You are on page 1of 7

KURAN HAYATIN DİLİYLE KONUŞUR.

İNTAK (KONUŞTURMA) SANATI VE İNTAK SANATININ ÖZELLİKLERİ

Cansız varlıkların ve insan dışındaki canlıları şahsiyet kazandırıp onları konuşturmaya


intak denir.
İnsan dışındaki varlıkları konuşturmaktır. Her intak sanatında teşhis sanatı vardır; ancak
her teşhiste intak sanatı yoktur.
Unutmayalım: İntak sanatının olduğu her yerde doğal olarak teşhis(şahıslaştırma) sanatı
vardır.

İntak Örnekleri:

*Mor menekşe: ’’Bana dokunma;’’diye bağırdı.

*Minik kuş:’’Anne beni rüyalar ülkesine götür.’’diye yalvarıyordu.

*Sabahleyin kozasından bakan gelincikler sorar bu dünyaya


-Ne dersin?
Kanatlanıp uçalım mı?
Çiçek olup açalım mı?

*Deniz ve Mehtap sordular seni: Neredesin?

*Maymun şunu anlatmak istemişti fikrince:


Boşa gitmez kötüye bir ceza verilince.

*Dal bir gün dedi ki tomurcuğuna:


İçimde kanayan yara gibisin.

*Ey benim sarı tamburam!


Sen ne için inilersin?
İçim oyuk,derdim büyük
Ben onunçün inilerim

*Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,


Minicik gövdeme yüklü Kaf dağı.

Düşünür ağaçlar aylarca gelecek baharı


Çevre yanın lâle sümbül bürümüş
Gelin olup süslendin mi yaylalar
Öldüğü gün gök ağlamıştı.
Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarım aşikar etme
Lâl olsun dillerin söyleme yada
Garip bülbül gibi âh ü zâr etme
Sordum sarı çiçeğe
Annen baban var mıdır
Çiçek eydür: -Derviş baba,
Annem babam topraktır
Gördü bir bal arısın sivrisinek
Dedi böyle ona fahreyleyerek:
Var mı bir bencileyin nefs-i nefis
Adam elini uzattı; tam onu koparacağı sırada mor menekşe: “Bana dokunma”diye bağırdı.

Edebiyatta bir anlatım tekniği olarak kullanılan “ ‫ ققققققق‬İntak” [konuşma yetisi olmayan bir
şeyi konuşturmak]” sanatı ile Kur’an’a söylettirilmiştir. Kuranda intak sanatı bir yapının özelliğini
anlatmak için; o yapının konuşturulmasıdır. Şiirlerin ana temasını oluşturan intak sanatı ile
Kurandaki benzerlik aynı olup, Kuran bir şiir değildir. Bu yapı bizim olayları daha iyi anlamamız için
bir kolaylaştırmadır. Ama anlayana…………………….

“Allah’ın meleklerle konuşması” ise metafiziği kavratma amaçlı olduğu için teşhis (kişileştirme) ve
intak (dile getirip konuşturma) anlatım sanatları kullanılarak yapılıyor.

Allah’ın melekler ve iblisle konuşması sembolik olup aslında ortada Allah’tan başka kimse yoktur.
Allah bir takım olay ve durumları kişileştirmekte, sonra da kişileştirdiğini dile getirip
konuşturmaktadır. Aksi halde Allah’a yer, zaman, mekan, meclis biçmiş oluruz.(ki bunlardan
münezzehtir.) Dağları, yeryüzünü, insanın iç dünyasını, vicdanını (ahd-i misak ayeti), ellerini,
derilerini dile getirip konuşturması veya güneşi, ayı, yıldızları vs. dile gelip konuşmaya çağırması da
böyledir. Bunlar metafiziği kavratma amaçlı yerlerde böyle olup Kur’an’da örnekleri çoktur. Fakat
örneğin kıssalar böyle değildir. Onlara da toplumsal gerçekçi öykülendirme diyoruz. (Toplumsal
gerçekçi öykülendirme ile gerçeküstücü öykülendirme şeklinde ikiye ayırarak ele alınır.

MELEK KAVRAMI:

Melek, malik, mülk, melik, melekut, malikane, mülkiyet vb kavramlar hep aynı kökten türeyen ve
benzer şeyleri vurgulayan ifadeler...

MLK sözcüğünün benim Kuran'dan izlediğim anlamı "yet(mek)" yükleminden türeyen, yetki, yetke,
yetişmek, yetişen gibi ifadeler...

Klasik anlamda meleğin bir insan, cin gibi bir varlık olarak düşünülmesinin temelinde
* ikişer, üçer, dörder kanatlı(cenah)olmalarından bahseden ayet.

İsra-24 Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat(cehah) ger ve: "Rabbim!


Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!"
diyerek dua et.

* "O'nun arşını sekiz yüklenmiştir" anlatımında "meleklerin" montajlanmış olması

* Adem olayında konuşmaları, itiraz etmeleri, akıl yürütmeleri vb ifadeler

Özellikle Adem olayında meleklerin konuşması, itirazı, akıl yürütmesi, secde etmeleri tipik eylemler
olarak görülmüştür ve meleklerin insan gibi başka bir tür varlık olmaları sonucunu doğurmuştur.

Oysa dağlara ve taşlara emanet teklif edildiğinde onlarda ölçmüş, tartmış, itiraz etmiş, yükü almamış
fakat secdelerine devam ederek koşulsuz kendilerine bildirileni yapmaya devam etmişlerdi ve
ediyorlarda...

Yer ve gökte insan gibi bir tür varlık mı?


Kuran'da karıncadan göklere kadar konuşmayan bir şey var mı?

Yani Adem olayında kafalara kazınmış olan klasik cematin ortasındaki ademe secde sahnesi melek
anlayışının önündeki en büyük tabudur.

Melek "OL emri yerine gelirken kullanılan her türlü materyal, malzeme, emir, olgudur"
Yani Allah'ın "OL" emri ile olan herşeyin temelinde "MLK" vardır.
Kaba bir tabirle yaratıcının yaratma vasfının işleme/işlenme olgusu MLK'tir...

Bu anlamda, Ademe edilen secde üzerinde dikkatle bir kere daha düşünmek gerekiyor ki melek
kavramı açılabilsin...
Kur’an melek diye güç sahibi olmayı kastediyor. Allah’ın melekleri, Allah’ın güçleri demektir.
Rüzgar, fırtına, gök gürültüsü, yağmur gibi tabiatta varolan kuvvetler… Tabiatta varolan bir takım
işlevsel fonksiyonlar… Hatta insanın bir takım ruhi ve psikolojik durumları… Peygamberimizin “Gök
gürültüsü (ra’d) meleklerden bir melektir” (Tirmizi; Tefsir 13, Kurtubi; 2/19 tefsiri) demesi bunu
gösterir.

Dolayısıyla Kur’an’da bu kökten gelen kavramları tasnif edersek: Mülk güç, melik güç sahibi (özne),
meleke güç fiili (yüklem), melek fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi), melekut da fiil/yüklem alanı veya
sahası oluyor. Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların
tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların
mihverinde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…

Kur’an der ki: “Rabbiniz gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra görkemli egemenliği ile iş ve oluşu
çekip çeviren Allah’tır. Bu yaratma İKİNCİSİ OLMADAN yalnızca kendisinin iradesi iledir. İşte
Rabbiniz Allah budur. Şu halde O’na ibadet ediniz. Bu zihin tutulması neden?” (Yunus; 10/3)

Yani: Allah gökleri ve yeri, O’nunla birlikte/O’na yardım eden ikinci bir aracı (şefi’) olmaksızın, tek
başına yaratmıştır… Ayetteki şefi’ bu bağlamda “ikinci” anlamına geliyor. Çünkü ahirette
günahkârlara şefaatçi bulunup bulunmayacağı değil; göklerin ve yerin yaratılışı anlatılmaktadır.
“Allah bu yaratmayı yaparken (halen de yaratıyorken çünkü yaratma sürüyor) yanında ikinciler veya
yardımcılar, aracı tanrılar, yarı tanrılar, tanrısal melekler vs. var mıydı?” gibi bir soruya cevap
verilmektedir.

Çünkü eski dünya dinleri bir yüce tanrıdan başka ikinci, üçüncü alt tanrılar, yarı tanrılar, cinler, ifritler,
tanrının yaratmada yardımcısı melekler anlayışı ile doluydu. Tanrı yaratmayı direk kendisi yapmaz,
onlara havale ederdi. Bir kralın ülkesini oğulları arasında taksim etmesi ve bir çok yetkisini onlara
devretmesi gibi Yahudi muhayyilesindeki “dört büyük melek” anlayışı da buradan geliyordu. Daha
önceki dinlerde yüzlerceyken bunlarda dörde indirilmişti. Kur’an’ın tevhid ilkesi gereği bu, bir tek
Allah’ın doksandokuz, bin, üç bin, beş bin, binlerce ismi, niteliği, melekesi, fonksiyonu, kuvveti
haline getirildi. Çünkü Allah birdir (ehad) ve isimleri, sıfatları ve melekeleri ile bölünmez bir bütündür
(samed)…

Yani Tanrı bir tanedir ve Tanrılık sadece O’nda toplanmış olup O’ndan kimseye geçmez. Yaratmada,
iş ve oluşta kimseyi vekil tayin etmez, bütün her şeyi doğrudan kendisi yapar. Örneğin Yahudi
muhayyilesinde geçtiği gibi bitkileri ve mevsim işlerini Mikail’e, ölüm işlerini Azrail’e, vahiy işlerini
Cebrail’e, kıyametin kopuşunu İsrafil’e havale etmiş değildir. O’nun “şefi”i yoktur. Bütün bunları
direk kendisi yapar…

Bu isimler (Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil vb.) Allah’ın iş ve oluşu (şe’n/emr) meydana getiriyorken ki
melekeleridir. O’ndan gayrı birer ikinci (şefi’) değil. İnsanlar zamanla Allah’ın yapıp edişini, edip
eyleyişini (melekelerini) bu isimlerle ifadelendirmişler.

Cebr-El: Tanrı’nın gücü… Azra-El: Tanrı’nın durduruşu/engelleyişi… Mika-El: Tanrı’nın övülüşü,


tesbihi… İsraf-El: Tanrı’nın soluğu, nefesi… Samu-El: Tanrı’nın işitişi/Tanrı’yı duyan… İsra-El:
Tanrı’nın yürüyüşü/Tanrı ile yürüyen… Rafe-El: Tanrı’nın yüceliği/Tanrı’ya yükselen… Bunların
hepsi İbranice… Böyle yüzlerce isim var. Yahudi isimleri genellikle böyledir.

Adı üzerinde Cebrail Allah’ın konuşma/vayhetme gücünü, Mikail mevsimleri yaratma gücünü, Ezrail
ölüm, İsrafil hayat ve yaşam verme gücünü ifade eden özellikleri/melekeleridir. Bu isimlerin zamanla
Tanrı’dan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklarmış gibi algılandığını görüyoruz. Kur’an yer yer bu
muhayyileye hitap etmekle birlikte dönüştürmüş ve hepsini “tek bir Allah’ın” güzel isimlerinde
toplayarak “Esmau’l-Hüsna”yı getirmiştir. Bu kültürden hareketle Abdullah (Allah’ın kulu), Seyfullah
(Allah’ın kılıcı), Nurullah (Allah’ın ışığı), Nimetullah (Allah’ın nimeti), Lutfullah (Allah’ın nimeti)
vb. Müslüman isimleri doğmuştur.
Demek ki bu isim ve sıfatlar Allah’ın “melekeleri” oluyor. O’ndan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklar
değil; O’nun kendisi de değil; alemde yani tarihte, hayatta, tabiatta ve insanda tecelli eden iş ve oluşu,
yapıp edişi, edip eyleyişi…

Kur’an’ın ilk muhataplarına sorsan bir Allah’a inanırlar ve fakat O’nun “samed” olduğunu kabul
etmezlerdi. Gökte bir tanrıya inanmakla birlikte, O’nun, tanrılığı alt tanrılarla (min dunillah)
bölüştüğünü, paylaştığını düşünürlerdi. İşte samed ilkesi bunu reddediyor. Allah’ın tanrılıkta
bölünmez, paylaşma ve ortaklık kabul etmez bir bütün olduğunu ilan ediyor. Bunun içindir ki özellikle
ilk sureler Allah isminden ziyade O’nun “melekelerine” vurgu yapar. Şunu demek ister: Bir Allah’a
inanmak yetmez, O’nun alemle; tarihle, hayatla, insanla, tabiatla dinamik ilişki içinde olduğuna,
güçleri, isimleri, melekeleri ile aramızda olduğuna da inanacaksınız… Şu halde “Her kim Allah’ın
alemdeki tasarrufunun bin bir çeşit görünümlerine yani “melekelerine” düşman olursa Allah’a
düşmanlık göstermiş olur” ne demek anlaşılıyor olmalı…

Keza “Kim Allah’a; meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman ederse…” de şu
oluyor: “Kim insanla, tarihle, hayatla ve tabiatla iletişim içinde olan Allah’a; alemde tecelli eden
güçlerine (melaiketihi), tarih boyunca gelen elçilerine (rusulihi), kitaplarına/hitaplarına (kutubihi),
gelecekte de (yevmu’l-ahir) hesap soracağına iman ederse… İşte böyle insanlıkla canlı ve dinamik
ilişki içinde olan (hayyu gayyum) Allah’a iman ederse, bilsin ki, kopmayan bir kulpa yapışmış olur ki
asıl iman da budur. Yoksa müşriklerin gökte oturup duran, yarattıkları ile iletişimsiz, yetkilerini alt
tanrılara (dunillah) devretmiş, vurdumduymaz tanrısı o “Gökteki”ne (Mülk; 67/16-17) değil…

Ayrıca mülk, melik, malik, mülkiyet, melek, melekut kavramlarının en detaylı açıklamasını Süleyman
kıssalarında bulabilirsiniz.

* Süleyman'ın duasında kimseye yaraşmayacak "mülk" vardır.


* Süleyman'a herşeyden verilir (min külli şey'in (bu ifadeye dikkat))
* Süleyman'ın muhatabı olan Melike'nin danıştığı kişilere (melei eftun)
* Hüdhüd'ün getirdiği haberde Melike'yi tanımlamasına dikkat "Ona herşeyden verilmiş" (min külli
şey'in)

SORU: Melekler Secde ne zaman ediliyor?


Allah balçıktan bir insan yaratıp ruhunu üflemeden önce melekler bunu biliyor mu? > EVET
Bedenen yaratılmış Adem, Ruhta verilmiş o halde secde edecek ne var?
Bedenleşmiş ve bilgi işleme yeteneğine sahip olmuş bir beşere "bütün evren bütün yapısı ile secde
ediyor"

Secde'nin "otoritenin kabul edilerek o şeyin halkası içerisine girmek" anlamındadır.

* Ailesinin Yusuf'a gelerek, Yusuf'un otoritesini kabul edip onun halkası içerisine girmesi,
* İsrailoğullarının o kente girerken "o kentin otoritesini kabul ederek o halkaya dahil olmaları",
* Ayın, güneşin, yerin göğün, vs. emaneti yüklenmeden otoriteyi kabul edip yaratıcının halkası
içerisine girmeleri vs...

Şimdi burada "melek" kavramı aslında apaçık olarak ortaya çıkıyor .

"Emanet yüklenme" dedik...


Yukarıdaki secde tanımından sonra emanetin ne olduğunu söyleyebilir miyiz?
Secde eyleminde itiraz yok, aykırılık yok koşulsuz kabul ve dahil oluş var. (Tam olarak İSLAM'ın
açıklamasıdır bu aynı zamanda)

Peki, adem olayında secde etmeyen nedir? -> İBLİS


Yani yüklenilen emanet!
Secde edenlerde olmayan şey!

İBLİS NEDİR?
BLS (İblis'in kökü) geçen ayetler

30/12, 6/44, 23/77, 30/49, 43/75, 2/34, 7/11, 15/31, 15/32, 17/61, 18/50, 20/116, 26/95, 34/20, 38/74,
38/75

İblis nedir? Ne demektir? Hiç bu soruyu sordunuz mu?


Maalesef kafalardaki geleneksel, şeytan ve iblis modeli dışında buna yanıt verecek pek az kişi vardır.

BLS kökünden gelen bu sözcük aslında tam olarak "kuruntulu - umutsuzluk" anlamındadır.

Yüklenilen emanet, secde edenlerde olmayan şey, yani iblistir yani "kuruntu-umutsuzluk"
Bu kavram yerine oturtulmadığı içinde Adem sahnesi çelişkilerde ve ütopyalarla dolu bir fanteziler
yığını haline geliyor...

Bunun bir etkisi olarak "Beni azdırmana karşılık onları saptıracağım" ifadesi ters okunuyor. Allah
"kötülük yaratan", "iblisi azdıran" vs gibi saçma ve anlamsız tartışmalarla yoktan çelişkiler yaratılıyor.

Hep İntak sanatının sergilenmesine sahne diyelim; sahneden devam edelim.

Bedenleşmiş ve ruhu almış Adem'e her şey secde ediyor (min külli şey'in) "umutsuzluk-kuruntu"
hariç...

Sahne sürekli tersten okunuyor ve oynattırılıyor. Oysa secde etmeyen "Kuruntu-umutsuzluk"tur ve


bunu yüklenen ademin kendisidir.

Yani sunulan emanet olayı ile bağlamak gerekiyor.


Emanet yere-göğe sunuldu yüklenmediler, sahiplenmediler fakat insan onu yüklendi, sahiplendi.
Doğrusu bu insanın cahilliğindendir.

Buyrun apaçık ortada...


Herşey secde etti ama insan "iblisi" sahiplenerek, tabiri caizse prim yaptırdı... Kuruntu ve
umutsuzluğu sahiplenerek doğal bir sonuç olarak, kan dökücülük, bozgunculuk yapıyor...

Yani iblisi sahiplenerek "ahsenel takvimi" bozan yine insandır.

Sonuç olarak, adem sahnesi ile tür varlık olarak somutlaştırılan "melek" kavramını yine aynı ayetlere
doğru/olması gereken anlamları vererek yıkmalısınız...

İBLİS VE KARİN

KARÎN:

‫ – قرين‬karîn sözcüğü, "yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt [aynı yaşta olan arkadaş]" anlamlarına
gelir. [34–11] Lisanü’l-Arab, c.7 s.340

Türkçedeki "akran" sözcüğü de buradan gelmiştir.

Sözcüğün Âyete göre en uygun anlamı, "yaşıt" anlamıdır. Çünkü karîn olarak nitelenen bu varlık,
Rabbimizin emri ile Yüce Divan'da o kişi aleyhinde tanıklık yaptığına göre, onun ayrılmaz parçası
denecek kadar o kişiye yakın olmalıdır. Ayrılmaz parça konumundaki bir yakınlık ise, o kişi ile
birlikte doğup onunla yaşamayı ve onunla birlikte ölmeyi, yani o kişi ile yaşıt olmayı ifade etmektedir.

Karîn, "İblis"tir. Her kişi İblis'i ile doğar, yaşar ve ölür. Nitekim İblis de mahşere kadar, yani
kişi(insanlık) ile birlikte huzura çıkıp aleyhteki tanıklığını yapıncaya kadar Rabbimizden izinlidir.
Karîn sözcüğü Kur’ân'da, 7'si tekil, 1'i de çoğul hâlde olmak üzere toplam 8 kez geçmektedir. Hem
karîn'i, hem de İblis'i daha iyi anlayabilmek için bu Sûrede geçen iki Âyet dışındaki Âyetlere de
bakmakta yarar görüyoruz:

(Sâffat: 51) Onlardan bir sözcü der ki: "Gerçekten benim için karîn [yaşıt, yakın arkadaş] vardı."

(Zuhruf: 36-38) Ve her kim Rahmân'ın zikrinden yüz çevirirse, Biz ona bir şeytân Mûsâllat ederiz.
Artık o onun için karîndir; [yaşıt, yakın arkadaştır] ve şüphesiz ki onlar, onları yoldan çıkarırlar.
Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihâyet Bize gelince, "Keşke seninle benim
aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı" der. –Öyleyse bu ne kötü bir karîndir! –
[yaşıt, yakın arkadaştır]

(Nisâ: 38) Ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak
için harcayan kimseleri. Ve şeytân kimin için karîn [yaşıt, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir
karîndir!

(Fussılet: 25) Ve Biz onlara bir takım karînler [yakın arkadaşlar] Mûsâllat ettik de onlar kendilerine
önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini güzel gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinn
ve insan toplulukları [herkes] hakkındaki Söz onlar için de hakk oldu. Doğrusu onların hepsi de
kendilerine yazık etmiş olanlardır.

Yukarıdaki Âyetlerde de görüldüğü gibi, bu dünyadaki yaşamında kişiyi yoldan çıkaran karîn, [İblis]
mahşerde yine devreye girecek ve neredeyse inançsız kişinin kendisini suçlamasına bile meydan
vermeyecek şekilde, İşte yanımdaki hazır diyecektir. İnançsızın son bir çırpınışla, yaptıklarının asıl
suçlusu olarak İblis'i göstermesi karşısında da birçok Âyette anlatıldığı gibi kendini savunacaktır:

(İbrâhîm: 22) Ve iş olup bitince şeytân onlara şöyle diyecek:"Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaat
etmişti, ben ise size vaat ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben
sizi çağırdım, siz de hemen geldiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam
siz de beni kurtaramazsınız! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim."
Şüphesiz zalimlere, onlar için acı bir azap vardır!

İnsanın dünyaya gelişinden itibaren onun "karin"i olarak faaliyet gösteren Şeytân [İblis], doğru yoldan
saptırmak için hemen harekete geçip bir ham düşünce üretmekte, önerilen bu kolay davranışları
yaparak cenneti ucuza elde etme fikrini insana "süslü" göstermektedir. Böylece insan, kendisine
yapılan bu tür telkin ve öneriler ile hem Allah'ın bildirdiği dışında bir yolla cennet vadeden
Şeytânların, hem de bu yolu kendisine süslü gösteren beynindeki İblis'in vesveseleri ile karşı karşıya
kalmaktadır. İşte, Rabbimizin kendisine sığınılmasını istediği Şeytân vesvesesi bu ve buna benzer
kuruntulardan oluşmaktadır. Ancak Âyetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, bu sığınma lâfla
olmamaktadır. Zira Âyette "Allah'a sığınırım de!" veya "Allah'a sığınmak istiyorum de!" değil,
“Allah'a sığın!” denmektedir.

O hâlde yapılacak iş, yukarıda da söylediğimiz gibi, insanın kendisini sadece Allah'ın sözlerine teslim
etmesidir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örnek için insan "Cennetin bedeli nedir Ya Rabbi!" diye
Allah'a sığınmak isterse, Allah'ın cevabını Kur’ân'da bulacak ve bu bedelin "mütteki olmak, ebrardan
olmak, malını ve canını Allah'a satmak" olduğunu öğrenerek kendini hem o teklifi yapan yalancı
Şeytânların, hem de beynindeki İblis'in vesvesesinden kurtarabilecektir.

Sonuç olarak insan mutlaka aklını çalıştırmaya yönelmeli ve bu tarz yalanlarla sürekli vesvese veren
Şeytânlardan korunmak için Allah'a, O'nun kitabına sığınmalıdır. Böyle yapmalıdır ki, Âdem ve eşi
gibi hataya düşmesin.

İnsan iblisi sahiplenerek, ahsenel takvim yapısında bir delik açarak kendisini kusurlu kıldı. İnkar
sonucuna ulaşmanın temelinde de bu kuruntulu-umutsuzluk var.

Dikkat edersek elçi ve peygamberlerin hepsinin temel niteliklerinden biride "müjdeleyici" olmalarıdır.
Ve vahiyde "müjdeleme" olgusu çok önemle işlenir. Çünkü insandaki hastalıklı olan şey (kusur) bu ve
bunun panzehiri, tedavisi "umut"...

Rahman'ın kulları yeryüzünde kibirlenmeden yürürler (-ki kibir iblisin temel malzemesi) ve Rahman
kullanırını sürekli "müjde" ile umutlandırır ve tedavi eder...

Umulurki kurtuluşa erersiniz, umulurki bağışlanırsınız vs. ifadelerin temelinde "iblis" kusuru vardır.
Musa'nın yol arkadaşının gemiyi delip kusurlu kılması gibi, bizde iblisi sahiplenerek kusurlu kıldık
kendimizi...

İblisi melekesi ki yapısı cindir(bizim için tanımsız) bizim içimizde mevcuttur, vahy dışında kontrol
altına alınamaz , bu noktada bir şey belirtmek gerekiyor. Bize düşen iblisi reddetmek değil. İblisi
reddetmekte ayrı bir sorun. İblis varsayılan olarak bizimle birlikte önemli olan nokta şu ifade de "Biz
senin bize üflediklerinden uzağız, aldırış etmiyoruz..."

Bizlerin görebildiği, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla kuruntudan, umutsuzluktan uzak olan bir yapımız
var. Geleneksel düşüncelerin vahiyden uzak durmalarının nedenide bu... Anlama umutlarını
yitirmişler veya vesveseler ile engelliyorlar. Bu nedenle de ateşin sayılı günlerde dokunacağını
düşünerek kendilerince bir çözüm sağlıyorlar.

Eğer bu insanlara söz anlatmak ve dinletmek gibi bir düşünceniz varsa hastalık belli (kuruntulu-
umutsuzluk) tedavi belli (umut-müjde)...

Zecharia Sitchin'in 12. Gezegen, Kozmik Tohum gibi kitaplarını incelemesi gerekir ki Zecheria
Sitchin ünlü bir Sümerolog'tur. Kitabın da eski ve yeni ahit ile Sümer kaynaklarını ilişkilendirip bir
analtım çıkarıyor.

Sümer bilgilerinde ve resimlerinde de gök yüzüne ait cisimler güneş etrafında 12 gezegen olarak
resmediliyor vs... Ziguratlar, Annunakiler vs...

Allah, melekler ölüm ötesi ve dünya dışı gibi kavramlar insanlık tarihi kadar eskidir.
Yeryüzünün ilk insanlarıyla birlikte doğru olan inançlar zaman zaman saptırılmış zaman zaman tekrar
doğrultulmuş bir silsile izliyor...

Yaşamın kaynağı olarak dünya dışındaki başka varlıkları işaretleyen bilinen en eski bilgi yine
Sümerlere aittir. Sümer imgelemlerinde de benzer işaretler görmek mümkün. Sümer düşüncesinden
etkilenerek oluşan değişik mitolojik inançlar vardır. Bunların en bilinenleri 12 Yunan tanrısıdır... 12
Yunan Tanrısının hikayesi Sümer metinlerinin efsaneleştirilip bayağı değiştirilmiş kopyalarıdır...
Hititler, Akkadlar, Mayalar, Aztekler, İnakalar, Mısırlılar hep aynı Sümer metninden esinlenerek aynı
hikayeye bölgelerin kültürleriyle tekrardan anlatmışlardır.

İsa'dan sonra 3. yüzyılda yazılan İncil metinlerinde de gökten gelecek tanrının arabalarından (tekerlek)
bahsedilir. Bu yazımın etkisiyle olsa gerek pek çok hristiyan imgelemelerinde kullanılmıştır.

Onun içindir ki ataların izini taşıyan bütün inançlar terk edilmelidir. Tevrat ve İncilin bozulmasındaki
ana neden eski din kalıntılarının Allah’ın dinine geçmesidir. allah atalar dinin her zaman yermektedir.
nebilere yapılan itirazlar ise sadece “BİZ ATALARIMIZDAN BÖYLE ŞEYLER DUYMADIK
GÖRMEDİK” itirazıdır. Kuran ise bu yaklaşıma “ATALARI BİR ŞEY ÜZERİNDE DEĞİL İSE DE
Mİ” der.

You might also like