You are on page 1of 9

18 KÂFİRUN SURESİ

[KÂFİRLER]

SURESİ

KÂFİRÛN SURESİ’NE GİRİŞ

Kâfirûn suresi Mekke'de 18. sırada inmiştir. Sure adını ilk ayetinden almıştır. İlk ayet
“‫ قل يا اّيها الكافرون‬Kul ya eyyühel kâfirûn” olmasına rağmen, bu cümle uzun olduğu için sureye
kısaca “Kâfirûn” suresi denilmiştir. Ayrıca “İbadet” ve “İhlâs suresi” olarak da
isimlendirilmiştir.
Bu sure ile iman-küfür, hak-batıl arasındaki sınır belirlenmekte, bu sınırdan kesinlikle
taviz verilmeyeceği ve bu sınırın ayırdığı iki alan arasında asla sentez yapılamayacağı ilân
edilmektedir. Böylece müminler ile kâfirlerin, davet edenler ile davet edilenlerin, davete
uyanlar ile uymayanların safları kesin bir ayırımla netleştirilmektedir. Çünkü dikkatli
olunmadığı takdirde, doğru inanca bağlananların imanı ile cahiliye düzeninde kalanların
sapkın düşünceleri arasında bir etkileşme olabilir. Müminlerin inancına zarar verebilecek
böyle bir etkileşmenin meydana gelmemesi için iki inanç ve iki gurup arasında bir saflaşma
şarttır. Bu nedenle cahiliye sisteminin insanları ile Müslümanların birbirlerinden kesin
çizgilerle ayrılması zorunludur.
Kategorik olarak daha önceki surelerde “kendi hallerine [Allah'a] bırakılması ve
kendilerinden nezaketle uzaklaşılması” istenilenler, Mâûn suresinde “İşte odur!” ifadesi ile
peygamberimize hedef gösterilmiş, bu surede ise ilk kez kendilerine doğrudan “Ey kâfirler!”
diye seslenilmesi emredilmiştir. Yapılan ayırımın suredeki en sert beyanı ise “Sizin dininiz
sadece size, benim dinim de sadece banadır” diyen son ayeti olmuştur.

Surenin İniş Sebebi

Peygamberimize ilk vahyin geliş tarihi ile bu surenin inişi arasında yaklaşık beş-altı
yıllık bir zaman farkı vardır. Başlangıçta peygamberimizi hafife alan, onu şair, sihirbaz,
mecnun gibi yakıştırmalarla yıpratıp hakkından geleceklerini zanneden Mekke ileri gelenleri
[Dar-ün Nedve üyeleri], geçen bu beş-altı yılın sonunda Müslümanların çoğalıp İslâm'ın
gelişmesi karşısında strateji değiştirmişler, çaresizlikten peygamberimizle uzlaşma yolunu
denemeye karar vermişlerdir. Peygamberimizin ibadet ettiği Allah'ı kendilerinin de ilâh olarak
kabul ediyor olmalarını ortak nokta görerek, gerekirse ülkeyi ikiye bölmek veya ona bazı
kişisel tavizler vermek yollarının da denenebileceği bir anlaşma sağlanması onlara mümkün
görünmüştür.
Bu düşüncelerle, peygamberimizden kendi ilâhlarını ve onlara ibadet edilmesini
kınamaktan vazgeçmesini, peygamberimizin kendi ilâhlarına secde etmesi karşılığında ona
istediği mal, mülk, makam ve mevkileri verebileceklerini, hatta onu istediği kadınla
evlendirebileceklerini vaat etmişlerdir. Bu vaatlerle yetinmeyen müşrikler, ikinci bir teklif
olarak da peygamberimizin Lât ve Uzza'ya bir sene boyunca ibadet etmesi karşılığında
kendilerinin de aynı süre içinde Allah'a ibadet edeceklerine söz verecekleri önerisinde
bulunmuşlardır.
İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatim ve İbn-i Enbari gibi tarihçilerin Mekke müşriklerince
peygamberimize yapıldığını belirttikleri bu teklifler, yine aynı kaynaklara göre
peygamberimizin “Bir elime Güneş'i, bir elime de Ay'ı verseniz, yine de davamdan
vazgeçmem” sözleriyle reddedilmiştir. Müşriklerin bu önerilerinin kabul edilemez yapısı,
Kâfirûn suresinde bütün netliğiyle gözler önüne serilmektedir.

1
18 / KÂFİRUN [KÂFİRLER] SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin meali:

1 - De ki: “Ey kâfirler!


2 - Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibadeti yapmam.
3- Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibadeti
yapmazsınız.
4 - Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz
ibadeti yapıcı değilim.
5 - Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibadeti
yapıcı değilsiniz.
6 - Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.”

Ayetlerin Tahlili

1. Ayet:

De ki: “Ey kâfirler!

Surenin neden “‫ قل‬Qul [De ki]” emriyle başlamış olabileceği hakkında başta Râzî
olmak üzere, tefsircilerin hepsi de güzel ve makul pek çok sebep ve hikmet ileri sürmüşlerdir.
Bize göre tek sebep, peygamberimizin ancak Allah'tan aldığı emir doğrultusunda
konuşabileceğini, yaptığını Allah adına yaptığını, söyleyeceklerinin kendi sözü olmadığını
bildirmek içindir. Kısaca emir büyük yerden gelmektedir ve sözlerin içeriğindeki sertliğin
sorumlusu da sadece Allah'tır.
Kâfirûn suresi Hakk'ı tebliğ mahiyetinde olmayıp muhatabı müminler olan ve kâfirlere
karşı hangi ölçüler içinde olmaları konusunda onları eğiten bir suredir. Bu yönüyle kâfirlerin
statülerini belirleyen bir mahiyet taşımaktadır. Çünkü Rabbimiz Hakk’ı tebliğ sürecinde böyle
bir sertlik önermemektedir:

Nahl 125: Rabbinin yoluna, bilgelikle ve güzel öğütle çağır. Ve onlarla en


güzel şekilde mücadele et.

Ta Ha 43-44: Her ikiniz gidin Firavuna. Gerçekten o azdı. Sonra ona


yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır ve saygılı davranır.

Âl-i Imran 159: Allah'ın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen
kaba, katı yürekli olsaydın, hiç kuşkusuz çevrenden dağılıp
giderlerdi.

Ayette geçen “‫ كافر‬kâfir” sözcüğü Kur’an’ın anahtar kavramlarından biri olduğu için
özellikle incelenmesi yararlı olacaktır. Gerek “‫ كافر‬kâfir” ve gerekse aynı kökten türeyen “‫كفر‬
küfür” sözcüklerinin sözlük ve terim anlamları şöyledir:

2
“ ‫ كفر‬Küfür” sözcüğünün sözlükteki birincil anlamı “örtmek” demektir. Karanlığı ile
her şeyi örttüğü için geceye “‫ كككافر‬kâfir [örten]” dendiği gibi erişilen nimetlere teşekkür
etmeyerek yapılan nankörlüğe de “küfür” denir.
“‫ كفر‬Küfür” sözcüğünün terim anlamı ise, Allah'ın varlığını ve birliğini, peygamberlik
kurumunu ve peygamberleri, din gününü ve ahireti inkâr etmektir. Bu anlamıyla imanın zıddı
olan inançsızlığı ifade etmektedir.
“‫ كككافر‬Kâfir” sözcüğü, “‫ كفككر‬Kefere” fiilinin ism-i faili olup sözlük anlamı olarak
“nimeti örten, inkâr eden; nimete nankörlük eden, uzak kalan; nimetten kaçınan kimse”
demektir.
“Kâfir” sözcüğünün terim olarak anlamı ise “imanı olmayan, inkâr eden kimse”
demektir
Kısaca ve özetle “‫ ككككككككافر‬kâfir”; “küfür” denen zihinsel eylemin
faili/yapıcısı/işleyicisidir. Bu durumda asıl üzerinde durulması gereken sözcük “ ‫كفكككر‬
küfür”dür.
Kur'an'da “‫ كفككر‬küfür” ve türevleri pek çok ayette geçmektedir. Ancak hemen
belirtmek gerekir ki, İslâm'da iman konuları bir bütün teşkil ettiğinden, küfrü işleyip kâfir
olmak için Kur'an'da verilen örneklerden herhangi birine benzeyerek iman konularından birini
bile inkâr etmek yeterlidir:

Nisa 150, 151: Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, biz bir
kısmına inanırız bir kısmına inanmayız diyerek Allah ve
elçisinin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür
arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar
gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamışızdır.

Bakara 85: … Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı
ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı
karşılık dünya hayatında bir rüsvalıktan başka nedir? Kıyamet
günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah
yaptıklarınızdan gafil/habersiz değildir.

Kişiyi dinin sınırları dışına atan küfürlerin en kötüsü, tartışmasız olarak Allah
hakkındaki küfürlerdir. Allah'ı yüceliğine uygun olmayan bir şekilde nitelemek; isim, sıfat ve
emirlerinin birisini bile hafife almak; Allah'a noksanlık isnat etmek şeklindeki küfürlerden en
büyük olanı ve bağışlanmayacağı bildirileni, Allah'a ortak tanımaktır:

Furkan 55: Onlar Allah'ın astlarından fayda da, zarar da vermeyen şeylere
taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır da.

Maide 17: Şüphesiz ki: “Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir” diyenler
kâfir olmuşlardır. …

Maide 72: Şüphesiz, “Meryem oğlu Mesih, Allah’ın kendisidir” diyenler


kâfir olmuşlardır. …

Maide 73: “Allah, şüphesiz üçün [üç tanrının] üçüncüsüdür” diyenler kâfir
olmuşlardır.

Tövbe 30: Ve Yahudiler “Uzeyr Allah'ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da

3
“Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla gevele-
dikleri sözler olup, güya bununla daha önce yaşayan
inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar.

Nisa 48: Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz.


Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim
Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş
[işlemiş] olur.

Hemen belirtilmelidir ki, şirki terk ederek tövbe eden ve af dileyenler artık mümin
sıfatı kazanacaklarından, Rabbimiz bu gidişatlarını bozmamaları kaydı ile onları geçmişteki
şirklerinden dolayı affedeceğini bildirmiştir:

Tövbe 3: … Allah ve elçisi müşriklerden beridir [uzaktır, ilişkili değildir].


Derhal tövbe ederseniz o, hakkınızda hayırdır, yok
aldırmazsanız biliniz ki Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. ….

Bir başka küfür de peygamberlik müessesesini kabul etmemek veya herhangi bir
peygamberin peygamberliğini [elçiliğini] inkâr etmektir:

Bakara 136: Ve deyin ki: “Biz Allah'a iman ettiğimiz gibi, bize ne indirildi ise,
İbrahim'e ve İsmail'e ve İshak'a ve Yakub'a ve esbata
[torunlarına] ne indirildi ise, Musa'ya ve İsa'ya ne verildi ise ve
bütün peygamberlere Rabblerinden olarak ne verildi ise
hepsine iman ettik; O'nun elçilerinden birinin arasını ayırmayız
[hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O'nun için teslim
olanlarız.

Küfür ve kâfir kavramlarının örneklerini daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak daha


fazla teferruata girmenin amaç dışına çıkmak olacağını düşünerek şimdilik bu özet bilgiyle
yetiniyoruz.

2 - 5. Ayetler:

Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibadeti


yapmam.

Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım


ibadeti yapmazsınız.

Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin


yapmış olduğunuz ibadeti yapıcı değilim.

Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta


olduğum ibadeti yapıcı değilsiniz.

Bilindiği gibi, cahiliye dönemi Arapları Allah'ı inkâr etmiyorlar, ancak O'nu “‫ احد‬Bir”
ve “‫ صمد‬Samed” olarak tanımıyorlardı. Onlar Allah ile beraber putlara, geçmişteki önemli
zatlara, heykellere ibadet ediyor ve bunların Allah yolunda sadece birer vesile olduğu
iddiasında bulunuyorlardı. “Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz”

4
(Zümer 3) diyorlardı. Gökleri ve yeri yaratıp güneşi ve ayı buyruğu altına alanın “elbette
Allah” olduğunu söyleyen bu müşriklere Kur’an, Allah'tan başka ibadet ettikleri şeylerin
kendilerini Allah'a yaklaştıramayacağını bildirmiştir:

Ankebut; 17: Siz Allah'ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan putlara
tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki, o
sizin Allah'ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir
rızk vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında
arayın ve O'na kulluk edip, O'na şükredin. O'na döndürüleceksiniz.

Bu ifade, kâfirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabutları
içine alır. Bunlar melekler, cinler, nebiler, veliler, ölmüş insanların ruhları, güneş, ay,
yıldızlar, hayvanlar, ağaçlar, hayalî tanrılar, tanrıçalar, putlar, türbeler de olabilir. İlâhlara
topluca ibadet etmenin içine Allah'a ibadet de giriyor olsa bile, bu gerçek anlamda Allah'a
ibadet değildir. Çünkü Kur'an'da açıkça Allah'a ibadetin O'nunla birlikte bir başka şeye ibadet
etmemek demek olduğu bildirilmiş ve sadece Allah'a ihlâsla yönelmek emredilmiştir: “Oysa
kendilerine dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri
emredilmişti.” (Beyyine 5)

Ayetlerde Geçen “Mâ”

Bu ayetlerde geçen “‫ ما‬mâ”ların, bugünkü Arapça'daki ism-i mevsul mü, masdariyye


“mâ”sı mı, yoksa sıfat bildiren “mâ” mı oldukları hakkında çeşitli görüşler vardır.
Ayetlerin cümle yapısına bakıldığında, 2 ve 3. ayetler bir cümle, 4 ve 5. ayetler de bir
cümle olmak üzere, 2-5. ayetlerin iki cümleden oluştuğu görülmektedir. Bu iki cümle de aynı
tür cümlelerden olup, 2. ve 4. ayetler cümlelerin birinci bölümlerini, 3. ve 5. ayetler de
cümlelerin ikinci bölümlerini teşkil etmektedir.
Ayetlerdeki “mâ”lar ism-i mevsul olarak kabul edilirse, 2 ve 3. ayetlerdeki birinci
cümle “Sizin taptığınız şeylere ben tapmam, benim taptığım şeye de siz tapmazsınız”
anlamına gelir ki, bu takdirde peygamberimizin taptığını söylediği ya da ima ettiği Allah için
bugünkü Arapça kurallarına göre “men” edatı kullanılması gerekirken, dil bilgisi kurallarına
aykırı olarak akılsız varlıklara mahsus olan “mâ” edatı kullanılmış olur. “ ‫ من‬men” yerine “ ‫ما‬
mâ” edatının kullanılmasının nedeni olarak “söz düzeninin bozulmaması” ileri sürülse dahi,
bu açıklama bu kez de suredeki son ayetin ruhuna ters düşer. Çünkü eğer cümlenin ikinci
bölümündeki “mâ” ile “tapılan” kastedilmiş olsaydı, surenin son ayetinde; “sizin rabbiniz
sadece size, benim rabbim de sadece banadır” denmesi uygun olurdu.
Bu mahzurlardan dolayı ayetlerdeki “mâ”ların masdariyye veya sıfat bildiren “mâ”
olması surenin ruhuna daha uygundur.
“Mâ”lar masdariyye olarak kabul edildiğinde ayetlerin anlamı; “Ben sizin şimdi
yapmakta olduğunuz ibadeti yapmam. Siz de benim yapmakta olduğum ibadeti yapmazsınız.
Ben sizin eskiden yapmış olduğunuz ibadeti yapıcı değilim. Siz de benim şimdi yapmakta
olduğum ibadeti yapıcı değilsiniz” olur.
“Mâ”lar sıfat olarak kabul edildiğinde ise ayetlerin anlamı; “Artık ben sizin yaptığınız
ibadet gibi ibadet yapmam, siz de benim yapmakta olduğum ibadet gibi ibadet yapmazsınız.
Ne ben sizin eskiden yapmış olduğunuz ibadeti yaparım, ne de siz benim şimdi yapmakta
olduğum ibadet gibi ibadet yaparsınız” olur.
Bu konunun en geniş açıklaması Fethu’l-Kadîr adlı eserde mevcuttur.
Bize göre yukarıdaki açıklamalar uygun olabileceği gibi, “ma” ism-i mevsulünün
Allah için kullanılmasının da herhangi bir sakıncası yoktur. Bu nedenle ayetlere “Ben sizin
taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz” anlamını vermekte herhangi

5
bir mahzur yoktur. [İsm-i mevsullerin kullanılma biçimleriyle ilgili geniş açıklama Leyl
suresinin tahlilinde “Kur'an ve Dilbilgisi” başlığı altında verilmiştir.]
Bu ayetlerde Allah'a yapılacak ibadet ile müşriklerin yaptıkları ibadetlerin
karşılaştırılması yapılmakta ve İslâm'da ibadet edilecek olanın sadece Allah olduğu
anlatılmaktadır. Bu noktada, bazı yanlış anlama ve uygulamaları belirtmek açısından “‫عبادة‬
ibadet” kavramı üzerinde de biraz durmak gerekmektedir.

İbadet

“ ‫ عبادة‬İbadet” sözcüğü, dilimize fonetik olarak Arapça orijinaliyle girmesine rağmen


kök anlamı olan “kulluk, kölelik etme” konusundaki insanın tarz ve tavrıyla ilgili asıl
anlamını büyük oranda kaybetmiş ve sadece bir takım ritüel, ayin ve davranışlar için
kullanılan bir kavram haline dönüşmüştür.
“A-be-de” kök fiilinin mastarı olan “ibadet” sözcüğü, “kulluk yapmak, kölelik etmek”
anlamına gelir. Bu anlamlar bir insanın kayıtsız şartsız teslim olmasını, itaat etmesini, boyun
eğmesini ifade eder.
“İbadet”in dinî terim olarak anlamı ise; “kulun sahibine/yaratanına karşı,
sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabullenip yerine getirmesi”
demektir.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah, yarattığı kulları için belirlediği davranış ve yaşam
tarzını kullarına çeşitli şekillerde bildirmiş ve en son olarak bütün bu bildirileri Kur'an'da
toplamıştır.
Bu gerçekler ışığı altında “ibadet”, Allah tarafından bir talimatname [Kur'an] ile
kullara bildirilen görevlerin kullar tarafından kayıtsız şartsız itaat edilerek ve teslimiyet
gösterilerek [boyun eğilerek] yerine getirilmesidir.
Öyleyse “ibadet”, halk arasında yaygınlaştığı gibi sadece üç-beş ameli yapmaktan
ibaret değildir. İbadet, Allah'ın kulluk talimatnamesinde vermiş olduğu görevlerin tümünü
yapmaktır, hepsini uygulamaktır. Bu durumda kulların ilk görevleri arasında okumak,
yazmak, temiz olmak, çevredekileri uyarmak, yetimleri himaye etmek, yetimlerin mallarını
yememek, daima helal kazanıp-yemek, marufu emredip münkerden nehyetmek [toplumda
aktif olup iyi ve güzeli emretmek, kötülüklere de engel olmak], doğru, dürüst ve güvenilir
olmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, rüşvet almamak-vermemek, zina ve fuhuştan uzak
durmak gibi görevler sayılabilir.
Hâl böyleyken, Allah'ın vermiş olduğu görevlerin yüzlercesini arka plâna atıp halk
arasında sloganlaşan şekliyle “İslâm'ın şartı beştir” gibi kabullere sarılmak doğru bir İslâm
algısı değildir. Çünkü kulluk talimatnamesi olan Kur'an'daki her emir ve yasak, her öğüt ve
öneri birinci derecede önemli ve birbirleriyle eş değerde olan görevlerdir. İslâm dininde
sloganlaşmış herhangi bir şart ve kabul olmayıp İslâm'ın tek şartı Allah'a teslim olmaktır.
Allah’a teslim olmak ise, O’nun gönderdiği kulluk talimatnamesindeki görevlerin tümünü,
emirlerini, yasaklarını, önerilerini aynen kabul edip uygulamaktır.
İbadet [kulluk] etmenin amacı sosyal bir varlık olan insanı olgunlaştırmak; böylece
bilgilendirilmiş, eğitilmiş, olgunlaşmış ve aşırılıklarından arındırılmış insanlarla toplumda
huzur ve barışı temin etmektir. İnsan denen varlık, “zalim, cahil, nankör, zayıf, cimri, aciz,
hırslı, huysuz, şehvet ve mal düşkünü, egoist, tembel, vahşî, sadist” gibi fıtri özelliklere sahip
olarak yaratılmıştır (İbrahim 34, Hud 9, 10, İsra 67, 100, Nahl 4, Rum 54, Fussılet 49, Mearic
19, Adiyat 6, Âl-i Imran 14). Bu fıtri özellikleri onun başkalarının hak ve hukukuna tecavüz
etmesine, toplumda zulmün, fesadın, kavganın oluşmasına, dolayısıyla da barışın bozulmasına
neden olmaktadır. Yüce Allah insanın bu olumsuz özelliklerini ortadan kaldırıp onun “âlim,
adil, vefakâr, güçlü, cömert, erdemli, iffetli, paylaşımcı, barışsever” birisi olmasını sağlamak
ve onu kendine, ailesine ve toplumuna yararlı bir birey haline getirmek için ona ibadet/kulluk

6
görevi vermiştir. Bu görevlerin Allah'a herhangi bir yarar veya zararı yoktur. O’nun insanların
yapacağı bu kulluğa ihtiyacı da yoktur. Verilmiş bu görevler insanların kendi iyiliklerine ve
mutluluklarına yöneliktir.
İbadet/kulluk görevinin özü bu olmasına rağmen uygulamada çok sapmalar olmuş,
Yüce Allah da ibadetin özü hakkındaki bu sapmaları Kur'an'da belirterek insanların dikkatini
çekmiştir. İbadet hakkındaki sapmalar meleklerin, peygamberlerin, cinlerin, evliyaların veya
Allah’tan başka herhangi bir varlığın sahte ilâhlar edinilip Allah'a ortak koşulması şeklinde
ortaya çıktığı gibi, hevâ, para, kadın, makam, mevki, ideoloji gibi tağutların farkında olarak
ya da olmayarak yedek ilâh edinilmesi şeklinde de ortaya çıkmıştır. Geçmişte böyle olduğu
gibi, bugün de böyledir.
Şu bir gerçek ki, bireysel ve toplumsal hayatın sağlıklı sürdürülmesi için ortada belirli
kurallar ve prensipler olmalıdır. Aksi halde kargaşa meydana gelir. Bu kurallar ve prensipler
insanlar tarafından konulacak olursa, insanın yukarıda bahsedilen negatif özellikleri ve
zaafları nedeniyle kusursuz bir ana kural, mükemmel bir sistem konulamaz. Bu da topluma
sağlam, kusursuz bir yaşama rejimi oturtulamayacağı anlamına gelir. İnsan denen varlık
yetkisini daima kendi çıkarı doğrultusunda kullanarak başkalarını ezme, zulmetme, sömürme
gibi toplumsal barışı bozacak eylemlerde bulunur. Ama Allah, ezelden ebede her şeyi en iyi
bilen ve en iyi gören olduğuna göre, kulları arasında hiçbir ayırım ve kayırma yapmayacağına
göre, kullarından herhangi bir çıkarı olmayacağına göre, her türlü noksanlıktan münezzeh
olduğuna göre, O’nun koyacağı kurallar ve prensipler hem mükemmel hem de evrensel olur.
Onun içindir ki, kullarının yapacağı görevleri/ibadetleri bizzat kendisi belirlemiş ve
peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirmiştir.

6. Ayet:

Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.”

Bu ayette “‫ دين‬din” sözcüğü, Mâûn suresinde gördüğümüz “ceza/karşılık” anlamından


ayrı olarak, “toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü, yani şeriat” anlamında kullanılmıştır.
Ancak bu sözcük ile kastedilen düzen, sadece Allah'ın koyduğu ilkeleri kapsayan Hakk
Düzen'den ibaret olmayıp insanlar tarafından kurulan beşeri düzenleri de kapsamaktadır. Bu
anlamda din, ister Hakk ister batıl olsun, ister Allah ister insanlar tarafından kurulmuş olsun,
her türlü toplum nizamı, yaşam kurallarının bütünü demektir.
İnsanların kurdukları düzenlere de din denmesinin Kur'an'daki diğer örnekleri
şunlardır: Âl-i Imran 73, En'âm 70, A'râf 51, Yusuf 76, Mümin 26.
Bu durumda gerek Mekkelilerin ve Mısırlıların oluşturdukları düzenler, gerekse
bugünkü toplumlarda oluşmuş bulunan kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, komünizm gibi
ekonomik düzenler de birer din sayılmalıdır.
Kurallarını Allah'ın koyduğu Hakk Din ise Kur'an'da “Allah'a ait din”, “E’d-Dinü’l-
Hanif”, “E’d-Dinü’l-Kayyim”, “Muhlisine lehü’d-Din”, “E’d-Dinü’l-Halis” ve “İslâm”
adlarıyla yer almıştır. Dinle ilgili bu tanımlamaların kullanıldığı ayetler şunlardır:

Bakara 132, 193, 217, 256 Ankebut 65


Âl-i Imran 19, 83 Rum 30, 43
Nisa 46, 146 Lokman 32
Maide 3, 54, 57 Ahzab 5
En'âm 161 Zümer 2, 3, 11, 14
A'râf 29 Mümin 14, 65
Enfal 39, 49, 72 Şûra 13, 21
Tövbe 11, 12, 29, 33, 36, 122 Fetih 28

7
Yunus 22, 104, 105 Mümtehıne 8, 9
Yusuf 40 Saff 9
Nahl 52 Beyyine 5
Mâûn 1 Hacc 78
Kâfirun 6 Nur 2
Nasr 2

Bu ayetlere dayanarak Kelâm bilginleri “Hakk Din”i şöyle tarif etmişlerdir: “Hakk
Din, Yüce Allah'ın kullarını hakka ulaştırmak üzere peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi
insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın
koyduğu hükümlerdir.”
Hakk Din ile diğer dinler arasındaki şu çok önemli farka mutlaka dikkat edilmelidir:
Hakk Din dışındaki dinlerde kurallara inanmadan uymak veya kurallar karşısında
pasif/edilgen kalmak mümkün iken, Hakk Din, konulmuş kurallara hem samimiyetle
inanmayı hem de bu kuralları bütün gönlüyle uygulamayı emretmektedir. Böylece iman
olmadan yapılan tüm ameller Hakk Din'de “taklit” ve “boşa çıkmış” olarak nitelenip
kınanmakta, amele dökülmemiş iman ise “… İnandık deyince bırakılacaklarını mı sandılar?”
sözleriyle amel olmadan değerlendirmeye alınmaya layık görülmemektedir. Dolayısıyla Hakk
Din'de iman ile amelin birbirini tamamlayan ögeler olduğu unutulmamalı ve şu ayetler
yardımıyla bu konu sık sık hatırlanmalıdır: Müminun 1-11, Enfal 2-4, Tövbe 16, 111, Saff 10,
11, İbrahim 23-25, Furkan 63-77, Bakara 103, 214, Â'l-i Imran 142, Yunus 62, 63, A'râf 156,
Maide 93, Ankebut 1-7, Hucurat 14-16, Ahzab 35, 36.
Hakk Din ile diğer dinler arasındaki bir diğer fark ise diğer dinlerde konulan
hükümlere uymakla zorunlu kılınan insanın Hakk Din'de tamamen özgür bırakılmasıdır:

Kehf; 29: Ve de ki: “Hakk Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen inansın,


dileyen inkâr etsin. …”

Ancak, Hakk Din'de özgür bırakılan insanların, eksilterek veya arttırarak Hakk Din'in
bütünlüğünü bozma ya da tamamen değiştirme gibi bir yetkileri olmamasına karşılık, diğer
dinleri istedikleri gibi değiştirmeleri mümkündür. Hakk Din'de dinin birazına inanıp birazına
inanmamak veya başka dinlerle sentez yapmak suretiyle Hakk Din'i yozlaştırmak, Hakk
Din'in dışına çıkmak demektir. Böyle bir durumda, Hakk Din kendisini bozmak isteyenlerle
savaşılmasını emretmiştir (Bakara 193, Maide 33, Enfal 39)
Hakk Din ile diğer beşeri dinler, yasama ve yürütme açısından birbirlerinden
farklıdırlar, ayrıktırlar; birleşemezler, kesişemezler. Zaten birleşmemeli ve kesişmemelidirler.
Hakk Din'in Allah tarafından belirlenmiş, siyasî, iktisadî, hukukî ana ilkeleri vardır.
Doğal olarak beşerî dinlerin de bu konularda ilkeleri vardır. Bu noktada Müslüman kendi
dinini, Müslüman olmayan da kendi dinini/düzenini yaşamalıdır. Kimse bir diğerininkine
karışmamalıdır. Fitne olmadığı sürece Müslüman, Müslüman olmayana zor kullanmamalıdır.
Müslüman da İslam’ın ilkelerinin tamamını kabullenmeli, saf dinine yapay dinlerin
ilkelerinden karıştırmamalıdır. Hak Din’deki herhangi bir ilkenin yerine yapay dinlerden bir
ilke benimsenmesi, Rabbimizin Bakara suresinin 85. ayetindeki beyanı gereği, kafirliktir.
Herkesin mertçe, sonucuna katlanmak kaydıyla mümin veya kâfir olma özgürlüğü vardır.
Bu surede kimliklerin netleşmesi, ayrışması, vurgu üzerine vurgu yapılarak
emredilmektedir.
Kur'an'ın din anlayışıyla ilgili olarak birçok araştırma ve çalışma yapılmıştır. Bu
konuda daha fazla detay için bu tür eserlere başvurulabilir.

Bize Verilen Mesaj

8
Kâfirun suresi, son ayetindeki “Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece
benim içindir” ifadesiyle müminler ile kâfirlerin yollarının ayrıldığını net bir şekilde ortaya
koymaktadır. Bu ifade aynı zamanda kâfirlerin din konusunda Allah'a iman eden
Müslümanlar ile hiçbir zaman uzlaşamayacaklarını, bu nedenle bu konudan ümit kesilmesi
gerektiğini de anlatmaktadır. Bu tavır Kur'an'da bir çok yerde zikredilmiştir (Yunus 104,
Şuara 216, Sebe 25-26, Zümer 14,15, Mümtehıne 4).
Dolayısıyla mümin ve Müslüman kesinlikle tevhidî inanış ve yaşayıştan taviz
vermemeli, hiçbir batıl dinle senteze girmemelidir. Bu iki şeyi yapmadığı gibi, İslâm'ın
benzeri olarak ileri sürülen görüşlere de itibar etmemelidir. Tüm sistemler daima benzerleri ile
yozlaştırılmıştır. Bu akıldan çıkarılmamalıdır. Allah'ın dini ana sütü gibi halis olmalıdır.
Müslümanlar her koşul altında bu saf ve halis dini yaşamalıdır.
Bu sureleri daha iyi anlamak için tarih ve siyer kitaplarından peygamberimizin Mekke
dönemi tebliğ yaşamıyla ilgili bölümlere başvurulabilir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

You might also like