You are on page 1of 12

ELƎŞTİRİNİN NERESİNDEYİZ

YA DA FİNCANCI KATIRLARINI ÜRKÜTMEK

Mustafa Durak
ELƎŞTİRİNİN NERESİNDEYİZ
YA DA FİNCANCI KATIRLARINI ÜRKÜTMEK

Mustafa Durak

Genel ve kuşatıcı bakıldığında eleştiri; kavram, kuram ve uygulama olarak


konu edilebilir. Bu üç konuya da güncel ve tarihsel olarak bakılabilir. Bir
de ayrıca edebiyat tarihçisi için genel eleştiri tarihi bakımından ve yerel
eleştiri tarihi bakımından durum(lar) söz konusu edilebilir ki en azından
kendi edebiyatımız için konuşursam, bugüne kadar böyle bir
değerlendirmeye tanık olmadım. Böyle bir çalışma için karşılaştırmalı
araştırmalara gereksinim olduğu ortada. Kaçınılmaz olarak hem eleştirinin
hem de eleştiri değerlendirmelerinin en önemli sorunu değer konusudur:
rüzgarın savrulduğu şu tepe noktası. Demek ki eleştiriye geniş açıdan
bakıldığında onun en temel konularının, kavram, kuram, işlev ve değer
olduğu söylenebilir. Bu terimlerle ilişkili olarak bakış açısı, amaçlılık,
nesnellik, hitabedilen kitleye uygunluk vb terimleri sıralanabilir.

Kanımca eleştiri, söz konusu ettiğim kavramlardan önce öznenin kültürüne


ve ruhsalına ait bir takım nitelikleri de ister. Bunlar çalışma disiplini, alan
bilgisi ve algılama, karşılaştırma deneyimlerine bağlı olarak görme,
başkalarına göre önceden görme, hoşgörü, değer bilirlik, törpülenmiş bir
benci’lik ve de elden geldiğince uzaklaşılmış bir bencillik olarak
öngörülebilir.

Eleştiri, çoğullaşmış edebiyat dergileri çerçevesinde bir disiplin olmaktan


çıkmaktadır. İzlenimsel yaklaşımlar, öznel değerlendirmeler, kalıp söze
dökmeler, alıntı yapmadan kendine maletmeler, kendi içinde tutarsızlıklar
alır başını gider. Bu konuda temel açmazlardan biri de karşılıklı
paslaşmalar ya da pas atma umutlarıdır. 'Kaşı benim sırtımı kaşıyayım
senin sırtını' yaklaşımları. Necip Fazıl’ın bir sözünü hatırlıyorum: “Kimse
beni benim övdüğüm gibi övemez, kimse beni benim yerdiğim gibi
yeremez”. Sanata uzaktan yakından bulaşmış olanların benci’liği, hep
kendileri için hak ettiklerini düşündükleri övgü dolu sözler bekler. Bu
yüzden arkadaşlıklar bitirilir, dostluklardan vazgeçilir. Bir eleştirmen ve bir
şair ilişkisinde hep eleştirmen aleyhine işleyen bir beklenti söz konusudur.
Bir şair haykırıyor: “Türkiye’de şiir eleştirmeni yoktur. En ciddi şiir
eleştirileri ve şiir üstüne düşünce yazılarını yazanlar yine iyi şairlerdir”
Tabii bu kadarla da kalamıyor, şairler dışında eleştiri yazanları da şöyle
değerlendiriyor: “Şairliğe hevesli ve tutturamamış insanlar bizde genellikle
şiir eleştirmenliğine soyunur” (Nihat Behram; Alaz; sayı: 9; sayfa:7). Bu
genel yargı, aslında, -yazısından anlaşılıyor- Mehmet H. Doğan’a
öfkesinden. Söyledikleri hoş değil. Bu tür değerlendirmeler hep gündemde
olduğu için, yani yalnızca Nihat Behram’ın yargısı olmadığı için alıntıladım
bunu (Bu noktada Tahsin Yücelin “Söylemlerin İçinden” adlı kitabı içinde
“Mutfak Yazını” bölümünün okunmasını öneririm). Doğrusunu isterseniz
genellemeler her zaman yanıltıcıdır. Şair ile eleştirmen ilişkisi elden
geldiğince uzak olmalıdır. Burada amaçladığım uzaklık gerçek uzaklık
değildir. İkisinin de bir diğerinin yaptığı işe saygısı anlamında bir
uzaklıktır. Her şair eleştirilebileceği gibi her eleştirmen de eleştirilebilir.
Eleştirilmelidir. Ancak şunu unutmamak gerek: yalnızca nesnel eleştiriler
sanata katkı sağlar. Öznel değerlendirmeler ve sataşmalar dedikodu
malzemesi olarak kalır, kalırsa. N. Behram’ın yargısına karşılık şöyle
denebilir: eleştiri olmayışından söz eden şairler ya seslerini duyurmak, öne
çıkmak isteyenlerdir, ya da olumsuz eleştirilmişlerdir. Unutulmamalı ki ne
şiir ne de şiir eleştirisi; maddi zenginlik de getirmez, çok büyük ün de.
Ancak iyi yapıldığında kültürel değeri vardır. Aslında şunu da asla göz ardı
ediyor değilim: iyiler ancak birbirleriyle karşılaştırıldığında ortaya
çıkabildiğine göre hem şiirin hem de eleştirinin iyi olmayan örneklere ne
kadar gereksindikleri de ortadadır. Bu ayni şairin şiirleri, ayni eleştirmenin
eleştirileri için de geçerlidir. O yüzden ne iyi şiirin, ne de iyi eleştirinin
kötülere burun kıvırma hakkı yoktur. Bunlar sayesinde fark edilmektedirler
çünkü.

Bugün, Türkiyede edebiyat ortamındaki neredeyse tüm dergiler, prestij


dergileridir. Yani basım masrafını karşılamayan dergilerdir. Dolayısıyla şiir
okuru ve hele hele şiir üzerine yazıları okuyanlar çok azdır. Ve bu
konularda ürün vermek, bireysel kendi kendine doyum ya da bilinçli bir
‘öyle varolma’ seçeneğidir. Herhangi bir dergide ya da yıllıkta şiiri çıkan
kişi artık şairlik beratını almıştır. Bundan böyle onun övgü dışında hiçbir
eleştiriye, eleştirmene gereksinimi yoktur. Hele hele şiir kitabı yayınlamışsa
burnundan kıl alamazsınız. Oysa gerçek sanatçılar şunu çok iyi bilir: ilgili
alan tıpkı sevgili gibi en küçük ihmali affetmez. Küsüverir. Bir küstü mü de
dargınlık özürle, 'ben geldim'le çözülmez. Isınıncaya kadar daha yoğun ilgi
ister. Kısaca sanatla uğraşmak zor iştir. Eleştiri de öyle diyorum. Elbette
her önüne gelenin eleştirmen kesildiği ortamın eleştirmeninden söz
etmiyorum. Yalnızca eleştiriye adanmış kaç ömür sayılabilir
edebiyatımızda? Elbette eleştirmen sayılmak için ille de yalnızca eleştiri
yazmak, bir ömür harcamak zorunlu değildir. İyi bir şiir yazmış biri benim
için şairdir. İyi bir öykü yazmış biri öykücüdür. İyi bir roman yazmış biri
romancıdır vb. Ayni şekilde iyi bir eleştiri yazmış olan da eleştirmendir.
Sorun iyilik ölçütünde. Bu noktada tek ölçütlülükten yana değilim. Her ne
kadar kendi ilkelerim, kendi bakışım olsa da. Eleştirinin kavrama, kurama,
şiir örneğinde şiir üretilmesine katkısı bakımından uygulamaya ne
getirdiğinin yani insanların yaşamını daha anlamlı kılmak adına yapılmış
olanın değerlendirilmesi gerekir. Böyle bir nesnel yaklaşım, söylemek bile
fazla edebiyat dünyamızı sınıfta bırakır. En gülüncü de şu: birileri çıkıp
“umurumda değilsiniz” diye yırtınabiliyor. Başka biri de eleştiri adına bin
yıl sonrası için kehanette bulunabiliyor. Elbette bu yazının konusu bunlar
değil. Eleştiri adına konuşan, gündeme girmiş kimi görüşlere yönelteceğim
bakışlarımı.

Yapısalcılıktan postmodernizme Mehmet Rifat:


Eleştiri konusunda ilginç bir “bildirge”ye değinmek istiyorum. Eleştiri
kuramlarını açıklamalarla görmeye alışığızdır. Mehmet Rifat yapmış
olduğu kimi çalışmalarını “gösterge eleştirisi” adı altında bir araya toplamış
ve, kitabının başına 25 maddelik bir “gösterge eleştirisi bildirgesi”
oturtmuş. Yani bu bildirge, onun kitabı için ayni zamanda bir giriş
niteliğinde. Adı ister bildirge olsun ister giriş olsun okurun şunu bekleme
hakkı var diye düşünüyorum. Kitap bütünlüğünde ne anlatıldığı, içeriği,
farklılığı konusunda bir bilgi. Bir açıklama. Ama öyle olmuyor. Tıpkı
poetika ya da “bildirge” yazma hastalığında karşılaştığımız gibi olmamışın,
yapılmamışın, yapılması arzu edilenin açıklamalarını buluyoruz bu
bildirgede de. Bu konuda, -genel olarak konuşuyorum- gerçekçi yani ürünü,
ürün toplamının neliğini anlatan ne bir poetikaya ne de bildirgeye tanık
olmadığımı belirtmeliyim. Elbette genel çizgiler içinde kimi niteliklerin
verildiği oluyor. Ancak bir poetikanın, en azından tüm ayrımları,
farklılıkları ortaya koyabilmesi gerekir. Bildirge, manifesto kavramı ise
farklı bir kimlik, farklı bir anlayışın habercisidir. Bildirgenin söz verdiği
niteliklerin, söz verenin yaptıklarında bulunması gerekir. Bildirge yapıt,
yapma konusunda verilmiş sözdür. İzlencedir. Bu yüzden bir bildirge iki
açıdan eleştirilebilir. Verilen söz ile üretim arasındaki ilişki bakımından ve
verilen sözün neliği bakımından. İlk sorun şu: eleştiri konusunda bildirge
yazılabilir mi? Böyle bir durum, bu işe soyunan özne açısından eleştirmen
ya da eleştiri kuramcısı olma adına söz almayı dayatır. Ve bildirge bir yol,
yöntem, politik tavır olarak bir başkayı işaret eder. Yani bildik gidişe bir
itirazdır. Bildirge bir eylemi içkindir. Bu yönüyle devrimcidir. Kuramlar
olsa olsa böyle bir niteliği uygulayıcı öznelerin davranışlarından edinebilir.
Burada “bildirge” terimini, “manfesto” kavramıyla buluşturuyorum.
Sıradan bir ilan, duyurma, bildirme anlamında değil. “Gösterge eleştirisi
bildirgesi”, herhangi bir sav içermeyen bir bildirme midir?

Sözü uzatmadan, Mehmet Rifat’ın “bildirge”sine geçeyim:

“Madde 12. Gösterge eleştirisi yazınsal yapıtı bir “ilişkiler demeti” olarak
görür”.
Evet, yapıtın bir ilişkiler demeti, bütünü olmasına kimse itiraz edemez.
Ancak ilişkilerin çerçevesinin çizilmesi gerekir. Mehmet Rifat da öyle
yapmıştır. Öncesinde ilişkiden ne anladığını açıklamıştır.
On birinci maddede şöyle diyor: “Gösterge eleştirisi yazarla gerçek okur
arasında bir ilişki aramaz (..) Yaklaşımını metin ile metnin yorumlanması
arasındaki ilişkiye dayandırır”.
Ve on beşinci maddede konu daha bir açıklık kazanır: “Gösterge eleştirisi,
yazarın, toplum içinde bir ideolojinin sözcüsü olup olmamasıyla
ilgilenmez”.
Demek ki, bırakın sıradan bir söylemin ideoloji içermesini, dolaylı olarak
ideolojik oluşunu; bir politikacının, ideolojik bir dünya görüşü içinden
konuşan birinin söylemini “gösterge eleştirisi” kapsamında ele
alamayacağız. Mehmet Rifat’ın anlayışında “gösterge eleştirisi”(!?) sadece
bir ideolojinin sözcüsü olma durumuyla ilgili değildir. O eleştirinin ya da
eleştirel bakışın ideolojiyle bağıntısı kopuk. Benim böyle bir eleştiri
yapmamı yasaklayamayacağına göre Mehmet Rifat, kendi öznel tutumu
içinden konuşuyor, üstelik bana karşı duruşuyla en azından söz politikası
olarak bir ideolojinin içine yerleşerek konuşuyor.
Mehmet Rifat, incelediği masalları bu dünyadaki olup bitenlerden, her türlü
etkiden soyutlayarak anlama derdinde. Özneler masal dünyasının özneleri.
Gerçekliğe dönüş hakkı yok. Böyle bir bakış çocuklara, çocukluğa yönelik
olabilir. Ya da eleştirinin çocukluk çağı. Zira edebiyat her zaman siyasetin
içinde yer almıştır. Siyasetten bağımsız bir edebiyat gösterilemez. Bakın şu
doğrudur. İçinde siyasetin konu olarak ele alınmadığı, hatta hiç sözü
edilmediği yapıtlar söz konusudur. Ama eleştirmenin görevi yalnızca
metnin içindeki yapıyla, ilişkilerle sınırlı olamaz. Edebiyat bir oyalama,
oyalanma sayılamaz. Hele hele şiir, hiç oyala(n)ma sayılamaz. Yazınsallığı
yapıtla sınırlı gören yapısalcılık yanılmıştır. Boğazına kadar siyasetin
içindedir. Zira bir metnin her türlü gönderimi; anlam’a, edimsel anlam’a
dahildir. Ve bu anlamlar yazınsallığın dışında değildir. Yazınsal olan;
insandan, insan ilişkilerinden soyutlanmış olarak var değildir. Olamaz.
Göstergeyi gönderimlerinden soyutlayamazsınız. Saussure'e dayanan temel
hata buradadır.

On üçüncü maddede de şöyle diyor: “Göstergesel eleştiri, bir yazınsal


yapıtın, varlığını, bildirisinde değil, anlatım ve içerikteki “ilişkiler
demeti”nde taşıdığına inanır”.
İşte zaten zurnanın zırt dediği yerlerden biri de burasıdır. Eleştiri inançla
işlemez. Yazınsal yapıtın varlığı, yapıt içindeki üretici varlığından ayrı
düşünülemez. Bu varlığı hissetmeyen (burada hissetmek terimini algılamak,
anlamak anlamında kullanıyorum) yapıtı nasıl anlamış sayılabilir ki?
Bu bildirgeyle ilgili bir de şuna değinip kapatayım konuyu. İlk maddede
gösterge eleştirisi şöyle tanımlanıyor:
“eleştiriyi, çağımızda gerçekleşmiş yeniliklere, alt üst oluşlara, sarsıntılara
ve dönüşümlere uyumlu kılmaya çalışmış çözümleyici, yapıbozucu,
yorumlayıcı, ve yeniden yapılandırıcı “yazısal” etkinlikler için
kullandığımız genel bir adlandırmadır”.
Burada çok önemli bir kavşağın işletilmesi bir zorunluluktur. Kuramsal her
önermenin eklektik, hibrid bir biçimi olarak eleştiri yolu ile yazara ve okura
durum saptaması yapmaya ya da olabilirse ufuktaki oluşumlara işaret ve/ya
yön vermede katkı olarak eleştiri sapakları ayni yol değildir. Bunlar
hedefleri bakımından uyuşmaz yollardır. Bir de şunu sormadan
edemeyeceğim: Mehmet Rifat’ın söz konusu kitabına aldığı yazılar hangi
anlamda yapıbozucudur? Hangi anlamda yorumlayıcıdır ve hangi anlamda
yeniden yapılandırıcıdır? Ve bu maddede özellikle, genelleştirerek
“yazısal” dediğine göre her türlü yazı ve yazıya dökülmüş, dökülebilir olan
söz ya da şey görsel eleştirinin konusu olacaktır. Örneğin reklamlar. Şimdi
reklam alıcısı, üretilen reklama yalnızca metin içi ilişki olarak mı
bakacaktır. Böyle bakmak alıcının yararına mı olacaktır? Tam da bu
noktada eleştirinin neye, kim(ler)e hizmet ettiği çıkacaktır ortaya. Bunu
görmekten kaçınabilir miyiz? Mehmet Rifat, her ne kadar bildirgesinin ilk
maddesinde postmodern bir eleştiri anlayışına yöneliyor görünse de onun
söz konusu yapıtı içine aldığı çözümlemeler yapısalcıdır. Hem de yorum ve
bütünsel, yaratıcı bir anlamlandırmadan uzak bir memur çözümlemesi
olarak yapısalcıdır. Genellikle Molière’in “Kibarlık Budalası”ndaki “Sayın
Jourdain”inin sesler ve düzyazı ile şiir kavramlarını öğrenmesi karşısındaki
hoşnutluğunu hatırlatır.

Doktora yaptığım yıllarda dilbilimde Chomsky’nin üretici dilbilim


modelinde çalışma yapmak modaydı. Jean Perrot, yapılan bu çalışmaların
boşa olduğunu, bir tez çöplüğü oluşturulduğunu söylemişti. Şimdi
düşünüyorum bugün kaç kişi bu model çerçevesinde araştırma yapıyordur?
Yani Jean Perrot’ya hak veriyorum. Ancak şöyle düşünmeden de
edemiyorum. Akıllı, gelişmeleri izleyen, bu arada kendine yer açmaya
çalışan biri yanlışlardan da ders alabilir. Ki Chomsky’nin kendini
geliştirdiği düşünülünce evet tek bir örneği dogmatik bir kural gibi
benimsemek ne bilim adamına yakışır, ne sanatçıya. Ve öyle bir bakışın
hele eleştiriye, eleştirmenliğe hiçbir katkısı olmaz.

Bu genel değinmeden sonra eleştiri adına yazılmış kimi yazılarda hatalı


bulduğum örnekleri ele almak istiyorum. Şunu hemen belirteyim ele
alacağım örnekler Fazıl Hüsnü Dağlarca üzerine yazılmış olanlardan
seçilmiştir.

İzlenimci eleştiri örneği Atilla İlhan:


“Onca önemli olan fikir, biçim ve kafiye; mısra ve dil ikinci planda
kalıyorlar. Bir bakıyorsun: “Efendi açuğ aç“, bir bakıyorsun “Gecenin
güzelliği uzamış tarihe kadar”. Ve bunların ikisi de aynı kıtanın içinde.
Mısra da öyle. Fazıl Hüsnü’nün kendine özgü bir mısrası vardır. Kabul.
Hem öylesine vardır ki, bir sürü genç şairi etkilemiş, ortaya taklitleri
çıkmıştır. Fakat, bu “bizzat” onun bakımsız mısralar salıvermesine engel
olmuyor. Belki çok yazdığı için (..) Onda mısra bendin içinde var, bendin
içinde bir şey ifade ediyor. Nasıl ki şiirler de kitabın bütünü ve büyük
örgüsü içinde kabarıyorlar ve kendilerini belli ediyorlar”
(Attila İlhan; Gerçekçilik Savaşı s: 149)

Bu ifadede, Attila İlhan’a göre: FHD’nın şiirinde düşünce, biçim ve uyak


birincil öneme sahiptir. Dize ve dil ikincildir. Böyle bir yargıyı kendi içinde
sorgulamamız gerekir. Bakın “fikir, biçim ve kafiye” ayrı bir dizi, “mısra
ve dil” ayrı bir dizi. Dolayısıyla birbirinden farklı iki dizi söz konusu. Ve
dizilerde ne yazık ki mantık ilişkisi kurulamıyor. Terimler rastgele seçilmiş.
Uyak ve dize şiir için özel terimler iken düşünce, biçim ve dil genel
terimlerdir. Yani biçim ve dil; uyak ve dizeyi içerir.
Ve Attila İlhan FHD’nın dilini eleştirirken kendi dilinin bozukluğunu
görmüyor. Okurun bu noktada “Mısra da öyle” tümcesini sorgulamasını
bekliyorum. Yani “mısra”nın nasıllığı, ifade içinde bizim çıkarımımıza
bırakılmış.

İkinci mantık dışı yargı şu: FHD’nın dize yapısı özgün ama “dağınık”.
Özgün ama dağınık bir dize yapısı!? Nasıl olur ki? Dikkat edilirse
genelleme yine hataya yol açtı. Eğer FHD’nin kendine özgü bir dize yapısı
varsa bunun ne olduğunu bilmek ister okur. Ve bu özgün dize yapısının
nasıl dağınık olduğunu da. Ki hem şiir okuru yararlansın hem de şairler.

Ve şu yargı başkalarınca da yinelenmiş: FHD şiiri bütün olarak şiirdir. Ben


bu noktada şiir için konuşuyorum iç yapısı itibariyle şiirsellikler içermeyen,
tek tek şiir olmayan, bütünde şiiri yakalayamaz.

Tarihsel ve izlenimci eleştiri Mehmet H. Doğan


Mehmet H. Doğan, FHD’nın benzerlerinin, taklitçilerinin olmamasını şairin
bunu yasaklamış olmasına bağlar.

“Nazım’ın, Rifat’ın, Anday’ın benzerlerini, taklitçilerini bulabiliriz, ama


Fazıl Hüsnü’nün, hayır. (..) Daha kitabındaki Ahirzaman adlı şiirde çok
ilginç bir biçimde yasaklamıştır zaten bunu.

Benimle ve edebiyatımla meşgul olana lanet olsun


Ben karanlık yolumda yalnız gideceğim
Hayvanları ve şekilleri
Çırılçıplak seveceğim”(FHD) (Tömer Çeviri; s: 122)

Yani onun taklit edilememesi, onun sanatına ait bir nitelik değil şairin
lanetinden kaynaklanmaktadır. Şiirsel değil tarihseldir.

MHD’a göre Dağlarca şiiri mekaniktir. Bir benzetmeyle söylersek halı,


kilim dokumacılığı gibidir. Şair önce dış çerçeveyi belirler ve buna uygun
olarak dokur şiirini:
“O, büyüteci altına aldığı olayları, görüntüleri, kişileri, eşyaları, nesneleri,
halleri, zamanları akla gelebilecek en küçük ayrıntılarını bile unutmadan
sınıflandırır, sıralar, dizilere sokar, başlıklar, altbaşlıklar verir, sonra da
bu başlıkların altını doldurmaya başlar”
(Tömer Çeviri sayı: 9; sayfa: 122-3).
Benim bu değerlendirmeye itirazım şu noktadadır: Dağlarca şiirinde bu
izlenimi alabileceğimiz şiirler olabilir. Ancak bunu genele yayamayız.

Ayni yazıda şöyle der:


“Daha”dan başlayarak konu ve izleklerin sonsuz çeşitliliği bilincine ulaşır
şair. Konular, izlekler bu sonsuz çeşitlilik içinde en ince ayrıntısına kadar
işlenir, büyük bir açlıkla sömürülür, içi boşaltılır ve bir daha dönülmemek
üzere bir kenara bırakılır. Bu tür bir çalışma, şairi zorunlu olarak seri
üretime iter. Bu yüzden, bir kitabı dolduran aynı konuda, aynı izlek
çevresinde, diyelim 100 şiirde söyleyiş tekrarlarına, imge tekrarlarına
rastlanması da doğaldır. Ama şurası da yadsınamayacak bir gerçektir:
Dağlarca’nın her döneminden, her kitabından hiç eskimeyecek şiirler
kalır” (s: 123).

Önce konu ve izleklerin “sonsuz çeşitliliği bilinci” ne demek? Ardından


eğer gerçekten şair böyle bir bilince ulaşabildiyse nasıl oluyor da böyle bir
bilince karşın seri üretime düşebiliyor? Ve bu sonsuz çeşitliliği
amaçlamasına karşın şair, tam bir sömürgen olarak sunulur. Konusunu
iliklerine kadar tüketiyor ve bir daha kullanılırlığı kalmayan, iyice tüketilen
konu terkediliyor. Ve bunun böyle olmadığı yine MHD’ın ifadesinden
okunuyor. Hem de ayrı bir yazıda değil ayni yazının uzak bir köşesinde bile
değil. Bu değerlendirmenin hemen altında konu, izlek ve imge
yinelemelerinden söz ediliyor. Bu ifade FHD’nın çelişkisini değil,
MHD’nın çelişkisini aktarıyor. Ve doğrusu yine gerçekliği sınanmamış bir
yargıya varıyor: “her döneminden her kitabından hiç eskimeyecek şiirler”.
Eğer gerçekten öyleyse bu FHD’yı çok yüceltmek demektir. Bu noktada
Dağlarca’nın yüceliğini tartışmaya açıyor değilim. Kestirmeden dengeleme
yargısının sunulmasına itiraz ediyorum. Kısmi gerçekliklerin
genelleştirilmesine itiraz ediyorum. Bir eleştirmen değerlendirmesinde,
yargısında ince eleyip sık dokumuş olmalı, diyorum.

MHD, bu yazısında Dağlarca’yı değerlendirme konusunda yine yanılmakta,


okuru yanıltmaktadır: “Şair bütün ideolojilerin dışındadır (..) ideolojiler
bile bir şiire vesile olabildiği ölçüde önemlidir onun için” (ayni yazı).

“Birinci tekil kişiliğini siler, dışarıdan bir anlatıcı kimliğine bürünür.


Bunun içinde, dindar mı, ateist mi, militarist mi, barışçı mı, demokrat mı,
evrenselci mi, milliyetçi mi olduğu anlaşılmaz şairin, birbirine karışmıştır
her şey. (..) Kore Savaşı’nın ünlü Missouri gemisinin İstanbul’u ziyareti
için “Missouri” şiirini (1951) de, “Madalyalarını Birleşmiş Uluslara geri
veren Kore gazilerine saygı” şiirini de yazan aynı şairdir. (..)
sömürgeciliğe karşı çıkan da odur (…) Osmanlı yayılmacılığıyla övünen de
odur” (ayni yazı)

Bu değerlendirmede özellikle şu Missouri gemisi olayına ve Dağlarca’nın


Amerikancılığına ve karşı Amerikancılığına değinmek istiyorum.
Dağlarca’nın, bu Amerikan gemisi için “Sivaslı Karınca” kitabına aldığı
“Missouri” şiiri Ece Ayhan tarafından, Attila İlhan tarafından eleştiriye
uğramıştır. Dağlarca kendini Bir söyleşide (Hayati Özen; Dağlarca Tömer
çeviri sayı: 9; sayfa: 109) şöyle savunur: “O şiirde dile getirilen türk
kimliğinin savunulmasıdır”. Oysa gerçekten durum onun dediği gibi
değildir. Ece Ayhan ve Attila İlhan bu şiiri eleştirme noktasında haklıdırlar
siyasi duruş bakımından. Şiir Amerika’ya bir güzellemedir. Missouri savaş
gemisi için söylenmiş şu dizeler bunu açıkça göstermektedir:
“Sen bir gençlik, soy soy, ateş ateş, / Bütün devletlerden sonra / Bütün eski
ölçülerden kurtulmuş, / Lezzetinde bir yelken kuvveti parlar, / Kardeş durur
varlığın, rüzgârda./
Yani FHD, yıllar sonra bu şiirini yorumlarken şiiri yazdığı anki Dağlarca
olarak değil de, bakışı zaman içinde değişmiş Dağlarca olarak
yorumlamaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası yazılmış bu şiirin zamanı 40’lı
yıllarda iktidarda olan Halk Parti iktidarı dönemidir. Ve Dağlarca bu
dönemde iktidarın yanındadır. En büyük yanılgı İsmet İnönü yanılgısıdır.
Bu lider ne yazık ki Atatürk’ün devamı gibi algılatılmış, algılanmıştır.
Oysa Atatürk’ün ölümüyle bağımsızlık anlayışı yön değiştirmeye
başlamıştır. Türkiyenin Amerikancılık macerası İsmet İnönüyle başlamıştır.
Bugünlerin tohumları İnönü iktidarı ile atılmıştır. Şunu söylemeye
çalışıyorum. Dağlarca siyasal yelpazede cumhuriyetçi kanatta yer
almaktadır ve Amerika’nın dalgalandırdığı özgürlük, demokrasi
kavramlarının sözdeliğini görememiştir o zaman. Bu, Dağlarca açısından
tarihi bir hatadır. Ancak daha sonra bu konuda Dağlarca bir değişim,
dönüşüm yaşamıştır. Daha sonraki şiirinde “Vietnam savaşımız” derken
Amerikayı, insanlığın karşısında en büyük tehlike olarak gösterebilmiş ve
Vietnam ile, Vietnam'da insanlığı simgeleştirmiştir. Ve şunu
söyleyebilmiştir: “Amerikalılar, çağın en büyük barbarları”.

Tonkin körfezi bir mavi aydır karanlıkta,
Kıyıları yanık et kokar.
Yeryüzü görmemiş binlerce yıldan beri,
Asya görmemiş, ak saçlı yiğit Asya.
Sarı dağlarından gelen erdemli yelleri artık,
Artık yeşil kokmaz, çağ kokmaz, iskelet kokar. (Vietnam Kıyıları’ndan)

Ve “Dualar” şiirinde Amerikalıyı çeşitli tehlikeli, vahşi hayvanlardan daha


zararlı göstermiştir. Özellikle bu durumu bir Dağlarca karmaşası olarak
göremeyeceğimizi söylemeye çalışıyorum. İnsan olarak her an hata
yapabilir, yanlış bir tutum içine girebiliriz. Kimse mükemmel değil. Önemli
olan her durumu yerli yerine koymak.

Kısmen sorgulayıcı, kısmen nesnel Ahmet Oktay:


Ahmet Oktay şairler içinden, yeni gelişmelere ilgi duyan önemli bir
eleştiricimizdir. Ama ne yazık ki herkesin düşebileceği hata çukuruna o da
düşmüştür. FHD içşn şu garip tümceleri kurabilmiştir:

“Denemedik biçim ve biçem bırakmamış görünmektedir” (Cumhuriyet


dönemi Edebiyatı; Kültür Bakanlığı; 1993; s: 598).

(Doğrusu Ahmet Oktay yazılarında pek çok yerde “biçem” sözcüğünü


yanlış kullanmaktadır. Burada da öyle. Bir şairin denemedik biçem
bırakmaması olanaklı değildir. Biçem tüm yapıtlardan şairin ta kendisini
çıkarabileceğimiz şeydir. Yani deyiş farklılıkları biçem değildir. Hoş FHD,
pek çok biçim denemiş olabilir ama biçim konusunda bile denemedik biçim
bırakmadığını, tüm biçimleri tükettiğini söylemek yanlıştır. Böyle bir
değerlendirme Dağlarca için değil kimse için geçerli olamaz.)

“FHD, en azından Çocuk ve Allah’tan başlayarak şiirin bir yapı, daha


kuşatıcı biçimde söylemek gerekirse bir dil yapısı olduğunu anlamıştır, her
kitabında bu doğrultuda ileri bir adım atmayı öngörmüştür” (s: 597).

Şiirin bir yapı, dil yapısı olmadığı şiirler de var mıdır?

Eleştiride dönemlere bölme hastalığı:


Bir de eleştirimizde dönemlere bölme hastalığına değinmek isterim. Bu
bize Batı edebiyat tarihlerinden kalmadır. Bu; bir yazarı, bir şairi mutlaka
belli bir gelişme çizgisi içinde görme, gösterme hastalığıdır. Yanlış
bellenmiş biçimsel bir yaklaşımdır.

Örneğin Dağlarca için eleştirmenlerimiz dönemsel adlandırmalara giderler.


MHD’nın bölümlemesini ele alayım:
Çocuk ve Allah dönemi (Çocuk ve Allah, Daha, çakırın Destanı, Taş Devri)
Toprak Ana dönemi (Toprak Ana, Aç Yazı)
Destanlar dönemi (Üç Şehitler Destanı vb)
Asu dönemi (Asu, Delice Böcek, Batı Acısı vb)

Böyle bir değerlendirmenin bir kesitleme, kümeleme işlemi olduğunu


bilmemiz gerekir. Bu işlerin ardından yapılması gereken kesitlerin
adlandırılması işlemidir. Ki adlandırılan kesitler yan yana geldiğinde bize o
şairle ilgili en temel anlamlandırmanın, anlamanın ipuçlarını verebilsin.
Oysa yukarıdaki dönemlemede şairin kitap adlarıyla yetinilmiştir. Bu da
dönem içinde görülen kitap adlarının ortak niteliğini vermekten uzaktır.
Bazı şairlerimizde dönemler çok kesin bir ayrımlamaya uygun olmayabilir.
Diyeceğim eleştirmen şabloncu olma gibi bir kolaycılığı benimseyemez.
Benimsememelidir. Gerektiğinde elbette dönemlere ayrılabilir. Ama bu,
eleştiri adına belki daha doğrusu edebiyat tarihi adına çok hassas bir
konudur. Titiz çalışmalar gerektirir.
Edebiyat tarihi deyince şu gülünç duruma dokundurmadan geçmemeliyim:
kimi şairler şiir tarihine eksik, yanlı bilgilerle yön vermeye çalışıyorlar.
Gülünç oluyorlar, fark edenler için.

Sonuç:
Evet toparlayacağım. Ben bu yazıda neredeyse bazı ortamlarca eleştiri
babası bilinen kişilerden örnekler vermeye çalıştım. Elbette birkaç örnek,
bütünü kapsayıcı olamaz. Bu değerli kişilerden öğreneceğimiz çok şey
vardır. Onların hataları başkalarının (kendim dahil) kulağına küpe olsun
diyedir.

Eleştirimizde eksik olan eleştirinin evrensel boyutuyla ilgilenmektir.


Dergilerde neredeyse her sayıda eleştiricilik yapmış olmak insanı
eleştirmen kılmaz. Hatta bu konuda ünlenmiş olmak da yetmeyebilir tek iyi
bir eleştiri üretmeye.

Eleştiri hem nankör, hem de zor bir iştir. Çok emek isteyen bir iştir.
Eleştiriye yönelen kişiyi pek çok açmaz beklemektedir. Ama bu konuda
kime mikrofon tutulsa, yanına yönüne bakınmadan söz almakta bir an bile
terddüt etmiyor. Hatta eğer bir de şiir yazıyorsa, ağzı laf yapıyorsa bir
numaralı eleştirmen kesiliveriyor. Yarası olan gocunsun. Eleştirmenlik zor
zanaat gerçekten. Bereket ben eleştirmen değilim. Sevgili hocam Tahsin
Yücel’in emeğine saygıyla. Ve başlıktaki bir imle değerli hocam Adnan
Benk’i andığımı vurgulayarak…

You might also like