu çizgilerden.
Parmağı mendile yerleştirdikten sonra kablo makarasından doğrulup kalktım, Lux'un
boynunu okşadım, sağ elimde mendil ve mendilin içinde parmakla yola düştüm;
Gcrrcshcim'a, eve döneceklim; yüzüklü parmağı ne yapacağım konusunda çeşitli düşünceler
geçiriyordum kafamdan; bu arada yakındaki bir küçük bahçenin çiline kadar gelmiştim ki,
Villlar'm bana seslendiğini duydum: Bir elma ağacının çatal biçimli bir dalı üzerine uzanıp
yatmış, beni ve yüzüklü parmağı bulup getiren köpeği izlemişti.
723
SON TRAMVAY YA DA BİR DÜDÜKLÜ TENCEREYE TAPINMA
Daha sadece sesi yelerdi: O burnu havada, kendini beğenmiş hımhım ses. Elma ağacının bir
çatalı üzerine uzanmış yalıyordu, dedi ki: "Yaman bir köpeğiniz var, beyim!"
Ben de bunun üzerine biraz afallamış cevap verdim: "Orada, elma ağacında ne
yapıyorsunuz öyle?" Çalal biçimindeki dalın üzerinde kendini naza çekip, belden yukarısıyla
gerinip uzanarak: "Komposloluk elma bunlar, korkmayınız lütfen!" dedi.
Bunu işitince diklendim ben: "Senin kompostoluk elmalarından bana ne? Neden
korkacakmışım?"
"Şey" dedi dilini oynatarak, "bana cennetteki yılan gözüyle bakarsınız belki; çünkü o
zamanlar da vardı komposloluk elmalar."
Ben tepem almış: "Allegorik gevezelikler bunlar."
O gayet açıkgöz: "Ne o yoksa sadece sofrada yenen elmalar mı bir günah işlemeye değer
sizce?"
Ben çekip gidecek oldum. O anda cennetteki elma cinsleriyle ilgili bir konuşmadan daha
katlanılmaz bir şey gösterilemezdi benim için. Derken birden dolaysız sözlerle karşıma
çıktı, çevik bir harekede daldan alladı aşağı; uzun boylu ve rüzgârlı, çilin arkasında
dikilmeye başladı: "Köpeğinizin çavdar tarlasından bulup getirdiği şeyin ne olduğunu söyler
misiniz bakayım?"
Bu soruyu ne diye: "Bir taş parçası", diye cevapladım bilmem.
Konuşma derken bir sorgulamaya dönüşmüştü: Siz de taşı
724
alıp cebinize allınız öyle mi?
"Cebimde laşlar bulundurmak hoşuma gider de." "Bana kalırsa, köpeğin size getirdiği şey
bir sopacığa benziyordu."
"Ben laş diyorum, ama bir değnekçikmiş, ya da bir değnekçik olabilirmiş, varsın olsun."
"Yani siz de kabul ediyorsunuz bunun bir değnek parçası olduğunu?"
"Hayhay, kabul ediyorum: İsler değnek parçası, ister laş olsun, isler komposloluk, isler
yemek için elma..." "Hareket edebilen bir değnekçik mi bu?" "Hayvan eve dönmek isliyor,
izninizle." "El renginde bir değnekçik ha?"
"Siz elmalarınızla ilgilenseniz daha iyi edersiniz. Gel Lux!" "Yüzüklü, et renginde, hareket
edebilen bir değnekçik?" "Benden ne isliyorsunuz kuzum? Ben kirayla bir köpek alıp
gezmeye çıktım, o kadar!"
"Bakın, ben bir şey kiralamak islerdim doğrusu. Sizin değnekciğinizde ışıldayan ve
değnekçiği yüzüklü bir değnekçik yapan o şirin alyansı bir saniye parmağıma takmak
isterdim. Adım Vittlar; Gottfried Viıılar. Soy ve sopumun son temsilcisiyim."
Böylece Witilar'la tanışmış oldum, beri yandan daha aynı gün dost olduk kendisiyle; bugün
bile ona dostum diyorum ve bu yüzden birkaç gün önce beni ziyarete gelmişti kendisi
dedim ki: "Beni sevindiren bir şey varsa, Gollfried'ciğim, o zamanlar polise ihbarı rasgele
birinin değil de, senin yapman."
Melekler varsa, mutlaka Vittlar'a benziyorlardır: Uzun boylu, rüzgârlı, hareketli,
gerektiğinde dürülüp bükülebilir, yumuşak, hemen oltaya gelen bir kızı kucaklamaklansa,
sokak fenerlerinin en nankörüne kollarını açan bir Viıılar.
İnsan hemen farkelıniyor Vitılar'ı. Çeşitli yüzlerinden birini açığa vurarak bulunduğu
çevreye göre iplik olabilir, bir korkuluk, gardırop askılarından biri, yatay durumda uzanan
bir çatallı dal olabilir. Bu yüzden ben kablo makarası üzerinde oturup, o el
725
ma ağacının üzerinde uzanmış yalarken, Viıılar gözüme çarpmadı benim. Köpek bile sesini
çıkarmadı, çünkü köpekler bir meleğin ne kokusunu alır, ne meleği görür, ne de bir meleğe
havlayabilirler.
Evvelki gün ricada bulundum Goltlried'e: "Ah ne olursun, Gottfried", dedim, "aşağı yukarı
iki yıl önce aleyhimde bir davanın açılmasına yol açan ihbar mektubunun bir kopyasını
çıkarıp bana yollar mısın?"
Şimdi işte yanımda bu ihbar mektubu var; mahkemede aleyhimde tanıklık eden bu mektuba
bırakıyorum sözü:
"Ben. Gottfried Viltlar o gün bir elma ağacının çatallı bir dalı üzerine uzanmış yatıyordum,
annemin kent dışındaki küçük bahçesinde o kadar çok elma veren bir ağaçtı ki bu,
evimizdeki yedi kavanozun yedisi de elma ezmesiyle dolardı. Çatallı dalın üzerine
uzanmıştım, yani yanlamasına yatıyordum, kıçımın sol kanadını çatalın en çukur ve biraz
yosunlu yerine yerleştirmiştim. Ayaklarım Gerresheim Cam Fabrikası'nın yönünü
gösteriyordu. Gözlerim nereye bakıyordu gözlerim? tam karsıya bakıyor ve görüş alanı
içinde olup bilecek bir şeyleri gözlüyordu.
Derken bugün dostum bulunan sanık belirdi görüş alanında. Yanında bir köpek vardı; köpek
çevresinde dolanıyor, bir köpek nasıl davranırsa öyle davranıyordu ve sonradan sanığın
bana açıkladığına göre Lux idi aldı, Rottweiler cinsi bir köpekti, Rochus Kilisesi'nin
yakınındaki bir köpek kiralama evinden kiralanmıştı.
Sanık gelip, ta savaş sonundan beri annem Alice von Viular'a ait küçük bahçenin önünde
duran kablo makarasının üzerine olurdu. Yüksek mahkemenin bildiği gibi, sanığın vücudu
için ufak telek ve eciş bücüş deyimini kullanmak gerekiyor. Hani öyle olduğu dikkatimi
çekmemiş değildi. Ama şık giyinmiş ufak tefek bayın davranışı bana daha da tuhaf
görünmüştü. İki kuru dalı trampet çalar gibi kablo makarasının paslı yuvarlağına vuruyordu.
Ama sanığın mesleğinin trampetçilik olduğu ve sonradan anlaşıldığına göre nerde bulunursa
bulunsun bu mesleğini icra
726
etliği, ayrıca kablo makarasının herkesi, halta trampetçilik mesleğinden anlamayanları bile
trampet çalmaya ayartabileceği düşünülürse, ister islemez şöyle söylemek gerekecek:
Sanık Oskar Matzeratb fırtınalı bir yaz günü Bayan Alice von Viular'a ait bahçenin önünde
bulunan kablo makarasının üzerine tünemiş ve birbirinden ayrı büyüklükle iki kuru söğüt
dalıyla rilmik bir düzen taşıyan sesler çıkarmaya başlamıştı.
Ayrıca söylemek islediğim bir şey varsa. Lux adındaki köpek biçilecek bir kıvama gelen
çavdar tarlasına girip kaybolmuş ve uzunca bir zaman ortaya çıkmamıştı. Bu zamanın
süresini soracak olursanız, bir cevap veremeyeceğim; çünkü elma ağacımtzdaki çalal dal
üzerine uzanır uzanmaz, zamanın kısalığı ya da uzunluğunu hiç farketmem. Ama yine de
köpeğin uzunca bir süre ortaya çıkmadığını söylüyorum; bununla demek islediğim şu:
Köpeğin yokluğu dikkatimi çekmiş, siyah siyah tüyleri ve sarkık kulaklarıyla hayvandan
hoşlanmışlım.
Ama sanığın kendisi —sanırım ileri sürebilirim böyle olduğunu köpeğin yokluğunun lıic.
farkına varmamıştı.
Lux o biçilecek kıvamdaki çavdar tarlasından döndüğü zaman, bir şey vardı ağzında.
Köpeğin ağzında tuttuğu şeyin ne olduğunu anladığım sanılmasın hani. Bir değnek
parçasıdır, bir taştır belki de diye düşünmüştüm; daha az bir olasılıkla, bir teneke kulu ya
da hatta bir teneke kaşıktır diye geçirmiştim aklımdan. Ancak sanık suç unsurunu, yani
corpus delicti'yi köpeğin ağzından alır almaz, bunun ne olduğunu anlamıştım açıkça. Ama
köpeğin henüz dolu ağzım sanırım sanığın sol pantolonunun bacağına sûrlmesiylc, sanığın
söz konusu nesneye sahip çıkmak üzere elini köpeğin ağzına uzattığı ve ne yazık ki şimdi
saptanamayacak o an arasında, ihtiyatlı bir deyişle, birçok dakika geçmişti. Köpek
kendisini kiralayan efendisinin dikkatini çekmek için ne kadar uğraştıysa da, efendisi,
insanın işiüp de kolay unutamadığı, ama yine de çocukların trampet çalışma benzeyen
monoton bir şekilde boyuna trampet çalıp duruyordu; öyle ki, böyle bir trampet çalışını
aklı almıyordu insanın. Ancak köpek edepsizce
727
bir davranışla çıkar yolu görüp, ıslak ağzını sanığın apış arasına sokunca, efendisi söğül
dallarını bıraktı elinden ve hani çok iyi anımsıyorum bunu sağ bacağıyla köpeği tekmeledi.
Köpek yarım bir daire çizdi, köpeksi köpeksi titreyerek yeniden sokuldu efendisine, ona
dolu ağzını buyur etli.
Ayağa kalkmadan, yani oturduğu yerden sanık bu kez sol elini köpeğin dişlerinin arasına
uzam. Bulduğu şeyi efendisine leslim cltiklen sonra köpek birkaç metre geriye çekildi. Ama
sanık oturduğu yerden kalkmadı, köpeğin bulup getirdiği şeyi elinde tullu, elini kapayıp
açtı, yeniden kapadı, yeniden açtı, derken köpeğin bulup getirdiği nesnede ışıl ışıl bir şey
parladı. Sanık söz konusu nesnenin manzarasına alıştıktan sonra, başparmağı ve işaret
parmağıyla lulup, diklemesine havaya kaldırdı onu, yaklaşık göz hizasında Uıtlu.
O anda köpeğin bulduğu şey için bir parmak dedim kendi kendime, ışıltı dolayısıyla bu
deyimi genişletip yüzüklü bir parmak dedim ve böylece hiç (arkına varmadan savaş
sonrasının en ilginç davalarından birine ismimi verdim: Nihayet ben Goillried Vitılar
yüzüklü parmak davasının en önemli tanığı olarak gösleriliyorum.
Sanık serinkanlılığını koruduğundan ben de serinkanlılığımı bırakmadım elden. Halta
diyebilirim ki, sanığın serinkanlılığı ondan bana geçti. Bir centilmen pozuyla ceketinin sol
üst köşesindeki cebinde bir çiçek gibi taşıdığı mendili çıkararak yüzüklü parmağı içine
sarar sarmaz, kablo makarasının üzerinde oturan bu insana karşı bir sempati duydum:
Efendi bir adam diye geçirdim kafamdan, kendisiyle tanışsam hiç de fena olmaz dedim.
Böylece kirayla aldığı köpekle beraber Gerrcshcinı yönünde uzaklaşmak isterken
seslendim arkasından. Ama o ilkin öfkeyle, nerdeyse küstahça karşıladı davranışımı.
Arkasından seslendiğim sanığın, sadece elma ağacının dallarına uzanıp yatmama bakarak,
neden beni bir yılan simgesi olarak görmek istediğine bugüne kadar akıl erdircmediın bir
türlü. Hem sonra benim annemin komposloluk elmalarına karşı da kuşku belirtti sanık:
"Cennetteki el
728
malardır tabiî bunlar", dedi.
Evet, çatallı dallar üzerine uzanıp yatmak gerçekten de kötü'nün özelliklerinden biri
olabilir. Ama beni haftada birçok kez elma ağacını yatak yapmaya götüren, benim
kendisiyle zahmet çekmeden aşinalık kurduğum bir can sıkıntısından başka bir şey değildi.
Ancak belki de can sıkıntısı kölü'nün ta kendisidir. Peki ama, sanığı Düsseldorf kentinin
duvarları önüne çıkaran neydi? Bana sonradan itiraf ettiğine göre yalnızlıktı bu. İyi ama
yalnızlık can sıkıntısının ismi değil midir? Bütün bu düşünceleri kafamdan geçirmem, sanığı
sizlere tanıtmak için, yoksa onu suçlamak gibi bir niyetim yok. Nihayet kötü'yü ritmik
olarak çözüp dağıtan ve kendisine karşı içimde bir sempatinin uyanmasını sağlayan ve bu
yüzden de beni kendisine seslenip onunla dost olmaya götüren, özellikle sanıktaki o
kötü'yü müziğe aktarış biçimi, trampet çalışıydı. Ayrıca beni tanık, onu ise sanık olarak
yüksek mahkemenin parmaklıkları önüne çıkaran o ihbar da, bizim kafamızdan
uydurduğumuz bir oyun, can sıkıntısıyla yalnızlığımızı dağılmak ve beslemek için
başvurduğumuz önlemlerin bir yenisiydi.
Ricam üzerine sanık biraz duraksadıklan sonra, köpeğin bulup getirdiği parmaktan
kolaycacık sıyrılıveren yüzüğü alarak benim sol serçe parmağıma taktı. İyi de uydu yüzük
parmağıma ve beni sevindirdi. Bu yüzük provasından önce üzerine uzanıp yattığım çatal
daldan kuşkusuz aşağı allamış bulunuyordum. O çitin bir başında, ben öbür başında
dikiliyorduk; isimlerimizi söyledik karşılıklı, birkaç politik konuya değindikten sonra
birbirimize ısındık, sonra da o bana yüzüğü verdi. Ama parmağı alıkoydu kendisinde,
üzerine titriyordu parmağın. Bir kadın parmağının söz konusu olduğu konusunda aynı
fikirdeydik. Ben parmağımda yüzüğü taşır ve onu ışığa tutarken, sanık boştaki sol eliyle çil
üzerinde dans havasına benzeyen, neşeli, oynak bir hava vurmaya başladı. Gelgeldim
annemin küçük bahçesinin önündeki tahta çil o kadar dayanıksız bir şeydi ki, trampetçi
sanığın isteklerine takır tukur, titreşip sallanarak, lahlanısı lahlamsı cevap
729
verebiliyordu ancak. Ne kadar bir süre öyle karşı karşıya dikildik ve gözlerimizin
aracılığıyla birbirimizle anlaştık, biliniyorum. Zararsız bir oyunu sürdürmeye başlamıştık,
derken ne çok yüksekten, ne de çok alçaktan bir molor sesi işittik. Her halde bir uçak
Lohnlıausen Havaalanına inmek istiyordu. İki mi yoksa dört motorlu mu bir uçağın alana
ineceğini merak etmemize karşın, yine de gözlerimizi birbirimizin gözlerinden çekip
almıyor, başımızı kaldırıp uçağa bakmıyorduk; sonraları ara sıra bu oyunu oynamak fırsatım
bulduğumuz zamanlar, Schugger Leo'nun perhizi adını verdik buna; çünkü anlattığına göre,
yıllar önce bu isimde bir dostu varmış sanığın; söz konusu oyunu daha çok mezarlıklarda
onunla oynamışlar.
Uçak ineceği yeri bulduktan sonra —iki motorlu mu, yoksa dört motorlu muydu, gerçeklen
söyleyemeyeceğim— yüzüğü geri verdim sanığa. Sanık yüzüğü alıp parmağına taktı,
mendilini yeniden ambalaj olarak kullanıp parmağı sardı içine, sonra da benden yolda
kendisine arkadaşlık etmemi istedi.
195] yılının yedi temmuzunda oluyordu bu. Gerreshciııfdaki son tramvay durağına gelince,
tramvaya binmeyerek bir taksiye alladık. Sanık daha sonraları da bana karşı sık sık
bonkörce davrandı. Kente indik, Rollins Kilisesi'nin yakınındaki Köpek Kiralama tîvi'nin
önünde taksiye beklemesini söyleyip Lux'u sahibine geri verdik, sonra yine taksiye döndük;
araba kent içinden vurup bizi Bilk ve Obcrbilk üzerinden Werslcn Mezarlığına götürdü,
taksi ücreti olarak on iki mark ödedi Bay Matzeralh; sonra da Taşçı Ustası KorncIPin
mczartaşı atölyesini ziyaret etlik.
Pislikten içerisi geçilmiyordu; dolayısıyla Taşçı Ustası, dostumun islediği şeyi az sonra
yapıp ıcslim edince memnun oldum. Dostum bana uzun boylu ve canı yüreklen atölyedeki
araç ve gereçlerle çeşitli taş cinsleri üzerinde bilgi verdiği sırada, parmakla ilgili olarak
ağzını açıp hiçbir şey konuşmayan Bay Kornefl. onun yüzüksüz olarak alçıdan bir modelini
yaplı. Taşçı Ustası bu işle uğraşırken göz ucuyla izledim kendisini; parmak üzerinde daha
önce bir işlemde bulunulmuş, yani parmak yağa banılmış, kena
730
rınclan bir sicim fırdolayı dolaşlırılmışlı; ancak ondan sonra alçı döküldü üzerine, alçı
sertleşmeden sicimle parmak biçimi alçıya oyuldu. Gerçi mesleği dekoratörlük olan benim
için bir alçı modelinin hazırlanması yeni bir şey değildir; ama Taşçı Ustası eline alır almaz
parmakla estetik sayılmayacak bir şey belirdi, bu da ancak alçıdan modelin başarıyla
yapılıp çıkarılmasından sonra sanık parmağı geri alıp yağından temizleyince ve mendiline
sarıp sarmalayınca kayboldu. Dostum model için gerekli ücreti Taşçı Ustası KornelPe
ödedi. Taşçı Ustası bir şey almak islemedi ilkin, Bay Malzerath'ı bir meslektaşı olarak
gördüğünü söyledi. Ayrıca Oskar'ın, bir zaman ensesindeki kan çıbanlarını sıkarak içindeki
irini çıkardığını ve buna karşılık kendisinden bir para talep etmediğini belimi. Kalıp
donunca, Taşçı Ustası orijinaliyle birlikte parmağın alçıdan modelini de verdi Oskar'a ve
önümüzdeki günler aynı modelden daha başka kopyalar çıkaracağı vaadinde bulundu,
mezarlaşı sergisi içinden Yakarış Yol ifna kadar bize arkadaşlık elli.
İkinci bir taksi yolculuğu merkez istasyonuna gelirdi bizi. Bu arada sanık beni o bakımlı ve
temiz isiasyon lokantalarının birinde mükellef bir akşam yemeğine davet etli. Garsonlarla
senli benli konuşuyordu; buradan. Bay Malzerallfm istasyon lokantalarının bir müdavimi
olduğu sonucunu çıkardım. Taze turpla sığır döşü yedik; Ren alabalığı yedik; sonunda peynir
geldi ve arkadan bir şişe şampanya içlik. Derken yeniden parmaklan söz açlık; ben sanığa,
parmağı kendi malı görmemesini, onu götürüp aldığı yere bırakmasını öğülleyip zalen
alçıdan bir modelini de bundan böyle elinde bulundurduğunu açıkladım; sanık ise kendisini
parmağın sahibi olarak görmenin yasal hakkı olduğunu kesinlikle ileri sürdü; çünkü daha
doğumunda, trampet değneği sözüyle şilreli bir yoldan da olsa kendisine böyle bir
parmağın vaad edilmiş olduğunu söyledi; ayrıca doslu Herbert Truczinski'nin sırtındaki
yara nişanlarından da söz açabileceğini, parmak uzunluğundaki bu nişanların da yine
yüzüktü parmağa kavuşacağını önceden haber verdiğini ileri sürebileceğini belirtti; sonra
Saspe Me
731
zarlığı'nda bulduğum mermi kovanını da zikredebilirim bu konuda dedi, kovanın da
müstakbel bir yüzüktü parmağın büyüklüğü ve önemine sahip olduğunu söyledi.
Ben her ne kadar başlangıçla yeni kazanılmış dostumun ileri sürdüğü kanıtlara gülümseyip
geçecek oldumsa da, şurasını itiraf etmeliyim ki, aptal olmayan bir kimsenin trampet
değnekleri, yara nişanları ve boş kovanla yüzüklü parmağın bir zincir oluşturduğunu
anlamakta güçlük çekmemesi gerekiyordu.
Akşam yemeğinden sonra bir üçüncü laksi beni alıp eve getirdi. Daha önce ilerisi için
sözleşlik dostumla ve ben üç gün sonra sözleşmemize uyarak sanığı ziyaret etliğim zaman,
önceden hazırlanmış bir sürprizle karşıma çıktı.
ilkin evini gösterdi bana, yani odalarını demek istiyorum; çünkü Bay Matzerath kiracının
kiracısı olarak bir evde oturuyordu. Galiba ilkin sadece pek külüstür, eskiden banyo olarak
kullanılmış bir odası varmış evde; ama sonradan trampetçiliği sayesinde kalkınıp üne
kavuşunca, Drolhca Hcmşirc'nin odası elediği penceresiz bir oda için de ek kira vermiş ve
derken daha önce Bay Münzer adında sanığın arkadaşı olan bir müzisyenin oturduğu bir
üçüncü oda için de kucak dolusu para ödemeye başlamıştı; çünkü ev sahibi Bay Zeidler
denen adam, Bay Matzeralh'm durumunun iyi olduğunu bildiği için kiraları hayasızca
yükseltmişin iş.
Sanık hazırladığı sürprizle, Drothea Hcmşirc'nin odası denen odada çıktı karşıma. Aynalı
bir konsolun mermer yüzeyinde, annemin bahçemizdeki elmalardan hazırlanan elma
ezmesini doldurmakta kullandığı kavanoz büyüklüğünde bir kavanoz duruyordu. Ama bu
kavanoz, ispirto içinde yüzüp duran bir parmağı barındırıyordu. Sanık kasılarak bana
birçok bilimsel kitap gösterdi; söylediğine göre, parmağın ispirto içinde saklanması
bakımından bu kitaplar ona yol göstermişti. Ben şöylece karıştırdım söz konusu ciltleri,
resimlerle pek oyalanmadım, ama parmağın görünüşüne halel getirilmeden doğrusu bu işin
başarılmış olduğunu itiraf etlim; beri yandan, içindeki yüzüklü parmakla kava
732
noz, aynanın önünde pek hoş görünüyor, dekoratif bakımdan insanın ilgisini çekiyordu;
mesleği dekoratörlük olan ben, böyle olduğunu ikide bir onaylamadan duramadım.
Kavanozun manzarasına ısındığımı farkedince, bu kavanoza zaman zaman tapındığını
açıkladı sanık. Merakla, ayrıca biraz sırnaşık bir edayla hemen kendisinden bu tapınmayla
ilgili bir örnek vermesini rica eltim. O da buna karşılık benden bir ricada bulundu; bana
kâğıt kalem verecek, ben de onun tapınma sırasında söylediği sözleri kâğıda geçirecektim;
kendisine sorular da yöneltebileceğimi, elinden geldiği kadar bu sorulara cevap vereceğini
açıkladı.
Şimdi burada tanık olarak sanığın sözlerini sunuyorum sizlere, kendi sorularımı ve onun
cevaplarını sunuyorum. Bir kavanoza tapınma: "Sana tapınıyorum ben. Ben kim? Oskar mı,
ben mi? Ben dindar, Oskar dalgın dağınık. Teslimiyet, aralıksız sürdürülen bir teslimiyet,
tekrarlardan ne diye korkmalı. Ben zeki; çünkü bellekten yoksun. Oskar zeki; çünkü
anılarla dolu. Soğuk, kızgın, sıcak ben. Soruşturmada suçlu. Soruşturmasız suçsuz. Suçlu
çünkü, tökezledi çünkü, ...meşine karşın suçlu oldu ...inek suçundan kurtardım kendimi,
aşağı yukarı yuvarlandım, uğraşa elidine bir yol açtım kendime, ..mek suçundan kendimi
uzak lullum, güldüm, eğlendim, alay ellim, ağladım önünde, onun için ve onsuz, konuşarak
küfre girdim, küfre girerek sustum, konuşmuyorum, susmuyorum, tapınıyorum.
Tapınıyorum. Neye? Cama. Ne camı? Kavanoz camı. Ne var içinde? Bir parmak var, nasıl
parmak bu? Bir yüzüklü parmak. Kimin parmağı? Sarışın birinin. Kim bu sarışın? Orta boylu.
Bu orta boylunun boyu bir metre altmış santim mi? Orla boylunun boyu bir metre altmış üç
santim. Peki karakteristik bir özelliği? Bir ben. Nerede? Solda. Nişanlı mı? Evet, ama evli
değil. Mezhebi? Protestan. Bakire mi? Bakire. Doğum günü? Bilmiyorum. Ayı? Hannover'dc
doğmuş. Ayı? Aralık. Ok burcunda mı, teke burcunda mı? Ok burcunda. Peki mizacı?
Ürkek, iyi niyetli mi? Hamarat, sonra çalçenc. Ulangaç mı? çiçekten bal alan, açıkyürekli ve
Tanrı'ya inanmayan bi
733
ri. Sarı benizli, çokluk gezilere çıkmayı düşler; adet görmesi düzensiz; hantal, acı
çekmekten hoşlanır ve bunun sözünü eder hep, parlak düşünceler doğmaz kalasında; pasif,
herseyi oluruna bırakır, dikkatle dinler karşısındakini, söylenenleri onaylayarak başını
sallar, kollarını kavuşturur, konuşurken gözkapaklarmı indirir; birisi kendisine bir şey
söyleyecek oldu mu, gözlerini iri iri açar; gözbebeğine yakın yerler kahverengiyle açık
gridir; yüzüğü evli olan patronu hediye etmiştir kendisine; ilkin almak istememiş, ama
sonra almıştır; korkunç bir yaşantı, lifli bir yaşantı, iblis, bir sürü beyaz, geziye çıktı,
başka yere taşındı, dönüp geldi, bir türlü çekemedi elini, kıskançlık da var, ama nedensiz;
hastalık, ama kendisi değil hasta olan; ölüm, ama kendisi değil ölen; ama hayır, bilmiyor,
islemiyor, peygamber çiçekleri devşiriyordıı, o anda geldi, hayır, daha önce gelmişti yanı
sıra, arlık yetişir... Amin ini? Amin!"
Ben Gottfried Viıılar, mahkeme önündeki tanıklığıma bu tapınma metnini sırf şunun için
ekliyorum: Her ne kadar okuyan için karışık şcylcrsc de, bu tapınmanın yüzüklü parmağın
sahibiyle ilgili olarak verdiği bilgiler, bir cinayete kurban giden Drolhca Hemşireyle ilgili
olarak mahkemenin elindeki bilgilere büyük kısmıyla uygunluk gösteriyor. Sanığın,
hemşireyi ne öldürdüğü, ne onunla bir kez olsun yüz yüze geldiği yolundaki ilaclesinin
doğruluğundan kuşku duyup duymamak ise, bana düşen bir iş değil.
Dikkate değer ve sanık lehinde değerlendirilebilecek bir şey varsa, onun bir sandalye
üzerine koyduğu kavanoz önünde diz çökerek, dizleri arasına kıstırdığı trampetini çalarken
halinde beliren o teslimiyet ifadesi olduğunu bugün bile ileri sürmekte duraksamayacağım.
Sonradan da sanığı sık sık trampet çalar ve tapınır durumda görmek fırsatı geçti elime,
çünkü dolgun bir ücret karşılığında beni kendisine yol arkadaşı yapmıştı. Uzun bir süre ara
verdiği, ama yüzüklü parmağı bulduktan sonra yine çıkmaya başladığı turnelere beni de alıp
götürüyordu. Batı Almanya'yı baştan aşağı
734
dolaşmış, Doğu Almanya, hatla dış ülkeler için de çağrılar almışlık. Ama Bay Malzcralh, Balı
Almanya sınırlarından dışarı adım atmaya yanaşmıyor, kendi deyişiyle o konserlerin normal
curcunası içine yuvarlanmak islemiyordu. Sahneye çıkmadan önce asla kavanoz önünde
tapınıp trampet çaldığı olmuyordu. Ancak konser verildikten ve mükellef bir aksam yemeği
yendikten sonra. Bay Matzcrelah'ın oteldeki odasında buluşuyorduk; o trampet çalıyor ve
tapmıyor, ben de ona sorular yöneltip notlar alıyor, daha sonraki dua metinlerini daha
önceki günler ve haftalardaki metinlerle karşılaştırıyordum. Gerçi uzunlu ve kısalı olanları
vardı bu dualar içinde. Ayrıca, sözler bazen acele ve sert birbirlerine losluyor, bir ertesi
gün ise âdeta bir istiğrak havası içinde sanığın ağzından uzun soluklu dökülüyordu. Ama
yine de tarafımdan derlenip şimdi yüce mahkemeye sunduğum dualar, benim tanık olarak
mahkemeye sunduğum ifadeye ekli o ilk dua metninden lazla bir bilgi sağlamıyor.
Sağa sola yolculukla geçen bir yıl içindeki turneler arasında Bay Malzeralh'ın eş dost ve
akrabalarından bazılarını şöylece tanımak lırsalını buldum. Bu arada sanık kendisine pek
yaklaşmak istememekle beraber gayet büyük bir hayranlık duyduğu üvey annesi Bayan
Maria Malzcrath'la tanıştırdı beni. Aynı öğle sonrasında on bir yaşında iyi yetiştirilmiş bir
lise öğrencisi olan Kurt Matzeralh adındaki üvey kardeşi de bana hoş geldin, dedi. Aynı
şekilde Bayan Maria Malzeralh'ın kızkardcşi Bayan Auguslc Kösler de üzerimde olumlu bir
izlenim uyandırdı. Sanığın bana itiraf ettiğine bakılırsa, savaştan sonraki ilk yıllar ailenin
maddi durumu iyice bozulmuş. Ancak Bay Malzeralh'ın üvey annesine güney ülkelerinin
meyvelerini de ithal eden büyük bir bakkaliye açması ve dükkânda maddî güçlükler
başgösterdikçe parayla yardıma koşması üzerine, anneyle oğul arasında yine dosl bir ilişki
kurulabilmişti.
Ayrıca Bay Malzerallı, eski arkadaşlarından birkaçı, özellikle caz müzisyenleriyle
tanıştırdı beni. Sanığın senli benli bir dille Klepp diye bitap ettiği Bay Münzcr, bana her ne
kadar şen ve in
735
sana yakın bir kimse gibi göründüyse de, aramızda doğan ilişkiyi sonradan sürdürmemi
sağlayacak cesaret ve isteği kendimde bugüne kadar bulabilmiş değilim.
Sanığın bonkörlüğü beni bundan böyle dekoratörlük işimi sürdürme zorunluğundan
kurtarmasına karşın, meslek aşkından mıdır, nedendir, bir turneden dönüp geldikçe, bazı
vitrinlerin dekorasyon işini üzerime almadan duramıyordum. Sanık da benim işime karşı
dostça bir ilgi gösteriyor, çok zaman gece geç vakit sokakla dikiliyor ve benim dekorasyon
alanındaki alçakgönüllü hünerlerim için seyirci rolünü oynamaktan bıkmıyordu. Bazen işi
bitirdikten sonra gece içine gömülmüş Düsscldorf'da şöyle bir ufak gezinti daha yapıyor,
ama Eski Şehir'e uğramaktan sakınıyorduk; çünkü sanık, pencerelerinin camları yuvarlak
ve bombeli meyhane ve lokantalardaki eski Alman tabelalarını görmeye katlanamıyordu. Bir
ara işle şimdi ifademin son bölümüne geliyorum gece yansından sonra yaptığımız böyle bir
gezinti, bizi gece içine gömülmüş Unlerrath'lan geçirerek tramvay durağına ge.ıirınişli.
İkimiz de aynı duygular içinde dikiliyor, plan gereğince o anda depoya giren son
tramvayları seyrediyorduk. Seyri hoş bir oyundu hani. Çepeçevre karanlık bir kent.
Uzaktan, cuma gecesi olduğu için kafayı bulmuş bir inşaat işçisinin çirkin ve kaba şarkı
sesi. Başkaca sakindi ortalık; çünkü depoya giren son tramvaylar ne kadar zil vursa, virajlı
rayları ne kadar hızlı konuşlursa bile, (azla gürültü çıkarmazlar. Arabaların çoğu hemen
gelip depoya giriyordu. Ama birçok araba da vardı ki sağda solda, boş ama sanki bir şenlik
aydınlığı içinde durup duruyordu. Kim aklclmişti? Bizdik aklcden. Ben dedim ki: "Ee, aziz
dostum, ne diyorsun bu işe bakalım?" Bay Malzeralh başıyla onaylamış, acele etmeden
arabalardan birine binmiştik; ben vatmanın yerini almış ve bir anda arabayı çalıştırmıştım;
ilkin yavaş, gittikçe daha hızlı sürdüm arabayı, iyi bir vatman olduğumu kanıtladım; Bay
Matzerath da aydınlıklar içindeki depo arkamızda kalmıştı doslça onayladı beni: "Daha
vaftizden beri Katolik biri olmalısın, Gotl
736
fried; yoksa bu kadar iyi süremezdin arabayı."
Gerçekten de önüme çıkan bu ufak iş beni pek zcvklcndirmişli. Depodakiler bizim arabayla
uzaklaşmamızı farkelmemişe benziyorlardı; çünkü arkamızdan geldikleri yoktu; hem havaî
hattaki cereyanı keserek bizim arabayı zahmetsizce durdurabilirlerdi. Ben tramvayı
Flinger'e doğru sürdüm, Flingcr'dcn geçirdim; Hamel'e gelince sola, Rallı'a, Rolingcn
yönüne sapsam mı acaba diye düşündüm; o anda Bay Malzeratlı, Gralenberg ve Gerrcsheim
yönünü lulmamı rica etli. Lowenburg clans lokalinin alt tarafındaki yokuştan çekinmeme
karşın, sanığın isteğine uydum, yokuşun üstesinden geldim; dans lokali geride kaldı, derken
fren yapmak zorunda bırakıldım, çünkü üç kişi raylar üzerinde dikiliyordu, ricadan çok
zorbalıkla tramvayı durdurdular.
Bay Matzeralh, Hamel'i hemen geçince bir sigara tüttürmek üzere arabanın içine
çekilmişti. Dolayısıyla: "Acele edelim beyler!" diye seslenmek, ben vatmana düşmüştü.
Başlarına siyah bantlı şapkalar giymiş öbür ikisinin ortasındaki şapkasız üçüncü adamın,
beceriksizlikten ya da gözleri iyi görmediğinden birçok defa ayağım basamağa atamadığı
dikkatimi çekti. Kendisine eşlik eden arkadaşları ya da koruyucuları pek hoyrai bir
davranışla sözde yardım ederek adamı önce benim vatman mahalline çıkardılar, oradan da
çekip arabanın içine aldılar.
Tam yeniden yola koyulmuştum ki, arkadan, arabanın içerisinden doğru ilkin fena halde bir
sızlanma, ayrıca sanki birisi bir başkasını lokalhyormuş gibi bir ses işinim; ama sonra Bay
Malzcralh'm sert sesini duyarak yatışımı; Bay Malzeralh arabaya yeni binenlere çıkışıyor,
onları yaralı olup gözlüğünü kaybettiği için ne yapacağını şaşırmış bir kimseye vurmamaları
konusunda uyarıyordu.
Yeşil şapkalılardan birinin: "Sen karışma bakalım ordan!" diye kükrediğini işittim ansızın.
"O bugün görecek gününü! Yeler arlık, illallah!"
Ben yavaş yavaş Gerresheim'a doğru yol alırken. Bay Malzeratlı yarı kör durumdaki zavallı
adamın nasıl bir köıülük yapmış
737
olabileceğini öğrenmek isledi. Konuşma hemen tuhaf bir mecraya döküldü: İki cümleden
sonra dönülüp savaşın la orta yerine gelindi ya da daha çok 1939 yılının bir ekim gününün,
savaşın patladığı tarihin çevresinde dönmeye başladı. Yarı kör adam için bir Polonya
postanesini savunmuş bir partizan olduğunu söylediler; işin luhafı o sıra on beş yaşında
bulunan Bay Malzcrath'm da bu konuda bilgi sahibi olduğu anlaşıldı; hemen tanıdı yarı kör
adamı, ona Viktor Weluhn diye hitap etli: Zavallı miyop bir posta müvezziiydi Viktor
Weluhn, çarpışma sırasında gözlüğünü kaybetmiş, gözlüksüz kaçmayı başarmış,
cellatlarının elinden kurtulmuş, ama cellatları işin arkasını koyvermeyerek savaş bilene
kadar onun peşini bırakmamış, savaştan sonraki ilk yıllar bile bu kovalamacayı
sürdürmüşlerdi; halta ellerinde 1939 yılında düzenlenmiş bir vur emri bulunuyordu. Yeşil
şapkalılardan biri: "Hele şükür geçirdik ele!" diye sesini yüksekli, ötekisi de bu işin
böylece çözümlenmesinden memnunluk duyduğunu belirtti. Tatiller de içinde olmak üzere
bütün boş vaktini, 1939 yılından kalma bir vur emrini yerine getirmek için feda etmek
zorunda kaldığını, nihayet kendisinin de bir işi gücü olduğunu, ticari mümessillik yaptığını,
arkadaşının da Doğu'dan kaçıp gelmiş bir kimse olup aynı şekilde birtakım güçlükler
karşısında bulunduğunu, kendisine yeni başlan bir iş kurması gerektiğini, Doğu'da eskiden
iyi çalışan bir terzi atölyesi işlettiğini söyledi; ama artık paydos zamanının geldiğini, bu
gece vur emrini yerine getireceklerini ve böylece geçmiş hesabın deflerinin kapanacağını
açıkladı. "Ne iyi oldu da, tramvayı kaçırmaclık!" dedi.
Dolayısıyla, islemediğim halde, ölüme mahkûm edilen biriyle iki celladı (ierreshcinVa
götüren bir vatman durumuna sokulmuştum. Geçtiğimiz banliyö semtinin yuvarlak olmayıp
biraz köşeli boş pazar meydanına gelince sağa saptım, arabayı Cam Fabrikasının
yakınındaki son istasyona götürmek, orada yeşil şapkalılarla Vikıor'u arabadan indirip
ardından dönüş yolunu tutmak istiyordum. Sondan üç durak önce Bay Malzerath arabanın
içinden çıkarak yanıma geldi; kavanozun dikine durduğu el
738
çantasını, vatmanların yağlı ve sucuklu ekmek dilimlerini içeren teneke kutuları
yerleştirdikleri köşeye koydu.
"Onu kurtarmalıyız! Viktor, zavallı Viklor o!" Bay Matzeralh'ın besbelli bir telâş vardı
halinde.
"Demek hâlâ gözlerine bir gözlük bulamamış. İleri derecede miyop biri Viktor, onu kurşuna
dizecekler, gözleri yanlış bir yöne bakacak kurşuna dizilirken." Bana kalırsa cellatlar
silâhsızdı, ama her iki yeşil şapkalının fazla yer tutan kabarık paltoları Bay Matzcrath'ın
dikkatini çekmişti.
"Danzig'lcki Polonya Postanesi'nde para müvezziliği yapıyordu. Aynı işi Batı Almanya
postanelerinin birinde yapıyor şimdi. Ama mesai saatinden sonra peşindeler hep, çünkü
hâlâ ortada bir vur emri bulunuyor."
Bay Malzerallrm dediklerinin hepsini anlamadımsa da, Viklor'u kurşuna dizerlerken ben de
kendisiyle beraber onun yanında olacağıma, mümkünse onun kurşuna dizilmesini önlemeye
çalışacağıma söz verdim.
Cam Fabrikası'nın arkasında, kent dışındaki küçük bahçelere gelmeden annemin elma
bahçesini mehtapla istesem görebilirdim fren yaparak durdurdum arabayı ve içeriye doğru
seslendim: "Evet beyler, son durak!" Ve hemen yeşil şapkaları ve şapkalarında siyah
banliariyla içeriden çıkıp geldiler. Yan kör adam yine basamağı bulmakta güçlük çekti.
Onların arkasından da Bay Malzerath indi, daha önce trampetini ceketinin altından çekip
çıkardı ve inerken kavanozlu çantayı unutmayarak yanıma almamı benden rica elli.
Arkamızda daha uzun bir süre ışıldayıp duran tramvayı bırakıp yürüdük, cellatların ve
kurban edilecek Viktor'un peşinden ayrılmadık.
Bahçe çitleri boyunca ilerliyorduk. Bu beni yordu. Önümüzde giden üç kişi durunca anladım
ki, annemin küçük bahçesini infaz yeri olarak seçmişler. Sadece Bay Malzeralh değil, ben
de buna itirazda bulundum. Ama adamlar uınursamadılar, zaten çürük çit lalalarını yüklenip
devirdiler. Bay Malzcrath'm zavallı Viktor
739
dediği kör adamı elma ağacına, benim çatal dalın altına bağladılar ve biz itiraza devam
edince Zalewski adında bir askerî yargıcın imzasını taşıyan o buruş buruş vur emrini cep
lambasının ışığında bize yeniden gösterdiler. Sanıyorum, tarih yerinde "Zappot, beş ekim
1939" yazıyordu; alttaki damgalar da tamamdı, yani yapabileceğimiz pek bir şey yoktu;
ama yine de biz Birleşmiş Milletler'den, demokrasiden, kolektif suçlan, Adcnaucr'den
v.b.den söz açtık; ama yeşil şapkalılardan biri öne sürdüğümüz bütün itirazları, biziın bu
işe burnumuzu sokmamamız gerektiğini söyleyerek geri çevirdi; daha bir barış antlaşması
imzalanmadığını, kendisinin de tıpkı biziın gibi Adenauer'e oy verdiğini, ama vur emrine
gelince henüz geçerliğini koruduğunu, bu emirle en yüksek makamlara başvurup akıl
danıştıklarını, nihayet o Allahın belâsı görevlerinden başka bir şey yapmadıklarını, çekip
gidersek bizim için daha iyi olacağını söyledi.
Biz gitmedik. Tersine, yeşil şapkalılar paltolarını açıp da makineli tabancalarına sarılınca,
trampetine bir çeki düzen verdi Bay Matzerath. Tam o anda sadece kenarları biraz basık
bir dolunay, bulutları yarıp çıktı ortaya; bulutların kenarını bir konserve kutusunun sivri
kenarı gibi metalsi bir ışıltıya boğdu — ve bu mclalsi aya benzeyen, ama sağlam bir leneke
trampet üzerinde elindeki değnekleri indirip kaldırmaya başladı sanık, ne var ki bunu bir
umutsuzluk içinde yapıyordu. Trampet yadırgatıcı bir ses çıkarıyor, ama bu ses yine de
bana yabancı gelmiyordu. Sık sık O harfi yuvarlanıp çıkıyordu ortaya: Kaybolmadı,
kaybolmadı henüz, kaybolan bir şey yok henüz, henüz kaybolmadı Polonya. Ama bunlar Bay
MatzcratlVın trampetiyle vurduğu havanın metnini bilen zavallı Viklor'un sözleriydi: Biz
yaşadıkça, Polonya kaybolmayacak. Beri yandan çalınan havanın ritmi yeşil şapkalılara da
yabancı gelmemişe benziyordu, çünkü mehtabın kenar çizgileriyle aydınlatıp belirgin bir
duruma soktuğu ellerindeki maden parçalarının gerisinde büzülüyorlardı, çünkü Bay
Matzeralh'la zavallı Viklor'un annemin küçük bahçesinde çalıp söyledikleri marş Polonya
süvarisinin sahnede boy göstermesini sağ
740
hımıştı. Hani ay da buna yardım etmiş olabilirdi; trampet, ay ve miyop Viktor'un kırık ve
çatlak sesi bir araya gelerek, üzerlerinde süvariler, bu kadar çok atın yerden
biıivcrmesine yolaçmıştı belki: Nal sesleri lakırdıyor, alların burun kanalları sesli sesli
soluyor, mahmuzlar sakırdıyor, aygırlar kişniyordu; Hey diye bağırmalar duyuluyordu... Yo,
hiçbiri olmuyordu bunların, gümbürdeme. sesli sesli soluma, şakırdama, kişneme, hey diye
bağırma falan yoktu; bunların hepsi Gerrcshcim m gerisindeki ekinleri biçilmiş tarlalar
üzerinden sessiz sedasız kayıyordu, ama yine de Polonya Ulan süvarilerinin oluşturduğu bir
bölüklü bu, çünkü Bay Malzeralh'm lake trampeti gibi mızrakların ucunda beyazkırmızı
uçuşup duruyordu Mamalar, uçuşmuyordu da adeta süzülüyordu; nitekim bülün bölük ay
altında, belki de aydan gelerek yüzüp duruyordu; atlarının boyunlarını bizim bahçeye doğru
çeviriyorlar; yüzüyorlardı; ellen, kandan yapılmışa benzemiyor, yine de süzülüyorlardı;
oyuncakları andırıyorlar, hayaletler gibi yaklaşıyorlardı. Bay MatzcıallVm sicimlerden
ördüğü heykellere benzetilebilirlerdi belki: Bir bölük Polonya süvarisi, düğüm düğüm,
sessiz sedasız ama yine de gök gibi gürleyerek, etsiz kemiksiz, yine de Polonyalı ve
dizginleri ko\ vermiş, allarını üzerimize üzerimize sürüyorlardı; öyle ki, biz kendimizi
yere. attık, aya ve Polonya süvarilerine karsı koymadık, annemin bahçesine de, titiz bir
bakım gösterilmiş bülün öbür bahçelerin üzerine de çullandı süvariler; ama bahçelerden
hiçbirini talan edip viraneye çevirmedi, sadece zavallı Viktor'u ve iki celladı alıp götürdü;
derken ay alımdaki açık arazide uzaklaşıp, Doğu yönünde kayboldu, mahvolmuş, henüz
mahvolmamış Polonya'ya doğru allarını sürerek ay gerisinde görünmez oldular.
Güçlükle soluyarak gece yeniden olaylardan soyunana, gökyüzündeki açıklık yeniden
kapanıp, çoktan çürüyüp kokuşan süvari ordularını kandırarak son bir saldırıya geçirmiş o
ışığı çekip alana kadar bekledik. Ben ayağa kalkıp, ayın da bu konudaki rolünü
küçümsememe karşın, büyük başarısından ötürü Bay Matzcralh'ı kutlayacak oldum. Ama o
yorgun ve kolu kanadı kırık,
741
eliyle işaret edip beni geri çevirdi. "Başarı mı, Gollfried'ciğim? Hayalımda o kadar çok, o
kadar çok başarı kazandım ki! Bir kez de başarısızlığa uğrayayim islerdim. Ama bu pek güç
ve çok çaba isteyen bir şey."
Onun bu konuşmasını beğenmcınişiim, çünkü çalışkan bir insanımdır, öyleyken bir başarıya
ulaşamadım şimdiye kadar. Dolayısıyla, Bay Malzerath bana nankör biri gibi göründü ve bu
yüzden ona çıkışlım, cesaret edip: "Kendini yükseklerde gören birisin sen, Oskar!" diye
başladım söze; çünkü o zamanlar birbirimize sen diye hilap ediyorduk. "Bülün gazeteler
senin üzerine haberlerle dolu. Kendine bir isim yapmış bulunuyorsun. Hani kazandığın
paranın sözünü elmek istemiyorum burada. Ama sanıyor musun, hiçbir gazetede adı
geçmeyen ben Villlar için senin, senin gibi el üstünde tutulan bir adamın yanında yaşamaya
katlanmak kolaydır. Ben de böyle bir işi, başkalarınınkiylc kıyaslanamayacak bir işi, senin
az önce üslesinden geldiğine benzer bir işi tek başıma yapabileyim ve bunun sonucu olarak
gazetelere geçeyim, matbaa harfleriyle benim için de: "Bunu Golllriecl von Vittlar başardı
işte", diye yazılsın, ne çok islerdim."
Bav Malzeralh'm bu sözlerime kahkahalarla gülmesi kırdı, gücendirdi beni. Sırtüstü
uzanmış yatıyor, kamburunu sağa sola oynatarak gevşecik loprağa gömüyor, her iki eliyle
yerdeki otları yoluyor ve tutam tutam olları havaya savurarak lıcrşcyc gücü yelen, insan]
özelliklerden soyutlanmış bir tanrı gibi gülüyordu: "Aman dostum bundan kolay ne var!
Buyur, işle çanta! Polonya süvarlerinin nalları altında kalmaması bir mucize doğrusu.
Hediyem olsun sana, canlanın içinde yüzüklü parmağın bulunduğu kavanoz var biliyorsun. Al
çantayı ve kavanozu, koş Gerreshcim'a, alla tramvaya, hediyemle beraber
Fürslenvvall'daki, Müdüriyete yollan, hakkımda bir ihbarda bulun, daha yarından sonraya
kalmaz, adını bütün gazetelerde görebilirsin.''
Bu öneriyi kabule yanaşmadım ilkin, kavanozsuz ve parmaksız yaşayamayacağını ileri
sürdüm. Ama o yatıştırdı beni, doğrusu bülün bu parmak hikâyesinden bıkıp usandığını,
hem yüzük
742
lü parmağın kendisinde birden çok kopyası bulunduğunu, ayrıca söz konusu parmağın som
allından dökmesini yaptırdığını, artık lütfen çantayı alıp tramvaya dönmemi, tramvaya
atlayıp Müdüriyefe gitmemi ve gereken ihbarı yapmamı söyledi.
Böylece koşup gittim ben de, uzun bir süre daha Malzeralh'm kahkaha seslerini işittim;
çünkü uzanıp yatmaya devam etmek ve ben çan vurarak kente doğru yol alırken, kendini
gecenin koynuna lerkclmek, yerden ol yolmak ve gülmek istemişti. Yaptığım ihbara gelince
ancak sabah yapmıştım bunu benim birçok kez, Bay Malzeralh'm iyi kalpliliği sayesinde
gazetelere geçmemi sağladı."
Ben Oskar, ben iyi kalpli Malzerath ise gecenin karanlığa gömdüğü olların içinde,
Gcncshcim'ın arkasında gülerek yerde yalıyor, görünürdeki alabildiğine ağırbaşlı birkaç
yıldızın allında sağa sola yuvarlanıp duruyor, kamburumu sıcak yer kabuğuna gömüyor,
kendi kendime: "Uyu Oskar!" diye düşünüyordum. "Polis uyanmadan sen bir saalçik daha
uyu. Üstünde ay. bu katlar sere serpe bir daha ncrclc yatacaksın?"
Uyandığımda ortalığın ışımış olduğunu farketmeme fırsat kalmadan, bir şeyin, bir canlı
yaratığın yüzümü yaladığını larkelıim: Sıcak sıcak, kaba. düzenli ve ıslak bir yalayış.
Seni böyle yalayarak uyandıran. Villlar taralından uyandırılarak yolu tutup buraya gelen
polis olmasın sakın, diye düşündüm. Ama ben yine de hemen açmadım gözlerimi, biraz daha
sıcak sıcak, kaba, düzenli ve ıslak yalanmasını sağladım yüzümün; yalanmanın tadını
çıkardım, yalayanın kimliğini umursamadım hiç: Ya polistir ya da bir inek diye bir tahminde
bulundu Oskar. Ancak ondan sonra tutup açtım gözlerimi.
Ak ve kara benekleri vardı ineğin: yambaşımda yalıyor ve soluyordu. Orlalık ışımıştı,
gökyüzü parçalı bulutluydu; Oskar, dedim kendi kendime, ne kadar tanrısal bir gözle sana
bakarsa baksın, ne kadar kaba diliyle senin belleğini yatıştırmaya ve sınırlandırmaya çaba
gösterirse göstersin, sen gel kalma bu ineğin yanında. Ortalık ışıdı, sinekler vızıldayıp
durmaya başladı, kaçmaya
743
bak buralardan. Mademki Vililar ihbar edecek seni, kaçman gerekir ister istemez. Gerçek
bir kaçış olmadan, gerçeklen bir ihbarın sözü mü edilir. Bırak böğürüp dursun inek, sen
kaçmana bak. Ama seni burada değilse orada yakalayacaklarmış, varsın yakalasınlar.
Böylece bir inek taralından yalanarak, yıkanıp taranarak firara koyuldum; daha ilk
adımlardan sonra sabahsı durulukta bir kahkahaya kaptırdım kendimi. Trampetimi ben
kaçarken yattığı yerde kalan ve böğüren ineğin yanında bırakmıştım.
744
OTUZ YAŞ
Ha evet, kaçış. Anlatmadım henüz. Viular'ın ihbarının değerini yükseltmek için kaçmıştım.
Bir hedcl belirlemeden kaçış olmaz, diye düşünmüştüm. Nereye kaçacaksın, Oskar diye
sormuştum kendi kendime. Politik durum Demir Perde denen Doğu yönünde kaçmamı
yasaklıyordu. Dolayısıyla, bugün de Kaschubei'daki patates tarlaları üzerinde şişip
kabararak bir barınak oluşturan anneannem Koljaiczek'in dört etekliğini, kaçışımın hedefi
olarak hesaplan silmem gerekiyordu; oysa ille de kaçmak gerekiyorsa, anneannemin
etekliklerinin allına kaçışı tek çıkar yol görüyordum.
Sırası gelmişken şunu da söyleyeyim ki, bugün otuzuncu yaş günümü kutluyorum. İnsan
otuzuna gelince, kaçış konusunda bir delikanlı gibi değil de, bir büyük adam gibi konuşmak
zorunda hissediyor kemlini. Otuz mumlu pastayı getirip önüme koyan Maria dedi ki: "Eh
artık, oluz yaşında bir adam oldun Oskar. Yavaş yavaş aklını başına toplamanın zamanı geldi
artık."
Klepp, dostum Klepp her zamanki gibi bana caz plakları hediye elli, beş kibrit harcayarak
yaş günü paslamdaki otuz mumu tutuşturdu: "Hayal otuzunda başlar", dedi. Kendisi henüz
yirmi dokuzunda.
Vitılar'a, kendisine hepsinden çok yakınlık duyduğum dostum Vittlar'a gelince, yenecek
tatlı şeyler getirdi, yatağımı çevreleyen kafesin üzerinden abanıp hımhım sesiyle şöyle
dedi: "İsa
745
oluzundaykeıı yola koyuldu ve çevresine müritler toplamaya başladı."
Viıtlar zaten her vakit aklımı karıştırmaktan hoşlanır benim. Sadece otuzunda olduğum
için yatağımdan ayrılacağım da, çevreme mürit toplayacağım, öyle mi! Derken avukatım
geldi, elinde bir kâğıdı sallayarak boru gibi sesiyle tebrikler yağdırdı, yatağınım
ayaklarından birine naylon şapkasını geçirip bana, ayrıca yaş günümü kutlamaya gelmiş
ziyaretçilerime müjdeledi: "Mutlu rastlantı diye buna derler işte! Müvekkilim otuzuncu
yaş gününü kutluyor ve tam da onun otuzuncu yaş günü, yüzüklü parmak davasının yeniden
görüleceğini bildiren bir haber geliyor mahkemeden, yeni bir iz ele geçirmişler, şu Beatc
Hemşire, hani biliyorsunuz..."
Benim yıllardan beri, o kaçışımdan beri korkusunu yaşayıp durduğum şey bugün otuzuncu
yaş günümde gerçekleşiyor; asıl suçlu ele geçiriliyor, dava yeniden ele alınıyor, hakkımda
aklanma kararı veriliyor, beni klinikten salıyorlar, tatlı yatağımı elimden alıyor, beni çeşitli
hava etkilerine açık bulunan sokağın ayazına salıyorlar ve otuz yaşındaki bir Oskar'ı
kendisiyle trampetinin çevresine mürit toplamaya zorluyorlar.
Söylediklerine bakılırsa, Beale Hemşire benim Drollıca Hemşire'mi zehir sarısı bir
kıskançlıktan katletmiş.
Belki halırınızdadır henüz? Bir Dr. Werner vardı hani, filmlerde ve hayatta pek sık
görüldüğü üzere iki hemşire arasında kalmıştı. Tatsız bir hikâye: Beale Hemşire, Dr.
Werner'i seviyordu. Dr. Werner ise Drollıca Hcmşire'yc kaptırmıştı gönlünü. Drothea
Hcmşire'yc gelince hiçbirini sevmiyor ya da gizlice küçük Oskar'a yakınlık duyuyordu. Gel
zaman git zaman hastalandı Dr. Werner, Drothea Hemşire de ona baktı; çünkü Drolhea
Hemşire'ııin servisinde yatıyordu Dr. Werner. Beale Hemşire ise bunu kıskanmış, buna
kallanamamıştı. Dolayısıyla, Drolhea Hcnışire'yi kendisiyle bir gezinti yapmaya kandırmış,
Gerresheim yakınındaki bir çavdar tarlasında onu öldürmüş, daha yerinde bir deyimle onu
saf dışı bırakmıştı. Eh, arlık Beale Hemşire'nin Dr.
746
Werner'c bakmaması için bir engel kalmamış, ama o şekilde bakıp etmişti ki, Dr. Werner
iyilcşnıediği gibi, tersine günden güne kötülemişti. Sevgiden gözü dönen Bcate Hemşire
belki de şöyle demişti kendi kendine: Dr. Werner hasta yattığı süre benim olarak
kalacaktır. Fazla mı ilâç veriyordu acaba Dr. Werncr'e? Kesin olan bir şey varsa. Dr.
Werner ya gerekenden fazla dozda ya da yanlış verilen ilâçlardan günün birinde ölüp
gitmişti. Beate Hemşire ise mahkeme önünde ne fazla, ne de yanlış bir ifadeye başvurmuş,
Drolhea Hemşirc'yle çavdar tarlasına yaptıkları ve Drothea Hemşire'nin son gezintisi olan
gezintiyi itiraf etmişti. Oskar'ın da itiraf ettiği bir şey olmamıştı ama, kavanoz içerisinde
suçlayıcı bir parmakçığı vardı; bu yüzden çavdar tarlasına yaptığı gezinti dolayısıyla onu
mahkûm eltiler, ama onu aklî dengesi yerinde biri görmeyip gözlem alımda tutulmak üzere
bir psikiyatri kliniğine yatırdılar. Evci, kendisini mahkûm edip psikiyatri kliniğine teslim
etmelerinden önce kaçmıştı Oskar, çünkü kaçmamla dostum Gotlfriedin yaptığı ihbarın
değerini önemli ölçüde yükseltmek isliyordum.
Kaçlığım zaman, yirmi sekiz yaşında bulunuyordum. Daha birkaç saal önce doğum günü
pastamın çevresinde yağları sessiz sakin yere damlayan oluz mum yanıyordu. Kaçlığım
zaman da yine aylardan eylüldü. Bakire burcunda doğmuştum. Ama ampuller altında
dünyaya gözlerimi açmamdan değil de, kaçışımdan söz edeceğim burada.
Daha önce dediğim gibi, Doğu yönünde, anneanneme doğru kaçış yolu kapalı olduğundan,
bugün herkes gibi ben de Balı yönünde kaçmak zorunda kaldım. O yüce politika dolayısıyla
mademki anneannene gidemiyorsun Oskar, o zaman Amerika Birleşik Devlclleri'ndc Bullalo
kentinde yaşayan büyükbabanın yanına yollan! Amerika yönünde kaç; bakalım nereye kadar
varabileceksin?
Amerika'daki büyükbabam Koljaiczck'in yanına kaçıp gitme düşüncesi, Gerrcslıeim'in
arkasındaki çayırda inek beni yalarken ve ben gözlerimi kapalı tutarken aklıma gelmişti.
Sabahın yedisi
747
vardı sanırını, kendi kendime dedim ki: Sekizde açılır dükkânlar. Ondan sonra da durmayıp
kaçtım, ineğin yanında bırakmıştım trampeti, kendi kendime eledim ki: Gottfried yorgundu
buradan gittiğinde, ancak saat sekiz ya da sekiz buçukta gereken ihbarı yapacaktır;
aradaki bu zamandan yararlan işle. Adeta uyuyan Gcrrcshcim'da telefonla bir taksi
çağırmam ve taksinin gelmesi on dakika sürdü. Taksi beni alıp merkez istasyonuna gelirdi.
Yolda giderken yanımdaki paraları saydım, ama ikide bir yanlış yaptım sayarken, çünkü bir
sabah kadar duru ve diri kahkahalar atmadan duramıyordum. Derken pasaportumun
yapraklarım karışlırnıaya başladım; Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri için geçerli bir
vize buldum içinde: Konser Acentesi "Batı" sayesinde alınabilmiş vizelerdi bunlar; bu
ülkelere Trampelçi Oskar'm bir turnesini armağan etmek, Dr. Dösclı'ün her vakit en büyük
isteği olmuştu.
Haydi hayırlısı, dedim kendi kendime, kaçalım Paris'e, iyi bir şey olur, kulağa da bos gelen
bir isim Paris; bir filmde geçebildi bani, ağzında tüten piposu ve yüreğinde iyi duygularla
bir Gabin peşime düşebilirdi. Ama kim oynardı acaba benim rolü? Şarlo mu? Picasso mu?
Gülerek ve kaçma düşüncesinin uyarıcı etkisini üzerimde hissederek, hafi I kırışmış
pantolonuma hâlâ ellerimle vurup duruyordum ki, taksi şoförü benden yedi mark istedi.
Yedi markı ödedim ve İstasyon lokantasına girip bir kahvaltı yaptım. Rafadan yumurtanın
yambaşına devlel demiryollarının tarifesini açtım, arayıp elverişli bir tren buldum,
kahvaltıdan sonra bana biraz daha vakit kalmıştı, yeleri kadar mark verip gideceğim
ülkenin parasıyla değiştirdim, ayrıca derisi zaril bir de valizcik aldım yanıma; Jülich
Sokağı'ııdaki eve dönmeye çekindiğimden bavulu pahalı, ama bana pek uymayan gömleklerle
doldurdum; yeşil bir pijamayı, diş fırçasını, diş macununu ve buna benzer şeyleri
tıkıştırdım içine; tutumlu davranmam gerekmediği için birinci mevki bir bilet aldım, çok
geçmeden pencere kenarındaki kolluklardan birine yerleştim, bir rahatlık duygusu
içindeydim; kaçıyor, ama yaya gerçekleştirmek zorunda buiunmu
748
yordum bu kaçışı. Yumuşak kolluk kafamda belli düşüncelerin uyanmasına yardımcı
oluyordu: Ayrıca, iren hareket edip de kaçış baslar başlamaz, korkulacak bir şey
düşünmeye çalıştı Oskar, çünkü korkusuz kaçış olmaz diye boşuna söylememiştim kendi
kendime. Peki ama Oskar, polis senin sabahsı durulukla kahkahalar atmana neden
oluşturduğuna göre, senin için korkunç sayılıp kaçmana değecek ne vardır?
Bugün oluz yaşındayım, gerçi söz konusu kaçışı ve davayı geride bıraktım, ama kaçış
sırasında kendimi ikna ederek yüreğime yerleştirdiğim korku kaybolmadan kaldı bugüne
kadar.
Raylar üzerindeki tıkırtılardan mıydı, yoksa trenin mırıldandığı o ezgiden mi? Tekdüze
işitiyordum metni, Aaeben'a varmadan az önce dikkatimi çekmiş, birinci mevki bir
kompartımanın kolluğuna gömülmüş olan benim yüreğime gelip çöreklenmişti; ve Aachen'ı
geçtikten sonra da kaybolmamış aşağı yukarı saat on buçukta geçmiştik sınırı, gittikçe
açık seçik ve korkutucu nitelik kazanmıştı; öyle ki, gümrük memurları sayesinde dikkatimin
biraz başka tarafa çekilmesi beni memnun etmişti; gümrük memurları ismim ve
pasaportumdan çok kamburumla ilgilendiler. Kendi kendime şöyle söylendim: Ah Vittlar, ne
diye uyur kalırsın böyle! Nerdeyse saat on bir olacak, hâlâ kavanozu koltuğunun altına
sıkıştırıp da polise başvurmadı anlaşılan; oysa ben sabahın erken saatinden beri onun halın
için bir kaçışı yaşıyorum; kaçışı ayakla lulacak motor gücünü sağlamak için de, kendimi bir
korkunun varlığına iknaya, bu korkuyu içerime yerleştirmeye çalışıyorum; hele Belçika'da
tren "Kara Aşçı Kadın* geldi mi? Geldi, geldi, geldi, Kara Aşçı Kadın geldi mi? Geldi, geldi,
geldi..." ezgisini çağırmaya başlayınca, ne kadar korktum bilseniz!
"' Kara Aşçı Kadın: Çocukların oynadığı şarkılı bir oyun: Birkaç çocuk halka halinde çömer.
Bir başka çocuk halkanın çevresinde dolanır ve bu arada şu (ekerleıncyi söyler: "Kara Aşçı
Kadın geldi mi? Gelmedi. Gelmedi. Gelmedi" Üç kez halkanın çevresini dolamı,
dördüncüsünde "Tenceremi kaybederim," beşincisinde "Seni alır giderim" der. Böylece her
defasında çocuklar arasından bilini çekip götürür. Sonunda bir lek çocuk kalınca hep
birden şöyle söylerler: "Kara Aşçı Kadın geldi mi? Geldi. Geldi. Geldi, işle orda kendi, işle
orda kendi, işle orda
kendi." (Ç.N.)
749
Bugün otuz yaşındayım; şimdi davanın yeniden ele alınması ve bunun sonunda beklenmesi
gereken aklanma kararıyla yeniden yollara düşecek, trenlerde, istasyonlarda bir kez daha
"Kara Aşçı Kadın geldi mi? Geldi, geldi, geldi" türküsünü işitmek zorunda kalacağım.
Ama herşeye rağmen korkunç bir şekilde sahnede boy gösterecek diye istasyonlarda
beklediğim Kara Aşçı Kadının korkusu bir yana, güzeldi yolculuk. Kompartımanda bütün yol
boyunca bir tek ben vardım; belki de Kara Aşçı Kadın bitişik kompartımanda oturuyordu;
Belçikalı ve daha sonra Fransız gümrükçüleriyle tanıştım, arada bir beş dakika kadar
kestirdim, ufak bir çığlıkla uyandım her seferinde ve Kara Aşçı Kadın'ın Oskar'ı büsbütün
kendini koyvermiş durumda bulmaması için, baltalık "Spiegel" dergisini karıştırmaya
başladım. Daha DüsseldorPla kompartımanın penceresinden salın almıştım dergiyi, okurken
gazetecilerin bilgilerindeki zenginliği görerek hayretler içinde kaldım, halta menajerim
Konser Acentesi Batfnın direktörü olan Dr. Dösch'le ilgili bir de yazı buldum içinde; daha
önceden bildiğim bir şeyi doğruluyordu: Dr. Dösch'ün Konser Acentesi bir lek direk
üzerine dayanıyordu ki, o da irampetçi Oskar'dı; yazının yanında benim çok iyi çıkmış bir
resmim vardı. Dolayısıyla, Paris'e varmadan az öncesine kadar Konser Acentesi Batı'nın
güınleyip gidişini gözlerimin önünde canlandırıp durdum, beni tutuklamaları ve Kara Aşçı
Kadının korkunç şekilde sahnede boy göslermesi böyle bir sonuca yol açacaktı.
Ömrüm boyunca Kara Aşçı Kadın'dan korkmadım. Ancak kaçarken, korkmak islediğim için,
sürünerek derimin allına girdi bu korku ve oluz yas gününü kutladığım bugüne kadar da
çokluk uyuyarak kaldı yerinde; hani çeşilli kılıklara giriyor, örneğin bir Goethe sözcüğü
olup karşıma çıkıyor, bir çığlık alarak uyanmama ve korkuyla yorganın allına kaçmama yol
açıyor. Her ne kadar çocukluğumdan başlayarak bu ozanlar prensini okuyup durdumsa da,
ondaki o Olymp serinkanlılığına hep korkunç bir şey gözüyle bakmıştım. Bugün kılık
değiştirip Kara Aşçı Kadın
750
. ORHAN KEMAL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
olarak kara, eskisi gibi aydınlık ve klasik bir kimlikle değil de, bir Raspulin'deki koyu
karanlığı da gölgede bırakan bir karanlık içinde yalağımın kalesi önüne dikilip otuzuncu yaş
günüm dolayısıyla: "Kara Aşçı Kadın geldi mi?" diye bana sordukça, bir korkuyorum ki!
Geldi, geldi, geldi demişti kaçak Oskar'ı Paris'e götüren tren. Aslında inlerpol memurlarını
Fransızların Gare de Nord dedikleri Paris'in kuzey istasyonunda beklemiştim. Ama
istasyonda sadece bir hamal yanıma gelip konuşlu benimle; hani öylesine fena kırmızı şarap
kokuyordu ki, bir türlü kendisini Kara Aşçı Kadın olarak göremedim, güvenle valizimi
verdim hamala, turnikenin hemen yakınında bavulu aldım elinden, memurlar ve Kara Aşçı
Kadın perona çıkmak için gerekli bilet masrafından herhalde kaçındılar, sana seslenmek ve
seni tutuklamak için turnikenin önünde bekliyor olacaklar diye düşünmüştüm; Onun için,
daha turnikeye varmadan bavulu hamaldan alırsan akıllılık edersin demiştim. Böylece
valizimi metroya kadar tek başıma zar zor taşıdım, çünkü turnikenin arkasında da yoktu
memurlar, dolayısıyla valizi elimden alacak kimse de çıkmadı.
O, dünyaca bilinen melrolardaki kokudan söz açmak istemiyorum size. Geçenlerde bir
yerde okumuştum, bu kokuyu satın almak ve sürünmek mümkün. Benim dikkatimi çeken,
ilkin metronun da tren gibi, ama başka bir ritimle Kara Aşçı Kadın'dan haber sormasıydı;
ikincisi, çevremdekilcrin hepsinin de benim gibi Kara Aşçı Kadın'dan haberdar bulunmaları.
Kara Aşçı Kadın'ın onlar için de korkulacak bir şey görünmesiydi; çünkü yanımda ve
yörcmclckileriıı hepsinin de korku ve dehşet vardı soluklarında. Planım, metro ile Porte
d'halic'ye kadar gidecek, oradan bir taksiye allayıp Orly Havaalanı'na yollanacaktım;
mademki kuzey istasyonunda beni lutuklamamışlardı, o zaman ünlü Orly Havaalanı'nda
yapılacaktı tutuklama ve bu da bana Kara Aşçı Kadın olarak hostes pek çekici ve orijinal
görünüyordu. Bir defa aktarma yapacaktım, valizimin hafif olmasına sevindim, metrodan
çıkınca Güneye yollandım, nerde ineceksin Oskar Hay Allahım,
751
bir günde ne de çok şey olup bilebiliyor, bu sahalı Gcrrcslıeim'nı biraz arkasında bir inek
yüzünü yalıyordu senin, korkusuz ve neşeliydin, şimdi ise Paris'le bulunuyorsun, n erci e
ineceksin, nerde kara ve korkunç çıkıverecekler karşına? Place dltalie'dc mi, yoksa
Havaalanfnda mı?
Havaalanından bir istasyon beride, Maison Blanche'dc indim taksiden, şöyle geçirmiştim
içimden: Onlar tabiî şimdi, kendilerinin beni Havaalanfnda beklediklerini düşündüğümü
düşünüyorlardı. Ama Kara Aşçı Kadın benim ne düşündüğümün, onların ne düşündüklerinin
bilir hepsini. Sonra da bezmiştim arlık. Kaçma eyleminin ve yüreğimdeki korkunun güç belâ
ayakta tutulması beni yormuştu. Havaalanına gitmek istemiyordu arlık Oskar, Maison
Blanchc'ı Havaalanından çok daha orijinal buluyordu ve haklı okluğu da sonradan anlaşıldı,
çünkü buradaki nıclro istasyonunun kendi kendine inip çıkan yürüyen bir merdiveni vardı;
içimde yüce duyguların uyanmasını ve "Kara Aşçı Kadın geldi mi? Geldi, geldi, geldi'
şeklinde yürüyen bir merdivene özgü tıkırtıyı saglıyacağını umuyordum.
Oskar ne yapacağını şaşırmış durumda. Kaçışı bir sona doğru yaklaşıyor ve kaçışla birlikle
anlatısı da son bulacak. Notlarının biliş sahnesini takımlarıyla canlandırabilmek için yüksek,
dik ve yelerince simgesel bir merdiven olacak mı acaba söz konusu yürüyen merdiven.
Ama birden yine otuzuncu yaş günüm geliyor aklıma. Yürüyen merdiveni pek gürültülü bulan
ve Kara Aşçı Kadın'dan korkusu olmayanlara, otuzuncu yaş günümü anlatımın sonu diye
sunuyorum. Çünkü otuzuncu yaş günü, bütün diğer yaş günleri içinde en açık seçik olanı
değil midir? Üç rakamı var kendisinde, altmış rakamını insana sezdiriyor ve dolayısıyla bu
rakamı gereksiz kılıyor. Bu sabah yaş günü paslasının çevresinde oluz mum yanarken,
sevinçlen ve içimdeki yüce duygulardan ağlayasını geldi, ama Maria'clan ulandım: Otuz
yaşma gelmiş bir insan ağlayamaz arlık.
Yürüyen merdivenin ilk basamağı yürüyen bir merdivende ilk basamağın sözü edilebilirse
beni çekip aldığında, bir gülme
752
ye kapıldım. Korkmama karşın, daha doğrusu korktuğum için gülüyordum. Yavaş yavaş
dimdik çıkıyordu basamaklar ve yukarıda dikilmiş bekliyorlardı. Bir yarım sigara içecek
kadar vakit vardı henüz. İki basamak yukarımda bir sevgili çili çekinmeden birbiriyle
öpüşüp koklaşıyordu. Bir basamak allımda yaşlı bir kadın vardı, ilkin durup dururken Kara
Aşçı Kadın olmasından kuşkulanmışlım. Meyve motiflerinden bir süsü içeren bir şapka
geçirmişti başına. Sigaramı içerken kendimi zorladım, yürüyen merdivenle ilişkiler kurdum
aramda. İlkin şair Dante oldu Oskar, cehennemden dönüyordu ve yürüyen merdivenin
bitliği yerde yukarıda Spiegel dergisinin hızlı muhabirleri kendisini bekliyorlardı ve o
yukarı çıkınca sordular: "E, Daııtc, nasıldı bakalım aşağısı?" Aynı oyuncuğu ozanlar prensi
Goellıe olarak da oynadım, Spiegel muhabirlerine sordurdum: "E nasıldı bakalım aşağısı,
annelerin orası?" Sonunda usanıp bırakımı şairleri; kendi kendime yukarıda ne Spiegel
dergisinden adamlar bekliyor dedim, ne de paltolarının ceplerinde kelepçeler bulunan
beyler dikiliyor, yukarıda o duruyor sadece: Kara Aşçı Kadın; yürüyen merdiven lakırdıyor:
"Kara Aşçı Katlın geldi mi?" Ve Oskar cevap veriyordu: "Geldi, geldi, geldi...'
Yürüyen merdivenin yanında normal bir merdiven daha vardı. Caddeden gelenler, metro
istasyonuna bu merdivenden iniyorlardı. Dışarıda yağmur yağıyor olacaktı, merdivenden
inenlerin giysileri ıslanmışa benziyordu. Bu biraz tasalandırdı beni. Düsseldorf'la kendime
bir yağmurluk alacak kadar zaman ele geçilememiştim. Ama yukarıya bir bakınca, yüzleri
dikkali çekmeyişlcriyle dikkati çeken bayların ellerinde sivil şemsiyeler bulunduğunu
göıdünı; ama bu, Kara Aşçı Kadın'ııı varlığını şüpheli bir duruma sokmuyordu.
"Kendisine nasıl hitap edeceğim?" tasası belirdi içimde ve yavaş yavaş ruhumdaki yüce
duyguları daha da yücelten, sezgileri daha da zenginleştiren bir yürüyen merdivenin
üzerinde bir sigarayı ağır ağır, tadını çıkara çıkara içmeye başladım: Bir yürüyen
merdivende gençleşiyor insan, otomatik bir merdivende kocadık
753
ça kocuyor. Ya üç ya da altmış yaşında bir kimse olarak otomatik merdivenden ayrılabilir,
ya küçük bir çocuk olarak ya da saçı sakalı ağarmış bir yaşlı kimliğiyle interpolün karşısına
çıkabilir, ya o, ya bu yaşta biri olarak Kara Aşçı Kadın'ı görüp korkabilirdim; bu iki şıktan
birini seçmem gerekiyordu.
Şüphesiz geç oldu arlık. Madeni yalağım pek yorgun görünüyor. Üstelik bakıcım Bruno,
ikidir tasa dolu kahverengi gözünü kapıdaki gözetleme penceresine dayayıp içeri bakıyor.
Karşıda, sulu boya gelincik resminin altında henüz kesilmeden duran oluz mumlu pasla var.
Maria belki de uyumuştur şimdi. Biri, galiba Maria'nın kızkardeşi Guslc bundan sonraki
oluz yıl için mutluluklar diledi bana. Maria nın bir uykusu var ki, imrenmemek elde değil.
Acaba oğlum, lisede okuyan, sınıfının en iyi ve örnek öğrencisi olan oğlum, doğum günü için
ne dilemişti bana? Maria uyumaya görsün, çevresindeki mobilyalar da onunla birlikte uyur.
Evet buldum Kurtçuk otuzuncu yaş günümde şifalar dilemişti. Bana gelince, Maria nın
uykusundan bir dilim diledim kendime, çünkü yorgun düştüm, konuşacak söz bulamaz oldum
arlık. Klepp'in genç eşi benim kamburum üzerine saçma, ama ini niyetli bir şiir düzmüş.
Prens Hugen'in de biçimsiz bir vücudu varmış, ama yine de Belgrat Kalesini zapletmişnıiş.
Bir kamburun mutluluk getireceğini nihayet anlamalıymış Maria. Prens Hugen'in de iki
babası varmış. Şimdi oluz yaşındayım, ama kamburum benden daha genç. Ondördüncü
Luchvig, Prens Eugcn'in olası babalarından bir tanesi. Eskiden sık sık güzel kadınlar
caddenin ortasında kamburuma dokunur, bu dokunuştan mutluluk beklerlerdi. Prens
Eugcn'in biçimsiz bir vücudu vardı ve bu yüzden eceliyle ölüp gitti. İsa'nın bir kamburu
olsaydı, onu zor çarmıha gererlerdi. Gerçekten şimdi, sırl otuz yaşındayım diye dünyayı
gezip dolaşmam, çevreme müritler toplamam mı gerekiyor?
Yürüyen merdivenin yol açlığı düşüncelerdi bunlar. Merdiven, gittikçe yukarlara çıkardı
beni. Önümde, yukarımda çekinmeden birbirleriyle sevişip koklaşan sevgili çifl; arkamda,
altımda şapkalı yaşlı kadın. Dışarıda yağmur yağıyor ve yukarıda, çok
754
yukarıda interpol memurları bekliyordu. Yürüyen merdivenin basamakları lalalarla
kaplanmış. Bir yürüyen merdiven üzerinde duruyorsanız, bir kez daha herşeyi düşünüp
taşınmak zamanıdır: Nerden gelip nereye gidiyorsun? Kimsin, nesin? Adın ne? Ne
isliyorsun? Kokular bana doğru uçup geliyordu: Genç Maria'nın vanilya kokusu, zavallı
annemin ısıtıp kızgın kızgın içtiği ve sonunda kendisinin soğuyarak toprağın allını
boylamasına yolaçan sardalya kulularmdaki zeytinyağları. Sonra Jan Bronski'nin her vakit
müsrifçesine harcadığı lavantaların kokusu; ama yine de erken bir ölümün kokusu Jan'ın
vücudunun bütün gözeneklerinden dışarı vurmuştu. Sebzeci Grcff'in deposu kışlık patates
kokardı. Ve bir kez daha ilkokul birinci smıf öğrencilerinin arduvaz yazı tahtalarından
sarkan kurumuş süngerlerin kokusunu duydum: Ve benim Roswiiha'mm tarçın ve hint cevizi
kokusu geldi burnuma. Ben ateşler içinde yalarken, Bay Fajngold üzerime dezenlcklc
ilâçlarını püskürttü, bir karbol kokusunda yüzmeye başladım. Ah, ya o HerzJesu
Kilisesi'ndeki Katoliklik kokusu; o bir sürü havalandırılmamış giysiler ve soğuk tozlar; sol
yan mihrap önünde duran ben, trampetimi ödünç olarak verdim. Kime?
Herşcye rağmen yürüyen bir merdivenin yolaçlığı düşüncelerden başka şeyler değildi
bunlar. Bugün beni iyice kıstırmak isliyor, otuz yaşındasın artık diyorlar. Dolayısıyla
çevrene müritler lopla, diyorlar. Hatırlasana, seni tutukladıkları zaman ne söylemiştin?
Yaş günü pastasını çevreleyen mumları say, yalağından çık ve müritler lopla çevrene. Bu
konuda oluz yaşındaki birinin elinde öylesine çok olanak var ki! Örneğin, beni gerçekten
klinikten atmaya kalkarlarsa, Maria'ya bir ikinci evlenme önerisinde bulunabilirim. Bugün
bu bakımdan çok daha şanslı bir durumda olduğum kesin. Nihayet Oskar bir dükkân açtı
Maria'ya, bugün için ünlü bir kimse, doldurduğu plaklarla hâlâ tatlı para kazanıyor ve bu
arada daha olgunlaşıp daha bir yaşlanmıştır. Otuzunda cvlenmeli insan. Ama belki ilerde de
bekâr kalır, eski işlerimden birini seçer, bir fosilli kireç taşı ocağı salın alır, taşçı ustaları
tutar,
755
çıkardığım (aşları dosdoğru las ocağından inşaatçılara salarım. Otuzunda insanın kendisine
bir gelecek sağlaması gerekiyor. Ama olmazsa — bina cephelerini süsleyecek bu taşlarla
lıabirc düşüp kalkmaktan bıkarsam, sanal perisi Ulla'yı arar bulur, onunla beraber, onun
yanı başında sanatçıları bir model olarak güzel sanatlara hizmet ederim. Kimbilir, belki de
günün birinde Ulla'yı bu kadar sık ve kısa vadeli olarak nişanlanmalardan geçmiş sanal
perisini eş yaparım kendime. Otuzunda evlcnmeli insan. Ama belki, Avrupa'dan bıkarsam,
kalkıp göç ederim; Amerika, Bulfalo eski düşüm benim: Orada büyükbabamı, milyoner olan
sanık kundakçı Joe Colchic'i,eski adıyla, Joseph Koljaiczek'i ararım. Oluz yaşında bir yere
yerleşip kök salması gerekir insanın. Olmazsa boyun eğer, beni sımsıkı kıstırmalarına ses
çıkarmaz ve sırf oluz yaşında olduğum için dünyayı dolaşmaya çıkar, bende gördükleri
Messias rolünü oynar, trampetime canlandırabileccği rolden daha büyük bir rol yükler,
trampetimi bir simge yapar, bir tarikat, bir parti, ya da sadece bir mason locası kurarım.
Yukanmdaki sevgili çilline ve bir basamak akımdaki şapkalı kadına karşın, yürüyen
merdivenin aklıma getirdiği şeyler bunlar. Sevgili çillinin benden iki basamak yukarıda
bulunduğunu, sevgili çifliyle arama valizimi koyduğumu söylemiş miydim? Fransa"daki
gençler son derece acayip oluyor Yürüyen merdiven biz hepimizi yukarı çıkarırken, kız
erkeğin deri çekelinin, daha sonra da gömleğinin düğmelerini çözdü ve ellerini oğlanın on
sekiz yaşındaki çıplak cildi üzerinde çalıştırmaya başladı. Ama bunu öylesine hamarat,
öylesine pratik, öylesine şehvani olmaktan uzak hareketlerle yapıyordu ki, içimde bir
kuşku uyandı: Fransa'nın başkenti bu alandaki ününü yitirmesin diye gençlere resmi
makamlarca para ödenip, onlardan sokak ortasında çılgınca sevişme sahnelerini
canlandırması istenmiş olmasmdı yoksa, diye düşündüm. Ama sevgili çiftinin öpüşmesi
üzerine içimdeki kuşku kayboldu; kızın dili nenleyse oğlanın neles alamamaktan
boğulmasına yol açacaktı; ben intcrpol memurlarının karşısına sigara içen bir kimse olarak
çıkmamak için sigaramı söndürdü
756 ¦
ğüm zaman, delikanlı halâ bir öksürük nöbetinden yakasını kurtaramamıştı. Benimle
şapkasının altındaki yaşlı kadın demek istediğim başımın hizasında duruyordu şapka, çünkü
yürüyen merdivenin her iki basamağı arasındaki yükseklik farkı boyumun kısalığı
dolayısıyla ortadan silinip gidiyordu — biraz homurdamp kendi kendine söylenmesine
karşın öyle dikkali çeken bir hareketle bulunmuyordu: Homıırdanıp kendi kendine
söylenmek de nihayet pek çok yaşlı insanın yaptığı bir şey Paris'le. Yürüyen merdivenin
lastik kaplı korkuluğu da bizimle çıkıyordu. İnsan elini bu korkuluk üzerine koyabilir ve
elinin korkulukla birlikte çıkmasını sağlayabilirdi. Yolculuğa koyulurken yanıma eldiven
alsaydım, bunu yapmaz da değildim. Merdiven sahanlığına döşenmiş çinilerin her biri,
birazcık elektrik ışığını yansıtıp duruyordu. Borular ve iri kıyım kablolar bizim çıkışımıza
krem rengi eşlik ediyorlardı. Hani cehennemi bir gürültü çıkarıyor değildi yürüyen
merdiven. Mekanik yapısına karşın insana daha çok bir rahatlık veriyordu. Korkunç Kara
Aşçı Kadınla ilgili olarak lakırclayıp duran tekerlemeye karşın Maison Blanche metro
istasyonu bana hoş, nerdeyse bir yuva gibi göründü. Yürüyen merdivende adeta
evimdeymişim gibi hissettim kendimi. İçimdeki korkuya ve çocuksu dehşete karşın. Bana
büsbütün yabancı kimseleri değil de, yaşayan ve ölmüş dostlarımla akrabalarımı
merdivende benimle çıkıyor görsem bundan mutluluk duyardım: Matzeıalh ile Jan Bronski
arasında zavallı annem, yanında çocukları Herbert, Gusle Fritz ve Maria okluğu halde o
saçları ağarmış İareye benzeyen Truezinski Nine. ayrıca Sebzeci GreH'le pasaklı karısı
l.ina, sonra kuşkusuz Üstat Bcbra ve ince nazenin Roswiiha, benim sallantılı varlığımı
çerçeveleyen ve benim varlığıma çarparak yıkılıp giden kim varsa; ama yukarda, yürüyen
merdivenin soluksuz kaldığı yerde, interpol memurlarının yerinde korkunç Kara Aşçı
Kadın'm tersini görmek isterdim: Büyükannem Anna Koljaiczck orada bir dağ gibi durmalı,
beni ve yanmıdakileri başarılı bir çıkıştan sonra eleklikleri altına, dağın içerisine çekip
almalıydı.
757
Ama yukarıda iki bay dikilmiş bekliyordu; bol eteklikler değil, Amerikan stili yağmurluklar
vardı sırtlarında. Ayrıca merdivenin sonuna doğru yukarımdaki o çckinmcsiz sevgili çifıiyle
aşağı ındaki mırıldanıp duran yaşlı kadının bal gibi sivil polisler olduklarını gülümseyerek
kendi kendime itiraf etmeden duramadım.
Daha ne söyleyeyim: Ampuller altında dünyaya gözlerimi açtım, üç yaşında kasten ara
verdim büyümeme, bir trampete kavuştum, camların canına okudum ezgilerimle, vanilya
kokusu kokladım, kiliselerde öksürdüm. Luzie'yi doyurdum, karıncalan izledim, büyüyüp
gelişmeye karar verdim sonra, trampetimi gömdüm, Balı'ya doğru yola düştüm, Doğu'yu
yitirdim, mermercilik sanalını öğrendim, modelcilik yaptım, yeniden trampetime döndüm,
beton yapıları gezdim, para kazandım, bir parmak üzerine titreyip kanal gerdim, parmağı
hediye ellim sonra ve gülerek kaçtım, yürüyen merdivenle yııkarlara çıktım, tutuklandım,
mahkûm edildim, kliniğe yalırıldım, ardından aklandım, bugün otuzuncu yaş günümü kutluyor
ve hâlâ Kara Aşçı Kadından korkup duruyorum — Amin!
Söndürdüğüm sigarayı yere bıraktım elimden. Yürüyen merdivenin basamağını kaplayan
latalar arasında kendine bir yer buldu izmarit. Uzunca bir süre kırk beş derecelik bir
eğimle gökyüzüne doğru yükseldikten sonra, üç adımcık da yatay olarak yo! aldı Oskar;
çekinmesiz sevgili çillinin arkasından çıkarken, arkasından gelen polis nine tarafından
yürüyen merdiveni en paslı latalarından, kımıldamadan duran bir demir lata üzerine
itilmesine ses çıkarmadı, lnterpol memurları kendilerini tanıtıp, Bay Matzcralh diye hitap
etliklerinde, yürüyen bir merdivenin esprisine uyarak ilkin Almanca: "Ben İsa'yım' dedi,
sonra interpol memurlarının karşısında bulunduğunu düşünerek aynı şeyi Fransızca
tekrarladı, sonra da İngilizce söyledi: "I am Jesus."
Ama yine de Oskar Malzeralh olarak tutuklandım. Karşı koyamayarak interpol
memurlarının himayesine ve dışarıda yağmur yağdığı için onların ellerindeki şemsiyelerin
koruyuculuğuna emanet etlim kendimi; öyleyken tedirgin, ürkek ve çekingen aranarak
çevreme bakındım ve yoldaki kalabalık içinde polis ara
75X
basının çevresine üşüşmüş korkunç derecede sakin insanlar arasında birden çok çünkü
onun üstesinden gelemeyeceği bir şey değil bu yüzünü gördüm Kara Aşçı Kadm'ın.
Artık aklıma bir şey gelmiyor söyleyecek. Ama yine de Oskaı'ın klinikten salıverildikten
sonra ne yapacağını düşünüp taşınması gerekiyor. Evlenecek mi? Bekâr mı kalacak? Göçüp
gidecek mi buralardan? Modellik mi yapacak? Bir laş ocağı mı salın alacak? Çevresine
müritler mi toplayacak? Bir tarikat mı kuracak?
Bugünkü günde otuzuna gelmiş bir kimsenin elinin altındaki seçenekleri bir gözden
geçirmesi gerekiyor; trampetimle de yapmazsam başka neyle yapabilirim bunu. Dolayısıyla,
benim için giderek daha diri ve korkunç bir nitelik kazanan o küçük havayı teneke
trampetime söyletecek, Kara Aşçı Kaclın'ı çağıracak, yarın sabah bakıcım Bruno'ya otuz
yaşındaki Oskar'ın bundan böyle gittikçe daha çok karalaşan bir çocuk korkusunun
gölgesinde ne biçim bir hayat yaşamayı düşündüğünü bildirebilmek için ona sorular
yönelteceğim; çünkü eskiden beni merdivenlerde korkulan, kilerde kömür alıp gelirken peh
yapıp beni güldüren, ama her vakit varlığı sezilen, parmakları arasından konuşan, anahtar
deliğinden öksürük sesleri gelen, sobada iç çekişleri duyulan, kapı açılıp kapandıkça
çığlıklar atan, duman duman bacalardan yükselen oydu; siste gemilerin öttürdüğü
düdüklerde ya da cilt pencereler arasında kalmış bir sineğin saatlerce süren can
çekişmesinde onun varlığı hissediliyordu; ayrıca yılanbalıkları annemi arzuladı ya da zavallı
annem yılanbalıklarım arzuladı mı, güneş Turmbcrg gerisinde kayboldu ya da kendi kendisi
için yaşamaya başladı mı, hep o vardı. Kehribar! Tahta heykelin üzerine atladığında,
aklında kim vardı acaba Herberl'iıı? Ayrıca ana mihrabın gerisindeydi bütün günah
çıkarma hücrelerini kararlan Kara Aşçı Kadın olmadan Katoliklik neye yarar? Sigusmund
Markus'un oyuncakları kırılıp dökülürken Kara Aşçı Kadının gölgesi vurmuştu ortalığa ve
kira evinin avlusundaki çocukların, Alex Mischke ve Nuchy Eyke, Susi Katcr ve Hanschcn
Kollin'iıı ağzından çıkmıştı, kiremit unundan çorbayı pişirdikleri zaman çocuk
759
lar bir tekerleme halinde hep birden söylemişlerdi bunu: "Kara Aştı Kadın geldi mi? Geldi,
geldi, geldi..." Hep vardı Kara Aşçı Kadın; ne kadar masum bir yeşillikle köpürmüş olsa da,
Waldmeister gazoz lorunda bile vardı; benim içine girip çömdüğüm bütün giysi
dolaplarında yambaşıma gelip oturdu, ilerde Luzie Renmvand'ın üç köşeli tilki yüzünü ödünç
alıp takındı, zarı soyulmamış sucuklu ekmek dilimlerini atıştırdı, toz alıcıları bir allama
kulesine götürdü sadece Oskar kaldı geride, karıncaları seyretti ve anladı hemen. Bu onun
gölgesi, çoğaltılmış bir gölge ve azizenin arkasından giden bir gölge ve bütün o sözler;
mübarek, acılarla dolu, ululanmış, bakirelerin bakiresi... ve bütün bu taşlar: Bazalt, Tuff,
Diabas, fosilli kireç taşı. yumuşak su mermeri... ve bütün o ezgilerimle canına okunmuş
camlar, saydam cam, soluk inceliğinde üflenmiş cam., ve bakkal dükkânlarındaki mallar:
Yarım kiloluk ve iki yüz elli gramlık mavi külahlarda un ve şeker. Sonra da dön kedi ve
Bismarck idi birinin adı, yeni badana edilmesi gereken duvarlar, ölüme vurgun Polonyalılar,
sonra bir taralın bir diğer tarafın gemilerinden birini batırması üzerine verilen özel savaş
haberleri, teraziden paldır küldür yere yuvarlanan patatesler, ayak ucuna doğru daralan
tabutlar, üzerinde dikildiğim mezarlıklar, üzerlerine diz çöktüğüm çiniler, üzerine vatlığım
keçe lifleri... ve beton içerisine karıştırılan yaratıklar, soğanların gözleri yaşartan özsuyu,
parmaktaki yüzük ve. yüzümü yalayan inek... Kara Aşçı Kadının kim okluğunu sormuyor
Oskar. Konuşacak söz bulamıyor artık. Çünkü eskiden sırlımda oturan, sonra da kamburumu
öpen şey, şimdi karşımda duruyor benim ve bundan böyle hep karşımda olacak:
Kara Aşçı Kadın karaydı arkamdaydı hep Simdi de bana doğru geliyor karşıdan kara
Sözlerini lers yüz ediyor kara, mantosunu kara Karaborsa akçeyle ödüyor kara Çocuklar
şarkı söylüyor, söylemiyor ya da, Kara Aşçı Kadın geldi mi? Geldi, geldi, geldi...

www.iskenderiyekutuphanesi.com

-SON-

GÜNTERGRASS
TENEKE TRAMPET

Teneke Trampet 1979 yayımlandığında, eleştirmenler tarafından, okunuşu esnasında


dikkat isteyen kitaplar arasında anılmıştı. Zaman, usta işi büyük eserlerin okunmasını
kolaylaştırır. Teneke Trampet'de fazlasıyla var olan bu özellik, Günter Grass'ın
tartışılmaz dehasının kanıtı olduğu gibi, onun nereye varacağı belli olmayan buluş
yeteneğinin de dev anıtıdır.
Bu kitap, bir Alman'ın Almanya üzerine mazoşizme varan haşin eleştirisinin apaçık
dışavurumudur.
Hiç büyümek istemeyen küçük Oscar'ın öyküsünü okurken aynı zamanda zamanımızın
alışılmış edebi sembollerinden biriyle tanışacaksınız.
Teneke Trampet, hiç abartısız XX.Yüzyılın Edebiyat Tarihi'ne bu kimliği veren başlıca
yapıtlardandır.
www.iskenderiyekutuphanesi.com

You might also like