You are on page 1of 9

15 KEVSER SURESİ

[BOL NİMET]

SURESİ

KEVSER SURESİ’NE GİRİŞ

Kevser suresi Mekke'de 15. sırada inmiştir. Üç ayetten oluşmasına ve Kur'an'daki en


kısa sure olmasına rağmen, işaret ettiği anlamlar bakımından zengin bir içeriğe sahiptir.
Surenin iyi anlaşılabilmesi için Duha ve İnşirah surelerinin de iyi anlaşılması gerekir. Çünkü
Duha, İnşirah ve Kevser sureleri, müşriklerin kötü davranışlarına maruz kalan
peygamberimizi teskin ve teselli etmek, onu destekleyip güçlendirmek için indirilmiş
surelerdir ve kendi aralarında bir bütünlük arz ederler. Bu sure de “ibare [sözcük]” anlamıyla
“zata mahsus [kişiye özel]” olup “işaret” anlamıyla da peygamber misyonu üstlenenlerin
nimetlere kavuşturulacağını, düşmanların faaliyetlerinin neticesiz kalacağını ve sonlarının
olmayacağını, tebliğcilerin olumsuzluklara önem vermeden, Allah için gayret etmeleri
gerektiğini ilân eder.

İniş Sebebi

Bize göre surenin iniş sebebi; peygamberimizi desteklemek, ona metanet kazandırmak
ve onu ilerideki görevlerine hazırlamaktır.
Fatiha suresi ile tebliğe başlayan peygamberimiz, dinî ve tarihî kaynaklarda belirtildiği
gibi, ilk günden itibaren müşriklerin kendisini hafife ve alaya almalarıyla, hazırladıkları hile
ve tuzaklarla karşı karşıya kalmıştır. Peygamberimizin maruz kaldığı bu tür davranışlardan
biri de soyunu devam ettiremeyeceği yönündeki alaycı hafifsemelerdi. Günümüzde bazı ilkel
aileler tarafından da hâlâ sürdürüldüğü gibi, o zamanın Arap kültüründe de kız çocukları
evlâttan sayılmaz, ailenin erkek çocuk tarafından devam ettirildiği kabul edilir ve erkek
çocuğu olmayanlar horlanırdı. Peygamberimizin Hadice'den doğma oğulları Kasım ile
Abdullah ölünce, başta As b. Vâil es-Sehmî, Ebucehil, Ebuleheb, Ukbe b. Ebi Mu'ayt gibi
Kureyş'in ileri gelen müşrikleri olmak üzere peygamberimizin hasımları bu olayı malzeme
yaparak onu horlamaya yeltenmişlerdi. Peygamberimiz tarafından ortaya atılan davanın onun
ölümü ile biteceğini, çünkü oğulları öldüğüne göre davanın takipçisi kalmadığını düşünerek
peygamberimiz hakkında “Bırakın onu, onun soyu kesik, zürriyetsiz, ölünce adı unutulur
gider, biz de ondan kurtuluruz” diyor ve temennilerini haber yapıyorlardı. Bu durum
peygamberimizi çok üzüyordu.
Yüce Allah bu sure ile hem peygamberimizi “ ‫ كوثر‬kevser” ile müjdelemiş, hem de
köksüzlük ve soyu kesiklik kavramlarını peygamberinin düşmanları için takdir ettiğini
bildirmiştir.
Peygamberimizin erkek evlâtlarının çocuk yaşlarda ölmeleri konusunda, Allah'ın
Cebrail'i yollayarak peygamberimizi teselli ettiğini ileri süren bazı rivayetler uydurulduğu
gibi, bu ölümlere bir takım hikmetler yakıştıran yorumlar da yapılmıştır. “Kudsi Hadis”
olarak meşhur olan ve “Levlâke... Levlâke... [Sen olmasaydın... Sen olmasaydın…]”
ifadeleriyle kâinatın yaratılışını peygamberimizin varlığına bağlayan uydurma rivayet dışında,
peygamberimizin erkek evlatlarının ölümlerini açıklamaya çalışan başlıca yorumlar şunlardır:

1
“Böylesine şanlı bir peygamberin evlâtları yaşasaydı, babalarının son peygamber
olması sebebiyle kendilerine peygamberlik görevi verilmeyecek ve bu evlâtların şanlarında
bir eksiklik oluşacaktı.”
“Peygamberin evlâtları yaşasaydı, onlar da peygamber yapılacaklar ve böylece
Muhammed 'peygamberlerin mührü/sonuncusu' olamayacaktı.”
“Peygamberin evlâtları yaşasaydı, en azından ashap tarafından 'imam' yapılacaklar,
böylece 'imamlık' ve 'velilik' de veraset yolu ile intikal eden bir makam hâline dönüşecekti.”
Bu yorumların hepsinde de peygamberimizin evlâtlarının ölmemesi hâlinde ortaya
çıkacağı sanılan sakıncalar öne sürülmüş, dolayısıyla bütün yorumcular ölümlerde bir
“hikmet” olduğu üzerinde birleşmiştir.
Ancak gerek Allah'ın Cebrail aracılığı ile peygamberimizi teselli ettiğini ileri süren
hadis uydurucuları, gerekse ölümlerde “hikmet” gören yorumcular, her şeye gücü yeten
Allah'ın, bu ölümlerle ortaya koyduğu “hikmet”i peygamberimize hiç evlât vermeyerek de
ortaya koyabileceğini, böylece teselliye de gerek kalmayacağını düşünememişlerdir.

15 / KEVSER[BOL NİMET] SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin meali:

1- Şüphesiz Biz sana kevseri verdik.


2- Öyleyse Rabbin için haniflik et/destekle [şirke ve tağuta karşı çaba göster, sosyal
yardım yap] ve nahr yap!
3- Muhakkak seni horlayanın kendisidir ebter!

Ayetlerin Tahlili

1. Ayet:

Şüphesiz Biz sana kevseri verdik.

Bazı sapkın zihniyet sahipleri, Kur'an'daki “‫ نحن‬,‫ إّنا‬Biz” ifadelerinden yola çıkarak
Allah'ın bu ifadeyi kullanarak yaptığını söylediği işleri velîleri, dostları ile birlikte yaptığını
ileri sürmüşler, böylece sadece Allah'a ait sıfat ve tasarrufların kendi uydurdukları “evliya”
takımına da yakıştırılması için çaba göstermişlerdir.
Oysa Kur'an'daki “‫نحن‬, ‫ إّنا‬Biz” sözcüğüyle azamet/ululuk kast edilmektedir. Bu ifade
biçimi birçok dilde uygulanmaktadır. Nitekim krallar ve güçlü yöneticiler de tarihî
fermanlarında kendilerinden “biz” diye söz etmektedirler. Modern bir ifade biçimi olarak
karşımızdaki insana “siz” diye hitap etmek de buna benzer bir durumdur.

Kevser

“‫ ككوثر‬Kevser” sözcüğü Arapça'da “‫ فوعكل‬fev'al” kalıbında bir kelime olup “ ‫كككثرة‬


kesret [çokluk]” kökünden türemiştir. Anlamı “alabildiğine, aşırı derecede çok” demektir.
Araplara göre sayısı, değeri, önemi çok olan her şey “kevser”dir. Meselâ, çıktığı geziden
yakınlarına aldığı hediyelerle dönen bir kişinin getirdiği hediyelerin çokluğunu belirtmek için
“kevser getirdi” tabiri kullanılır. “Kevser” sözcüğü Arapçada somut şeylerin çokluğu için

2
kullanıldığı gibi, soyut kavramların çokluğu için de kullanılır. Bunun örneği büyük edip el-
Kumeyt'in bir şiirinde görülmektedir:
“‫ وانت كثير يا ابن مروان طّيب‬Ve ente kesirun ya ibne Mervane tayyibu! [Ey Mervan oğlu,
sen ne çok ve hoşsun!]
“‫ وكان ابوك ابن فضائل كوثرا‬Ve kâne ebûke ibnu Fedâili kevsera [Baban İbnu Fedail ise
daha çoktu].
Peygamberimize “kevser”i veren Allah olduğuna göre, ayette geçen “kevser” sözcüğü ile
dünyada ve ahirette “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler” kastedildiği söylenebilir. Ancak
surede geçen “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler”in neler olduğuna gelince, bu konuda birçok
farklı görüş ileri sürülmüştür. Rivayet tefsirlerinde yer alan bu görüşlerden bazıları şöyledir:
“Kevser”
- İslâm dinidir.
- İlimdir.
- Güzel ahlâktır.
- Bu suredeki mucizevî özelliktir.
- Şefaat makamıdır.
- Cennette bir ırmağın adıdır.
- Cennette bir havuzdur.
- Peygamberliktir
- Peygamberlik şerefidir.
- Peygambere verilen bütün nimetlerdir.
- Peygamberin meziyetleridir.
- Peygamberin ünüdür.
- Peygamberin evlâtlarının çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin çokluğudur.
- Peygamberin ümmetinin âlimleridir.

“Kevser”in ne olduğu hakkında ileri sürülen görüşler bunlarla sınırlanamayacak kadar


çoktur. Konu hakkındaki ifrat bu görüşlerin çokluğunda değil, her bir görüş için yapılmış olan
yüzlerce açıklamanın içeriğindedir. Bu açıklamalar peygamberimizi bütün diğer
peygamberlerin özelliklerini kendisinde toplayan ve hepsinin gösterdiği mucizeleri tek başına
gösterebilen bir konuma getirmekte, âdeta ilâhlaştırmaktadır.
Bize göre peygamberimize verilen “Kevser”, Duha ve İnşirah sureleri ile Hicr
suresinin 87. ayetinde bahsedilen lütuflardır:

Duha 6 - 8: O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı?


Seni şaşırmış olarak bulup hidayet etmedi mi?
Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi
mi?

İnşirah 1 - 4: Biz, senin için, senin göğsünü açıp genişletmedik mi?


Senden ağır yükünü indirmedik mi?
Ki o, senin belini çatırdatmıştı.
Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?

Hicr 87: İkililerden yediyi ve Büyük Kur'an'ı verdik.

Hicr suresinin 87. ayetindeki “‫ سبعا من المثانى‬ikililerden yediyi” ifadesi için pek çok
görüş ileri sürülmüştür. Bu ifade bize peygamberimizin hayatındaki yedi köklü değişikliği
hatırlatmaktadır. Bu değişiklikler, peygamberimizin iradesi ve gayreti dışında, görünür bir

3
sebep olmadan, Allah tarafından yapılan değişikliklerdir. “İkililer” ifadesinin bize
düşündürdüğü ise; bu değişikliklerin meydana geldiği konuların olumlu ve olumsuz hâllerinin
birlikteliği, yani varlık alanındaki zıtlıklardan oluşan ikililerdir. Bu ikililerden oluşan
değişiklikleri peygamberimizin hayatındaki “eksiler” ve “artılar” olarak isimlendirip
listelersek karşımıza aşağıdaki tablo çıkmakta, bu da bize “ikililerden yedi” ifadesi hakkında
ışık tutmaktadır:

Eksiler Artılar :

Sıradan birisi idi Seçilip peygamber yapıldı


Yetim idi Barınağa kavuşturuldu
Şaşırmış idi Doğruya iletildi
Dar gelirli idi Zenginleştirildi
Sıkıntılıydı Göğsü açıldı, ferahlatıldı
Yükü ağırdı Ağır yükü hafifletildi
Adı unutulacaktı Adı, sanı ve şanı yüceltildi

İ'tâ [Vermek]

Arapça'da vermek sözcüğü “‫ اعطاء‬i'tâ” veya “ ‫ ايتاء‬îtâ” sözcükleriyle ifade edilir. “İ'tâ”
sözcüğü, bir şeyi emanet veya geçici olarak değil, temlik veya devir yoluyla temelli olarak
verme anlamındadır. Bu anlam aynı zamanda bir lütuf olarak vermeyi de içeren bir anlamdır.
“Îtâ” ise “i'tâ”yı da kapsayacak şekilde, daha geniş anlamda kullanılır. Yani “îtâ” hem temlik
ve lütuf olarak vermeyi, hem de bir görev olarak süreli, emanet vermeyi ifade etmektedir.
Kevser suresinde “i'tâ” ifadesi kullanıldığı için peygamberimize verilenlerin ilahî bir lütuf
olduğu, bir şeye karşılık verilmediği ve emanet olmadığı anlaşılmaktadır. Keza Sad suresinin
39. ayetinde, Süleyman peygambere verilenlerin de aynı özellikte olduğu bu sözcüğün bir
başka kullanım şekli olan “‫ عطاء‬Atâ” ile ifade edilmesinden anlaşılmaktadır. Hicr suresinin
87. ayetinde peygamberimize verildiği belirtilenler ise hem lütuf hem de peygamberlik
göreviyle bağlantılı olduğundan “îtâ” kelimesi ile ifade edilmiştir.

2. Ayet:

Öyleyse Rabbin için haniflik et/destekle [şirke ve tağuta karşı çaba


göster/ sosyal yardım yap] ve nahr yap!

Arap edebiyatının önemli sanatlarından biri olan ve daha önce Fatiha suresinde
gördüğümüz “İltifat” sanatı bu ayette de hemen dikkati çekmektedir. Birinci ayette “‫ إّنا‬Biz”
zamiri kullanılmış ve ikinci ayette bu akışa uygun olarak “‫ لنككا‬Bizim için” denmesi
gerekiyorken üçüncü tekil kişiye dönülerek “‫ لرّبك‬Rabbin için” denilmiştir.
“Biz” zamirinden “Rabb” ismine dönülmek suretiyle yapılan “İltifat” sayesinde hem
ikinci ayet hükmünün etkinliği arttırılmış, hem de Alak suresinden bu yana hep ön plânda
tutulmuş olan Allah'ın “Rabb” olma özelliği bu surede de ön plâna çıkarılmıştır. Çünkü
dünyadaki ve ahiretteki yaşamımızın her anı, Allah'ın “Rabb”lığı, programcılığı ile tasarladığı
üzere gerçekleşmekte ve insanların da bunu akıllarından hiçbir zaman çıkarmamaları
gerekmektedir.

haniflik et/destekle [şirke ve tağuta karşı çaba göster/sosyal yardım


yap]

4
Ayette geçen “‫ل‬
ّ ‫ ص‬salli” sözcüğünün dil bilgisi kurallarına göre “‫ صلى‬saly” kökünden
de, “‫ صلو‬salv” kökünden de türemiş olması kabildir. Hem “‫ صلى‬saly” hem de “‫ صلو‬salv”
sözcükleri nakıs sözcüklerdir. Nakıs sözcüklerin sonundaki illet harfi, sözcüklerin değişik
kalıplardaki çekimlerinin birçoğunda ya “‫ ى‬ya” harfine dönüşerek “ ‫ ى‬ya” ile gösterilir, ya da
cezm hallerinde düşer. Bu durumda anlamları birbirinden farklı olan bu köklerden türemiş
sözcüklerin gerçekte hangi kökten türediğini anlamak zorlaşır. Buna bağlı olarak bu
sözcüklerin ne anlama geldiği hakkında da bazı karışıklıklar ortaya çıkar. Bu nedenle
sözcüklerin hangi kökten türediği konusunda dikkatli bir tahlil yapmak, Kur'an'ın mesajını
doğru anlamak bakımından çok önemlidir.
Ayetteki “‫ل‬
ّ ‫ ص‬salli” sözcüğünün hangi kökten geldiği araştırılırken ilk bakılacak şey,
köklerin anlamlarıdır. Bu köklerden “‫ صككلى‬saly” sözcüğü; “ateşe atmak, ateşe girmek”
demektir. Bu anlama göre “‫ل‬ ّ ‫ ص‬salli” sözcüğünün “saly” kökünden türemiş olması, konumuz
olan ayetin peygamberimize “ateşe gir, kendini ateşe at” emrini vermesi anlamına gelir ki, bu
mantıksızdır, dolayısıyla yanlıştır. Şu hâlde ayette geçen “‫ل‬
ّ ‫ ص‬salli” sözcüğünün “‫ صلى‬saly”
kökünden türemediği kesindir. Türkçe'deki “sallamak” ve “yaslamak” sözcüklerinin de
kendisinden türediği ve “ateşe atmak, ateşe girmek” anlamına gelen “‫ صلى‬saly” sözcüğü, bu
anlamıyla Kur'an'da kullanılmıştır:

Hakka 31: Sonra onu cahime [cehenneme] sallayın [‫ صّلوه‬sallûhu].

Ayrıca, bu kökten türemiş ve bu anlamda olan “‫ صّلوه‬islâvha, ‫ يصلى‬yeslâ, ‫ وسيصلون‬ve


seyeslavne, ‫ ساصليه‬seuslîhi, lâ yeslâha” gibi sözcükler Kur'an'da bir çok yerde geçmektedir.

Bu ayette geçen “‫ل‬ ّ ‫ ص ك‬salli” sözcüğünün “‫ صككلى‬saly” kökünden türemediği kesin


olduğuna göre, sözcük “‫ صلو‬salv” kökünden türemiş olmalıdır.
“‫ صلو‬Salv” sözcüğü, isim olarak “uyluk”, fiil olarak da “uylukları hareket ettirmek”
demektir. Bir kimsenin herhangi bir yüke destek vermek istediği zaman, uyluğunu [bacağın
diz ile kalça arasındaki bölümünü] yatay hâle getirip yükün altına sokarak destek sağlaması da
bu sözcük ile ifade edilir. Emir kipi olarak “‫ صلو‬salv” kökünden türediği kabul edildiğinde “
ّ ‫ ص‬salli” sözcüğü, “uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı
‫ل‬
çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap” anlamındadır. “‫ل‬ ّ ‫ ص ك‬Salli”
sözcüğünün “tef'il” babından olması, bazen fiile, bazen özneye, bazen de tümlece “çokluk”
anlamı kazandırmaktadır.
“‫ صككلو‬Salv” sözcüğünün mastarı aslında “‫ صككلوة‬salvet” olduğu halde sözcük nakıs
olduğu için genel dil bilgisi kuralları gereği “ ‫ صككلوة‬salât” şekline dönüşmüştür. Ancak
sözcüğün illetli olan üçüncü harfi elif ile yazılmayıp “vav” harfiyle “‫ صلوة‬salât” şeklinde
yazılır. Zaten “‫ صاوة‬salât” sözcüğünün çoğulu olan “‫ صلوات‬salâvat” sözcüğünde de “‫صلو‬
salv” kökünün “‫ و‬vav” harfi açıkça ortaya çıkmakta ve okunmaktadır. Bu durumun başka
kelimelerde de birçok örneği vardır.
Meselâ “ ‫ غزى‬gazâ” sözcüğünün mastarının “ ‫ غزوة‬gazve”, bunun çoğulunun da “
‫ غزوات‬gazevat” olmasına rağmen fiil çekimlerinde “ ‫ و‬vav” harfi ya “ ‫ ى‬ya”ya dönüşür, ya da
düşer, yok olur.
Bütün bunlar bize göstermektedir ki, bu ayette geçen “‫ل‬ ّ ‫ ص‬salli” sözcüğü kesinlikle “
‫ صلو‬salv” kökünden türemiştir. Dil bilgisi kurallarına göre; aslı “‫ صلوة‬salvet” olan “salât”
mastarının, geçmiş zaman belirten bir fiil olan “salla” sözcüğünün, emir kipi olan “‫ل‬ ّ ‫ ص‬salli”
ve çoğulu “ ‫ صّلو‬sallu” sözcüklerinin hepsinin birden “ ‫ صلو‬salv” kökünden türediği açıkça
belli olsa da, konunun öneminden ve bugüne kadarki yanlış anlamlandırmalardan dolayı
zihinlerde bir “acaba” sorusu kalabilmektedir. Ancak Kur'an bu soruya da cevap vermiş ve
Kıyamet suresinin 31 ve 32. ayetlerinde “‫ صّلى‬salla” sözcüğünü karşıt anlamı ile birlikte
kullanmak suretiyle bu konuyu açıklığa kavuşturmuştur:

5
Kıyamet 31, 32: Felâ saddaqa velâ sallâ [‫ ]صّلى‬velâkin kezzebe ve
tevellâ [‫] توّلى‬.
O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/destekledi.
Ama yalanladı ve geri durdu.

Ayette geçen dört eylemin ikisi, diğer ikisinin karşıtı ve zıt anlamlısı olarak
gösterilmiştir. Yani “‫ كككّذب‬yalanlama”nın karşıtı “‫ ص كّدق‬tasdik etme” olarak belirtilirken,
“sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lâkayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta
olan girişimleri kösteklemek” anlamlarına gelen “‫ توّلى‬tevellâ” sözcüğünün karşıtı olarak da “
‫ صّلى‬sallâ” sözcüğü kullanılmıştır. Bu durumda “‫ صّلى‬sallâ” sözcüğü; “sürekli ileri atılmak,
ilgisiz kalmamak, pasif olmamak, hep aktif olmak” anlamlarına gelmektedir. Asr suresinde
geçen ve anlamı, “yanlışları, bozuklukları, çirkinlikleri ortadan kaldırmak için çalışmak” olan
“ ‫صالحات‬ّ ‫ عملوا ال‬salihatı işlemek” fiili de “sallâ” fiilinin farklı bir ifadesidir.
Namaz anlamına gelen “‫صلوة‬ ّ ‫ ال‬es-Salât” ile ilgili olarak, gerek “es-salât”ın ifası, icrası,
namaz kıl/kılınız emirleri, gerekse namaz kılmakla ilgili diğer cümleler Kur'an'da “ ‫ل‬ ّ ‫ ص‬salli”
şeklinde değil de “‫ اقامة‬ikame” fiili ile birlikte “‫صلوة‬ ّ ‫ اقم ال‬ekımi’s-salâte, ‫صلوة‬
ّ ‫ اقيموا ال‬ekımu’s-
salâte” şeklinde kullanılmıştır. Bu ikili kavram Kur’an’da toplam 67 yerde geçmektedir.
Sözcüklerin asıl anlamları bazen yan anlamlarına doğru kayar; bu durum doğaldır.
Ancak bu kayma esnasında “‫ نحر‬nahr” ve “‫ ابتر‬ebter” sözcüklerinin tahlilinde de göreceğimiz
gibi ana eksen kaybolmaz. “ ‫ صلوة‬Salât” sözcüğündeki anlam kayması ise biraz daha fazladır.
Bunun nedeninin “İsrailiyat” olduğu kanısındayız. Çünkü “salât” sözcüğü İbranicede de
vardır. İbranice'deki “salât” sözcüğü “selâmlama, selâm durma” anlamına gelen “saluta”
fiilinden gelmektedir. Bu sözcük, İbranilerden Araplara, onlardan da Endülüs yoluyla batı
dillerine [Fransızca, İtalyanca ve İngilizceye] geçerek “salutation” şeklini almıştır. Görünen o
ki, sözcüğün İbranice anlamı Arapça anlamını bastırmış ve Müslümanlar ile Kur'an arasına
yüce dağlar gibi girip oturmuştur. Dikkat çekicidir ki, “saluta” sözcüğünün türevlerinden olan
“‫ صلوات‬salavât” sözcüğü, Hacc suresinin 40. ayetinde İbranice “manastırlar” anlamıyla yer
almasına rağmen bu husus İslam bilginlerce dikkate alınmamıştır. Üstelik hâlâ da alınmamaya
devam edilmektedir.
Müfredat’ın müellifi ünlü bilgin Ragıb el-İsfehânî bile eserinin “salât” maddesinde “
‫صلوة‬
ّ ‫ ال‬Salât” sözcüğünün anlamı konusunu “Lügat ehlinin çoğu '‫صلوة‬ ّ ‫ ال‬salat dua, tebrik ve
temcittir demiştir” diyerek âdeta geçiştirivermiştir.
Bu anlam kaydırması ya da cehalet nedeniyle yanlış anlamlandırma sonucunda
“salâvat getirme, salâvat-ı şerife okuma” gibi ritüeller ortaya çıkmıştır. Piyasadaki bütün
ilmihal kitaplarına göre “Allahümme salli” ya da bunun değişik versiyonlarını söylemek olan
salâvat, Kur'an'da bambaşka bir anlamda kullanılmıştır. Ne gariptir ki, Kur'an'ı değil de
rivayetleri ön plâna çıkaran bu kitaplar, “salâvat” kavramını da bizzat Kur'an'a, Ahzab
suresinin 56. ayetine dayandırdıklarını iddia etmektedirler. Ne var ki, Türkçe diye sundukları
sözler de Arapça olduğundan kimse o sözcüklerin gerçek anlamlarını öğrenememekte,
konunun gerçek içeriği asılsız yorumların veya cehaletin örtüsü altında kalmaktadır. Yukarıda
yaptığımız tahlillerin ışığı altında konunun anahtarı olan ayet şudur:

Ahzab 56: Şüphesiz Allah ve melekleri peygamberi destekliyorlar/


ona yardım ediyorlar/onun için gerekeni yapıyorlar.
Ey müminler! Siz de ona destek olun/ona yardım edin/
onun için gerekeni yapın ve
onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!

6
Asılsız rivayetlerin peşinden giden cahiller bu ayete dayanarak aslında şunu söylemiş
olmaktadırlar:

“Allahümme salli alâ Muhammed ve sellim…” yani “Ey Allah’ım! Muhammed'e sen
yardım et, ona gerekli desteği sen ver ve onun güvenliğini sen sağla!”
Böyle bir yakarış gerçekten de yakışıksız bir taleptir. Öyle ki, tıpkı Maide suresinde
anlatılan Musa peygamber ile İsrailoğulları arasındaki ilişkiyi andırmaktadır:

Maide 24: Dediler ki: “Ey Musa! Onlar orada oldukça biz oraya asla
girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın.
Biz şuracıkta oturacağız.”

Bu ayet indiğinde sahabenin bir köşeye çekilip “Allahümme salli ve sellim” demediği,
varıyla yoğuyla harekete geçip Allah yolunda peygamberimize destek olduğu ve güvenliğini
sağladığı tartışmasız olarak bellidir. Böyle olmasına rağmen Allah'ın dinine bu tür
uydurmaları sokmaya çalışanlar ya kasıtlı bir ihanet içindedirler ya da özendirme amacıyla
kapıldıkları koyu bir cehaletin temsilcisidirler.

ve nahr yap.

“‫ نحككر‬Nahr” sözcüğü bir kaç kelime ile Türkçeye çevrilemeyeceği için aynen
bırakılmış, açıklaması burada yapılmıştır.
Belirtmek gerekir ki, “nahr” sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en
uzak anlamı olan “kurban kes” şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, “Ğalât-ı meşhur, fasih lisana
yeğdir [meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir]” kuralına tamı tamına denk
düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan ğalâtın/hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında
önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması,
göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.
İsim olarak kullanıldığında “göğüs, gerdan” anlamına gelen “nahr” sözcüğü, mastar
olarak kullanıldığında “eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp
kesmek” anlamlarına gelir. Türkçedeki “intihar” sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir.
Sözcük ayette “‫ وانحر‬ve-nhar” emir kipiyle yer aldığına göre sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı
üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı “elini göğsüne değdir”
emridir. İmam-ı Şafii “ve-nhar” emrini “kurban kes” ya da “deve kes” olarak değil, “ellerini
göğsüne değdir” olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse
değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu
içtihada uyarlar.
Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivayetleri dikkate alarak bu emri
namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz
çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.
Kimileri de aynı emri namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere
yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.
Ebu Hanife'nin bu ayeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine
aykırılıklar taşıması sebebiyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş,
bu nedenle de konu hakkındaki yorumu bize kadar intikal edememiştir.
Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak
ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa ayette bu hareketin namazda olacağına
dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine [ipucu] yoktur.

7
Bize göre, namaza başlama tekbirinde ya da namazlardaki ara tekbirlerde dilimizle
“Allahu Ekber [Allah her şeyden daha büyüktür]” derken ellerimizi göğsümüze kaldırmamız,
aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını taşımaktadır.
Yaptığımız bu hareket, Allah'tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir
davranıştır. Sure peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah’ın bu emirle
peygamberimizden istediği, hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü
davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş
vermesi, elini sallayıp geçivermesidir.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı “göğüslemek, göğüs
göğse gelmek” demektir. Sözcüğün en fazla kullanılan anlamlarından biri olan bu anlam,
Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için
kullanılmıştır. Ayrıca “evleri göğüs göğse [karşı karşıya]” deyiminde de bu anlamda
kullanılmıştır.
Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise “deveyi göğsünden
hançerle kesmek” demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde “kurban” sözcüğü yer
almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, ayetten “kurban kes” veya “deveyi kurban kes” gibi
anlamlar çıkmaz, sadece “deve kes” anlamı çıkar. Bu takdirde ayetin anlamı “Seni üzüyorlar,
sana düşmanlık ediyorlar, sen de uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve
tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap ve deve kes!” olur. O
günkü şartlar altında peygamberimize kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır.
Çünkü bu sure indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince
taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir
eylem söz konusu değildir. Bu aşamada Rabbimiz ona sadece secde ile yakınlaşmasını (Alak;
19) emretmiştir. Yani bu surenin indiği zamanki kurban [Allah'a yakınlaştıracak eylem]
sadece secdedir. Kevser suresinin 15. sırada indiğini bilenler ve sure ile ayeti o ortama göre
ele alanlar, “ve-nhar” emrinden kesinlikle “kurban kes” anlamını çıkarmazlar.
Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de [Altı Büyük Hadis Kitabı’nda] 26 rivayet
mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş
varyasyonlarıdır. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler,
hacda hacıların mükellef tutulduğu “‫ هدى‬Hedy” kurbanına [Hacıların hediye olarak kestiği
kurbana]” yöneliktir, yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir. Rivayetlerin
ve tarihî belgelerin hiçbirinde, ne Mekke'de bu surenin indiği dönemlerde, ne de Medine’de
hacc farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı söz konusu değildir. Özetlemek
gerekirse, bu ayetler indiği zaman Mekke'de ne peygamberimiz ne de o günkü Müslümanlar
kurban kesme şeklinde bir ibadet yapmıştır.
Ragıb el İsfehânî de Müfredat adlı eserinde “nahr”ı hacc esnasında Mina'da kesilmesi
gereken hediye olarak açıklar. Ancak Hedy'den bahseden Bakara suresinin 196. ayeti, Maide
suresinin 2, 95 ve 97. ayetleri ve Feth suresinin 25. ayeti henüz inmemiştir, çünkü bu ayetler
Medenî'dir. Dolayısıyla Kevser suresi indiği sırada hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada
yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb'a göre de “nahr” hacda kesilen hediyenin dışında bir
şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.
Bazıları kurban konusunu İbrahim peygambere bağlarlar ve onun oğlunu kurban
edişini konu alan birçok Kur'an dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara
girerler. Oysa Saffat suresinin 83-113. ayetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi
bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Maide suresinin 27-31. ayetlerindeki “iki
âdemoğlu” kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili
pasajın da hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.
Müslümanların nerede ve ne amaçla hayvan keseceği, Hacc suresinin 34-38.
ayetlerinde açıklanmıştır.

8
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında Kevser suresinin 2. ayeti; “Madem Rabbin sana
kevseri [bu kadar bol nimeti] verdi, öyleyse sen de Rabbin için çok çalış, çok gayret et,
uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, destek ol, sosyal
yardım yap, gerisini boş ver, düşünme, önüne gelecek her zorluğu göğüsle, sabret!”
anlamındadır.

3. Ayet:

Kesinlikle ebter olan sana kin duyanın kendisidir.

“‫ ابتر‬Ebter” sözcüğü “‫ بتر‬beter” sözcüğünden türemiştir. İlk anlamı “kuyruğu köküne


kadar kesmek” demektir. Kuyruğu olmayan eşeğe “‫ حمار ابتر‬hımarun ebterü” denilirdi. Daha
sonraları hayır hasenat yapmayan kimselere, zürriyeti olmayanlara, özellikle de erkek çocuğu
olmayanlara denilir oldu. Bilindiği gibi, kız çocuğu şark kültüründe evlâttan sayılmazdı.
Bu sözcük Türkçeye de geçmiştir. Birisine beddua ederken “beter ol!” denir. Bunun
anlamı “senin sonun olmasın, perişan ol!” demektir.
İlk andan itibaren bütün kâfirler peygamberimizi değişik sıfat ve yakıştırmalarla
kötülemeye çalışmışlardır. Kâfirliği bir nitelik olarak aldığımızda, dünyada inkârcılar var
oldukça peygamberimizi kötüleme ve gözden düşürme eylemlerinin de devam edeceği açıktır.
Ne var ki, peygamberimize ve dolayısıyla İslâm'a o günlerde sataşanların eli boş kaldığı gibi,
bundan sonra da boş kalacaktır. O günkülerin hem emekleri boşa çıkmış, hem de nesepleri,
soy ve sopları dünya sahnesinden silinip gitmiştir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, bu gün de yarın
da yine aynı şekilde olacaktır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

You might also like