Professional Documents
Culture Documents
Ben her zaman katletmeye karşı durdum. Burada da bunun için yaşıyorum. Kürtlerde
demokratik bilincin gelişmesiyle bu işler çözülür. Diyarbakır’daki mitingde atılan
“farklılıklara evet, ayrılıkçılığa hayır” sloganı güzel bir slogan
Ahlak-vicdan ilişkisi empatik ve sempatik bir ruhsallığı gerektirir. Bu ise yetkin bir ekolojik
donanımla anlam bulduğunda değer taşır. Ekoloji doğayla dostluktur, doğal dine inanıştır. Bu
yönüyle doğal, organik toplumla yeniden ve uyanmış bilinçle bütünleşmeyi ifade eder.
Ekolojik bilinçten yoksun bir toplumsal bilinçlilik, çözülmek ve yozlaşmaktan kurtulamaz.
Ekolojik bilinç temel ideolojik bir bilinçtir. Felsefeyle ahlakın sınırları arasındaki köprü gibidir.
Çağdaş krizden kurtarıcı politika ancak ekolojik olduğunda doğru bir toplumsal sistemliliğe
götürebilir. Kadın özgürlük probleminde olduğu gibi, ekolojik sorunların çözümünde de bu
denli gecikmiş ve yanlışlıklarla dolu yaşamın altında ataerkil-devletçi iktidar anlayışının temel
bir rolü vardır. Ekolojiyi ve feminizmi geliştirdikçe, ataerkil-devletçi sistemin tüm dengeleri
bozulmaktadır.
1
Demokratik Konfederalizm Avrupa’nın Şu An İçine Girdiği Eğilimdir
Avrupa’da dört yüzyıl uluslar, mezhepler birbiriyle boğazlaştı. 1649 Westfalya, yine 1851
dönemi var; ondan sonra birinci ve ikinci dünya savaşları yaşandı, yüz binler öldü. Dinler,
mezhepler savaşı oldu. Bunların hepsine yol açan milliyetçiliktir. Ama şimdi bunlar aşılıyor.
Demokratik konfederalizmin öncülüğünü Avrupa’da bugün burjuvazi yapıyor. Ben halkın
demokratik konfederalizmi kavramını kullanıyorum. Devlet değil, milliyete dayanmaz, siyasi
sınırları esas almıyor; hangi siyasi kültürden, hangi dinden olursa olsun hepsini kapsıyor.
Erdoğan “Etnik, dinsel ve bölgesel milliyetçiliğe karşıyım” diyordu. Bizi kast ederek bunları
söylüyordu. Dinsel milliyetçiliğe dayanan aslında AKP’dir. Hem Türk, hem Kürt etnik
milliyetçileri de en çok AKP’nin içindedir. Şeyhler, ağalar takımı da kendi içlerindedir. Suçlu
insan telaşına girerek başkasını suçluyor. Bunu AKP’ ye iade ediyorum. Çok net ortaya
koyuyorum. Türkiye’de dinsel milliyetçiliğe, etnik milliyetçiliğe bulaşanlar çok.
Devleti Hedeflemiyor
Ortadoğu ve hatta bütün dünya halkları için geçerli çözüm demokratik konfederalizmdir.
Demokratik konfederalizm devlet olmayan, demokratik ulus örgütlenmesidir. Demokratik
konfederasyon azınlık örgütlenmesidir; kültür örgütlenmesi, dini örgütlenme, hatta cins
örgütlenmesi ve buna benzer örgütlenmelerdir. Buna demokratik ulus ve kültür
örgütlenmesi diyorum. Her köyde demokratik bir komün çıkar. Her kültürel örgütlemenin,
bunların tümünün birleştirilmesi konfederasyondur. Çizgi olarak yansıtılmalı. Buna devlet
olmayan demokratik konfederasyon diyorum.
Bunun tarihi örnekleri de var. Daha önce Atina demokrasisi vardı. Sümerlerde de benzer bir
örgütlenme vardı. Savunmamda bunları açmıştım. Avrupa konfederalizmi doğuyor. Ortadoğu
konfederalizmi de olabilir. Kürtler için de Ortadoğu’da Kürt konfederalizmi uygundur. İsrail ve
Filistin kendi aralarında demokratik konfederalizmi oluşturabilirler. 22 Arap devleti, kendi
arasında demokrasiyi gözeten demokratik konfederalizm oluşturabilirler. Türkler kendi
aralarında Türk demokratik konfederalizmi kurabilir. Bütün Türkleri tek devlet bayrağı altında
2
toplayamazsınız. Çünkü hepsi milli devletlerdir. Ancak kendi aralarında demokratik
konfederalizm olabilir.
Kürtler için de bu uygundur. Kürtler kendi içinde, sınırlara dokunmadan, kendi aralarında
Kürt demokratik konfederalizmini kurabilirler. Bütün Kürdistan parçaları, sınırlara
dokunmadan, sınırları engel yapmadan, sınırları bir köprü olarak görüp demokratik
konfederalizmi geliştirebilirler. Kürtler kendi aralarında siyasi, kültürel ve politik ilişkiyi
sağlarlar. Sınırları yıkmak değil, köprü yapmaktır. Bunun kimseye zararı yoktur. Bu yapılmazsa
kan deryasına döner. Kürtler kanlı bir süreçten ancak böyle kurtulabilirler. Kansız Kürt
demokrasisi böyle gelişir. Aksi halde Filistin-İsrail benzeri kanlı süreç yaşanır. Bu çözüm Kürt
milli devleti etrafındaki boğazlaşmayı önler. Bunun için ulus devletlerin demokrasiye açık
olmaları tek şarttır. Kürtlerin demokratik bir ulus olmalarına karışmayacak, uzlaşacak. Bu
muazzam kazandırır. Türkiye, Iran, Suriye ve hatta Kürt devletçiği de buna engel olmamalıdır.
Türkiye demokratik bir devletim diyor. Demokratik duyarlılık gösterirse bütün problemler
çözülür. Aksi halde “Demokratik ulus şansını vermeyeceğiz, tasfiye edeceğiz, PKK’yi
boğacağız, Barzani ve Talabani yardımcı olacak, İran’la anlaştık, şununla bununla anlaştık,
ortadan kaldırırız” derlerse felaket olur. PKK boğulursa Kürt milliyetçiliği mutlak hâkim olur.
Devlet kendini kandırıyor. “PKK zayıf düştü, parçalandı, Kongra Gel bitti” diyorsa yanılıyor.
Öyle kolay kolay bitmez. PKK aşılırsa Kürt Hizbullahı hortlar, Kürt milliyetçiliği egemen olur,
Kürt dinciliği ve Nakşibendîciliği gelişir. Bu ikisi birleşirse, asıl felaket o zaman olur. Dışarıda
Türklerin düşmanları var. Hepsi Kürt milliyetçiliğinin arkasına sığınır, her şeyi yapmak isterler.
3
ABD’nin Ortadoğu projesini biliyorum. Kapitalizmi krizden kurtarma operasyonudur.
“ABD’nin projesine karşı, ilkel milliyetçilere karşı halkların yanıtı ne olmalı” sorusuna yanıtım
şudur: ABD’nin Ortadoğu projesine karşı Kürtler için önerdiğim projem, Kürdistan
Demokratik Konfederasyonudur. Ana projem budur. ABD’nin federatif Kürt politikasına karşı
Kürtlerin esas alması gereken proje budur. Ulus-devlet önermiyorum; federatif, merkezi ulus
devleti içermiyor. Önerdiğim devlet olmayan, ona asla teslim de olmayan model. Bunu tüm
Kürdistan parçaları için öneriyorum. Kongra Gel bunun öncü temel çekirdeğidir.
Örgüt Çokluğu Kadar Örgüt İçi Demokrasi De En Az Genel Demokratik Kriterler Kadar
Vazgeçilmezdir.
Genel Halk Kongreleri özgünlüğü olan, her halkın temel sorunlarına çözüm için vazgeçilmez
bir örgütlenme modelidir. Halk kongreleri olmadan halk demokrasilerinden bahsedilemez.
Partiler temel siyasal örgütler olarak demokrasilerin vazgeçilmezidir. Sivil toplum
örgütlenmeleri sosyal alandaki başta gelen örgütlenme biçimidir. Hukuksal alanda insan
hakları, barolar ve vakıflar önem taşır. Ekonomik alanın esas örgütlenmesi ise kooperatifler,
çalışma grupları ve birçok kamusal amaçlı ulaşım, ticari, mali ve sınai nitelikte olabilir.
Sağlık ve eğitim halkın en çok çözümlenmesi gereken kamusal kurumlarıdır. Sanat ve sporun
teşkilatlanması da halkın genel eğitimi açısından vazgeçilmez alanlardır. Köy düzeyinde
muhtarlık ve ihtiyar heyetlerini devlet aracı olmaktan çok demokratik araçlar olarak
örgütlemek gerekir. Her köy için bir ‘Halk Kültür Evi’ zorunludur. Şehirlerde aynı biçimlerden
ayrı olarak komünler en taban örgütler olarak anlam bulmalıdır. Yine şehir meclisleri
vazgeçilmez bir kurumdur. Şehirlerarası belediye birlikleri bölgesel çaplı olarak anlamlıdır.
Tüm bu kurumlar ve örgütlenmeler kendilerini en yüksek karar organı olarak ‘Genel Halk
Kongresinde’ temsil edebilmelidir. Halk Kongreleri, demokratik konfederal sistemin yönetim
modelini idare meclisleri aracılığıyla uygularlar.
Bunun içinde kadınlar birliği, belediyeler birliği, mahalleler birliği, demokratik isçiler birliği,
gençlik birliği, öğrenciler birliği biçiminde halkı içine alır. Demokratiktir, içinde halk vardır. Bu
kavramları yeniliyorum. Yanlış anlaşılmasın. Örneğin TÜRK-İŞ ve DİSK de birer
konfederasyondur. O anlamda hukuk dışı bir şeyden bahsetmiyorum. Devlet dışı, bir devlet
değil. Bu kavrama yeni bir anlam yüklüyoruz.
Diğer partiler de değişmek zorunda. Yarından itibaren demokratik bir dönemdir. Tek şef
partileri, merkezi ve oligarşik parti dönemi geçmiştir. Şimdi demokratik dönemdir.
Cumhuriyeti üç dönemde ele alıyorum: Elliye kadar otoriter dönem, elliden günümüze kadar
oligarşik yozlaşma dönemi, şimdi de cumhuriyetin demokratikleşmesi dönemi yaşanıyor.
Özü âdemi merkezileşme, öz yeterlilik ve karşılıklı bağımlılıktan oluşan bir yönetim sistemi
olmasıdır. Bu çerçevede konfederalizm yerleşimler ve bölgeler arasında var olan karşılıklı
bağımlılığı süreklileştiren idare meclisleri ağından oluşan bir sistemdir. Demokratik
konfederalizmin yürütücüsü olan idare meclisleri idare kapsamına giren alana göre köy,
kasaba ve büyük şehirlerin mahallelerinde karşılıklı ilişki tabanına dayanan meclisler
tarafından demokratik yollarla seçilirler ve bu meclislere karşı sorumludurlar. O meclisler
tarafından belirlenen politikaları uygulamak, alınan kararları pratikleştirmekle görevlidirler.
4
Kendileri politika belirlemez, karar almazlar. Kararların ve politikaların uygulanmasında
koordinasyonla yükümlüdürler. Bu meclislerin üyeleri seçici meclisler tarafından görevden
çekilebilirler. Demokratik konfederalizm sistemi, politikaların oluşturulması ile
koordinasyonu ve uygulanması arasında kesin bir ayırım yapmaktadır. Bu sistem yerel
demokrasinin gelişkinliği, âdemi merkezileşmenin düzeyi oranında uygulanabilir.
Bir diğer uygulama zemini ekonominin konfedere biçime gelmesidir. Konfederal sistem, bir
yerleşimde, bir kaç yerleşimi kapsayan bir alanda, geniş bir bölgede uygulanabileceği gibi
birkaç bölgeyi ve ülkeyi kapsayan alanda da uygulanabilir bir sistemdir. Konfedere sistem ile
devletçi merkezi yönetim anlayışı arasıda büyük farklılık bulunması demokratik konfederal
sistemin esprisidir.
ABD milliyetçiliği kışkırtıp bir yüzyılın kaybına yol açabilir. Milliyetçilik bir yüzyılı kaybettirdi,
bu yüzyılın da kaybolmaması için demokratik konfederalizmi tabandan örgütlemek gerekir.
Bu ana çizgidir. Demokratçılığa dayanan sosyalizm olmalı. Bunun özü daha önce program için
açtığım altı maddedir. AB demokratikleşiyor, Türkiye demokratikleşiyor, Kürt Hareketi
demokratikleşiyor. Bunlar bir sentez oluşturmalı. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye konfederalizm
olsun demiyorum. Üniter yapısını koruyarak, ama demokratik bir cumhuriyet olsun diyorum.
Talabani-Barzani devleti yerine Kürdistan Demokratik Konfederalizmi diyorum. Bu, Türkiye
Cumhuriyeti ile dost olmalı. Demokratik konfederalizm Kürt milliyetçisi değildir. Milliyetçi
devletçilikten uzak durulması, demokratik ulusçuluğa önem verilmesi ve AB sürecinin bir
sentez olarak algılanması gerekir. Bu temelde halkın seferber olmasını istiyorum.
Taban Demokrasisi
Daha önce altı maddelik ilkeleri belirmiştim. Siyasi içeriği budur. Taban demokrasisi
kavramını kullanmıştım. Bu kavrama uygun olarak özgür yurttaş meclislerinden yukarıya
doğru gelişir. Üstte gevsek bir koordinasyon merkezi olur. Türkler, Kürtler, Araplar için de
öneriyorum. Arapların yirmi iki devleti var. Bu yirmi iki devlet kendi içinde demokratik
konfederalizm oluşturabilir. Ama Arapların ve Türklerin devletleri var. Devlet eğilimli
düşünüyorlar, onların bu yaklaşıma gelmesi zor. Geriye bunu gerçekleştirecek sadece Kürtler
kalıyor. Kürtler için demokratik konfederalizm olabilir. Barzani ve Talabani’nin federesi var.
Onlar devlet hedefli oluşumlardır.
5
Eğer biz Türkiye’de konfederalizmi başaramazsak, Barzani ve Talabani tarzı federe burjuva
milliyetçiliği gelişir. Türklerde de milliyetçilik güçlüdür. ABD de Kürt milliyetçiliğinin
arkasındadır. Birbirini katletmenin hiçbir anlamı yok. Ben her zaman katletmeye karşı
durdum. Burada da bunun için yaşıyorum. Kürtlerde demokratik bilincin gelişmesiyle bu işler
çözülür. Diyarbakır’daki mitingde atılan “farklılıklara evet, ayrılıkçılığa hayır” sloganı güzel bir
slogandı. Önemliydi, doğru bir slogandı. Suriye korkunç milliyetçi bir devlettir. İran da Şia
milliyetçisidir. ABD, Türkiye ve İsrail ittifakı da tehlikelidir. Ama Kürtlerin konfederalizmi
Ortadoğu’daki bu sorunları çözebilir. Üniter devlet kalır, ama küçülür. Zaten zorunludur.
Böyle büyük devlet çökertir. Obez devlet diyorum. IMF zaten küçültüyor, AB
demokratikleştirir. Beş yüz milyar Dolar borçla bir devlet ayakta kalamaz.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=555
19 ve 20. yüzyılda tüm uluslara tanınan ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ hususunda
Kürtlerin tarihten çıkardığı dersler temelinde verdiği yanıt: Demokratik Özerklik oluyor.
Peki, bu demokratik özerklik ne kadar içeriğine, özüne uygun tartışılıyor. Kimine göre,
nereden geldiği belli olmayan ve zamansız olan, kimine göre Kürtlerin vazgeçtiklerini
söyledikleri ‘Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan’ için bir ön adım, kimine göre devlet
içinde ayrı bir devlet olandır… Eğer böyle değilse, o zaman bu çok yoğun tartışılan
demokratik özerklik gerçekte nedir? Değişik versiyonlardan yapılan ithal teorilerle ele
alındığında Önderliğimizin bahsettiği demokratik özerklik, elbette anlaşılamaz. Çünkü herkes
demokratik özerkliği, onu ortaya atanlardan dinlemek, anlamak yerine başka örnekler ya da
kaynaklardan edindiği bilgiler temelinde değerlendiriyor.
Hemen belirtelim ki demokratik özerklik projesi ‘devlet+demokrasi’ perspektifine
dayanmaktadır. Özerklik bu formülasyonda “artının” (+) rolünü oynamaktadır. Yani özerklik,
devlet ile demokratik toplum arasında esas olarak hukuksal bir köprü rolünü oynamaktadır.
Dolayısıyla burada üç ayrı olgunun birleşik formülasyonundan bahsediyoruz: ‘devlet’,
‘özerklik’ ve ‘demokrasi’. Bu kavramlar etrafında yapılan tartışmalarda, içine düşülen ciddi
yanlışlıklar vardır ki; bu da, demokratik özerkliğin yanlış anlaşılmasına sebep olmaktadır.
Güncelde tartışılan demokratik özerklik, Türk Devleti ve Kürt halkı açısından farklı bir karakter
kazanmış durumdadır. Demokratik özerklik içeriği gereği, özelde Kürt halkının genelde de
tüm toplumun devlet tarafından tanınmasını gerekli kılmaktadır. Ancak Türk Devleti hala
Kürtleri bir halk ve toplum olarak iradi bir güç olarak tanımamaktadır. Dahası Kürt halkına çok
yönlü bir soykırımı dayatmaktadır. Bunun için gelinen aşamada Kürtler, devlet kendilerini
farklı bir irade olarak tanımasa da 2005 Newroz’unda ilan ettikleri demokratik
konfederalizmle, demokratik özerkliğe içerik kazandırmış durumdalar. Dolayısıyla demokratik
özerkliğin iki temel yönünün olduğundan bahsetmek gerekir. Bunlardan biri onun devletle
6
olan ilişkileri düzenlediğidir. Bu yönüyle devlet+demokraside artı (+) rolünde olmasıdır.
Diğeri ise kendini devletle olan ilişkilerle ve devletten alınacak haklarla sınırlamayan, özünde
de devleti toplum yaşamında işlevsiz kılmayı amaçlayan devlet dışılığı örgütleme yönüdür.
İkincisi demokratik özerkliği içerik olarak demokratik konfederalizme yakın bir olgu haline
getirir. Bu da ikisinin aynı şey olmasından kaynaklanmaz. Daha çok da mevcut sömürgeci
devletin, özerklik ilişkisine yanaşmamasıyla ortaya çıkan pratik bir durum olmaktadır.
1- Demokratik özerkliği bir etnisiteye, bir kültüre, bir halka veya toplumun herhangi bir
bileşenine dayandıran yaklaşımlar
Demokratik özerklik toplumun herhangi bir bileşenine değil, tümüne dayanır. Buradaki
‘toplum’ kavramının içeriğini ‘devlet dışı kalmış tüm kesimler’ olarak anlamak gerekir.
‘Devlet dışı kalmış tüm kesimler’ derken de devletli olmanın gücünü elinde bulunduran
egemenlerin, iktidar sahiplerinin dışındaki tüm toplumsal kesimler kast edilmektedir.
Önderliğimiz bu kesimlere ‘alt toplum’ veya ‘halk’ derken, anlaşılması açısından devletli olan
kesimlere de ‘üst toplum’ dedi. Buradaki ‘halk’ kavramı da bir toplumsal form anlamında
değil de, devlet dışılığı ifade etme anlamında kullanılmaktadır. İşte demokratik özerklik bu alt
toplumun sistemidir.
Kürt sorunu bağlamında tartışılan demokratik özerkliğe belki de en fazla bu konuda yanılgılı
yaklaşılmaktadır. Buna göre, demokratik özerklik ‘her ulusa bir devlet’ anlayışının bir
tezahürü olan ‘Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan’ hayali için bir önadım, hazırlık
olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle de demokratik özerklik bir taktik olarak ele
alınmakta, bunun için de, PKK’nin takiyye yaptığı söylenerek ona şiddetle karşı çıkılmaktadır.
Halk ve toplum düşmanlarının bilinçli saldırıları bir tarafa, kendisine ‘toplumcuyum’,
‘demokratım’ diyenlerin de böylesi söylemleri, gerçekten de PKK’ye dönük yaklaşımda
kapkara bir cehaletin olduğunu göstermektedir.
3- Bağlantılı bir diğer yanlışlık da demokratik özerkliği sınırlarla oynayan, üniter yapıya
ters olan bir şey olarak değerlendiren yaklaşımlardır.
4- Demokratik özerkliği, devletle hiç alakası olmayan bir toplumsal sistem olarak ele alan
yaklaşımlar.
11
Devletli bir çağda yaşamaktayız ve sınırları esas almazsak da, devletlerin çizdiği sınırlar
dahilinde yaşamaktayız. Demokratik özerklik de özünde devlet (+) demokrasi
formülasyonunda ifadesini bulur.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=611
12
Demokratik Özerkliğin Diplomasi Boyutu
Halk toplulukları, İnsan Hakları Savunma Örgütleri, sınır tanımayan mesleki ve insani
örgütlerin diplomasi yoluyla sorunlara müdahil olmalarının yolu açıldığında,
devletlerin, halkların çıkarlarına karşıt ilişkiler ve eylemler...
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=657
Doğruluğu uzun zamandır tartışma konusu haline gelen ağırlıklı bir yaklaşım, toplumsal
sistemleri ekonomik ilişkileriyle değerlendirip isimlendirmektedir. Pozitivist mantıklı(kaba
materyalist tarih yaklaşımı da buna dâhil) tüm tarih ve toplum değerlendirmecileri bu
anlayıştan hareketle, tarihi ve toplumu bölümlere ayrıştırıp isimlendirir. Bu yaklaşıma göre
tarih ve toplum, ekonomik ilişkilerden hareketle ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist ve
sosyalist toplum diye dönemlere göre sıralamaya tabii tutulmuştur. Buna göre toplumların
gelişmeleri, anlatımdaki sıralama çerçevesinde gerçekleşmiş veya tarihsel toplumun bu
belirtilen doğrultuda ilerleyeceği varsayılmıştır.
Bu yaklaşım ilerlemeci tarih anlayışından hareket eder. Gerçekleşmiş olanı kaçınılmaz bir
zorunluluk olarak değerlendirir. Tarihte başka seçenek yokmuş gibi davranır. Hâlbuki
gerçekleşmiş olandan hareketle tarihteki diğer seçenekleri görmemek, tarihi doğru
yorumlamanın önündeki engeldir. Tarihsel toplumu tarihsel ilişkilerinden hareketle
değerlendirmek daha doğru olacaktır. Önderlik tarihin üç toplumsal biçimi tanıdığını belirtir.
Bunlar; doğal toplum, hiyerarşik devletçi toplum ve demokratik toplumdur. Ekonomik
sistemler içerisinde fazla belirgin olmasa da doğal toplum özellikleri önemli oranda merkezi
uygarlık yanında hep var olagelmiştir. Zaten uygarlık tarihi ile birlikte demokratik ve devletçi
uygarlık denilen iki nehrin yan yana akışı da bunu göstermektedir. Bunun için de ekonomik
ilişkilerden hareketle oluşturulan sistemlerin tümü de bu doğal toplumun varlığından
hareketle yaşayabilmişlerdir.
Ekonomik ilişkilerden hareketle yapılan tarih sınıflaması, üretici güçler ile üretim
ilişkilerinden hareketle geliştirilmiştir. Buna göre köle bir üretim aracıdır. Onun için köle ile
köle sahibi arasındaki ilişki üretim ilişkileri bağlamında ele alındığında, köleci sistem
tanımlaması akla daha yatkın olanı gibi görünmektedir. Devletli hiyerarşik toplum
bölümlenmelerinin hepsi de aynı mantık çerçevesinde yapılmıştır. Kent-sınıf-devlet üçlüsüne
dayalı uygarlığın tarihsel birikimini arkasına alan kapitalizm de bu temelde bir üretim tarz ve
ilişkisi olarak tanımlanmıştır.
Üretim tarzına ve üretim ilişkilerine dayalı tüm yapılanmalar hiyerarşik ve sınıflı bir temele
dayanmıştır. Kapitalizm her ne kadar emeğin özgürleşmesini sağladığını iddia etse de, bu
sistem altında özgürleştiği iddia edilen proleter, Önderliğin değerlendirdiği gibi; “yeniden
21
fethedilen köle”den başka bir şey değildir. Emeğin özgürleştirildiği iddiası, egemenlik ve
sömürü sisteminin daha etkin bir tarzda ve örtük yürütülmesinin amacını gütmektedir.
Emeğin gerçek anlamda özgürleşmesi ancak sosyalizmde mümkün olabilir. Gerçek değeri
gizlenen emek, kapitalizmde bir metaya dönüştürülerek en üst düzeyde kendisine
yabancılaştırılmıştır. Bu metalaşma ve yabancılaşmanın önüne ancak sosyalizm geçebilir.
Ancak o zaman karşılığı gizlenen emek gerçek değerine kavuşacak ve kendine
yabancılaşmaktan kurtulacaktır. Elbette bu kurtuluş, devletçi uygarlığın bir türevi olan reel
sosyalizmle mümkün olmayacaktır. Çünkü bu sistem altında yaşanan da, özel kapitalizm
yerine bürokratik bir sınıfın egemenliğine dayanan devlet kapitalizmidir. Onun için de
demokratik sosyalizm, reel sosyalizmin daha da gizli hale getirdiği emeğin
yabancılaşmasının gerçek anlamda aşılmasını sağlayacaktır.
Önderliğimizin 1990’lı yılların başından itibaren yeniden ele aldığı paradigma, kapitalist
modernitenin bu saldırılarına kaşı sosyalizm cephesinden verilen bir yanıt olmaktadır. Yani
emperyalizmin sözde zafer çığlıklarına karşı halkların zamanının ilanı anlamına gelmektedir.
Bu ilan, reel sosyalizmin zayıf, yetersiz-yanlış yanlarından kopma, devletçi-iktidarcı
paradigmadan kurtulmanın adı olan demokratik sosyalizmi yeniden yorumlama anlamına
gelmektedir. Böylece yeni paradigma arayışı ile birlikte liberallerin iddia ettikleri gibi, reel
sosyalizmin çökmüş olmasıyla tarihin sonu gelmediği, ideolojilerin zamanının geçmediği
ortaya konulmuştur. Sosyalizmin eşitlikçi ve özgürlükçü doğasının ancak demokratik
sosyalizmle gerçekleşebileceği; sosyalizmden şüphe etmenin insandan, onun geleceğinden
şüphe etmek olduğu bir kez daha ispatlanmıştır. Diğer yandan tarihin bir ana nehir akışı gibi
ele alınması gerektiği, yan kollarla bunun zenginleştiği değerlendirmesine ulaşmak da, tarihin,
sınıf mücadelesiyle birlikte yazıldığı anlayışının aşılması anlamına gelmiştir. Tarihin bir
evresinde başlayan bir oluşumun, tarihin başka bir evresinde son bulması da maddenin
doğasına uygun bir değerlendirmedir ve F. Focuyama’nın ‘Tarihin Sonu ve Son İnsan’ tezi de
bu tarih değerlendirmesinden kaynağını almıştır. Önderliğin demokratik, ekolojik cinsiyet
özgürlükçü toplum paradigması, kapitalist modernitenin işte bu tarihi-insanı bitiren ve
kendisini sonsuz egemen ilan eden anlayışına karşı bir sistem projesi olarak şekillenmiştir.
Özel mülkiyet, sadece kapitalist modernitenin değil, tüm tarihi boyunca sınıflı-devletçi
toplumun üzerinde şekillendiği esas zemin olma rolünü oynamıştır. Doğal toplumun temel
özelliği kolektif bir bütün oluşturmasıdır. Elde edilen fazla ürün de ancak topluluğun ortak
kullanımı temelinde tüketilmiştir. Bu kullanım ortamında egemenliğe dayanan bir mülkiyet
ilişkisi ve sınıfsallaşma yoktur.
Ekonomi politiğin özel mülkiyet olgusundan yola çıktığını, ama özel mülkiyetin ne olduğunu
bize açıklamadığını Karl Marks belirtir. Ekonomi politik, gerçekte özel mülkiyetin izlediği
süreci dile getirir ve bundan da kendisine yasa değeri taşıyan genel ve soyut formüller
oluşturur. Bu formüller özel mülkiyetin oluşumu kadar büyütülmesi ve korunmasını içerir.
Ekonomi politiğin yasa değerinde oluşturduğu bu formüller emeğin oluşum sürecini, emeğin
toplumsal niteliğini incelemez ve onun kullanım hakkının da aslında kimlerde olduğunu
açıklamaz. Özel mülkiyet her ne kadar tarihsel ve toplumsal emek içerse de, ekonomi
politiğin esas olarak üzerinde durduğu konu mülk edinmenin bireysel niteliğidir. En eski
ekonomistlerin yaklaşımı bu olduğu gibi, kapitalist modernitenin ekonomi politiğini
yapanların ortak yaklaşımları da bu çerçevededir.
23
Özel mülkiyetin kanunlarla dokunulmaz kılınması, onun kutsallığını ifade etmez. Her ne
kadar Kutsal Kitap ‘Çalmayacaksınız’ diye emretse de, bu emir, emeksiz sahiplenmenin
tümünü ifade etmez. “Çalmayacaksınız”dan kasıt, mülkiyeti dokunulmaz kılmaktan başka bir
şey değildir. Dokunulmaması gereken şey, eğer tanrı emri olarak dile gelmişse, en kirli şey
kirinden arınmış, en lanetli şey kutsal kılınmış olur. İster kutsal kitaplardaki bu yaklaşımla
olsun, ister Hammurabi kanunlarındaki hukuksal yaptırımlarla olsun, koruma altına alınan
aslında ‘tüm kötülüklerin kaynağı’ olan mülkiyetin özel niteliğidir. Özel mülkiyet kutsal
değil, hırsızlıktır.
Özel mülkiyetin maddi gelişimi erkeğin kadını, bireyin birey emeği ve toprağı bireysel
sahiplenmesiyle başlar. Erkeğin kadın üzerindeki egemenliği, bir insanın başka bir insanın
emeğinin artısını sahiplenmesi ve ondan alması; toprak üzerindeki sahiplik hiçbir biçimde
demokratik komünal ilişkiler içinde meşru görülemez. Doğal toplumun yukarıda belirttiğimiz
özellikleri de zaten böylesi bir mülk edinme biçimini tanımamaktadır. Onun için egemenlik ve
hiyerarşi ilişkilerini doğuran yapısıyla özel mülkiyet hırsızlıktır. Hiçbir kutsal kisve de bu
hırsızlığı ortadan kaldıramaz. Jean Baptiste Say’ın toprağın özel mülkiyeti için söyledikleri
diğer tüm özel mülkiyet çeşitleri için de geçerlidir. Say; “Toprak sahibinin hakkı, kökenini
soygundan alır” değerlendirmesi, özel mülkiyetin, özellikle de üretim araçları (toprak ve
insan başta olmak üzere) üzerindeki özel mülkiyetin hırsızlık olduğunu anlamaya yardımcı
olmaktadır.
Buna mecbur olmadığı için de Demokratik Özerklik kendi ekonomik sistemini oluşturmak
durumundadır. Bunun için Demokratik Özerklik’in özel mülkiyete yaklaşımı önemli
olmaktadır. Demokratik Özerklik özel mülkiyeti, sistemin kalbi olarak gören kapitalizm gibi
davranamaz. Çünkü özel mülkiyeti tanrılaştırarak her türlü tekelleşmeye imkan sunan bir
ekonomik sistemin insani niteliği olamaz. Diğer taraftan da, reel sosyalizm örneğinde de
görüldüğü gibi görünürde her türlü özel mülkiyeti reddeden devlet mülkiyetçi yaklaşımların
da tarihe yol aldırmadıkları bilinmektedir. Her ne kadar çare olarak üretim araçlarının özel
mülkiyeti ile tüketim araçlarının özel mülkiyeti birbirinden ayrıştırılmış, birincisine karşı
olunup ikincisi kabul edilmişse de, toplumsal çelişki ve çatışmaların gelişmesi
engellenememiştir. Bütünlüklü olarak reddetmek kadar sahiplenmek de çözüm
24
geliştirememiştir. Denenmişi yenilemek fazladan zaman ve emek kaybından başka bir anlama
gelmeyecektir. O halde yapılması gereken doğru bir formülasyon oluşturabilmektir.
Demokratik Özerkliğin özel mülkiyete ilişkin yaklaşımı; özel mülkiyetin varlığını kabul
etmek ama onu teşvik edici- özendirici uygulamalardan kaçınmak kadar tekelleşmeyi içeren
özel mülkiyeti kabul etmemek, buna karşı durmak esas olmaktadır.
Özel mülkiyeti tamamen reddetmek fazla gerçekçi değildir. Gerçekçi olmadığı tarihen de
sabittir. Bunu mevcut tarihsel ortam ve koşullarda ortadan kaldırmak da mümkün değildir.
Ama azami kara dayanan veya bu mantık üzerinden şekillenen tekelci özel mülkiyet
yapılanmasına karşı olmak hem doğru, hem mümkün ve hem de uygulanabilirdir. Şüphesiz
bunu sadece anti-tekel yasalar yoluyla gerçekleştirmek mümkün olamaz. Ekonominin iki
temel alanı olan üretim ile tüketim sahaları üzerinde tekel karına dayanan bir yapılanmanın
gelişmesine de izin vermemek gerekir. Özel mülkiyetin yanında halkın (topluluk ya da grup)
ekonomisinin hakim olduğu bir ortamda tekelleşmenin fazla yaşam şansı bulamayacağı
açıktır. Tekelci ekonomilerin geliştiği yerler, halk ekonomilerinin olmadığı, dolayısıyla
piyasanın tam anlamıyla tekeller tarafından kontrol altına alındığı yerler olmuştur. Bu temelde
de olsa özel mülkiyetin halkçı bir ekonomiyle bağı olmadığını da belirtmekte yarar vardır.
Grup mülkiyeti ya da toplumsal mülkiyet, mülkiyetten kaynaklı sorunları giderebilecek temel
yaklaşımlardan biri olabilir.
Kapitalist emperyalist sistem sadece özel mülkiyet yoluyla topluma karşı gelmiyor. Tekel
karının hedef almadığı veya tahrip etmediği hemen hiçbir şey kalmamıştır. Ekolojik dengenin
bozulması, çevre kirliliği, çığ gibi büyüyen işsizlik, hedefsiz artan üretim, toplum sağlığını
hiçe sayan tarımsal üretim, aşırı tüketim, tarımsal üretimden kaçma vb. konularda da
Demokratik Özerklik, alternatif ekonomik yaklaşımlar geliştirmek durumundadır. Halk
ekonomileri ile hedeflenen de özünde bu alternatif ekonomi ve üretimdir.
Günümüzün en önemli sorunlarından biri hiç kuşku yok ki ekolojik sorundur. Kapitalist
sistem, her şeyi metalaştıran azami kara dayanan yapısı ile doğaya ve toplumsal dokuya ne
25
kadar zarar verdiğini hiç hesaplamamaktadır. Aslında kullandığı tekniğin doğa ve toplumun
ekolojik dengesine ne kadar zarar verdiğini bilmesine rağmen, bu tekniği kullanmaktan geri
kalmamaktadır. Örneğin ozon tabakasının delinmesine neden olan ve dünyamızda sera etkisi
yaratan gazların salınımı engellenmemiştir. Bu gazları en çok üreten devletler, bu gazların
atmosfere salınımını engelleyen veya sınırlayan anlaşmalara taraf olmamışlardır. Atmosfere
salınan ve asit yağmurları olarak tekrardan doğaya dönen karbon yakıtların kullanımı
engellenmek bir yana, devletler, şirketler bu konuda adeta daha fazla kullanmak için yarış
etmektedir. Nükleer teknolojinin kullanımı, atom silahlarının denenmesi, nükleer santrallerde
yaşanan kazalar sonucu dünyamız nükleer bir çöplüğe dönmüş durumdadır. Radyoaktif
salınımlar sonucu kanser hastalıklarında ciddi oranda artmalar olmasına rağmen, daha fazla
kar adına bu kirli ve tehlikeli teknolojinin kullanılmasına devam edilmektedir. Yine daha fazla
ürün elde etmek adına üretilen hormonal gıdalar toplum sağlığını tehdit eder duruma
gelmesine rağmen engellenmemesi, sistemin hem sanayide, hem de tarımda ekolojik dengenin
bozulmasına neden olan bir yaklaşım içerisinde olduğunu göstermektedir. Kullanılan tüm bu
teknolojilerin ekolojik dengeyi yok ettikleri kesindir. Yüzlerce, binlerce türün yok olması bu
teknolojilerin kullanılmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Demokratik Özerkliğin azami karı gerçekleştirme gibi bir mantık ve yaklaşımı olmadığından,
doğaya ve topluma zarar veren bu tür teknolojilerin kullanılmasından yana değildir. Doğayı
koruyan, ekolojik dengelere dikkat eden teknikleri kullanmayı esas alır. Çevreyi kirleten,
türlerin yok olmasına neden olan, radyoaktif kirlilik yaratan nükleer ve yine kirlilik yaratan
fosil yakıtların kullanılmasına karşı durur, daha temiz yakıt kullanmayı esas alır. Daha fazla
ürün ve üretim adına çevremizin kirletilmesini, doğamızın tahrip edilmesini kabul etmez.
Demokratik Özerklik koşullarında, eldeki mevcut teknik ve imkanlar toplum yararına
kullanılacağı için insanlığın tüm ihtiyaçlarının giderilmesinin yanı sıra doğaya zarar da
verilmez. Aksine kapitalist sistemin azami kar amaçlı kullandığı teknik ve yanlış üretim
sonucu ortaya çıkan doğa tahribatının düzeltilmesini esas alır. En azından bu tahribatların bir
kısmının giderilebileceğini bilir. Yine her yıl milyonlarca insanın açlıktan ölmesi de ortadan
kaldırılabilir.
26
Demokratik Özerklik üretimin toplum sağlığına uygun olmasını esas alır. Hormonlu gıdalar
olarak da ifadelendirilen GDO’ların üretimi yerine organik tarımı teşvik eder, geliştirir.
Tarımda ağır kimyasalların kullanılarak toprağın öldürülmesi yerine toprağı güçlendirici bir
tarım politikasını esas alır. Organik tarım hem doğaya dost olan bir tarım şeklidir ve toprağı
korur, hem de toplum sağlığına en uygun olan üretimdir. Doğaya dost tekniğin
kullanılmasıyla hem sanayide, hem de tarımda, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını esas alan
üretim yapılır. Demokratik Özerkliğin üretim mantığında hedef azami karı gerçekleştirme
olmadığından, doğayı tahrip etme, insan sağlığını bozma kaygıları söz konusu olmayacaktır.
Doğal olarak pazarda da kullanım değeri esas alınmış olacaktır.
İnsanlığın ana besleyici kaynağı tarımdır. Binlerce yıl insanlık tarımla geçimini sağlamıştır.
Toprakla iç içe olmuş, toprağın verdikleriyle yaşamıştır. İlk toplumsal artı ve birikim de
tarımda gerçekleşmiştir. Denilebilir ki, tüm zenginliğin kaynağı da esasında tarımdır, daha
geniş anlamıyla değerlendirilecek olursa topraktır. Toprak ve tarım varoluş koşuludur. Her ne
kadar bugün insanlar, tarımsız ve topraksız da yaşayabilir gibi bir imaj yaratılmışsa da,
topraksız ve tarımsız bir dünya ve insanlık düşünülemez.
Tarım bugün üretimin ikinci planında yer almaktadır. Sanayi üretimi başat hale gelmiştir.
Nüfusun çok büyük bir çoğunluğu sanayi üretiminin olduğu merkezlere taşınmış, kırsal alan
boşalmış durumdadır. Özellikle de gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerde nüfusun ancak %8-10’luk
bir kısmı tarımsal üretimde yer almaktadır. Dolayısıyla kırsal alan yaşamı adeta büyüsünü
yitirmiş durumdadır. Nüfusun yoğunlaştığı alanlar sanayi üretiminin olduğu şehirler olmuştur.
Reklama dayanan göz kamaştırıcı yaşam, insanların topraktan kopmasına, şehirlere
doluşmasına neden olmuştur. Şehirlere doluşanlar ise hiç de reklamlarda gösterilen göz
kamaştırıcı yaşamın sahibi olamamışlardır. Kümes gibi daracık evlerde, üst üste ve şehrin
hastalıklarıyla boğuşmak bir yana, işsizlikle ve açlıkla da boğuşmak durumunda kalmışlardır.
Tarım adeta ölmüş durumdadır. Var olan tarım da organik olmayan, aşırı ve zararlı
kimyasalların kullanılmasına dayanan bir tarım şeklidir ki, bu da doğanın tahrip edilmesine
neden olmaktadır. Bu gidişatın doğaya daha fazla zarar vereceği kesindir.
Bunun için organik tarımın geliştirilmesi ve teşvik edilmesi Demokratik Özerkliğin tarımdaki
temel yaklaşımıdır. Kürdistan’da tarıma uygun çok geniş bir arazi yapısı vardır. Bu
toprakların büyük bir kısmı tarıma açılamamışken, tarıma açılan toprakların neredeyse
tamamına yakınında yapılan tarım da zararlı kimyasalların kullanılması neticesinde toprak
adeta ölmüş durumdadır. Üretimi daha fazla arttırmak maksatlı sulu tarımın gerçekleştirilmesi
ve bunun da zararlı kimyasallarla yapılması geniş toprak parçalarını çoraklaştırmaktadır.
Adeta geniş çöllük alanlar oluşmakta ve bilinçsizce yapılan tarımdan dolayı topraklar
neredeyse ölmüş durumdadır.
Kürdistan, tarıma uygun büyük toprak parçalarına sahiptir. Bu toprakların büyük bir kısmı
tarıma açılmamıştır ve dolayısıyla Kürdistan’da işsizlik ve açlık çok ciddi bir sorun
durumundadır. Şüphesiz bunun Kürdistan’ı boşaltmak isteyen devlet politikaları ile yakından
bağlantısı vardır. Son derece verimli topraklara sahip olan Kürdistan’da açlık ve işsizliğin
varlığı ancak bu tür bilinçli politikalarla gerçekleşebilir. Kürdistan’ın bilinen ovaları yalnız
ciddi bir tarım politikasıyla işletilse değil açlık, fazladan milyonlarca nüfusu doyurabilir. Aynı
zamanda işsizlik denen kapitalizm hastalığına da çare bulunur ve milyonlarca işsiz insan
istihdam edilmiş olur.
27
Organik tarım sadece toprağın korunmasına, çevre kirliliğini önlenmesine, ekolojik dengenin
korunmasına hizmet etmez, aynı zamanda toplum sağlığının korunmasına da hizmet eder.
Hormonlu gıdaların insan yaşamı ve fizyolojisi üzerinde ne kadar derin tahribatlar yarattığı,
bilinmeyen yeni hastalıkların gelişmesine neden olduğu araştırmacılar tarafından ortaya
konulmuştur. Organik tarım hormonlu gıdaların toplumda yarattığı hastalıkları giderir.
Gıdaları temiz ve sağlıklı bir toplumun yaratılması, ancak tarımdaki bu farklı anlayışla
gerçekleştirilebilir.
Kürdistan’da nüfusun büyük bir kısmı işsizdir. İstihdam alanları hemen hemen yok gibidir.
Sanayileşmeye yönelik ciddi bir yatırım olmamış, tarımda da geniş alanlar ya tarıma
açılmamış, ya da büyük topraklar bireylerin mülkiyetinde olduğundan dolayı nüfusun büyük
bir çoğunluğu işsiz durumdadır. Resmi rakamlar Kürdistan’daki işsizlik oranın %20’ler
civarında olduğunu göstermektedir ki, bu sayı gerçeği yansıtmaktan çok uzaktır. Resmi
rakamlar İş ve İşçi Bulma Kurumu’na yapılan başvurulardan elde edilen sonuçtur ki, bu da
gerçeği ifade etmekten uzaktır. Nüfusun yarısını oluşturan kadınlar da bu sayının dışındadır.
Eğer gerçekçi rakamlar dile getirilecek olursa, Kürdistan nüfusunun %50’sinden fazlasının
işsiz olduğu rahatlıkla söylenebilir.
İşsizlik genelde kapitalizmin bir ürünüdür. İşsizler ordusu, üretim araçlarını bireysel
mülkiyetlerinde bulunduranların işgücü üzerinde tam bir hakimiyet kurmak amacıyla
geliştirdikleri bir yöntemdir. Yedek işsizler ordusu sermaye kesiminin işçiyi istediği ücrete
mecbur kılmanın aracıdır. Azami karın ücretler üzerinden gerçekleştirilmesinin aracıdır.
Toplumu açlıkla terbiye etmenin de başlıca yöntemidir.
Ekonomik bir sistemde işsizlik diye bir durum söz konusu olamaz. Hiçbir yaratık işsiz
değildir, doğa da böyle bir durumu kabul etmez. Önderlik bu konuda çok geniş
değerlendirmelerde bulunmuştur. Önderlik doğada hiçbir varlığın işsiz kalmadığını, bir
karıncanın bile işsiz olmadığını belirtir. Toplumlarda da böyledir. Yine Önderlik işsiz bir
firavunun olmadığı, yine her kölenin de bir işinin olduğunu belirtir. Doğa bile işsiz insanı
kabul etmezken, en gelişkin bir varlık olan insan nasıl işsiz olabilir? Bu kapitalist sistemin bir
icadıdır.
Demokratik Özerklik herkesin iş sahibi olmasını temel bir yaklaşım olarak benimser.
İşsizliğin iş imkânlarının olmamasıyla bir bağı olmadığını, bunun bilinçli bir politikanın
ürünü olduğunu bilerek hareket eder ve aynı zamanda bunun ideolojik bir nedeni olduğunu da
değerlendirir. Tarım başta olmak üzere üretim imkânlarını en verimli tarzda kullanmayı ve bu
temelde istihdamı artırmayı esas alır. Yukarıda belirtmiş olduğumuz üretime açılmayan
toprakların üretime açılması, organik tarımın geliştirilmesi, ekolojik dengeyi yeniden kurma
temelli ağaçlandırma, vb. hem üretimi arttırıcı, hem de istihdam yaratıcı uygulamalar
geliştirilebilir. Tarımın bu konuda önemli bir imkan sunduğu açıktır. Yine gerektiğinde
çalışma saatlerinde yapılacak olan düzenlemelerle de istihdam imkanları arttırılabilir. Onun
için de Demokratik Özerklik işsizliği giderici, istihdamı arttırıcı bir modeldir.
Üretim-Tüketim Kooperatifleri
Halkın ekonomisi özel şirket ekonomilerini daraltacak, sınırlayacak, onların kar oranlarını
asgariye indirecek veya onları buna yöneltecek ekonomik kurumlaşmaları geliştirmek
durumundadır. Kapitalist sistemde üretimden tüketime kadar tüm mekanizmalar kar mantığı
üzerine kurulmuştur. İster sanayide, isterse de tarımda olsun her şey ederinin çok üstünde bir
fiyatla insanlara ulaşmaktadır. Direkt üretimin içinde olanlar emeklerinin karşılığını hiçbir
zaman alamazken, özellikle de tarımda çalışanlar, üretenler emeklerinin karşılığı olan ürünleri
çok cüzi bir fiyatla ellerinden çıkarmaya mecbur bırakılmaktadır. Diğer yandan üretimin
hiçbir sürecinde bulunmayan aracı kurum ve tüccarlar, en yüksek kazancı elde etmektedirler.
Ne üretici ürettiklerinin karşılığını alabilmekte, ne de tüketici bir ihtiyaç maddesine, ederine
denk düşecek bir fiyatla sahip olabilmektedir. Üretici bir yıllık emeğinin karşılığı olarak
üründen bir artı alabilirken, adeta nakliyat görevini üstlenen tüccar bire karşı on
kazanmaktadır. Bu durumda hem üretici, hem de tüketici kaybetmekte, esas kazananlar ise
ekonomiyle hiçbir ilişkisi olmayan aracı kurum ve kişiler, tüccarlar olmaktadır.
Ekonominin iki temel alanı vardır. Bunlar; üretim ve tüketim alanlarıdır. Her iki alan üzerinde
tam bir hakimiyetin sağlanması durumunda ekonomi tamamen kontrol altına alınmış olur.
Tekelin yapmak istediği de ekonominin bu her iki alanı üzerinde hakimiyet kurmaktır. Karın
azamisine bu temelde ulaşmak tekeller için mümkün olabilir. Liberal ekonominin, piyasaların
arz-talepten hareketle kendi dengelerini kurduğunu, fiyatların da bu dengeler içerisinde, yani
arz ile talebin karşılıklı etkileşimi içerisinde oluştuğunu iddia etmesi gerçeği yansıtmaz.
Metaların fiyatları üretimin bu iki alanını denetimi altında tutan tekelin istekleri
doğrultusunda gerçekleşmektedir. Söylemek istediğimiz; ne işçi ücretleri, ne de metaların
fiyatları arz ve talep dengesi içerisinde oluşmaktadır. Çok iyi biliyoruz ki, arz ve talep de
yaratılabilen bir şeydir. Ekonominin her iki alanını elinde bulunduran tekeller, arzı olduğu
kadar talebi de kontrol edebilmekte, istediği kadar metayı piyasayı sürmekte, bununla da
talebi, dolayısıyla da fiyatların düzeyini belirleyebilmektedir. Ücretlerdeki oluşum da aynı
yolu izlemektedir. Piyasanın kendi dengelerini oluşturduğu, ücret ve fiyatların bu dengeler
içerisinde şekillendiği kapitalist emperyalist sistemin topluma kabul ettirmeye çalıştığı en
büyük yalanlardan biridir. Bu sömürü çarkının nasıl döndürüldüğünü gizlemeye yöneliktir.
Gerçek olan ise; gerek ücretler, gerekse de fiyatların tekelin isteğiyle oluştuğudur. Yani
tüccarın istemi ve dudakları arasından çıkan söz, piyasanın gücünden daha etkilidir. Tabii
bunun yükünü esas olarak üretici emekçiler ve tüketiciler kaldırmaktadır. Yapılması gereken
bu ara halkayı, tüccarı aradan çıkarmaktır. Bu da üretim ve tüketim kooperatifleri aracılığıyla
gerçekleşebilir.
29
Kooperatif örgütlenmesi üretim alanında olabileceği gibi tüketim alanında da olabilir. Bir
grup, köy, mahalle ya da benzer yapılanmalar kooperatifleştikleri oranda ellerindeki küçük de
olsa birikmiş sermayeyi ortaklaştırarak üretime koşabilirler. Sadece parasal sermayenin
birleştirilmesi değil, eldeki üretim araçlarının da birleştirilerek üretime koşulmaları, üretimde
fazlalığa neden olabileceği gibi masraflarda da bir azalma sağlayacaktır. Birleşen emek ve
sermayenin kullanımı ile bu aynı emek ve sermayenin ayrı ayrı kullanımı arasında ciddi bir
fark olur. Yine kooperatif bileşenlerinin üretim alanını tespit etmesi, üretimin hacmini
belirlemesi, piyasaya sunarken fiyatlar üzerinde denetim kurması, emeklerinin karşılığını
almaya çalışmaları, tek tek her üreticinin üretim yapmasından daha fazla bir faydayı yaratacak
ve bu fayda ürettikleri ürüne katılarak üreticiye yansıyacaktır. Üretici bu tarzdaki bir üretimle,
bireysel yapacağı üretimden daha fazla bir kazanç elde edebilecektir.
Kooperatifleşme küçük ve orta boy işletmelerde olabileceği gibi, kırsal alanda tarımda ve
hayvancılıkta da olabilir. Örneğin bir köyü ele alalım. Köy kooperatifleştiğinde nasıl bir tarım
yapacağına, hayvanlarından hangi temelde yararlanacağına, meyvelerini nasıl
değerlendireceğine karar verdiğnde ortak yararla hareket etmiş olur. Emeklerinin karşılığını
daha iyi pazarlayabilir, tüccarın istediği değil, kendi istediği fiyata, en azından kendi
istedikleri fiyata yakın bir fiyatla ürettikleri değerleri piyasaya sunabilir. Üretimden tüketime
kadar herkesin uğraşmasına gerek kalmayacak ve bu da bir fayda yaratacaktır. Aynı şey
mahallelerde, diğer işletmelerde de rahatlıkla uygulanabilir. Dünyada bunun örnekleri çok
fazladır.
Elektrik enerjisinin elde edilmesi, yine sulu tarımın yapılabilmesi için baraj yapılması
kaçınılmazdır. Büyük baraj ve sulama kanallarının yapılması büyük bir yatırım gerektirir ki,
bu küçük grupların ya da kooperatiflerin yapabilecekleri yatırımları çok aşar. Bu tür büyük
yatırım ve işletmelerin kamusal nitelikte olmaları kaçınılmazdır. Bunların işletilmelerinin de
yine devlet destekli kamusal temelde olması gerekir. Dolayısıyla bu yatırımların
mülkiyetlerinin de kamusal olması anlaşılırdır. Barajların kişi ya da şirketler adına yapılması
ve işletilmesi halk ekonomileriyle uyumluluk arz etmez. Kamusal temelde yapılan barajların
işletilmesi amacıyla özel şirketlere devredilmesi de yanlış bir uygulama olur. Kamusal
temelde yapılan barajların enerji dağılımlarının da toplum dikkate alınarak yapılması
Demokratik Özerkliğin temel yaklaşımıdır. Özel şirketlerin, kendilerinin enerji ihtiyaçlarını
gidermek amaçlı enerji üretmeleri mümkündür ve bu da ancak doğayı kirletmeyecek enerjinin
üretilmesiyle gerçekleşebilir.
Demokratik Özerklik, enerji üretimi adı altında baraj yapımıyla tarih-kültür ve doğa
katliamına neden olan baraj politikalarına karşıdır. Demokratik Özerklik bir miktar enerjiyi
değil, tarihsel ve kültürel mirası hazinesi olarak görür. Demokratik Özerklik, nükleer ve
termik santraller gibi enerji üretimi adına doğayı tahrip eden enerji kaynaklarının işletilmesine
de karşıdır. Bunların yerine enerji ihtiyacının güneş, rüzgar vb. daha temiz, doğaya dost ve
31
tarihi de yok etmeyen enerji kaynaklarını işletmeyi uygun görür. Su kaynaklarının kullanımın
da da, küçük ölçekli ve hiçbir tahribata yol açmayan baraj yapımını esas alır.
Köy kooperatifleri de köyün enerjisini temin etmede aktif roller üstlenebilirler. Günlük
kullanımda enerjiyi devletten bekleme ve bu enerji için de bir para ödemek gerekmemektedir.
Küçük de olsa akarsular üzerinde birkaç yüz ya da bin amperlik enerji üretebilecek küçük
barajların yapılması mümkündür. Bu barajlar akarsu yatakları üzerinde bir tahribata da yol
açmayacaklardır. Yakın çevrelerinde akarsu olan bir köy, kooperatifiyle kendi enerjisini
üretebileceği gibi, yakın birkaç köy de ortaklaşa kendi enerji üretimlerini yapabilirler. Bu hem
temiz bir enerji üretimi olacağı için doğaya da zarar vermeyeceği gibi sürekli ve ucuz bir
enerji elde edilmiş olacaktır. Demokratik Özerklik enerji üretiminde bu türden yaklaşımları
destekler, teşvik eder. Daha farklı ve doğayı kirletmeyen, zarar vermeyen enerji üretim
tarzlarını da destekler.
Yer altı ve yerüstü kaynakları dendiğinde akla ilk gelen toprak, su, ormanlar ve madenlerdir.
Yüksek debili ve sınırların ötesine taşan suların kullanımının uluslararası hukukla da
çerçevesi çizilmiştir. O belirlenen kurallara riayet edilerek Kürdistan’da kaynağı olan suların
kullanımı toplumun tümüne hitap edecek tarzda olmalıdır. Böylesi yüksek debili suların
kullanımındaki fayda tüm topluma hitap edecek tarzda olmak durumundadır. Böylesi
akarsuların mülkiyeti kamuya aittir, tasarruf hakkı da kamuya aittir.
Küçük debili suların kullanımı, böylesi uluslararası hukukla sınırlanmadıkları gibi, kullanım
üzerinde de farklı bir tasarruf geliştirilemez. Suyun aktığı yakın çevreler, tarımda olduğu
kadar enerji üretiminde de bu suyu birbirine zarar vermeyecek şekilde ortak karar ve
planlamalar temelinde kullanabilir. Bu tür suların tarım ya da farklı bir amaçla bir başka yere
taşınmasına gerek olmadığı gibi, devlet de bu su üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir. Su
ulaştığı alanlara kadarki alanda yerleşik olan insanların kullanımında olacak, sahipliğini de
onlar yapacaklardır.
Toprağın belli ve önemli miktarda bir dağılımı olmuştur. Kadastroya tabi tutulan bu topraklar
bireysel mülkiyet konusu olan topraklardır. Demokratik Özerklik, geçmişten gelen bu toprak
mülkiyetine dokunmayacaktır. Ancak on binlerce dönüm toprağın bir kişinin mülkiyetinde
olmasına, diğer taraftan da çok büyük bir nüfusun topraksız kalmasına ve toprak ağalarının
yanında yarıcı veya ırgatlık yapmaları, mevsimlik işçi olarak Türkiye metropollerine ırgat
olarak gidip çalışmaları karşısında da sessiz kalamaz. Bu dengesizlik ortamında adaletli bir
toprak dağılımının yapılması kaçınılmazdır. Bu mülkiyete müdahale anlamına da
gelmeyecektir. Bir kişinin sahip olabileceği toprağın miktarı belirlendikten sonra, toprakta
yapılacak reformla topraksız köylü toprağa kavuşmuş olacaktır.
Toprak reformunun konusu olacak esas toprak, en büyük toprak sahibi olan devletin elindeki
işlenmeyen topraklardır(Buna askeri araziler de dahildir). Devletin denetimi altında ve
işlevsiz olan toprakların miktarı çok fazladır. Bu topraklar yalnız topraksız köylülere
dağıtılacak olursa, Kürdistan’da topraksız köylü kalmaz. Devletin sahibi olduğu topraklar, en
yakın çevre köylere dağıtılabilir. Özellikle de köylerde kooperatifler oluşturulmuş ise, bu
toprakların direkt bireylere dağıtılması yerine, üyeleri adına kullanımı kooperatife
bırakılabilir. Hem topraksız kimse kalmamış olur, hem kullanılmayan, tarıma açılmamış olan
topraklar tarıma açılmış olur. Hem istihdam sorununa önemli oranda çözüm bulunmuş olur,
hem de ürün artışı sağlanmış, zenginlik artmış, toplumsal refah yükselmiş olur.
32
Ormanlar, toplumun sahip olduğu temel zenginlik kaynaklarıdır. Korunması, bakılması tüm
topluma ait olmakla birlikte birinci derecede ormanlık alanlarda yaşayan insanlara, köylülere
aittir. Topraklar gibi ormanların da kullanımı ormanlık alanlarda yerleşik olan ve yaşayanlara
bırakılabilir. Orman ürünlerinden yararlanma da o topraklar üzerinde yaşayanların hakkı
olarak kabul edilmelidir. Ormanlık alanları hangi nedenle olursa olsun tahrip etmek, zarar
vermek ülke zenginliklerine zarar vermek olarak değerlendirilir.
Başta petrol olmak üzere yer altı kaynakları tüm toplumun zenginliği olarak kabul edilir. Bu
zenginlikler üzerinde bireysel tasarrufa izin verilmez, bireysel mülkiyet konusu olamaz. Yerli
ya da yabancı şirketlerin bu zenginlik kaynaklarını işletmesinde tüm toplumun yararları esas
alınır. Ülke ve halkın zenginliklerinden olan yollar ve ulaşım ağlarının kullanımı da aynı
prosedürler çerçevesinde gerçekleşir.
Demokratik Özerklik dolaylı vergileri gizli sömürü ve soygun yöntemi olarak değerlendirir.
Dolaylı vergilerde, insanların gelirine göre kamu giderlerine katkı sağlamasını esas almaz.
Aksine yükün büyük çoğunluğu yoksul ve az gelirli insanların sırtına yüklenir. Böylece
yüksek gelir grubundaki insanlar kamu giderlerine katılmaktan muaf tutulur. Doğal olarak da
gelir düzeyi düştükçe dolaylı vergiler daha ağır bir yük olarak toplumun sırtına yüklenerek
adeta bir soyguna dönüşür. Gelir düzeyi yükseldikçe de dolaylı vergiler görünmez olur.
Bundan dolayı Demokratik Özerklik her türlü dolaylı verginin kesin kaldırılmasını savunur.
Şüphesiz kamu giderlerinin toplumun üyeleri tarafından karşılanması gerekir. Bu genel bir
doğrudur ve kabul edilebilirdir. Ama toplumun bazı kesimleri vardır ki, kazançları ancak
‘yalın insanlık’ olarak yaşamlarını idame ettirmeye yetmektedir. Türkiye’de her ay yayınlanan
dört kişilik bir ailenin yoksulluk ve açlık sınırındaki gelir düzeyi ölçüsü, neden bahsettiğimizi
göstermektedir ve bu ölçüler Kürdistan’da bir hayli yüksek bir nüfusu ifade etmektedir.
Geçim araçlarından yoksun insanların emeklerini satarak elde ettikleri ve ancak kendi
yaşamlarını yalın insanlık düzeyinde sürdürebilecek cüzi bir kazanca sahip insanlardan da
kamu harcamalarına eşit düzeyde katılmalarını istemek ve beklemek ne eşitliğe, ne de adalete
uygun değildir. Ki bu düşük gelir sahibi insanlar kamu harcamalarının olduğu alanlardan ya
hiç yararlanamamaktadırlar, ya da çok sınırlı bir düzeyde yararlanabilmektedirler. En çok
yararlananın en çok katılması gerektiği yaklaşımı hem ahlakidir, hem de adil olandır. Bu
yaklaşımdan hareketle toplumun bazı kesimlerini vergiden muaf tutmak kaçınılmazdır.
Vergide oranların tespit edilmesi bu yazımızın konusu değildir. Ama vergi matrahları
hazırlanırken, vergiden muaf tutulması gereken toplumsal kesimler çıkarıldıktan sonra, kamu
harcamaları nüfusun geri kalanına ki, o da gelirlerine göre dağılımı yapılmalıdır. Ancak o
zaman kamu harcamalarına dengeli, eşit ve adil bir katılımın yapıldığı söylenebilir.
33
Sonuç olarak; ekonomi çok geniş ve ince ayrıntılarıyla ele alınması gereken bir konudur. Hele
hele demokratik temelde yeni bir sistem oluşturuluyorsa, ekonomik sistemin de yaşananlardan
çıkarılan dersler ışığında yeni bir sistem olması kaçınılmazdır. Bu yeni sistem de demokratik
yapılanmayı ve eşitliği esas almak zorundadır. Demokratik Özerkliğin ekonomik bakışı ve
sistemi bu anlamıyla kapitalist emperyalist sistemden farklı olmak kadar, sosyalizm adına
uygulanagelen ve çöken reel sosyalist sistemin ekonomik yapılanmasından da farklı olmak
durumundadır.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=652
Sonuç Olarak;
Demokratik özerklik projesi kapsamında temel bir unsur olan kültür boyutunun kapsadığı dil,
tarih ve sanat alanı bu yaşamsal projeye asıl özünü, amacını ve rengini verecek temel bir
alandır. Bu boyut içinde tanımlanan değerler doğal bir özerklik, özgünlük arz ederler. Bu
özellikleri hem demokratik özerkliği güçlendiren hem de karakterleri gereği kendi asıl
toplumsal işlevlerini de demokratik ulusun inşası olan özerklik sistemi içinde bulmalarına
olanak tanıyacaktır.
Kürdistan demokratik özerklik projesinde kültürel boyut esasta Kürt halkına uygulanan
kültürkırıma karşı toplumu daha iradeli, bilinçli ve örgütlü direngen kılmayı amaçlar. Halk
kültürlerinde direniş karakterinin ifadesi olan kalıcılaşan değerlerin varlığı, demokratik
özerklikle beraber daha güçlü harekete geçer ve halkın kimlik değerleriyle güncelleşerek daha
derin buluşur. Kültür aynı zamanda kişilik demektir. Kültürel boyut, özgürlük mücadelesiyle
Kürt halkında ortaya çıkmış ve tarih değerinde kişiliklerle temsile kavuşmuş gerçeği, yaşamın
her alanında bir kültür olarak kalıcılaşmasını sağlama projesidir.
Demokratik özerklikle Kürt halkı özgürleşemeye daha yakınlaşmış olacaktır. Bu projeyle
demokratik ulusal birliğini sağlamada da önemli bir mesafe kat etmiş olacaktır. Demokratik
özerklik projesinin kültürel boyutu halkın(ların) birliğini duygu ve düşüncede yaratılmasında,
anlamlı ve kapsamlı bir rol oynayacaktır. Demokratik ulusal birliğimizin zeminini kültürel
boyut döşeyecektir. Kültürel boyutu oluşturan dil, tarih ve sanat alanları Kürt demokratik ulus
topluluklarının tümünün ortak paydasıdır. Demokratik ulus topluluklarının etrafında çok
45
rahatlıkla birleşecekleri kültürel boyut Kürt kimliğinin açığa çıkarılmasına en çok hizmet
edecek alandır.
Kürdistan demokratik özerkliği Kürt kültürü üzerindeki yıkımı, talanı, asimilasyonu ve
hırsızlığı durdurmayı da kapsamına almaktadır. Halkımızın asıl zayıflığı kendi tarih ve
kültürüne karşı yaşadığı yabancılıktan kaynaklandığı için halk varlığımız sömürgeci
politikalar altında savunmasız kalmıştı. Bu durum halk gerçeğimizi, çok köklü kültürüne
rağmen bölgemizde soruna dönüştürmüştür. Bu proje ile güçlenecek Kürt halkı hem kendi
içinde ulusal birliğini sağlayacak hem de beraber yaşadığı halklarla kardeşlik temelinde bir
yaşamın kuruluşuna öncülük edecektir.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=658
“Biz buna güvenlik boyutu da diyebiliriz. Yani burada soykırımı ele alıyoruz. Kürtler
soykırımdan nasıl kurtulabilir bunu somutlaştırmalıdırlar.
Burada soykırım tüm soykırım çeşitlerini kapsar. Sadece fiziki değil kültürel ve her çeşit
soykırımdan bahsediyorum. Yani Kürtlerin bir öz savunma durumuna kavuşması sağlanır.
Toplum burada kendi öz savunmasını kurar. Bununla sadece elde silah bir durumu
kastetmiyorum. Öz savunma KCK, PKK tarzı silahlı yapıyı değil halkın kendi güvenliğini
sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını kendi
güvenlik sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bunu daha fazla halk tartışır farklı sonuçlara
ulaşabilirler. Mesela çocuklarını askere gönderecekler mi? Askeriyede yer alacaklar mı,
bunlar tartışılır. Mesela korucular nasıl lağvedilecek, koruculuk meselesi nasıl halledilecek
bunlar tartışılmalıdır. Bu güvenlik boyutu halkın öz savunması ekmek su hava kadar
önemlidir. Bu olmadan yaşanmaz.”
-Önder Apo-
1 Haziran 2010 tarihinden itibaren yani adına mücadele tarihimizin 4. döneminin başlangıcı
dediğimiz günden itibaren, demokratik özerklik konusu gerek Türkiye’deki toplumların ve
gerekse de dost-düşman ya da kendilerini farklı konumlandıran birçok kişi-kurum veya
örgütsel çevrenin gündemine yoğun olarak girmiş bulunmaktadır. Halbuki kapatılan DTP’de
olduğu gibi BDP’nin programında da demokratik özerklik, Kürdistan için bir statü olarak
ortaya konulmuştu. Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde bu statünün önemine dikkat
46
çekilmişti. Ama bugünkü gibi tartışma gündeme girmemişti. Sadece bu durum bile mücadele
tarihimizin 4. döneminin ne anlama geldiğini göstermektedir.
Bu tartışma gündemleri içinde öz savunma konusuna özel bir anlam da yüklenilmektedir.
İşte ‘ayrı orduları, polisleri olacakmış’, ‘ayrı ordu, polis ayrı devlet demektir’, ‘PKK takiye
yapıyor, asıl amacı ayrı bir Kürt devleti kurmaktır’ gibi yersiz ve bir anlamda da özel savaş
kapsamlı bir tartışma yürütülerek konu çarpıtılmak istenmektedir. Bu çarpıtma kampanyasının
merkezinde esas olarak öz savunma sözcüğünün savunma bölümü yer almaktadır. O zaman
burada öncelikli olarak savunma yine bağlantılı olarak saldırı konuları üzerinde durmak
gerekmektedir.
Özerklik ve Güvenlik
Savunma ve saldırı kavramlarının tanımlanmasında geçen bu evrimsel süreç içerisinde
özellikle ulus-devlet çatısı altında soykırımlara varan uygulamalara karşı insanlığın eksik-
yetmez yanları ve bu konuda yanlışlıkları olsa da, vermiş olduğu mücadeleler sonucunda
demokratik toplum güçleri dünyanın birçok yerinde farklı hukuksal-idari ya da siyasal-
ekonomik düzenlemelerle kendisini ifade eden kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımların
yeterliliği-yetersizliği farklı bir tartışma konusu olabilir. Fakat öz savunmayı bir güvenlik
konusu olarak ele aldığımızda ve güvenliği de bir bütün olarak toplumsal kimliğin ve varlığın
yaşatılması olarak değerlendirdiğimizde, bu konuda ortaya çıkan yetmezlik ya da yanlışlıkları
ele almak kaçınılmaz olmaktadır.
Toplumlar tarihi, ağırlıklı olarak farklılıkların kendisini özgürce ifade ettikleri birliklerin
tarihi olarak yorumlanabilir. Öyle ki toplumların bu özelliği, bugün çok ceberutmuş gibi
değerlendirilen ve devletçi tarihin önemli bir bölümünü hem zaman hem de mekan olarak
işgal eden monarşik imparatorluklar, meşruti krallıklar altında bile toplumlar bu özelliklerini
ağırlıklı olarak sürdürmüşlerdir. Yani ulus-devletler aşamasına kadar olan süreçte toplumsal
yaşamın temel yasası olan çokluğa dayalı birlik ilkesi ağırlıklı olarak varlığını korumuştur.
Ulus-devletlerin tekli sistemine kadar tüm toplumsal özelliklerin varlığı devam ettiği gibi, bir
egemen sınıf ya da üst topluma dayalı da olsa toplumun güvenlik sorununun yine toplumun
kendisi tarafından çözüldüğü görülmektedir. Yani seküler dünyanın söylediği gibi ulus-
devletler daha insancıl değildir. Elbette burada devletlerin hangisinin daha iyi olup-olmadığı
tartışmasını yürütecek değiliz. Fakat bugün dünyada geçerli olan devletçiliğe dayalı
federasyon ya da özerk yönetim örgütlenmelerinin ulus-devletler öncesinde ağırlıklı olarak
var olduğunu bilmekte yarar var.
Örneğin Osmanlılar döneminde Kürt egemenleri çok geniş bir özerkliğe sahiptir. Vergi
toplamaktadır, askeri güç bulundurmaktadır, Kürtler kendi medreselerinde Kürtçe eğitim
yapmaktadır, Osmanlı hukuk kuralları Kürdistan’da işlememektedir vb. Ama diğer yandan
herhangi bir tehdit durumunda Osmanlılara asker vermektedir. Her yıl Osmanlıya belli bir
vergi vermektedir. Kürtler, Osmanlı egemenliğinde Osmanlıların Kürt olan tebaasıdır.
Kürtlerin yaşadığı coğrafyada Osmanlı sınırları içinde olan Kürdistan diye tabir edilen
ülkedir. Burada kendi içinde alabildiğine özerk bir statüden bahsediyoruz. Bu özerk statü
kendi içinde de merkezi bir yapıya sahip değil. Kürdistan içinde var olan toplumsal ya da
bölgesel örgütlenme esasına göre de her farklı aşiret ya da mezhep-inanç ya da etnik grup
kendi içinde özerktir. Örneğin Dersim, Botan, Behdinan, Soran bölgelerinin vb. dışında aşiret
bölgelerinin ve Yezidilerin, Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin özerk yaşamları var. Bu
durum Avrupa’ya doğru gittikçe de devam etmektedir. Yani “Kızıl İmparator” diye anlatılan
ve 33 yıllık istibdat dönemi ile tarihe geçmiş olan Abdulhamit dönemi bile İttihat-Terakki ve
TC sürecinden çok ilerde bir durumu ifade etmektedir. Tarihte Asur, Babil, Akat, Firavunlar
ya da Roma İmparatorluğu döneminde de bu durum hakimdir. Devletçi egemenlik, ulus-
devlete kadar toplumların farklılıklarını ortadan kaldıran tekli bir yapıya yönelmemiştir.
Fransız Devrimi ile birlikte farklılıkların varlığı, ulus-devlete karşı bir saldırı olarak
50
nitelenmiştir. Yani saldırı kavramı ulus-devlet ve onun dayanaklarına göre yeniden
yorumlanmıştır. Önceki tüm devletli hiyerarşik yapılanmalarda askeri güç ve örgütlenme bir
saldırı aracı olarak örgütlenmişti. Bu tarihin gösterdiği bir gerçekti. Fransız Devrimi’yle
birlikte kendisini yeniden örgütleyen ulus-devlet, parlamenter demokrasi ve kuvvetler
ayrılığını bu örgütlenmenin dayanak ve kaynakları olarak ilan etmiştir. Parlamentarizmin ve
kuvvetler ayrılığının bir gereği olarak bir hükümet başkanı ve bakanlar oluşturulmuştur.
Askeri güçlerin örgütlendirilmesi ve yönlendirilmesi savaş bakanlıkları adı altında oluşturulan
bakanlıkların bünyesi altında toplanmışlardır. Bu tanımın kendisi bile ulus-devletin halklara
ve topluma karşı nasıl bir saldırı yaklaşımı içerisinde olduğunu göstermektedir. Ulus-
devletlerin birinci büyük saldırısı-savaşı olan Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra bu literatür
değiştirilmiş, savaş bakanlıkları tanımlamaları yerine, savunma bakanlıkları tanımlamaları
kullanılmıştır. Özünde değişen bir şey olmamıştır, ama görünüş anlamında en saldırgan güç
de bu tanımlamayla kendisine bir meşruiyet kılıfı giydirmiştir. En saldırgan, dünyanın her
yerine müdahale etmeyi hakkı sayan ABD bile bu dizginsiz saldırılarını savunma kılıfıyla
örtmektedir. Meşruiyet toplumları etkisizleştirmek, tepkisizleştirmek, dahası desteklerini
almanın en etkili aracı olarak kullanılagelmiştir.
Bu anlatımlardan da anlaşıldığı gibi 20. yüzyılla birlikte ulus-devletin askeri varlığı, savunma
gücü olarak tanımlanmıştır. Buna atfen savunma bakanlıkları kurulmuştur. Bu bir durum
değişikliğidir. Burada tüm farklılıklar saldırgan olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlamalar
altında varılan doruk nokta faşizm olmuştur. Faşizm, insanlığa karşı geliştirilmiş bir saldırı,
soykırım hareketi olarak ulus-devlet örgütlenmesi ve onun ideolojisi olan milliyetçiliğin
doruk noktasını ifade etmektedir. Ortaya çıkan tahribat ve buna karşı gelişen direniş nedeniyle
hukuksal ve idari alanda yeni düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. Hem toplumsal alanda
reel sosyalist de olsa yaşanan devrimler, hem de tarihin etnisite direnişlerinin bir devamı
olarak güncellenen ulusal kurtuluş hareketleri nedeniyle kapitalist modernite kendisini
yeniden yorumlama arayışı içine girmiştir. Bu arayış, bir yandan demokrasi güçlerinin
kazanımlarını ifade ederken, diğer yandan da ortaya çıkan faşizm ve yaşanan mezbaha
ortamına karşı insanlığın sosyalizme kaymasını engellemeye yönelik yeni düzenlemeler
anlamına gelmektedir. Bu düzenlemeler, hukukun da evrensel boyutta yeniden ele alınmasına
ve yeni faşist felaketlere karşı evrensel örgütlenmelerin daha aktif hale getirilmesine neden
olmuştur. Bu düzenlemeler, ‘üç kuşak haklar’ adı altında ulusal-toplumsal, kültürel, bireysel,
ekonomik ve dayanışma hakları olarak yeniden tanımlanmıştır. Buna göre de farklı ulusların-
toplulukların hukuksal olarak da koruma altına alınmış olan doğal hakları için mücadelesi
meşru görülmüştür. Ulus-devlet anlayışı, bu gelişmelerle birlikte meşru savunma alanında
hukuksal olarak yara almıştır. Buna denk düşen idari-siyasal düzenlemeler nedeniyle ulus-
devletin tekçi yapısı bozulma sürecine girmiştir.
Böylesi bir gelişme seyri içinde ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’na dayalı devlet kurma
yorumu yerine daha uzlaşıcı ve birlik içinde çözüm yaratıcı ‘bölgesel-kentsel-kültürel
özerklik’ gibi idari, hukuksal, siyasal ve kültürel formüller ortaya çıkmaya başlamıştır.
Elbette 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra yoğun olarak gelişen feminist hareketler, erkek
egemenlikçi sistemi geriletirken, cinsiyet özgürlükçü gelişmelerin zeminini güçlendirmiştir.
Bu durum da hukuka pozitif ayrımcılık biçiminde yansımıştır.
Dikkat edilirse tüm gelişmeler tekleştirme yerine toplumsal doğaya uygun olarak farklılıkların
kendisini ifade etmesini, doğa tahribatına karşı ekolojiyi ve erkek egemenlikli sisteme karşı da
cinsiyet özgürlükçü demokratik toplumu işaret etmektedir. Bu da devletin görev alanlarının
giderek daralmasını beraberinde getirmektedir. Burada postmodernizm başta olmak üzere
liberalizmin etkisiyle devletçi sistemin yedeğine düşen ve esas olarak da sistem dışı
görünmekle birlikte, sistemin ömrünü uzatmaya çalışan akımları iyi izlemek gerekmektedir.
O açıdan günümüzde uygulanan özerkliklerin devletçi yanlarını iyi görmek gerekir. Her ne
kadar özerklik, ayrılıp bağımsız bir devlet kurma anlamına gelmese de, kendi içindeki idari-
hukuksal, siyasal örgütlenmesi ve merkezi devletle olan ilişkisi devletçi toplumu aşar nitelikte
51
değildir. Uygulanan özerkliklerde ağırlıklı olarak merkezi devletin elindeki iktidar olanakları
özerk bölgeye devredilmektedir. Özerk bölgelerin eline geçen yetkiler toplumdan çok toplum
adına onun temsilini üstlenenler tarafından kullanılmaktadır. Burada toplumsal alanın
geçmişten tek farkı kendi tarihsel dili-kültürü ve kimliği ile tanımlanmasıdır. Özerk bölgelerin
meclisinin olması bu durumu değiştirmemektedir. Böylesi bölgelerin tüm idari-siyasal
düzenlemeleri devletçi hukukla güvence altına alınırken, toplumsal alanın ahlaki-politik
örgüsü, yaşama her alanda yön verecek bir örgütlülüğe kavuşmamıştır.
Böylesi bir düzenleme içinde var olan özerk sistemlerin güvenlik konusu da polis teşkilatı
derekesine indirgenmiştir. Belki ulus-devletçi yapılanmaya göre temel toplumsal özgürlük
alanları yasal güvence altına alınmıştır, ama burada kastedilen küçülen merkezi devletin
küçülen yanının özerk yapı tarafından temsil edilmesi değildir. Küçülen devlet-büyüyen
toplum şeklinde formüle edilen bir gelişmenin ortaya çıkması gerekir.
Dikkat edilirse özerklik formülü üzerinde tartışılırken demokratik yanı hiç dikkate
alınmamaktadır. Türkiye de, birçok çevrede, dile geldiği gibi birçok Kürt çevresi de, özerkliği
iktidar paylaşımı biçiminde ele almaktadır. Dolayısıyla Kürdistan’da çözüm tartışmaları
yürütülürken karşımıza Bask, Katalanya, Korsika, İrlanda, İskoçya ve Galler örnekleri
çıkmaktadır. Bask örneği verilirken de ETA terör konusu olarak ele alınmaktadır. Şu anda bu
belirtilen örneklerin yaşandığı yerlerde doğrudan demokrasinin, tüm kurumlarıyla yaşama
geçtiği bir yönetimden bahsetmek fazla mümkün değil. Özerk bölgelerin yasaları temsili
demokrasi anlamında bir yönetimi öngörmüştür. Yani toplum değil toplum adına yetkiyi
kullanan kurumlar ön plandadır.
Günümüz dünyasının gelinen aşamasında devlet yapılanmasını esas alan hiç bir yapılanma,
toplumun öz savunmasını gerçekleştirme görevini üslenemez. Kaldı ki öz savunmanın kendisi
tüm toplumsal farklılıkların yaşamın her alanında örgütlü karar düzeyine ve eylem gücüne
ulaşmasına bağlıdır. Yoksa toplum adına birilerinin güvenliği sağlamasıyla ilgili olamaz. Bu
durumu Zapatistler güzel formüle etmişler; “ …EZLN’nin istediği siyasetin “yurttaşlaşması”
(citizenization)’dır.” Öz savunmanın kendisi de kısacası siyasetin yurttaşlaşması yani
siyasetin elit grupların elinden çıkarak topluma mal edilmesiyle mümkün olabilir. Böylesi bir
toplumsal atmosfer içinde toplumun tüm üyelerinin temel görevlerinden birisi de toplumun
güvenliğini sağlamak olur.
Bir anlamda da genel çerçevesi Önderlikten yaptığımız alıntıda çizilen demokratik özerkliğin
öz savunma boyutuna iki yönlü bakmak gerekmektedir. Bunlardan ilki ulusal boyutta olanıdır.
Önder APO Kürt ulusal konferansını ele alırken sunmuş olduğu beş ilke içinde öz savunmayı
da değerlendirmektedir. Bir bütün olarak bu durumu şöyle izah etmektedir:
“Konferans meselesi… Beş ilke şartı çerçevesinde ele alınması gerekiyor; 1-savaş ve barış
54
ilkesi, 2-Birlik ilkesi. Türkiye’deki Kürtler, İran’daki Kürtler, Suriye ve Irak’taki Kürtler
kendi aralarında bu durumu tartışırlar. Ortadoğu’da Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürtlere
karşı işbirliği içindedirler. Bu ülkelerde yaşayan Kürtler de kendi aralarında birliği
sağlamalıdırlar. 3-Demokratiklik ilkesi, 4-Kültürel haklar ilkesi, 5-Demokratik siyaset-sosyal-
ekonomik ilke. Kürtler sınırları sorun yapmadan aralarında ekonomik ve ticari, sosyal
düzenlemelere gidebilir. Bütün bu ilkelerin konferansta açıklığa kavuşturulması lazım.
Konferans’ta tartışılması gereken başka bir konu; Kürtlerin şu anda mevcut bulunan silahlı
güçleri öz savunma birlikleri olarak korunmalıdır. Güneyde Kürt birlikleri olan peşmergeler
var. PKK’nin silahlı güçleri de peşmergelerle birlikte Kürt ulusal gücüne dönüştürülür. Tüm
Kürtleri soykırım vb. şeylerden koruyan ve güvenliğini sağlayan halk savunma gücüne
dönüştürülür. Dört parçanın Kürtlerini de koruma görevini üstlenir. Bu güçler öz savunma
birlikleri olarak kalabilirler…”
Elbette bu şekilde dile gelen formülasyonu tek başına askeri güçlerin bir araya gelmesi
biçiminde düşünmemek lazım. Beş ilkenin hepsi bir araya getirildiğinde ortaya çıkan
demokratik Kürt ulusunun mevcut konjektürdeki FKÖ benzeri bir öz savunma ya da halk
savunma anlayışıdır. Diğer koşulların oluşmaması durumunda zaten ne Kürt konferansı
amacına ulaşmış olur, ne de tüm Kürt silahlı güçlerinin bir araya gelişi temelinde öz savunma
gerçekleşir. Elbette konferans günümüzün halen gerçekleşmesi gereken temel çalışmalarından
birisi olmaktadır.
Diğer yandan yine Önderliğin esas olarak Kuzey merkezli olan ama tüm Kürdistan için de
geçerliliği bulunan öz savunma anlayışını kısaca tekrardan aktaralım:
“Öz savunma KCK, PKK tarzı silahlı yapıyı değil halkın kendi güvenliğini sağlamasıdır.
Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını kendi güvenlik sistemine
kavuşmasını ifade ediyorum…”
Gelinen aşamada mücadele tarihimizin dördüncü dönemini devlete rağmen demokratik
özerklik ilanı ile taçlandırmayı esas aldığımız bugünü düşünerek Önderliğin perspektifine
yaklaşım göstermek önemli olmaktadır.
Bunlardan birincisi öz savunma salt PKK-KCK tarzı bir silahlı yapıyı öngörmez. Ama ulusal
savunma örneğinde de gördüğümüz gibi böylesi bir yapılanmayı da dıştalamaz.
Diğer bir konu öz savunma salt silahlı yapılanma olarak ele alınamaz. Toplumun kendi
kimliği ve öz yaşamı konusunda her alanda örgütlenmesini ifade eder. Bunun için de birçok
konuda olduğu gibi askerlik ve koruculuk konularında da toplum kararını vermelidir.
Toplum böylesi bir görevle karşı karşıya iken Marcos’un da belirttiği gibi halkın
aydınlatılması ve örgütlendirilerek mücadeleye sevk edilmesinin yanında, sömürgeci güçlerce
elinden alınan değerlerinin geri alınarak toplumsal değerler hanesine katılmasını sağlamak
gibi bir görevimiz bulunmaktadır. Bu temelde şu ana kadar yürütülen özgürlük mücadelesinin
temel taleplerinin devlet kabul etsin ya da etmesin hayata geçirilmesi şarttır. Son 35 yılın
kazanılan demokratik değerleri halen tasfiye edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yaklaşık
son 85 yıldır süregelen inkar-imhaya dayalı soykırım farklı araçların da devreye girmesiyle
halen devam etmektedir. Kürt toplumu ekonomik, siyasi, kültürel vb. soykırımlarla karşı
karşıyadır. Onun için toplumun kendisini bu soykırımlara karşı koruyacak örgütlenmelere
yönelmesi, aynı zamanda bir öz savunma mücadelesi olmaktadır.
Örneğin referandumdaki ya da okulların açılışındaki boykotlar bu kapsama gireceği gibi,
Amed’deki Küçük Medya’nın evinde açtığı Kürtçe kursu da bu kapsam içindedir.
Viranşehir’de kaçırılmak istenen küçük kızın halk tarafından kurtarılması ve sapıkların halk
tarafından yakalanması da bu kapsamdadır. Diğer yandan Şemdinli’de bombacı ‘iyi
çocukların’ halk tarafından yakalanması ve belgelerle suçlarının açığa çıkarılması da etkin bir
öz savunma anlayışını ortaya koymaktadır.
Bu örnekler de görüldüğü gibi Kürtler kendi kimliğini, yaşamını tehdit eden durumlar
karşısında örgütlü ya da kendiliğinden tavırlar koymaktadır. Önemli olan bunun bilinçli-
örgütlü ve öncelikler sırasına göre toplumu tehdit eden tehlikelere karşı geliştirilmesidir.
55
O zaman Kürtler fiziki soykırım dışında ne tür soykırımlarla karşı karşıyadır. Soykırım, bir
toplumu ortadan kaldırmaya yönelik bilinçli-örgütlü ve planlı olarak organize güçlerin
yürüttüğü kapsamlı bir saldırıdır. Bu bir insanlık suçudur. O zaman sadece olması gereken
haklar anlamında değil, uluslararası arası hukuk açısından da suç sayılan bu saldırılar
nelerdir? Bunların mutlaka doğru tespit edilmesi ve ona göre örgütlenmelerin yapılması
gerekir. Önderlik siyaset akademileri, sığınma evleri, kooperatifler, meclisler, konseyler,
kongreler gibi konuları dile getirirken bunları aynı zamanda birer öz savunma merkezleri
olarak da değerlendirdi. Biz de bu temelde öz savunmayı ele almak zorundayız.
O zaman kültürel soykırıma karşı geliştirilen Kürt dil-kültür örgütlenmeleri ve soykırımcı
egemen kültüre karşı geliştirilen tüm mücadele biçimleri (boykotlar ve evde verilen kurs
örneği gibi) öz savunma kapsamı içindedir.
Siyasal soykırıma karşı geliştirilen tüm örgütlenmeler (siyasal partiler, DTK, sivil toplum
örgütleri vb.) ve onların geliştirdiği mücadele biçimleri (referandum boykotu ve sivil
itaatsizlikler vb.) öz savunma kapsamı içindedir.
Ekonomik soykırıma karşı geliştirilen ve geliştirilecek olan kolektif emeğe dayalı üretim-
tüketim örgütlenmeleri aynı zamanda toplumun temel maddi ihtiyaçlarının da karşılanmasına
yönelik en demokratik eylem olma karakterini taşımaktadır. Özellikle de açlık yoluyla tüm
değerlerini satar hale getirilmek istenen Kürt gerçekliği düşünüldüğünde, bu alanda atılacak
adımlar ve verilecek olan anti-tekel mücadele etkin bir öz savunma anlamına gelecektir.
Diğer yandan fiziksel soykırım merkezi olarak varlığını sürdüren ve Kürdistan üzerinde her
türden soykırımın sürdürülmesinin bekçiliğini yapan Türk ordusu karşısında tutum belirlemek
ve Kürt çocuklarını askere göndermemek konusu önemli bir öz savunma konusu olacağı gibi,
başta korucular olmak üzere tüm halkın koruculuk karşısında alacağı tutum da önemli
olmaktadır.
Demokratik özerkliğin belki de Zapatistler örneğinde olduğu gibi, gelişebilecek olan ilanı ile
birlikte zabıtalar ya da polislerden çok öz savunma gücü olarak milis örgütlenmesi ve silahlı
olanı da dahil halkın örgütlü tepkisi önemli rol oynayacaktır.
Elbette sadece Kuzey değil, dört parça ve diğer bölge güçleri ve uluslararası güçler ve onların
askeri saldırıları düşünüldüğünde etkin bir gerilla gücü en önemli öz savunma unsuru olarak
varlığını koruyacaktır.
Bütün bu sayılan güçler devlet tipi örgütlenmeler değil, toplumsal örgütlülüklerden kaynağını
alacaktır. Doğal olarak da her alanda örgütlenmiş toplum, her alanda kendi yaşamına
toplumsal olarak sıkı sıkıya sarılarak kendisini yönetmedeki ısrarını ortaya koyacaktır.
Dikkat edilirse buraya kadar ve bundan sonra da herhangi bir devlet örgütlenmesi
formülasyonu yoktur. Şehirlerde oluşturulacak polislerden ve bölgede uygulanacak hukuktan
bahsedilmemiştir. Eğer sömürgecilik inkârdan vazgeçer ve Kürt halkının demokratik iradesini
tanıyıp soykırım politikasını terk ederse, o zaman uygulanacak hukuk, geliştirilecek
diplomasi, yapılacak ortak ya da ayrı etkinlik ya da örgütlenmeler gündeme gelebilir. Buraya
kadar işlenen bölümüyle, demokratik özerkliğin güvenlik boyutu, tümüyle “devlete rağmen
uygulanacak” düzeyinde ele alınmıştır. Devlet+demokrasi temelinde oluşacak demokratik
cumhuriyet koşullarında, demokrasiye duyarlı devlet ile birlikte toplum kendi öz savunmasını
nasıl sağlayacağını tartışabilir.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=613
Demokratik Özerklik
Demokratik özerklikte devlet karşıtlığı yoktur. Kürtler güvenlikten spora kadar tüm
alanlarda devlete ihtiyaç duymadan kendi toplumsal örgütlüğünü geliştirmelidir. Sosyal,
ekonomik, kültürel örgütlenmelerini gerçekleştirmelidir.
56
a.f
Tarihte her zaman büyük ağırlığı olan kent, yer ve bölge çaplı özerk yönetimler, ulus-
devletçiliğin kurban ettiği diğer çok önemli kültürel gelenekler arasındadır. Uygulanan tüm
toplumsal ve devletsel yönetimlerde kentin, yerelin ve bölgelerin kendine has yönetimleri,
özerklikleri hep olagelmiştir. Zaten başka türlü özellikle büyük çaplı devlet ve
imparatorlukları yönetmek mümkün olamaz. Katı merkeziyetçilik esas olarak modernitenin
tekelci karakteri olarak bir ulus-devlet hastalığıdır. Azami kâr kanununun bir gereği olarak
dayatılmıştır. Ur gibi büyüyen orta sınıf burjuva bürokratlarının iktidar olmaları için
düzenlenmiştir. Bir değil, bin kral düzenleri tesis etmek için, ancak faşizmle yürüyen bir
model olarak geliştirilmiştir.
Klasik modernitenin çözülüşü hızlandıkça ve postmodernite türü çoğu liberal nitelikli de olsa
bazıları da radikal kopuş anlamına gelen kültürel hareketler geliştikçe, bunda en büyük payı
kentin, yerelin ve bölgelerin özerklik hareketleri omuzlamıştır. Aslında tüm çağlar boyu güçlü
yaşadıkları siyasi, ekonomik, sosyal boyutlar da taşıyan kültürlerine dönüş, yeniden
canlandırma söz konusudur. Çok önemli tarihsel-toplum anlamı olan ve olması gereken
hareketlerin başında gelmektedirler. Kentin, yerelin, bölgenin kurtuluşu olmadan, ulus-devlet
hastalığından kurtuluş mümkün değildir. Bunu en iyi anlayan ve uygulamaya geçiren oluşum
AB üyeleridir. Gerek modernite adı altında yaşadıkları dört yüz yıllık barbarlıklar, gerek
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Avrupa kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya
koydukları adımların kent, yerel ve bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf değildir. Ulus-
devletçiliğin soykırım başta olmak üzere tüm kültürel varlıklar için ne menem bir soykırım
olduğunu kavramalarıyla ilgilidir.
Bugün Avrupa Birliği’nde en gözde çalışmaların kent, yerel ve bölgesel kültürler kapsamında
gerçekleştirilmesi, tüm küresel sorunların çözümünde en önemli unsurların başında
gelmektedir. Fazla radikal olmasa da önemli, gerekli bir kültür hareketidir. Zaten dünyanın
tüm kıtalarında merkezi yönetim homojenliği tam dayatılıp geliştirilemediğinden, birçok
kentin, yerelin ve bölgenin özerkliği canlılığını korumaktaydı. Rusya Federasyonu’ndan Çin
ve Hindistan’a, tüm Amerika kıtasından (ABD federaldir, Kanada’da özerklik yaygındır,
Latin Amerika zaten bölgesel özerklik konumundadır) Afrika’ya (Afrika’da geleneksel aşiret
ve bölge yönetimi olmadan devletler oluşup yönetemez) kadar özerk konumlar ve özerklik
çalışmaları en aktif ve aktüel konulardır. Ulus-devletçiğin katı merkeziyetçi hastalığı, sayıları
sınırlı bazı Ortadoğu devletlerinde ve diğer diktatörlüklerde uygulanmaktadır.
Klasik modernitenin en önemli boyutu olan katı merkeziyetçi ulus-devlet yapılarının üstten
küresel sermaye, alttan kültürel hareketler tarafından sıkıştırılmasıyla yaşadığı çözülmeler en
çok kent, yerel ve bölgesel özerklik yönetimleriyle ikame edilmeye çalışılmaktadır.
Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus hareketiyle de iç içe gelişmek
durumundadır. Demokratik ulus, yönetim biçimi olarak konfederalizme çok yakındır.
Konfederalizm bir nevi demokratik ulusların siyasal yönetim biçimidir. Güçlü kent ancak
yerel ve bölgesel özerk yönetimlerle varoluş kazanabilir. Yönetim biçimi itibariyle her iki
hareket de özdeş ve çakışma durumundadır. Demokratik uluslaşma ve uluslar kent, yerel ve
bölgesel özerklikler olmadan yönetim gücü kazanamaz. Ya kaosa düşüp dağılır ya da ulus-
devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılır. Her iki duruma düşmemek için, demokratik ulus
hareketi mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna
karşılık kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimler hepten yutulmamak, ekonomik, sosyal ve
siyasal güçlerini tam kullanabilmek için demokratik ulusal hareketle demokratik ulus olarak
bütünleşmek ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin her iki hareket için sürekli kapıda tuttuğu ve
dayattığı aşırı merkeziyetçi güç tekellerini ancak aralarındaki sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi
57
halde her iki hareket ve hatta olgu olarak, geçmişte çokça yaşadıkları gibi yeniden
homojenleştirme tehdidi altında tasfiye olmaktan ve erimekten kurtulamazlar. Tarihsel
koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz koşulları da
-yani 21. yüzyıl gerçeklikleri de- demokratik uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış kent,
yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır.
Ortaçağda benzeri kent özerklik politikaları daha da yaygın uygulanabilmiştir. Büyük
imparatorluklara karşı direnen kentlerin yıldız âlemi ile karşı karşıyayız sanki. İslami
imparatorluklardan (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Timur, Babûr, Osmanlı) Cengiz
İmparatorluğuna, Hıristiyan İmparatorluklarından (Bizans, İspanya, Avusturya, Çarlık
Rusyası, Britanya) Çin İmparatorluklarına karşı yüzlerce kent (Büyük Okyanus’tan Atlas
Okyanusu’na, hatta Amerika Kıtasına, Büyük Sahra Çölünden Sibirya’ya kadar) özerklik
politikası adına gerektiğinde tarihten silininceye kadar direnebilmiştir. Kartaca’nın tarla
haline getirilişine benzeyen örnek, Cengiz Han’a karşı direnen Otrar kentidir. O da tarla
haline getirilmiştir. Avrupa kentlerinin hem imparatorluk güçlerine, hem de ulus-devletçiliğin
merkeziyetçiliğine karşı yüzyıllarca süren direnişçiliğine yüzlerce örnek sunulabilir. Özellikle
İtalya ve Almanya kentlerinin 19. yüzyıl ortalarına kadar özerk yapılarını korumak için büyük
direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan Venedik, Amsterdam ünlü örneklerdir.
19. yüzyılda ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte binlerce yıl süren kent
özerkliklerine büyük darbe olmuştur. Ancak postmodernite ile kent özerklikleri yeniden
yaygınlaşmaktadır. Kent politikacılığı öne çıkmaktadır.
Tarihte uygarlık güçlerine karşı sadece kent politikacılığı değil, belki de daha fazla kabile,
aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı toplumsal grupların özerk politik güç halinde
kalabilmek uğruna sergiledikleri sayısız direniş vardır. İbrani kabilesinin üç bin beş yüz yıllık
(M.Ö. 1600 – günümüze kadar) özerklik öyküsü belki de en ünlü örnektir. Yahudilerin tarihte
ve daha çok da günümüzde çok zengin ve yaratıcı olmalarında İbrani kabilesinin özerklik
politikası belirleyici rol oynamıştır. İslam dininin imparatorluk ve iktidar aracına
dönüştürülmesine karşılık, çok büyük direniş mezhepleri ortaya çıkmıştır. Alevilik ve
Haricilik mezhepleri kabile ve aşiretlerin özerk yaşama politikalarını yansıtır. Sünni
hükümranlık, sultanlık geleneğine karşı her kavim bünyesinde görülen yaygın muhalif
mezhep çıkışları, özünde aşiret ve kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının
sonucudur. Bir nevi Sünni İslam sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık
hareketleridir. Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş mezhebi vardır.
Ortaçağ boydan boya bu tür yerel, kentsel, kabilesel ve dini cemaatlerin özgürlük ve özerklik
politikası uğruna mücadeleleriyle dolu geçmiştir. İlk Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık
yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır.
Antikçağ Yunan felsefi ekollerinin özerk politikaları bilimin temel hazırlayıcı rolünü
oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan halklar, uluslar bu gerçeği en çok dağ başlarında ve çöl
ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve aşiret atalarına borçludur.
Modern çağın ulusal kurtuluş hareketleri bu geleneklerin devamıdır. Bağımsız devlet olarak
saptırılmış da olsa, hepsinin peşinde koştuğu amaç politik bağımsızlıktır. Liberalizmin politik
bağımsızlığı sahte ulus-devlet bağımsızlığına dönüştürmesi politikayı gerçek işlevinden
alıkoysa da, yine de çok önemli bir politik direniş geleneğinin sürdürülmesi anlamına gelir.
Tarihte yerel ve bölgesel özerklik politikaları hep olagelmiş, ahlaki ve politik toplumun
varlığını sürdürmesinde önemli rol oynamışlardır. Dağlar, çöller ve ormanlık alanlar başta
olmak üzere, yeryüzünün çok geniş bir coğrafyasında kabile, aşiret, köy ve kent toplumu
halinde yaşayan halklar ve uluslar, uygarlık güçlerine karşı sürekli özerklik ve bağımsızlık
politikaları ile direniş sergilemişlerdir. Tarihte bu nedenle ağırlıklı olarak demokratik
konfederal gelenek ağır basar diyoruz. Uygarlık tarihi boyunca hâkim eğilim boyun eğme
değil, direniştir diyoruz. Öyle olmasaydı, dünya Firavun Mısır’ı gibi olurdu. Direnişin,
politikanın olmadığı tek bir insan yerelinin, bölgesinin kalmadığını bilmeden tarihi doğru
yorumlayamayız. Latin Amerika, Afrika, Asya halkları halen bütün renkleri ve kültürleriyle
58
direniyorlarsa, bu demektir ki tarihleri de böyledir. Çünkü tarih ‘şimdidir’.
Uygarlık güçleriyle demokratik güçler arasında çoğu kez gerçekleştiği gibi, kapitalist
modernite güçleriyle demokratik modernite güçleri de birbirlerinin varoluş ve kimliklerini
kabul etme ve demokratik özerk yönetimlerini tanıma temelinde barış içinde bir arada
yaşayabilir. Bu kapsam ve koşullar altında ulus-devletin sınırları içinde ve dışında demokratik
konfederal siyasi oluşumlarıyla ulus-devlet oluşumları bir arada barış içinde yaşayabilir.
Demokratik konfederalizm ulus-devlet sistematiğinden kaynaklanan olumsuzlukları aşma
potansiyeline sahip olduğu gibi, toplumu politikleştirmenin de en uygun aracı konumundadır.
Basittir ve uygulanabilir. Her topluluk, etnisite, kültür, dini cemaat, entelektüel hareket,
ekonomik birim vb. birer politik birim olarak kendilerini özerkçe yapılandırıp ifade
edebilirler. Federe veya özerklik, kendilik denilen kavramı bu çerçeve ve kapsamda
değerlendirmek gerekir.
Bu durum gözetildiğinde demokratik konfederalizme ilişkin şunları söyleyebiliriz:
Demokratik konfederalizm farklı ve çok katmanlı siyasi oluşumlara açıktır. Yatay ve dikey
farklı siyasi oluşumlar mevcut toplumun karmaşık yapısı nedeniyle zorunludur. Merkezi,
yerel ve bölgesel siyasi oluşumları denge içinde bir arada tutar. Her biri somut koşullara
cevap verdiğinden, çoğulcu siyasi yapı, toplumsal problemlerin en doğru çözüm yollarını
bulmaya daha yakındır. Kültürel, etnik, ulusal kimliklerin kendilerini siyasi oluşumlarla ifade
etmeleri en doğal haklarıdır. Daha doğrusu, ahlaki ve politik toplumun gereğidir. İster ulus-
devlet, ister cumhuriyet, ister burjuva demokrasileri biçimlerinde olsun, devlet gelenekleriyle
ilkesel uzlaşmalara açıktır. İlkeli barış temelinde bir arada yaşayabilir.
Demokratik konfederalizm ahlaki ve politik topluma dayanır. Kapitalist, sosyalist, feodal,
endüstriyalist, tüketimci, toplum mühendislerine dayalı benzer şablonist proje toplum
çabalarını kapitalist tekellerin kapsamında görür. Bu tip toplum özünde yoktur, propagandası
vardır. Toplumlar esas olarak politik ve ahlakidir. Ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri
tekeller toplumun bu temel doğasını kemirerek artı-değer, hatta toplumsal haraç peşinde
koşan aygıtlardır. Kendi başlarına bir değerleri yoktur. Devrim bile yeni toplum yaratamaz.
Devrimler ancak toplumun aşındırılan, kadük bırakılan ahlaki ve politik dokusunu asıl
işlevine kavuşturmak için başvurulan operasyonlar olarak olumlu rol oynayabilirler. Gerisini
ahlaki ve politik toplumun özgür iradesi belirler.
Demokratik konfederalizm demokratik siyasete dayanır. Ulus-devletin katı merkezli, düz
çizgili, bürokratik yönetim ve idare anlayışına karşılık, tüm toplumsal gruplar ve kültürel
kimliklerin kendilerini ifade eden siyasi oluşumlarla toplumun özyönetimini gerçekleştirirler.
Çeşitli düzeylerde atamayla değil, seçimle başa gelen yöneticilerle işler görülür. Asıl olan
meclisli, tartışmalı karar yeteneğidir. Başına buyruk yönetim geçersizdir. Genel merkezî
koordinasyon kurulundan (meclis, komisyon, kongre) yerel kurullara kadar her grup ve
kültürün bünyesine uygun, çok yapılı, farklılıklar içinde birlik arayan kurullar demetiyle
toplumsal işlerin demokratik yönetimi ve denetimi gerçekleştirilir.
Demokratik konfederalizm öz savunmaya dayanır. Askeri tekel olarak değil, toplumun iç ve
dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların sıkı kontrolü altında öz savunma
birlikleri temel güçtür. Görevleri, ahlaki ve politik toplumun özgür ve farklılıklar temelinde
eşitlikçi karar yapısı olarak, demokratik siyaset iradesini geçerli kılmaktır. İçten ve dıştan bu
iradeyi boşa çıkaran, engelleyen, yok eden güçlerin müdahalesini etkisiz kılmaktır. Birliklerin
komuta yapısı hem demokratik siyaset organlarının, hem de birlik üyelerinin çifte
denetiminde olup, gerek görülürse karşılıklı öneri ve onaylamalarla rahatlıkla değiştirilebilir.
Demokratik konfederal örgütlenmede genelde hegemonyacılığa, özelde ideolojik
hegemonyacılığa yer yoktur. Hegemonik ilke klasik uygarlıklarda geçerlidir. Demokratik
uygarlıklarda ve modernitede hegemonik güçlere ve ideolojilere hoşgörüyle bakılmaz. Farklı
ifade ve demokratik yönetim sınırlarını aşınca, özyönetim ve ifade özgürlüğüyle etkisiz
kılınırlar. Toplum işlerinin kolektif yönetiminde karşılıklı anlayış, farklı önerilere saygı ve
demokratik karar esaslarına bağlılık şarttır. Bu konuda genel klasik uygarlık ve kapitalist
59
modernite yönetim anlayışıyla ulus-devletin anlayışı çakışmasına rağmen, demokratik
uygarlık ve modernitenin yönetim anlayışlarıyla aralarında büyük farklar ve aykırılıklar
vardır.
Aynı zamanda ideolojik hegemonya söz konusu olamaz. Çoğulculuk, farklı görüş ve
ideolojiler arasında da geçerlidir. Yönetimin kendini ideolojik kamuflajla güçlendirmesine
ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla milliyetçi, dinci, pozitivist bilimci, cinsiyetçi ideolojilere ihtiyaç
duymadığı gibi, hegemonya kurmaya da karşıdır. Toplumun ahlaki ve politik yapısını
aşındırmadıkça, hegemonya peşinde koşmadıkça, her görüş, düşünce ve inanç serbestçe ifade
edilme hakkına sahiptir.
Demokratik konfederal örgütlenme süper hegemonik güç denetimindeki ulus-devletlerin
BM’li birlik anlayışına karşılık, ulusal toplumların Dünya Demokratik Konfederal
Birliği’nden yanadır. Gerek sayısal gerek niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları
demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmek, daha
güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve üretimsel bir dünya için şarttır.
Demokratik konfederalizm sanıldığı gibi günümüze özgü herhangi bir yönetim biçimi
değildir. Tarihte olanca ağırlığıyla yer bulan bir sistemdir. Tarih bu anlamda merkezi
devletsel değil, konfederaldir. Devlet formu çok resmileştiği için tanınmıştır. Fakat toplumsal
yaşam konfederalizme daha yakındır. Devlet hep merkeziyetçiliğe koşarken, dayandığı iktidar
tekellerinin çıkarlarını esas almaktadır. Aksi halde bu çıkarları koruyamaz. Ancak çok sıkı bir
merkeziyetçilik güvence sağlayabilir. Konfederalizm de tersi geçerlidir. Esas aldığı tekel
olmayıp toplum olduğu için, mümkün olduğunca merkeziyetçilikten kaçınmak durumundadır.
Toplumlar homojen (tek kütle) olmayıp çok sayıda topluluktan, kurum ve farklılıktan
oluştuğu için, hepsinin ortak bir ahenk içinde bütünlüğünü sağlamak, korumak zorunluluğunu
duyar. Dolayısıyla bu çokluklar için aşırı merkeziyetçi bir yönetim sık sık patlamalara yol
açar. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır. Demokratik konfederalizm ise her topluluk,
kurum ve farklılığın kendini yansıtmasına uygunluğundan ötürü daha çok yaşanır. Çok
tanınmış bir sistem olmaması, resmi bir varlığın hegemonik yapısı ve ideolojisinden ötürüdür.
Resmi tanımı olmasa da, toplumlar tarihte esas olarak konfederalisttir. Tüm aşiret, kabile,
kavim yönetimleri hep gevşek ilişkiler niteliğindeki konfederalizme izin verir. Aksi halde iç
özerklikleri zedelenir. Bu ise varlıklarını dağıtır. Hatta imparatorluklar bile iç yapılarında
sayısız farklı yönetime yaslanırlar. Her türlü kabile, aşiret, kavim yönetimleri, dinsel
otoriteler, krallık, hatta cumhuriyet ve demokrasiler bir imparatorluk bünyesinde
birleşebilirler. Bu anlamda en merkezi sanılan imparatorlukların bile bir nevi konfederalizm
olduğunu kavramak önemlidir. Merkezi eğilim toplumun değil, tekelin gereksinim duyduğu
bir idari modeldir.
Kapitalist ve demokratik modernite farklılıkları, karşıtlıkları sadece bir idea değil, somutta
yaşanan kocaman iki dünyadır. Tarih boyunca bu iki dünya diyalektik karşıtlıklar halinde
bazen birbirleriyle amansızca savaşan, ama aralarında barışları da eksik olmayan bir
yolculukla günümüzde de benzer biçimde ilişki ve çelişkileriyle bazen çatışmakta, bazen
barışmaktadırlar. Sonucu şüphesiz entelektüel, politik ve etik olarak mevcut sistemik yapısal
bunalımdan doğru, iyi ve güzel çıkış yapanlar belirleyecektir.
1-Siyasi Boyut: Bu boyutta bir meclis olur. Ya da halkın bir kongresi olur. Bu kongre
demokratik toplum kongresidir. Bu kongrenin bir de küçük bir yürütme kurulu olur.
2-Hukuki Boyut: Demokratik özerklik projesinin hukuki statüsünü ifade eder. Biz buna statü
diyelim. Katalanlar da bunu 'status' olarak ifade ediyorlar. Bu çok önemli. Hukuki olarak
Kürtlerin statüsü ne olacak? Siz hukuku biliyorsunuz. Anayasa ve yasalara yansıtılır. Yasalar
demokratik özerkliğin çerçevesinin içeriğini belirler.
3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir
ekonomi olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yeraltı-yerüstü kaynakların bir politikası olur.
Vergiler alınacak ise nasıl ve ne kadar alınır? Ekonomik boyutla bunlar belirlenir. Ekonomik
sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız
ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi
ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi olur. Bir kısmını da özel
ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır.
4-Kültürel Boyut: Kültürel boyut daha çok dil, anadilde eğitimi, tarih ve sanatı kapsar.
Kürtçe'nin Türkçe ile ilişkisi nasıl olmalıdır, anadilde eğitim nasıl yapılabilir, demokratik
ulusun dil politikası nasıl olacak, bunlar tartışılmalıdır. Bir eğitim politikası oluşturulmalıdır.
Kürtler kültürel soykırımı da tam olarak nasıl aşabilir? Kültürel soykırım bu konuda yapılacak
tartışmalarla aşılmalıdır.
5-Öz savunma Boyutu: Biz buna güvenlik boyutu da diyebiliriz. Burada soykırımı ele
alıyoruz. Kürtler soykırımdan nasıl kurtulabilir? Bu durumu somutlaştırmalıdırlar.
Burada soykırım tüm soykırım çeşitlerini kapsar. Sadece fiziki değil, kültürel ve her çeşit
soykırımdan bahsediyorum. Kürtlerin bir öz savunma durumuna kavuşması sağlanır.Toplum
61
burada kendi öz savunmasını kurar. Bununla sadece elde silah bir durumu kastetmiyorum. Öz
savunma KCK, PKK tarzı silahlı yapıyı değil halkın kendi güvenliğini sağlamasıdır.
Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını, kendi güvenlik
sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bunu daha fazla halk tartışır, farklı sonuçlara
ulaşabilirler. Mesela çocuklarını askere gönderecekler mi? Askeriyede yer alacaklar mı,
bunlar tartışılır. Mesela korucular nasıl lağvedilecek, koruculuk meselesi nasıl halledilecek?
Bunlar tartışılmalıdır. Bu güvenlik boyutu, halkın öz savunması ekmek-su-hava kadar
önemlidir. Bu olmadan yaşanmaz.
Demokratik özerkliğin güvenlik boyutu bazı aydınlar tarafından farklı devlet arayışı olarak
yorumlanıyor. Bunun da farkındayım. Bu konu yanlış anlaşılıyor. Şunu söylemek istiyorum.
Mevcut askeri yapı içinde Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Polis-emniyet yapısı içinde
Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Bu kurumların Kürtlere bakışı ne olacak? Kürtler
kendisini nasıl koruyacak, güvenliğini nasıl garantiye alacak? Bunlar çok önemli konulardır.
Bu konular üzerinde ileride çok geniş duracağım. Bu güvenlik boyutunu BDP de, PKK de tek
başına yapamaz, bunu ben yürüteceğim, bu konulara ileride ayrıntılı olarak değineceğim.
6-Diplomasi Boyutu: Bu da Kürtlerin diğer halklarla, toplumlarla olan ilişkilerini ele alır.
Komşu-çevre ülkeler ve diğer parçadaki Kürtlerle ilişkiler olur. Diğer toplumlar ile nasıl bir
ilişki istiyoruz, onlarla nasıl yaşamalıyız? Diplomasi boyutu bunu karşılar.
Daha fazla uzatılabilir, ancak bu altı boyut yeterlidir. Bir çerçevedir, ana hatları bunlardır. Bu
boyutların her birine ilişkin birden fazla komisyon olur ve bunlar üzerinde çalışmalar olur.
Demokratik özerklik ve demokratik anayasa ayrı şeylerdir. Demokratik anayasa çalışmalarını
tüm Türkiye genelinde yapacak ve Türkiye genelindeki sivil toplum örgütleriyle görüşecek
BDP'dir. BDP'nin görevidir. BDP'nin demokratik anayasaya ilişkin yoğun bir çalışması
olmalı. Demokratik anayasaya ilişkin bir projeleri olsun. KCK, PKK demokratik özerklik
sistemi içinde kendi yerini belirleyecektir. Bu onların bileceği bir iştir. Kürtler, DTK, BDP
bunlar nasıl bir yaşam isteyeceklerini tartışacaklar, buna karar verecekler. Bunu gece gündüz
tartışacaklar.
Demokratik özerklik kurumları kapsamlıdır. Kültürel, ekonomik, siyasi, hukuki, güvenlik ve
diplomasi. Her konuda derin tartışmalar yapılabilir. Akademilerde bu tartışmanın zemini
oluşturulabilir. Halk analiz ve çözümlerini Kent Meclislerinde karara bağlayabilir. Örnek
olsun diye söylüyorum, mesela Diyarbakır'da yoğun örgütlenmelerle birlikte bazı birlikler
oluşturulabilir. Demokratik Esnaflar Birliği, Demokratik Sanatçılar Birliği, Demokratik
Sporcular Birliği... gibi. Bunun gibi pekçok demokratik birlik oluşturulabilir. Bu birlikler
temsilini Kent Meclislerinde bulur. Demokratik özerklik, demokratik ulusla ruh ve beden
gibidir. Demokratik ulus ruhsa, demokratik özerklik bedendir. Yani demokratik özerklik
bedense demokratik ulus ruhtur, birbirlerini bu şekilde tamamlarlar, birbirlerinden
ayrılmazlar. Ruh-beden ilişkisi de bu şekildedir. Beden olmazsa ruh, ruh olmazsa beden
olmaz. Demokratik ulus olmazsa demokratik özerklik olmaz, demokratik özerklik olmazsa
demokratik ulus olmaz.
Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik projesi etnisiteye ve coğrafi sınırlara
dayanmıyor. Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya
anlayışı yok. Bu konulara “Özgürlük Sosyolojisi” adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak
değinmiştim. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir. Bizde tek başına Kürtlük anlayışı
yoktur. Bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik
modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor.
Örneğin Hatay'da, Adana'da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini
ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor.
Halklara dayanıyor, hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır. Değişik
toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz
demokratik özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da
62
ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının
sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir. Biz kapitalist
moderniteyle ortaya çıkan dört yüz yıllık ulus-devlet deneyimini sorguluyoruz. Ulus-devlet
modelinin halklara, toplumsal sınıflara, toplumsal tabakalara, toplumsal kesimlere dar
geldiğini, yetmediğini görmek zorundayız. Nitekim Avrupa bile bu konuları tartışmaya ve
aşmaya başladı. Ulus-devlet merkezli kapitalist anlayış aşılmak zorundadır. Sosyolog
Weber'in benim de katıldığım “Demir Kafes Teorisi” var. Bu teoriye göre ulus-devlet,
toplumu boynundan demir kafese alıyor ve kendine tutsak ediyor. Toplum bu demir kafesin
içinde esir ediliyor. Ulus-devletin toplum üzerindeki tahribatı bu teoriyle izah edilebilir. Ulus-
devletin kurduğu bu kafes topluma dar geliyor. Bizim de yapmaya çalıştığımız ulus-devletin
bu tahribatlarını gidermektir.
Türkiye'de de mevcut ulus-devlet anlayışı sorunları çözmekten ziyade sorunun kaynağını
teşkil etmektedir. Bu sistem Ortadoğu ve Türkiye toplum gerçekliğine aykırıdır, aşılmak
zorundadır. Türkiye mevcut haliyle hiçbir kesime cevap olamamaktadır, tatmin
edememektedir. Türkiye'de varolan bu ulus-devlet anlayışı her taraftan yontulmaya
başlanmıştır. Böyle bir süreç başladı Türkiye'de. Her kesim bir köşeden bu ulus-devleti
yontmaya çalışıyor. Burada biz Kürtlere düşen görev belki de bu konularda öncülük etmektir.
Biz demokratik özerklik projesini kendimizle sınırlandırmıyoruz. Salt Kürtlük etnisitesine
dayandırmıyoruz. Kürtler bugün bunun öncülüğünü yapabilir ancak bu demokratik özerklik
anlayışı bütün Türkiye'yi kapsayan bir projedir. Burada görülmesi gereken ulus-devlet
anlayışıyla Türkiye'nin yönetilemeyeceğidir. Demokratik özerklik, ulus-devlet karşısında en
doğru, uygulanabilir bir seçenektir. Sadece Kürtler için değil her yerde, Türkiye'de,
Ortadoğu'da uygulanabilir bir seçenektir. Burada demokratik özerklik yönetiminde önemli
olan toplumun yönetim iradesidir. Toplum devletin belli yetkilerini ele geçirip kendi yönetim
anlayışını geliştirir. Devletin elinde kalan yetkiler sınırlı bazı yetkiler olacaktır. Toplum,
merkezi devleti sınırlayarak kendi yetkileriyle kendini yönetecektir. Önemli olan devletin
sınırlandırılmasıdır. Ben buna merkezin yetkilerini topluma devretmek diyorum. Burada
sadece halk da demiyorum, toplum diyorum.
Bahsettiğim gibi Kürtler sadece Türkiye'de bunun öncülüğünü yapmıyorlar. Bu proje Türkiye
ile de sınırlı değildir. Irak için de Ortadoğu için de geçerlidir. Burada da uygulanır, gelişir. Bu
gelişmeler birbirlerini besler, birbirlerinden haberdar bir şekilde gelişir. Ulus-devleti hemen
ortadan kaldıracağız demiyorum. Fakat ulus-devleti olduğu gibi de kabul edemeyiz. Ulus-
devlet belki hemen aşılamaz. Bunun farkındayız. Ancak ulus-devletle yetinmeyeceğiz. Ulus-
devleti idare etmeye de niyetimiz yok.
Türkiye'de de yaratılmaya çalışılan tek ulus inşaasıdır. Cumhuriyet tarihinde yaratılmak
istenen ulus kimliği Türklük kimliğidir. Hatta ben buna daha önce “Türk olmayan Türkçü
ideoloji” demiştim. Böyle tanımlamıştım. Burada yanlış anlaşılmasın, daha önce de
söylemiştim, Yahudi düşmanlığı, anti-semitislik yapmıyorum. Ancak tarihsel bir gerçeklik
olarak “Türk olmayan Türkçü ideoloji”de Yahudilerin rol aldığını söylemek zorundayım. Ben
daha önceleri buna “Anadolu Siyonizmi” de demiştim. Yahudiler bu Türkçü ideolojiyi
geliştirerek Türkiye'de ulus-devleti inşa ettiler. Türkiye'deki ulus-devletin temelinde bu
ideoloji vardır.
Bu faşist-Türkçü anlayış biliyorsunuz. İttihat Terakki'de de ifadesini bulur. Bir ulus inşa etme
adına bütün farklı dil ve kültürler, kimlikler ve inançlar tek tipleştirilmeye çalışılmıştır. Bu
İttihat Terakki faşizmi Hitler faşizmine bile fikir babalığı yapmış, Hitler faşizmini
cesaretlendirmiştir. Biz demokratik özerklik derken bu tarihsel haksızlığa vurgu yapıyoruz.
“Cumhuriyetin kuruluşunda varsınız ama içinde yoksunuz” haksızlığıdır bu. İlan edilecek
demokratik özerklik Türkiye'nin cumhuriyet tarihine de bir eleştiri sunmalıdır. Hatta
kendilerine benim adıma şu da iletilebilir: Demokratik özerkliğin ilanı 1919-1922'nin
güncellenmesi olmalıdır. Biliyorsunuz, o yıllarda Mustafa Kemal, Erzurum'daki kongreye
delegeliği düşen Bitlis delegesinin yerine Bitlis delegesi olarak yani Kürt delegesi olarak
63
Erzurum Kongresi'ne katılıyor. İşte biz, bu tarihin güncellenmesini istiyoruz. Niye
güncellenmesi gerektiğini söylüyorum. Bu yıllar arasında demokratik özerkliğin tarihsel
kökleri var. Bir de 1925'teki kırılmanın-provokasyonun-komplonun, ilişkilerdeki bozulmanın
iyi anlaşılması gerekir.
Demokratik özerklikle birlikte Kürtler ulus olma hakkını, tarihsel haklarını, diğer kimlikler de
kendi demokratik haklarını, azınlık haklarını elde ederler. Kürtler sosyal, siyasal, kültürel
konumları gereği demokratik özerkliğe en yatkın toplumsal kesimdir. Kürtler bu özelliğiyle
demokratik özerkliğin ve Türkiye demokrasisinin öncülüğünü yapabilirler. Kürtlerin
demokratik özerkliği, kademe kademe Türkiye'nin her tarafına yayılır. Sadece Kürtlere ait bir
proje değil. Aslında Başbuğ'un korktuğu, tehlike olarak gördüğü husus budur.
Çözümün gelişmemesi durumunda Kürdistan'da ikili iktidar durumu ortaya çıkar. Bir taraftan
KCK iktidarı diğer taraftan devlet iktidarı olur. Bu şekliyle yürür. İşte Kosova, Kuzey Kıbrıs
gibi bağımsızlığını ilan eder. Devletle ilişkilerini de tümden keser ve bir beklenti içine girmez.
Demokratik özerklikte devlet karşıtlığı yoktur. Kürtler güvenlikten spora kadar tüm alanlarda
devlete ihtiyaç duymadan kendi toplumsal örgütlüğünü geliştirmelidir. Sosyal, ekonomik,
kültürel örgütlenmelerini gerçekleştirmelidir. Kürtler kendi iç güvenliklerini sağlamalılar.
Bunun için devletin bunları kabul etmesini beklememeliler.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=589
Kürt sorununun çözümünde ön görülen demokratik özerklik modeli, kimi yönleriyle yaşanan
örneklerle bir benzerlik arz etse de, içerik bakımından tümden kendine özgü bir modeldir. Buna
Türkiye modeli veya Kürt modeli demek de mümkündür.
Tarihe baktığımızda her halk, toplum veya ulus kendi içinde yaşamış olduğu etnik, sınıfsal, dinsel veya
ekonomik çelişkilerini bir biçimde çözebilmiştir. İster uygarlıklar arası olsun, ister uluslar veya
mezhepler arası olsun, her savaşın veya mücadelenin bir uzlaşısı olmuştur. Ne doğada ne de
toplumda çelişkilerin bitmeyeceği bir gerçektir. Her zaman ve her şeyde doğal bir çelişki olacaktır. Bu
eşyanın tabiatı ve dolayısıyla diyalektik bir zorunluluğudur. Ancak uzlaşmaz veya mutlak çelişkinin
olmadığını belirtmek gerekir.
Bugün dünya geneline baktığımızda Kürt sorununun kendine has özellikleriyle ender bir sorun
olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Kürt halkıyla benzer kaderi taşıyan birçok halk, 20. yüzyılın başlarında
veya ortalarına doğru ulusal ve toplumsal sorunlarını bir biçimiyle çözebilmişlerdir. Latin Amerika’dan
tutalım, Avrupa’ya, Ortadoğu’dan tutalım, Asaya ve Uzak doğuya kadar sayısız örnekle karşılaşırız.
21. yüzyılda sorunların ele alış tarzı ve çözüm biçimleri kuşkusuz daha farklı olmak durumundadır. Her
şeyden önce kapitalist modernitenin küresel anlamda halen hüküm sürdüğü ancak buna rağmen ciddi
bir krizle de karşı karşıya olduğu bir çağda yaşıyoruz. Her ne kadar bu sistemin temel güçleri, söz
konusu olan bu krizin; sosyal, kültürel, ahlaki ve ekonomik derinliğini henüz itiraf etmemişlerse de,
bunun temel nedeni olan ulus-devlet paradigmasının iflasını da gizleyememektedir. Bu bağlamdan
hareketle katı merkezi yapıların, yine tekçi ve totaliter yönetim anlayışlarının aşıldığı; bunun yerine
daha yerel ve demokratik örgütlenmelerin öne çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla Kürt
sorununun çözümü böylesi avantajlı bir dünya konjonktüründe gündeme gelmektedir.
Bugünlerde herkes Kürt sorununun çözüm biçimini tartışıyor. Bu tartışmalarda ileri veya çağdaş
64
çözüm modelleri olarak da genelde Avrupa örnekleri gösterilmektedir. Belçika modeli, İspanya modeli
veya Fransa modeli en çok sözü edilen çözüm biçimleri olmaktadır. Elbette ki, bu deneyimlerden
yararlanmak mümkün. Ancak birebir aynı olamayacağı da ayrı bir gerçekliktir. Çünkü her ülkenin
sorunu kendine özgüdür ve dolayısıyla çözüm biçimleri de bu özgünlüğe göre gelişmiştir. Burada
örnek kabilinde Belçika ve İspanya modellerini inceleyebiliriz.
BELÇİKA MODELİ
Belçika anayasasında “Belçika Ulusu” kavramı geçmektedir. Ancak ulus etnik kimliğe dayanmaz. Ne
Valon ne de Flaman ulusu olarak tanımlanmaz. Belçika toplumu Flamanca ( Hollandaca) konuşan
Flaman, ve Fransızca konuşan Valon ulusal topluluklarından oluşmaktadır. Ayrıca göçmen azınlıklar da
mevcuttur. Belçika anayasası farklılıkları reddetmez, tanır. Bundan dolayı da ulus ve azınlık terimi
yerine, bölge, dil bölgesi terimlerini kullanır. Flaman ve Valon toplulukları gibi…
Yakın zamana kadar devlet erki Valonların elindeydi. Fransızca uzun zaman öncelikli dil olarak kalır.
Bu iki toplum arasında ekonomik, politik, kültürel ve bölgesel çelişkiler yaşanmıştır. Belçika’nın politik
yaşamını belirleyen de bu çelişkili durum olmuştur. Valonlar ekonomik olarak güçlü ve devlet
yönetiminde hakim oldukları için Flamanlar buna karşı mücadele eder. Bu mücadele Belçika’yı federal
bir sisteme götürür.
Anayasada yer alan üç topluluk ve üç bölge ayrı ayrı meclis ve hükümete sahiptir. Flamanların Flaman
topluluğu, Valonların Valon topluluğu adıyla birer meclisleri bulunur. Almanların da Alman dilli
topluluk meclisi bulunur. Bu durum bölge itibariyle de geçerlidir. Flaman, Valon ve karışık Brüksel
bölgelerinin birer meclisi bulunur. Her bölgenin birer yürütmesi vardır. Meclis üyeleri seçimler ile
belirlenir.
Topluluk ve bölge organlarıyla federal organlar arasındaki ilişkilerde karşılıklılık ve eşitlik ilkesi
geçerlidir. Anayasal organlar olarak bölge ve topluluk organları federal merkezi organların alt
organları olmayıp onların yanında eşit konumda yer alırlar. Bölge ve topluluk bazındaki organlar
yetkili bulundukları alanlarda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine sahiptirler. Topluluk ve
bölge yönetimlerinin yetki ve görevleri anayasaca belirlenmiştir. Ekonomi, ticaret, sağlık, ulaşım, su,
enerji, çevre, dil, kültür, eğitim ve yerel yönetimlerin denetlenmesi gibi konularda belli sınırlamalar
hariç yetki sahibidirler.
İSPANYA MODELİ
İspanya’nın nüfusu anadil esas alındığında %63 İspanyolca (Kastilce) %24 Katalanca %10 Galiçce ve
%3 Baskça konuşanlardan oluşur. Kastillerin yanı sıra Bask, Katalan ve Galiçlerin ulusal varlığı dil ve
kültürleri, sembolleri resmen tanınmaktadır. Bunlar azınlık olarak ele alınmamakta, milliyet olarak ele
alınmaktadır. İspanya’da Kastil, Katalan, Bask ve Galiç olmak üzere dört milliyet vardır ve bunlar
İspanya ulusunu oluştururlar. Anayasanın 2. maddesinde şöyle denilmektedir: “Anayasa, İspanya
ulusunun ayrılmaz birliğine tüm İspanyolların ortak anavatanının bölünmezliğine dayalı; ulusun
parçalarını oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin otonomi hakkını tanır. Güvence altına alır ve onlar
arasındaki dayanışmaya dayanır.”
Demokratik özerklik anlayışının sadece Kürtlerle sınırlı bir proje olmadığını önemle vurgulayan PKK
lideri Öcalan “Biz Demokratik özerklik projesini kendimizle sınırlandırmıyoruz. Salt Kürtlük etnisitesine
dayandırmıyoruz. Kürtler bugün bunun öncülüğünü yapabilir ancak bu demokratik özerklik anlayışı
bütün Türkiye'yi kapsayan bir projedir. Burada görülmesi gereken ulus-devlet anlayışıyla Türkiye'nin
yönetilemeyeceğidir. Demokratik Özerklik, ulus-devlet karşısında en doğru, uygulanabilir bir
seçenektir. Sadece Kürtler için değil her yerde, Türkiye'de, Ortadoğu'da uygulanabilir bir seçenektir.
Burada demokratik özerklik yönetiminde önemli olan toplumun yönetim iradesidir. Toplum devletin
belli yetkilerini ele geçirip kendi yönetim anlayışını geliştirir. Devletin elinde kalan yetkiler sınırlı bazı
yetkiler olacaktır. Toplum, merkezi devleti sınırlayarak kendi yetkileriyle kendini yönetecektir. Önemli
olan devletin sınırlandırılmasıdır. Ben buna merkezin yetkilerini topluma devretmek diyorum. Burada
sadece halk da demiyorum, toplum diyorum” diyor.
Kürtlerin toplumsal olarak demokratik özerkliğe yatkın olduğunu hatırlatan Kürt Halk Önderi, Türkiye
demokrasine öncülük edebileceklerini şu sözlerle vurguluyor: “Demokratik özerklikle birlikte Kürtler
ulus olma hakkını, tarihsel haklarını, diğer kimlikler de kendi demokratik haklarını, azınlık haklarını
elde ederler. Kürtler sosyal, siyasal, kültürel konumları gereği demokratik özerkliğe en yatkın
66
toplumsal kesimdir. Kürtler bu özelliğiyle demokratik özerkliğin ve Türkiye demokrasisinin
öncülüğünü yapabilirler. Kürtlerin demokratik özerkliği, kademe kademe Türkiye'nin her tarafına
yayılır.”
Kürt sorununun çözümünde ön görülen demokratik özerklik modeli, kimi yönleriyle yaşanan
örneklerle bir benzerlik arz etse de, içerik bakımından tümden kendine özgü bir modeldir. Buna
Türkiye modeli veya Kürt modeli demek de mümkündür. Demokratik özerklik, devlet + demokrasi
formülündeki ( + ) artı rolünü oynamaktadır. Ortak vatanda iki ayrı gücün birbirleriyle olan ilişkilerini,
hukukunu tanımlar. Bu iki ( veya daha fazla olabilir ) güç arasında siyasal bir sınır yoktur. Yani bir
sınırın bir tarafında devlet bir tarafında demokratik konfederalizm vardır diye ele almak ve böyle
tanımlamak yanlıştır. Her iki sistemin nitelikleri bellidir. İki sistemin iç içe geçme gibi bir durumu söz
konusudur. Bu içiçelik, bu iki sistem arasında kaba anlamda bir sınır olmadığı anlamına gelir. Yani
“Türkiye’de devlet vardır, Kürdistan’da da konfederalizm vardır” denemez. Devletin Kürdistan’da da
kurumları olabilir. Aynı şekilde konfederalizmin de Türkiye’de kurumları vardır. Örneğin İstanbul’da
yaşayan Kürtler de kendi siyasal kurumları olan meclislerini oluşturabilir, okullarda anadillerinde
eğitim yapabilir ve kendi renklerini taşıyabilirler. Mücadele, cepheden birbirini ortadan kaldırma
tarzında değil, iç içe geçme ve birbirini aşma tarzında olur. Yani devletin olduğu yerde demokratik
konfederal sistem de olabilir. Demokratik konfederal sistemin olduğu yerde de devletçi sistemin
kurumları olabilir. Bu iki gücün bir aradalığını iyi algılamak gerekir.
PKK lideri Abdullah Öcalan, demokratik özerkliğin bazı temel boyutlarını şöyle sıralamaktadır:
“demokratik özerkliğin birkaç unsuru veya boyutu vardır;
1-Siyasi Boyut: Bu boyutta bir meclis olur. Ya da halkın bir kongresi olur. Bu kongre demokratik
toplum kongresidir. Bu kongrenin bir de küçük bir yürütme kurulu olur.
2-Hukuki Boyut: Demokratik Özerklik projesinin hukuki statüsünü ifade eder. Biz buna statü diyelim.
Katalanlar da bunu 'status' olarak ifade ediyorlar. Bu çok önemli. Yani hukuki olarak Kürtlerin statüsü
ne olacak. Anayasa ve yasalara yansıtılır. Yasalar, Demokratik Özerkliğin çerçevesinin içeriğini belirler.
3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi
olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yer altı-yerüstü kaynakların bir politikası olur. Vergiler alınacak ise
nasıl ve ne kadar alınır bunlar belirlenir. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki
kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi
değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi
olur, bir kısmını da özel ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır.
4-Kültürel Boyut: Bu kültürel boyut daha çok dil anadilde eğitimi, tarih ve sanatı kapsar. Kürtçe'nin
Türkçe ile ilişkisi nasıl olmalıdır, anadilde eğitim nasıl yapılabilir, demokratik ulusun dil politikası nasıl
olmadır bunlar tartışılmalıdır. Bir eğitim politikası oluşturulmalıdır. Kürtler kültürel soykırımı da tam
olarak nasıl aşabilir bunu da bolca tartışıp kültürel soykırımı aşmalıdır.
67
5-Öz savunma Boyutu: Biz buna güvenlik boyutu da diyebiliriz. Yani burada soykırımı ele alıyoruz.
Kürtler soykırımdan nasıl kurtulabilir bunu somutlaştırmalıdırlar.
Burada soykırım tüm soykırım çeşitlerini kapsar. Sadece fiziki değil kültürel ve her çeşit soykırımdan
bahsediyorum. Yani Kürtlerin bir öz savunma durumuna kavuşması sağlanır. Toplum burada kendi öz
savunmasını kurar. Bununla sadece elde silah bir durumu kastetmiyorum. Öz savunma KCK, PKK tarzı
silahlı yapıyı değil halkın kendi güvenliğini sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda
örgütlenmesini, kurumsallaşmasını kendi güvenlik sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bunu daha
fazla halk tartışır farklı sonuçlara ulaşabilirler. Mesela çocuklarını askere gönderecekler mi?
Askeriyede yer alacaklar mı, bunlar tartışılır. Mesela korucular nasıl lağvedilecek, koruculuk meselesi
nasıl halledilecek bunlar tartışılmalıdır. Bu güvenlik boyutu halkın öz savunması ekmek su hava kadar
önemlidir. Bu olmadan yaşanmaz.
6-Diplomasi Boyutu: Bu da Kürtlerin diğer halklarla, toplumlarla olan ilişkilerini ele alır. Komşu çevre
ülkeler ve diğer parçadaki Kürtlerle ilişkiler olur. Diğer toplumlar ile nasıl bir ilişki istiyoruz, onlarla
nasıl yaşamalıyız? Diplomasi boyutu bunu karşılar.
Daha fazla uzatılabilir ancak bu altı boyut yeterlidir. Bir çerçevedir, ana hatları bunlardır. Bu
boyutların her birine ilişkin birden fazla komisyon olur ve bunlar üzerinde çalışmalar olur” diyor.
Sonuç olarak, demokratik özerklik projesi, Kürtler açısından yeni bir dönemi ifade etmektedir.
Süregelen çözümsüzlüğe, oyalama ve istismara karşı toplumsal bir tutum olduğu kadar; halkların
özgür, eşit ve kardeşçe bir arada yaşayabilme anlayışıdır.
Bu temelde Kürt toplumunun tüm kesimleri, konfederal tarzda sosyal, siyasal kültürel, ekonomik,
eğitim, sağlık vb. alanlarda kendi öz örgütlenmelerini gerçekleştireceklerdir. Bu çözüm projesini ne AB
ne BM ne de başka uluslar arası bir güç gayri meşru göremez. Zira uluslar arası hukukta da belli bir
çerçevesi bulunmaktadır.
http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=32941
Entelektüel Kriz
Hiçbir üniversite kendisine karşıt olan bir zihniyet için kadro yetiştirmez. O
üniversitenin amacı politik- ahlaki toplumu daha fazla aşındırmak ve zayıflatmaktır.
Bundan kadro eğitimini beklemek politikadan anlamamaktır.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=630
Abdullah Öcalan
BİRİNCİ BÖLÜM
Bir toplum için en büyük felâket, kendisi hakkında düşünce ve eylem gücünü yitirmesidir.
Bunu çok önceden iyi bilen hiyerarşi ve uygarlık güçleri, ideolojik hegemonya
diyebileceğimiz zihinsel hâkimiyetlerine öncelik vermişlerdir. Şiddet tek başına kalıcı bir rol
oynayamaz. Eğer şiddetin amacı toplum üzerinde bir çıkar elde etmekse, bunun için artık-
ürüne ihtiyaç vardır. Toplumların uzun vadeli iknaları olmadan çalıştırılmaları, artı-ürün
yaratmaları beklenemez. İdeolojik hegemonya bu iknayı sağlayarak şiddet hegemonyasından
beklenen, belki de daha fazlasını sağlayan birikimlere toplumu açık hale getirir.
Oryantalizm, Avrupa modernitesinin Doğu ve Ortadoğu için geliştirdiği ideolojik
hegemonyanın bilimsel ifadesidir. Çok etkili bir düşünce hegemonyası olarak işlevini
sürdürmektedir. Modernitenin küreselleşmesi ideolojik küreselleşmeyle iç içedir. Belki de
ideolojik hegemonya daha önceliklidir. Zihinlerin fethi kadar etkili başka bir fetih yoktur. Bu
satırları yazarken bile oryantalizmi ne kadar aştığımı hep kendime sorarım. Çok iyi biliyorum
76
ki, bu zihniyetle düşünmem beni düşünce köleliğinin fasit dairesinden kurtaramayacaktır.
Tersine azap verircesine içinde dönüp dolaştıracaktır. Geleneksel anti-modernistlerden
İslâmcı olanları İslâm’ın bir düşünce tarzının olduğunu, Garba karşı bağımsız düşündüklerini
19. yüzyıldan beri ısrarla söylemleştirirler. Yanılma payı yüksek olan bir söylemdir
İslâmcılık. Anti-modernistliği kesinlikle oryantalist tezler üzerinde yürütmektedirler.
Müslüman Kardeşler’den El-Kaide’ye kadar bu böyledir. Keskin solculuk peşindeki akımlar,
anarşistler dâhil, tüm karşı idealarına rağmen, genelde modernist düşünce olmaksızın,
Ortadoğu’ya ilişkin ise oryantalizmsiz düşünecek durumda değillerdir. Reel sosyalizm en aşırı
modernizmdi. Çin modernizmi, oryantalizmin zaferidir. Hindistan gelenekçiliği için de durum
farklı değildir.
Anti-oryantalist olmak bana ilginç ve çekici gelir. Bunu bu satırlarda deniyorum. Düşünce
özgürlüğü kendi başına anti-oryantalizmi ifade etmez. Oryantalizmi aşmak sanıldığı kadar
kolay değildir. Kapitalist modernitenin üç sacayağı üzerinden anlatımını reddetmek belki anti-
modernistlik olabilir, ama kendi başına modernizmi, oryantalizmi aşma anlamına gelmez.
Daha da önemli olan, reddin yerine neyin konulacağıdır. İslâmiyet veya herhangi bir gelenek
de moderniteyi reddedebilir. Fakat sıra seçenek olmaya geldiğinde, teslim olmaktan başka
çareleri olmadığını görürler. Açık veya kapalı teslimiyetin çıkarları gereği olduğunu bilerek
tabi olurlar. Reel sosyalizmin çöküşü, moderniteyi aşmak şurada kalsın, üç sacayağı
üzerinden tamamen aşırı bağımlısı (Özel kapitalizm yerine devlet kapitalizmini uygulamak ret
anlamına gelmez) olmasının bir sonucudur. Çin kadar bu yargıyı çarpıcı biçimde doğrulayan
başka bir örnek ender bulunur. Ortadoğu’da gerek Marksizm’in gerek dinciliğin kalıcı bir
sistem geliştiremeyişleri oryantalizmi aşamamalarından, hatta daha aşırı uygulayıcıları
olmalarından ileri gelmektedir.
Aşılması şurada kalsın, modernist ve oryantalist düşünce hegemonyasının çözümlenmesine
bile girişilmemiştir. A. Gramsci çözümleme denemesine kalkışmıştır, fakat denemeden öteye
geçememiştir. Anarşist düşünce ekolünden cesur eleştiriler olmasına rağmen, bunlar da
alternatif üretmede reel sosyalistlerden pek farklı değildirler. Teoride aşsalar bile yapısallığı
içinde yaşama konusunda ciddî sorunları olmamıştır. Ortadoğu’da modernist düşünceyle en
çok uğraşan İranlı aydınlar, modernist bir Şia’yı inşa etmekten öteye gidememişlerdir. Diğer
tüm İslâmcılar modernite söylemlerinin hepsinin İslâm tarafından çok önceden söylendiğini
tekrarlayıp durmaktadırlar. Anti-emperyalist, anti-kapitalist olduklarını ısrarla ileri süren tüm
ideolojik akımlar ve iktidar hareketlerinin azamî başardıkları liberalizmden, özel
kapitalizmden sosyal-demokrasiye, reel sosyalizme ve ulusal kurtuluşçuluğa terfi etmekten
veya mezhep değiştirmekten öteye anlam ifade etmez. Modernist ve oryantalist akım
sanıldığından daha çok etkindir. Sadece kültürel düzeyde bir eleştiri, aşılma anlamına gelmez.
Sistemin hegemonik güçlerinden birini yenmek, hatta anti-kapitalist devrim yapmak eleştiri
ve alternatifinin gerçekleştirildiğini kanıtlamaz. Ekim Devrimi, anti-kapitalistti. Fakat anti-
modernist değildi. Tersine modernizmin endüstriyalizminin ve ulus-devletçiliğinin en aşırı
uygulayıcılığına yol açmakla küreselleşmesine büyük katkı yaptı. Çin Devrimi bu konuda
daha tipiktir. Modernitenin 19. yüzyıl biçimlerini uygulamakla devrimi sürdürdüğünü
sanmaktadır. Fransız Devrimi’nde de yaşanan benzer yanılmaların etkileri günümüze kadar
devam etmektedir.
Modernist ve oryantalist ideolojik hegemonyayı eleştirirken temel parametreleri esas almak
şarttır. Üçlü sacayaklarını temel parametreler olarak kabul ettiğimizde, konunun önemi daha
iyi anlaşılır. En radikal eleştirinin bu temellerde geliştirilebileceği, seçeneklerin de ancak bu
temeller üzerinde üretilmesi gerektiği tutarlılık açısından önemle belirtilebilir. Eleştirinin
kendisi bütünselliği ve yapısal süreleri esas almak durumundadır. Sadece kısa süreli olay ve
siyasî süreçlerle kişisel rollerin eleştirisi hakikatin açığa çıkartılması için yeterli değildir.
Bütünsellik burada süre kavramıyla birlikte eleştirinin temeline oturtulmadıkça, ortaya
çıkacak sonuçlar parçalı, zamansız, dolayısıyla anlamsız olmak, hakikati ifade edememek gibi
ağır kusurlar ve yanlışlıklar içerecektir. Neyi eleştiriyorsak, mutlaka bütünselliklerini ve
77
süreliliklerini doğru belirlemeliyiz. Söz konusu modernite olunca, en az üç sacayağı temelinde
bir bütünlük teşkil ettiğini ve süre olarak beş yüz yıllık uzun, yapısal, sistematik bir zamanı
içerdiğini temel almak gerekecektir. Başta Marksistler olmak üzere sistem karşıtlarının en
temel hatası, uzun süreli ve üç sacayaklı bir sistemi kısa süreler içinde, hatta bazen süre’yi göz
ardı ederek tek boyutu içinde, örneğin yalnız kapitalizm boyutuyla eleştiriye almalarıdır.
Hâlbuki savunmada kabaca geliştirilen çözümlemeler, kapitalizmin anlaşılabilmesi için
mutlaka merkezî uygarlık sistemiyle bağı, uzun süreli yükseliş trendi ve diğer temel iki boyut
olan ulus-devlet ve endüstriyalizm olgusuyla birlikte eleştiriye alınması gerektiğini
göstermektedir.
Ortadoğu, hatta Çin ve Amerika uygarlıkları göz önüne alınmadan, 16. yüzyılda çıkış yapan
kapitalizm anlaşılamaz. Avrupa’nın iç potansiyeli kapitalizm için kesinlikle yeterli değildir.
Keza ulus-devlet inşası olmadan kapitalist sistemin kuruluşu mümkün olmaz. İktidarsız ve
devletsiz hiçbir sömürü sistemi mümkün değildir. Kapitalizm için sadece iktidar ve devlet
değil, iktidarın azamîsi ve devletin ulus-devleti oluşmadan kâr ve sermaye birikimi
gerçekleştirilemez. Sistemin hegemonik zaferi için ayrıca endüstri devriminin tekeline
geçirilmesi ve endüstriyalizm olarak ideolojikleştirilmesiyle (milliyetçilik) iç içe olması
gerekir. Bu olguların aralarında sıkı bütünlük içinde ve uzun süre kapsamında moderniteyi
egemen kıldıkları açıktır. Eleştirel geçinen tüm düşünce ekollerine baktığımızda,
modernitenin uzun süre ve bütünsellik içinde ele alınmadığını, bölük pörçük ve çoğunlukla
süre kavramından habersiz kalındığını, birkaç özelliğe (örneğin emek, ücret, kâr, sermaye,
devlet, sömürgecilik, emperyalizm, kişiler, olaylar) yüklenerek sonuçlar alınmaya çalışıldığını
görürüz. Yöntem bu olunca ortaya çıkacak sonuç da fili kıllarıyla tarif etmeye benzeyecektir.
Özellikle içinde yetiştiğimiz reel sosyalizm, modernitenin sadece kapitalizm ayağını, hem de
süre kavramını doğru kullanmadan eleştiriye alıp devrimcilik yapmaya kalkışmasıyla en
büyük hayal kırıklığına yol açmıştır. Şüphesiz bu yaklaşımın sosyal temeli vardır.
Modernitenin ulus-devlet ve endüstriyalizm ayağını liberalizmin bile çok ötesinde
kullanmanın devrimcilik değil, diktatörlük ve hatta faşizm türeteceğini iyi bilmek gerekir.
Reel sosyalist ülke deneyimleri (daha çok da ulusal kurtuluşçu devletler) bu yönüyle hayli
öğreticidir. İyi niyetli olmak, Lenin’in de dediği gibi cehenneme gitmeyi engellemez, bilâkis
bazen kolaylaştırır. Ekim Devrimi anti-kapitalizmde yetersiz olduğu için başarısızlığa
uğramadı; anti-kapitalizmde başarılıydı. Fakat anti-modernist, dolayısıyla anti-ulus-devlet ve
anti-endüstriyalist olamadığı için, anti-kapitalistliği diğer iki modernite ayağıyla aşamadığı
için, yapısal süreyi bir yana bırakıp sadece kısa sürelerle hareket ettiği için yenildi. Yaşanılan
pratikler bu eleştiriyi doğrulamaktadır.
Son beş yüz yılda demokratik ve eşitlikçi amaçlar taşıyan devrimlerin, ideolojik akım ve
hareketlerin sistematik bir başarıya, demokratik uygarlık olarak da yorumlayabileceğimiz
farklı bir dünya-sisteme erişemeyişlerinde temel eksiklik tutarlı, bütünsellik taşıyan ve süre
kavramını içeren eleştirel pratiklerden yoksun olmalarıdır. Yani fili hep bir yönüyle tarif
ederek tanım yapmak durumunda kalmışlardır. Bu durumda ne fil’den yararlanılır ne de
kurtulunur. Marksistler kapitalizmi eleştirip aşmak isterken, ulus-devlet merkeziyetçiliğini ve
endüstriyalizmi faşizme ve çevre yıkıcılığına taşırdıklarının farkına bile varamamışlardır.
Ulusal kurtuluşçu akım ve hareketlerin modernite karşıtı tutumları çok daha muğlâktır. Ulus-
devlet haline geldiklerinde ve bazı sanayi kollarında kalkınmaya başladıklarında, anti-
emperyalizm ve anti-kapitalistlikleri yerini en aşırı modernizm taraftarlığına bırakır, hatta
modernist ideolojileri (liberalizm, milliyetçilik, reel sosyalizm) din haline getirmede sınır
tanımazlar. Ulus-devletçilik ve endüstriyalizm seküler din olarak anlam bulmuş ve yapısallık
kazanmıştır.
Anarşistler üçlü sacayağından eleştiri geliştirirken, alternatif olarak demokratik bir sistematiği
düşünmek bile istememişlerdir. Anarşist bireyi demokratik topluma tercih etmişlerdir.
Başarısızlıklarının temelinde bu gerçeğin yattığını görmek sınıfsal konumlarıyla
bağdaşmamaktadır. Kent küçük-burjuvazisinin anti-toplumcu yanı başka türlü izah edilemez.
78
Sosyal demokratlar moderniteyi reformlarla düzeltebileceklerinden ötesine adım bile
atmazlar. Ekolojistler tüm çevre argümanlarını moderniteden aldıklarını göremeyecek denli
sığdırlar. Endüstriyalizme yüklenirken kapitalizmi ve ulus-devleti unuturlar. Feministler
ataerkilliği görürken modernitenin kadına yüklediği yıkımı aynı keskinlikte eleştirmeye
yanaşmazlar. Eleştirirken bile alternatif kadın ve toplumun akım, hareket ve sistem olarak
üretilmesinde bir nevi çaresizliği oynarlar. Radikal dinci ve kültüralist hareketlerin modernite
karşıtlığı akım ve hareket olarak daha da zayıftır. Peşinde koştukları azamî bir uzlaşmacılıktır.
Şunu söylemek istiyorum: Günümüz kapitalizminin küresel finans krizinde her yıl akıl almaz
miktarlarda sanal vurgun gerçekleştirilirken, herhâlde bunda kapitalist modernitenin bütünsel
ve yapısal eleştirisinin geliştirilemeyişinin ve alternatifi bir sistemin üretilememesinin
belirleyici payı vardır. Kapitalizmin moderniteyle bağını kuramayan tüm akım, hareket ve
devrimler modernite içinde erimekten kurtulamazlar. Anti-kapitalizmi anti-modernizme
vardıramayan tüm ideolojik akımlar, politik hareketler ve her renkten devrimler modernite
tarafından fethedilmekten kurtulamazlar.
Anti-kapitalizm anti-modernizm olmadığı gibi, anti-modernist olmadan tutarlı bir anti-
kapitalist olunamaz. Ekolojist, feminist, kültüralist, radikal dincilik akım ve hareketlerinin
temel yanılgısı, modernitenin bütünsel yapısını hedeflemeden başarılı olabileceklerini
sanmalarıdır.
Tümüyle inkârcı yaklaşmıyorum. Parçalı ve sistemsiz de olsa, modernitenin beş yüz yıllık
eleştirisi zayıf da olsa, son yarım yüz yıl içinde postmodernist düşünceyi doğurabilmiştir.
Postmodernizm, çözümlemeye çalıştığım modernite eleştirisini karşılamaktan uzak olmasına
karşın, sistemin içine düştüğü krizi ve kaotik durumunu yansıtması açısından önemli bir
gelişmedir.
Postmodern dönemde moderniteyle faşizm, soykırım, totalitarizm, otoritarizm, toplumsal
cinsiyetçilik, milliyetçilik, endüstriyalizm, iklim değişikliği ve her tür çevre yıkımı, iktidarın
azamîleşmesi, toplumun karılaştırılması ve metalaştırılması, aklın analitikleşmesi, ruhun
boşalması, bireylerin posalaşması, herkesin herkesle savaştırılması, toplumun dağıtılması,
tarımın yıkılması, maskeli kral tanrıların yerini çıplak ve maskesiz birey-tanrıların alması,
yaşamın büyüsünü yitirmesi, kadının soyluluğunu ve güzelliğini yitirmesi ve azami
fahişeleşmesi, ahlâkın yerine tecavüzcülüğün egemen olması, yaşam anlamına gelen
farklılaşmanın yerini ölüm anlamına gelen homojenliğin alması, politikanın bitimi ve yerine
iktidarın ikamesi ve benzer binlerce olumsuzluk arasındaki ilişkileri çözümlemek daha da
kolaylaşmakta ve olasılık dâhiline girmektedir. Postmodernite kendi başına devrim değildir,
ama modernitenin katı dinsel kalıplarını kırılgan hale getirmekte, ortamı yumuşatmaktadır.
Anti-modernite devrimi açık ki bütünlük içinde parçalılık, evrensellik içinde yerellik, uzun
süre kapsamında anlık yaklaşımı içinde, anti-kapitalist, anti-ulus-devletçilik ve anti-
endüstricilik temelinde, sosyalist, demokratik ve ekolojist amaç etrafında farklı
yapılanmaların öz savunma ve kendiliklerini anlamlandırması ve hakikatleştirmesi olacaktır.
Oryantalizmi dar anlamda Avrupalı düşünürlerin Ortadoğu uygarlıklarına ve toplumlarına
ilişkin düşünceleri anlamında değerlendirmemek gerekir. Toplumsal Doğa’larına ilişkin
bilimsel düşünceyi geliştirmek ve kendi aydınlanmalarını sağlamak yerine modernitenin
ideolojik hegemonyasına bağlanmak, bilim yapılanmasını esas almak geniş anlamda
oryantalizmdir. Son iki yüz yılda kapitalist modernitenin fethi sadece maddî kültür alanlarında
değil, manevî kültür alanında daha çok geçerli olmuştur. Ortaya çıkan ideolojik akımlar,
politik hareketler ve devrimler Avrupa’daki gerçekleşmelerin silik bir kopyasıdır. Bu nedenle
toplum üzerinde etkileri yüzeysel kalmıştır. Gelenek ve modernite arasında sıkışan toplum,
sürekli bir gerginlik, kendini yenileyememe sonucu sürekli kriz durumunu yaşamaktadır.
Anti-oryantalist olmak anti-modernist olmakla mümkündür. Radikal siyasî İslâmcılığı
oryantalizm bağlamında ve modernizmin oryantal biçimi olarak değerlendirmek mümkündür.
Kesinlikle alternatif oluşturma değerleri yoktur. Lâik milliyetçiliğe tepki olarak dinci
79
milliyetçilik argümanını kullanmaktan öteye gitmezler. Arap, Türk ve Acem devrimleri tipik
oryantalist devrimlerdir. Dinci ve soycu milliyetçiliği ayrı veya iç içe kullanarak modern ulus-
devletler kurmayı ilk hedef belirlemişlerdir. Bunu devlet kapitalizmi ve endüstriyalizmiyle
bütünleştirerek misyonlarını tamamlayacaklarını sanırlar. Avrupa’yı birkaç yüzyıl geriden
takip etmek kaderlerinde yazılıdır. Her bakımdan Avrupaî değerlere erişmek bir saplantı
halindedir.
Ortadoğu toplumunun kapitalist moderniteyle ilişkisini doğru okumak, alternatif çıkış için
belirleyici önem taşır. Öncelikle kapitalist modernitenin yerel bir olgu haline geldiğini
anlamak gerekir. Dış değil, iç olgudur. Fakat Avrupa’dakinden farklıdır. Küresel kapitalizmin
en zayıf halkasıdır. Bu durumda iki temel yanlışa düşmemek gerekir. Birincisi, sanki başka
bir dünya, uygarlık mümkün değilmiş gibi seküler din gibi benimsemek, tapınmak; ikincisi
topyekûn karşısına alarak sahte selefi İslâm gibi reddetmek. Her iki tutum da sonuçta
kapitalist modernitenin daha çok yerelleşmesine hizmet eder.
Savunmamın Özgürlük Sosyolojisi bölümünde anti-modernizmin alternatifi olarak
demokratik modernizmi sunmaya çalışmıştım. Oradaki tezleri olduğu gibi bu bölüme almak
yerine bölgesel uyarlamasını denemeye çalışacağım. Sistem eleştirileri aşılması gereken ile
yeniden yapılanması gerekeni anlamlandırmayı amaçlamaktadır. Demokratik modernizmi,
moderniteyi bir kez daha tanımlamanın ve üçlü sacayağı üzerinde değerlendirmenin doğru bir
yöntem olduğu kanısındayım.
Moderniteyi bir kez daha yaşanılan çağ olarak değerlendirmek mümkündür. Yapılanmış her
uygarlık aşılıncaya kadar kendi döneminin modernitesidir. Örneğin iki bin yıldan fazla süren
Sümerik yapılanmalar Sümer modernitesidir. Yani çağıdır (M.Ö.4000-2000). Greko-Romen
modernitesi (M.Ö. 500-M.S. 500 yaklaşık) dönemini kapsar. Osmanlı-İslâm modernitesi
(M.S. 1300-1918) döneminde kendi coğrafyasında etkili olmuştur. Kendi dönemleri aşılmışsa,
uygarlık demek uygun düşmektedir. Uygarlık yaşanılandan önceki moderniteleri tavsif eder.
Uygarlıkları devlet-sınıf-kent iç içeliği üzerinde yükselen tekelci baskı ve artı-ürün ele
geçirme sistemi olarak tanımlamıştık. Bu tanımlamanın doyurucu olduğu kanısındayım.
Maddî ve manevî kültür ayrımları uygarlıkları niteler, ama tanımlamaz. Uzun süreli ve
bütünlüklü yapılar, kültürler olarak da nitelenebilirler. Hepsine geniş anlamda tanımlama
demek de pek yanlış sayılmaz.
Uygarlıklar için merkezî olan ve olmayan ayrımı da öğreticidir. Merkezî uygarlık kavramı ana
nehir uygarlığı olanı, merkez de sürekli yaşayan bütünsel yapıları tavsif eder. Dünya-sistem
olarak da adlandırılabilir. Merkez dışında da pek çok uygarlık olabilir. Çin, Hint, Amerika
uygarlık olmuşlardır. Ama merkez olamamışlardır. Ortadoğu uygarlıkları merkezî bir zincir
teşkil ederler. M.Ö. 3500-M.S. 1500 döneminde yaklaşık beş bin yıllık merkezî uygarlık
zincirlenmesi yaşanmıştır. Bunlara değişik adlar verilmiştir. Hanedan ve din adları
çoğunluktadır. Sümer, Mısır, Roma, Bizans-Hıristiyan, Arap-İslâm, Türk-İslâm hemen akla
gelenlerdir. Adları ve içerikleri ne kadar değişiklik arz etse de, tanımlarına uygun bir iç
bütünlük ve yapısallık taşırlar. Hegemoniktirler. Merkez-çevre alanları vardır. Dönemsel
buhranlar ve kaotik durumlar yaşarlar. Fakat boşluk kabul etmeyen zincirleme iktidar
yapılanmaları olarak süreklilik arz ederler.
Kapitalist modernite halen içinde yaşadığımız bir dünya-sistemdir. Ortadoğu’dan Avrupa’ya
kaydırılmış hegemonik merkezi bir uygarlık olarak yaklaşık beş yüz yıldır (16. yüzyıldan
beri) varlığını sürdürmektedir.
Demokratik uygarlık kavramını kent-sınıf-devlet sistemi olarak uygarlığa karşı, içte kölecil
sınıflaştırmaya karşı, dıştan kabile, kavim kimliklerine yönelik baskı, talan ve köleleştirmelere
karşı daimi direniş halinde olan kent içi emekçi özgürlükçü güçlerle kırsal komünal güçlerin
oluşturduğu dünyayı tanımlamak için seçtik. Uygarlık tarihi boyunca bu tanımlamanın
kapsamında belli bütünsellikleri olan ve hep birbirlerine miras bırakan çok sayıda eşitçi, özgür
ve demokratik oluşumları, yapılanmaları demokratik uygarlık olarak adlandırmanın
vazgeçilmez tarihsel bir hak ve görev olduğu açıktır.
80
Demokratik uygarlık kavramını güncel somut duruma uyarladığımızda, kapitalist
modernitenin karşıtlığını içerecek biçimde demokratik modernite olarak belirlemek
mümkündür. Kavramın ad olarak kendisinden ziyade kapsamını göz önünde bulundurmak
gerekir. Ad değiştirilse bile kapsam kalıcılığını korur. Savunma boyunca resmi, klâsik
anlatılarla dile getirilen uygarlıklara daha çok değindik. Demokratik uygarlık fenomenlerine
daha az yer verdik. Bunun nedeni tarihe bakış açımızın yeniliği ve eldeki malzemenin
yeterince işlenmemesidir. Ortadoğu toplumunun güncel değerlendirmesini ve sorunlarına
çözüm yaklaşımlarını bu bölümde netleştirmeye çalışacağım. Demokratik modernite,
kapitalist modernitenin çıkışı, gelişimi, yapısal krizi ve aşılması temelinde hep alternatif
DİYALEKTİK ANTİTEZİ OLARAK çözümleme konusu olacaktır. Marksizm’in tarihsel
yanlışlıklarına düşülmeyecektir. Özellikle temel çelişkinin burjuva-işçi sınıfı gibi içeriği
sürekli değişen bir olguya bağlanma tuzağına düşülmeyecektir. Diyalektik mantığın
Hegel’den beri ilk defa başarılı bir uygulanışı Ortadoğu toplumsal doğasına uyarlanmaya
çalışılırken, bu deneyimin daha başarılı sonuçlar ürettiği görülecektir. K. Marks’ın söyleyip
de başaramadığı ‘diyalektiği ayakları üstüne dikmek’ deyimine daha anlamlı bir yaklaşım
sergilenecektir.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=290
Abdullah Öcalan
İKİNCİ BÖLÜM
81
ihtiyacından kaynaklandığını, sermayeyi bilimselleştirerek meşrulaştırılmasına iktidar şiddeti
kadar, belki de daha fazla katkıda bulunduklarını anlamak zor değildir. İstedikleri kadar
kapitali olumsuzlasınlar, bilim halinde sunmakla meşruiyeti için gerekli tarihsel adım
atılmıştır. Çok acıdır ki, K. Marks ve F. Engels onca karşı çıkışlarına rağmen, kapitali
kapitalizm, sermaye-kâr tekelcilerini burjuvazi, ekonomik toplumu kapitalist toplum olarak
ilan etmekle bu tarihsel adımın önde gelen sorumluları durumuna düşmekten kurtulamadılar.
Tarihte iyi niyetlerin çoğunlukla tersine sonuç verdirmede kullanıldıklarını hiç unutmayalım.
K. Marks ve F. Engels’in bu işe girişirken, en çok Hegel’in doruğa taşıdığı diyalektik
felsefesinden yararlandıkları bilinmektedir. Temel hatayı diyalektik felsefeyi uyarlarken
yaptıkları kanısındayım. Bunu da tez-antitez-sentez üçlüsünü kapital-ücretli emek-kâr,
burjuvazi-işçi sınıfı-kapitalist toplum başta olmak üzere bazı önemli üçlemeleri geliştirirken
yaptılar. Hegel’deki diyalektik tez-antitez antitesi(varlıksallaşma)nin Marksistler (ve bu
yöntemi kullanan pek çokları) tarafından tam kavrandığını sanmıyorum. Halen de önemini
koruyan ve geliştirilmeyi bekleyen temel felsefi sorun tez-antitez antitesi (varlıksallaşma),
evrensel-tikel iç içeliğinin anlamını ve dolayısıyla hakikatini ifade etmektedir. Özünde şunu
anlatmak ister: Her varlığın özünde bir de zıddı vardır. Varlıksal özler zıtsız olamaz. Zıtsızlık
tam hiçliktir. Tam hiçlik var olmamadır. Var olmama da var olmadığına göre tam hiçlik
olamaz. O halde varlıklar zıtsız olamaz; tıpkı itimin çekimsiz olamaması gibi. Sorun daha çok
zıtlaşmanın mahiyetini doğru kavramakta yatmaktadır. Başarılı bir diyalektisyen, zıtlaşmayı
doğru belirleyendir.
Şu hususu çok önemle belirtmek gerekir: Bir varlıktan binlerce antitez çıkabilir. Bir
diyalektikçi açısından burada yapılması gereken en önemli görev, bu çoklu antitezlerden
hangisinin diğerini İLK ELDE, birinci sırada etkilediğini, oluşturduğunu doğru tespit
etmektir. K. Marks ve F. Engels birer diyalektikçi olarak Hegel’i ayakları üstüne doğrultmak
isterken, kafasını koparttıklarını fark etmeyecek kadar kaba bir yanlışlık içine girmişlerdir. İki
yüz yıldır aleyhine çok söylemleştirilmesine rağmen, Hegel diyalektiğinin halen bir doruk
anlatım olduğunu belirtmek durumundayım. K. Marks ve F. Engels’in üçlemeleri şüphesiz
diyalektik yan taşırlar. Ama doğru diyalektik üçleme değerinde anlatım içermekten uzaktırlar.
Konumuz açısından en önemli içerim, öz belirleme hatası, burjuvazi-proletarya zıtlaşmasında
yapılmıştır. Şüphesiz burjuvazi-proletarya zıtlaşması vardır. Fakat bu zıtlaşma sandıkları gibi
oluşmamıştır, işlememektedir. Toplum veritesinde, antitesinde kapitalizmin yol açtığı çelişki,
zıtlaşma kapitalist-proletarya değildir. Çelişki olsa bile asıl çelişki değildir. Daha da önemlisi,
kapitalizm sanıldığı kadar toplumsal veriteyi tek başına kapitalistleştirecek potansiyelde
değildir. Kapitalistin kendi başına bu gücü yoktur. Ayrıca bir toplum hiçbir zaman kapitalist,
İslam, Hıristiyan vb gibi bir sıfatla niteliğini değiştirecek bir varlık değildir. Öz olarak, İkinci
Doğa olarak toplum varlığını korur. Bazı sıfatların tarihin çeşitli dönemlerinde TEKİLLER
olarak etkili olması o toplumun tümüyle o tekilce tekilleştiğini kanıtlamaz; bir siyah Lale’nin
tek başına Lale toplumu olamayacağı gibi.
Kapitalizm bir etken olarak toplumsal antiteden sadece proleter oluşturmaz. Toplumsal
varlıktan proleter tiplemeyi çeker. Fakat bu çekişte bile proleterle birlikte bu proleteri çektiği
topluma karşı çoğunlukla ittifak halindedir. Marksistlerin feodal topluma karşı proletaryanın
burjuvaziyle geçici ittifak dedikleri olay, olgu budur. Fakat hatalarının temelini oluşturan bir
anlatımdır. Kapitalizm asıl olarak toplumdan ücret denilen bir taviz karşılığında proletarya adı
altında bir ajan derlemekte, oluşturmaktadır. Eski topluma karşı ittifak değil, ihanet
yapılmaktadır. Kaldı ki, toplum gibi evrenin en harika bir esnek zekâ doğasına karşı bir
istismarcı, tıpkı bir kadını kullanır gibi efendice bir kullanıcılık yapılmaktadır. Binlerce yıllık
efendiler (Rablar, krallar, zorbalar) mirasını da kullanarak kâr adı altında sistemli ve sürekli
olarak toplumun tümünden, varlıksal olarak değer aşındırmaktadır. Sadece kâr olarak değer
değil, o toplumun tüm maddi ve manevi kültürel değerleri istismar edilmektedir. Bu durumda
kapitalizm toplumu en çok ve sistemlice, sürekli olarak karşısına alıp sömüren TEKELCİ
DOKU’nun kendisi olmaktadır. Bu anlamda toplumla ilgilidir. Üzerinde etkilidir. Ama hâkim
82
sistemini kurarak, eski ticari, parasal ve iktidar sahiplerini kendi önderliğinde eriterek, işçileri
ve zanaatkârları yedekleri haline getirerek, entelektüellerden ideolojik hegemonya inşa ederek
bu etkiyi, istismarı gerçekleştirmektedir. Toplumun antitesini, varlıksallaşmasını bilimsel
ifadeye kavuşturmak istiyorsak, ‘kapitalist toplum’ olarak adlandırılan dokunun bu özde ve
biçimlerde geliştiğini anlamak doğru belirlenimlerin gereğidir. Sürecin bu karakteristik
yapısını görmeden, işleyişinin bu niteliğini kavramadan toplum adına ‘BİLİMCİLİK’ yapmak
kaba POZİTİVİZM’den öteye gitmez.
Kapitalizmin toplum üzerindeki işleyişini doğru belirlemeden kaba pozitivist nesnellemelere
girişmek, bilim adına bilime, toplumbilim adına topluma karşı büyük bir yanlışlık içine
girmek demektir. Söz konusu olan toplum olunca, sonuçlarının vahametini kestirmek herhâlde
üzerinde daha çok düşünülmesini gerektirir. Konuya ilişkin bu kısa çözümlemeden
kapitalizmle ilgili çelişkinin çok tali bir düzeyde oluşan kapitalist-proleter çelişkisi değil, bu
çelişkinin de kapsamında olduğu kapitalizm-toplum, kapitalistler-toplumcular arasında
oluştuğu gayet açıktır. Zeki Marksistlerden Rosa Luxemburg, “Saf kapitalist toplum asla
gerçekleşemez” deyip K. Marks’ı temel bir noktadan eleştirirken, aslında yapmak istediği şey
bu dokusal süreci anlatmaktır. İllâ bilimsel sosyalizmden (sosyal bilim demek daha doğru
olur) bahsetmek istiyorsak, bu temelde radikal bir bilim reformu ve devriminin gereğini
kavramak başta gelen görevdir.
Dar anlamda kapitalizm-ekonomik toplum çelişkisinden bahsetmek mümkündür. Tedbirli
olunursa, ciddi yanlışlıklara yol açmadan bazı önemli ve doğru sonuçlara götürebilir. Önceki
bölümlerde F. Braudel’in ekonomiyi pazarla özdeşleştirdiğini, sermayenin bu pazar üzerinden
uzun mesafe fiyat farkından yararlanarak kârı gerçekleştirdiğini söylediğini, dolayısıyla pazar
karşıtı bir konumundan bahsettiğini önemle belirtmiştim. Bu anlatımın yetersiz olduğunu,
kapitalizmin özünde sadece anti-pazar olmadığını (eğer pazar ekonomiyle özdeş kılınıyorsa),
anti-ekonomi olarak değerlendirilmeyle tamamlanmasının gereğini vurgulamıştım. Kapitalist
sistem hegemonyasının anti-toplumculuğunu yol açtığı sömürgecilik ve emperyalizm
savaşlarıyla, ürettiği ulus-devlet faşizmiyle, endüstriyalizm temelinde yol açtığı çevre
yıkımıyla, sürekli krizli yapısıyla, toplumsal uç kutupları derinleştirmesiyle inkâr kabul etmez
biçimde tanımlamak mümkündür. Anti-toplumsal olanın fazlasıyla anti-ekonomik olacağı
açıktır. Çünkü kapitalizm ‘azami kâr kanunu’nu ekonomik toplum alanında gerçekleştirir.
Sistem olarak kapitalizmin anti-ekonomiciliği tüm tarihi boyunca deneyimledikleriyle her
alanda doğrulanmıştır. Tarihsel bir doku olarak kapitalizm tali bir çelişki biçiminde kölesi
olan proleter üzerinde değil, maddi ve manevi kültür birikimi olarak toplum ve ekonomik
toplum üzerinde anlamlandırılırsa, gerçekten sadece ‘KAPİTAL’ değil ‘KAPİTALİZMİN
TARİHİ’ de doğru yazılabilecektir.
Proleter de dahil, köleden özgürlük kumaşı dokuyan ideolojik ve politik hareketlerin
anlayamadıkları husus, güç ve sömürü tekellerinin köleyi bir eki, uzantısı olarak
varsallaştırdıklarıdır (Antite, varlık haline getirme). Köleyi varsallaştırırken toplumsal
dokuları olarak dokurlar. Kendilerini kemirecek bir unsur olarak tekel dokularına eklemezler.
Tarihte bu anlamda kazanan köle sınıfı yoktur. Spartaküs bile kazansaydı, Roma için yeni bir
köleci hanedan kurmaktan öteye gidemezdi. Lenin gibi çok iddialı bir anti-kapitalist bile
sağlığında NEP (yeni ekonomi politikası) ile kapitalizmi uygulamak zorunda kaldı. Günümüz
krizinde doğrulanan bir gerçeklik, kapitalist sanayinin yaşaması için (diğer kapitalizm türleri
de dahil) işçi sınıfı denen grupların gönüllü bir çaba içine girmekten (ücretlerini düşürme
dahil) çekinmedikleridir. Kaybeden ise genel olarak ekonomik toplumla birlikte tüm
toplumsal değerler olmaktadır. Kapitalist bireyselleşme, bu gerçeği daha çok doğrular. Anti-
toplumcu temelde bireyler yığınına dönüşen tüm toplumsal alanlarda, en üst uçta bir avuç
oligarşik tekelci grup dışında, toplum olmaktan çıkmış bir durum yaşanır. Diğer ezici
çoğunluk, işsizler yığını olarak kendini ücret kölesi biçiminde satmaktan bile mahrum
bırakılmıştır. Ücret kölesi olanlar ise ücret düşüşlerini nispi olarak yaşamaktan bile
kurtulamazlar. Gerçek tablonun böyle oluştuğu açıktır. Dar sınıf hareketlerinin bu gelişimdeki
83
rolleri yadsınamaz. Reel sosyalizm, sendikacılık hareketleri bu konuda kanıtlanmış pratiklerin
sahipleridir. Özcesi köle değerlendirmemizi gözden geçirmek, baş çelişki öğesi olarak değil,
genel toplum çelişkisinin tali bir unsuru rolünde görmek daha doğru sonuçlara götürecektir.
Köle diyalektiği yeniden değerlendirilmeyi bekleyen en temel toplumcu görevdir. Toplumsal
diyalektik toplumsal hakikat için temel bilim değerindedir. Ama doğru uygulanması tüm
önemini koruduğu gibi öncelikle yetkin çözümlemelere ihtiyaç göstermektedir.
Genelde (evrensel) olduğu gibi kendi özgünlüğü (tikelliği) içinde Ortadoğu toplumunda
kapitalizmin tahripkârlığı çok daha ileri uçlarda seyreder. Sistem olarak bölgeye fetihçi girişi
anti-toplum, anti-ekonomide ana-merkez metropol kent ve ülkelerin sömürgeciliği
biçimindedir. Haçlılar döneminden beri Ortadoğu’dan hegemonik uygarlık kaydırmasından
ötürü çok daha plânlı yürümek ve kendini inşa etmek durumundadır. Aşırı tekel kârları
peşindedir. Temel toplum ihtiyaçlarına değil, kârı azamîleştiren kaynaklara, usul ve
yöntemlere yönelir. Şüphesiz kapitalizmin millisi ve gayri millisinden değil,
milliyetçiliğinden bahsetmek daha öğreticidir. Özünde milli kapitalizm denen olgunun özde
en yoğunlaşmış kolektif yabancılık olduğunu derinliğine kavramak gerekir. Kapitalizmin
kendisi doku olarak yabancılaşmadır. Milliyetçilik ideolojisiyle kendini ulusal, milli toplum
olarak yansıtmak ister. Ulusalcılık, milliyetçilik kavramları genelde tekelciliği, özelde
kapitalist tekeli maskelemek ve hegemonileştirmek için icat edilmiş ideolojik araçlardır.
Ortadoğu beş bin yıllık merkezî uygarlığa mekânlık etmesi nedeniyle tüm tekelci güç ve
sömürü tekellerine yabancı değildir. Buna kapital tekelleri de dâhildir. Fakat başat olmalarına
ortam yaratılamamış, buna fırsat bulamamışlardır. Avrupa kapitalizmini Ortadoğu için bir
yenilik olarak düşünmek pek anlamlı değildir. Yeni olan başat, fetihçi bir sistem olarak giriş
yapmasıdır. Yaklaşık iki yüz yıldır süren bu girişin ilk yüz elli yılı ticaret ve malî kapitalizm
temelinde olurken, son döneminde sanayicilik hız kazanmıştır. Batı toplumlarına göre daha
yüzeysel bir hâkimiyeti vardır. Geleneksel güç ve sömürü tekelleriyle ittifak içinde
hegemonyasını sürdürmektedir. Ortadoğu’da egemen Avrupa-ABD merkezli kapitalist
hegemonik sistemdir. Ortadoğu’nun uzun uygarlık tarihi, eski toplumun (kabile, aşiret,
mezhep toplulukları) güçlü varlığı, Batı merkezli hegemonyacılığın zayıf bir temele
dayanmasına yol açmaktadır. Zayıf halka olması bu gerçeklikten ötürüdür.
Kapitalizm karşıtlığını ekonomik toplum olarak belirlememizin önemli sonuçları vardır.
1- Çelişki kapitalizm-sosyalizm arası olarak değil, ekonomik toplum-kapitalizm temelli olarak
kavranmak durumundadır. Ekonomik toplum, tekelci ittifaktan olumsuz etkilenen tüm
toplumsal ekonomik güçleri temel alır. Sosyalist ekonomi, modern koşulların ekonomi
güçlerini esas alırken, ekonomi toplumu geleneksel ekonomik güçleri de kapsar. Daha da
önemlisi, piyasalaşmamış ve doğal, metalaşmamış, geniş kullanım değerli ekonomi de bu
kapsam içindedir. Özellikle kadın ve çocuk emeği çok yaygın olup çoğunlukla kullanım
değeri üretir. Reel sosyalistlerin ekonomiyi kapitalizm için metaların üretimine indirgemeleri
çok dar bir yaklaşımdır. Ekonomiyi kapitalizmin baş aktörlüğünde bir faaliyet olarak
yansıtmaları yaptıkları en büyük yanlışlıktır. Kapitalizme bundan daha iyi hizmet olamaz.
Ekonomiyi tahrip etme anlamında kapitalizm baş aktör olabilir, ama inşa eden baş aktör
olamaz.
2- Toplumsal varlıklar olarak burjuva-proletarya çelişkisinin de temel değil, tali bir çelişki
olduğunu belirlemiştik. Sosyal çelişki tekelcilerle onların dışındaki tüm toplum arasındadır.
Toplumsal eşitlik, özgürlük ve demokratik mücadelenin doğasını kavramak açısından bu
ayrım önemlidir. Burjuva-proletarya mücadelesinin yapaylığı reel sosyalizmin yüz elli yıllık
deneyimiyle açıkça ortaya çıkmıştır. Hizmetçiler (köleleştirilmiş sınıflar) hiçbir zaman
efendilerini aşacak ideolojik-pratik güç kazanamazlar. Varlık olarak bu yetenekleri yoktur.
Ancak hizmetçiliği reddettikleri zaman yetenek sahibi olabilirler ki, o zaman da hizmetçi
sayılamazlar. Modernite döneminde sosyal mücadeleleri doğru kavramak için tekelist
dokularla onların dışındakiler ayrımını doğru yapmak, bu temelde mevzilenme, direnme ve
toplumsal inşalara girişmek hayati önem taşır.
84
3- Yukarıdaki iki ayrım temelinde ‘kapitalist topluma’ karşı inşa edilecek yeni topluma çeşitli
adlar vermek mümkündür. Burada önemli olan ad değil içeriktir. Demokratik sosyalist toplum
denilebileceği gibi demokratik toplum da iyi bir ad olabilir. Hatta anti-kapitalizm anlamında
ekonomik toplum da denilebilir. Önemli olan tekelciliğin egemenliğinde olmayan bir ekonomi
ve toplumsal inşadır. Ekonomik faaliyeti pazara bağlı olarak gelişen bir meta ekonomisi
olarak tanımlamak kısmen doğru olabilir. Meta kategorisine girmeyen muazzam büyüklükte
bir kullanım değerleri ekonomisi vardır. Asıl toplumsal ekonomiden anlaşılması gereken de
bu bölümdür. Kapitalist ekonomi-politiğin (Kimin kurguladığına bakarsak, gerçek niteliğini
daha iyi anlarız) ekonomiyi sadece kâr getiren faaliyetlere indirgemesi ekonominin gerçek
niteliğini çarpıtan bir mit’ik yalandır. Kapitalist ekonomi, milli ekonomi, devlet, ticarî, finans,
sınaî, tarım, kent, köy, küresel ekonomi gibi ayrımlar gerçeği fazla yansıtmaz. Özel ve
kolektif ekonomi ayrımları da yapaydır. Pazar ve kullanım değeri olarak ekonomi gerçekçi bir
tanıma çok daha yakındır. Tarih öncesi kullanım değeri için ekonomi geçerli tek ölçü iken,
pazarda değişim için ekonomi daha çok tarihsel dönemde yaygınlık kazanır. Kapitalist
modernitenin toplumsal değerlerin ezici bir çoğunluğunu metalaştırması istismar ve kâr
amaçlı olup yeni ama kanserli bir olgudur. Toplumun dağıtılması, sürekli kriz ve kaotik hal
alması bu gerçeklikten kaynaklanır. İnsan türü yüz binlerce yıl sadece kullanım değeri
etrafında bir ekonomi tanımıştır.
Ortadoğu toplumu her iki ekonomik değer için tarih öncesi ve sonrasında öncülük şansına
sahiptir. Ekonominin ne olduğunu bilir. Anlamakta güçlük çektiği, kapitalizm denen vampirin
ekonomi adı altında başına yığdığı felâketlerdir, gerçek ekonomik soy kırımlardır.
Kapitalizmin başat varlığı ekonomik yaşamın bir vazgeçilmezi değil, bir baş belası,
kanserojenidir. Sadece petrol, gaz, su, otomobil benzeri çevreyi yıkan, toplumu savaşa boğan
kâr amaçlı alanlarda yürüttüğü faaliyetleri çözümlendiğinde, bu gerçeklik daha iyi anlaşılır.
Yine toplumun yarısından fazlasını işsiz, mesleksiz, göçer, ailesiz yığınlara dönüştürmesi
felâketin büyüklüğünü daha anlaşılır kılar.
O halde anti-kapitalist olmak öncelikle anti-tekelci olmayı gerektirir. Beraberinde demokratik,
sosyalist (Bu terimi toplulukçuluk olarak anlamak daha doğrudur) ve eşit-özgür toplumsallığı
getirir. Söz konusu olan, bu sıfatlar altında toplumu yeniden icat etmek değildir. Topluluklar
olarak (aile, kabile, mezhep, aşiret, ulus) toplumlar binlerce yıldan beri mevcutturlar. Gerekli
olan kapitalist modernite koşullarında bu toplulukların savunmasını demokratik modernite
koşullarına uyarlamak, gerektiğinde yeniden inşa etmektir. Demokratik modernite alternatifi
kapsamına anti-tekelci, anti-kapitalist demokratik topluluklar toplumunu, ekonomik toplumu,
demokratik sosyalist toplumu almaktır. Tekrar belirtelim: Önemli olan isim çokluğu değil,
özsel varlığıdır. Bunda netleşmek demokratik modernite programının birinci öncülüdür.
Ortadoğu toplumları bu yaklaşıma yabancı değildir. Tersine, binlerce yıldır yaşadığı
toplumsal doğanın bilimsel ifadeye kavuşturulmuş olarak kendisine sunulmasıdır. Kendini
bilim aynasında ve özgür yaşam iradesinde seyretmesi ve yürütmesidir.
Kabile, aşiret topluluklarını hiç küçümsememek gerekir. Toplumlar yaşadıkça böylesi formlar
hep var olacaklardır. Günümüzde bile sivil toplum örgütlerini modern aşiret ve kabileler
olarak değerlendirmek mümkündür. Geleneksel mezhepleri güncel olarak bilimsel akademi ve
enstitüler olarak görmek mümkün ve anlamlıdır. Ulusları sadece ulus-devlet olarak değil, çok
dilli, etnisiteli, dinli, vatanlı demokratik toplumlar olarak da inşa etmek ve görmek
mümkündür. Ortadoğu’nun bağrında bu geleneksel topluluk biçimlerini kanlı bir kavgaya,
çözümsüzlüğe iten genelde tekelcilik, özelde kapitalist tekelciliktir, kapitalist modernitedir.
Demokratik modernite kendi kapsamına bu toplulukları geri, yok edilmesi gereken eski
formlar olarak değil, tersine demokratikleştirilerek varlıklarından yararlanılması gereken
temel toplumsal değerler olarak alır.
Ortadoğu toplumlarında aşiret bünyesinin giderek daralmasından ötürü oluşan ve aşiret, kabile
niteliği giderek silinen Arap kavmiyetinden Bedevî halk, Türk kavmiyetinden Türkmen halk,
Kürt kavmiyetinden Kurmanc halk demokratikleşmenin ve demokratik toplumun temel harcı
85
durumundadır. Demokratik ideoloji ve politik hareket öncelikle bu kesimleri örgütlemek
durumundadır. Demokratik modernitenin temel güçlerindendir. Yine tek tanrılı dinlerin ana
mekânı olarak tüm mezhepleri, özellikle azınlık bırakılmış Süryanîleri, Ermenileri, Êzidileri,
Alevîleri, Helenleri, Yahudileri bölgenin kültür hazineleri olarak değerlendirip birer enstitü,
akademi olarak inşa etmek ve mensuplarına her koşul altında eşit, özgür ve demokratik yaşam
koşulları tanıyarak demokratik modernite kapsamında değerlendirmek vazgeçilmez tarihsel
toplumsal bir görevdir.
Bölgenin büyük Arap, Türk, Kürt ve Fars ulusal toplumunu milliyetçilik ve ulusalcılık
hastalığından uzak tutarak, ulus-devlet kapanından kurtarmaya çalışarak demokratik
modernitenin kapsamı dâhilinde özgünlükleri kadar evrensellikleri olan büyük bir uluslar
ulusu (ümmetin modern demokratik yenilenmesi) olarak inşa etmek temel (ulus-devlet ötesi)
tarihsel toplumsal bir görevdir. İslâm’ı ve ümmetini demokratik modernitenin kapsamında
gerçek bir reformdan geçirerek, kanlı, fetihçi ve iktidarcı (saltanat İslâm’ı) istismarından
kurtararak ulus-devlet ötesi demokratik, eşit ve özgür bir ümmet olarak yenilemek en kutsal
tarihsel toplumsal görevlerdendir.
O halde anti-kapitalist modernite ve dayanağı olan geleneksel uygarlıkçılığa karşı demokratik,
özgür ve eşitçi değerleri esas alan demokratik modernite ve tarihsel dayanağı olan demokratik
uygarlık yaklaşımı, paradigması sadece mümkün değil, toplumsal varlığının özgürlüğünün
yaşamsal hakikatidir. Hakikat toplumsal varlığın özgürleşmesinin ifadesi demektir.
Somutlaşması için gerekli olan, sosyal bilimin hakikatinde (doğru ifadesinde) bilimsel inşaya
yöneliştir. Hiçbir hareket, ideoloji tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de kendi hakikatinde
örgütlenip özgür yaşamın vazgeçilmezliğinde yürümedikçe başarılı olamaz. Özellikle
günümüzde zihniyetini ve iradesini taşırmadığı tek bir toplumsal gözenek bırakmayan
kapitalist modernite hegemonyacılığına karşı, Ortadoğu toplumunun insanlık kadar eski
tarihini olanca toplumsal zenginliği içinde demokratik modernitenin toplumsal değerleriyle
kaynaştırarak dikilmek, özsavunma yapmak ve yeniden inşalara yönelmek en kutsal görevdir.
90
Ulus-Devletçiliğe Karşı Ahlâkî ve Politik Toplum
Kapitalist modernite Ortadoğu toplumlarını ulus-devletle sadece güçlü bir kazığa bağlamadı;
etkisi Hiroşima’ya atılan atom bombasından onlarca kat daha fazla olan ulus-devletçiklerle
bombaladı. Denilebilir ki, binlerce yıldan beri oluşan ortak kültürel değerler son iki yüz yılın
ulus-devlet bombardımanıyla paramparça edildi. Hiçbir fizikî silâhın göstermeyeceği
etkinlikte bir dağılma ve parçalanmaya yol açıldı. Ne devletli uygarlık sistemleri olarak, ne
karşıtlarınca yaşanan komünal sistemler olarak Ortadoğu toplumları, tarihlerinin hiçbir
döneminde kapitalist modernitenin hegemonyası altındaki kadar kimliklerinden,
bütünselliklerinden soyundurulmadılar, parçalanıp birbirlerine ve varoluşlarına karşı
yabancılaştırılmadılar. Britanya İmparatorluğu bu en etkili sistemi (gerçek atom bombası)
sadece Ortadoğu’da değil, dünyanın her tarafında uygulayarak hegemonyasını sürekli
kılabildi.
En trajik uygulamalarından biri Fransa Kralı 16. Louis’ye karşı gerçekleştirildi. Yanlış
anlaşılmasın; Fransa Devrimi’ni Britanya İmparatorluğu’nun bir komplosu olarak
değerlendirmiyorum, ama o dönem Britanyası’nın Fransa Krallığı’nın hegemonik emellerini
kırmak için her oyunu denediği ve kralın başının koparılmasında bu oyunların önemli rol
oynadığı inkâr edilemez. Elde birçok veri bulunmasının da ötesinde, 1792’de Jakoben
teröründe başının koparılmasıyla birlikte ulus-devletin resmi tarihinin başlatılması bu rolün en
önemli kanıtıdır. 1792’de resmen başlatılan ulus-devletçilikle Fransa’nın tüm hegemonik
emelleri nesnel olarak boşa çıktı. Terör Britanya’ya yaradı. Napolyon çıkışı ve savaşları
sadece Avrupa’yı dümdüz etmekle kalmadı, Britanya hegemonyasına baş kaldırabilecek tüm
güçleri etkisizleştirdi. Napolyon’un kendisi de bu ulus-devlet savaşlarının kurbanı oldu.
Günümüze kadar Fransa Beşinci Cumhuriyeti’ni yaşamaktadır, ama hepsinde de güç
kaybederek hep Britanya’nın arkasında kalmışsa, bunda Hollânda-Britanya damgasını taşıyan
orta sınıf ve bürokratik ulus-devletçiliğinin belirleyici payı vardır. Aynı gerçeklik İspanya,
Alman-Avusturya, Rus, Osmanlı, hatta Çin, Hint ve Japon İmparatorlukları için de geçerlidir.
İşin tuhafı, aynı oyunlar 20. yüzyılın son çeyreği ve 21. yüzyılın başlarında dünya genelinde
olduğu gibi, özellikle Ortadoğu’da kapitalist modernitenin küresel hegemonyasına karşı
(ABD-İngiltere önderliğinde) ulus-devletlerin artık engel haline gelmesiyle yeniden daha feci
ve trajik biçimler halinde ulus-devlete karşı oynanmaya başlandı. Âdeta 16. Louis’nin
güncelleşmiş ve Ortadoğu’da Irak ulus-devletinde yeniden diriltilmiş bir simgesi haline
getirilen Saddam Hüseyin’in trajik sonu aynı oyunun mükemmel bir versiyonu oldu.
Ortadoğu kültüründe ulus-devletçiliğin tarihsel-toplumsal rolünü derinliğine çözümleyip
kavramadan hiçbir toplumsal soruna çözüm bulabilmek mümkün değildir. Son iki yüz yıllık
ulus-devletçi uygulamaları kapitalist modernitenin, hegemonik güç Britanya
İmparatorluğu’nun sadece böl-yönet komploları olarak değerlendirmek olayları ve olguları
aşırı basitleştirmek olur. Bu yanlışlığa düşmemeye özen göstermek gerekir. Şüphesiz ulus-
devlet komploya çok uygun bir devlet biçimidir. Fakat daha önemli olan, hakikat olarak
değerini kapsamlıca belirleyebilmektir. İçeriği tüm pozitivist propagandaya rağmen en sırlı ve
metafizik unsurlarla doludur. Tarihteki rolü aydınlatılamamıştır. Toplum üzerindeki etkisi
daha da karanlıktır. Tüm anti-teolojik idealarına rağmen, en çok teokratik özellikleri taşıyan
devlettir.
Ortadoğu’daki görünümünü çeşitli yönlerden aydınlatmak büyük önem taşır. Aydınlatıldıkça
ahlâkî ve politik görevler daha iyi belirlenir.
1- Ulus-devlet tüm bilimsellik idealarına rağmen toplumsal hakikat olarak en zayıf ve
olumsuz bir antitedir (varoluşsallık). Esas rolü toplumsal doğanın çok zengin olan zihniyet
kodlarını homojenleştirme adı altında tekleştirmedir. Tek dil, tek tarih, tek bayrak, tek millet,
tek tip siyaset, tek tip yaşam, tek tip ideoloji, toplumsal doğanın homojenleştirilmesiyle iç içe
yürür. Karmaşık ve farklı toplumsal yapılar basitleştirilip tek tipleştirilince, hakikat yerini
değeri zayıflatılmış ve olumsuzlaştırılmış siyah-beyaz türünden bir ikileme bırakır. En tutucu,
91
şoven, softaca, faşist görüş denilen dünya bakış açısı bu basit ikilemli yapı üzerinden gelişir.
Ulus-devletçi iktidarın bu tek tipleştirici uygulamaları kapitalizmin azamî kâr eğilimi
nedeniyledir. Toplumun çok farklı yaşam grupları özgürlüklerini ve onurlarını korudukça
azamî kâr eğilimi sürdürülemez. Ancak tüm farklı çıkarlı yaşam alanları tek tip ulusal
hâkimiyet altında eritildikçe, toplumda iki sınıflı bir kutuplaşmaya (burjuva-proleter) doğru
gidilir. Kapitalist kâr süreci bu tip sınıflaştırmayla genelleşir ve gelişir. Tarih boyunca
birikmiş maddî ve manevî kültür birikimleri iki sınıflı homojenleştirmeye kurban edilir. Bu
gerçek bir kurbanlaştırmadır. Ne kadar farklı dil, düşünce, inanç, ahlâkî ve politik zihniyet ve
yapı varsa, hepsi bu kurbanlaştırma kapsamındadır. İki yöntem uygulanır: Fizikî ve kültürel
soy kırım ile asimilâsyon. Asimilâsyon istenilen sonucu sağlamazsa, fiziksel ve kültürel soy
kırımlar devreye girer. Yöntemler genellikle iç içe uygulanır. Tek tip zayıf ve olumsuz
hakikatleştirme denilen süreç böyle işler.
Marksizm’in yanlış olarak olumlu yansıtmaya çalıştığı iki sınıflı toplum hakikatinin doğrusu
budur. Proleter denilen sınıfın hakikat değeri çok zayıf ve olumsuzdur. Genel olarak
köleleşmiş bireyin toplumsal hakikati yok denilecek kadar zayıflatılmıştır. Kendisi efendi
sınıfı içinde eritilmiş, eki durumuna indirgenmiş olduğu için, özgür iken taşıdığı hakikat
efendi kesime aktarılmış oluyor. Marksizm’in bunu kavramaması büyük bir aptallıktır.
Marks’ın Hegel’in kötü bir öğrencisi olduğu nokta, en çok bu hakikat konusunda karşımıza
çıkar. Hegel Marks’a göre hakikati çok üstün düzeyde belirleme yeteneğindedir. Eserleri esas
olarak hakikatin açıklanmasına yöneliktir. K. Marks’ın köleyi hakikat taşıyıcı öğe olarak
saptaması öğretisinin diğer önemli doğrular taşıyan kısmını da yararsız bırakmıştır.
Kapitalizm sadece kâr temelinde maddî güç biriktirmez. Onunla birlikte toplumsal hakikati de
(toplumun zihniyet gücü) gasp eder. Kendi çıkarları doğrultusunda süzgeçten geçirip efendi
sınıfa mal eder. Hakikatçe de kendini müthiş güçlendirir. Ulus-devlet denilen olay, olgu
özünde bu hakikati dönüştürme ve aktarma sürecidir.
O halde hakikat anlamında iki değil, tek sınıf geçerlidir. İşçi sınıfının fizikî varlığı, hatta parti
ve sendika tipinde dar örgütlenmesi toplumsal demokratik örgütlenmenin bütünselliği içinde
bir parça olarak değerlendirilmedikçe, ücret kırıntıları dışında güçlü bir toplumsal hakikat
değeri kazanamaz. Reel-sosyalizmin tarihi, hakikat kazanımı ve kaybı konusunda da son
derece öğreticidir. Özetle ulus-devlet ne kadar homojenleştirilirse, tekelci oligarşik sınıf adına
o denli tek tip hakikatler belirlenir. Bu belirlemelerin içeriğinin spekülatif, kurgusal olması
hakikat olmadıkları anlamına gelmez. Metafiziğin de bir hakikat belirleme türü olduğunu iyi
bilmek gerekir. Mitolojiler de hakikat değeri taşırlar. Karşılığını doğada bulamamak, hakikat
değerini taşımadıklarını kanıtlamaz. Unutmamak gerekir ki, hakikatin insan zihniyet
oluşumuyla her zaman bir ilişkisi vardır. İnsan zihniyeti hakikatin bilinebilen en gelişmiş
biçimi olarak kavranmadıkça, ciddî bilimsel, sanatsal ve felsefî çalışmalar yapılamaz.
Şüphesiz insan zihniyetinin toplumsal koşullu olması hakikatin aynı zamanda toplumla
ilişkisini zorunlu kılar. Hiçbir devlet ve toplum formunda ulus-devletteki kadar hakikat,
tahakkümle ilişkili zayıf ve olumsuz kılınmamıştır.
2- Ulus-devletin teokratik ve teolojik unsurları, üzerinde daha önemle durmayı gerektirir.
Hegel, ulus-devleti yeryüzüne inmiş tanrı olarak tanımlarken, salt simgesel bir değerlendirme
yapmış olmuyor. Ulus-devleti tüm çağlar boyunca tanrı adına biriktirilmiş fikirlerin bir
gerçekleşmesi olarak yorumluyor. Bunu anlamak için sadece Fransa Devrimi’ne yol açan
fikirler toplamını incelemek yeterlidir. Pozitivistler ulus-devletle egemenliğin tanrıdan alınıp
ulusa devredildiğini söylerken ne denli tanrıcılık yaptıklarının farkında değildirler, çünkü
egemenliğin kendisinin ne olduğundan habersizler veya doğru açıklanmasını yapmak
çıkarlarına uygun düşmüyor. Egemenliğin kendisi tarih boyunca hiyerarşik ve devlet
iktidarlarının toplamı olarak tanrı (efendi) adına toplum üzerinde yürütülen tekelci tahakküm
ve temelde sağlanan artık-ürün ve değerler sömürüsüdür. Tanrısal kaynaklı egemenliğin
kendilerini efendi (Rab demektir) kılmış insan kaynaklı olduğu çözümlemeyi gerektirmeyecek
kadar açıktır. Kalkıp da Fransız Devrimi ile birlikte “Tanrı kaynaklı olmaktan çıkıp ulus
92
kaynaklı oldu” demek sosyal bilim adına en büyük sahtekârlıktır. Pozitivizm bu sahtekârlığın
mucididir.
İlk ve orta çağların egemenliği, tahakkümü ne denli tanrı kaynaklıysa, kapitalist modernitenin
ulus-devlet egemenliği katbekat daha fazla aynı kaynaktan beslenir. Burada üzerinde
durulması gereken, millet ve milliyetçilik (ulus-ulusçuluk) kavramlarının tanrısallıkla bağıdır.
Bilindiği gibi İslâm’da millet, din anlamına gelir. Tanrı ve millet özdeştirler. Milletin
uluslaşması sonucu değiştirmez. Bir dil oyunu yapılmıştır, o kadar. İster Kutsal Kitaplarda
ister kapitalist liberalizmin öğretilerinde geçsin, millet veya ulus, tanrının (efendinin, rabbin,
egemen olanın, buyruk altına alanın) emrini yerine getiren cemaati veya toplumu ifade eder.
Kapitalistler seküler, lâik kavramıyla dinden, tanrıdan, egemenden çıkmış, onu inkâr etmiş
olmuyor. Milliyetçilik, ulusçuluk veya yeni bir dinsel mezhep adıyla kendi çıkarlarına
uyarlanmış bir dinsellik geliştirmiş oluyorlar, hatta milliyetçilik faşizm sınırlarında tarih
boyunca en bağnaz din konumunu alma ayrıcalığına sahiptir. Önemli olan dinin Hıristiyan,
İslâm, Budist, Yahudilik biçiminde eski formlarda olup olmaması değildir. Toplumu tapınç
düzeyinde saran her düşünce ve inanç rahatlıkla din olarak ifade edilebilir. Tanrılı olup
olmaması da bu konuda belirleyici değildir. Esas özü bir toplumun mensuplarını kutsallık
derecesinde ortaklaşa ve çok yoğunca yaşanan duygu, inanç ve düşünce dünyasına, ibadet
denilen davranış biçimlerine, törenlerine bağlayabilmesidir. Ulus-devlet kapsamında ulus ve
ulusçuluğun çok aşırı biçimde bu tanımlar gereği inşa edildiği açıktır. Dolayısıyla dinsel
karakterini tartışmayı gerektirmeyecek denli açık kavram ve öğretilerdir.
Ulus ve ulusçuluk teolojisinde önemle göz önünde bulundurulması gereken husus, pozitivist
bilimsellik maskesini takıp sanki din ve metafizik değillermiş gibi kendilerini yansıtmalarıdır,
hatta din ve metafizik karşıtı olmayı temel kural olarak bellemekle ‘bilimcilik’ adına dinsel
bir soyutlamaya girişmekten çekinmezler. Ulus-devlet hakikatçiliğiyle dinciliği birbirleriyle
sıkıca bağlantılıdır. Ortak amaç toplumsal gerçekliğin farklı, çeşitli yaşam biçimlerini
eritmek, tasfiye etmek, karartmak ve tarihsizleştirmektir. Zengin hakikat ifadelerini bu
temelde zayıflatıp kendi hegemonik sistemini tek meşru hakikat gibi sunmaktır.
3- Ortadoğu kültürel yaşamına dayatılan ulus-devletçi zihniyet ve yapılanmaların sonuçları
henüz bütünlüklü ve tarihsel süre perspektifiyle irdelenmeye alınmamış bir konudur. Bizzat
bu zihniyet ve yapılanmaların sahipleri bile neyi uyguladıklarının çok az farkındadırlar. O da
dar bir mekân ve kısa süreyle sınırlı iktidar ve maddî çıkardır. Ulus-devleti ideoloji ve
yapılanma olarak uygulayanlar aslında kapitalist modernite hegemonyasından “Neyi
kopardıysak kârdır” mantığıyla hareket ederler. Tüm stratejik ve taktik yaklaşımları bu
bakışla sınırlıdır. Başka tür gelişmesine hegemonik sistem fırsat vermez. Özünü vermeye
çalıştığımız hakikatinden ve teolojisinden habersiz oldukları için, bir yandan keskin ulusal
dogmatikler, diğer yandan sürekli şüpheciler olarak yaşamaktan kurtulamazlar. Daha da
somutlaştırmaya çalışırsak, Ortadoğu’nun en eski toplumsal gerçeklerinden olan Arap kabile
ve dinsel düzenlerine dayatılan yirmiyi aşkın ulus-devletçik sadece ortak kültürel yaşamı
bölmekle kalmıyorlar, varlıksal özlerine görülmemiş boyutlarda bir yabancılaşmayı
aşılıyorlar. Ortaya çıkan yeni Arap kimliği çokça eleştirilen eski ve orta çağların kimliğinden
daha yetkin değildir. Ulus-devlet temelinde bölünen Arap, en zayıf, çarpıtılmış ve tarihsel-
toplumsal hakikatlerden koparılmış Arap’tır. Ne kadar keskin ulus-devletçilik yaparlarsa,
sandıkları gibi güçlenmeyip daha da zayıflarlar. Kaldı ki, Arapçılık da güçlenmenin değil,
zayıflamanın ve hakikatlerden uzaklaşmanın nedenidir.
Hiçbir milliyetçilik hakikatle beslenmediğinden güçlenmenin etkeni değildir. Bu en çarpıcı
Hitler pratiğinde yaşanmıştır. Ulus-devlet bakış açısından kutsallık atfedilen sınırlar tamamen
uydurma ve küresel hegemonyanın çıkarlarınca belirlenmiştir. İçerdiği ülke ve millet
kavramları yeni teolojinin simgeleri olarak aynı çıkarların kapsamı dışına çıkamazlar.
Çıktıklarında hegemonik tanrının gazabından kurtulmaları çok zordur. Aslında son iki yüz
yıldır inşa edilmeye çalışılan bölgedeki bütün sınırlar, vatanlar, milletler, orta sınıf ve
bürokrasiler ulus-devlet tanrısallığıyla körelmiş durumdalar. Yaşadıkları gerçekliği ezeli ve
93
ebedi gerçeklik sanırlar. Hâlbuki zihni biraz hakikate açık bir kişi tüm bu gerçeklerin son iki
yüz yılın hegemonik çıkarlarını meşrulaştırmaya yönelik fantastik icatlar olduğunu bilir. Türkî
ve İranî ulus-devlet inşaları aynı hegemonik çıkarların ürünüdür. Kapitalist modernitenin fetih
damgasını taşıdıkları halde, meşruiyet krizlerini aşırı dinci ve milliyetçi ideolojilerle aşmak
isterler. Hepsinde lâik ve dini milliyetçilik iç içe geçirilerek ulus-devlet sağlam bir ideolojik
zırhla kaplanmaya çalışılır. Azınlık durumunda bırakılan tarihsel kültürler, etnisiteler, din ve
mezhepler ulus-devlete karşı varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıyalar.
Ortadoğu kültürünün bütünselliği kapitalist modernitenin ulus-devlet parçalayıcılığıyla köklü
bir çelişki içindedir. Modernite ortak yaşam gerçekliklerine dayatılan demirden kafes rolünü
oynamaktadır. Şiddetin sürekli gündemde olması bu gerçeği doğrulamaktadır.
Demokratik modernitenin çözümleme ve çözme gücü ulus-devlet karşısında çok daha nettir.
Eski ve yeni hegemonik güçlerin sürekli unutturmaya çalıştıkları tarihleriyle uyutmaya terk
ettikleri toplumsal gerçeklikler, demokratik modernite yaklaşımıyla öz tarihsellikleri içinde
varlıklarının hakikatini ifade edebilmektedir. Hegemonik güçlere ilişkin çözümleme
karşıtlarına ilişkin tarih ve hakikat olarak yanıt bulmaktadır. Toplumsal gerçeklikler hiçbir
dönem tarihsiz olmadıkları gibi hakikatsiz de değildir. Ortadoğu’nun tarihsel bütünlük taşıyan
toplumsal kültürüne dayatılan ulus-devlet hegemonyacılığına karşı demokratik modernitenin
antitezi ahlâkî ve politik toplumdur.
a- Ulus-devlet ahlâkî ve politik toplumun inkârı olarak gerçekleşir. Ahlâk yerine ulusal hukuk
denilen güç kurallarını ikame eder. Hukuk biçimindeki güç düzenlemeleri azamî gelişmesini
ulus-devlet çerçevesinde yaşar. Politik toplum yerine ise katı bürokratik idareyi hâkim kılar.
Politik toplumun inkârı somut olarak demokratik sistemin işlemeyişinde kendini gösterir. Her
ne kadar parlâmento ve seçimler söz konusu edilse de, geçerli olan bürokratik oligarşinin idarî
yapılanmasının yazılı olmayan anayasasıdır. Toplumun kılcal damarlarına kadar yayılan ulus-
devlet iktidarı kendini hukukî kılıf altında kamu idaresi olarak sunar. Seçim ve parlâmento bu
idarenin meşruiyet cilâsı rolü oynamaktan öteye pek anlam ifade etmez. Toplum, halk ve ulus
ulus-devletle özdeş kılınır. Kapitalist modernitenin evrensel kıldığı bu hegemonik gerçekliği
karşısında ahlâkî ve politik toplumu savunmaktan başka çözüm yolu yoktur.
Toplumsal doğalar öz olarak ahlâkî ve politiktir. Ahlâksız ve politikasız toplum ve birey
düşünülemez. Toplum ahlâksız ve politikasız kılınmaya zorlanabilir. Ahlâkî ve politik
yetenek kötürümleştirilip rolünü oynayamayacak denli zayıf kılınabilir, ama asla yok
edilemezler. Yok edilmeleri ancak toplum olmaktan çıkmalarıyla mümkündür. Ahlâk ve
politika toplumsal hakikatin güçlü araçlarıdır. Ahlâk ve politikadan yoksunluk hakikatsizliğe
yol açtığı gibi, güçlü ahlâkî ve politik eylemin olduğu alanlarda hakikatin kendini ifade
tarzları da güçlü, şeffaf olur. Ahlâkı ve politikayı üst yapı olarak sunmak, Marksistlerin
önemli yanılgılarından biridir. Ahlâkî ve politik olmayan hiçbir toplum birimi ve bireyi
yoktur. Her toplum birimi ve bireyi hem ahlâkî hem politiktir. Demokrasi ahlâkî ve politik
toplumla orantılıdır. Demokrasi ahlâkî ve politik toplumun işleyen halidir. Toplumsal
hakikatler kendini azamî olarak demokratik toplum halinde açığa vurur. Hakikatlerin bilim,
felsefe ve sanat halinde ifadeleri demokratik toplumla en iyi hallerine kavuşur. Bu
belirlemeler ahlâkî ve politik toplumda neden hakikatin azamî ifadelerine kavuştuklarını
açıklamaktadır.
Ortadoğu toplumunda hala güçlü olan direniş unsurları ahlâkî ve politik unsurun sanıldığı
kadar zayıf olmadığını kanıtlamaktadır. Ahlâksız ve politikasız birim ve bireyler direnemez.
Sadece boyun eğmeye alıştırılmışlardır. Aile, kabile, aşiret, mezhep ve ulus boyutlarındaki
direniş, göçerlik, varoşçuluk, ulus-devletin reddi olduğu kadar demokratik topluma çağrıdır.
Ortadoğu kültüründe bu boyutlardaki gelişmeler oryantalizmin kabul ettirmeye çalıştığı gibi
gerilik, ortaçağcılık, anarşi olmayıp demokratik modernitenin potansiyel zenginliğini teşkil
etmektedir. Toplumsal olguların zenginliğini kırmak, anlam ve hakikat gücünü azaltmak
sonucunu doğurur. Kültürel zenginlik ne denli homojenleştirilirse, o denli anlamından ve
hakikat olarak ifade edilmesinden yoksunluk yaşanır. Ulus-devletin tek tip vatandaş üretme
94
idareciliği anlam bakımından potansiyelini yitirmiş, ezberlenmiş birkaç dogmadan öteye zihni
çalışmayan, resmi törenleri yeni ibadet biçimi olarak algılayan, hakikat açısından içi
boşaltılmış bireyciliktir.
Demokratik toplumla işleyişine kavuşan ahlâkî ve politik değerler, tersine olarak anlam
zenginliği olan bir potansiyelden hakikat üretir. Sürekli hakikatle beslenen bir toplum ise ideal
birey-topluluk dengesinde yaşar.
b- Ulus-devletin pozitivist teolojisine karşılık ahlâkî ve politik toplum bilim-bilgelik
anlamında felsefeyi esas alır. Lâiklik ve sekülerlik ilke olarak dinsel dogmalardan pek farklı
değildir. Ulus-devlet kılığına girmekle dincilikten kurtulmuş olunmuyor; sadece biçim
değiştirilmiş olunuyor. Pozitivist bilimciliğin hızla ürettiği ulus-devlet dogmaları orta çağın
dinî dogmalarından daha katıdır. Yol açtığı savaş ve sömürü gerçeği bu hususu açıkça
kanıtlar. Çok iyi bilmek gerekir ki, teoloji, kapitalist modernite de dâhil, esas olarak sınıflı-
devletli uygarlığın ideolojik meşruiyet aracı olarak inşa edilmiştir. Ahlâkî ve politik
toplumdaki bilim-bilgelik unsurlarına karşıt (antitez) olarak gelişir. Ahlâkî ve politik değerler
bilim ve bilgeliğe yol açarken, bilim ve bilgelik de ahlâkî ve politik toplumu sürekli besler.
Theo (Tanrı) ve logik (akıl) olarak kendini dıştan dayatan toplumsal ifade ise tanrı-kral
devletidir. Bunu netçe ifade edememek Batı sosyolojisinin aynı sınıfsal-devletsel özden
beslenmesiyle bağlantılıdır. Pozitivist adımıyla teolojiyi en tehlikeli aşamaya taşır. Tanrının
dünyevîleşmesinin gökselliğinden bin kat daha fazla sömürü, gözyaşı ve kan ürettiğini kim
inkâr edebilir! Özellikle ulus-devlet tanrısının son muhteşem iki yüz yıllık deneyimi gözler
önündeyken. Neydi bu tanrının sıfatları? Sınırlar, milletler, bayraklar, marşlar, orta-sınıf ve
bürokrasiler ve monolitik yurttaşlar. Bu sıfatlar altında ulus-devlet tanrısı ne yaptı? Tarihte eşi
görülmemiş savaşlar ve sömürüler gerçekleştirdi. Demiurg (Mimar Tanrı) olarak dünyada
ulus-devlet düzenini kurdu. Böylelikle putçu özellikleri en gelişkin tanrı olduğunu kanıtladı.
Ahlâkî ve politik toplum yaşamak için bu tür tanrısallıklara ihtiyaç duymaz. Bilgeliği
teolojiden daha değerli sayar. Hikmet, bilgelik teolojiden değil, bilimsellikten kaynaklanır.
Bir nevi sosyolojidir. Ortadoğu toplumunda bütün teolojik dayatmalara karşılık, bilgelik
damarları hep var olagelmiştir. Bilgeliği felsefe ve sosyolojinin bütünselliği ve yaşamla iç içe
hali olarak değerlendirmek gerekir. Sokrates’e kadar bilgelik temel form iken, daha sonraları
geliştirilen ekoller bu geleneği yozlaştırdı. Öğreti ve yaşam kopukluğu oluştu. Bu ise, ahlâkî
ve politik toplum için darbe oldu. Bilgelik felsefe olarak devletin hizmetine koşturuldu.
Peygamber geleneğinde egemen yan hep bilgelik olmakla birlikte, teolojiye de gittikçe açılım
göstermeleri yozlaşmayı beraberinde getirdi. Elçiler, vaizler ve rahipler ne kadar teolojiye
saparlarsa, din o denli bilgelikten kopar ve ahlâkî-politik toplumdan uzaklaşırlar. Ortadoğu
kültüründe bu ikilem arasında yoğun bir mücadele vardır. Özünde devletli uygarlıkla
demokratik uygarlık dünyası arasındaki gerilimi yansıtır.
Tanrı kavramına içerilmiş kral ve despot dayatmalarına karşı tasavvufla daha belirginleşen
toplumsal kimliğin sunumu bilgeliğin asıl işidir. Böylelikle ahlâkî ve politik toplumun
savunulması yapılmaktadır. Keramet, hikmet toplumda aranmaktadır. Ortadoğu tarihinin bu
tarz yorumu önemlidir. Güncellenmesi demokratik moderniteyi daha anlaşılır kılacaktır.
c- Ahlâkî ve politik toplum, ulusal toplumu inkâr etmiyor. Toplumların sürekli biçim
değiştirmeleri doğaları gereğidir. Form çeşitliliği, yaşamın zenginliğidir. Karşı çıkılan,
toplumsal formların kapalılığı ve katılığıdır. Tutuculuk esas olarak form kapalılığı ve
katılığındaki ısrardır. Özgürlük formların ucu açıklığı ve esnekliğiyle bağlantılıdır. Toplumsal
kimlikler ne kadar ucu açık ve esnekse, o denli farklılaşma ve dolayısıyla özgür yaşarlar.
Ulus-devletin kimlik anlayışı tekli, ucu kapalı ve katıdır. Faşizm bu kimlik anlayışından
kaynaklanır. Toplumsal kimliklerin böyle algılanışı, ulusal toplumun içinde ve dışında sürekli
savaş hali olarak yaşanır. Toplumsal kimliklerin ucu açık ve esnek doğası yapay, kapalı ve
katı kimlik dayatmalarıyla karşılaştıkça bu tür savaşlar kaçınılmazdır. İster dinsel ister ulusal
(Her ikisinde de ucu kapalılık ve katılık kimliklerin temel özelliğidir) savaşlar olsun, bu
kimlik çatışmasını ifade ederler. Ortadoğu’nun son iki yüz yılında dinsel ve ulusal kimlikli
95
savaşların yoğun yaşanması kapitalist modernitenin dayatmak istediği kimlik anlayışıyla
bağlantılıdır. Kendi hegemonik süzgecinden geçirdiği ulus-devlet kimlikleri özünde merkezî
kimliğin uzantıları, ajanları konumundadır. Merkezî kimlik hep ana karargâh gibi çalışır.
Kendi sömürge, bağımlı acenteleriyle yakından ilgilenir. Gerektiğinde yeniden düzenler.
Günümüz Ortadoğu’sunda dünya genelinde de olduğu gibi son iki yüz yıllık ulus-devlet
kimlikleri yıpranmış ve küreselleşmeyi yoğunlaştırmak isteyen kapitalizmin önünde bir engel
konumuna gelmiş bulunmaktadır. Yapısal krizin temelinde ulus-devletin tutucu direnci
yatmaktadır. Sistemin kendi içinde yaşadığı baş çelişki budur. Fakat çözüm bulamamaktadır.
Afganistan’dan Fas’a, Kafkasya’dan Hint Okyanusu’na kadar ulus-devletçilik ile küresel
kapitalizm arasında çelişkiler bir yandan artarken, diğer yandan sıkça yaşanan savaşlara yol
açmaktadır. Kapitalizm yayılmasını önemli oranda borçlu olduğu ulus-devleti tam tasfiye
edemeyeceğini gayet iyi bilmektedir. Reformdan geçirmek istediklerinde ise sürekli direnişle
karşılaşmaktadır. Ulus-devletle çok aşırı palazlanmış kesimler daha rasyonel bir kapitalizme
direnmektedirler. Sonuç kriz ve savaşlar olmaktadır. ABD’nin son Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) bu gerçekten kaynaklandığı gibi, neden yürütülemediğini de yine bu gerçeklikten
anlayabiliriz. Bölgedeki tıkanma sistemin Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki
bunalımından daha derindir. Öyle olduğu içindir ki, bir türlü çözümlenemiyor. Yapısal kriz
kavramı da anlamını gerçeğin bu niteliğinden almaktadır.
O halde Ortadoğu, gerek tarihsel-toplumsal kültürün bütünlüksel gelişiminden, gerekse
kapitalist modernitenin iç çelişkilerinden yansısın, kapalı ve katı ulus-devlet kimliği
aşılmadan, hiçbir soruna anlamlı bir çözüm bulma olasılığına sahip değildir. Irak’ta ve
Afganistan’da ulus-devletin yeniden inşası için gösterilen tüm çabalar boşa gitmektedir. İkinci
Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından yıkılmış Avrupa için verilmiş sınırlı bir yardım
(Marshall Yardımı) yeniden inşaları için yeterli olduğu halde, Irak çapında küçük bir mekân
için katbekat daha fazla destek sunulmasına rağmen yeniden inşa gerçekleşemiyor. Irak’ta
olup bitenler aslında tüm bölge gerçeklerini yansıtmaktadır. O da kapitalist modernitenin her
üç sacayağı üzerinde de iflâsını ve krizini haber vermektedir. Sonuç olarak Ortadoğu, sahip
olduğu onca ulus-devleti, endüstriyalizmi ve kapitalizmiyle ancak kriz ve savaş üretir.
Fakat tekrar belirtilmeli ki, yaşanan kriz ve savaşlar sadece iki yüz yıllık kapitalist
modernitenin değil, aynı zamanda beş bin yıllık sınıflı-devletli uygarlığın da yapısal krizi ve
savaşlarıdır. Olası çözümler bu gerçekliği esas almak durumundadır.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=291
Abdullah Öcalan
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=292
Abdullah ÖCALAN
Sistem karşıtlığı derken, tam olarak bu kavramdan nasıl bir anlam çıkarılması gerektiği
tartışmalı bir konudur. Birçok sistem karşıtı güçlerin aralarındaki teorik ve pratik
farklılaşmalar bu konudaki sistem karşıtlığı kavramının çok problemli olduğunu
göstermektedir. Her şeyden önce sistemin moderniteyle olan ilişkisini nasıl gördükleri, sistem
modernitesine karşıt olmadan, sistem dışında yeni bir sistem inşa edilebilir mi, Moderniteyi
nasıl kavradıkları ve ikili karakterini tespit edebilmiş midir sorularını yanıtlamadan sistem
karşıtı güçler kavramı havada kalmış olur. Anlamlı bir sistem karşıtlığı geliştirmek için sadece
geleceğe ilişkin projeler ile değil, geçmişe ilişkin tarihleri de doğru çözümlemek
gerekmektedir.
Her ne kadar sistem karşıtı güçler kendi sistemlerini teorik ve pratik olarak realize
edememişlerse de, tüm sorunlu yapısına rağmen en az sistem kadar çağımızı etkilemiştir.
Büyük bir tecrübe birimine sahip oldukları gibi, geniş bir yelpazeye sahip olan sistem karşıtı
güçlerin aralarındaki önemli farklılıklar olmakla birlikte, birçok ortak değeri de paylaştıkları
açıktır.
Sistem ile kapitalizmi kastettikleri kadar moderniteyi tümüyle kastetmemektedirler. Yine
endüstriyalizm ve ulus-devlet konusunda farklılaşmaktadırlar. Modernite karşısında karmaşık
ve karşıt kutuplarda yer alabildikleri gibi, gelecek ütopyalarının moderniteyi aştıkları pek
görülmez. Moderniteye karşı aşmayı değil, düzeltmeyi esas aldıkları belirtilebilir.
Kapitalizmsiz bir modernite çoğunun programını karşılayabilir. Fakat bunun ancak bir ütopya
101
olduğunu pek fark etmezler.
Sistem karşıtı güçler sistemin krizde olduğu konusunda ortak görüşe sahip olsalar da, çıkış
konusunda aralarında büyük farklar görülmektedir. Evrimci değişimden devrimci değişime,
barışçıl yöntemlerden savaşçıl yöntemlere kadar çok farklı yollar önermektedirler.
Tüm sistem karşıtı güçlerin kökleri Fransız Devrimi’ne dayanmaktadır. Bir çoğu Devlet ve
İktidar değiştirmeyi devrim sanıyorken, devlet ve iktidarsız toplumu önerenler de vardır.
Düşünce yapıları Milliyetçilikten Komünizme, dincilikten pozitivizme, feminizmden
ekolojiye kadar geniş bir perspektif sunar. Oldukça iç içe oldukları halde bunu fark etmezler.
Sistem karşıtı güçlerin kapitalist moderniteyi aşamamalarındaki en temel gerçeklik kapitalist
olmayan topluma dışarıdan sürüklenebilecek bir yığın gözüyle bakmalarıdır. Sosyal
konumları itibariyle orta sınıfın iktidar ve sermaye tekelleri dışında kalan ana kesimine
dayandıkları ve belli bir modern eğitimden geçmiş aydınların öncülüğünü yaptığı bu
hareketler toplumun ezilen çoğunluğunu kapsamaktan uzaktır. Çıkarı kapitalizmde olanlar
kabaca yüzde on ise, muhaliflerinin de oranı bu seviyededir. Toplumun yüzde sekseni hem
kapitalizm açısından, hem de sistem karşıtı muhalifler tarafından çözümleme ve çözümlerde
özne değil, nesne konumundadır. Kapitalizm onlar üzerinde kârı hesaplarken, muhalifler
ancak dışarından sürüklenebilecek bir yığın gözüyle bakmaktadır.
Kapitalist modernite olarak sistemin sürdürülemez bir kriz yönetimi içerisinde yaşadığını
biliyoruz. Ancak geçmişte bunu devrimin objektif şartları gibi görüp istismar edilmesi derin
hayal kırıklıklarına sebep olmuştur. Krizli durumlardan bol bol kriz yönetimlerinin yanında,
daha sert karşı devrimler de çıkabilmiştir. Yine devrimlerden ortaya çıkan dönüşümler rolü
abartılmıştır. Temel dönüşümleri devrimlerin değil, sistem farklılıklarının gerçekleştirdiğini
bilmek gerekir. Devrimler ancak dâhil oldukları sistem içinde anlamlı değişikliklere yol
açabilir. Şüphesiz sistem karşıtı güçlerin bunalım ve krizlerden şiddetle etkilendikleri
doğrudur. Fakat tüm umutları bunalımlardan çıkacak sonuçlara bağlamak yanlıştır. Geçmişte
bu yönlü yanlışlıklara çokça düşüldüğü gibi derin hayal kırıklıkları da yaşanmıştır.
Sistem karşıtı güçlerin üzerinde derin olumsuzluklara yol açan önemli durumlardan bir diğeri
ise reel sosyalizmin, sosyal demokrasinin ve ulusal kurtuluş akımlarının bir yüzyılı bile pek
aşamadan kapitalizme eklemlenmesi olmuştur. Bu durum bünyelerindeki yetersizlikler, yanlış
ideoloji ve programatik görüşlerinden kaynaklanmaktadır.
Sistem karşıtı güçlerin zihniyet ve yapılanmaları incelendiğinde, liberalizm ve moderniteyi
pek aşamadıkları görülecektir. Liberalizmin en sağ reel olmaları, onları liberalizmle
sonuçlanmalarının önünde engel olmamıştır. Kapitalist tekellere eklemlenmeleri ise,
modernite anlayışlarıyla bağlantılıdır. Postmodernizm, radikal dincilik, feminist ve ekolojik
hareketler daha çok bu gelişmelere duyulan tepkinin sonucu olarak ortaya çıkan yeni
hareketlerdir. Fakat mevcut ideolojik ve pratik konumları daha eski olan sistem karşıtları
kadar etkili olabileceklerini kuşkulu kılmaktadır. Neoliberalizm ve radikal dincilikler bu
nedenle biraz etkili olabiliyorlar. Sistem karşıtlığının bu nedenlerle radikal entelektüel, ahlaki
ve politik yenilenmeye ihtiyacı vardır.
Anarşizm
Kapitalist modernite olarak sistemin en karşıt ucunda yer alan anarşist hareketler, özellikle
reel sosyalizmin çözülüşünden sonra tekrardan farklı bir açıdan incelenmesi gereken bir
konumdadırlar. Özellikle sistem ve reel sosyalizme ilişkin yaptıkları eleştirilerde haksız
olmadıkları bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak sosyal yapıları hareket üzerinde önemli
etkiler bırakmıştır. Bireysel kalmaları, güçlü taban bulamamaları, karşıt sistem
geliştirememeleri sosyal yapıları ile alakalıdır.
Kapitalizmin gerçek anlamda ne yaptığını iyi görebilmelerine rağmen, buna karşı tam olarak
102
ne yapmaları gerektiği konusunda yetersiz kalmaktadırlar.
Sistemin yanlışlıklarını bu denli çözümleyip, eleştirebilmelerine karşın en az reel sosyalizm
kadar kitleselleşememelerinin nedenlerinin başında sisteme karşı uygulanabilir bir alternatif
geliştirememeleri yatmaktadır. Kendilerini pozitivist felsefenin etkisinden kurtaramamaları
nedeniyle Avrupa merkezli sosyal bilimin dışına çıkamamışlardır. En önemli eksiklik ise
demokratik siyaset ve modernite konusunda sistematik düşünce ve yapılanma için
girememeleridir. Yine iktidar ve devlet otoritesine haklı olarak duydukları tepkiyi tüm otorite
ve düzen biçimlerine yansıtmaları demokratik moderniteyi teorik ve pratik olarak
gündemleştirmelerini engellemiş, demokratik otoritenin meşruiyetini ve demokratik
modernitenin gerekliliğini görememelerini sağlamıştır. Ayrıca ulus-devlet yerine demokratik
ulus seçeneğini geliştiremeyişleri önemli bir eksiklik olmuştur.
Günümüzde diğer sistem karşıtı hareketlerin gelişme göstermesi anarşistler üzerinde de
olumlu bir etki yaratmıştır. Fakat haklı çıktıkları söylemleri tekrarlamaları pek bir anlam ifade
etmeyecektir. Anarşist hareketlerin kendilerine “neden iddialı bir sistem eylemliliğini, inşasını
geliştiremedikleri” sorusunu sormaları gerekiyor. Bu soru öte yandan akla teori ile yaşam
arasındaki derin uçurumu hatırlatmaktadır. Anarşist hareket olarak çokça eleştirdikleri
modern yaşamı aşıp aşamadıklarını, bu konuda tutarlı olup olamadıklarını kendilerine
sormaları gerekmektedir. Avrupa merkezli yaşam tarzını bırakıp, gerçek bir küresel
demokratik modernliğe adım atıp atmayacaklarını kendilerine sormaları gerekmektedir.
Anarşist hareket olarak önemli olan tarihte büyük fedakârlıklar göstermiş, önemli düşünürleri
bağrında taşıyan, görüş ve eleştirileriyle entelektüel camiada önemli yer tutan bu hareketin ve
mirasının tutarlı, gelişebilir bir sistem karşıtı sistem içinde toparlanabilmesidir. Bu anlamda
anarşistler reel sosyalistlere göre daha rahat bir özeleştiri ile güncel pratiğe yönelmeleri
gerekmektedir. Ekonomik, sosyal, siyasal, entelektüel ve etik mücadelelerinde hak ettikleri
yeri almaları önemini korumaktadır. Ortadoğu zemininde hızlanan uygarlık ve kültür
boyutları da öne çıkmış bulunan mücadelelerde anarşistlerin hem kendilerini yenilemeleri,
hem de güçlü katkılarda bulunmaları mümkündür. Demokratik modernite sisteminin yeniden
inşa çalışmalarında ittifak geliştirilmesi gereken önemli güçlerden birisidir.
Feminizm
Feminizmi sadece kelime anlamında yer aldığı gibi kadıncılık hareketi olarak algılarsak, bu
egemen erkeğin karşısındaki ezilen kadın gibi kısır bir anlama götürecektir. Hâlbuki kadın
gerçekliği cinsiyetin ötesinde kapsamlı ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlarla
yüklüdür.
Kadın gerçek anlamda toplumsal doğa ile güçlü bir bağ içerisindedir. Kadın doğası karanlıkta
kaldıkça aynı zamanda toplum doğası da aydınlanmamış olarak kalacaktır. Bu yüzden
feminizm yerine jineoloji (kadın bilimi) kavramı amacı çok daha iyi karşılayacak düzeydedir.
Toplumsal doğanın bir paçası olarak kadın, hem fiziki hem de anlam olarak en geniş bölümü
teşkil etmesine karşın, toplumsal doğa bilimine konu edilmemesi düşündürücü olduğu gibi
egemen erkek söylemiyle yakından bağlantılıdır. Kadının gerçek statüsü bu söylemlerle tıpkı
uygarlık tarihlerinin sınıf, sömürü, baskı ve işkenceyi örtbas etmesi gibi belki de kırk kez
örtülmektedir. Bu yönüyle kadın doğasının kapsamlı ve gerçekçi aydınlanması, kadının
sömürgeleşme tarihinden ekonomik, sosyal, siyasal ve zihinsel sömürgeleştirilmesine kadar
konumunun açıklığa kavuşturulması, tarihin diğer tüm konularının ve güncel toplumun her
yönüyle açıklığa kavuşmasında büyük katkıda bulunacaktır.
Kadın statüsünün açıklığa kavuşması bir boyutu olurken, esas önemli olan boyut kadının
kurtuluş ve özgürlük boyutudur. Toplumun genel özgürlük düzeyinin kadının özgürlük
düzeyiyle orantılı olması kadar, bu özgürlük düzeyinin içinin nasıl doldurulacağı da önemli
olmaktadır. Ancak kadının salt özgürlüğü ve eşitliği toplumsal özgürlüğü ve eşitliği
belirlemeye yetmeyeceği, aynı zamanda bunun için gerekli teori, program, örgüt ve eylem
103
düzenekleri gerekmektedir. Daha da önemlisi, kadınsız demokratik siyasetin olamayacağı,
hatta sınıf politikacığının bile eksik kalacağını, barışın ve çevrenin geliştirilip
korunamayacağını da gösteriyor.
Feminist hareket kadın gerçeği karşısında en radikal hareket durumundadır. Fazla bir şey
ifade etmese de ilk aşamada hukuki eşitlik peşinde koşulmuş ve günümüzde bu eşitlik yaygın
olarak sağlanmış gibidir. Ama bunun içeriğinin boş olduğu ve birçok konuda olduğu gibi
biçimsel kaldığı iyi bilinmelidir. Görünüşte kadın erkek kadar eşit ve özgürdür, ancak en
büyük kandırmada bu eşitlik ve özgürlükte gizlidir. Resmi modernitenin yanında aynı
zamanda tüm hiyerarşik ve uygarlık dönemlerinin tüm toplumsal dokularında zihnen ve
bedenen tutsaklaştırıldığı, en derin kölece çalıştırıldığı kadının özgürlüğü, eşitliği,
demokrasisi çok kapsamlı teorik çalışmalar, ideolojik mücadeleler, programatik ve örgütsel
faaliyetler, en önemlisi de güçlü eylemler gerektirir. Bunlar olmaksızın feminizm ve kadın
çalışmaları sistemi rahatlatmaya çalışan liberal kadın faaliyetlerinden öte bir anlam taşımaz.
Feminizmi de kapsayan kadın bilimine dayalı kadın özgürlük, eşitlik ve demokratik hareketi,
açık ki toplumsal sorunların çözümünde başat rol oynayacaktır. Sadece yakın geçmişteki
kadın hareketlerinin eleştirisiyle sınırlı kalmayıp, kadını yitik kılan uygarlık ve modernite
tarihine yüklenmek gerekir. Çünkü sosyal bilimlerde kadın konusu, sorunu ve hareketleri yok
derecedeyse, bunun esas sorumlusu uygarlık ve modernitenin hegemonik zihniyeti ve maddi
kültür yapılanmalarıdır. Sadece liberalizme katkı sunan dar hukuki ve siyasi eşitlik
yaklaşımları sorunun çözümüne olgu düzeyinde bile katkı sunmayacaktır. Eğer feminizmin
baş sorunlarından biri radikalizmse, o zaman köklü liberal alışkanlıklarla, düşünce ve duygu
tarzları ve yaşamlarıyla ilgilerini koparıp, arkasındaki kadın düşmanı uygarlığı ve moderniteyi
çözümlemesi ve anlamlı çözüm yollarına yüklenmesi gerekir.
Bu temelde Demokratik Modernite kadın doğası ve özgürlük hareketlerini temel güç olarak
hem geliştirilmesini ve ittifak yapılmasını esas almaktadır.
Ekoloji
Temel sorunlarımızdan biri uygarlık sisteminin yol açtığı toplum-çevre ilişkisinde kritik
dengenin bozulmasıdır. Oysa toplumsal doğa, yaşamı ve gelişiminin uzun evresinde, çevre ile
uyumunda kritik dengeye hep bağlı kalmıştır. Çünkü sistemler esas olarak birbirini yıkarak
değil, besleyerek gelişirler. Sapmalar oluştuğunda sistem mantıkları tarafından aşılmak
durumundadır. Bu anlamda toplumsal doğa sisteminde bir sapma olan uygarlık gerçeğinin
sürekli köy ve şehir yıkımları, milyonlarca insanın katledilmesi, toplumun büyük
çoğunluğunun sömürü sistemi altına alınması toplumsal doğa sisteminin doğal bir gereği
olmayıp, ancak sapması olarak değerlendirilebilir.
Beş bin yıllık uygarlık tarihi aynı zamanda bu sapmanın gelişme ve büyüme tarihidir. Bunun
en büyük kanıtı ise uygarlığın geliştiği söylenen kapitalizm çağında ekolojik felaketlerin
patlama göstermesidir. Üç milyon yıldır toplumsal doğa böylesi ekolojik felaketlere yol
açmazken uygarlığın kısa tarihi içerisinde patlak veren ekolojik krizler onun kâr amaçlı
yıkımsal özüyle alakalıdır. Sadece kapitalist kâr değil, tüm uygarlık süreçlerindeki aşırı değer
birikimleri her iki doğanın (Çevre ve Toplum) yıkımından sorumludur. Uygarlık tarihi
boyunca yaşanan toplumsal çöküşler çevresel çöküşleri beraberinde getirdi. Kapitalist
modernitenin sınırsız tekelci kâr yapılanmaları toplumun ve çevre ile dengesinin
kaldıramayacağı ağırlıkları biriktire biriktire, sonuç olarak ekolojik kriz çağını yaratmış
olmaktadır.
Çevrebilimciliği olarak ekolojik hareketler, sistem karşıtlığını en fazla hissettiren hareketler
konumundadır. Tüm toplumu ilgilendirdiğinden ötürü bu hareketlere katılımlar sınıflar ve
uluslar üstü bir niteliktedir. Ancak ekolojik hareketler içerisinde de liberalist ideolojinin
izlerini görmek mümkündür. Liberalizm toplumu ilgilendiren bir çok konuda olduğu gibi
ekolojik sorunda da yapısal özüyle ilgili yanı bastırıp teknoloji, fosil yakıtlarını, tüketim
toplumunu sorumlu göstermeye çalışmaktadır. Oysa ekolojik alanda yaşanan sorunların çoğu
104
modernite sisteminden kaynaklanmaktadır. Ekolojik hareketlerin diğer sistem karşıtı
hareketlerde olduğu gibi büyük bir ideolojik niteliğe ihtiyacı vardır. Örgüt ve eylemliliğini dar
anlamda kent sokaklarından tüm topluma özellikle de kırsal köy-tarım toplumuna aktarması
büyük önem taşımaktadır. Çünkü esas anlamda ekoloji kırın, köy-tarım toplumunun, tüm
konup göç edenlerin, işsizlerin, kadınların eylem kılavuzudur. Demokratik modernitenin de
temelini oluşturan bu gerçekler ekolojinin ne kadar önemli bir yer edindiğini göstermektedir.
Sonuç olarak
Modernitenin üç temel ayağı olan Kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet gerçeği iyi
çözümlenmeden doğru bir sistem karşıtlığının gerçekleştirilemeyeceği çok açıktır. Bu temel
ayaklardan sadece birine karşıtlık yapılarak diğerlerine karşı mücadele yürütmemek
nihayetinde sisteme hizmet etmekten öteye gidemeyecektir. Geçmiş sistem karşıtı direniş
tarihleri bunun örnekleriyle doludur. Bu anlamda özellikle sistem karşıtı hareketlerin sistemin
hegemonik ideolojisi olan liberalizm hastalığından ve onun etkilerinden kurtulmaları büyük
önem taşımaktadır. Doğru bir sistem karşıtlığı geliştirebilmek açısından modernitenin ikili
karakterini görebilmelidirler. Sisteme karşı Demokratik modernite alternatifi içerisinde kendi
yerlerini almalıdırlar.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=481
Şüphesiz bir toplumu sömürüye açık hale getirmenin ilk koşullarından biri onu ahlak ve
politikadan yoksun kılmaktır. Bu iki dokunun düşünsel temeli olan toplumsal zihniyetin
çöküşü sağlanmadan, bu yoksunluk gerçekleştirilemez. Tarih boyunca egemenler, sömürgen
tekeller bu nedenle amaçları için ilk iş olarak ‘zihniyet hegemonyasını’ inşa etmişlerdir.
Sümer toplumunu verimliliğe, dolayısıyla sömürüye açmak için, Sümer rahiplerinin ilk iş
olarak tapınak (Ziggurat) inşa etmeleri bu gerçeği çok açık bir biçimde kanıtlamaktadır.
Tarihin bilinen ve etkisi halen süren toplumsal zihni çarpıtma ve fethetmenin orijinal kaynağı
olması açısından da Sümer tapınağı büyük önem taşımaktadır.
Toplumun öz zihniyeti kavram olarak iyi anlaşılmayı gerektirir. İnsanlık daha eline ilk taş ve
sopayı aldığında bu işi düşünerek yapmıştır. Burada içgüdü değil, analitik düşüncenin ilk
tohumları söz konusudur. Deneyim biriktikçe toplumun gelişmesi, özünde bu düşünce
yoğunlaşmasıdır. Bir toplum ne kadar deneyim, dolayısıyla düşünce yoğunlaştırırsa, o denli
yetenek ve güç kazanır. Kendini daha iyi besler, korur ve üretir. Bu süreç toplumsal
gelişmenin ne olduğunu ve neden çok önem taşıdığını açıklamaktadır. Toplum kendini sürekli
105
düşündürdükçe, ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlaki geleneğini, yani kolektif
düşüncesini oluşturur. Ahlak bu nedenle çok önemlidir. Çünkü o toplumun en büyük hazinesi,
deneyim birikimi, ayakta kalma gerekçesi, yaşamını sürdürmesinin ve geliştirmesinin temel
organıdır. Toplum bunu yitirirse dağılacağını, yaşam deneyiminden ötürü çok iyi bilmektedir.
Bu yüzden adeta içgüdü keskinliğiyle ahlakı önemsemektedir. Eski klan-kabile toplumlarında
ahlak kurallarına uymayanların cezası ölümdü ya da toplumun dışına atılıp ölüme terk
edilmekti. Halen çok saptırılsa da, ‘namus cinayet’inin kökeninde bu kurallar yatmaktadır.
Ahlak kolektif düşünce geleneğini temsil ederken, politikanın işlevi biraz daha farklıdır. Daha
çok güncel kolektif işler üzerinde tartışmak ve kararlaşmak düşünce gücünü gerektirir. Güncel
yaratıcı düşünce politika için şarttır. Yine de kaynak olarak, düşünce birikimi olarak ahlaka
dayanmadan ne politik düşüncenin üretilebileceğini, ne de politikanın kendisinin
yapılabileceğini toplum çok iyi bilmektedir. Politika günlük kolektif (toplumun ortak çıkarı)
işler için kaçınılmaz bir eylem alanıdır. İşler konusunda farklı, hatta aykırı düşünceler olsa
bile, tartışma ve karar almaları için şarttır. Politikasız toplum ya başkalarının kurallarını sürü
misali takip eden, ya da başı koparılan tavuk misali zıplayan hayvandan farksızdır. Toplumun
öz düşünce gücü bir üstyapı kurumu değildir; toplumun beynidir. Organları ahlak ve
politikadır.
Toplumun diğer organı, kutsal mekân olarak elbette tapınaktır. Ama bu tapınak hegemon güç
(hiyerarşi ve devlet) tapınağı değil, kendi öz kutsal mekânıydı. Toplumun öz kutsal mekân
arayışı, arkeolojik buluşlarda başköşeyi işgal etmektedir. Günümüze kadar ayakta kalan belki
de tek önemli yapıdır. Bu gerçeklik tesadüfî sayılamaz. Toplumun ilk kutsal mekânı tüm
geçmişinin, atalarının, kimliğinin, ortaklığının temsil edildiği yerdir. Toplu anma, ibadet
yeridir. Kendini hatırlama, yâd etme mekânıdır; geleceğe taşımanın işaretidir; bir arada
olmanın önemli gerekçesidir. Toplum, ne kadar dikkat çekici, görkemli, güzel yaşanmaya
değer yerde inşa edilirse, tapınağın o denli temsil kabiliyeti ve yaşamsal değeri olacağının
bilincindeydi. Dolayısıyla görkemlilik en çok tapınaklarda sergilenirdi. Sümer örneğinin de
yansıttığı gibi, tapınak aynı zamanda üretim araçlarının, emekçilerin depo ve barınak yeriydi.
Yani imece usulü çalışmanın yeriydi. Yalnız ibadet değil, toplu tartışma ve karar yeriydi.
Politik merkezdi. Zanaatkâr yuvasıydı. İcat yeriydi. Mimar ve bilginlerin hünerlerini
denedikleri merkezdi. İlk akademi örneğiydi. İlkçağın tüm kehanet merkezlerinin tapınaklarda
olması tesadüfî değildir. Bütün bu etkenler ve daha yüzlercesi tapınağın önemini ortaya
koymaktadır. Bu duruma da rahatlıkla toplumun ideolojik, zihniyet merkezi demek gerçekçi
olacaktır.
Urfa’daki dikilitaşların ördüğü harabe on iki bin yıl öncesine aittir. Daha tarım devrimi
yapılmamıştır. Ama o taş oymacılığı ve dikiminin anlamı çok gelişkin insanların ve
dolayısıyla toplumun varlığını gerektirdiği açıktır. Kimlerdi onlar, nasıl konuşuyorlardı, nasıl
beslenip çoğalıyorlardı? Düşünce ve adetleri nasıldı? Geçimlerini nasıl temin ediyorlardı? Bu
soruları yanıtlayacak hiçbir iz yoktur. Yalnız dikilitaş anıtı, büyük ihtimalle tapınak kalıntıları
geriye iz olarak kalmıştır. Bugün bile sıradan köylüler o taşları oyup, anlamlı biçimde o yere
çıkararak dikme gücünde olmadıklarına göre, demek ki o insanlar ve toplumları bugünkü
köylüler ve köy toplumlarından geri değillerdi. Buna benzer hususları sadece tahmin
edebiliyoruz. Saptırılmış olsa da, Urfa’nın kutsallığı belki bu tarih ötesi gelenekten bir ırmak
misali süzülüp geliyor. Bu anlamda toplumsal tapınağın varlığını ve önemini tartışmıyorum.
Hegemonik tapınağın varlığını ve işlevinin önemini tartışıyorum.
Mısır rahipleri de en az Sümer örneği kadar hegemonik tapınak oluşumunda rol oynadılar.
Hint Brahmanları onlardan daha aşağı kalmadılar. Uzakdoğu tümüyle daha aşağı kalır
durumda değildi. Güney Amerika tapınakları da hegemonikti. Gençler boşuna kurban
106
seçilmiyordu. Tüm uygarlık çağlarının egemen tapınakları hegemonikti. Orijinalin kopyası
gibiydiler. Toplumun egemenler yararına kullanıma hazır hale getirilmesi bu merkezlerin baş
işleviydi. Tekelin askeri kolu dehşetengiz kelle koparıp kale ve sur duvarlarında kullanırken,
ruhani kolu zihniyet fethiyle aynı işi tamamlardı. Her iki faaliyet toplulukların
köleleştirilmesinde at başı rol oynadı. Biri korku, diğeri ikna üretti. Binlerce yıllık uygarlık
toplumunun bu tarzdaki sürekliliğini kim inkâr edebilir?
Avrupa hegemonik uygarlığı bu konuda büyük biçim değişikliğini sağladı. Özünü ise olduğu
gibi korudu. Toplum üzerindeki devasa ulus-devlet aygıtlarının bununla yetinmeyip en ince
ayrıntılarına kadar toplumun iç gözeneklerini kendine bağımlı hale getirdiği günlük
gözlemlerdendir. Zihniyet oluşum merkezleri olarak üniversite, akademi, daha aşağıda lise,
ortaokul, ilk ve anaokulun verdiği, kilise, havra ve caminin tamamladığı, kışlanın
kesinleştirdiği şey, toplumun kalıntısı kalan zihni, ahlakı ve politik dokularının fethi, işgali,
asimilasyonu ve sömürgeleştirilmesi değil de nedir? Demek ki toplumun ‘kitleleştirilmesi’
sürüleştirilmesidir derken, bazı değerli yorumcular boş konuşmuyorlar. Aynı zamanda
faşizmin toplumuna bu zihin sömürgeleştirilmesiyle gidildiği taze anılarımızdandır. Yakın
tarihin kan banyosu da bu zihin fethinin sonucudur.
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=633
“Kent Meclisleri hemen kurulmalıdır. Bugüne kadar neden önemle üzerinde durulmadığını
anlayamıyorum. Ben art niyetli olunduğunu, dürüst olunmadığını söylemiyorum, böyle olduğunu da
düşünmüyorum ama madem siyasetle uğraşılıyor, o halde bunlar çok iyi yapılmalı, başarılmalıdır. İl
Konseylerini de her yerde kurmalıdırlar. Ben burada barışın gelişmesi için çok çaba sarf ediyorum. 12
yıldır bunları defalarca dile getiriyorum. Bugüne kadar büyük bir emekle yoğun bir çabayla bu noktaya
getirdik fakat dışarıdakiler çözüm konusunda çok çaba sarfedemiyor, yol alamıyorlar. Sürekli benden
bekleniliyor. Gidilen her yerde halk ayağa kalkıyor ama bu değerlendirilemiyor. Halkın öncülüğü
yeterince yapılamıyor. Halkın ne istediği de bellidir. Halk kendi hakları için güvence istiyor. Yöneticiler,
bu işi yürütenlere düşen halkın istediklerini, Kürtlerin istediklerini bir siyasi forma sokmak ve bunu
kamuoyuna sunmak, hükümete, devlete sunmaktır. Bunlar bile iyi yapılamıyor.”
107
1071 TARİHİ DEVRİMDİR
“1071, Kürt-Türk ittifakı için çok önemli bir tarihtir, devrim niteliğinde bir ittifak söz konusudur. O
dönem Kürtler, Güney'de sıkışmış ve tehlikeyle karşı karşıya. Türkler de Batı'da sıkışmış, zor durumda.
Ve her iki güç, Türkler ve Kürtler ittifak yapıyorlar Bizans'a karşı. Bu ittifak aslında bir devrimdir. Ve bin
yıllık bir ittifak olan bu ittifak, kardeşliğin de başlangıcı olmuştur. Bugün de gerçekleştirmek
istediğimiz Türk-Kürt kardeşliğidir. Bu kardeşliğin, bu ittifakın bugün demokratik bir şekilde
gerçekleşmesini istiyoruz. Benim bu konuda yeni ve önemli bir tespitim var. Avrupa'da 1789'la
başlayan bir demokratik ulus devrimleri var. Bu devrimler başta demokratik ulus devrimleri şeklinde
ortaya çıktı. Ancak burjuvazi, biraz da masonik öğeler, bu devrimleri amacından saptırarak ulus-
devlete dönüştürdüler. Yani bu, devrim içinde bir karşı-devrimdir. Uluslar batıda demokratik
devrimlerini gerçekleştirme yoluna gittiler ancak burjuvazi ve diğer güçler bir karşı devrimle bunu
dönüştürdüler. Daha sonra batıda Hitler gibi yönetimler çıktı. Avrupa günümüzde bu ulus-devleti
aşarak yeni bir yapılanmaya gitti.”
“Avrupa Birliği ulus-devleti sınırladı. Bu önemli. Ulus-devletin sınırlandırılması çok önemli. Bu belki
devrim yoluyla gerçekleşmedi fakat evrimle gerçekleşti. Avrupa Birliği ulus-devleti sınırlamadan yol
alamayacağını, ilerleyemeyeceğini anladığı için ulus-devleti sınırlama yoluna gitti. Son 60 yıldır
Avrupa'da hiç savaş olmaması, ulus-devletin sınırlanmasının bir sonucudur. Avrupa ulus-devlet
nedeniyle 25 yılda iki büyük dünya savaşı yaşadı, ulus-devlet sınırlanmasaydı yenidünya savaşları
gerçekleşebilirdi. Ortadoğu'da ise, ulus-devlet sınırlaması yoktur. Bu nedenle de bugünkü kötü
durumundadır. Saddam Hüseyin'i doğuran Ortadoğu'daki ulus-devlet yapısıdır. Ortadoğu'nun
demokratikleşebilmesi için ulus-devletin mutlaka sınırlandırılması gerekmektedir. Yine İsrail, Filistin,
Hamas devleti, Arafat'ın devleti, Afganistan'da Taliban savaşları, bunların hepsi Ortadoğu'daki ulus-
devletin sonuçlarıdır. Marksizm'in uluslara, ulus-devlete ilişkin çok önemli yanlış yaklaşımları oldu. O
dönem Kropotkin, Bakunin işçi sınıfına uluslara, ulus-devlete daha doğru yaklaşımlara sahipti.
Marks'ın bu konudaki tezleri çöktü, Kropotkin ve Bakunin'in tezleri daha doğru çıktı.”
“Yüksekova eskiden en geri kalmış bir yerdi ama şimdi nasıl en gelişmiş ve ileri bir yer haline geldi!
İşte bu, örgütlenme ve kolektif yaşamla başarılabilir. Halk istedi mi yapamayacağı, başaramayacağı
şey yoktur. İşte Yüksekova, Hakkari de öyledir. Her yer, Yüksekova'yı örnek almalıdır. Yüksekova halkı
her şeye hazır, yüzde 99'u hazır ama lider eksikliği var. Her yer Yüksekova gibi olmalıdır. Yüksekova
gibi birkaç yer daha olsa çözüme daha daha çok zorlarız, çözüm daha hızlı gelişir. Bizim yapmak
istediğimiz demokratik ulusun inşaasıdır. Yani Kürtlerin yapmak istediği şey, demokratik bir ulus
projesidir. Demokratik ulusu her yönüyle inşa etmek istiyoruz. Demokratik ulus anlayışımız tamamen
halka dayalıdır. Demokratik özerklik ise demokratik ulus projesinin politik ifadesidir. Bunun politik
açıklamasıdır. Demokratik özerkliğin bütün unsurları birlikte ele alınmalıdır. Böylece yanlış
anlaşılmaların da önüne geçilmiş olunur. Tek tek ele alınınca yanlış anlaşılıyor. Sanırım medyada
tartışılıyor yanlış anlaşılıyor, öz savunma gücünden bahsediliyor. Bu sadece demokratik özerkliğin bir
ayağıdır. Diğer ayakları da var, ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal, hukuksal vb. boyutları da vardır. Bir
bütün olarak ele alınmalıdır. Özsavunma çalışmalarına da hız kazandırılmalıdır. Kırsalda-köyde kendini
108
koruyabilirsin ama şehirlerde nasıl koruyacaksın! Türkiye'de hastalıklı bir aydın anlayışı var. Bu 12
Eylül'ün, 12 Eylül faşizminin getirdiği sorunlu bir aydın anlayışı var, bu anlayış kanser gibidir.
Aydınların bundan kendilerini uzak tutmaları gerekir.”
Demokratik özerklik projesi halkla paylaşılmalı, halkla tartışılmalıdır. Yapılan her toplantının sonuçları
halka sunulmalıdır. Halk kendi görüşlerini kendi taleplerini belirtir, sunar. Demokratik özerklik
konusunda halk toplantıları yapılmalı. En az beş milyon kadar insan bu şekilde bilgilendirilmelidir.”
http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=37277 (11-12-2010)
109