Professional Documents
Culture Documents
[BİLİNENLER]
SURESİ
Nâs suresi Mekke'de 21. sırada inmiştir. Felâk suresi ile birlikte bir bütünlük arz
etmektedir. Çünkü bu surede de insanların Allah'a sığınmaları gereken şerlerin [zararlıların]
sayılmasına devam edilmiştir.
1-6: “Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü
fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine
sığınırım” de!
Ayetlerin Tahlili
1 - 3. Ayetler:
İnsanların hükümdarına.
İnsanların ilâhına.
Surenin ikinci ve üçüncü ayetleri, birinci ayetin Atf-u beyan'ı [açıklayanı] olup bu
ayete açıklık getirmektedir. Bu üç ayetin daha iyi anlaşılması için ayetlerde geçen sözcükler
üzerinde teker teker durmakta yarar görüyoruz:
Melik
Allah'ın güzel isimlerinden biri olan “Melik”, “hükümdar, kral” demektir. “Melik”
sözcüğü, “Me-Le-Ke” fiilinden türemiştir. “Me-le-ke”, “malik ve sahip olmak [yönetim
gücü]” demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır.
Sahip ve malik anlamında “melik, malik, melîk” kelimeleri kullanılır. Mastarı olan “mülk”
1
veya “milk”, sahip olunan ve üzerinde tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta
bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf öncelikle insanlar, daha sonra da mallar üzerindeki
tasarruftur. Nitekim Yüce Allah için “İnsanların Meliki” denilirken, O'nun insanlar üzerinde
mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir.
Melik ya da malik olma, malik olunan şey üzerinde istenildiği gibi tasarrufta
bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah'tır; çünkü Kur'an'da
mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın
mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Ne var ki, Allah adil, hak ve tek
ilâh olduğu için kâinatta hiçbir dengesizlik ve haksızlık olmaz.
İnsan mükerrem kılınarak yeryüzü ve yeryüzündeki varlıklar kendisinin hizmetine
verilmiş, Allah'ın indirdiği ile yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için yeryüzü mülkü üzerinde
kendisine izafî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki mutlak anlamda bir yetki olmadığı
gibi, insanın keyfine de bırakılmamıştır. Allah'ın yeryüzündeki hayatın gereği olarak çeşitli
biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve çeşitli mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı
insanlar bu meliklik yetkisine hep birlikte sahiptirler. Dolayısıyla herkesin belli bir tasarruf
sahası vardır. Fakat bu tasarruf hiç bir zaman mutlak olmayıp Allah'ın insana tanıdığı alanla
sınırlıdır. Bir anlamda sadece bir emanettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi
olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana
ayrı ayrı değil, insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla tüm insanlığa bildirmiş ve genel
anlamda yeryüzündeki mülkiyetinin bu elçiler aracılığıyla bildirdiği kurallar doğrultusunda
yürütülmesini emretmiştir.
Böylece gerçek Melik olan Allah, yeryüzündeki melikliğini kendi belirlediği sınırlar
içinde ve kendi seçtiği elçiler aracılığıyla bildirdiği kurallara uygun olmak üzere, insanlar
vasıtası ile kullanır. Allah'ın melikliğini yine O’nun belirlediği sınırlar içinde ve emaneten
kullanan insanların görevi, kısmen de olsa kendi tasarruflarına verilen yeryüzünde [Allah'ın
mülkünde], Allah'ın iradesinin hâkim olmasını sağlayacak sistemler kurmak, yöneticiler
seçmektir. Eğer insanlar bu görevi lâyıkıyla yerine getiremezlerse, Yüce Allah, insanların hak
ettikleri özelliklere sahip kişilerin melik/yönetici olmalarına izin vermek suretiyle, yanlış
yapan insanları bu dünyada da cezalandırmış olur. Nitekim Musa peygamber ile uğraşan
Firavun ve İbrahim peygamber ile uğraşan Nemrut, bu tip cezalandırmanın iki tipik örneğini
teşkil etmektedirler.
“Melik” sözcüğünün “hükümdar” veya “devlet başkanı” anlamında kullanılmasına
İslâmiyet'in ortaya çıkışından önce de rastlanmakla birlikte, İslâmiyet'i kabul eden
devletlerdeki hükümdarlar bu unvanı İslâmiyet'ten önceki dönemlerde genellikle
kullanmamışlardır. O zamanlar bu sözcük, yabancı ülkelerin hükümdarlarını ifade etmek için
kullanılıyordu. “Melik” sözcüğü İslâm tarihinde ilk olarak Emevî devletinin kurucusu
Muaviye tarafından kullanılmıştır. Ancak bu sözcük, peygamberimiz yönetimindeki
dönemden [Asr-ı saadetten], Dört Halife [Hulefa-i râşidin] Döneminin sonuna kadar olan
zaman içinde, icra edilen yönetim ilkelerine aykırı bir idareyi akıllara getirdiği için,
Muaviye'nin “melik” unvanını alması iyi karşılanmamış, hatta bazı âlimler tarafından şiddetle
kınanmıştır.
İlâh
Sözlük anlamı “örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk” demek olan “ilâh” sözcüğü,
genelde “ibadet edilen, tapınılan, ululanan” nesnelerin ortak adı olmuştur. “İlâh” sözcüğünün
“ibadet edilen varlık” anlamında kullanılmasının sebebi olarak; bu sözcüğe “ihtiyaçları
gideren, işlenen amelin karşılığını veren, sükûnet bahşeden [huzur, rahatlık veren], yücelik,
hükmü altına alıp koruyan, musibet anında koruyan” anlamlarının yüklenmiş olması
gösterilebilir.
2
İslâmiyet'in saf tevhit akidesi, tapılacak, ibadet edilecek ve ululanacak olanın; kâinatı
ve eşyayı yaratanın, yoktan var edenin sadece Allah olduğunu kabul eder.
Görüldüğü gibi İslâmiyet'teki “Allah” kavramı ile diğer dinlerdeki “ilâh” kavramı
arasında tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer dinlerdeki ilâhlar,
bu dinlere mensup olan insanların korkularının, ihtiyaçlarının ürünü olup insanların isteklerine
göre şekillenmişlerdir. Hüküm koyma özellikleri olmayan ve insanların korkularının,
ihtiyaçlarının ortadan kalkması hâlinde fonksiyonlarını kaybedecek olan bu ilâhlar, insanlarla
birlikte var olup insanlarla birlikte yok olurlar.
Oysa İslâm'da kişi, ilâhını kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinemez. Zira İslâm, ibadet
edilecek ilâhın tek, mutlak yaratıcı [her şeyi yaratan] ve tek hüküm koyucu olduğu esası
üzerine oturtulmuştur. İslâm, insanları işte bu ilâha, yani Allah'a iman ve ibadet etmeye
çağırmaktadır. İslâm'daki ilâh olan Allah, mutlak yaratıcı olduğundan her şeyden önce de
vardır. Varlığı zatı ile kaimdir. Varlığını ayakta tutmak için kendisinden başka hiçbir desteğe
ihtiyaç duymaz ve ebedî olduğu için de insanla birlikte yok olmaz.
“İlâh” sözcüğü Kur'an'da hem “Hak olsun batıl olsun, ayırım yapılmaksızın, insanların
tapındığı varlık” anlamında, hem de “Gerçekten ibadete lâyık olan Hakk mabut” anlamında
kullanılmıştır.
İlâh Edinmek
Yeryüzünde bilgilendirilen ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem'le başlayan tevhit
inancı, gönderilen her peygamberle birlikte devam etmiş ve peygamberimiz ile kemale
ermiştir.
Bütün peygamberler kendilerinden önceki peygamberleri tasdik edici özellikte olan
tevhit yolunda mücadelelerini sürdürmüşler, gönderildikleri kavimleri Allah'tan başka ilâhlar
edinmemeleri hususunda uyararak onları Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır. Ancak
peygamberler bu mücadeleleri sırasında kendilerinin yanında yer alan pek az mümin
bulabilmişlerdir. Hatta bazıları içinde bulundukları toplumun sürekli hakaret ve alaylarına
maruz kalmışlar, yaşadıkları yerden uzaklaştırılmışlar veya öldürülmüşlerdir.
Peygamberlerin uyarılarını dikkate almayan toplumlar kendi inançlarında ısrar
etmişler, kendileri için ilâh olabileceğine inandıkları şeylerin korkulu ve sıkıntılı anlarda
kendilerini koruyabileceğini zannederek Allah'tan başka ilâhlar edinmişler ve onlara
tapınmaya devam etmişlerdir. Kur'an, bu insanları bize şu şekilde tanıtmaktadır:
Meryem 81: Onlar, kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar
diye, Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler.
3
onlar ancak yalandan başkasını söylemiyorlar.
Kasas 88: Allah ile birlikte başka bir ilâha tapma. Ondan başka hiçbir
ilâh yok. …”
4
İnsanların gerçek yaratıcıyı bırakıp kendi elleriyle yaptıkları putları ilâh edinmelerinin
başlangıcı ise Kur'an'da şöyle bildirilmiştir:
Ayette bahsi geçen bu putlar, tarihî belgelerden öğrendiğimize göre, daha sonraları
Arabistan yarımadasının değişik yerlerinde yeniden dikilmiştir.
Eski çağlarda yaşamış, tevhit inancından habersiz kavimler de insan davranışları
gösteren pek çok ilâh edinmişlerdir. Meselâ; Eski Mısır'ın mitolojik dinlerinde, bir kaynağa
göre zaman, bir başka kaynağa göre yeryüzü ilâhı Keb [veya Geb] ile gökyüzü tanrıçası
Nut'un [Neuth, Nuit] evlenmesinden meydana gelen Osiris, kıskançlık yüzünden Seth [Set]
tarafından öldürülerek on iki [ya da on dört] parçaya bölünmüştü. Eski Çin dini olan Sinizm'e
göre tanrı Çang-Ti'nin soyundan gelen Çin hükümdarları, göğün oğulları idi. Hint dinlerindeki
ilâhlar da, her türlü beşerî eksikliklerden uzak değillerdi. Meselâ, gök gürültüsü, yağmur,
fırtına gibi olayların ilâhı olan ve yıldırım ile şimşeği silâh olarak kullanan İndra, çok zalim
ve gaddar bir ilâhtı. Keza Sümerlerin ilâhı olan Marduk, ulûhiyyeti diğer tanrılarla savaşarak
tıpkı insanlar arasındaki krallar gibi elde etmişti. İran dini Mecusîlik'te ise bir kaynağa göre
iyilik tanrısı olan Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen, başka bir kaynağa göre Bilge Tanrı
Ahura Mazda'nın kendi iradesi ile yarattığı ve sonradan iyilik ve kötülük ilkelerine dönüşen
iki ruh Ormazd [Hürmüz] ile Ehrimen, devamlı savaşırlardı. Hangisi galip gelirse ona bağlı
olarak yeryüzünde iyilik veya kötülük galip gelmekte idi. Bugünkü Avrupalıların ataları olan
Keltlerin dininde, insanlar vahşîce ilâhlara kurban edilirdi. Azteklerin, bir kaynağa göre harp
tanrısı olarak kabul ettikleri Çiçli-Puçli, başka bir kaynağa göre ise Savaş ve Güneş Tanrısı
Huitzilopochtli, insan yüreği yemekten hoşlanan zalim ve savaşçı bir ilâhtı. Yahudilerin millî
ilâhı olan Yehova [YHVH, YAHVE, YeHoVah], kendi kavmi olan İsrailoğullarının dışında
kalan kavimlere karşı son derece zalim ve gaddardı. Bunların yanında Eski Yunan'ın mitolojik
Olimpos tanrılarını da unutmamak gerekir. Ayrıca orta Asya Türklerinin çeşitli nesneleri,
özellikle kendilerini kurtardığına inandıkları bir kurdu nasıl ilâhlaştırdıkları bilinmektedir.
[İslâm Ansiklopedisi ve Ana Britannica]
Bugünkü Batı dünyası, Yunan ve Roma çoktanrıcılığını, ismi dışında her şeyi ile
aynen almıştır. Batı dillerinde ilâh karşılığı olarak kullanılan kelimeler [İngilizce “God”,
Almanca “Gott”, Fransızca “Dieu”, İtalyanca “Dio”], temelde Yunanca Theos ve Lâtince
Deivo kelimelerine, bu kelimeler de Yunan mitolojisinin insan şeklindeki tanrı anlayışına
dayanmaktadır. Eski Yunan'dan kaynaklanan ve genellikle beşerî zaaf ve eksiklik taşıyan bu
ilâh anlayışı, önce Roma'ya, oradan da Hıristiyanlığa geçmiş ve İsa ile Meryem heykelleri,
mabetlerin vazgeçilmez putları hâline getirilmiştir.
Görüldüğü gibi İslâm ile diğer dinlerin ilâh anlayışı birbirinden çok farklı olup İslâm
dışındaki dinler, saf tevhide ve tevhitte var olan her şeyden arındırılmış Allah anlayışına bir
türlü yaklaşamamışlardır. Bu dinler İslâmiyet'in ilâh anlayışına kavram olarak
yaklaşamadıkları gibi isim olarak da yaklaşamamışlar, ilâhlarına “Tanrı”, “Rab”, “İlâh”,
“Huda”, “Çalap” gibi isimler vermişler ama “Allah” ismini hiç vermemişler, belki de
verememişlerdir.
İslâmiyet'teki ilâh inancı, 3. ayetin bildirdiği gibi, O'nun sadece Müslümanların değil,
tüm insanların ilâhı olduğu gerçeğine dayanmaktadır.
5
“Rabb” sözcüğünün “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun
olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten” anlamına geldiği ve
“Yaratıcı”, “ilâh” gibi kavramlarla karıştırılmaması gerektiği daha önce ifade edilmişti. Yüce
Allah da bu surenin 1. ayetinde “insanların Rabbine”, 3. ayetinde de “insanların İlâhına”
ibarelerini aynı cümle içinde kullanmak suretiyle “Rabb” ve “İlâh” sözcüklerinin farklı
anlamlar taşıdığını göstermiştir.
Hiç şüphesiz Allah bütün varlıkların Rabbidir. Fakat görüldüğü gibi, ayette
“Rabbünnas/insanların Rabbi” denilmiştir. Bunun nedenleri hakkında şunlar söylenebilir:
- Evrende yaratıkların üstünü insanlardır.
- Burada sığınması emredilen, insanlardır. İnsan bu suredeki ifadeler ile sığınma
yaptığı vakit “Ey Rabbim, Ey İlâhım, Ey Melikim sana sığınıyorum” demiş olur.
- Buradaki sığınma, insanların göğüslerindeki [kalplerindeki, zihinlerindeki] vesvese
veren “hannas”ın şerrinden sığınmadır. “İnsanlara vesvese veren hannasın şerrinden,
insanların işlerine hâkim olan Rablerine sığınırım. O Rabb, insanların ilâhıdır, mabududur”
denilerek yapılan bir sığınmadır. Bu sığınma, tıpkı bir kölenin, tehlikeye maruz kaldığında
hizmetinde bulunduğu velisine yönelip yardım istemesi gibidir.
Dikkat edilirse, Rabbimiz Felâk suresinde sığınılması gereken dört şey için tek bir
sıfatını zikretmişti. Burada işin ciddiyetine binaen sığınılması gereken tek bir şey için üç
sıfatını zikretmektedir. Buradan da “hannas”ın insanlara ne derece zarar verebileceği
anlaşılmaktadır.
4 - 6. Ayetler:
Vesvâs
Vesvese “alçak bir sesle, fısıltı ile gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme
yöneltmek” demektir. Kur'an'da bu sureden başka A'râf suresinin 20. ayetinde, Kaf suresinin
16. ayetinde ve Ta Ha suresinin 120. ayetinde geçmektedir.
Hannâs
“Hannas” sözcüğü, “hunus” kökünden türemiş mübalâğa ism-i faili olup, “Çok sinsi,
gizlenen, gizlilik siyaseti güden” anlamındadır. Bu sözcüğün farklı bir kalıbı olan “hunnes”
sözcüğünü Tekvir suresinin 15. ayetinde görmüştük.
“Hannas” sözcüğünü “gizli düşman, derin düşman” olarak da ele alabilir ve buradan
yola çıkarak bu gizli düşmanı iki grupta inceleyebiliriz:
6
- Birinci grup gizli düşman, içimizdeki gizli düşmandır. Bu bizim içimizdeki
şeytanımızdır; ham düşüncemiz, İblistir. Yani hevamızdır, kötü huylarımızdır, egomuzdur,
nefsimizdir. Nitekim Rabbimiz bunu bize şöyle bildirmiştir:
En'âm; 112, 113: Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını
düşman kıldık. Ki dünya malına aldanmak için bunların bazısı
bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde
bulunup fısıldar]. Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı.
Öyleyse onları bırak, uydurdukları şeyleri de. Ahirete
inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun
olsun ve de yapmakta olduklarını yapsınlar diye de.
Ayette geçen “vahyeder” sözcüğü, “gizli gizli, sinsi sinsi telkinde bulunur, bilgi verir”
demektir. Tam karşılığı olmasa da “fısıldar” diye de açıklanabilir. Aynı sözcüğü 121. ayette
de görmek mümkündür.
En’âm suresinin 112. ayetinden anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin açık ve gizli
düşmanları vardır. Bunlar birbirleriyle gizli gizli iş birliği yapmaktadırlar. Birbirlerine
cazibeli sözler öğretmektedirler. Bu sinsi plânlarının gerekçeleri ise şunlardır:
- Dünya malına, menfaatine aldanmak: Çünkü onlar toplumun asalakları olup dünya
malına her şeyin üstünde değer vermektedirler. Peygamberler ise onların düzenlerini
bozmakta, çıkarlarına engel olmaktadırlar.
- Ahirete inanmayanların [henüz Müslüman olmamışların] kalplerini Kur'an'a
alternatif olarak ürettikleri süslü sözlere yöneltmek.
- Bu sözlerle ahirete inanmayanları [henüz Müslüman olmamışları] memnun etmek.
7
- Böylece işlemekte oldukları suçu işlemeye devam ederek dümenlerini döndürmek,
gemilerini yüzdürmek, saltanatlarını sürdürmek, sömürü düzenini devam ettirmek. Kısaca
çıkarlarını devam ettirmek.
Bu sinsi şer yöntemlerinden biri de çağımızda icat edilmiş olan “Subliminal
Advertising” yöntemidir. Bu deyim Türkçe'ye “Bilinçaltına Gömülen/İşlenen Reklâmlar” diye
çevrilmektedir.
Bu tip reklâmlara ve imgelere maruz kalanlar, gerçekte bilinçli algı seviyesinin çok
altındaki uyarıcılara maruz kalmaktadırlar. Bu tip uyarıcıların insanlar tarafından algılandığını
kanıtlayan en önemli deney 1957 yılında James M. Vicarı tarafından yapılmıştır. Kısaca
anlatılacak olursa; bir filmi izleyen deneklere “kola için ve patlamış mısır yiyin” yazıları her 5
saniyede bir ve saniyenin 1/3000'i gibi kısacık sürelerde gösterilmiş ve sonuç olarak kola
satışlarının %18.1, mısır satışlarının ise %57.5 oranında arttığı gözlenmiştir.
Bir araştırmaya göre bu tip mesajlar kişilerin ilgi alanına girmeyen konularda
uygulanınca sonuçsuz kalmakta, meselâ koladan nefret eden kişiler bu şekilde
güdülenememektedir.
Sigarayı bıraktırma, çevreyi koruma kampanyaları gibi olumlu amaçlar için
kullanılabilen bu yöntem, olumsuz amaçlar için de kullanılabilmektedir. Meselâ bu yöntemle
“annenize saldırın” mesajı alan deneklerde depresif hâller oluştuğu gözlenmiştir. Etkilerinin
kısa süreli olduğu deneylerle anlaşılmış olan bu yöntemle yapılan reklâmlar, bazı ülkelerde
ahlâkî gerekçelerle yasaklanmıştır.
Cinn
Bu sure vasıtası ile Kur'an'da yeni tanıştığımız bir diğer kavram da “cinn” kavramıdır.
Ancak “cinn” kavramının iyi anlaşılabilmesi için, bu kavramla birlikte, aralarındaki yakın bağ
dolayısıyla, “ins” kavramına, “ins ve cinn” ifadesinin ne anlama geldiğine, daha sonra da
kısaca “şeytan” ve “İblis” kavramlarına değinmek gerekmektedir.
“Cinn”, halk kültüründe “İnsan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca
işçi gibi çalıştırılan, olağanüstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpan, istediklerine zarar
veren, erdirici, yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık” olarak
bilinmektedir.
“Cinn” sözcüğü “cenn” kökünden türemiş bir sözcük olup sözcüğün asıl anlamı “bir
şeyi duyulardan saklamak”tır. Arapça'da “Cennehülleylü [gece onu örttü], ecennehü [onu
örttürdü], cenne aleyhi [üzerine örttü]” şekillerinde kullanılır. Nitekim Kur'an'da, İbrahim
peygamberi konu alan bir pasajda “felemma cenne aleyhilleylü [ne zaman ki gece kendisini
sakladı, yani iyice karanlık çöktü]” şeklinde yer almıştır (En'âm; 76).
Aşağıdaki sözcükler de “cenn” kökünden türemiştir:
Cennet: “Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer” demektir.
Cinnet: “Aklı, fikri saklanmak, delirmek” demektir.
Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
Cünnet: “Savaşta kullanılan kalkan”; kişiyi oktan mızraktan sakladığı için bu ad
verilmiştir.
Netice olarak bütün eski ve yeni sözlüklerde “İnsanın beş duyusuyla kavrayamadığı,
algılamaya kapalı, mevcudiyeti kesin olan varlıklara veya güçlere cinn dendiği” yer alır.
Kur'an bu sözcüğü “mikrop, elektrik, mıknatıs, ışın, radyasyon, ajan [casus], yabancı,
kimliği belirsiz kimse” anlamlarında kullanmıştır. Bu kullanımların detayı Cinn suresinin
tahlilinde karşımıza çıkacaktır.
İns, İnsan
8
“İnsan” sözcüğü, “fi'liyan” kalıbında olup “ens” sözcüğünden türemiştir ve aslı
“insiyan”dır.
Sözcük anlamı “beş duyu ile hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki
kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demektir.
Sözcüğün anlamı bu olmasına ve evrendeki tüm görünebilen varlıkları kapsamasına
rağmen bu sözcüğün sırf insana isim olarak verilmesinin nedeni, insanın yaratılışı itibariyle
karşılıklı ünsiyete muhtaç oluşudur. Yani insanın sosyal bir varlık olması, başka varlıklar ile
ve özellikle de insanlar ile ilişki kurmadan yapamamasıdır.
İbni Abbas gibi bazı tefsirciler “insan” sözcüğünün “nisyan” sözcüğünden türemiş
olduğunu ve insan verdiği sözleri unuttuğu için bu isimle isimlenmiş olduğunu söylemiş
olsalar da, bu görüş hem dil bilimciler tarafından itibar görmemiştir, hem de Kur'an'daki
kullanımına terstir.
“İns ve Cinn”
Cinn konusu kapsamı içerisinde, hassas ve Kur'an'ı doğru anlamak için çok önemli
bulduğumuz bir noktayı açıklamak zorundayız. Bu mesele “ins” ve “cinn” sözcüklerinin “ins
ve cinn” şeklinde bir arada ve bir takım hâlinde kullanılmasıdır. Bu birleşik ifade genellikle
“İnsanlar ve Cinler” olarak çevrilmektedir. Hâlbuki bu birleşik ifadelerde sözcüklerin anlamı
farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.
Bu durumu, Kur'an'dan örnek vererek açıklamakta yarar vardır:
- Mağrib [batı] ve meşrik [doğu] sözcükleri, “batı-doğu” şeklinde söylendiğinde
anlam, sadece iki yönü kapsamaz, bütün yönleri kapsar. Örnek olarak Müzzemmil suresinin 9.
ayetinde “Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağribi [Doğunun, Batının Rabbi]” ifadesi, sadece doğu ile
batıyı anlatmayıp tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Bu da “Allah her yerin
Rabbidir” demektir. Bu iki sözcüklü birleşik ifade ile ilgili diğer örnekler şunlardır: Nur 35,
Bakara 115, 142, 177, Şuara 28, Rahman 17.
- Dünya ve ahiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman “her yer ve her zaman”
anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur'an ayetleri şunlardır: Bakara 217, 220, Âl-i
Imran 22, 45, 56, Nisa 134, Tövbe 69, 74, Yunus 64, Yusuf 101, Hacc 15, Nur 14, 19, 23 ve
Ahzab 57.
- Yaş, kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman “her şey, her ne varsa”
anlamını içerir. Örneğin En'âm suresinin 59. ayetindeki “… Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki,
apaçık bir kitapta bulunmasın” ifadesi sadece yaşı ve kuruyu değil, canlı veya cansız her şeyi
ifade etmektedir.
- Sabah, akşam sözcükleri de Kur'an'da farklı ifadeler içinde sıkça yer almakta ve
“daima, her zaman” anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili ayetler de şunlardır: A'râf
205, Ra'd 15, Nur 36, Mümin 46, 55, En'âm 52, Kehf 28, Meryem 11, 62, Fetih 9, Furkan 5,
Ahzab 42, İnsan 25, Âl-i Imran 41.
Görüldüğü gibi, birbirinin zıt anlamlısı olan sözcükler birlikte bir kalıp hâlinde
kullanıldığında, kalıbın anlamı sözcüklerin özel anlamlarından farklılaşmakta,
zenginleşmektedir.
Konumuz olan “ins ve cinn” kalıbında da durum aynıdır. Kalıbı oluşturan sözcüklerin
anlamlarına bakıldığında, “cinn”in algılanamayan varlık, “ins”in ise algılanabilen varlık
olması dolayısıyla, “cinn” ve “ins” sözcüklerinin birbirlerinin karşıtı olan sözcükler olduğu
görülmektedir.
Bu karşıtlık, “insan” ve “cin”in yaratılışları konusunda bizi bilgilendiren Kur'an
ayetlerinde de görülmektedir:
Rahman; 14, 15: O, insanı [görünen, bilinen varlıkları] pişmiş çamur gibi
9
kuru balçıktan [değişken bir maddeden] yarattı. Ve cannı
ateşin dumansızından [enerjiden] yarattı.
Hicr; 26, 27: Ve hiç kuşkusuz biz, insanı [görünen, bilinen varlıkları]
çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan [halden hale giren bir
maddeden] yarattık. Ve cannı daha önce, en ince delikten bile
geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden [engel tanımayan
enerjiden] yaratmıştık.
Zariyat 56: Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca, bana ibadet/kulluk etsinler
diye yarattım.
İsra 88: De ki: “İns ve cinn [herkes], bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya
koymak için bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı olsalar,
yine de, onun benzerini, ortaya koyamazlar.”
Rahman 56: Orada daha önce ins ve cinn dokunmamış [hiç kimse
tarafından el ve göz değdirilmemiş], bakışlarını eşine
dikmiş eşler vardır.
Bu konudaki diğer örnekler şunlardır: En'âm 112, 130, A'râf 38, 179, Fussilet 25, 29,
Ahkâf 18, Neml 17, Rahman 39, 74, Nass 6, Hud 119 ve Secde 13.
Şeytan
Şeytan Kur'an'da kötülüğün sembolü olup kötülük ve şer telkin eden her şey “şeytan”
olarak isimlendirilir. Kötülük telkin eden bir insana “şeytan” dendiği gibi, kıskançlık, öfke
gibi kötü duygulara da “şeytan” denilmiştir. Dolayısıyla şeytan görünmez ve müstakil bir
varlık değildir. Kur'an'dan uzak kalmış halk kültürü şeytanı bağımsız, görünmez, insanların
başına musallat edilmiş bir düşman varlık olarak benimsemiştir. Aslında Kur'an ile yakın olan
bir kimsenin şeytanı böyle bir varlık olarak anlaması ve kabul etmesi mümkün değildir.
Çünkü Kur'an, aşağıdaki ayette görüldüğü gibi insanlara da “şeytan” demiştir:
10
“Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve
ben de sizin yardımcınızım” demişti. Ne zaman ki, iki topluluk
birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve
“Şüphesiz ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi
görmekteyim, ben Allah'tan da korkmaktayım” dedi. Allah
sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”
Görüldüğü gibi Kur'an, insanlarla içlerinden biri olarak konuşan bir insandan “şeytan”
olarak bahsetmiştir. Bu ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliği hakkında tarihî bilgiler
ve tüm rivayetler aynı bilgiyi vermektedir. Ne var ki, şeytanı mutlaka bağımsız ve görünmez
olarak görmek isteyen bazı eski tefsirciler, ayette şeytan olarak nitelenen kişinin aslında o
kişinin kılığına girmiş şeytan olduğunu ileri sürmüşlerdir. İttifakla “şeytan”ın, kılığına girdiği
söylenen kişi Ben-i Kenâne kabilesi, Müdlic oğullarından Sürâka b. Mâlik b. Cu'şum'dur.
Mekkelilerin Bedir yenilgisini, Sürâka'nın ayette belirtilen davranışına bağlamaları karşısında,
eski tefsirciler, Sürâka'nın savaşa gitmediğini hatta savaştan haberi dahi olmadığını, ayette
sözü edilenin ise Sürâka kılığına girmiş “şeytan” olduğunu söyleyerek yukarıdaki ayette
geçen şeytanı kafalarındaki “şeytan” anlayışına uydurmaya çalışmışlardır. Oysa iddialarını
dayandırdıkları ihtimal [Sürâka'nın savaştan habersiz olma ihtimali], inanılması mümkün
olmayan ve mantıksız bir ihtimaldir. Çünkü birkaç bin hanelik bir kentte yaşayan ve askerî
otorite olduğu söylenen birisinin savaştan habersiz kalması söz konusu olamaz.
Kur'an'da insanlar için “şeytan” nitelemesinin yapıldığı bir diğer örnek Bakara
suresindedir:
“Şeytan” başlığı altında çok kısa olarak değinilmesi gereken bir husus da “şeytan-ı
racim” kavramıdır. Bu konuda da ne yazık ki Kur'an öğretilerinin dışında bir kabul
yaygınlaşmış ve “şeytan” ile “şeytan-ı racim [kovulmuş, lânetlenmiş şeytan]” arasında fark
gözetilmeden her iki kavram da aynı olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki “Eşşeytanirracim
[Kovulmuş Şeytan]”, genel şeytandan farklı özel bir şeytandır. Kovulmuş, lânetlenmiş şeytan
“İblis”tir. Konunun detaylı incelemesi “İblis” başlığı altında Tekvir suresinde verilmiştir.
11
Surenin 6. ayeti dilbilgisi tekniği açısından incelendiğinde, ayetin başındaki “min”
edatının değerlendirilmesine göre ayetin anlamının değiştiği görülür. “Min” edatının “beyan”
için kullanıldığının kabul edilmesi hâlinde, ayetten “hannas”ın “cinn”lerden ve “ins”ten
[tanımadıklarımızdan ve iyi tanıdıklarımızdan] istisnasız her insanın içine vesvese verdiği
anlaşılır. “Min” edatının “iptida-i gaye” için kullanıldığının kabul edilmesi hâlinde ise
“hannas”ın “cinn”ler ve “ins” [tanımadığımız ve iyi tanıdığımız herkes] hakkında vesvese
verdiği anlaşılır. “Min” edatının iki şekilde de değerlendirilmesi mümkün olup ayete verilen
her iki anlam da doğru ve uygundur. Her iki anlama göre de üzerinde durulması gereken
nokta, “ins ve cinn” şeklinde kullanılan bileşik kavramın iki ayrı yaratık grubunu değil,
insanların tanınanını-tanınmayanını, bilinenini-bilinmeyenini, kısaca herkesi ifade ettiğidir.
Surenin 6. ayeti için verilen bir başka anlam da eski tefsircilerden Keşşaf sahibinin
verdiği anlamdır. Ona göre “suduri’n-nas” ifadesindeki “nas” sözcüğü, bizim “insan” olarak
çevirdiğimiz sözcük değildir. Bu sözcük, “unutan kişi” anlamındaki “en-nâsî” sözcüğü olup
sözün akışı gereği sonundaki “ye” harfi düşmüştür. Bu takdirde ayetin anlamı “O vesveseci
unutanların göğüslerine vesvese verir ki, unutanlar cinn ve instendir” demek olur. Böylece
bildik bilmedik herkesin Allah'ı unutabileceği, Allah’ı unutanların da vesvesecilerin
vesvesesiyle yoldan çıkarılacağı vurgulanmış olur.
Felâk ve Nass surelerinden oluşan iki sığınma suresi [Muavvezeteyn] birlikte
değerlendirildiğinde, toplam beş grubun şerrinden [zararlarından] Rabbimize sığınılmasının
emredildiği görülmektedir. Allah’a sığınılmalıdır, çünkü bu beş grupta belirtilen şeylere karşı
tedbir alma imkânı yoktur. Bunlar görünmez ve bilinmez düşmanlardır. Bu düşmanlar Allah'a
havale edilmeli ve zararlarının Rabbimiz tarafından giderilmesi istenmelidir. Kur'an'da bize
bildirilmiş olan geçmiş ümmetlerin sığınma örnekleri de bu beş grupta belirtilenler
kapsamındadır.
Sığınılması gereken beş şer/kötülük gurubu ve bu kötülüklerle ilgili ayetler şunlardır:
4- Hasetçinin şerri:
Mümin 27, Duhan 19-21;
5- Hannas'ın şerri:
Müminun 97, 98, Meryem 18, Âl-i Imran 36, Fussılet 36, Nahl 98,
A'râf 200, Mümin 56 ve Nâs suresi.
12
Ayıplarımızın örtülmesini isteyecek isek: “Ya Settâra’l-uyûp! [Ey ayıpları Örten]
Ayıplarımızı ört!” diyebiliriz.
Felâk ve Nass sureleri bize Rabbimize sığınacağımız konuları bildirdiğine göre,
başlarındaki “qul [de ki]” sözcüğünü kaldırmak suretiyle bu sureleri de birer dua olarak dile
getirebiliriz.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
13