You are on page 1of 20

1 ALAK [EMBRİYON]

SURESİ

ALAK SURESİ'NE GİRİŞ


Adını ikinci ayetinde geçen alak sözcüğünden alan bu sure,
Mekke’de inen ilk suredir. Alak suresini bütün incelikleriyle anlamak,
onun indirilen ilk sure olduğunu bilmek ve bunu dikkate almakla
mümkündür. Edebiyattaki "mukaddime” usulüne kıyas edilerek bu
sureye "Kur’an'ın önsözü" de denilebilir. Bu özelliği dikkate
alındığında, surenin ibaresinden, işâresinden, delâletinden ve
iktizasından hareketle Kur’an'ın bütününe ulaşmak; Kur’an'da neler
bulunduğu, Kur'an'ın neler içerdiği hakkında genel bir kanaate varmak
mümkündür.
Bu sure ile Yüce Allah, Muhammed'i muhatap alıp ona konuşmuştur.
Tek taraflı bir hitap olan bu konuşmayla, Muhammed b. Abdullah’ı tüm
insanlığa gönderdiği İslam Dininin son peygamberi olarak
görevlendirmiştir. Bu sure ile ona ilk mesajlarını vahyetmiş, bu
mesajların gereğini yerine getirme konusunda peygamberinin zihninde
oluşan bazı soruları da gidermiştir. İçeriğini daha iyi anlayabilmek için
surenin yukarıda sayılan özelliklerini dikkatten uzak tutmamak
gerekir.

Ayetlerin İnişleriyle İlgili Meşhur Rivayet

Peygamberimize ilk vahyin gelişiyle ilgili olarak Sahih-i


Buhari’nin Vahy Kitabı’nda nakledilen 3 numaralı rivayet şöyledir:
“Bize, Yahya b. Bükeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona İbni Şihap, ona
Urve b. Zübeyr, Urve de müminlerin annesi Ayşe'den tahdis etti.
Müminlerin annesi Ayşe şöyle dedi:
Rasülüllah'a ilk vahyin başlayışı, uykuda doğru rüya görmekle
olmuştur. Her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı.
Sonraları ona yalnızlık sevdirildi. Hıra dağındaki mağaraya yalnızlığa
çekilir, belirli gecelerde ailesinin yanına gelinceye kadar ibadet
ederdi. Tekrar yiyecek içecek alır, yine giderdi. Tekrar Hadice'nin
yanına döner, yiyecek içecek tedarik edip yine giderdi. Ta ki vahiy
gelene kadar...

1
Birgün Hıra mağarasında iken melek ona geldi, “‫ إقرأ‬oku” dedi. O
da “ ‫ ما انا بقارئ‬Ben okuyucu değilim” dedi. Peygamber buyurdu ki: “O
zaman melek beni alıp takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni
bırakıp yine, “‫ إقرأ‬oku” dedi. Ben de ona, “Ben okuyucu değilim” dedim.
Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra
beni bırakıp yine, “‫ إقققرأ‬oku” dedi. Ben yine, “Ben okuyucu değilim”
dedim. Sonra beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı kan damlasından yarattı.
Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir.”
Bunun üzerine Rasulüllah, bu ayetlerle yüreği titreyerek
Hadice'ye döndü. “‫ زّملونى زّملونى‬Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!”
dedi. Korkusu gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler. Ondan sonra,
olanları Hadice'ye haber verdi. “Kendimden korktum” dedi. Hadice
de:
“Hayır, vallahi. Allah seni ebediyen rüsva etmez. Çünkü sen,
yakınlarına sıla yaparsın, acizlerin işini görürsün, fakire yardım eder,
kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak
vekillerine yardımcı olursun” dedi. Ve hemen Peygamberi alıp
amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Bu kişi cahiliye döneminde
Hıristiyan olmuş bir kişi idi. İbranice yazı yazmasını bilir, İncil'den
Allah'ın dilediği kadar bazı şeyleri İbranice yazardı. Ve kördü.
Hadice, Varaka'ya:
“Amcaoğlu dinle! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka:
“Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Rasulüllah, gördüğü
şeyleri ona haber verdi. Bunun üzerine Varaka:
“O gördüğün, Allah'ın Musa'ya indirdiği Namus'tur. Ne olurdu,
senin davetin günlerinde ben de genç olsaydım. Kavminin seni
çıkaracakları/hicrete zorlayacakları zaman sağ olsaydım.” Bunun
üzerine Rasulüllah:
“Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:
“Senin gibi bir şey getirmiş [vahiy tebliğ etmiş] bir kimse yoktur
ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine ulaşırsam sana
son derecede yardım ederim” dedi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka
öldü. Ve bir müddet vahy kesildi.”
Alak suresi şimdiye kadar bu rivayet doğrultusunda anlaşılmaya
çalışılmıştır. Oysa ayetleri anlamanın en iyi yolu, onları Kur’an’ın diğer

2
ayetleriyle açıklama ilkesinden hareket ederek sureyi Kur’an’ın genel
çerçevesi içinde anlamaya çalışmaktır. Bu ilke, öncelikle vahyin
başlangıcını anlatan ve yukarıda özeti verilen meşhur rivayetin Kur’an
ışığında dikkatle incelenmesini gerektirir. Bu incelemenin bizi ilk elde
ulaştıracağı sonuçlar şunlardır:
•İlk vahiylerin uyku esnasında inmediği Kur’an ile sabittir.
(Necm/11-13) Rivayette iddia edildiği gibi ilk vahiyler rüyada inmiş
ise, bunun Alak suresinden önce vuku bulmuş olması ve o rüyada inen
vahye ait başka ayetlerin de bulunmuş olması gerekir. Böyle bir şeyin
kabulü ise vahyin eksik toparlandığının kabulü olur ki, bu hem tarihî
belgelere hem de Rabbimizin kitabını koruma vaadine ters düşer.
Ayşe'den rivayet edilenler doğru ise, rivayette sözü edilen vahiyler
ancak Ayşe'nin olayları hatırlayabileceği çağa ve peygamberimizin
evine dâhil olduğu döneme ait olabilir.
Rivayet, Ayşe'nin ağzıyla, sanki Ayşe olaylara tanık olmuş ve
anlatmış gibi aktarılmış, geniş bilgi verilmemiştir. Hâlbuki herkes
tarafından bilinmektedir ki, ilk vahiyler geldiğinde Ayşe küçük bir
çocuktur.
• Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy geldiğinde korkmamış,
ürpermemiştir. (Necm/13-17) Varaka gaybı bilmez, bilemez. Bu
rivayette Varaka, tahminin de ötesinde, kehânette bulunmaktadır.
Rivayetin peygamberlerin öz yurtlarından çıkarılmasıyla ilgili bu
bölümü İbrahim suresinin 13. ayetinden alınmış gibi görünmektedir.
Böylece Rabbimizin değişmez ve şüphe götürmez beyanı Varaka'ya
isnat edilmiştir.
İbrahim 13: “Kâfirler peygamberlerine şöyle dediler: ‘Ya tamamıyla
bizim dinimize dönersiniz yahut da sizi yurdumuzdan mutlaka
çıkarırız.”
• Kur’an'a göre ilk vahiy Hıra mağarası'nda değil, Mescid-i
Aksa'da; Cennetu’l-Me'vâ denilen yerde gelmiştir. Hıra mağarası ile
ilgili rivayetler, hem Peygamberimizi hem de vahyi rencide eder
(Kasas/86).
• Bu rivayet doğruysa, Kur’an'da tam üç tane "ikra" sözcüğünün
eksik olduğunun kabul edilmesi gerekir.
• Eğer bu rivayet doğru sayılırsa, ilk mümin, ilk müslüman
Peygamberimiz değil, En'âm/l4, l63 ve Zümer/12'nin hilâfına Hatice
olur.

Rivayetteki "bir müddet vahiy kesildi" ifadesi karşımıza bir de


"fetret" problemini çıkarmaktadır. Sözlük anlamı olarak, "bir
çeviklikten sonra gevşeme, sertlikten sonra yumuşama, güçlülükten

3
sonra gelen zayıflık, aralık, boşluk" demek olan fetret,konumuz
itibariyle "tebliğsiz dönem" anlamına gelir. Bu "tebliğsiz dönem"in ne
kadar sürdüğü rivayetten rivayete değişmektedir; 12, 15, 25, 40 gün,
hatta 3 sene sürdüğünü iddia eden rivayetler vardır. Bu rivayetler,
Fetret'in sebepleri konusunda da birbirleriyle çelişkili bir çeşitlilik
arz ederler. Fetret'e, yani vahyin kesildiğine ve bunun sebebine dair
rivayetler güvenilir olmaktan çok uzaktır.
Fetretin nedenlerine dair Razî'nin naklettiği şu görüşler,
konuyla ilgili rivayetlerin neden güvenilir olmadığını gösterecek
niteliktedir:
1- Ehl-i Beyt içinde tırnağı uzun olanlar varmış.
2- Peygamberimiz bir savaşta ayağını taşa vurup kanatmış,
bunun üzerine “Sen, kanayan ve karşılaştığı şey Allah yolunda sayılan
bir parmak mısın?” diye sızlanmış. Allah da buna kızmış, vahyi kesmiş.
Oysa bu olay, Sahih-i Buhari'de başka konular dolayısıyla yer
alan ve ilk vahiylerin gelmesinden yıllar sonrasına ait bir olaydır.
3- Peygamberimizin evinde, torunları Hasan ile Hüseyin'e ait
köpek yavruları varmış. Bu nedenle, bir melek olan Cebrail
peygamberimizin evine girememiş.
Oysa peygamberimizin kızı Fatıma, Ehli Sünnet kaynaklarına
göre vahyin başlangıcında henüz beş yaşlarında bir çocuktu. Şia
kaynaklarına göre ise peygamberimizin nübüvvetle
görevlendirilmesinden beş yıl sonra dünyaya gelmiştir. Eşi Ali ile
evlenmesi ise hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. İlk vahiyler
sırasında çocuk oldukları iddia edilen Hasan ve Hüseyin, gerçekte
hicretin ikinci yılından sonra dünyaya gelmişlerdir.
4- Yahudiler peygamberimize Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf
hakkında sorular sormuşlar, peygamberimiz de “yarın cevap vereyim”
demiş fakat “İnşaallah” dememiş.
Halbuki Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf'ten Kur'an'da ilk defa 69.
sure olan Kehf suresinde söz edilmektedir. Alak suresi ile Kehf
suresinin inişleri arasında en az on yıllık bir zaman farkı vardır.
Gerçekte fetret denen böyle bir dönem yaşanmamış, vahiy
kesintisiz olarak devam etmiştir. Aslında Duhâ/3 ayeti, fetret
konusuna malzeme yapılmıştır. Birçok çevirmen ve yorumcu bu ayeti,
Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı şeklinde anlamış ve ilk
vahiyle bu ayet arasında bir fetret döneminin bulunduğu kanısına

4
varmıştır. Oysa Duhâ suresi, iniş sırası olarak 11. suredir. Eğer bu
kabulleri doğru olsaydı, ilk vahiyden sonra -bu ayete kadar- hiç vahiy
gelmemiş olması veya Duhâ suresi'nin 2. sure olması gerekirdi.
Söz konusu ayetin doğru anlamı, Rabbin sana darılmayacak ve seni
bırakmayacak (Duhâ/3) şeklindedir. Yani, bu ayetle Peygamberimiz ve
misyonu kesin bir dille teminat altına alınmıştır. Bu ayetteki ifadeler,
ayetin içeriğine kesinlik kazandırmak [olacağın kesinliğini tembih]
maksadıyla geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Kur’an'da bunun, -Ay'ın
yarılması gibi- yüzlerce örneği vardır. Duhâ suresi'nin söz akışı da
buna delâlet etmektedir.
Bu surenin iniş sebebi, Rabbimizin rahmet ve hidayeti kendine
yazmış [farz kılmış] olmasıdır. Daha sonraki ayetlerden öğreneceğiz
ki Rabbimiz, Rahman ve Rahîm olmasının bir gereği olarak rahmeti
kendi üzerine borç kılmıştır (En'âm/12, 54); hidayeti üzerine
yazmıştır (Leyl/12, Nahl/9); her canlıya rızık vermeyi üzerine borç
kılmıştır (Hûd/6).
Bu işleri kendine farz kılan Rabbimiz, insanlara hidayet etmeyi
[doğru yola kılavuzlamayı]; onlara akıl ve vicdan vermek, peygamber
göndermek ve kitap indirmek suretiyle yerine getirmiştir.
Yüce Allah’ın hangi şartlarda toplumlara peygamber gönderdiği,
Kur’an'ın birçok suresinde doğrudan ya da dolaylı olarak dile
getirilmektedir.
Allah’ın yozlaşmış toplumlara peygamberler göndermesi
konusundaki ilahî sünneti gereği, tüm insanlık genel bir hidayet
çağrısına muhtaç bir durumdaydı. O günün Mekke'sinde de dinî inanç
yozlaşmış, bu yozlaşma ve bozulmalar sonucu yüzlerce tanrısı bulunan
müşrik bir kitle oluşmuştu. Bu kitlenin giderek tâğûtî bir sistemle
entegre olması, doğrudan şirk inancının bir sonucuydu. Her tâğûtî
sistemde olduğu gibi, orada da alt kesimdeki insanları hor ve hakir
gören yeni firavunlar ve küstah asilzadeler türemişti. Bunlar kendi
rabblıklarının ve kurdukları düzenlerin sarsılmaması için ihtirasla
gayret göstermekteydiler.
Böyle bir ortamda doğmuş ve büyümüş olan Muhammed b. Abdul-
lah, o toplumdan biri olmasına rağmen farklı bir uygulamaya tâbi
tutulmuş, Rabbinin özel nimetine mazhar olmuştu. Onun henüz
peygamber olmadan mazhar olduğu bu nimet, Allah'ın tektanrıcı bir
müslüman olan İbrahim (as)’e de verdiği "doğruyu bulma yeteneği"nin
ona da bahşedilmiş olmasıydı (Enbiya/51).
O, kendisine bahşedilen bu anlama ve kavrama yeteneği sayesinde
dalâletten kurtulmuş, tevhîd mücadelesi veren, bu uğurda toplumuyla
tersleşen bir kimliğe bürünmüştü. Artık onlardan biri değildi, aksine
onların şirkini ve tâğûtî düzenlerini protesto ediyordu.
O tarihte Kâbe, Mekkelilerin halka açık parlamentosu, ibadet
merkezi idi. Kâbe’de yaptıkları ibadetler; beytin çırılçıplak tavaf
edilmesi, ıslık çalarak ve el çırparak namaz kılınması şeklindeki
yozlaşmış ibadetlerdi (Enfâl/35). Kâbe’nin içi ve çevresi, sahte
tanrıların yüzlerce heykeliyle doluydu. İdare ise yöresel firavunlar

5
mesabesindeki Daru’n-Nedve üyelerinin kontrolündeydi. Ne var ki,
artık aralarında onlara karşı koyacak kimsesiz bir adam vardı:
Muhammed b. Abdullah.
Kâbe’nin Arablar arasındaki işlevini de dikkate alarak, bir
karşılaştırma ve tespit yapmak için önce o günün Mekke'sinin emiri,
kerîmi Ebu Cehl'i, sonra da yine Mekke'de doğmuş-büyümüş Muham-
med b. Abdullah'ı düşünmek gerekir. Ayrıca yine düşünmek gerekir ki,
Muhammed b. Abdullah, o günlerde müşriklerin kıldıkları namazdan
farklı bir namaz kılmaktadır.
Bu hal ve şartlar içinde, Muhammed b. Abdullah bir gece Kabe'de
namaz kılma girişiminde bulunmuş fakat bu arzusu Ebû Cehl
tarafından engellenmişti. (Alak/9-10). Bakara/185'e göre Ramazan
ayı içinde yer alan bu gece, Duhân/3'teki adıyla "Mübarek Gece",
Kadr suresi'ndeki adıyla "Kadr Gecesi"dir. Alak/9-10'da bahsedilen
"kul", ittifakla Muhammed b. Abdullah'tır.
Bu tartışma ve namazdan engelleme sonrasında Muhammed b.
Abdullah, bulunduğu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürür.
Nitekim bu olay İsrâ/1'de, "Yürüten... Allah tarafından yürütülen"
ifadeleriyle anlatılır,
Mescid-i Haram'ı biliyoruz, ama Mescid-i Aksa neresidir?
Kur’an'da geçen Mescid-i Aksa, bugünkü bildiğimiz Kudüs'teki
Mescid-i Aksa değildir. Kur’an'da geçen Mescid-i Aksa, Mekke'de;
Haram bölgenin kenarında, Taif yolu üzerinde, Cirâne vadisinin
yamacında eski bir mesciddir. İslâm'ın ilk yıllarında Kudüs'te bulunan
-bu günkü Mescid-i Aksa'nın yerindeki- mescidin adı Beytü’l-
Makdis'tir. Beytü’l-Makdis’in inşası Hz. Süleyman'a dayanır.
Hicretten 90 yıl sonra Abdülmelik b. Mervan, Beytü’l- Makdis'in
yıkıntıları üzerine bugünkü mescidi yapmış ve adını da "Mescid-i
Aksa" koymuştur. Kur’an’da adı geçen mescitle ilgisi bulunmamakla
beraber Abdülmelik’in yaptırdığı bu mescid de aynı isimle meşhur
olmuştur. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi inşaallah İsra suresi'nin
tahlilinde verilecektir.
Muhammed b. Abdullah'ın geceleyin yürütülüşünün nedeni,
İsrâil'den öğrendiğimize göre, Rabbimizin, ayetlerinden bir kısmını
ona göstermeyi irade etmesidir:
Kendisine ayetlerimizden gösterelim diye, bir gece, kulunu
Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek [bereketli] kıldığımız
Mescid-i Aksa'ya yürüten, her türlü noksanlıktan arınmıştır.
(İsrâ/1)
Orada neler oldu?
Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki
yay uzunluğu kadar yahut daha az kaldı. Hemen de kuluna
vahyettiğini vahyetti. (...) Andolsun, o, Rabbinin ayetlerinden en
büyüğünü gördü. (Necm/7-18)
Evet, en büyük ayeti gördü: Vahiy aldı, peygamber oldu. İlk aldığı
vahiy “ikra!”dır.

6
Muhammed b. Abdullah artık bir peygamberdir. Bundan sonra
sadece Rabbi adına hareket edecektir.
Musa (as) ve Muhammed (as)'in ilk vahiy alışları arasında benzerlik
vardır. Musa bir ateş görür, ateşten bir parça kor almak için ateşe
doğru yürür ve dağa çıkar. Orada bir ağaçtan [görüntü ve ses] tecelli
etmesiyle vahye muhatap olur. Muhammed de Mescid-i Haram'dan
Mescid-i Aksa'ya yürür ve orada son sidre ağacından bir tecelli ile
vahye muhatap olur. (Kasas/30 ve Tâ-Hâ/9-24. ayetleri tetkik edi-
niz.)

7
1 (96). ALAK SURESİ
Rahman, Rahîm Allah Adına

MEAL:
1- Oku! Yaratan Rabbinin adına;
2- ki O, insanı alaktan yarattı.
3- Oku! Senin Rabbin ise ekrem'dir [en üstün olandır].
4- O ki kalemle öğretti;
(Veya: 3-4. Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle
öğretendir;)
5- insana bilmediğini öğretti.
6, 8- Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan,
kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında],
kesinlikle azar [tuğyan eder].
9, 10- Namaz kıldığı [haniflik ettiği, şirke ve tâğûta karşı
çıktığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü?
11,12- Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ya da
takvayı emrettiyse!
13- Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!
14- O, bilmedi mi, kesinlikle Allah'ın görmekte olduğunu?
15,16- Hayır, hayır! Eğer o, son vermeyecek olursa, and olsun,
perçemden; yalancı, günahkâr perçemden tutup
sürükleyeceğiz.
17- O zaman o meclisini çağırsın.
18- Biz zebanileri çağıracağız.
19- Hayır, hayır! Ona itaat etme! Secde et [teslim ol, boyun eğ]
ve yakınlaş.

Ayetlerin Tahlili
1. Oku! Yaratan Rabbinin adına;
İkra sözcüğü, karae fiilinin emir kipidir. Bu sözcük İbranice ve
Süryanice'de de mevcuttur. Meselâ, şu anda bile Süryanice'de "oku-
mak" sözcüğü için kıryono kullanılır. İkri sözcüğü de "adımla, oku"
anlamındadır. Araştırmacılar "ikra" sözcüğünün hangi dilden diğerine
geçmiş olduğu konusunda kesin bir kanaat sahibi değildirler.
Henüz defter-kitap ortada yokken karae sözcüğü, "hayız kanının
rahimde toplanması ve dışarı atılması" anlamına üretilmiş [vaz edilmiş]
ve zaman içerisinde de kadınların hayızlı günleri ile hemen arkasından

8
gelen kanamasız günleri kapsayan dönemlerin adı olarak kullanılmıştır.
Nitekim sözcüğün Bakara/228'deki kullanımı da bu anlamdadır.
Daha sonra sözcük, istiare [ödünç alma] yoluyla "bir şeyleri
biriktirip onu dağıtmak, başka yerlere nakletmek" anlamında kulla-
nılmaya başlanmıştır. "Develerin hamile kalarak yavruyu rahimde ta-
şıyıp sonra da doğurmasına" karaet'in-nâqatu denilirdi.
Aynı sözcük, yukarıdakilere ek olarak "harfleri, kelimeleri,
cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme" ey-
lemi için de kullanılmaktadır. Zaten bu sözcüğün "okumak" anlamında
kullanılma nedeni de budur.
Ne var ki, karae sözcüğünü "okumak" diye çevirmek yeterli
olmadığı gibi, böyle çevrilmesi onun Kur’an'da neden kullanıldığını
anlamak bakımından da yanlış sonuç verir. Çünkü Türkçe'de kullanılan
"okumak" sözcüğünün karşılığı, Arabça'da "tilâvet"tir. Buna, hazırdaki
bir metni okumak diyebiliriz. Ancak Kur’an'ın ikra sözcüğü ile bu
anlamda bir okumayı kasdetmediği açıktır. Nitekim Biz sana
biriktireceğiz ve dağıttıracağız, sen de unutmayacaksın/terk
etmeyeceksin (A'lâ/6) ayeti ile Kıyamet/17-19'da tekrarlanan benzer
ifadeler de göstermektedir ki, kıraat, "önce bir şeyleri zihinde,
kitapta vs. toparlayıp-hazırlayıp, sonra başkalarına sözlü ya da yazılı
olarak aktarmaktır.” Bir gazeteyi, dergi veya kitabı sessizce okuyup
bir şeyler öğrenmek, kıraat sözcüğünün ifade ettiği "okumak" değil;
tilâvet sözcüğünün ifade ettiği "okumak"tır. Görüldüğü üzere ikra
sözcüğünün temel anlamı tek bir sözcükle ifade edilememektedir.
Meal ve tahlilde ikra sözcüğüne "oku" diye anlam vermiş olsak bile,
doğrusu açıkladığımız gibidir. Bu husus dikkatten kaçırılmamalıdır.
Bu durumda, konumuz olan ikra emrinden, Peygamberimizde bir
şeylerin biriktirileceğinin ve sonra da bunların yine ona
dağıttırılacağının anlaşılması gerekir. Diğer bir ifadeyle,
Peygamberimiz Allah'tan bir şeyler öğrenecek; öğrendiklerini de
insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir. Kendisine ikra ile
emredilen [verilen görev] işte budur. Bu konuda şu ayetlere
bakılabilir: İsrâ/14, 45, 93, 106; Nahl/98; Şu'arâ/199; A'râf/204;
İnşikak/21; A'lâ/6 ve Müzzemmil/20.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu ayetler kendisine vahyolunduğu
zaman Peygamberimiz henüz neyi okuyacağını, zihninde neyi topar-
layacağını, neyi depolayacağını, neyi taşıyacağını ve neyi dağıtacağını
bilmemekteydi.
Hûd/1’de belirtildiği gibi, Kur’an'ın önce ihkam [yasalaştırma],
sonra tafsil [detay, ayrıntı] üslûbu doğrultusunda olmak üzere,
Kur’an'ın önsözü mahiyetinde olan bu surede işaret edilenler, ileriki
ayet ve surelerde detaylandırılacaktır,
Kur’an sözcüğü de bu kökten türetilmiş "furkan" kalıbında mastar
ve isimdir. Allah’ın son vahyine isim olarak koyduğu bu sözcük, "emir,
nehiy, kıssa, toplanıp dağıtılan [Allah'tan alınıp, kullara tebliğ edilen],
Allah'tan öğrenilip kullara öğretilen" anlamına gelmektedir.

9
Özetle, ikra emri, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde
"vahyolunacakları zihninde toparla/oku/dağıt, tebliğ et" anlamına
gelir.
Verilen görev, Yaratan Rabb adına olup yerine getirilecek görevde
kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu değildir.
Peygamberimiz bundan böyle Rabbini de yavaş yavaş tanıyacaktır:
Yaratan, ekrem [en üstün olan], kalemle öğreten... Daha sonra
Rabbülalemin [tüm yaratıkların programcısı], Rahman [çok merha-
metli], Rahîm [hep merhametli], Mâlik-i yevm'id-dîn [karşılık gününün
hükümdarı], Rabb'ul-felâk [çatlamanın programcısı], Rabb'un-nâs
[insanların programcısı], Habîr [her şeyden haberi olan]... Vahiy
geldikçe Rabbimizin "Esma-i Husnâ" dediğimiz güzel isim ve sıfatları
da yavaş yavaş öğrenilecek ve Rabbimiz kendisine layık bir şekilde
tanınacaktır.
Rabb, "terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa
uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp
yöneten" demektir. Rabb kavramı, "yaratan" ve "ilâh" gibi kavramlarla
karıştırılmamalıdır.
Allah'ın rabb özelliği zerreden kürreye her nesne üzerinde ilk var
oluşundan itibaren başlayıp son aşamaya kadar devam eder. Hiçbir
varlık bu programdan ayrı değildir. Rabb sıfatı Kur’an'da en çok yer
alan sıfattır. Öyle ki, tam 903 kez yer alır.
2. ki O, insanı alaktan yarattı.
Alak sözcüğü, kelimenin sözlük anlamlarının dışında olarak eski
tefsirlerde "kan pıhtısı" şeklinde karşılanmıştır. Bunun nedeni, ya ilk
Yunan hekimi Hipokrat ve takipçilerinin etkisi, ya da düşük yapan bir
kadında, düşük halindeki ceninin rahim kanıyla karışık görüntüsünün
kabaca izlenimiydi.
Alak sözcüğü, "birleşmek, bitişmek, asılı olmak, cezp etmek, gö-
nülden sevgi ve aşk" anlamlarına gelir.
İnsanın yaratılışındaki "alak" evresi, "nutfe" evresinden sonradır
(Mü'minûn/14, Hacc/5). Nutfe tarafından döllenen yumurta, rahime
yapışır. Böylece embriyon, rahim üzerinde bir kök oluşturarak rahime
çengelle asılmış gibi bir görünüm arz eder ve o kök ile beslenir. Ra-
hime asılı bu döllenmiş yumurta adeta bir parazit pozisyonunu andırır.
Başka bir ifadeyle aslında bu "larva", yani embriyon kurtçuğu,
parazitin bizzat kendisidir. Cenin, hamilelik süresince bir parazit ola-
rak anneden beslenir.
Bu ayetten şu anlamları çıkarmak mümkündür:
Allah en basit, en olmadık şeyden mükemmel insanı yaratandır veya
kibirli olanı [Ebu Cehl'i ve benzerlerini] pis bir şeyden yaratandır.
İnsanın evveli cife [iğrenç şey], ahiri lâşedir [leş]. Öyleyse bu kibir
niyedir?

10
Esasen, sadece insan değil, canlıların birçoğu da alak'tan yara-
tılmıştır. Ayette sadece insanın zikredilmiş olması, biyolojik canlılar
içindeki tek akıl sahibi olup teklife muhatap alınması sebebiyledir.
Ayetten işaret anlamı olarak “koskoca insanı küçücük bir hücreden
yaratan Rabbin, bir Muhammed'den de koskoca bir ümmet
yaratacaktır” mesajı da alınabilir.
Alak/embriyonun mahiyetinin bu ayetin indiği dönemde henüz tam
bilinmediği dikkate alınırsa, bu ayet içeriği itibariyle bugün mucize
niteliği de taşımaktadır.
Anlatımlar Ebu Cehil’in şahsında tekil insana yönelik olmasına
rağmen tüm insanlığı içine almaktadır.

3. Oku! Senin Rabbin ise ekremdir/en üstün olandır.


Bu suredeki "rabbike" [senin Rabbin] ifadesi, Fatiha suresinde
"Rabbi’l-âlemîn" [âlemlerin Rabbi] olacaktır.
Ayet mealinde karşılığı [ise] olarak verilen vav, ayetin anlamı
açısından son derece önemlidir. Çünkü vav sözcüğünün oradaki
kullanılışı, cümlede bir mukayese yapıldığını göstermektedir. Ebu
Cehl'in Kabe'de namaz kılan, sosyal faaliyetlerde bulunan Muhammed
(as)'i engelleyişi ve hezeyanları, mukayese edilenin Ebu Cehl olduğunu
gösterir. Yani, "o [Ebu Cehl] kerîm [cömert, saygın] ise, senin Rabbin
ekrem'dir [en cömert, en saygın, en üstün olandır] anlamı ortaya
çıkar.
Ayetdeki vav ihmal edildiği için meal ve tefsirlerin çoğunda "ise"
sözcüğü bulunmamaktadır. Bu yüzden de ayetin işaret ettiği Ebû
Cehl'in kerimliği akıldan uzaklaşmakta ve cümle sağlıklı olarak
anlaşılamamaktadır.

4-5. O ki kalemle öğretti; insana bilmediğini öğretti.


(Veya: 3-4. Oku! En üstün olan Rabbin kalemle öğretendir;)
Allah, Kendisini Peygamberimize tanıtmaya başlıyor: Rabb, yara-
tıcı, en cömert, en üstün ve bilgilendirici...
Kullar açısından en önemli, en gerekli şey ilimdir. Demek isten-
mektedir ki, bundan sonra Allah ilim akıtacak, vahyedecek ve
Peygamber de onları toparlayacak; ezber edecek, yazdıracak ve in-
sanlara tebliğ edecektir.
Peygamberimiz tâğûtla, tuğyanla, şimdilik ilimle mücadele etmeli;
yani herkesi bilgilendirmeye çalışmalıdır.

11
Kalem ilmin sembolüdür. İşaret anlamıyla, gönderilecek vahiylerin
kalemle yazılmasının, zapturapt altına alınmasının gereğine işaret
eder. Zaten Peygamberimiz de her ayeti kâtipler eliyle yazılı hâle
getirmiştir.
Kalem mecazî bir ifadedir. Kalem insanlığın gelişiminde ve
yücelmesinde rol oynamış en önemli alettir. Kalemden amaç bilgidir,
eğitimdir, okuldur, her türlü eğitim malzemesidir. Buradan, eğitimin
tüm alt ve üst yapısının hazırlanması gereğini de anlamalıyız.
Kalem, mecaz olarak ele alınmaz ise, uydurma rivayetler ön plana
çıkıverir, Arş’ın etrafına melekler oturtulur, önlerine hokkalar konur,
peygamberimiz de miraçta kalemlerin gıcırtısını dinler ve gelir anlatır.

6-8. Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan,


kendini yeterli gördüğünde kesinlikle azar [tuğyan eder].

Kellâ [hayır, hayır] sözcüğü, muhataptaki bir düşünce veya eylemi


inkâr ve ret için kullanılır. Sözcüğün içerdiği itiraz anlamı, babanın
çocuğuna veya öğretmenin öğrencisine müdahalesi anlamındaki bir
itirazı ifade eder; herhangi bir soruya verilen "hayır" anlamındaki
olumsuz cevapla bir ilgisi yoktur. Eğer ayette neye itiraz edilip neyin
reddedildiği doğru tespit edilmezse, sure anlamsızlaşır; edebî mucize
olan Kur’an'ın garabetle, anlam bozukluklarıyla dolu meal ve
anlatımları ortaya çıkar.
Bazı tefsirciler bu sözü "Ebu Cehl ve benzerlerinin yaptıklarına
ret" olarak algılayıp "Hayır, onun zannettiği gibi değil" şeklinde an-
lamışlardır. Oysa muhatap Ebu Cehl veya benzeri kimseler değildir. O
anda, ilk vahiy esnasında Allah'ın karşısında sadece Peygamberimiz
vardır ve Allah Peygamberimize kellâ [hayır, hayır] demektedir. Yani,
Allah, Peygamberimizin yaptığı veya düşündüğü bir şeye müdahale
etmektedir.
Kellâ’nın anlamı birçok meal ve tefsirde maalesef ya ihmal edilmiş
ya da yanlış verilmiştir.
Peygamberimiz kendisine vahiy geldiği esnada hiçbir şey
yapmadığına ve söylemediğine, sadece vahyedileni dinlediğine göre,
Allah neye müdahale etmektedir? Tabiî ki Peygamberimizin zihninde
oluşan şeylere... Çünkü Allah, akıllardan geçenleri bilendir.
Kalem, A'lâ, Müddessir ve Müzzemmil gibi ilk inen surelerdeki
ayetlerin işaretinden öğreniyoruz ki, bu olay karşısında Peygamberi-
mizin aklına çok şey geldi: Peygamber seçilişinden şüphelendi (Yû-
nus/94); kendini buna uygun bulmadı; verilen görevi zor, mücadele
edeceği kitleyi ise güçlü ve acımasız gördü; hakkında çıkabilecek
"delirdi, cinlendi" gibi söylentileri düşündü. Rabbimiz bu düşüncelerin
yersizliğini belirtip resulünün kafasından bunları çıkarıp atmasını

12
istedi ve ona kellâ [hayır, hayır!] dedi. İşte buradaki kellâ’nın anlamı
budur.
Yani, işte insanlığın tuğyanı, firavunlaşması, zalim bir sistem oluş-
turması nedeniyle... seni peygamber yapıyorum. Bundan sonra sana
vahyolunanları toplamalı, başkalarına taşımalı, tebliğ etmelisin.
Ayette bahsedilen tuğyan/azma; mahallede, sokakta şımarık dav-
ranışlarla yapılan sıradan bir azma değildir. Bu nedenle tuğyan ve onun
temsilcisi tâğût ile ilgili biraz daha ayrıntılı ve kavramsal bilgi ver-
menin faydalı olacağını düşünüyoruz:
Tuğyan, "haddi aşma, zulüm, azgınlık, sapıklık, isyan, küfür" de-
mektir.
Tuğyan kelimesi, tağâ [azdı, taştı, zulmetti] fiilinin mastarı olarak
Kur’an'da dokuz yerde geçer. Ayrıca "haddi aşıp azgınlık yapan kişi ve
topluluklar" manasında [tağ] altı yerde; insanları yoldan çıkaran, azdı-
ran "şeytan", "put" ve "kâhin" anlamında [tâğût] sekiz yerde geçer.
Mastar ve diğer türevleriyle birlikte bu kelime Kur’an'da toplam otuz
dokuz yerde zikredilir.
Tuğyan, insanın tabiatında vardır. Vahye kulağını tıkayan, kendi
aklını yegâne rehber kabul ederek kendini beğenen bencil insan, bir
de çok mal sahibi olup kendini ihtiyaçtan uzak görmeye başladı mı,
tuğyan içine düşmüş olur.
İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek
hissettiği zaman artık Allah'ı unutur; gerçek kudret, gerçek ilim, ger-
çek dileme, gerçek güç ve irade sahibinin yalnızca Allah olduğunu
aklından çıkarır. Bu durum insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık
dilediğini yapar, hak-hukuk ve sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya,
nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye
başlar. İşte bu hâl, tuğyan hâlidir ve bu tür insanlar da Kur’an'ın
diliyle "tağî'dir.
Kur’an'da Firavun, tuğyanın simgesi olarak takdim edilmiştir. O,
bütün gücün kendi elinde olduğuna inanıyor, insanları küçük görüyor,
öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu (Bakara/49,
İbrahim/6). Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu-kölesi,
Mısır ve nehirler onun mülkü idi (Zuhruf/51).
Eğer Musa (as) ile Harun (as) ona tuğyanını hatırlatmasa ve onu
Allah'a çağırmasa idiler, Firavun da âhirette Allah'a karşı bir bahane
üretebilir, "Rabbim! Bana bir uyarıcı gelmedi ki!" diyebilirdi. Çünkü
azgınlığının farkında değildi; insanları köle olarak çalıştırmayı, onlara
işkence etmeyi ve öldürmeyi tabiî hakkı olarak görüyordu. Saltanatı
onu mağrur etmişti.
Tuğyan'ın temelinde kibir ve bencillik yatar. Şeytanın da
azgınlığının sebebi kibir ve bencillikti. Bu bakımdan Nisâ/51'de tâğût,
şeytanı [İblisi] da kapsamaktadır.
Tâğût, "azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put,
puthâne, kâhin, sihirbaz, Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve
kuruluş" anlamlarına gelir. Arapça tağa kökünden türetilmiştir. Tağâ
fiilinin mastarı olan tuğyan, "Yüce Allah'a isyan etmek" demektir.

13
Tuğyan ile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; "azgın, insanlara zorla
hükmeden, kâfir, zorba kişi"yi ifade eder.
Kur’an'da Allah müminlerin dostu ve yardımcısı; tâğût ise kâ-
firlerin dostu ve yardımcısı olarak gösterilmiş, müminlerin "Allah
yolunda savaştıkları", kâfirlerin ise "tâğût yolunda savaştıkları" ifade
edilmiştir:
Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır,
inkâr edenlerin ise dostları tâğûttur [azgın putlardır]. Onları
aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir.
Onlar orada temelli kalacaklardır. (Bakara/257)
İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğût
[şeytan] yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın. Esasen
şeytanın hilesi zayıftır. (Nisâ/76)
Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek
üzere hükümler icat eden her kişi ve kurum, tâğûttur.
Tâğût, Allah'a karşı isyan etmesinin yanısıra, O'nun kullarını
kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu işleviyle o, şeytân,
papaz, dînî veya siyasî bir lider olabilir.
Yüce Allah Kur’an'da, Andolsun ki, Biz her kavme "Allah'a ibadet
edin, tâğûta kulluk etmekten kaçının!" diye (tebliğ yapması için) bir
peygamber göndermişizdir (Nahl/36); İman edenler Allah yolunda
savaşırlar, kâfirler ise tâğût yolunda savaşırlar (Nisâ/76) ayetleriyle
mü'minlere tâğût hakkında bilgi vermekte ve tâğûta karşı takınmaları
gereken tavrı açıklamaktadır.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından Allah'ın
hükümlerine muhalefet edecek şekilde konulan hükümler, "tâğûtî
hükümler" olarak isimlendirilirler. Yüce Allah buyuruyor ki:
“Sana indirilen Kur’an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman
ettik” diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar
tâğûtun huzurunda muhakeme olmak [hükümlerine boyun eğmek]
istiyorlar. Hâlbuki tâğûtu inkâr etmekle [kâfir saymakla,
lânetlemekle] emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa
saptırmak ister. (Nisâ/60)
Kendisinde böyle yetkiler görüp, Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmeyip hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar,
aynı zamanda "ilâhlık" iddiasındadırlar. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri
dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar, tevhîd akidesinin
dışına çıkıp kâfir, zalim ve fasık olurlar. Allah Teâlâ, Allah'ın indirdiği
ile hükmetmeyenleri kafir, zalim ve fasık olarak nitelemiştir
(Mâide/44-47).
Konumuz olan ayetten de anlaşıldığı üzere Yüce Allah, Nûh
(as)'dan Muhammed (as)'e kadar bütün peygamberleri, insanlığı tev-
hide, yani Allah'ın birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O'nun koy-
duğu hükümleri kabullenmeyip hevâ ve heveslerine göre hüküm koyan
tâğûta karşı savaşmaya ve tâğût kapsamına giren şeylere kulluk
etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.

14
Bu tâğûtlar, İbrâhîm (as) döneminde Nemrut, Mûsâ (as) döne-
minde Firavun, Muhammed (as) döneminde de Ebû Cehl ve Ebû Leheb
gibi toplumun ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleridir; diğer
peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen tevhîd akidesi-
ni/inancını inkâr edip, atalarından kalan inançlar üzerinde inat gös-
teren puta tapan kavimlerdir.
Tâğûtların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya
bulunmasın, her dönemde tâğûtlar var olmaya devam etmiştir. Onlar
sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan güçler değil;
bugün de müslümanlara en azim düşmanlığı ve en yıkıcı propagandaları
reva gören kişi, odak veya organizasyonlardır. Tâğût, ekonomik, sosyal
ve kültürel güç kaynaklarını ele geçirmiş, ahlâkî değerleri [dini]
toplumların gözünde itibarsız ve taraftarı olmaktan çekinilen bir
duruma düşürmeyi göze alacak kadar düşmanlığını ilerletmiştir.
Ayrıca doğrudan yaptıklarının dışında, insanlığın ortak değerleri adı
altında pek çok kavramı da müslümanlara zarar verecek bir içeriğe
dönüştürmüştür. Kısaca tâğût, müslümanları dört bir yanından
kuşatmış bulunmakta ve müslümanlara hayat hakkı tanımamaktadır.
Öyleyse anlıyoruz ki, Peygamberimizin görevi sokaktaki şımarık-
larla değil, tâğûtî düzenin kurucularıyla mücadele etmekti. İlk işi,
toplumun hidayet yolu üzerinde oturup haydutça engellemeler yapan
bu azgın güruhu uyarmaktı.
Gerek ayetin orijinalindeki "inne" ve "lam" gibi edatlardan ve
gerekse cümlenin isim cümlesi olması gibi tekitlerden anlaşılmaktadır
ki, Peygamberimizin karşısındaki düşman çok çetindir. Musa'nın
düşmanı Firavun ile Peygamberimizin düşmanları mukayese edilecek
olursa, ayetteki üç tekitten hareketle, Peygamberimizin
düşmanlarının azgınlığının Firavun'unkinden de daha fazla olduğu
söylenebilir.
İnsanın tuğyanına, diğer bir ifadeyle tâğûtlaşmasma iki sebep
gösterilmiştir. A) Âhireti inkâr, B) İstiğna. İstiğna; "insanın, (ister
gerçek olsun, ister öyle olduğunu zannetsin) zengin/kendi kendine ye-
terli olduğuna inanması" demektir. Sözcük, “İstif'al” babındandır. Bu
bab, Arabça dilbilgisi kuralları gereği, kendisine sokulan üç kök harfli
herhangi bir fiile "talep", "sual", "tahavvül", "itikat", "vicdan", "inkılab",
"isabet", "ziyade", "nazar" ve "teslim" anlamları kazandırır. Bu
kelimeye itikat/inanç anlamı kazandırmıştır.
Kendisini zengin, yeterli görenlerin şımarıklıkları, azgınlıkları
Hümeze süresinde de vurgulanmıştır.
9-10. Namaz kıldığı/haniflik ettiği [şirke ve tâğûta karşı
çıktığı, sosyal yardım yaptığı] zaman bir kulu engelleyen
kişiyi gördün mü?
Bundan sonraki ayetlerde, azmış insan somut olarak gösterilmekte,
Peygamberimizin niçin peygamber seçildiğinin gerekçeleri örneklerle
açıklanmaktadır. Kur’an'ın bir özelliği de örneklemeli oluşudur. Yüce
Rabbimiz, anlayışı en alt seviyede olanın bile Kur’an'ı anlayabilmesi

15
için örnekler sunmuş ve bundan çekinmediğini ifade etmiştir.
(Bakara/26)
Ayetteki sallâ sözcüğü meal ve tefsirlerde genellikle "namaz kıldı"
anlamıyla yer alır. Aslında anlamı tam olarak "namaz kılmak" değildir.
Aynı fiilden türetilmiş "Salli" ve "salât" sözcükleriyle ilgili geniş açık-
lama Kevser süresi'ndeki fe-salli sözcüğünün tahlilinde verileceği için
burada sadece "haniflik etmek; şirke karşı durmak, tâğûta karşı çaba
harcamak, sosyal yardım için koşmak" anlamları vererek kısaca
geçiyoruz.
11-12. Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ve-
yahut takvayı emrettiyse!
Ayet, doğru yol üstünde olan, çevresine takvayı [cennete gidişin
bedelini] emreden, öğreten bir kulun (yani, peygamber’in) bile
haksızlığa uğradığını dile getirerek bu durumun acayipliğine dikkat
çekmektedir.
Ayette geçen takvâ sözcüğünden şimdilik "şirkten kaçınmak" anla-
şılmalıdır. Zira Peygamberimiz de henüz şirkten kaçınmaktan başka
takvaya ait detay bilmiyordu. Şirkten teberri etme bilinci ise,
kendisine daha önce lütfedilmişti. (Yukarıda bundan bahsetmiş ve
Enbiyâ/51'i delil göstermiştik.)
Dilbilgisi kurallarına göre, yukarıda meâli verilen 11 ve 12. ayetler
iki şart cümlesinden oluşmaktadır. Bilindiği üzere şart cümleleri, şart
ve ceza denilen iki bölümden oluşurlar. Burada şart cümlelerinin
birinci bölümleri mevcut olmakla beraber ceza yani sonuç bölümleri
bulunmamaktadır. Edebiyat kuralları ön plâna alınıp "icaz'ul-hazf'
yapılarak cümlelerin sonuç kısımları düşürülmüştür. Bu edebî yöntem
cümleye zenginlik kazandırmak için uygulanır. Buna göre cümlelerin
sonuç bölümü şöyle takdir edilebilir: "O kimseye hiç engel olunur mu?
O kimseye hiç zulmedilir mi? Aksine ödül verilmez mi?"
13. Gördün mü? Eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!
Yani, dikkat ediyor musun? Bu engelleyen kişi dîn gününü ya-
lanlamakta ve yüz çevirmektedir.
Bu cümle de şart cümlesi olup bunda da sonuç bölümü yoktur.
Burada da icaz'ul-hazf yapılmıştır. Bu cümlenin sonuç bölümü de şöyle
takdir edilebilir: "O insan hiç başıboş bırakılır mı? Hiç onların yalan-
lamasına, azmasına seyirci kalınır mı? Onların bilgilenmeleri, eğitil-
meleri için uğraşılmaz mı? Onları inzar [uyarmak] için bir peygamber
gönderilmez mi? Onlar cezalandırılmazlar mı? Mazlumlar zulümden
kurtarılmaz mı?"
14. O, bilmedi mi? Kesinlikle Allah'ın görmekte
olduğunu?!
Yani, o insan [engelleyen kişi], kendi yaptıklarını Allah'ın
gördüğünü bilmemektedir.

16
İşte, bütün bunların değişmesi gerekir. İnsanlar zulümden
kurtarılmalı, kimse yalanlamamalı, yüz çevirmemeli... Herkes, Allah'ın
her şeyi gördüğünü bilmeli, öğrenmeli... Bunları oluşturma görevi sana
verildi; sen peygamber seçildin. Sana vahyedilecekleri zihninde
toparla ve yaratan Rabbinin adına oku: tebliğ et, başkalarına ulaştır!
15-16. Hayır, hayır! Eğer o, son vermeyecek olursa,
andolsun, perçemden; yalancı, günahkâr perçemden tutup
sürükleyeceğiz.
Surenin bu kısmı, peygamberlik görevinin bilgi ve bilgilendirme
boyutundan başka bir boyutuna dikkat çekiyor: Eğer insanlar, Allah'a
dönecek olmalarına rağmen kendilerini müstağni görerek [hiç
kimseye, Allah'a bile ihtiyacı olmadığına inanarak], tâğûtlaşmış ve hi-
dayet üzere olanlara, takvayı emredenlere saldırıyor ve zulmediyor-
larsa cezalandırılacaklardır; hem dünyada hem de âhirette...
Bu ayetteki kellâ [hayır, hayır] ifadesi de, yine Peygamberimizin,
bu tâğûtlar [varhklı, güçlü, oğullu-uşaklı organize müşrik tayfası] ile
baş edemeyeceğine dair düşüncesinin reddidir. Böylece bu düşüncenin
yersizliğine dikkat çekilmiş ve bu tip problemleri bizzat Allah'ın
çözeceği mesajı verilmiştir. İleriki surelerde bunların hem detayı,
hem de somut örnekleri görülecektir.
Ayetteki, perçemden veya alından tutup sürüklemek, "bir insanı
toplum önünde rencide etmek, başına çeşitli belalar açmak, burnunu
sürtmek" anlamında bir Arap deyimidir. 21 Yukarıda deyimin lâfzî
manası verilmiştir. Ayetteki ifadede mecaz, mecaz-ı aklî kullanımı söz
konusu olup perçem ile “perçemin sahibi” kastedilmiştir. Mecazî
anlamı, "sahibi yalancı ve günahkâr olan perçem" demektir.
17. O zaman o meclisini çağırsın!
Yukarıda meali verilen ayette zımnen bu işin kolay olmayacağı,
küfürle savaşılması gerektiği vurgulanmaktadır. Öyle ki, o azgın tüm
meclisini [Dâr'un-Nedve'yi], kongresini, kurultayını, tüm
işbirlikçilerini ve adamlarını toplasın, karşı koysun.
"Nâdiye" ve "nedve" aynı kökten türemiş olup kalıpları farklı olsa
da anlamları aynıdır. Peygamberimiz dönemindeki Mekke'nin idarî,
siyasî, sosyal ve iktisadî durumu bilinirse, konu daha iyi anlaşılır ve
İslâm dîninin neleri tasvip ettiğini, nelere karşı çıktığını öğrenmek
mümkün olur.
M.S. 400'lerde doğduğu tahmin edilen ve Peygamberimizin beşinci
atası olan Kusay b. Kilab, Mekke’de yaşları kırkın üzerinde olanların
katılabileceği Daru’n-Nedve adında bir şûra [danışma kurulu]
kurmuştu. İdarî, siyasî ve iktisadî işlerin yönetimi için ayrı birimler
tesis etmiş, bu birimler eliyle yürütülen Mekke şehir devletinin
yönetimini kabileler arasında taksim etmişti. Kusay’ın kurduğu bu
idari sistemin birimleri ve yetki alanları şöyleydi: Sidanet ve hicabet:
Kâbe’nin bakımı ve korunması. Sikayet: Mekke'nin su işleri. Rifade:
Fakir hacıların yiyeceklerinin temini. Liva: Savaş işleri. Kıyade: Askerî
işler. Nedve: Halk meclisi. Meşveret: Önemli olayların tartışıldığı

17
kurul. Sefaret: Diğer ülkeler ile olan ilişkiler. Hükümet: Halk arasın-
daki anlaşmazlıkların giderilmesi ve davaların karara bağlanması.
Işnak: Ticaret mahkemesi. Kubbe: Silâh ve mühimmatın depolanması.
Îsâr: Falcılık, büyücülük gibi işlere bakan kurul. Emval-i Muhacere:
Putlara adanan mal ve eşyaya bakan kurul. İmare: İbâdet esnasında
asayişi temin eden kurul. Ainne: Savaş esnasında atların bakımını
üstlenen kurul.
"Münafere" diye adlandırılan yönteme göre, kabile reisliği
hususunda bir anlaşmazlık çıktığında veya yeni bir kabile reisi
seçilmesi gerektiğinde, reis adayları bir hakemin gözetiminde halk
huzurunda tartışırlar, hakemin üstün gördüğü kişi kabile reisi olurdu.
Bu sistem, yönetimde veraset [veliahtlık, babadan oğula geçiş]
sistemini devre dışı bırakmaktaydı.
Muhammed b. Abdullah peygamber olduğunda, Mekke, Kusay'ın
kurduğu bu sistemle yönetilmekteydi. Yönetim tek kabilenin ve tek
kişinin elinde değildi. İdarî işler bir nevi istişarî bir danışma kurulu
olan Dâru’n-Nedve eliyle yürütülmekteydi. Diğer toplumlarda mevcut
olan otoriter ve egemenliği mutlak idarî sistemler Mekke’de
bulunmadığı gibi, statüleri bakımından sadece eşitler arasında birinci
olan idarî şefler de bu sivil tabiatlı istişarî geleneğe uygundu. Nitekim
İslâm'ın ortaya çıkışından önce kurulan ve Peygamberimizin de üyesi
olduğu "Hılfu’l-Fudul" [saygın kimselerin oluşturduğu bir sosyal
yardım kurulu] Mekke’deki bu yerleşik sivil anlayışa iyi bir örnektir.
Gönüllülüğü esas alan bu derneğin faaliyetleri, İslâm'ın ortaya çıkışına
kadar devam etmiştir.
Dikkatten uzak tutulmaması gereken noktalardan biri de, Kur’an’ın
böyle idare edilen bir topluma gelmiş olduğudur. İslâm'ın idarî, siyasî
ve iktisadî sistemini anlayabilmek için, Kur’an'ın geldiği toplumun
davranışlarının bilinmesi ve hangi davranışların Kur’an tarafından
onaylandığının ya da kaldırıldığının belirlenmesi gerekir.
18. Biz zebanileri çağıracağız.
Zebânî, "çok çetin, kuvvetli ve haşin melek" demektir (Tahrîm/6).
Cehennem melekleri Kur’an’da bu adla anılmaktadır.
İlerideki surelerde âhireti yalanlayanların âhirette nasıl
cezalandırılacakları detaylarıyla anlatılacak ve kendilerine tüm
uyarılar yapılacaktır. Fakat bu, yukarıda adı verilmeyen ve sadece
kişilikleri nitelenerek kınanan bazı kimselerin, işledikleri suçlardan
dolayı cezalarının bir kısmını bu dünyadayken de çekmeyecekleri
anlamına gelmemektedir.
Nitekim Ebu Cehl de hak ettiği ilâhî cezanın bir kısmını daha
dünyada iken çekenlerden biridir: Afra adlı kadının oğulları Mu'az ve
Mu'avviz tarafından Bedir’de ağır yaralanışı, öldü diye savaş alanında
bırakılışı, daha önce türlü kötülükler ettiği İbni Mes'ûd tarafından
canlı olarak bulunuşu, göğsünün üzerine çıkan bu sahabe tarafından
hakarete uğrayışı, yine onun tarafından kafası koparılıp perçeminden
sürüklenerek Peygamberimize getirilişi hatırlanırsa, Rabbimizin böyle

18
nice zorbayı daha dünyada iken cümle âleme rezil ettiği iyi anlaşılmış
olur. 22
19. Hayır, hayır! Ona itaat etme; secde et[teslim ol, boyun
eğ] ve yakınlaş!
Peygamberimizin zihninde yine sorular oluşmuş olmalı ki, Rabbimiz
kellâ [hayır, hayır] diye bunları reddediyor. Buradaki kellâ [hayır,
hayır] ifadesiyle neyin reddedildiğini Kalem/5-l4'den anlıyoruz.
Peygamberimiz, karşıtlarının zengin, güçlü, nüfuzlu ve kalabalık
olduklarını, onlarla mücadelenin zorluğunu, başarısız olacağını
düşünmüş olmalı ki, Allah kellâ [hayır, hayır] diye reddetmekte; yani,
"Öl, mağlûp ol, ama müşriklere sakın boyun eğme!" demektedir. Secde
sözcüğü ile ilgili detay, inşallah Necm suresinde verilecektir.
İkinci derste [vahiyde] bu düşünceler şu ayetler ile iyice açığa
vurulmuştur:
Hanginizde delilik olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da...
Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan,
durmadan lâf getirip götüren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz,
günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de
soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiç birine, mal ve oğulları
var diye sakın boyun eğme! (Kalem/5-14)
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Surenin mesajı şu şekilde özetlenebilir:

“Ey peygamberin vârisleri! Ey Ensarullah! Ey Allah'ın yakınları!


Çevrenize bir bakın, insanoğlu kendisinde bir varlık gördüğünde,
dönüşü Rabbine olmasına rağmen Firavun gibi hatta daha da fazla
tuğyan ediyor.
Görmüyorsunuz! Doğru yol üzerinde olanlar, takvayı emredenler,
namaz kılanlar, kısaca İslâm'ı yaşamaya çalışanlar itilip kakılıyor.
Azgınlar Allah'ın kendilerini gördüğünü, kendilerinden hesap
soracağını bilmiyorlar, yalanlıyorlar ve yüz çeviriyorlar.
Ey peygamberin vârisleri! Ey Ensarullah! Ey Allah'ın yakınları!
Kur'an'ı öğrenin ve insanı basit bir embriyondan yaratan
Rabbinizin adına okuyun, başkalarına ulaştırın!
Kur'an'ı okuyun! Size bu görevi veren Rabbiniz en büyük, en üstün
olandır. Ondan daha üstünü yoktur.
O, kalemle öğreten, insana bilmediğini öğretendir. Bilgiyi ön plâna
alın! O azgınları bilginizle yola getirin! Sakın ümitsiz olmayın!

19
Eğer bilgilendirmenize, eğitim vermenize, nasihat etmenize
rağmen tuğyanlarına, azgınlıklarına son vermezler ve saldırganlık
yaparlarsa Allah onları perçemlerinden tutup cümle âleme rezil-i
rüsva edecektir.
İsterlerse tüm yardakçılarını, meclislerini, kurultaylarını, tüm
yandaşlarını, modern Darü’n-Nedvelerini, Birleşmiş Milletlerini,
Natolarını yardımlarına çağırsınlar...
Allah da zebanilerini, en korkunç, en haşin güvenlik görevlilerini
çağıracak...
Sakın ümidinizi kesmeyin!
Tâğutlar malca-mülkçe, çoluk-çocukça, askerce ne kadar güçlü
gözükseler de sakın onlara itaat etmeyin, sakın onlara boyun eğmeyin!
Siz Allah’a secde edin, Ona boyun eğin ve yakınlaşın!”

20

You might also like