You are on page 1of 67

YUNUS EMRE

Yaşamı

Sanatçı Kişiliği

Yapıtları

MEMET FUAT

(BENGÜ)

DE Yayınları/İkinci Baskı: Nisan 1979

YAŞAMI:

Yunus Emre’nin yaşamı üzerine bilgi çok azdır. 1950’ye kadar doğum ölüm yılları bile kesinlikle
bilinmiyordu.

Eski kaynaklarda, Yunus’un yaşadığı yıllar için birbirini tutmaz tarihler verilir. On dördüncü yüzyılın
ortalarında ya da sonlarında yaşadığı söyleyenlerin yanı sıra, 1439’a kadar yaşadığını ileri sürenler de
vardır. Ama doğrudan doğruya şairin şiirleri üzerinde çalışan uzmanlar, bu tarihlerin yanlış olduğunu
belgelerle kanıtlıyorlar.

Örnekse, Yunus Emre’nin olgunluk dönemi şiirlerinden olan Risâlet-ün Nushiyye adlı mesnevisinin
1337’de yazıldığı yapıttaki bir dizeden anlaşılıyor.

Başka şiirlerinde de, 1273’de ölen Mevlânâ Celâleddin’i gördüğünü, onun “söz ile işret” (musiki ile
içki) toplantılarında bulunduğunu belirttiği için, Yunus’un XIII. Yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. Yüzyılın
başlarında yaşadığı kesinlikle ortaya çıkıyor.

Ayrıca, şiirlerinde daha önceki sofileri (Tasavvuf ulularını) sık sık andığı halde, XIII. Yüzyıldan sonraki
sofilerden hiç söz etmemesi de bu görüşü desteklemekte.

Uzmanlar bu gibi bilgilere dayanarak Yunus’un 1320 ile 1334 yılları arasında ölmüş olduğunu
söylüyorlar.

1950 yılında ise Beyazit Kitaplığı’ndaki XVI. Yüzyıldan kalma bir “mecmua”da (derleme) şöyle bir kayıt
bulundu: “Vefat-ı Yunus Emre sene 720 – müddet-i ömür 72”. Verilen ömür tarihi hicri 720. Bundan
72 çıkartırsak, doğum tarihi olarak hicri 648’i buluruz. Demek ki Yunus Emre hicri 648 ile 720 yılları
arasında 72 yıl yaşamış. Bugün kullandığımız miladî tarihe çevirince iki yıllık bir oynama oluyor. Hicrî
648, miladî 1250’dir; 720 ise, 1320. Kısacası, Yunus emre miladî 1250-1320 yılları arasında 70 yıl
yaşamış.

Uzmanların çoğu Beyazit Kitaplığı’ndaki bu belgeyi benimsiyorlar, çünkü verilen tarihler onların şiirler
üzerinde çalışırken tahmin ettiklerine uyuyor. 1250’de doğduysa, 1273’de Mevlânâ öldüğü zaman
Yunus 23 yaşındadır, toplantılarında bulunabilir; olgunluk dönemi şiirlerinden Risâlet-ün Nushiyye’yi
yazdığında, 1307’de 57 yaşındadır, bu da uygun, 1320'de öldüyse, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden
söz edemez. 70 yıl yaşamış, şiirlerinden de böyle uzun bir ömür sürdüğü anlaşılıyor.

Bütün bu denk düşmelere karşın, Beyazit Kitaplığı’ndaki bu belgeye de şüpheyle bakan, başka
belgelere dayanarak, Yunus Emre’nin 1320’den daha sonra öldüğünü, XIV. Yüzyılın ortalarına kadar
yaşadığını ileri süren uzmanlar gene de vardır. Üstelik bunlar Yunus Emre’nin yaşamı üzerine yeni,
değişik tartışmalara yol açan bilgiler de veriyorlar.

Uzmanlar arasındaki görüş ayrılıklarının ötesinde, kesin olan şudur: Yunus Emre XIII. Yüzyılın ikinci
yarısı ile XIV. Yüzyılın birinci yarısında Anadolu’da yaşadı.

________________________________________

YAŞADIĞI ÇAĞ:

Bu dönemde Anadolu ne durumdaydı?

XIII. Yüzyılda Anadolu’da dört devlet vardı: İlhanlılar, Bizans, Trabzon Rum İmparatorluğu, Selçuklular.
Bu devletlerin en güçlüsü olan Selçuklular bile, çeşitli nedenlerle, daha çok da, ülkeyi sürekli bir savaş
alanına çeviren Haçlı Seferleri yüzünden, Anadolu’da siyasal bütünlüğü sağlayamamış, bir denge
kuramamıştı. 1220’de İzzeddin Keykâvus’un ölümü üzerine Selçuklu tahtına çıkan Alâeddin Keykubad
çevresindeki birçok beyliği kendisine bağladı, Kıpçak ülkesine kadar gitti. Konya Selçuklu Devleti’nin
bu toparlanma çabaları sırasında Moğol akınları başladı.

1231’de Moğollar Sivas’a inip pek çok kimseyi öldürdükten sonra, Selçuklu ordusu gelmeden geri
çekildiler. Bu arada, Moğollar’dan kaçan Harzemliler’in de Anadolu’ya sığınarak Erzurum Ovası’na
yerleştirilmeleri durumu büsbütün karıştırdı. Moğollar büyük düşmanlık besledikleri Harzemliler’i
burada da rahat bırakmadılar.

1237’de Alâeddin Keykubad ölünce, yerine Gıyaseddin Keyhusrev geçti. Bu güçsüz hükümdar Sadettin
Köpek adlı vezirin etkisiyle ülkeyi çok kötü bir yönetim düzenine soktu. Çeşitli gerekçelerle
kardeşlerini, analığını, birçok değerli devlet adamını öldürttü. Selçuklular’a sığınmış bulunan Harzem
Beyleri’nden birkaçının tutuklanması, bu arada birinin zindanda ölmesi, Harzemliler’in canlarından
korkup geçtikleri yerleri yağma ederek, arkalarından gönderilen orduyu da bozguna uğratarak
kaçmalarına neden oldu.

Moğol akınlarının etkisiyle Anadolu’ya göçmüş, Selçuklular’a sığınmış bulunan Türkmenler de bu kötü
yönetimden büyük oranda etkileniyorlardı. Bir yandan devletin sömürücülüğü, bir yandan Moğollar,
bir yandan Harzemliler, bir yandan kendi soyluları, bir yandan sayıları arttıkça artan eşkiyalar,
soyguncular, halkın mistik inançlara yönelmesine yol açmaktaydı. Karnını doyuramayacak kadar
yoksul insanların varlığı bir yana, zaten malından, mülkünden, yarınından da hiç kimse emin değildi.

Selçuklu Devleti’ni oldukça sarsan Babalılar Ayaklanması böyle bir dönemde patlak verdi.

Moğol akınlarından kurtulmak için Horosan’dan Amasya’ya gelip yerleşen Melâmeti Tarikatı Şeyhi
Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak köy köy dolaşıp halka Gıyasettin Keyhusrev’in kötülüklerini anlatmış,
bir kurtarıcı, bir peygamber olarak görülmeye başlanmıştı. Kısa sürede çevresine yolunda can
vermeye hazır binlerce insan topladı.

1238’de Türkmenler Baba İshak’ın yönetiminde ayaklanarak Selçuklu Devleti’ne karşı çıktılar. Kadın
erkek, büyük bir inançla savaşan Babalılar önce Sivas’daki Selçuklu ordusunu yendiler, Tokat’ı,
Amasya’yı alıp Kırşehir’e doğru yürüdüler. Kırşehir yakınlarında Selçuklular’ın devşirme ordusuyla
giriştikleri savaşta yenik düştüler. Binlerce Türkmen kılıçtan geçirildi. Baba İshak, 1240’da, Amasya’da
asıldı. Ertesi yıl da Baba İlyas öldürüldü.

________________________________________

Gıyaseddin Keyhusrev’ in Babalılar Ayaklanması’ nı bastırması Selçuklu Devleti’ni kurtaramadı. Yıllarca


Haçlı Seferleri’nden bezmiş olan Anadolu’da şimdi de Moğol saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu.

1242’de Moğollar Erzurum Kalesi’ni düşürdüler. Süt çocuklarına kadar bütün erkekler öldürülüp
kadınlar tutsak alındı. Şehir yerle bir edildi.

1 Temmuz 1243’de Selçuklu ordusu ile Moğol ordusu Sivas yakınlarındaki Kösedağı’ nda karşı karşıya
geldiler. Bu büyük savaşta Selçuklular yenildi, Moğollar’a boyun eğerek ağır bir vergi vermeyi kabul
etmek zorunda kaldılar. Sivas, Erzincan, Kayseri’yi de bütünüyle Moğollar aldı.

1246’da Gıyaseddin Keyhusrev’in ölümünden sonra ise taht kavgaları, siyasal çekişmeler birbirini
izlemeye başladı. Ayrıca, Selçuklular’a bağlı beyler, valiler de sürekli olarak bağımsızlıklarını elde
etmenin yollarını arıyorlardı.

1256’da Moğollar gene Anadolu’nun içerlerine girerek --taht kavgalarının durulmasından yararlanıp
toparlanmaya çalışan —Selçuklular’ı bir daha yendiler. Artık Selçuklular Moğollar’ın her istediğini
yapan bir gölge devlet durumuna düşmüşlerdi.

1277 yılında ise Memlûk Sultanı Melik Baybars Anadolu’da Moğol ordusunu bozguna uğrattı. Abaka
Han bunun intikamını daha büyük bir orduyla gelip Erzurum’dan Kayseri'ye kadar, şehir, kasaba, köy
ne varsa yağmalayarak, iki yüzden fazla insanı öldürerek aldı.

Anadolu halkının Moğollar’a duyduğu kin doruğuna varmıştı. Selçuklu Devleti’nin derlenip
toparlanması, güçlenmesi, ülkede siyasal bütünlüğü sağlaması gerekiyordu. Selçuklu sarayında
yönetim İran’dan göçme ya da İran hayranı kimselerin elindeydi. Bunlar aralarındaki çekişmeler
yüzünden sık sık Moğollar’la işbirliği yapar, kendi çıkarları için memleketlerini düşmana peşkeş
çekerlerdi. Sarayda Farsça konuşulur, devlet işleri Farsça yürütülürdü. Anadolu halkının duyduğu kini,
korkuyu, huzursuzluğu ülkenin iyiliği yolunda kullanabilmek için, önce devletle halkın arası
bulunmalıydı.

Bu durumu görüp değerlendiren Karamanoğlu Mehmet Bey ordusuyla Konya’ya geldi. İzzeddin
Keykâvus’un oğlu olduğu söylenen Siyavuş’ u tahta çıkarıp kendisi de onun veziri oldu. 1277 yılı
Mayısında okuttuğu ünlü fermanında şu sözler vardı: “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta,
mecliste ve meydanda Türkçe’ den gayrı dil konuşulmayacaktır”.
Ama bu toplanma çabası da uzun sürmedi. 1279’da Karamanoğlu Mehmet Bey Moğollar’la
çarpışırken öldü, Siyavuş’u ise yakalayıp diri diri derisini yüzerek öldürdüler.

Moğollar artık Anadolu’yu bütünüyle etkilerine almışlardı. Selçuklu sarayının iç işlerine kadar
karışıyor, vezirleri, hükümdarları seçiyorlardı. 1301’de İlhanlılar’ın Selçuklu hükümdarını öldürmesi
üzerine tahta çıkan Gıyaseddin Mesut II’yi Hamedan’dan Moğollar göndermişti. Bu hükümdar
1308’de, Kayseri’de ölünce, Selçuklu Devleti de sona ermiş oldu. Anadolu gücünü yitirmekte olan
İlhanlılar’la, serpilip gelişen, bağımsızlıklarını kazanan yeni beyliklere kaldı.

Bu arada korkunç kuraklıklar, kıtlıklar yaşanıyordu. 1299’da açlıktan kırılan halkın ölü eti yediği bile
söylenir.

XIV. Yüzyılın başında anadolu’da on ikiden fazla Türk beyliği vardı: Eşrefoğulları, Hamidoğulları,
Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, Sahibataoğulları, Saruhanoğulları, İsfendiyaroğulları,
Aydınoğulları, Karesioğulları, Pervaneoğulları, Karamanoğulları, Osmanoğulları.
________________________________________

Selçuklu Devleti’nin yıkılmakta olduğunu görerek 1299’da bağımsızlığı seçen Osmanoğulları, bir
yandan Bizans topraklarını alıp Balkanlar’a yönelirken, bir yandan da Anadolu’daki beylikleri ortadan
kaldırarak Selçuklular’ın bir türlü kuramadığı siyasal bütünlüğü sağlama yoluna girdiler.
Osmanoğulları’na boyun eğmeyen tek beylik Konya dolaylarındaki Karamanoğulları olmuş, XV. Yüzyıla
kadar direnmişlerdir. Osmanoğulları’nın bu üstünlüğü yalnızca savaşma yeteneğinden değil, yasa
anlayışlarından, halkın dertlerine önem veren yönetimlerinden geliyordu. (Osman Bey’in bir ahilik
geleneği olan ve Anadolu’da yaygın, ustalık belirtkesi “önlük” takma olayını anımsayın. /mg.özgeç) Bu
özellik XIV. Yüzyılda Anadolu halkının en çok özlemini duyduğu şeydi.

İşte Yunus Emre böyle bir dönemde, kargaşalıklar, kan dökmeler, kıyımlar, açlıklar içinde, insanların
çok acı çektiği bir dönemde yaşadı.

YAŞADIĞI YER:

Yunus Emre’nin nerede doğduğu, yaşadığı kesinlikle bilinmiyor. Bektaşi Vilayetnâmesi’ne dayanarak,
bazı uzmanlar, onun Sakarya çevresinde Sarıköy’de doğduğunu söylerler. Şeyhi Taptuk Emre’nin de
Sakarya dolaylarında yayamış olması Vilâyetname’deki bu kaydı doğrulamaktadır.

Son yıllarda bazı başka uzmanlar bu görüşe karşı çıkmışlar, yeni belgelere dayanarak Yunus’un
Karaman’da doğduğunu, yaşadığını, öldüğünü, mezarının da orada olduğunu savunmuşlardır.

SOYU, ÇOCUKLARI:

Yunus Emre’nin yaşamı üzerine bilgiler genellikle şiirlerinden çıkarılırdı. Örnekse, bir şiirindeki şu
dizeler, evliliği üzerine bilgi veriyor:

Uçmak uçmağım dediğin müminleri yeltediğin

Bir ev ile birkaç huri hevesim yok kaçmağ için


Bunda dahi verdin bize oğul u kız çift-ü halâl

Andan dahi geçti arzum benim âhım didâr için

(Uçmak: cennet. Mümin: inanan. Müslüman. Yeltediğin: meylettirdiğin, heveslendirdiğin. Huri:


cennetteki güzel kızlar. Kaçmak: kucaklamak, sarılmak. Bunda: burada. Dahi: da. U: ve. Halâl: nikahlı
kadın. Çift-ü halâl: nikahlı iki çift kadın. Andan: ondan. Âhım: yanıp yakınmam, özlemem. Didâr:
sevgilinin yüzü, Tanrı.)

Bu şiirden Yunus Emre’nin iki karısı, oğulları, kızları olduğunu anlıyoruz.

Ama Yunus’un yaşamı üzerine bilgi veren bu gibi şiirleri fazla değildir. Onun Karaman’da doğup
yaşadığını savunan uzmanlar yaşamıyla ilgili bazı belgeler de bulup çıkardılar. Buna göre:

Yunus Emre’nin ailesi Karaman’a Horosan’dan gelmiş, yerleşip kendi adlarına bir köy kurmuşlardır.
Babasının adı İsmail’dir. Yunus göçten çok sonra, Karaman’da dünyaya gelmiştir. Kendisi Kirişçi Baba
olarak tanınmış, oğullarından birine de İsmail adını koymuştur.

________________________________________

ÖĞRENİMİ:

Yunus’un “ümmi” olduğu, yani okuma yazma bilmediği üzerine bir menkıbe vardır. Ayrıca, kendi de
şiirlerinde şöyle der:

“Gönül kitabından okur

Eline kalem almadı.”

“Biçare Yunus ne bile

Ne kara okudu. Ne ak.”

“Ümmi benim, Yunus benim.”

Bunlara dayanarak halk arasında Yunus’un öğrenim görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen bir kimse
olduğu inancı yayılmıştır. Halkın büyük bir bölüğü okuma yazma bilmediği, ağızdan ağza geçen sözlü
bir kültürün egemenliğinde yaşadığı için, öğrenim görmemiş bir şairin böylesine derin sözler
söylemesi, uzun yıllar yadırganmamış, hattâ bir iç zenginliği gösterdiğinden, bundan hoşlanılmıştır da.
Okuma yazma bilmediğine inanılan bir şairin ulaştığı yücelik, okuma yazma bilmeyen insanlara bir
teselli, bir umut olmuş, onu kendilerine daha yakın görmelerine, kendilerinden saymalarına yol
açmıştır.

Ama uzmanlar Yunus Emre’nin okuma yazma bilmediği görüşüne, kendi sözlerine karşın,
katılmıyorlar. Şiirleri üzerinde yapılan çalışmalar, onun iyi bir öğrenimden geçtiğini gösteriyor:
Medrese’de okumuş, felsefe, tefsir (Kuran’ı yorumlama bilimi), fıkıh (İslâm Hukuku), Arapça, Farsça
biliyor, Yunan Mitolojisi’ni, İran Mitolojisi’ni biliyor, Tasavvuf Tarihi, tarih, coğrafya, ilm-i nücum
(astronomi), ilm-i usul (yöntem bilim) biliyor, aruzla şiir yazıyor.

Öyleyse niçin şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemiş?

Önce şunu belirtelim: Yunus Emre, şiirlerinde, okuma yazma bilmediğini söylediği gibi, genellikle
bilgilerini küçümsemek isterken, neler okuduğunu da ortaya vurmuştur. Şöyle sözler eder: “Dilimde
ilm-i usul”, “Dört kitabın mânasın okudum tahsil ettim”, “Okudum yedi musafı”. Gene şiirlerinde
âyetlerden (Kuran surelerinin parçaları), hadislerden (peygamber sözleri) alıntılar yapmış,
Mevlânâ’nın bazı kalıplaşmış sözlerini kullanmış, Şirazlı Sadi’nin bir şiirini Farsça’dan Türkçe’ye
çevirmiştir.

Şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemesinin nedeni medrese öğreniminden sonra Tasavvuf
yolunu seçmesindendir. Tasavvuf anlayışına göre: tarikata, Tanrı yoluna girenlerin, kitaplardan
edindikleri bilgilerden sıyrılıp, doğrudan doğruya Tanrı’dan gelecek bilgiye açık olmaları gerekir.
Tanrı’ya kitap bilgileri ile değil, Tanrı aşkıyla ulaşılır. İnsanın kitaplardan öğrendikleri arttıkça
bilmedikleri de artar, bu yoldan gerçeğe, yani Tanrı’ya ulaşmak olanaksızdır. Gerçeğe, yani Tanrı’ya
ulaşmanın tek yöntemi Tanrısal aşktır.

Demek ki “ümmi”lik, okuma yazma bilmemek, kitap bilgilerinin dışında olmanın, kendini bütünüyle
Tanrısal aşka vermiş olmanın en keskin belirtisidir. Dervişlerin bu konudaki alçakgönüllülüklerinin
aslında Tanrı’ya yakınlıklarını gösterdiği anlaşılıyor.

Yunus Emre’nin kendini okuma yazma bilmez göstermesi, halkla birleşmek, onlar gibi olmak özlemi
diye de yorumlanabilir. Bu yakıştırma, ama şairin genel havasına çok uygun düşen yorumun tersi ise,
kanımızca, yüzde yüz doğrudur: Türk halkı onun okuma yazma bilmez olmasını, kendi gibi olmasını
istemiştir.

________________________________________

Burada Yunus Emre’ye ara verip Tasavvuf inanışı üstüne alıntı aktarmak istiyorum:

İnanç Sözlüğü/ Orhan Hançerlioğlu

Remzi Kitapevi/1. Basım Mayıs 1975


Tasavvuf (İslâm): Bireysel dincilik… İslâmsal disiplin içinde oluşmuş bulunan tasavvuf deyimi, genel
olarak, iki öğeyle açıklanmaktadır. Bunlardan birincisi varlıkbirliği (Ar. Vahdet-i vücut) felsefesi, ikincisi
dinin yüzeyiyle yetinmeyerek derinliklerine inme eğilimidir. Ne var ki bu öğelerin ikisi de İslâmsal
tasavvufun başlangıcında geçerli değildiler, akıma zamanla katılmışlardır. İslâmsal tasavvuf, ilkin,
Batı’da da görüldüğü gibi, dinsel yaşamın aşırı, ama zorunlu bir sonucu olan gizemcilik (Fr.
Mysticisme)’le başlamıştır. İlk mutasavvıflar dinsel yaşamı, içlerine kapanarak, bireysel olarak ve
ruhsal yanlarıyla yaşamak isteyen aşırı sofulardı. Bu sofular, varlıkbirliği felsefesinden habersiz
oldukları gibi kutsal kitabın açık anlamlarının altındaki gerçek anlamlarını bulup çıkarmak isteğini de
duymamışlardı. Amaçları, sadece, aşırı bir Müslüman olarak, dünya işlerinden el etek çekip bütün gün
ve gecelerini dinsel bir yaşama vermekti. Nitekim İslâm peygamberi de peygamberliğe hazırlanırken
böylesine bir yaşam sürmüştü. İlk mutasavvıfların dileği, belki de, sadece ona benzemekten başka bir
şey değildi. Günlerini ve gecelerini örneğin Hasan Basri tanrı korkusuyla titreyerek (Bkz. El-Isfahânî,
Hilyet-ül Evliyâ, cilt II, s. 131), Rabia Adeviyye tanrı aşkıyla ağlayarak (Bkz. Şa’rânî, El Tabakat-ül-
Kübrâ, cilt I, s. 72) geçiriyordu; varlıkbirliğini düşünerek ya da dinsel sözcüklerde gizli anlamlar
arayarak değil. O zamanlar aşırı dincilikte peygamberi ve yakınlarını taklit eden ehl-i sünnet’e de
mutasavvıf deniyordu. Arap bilgini İbni Haldun, ünlü Mukaddime’sinde şöyle der (s.328): Tasavvuf, bir
şeriat bilimidir. Temeli, ashâb (peygamberin yakın dostları) ve tâbiin (bu yakın dostların dostları) ile
onlardan sonra gelenlerin hak ve hidâyete uyan hâlleridir ki kendini Allah’a vermek, tapımla
uğraşmak, dünyanın her türlü işlerinden ve süslerinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği mal
ve mülkten el etek çekmek, halktan ayrılarak ve yalnızlığa çekilerek ibâdete dalmaktır”. Bir başka
İslâm bilgini Sühreverdî de Avârif-el-Maarif adlı yapıtında mutasavvıfların ehl-i sünnet’ten olduklarını,
tapımı şeriata uygun olarak yaptıklarını, dinin kural ve temellerini araştırmakta derinleşerek dinin
gerçek amacına doğru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir inana kavuştuklarını yazmaktadır.
İslâmsal bilgilerde çok yetkili bir kişi olan ve mutasavvıflara karşı olduğunu hemen her yapıtında
açıkça söyleyen Abdülbâki Gölpınarlı bile bir yapıtında: “Hiç şüphe yok ki Sûfîler içinde şeriata harfi
harfine riayet edenler vardır” demektedir (Bkz. A. Gölpınarlı, Tasavvuf, 1969, s.97). Zamanla
tasavvufa katılmış bulunan panteist (Yunan kamu tanrıcılığı…) Bâtınîlik (İslâm dinini usçu bir açıdan
yorumlayanların yolu…), bu akıma, iki temel özelliği olan varlıkbirliği anlayışıyla yoruma dayanan
içrekçiliği getirmişlerdir. Bu katışma sonunda tasavvuf şu aşamalara ulaşmıştır: İlmelyakîn aşamasında
dini olduğu gibi, eşdeyişle, herkes gibi görür, uygular. Aynelyakîn aşamasında görünenden
görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalışır. Hakkalyakîn aşamasında dinin gerçek amacına varır
ve tam bir inan içinde ölüp tanrıda ölümsüzleşir. Bu son aşamayı Cüneyd-i Bağdâdî şöyle
tanımlamaktadır: “Tasavvuf, tanrının seni senden öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır”. Tasavvuf
sözcüğünün de hangi kökten türediği de tartışılmalıdır. Genel olarak bilgi anlamına gelen Yunanca
sophia sözcüğünden türediği ileri sürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanıldığı kesin olarak
bilinmemekle beraber, Yunan felsefesiyle ilişki kuran ilk İslâm düşünürlerinden çok önce kullanıldığı
sanılmaktadır. Bîrûnî’nin Tahkik-i ma lil-Hind adlı yapıtında ileri sürdüğü (s.16) bu sav, doğru olması
gerektir. Yoksulluğu yeğlemeleri dolayısıyla Arapça yünlü dokuma anlamına gelen sof giymeleri
yüzünden bu adı almış olmaları olanaklıdır.
_____________________________________

YUNUS’UN TARİKAT ZİNCİRİ:

Yunus Emre’nin şeyhi birçok şiirinde andığı Taptuk Emre’dir. Taptuk Emre’nin şeyhi Barak Baba, Barak
Baba’nın şeyhi Sarı Saltuk, Sarı Saltuk’un şeyhi ise Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Bu zincir Yunus’un Bektaşi
Tarikatı’ndan olduğunu gösteriyor. Hacı Bektaş-ı Veli de Babalılar Ayaklanması sonunda öldürülen
Baba ishak’ın halifesidir. Böylece Yunus emre Babalılar’a bağlanmış oluyor. Nitekim bir şiirinde Taptuk
Emre’den Baba Taptuk diye söz eder.

Şiirlerinden öğrendiğimize göre, Yunus Taptuk Emre’nin tekkesinde hizmet etmiş, onun düşüncelerini
yaymak için gurbete çıkmış, Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı dolaşmış, Şam’a gitmiştir.
Taptuk’un kapısında piştikten sonra da halkı kendi adına tarikata çağırmaya girişmiş, şeyh olmuştur.

Bektaşîlik (Türk): XIII. Yüzyılda kurulan büyük Türk tarikatı. Hacı Bektaş* Veli’nin kurduğu ve halifesi
Balım Sultan’ın düzenlediği en ünlü ve etkili Türk tarikatıdır. Türklerin melâmet* anlayışının
ürünüdür. Düşünce kaynakları Yesevîlik*, Babaîlik,* Şîa-i* isnâ aşariyâ’ya dayanır. Türk halklarında hiç
sönmeyen eski Türklerin dini Şâmânlık’ın* özlemiyle Sünnî Müslümanlığa karşı bir tepki olarak
doğmuştur. Zamanla aynı yolda yürüyen Kalenderîlik*, Haydarîlik*, Abdallık* ve Hurûfîlik gibi çeşitli
Türk tarikatlarını içine çekmiş ve eritmiştir. Eşitlik, kardeşlik ve mallarda ortaklaşacılık güden
toplumcu yanı, Bâtınî* karakterini belirtir. Ayrıca, Ahîlik’in* de izlerini taşır. Gizli ve kapalı bir
tarikattır, ancak bağlılarının bildiği sırları vardır. İlkelerine göre, her insan gereken bilgiye erişmiş
değildir, gereken bilgi ve olgunluğa erişen kutup adını alır. Nasıl değirmen taşı kutup adı verilen
ortadaki demirin çevresinde dönerse, evren de öylece kutupların çevresinde döner. Sayısı pek çok
olan bu kutupların içinde en yetkini kutuplar kutbu (Ar. Kutup al-aktâb)’dur. Onun bir yanında sağ
imam, bir yanında da sol imam oturur (Ar. İmâmâm). Bunlardan sonra evrenin dört yanını yöneten
dört direk gelir (Ar. Evtâd-ı Erbaa). Dört direği abdallar rütbesi izler, bunlar direklerle birlikte beşler
adını alırlar. Daha sonra yediler ve üç yüzler gelir. Evren bu örgenlerle yönetilir (Ar. Saltanat-ı
İlahîyye). Bektâşîliğin ayrıcı niteliği yedi yüzyıl boyunca birtürdenliğini korumuş ve kendisinden hiçbir
kol ayrılmamış olmasıdır.

O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s100

*Bektaş (Türk): bendeş>eş, benzer, emsal; denkdeş/denkdaş/dekdeş/dendeş>eş , benzer;

TDK/Yeni Tarama Sözlüğü/Cem Dilçin

*Melânet (İslâm): Tasavvufa karşı çıkan bir tasavvuf tarikatı… Arapça kınanmak, aşağılanma ve hor
görülme anlamındaki levm sözcüğünden türemiştir. Melâmiyye adıyla da anılır. Melâmilik (İslâm)
Hiçbir özel bilgi, özel kılık, özel tören, özel toplantı yeri gereksememekle gerçekleştirilmiştir. Sünnî
Müslüman Türklerce geliştirildiği ve IX. Yüzyılda Horasan(da kurulduğu için Horasânîler ya da Horasan
Erenleri adıyla da anılırlar. Levm sözcüğü, tarikatın başlıca ilkesini açığa koyar: Kişiliği hor görmek ve
aşağılamak. Kendi kendilerini kınadıkları ve hor gördükleri gibi başkalarının da kendilerini kınamasını
ve hor görmesini isterler. Kendini üstün görme, böbürlenmek. İkiyüzlülük gibi kötü eğilimlerin
böylelikle yok edileceği kanısındadırlar.

O.Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.391

*Yesevîlik (Yeseviyye, İslâm) : XII. Yüzyılda Ahmet Yesevî tarafından kurulmuş. Özellikle Türkistan
Türkleri arasında yayılmış bir tarikattır. XV. Yüzyıldan sonra Anadolu’da da bağlıları çoğalmıştır. Tanrı
adını hırıldanma (zikir) yönteminde bir özellik gösteren tümüyle Sünnî, kitaba ve peygamber sözlerine
bağlı bir tarikattır. Daha sonra Bektâşîler, Ahmet Yesevî’yi kendilerine maletmişlerdir. Nakşibendîler
de onun Tarik-i bâcegân (Hocalar yolu) adı verilen özel zikir yöntemini benimsemişlerdir.

O.Hançerlioğlu/İnanç sözlüğü/s.696

*Babaîlik (Türk) : Baba İshak’ın peygamberliğine inanan Türk mezhebi. Baba ishak’ın kurduğu bir Türk
mezhebidir. Temel olarak Şamanlığa dayanır. Gizemsel yapıdadır. İslâmlık disiplini içinde kurulduğu
halde İslâmlık öğelerine aykırıdır. Babaîlere göre Baba İshak, peygamberdir, ölmüş değil, gökteki
yerine çekilmiştir. Babaîlik, XIII. Yüzyılda , Müslümanlığa alışamayan ve Şamanlığın özlemini çeken
Anadolu Türkleri arasında pek yayılmış, siyasal bir amaca yönelerek Anadolu Selçuklu Devleti’ni bir
hayli uğraştırmıştır. Türk gizemciliğinde en önemli yeri alan Bektaşîlik, Babaîlik’ten türemiştir.

O.Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.89

*Şia (İslâm) : Ali yandaşlığı. Arapça yandaşlar demektir. Genellikle Şiîlik denir. Terim, halife Osman’ın
öldürülmesinden sonra ileri sürülmüştür ve peygamber Muhammet’in amcasının oğlu ve damadı
Ali’ye düşman olan Hâricîlik karşıtı olarak siyasal bir parti niteliğindeki Şiîlik’i adlandırmıştır. İlkin,
Ali’ye karşı Osman’ın soyunu (Emevîler) tutanlara Şia-i Osman ve Ali’yi tutanlara Şia-i Ali denmiş;daha
sonra sadece Ali yandaşlığı’nı dile getirmiştir.

O.Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.599

*Şâmânlık (Şamanizm/Türk) : Türk-Moğol-Sibirya dini. Evren gök, yer ve yer altı olmak üzere üç bölüm
olarak tasarımlanmıştır. Gökte iyi ruhlar, yerde insanlar, yeraltında da kötü ruhlar otururlar. İyi
ruhların başkanı Ülgen (Ulu, bir çeşit tanrı) ve kötü ruhların başkanı Erlik (Güçlü, bir çeşit şeytan)’tir.
Orta yerde yaşayan insanlar bu iyi ve kötü ruhlar arasında denge kurmak zorundadırlar. İşte şaman
adı verilen din adamı bu dengeyi sağlamakla görevlidir.

O.Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.594
*Kalenderîlik (Kalenderiyye/İslâm) : Melâmîlikten türeyen bir tarikat. Melâmî şeyhi Zekeriyya
Multânî’nin müridi Seyit Celâl Buhârî’ye bağlı olan Melâmîler bu adla anılırlar. Kimin tarafından
kurulduğu kesinlikle bilinmemektedir. Mal ve mülke önem vermemekle ünlüdürler. Kafaları kaşlarına
varıncaya kadar traşlıdır. Kalenderîlere göre güzele tapma, tanrıya tapma demektir. Kadın ve erkek
farkı gözetilmeksizin her güzel tapılmaya layıktır.

O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.293

*Haydarîlik (Haydariyye/İslam) : Melâmîliğin bir kolu. XIII. Yüzyılda Seyit Kutbettin Haydarî tarafından
kurulmuştur. Melâmîliğin bütün özelliklerini taşır, sadece giyim kuşam farkları vardır. On iki imama
bağlılıklarını göstermek için on iki dilimli taç ve külah giyerler. Sakallarını keserler, buna karşı bıyık ve
perçem bırakırlar. Kollarına halkalar takarlar, bellerine demir çıngıraklar asarlar.

O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.230

________________________________________

*Abdallık (Abdal/İslâm) : Abdal, kırk din büyüğü… Peygamber Muhammet’in amcaoğlu Ali’nin anlattığı
bir hadiste Tanrı’nın sevgilisi oldukları iler sürülen kırk din büyüğü bu adla anılır. Çeşitli Müslüman
tarikatlarında bu deyim ermiş, derviş, evliya anlamlarında da kullanılmaktadır. Mevlevî abdalı, Bektaşî
abdalı v.b. gibi deyimler bu anlamdadır. Abdallık, aynı zamanda Melâmîlikten türeyen ayrı bir tarikatı
adlandırdığı gibi, Bektâşîliğin de beşinci derecesidir. Bunlardan başka, göçebe Türk dervişleri de bu
adla anılmıştır. Bunlar, Göktürklerce dağıtılan Akhunlardır. Önceleri eski Türk dini Şamanlığın
temsilcileri olarak yayılmışlar, daha sonra Müslüman olarak Kalenderî abdallarına karışmışlardır.
Görevleri, yağmur yağdırmak, doğal âfetleri önlemek, savaş kazanmak gibi işlerde varlığına inanılan
tinsel güçleriyle Müslümanlara yardım etmektir. Babaîlik tarikâtının kalıntıları olan ve Horasan
erenleri adıyla da anılan Rûm abdallarının, hem dinsel hem de dövüşçü güçleriyle, Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunda büyük etkileri olmuştur. Geyikli Baba, Abdâl Mûsa, Abdâl Kumral bu Türkmen
babalarının en ünlüleridir. Müslüman Abdâllar Alevîdir.

O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.10

*Hurûfîlik (İslâm) : Harflerden dinsel anlam çıkaran tarikat. Hurûfîlik genel anlamda harfçilik demektir.
Örneğin Bâtınîler, Fazlullah’ın öğretisine bağlı olmaksızın, bu anlamda Hurûfî’dirler. Bununla beraber
Hurûfîlik denince İran’lı Fazlullah’ın XVI. Yüzyılın sonunda kurduğu İslâm tarikatı anlaşılır. Bu inanca
göre yaratıcı olan harftir. Yunan Pitagorasçılığına ve Yahudi kabala’sına dayanan Hurûfîlik, konuşan
insanı tanrılaştırır. Çünkü söz, gerçekleşmiş, varlık olarak belirmiş olan tanrıdır. Bu da insanda dile
gelir. İnsan, konuşan tanrı ( Ar. Kelâm-ullah-ı nâtık)’dır. Harflerin birbiriyle sonsuz sayıda birleşme
olanakları vardır. Harfler insan yüzünde de görünürler. Örneğin, ayın harfi ağız, lâm harfi burun, ye
harfi çene birleşince Ali (bu Arap harflerinin yan yana gelmesi bu adı yazar) insan yüzünde belirmiş
olur. Hurûfîlik anlayışında varlık, harflerle açıklanır. Bu tutum Antikçağ Pitagorasçılığının varlığı
sayılarla açıklamasının başka bir biçimidir. Batınîliğin temel düşüncesini sürdüren Hurûfîlikte amaç,
insandır. İnsanın açıklanması tanrıyı da açıklar.
(Burada Hermes-ül Haramis, Hermes-tut, peygamber İdris adıyla anılan Osiris Tapınağı rahibinin
sözleri aklıma geldi: İnsanlar ölümlü tanrı / Tanrılar ölümsüz insan…mg.özgeç)

O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.251-252

*Ahîlik (Türk) : Yiğitçe yardımlaşma örgütü. İlkin fütüvvet (Ar. Fütuvva) adıyla Abbâsî halifelerinden
Nâsır Dinibillâh’ın izniyle kurulan bu örgüt, XIII. Yüzyılda ahîlik adıyla Selçuklular arasında Anadolu’da
gelişmiştir. Dinsel bir tarikat olmadığı gibi bir esnaf örgütü de değildir. Ne var ki içrekçiliğin kimi
ilkelerini savunmuşlar ve işçiler arasında yayılarak esnaf loncalarını da örgütlerine katmışlardır.
Gerçekte ahîlik, Batının şövalyelik kurumunu andıran bir kahramanlık, yiğitlik ve yardımlaşma
örgütüdür. Ahîler birbirlerine kardeş derler, ortak sofralarda yemek yiyip ortak bir keseden para
harcarlardı. Günlük kazançlarını bu ortak keseye katmak için hergünün akşamında getirip
başkanlarına verirlerdi. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında, özellikle Osman ve Orhan döneminde
büyük yardımları olmuş, Anadolu’da siyasal ve yönetimsel düzeni sağlamışlardır. Murat I.’den sonra
gittikçe güçlenen Osmanlı Devleti, Ahîlerin siyasal güçlerini ortadan kaldırmıştır.

O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s.24

________________________________________

Bu noktada biraz daha gerilere gidip, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Bakkhos, İbakki, zeybek, Ahîlik
üzerine yazılarını aktarmak istiyorum.

Bakkhos şarap tanrısı olarak tanınır. Yabani üzüm asmasının yalnız Güney Anadolu’yla Kuzey Suriye’de
bitmiş olduğu anlaşılmıştır. Anadolu göçmenleri asmayı buradan İtalya, Yunanistan, güney Fransa ve
İspanya’ya taşıdılar. Ama Bakkhos yalnız üzüm tanrısı değildir. İvriz’deki Hitit kabartmasında Bakkhos
bir elirde üzüm salkımı, öteki elinde de bir demet arpa ya da buğday tutmaktadır, çünkü insanoğlu
şaraptan önce bira yapmasının sırrını bulmuştu.

Bakkhos hayatta sevincin çıldırtıcı tanrısıdır. Bu dinde kadınlı erkekli alaylar dansla, çalgıyla tanrının
adını çağıra çağıra, tanrısal bir çılgınlık içinde kendilerinden geçerek tanrıyla birleşirler. Bakkhalar
böylece birer Bakkhos olur. Dervişlerin “Hu! Hu!” çekerek, mistik bir “fena fillah” (“tanrıya kavuşarak
onda yok olması”) katına varmalarına çok benzese de, Bakkhos dinindeki törenlerde “mutu kalbe
entemutu” yani ölmeden önce ölmek, bir de “katli şehavet” yani nefsini kesmek hiç yoktur. Bu
tarikatta “dünya ve mafihâ”dan, ruhun bedenden ayrılması yoktur. Ruh da gövde de bir ve bu tek
nesne de doğanın bir parçası sayılagelir. Her kişi evrensel yaşama sevincinin ve coşkusunun bir
kısmıdır Bakkhos dininde.

Bakkhos’un çok önemli bir adı da –yukarda sayılan nedenlerden ötürü—Poligates’tir. Bu da sayısız
hoşluklar ve coşkun sevinçler veren tanrı demektir. Bu sevinç ve coşkuya “ganos” deniyor. Ganos
sözünün hemen hiçbir dilde tam karşılığı yoktur: Parlayış, harlayış, gözalıcı çakış, ışık çıldırısı anlamına
gelir bir yandan, öte yandan da nem, su, cansuyu anlamındadır. Örneğin bitkilerin özünde, arıların
çiçeklerden aldıkları balda, nemli çayırlarda, ineklerin koynların sütlerinde ganos vardır. Özellikle
şarap Bakkhos’un ganos’udur.

Bakkhos alayları geceleri dağlarda harıl harıl yanan meşaleler ve nartheks bitkilerini başlarında fırıl
fırıl döndürerek kadın erkek oynarlar, bir sevinç fırtınası koparırlar; bu cümbüşe davullar (davuldan
çok kuddumlar), zurnalar tempo tutar. Bu tarikatlar ya da birlikler Anadolu’da gelişmişti. Zeybeklerde,
Bektaşîlerde de etkisi görülür. “Ayîn-i cem”ler eski “orgia”lardır.

Bakkhos’lular ve Bakkhos akımı içi içine sığmaz aşkın ve taşkın bir hızla yaıylarak dört yanı sardı. İ.Ö.
VII. Yüzyılda Yunanistan’a geçti ve Bakkhos on iki Olympos’lu tanrının biri oldu.

Halikarnas Balıkçısı/Düşün Yazıları/s. 61>

Zeybek sözünün Arapça civa demek olan zibak sözünden geldiğini yazarlar. Zeybekler oynarken civa
gibi atik imişler de ondan. Hüseyin Kasım Kadri lûgatında zeybeği şöyle anlatıyor:”Aydın ve Bursa
vilayetlerinde verilen unvan; bazan kardeş ve arkadaş olarak hitap yerinde kullanılır; hafif tüfekçi
asker. Devleti Selçukiye zamanında Teke ve Aydın tarafında bulunurlardı.” Yunanlılar da zeybeği
Yunanca sayıyorlar, Zeus sözüne, ekmek anlamındaki “bekos” sözünün eklenmesidir diyorlar. Son
zamanlarda Türkçülük çabasıyla zeybeklerin menşei Türkistan’dan İ.Ö. üç bin yıl önce Anadolu’ya göç
etmiş Türklere bağlamaya çalışıyorlar. Zeybekleri uç beyleri (bek’leri) sayanlar da var. Gerçeğe en
yakın tefsiri gene Hüseyin Kasım Kadri yapmaktadır. Çünkü “o bekos” ya da “io bakkhoi” derneği Batı
Anadolu’ya yayılmış bir kardeşler birliği idi.

Anadolu zeybekleri Ahîlerin “börk” dedikleri keçe külah giyerlerdi. İsa’dan önce yaşamış Latin şairi
Propertius obekkhos’ların dans ederken Tyr (Suriye’de Sur kenti) külahıyla tutulan uzun saçlarını
havaya savurduklarından söz eder. Yeniçerilerinki aşırı uzunlukta olduğu için, arkaya sarkar. Herkeste
de upuzun saç bulunmaz a! Belki de püsküller uzun takma saçtı başlangıçta. Fes ile püskül Ege Denizi
kıyılarında çok kullanılan bir “baş-kapı” idi. Zeybekler püskülü tartı ile alırlardı. Hafifleri bir omuzdan
aşağı, ağırları iki omuzdan ve arkadan sarkıtılırdı, tıpkı saç gibi. Saray yemekleriyle meşgul olanlara
(saray bekçiliği de yaparlardı) “zülüflü” denilirdi. Burada yemeklerle ilgilenmeleri önemlidir, çünkü
Bektaşî olan Yeniçerilerin bayrağı kazanlarıydı. Hitit miğferlerinden aşağı at kılı sarkardı. Bu miğfer
sonraları Yunanistan’ın “hoplit”lerince benimsendi.

Çok eskiden İbakki kurulu Anadolu’dan Balkanlara sıçradı ve orada adamakıllı kökleşti, özellikle Yanya
(yani Epir bölgesinde); belki bu nedenden Arnavutların çoğu Bektaşî’dir.

________________________________________

İbakkiler sırtlarına “nebris” dedikleri keçi, ceylan ya da pars derisi takarlardı. Bu hayvanları
öldürdükleri zaman etini yerlerdi. Bu et kutsal sayılırdı ve o eti yiyen tanrının kutsallığıyla kutsallaştığı
sanılırdı. Bektaşî ve başka tekke şeyhlerine “post nişin” (postta oturur) denirdi, post kutsal sayılan bir
çeşit tahttı adeta. Postta şeyhten başkasının oturması korkunç bir günah sayılırdı. Şeyhin kürkü de
tanrısal sayılırdı, onu giyenin yanacağına inanılırdı. Sırta takılan ceylan ya da pars postlarının
bacakları, Bakkha’ların omuzlarından aşağıya sarkardı. Camadanın omuzlarından iki kanat gibi sarkan
iki takıntının kenarlarında bir düğme ya da düğme deliği kalıntısı yoksa, o iki kanadın post bacakları
kalıntısı olması muhtemeldir. İncelenmesi gereken bir noktadır bu. Dans edilirken baştaki uzun
püsküller gibi, bu kanatlar da oyuna kaygın kıvranışlar katar.

Halikarnas Balıkçısı/Düşün Yazıları/s.71>

Ahilik teşkilatındaki dinsel ilkeler Müslümanlığın Ortodoks ve Sünni yönünü değil, heterodoks ve Alevî
yönünü kolluyordu. Anadolu’dan geçen ticaret yolları ellerindeydi. Sonra hangi din ve ulustan
olurlarsa olsunlar herkes bu sendikalara üye olabiliyordu.Osmanlı Devleti7nin kuruluşunda Ahî pirî ya
da Evren’i Edepâli, kızını Osman Bey’e ancak Osman Bey ahî olduktan sonra vermiştir. Osmanoğulları
ahîlerin halk üzerindeki etkilerinden yararlandılar. Osmanlı tarihine başlangıcında büyük etkisi olmuş
bir birlik de Bektaşîlerdir. Belki de Bektaşîlik ile Ahîlik başlangıçta birbirine bağlıydı. Ahî pirî sayılan Ahî
Evren Hacı Bektaş’ın büyük dostuydu.

Zeybekler yalnız Ege bölgesinde bulunurlar. Efe ise Anadolu’nun her yerinde bulunur. Efe sözcüğü
Anadoluda’ki “Efeb” sözünden türemiş olabilir; efeb delikanlı, sakalını tıraş edecek çağa gelmiş genç
demektir. Ahîlere verilen fütüvvet ya da fata temel anlamı gençlik, erginlik, gençliğin gücüyle güçlü
demektir.

Yeniçerileri Bektaşîlerle Ahîler kurdu. Bektaşî ortalarının beraberce yedikleri kaplar, özellikle kazanları
kutsal sayılırdı. O kazanda Hacı Bektaş Velî’nin çorba pişirip Yeniçeri ocağına armağan ettiğine
inanılırdı.

Ahîlerde iki akım vardı: Birisi cömertlik, ki bu akım güzel sanatlara gidiyordu. Öteki akım cesarete ve
civanmertliğe akardı.

Halikarnas Balıkçısı/Düşün Yazıları/s.75>

Ta taş çağının karanlığından beri Pan sirinks’ini, Marsyas’a, Marsyas flütünü Kybele’ye, Kybele zillerini
Apollon’a, Apollon harpını Bakkhos’a, Bakkhos davulunu Aşık Garib’e, aşık Garib sazını zeybeğe verdi.
Zeybek oynadıkça onu oynatan diyonisiak hız Hasrettin Hoca’yı güldürdü. O hız Akdeniz’in karanlık
geçmişinden dans ede ede –yüzünde denizin dalga çırpıntısıyla güneş çakıntısı sanki—kulaklara türkü,
gözlere oyun, gönüllere sevinç ve ta imanına kadar meydan okuma oldu. Aralarında İda Dağları, Boz
Dağları, Uludağlar’ının dağ bekçileri “Ferman Padişahın, dağlar bizimdir” diye bağırıyorlar. Dağların
sesi yoktur. Olsaydı, “Ferman Padişahın, dağlar bizimdir” diye inlerlerdi.

Halikarnas Balıkçısı/Düşün Yazıları/s.83

________________________________________

YUNUS’UN MEZARI:
Yunus Emre’nin mezarının nerede olduğu kesinlikle bilinmiyor. Türk halkı ermiş bellediği bu şairini
öylesine sevmiştir ki, çocuklarına, köylerine onun adın vermiş, onun adına taşlar dikmiş, yüzyıllarca
onun ağzından şiirler söylemiştir. Nice ozan onun şiirinde eriyip yok olmayı seçmiştir.

Yunus Emre’nin mezarının nerede olduğu kesinlikle bilinmiyor, ama bir mezarı olmadığı için değil,
Anadolu’nun birçok yerinde onun adına mezarlar bulunduğu için.

Uzmanların kitaplarda andıkları mezarlar şuralarda: 1. Bursa’da, 2. Kula ile Salihli arasında Emre
Sultan köyünde, 3. Erzurum Palandöken dağı eteklerindeki Tuzcu köyünde, 4. Isparta’nın Keçiborlu
kasabası yakınlarındaki bir köyde, 5. Konya Aksarayı’nda bir tepe üzerinde, 6. Sivas’a giden yol
üzerinde, 7. Afyonkarahisar’a bağlı Sandıklı’nın Yeniçay köyünün tepesinde, 8. Eğridir’de, 9.
Karaman’da, 10. Porsuk suyunun Sakarya’ya karıştığı Sarıköy’de.

Uzmanlar bu mezarlardan bazılarının başka Yunus’ların olduğunu, bazılarının arandığında


bulunmadığını, belediyelerce bile bilinmediğini, bazılarının ise Yunus’a saygı göstermek için yapıldığını
söylüyoryar. Yalnızca iki mezar üzerinde duruluyor.

Bunlardan biri Sarıköy’deki mezardır. Buraya son yıllarda büyük, güzel bir anıt yapılmış, giriş kapısına
“sevelim, sevilelim” dizesi işlenmiştir. Yunus’un eski mezarından çıkarılan kemiklerinin bu yeni
mezara konması için yapılan törene ise, yirmi bini aşkın bir halk kitlesi katılmıştır.

Yunus’un Karaman’da yaşayıp öldüğünü savunan uzmanlara göre ise, bu mezar da Yunus’un olamaz,
çünkü Sarıköy’deki mezar son yıllarda yeniden yapılmadan önce bir taş toprak yığını durumundaydı,
oysa Yunus gibi yaşarken büyük bir üne kavuşmuş bir kimse için bir türbe yapılması, bir taş dikilmesi
gerekirdi. Gene bu uzmanlara göre, Sarıköy’ü savunanların dayandıkları belgeler de güvenilecek
belgeler değildir. Eldeki tek güvenilecek belgede Yunus Emir Bey’den söz edilmektedir. Mezarı
Akşehir’e bağlı Koçaç köyünde bulunmuş olan Yunus Emir Bey’i Yunus Emre’yle karıştırmamak
gerekir. Yunus Karaman’da yatmaktadır, Karaman’da zaviyesi, tekkesi, camisi vardır.

YENİ BİLGİLER:

Yunus Emre’nin Karamanlı olduğunu savunan uzmanlar, dayandıkları belgelerin Bektaşî


Vilâyetnâmeleri ya da hayali geniş insanların yazdıkları kitaplar gibi güvenilmeyecek belgeler
olmadığını, devlet arşivlerinde saklanan belgelerden yararlandıklarını belirterek özetle şu bilgileri
veriyorlar:

Yunus Emre’nin ailesi “Hacı İsmail Cemaati” diye anılırdı. Horasan’dan gelip Karaman’a 29 kilometre
uzaklıktaki bir bölgeye yerleşerek Şeyh Hacı İsmail Köyü’nü kurmuşlardı. Hacı İsmail’in oğlu Musa
Beşe ile onun oğlu Güveği Çelebi’nin bu köyde zaviyeleri vardı. Kendilerine uyanlarla birlikte
oturmaktaydılar. Hacı İsmail neslinden 50 kadar derviş yetişmişti. Yunus Emre göçten çok sonra
Karaman’da doğdu. Onun babasının adı da İsmail’di. Oğullarından birine de İsmail adını koydu. Ailesi
varlıklıydı, gerektiğinde devlete yardımda bulunacak durumdaydılar. Yunus Emre Karaman Sarayı’nda
sayılan, sözü geçen bir kimse idi. Gezici bir derviş değil, bilgin bir şeyhti. Karaman’da kendi zaviyesi
vardı. Bu zaviyenin hemen arkasındaki Dabaklar Çarşısı’nda bir kirişhane olduğundan halk Yunus’u
Kirişçi Baba diye anardı. Kirişçi Baba Toroslarda, özellikle Bulgardağı’nda yaşayan Türkmenlerin
şeyhiydi. Yörükler üzerindeki etkisiyle Karamanoğulları’nın asker toplamasına da yardımcı olurdu.
Ayrıca, Karaman şehzadelerinin de şeyhiydi. Karaman’da adını taşıyan bir camisi ile bir tekkesi vardır.

Bu uzmanlara göre Yunus Emre’nin ölümü de şöyle olmuştur:

Karaman beyi Alâeddin Ali Halep’te seferdeyken bazı devlet adamları ile şehzadeler birleşip onun
kendisine vekil bıraktığı Süleyman Şah’ı öldürerek devleti ele geçirirler. Ayaklanmaya sarayda etkili bir
kimse olan Şeyh Yunus da karışır. Alâeddin Ali seferden dönünce yeniden devletin başına geçer,
suçluları, bu arada Şeyh Yunus’u, yakalatıp öldürtür.

Görüldüğü gibi, bunlar uzmanları yeni çalışmalara sürecek, tartışmalara konu olacak, çeşitli açılardan
büyük önem taşıyan bilgiler. Ama halkımız için pek öyle önemli değil. Onlar nereye isterlerse oraya
Yunus’un mezarı diyecek rahatlığa ermiş, yaşam öyküsünü de kendi gönüllerine göre
düzenlemişlerdir.

________________________________________

HALKIN GÖNLÜNDEKİ YUNUS:

Yunus Emre’nin yaşamı üzerine çeşitli menkıbeler vardır. Bunlardan bazıları Bektaşî Vilâyetnamesi,
Hüdayî’nin Vâkıât’ı gibi yazılı kaynaklara geçmiş, pek çoğuda ağızdan ağza günümüze kadar gelmiştir.
Bu menkıseleri birleştirerek halkın yarattığı Yunus Destanı’nı şöyle özetleyebiliriz:

Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaradılmışı hoş gördük

Yaradandan ötürü.

diyerek okuldan ayrılmıştı. İşte bu Yunus bir kıtlık yılında pek bunaldı. Kırşehir yakınlarında
Sulucakarahisar denilen yerde Hacı Bektaş adında bir ermişin yaşadığını, yoksullara yardım ettiğini
duymuştu. Gidip ondan buğday istemeye karar verdi. Dergâha eli boş gitmemek için de yol boyunca
dağlardan alıç (yaban bir ağacın buruk yemişi) topladı, öküzüne vurduğu heybelere doldurdu. Hacı
Bektaş’a Yunus’un geldiğini, alıç getirdiğini, çok sıkışık durumda olduğundan biraz buğday istediğini
söylediler. Dergâh’a eli boş gitmek istemeyen yoksul köylü Yunus’un bu gönül yüceliği Hacı Bektaş’ın
hoşuna gitti. Dervişlerinden biriyle ona sordurdu:

--- Buğday mı verelim, yoksa nasip mi?

Yunus nasibi ne yapsın, evde çoluk çocuk aç:


--- Buğday isterim, dedi.

Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:

--- Alıcın herbirine bir hasip verelim.

Yunus’un aklı evinde:

--- Çoluk çocuğum aç, nasip karın doyurmaz, buğday versin de gidelim, dedi.

Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:

--- Alıcın herbir çekirdeğine on nasip verelim.

Yunus’un aklı evinde:

--- Çoluk çocuğum aç, dedi. Buğday versin de gidelim.

Bunun üzerine dervişler Hacı Bektaş’ın emriyle Yunus’un öküzüne dilediğinden de fazla buğday
yüklediler.

Yunus dağlardan eve dönerken, düşündü düşündü, yanıldığını anladı. Bu kişi çok yüce bir kişi olmasa,
nasip istemediğime kızar, bana böylesine cömertçe buğday vermezdi, dedi kendi kendine. Hem nasip
alsam, istediğimde buğdayı da bulurdum. Çevirdi öküzün başını, vardı dergâha, buğdayı kapının
önünü indirdi.

--- Alın buğdayınızı, bana nasip verin, dedi.

Dervişler içeri gidip Hacı Bektaş’ın şu sözüyle geldiler:

--- İş işten geçti artık. Biz o ihsanın anahtarını Taptuk Emre’ye verdik. Gitsin nasibini ondan alsın.

Yunus boynu bükük döndü, vardı Taptuk Emre’ye.

Bu Taptuk Emre bir güçlü ermiş idi. Hacı Bektaş uzak illerden Anadolu’ya geldiğinde erenlerden saygı,
sevgi görmüş, yalnız Emre adında bir ermiş semtine hiç uğramamıştı.

--- Hepimiz Hacı Bektaş katına varırız, sen niye bizimle gelmezsin, diye soranlara:

--- Bütün erenlerin buluştuğu dost divanında nasip bağışlanırken Hacı Bektaş adlı bir kimse görmedik,
derdi.

Hacı Bektaş bunu duyunca bir dervişini gönderip Emre’nin, tekkesine gelmesini sağladı. Gelince de
sözünü düşürüp ona erenler arasına nasıl girdiğini sordu. Şöyle dedi Emre:

--- Yeşil perde ardından bir el çıkıp bütün erenler nasip bağışlarken orada Hacı Bektaş adında birini
görmedim.

Hacı Bektaş sordu:

--- Yeşil perde ardından uzanan eli görsen bilir misin?

Emre:
--- Bilirim, dedi. Ayasında yeşil bir ben vardı.

Hacı Bektaş ayasında yeşil ben olan elini uzatınca, Emre:

--- Taptuk Hünkârım taptuk, diye üç kere tekrarladı.

(Taptuk: tanıdık, bildik / tanıdım, bildim / anlamına)

Böylece adı Taptuk Emre’ye çıktı. Hacı Bektaş’ın sözcüleri arasına katıldı.

İşte Yunus boynu bükük, Taptuk Emre’ye gidip başından geçenleri anlattı. Taptık Emre:

--- Hizmet et, nasibini al, dedi.

Yunus’a dağdan odun kesme işi verdi. Yunus kırk yıl dağdan tekkeye odun taşıdı, ama bir kere bile eğri
odun getirmedi.

--- Dağda eğri odun yok mu, Yunus? diye soranlara,

--- Bu kapıdan içeri odunun bile eğrisi giremez, diye cevap verdi.

Yunus dağa odun kesmeye şeyhin kızıyla birlikte giderdi. Bunu duyan Hacı Bayram Velî:

--- Nasıl olur, ateş ile pamuk bir arada nasıl durur, gelinlik kızla bir erkek her gün dağa birlikte nasıl
gider? diye söz etmiş.

Taptuk Emre bunu duyunca bir tutam pamuğun içine korlu bir kömür parçası sarıp Ankara’ya, Hacı
Bayram Velî’ye gönderdi. Pamuğun içinde, pamuğu tutuşturmadan, nar gibi yanıp duruyordu ateş
parçası.

Yunus’un şeyhine canla başla hizmet edişini gören bazı dervişler de:

--- Yunus şeyhin kızını seviyor da ondan böyle canla başla çalışıyor, diye yalan söylediler.

Taptuk Emre onları yalancılıktan kurtarmak için kızını Yunus’a verdi. Ama Yunus:

--- Ben şeyhimin kızına göre değilim, diyerek ömrünün sonuna kadar ona dokunmadı.

________________________________________

Bu kız kuran okurken akarsular bile dururmuş.

Bir gün tekkede bir erenler toplantısı yapılırken Yunus-î Gûyende adında ünlü bir ilâhiciden ilâhi
okuması istendi. Taptuk Emre bu isteği üç kere tekrarladıysa da Yunus-î Gûlyende’den ses çıkmadı.
Taptuk Emre, bunun üzerine, Yunus Emre’ye dönüp:

--- O hazinenin kilidi açıldı artık, vakit tamam. Nasibini al. Sen söyle, dedi.
Yunus Emre’nin gönlü, dili açıldı, ilâhiler okumaya başladı. O günden sonra da kimsenin
söyleyemeyeceği güzellikte şiirler söyledi.

Yunus Emre Taptuk’un kapısında otuz yıl canla başla hizmet ettiği halde, feyze eremediğini, gizli
âlemin kendisine açılmadığını sanarak umutsuzluğa kapıldı, bir gün tekkeyi bırakıp kaçtı. Yolda
dervişlere rastladı, onlara yoldaş oldu. Akşamları dervişlerden biri dua ediyor, gökten bir sofra yemek
iniyordu. Sıra derviş Yunus’a gelince ellerini göğe açıp:

--- Tanrım, dedi, bende feyz yok, ama bunların yanında benim yüzümü kara çıkarma, onlar kimin
yüzüsuyu hürmetine senden yemek istiyorlarsa, o kişinin hakkı için yemek gönder.

O akşam, her akşamkinden daha çok, iki sofra dolusu yemek geldi. Dervişler merak edip Yunus’a:

--- Kimin yüzüsuyu hürmetine dua ettin? diye sordular.

Yunus:

--- Önce siz söyleyin, dedi.

--- Biz, dediler, Taptuk Emre’nin kapısında otuz yıl hizmet eden Yunus Emre’nin yüzüsuyu hürmetine
dua ediyoruz.

Yunus böylece feyze ermiş olduğunu anladı, hemen geri dönüp sabaha karşı Taptuk’un tekkesine
vardı.

Doğru şeyhin karısı Ana Bacı’ya başvurup kendisini bağışlamasını diledi. Taptuk artık çok yaşlıydı,
gözleri görmez olmuştu. Ana Bacı, Yunus’a:

--- Sen eşiğe yat, dedi. Şeyh sabah namazına çıkarken ayağı sana takılınca, “Kim bu?” diye sorar. Ben
“Yunus.” derim. “Bizim Yunus mu?” diye sorarsa, anla ki gönlünden çıkmamışsın, hemen ayaklarına
kapan, seni bağışlamasını dile. “Hangi Yunus?” diye sorarsa anla ki gönlünden çıkmışsın, git derdine
başka bir yerde derman ara.

Yunus Ana Bacı’nın dediğini yaptı. Taptuk Emre:

--- Bizim Yunus mu? Diye sorunca ayaklarına kapanarak suçunu bağışlattı.

Taptuk onun suçunu bağışladı ama:

--- Kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın, dedi. Artık yanımda kalamazsın. Asâmı (dervişlerin
sopası) atacağım, nereye düşerse, git orada Tanrı’ya kavuş.

Taptuk Emre bu sözü söyleyince, asâsını pencereden dışarı attı. Yunus Emre, bir söylentiye göre beş
yıl, bir söylentiye göre yedi yıl dağ taş demeden ilâhiler söyleyerek şeyhinin asâsını aradı. Ama bir
türlü bulamadı. Taptuk Emre’ye asâsını bulamadığını bildirmek üzere geri dönerken Sarıköy’ün orada
dinlenmek için bir taşın üstüne oturdu. Bir de baktı ki ilerde kavak gibi bir nur havaya doğru uzanıyor.
Yanına gidince şeyhinin asâsını tanıdı. Eline alıp orada öldü.
Yunus Emre, şeyhinin asâsını bulup Tanrı’ya kavuşmak için, ilâhiler söyleyerek dağ taş dolaşırken
öylesine bir üne erdi, öylesine güzel sözler etti ki, sarayların, okumuşların gözdesi Mevlânâ Celâleddîn
bile onun için:

--- Nereye vardıysam bu Türkmen kocasının izlerini önümde gördüm, dedi.

Yunus’un ise “Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır” diye yücelttiği Mevlânâ Celâleddîn’e
“Mesnevi”ye duyduğu hayranlığı belirtirken:

--- Yalnız çok uzun yazmışsın. Ben olsam:

Ete kemiğe büründüm

Yunus diye göründüm

Derdim, olur biterdi, diye takıldığı söylenir.

Gene bir halk söylentisine göre, Yunus Emre’nin şiirleri böyle üç yüz beş yüz tane değildi. Üç bin şiiri
vardı. Bunlar bir kitapta toplanmıştı. Bu kitap Molla Kasım adlı bağnaz bir hocanın eline geçti. Bu hoca
bir akarsu kıyısına oturup şiirleri okumaya başladı. Dine aykırı gördüklerinden bin tanesini yaktı, bin
tanesini de suya attı. İki bin birinci şiire gelince şu sözlerle karşılaştı:

Derviş Yunus bu sözü

Eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeker

Bir Molla Kasım gelir.

Bunu okuyunca Yunus’un ermişliğine inanan Molla Kasım son kalan bin şiiri sakladı. Ama yakılanlarla
suya atılanlar da yok olmadı. Yakılanları gökte melekler, suya atılanları suda balıklar okuyor. Elde
kalanları da biz insanlar okuyoruz.

Halkımızın Yunus Emre üzerine anlattığı menkıbeleri birleştirip özetleyerek derlediğimiz bu destan,
onun yüzyılların ötesinden nasıl günümüze ulaşabildiğini göstermesi bakımından çok ilginçtir. Tekke
edebiyatının kurucusu sayılan Yunus Emre bütün tarikatlarca ulu tanınmış, halkın gözünde, dilinde bir
masal kahramanı haline gelmiştir. Sarayın, okumuşların küçümsediği bu şairi, tarikatların ilgisi, halkın
sevgisi yaşatmıştır.

Burada da Sabahattin Eyüboğlu’nun sesine kulak verelim:

…… Bu destan dindar olmaya, şu ya da bu peygambere inanmaya değil, insan olmaya çağırır bizi.
Yunus, halkımızdan yana, halkımız Yunus’tan yana olduysa bunun nedeni gerçek şiirle gerçek
insanlığın birbirinden ayrılmaz oluşudur. Yunus haktan yana oluşla halktan yana oluşun bir araya
gelmesidir. Bütün büyük şairler gibi Yunus da hak için halktan, halk için haktan yana olmuştur. Yunus
softalara yobazlara karşı, bu dünyayı hiçe sayıp öbür dünyayı övenlere karşı, bu dünyada adam olmak,
kendi kendisini, küçük çıkarlarını yenmek isteyenlerden, miğdecilere karşı ülkücülerden yanadır.
Yunus’un dindarlığı su götürmez, ama onun dindarlığı softaların cennetine, sırat köprüsüne değil,
insanlığa, insan yüreğine, doğruluğa ve fakir fukaranın mutluluğuna çevriktir. Hiçbir şiiri dünyayı
sömürenleri övmez, hemen her şiiri dünyayı sömürenlere karşı bir seslenmedir. Nasıl öyle olmasın ki
bütün dünyanın büyük şairleri hep, ama hep aynı şeyi söylemiş, aynı sömürgenliğe karşı isyan
etmiştir. Kurdun kuzuyu paralayıp yemesinde güzellik bulan bir tek dünya şairi göremezsiniz.

Sabahattin Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem yay.;İst.1980;s22-23

________________________________________

YUNUS’UN ORTAYA ÇIKARILIŞI:

Yunus Emre’nin divanlarca küçümsendiğini, Alevî-Bektaşî tekkelerinde yapılan ayinlerde okunan


şeriata sığmaz şiirleri yüzünden medreselileri de öfkelendirdiğini biliyoruz. Onun nefeslerini okuyanlar
için ölüm fetvası bile verilmiştir.

Bu gibi çekişmeler yüzünden Yunus Emre’nin ortaya çıkarılışı, bilim dünyasına tanıtılışı çok gecikti.
XIII-XIV. Yüzyıllarda yaşamış olan bu şair için ilk sözü edilmeye değer çalışmalar, XX. Yüzyılın başında
yapıldı.

1913’de Rıza Tevfik ile Fuat Köprülü birkaç makale yayımladılar.

1918’de Fuat Köprülü “Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar” adlı yapıtıyla Yunus’u bilim dünyasına
tanıttı.

1933-34’de Burhan Toprak Yunus’un Divan’ını üç cilt olarak yayımladı.

1936’da Abdülbaki Gölpınarlı Yunus’un Divan’ını bilimsel bir çalışma süzgecinden geçirerek yayımladı.

Otuz yıl süren bu araştırmalar sonunda Yunus Emre’nin şiir alanındaki önemi anlaşılmış, bir tarikat
ulusu olmanın ötesinde, “şairliği” değerlendirilmiş, yapıtları üzerine birçok inceleme yapılmıştır.
Sabahattin Eyüboğlu:

……

Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun.

Yalnız bu insanlık ve şiir yüklü, Homeros’un deyimiyle bu kanatlı söz tek başına Yunus Emre’nin bir
olgun kişi olduğunu, özlü sözü bulduğunu, düşüncenin ve sanatın yüce katlarına ulaştığını anlatmaya
yeter. Yunus’a merak salmaya başlayan Batılı edebiyatçılar bana: Kim bu Yunus, diye sordukları
zaman, kendilerine Yunus Emre uzmanımız Abdülbâki Gölpınarlı’nın kitaplarını salık verdikten sonra
ben yalnız bu sözü çat pat Fransızca’ya, İngilizce’ye çeviriyorum. Her seferinde bu söz, Türkçe’de
nefes alır gibi söylenen bu söz, çeviride bütün rahatlığını yitirdiği halde, Batılı aydının da hemen can
kulağını kabartıyor. Neden? Çünkü bu sözde bir insan, bütün kinlerin, ayrılıkların ötesinde, bütün
insanlara kardeşçe sesleniyor. Acıyı tatlıya, umutsuzluğu umuda, ölümü yaşamaya çeviren bir büyü
var bu sözde. Ardından gelen sözler uzak yakın, değişik yankılar gibi tekrarlıyor onu. Gelin okuyalım
bu güzelim şiiri:

Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun.

Bizim için hayır dua

Kılanlara selâm olsun.

Ecel büke belimizi

Söyletmiye dilimizi

Hasta iken halimizi

Soranlara selâm olsun.

Tenin ortaya açıla

Yakasız gömlek biçile


Bizi bir âsan veçhile

Yuyanlara selâm olsun.

Eceli gelenler gider

Küllisi gelmez yola gider

Bizim halimizden beter

Soranlara selâm olsun.

Derviş Yunus söyler sözü

Yaş doludur iki gözü

Bilmeyen ne bilsin bizi

Bilenlere selâm olsun.

Yunus ya da Yunusça konuşan Anadolu halkı, bu şiirde, dünyanın ve başka bir halkın şiiriyle buluşuyor.
Yunus’tan yüz elli yıl kadar sonra onun gibi belâlı, kanlı, kargaşalı bir çağda yaşamış Fransız şairi
François Villon’un kendi milletinin edebiyat tarihindeki yeri, Yunus’un bizimkindeki yerini andırır.
Yunus nasıl Arapça ve Farsça’ya karşı Türk halkının dilini yüceltmişse, Villon’da Lâtince ve Yunanca’ya
karşı Fransız halkının dilini yüceltmiştir. Dante’nin, Shakespeare’nin, Cervantes’in yaptığı da aynı
şeydir aslında: Halkın diliyle söylenemez sanılan yüksek duydu ve düşünceleri halkın diliyle bal gibi
söylemek. Ne var ki, ah ne yazık ki, biz Yunus’un ardından gitmemişiz. Batılılarsa yalnız Yunus gibilerin
ardından gitmişler. İşte bu Yunus gibilerden biri, Villon bakın, Orhan Veli’nin çevirisiyle nasıl Yunusça
sesleniyor:

ASILMIŞLARIN BALADI

Ey dünyada kalan insan kardeşler,

Olmayın bu kadar katı yürekli;

Allah da sizden razı olur belki

Sizler acırsanız bizlere eğer;

Şurada asılmışız üçer beşer;

Kuş sütüyle beslenen şu bedene


Bir bakın, dağılmada günden günü;

Bakın kül olan kemiklerimize;

Gülmeyin, dostlar, bu hale düşene;

Tanrıdan mağfiret dileyin bize.

…..

Etmeyin, işte ölmüşüz bir kere;

Tanrıdan mağfiret dileyin bize.

Görmedik bir gün olsun rahat yüzü;

Yağmur sularında yıkandık yunduk;

Kurda, kuşa yedirdik kaşı, gözü;

Gün ışıklarında karardık yandık;

Kuş gagalarıyla kalbuda döndük.

…..

Dostlar görüyorsunuz halimizi;

Tanrıdan mağfiret dileyin bize.

Fransız şairi, Villon’un ardından gittikçe daha halkçı olurken biz Yunus’u halka bırakıp Sarayların
kapalı, yapmacıklı ve kısır şiirinden yana gitmişiz; büyük şairlerimizin soluğunu altına, gümüşe
boğmuş, süslü duvarlar içine kapamışız. Villon’un ardından Tanrının dili bile halkın diline çevrilirken
Yunus’un ardından halkın dili küçümsenip Yunus’la birlikte yüzyıllarca kültür dışı, kaba Türk işi
sayılmış.
Atatürk’le birlikte Türk Devleti’nin halka yönelmesinden önce Yunus Emre, halk türküleriyle birlikte
analarımızdan öğrenip ciddiye almadan söylediğimiz, okullara, sanat, edebiyat çevrelerimize
yakıştıramadığımız, olmasa da olur dediğimiz, halı yanında kilim, ut yanında saz, konak yanında
kulübe saydığımız kaba halk antikaları arasındaydı.

S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay.;İst. 1980;s.7>

________________________________________

YUNUS’UN DÜŞÜNCE DÜNYASI:

Yunus Emre yalnızca Tasavvufla, dinle ilgili konularda, genellikle coşkun, zaman zaman da öğretici
şiirler yazmıştır. Konuları bu çerçevenin dışına pek çıkmaz. Ama soyut bir dünya kurarak değil de,
yaşadığı somut dünyanın çağrışımlarıyla yazdığı için, şiirleri aydınlık, sıcak, daha önemlisi, çağımızın
insanına, öbür dünya özlemiyle yanmayan, Tanrı’ya kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan çağdaş
insanlara da cana yakın gelen, şaşırtıcı bir gözlem gücüyle yüklü şiirlerdir. Dinsel konularda yazıp
böylesine yaşamın içinde kalabilen, aydınlık olabilen başka şair yoktur sanırız. Bunda bağnazlığa karşı
Tasavvufun getirdiği hoşgörünün, bağışlama, sevgi gücünün büyük etkisi bulunduğu bir gerçektir.

Tasavvuf Nedir:

Köklerinin Eflâtun (Platon)’da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu
tek varlık Tanrı’dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân
(yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı’ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i
Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda,
Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak’tır. Tanrı önceleri kendi evreninde,
güzelliğin görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik
görünmek ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak’a,
yani yokluğa bakmış, “Kün” emrini vermiştir. “Kün”, yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki bu
evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak’ın Adem-i Mutlak’a yansımasıdır, yani evren Tanrı’nın
yoklukta yansıyan görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı’dan bir
parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok
olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün aynadan
siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Evren bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları içeren Tanrı’nın
görüntüsüyse, yeryüzünde gördüğümüz bunca çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?

Tasavvuf filozofları şöyle diyorlar: Her şey kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki tek varlığın, Tanrı’nın
Tecellisi, görünmesi için bile, Adem-i Mutlak’a bakarak “Kün” emrini vermesiyle oluşan görüntüde,
hem Vücud-i Mutlak’ın, yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak’ın yani yokluğun, izleri, özellikleri vardır.
Demek ki evrende, dünyada, insanda varlık ile yokluk, gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük, güzellik ile
çirkinlik, olgunluk ile çiğlik birlikte bulunur. Kötülük olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama iyilik,
güzellik, olgunluk gibi nitelikler gerçektir. Tanrı’nın nitelikleridir, sonsuzdan gelip sonsuza giderler.
Kötülük, çirkinlik, çiğlik gibi nitelikler ise hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak’ın, yani yokluğun
nitelikleridir. Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun, Tanrı’nın niteliklerinin belirmesi için
geçici olarak oluşturulmuşlardır.

Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü
dünyada, nasıl yaşamalı?

Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına
göre, insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler, yaşarken
de onu Tanrı’ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına
girer. İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini yenerek
benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden
arınmayan, kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da,
namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması olanaksızdır.

Ama bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek anlamına gelmez. Dünya Tanrı’nın görüntüsüdür.
Dünyadaki güzellikler, iyilikler, olgunluklar Tanrı nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan dünyada
yaşarken de sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda, Mecaz-i Aşk’ın, yani insansal aşkın da
yeri, önemi vardır, ama bu aşkla fazla oyalanmak yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk
Tanrısal aşk yolunda çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü geçilince yolcunun gözleri
açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır. Artık ne yana baksa Tanrı’nın güzelliğini görür, her yanı
Tanrı ile kuşatılmıştır. Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı’nın varlığına erişmiştir.
Böylece insan Fenâfillah, sonra da Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.

İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı
Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Alem-i Ceberûd, Alem-i Me’ekûd, Alem-i
Şehâded, Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde
insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah,
Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.

________________________________________

Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için “Enel Hak”
(ben Tanrı’yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını
vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında
Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek gerekir.
Burada “devir”, devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu “Dönüş Kuramı”na göre, varlıklar Alem-î
Gayb’dan Alem-î Şühud’a indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce
cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünürler. Varlık insan mertebesine
yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil
olur, Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb’dan Alem-i Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız
varlıktan yükselip Tanrı’ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç’tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı’dan inip Tanrı’ya
yükselmeye de Devir denir.

Görüldüğü gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı en çok insanda
belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım yapmadan
bütün insanlar aynı değeri taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul, zengin ayrımı yoktur. Yalnızca Tanrı
yolundaki derecelerine göre daha değerli sayılan, daha yüksek mertebelere çıkmış insanların
üstünlüğü vardır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka, gönül bağlılığına dayanan bir felsefe niçin Tanrı ile insan
arasına birtakım başka insanlar, din adamları sokuyor?

Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı’ya ulaşamaz, bir yol
göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil’e bağlanması gerekir. Yani bir tarikata girecek, sıkı kurallara uyacaktır.
Tarikata girmenin töreni vardır. Kurallara uymayanlar “düşkünlük” cezasına çarptırılır, bir süre aforoz
edilirler.

Tanrı’ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden
çeşitli tarikatlar doğmuştur.

“Tarik” Arapça’da “yol” demek, ama “tarikat” şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları
İslâmlıktan önceki Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan, bazıları da İslâm şeriatının
katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım ayrımlara karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli
dinsel öğretiler. Mevlevî Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.

İslâm şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz ediliyor, oysa tarikatların da sıkı kuralları bulunduğunu
söylemiştik. Aradaki ayrımı göstermek için, sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın tarikata kabul
edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce bir şeyhe bağlanılacak, yalan söylemek, haram yemek,
zina etmek, eliyle koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde
durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek, her sınıftan insan,
yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat
sırları ne olursa olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse konuşmaz,
yardım etmez. Yani “düşkünlük” cezasına çarptırılırlar.

Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun düşmeyen yanları yok mudur?

Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın bir kuralını örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır.
Teberrâ Hazreti Ali’ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ ise bunun tam tersi, Hazreti Ali’ye
uyanlara sevgi beslemektir. Bu kural Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına
aykırıdır.

Birtakım çekişmelerin, yaşam koşullarının getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın, tarikatlar genel olarak
Tasavvuftan kaynaklanırlar, bu felsefenin çerçevesindedirler.

Her tarikatta insanlara Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil,
Mürşid-i Kâmil’dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı’ya giden yolu gösterir, gezici
dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.
Yaptığımız bu kısa özetlemeden anlaşılacağı gibi, Tasavvuf yalnızca bir din felsefesi değil, aynı
zamanda, bir yaşam biçimi önerisidir.

________________________________________

Tasavvuf Niçin Yayıldı:

Tasavvuf felsefesi Yunus Emre’nin yaşadığı dönemde niçin yaygındı?

XIII. Yüzyıl Anadolu’nun karmakarışık olduğu bir dönemdi. Devlet yetkesi yoktu. Daha doğrusu,
durumu sarsıntıda olan, insanlara yük olan, dış güçlerin haraca bağladığı, bir yaşam düzeni
sağlayamayan devletler vardı. Halk korunamıyordu. Kimse yarınından emin değildi. Moğol akınları,
beylikler arasındaki savaşlar ardı arası kesilmez yağmalar, kıyımlarla son buluyordu. İçinde yaşadığı
dünya çekilmez duruma gelince insanoğlunun gözlerini başka dünyaya çevirmesi, çaresizlik içinde
öbür dünyanın mutluluklarını düşünmeye başlaması doğaldır. Tarihteki bütün bunalım dönemlerinde
dinsel inançların güçlenmesi bir gerçektir.

Bu sözler XIII. Yüzyılda insanların niçin dinsel inançlara dört elle sarıldıklarını gösterir. Tarikatlara,
Tasavvufa yönelmelerinin nedeni neydi?

Medrese düşünüşüne, İslâm şeriatını izleyenlere göre, Tanrı ili evren ayrı varlıklardır. Tanrı evreni,
canlı varlıkları, insanları yaratmış, ama kendisi onların üstünde kalmıştır. Üstün bir güçtür. Yargılar,
kötüleri cezalandırır. Kargaşa dönemlerinin güçsüz devletleri dinden yararlanmak, insanları din
baskısıyla bir düzen içinde tutmak isterlerken, bağnaz din adamları aracılığıyla Tanrı’yı büsbütün
acımasızlaştırır, korku salan, uzak, tek umut olan öbür dünyayı da cehenneme çeviren bir yüce varlık
olarak gösterirler.

Din adamları, medreseliler, şeriatçılar, insanı hiçe sayan Tanrı’larıyla, vergi almaktan, halkı soymaktan
başka bir işe yaramaz olmuş devletin yanındadırlar. Tarikatlar ise halkın içinde, halkın yanındadır.
Tasavvuf felsefesinin gölgesinde, korkuya karşı sevgiyi önerir, hoşgörüyü, bağışlamayı, insanların
zaten elde edemedikleri şeyleri özlememenin üstünlüğünü savunur, Tanrı’ya ulaşmanın yollarını
gösterirler. İnsan yüksek bir yere konmuş, öbür dünyanın mutlulukları herkese açılmış, Tanrı bu
dünyada bile varlığına girebilecek kadar yaklaştırılmıştır.

Halkın tarikatları seçmiş olmasına şaşmamak gerekir.

Ayrıca şu da var: İnsanlar bir dinden başka bir dine geçtiklerinde, önceki dinlerinin etkilerinden
bütünüyle kurtulamazlar. Türkler de Müslümanlığı kabul ettikten sonra, önceki dinleri Şamanlığın
etkilerinden bütünüyle kurtulamamışlardır. Tarikatlarda Şamanlığın izleri bulunması Türk insanını
saran bir yön olmuştur.

Devletleri içten yıkmak için kullanılmaları, siyasal oyunlara araç edilmeleri bir yana, halkın açısından
bakılırsa, aslında, bir karşı koyma, bir başkaldırma, Tanrı’yı devletin elinden alıp halkın yanına
çekmektir tarikatların yaptığı.
Ama bu dinsel düzeyde kaldığı kadar insanlara umut kapılarını açmaktan öteye geçemezdi.
Tarikatların siyasal kavgalara araç olmaları, insanları bir araya getirme, birleştirme güçlerinin
büyüklüğünü görmelerinden sonra, bir bakıma kaçınılmaz bir şeydi.

Yunus’un Felsefesi:

Yunus Emre Tasavvuf felsefesi çerçevesinde düşünmüş, dünya, öbür dünya, Tanrı, dünyanın yaratılışı,
insan-Tanrı ilişkileri gibi konularda hep bu din felsefesinin verdiği bilgilerle yaklaşmıştır. Ama şaşırtıcı
gözlem gücü, bağlandığı Tasavvuftan gelen hoşgörüsü, insan sevgisi, insana verdiği önem, bazı
düşünürlerin onu başka felsefelere yaklaştırmalarına da olanak sağlamıştır. Örnekse, Yunus’da
hümanizma felsefesinin özünü bulanlar vardır: İnsanı insanla barıştırmak, kendini bilmek,
başkalarından ayırmamak. Bir şair olarak Yunus Emre’nin bağlandığı felsefe kuramını zorladığı,
yaşadığı dönemde Anadolu halkının gerçeğini, ülküsünü yansıttığı doğrudur. Ama daha ileri gitmek,
halkın yanında yer almış, halktan yana olmuş bir şairi, kendi çağrışımlarımızla donatmak, dayandığı
din felsefesinin, Tasavvufun dışında değerlendirmek, mistikliğinden sıyırmak bilimsel görüşe aykırıdır.

Ne var ki çağdaş okurlar bunu yapacak. Yunus’un Tanrısal aşkını insansal aşk olarak, dost özlemini
arkadaş özlemi olarak göreceklerdir. Çünkü şiir okurunu bilim adına kendi dünyasından, kendi
çağrışımlarından ayırmak da olanaksızdır.

Yunus Emre bir şiirinde “şeriat, tarikat, marifet, hakikat” diye dört bilgi derecesinden söz eder.
Birincisi İslâm dini kuralları, ikincisi tarikat kuralları, üçüncüsü şeriatla tarikatın arasını bulmak,
dördüncüsü de en yüksek bilgi, yani gerçeğin, Tanrı’nın sırrıdır.

Biri dış, yani Zâhirî, öbürü iç, yani Bâtınî, olmak üzere iki Âlem vardır. Dış dünya ile ilgili bilimler, zâhirî
bilimler, dış dünyanın varlıklarını, olaylarını anlatmaktan öteye geçemez.En yüksek bilgi derecesine,
gerçeğin, yani Tanrı’nın sırrına yönelen bilimler, iç bilimler, Batınî bilimlerdir. Tanrı’ya ulaşmak,
gerçeğin sırrına ermek için, bütün din dışı bilimlerden, hatta şeriat bilimlerinden vazgeçilmelidir.
Çünkü bunlar Tanrı ile kulun arasına girer, ikiliği destekler. Aklı aşıp gönüle yönelmek, aşk yolunu
seçmek gerekir. Aşkın, yani Tanrısal aşkın, kendisi de bir bilimdir, hem de en yüksek bilim.

Görüldüğü gibi, Yunus Emre’nin bilim anlayışı XX. Yüzyıl insanının anlayışına çok ters düşüyor.

Ama sonunda, aşk bilimiyle Tanrı’ya ulaşınca, gerçeğin sırrına erince varılan mertebede neler elde
edilecek? Kendini bilen insanın, en yüksek bilgiye ulaşan insanın dünyasında din, mezhep, ulus
ayrımları yok, mevki ya da sınıf ayrımları yok.

İşte burada, Yunus’un özlemiyle, daha doğrusu, Yunus’u besleyen mistik felsefenin özlemiyle XX.
Yüzyıl insanının özlemi arasında bir benzerlik doğuyor. Şairin birçok şiirini günümüz insanına coşkuyla
okutan biraz da bu benzerlik.

________________________________________
Burada da Sabahattin Eyüboğlu’na yine söz vermek istiyorum:

…..

Nedir bizim Yunus’un inancı? Yoksulu bay, kuruyu yaş, ayağı baş eden bu yaman insan gücünü hangi
inanıştan alıyor Yunus? Bu sorunun karşılığını Yunus’un söylediklerinde ve söylettiklerinde aradığımız
zaman bir hayli şaşırarak görürüz ki Yunus bütün dindarlığına, Müslümanlığına karşın hiçbir dinin
adamı değil, hatta bir din adamı bile değil, tersine bütün dinlerin ötesinde, camilerin, kiliselerin
dışında, hele softaların yobazların düpedüz karşısında, kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir
inancın adamıdır. Bu inancın tek kuralı, yasası, dogması sevgidir, en geniş, en sınırsız, en insanca
anlamıyla sevgi. Dinini, Tanrısını sordunuz mu Yunus’a aşk der ve dost der size, başka şey de
söylemez. Diyeceksiniz ki, daha doğrusu insanoğlunun inanma güçlerini ille de insan ve dünya ötesine
kaydırmak isteyenler diyecekler ki, Yunus’un aşk dediği Ferhat ile Şirin arasındaki aşk değil, Yunus’un
Dost dediği senin bu dünyada rastlayıp candan sevdiğin insanlar değildir. Onun aşkı da, dostu da,
şarabı da, sarhoşluğu da gerçek ötesi varlıkların rumuzlarıdır ve ancak öldükten sonra ruhlarımızın
kavuşacağı gerçeklerdir. Evet ama, Yunus Emre şiirlerinde bu kavramları ne kadar yüceltirse yüceltsin,
dünyayı ne kadar hor görürse görsün, ne insanın ne dünyanın dışına çıkarmıyor inandığı değerleri.
İnsanın dışında değil, içinde buluyor Tanrısını, bakın nasıl:

Bu tılsımı bağlayan

Türlü dilde söyleyen

Yere göğe sığmayan

Sığmış bu can içinde.

Çok aradım özledim

Yeri gökü aradım

Çok aradım bulmadım

Buldum insan içinde.

Yunus Emre göklerde değil yerde buluyor aradığını, rahmet ve bereket yağmurları bile topraktan
yağıyor şiirinde.

Bir dem yüzüm süre duram

Her dem ayım yeni doğar


Her gün bir bayramdır bana

Yazım kışım yeni bahar.

Onun nuru karanlığı

Sürer gönül hücresinden

Karanlık ile aydınlık

Bir hücreye nite sığar.

Ben ayımı yerde gördüm

Ne işim var gök yüzünde

Benim gözüm yerde gerek

Bana rahmet yerden yağar.

Sözüm el gün için değil

Sevenlere bir söz yeter

Sevdiğimi söylemezsem

Sevmek derdi beni boğar.

Cennetin yeryüzünde, gerçeğin toprakta saklı olduğunu daha ne kadar açık söylesin Yunus altı yüz elli
yıl önce ve köyde. Bugün Sivrialan köyünde yaşayan Aşık Veysel de:

Hakkın gizli hazinesi toprakta

Benim sadık yarim kara topraktır.

Diyor ve bir çekirdeğe karşı dört bostan veren, kazma ile bel ile üstüne yürüyeni gül’le karşılayan
toprağa çağırıyor cenneti dünya ötesinde arayanları.

Yunus dünyaya kızar, ne güzel kızar hem de, yalancılığını vurarak yüzüne, ölümlerin öcünü alarak
dünyadan:
Yürü yürü, yalan dünya

Yalan dünya değil misin?

Yedi kere ıssız kalıp

Dolan dünya değil misin?

Ateş bıraktı özüme

Dumanı girdi gözüme

Bu gözle bugün yüzüme

Gülen dünya değil misin?

Aynı dünya için aynı Yunus şunu da söyler:

Bu dünya bir gelindir

Yeşil kızıl donanmış

İnsan böyle geline

Bakar bakar doyamaz.

Dünyayı bütün insanlarıyla birlikte benimser Yunus:

Dünya beni rızkımdır

Halkı benim halkımdır.

İnsanlardan istediği düpedüz insanca bir sevgi ve iş birliğidir. Dinleyin ne kadar açık seçik olarak
söylüyor bunu:

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.

Dünya hem hepimizin, hem hiçbirimizindir Yunus’a göre. Günahların günahı bir insana kötülük
etmektir dünyada:

Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil.

İnsanın içindeki şeytan, asıl şeytan kimdir Yunus’a göre:

Adımız miskindir bizim

Düşmanımız kindir bizim

Biz kimseye kin tutmayız

Kamu alem birdir bize.

Sen sana ne sanırsın

Ayruğa da onu san

Dört kitabın manasın

Budur eğer var ise.

Ne demek bu? Şu demek ki, Yunus’a göre bütün din kitaplarının bir tek anlamı olabilir olsa olsa,
olmalıdır ya da: O da insanı insanla barıştırmak, insanı insan etmek gerçekten, kendini bilmek ve
başkalarından ayırmamak. Hümanizmenın özü de budur işte; hümanistlerin özlemi de insanın bütün
insanlığı kendinde bulması, bir insanın insanlarla, bütün insanlıkla kaynaşması, halleşmesi değil mi?

S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay.;İst.;1980;s.28>

________________________________________
Yunus’un aşkına gelince, bu aşk da, elbet cinsel aşktan başka türlü bir duygudur, ama yine de insanca
bir sevgi, bir coşku, bir kendinden geçme, kendini aşmadır bu. Bütün gözyaşlarına karşın, gariptir,
daha çok sevinçli, iyimser, aydınlık bir aşktır Yunus’unki:

İşitin ey yarenler,

Aşk bir güneşe benzer

Aşkı olmayan gönül

Bir kara taşa benzer.

Taş yürekte ne biter

Dilinden ağu tüter

Nice yumuşak söylese

Sözü savaşa benzer.

Bakın aşk kavramı da Yunus’ta insanlıkla nasıl kaynaşıyor, daha doğrusu ona dökülüyor: O kadar ki
birçok şiirinde aşk coşkunluğunun hemen ardından sevgisizliklerin, kalleşliklerin yergisi, gerçek
aşıkların övgüsü geliyor:

Aşkından yanır yüreğim

Yandığım bana hoş gelir

Söyler isem sözüm savaş

Söylemezsem ciğerim baş

Bu dünya dop dolu kalleş

Her birinden bir taş gelir

Hakkı gerçek sevenlere

Cümle âlem kardaş gelir...


Aşk insanı nefsinden, bencilliğinden kurtaran bir tapınmadır Yunus’ta. Ama iki özelliği var bu
tapınmanın. Biri şu: Yunus, bizim o dertli, yoksul çaresiz Yunus, gözü yaşlı, bağrı başlı Yunus, bir
köşeye çekilip kendi aşkıyla yetinecek ve kendi cennetini sağlamaya çalışacak yerde, ki birçok dünya
ermişlerinin, dünya bencilliğinden kurtulmak için ahret bencilliğine düşen keşişlerin yaptığı budur,
hayır böyle yapacak yerde, Yunus yiğitçe atılıyor ortaya, birden bırakıp ağlayıp sızlanmayı kelleyi
koltuğa alıp yürüyor dünyanın üstüne:

Ey dost aşkın denizine

Girem, garkolam yürüyem

İki cihan meydan ola

Devranım sürem yürüyem

………………

Başımı alıp elime

Yolumu verem yürüyem.

Bir başka şiirinde Yunus, kim bilir kaç Anadolu şairine bir yiğitçe sesleniş biçimi kazandıracak olan ve
aşkın bile görece bir mutluluk olduğunu kabul edecek kadar ileri giden şu yaman sözleri söyler:

Bu denize düşen ölür dediler

Ölür ise ko ki ölsün nolisar.

Aşk gelicek cümle eksikler biter

Bitmez ise ko ki kalsın nolisar.

Aşkın bir susuzluk, bir doymaz ülkü özlemi olduğunu söylerken sesi hiç de ağlamaklı değildir Yunus
Emre’mizin:
Yedi deniz geçer isem

Yetmiş ırmak içer isem

Susuzluğum kanmaz benim

Dost şerbetiyle kanayım.

Al gider benden benliği

Doldur içime senliği

Gel, sen burada öldür beni

Gidip orda ölmeyeyim.

Beyler azdı malından

Bilmez yoksul halinden

Çıkmış rahmet gölünden

Nefs derdine dalmıştır.

Şimdi gelelim Yunus Emre’mizin dostuna. Kimdir bu dost, yüzlerce, binlerce şiirinde çağırılan dost?
Çok sevdiği Taptuk Emre’mi? O değil diyemezsiniz. Onun çok sevdiği Hacı Bektaş mı? O değil
diyemezsiniz. Onun çok sevdiği Muhammed, Muhammed’in sevdiği Ali mi? Onlar değil diyemezsiniz.
Bütün insanların bütün minarelerden ve çan kulelerinden çağırdığı Tanrı mıdır? Değildir diyemezsiniz.
Yunus’un dost dediği, o6nun ardından bütün Anadolu saz şairlerinin dost dediği varlık, dost sözüyle
anlattığı boz bulanık ülkü gerçek insanlık değil midir? Değildir diyemezsiniz. Yunus Emre’nin dost
dediği üstün gerçek bugün Aşık Veysel’in dost dediği ülkünün benzeri değildir diyebilir misiniz?
Diyemezsiniz. Yunus Emre bu milletin, Anadolu halkının hem gerçeğini hem ülküsünü, kendi çağının
en atılgan, en savaşgan diliyle söylemiştir. Onun dost kavramında yalnız Tasavvufun mutlak
güzelliğini, soyut sevgisini değil, halkın bütün özlemlerini bulur gibi oluruz. Dost deyince bir İranlının
(sanırım dost sözcüğü Farsça olduğu için böyle söylemiş) aklına neler gelir bilmem, ama biz Anadolu
Türkleri dost deyince derinden duygulanır, küçük kaygıların, çıkarların üstünde, uğruna can feda
edilen, insanın en temiz yanını, insanlığın özünü yansıtan bir varlık düşünürüz. Dosta inanır, dosta
güvenir, dosta açılır insan. Tanrının insanlığı, insanın Tanrılığı gibi bir şeydir dost. Dost dünyanın tadı,
yüreğin gözbebeğidir. Dost hem içinde, hem dışındadır insanın, hem çok uzaklarda hem yanı
başımızdadır. İşte dost sözüne bu zenginliği, bu insan sıcaklığını ve Tanrı yüceliğini veren şairlerimizin
başında Yunus gelir, o Yunus ki şöyle seslenir dostuna:

Aşkın aldı benden beni


Bana seni gerek seni

Ben yanarım dünü günü

Bana seni gerek seni.

Ne varlığa sevinirim

Ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum

Bana seni gerek seni.

Sofilere sohbet gerek

Ahilere ahret gerek

Mecnunlara Leyla gerek

Bana seni gerek seni.

Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni.

Eğer beni öldüreler

Külüm göğe savuralar

Toprağım anda çağıra

Bana seni gerek seni.

Dosta yaşarken kavuşmak ister Yunus, öldükten sonra değil:

Yoldaş olalım ikimiz


Gel dosta gidelim gönül

Haldaş olalım ikimiz

Gel dosta gidelim gönül

Ölüm haberi gelmeden

Ecel yakamız almadan

Azrail hamle kılmadan

Gel dosta gidelim gönül.

Dünya dostun bahçesidir Yunus için.

Halvetlerde meşgul olam

Daim açılır gül olam

Dost bağında bülbül olam

Ötem hey dost deyu deye

Mecnun oluban yürüyem

Yüce dağları bürüyem

Mum olubam eriyem

Yanam hey dost deyu deyu

Günler geçe yıl çevrile

Üstüme sinlem devrile

Ten çürüye toprak ola

Tozam hey dost deyu deyu.

………..
Dost yüzünü görmez isem

Bu gözlerim nemdir benim

Dilim şeker gövdem kamış

Bu söyleyen nemdir benim.

Dost sözünün yerini bazı şiirlerde, belki değişmiş olanlarda Mevlâ sözü alır; ama şiirin havası,
dostçalığı değişmez:

Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım mevlam seni

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım mevlam seni

Yunus okur diller ile

Bir sürü bülbüller ile

Haktan yana kullar ile

Çağırayım mevlam seni.

Muhammed’e, Ali’ye, Hasan ile Hüseyin’e seslendiği zaman da Yunus’un ya da Yunusların dostluk
duyguları pek değişmez:

Aşık Yunus neyler dünyayı sensiz

Adı güzel kendi güzel Muhammed.

Araya araya bulsam izini

İzinin tozuna sürsem yüzümü


…………….

Hak nasip eylese görsem yüzünü

Ya Muhammed canım arzular seni

Yunus övdü durdu seni dillerde

Dillerde dillerde hem gönüllerde

Ağlaya ağlaya gurbet ellerde

Ya Muhammed canım arzular seni.

……….

Yüce sultanım

Derde dermanım

Bedende canım

Hu demek ister

Kerbelâ’nın kuzuları

Şehit olmuş gazileri

Fatma’nanın kuzuları

Hasan ile Hüseyin’dir.

Hazret Ali babaları

Muhammed’tir dedeleri

Arşın iki küpeleri

Hasan ile Hüseyin’dir.


Kerbelâ’nın ta içinde

Nur balkır gökçek saçında

Yatarlar nurlar içinde

Hasan ile Hüseyin’dir.

Anadolu böyle sever işte sevince, böyle içten, böyle türkü söyler gibi.

Ama Yunus’un da Dostunun yerini herkesin Tanrısı alınca hava değişir. Onunla artık dostça değil bir
kulun padişahla konuşabileceği, daha doğrusu hiçbir zaman konuşamayacağı gibi konuşur; baş kaldırır
ona, adaletinden şüphe eder:

Ben sana zulm eyledim ettim günah

Neyledim nettim sana ey Padişah..

Kıl köprü gerersin geç diye

Gel seni sen duzağımdan seç diye

Ya düşer ya dayanır ya uçar

Kıl gibi köprüden adem mi geçer.

Kulların köprü yaparlar hayriçin

Hayr budur kim geçerler seyriçin.

Böylece eleştirir Yunus Tanrı’yı: Hem beni yaratırsın, her yapacağımı da bilirsin sonra da günahlarımı
tartıp beni yakmak istersin. Teraziyi bakkallar kullanır, sana yakışır mı der ve şöyle bitirir sözünü:

Geçmedi mi intikamın öldürüp

Çürütüp gözüme toprak doldurup

Hiç Yunus’tan değdi mi sana ziyan

Sen bilirsin aşikâre ve nihan

Bir avuç toprağı bünca kıl-ü kal

Neye gerek ey Kerim-i zül celâl


Yunus Emre Tanrı karşısındaki davranışları pek az dünya şairinde görülecek kadar değişik,
karmakarışıktır. Bu Türkmen Kocası Anadolu halkıyla birlikte türlü inanç köprülerinden geçmiş, baş
kaldırmadan boyun eğmeğe, Tanrıyı insanlaştırmadan insanı Tanrılaytırmaya kadar bütün hallerden
geçmiştir. Çünkü, unutmayalım, Yunus’un yaşadığı topraklar bütün Tanrıların iz bırakıp geçtiği
topraklardır. Bu konuyu değiştirmeden iki şiir daha okuyalım:

İster idim Allahı

Buldum ise ne oldu

Ağlardım gündüz gece

Güldüm ise ne oldu?

Erenler sohbetinde

Deste kızıl gül idim

Açıldım ele geldim

Güldüm ise ne oldu?

Alimler ulemalar

Medrese buldular

Ben harabat içinde

Buldum ise ne oldu?

Aynı şair, belki de bütün umutlarını Tanrıya bağlayan, ölüm karşısında güz yaprağı gibi titreyen
insanların ağzından şu kanatlı sözleri söyler:

Açıldı gökler kapısı

Rahmet doludur hepisi

Sekiz cennetin kapısı

Açar Allah deyu deyu.


…..

Sensin rahim sensin kerim

Allah sana sundum elim.

Dilim tetiği buruldu

Canım gövdeden üzüldü

Gören gözlerim süzüldü

Allah sana sundum elim.

________________________________________

S. Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Yay; İst.1980;s.30>

Yunus’un Savunduğu Ahlâk:

Yunus Emre olgunluk döneminde yazdığı Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı) adlı şiirinde ahlâk
anlayışını açıklamıştır. Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13
beyitlik bir başlangıçtan sonra kısa bir düzyazı vardır. Bu düzyazıda aklın, imanın çeşitleri anlatılır,
insanda toprak, su, ateş, yel niteliklerinin can ile birleştiğine, toprak ile suyun cennet, ateş ile yelin
cehennem öğeleri olduğuna değinilir. Arkasından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani
Gazab, Sabır, Haset, Cimrilik, Akıl. Toprak ile su iyiliklerin, ateş ile yel kötülüklerin simgeleridir. İyilikler
şunlardır: Tanrı özlemi, Tanrı’ya güvenmek, sabır, onurunu korumak, iyi huy, halka iyilik etmek, temiz
yüreklilik, cömertlik, kanaat, utanmak, dürüstlük. Kötülükler de şunlardır: düzenbazlık, gösterişçilik,
acelecilik, kibir, şehvet, kıskançlık, iki yüzlülük, öfke, cimrilik, kin, dedikodu, adam çekiştirmek.

Yunus’un iyi ya da kötü dediği şeyler, genellikle, günümüzde de iyi ya da kötü denilen şeyler. Ama
hepsi birleştirilip bir ahlak anlayışı çizilirse, bunun çağımızdaki anlayışa ya da önemli bir noktada
uymadığı görülür. Yunus dayandığı mistik felsefenin etkisiyle sabrı, katlanmayı, boyun eğmeyi,
Tanrı’ya sığınmayı savunmuştur. Günümüzün ahlâk anlayışları ise boyun eğmemeyi, haksızlıklara
direnmeyi, kötülüklere karşı ayaklanmayı erdem sayar, bu dünyanın sorunlarını bu dünyada çözmek
gerektiği görünüşüyle edildiği yerer.

Yunus’un günümüz insanına hoş görünen ahlâk anlayışı daha çok, şiirlerinde sergilediği, sürekli olarak
yinelediği gönül kırmama ilkesidir. Bu ilkeyi, düşüncesinin kaynaklandığı Tasavvuf felsefesinin
etkisiyle, şeriat kurallarının üstünde tutar.

Şöyle sözler eder:


Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

(…)

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise

(…)

Yüz Kabe’den yeğrektir bir gönül ziyareti

(…)

Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca

Hepsinden iyisi bir gönüle girmektir

(…)

(İki cihan: bu dünya ile öbür dünya. Bedbaht: mutsuz, kara talihli. Yüz Kabe: (yüz kere hacca gitmek).
Yeğrektir: daha iyidir. Bin var hacca: bin kere git hacca).

Şeriat kurallarına uymayan ya da uyamayan, uyma olanağı bulamayan bugünkü insan için, bu iyilik
etme, gönül kırmama ahlâkı, belli belirsiz bir iç rahatlığı nedenidir. Çünkü çoğu insanda, aldığı eğitime,
yaşadığı çevreye göre, çok ya da az, bir dinsel suçluluk duygusu, din kurallarına uyamamanın verdiği
bir tedirginlik vardır.

Yunus’un Din Anlayışı:

Dini insanları uyuşturmak için, korkutmak, manevî bağlarla bağlamak için, yönetici zümrelerin,
sömürücü sınıfların yarattığı, yaydığı görüşünü benimseyen öğretilerden yana olanlar da, Yunus
Emre’nin şeriata karşı sözlerinden kendilerine yakın anlamlar çıkarabilirler. Bilimsel yönden bütünüyle
yanlıştır bu görüş ama, daha önce de söylediğimiz gibi, okurların şiirlere kendi çağrışımlarıyla
yaklaşmalarına engel olunamaz.
Gerçek şudur: Yunus emre de bütün mistikler gibi bağlı olduğu dinin ruhuna, kurallarına saygılıdır,
kesinlikle karşı değildir. Ama şeriat adamlarıyla tarikat adamları arasında sürüp giden çekişmenin
içindedir. Birinciler devletin yanında, bağnaz, hoşgörüden yoksun, suçlayıcıdırlar, ikincilerse halkın
yanında, özgür, hoşgörülü, bağışlayıcıdırlar. Birinciler ikincileri kâfirlikle suçlayıp din dışı sayarlar,
fırsatını buldular mı asarlar ya da derilerini yüzerler. İkinciler de birincilerin kitap okumakla, namaz
kılmakla Tanrı’ya ulaşamayacaklarını durmadan yüzlerine vururlar.

Bu çekişmelerin altında, çok etkili bir yönetim aracı olan dini kendinden yana çekmek isteyen siyasal
kaygıların bulunduğuna şüphe yoktur. Nitekim bazı beyler de tarikat şeyhleriyle işbirliği yapmışlardır.
Yunus’un Karaman Sarayı’nda sayılan bir kişi olduğunu söyleyenler, asker toplamakta hükümdara
yardım ettiğini ileri sürenler, bunun konumuzun içindeki bir örneğini veriyorlar. Daha sonraki
yüzyıllarda, İran Sarayı’nın Anadolu’daki tarikatları Osmanlılara karşı kullandığını, Safavî şahları ile
Osmanlı padişahları arasındaki siyasal çatışmaların, Alevîlerle Sünnîleri birbirine düşürdüğünü
biliyoruz.

Yunus’un şiirlerinde şöyle sözler vardır:

Sen olmadığın gönülde din ile iman gerekmez

(…)

Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hacet

Âşık kişi harâb olur harâb bilmez din diyanet

(…)

Gökten inen dört kitabı günde bin kez okur isen

Erenlere münkir isen didâr ırak senden yana

(…)

Sen sana ne sanırsan

Hem ayruğa anı san

Dört kitabın mânası

Budur eğer var ise

(…)
(Sen olmadığın: senin bulunmadığın, Tanrı’nın bulunmadığı. Ü: ve. Âşık: Tanrı aşkıyla yanan. Hacet:
gerek. Harâb: Tanrı aşkıyla sarhoş. Diyanet: dindarlık. Dört kitap: Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an. Erenler:
velî, evliya, Tanrı’ya ulaşanlar. Münkir: inkâr eden, inanmayan. Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Irak:
uzak. Sen sana ne sanırsan hem ayruğa anı san: kendini nasıl tutarsan, başkalarını da öyle tut.)

Bunlar dine ya da şeriata karşı sözler değil. Tasavvuf felsefesi çerçevesinde, tarikat anlayışının
savunulması, Tanrısal aşkın yüceltilmesi için söylenmiş sözlerdir. Tanrısal aşk karşılığında önemsizliği
belirtilmektedir.

Yunus’un Dünya Anlayışı:

Yunus için dünya çabucak geçiliverilecek sir köprüdür. Dünyadaki her şey değersizdir, dünya malına
özenmemek, dünyaya bel bağlamamak gerekir. Dünyada oyalananlar Tanrı’ya ulaşamazlar.

Şöyle der:

Bize didâr gerek dünya gerekmez

(…)

Yunus gerçek âşık isen

Mülke suret bezemegil

(…)

Şunlar ki çoktur malları

Gör nice oldu halleri

Sonucu bir gömlek giymiş

Anın da yoktur yenleri

(…)

Bir imaret göster bana kim sonu viran olmaya

Kazanagör sen ol malı kim senden geri kalmaya

(…)
(Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Âşık: Tanrı aşkıyla yanan, Mülke suret Bezemegil: dünya malının
görünüşteki güzelliğiyle oyalanma. Gömlek: kefen. Anın: onun. Yen: giysi kolu. İmaret: mamur yer,
yapı. Viran: yıkık, harap. Kazanagör: kazan, kazan bakalım. Ol: o. Kim: ki. Senden geri kalmaya:
arkanda kalmasın.)

Yunus Emre’nin Tasavvuf felsefesinden kaynaklanan bu görüşleri, mala mülke değer vermeyişiyle
hoşa gitse de, günümüz insanının benimseyebileceği görüşler değildir. Katlanma, boyun eğme,
umutlarını öbür dünyaya bağlama anlayışı düşünüşünün temelinde yatmaktadır.

Ama bağlandığı felsefenin çerçevesinde de olsa dünyanın güzelliğini yansıtmadan edemez:

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış

Kişi yeni geline bakubanı doyamaz

(Bakubanı: bakınarak, bakmakla)

Yani dünya güzeldir, ama dünyanın güzelliğine kanmamak, bu güzellikle fazla oyalanmamak gerekir.

Buraya kadar açıkladıklarımızdan anlaşılacağı gibi, Yunus Emre’nin düşünce dünyası, XX. Yüzyıl
insanına çok uzaktır. Ne var ki,yaşadığı çevreyle somut ilişkiler içinde yazmış olması,eşsiz gözlem
gücüyle, yaşam karşısında, bağlandığı din felsefesinin sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşması, onu
çağdaş okurlar için de ilginç kılıyor, halkçı, insancı yanlarıyla benimsenmesine yol açıyor.

________________________________________

Sanatının Özellikleri:

Şiiri “sözün yoğunlaştırılması” diye tanımlayanlar vardır. Yunus’un da anlayışta olduğu görülüyor. Bir
şiirinde şöyle der:

Az söz erin yüküdür

Çok söz hayvan yüküdür


Yunus Emre’nin yaşamını destanlaştıran da gözünden kaçmamış onun bu özelliği. Mevlânâ’ya
“Mesnevî”si için : Çok uzun yazmışsın, ben olsam:

Ete kemiğe büründüm

Yunus diye göründüm

Uzmanlar arasındaki bu anlaşmazlık yüzünden Yunus Emre’nin şiirleri bazı kitaplarda dörtlükler
biçiminde, bazı kitaplarda ise gazel biçiminde yer alıyor.

Yukarıda “Yunus bir halk şairi sayılmadığından” dedik. Bu konuda uzmanlar birleşiyorlar. İyi öğrenim
görmüş, dünya bilgileriyle yetinmemiş. Tasavvuf alanında en yüksek mertebeye ulaşmış bir İnsan-ı
Kâmil olduğunu, Tanrı’nın varlığında eridiğini kabul ederek, onun için, şöyle diyorlar: Yunus halk şairi
değildir, ama halkın şairidir.

Dil:

Yunus Emre Oğuz lehçesiyle. Çağının konuşma diliyle yazmıştır. Selçuklu Devleti’nde saray dili Farsça
iken halkın konuştuğu dili seçmesi şiirlerini halk için yazdığını gösterir. Kullandığı sözcüklerin bütünü
Türkçe değildir. Bugün unutulmuş olan Türkçe sözcüklerin yanı sıra, Arapça, Farsça sözcükler de
kullanmıştır. Ayrıca, Farsça dil kurallarına uyduğu, isim, sıfat takımları kurduğu, Türkçe sözcükleri
yabancı bağlaçlarla bağladığı da görülür. Dili üzerinde Tasavvufun etkileri açıktır. Bazı sözcüklerin hem
Türkçe’sini, hem Arapça’sını ya da Farsça’sını birlikte kullanmıştır.

Bir geçiş, bir kargaşa döneminin bütün bu izlerine karşılık, Yunus’un şiirlerinde Oğuz lehçesinin
olağanüstü bir anlatım gücüne, benzeri az görülmüş bir uyum güzelliğine ulaştığı da bir gerçektir.

Mecazlar, Mazmunlar:

Uzmanlar Yunus Emre’nin kullandığı mecazlarla mazmunlarda (=nükteli, sanatlı ince söz/Büyük
Türkçe Sözlük; TDK Sözlük Kolu Uzmanları; F. Devellioğlu, N. Kılıkçını; Rafet Zaimler Kitapevi; 1975)da
tutarsızlık bulurlar: Halk Edebiyatı’nın ortak mecazlarının, Dede Korkut Kitabı’ndan gelen
söyleyişlerin, halk ağzında yaşayan deyimlerin, atasözlerinin yanı sıra Divan Edebiyatı mazmunlarına
da düşkünlük göstermesi yadırganır.

YUNUS’DAN YUNUS’LARA:

“Yayıldı Yunus adı” dizesinden anlaşıldığına göre, Yunus Emre’nin ünü yaşadığı çağda yayılmış, gene,
“Okuyalar bu benim divanımı” dizesinden anlaşılacağına göre de, yaşarken şiirleri bir araya toplanıp
divanı düzenlenmiştir.
Türk halkının Yunus’a bağlılığı, sevgisi çığ gibi büyümüş, sonraki yüzyıllarda yaşayan birçok şair onun
adını almış, onun gibi yazmış, onun şiirinde eriyip yok olmayı seçmişlerdir.

Bugün uzmanları düşündüren, kararsızlıkta bırakan birçok şiir vardır: Yunus’un mu, sonraki
Yunus’ların mı?

Ayırmak için tek ölçü ise şiirlerin eski yazmalarda bulunup bulunmaması. Yunus Emre’nin sağlığında
düzenlediği divanı ortada yoktur. Onun şiirlerini içeren en eski yazmalar XIV., XV. Yüzyıllardan
kalmadır. XV. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki yazmalarda başka şairlerin şiirleri Yunus’unkilerle
karışmaya başlar.

Bu yüzden Yunus Emre’nin Divan’ı bilimsel bir çalışmayla yeniden düzenlenirken, eski yazmalarda
bulunmadığı gerekçesiyle, halkımızın Yunus diye okuyup sevdiği pek çok şiir kitabın dışında kalmıştır.
Bazı vazgeçilmez şiirlere ise “eski yazmalarda yoktur, ama Yunus’un olsa gerektir.” Diye not
düşülmüştür.

Aralarında kimi uzmanların bulunduğu şiir gönüllüleri ise, bu şiirlerin Yunus'dan koparılamayacağını,
Yunus yazmamış bile olsa, onları Yunus’un kabul etmek gerektiğini söylerler. Bir uzman yaptığı
seçmeler kitabını iki bölüme ayırıp birinci bölüme Yunus’un olduğuna kesin gözüyle bakılan, ikinci
bölümüne de başka Yunus’larca yazıldığı sanılan şiirleri koymuştur. Kimileri de bu ölçüye hiç aldırmaz,
şiir nitelikleriyle Yunus’a yakıştırdıklarını, onun olduğuna halkça inanılan bütün şiirleri seçmelerine
alırlar.

YAPITLARI:

Yunus Emre’nin iki yapıtı vardır:

1. Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı): Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573
beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan sonra, kısa bir düzyazı vardır. Ardından destanlar gelir: Ruh
ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab, Sabır, haset, Cimrilik, Akıl. Bu destanların aruz ölçüsüyle
yazılmadığını, “mefâilün mefâilün feûlün” ölçüsüne uyuyorsa da, her dizede birkaç uzatma yapmak
gerektiğini, hecenin 6+5=11 ölçüsüyle yazılmış olmasının daha akla yakın göründüğünü söyleyenler de
vardır. Öğretici, öğüt verici bir yapıt oluşu, çağımızda geçerliği bulunmayan görüşleri savunması
yüzünden uzmanlardan başkasının pek ilgisini çekmemiş bulunan bu şiirin sonlarındaki “Söze tarih
yedi yüz yediydi” dizesinden hicrî 707’de, yani miladî 1307 ya da 1308’de yazıldığı anlaşılıyor.
Abdülbâki Gölpınarlı bu şiiri, derlediği Yunus Emre Divanı’nın başına koymuştur.

2. Divan : Yunus’un sağlığında düzenlenen divanı bulunamamıştır. Eldeki divanlar çeşitli yazmalardan
şiirlerin derlenip bir araya getirilmesiyle düzenlenmiştir. 1904’de birinci, 1924’de ikinci basımları
yapılan Divan-ı Âşık Yunus Emre'den sonra, 1933-34 yıllarında Burhan Toprak Yunus Emre Divanı’nı üç
cilt olarak yayımladı, 1943’de iki cilt olarak ikinci basımını yaptırdı. Gene 1943’de bilimsel bir
çalışmaya dayanan ilk Yunus Emre Divanı’nı Abdülbâki Gölpınarlı yayımladı.

BU KİTAP:
Memet Fuat burada, kitap hakkında açıklama yazısı yaptıktan sonra hangi derlemelerden
yararlandığını ekliyor.

Uzmanlar halkımızın Yunus’un şiirlerini sürekli olarak yaşayan dile dönüştürdüğünü, dil değiştikçe,
ölçü ya da uyak zorlamasıyla değiştirilemeyenler dışında, sözcüklerin hep günün konuşma diline
uydurulduğunu söylüyorlar. Tekkelerde de Yunus’un şiirleri yaşayan dille, günün konuşma diliyle
okunurmuş. XIII. Yüzyıldaki Oğuz lehçesini bilimsel bir yanılmazlıkla saptamak olanağı da zaten yok.
Bu bakımdan, uzmanlar, Yunus’un şiirlerini yazarken, ışk yerine aşk; degül (ya da değül) yerine değil;
yatur yerine yatar; yürüyenin yerine yürüyeyim; benven yerine benim demekten çekinmiyorlar.

Örnekse bilimsel bir çalışma ürünü olan Divan’da:

İy âşıkan iy âşıkan ışk mezheb-ü dindür bana

Gördi gözüm dost yüzini yas kamu duğündür bana

Diye yazılı olan bir beyiti,başka bir uzmanın derlemesinde şöyle yazılmış bulabilirsiniz:

Ey âşıklar, ey âşıklar

Aşk mezheb-ü dindir bana

Gördü gözüm dost yüzünü

Yas kamu düğündür bana

Gene, örnekse, Gölpınarlı Divan’da:

İlâhi bir ışk vir bana, kandaluğım bilmeyeyin

Yavı kılayın ben beni isteyüben bulmayayın

Diye yazdığı bir beyiti, öğrenciler için derlediği seçmeler kitabına şöyle alabiliyor:

İlâhi, bir aşk ver bana, nerdeyim hiç bilmeyeyim

Kaybedeyim de ben beni, istesem de bulmayayım.


Elinizdeki kitapta ise ortalama bir yol tutuldu. Örnek ise, bu son beyit şöyle yazıldı:

İlâhi bir aşk ver bana

Kandalığım bilmeyeyim

Yavu kılayım ben beni

İsteyüben bulmayayım.

Böylece Yunus Emre’nin kullandığı lehçeye daha yakın kalınmaya çalışıldı. Noktalama işaretleri de
kullanılmadı, çünkü günümüzün okuru şiirde noktalama işareti arayan bir okur değil kanısındayız.
Ayrıca, Yunus’un şiirleri, yaşadığı çağda kullanılmayan bu noktalama işaretleri olmadan da rahatça
anlaşılıyor.

Çoğu şiirlerde dörtlük biçimi seçmemiz ise uzmanlar arasındaki tartışmada yan tuttuğumuzdan, bir
savımız olduğundan sanılmasın. Yalnızca, “Halk şairi değildir, ama halkın şairidir” denilen Yunus’un
böyle daha aydınlık, daha sıcak, daha halka yakın görüldüğüne inanıyoruz.

Kitabımızda, Yunus Emre’nin olmadığı, başka Yunus’larca yazıldığı sanılan şu şiirlere de yer verdik:

Yalancı dünyaya konup göçenler,

Şol cennetin ırmakları,

Ey dost senin yolundan,

Dervişlik der ki bana,

Bir köprü yaratmışsın,

Ben dervişim diyene,

Biz dünyadan gider olduk…

________________________________________

Memet Fuat / Yunus Emre kitabından aktardığımız bilgileri, adı geçen şiirlerle sürdürelim:
Yalancı dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üzerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Kiminin başında biter ağaçlar

Kiminin üstünde sararır otlar

Kimi masum kimi güzel yiğitler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Toprağa gark olmuş nazik tenleri

Söylemeden kalmış tatlı dilleri

Gelin duadan unutman bunları

Ne söylerler ne bir haber verirler

Kimisi dördünde kimisi beşinde

Kimisinin tacı yoktur başında

Kimi altı kimi yedi yaşında

Ne söylerler ne bir haber verirler

Kimisi bezirgân kimisi hoca

Ecel şerbetini içmek de güce

Kimi ak sakallı kimi pir hoca

Ne söylerler ne bir naber verirler

Yunus der ki gör takdirin işleri

Dökülmüştür kirpikleri kaşları


Başları ucunda hece taşları

Ne söylerler ne bir haber verirler

(11 hecenin çeşitli durakları)

Yalancı dünya: bu dünya. Göçmek: öbür dünyaya göçmek, ölmek, yok olmak. Türlü: çeşit çeşit.
Bitmek: ortaya çıkmak, belirmek. Masum: suçsuz, günahsız, yazıksız. Gark olmuş: batmış. Ten: vücut.
Duadan: (dualarınızda). Unutman: unutmayın. Taç: dervişlerin giydiği başlık. Bezirgân: tüccar, (dünya
alışverişine düşkün kimse). Hoca: Tanrı yolunda bilgili kimse. Ecel: ömrün alında yazılı olduğuna
inanılan sonu. Güce: (güçtür). Pir: tarikat kurucusu. Koca: yaşlı. Takdir: takdir edilen, alınyazısı. İşlerin:
(işlerini). Hece taşları: mezar taşları.

Sayfa: 66-67

Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyi

Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyu deyi

Salınır Tuba dalları Kur’an okur hem dilleri

Cennet bağının gülleri kokar Allah deyi deyi

Kimi yiyip kimi içer hep melekler rahmet saçar

İdris nebi halle biçer diker Allah deyi deyi

Altındandır direkleri gümüştendir yaprakları

Uzandıkça budakları biter Allah deyi deyi

Aydan arıdır yüzleri misk ü amberdir sözleri

Cennette huri kızları gezer Allah deyi deyi

Hakk’a âşık olan kişi akar gözlerinin yaşı


Pür-nur olur içi dışı söyler Allah deyi deyi

Ne dilersen Hak’tan dile kılavuz ol doğru yola

Bülbül âşık olmuş güle öter Allah deyi deyi

Açıldı gökler kapısı rahmetle doldu hepisi

Sekiz cennetin kapısı açar Allah deyi deyi

Rıdvan’dürür kapı açan İdris’dürür hulle biçen

Kevser şarabını içen kanar Allah deyi deyi

Miskin Yunus var yârine koma bugünü yarına

Yarın Hakk’ın didârına varır Allah deyi deyi

Şol: şu. Deyi deyi: diye diye. Salınır: (sallanır). Tuba: cennette bulunduğuna inanılan kökü yukarıda
dalları aşağıda büyük bir ağaç. Bütün cenneti gölgelendirir, çok tatlı yemişler verirmiş. Bağ: bahçe.
Rahmet: Tanrı’nın merhameti. Nebi: peygamber. İdris nebi: İdris peygamber. Hulle: cennet giysisi.
İdris nebi hulle biçer: cennette giyilen giysileri İdris peygamberin diktiğine inanılır(Not: Günümüzden
beş bin yıl önce Mısır’da bir terzi yaşadı.Bu terzi, yüz bin yıllık bilinç diyalektiğinin oldurduğu bir
düşünceydi. Beş bin yıldan beri, gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin
kıvılcımı vardır. Terzi, Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşıyor. Yunanlılar ona Ermis ya da üç kez
bilgin anlamına Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre adı Hanok’tur. Araplar, Hermes-ül Haramise
adıyla anmaktadırlar. Kur’an’a göre o, Âdem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü peygamber
İdris’dir….. Terzi Hermes’in öğretisi, eski Mısır’da Tep ve Memphis tapınaklarının büyük ve kutsal
sırrıdır. O. Hançerlioğlu/Düşünce Tarihi/Remzi Kit./1977/s.34, 36). Direk: ağaçtan yapılan uzun, kalın
destek (ağacın direk yapılan gövde bölümleri). Uzandıkça: (uzadıkça). Budak: dal. Biter: belirir, ortaya
çıkar. Arı: temiz. Misk: Asya’nın yüksek dağlarında yaşayan bir tür erkek ceylanın (misk keçisi de
denir) karın derisi altındaki bir bezden çıkarılan güzel kokulu madde. Ü: ve. Amber: güzel kokulu bir
çiçek, (güzel kokulu bazı maddelere verilen ortak ad). Huri kızları: cennetteki güzel kızlar. Hak: Tanrı.
Pûr: dolu. Nur: aydınlık, ışık, parıltı, (Tanrı’dan vuran ışık). Pûr-nur: nur dolu. Kılavuz: yol gösterici.
Gökler: (göklerin). Hepisi: (hepsi). Sekiz cennet: cennetin sekiz bölüm olduğuna inanılır. Kapısı:
(kapısını). Rıdvan: cennet kapısını bekleyen melek. Rıdvan’dürür: Rıdvan’dır. İdris’dürür: İdris’dir.
Kevser: cennetteki Kevser suyu, çok tatlı olduğuna inanılır.Kevser şarabı: sofîler Kevser’i irfan olarak
görürler, yani bu sudan içen Tanrısal bir feyz alarak evrenin sırlarını öğrenecek, Tanrı’nın varlığında
kendinden geçecektir, sarhoş olacaktır. Şarap: (insanı esrikleştiren içki, Tanrısal aşk). Kanmak: bir
isteğini yeterince karşılamış olmak. Miskin: yoksul, zavallı, (Tasavvuf felsefesinde varlıktan, benlikten
geçmiş, Tanrı varlığına ermiş kimse). Yâr: sevgili,(Tanrı). Var yârine: Tanrı’na ulaş. Koma: bırakma.
Didâr: sevgilinin yüzü, (Tanrı’nın yüzü).

Sayfa:72-73

Ey dost senin yolunda

Canım vereyim Mevlâ

Aşkını komayayım

Oda gireyim Mevlâ

Beni sana vereyim

Sensiz beni nideyim

Ben senin hazretine

Bensiz varayım Mevlâ

Benden bana yakınsın

Canımdan sevgilimsin

Ya ben seni isteyü

Kanda arayım Mevlâ

Vahdetin şarabından

Bir cur’a nûş edeyim

Enel-Hak çağıruban

Dâra gireyim Mevlâ

Ger beni senin için

Yetmiş gez öldüreler

Bin gez dahi ölmeye

Razı olayım Mevlâ


Yunus aydur benliği

Aradan tarh edüben

Senin ile bakayım

Seni göreyim Mevlâ

Dost: sevgili, (Tanrı). Mevlâ: Tanrı. Komayayım: bırakmayayım. Aşkını komayayım: aşkından
vazgeçmeyeyim. Oda: ateşe. Nideyim: ne edeyim, ne yapayım. Hazret: huzur, kat, makam. Varayım:
(ulaşayım). İsteyü: (isteyerek, isteyince). Kanda: nerede. Vahdet: birlik, Tanrı’nın varlığında erimek,
kendinden geçmek. Şarap: (insanı esrikleştiren şey, Tanrısal aşk). Cur’a: yudum. Nûş etmek: içmek.
Enel-Hak: ben Tanrı’yım, (ünlü sofi Hallac-ı Mansur’un vahdete erdiğini, Tanrı’yla dolduğunu,
Tanrı’nın varlığında eridiğini belirtmek için söylediği bu söz asılmasına neden olmuştur). Çağıruban:
çağırıp, çağırarak. Enel-Hak çağıruban: ben Tanrı’yım diye bağırarak. Dâr: darağacı. Dâra gireyim:
(darağacına gideyim). Ger: eğer. Gez: kez, kere. Öldüreler: (öldürseler). Dahi: daha. Razı olayım:
katlanayım. Aydur: der, söyler. Tarh edüben: çıkarıp, çıkararak.

Sayfa:82-83

Dervişlik derki bana

Sen derviş olamazsın

Gel ne diyeyim sana

Sen derviş olamazsın

Derviş bağrı baş gerek

Gözü dolu yaş gerek

Koyundan yavaş gerek

Sen derviş olamazsın

Döğene elsiz gerek

Söğene dilsiz gerek

Derviş gönülsüz gerek

Sen derviş olamazsın


Dilin ile şakırsın

Çok maniler okursun

Vara yoğa kakırsın

Sen derviş olamazsın

Kakımak varmışsa ger

Muhammedde kakırdı

Bu kakımak sende var

Sen derviş olamazsın

Doğruya varmayınca

Mürşide yetmeyince

Hak nasip etmeyince

Sen derviş olamazsın

Derviş Yunus gel imdi

Ummanlara dal imdi

Ummana dalmayınca

Sen derviş olamazsın

Dervişlik: dervişlik töresi. Derviş: varlığından, benliğinden geçmiş, tarikata girmiş kimse. Baş: yara.
Yavaş: yumuşak başlı. Elsiz gerek: (el kaldırmaması gerekir). Dilsiz gerek: (karşılık vermemesi gerekir).
Ma’ni: mâna, anlam. Ma’niler okursun: anlamlı sözler söylersin. Kakırsın: öfkelenirsin, kızarsın.
Varmışsa ger: olsaydı eğer. Var: (varken). Mürşit:doğru yolu gösteren, şeyh. Yetmek: ermek, ulaşmak.
Hak: Tanrı. Nasib: düşerlik,talihten payına düşen. Hak nasib etmeyince: (Tanrı uygun görmeyince).
İmdi: o halde, öyleyse. Umman: ucu bucağı, derinliği bilinmeyen deniz, (Tanrı aşkı).

Sayfa: 86-87

________________________________________
Bir köprü yaratmışsın kıldan incedir dersin

Kamuya salâ ettin mahlukat cümle geçsin

Geç dediğin kulların biri benim eksikli

İzzin hakkı geçmezem hazzı olanlar geçsin

Meğer inayet Hak’dan yardım ola Allah’dan

Hak’dan yardım olursa kim gerek ise geçsin

Bir tahta yaratmışsın halim anda yazmışsın

Ne yazdınsa meçhuldür bir kul anı ne bilsin

Eğer avrat eğer er eğer hayır eğer şer

O yazıda ağlayan ayruk ne yerde gülsün

Var yazından ağlama kendi canın dağlama

Madem yazın yazıldı dahi seven ne kılsın

Yedi tamu yarattın asilere arzettin

İzzin hakkı girmezem eksiği olan girsin

Sekiz uçmak yarattın müminlere arzettin

Kâfirler ana girmez ben kuluna ne dersin

Benim anda derdim yok girmekliğe fikrim yok

Kulağıma yapışma ko anı anda kalsın


Yüzüm kara elim boş bağrım başlı gözüm yaş

İnayet eyle Allah Yunus didârın görsün

Bir köprü: (Sırat köprüsü, cehennemin üzerinde bulunduğuna inanılan köprü, günahsız kullar bu
daracık köprüden geçip cennete giderler, günahkâr kullar ise geçemeyip cehenneme düşerler). Kamu:
herkes. Salâ: çağırmak, seslenmek. Kamuya salâ ettin: herkesi çağırdın. Mahlukat: yaratıklar. Cümle:
hepsi, hep. Eksikli: kusurlu, günahkâr. İzzin hakkı geçmezem: (iznin olursa ben geçmeyeyim). Haz:
hoşlanma. Hazzı olanlar: hoşlananlar. Meğer: ancak. İnayet: ihsan, lütuf, iyilik. Hak: Tanrı. Meğer
inayet ola Hak’dan yardım ola Allah’dan: (ancak Tanrı lütfeder de yardım ederse). Kim gerek ise: kime
gerekliyse. Bir tahta: (Tanrı’nın insanları yaratmadan önce, başlarına gelecekleri yazdığı tahta,
alınyazısı tahtası). Halim: (başıma gelecekleri). Anda: ona. Meçhul: bilinmeyen. Anı: onu. Avrat: kadın.
Er: erkek. Hayır: iyilik. Şer: kötülük. Ayruk: başka. Yazından: (alınyazın için). Dağlamak: acısı yüreğine
işlemek. Dahi: (artık). Kılsın: etsin, (yapsın). Tamu: cehennem. Yedi tamu: (cehennemin yedi bölüm
olduğuna inanılır). Asilere: Tanrı buyruğuna uymayanlara. Arzetmek: göstermek, sunmak. Girmezem:
(girmeyeyim). Eksik: günah. Uçmak: cennet. Sekiz uçmak: cennetin sekiz bölüm olduğuna inanılır.
Mümin: inanan, dini bütün. Kâfir: Tanrı buyruklarını yerine getirmeyen. Ana: ona. Anda: (onunla).
Girmekliğe fikrim yok: girmek düşüncesinde değilim. Ko anı anda kalsın: bırak o orada kalsın. Başlı:
yaralı. Didâr: sevgilinin yüzü (Tanrı’nın yüzü). Didârın: (senin yüzün).

Sayfa: 132-133

Ben dervişim diyene

Bir ün edesim gelir

Seğirdüben sesine

Varıp yetesim gelir

Sırat kıldan incedir

Kılıçtan keskincedir

Varıp anın üstüne

Evler yapasım gelir

Altında gayya vardır

İçi nâr ile pürdür

Varuban ol gölgede
Biraz yatasım gelir

Oda gölge dediğ’me

Ta’n eylemen hocalar

Hatırınız hoş olsun

Biraz yanasım gelir

Ben günahımca yanam

Rahmet suyuyla yunam

İki kanat takınam

Biraz uçasım gelir

Derviş Yunus bu sözü

Eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeker

Bir Molla kasım gelir

Derviş: varlığından, benliğinden geçmiş, tarikata girmiş kimse. Ün etmek: seslenmek. Seğirdüben:
seğirtip, koşup. Yetesim: yetişesim. Sırat: cehennemin üzerinde bulunduğuna inanılan köprü,
(günahsız kullar bu daracık köprüden geçip cennete giderler, günahkâr kullar ise geçemeyip
cehenneme düşerler). Keskincedir: keskindir. Anın: onun. Gayya: cehennemde bulunduğuna inanılan,
düşenin içinden çıkamayacağı kuyu). Nâr: ateş. Pûr: dolu. Varuban: varıp. Ol: o. Oda: ateşe. Dediğ’me:
dediğime. Ta’n eylemek: kınamak, yermek. Eylemen: eylemeyin. Günahımca: günahım kadar.
Rahmet: Tanrı’nın merhameti. Yunam: yıkanayım. Takınam: (takınayım). Sigaya çekmek: sorguya
çekmek. Molla Kasım: Yunus için anlatılan menkıbelerde adı geçen bağnaz hoca.

Sayfa:134-135

Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun

Bizim için hayır dua


Kılanlara selâm olsun

Ecel büke belimizi

Söyletmeye dilimizi

Hasta iken halimizi

Soranlara selâm olsun

Tenim ortaya açıla

Yakasız gömlek biçile

Bizi bir âsan veçh ile

Yuyanlara selâm olsun

Azrail ala canımız

Kurur damarda kanımız

Yuyucağın kefenimiz

Soranlara selâm olsun

Salâ verile kasdımıza

Gider olduk dostumuza

Namaz için üstümüze

Duranlara selâm olsun

Dünyaya gelenler gider

Hergiz gelmez yola gider

Bizim halimizden haber

Soranlara selâm olsun


Miskin Yunus söyler sözün

Yaş doldurmuş iki gözün

Bizi bilmeyen ne bilsin

Bilenlere selâm olsun

Hayır: iyilik, (iyilik dileyen). Büke: (büksün, büker). Söyletmeye: (söylemesin, söyletmez). Ten: Vücut.
Açıla: (açılsın, açılır). Yakasız gömlek: (kefen). Biçile: (biçilsin, biçilir). Âsan: kolay, rahat. Veçh: tarz.
Yuyanlara: yıkayanlara. Azrail: ölüm meleği, can alıcı melek. Ala: (alsın, alır). Yuyacağın: yıkayınca,
( yıkanınca). Kefenimiz: (kefenimizi). Salâ vermek: halkı cenaze namazına çağırmak. Verile: (verilsin,
verilir). Kasdımıza: niyetimize, (bizim için). Dost: sevgili, (Tanrı). Gider olduk dostumuza: Tanrı’mıza
gidiyoruz. Hergiz: asla, hiçbir zaman. Hergiz gelmez yol: (asla dönüşü olmayan yol). Miskin: yoksul,
zavallı, (Tasavvuf felsefesinde varlıktan, benlikten geçmiş, Tanrı varlığında erimiş kimse). Sözün:
(sözünü). Görün: (görünü).

Sayfa: 138-139

Memet Fuat’tan aktaracağımız bilgiler burada sonlanıyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun dilinden Yunus
okumayı sürdürelim isterseniz:

Yunus ve ölüm:

Yunus Emre’nin bir insan ve bir şair olarak en büyük gücünü ve başarısını ölüm karşısında gösterdiğini
söyleyebiliriz. İnsanların en ortak, en değişmez, en eski ve en yeni duygusu ölüm korkusudur. İnsana,
ölümden korkan hayvan dense yeridir; çünkü ölüm yalnız ölümü düşününce vardır. Dinleri, bilimleri,
sanatları ölüm korkusunu yenmek için, yenerek, yenemiyerek yaratmıştır insanoğlu. Onun için büyük
şairler hep ölüm gerçeğine değinir, insanlığın bu bam teline dokunurlar. Onun için Yunus Emre’nin
şiiri, ölümü hem insanın iliklerine dek işletir, hem de bu korkuyu dost ve insanlık sevgisinde eritir.
Bunca insan yüreğini kazanması bundan olsa gerek her şeyden önce. Çağımızın büyük şairlerine bakın,
onların en büyük kaygısı ve başarısı ölüm korkusunu yenmede, bir yeni dost bulmadadır. Garcia
Lorca’nın ve Nazım Hikmet’in en büyük başarılarından biri, ölüm karşısındaki yeni duyuş ve
davranışları dile getirmeleridir. Yunus der ki:

Yalancı dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üstlerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler


Bana rahmet yerden yağar diyen Yunus için ölüm toprağa karışma, çürümedir en çok. Yenmeğe
çalıştığı korku, bir sıla sevincine çevirmek istediği korku insanın o mezardaki yürekler acısı somut
halidir:

Sabahın sinliğe vardım

Gördüm cümle ölmüş yatur

Her biri çaresiz kalmış

Ömrün yavı kılmış yatur.

Vardım bunların katına

Baktım ölüm heybetine

Nice yiğit muradına

Ermeyüben ölmüş yatur.

Yemiş kurt kuş, bunu keler

Nicelerin bağrın deler

Şol ufacık naresteler

Gül gibice solmuş yatur.

Eksilmiş inci dişleri

Dökülmüş sarı saçları

Bitmiş kamu teşvişleri

Balçığa serilmiş yatur.

Doğru varırdı yolları

Kalem tutardı elleri

Bülbüle benzer dilleri


Danışman yiğitler yatur.

Gece gündüz oğlancıklar

Söyler iken kuşlar gibi

Ayrılmışlar anaları

Sinlerini bekler yatur.

Yunus kendisi ya da Yunuslar birbirleriyle yarışır gibi tekrar tekrar ineriz aynı mezarlara, Türkçe’nin
tadıyla ölümün acılığını gidererek:

Teferrüç eyleyi vardım

Sabahın sinleri gördüm

Karışmış kara toprağa

O nazik tenleri gördüm.

………………………

Boşanmış damar akmış kan

Yaylalar yaylamaz olmuş

Bar tutmuş söylemez olmuş

Ağızda dilleri gördüm.

Soğulmuş şol kara gözler

Belirsiz olmuş ay yüzler

Kar toprağın altında

Gül derer elleri gördüm.

Ölüler dünyası daha güzel anlatılamaz demeyin; belki şunu daha güzel bulacaksınız:
Sana ibret gerek ise

Gel de bir gör bu sinleri

Taş olsan da eriyesin

Bakıp göricek bunları.

Onlar ki çoktu malları

Gör nice oldu halleri

Sonucu bir gömlek giymiş

Onun da yoktur yenleri.

Bunlar bir gün beyler idi

Kapıcılar korlar idi

Gel şimdi gör bilmeyesin

Bey hangidür ya kulları.

Ne kapı vardır giresi

Ne yemek vardır yiyesi

Ne ışık vardır göresi

Dün olmuştur gündüzleri.

Yoksa şu mu en güzeli:

Geldi geçti benim ömrüm

Bir yel esip geçmiş gibi

Miskin adem oğulları


Ekinlere benzer gider

Kimi biter kimi yiter

Yere tohum saçmış gibi.

Bu dünyada bir nesneye

Yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi.

İşte Yunus Emre bu kadar içten ve derinden duyduğu ölüm gerçeğinin içinden yükselip kavuşuyor
dostuna, insan düşüncesinin ölümsüz katına. İnsanın içinde insanı, tenin içindeki canı bularak, sözün
özüne giderek kurtuluyor ölüm korkularından ve ağıtları sevinç türkülerine dönüveriyor:

Benim canım bir kuştur

Gövdem onun kafesidir

Dosttan haber geliceğiz

Bir gün uçar kuşum benim.

S. Eyüboğlu/Yunus emre/Cem Kit./1980/s. 39>

________________________________________

Yunus ve Dervişlik:

Yunus Emre’nin dervişliği şairliğinden ayrılmaz. Şiirleri inancının, dünya görüşünün, yaşama
üslubunun dile gelmesidir.Hayatını yaparak, hatta belki yaparken şiirini de yapmıştır Yunus. Nice
şairler gibi yaşadığı başka, söylediği başka değildir. Bir yolun, bir kavganın sözcüsüdür. Hakkın ve
halkın hizmetinde olanların yoldaşıdır. Dervişlik, dinlerin, mezheplerin hatta tarikatların az çok
dışında, belli kuralları, kitapları da olmayan bir ahlak okulu, bir insanlık disiplinidir diyebiliriz. Ana
ilkesini kendini bilmek ve yenmek diye özetleyebiliriz. Kaynakları Hıristiyan, Yunan ve Hint
felsefelerine kadar giden, benzerleri her çağda ve her yerde görülen bu okulun başlıca özelliği
yaşanan, uygulanan, gündelik hayatın her yönüne indirilen bir felsefe olmasıdır. Bu bakımdan
dervişler çağımızın existentialistlerini –varoluşçularını*- uzaktan andırır. Existentialisme de
yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak
öğretilerine karşı bir tepkidir. Dervişler üstüne uydurulan nice masallar da gösteriyor ki, Anadolu’da
bir zamanlar kimbilir ne acayip kılıklarla dolaşan, akıllı mı deli mi olduğu kestirilemeyen bu insanlar
çevrelerini şaşırtmış, yadırganmış, ayıplanmış, sövülmüş ama er geç, ya da yer yer sevilmiş ve sayılmış
insanlardı. Elbet bu okulun da bütün okullar gibi bir moda yönü olmuş, sahtecileri türemiş ve zamanla
gerçek niteliği unutulmuştur. Nitekim dervişlik aslında uyduluklara, düşünce ve yaşama kalıplarına,
padişaha, hatta Tanrı’ya karşı bir insan diretmesi olduğu halde sonraları, dünyadan elini eteğini
çekmiş, ne verirsen ona razı, elde tespih dilde dua, boynu kıldan ince, her kadere boyun eğmiş
insanlara maledilmiş. Sıkı bir ahlak disiplinine girip ölüm korkusunu yenen Epikurosçuların* sonradan
keyif düşkünü sayılmaları, Yunus’un çağındaki Kalenderilerin bugün kalender sözünün anlattığının tam
tersine başlarını vermek pahasına sakallarını kesen insanlar olmaları gibi. Asıl İsa da işkenceye boyun
eğen değil bezirganları tapınaktan koğan İsa’dır. Benim bu su götürür, yadırganabilir görüşümden
sonra dervişliğin ne olduğunu da önce masallara sonra Yunus’a soralım.

Peygamber Tanrı’nın sevgili kulları olan dervişleri görmek istemiş, toplandıkları eve gitmiş, kapıyı
çalmış, açmışlar, kimsin diye sormuşlar kendisine, o da: Peygamberim, demiş. Koca peygamber bu
kapıdan sığmaz, güle güle deyip kapıyı yüzüne kapatmışlar. Uzaklaşırken, gökten bir ses: Ya
Muhammed, vaz geçme, dön bir daha çal kapılarını, demiş. Peygamber bir daha gitmiş. Kimsin diye
sormuşlar dervişler. Bu sefer de ben Tanrı’nın elçisiyim demiş. Öyle ulu kişi buralara sığmaz, hem
bizim elçilerle işimiz yok demişler, kapamışlar yine kapıyı. Çaresiz uzaklaşırken, yine bir ses göklerden:
Ya Muhammed, dön bir daha dene, demiş. Dönmüş Muhammed, bir daha çalmış kapıyı, açıp
sormuşlar yine kimsin diye. Bu sefer Muhammed: Yoksulların hizmetçisi diye karşılık verince kapı
sonuna kadar açılmış: Merhaba, hoş geldin, buyur, baş üzre yerin var deyip içeri almışlar. Muhammed
aralarına oturmuş ve sormuş dervişlere: Sizler kimsiniz, nesiniz? Bizler kırklarız, birimiz neysek
hepimiz oyuz, demiş dervişler. Öyle olduğunuz ne malum, diye sormuş peygamber. Birimizden kan
aksa, hepimizden kan akar demişler. Bunu gösterebilmeniz gerek, demiş Muhammed. Bunun üzerine
bir derviş bıçağıyla kolunu yarınca hepsinin kollarından kanlar akmaya başlamış. Bu sefer peygamberi
imtihan etmek sırası dervişlere gelmiş. Önüne bir üzüm tanesi getirip: Ey yoksulların hizmetçisi, bunu
bize bölüştür, demişler. Peygamber şaşırmış kalmış, hey Allah’ım, bir üzüm tanesini kırk yoksula nasıl
dağıtırım diye düşünürken, Tanrı Cebrail’e: Tez yetiş, demiş, nurdan bir çanak al cennetten, sevgili
Muhammed’ime götür; üzüm tanesini o çanak içinde ezip şerbet yapsın. Muhammed nurdan çanakta
üzüm tanesini ezip üstüne su katmış ve dervişlere sunmuş. Dervişler bu şerbetten içip sarhoş olmuşlar
ve Muhammed’i de aralarına alıp dönmeğe başlamışlar. Dönerken Muhammed’in başından sarığı
düşüp dağılmış. Dervişler bu sarığı almış, kırka bölüp bellerine sarmışlar.

Bu güzel efsane dervişlerin halk gözünde ne saygın bir yeri olduğunu belirtiyor. Derviş masalları bütün
bir edebiyatın konusu olmuştur Anadolu’da. Köylerde hala anlatılan bu masallara eski Anadolu
efsaneleri de karışır: Kırklar yedi başlı ejderhadan kıral kızlarını kurtarırlar, buna karşılık aldıkları
altınları yoksullara dağıtırlar. Altın Post efsanesinde olduğu gibi bir seccade üstüne oturup Karadeniz’i
aşarlar; ateşlere atılır, yanmazlar; oturdukları yerden çimenler biter, kazdıkları yerden su çıkar; yüce
dağ başlarında dev kartallarla yan yana otururlar, karşılarına çıkan kaplanı bir nara atıp kaçırırlar, bir
üfürmeyle denizlerde fırtına koparırlar; vücutları büyür büyür odaları doldurur, parmakları uzar uzar
canavarların gözünü oyar.

Bütün bunları nasıl başarır, bu insan üstü gücü nasıl elde eder dervişler? Kendi kendilerini, nefislerini
yenerek, küçük kaygı ve çıkarlardan, kinlerden sıyrılarak, ellerin, dillerini ve bellerini dizginleyerek.

Kısacası insanüstü gücü derviş insanın içinde buluyor.

S.Eyüboğlu/Yunus Emre/Cem Kit./1980/s. 43>

________________________________________

You might also like