You are on page 1of 12

10 FECR SURESİ

[TANYERİ]

SURESİ

FECR SURESİ’NE GİRİŞ

Mekke’de inen ve 30 ayetten oluşan Fecr suresi, nüzul sırasına göre Kur’an’ın 10.
suresidir. Surenin genel teması üç ana konuyla ilgilidir:
- Yüce Allah'ın dünya hayatında insanları hayır, şer, zenginlik ve fakirlik ile imtihan
etmesi hususundaki ilahî kanununun açıklanması.
- Ad, Semud, Firavun ve yandaşları gibi, peygamberleri yalanlayan bazı milletlerin
helâk edilmelerine yol açan sebeplerin açıklanması.
- Dünyada iken Hakk'a teslim olmuşların ve olmamışların kıyametle beraber ahirette
karşılaşacakları sahnelerin canlandırılması.
Vahiy süreci devam etmektedir. Her vahiyde peygamberimiz ve dolayısıyla da
insanlık ilahî mesajları almakta, uyarılmakta, uyanmakta ve yavaş yavaş aydınlanmaktadır.
Fecr suresi bir bakıma onuncu derstir. Artık şafak sökmekte, insanlık küfür ve şirk
karanlığından kurtulup tevhit inancının aydınlığına kavuşmaya başlamaktadır. Dolayısıyla bu
surenin beşer kalbine iman, takva, uyanıklık ve doğru düşünebilme perspektifi telkin eden
etkileyici bir özelliği vardır.

10 / FECR [TANYERİ AĞARMASI] SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin meali:

1-4 - Şu şafağa, on geceye, çifte ve teke, geçip gideceği sırada şu geceye ant olsun ki
[Şu şafağı, on geceyi, çifti ve teki, geçip gideceği sırada şu geceyi kanıt gösteririm ki],
5- işte bunlarda, akıl sahibi için bir yemin var mı?
6-13 - Ad kavmine, sütunların sahibi İrem'e [ki, beldeler içinde bir benzeri
yaratılmamıştı], vadilerde kayaları kesen Semud kavmine, o kazıkların sahibi
Firavun'a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı.
Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine
azap kamçısı yağdırdı.
14- Şüphesiz ki Rabbin gözetlemektedir.
15 - İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve
nimetler verirse: "Rabbim beni üstün kıldı" der.
16 - Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı" der.
17-20 - Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun
yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir
yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!

1
21-23 - Hayır… Hayır… Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin
geldiği ve meleklerin saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o
insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne
yararı var ki!
24 - Der ki: "Keşke ben bu hayatım için göndermiş olsaydım."
25 - Artık o gün O'nun ettiği azabı kimse edemez,
26 - ve O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.
27 - 30 Ey mutmain olmuş nefs! Dön Rabbine, sen O'ndan O da senden hoşnut olarak!
Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime!

Ayetlerin Tahlili

1. Ayet:

Ant olsun şu fecre/şafağa [Şu şafağı kanıt gösteriyorum ki]…

Sure kasem cümlesi ile başlamaktadır. 1-4. ayetler kasem cümlesinin “kasem
bölümü”nü, 14. ayet de kasemin “cevap bölümü”nü oluşturmaktadır. Kalem suresi tahlil
edilirken “Kasem Cümlesi” başlığı altında yapılan ayrıntılı açıklamada da belirtildiği gibi,
kasem cümlesinin öğeleri arasına başka bir cümlenin girmemesi gerekir. Ancak biz, Mushaf’ı
tertip eden sahabenin bu konuda yeterince titizlik gösteremediği kanısındayız. Buna benzer
bazı uygulamalar ilerideki surelerde, örneğin Büruc, Kaf ve Sad surelerinde de karşımıza
çıkacaktır.
Bahusus, surenin sağlıklı anlaşılması için ayetlerin aşağıda verilen sıralamaya göre
değerlendirilmesi gerekmektedir:

1-4 - Şu şafağa, on geceye, çifte ve teke, geçip gideceği sırada şu geceye ant olsun ki,
[Şu şafağı, on geceyi, çifti ve teki, geçip gideceği sırada şu geceyi kanıt gösteririm ki],
14- Şüphesiz, Rabbin gözetlemektedir.

“Şafak sökmesi” ya da “tanyeri ağarması” olarak ifade edilen “‫ فجر‬fecir” sözcüğü,


gecenin karanlığının çatlayarak dünyanın aydınlanmaya başlamasını, sabahın ilk beyazını,
insanın mutluluk duyduğu ve ümitlendiği o değerli anları ifade etmektedir.
Ancak burada mecazî bir anlatımla, ilk gelen vahiyden bu sonuncusuna kadar, bütün
vahiylerle yapılan uyarıların, verilen öğütlerin meyvesini vermeye başladığı ve insanlık
üzerindeki küfür, şirk, azgınlık karanlığının vahyin ışığı sayesinde yırtıldığı ifade
edilmektedir. Aslında bu tasvir bir topyekûn aydınlanma sürecini simgelemektedir. Daha önce
Müddessir suresinin 32-37 ve Tekvir suresinin 17-18. ayetlerinde fecrin yaklaştığına işaret
edilerek başladığı ilân edilen bu süreç, bu surede fecrin/şafağın sökmesi ile belirginleşmekte,
bundan sonraki “‫ ضحى‬Duha [kuşluk vakti]” suresinde ise iyice ortaya çıkmaktadır.

2. Ayet:

Ve on geceye

2
Buradaki “on gece”nin hangi “on gece” olduğuna dair birçok rivayet vardır.
-Zilhicce ayındaki on gece,
-Ramazan ayındaki son on gece,
-Muharrem ayının ilk gecesi ile aşure günü arasındaki on gece,
-Musa peygamberin Tur'daki 30 gecelik vaatleşmesine eklenen on gece olduğu ileri
sürülen görüşler arasındadır. Ancak bunların hiç biri itibar edilebilir nitelikte değildir. Çünkü
Zilhicce ayındaki Hacc, Ramazan ayındaki oruç, Muharrem ayının ilk on günü ve Musa
peygamber ile ilgili bilgiler henüz bu sure indiğinde peygamberimize bildirilmiş değildi.
Dolayısıyla, bilgisinin olmadığı konularda peygamberimizin dikkatinin çekilmiş olması
mantıklı değildir. Buradaki “on gece”, peygamberimizin yakinen bildiği bir “on gece”
olmalıdır ki, dikkati ona çekilsin ve o “on gece”ye yemin edilsin.
Bu açıdan bakılır ve daha önce inen dokuz surenin içerikleri dikkate alınırsa, ayette
geçen “on gece”nin vahyin başladığı ilk gece ile 10. sure olan bu surenin indiği gece
arasındaki “on gece” olduğu söylenebilir. Bu durumda; Alak suresinin indiği gece [Kadir
Gecesi] ilk gece, Fecr suresinin indiği gece de onuncu gecedir.
Sure veya ayetlerin hangi yıl, ay, hafta ve günde indikleri tam olarak bilinemediği için
görüşümüz kesinlik ifade etmemekte, sadece akıl yolu ile yapılmış bir öngörü niteliği
taşımaktadır.

3. Ayet:

Çifte ve teke

Çift ve tek olmak bütün varlıkları kapsayan bir durumdur. Çünkü varlıklar kesinlikle
ya çift ya da tektir. Bu nedenle ayete “çok olana ve tek olana” şeklinde de anlam verilebilir.
“Çift” kavramı, herhangi bir nesnenin aynı türden olan bir diğer bireyinin varlığına işaret
eder. Başka bir deyişle çift, karşıtı veya karşıtları olan ve bu nedenle de başka şeylerle belirli
bir ilişki içerisinde bulunan her şeyi kapsar. Buna karşılık, “‫ وتر‬vetr” terimi, tek veya bir olan
şeyi ifade eder. Bu anlamından dolayı Allah'a verilen adlardan biri olarak kullanılmıştır.
Çünkü hiçbir şey O'na denk tutulamaz.
Özetle bu ayet Yaratıcı'nın tekliği ve benzersizliğine karşılık, yaratılanların çokluğunu
ifade eder.

4. Ayet:

Ve geçip gideceği sırada şu geceye

Gece aynı zamanda “karanlık” demek olduğundan, ayetin karanlığın yok olduğu veya
yok olmaya yüz tuttuğu fecir vaktine işaret ettiği anlaşılmaktadır. “‫ ليل‬Leyl” sözcüğünün
muarrefliği [belirginliği] ve ayetteki sanatsal anlatım dikkate alındığında ise küfrün, şirkin,
tuğyanın ve bunların verdiği sıkıntılarla oluşan ruhsal karanlığın geçmekte olduğu
anlaşılmaktadır.
Artık şafak söktüğüne göre gecenin ömrü bitmiştir. Artık vahyin ışığı sayesinde
insanlık sahte ilâh ve rablerden, tağutlardan, yalanlayıcılardan, fesat çıkarıcılardan, gamdan,
kederden ve bunalımdan kurtulacaktır.
Bu konuya daha önce, Müddessir suresinin 33. ayetinde ve Tekvir suresinin 17.
ayetinde kısaca işaret edilmişti.

5. Ayet:

3
İşte bunlarda, akıl sahibi için bir yemin var mı?

Ayette geçen “ ‫ حجر‬hicr” sözcüğü, men etmek, alıkoymak anlamındadır. Men edilen,
alıkonulan şeyden kasıt ise “akıl”dır. Çünkü Arapçada kişiyi kötülükten men etmesi itibariyle
akıla “nuha” dendiği gibi, münasebetsizlikten alıkoyması itibariyle de “hicr” denmektedir.
Dolayısıyla ayetteki “ ‫ ذى حجر‬zi hicr” ifadesi “tam akıl sahibi” anlamına gelmektedir.
Bu durumda ayet, ilk dört ayette yemin edilerek dikkat çekilen konuların tam akıl
sahipleri için Allah'ın varlığına ve tek oluşuna dair ikna edici, sağlam kanıtlar oluşturduğuna
işaret etmektedir.
Ayetteki soru şekline “muhatabı ikrar ettirmek üzere sorulan soru” anlamında
“İstifham-ı Takriri” denir. Burada da hakkında yemin edilen varlıkların önemini ikrar ettirmek
için sorulmuştur. Sanki Rabbimiz şöyle demektedir: “Şüphesiz bu, akıl sahipleri nezdinde
büyük bir yemindir. Akıl ve idrak sahibi olanlar, Allah'ın yemin ettiği şeylerde hayret verici
özellikler, O’nun ilâhlık ve birliğini gösteren deliller görürler. Akıllı insanlar içinde bunun
aksini söyleyecek bulunur mu?”
Dikkat çekicidir ki, Rabbimiz ilmini göstermek için Kur'an'da isim ve sıfatları üzerine,
gücünü göstermek için fiilleri üzerine, sanatının harikalarını göstermek için de yarattıkları
üzerine yemin eder.

6-10. Ayetler:

Görmedin mi Ad kavmine, sütunların sahibi İrem'e -ki, beldeler


içinde bir benzeri yaratılmamıştı-, vadilerde kayaları kesen Semud
kavmine, o kazıkların sahibi Firavun'a Rabbin ne yaptı?

Bir uyarıcı ve öğüt olan Kur'an'ın insanlara gerçekleri göstermek için kullandığı
yöntemlerden biri de, geçmiş kavimlerin kulaktan kulağa dolaşan hikâyelerini, vermek
istediği mesaja örnek teşkil etmek üzere anlatmasıdır. Bu yöntemiyle Kur’an, gerek geçmiş
dönem kıssalarından ibret alıp hisse çıkarmaları ve gerekse eski toplumların hayatında
cereyan eden olaylar üzerinden Allah’ın değişmez sünnetini anlamaları yönünde “öğüt almak
isteyenlere” rehberlik etmektedir.
Bu durum Kur'an'da şöyle açıklanır:

Yusuf; 111: Ant olsun onların kıssalarında kavrama yeteneği olanlar için bir
ibret vardır. Bu [Kur'an] uydurulan bir söz değildir. Ancak
kendinden evvelkilerin tasdiki, inananlar için her şeyin
detaylandırılması, bir yol gösterme ve rahmettir.

Kur'an'da eski dönemlerde yaşamış birçok kavimden söz edilmektedir. Sözü edilen ilk
kavimler Ad ve Semud kavimleridir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirk ve zulüm
üzerine kurulu düzenlerini sürdürmek için gayret sarf eden bu kavimlerin sonları, insanlığa
büyük bir ibret olmak üzere birçok ayette hatırlatılmıştır.
Önemlerinden dolayı bu kavimlerin yakinen tanınması gerekir.

Âd Kavmi

Arap tarih bilgilerine göre Âd kavmi, Yemen'deki Hıdramevt ile Umman arasında
Ahkâf diye bilinen geniş ve büyük bir beldenin halkıdır.
Bu kavim, gerek siyasî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü. "Bağ-ı İrem" diye
anılan, muhteşem sarayların süslediği büyük şehirleri dillere destan olmuştu. Putlara tapan Âd

4
kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi. Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü
hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hûd'a peygamberlik görevi
verildiğinde büyük bir mücadele başladı. Kur'an'da A’râf suresinin 50-60, Şuara suresinin
123-140, Ahkâf suresinin 21-28, Kamer suresinin 18-22 ve Fussılet suresinin 13-16. ayetleri
Âd kavmi ile ilgili bilgiler verir. Tekrarlanmış olanları ihmal edilerek bir pasaj
oluşturulduğunda, Âd kavminin Kur’an’daki portresi ortaya çıkar:
Hûd 50: Âd'a da kardeşleri Hûd'u .... [gönderdik]. Dedi ki: “Ey kavmim/halkım!
Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. Siz uydurmacılardan başka bir
şey değilsiniz.”
Şuara 128-131: Her yüksek tepeye şaşılacak bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Belki
sonsuzlaşırız diye sanayi üreten yerler [fabrikalar] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit
de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.”
A'râf 66: Halkının inkârcı ileri gelenleri “Biz seni bir beyinsizliğe düşmüş görüyoruz
ve kesinlikle senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz” dediler.
A'râf 70: Dediler ki: “Sen, yalnız Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın kulluk
etmekte olduklarını terk etmemiz için mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen hadi bize
bizi tehdit ettiğini getir.”
Hûd 53: Dediler ki: “Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Senin sözünle
ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar da değiliz.”
Şuara 136-138: Dediler ki: “Sen ha öğüt vermişsin, ha öğüt verenlerden olmamışsın;
bizim için aynıdır. Bu, öncekilerin hayat tarzlarından başka bir şey değil. Biz azaba
uğratılacaklar değiliz.”
Ahkâf 26: And olsun, onlara size vermediğimiz imkân ve kudreti vermiştik. Onlar için
işitme gücü, gözler ve gönüller de oluşturmuştuk. Fakat ayetlerimize karşı direndikleri
zaman işitme güçleri de, gözleri de, gönülleri de kendilerine hiçbir yarar
sağlamadı/kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı ve alaya aldıkları şey onları
çepeçevre kuşatıverdi.
Ahkâf 24-25: Nihayet onu vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde
gördüklerinde: “Ha işte!”, dediler, “bu bize yağmur getirecek bir bulut!” Hayır, aksine
o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir
eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr. Sonunda o hale geldiler ki, konutlarından
başka hiçbir şey görünmüyordu. Günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız
Biz.
Ahkâf 28: Allah'ın astlarından yakınlık sağlamak için edindikleri ilâhlar onlara yardım
etseydi ya! Tam aksine, onlardan uzaklaşıp kayboldular. Bu, onların yalanları ve
uydurup durduklarıydı.
Hûd 59, 60: İşte bu, Rabblerinin ayetlerine kafa tutan, O'nun elçilerine isyan eden ve
her inatçı zorbanın emrine uyan Ad'dır.
Bu dünyada ve kıyamet günü arkalarına lanet takıldı. Dikkat edin; Âd, Rablerine
nankörlük etmişti. Dikkat edin, Hûd'un kavmi olan Âd geri gelmez oldu.

Semud Kavmi

Arapça dilbilimcilerin çoğunun görüşüne göre "Semud" sözcüğü Arapça değildir ve


dolayısıyla da çekimli değildir. Bazılarına göre ise Arapçadır ve "smd" kökünden türemiştir.
"Smd" sözcüğü "maddesi [kütlesi] bulunmayan su" demektir ki, bununla "az su" anlamı
kastedilir ve "kırağı, çiy" suları için kullanılır. Su sarnıçları, az su bulunan çukurlar, çukur
kazılıp suyun bulunamaması durumu "semd" sözcüğüyle ifade edilir. (Tacü’l-Arus, 4/373,
374 ve Lisanü’l-Arab, 1/698)

5
Eğer sözcüğün bu kökten geldiği varsayılırsa "Semud" ismi "suyu kıt olan" anlamına
gelir.
Semud kavmi, kırağı ve çiy sularına muhtaç, sarnıca veya suyu az olan su çukurlarına
mahkûm üç beş bedeviden ibaret görülmemelidir. Kur'an'ın diğer ayetlerinden anlaşıldığına
göre Semud, kalabalık bir halkı olan medeniyet sahibi bir kavimdir. Eski çağlarda tarım ve
hayvancılıkla geçinen bir halkın en verimli çağındaki genç bir deveyi kendi çocuklarından
bile üstün tuttuğu/tutabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu sebeple sözcüğün hakikat
manasından çok mecazî anlamına yönelmek zarureti vardır. Semud kıssasında üzerinde
durulması gereken deve değil, bu devenin "Allah'ın devesi [kamuya ait]" oluşudur.
Arap tarih bilgilerine göre Semud kavmi Hicaz ile Suriye arasında, Vadii’l-Kura'da
yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur'an'da bu kabilenin ismi yirmi altı yerde geçmektedir.
Ayrıca Salih peygamberden bahseden ayetler de onun kavmi olan Semud ile ilgilidir. Semud
kavmi, Semud b. Casır b. İrem b. Sam b. Nuh'un [Nuh oğlu Sam oğlu İrem oğlu Casır oğlu
Semud’un] neslidir. (Taberî, Tarih, Beyrut t.y I, 226).
Arap kaynaklı olmayan tarihi belgelerde de Semud kavminden bahsedilmektedir:
“M.Ö. 715 tarihli Sargon kitabesinde Semud kavmi, Asurluların hâkimiyet altına aldıkları
Şarkî ve Merkezî Arabistan kavimleri arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus,
Semud kavminden “Thamudaei” olarak belirtilen isim ile bahsetmişlerdir. Plinus'un Semud
kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve Hegra'nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin
oturduğu yer olarak kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir.” (H. N. Brau, İslam
Ans, Semud mad.)
Bu kavme peygamber olarak Salih gönderilmiştir. Semud kavmi de Âd kavmi gibi
Kur'an'da ibret tablosu olarak sunulmuştur. Gerek Semud kavmi ve gerekse bu kavim ile Salih
peygamber arasındaki mücadele hakkında Taberî', İbnü’l-Esir ve İbn-i Kesir’in eserlerinde
rivayetlere dayalı detaylı bilgi bulunmaktadır. Ancak doğru olan, bizi ilgilendirecek bilgilerin
doğrudan Kur'an'dan çıkarılmasıdır. Kur'an'da A'râf suresinin 73-79; Şuara suresinin 141-159;
Neml suresinin 45-53; Hud suresinin 61-68; Kamer suresinin 23-32; Şems suresinin 11-15;
Fussılet suresinin 17,18 ve Hakka suresinin 4-8. ayetleri Semud kavmi ile ilgili bilgiler
vermektedir. Ad kavmi konusunda yaptığımız gibi, bu ayetlerden tekrarlanmış olanlarını
ihmal ederek Semud kavmi ile ilgili bir pasaj oluşturalım:

Hûd 61-62: Semud'a da kardeşleri Salih'i ... [gönderdik]. Dedi ki: “Ey halkım! Allah'a
kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yok. Sizi yeryüzünden oluşturan ve size
orada ömür geçirten O'dur. Artık O'ndan af dileyin. Sonra O'na tövbe edin. Rabbim
Karib'dir [çok yakındır], Mucib'dir [cevap verendir].” Dediler ki: “Ey Salih! Sen
bundan önce aramızda aranan/ümit beslenen bir kişiydin. Şimdi kalkmış, atalarımızın
kulluk ettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun? Gerçek şu ki, biz, bizi çağırdığın
şey hakkında kafaları karıştıran bir kuşku içindeyiz.”

Neml 47: Dediler: “Sen ve beraberindekiler yüzünden başımıza uğursuzluk geldi [Seni
ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz.]” Dedi: “Uğursuzluk kuşunuz
Allah katındadır. Daha doğrusu siz, sınanan bir halksınız.”

Kamer 27-28: Bir imtihan aracı olarak kendilerine dişi deveyi göndereceğiz. Artık
gözetle onları ve sabret. Suyun, aralarında bölüştürüleceğini de onlara bildir. Her su
alış, içiş nöbetlidir/içilecek her miktar hazırlanmıştır.

A'râf 76, 77: Kibre sapanlar “Biz sizin inandığınızı inkâr edenleriz” dediler. Bu arada
dişi deveyi boğazladılar. Ve Rabblerinin emrinden dışarı çıktılar: Dediler ki: “Ey
Salih! Eğer Allah tarafından gönderilenlerdensen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir.”

6
Kamer 31: Biz, onlar üzerine bir tek ses gönderdik de, ağılcının serptiği kuru ot gibi
kırılıp ufalanıverdiler.

Hûd 67, 68: Zulme sapmış olanları o korkunç titreşimli ses yakaladı da öz yurtlarında
yere çökmüş hâle geliverdiler. Sanki hiç hayat sürmemişlerdi [zenginlik
taslamamışlardı]. orada. Dikkat edin! Semud kavmi, Rablerine nankörlük etmişti.
Dikkat edin, Semud yok olup gitmiştir.

Neml 52: İşte, onların, işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış
evleri... Hiç kuşkusuz bunda, bilen bir halk için bir ayet/gösterge vardır.

Eldeki bilgilere göre, bahsi geçen kavimler hakkında Mekke toplumunun az ya da çok
bilgisi vardı. Âd'ın, Semud'un, İrem’in tam olarak ne ve nerede olduklarına dair [şehir mi,
ülke mi, topluluk mu?] bir çok rivayet ve tartışma vardır. Ne var ki, Kur’an’ın konuyla ilgili
mesajının alınabilmesi için bu rivayetlerin pek bir önemi yoktur. Kur'an, olaylarla ilgili
zaman, mekân ve şahıslar gibi tarihsel detaylardan ziyade karakterler, tavırlar, olayların sebep
ve sonuçları üzerinde durarak dikkatleri dağıtmadan meselenin özüyle ilgilenmiş ve o
zamanki muhatapların haşyetle andığı, takdir ettiği ve güçlü gördüğü kavimlerin akıbetini
haber vererek bu akıbete yol açan temel nedenleri sıralamıştır. Kur’an’ın şimdiki
muhataplarının da aynı mesajı almaları gerektiği izahtan varestedir.
Hûd'un mensup olduğu Âd kavmi, Ahkâf adıyla bilinen ve Umman ile Yemen'deki
Hadramevt arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış ve büyük nüfuz ve iktidarıyla
tanınmış bir kavimdir. Bu kavim, İslâm'ın ortaya çıkışından asırlarca önce tarih sahnesinden
çekilmiş olmasına rağmen, geride bıraktığı iz ve hatıralarıyla Arap geleneğinde her zaman
canlı kalmaya devam etmişti. İrem'in ve Semud'un kalıntıları Mekkelilerin ticaret yaptıkları
kervan yolu üzerindeydi. Surenin 9. ayetinde geçen “vadi”, Medine'nin kuzeyinde,
Arabistan'dan Suriye'ye giden eski kervan yolu üzerinde bulunan Vadii’l-Kura'dır. İrem, bir
çok rivayetin yanı sıra, bu gün Ahkâf çölünün kumları ile örtülmüş bulunan Âd kavminin
efsanevî başkentinin ismi olarak bilinmektedir. “Kazıklar sahibi” olmak, klâsik Arapçada eski
bir bedevî terimidir. Deyimsel olarak “güçlü bir otorite” yahut “sarsılmaz, yıkılmaz bir
güç”ten mecaz olarak kullanılmaktaydı. Bir bedevî çadırını ayakta tutan kazıkların sayısı, o
çadırın büyüklüğüne bağlıydı. Çadırın büyüklüğü, her zaman çadır sahibinin statüsüne ve
gücüne göre değişmekteydi. Bundan dolayı güçlü bir kabile reisi için çoğu zaman “sayısız
direkler üstünde duran çadırın sahibi” tanımlaması yapılırdı.
Fecr suresinde bu üç kavme kısaca değinilmiş, detay başka surelerde verilmiştir.
İnşaallah kıssaların yararına ait daha detaylı bilgi Araf suresinde verilecektir.

11-13. Ayetler:

Onlar ki o memleketlerde azıtmışlardı.


Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı.
Onun için de Rabbin üzerlerine bir azap kamçısı yağdırdı.

14-Şüphesiz ki Rabbin gözetlemektedir.

Bu ayetlerde, güçlerinden o kadar dem vurulduktan sonra tağutların kaçınılmaz


akıbetlerinin nedeni açıklanmaktadır. Bu tağutlar tuğyan etmişler, hak ve adalet sınırlarını
aşmışlar, büyük bir yozlaşmaya ve çürümeye neden olmuşlardı. Zulüm, israf, zevk ve
eğlenceye aşırı düşkünlükle Rabbi unutmuşlar; fesat çıkarmışlar, düzeni [ilâhî dengeyi],

7
ahlâkı ve fikri yozlaştırmışlardı. Bu yaptıklarına karşılık olarak, her şeyi gören, her şeyi bilen,
her şeyi kontrol eden, hiçbir şeyin ilminden ve görmesinden kaçamadığı, görünen ve
görünmeyen her şeye, göğüslerde gizli olana bile şahit olan Allah, onların üzerine azap
gönderdi, onları sonsuz gücüyle helâk ederek cezalandırdı. Onun için yeryüzünde fitne ve
fesat çıkaranlar, tağutluk edenler, azgınlık, taşkınlık ve bozgunculuk yapanlar Allah'ın
görmediğini, bilmediğini, yaptıklarından gafil olduğunu, dolayısıyla da Allah'ın azabından
kaçıp kurtulacaklarını sanmamalıdırlar.
Şûra suresinin 40. ayetindeki “Bir kötülüğün cezası, tıpkısı bir kötülüktür. …” ifadesi,
Allah’ın cezalandırmasıyla ilgili ilahi ilkeyi bildirmektedir. Bu ilke, suçluların dünya ve
ahirette görecekleri azabın, işledikleri ameller ile uyumlu olacağını göstermektedir.
Suçluların üzerine yağdırıldığı bildirilen azap kamçısı, bu bakış açısıyla, kendilerini
Rabb yerine koyan tağutların, hükmettikleri kölelerini, reayalarını, sözde kullarını tıpkı sürü
güder gibi kırbaçla işkence ederek cezalandırdıklarına ve böyle bir suçun cezasının da aynı
şekilde tıpkısı ile verildiğine işaret etmektedir.
Kamçının tek bir parçadan değil de birbirine sarılmış ya da örülmüş parçalardan
oluştuğu hatırlanacak olursa, “Azap kamçısı” deyiminden yola çıkarak dünya ve ahiretteki
cezanın da âdeta bir azap yumağı gibi değişik azapların bir bütün hâlinde uygulanmasıyla
gerçekleştiği/gerçekleşeceği düşünülebilir. (Nebe suresi ayet 20-26'a bakınız.)

15, 16. Ayetler:

İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisine


ikramda bulunur, nimetler verirse: "Rabbim bana ikram etti" der.
Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni
aşağıladı" der.

Hatırlayacağınız gibi A'lâ suresinden itibaren vahylerde (A'lâ suresi 14 ve Leyl suresi
5-21 ayetler) yeni bir konuya değinilmeye başlanmıştı. Bu konu sosyal adaleti sağlayan
“infak” yani Allah rızası için vermek idi. Bu mesele Fecr suresinin 15-30. ayetlerinde daha da
detaylandırılmaktadır.
Ayetteki “insan” ile kast edilenin Mekke'nin ileri gelenlerinden Utbe b. Rebia,
Huzeyfe b. Muğîre, Ubeyy b. Halef ve Umeyy b. Halef gibi kimselerden biri olduğu ileri
sürülmekte ise de, biz o insanın eğitilmemiş ham ruhlu kişilerin genel karakterini simgelediği,
bu nedenle de o karakterdeki her bir insanın kastedildiği kanısındayız.
Ayetlerin bildirdiğine göre insan, sahip olduğu nimetler sayesinde içinde yaşadığı
bolluğu Rabbi tarafından kendisine yapılan hak edilmiş bir ikram olarak değerlendirir. Oysa
yapılan ikram, kendisinin imtihan edilmesine yöneliktir ve sonunda hesabı görülecek bir
sorumluluğu da beraberinde getirmektedir. Asıl ikramın ahirette olduğunu düşünemeyen
insan, dünyada yapılan ikramdan haz duyar, sevinir ve bu ikramın imkânlarıyla lükse yönelir.
Bununla da kalmaz, zevke, eğlenceye ve fesada dalar, taşkınlık yapmaya başlar.
Kendisine ikramda bulunulmuş bir insanın bu davranışı nasıl nankörlükse, rızkının
kısılması ve kendisine verilen nimetlerin azlığıyla sabrı ölçülen bir insanın Rabbinin kendisini
horladığını düşünmesi de aynı şekilde nankörlüktür. Birbirine zıt her iki davranış modelinin
de sonu hüsrandır. Çünkü ilki elindeki bolluğu kazanılmış hak telakki ederek şımarıp azar ve
o nimetlerin şükrü eda edilmesi gereken bir imtihan olduğunu düşünmez; ikincisi de elindeki
dünya nimetlerinin başkalarına kıyasla az oluşunun aslında ahirette kendisine yapılacak
ikramın bir habercisi olduğunu ve “rızk bolluğu” yolu ile yapılacak bir imtihandan kendisini
koruduğunu düşünmez, bunu adaletsizlik olarak görür, hatta Allah'ı inkâra kadar sürüklenir.

8
Rızkına şükretmeyi bilmeyen insan karakteri, ileride Hacc suresinin 11. ayetinde
detaylandırılacaktır.

17-20. Ayetler:

Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz


[üstünleştirmiyorsunuz].
Yoksulun yiyeceği üzerine teşvikleşmiyorsunuz.
Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki!
Malı öyle bir seviş seviyorsunuz ki, yığmacasına!

Yani “Rabbinizden kendiniz için bol ikram isterken, O’ndan saygın ve üstün olmaya
yönelik şeyler beklerken, yetimlerin saygın ve üstün olmaları için hiç çaba sarf etmiyorsunuz;
onları aç, susuz, eğitimsiz bırakıyorsunuz.
Hareket imkânı bulunmayan muhtaçların karınlarını doyurmalarını sağlayacak bir iş
sahibi olmalarını temin etmeye yanaşmıyor, buna karşı içinizde bir istek duymuyor, bu
konuda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
Bu hususta yarışmanız gerekirken aksine bundan kaçıyorsunuz. Hatta başkalarının
[zayıfların] mirasına [toplumun onlar için harcayacağı birikime, onların toplum zenginliği
içindeki paylarına] el koyuyor, onu büyük bir oburluk, düşüncesizlik ve aç gözlülükle
yiyorsunuz.
Malı da sınırsız bir sevgiyle öyle çok seviyorsunuz ki, aklınıza ne hesap vereceğiniz
geliyor, ne de Rabbiniz.”
Hemen hemen bütün Türkçe meallerde yer alan “yetime ikram etmiyorsunuz” çevirisi,
ayetin gerçek manasını ifade etmekten uzaktır. Ayette geçen “ikram”, çay, kahve ve benzeri
şeyler ikram etmek anlamına gelmez. Buradaki “‫ اكككرام‬ikram”, üstün kılma, saygın hâle
getirme demektir. Bu da eğitim vermekle, fırsat vermekle, iş imkânı vermekle mümkün
olabilir. Bir başka ifade ile ikram, “aç, susuz, öğretimsiz, eğitimsiz, becerisiz bırakma,
toplumda seviyesiz hâle getirme” demek olan “‫ قهر‬kahr etmenin” tam tersidir.
Ayette geçen “‫ مسكين‬miskin” sözcüğü fıkıh literatüründe “Fakirden daha yoksul olan
kimse” olarak tanımlanmıştır.
Gerçekte “miskîn” sözcüğü “sakin olmak, hareketsiz durmak” anlamındaki “‫سكككن‬
sekene” sözcüğünün türevlerindendir. Lisanü’l-Arab adlı eserde “sekene” sözcüğünün esas
anlamının “‫ واضع‬eğilen/boynunu büken, tevazu gösteren” demek olduğu belirtilmektedir. (Cilt
4, Sh. 630-635, Sekene maddesi) Bu iki anlam bir arada düşünülürse, “miskîn”in gerek
fakirlik yüzünden gerekse başka bir etken nedeniyle hareketsiz kalmış, serbest hareket
imkanını kaybetmiş, boynu bükülmüş kimse” olduğu anlamına ulaşılır. Bu ikinci nedenle
miskinleşmenin örneği Kehf suresi 79. ayette görülür. “Miskin” bazı hallerde fakirden üstün
olabileceği gibi, bazen de fakirden daha yoksul olabilir. Bunun Kur'an'da birçok örneği
mevcuttur.
Özetle bu ayetlerde değinilen hususlar, İslâm'ın sosyal adalet ilkesinin temelini
oluşturmaktadır. Günümüzdeki ekonomik sistemlerin bu ilkelerle taban tabana zıt oluşu göz
ardı edilmemeli ve İslâm'ın istediği sosyal adalet düzeni ile bu sistemler arasındaki uçurum
topluma bir “tez-antitez”, yani “Hakk ile batıl” sunumu ile anlatılmalıdır. Böylelikle
insanların en güzel sistemi tercih etmelerine yardım edilmiş olunur.

9
21, 22. Ayetler:

Hayır… Hayır… Yer üst üste sarsıntılarla düzlendiği zaman,


Rabbinin geldiği ve meleklerin saf saf dizildiği zaman,

Tekvir suresinin ilk ayetlerindeki kıyamet sahneleri bu iki ayette de kısaca açıklanarak
uyarılara devam edilmektedir.

22. ayetin orijinalindeki “Rabbin geldiği zaman” ifadesi müteşabih bir ifadedir. Bu
nedenle tevili yapılır. Zira Yüce Allah'ın gelmesi, gitmesi, inmesi, çıkması söz konusu
olamaz. “Rabbin geldiği” ifadesindeki tamlamaya bir anlam takdir edilerek açıklama yapılır.
Rabbimizin fizikî olarak gelmesi ve bizim de O'nu görmemiz söz konusu olmadığına göre,
takdir edilecek anlamlar şöyle olabilir: “Rabbinin hesaba çekmeye dair emri geldiği vakit”,
“Rabbinin önüne geçilemez gücü, haşmeti, kahrı geldiği zaman”, “Rabbinin yüce ayetleri
geldiği zaman” .
“Müteşabih” sözcüğü ile ilgili olarak ileride geniş bilgi ve örnekler verilecektir.

23. Ayet:

o gün cehennem de getirilmiştir; o insan o gün anlar, ama bu


anlamanın ne yararı var ona?

Bu ayette de mahşer sahnesi canlandırılmaktadır. Benzer sahneler Tekvir suresinin 12-


14. ayetlerinde de ortaya konmuştu.

24. Ayet:

Der ki: “Keşke ben bu hayatım için göndermiş olsaydım.”

Surenin bu kısmında zımnen şu uyarı yapılmaktadır:


“Malınıza, makamınıza gereğinden fazla değer veriyor, onları muhafaza etmek için
âdeta kendinizden geçiyorsunuz. Değerlerinizi, dininizi, şahsiyetinizi, ilkelerinizi hiçe
sayıyorsunuz. Peki, ama bakalım o gün ne yapacaksınız? Geleceğini sanmadığınız, ya da
unuttuğunuz, unutmak istediğiniz, bilmezden geldiğiniz o gün gelince ne yapacaksınız? O gün
ne çok sevdiğiniz, yığdığınız maldan, ne de yükseldiğiniz makamdan size fayda vardır. Ancak
Rabbinizin haşmeti, azabı, meleklerin lâneti ve cehennem vardır. Geç kalmış bir anlamanın
ardından daha da yakıcı bir pişmanlık vardır: ‘Keşke bu hayatım için önceden hazırlık
yapsaydım!’ Ama çok geç.”

25, 26. Ayetler:

Artık o gün O'nun ettiği azabı kimse edemez.


O'nun vurduğu bağ gibi kimse de vuramaz.

Bu ayetlerde Yüce Allah, suçluları lâyık oldukları azaba bağlayan, o azaptan


kaçmalarını imkânsız kılan bağlar olduğunu bildirerek kıyametteki azabı vurgulamaktadır.

10
27, 28. Ayetler

Ey mutmain olmuş nefs!


Dön Rabbine, sen O'ndan O senden hoşnut olarak!

Kur'an bu noktada “İltifat Sanatı” yaparak gaipten muhataba [üçüncü şahıstan ikinci
şahısa] dönmekte ve o ana kadar inmiş olan [Alak ile Fecr sureleri arasındaki] vahiylerle
mutmain olan kişiye seslenmektedir: “Ey mutmain olmuş kişi, artık sen Allah'tan, Allah da
senden razı olarak ölebilirsin, Rabbine dönebilirsin.”
Bir kimsenin mutmain olması, o kimsenin gerçeğe ulaşması, içinde en ufak bir şüphe
kalmaması demektir. Bu noktaya ulaşmış kimseler, hiç bir şeyden korku ve üzüntü duymazlar.
Tam olarak huzur ve güven içindedirler.
Bunu başarabilmek ise sadece Allah'ı anmak, akılda tutmak ve unutmamakla
mümkündür (Ra'd 28). Zaten ilk vahiyden itibaren Fecr suresine kadar bütün vahiylerin özü
de Allah'ı unutmama ilkesine dayanmaktadır.

29, 30. Ayetler:

Hemen gir kullarımın içine!


Ve gir cennetime!

Rabbimizin kastettiği kullar, Sad suresinin 83. ayetinde İblis'in aldatamayacağından


bahsedilen “insanların içinden ihlâslarıyla seçilmiş has kullar”dır. “Rahman'ın kulları” ya da
“Allah'ın seçilmiş kulları” olarak da adlandırılan bu kulların nitelikleri ve akıbetleri Furkan
suresinin 63-74 ve Saffat suresinin 39-49. ayetlerinde açıklanmıştır.
Bu kullar aşağıdaki özelliklere sahiptirler:

- Yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler ve cahiller onlara hitap edince “Selâm”


derler.
- Geceleri Rableri huzurunda secde ederek, ayakta durarak geçirirler.
- Ve şöyle yakarırlar: “Rabbimiz, cehennem azabını bizden sav. Doğrusu onun azabı
ödenecek bir borçtur. Şüphesiz o, kötü bir durak yeri ve kötü bir dinlenme yeridir!”
- Onlar harcadıkları zaman ne savurganlığa saparlar ne de cimrilik ederler.
- Onlar Allah ile beraber başka bir ilâha yakarmazlar. Allah'ın saygıya lâyık kıldığı
cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler.
- Onlar yalana tanıklık etmezler. Boş lâkırdıya rastladıklarında soylu bir tavırla geçip
giderler.
- Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığında, körler ve sağırlar gibi davranmazlar.
- Onlar şöyle yakarırlar: “Rabbimiz, eşlerimizden ve çocuklarımızdan bize göz
aydınlığı bağışla. Bizi takvaya sarılanlara önder kıl.”

Bu kulların akıbetleri de şöyle olacaktır:


- İşte bunlar, sabretmiş olmalarına karşılık yüksek konaklarla ödüllendirilirler. Ve o
konaklarda sağlık dileğiyle ve selâmla karşılanırlar.
Orada sürekli kalacaklardır. Ne güzel konak yeri, ne güzel dinlenme yeri!
- Onlar için belirlenmiş bir rızk vardır.
- Çeşit çeşit meyveler vardır. İkramla karşılanan kişilerdir onlar.
- Nimetlerle dolu cennetlerdedirler.
- Karşılıklı koltuklar üzerindedirler.

11
- Kaynaktan doldurulmuş kadehler dolandırılır çevrelerinde.
- Bembeyaz, içenlere lezzet sunan kadehler.
- Sersemletme/baş ağrısı yok onda. Sarhoş da olmazlar ondan.
- Yanlarında, gözlerini onlara dikmiş, iri gözlüler vardır.
- Korunmuş yumurtalar gibidir onlar.

Dikkat edilirse, surenin 15-26. ayetlerinde nankör insan ve onunla ilgili kıyamet
sahnesi, 27-30. ayetlerinde ise teslim olan insan ve onun kıyamet sahnesi canlandırılmıştır.
Sure şafağa dikkat çekerek başlamış, son ayetlerle de şafağın sonundaki aydınlığın
cennet olduğu vurgulanarak zımnen şöyle denilmiştir: “Ey dürüst, erdemli kulum! İman ve
samimiyet ile Rabbine güzel şeyler takdim ederek kalp huzurunu bulmuş, huzura ermiş insan!
Hak etmiş, mükâfatlandırılmış, razı olmuş ve olunmuş olarak kullarımın arasına ve cennetime
gir!”

Fecr suresinin 27-30. ayetlerini Fussılet suresinin 30-32. ayetleri ile de ortaya koymak
mümkündür:

Fussılet[30-32: Şu bir gerçek ki, “Rabbimiz Allah'tır!” deyip sonra dosdoğru


gidenler üzerine melekler [Kur'an ayetleri] habire iner [içlerine
işler] de şöyle derler: “Korkmayın, üzülmeyin! Size vaat edilen
cennetle sevinin.

Biz sizin, dünya hayatında da ahirette de [yardımcı, yol


gösterici] yakınlarınızız. Orada sizin için canlarınızın çektiği
her şey var. Sizin içindir orada ne istiyorsanız.”

Gafur ve Rahîm Allah'tan bir ağırlama olarak…

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

12

You might also like