You are on page 1of 33

63 ZUHRUF [ALTIN-ZİNET] SURESİ

GİRİŞ

Mekke’de 63. sırada inmiş olan sure, adını 35. ayetteki “ ‫زخرف‬Zuhruf [altın,
mücevher]” sözcüğünden almıştır. 45. ayetinin Medenî olduğu da nakledilmiştir.
(Süyuti; el-İtkan)
Bu surenin de temel konusu Kur’an ve tevhiddir. Allah’ın evrendeki yaygın
mucizelerine sık sık dikkat çekilir. Müşriklerin körü körüne atalarını taklitleri,
melek anlayışları kınanır. İbrahim, Musa ve İsa peygamberlerin tevhid
mücadelesinden kısaca bahsedilir.
Necmleri arasındaki yakın ilişkiden, surenin bir kerede veyahut yakın
aralıklarla indiği anlaşılmaktadır.

1
MEAL:

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1 – Hâ [8], Mîm [40].


2- 3 – Apaçık/ açıklayan kitaba ant olsun ki, Biz onu aklınızı kullanasınız diye
Arapça bir Kur'an [okuma] yaptık.
4 – Ve şüphesiz o [Kur’an], Bizim nezdimizdeki ana kitapta gerçekten çok
yücedir ve hakîmdir [yasalar içermektedir, sağlamdır; bozulması engellenmiştir].
5 – Peki Biz, siz haddi aşan bir kavim oldunuz diye o Zikr’i [öğüt dolu
Kur’an’ı] size göndermekten vaz mı geçelim?
60 – Ve eğer Biz dileseydik, sizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler
kılardık.
6- 8- Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar kendilerine
gelen her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha
güçlü olanları helâk ediverdik. Öncekilerin örneği de geçti.
9 – Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan
kesinlikle: “Onları Azîz, Alîm yarattı” diyeceklerdir.
10 – O [Allah] ki, yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı. Orada doğru yolda
gidesiniz diye birtakım yollar da kıldı.
11- Ve O [Allah] ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla
ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız.
12- 14 - Ve O, bütün çiftleri [eşleri] yarattı ve siz onların sırtına binip
üzerlerine yerleşirsiniz. Sonra onun üzerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin
nimetini anarak: “Bunları bizim hizmetimize veren Allah eksikliklerden
münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz de yalnızca
Rabbimize döneceğiz” diyesiniz diye sizin için gemilerden ve hayvanlardan
bineceğiniz şeyleri kıldı.
15- Ve onlar, O’nun için kendi kullarından bir parça kıldılar. Şüphesiz şu insan
kesinlikle apaçık bir nankördür.
16 - Yoksa O, yarattıklarından kızlar edindi de oğulları size mi seçti?
17 - Onlardan biri, Rahman’a örnek vurduğu ile müjdelendiği zaman yüzü
simsiyah kesilir. Ve o yutkunan biridir.
18 – Ve yoksa onlar, mücevherler içerisinde yetiştirilip de mücadelede apaçık
olmayanı mı?
19 - Onlar Rahman’ın kullarının ta kendisi olan melekleri de dişi kıldılar.
Onlar, onların yaratılışına tanık mı oldular? Onların tanıklıkları yazılacak ve onlar
sorguya çekileceklerdir.
20 – Ve onlar: "Eğer Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık" dediler. Onların
buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece uyduruyorlar.
21 - Yoksa Biz kendilerine bundan önce bir kitap verdik de şimdi onlar, ona mı
tutunuyorlar?
22 - Aksine, onlar: “Şüphesiz biz babalarımızı bu ümmet üzerinde bulduk, biz
de onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş kimseleriz” dediler.
23 – Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek,
mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet
[önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız”
demişlerdi.

2
24 – O [Gönderilen uyarıcı]; “Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz
şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi?" dedi. Onlar: “Şüphesiz biz sizin
kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz” dediler.
25 – Bunun üzerine Biz de onlardan intikam aldık [onları yakaladık,
cezalandırmak suretiyle adaleti sağladık]. Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir
bak!
26, 27 – Ve hani bir zamanlar İbrahim babasına ve kavmine: “Şüphesiz ben
sizin taptığınız şeylerden uzağım. -Beni yaratan ayrı.- Şüphesiz ki artık O, beni
doğru yola iletecektir” dedi.
28 – O [İbrahim], bunu [bu sözü], onların dönmesi için ardından gelecek
olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.
29 – Bilakis, Ben bunları da babalarını da kendilerine hakk/gerçek ve
açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar kazançlandırdım.
30 – Ve hakk/gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: “Bu, bir büyüdür ve
şüphesiz biz onu inkâr edenleriz” dediler.
31 - Yine onlar: “Bu Kur'an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil
miydi?” dediler.
32 - Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya
hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine
işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle
yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
33 -35- Ve eğer insanlar bir tek ümmet olmayacak olsalardı, Biz, Rahman’ı
inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları
merdivenler, onların evleri için kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar ve
altından süs eşyaları yapardık. Bunların hepsi basit hayatın kazanımından başka bir
şey değildir. Ahiret ise Rabbinin katında takva sahipleri içindir.
36, 37 – Ve her kim Rahman’ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytan
musallat ederiz de artık o, onun için karindir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki
onlar [karinler], onları [körleşenleri] Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin
doğru yolda olduklarını sanırlar.
38 - Nihayet Bize gelince: “Keşke seninle benim aramda iki doğu [doğu ile
batı] arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı.” der. -Öyleyse bu ne kötü bir karindir
[yaştaştır, yandaştır!]. -
39 – Ve bugün o [pişmanlık duymanız] size hiçbir fayda sağlamayacak. Siz
zulmettiğiniz zaman kesinlikle azapta ortaklarsınız.
40 - O halde sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körlere ve apaçık bir
sapıklık içinde bulunanlara sen mi kılavuzluk edeceksin?
41 – Artık eğer Biz, seni alıp götürsek bile şüphesiz Biz, onlardan intikam
alanlarız [onları cezalandırarak adaleti sağlarız].
42 - Yahut da onlara vaad ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü Biz, onların
aleyhlerine güç yetirenleriz.
43 - Öyleyse sen, sana vahyedilene sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol
üzerindesin.
44- Ve şüphesiz o [sana vahyedilen; Kur'an], senin için de, kavmin için de
gerçekten bir öğüttür/ şan şereftir siz ondan sorgulanacaksınız.
61, 62 – Ve şüphesiz o [sana vahyedilen; Kur'an] o saat [kıyametin kopuşu]
için kesinlikle bir bilgidir: “Sakın onda [kıyametin kopuşu hakkında] şüpheye
düşmeyin ve bana uyun. Bu, doğru yoldur. Ve sakın şeytan sizi alıkoymasın.
Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.”

3
45 – Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz
Rahman’ın astlarından ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?"
46- Ve Hiç kuşkusuz Biz Musa’yı ayetlerimizle Firavun’a ve onun ileri
gelenlerine elçi gönderdik de o: “gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim”
demişti.
47 – Sonra da Musa mucizelerimizi onlara getirince onlar hemen onlara
[mucizelere] gülüverdiler.
48 – Ve Bizim onlara gösterdiğimiz her bir mucize kardeşinden [önceki
mucizeden] mutlaka daha büyüktür. Ve onlar dönerler diye Biz onları azapla
yakaladık.
49 - Onlar da: “Ey sihirbaz! Sende olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine
dua et. Şüphesiz biz kesinlikle doğru yola gireceğiz” dediler.
50 - Fakat ne zaman ki azabı kendilerinden kaldırdık, o zaman onlar
sözlerinden dönüverirler.
51- 53 – Ve Firavun, kavminin içinde seslendi: “Ey kavmim! Mısır
hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor
musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise açıklayamayan
[meramını anlatamayan], kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem onun üzerine
altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar halinde melekler
gelmeli değil miydi?” dedi.
54 - Firavun kendi kavmini hafifleştirdi [etkisizleştirdi] de onlar da ona itaat
ettiler. Şüphesiz onlar, fâsıklar toplumu idiler.
55, 56 - Nihayet onlar, Bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık
[cezalandırarak adaleti sağladık]. Sonra da onları topluca suda boğduk. Sonra da
onları sonradan gelecekler için selef ve örnek kıldık.
57 - Meryem oğlu İsa bir örnek olarak anlatılınca da, senin kavmin, ondan
mesafelenip giderler.
58 – Ve onlar [senin kavmin]: “Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlıdır, yoksa o
mu [Muhammed mi/ İsa mı]?” dediler. Bu örneği sırf seninle tartışmak için ortaya
attılar. Aslında onlar, aşırı düşmanlık eden bir toplumdur.
59 - O [İsa], sadece Bizim kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini
İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
60- 63, 64- İsa apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti
[zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] getirdim ve
hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O
halde Allah’a karşı takvalı olun ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah; O, benim
Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu, doğru bir
yoldur.”
65 - Fakat gruplar, İsa hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Artık
acı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay hâline!
66 - Onlar kendileri farkına varmadan, ansızın, Saat’in kendilerine
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?
67 - O gün Muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden gidenler],
birbirlerine düşmandırlar.
68- 70 – “Ey ayetlerimize iman etmiş ve Müslümanlar olmuş olan kullarım!
Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Siz ve eşleriniz ağırlanmış
olanlar olarak girin cennete!
71- 73 - -Onların [muttakilerin] çevrelerinde altın tepsiler, kadehler
dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.-
Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler

4
sebebiyle, kendisine varis edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler
vardır. Onlardan yiyeceksiniz.
74- 76- Şüphesiz ki günahkârlar cehennem azabında süreklidirler.
Kendilerinden hafifletilmeyecektir. Onlar, orada da ümitsizlerdir. Ve Biz onlara
zulmetmedik, fakat onlar, zalim kimselerin ta kendileri idiler.
77- Ve onlar seslenirler: “Ey Malik! Rabbin bizim aleyhimize gerçekleştirsin
[işimizi bitirsin].” O [Malik]: “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” dedi.
78 – Ant olsun ki Biz size hakkı getirdik. Velâkin sizin çoğunuz hakkı çirkin
görüyorsunuz.
79 - Yoksa onlar işi sağlama mı almışlar [garantiye mi bağlamışlar]? İşte Biz,
şüphesiz, sağlamcılarız.
80 - Yoksa onlar, şüphesiz Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi
mi sanıyorlar? Evet! [İşitiriz], yanlarında bulunan elçilerimiz de yazıyorlar.
81 - De ki: “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde ibadet edenlerin
ilki ben olurdum."
82- Göklerin ve yerin Rabbi; arşın Rabbi onların niteledikleri şeylerden
münezzehtir.
83- Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya
kadar boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar.
84- Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, Hakîm’dir,
Alîm’dir.
85 – Ve göklerin, yeryüzünün ve her ikisi arasındakilerin mülkü sadece
kendisine ait olan o Zat [Allah] ne cömerttir. Saat’in bilgisi de yalnızca onun
yanındadır. Ve siz sadece O’na döndürüleceksiniz.
86- Ve onların, O’nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler şefaate malik
olamazlar. Ancak hakka şahit olan zat müstesnadır. Onlar da biliyorlar.
87- Yine ant olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, kesinlikle:
“Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar!
88- Ve onun “Ey Rabbim! Bunlar şüphesiz imana gelmez bir kavimdir.”
demesi kanıttır ki ...
89- Artık sen onlardan vazgeç ve “Selam!” de. Artık onlar yakında
bileceklerdir.

5
TAHLİL

1 – “ ‫ح‬Hâ [8]” “ ‫م‬Mîm [40]”.

Surenin birinci ayeti “ ‫ح‬Ha” ve “‫ م‬Mim” kesik harflerinden oluşmuştur. Kesik


harflerle ilgili kanaatimizi bundan evvelki surelerde geçen mukatta’ harfleri
vesilesiyle daha önce de birçok kez dile getirmiştik. Kısaca hatırlatmak gerekirse;
bu harflerin anlamı henüz kesin olarak tespit edilmiş değildir. Bir anlamları
olabileceği gibi, Kur’an’ın korunmasına yönelik birer öge veya dikkat çekmek için
kullanılmış birer edat olmaları da mümkündür.
Diğer kesik harfler hakkında olduğu gibi, “Ha, Mim” kesik harfleri ile ilgili
olarak da geçmişte bir takım yakıştırmalar yapılmıştır. Dipnot: (Bu yakıştırmalar
için aynı ciltte bulunan Gafir/1’in tahliline bakılabilir.)

2- 3 – Apaçık/ açıklayan kitaba ant olsun ki Biz onu aklınızı kullanasınız diye
Arapça bir Kur'an [okuma] yaptık.
4 – Ve şüphesiz o [Kur’an], Bizim nezdimizdeki ana kitapta gerçekten çok
yücedir ve hakîmdir [yasalar içermektedir, sağlamdır; bozulması engellenmiştir].

Surenin girişindeki bu ayetlerde Kur’an üzerinde durulmuş, Kur’an’ın Arapça


indirilme nedeni açıklanmış ve Kur’an’ın konumu bildirilmiştir. Böylece
müşriklerin zihinlerindeki “Kur’an’ı Muhammed kendisi uyduruyor” şeklindeki
iddialar ve şüpheler bertaraf edilmek istenmiştir.
Ayette Kur’an “aklı kullanma”ya referans gösterilmiştir. Kur’an’ı inceleyen
herkes Kur’an’ın aklı çalıştırdığını, insanı rüşde erdirdiğini kabul eder.
Ayetteki “ ‫ي‬ّ ‫عرب‬Arabiyyen” sözcüğü, Kur’an’ın hem Elçi’ye kendi kavminin
diliyle indirilmiş olmasını, hem de Kur’an’ı teşkil eden sözlerin ses ve mana
kusurlarından arınmış olmasını, yani kolay anlaşılması, rahat telâffuz edilmesi,
diziminin mükemmel olması gibi üstün özelliklere sahip olduğunu ifade
etmektedir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 5, s. 123, 124)

6
Zaten bir kitabın okunup anlaşılması da bu iki temel özelliğe sahip olmasına
bağlıdır. Yabancı dildeki bir kitabı o dili bilmeyenlerin anlaması mümkün
olmadığı gibi, kullanılan dilin düzgün, açık ve anlaşılır olmaması da aynı sonucu
doğurur. Kur’an olumlu anlamda her iki özelliğe de sahip bir kitaptır. Herşeyden
önce dili Arapçadır. Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arap toplumundan biri çıkıp da
“Yabancı bir dilde geldiği için biz bu kitabı anlamıyoruz, doğru olup olmadığına
karar veremiyoruz” diye bir mazeret öne sürmesi söz konusu olamaz. Bir
toplumun diliyle de olsa, düzensiz, nizamsız, karmakarışık kitaplar da anlaşılmaz.
Kur’an bu yönüyle de üstün bir niteliğe sahiptir. Kur’an’ı okuyanlar onun açık,
anlaşılır, misallerle dolu mükemmel anlatımını rahatlıkla müşahede ederler.
Bu ayetlerde ayrıca Kitap’ta anlaşılmayacak herhangi bir ayetin bulunmadığı
da açıklanmış olmaktadır.

Ve şüphesiz o [sana vahyedilen; Kur'an], senin için de, kavmin için de gerçekten bir öğüttür/
şan şereftir; siz ondan sorgulanacaksınız. (Fussılet/44)

Ve bu [Kur'ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [yahudi ve hıristiyanlara] indirildi;
Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk”
veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye
Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı
davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın
ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz
çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. (En’am/155-157)

4. ayette Kur’an ile ilgili olarak “... Bizim nezdimizdeki ana kitap ...” ifadesi
kullanılmıştır. Bu ifade Rabbimizin “Levh-ı mahfuz” diye bildirilen Kelâm sıfatına
bir işarettir. Bu husus Kur’an’da birkaç değişik şekilde ifade edilmiştir:

Artık hayır. Necmlerin [her indirilmede gelen ayetlerin] yerlerini / zamanlarını [inişini] kanıt
gösteririm ki -ve eğer bilirseniz bu büyük bir yemindir [kanıt gösterimidir]-, hiç kuşkusuz o, şerefli
Kur’an’dır. Saklanmış [korunmuş] bir kitaptadır. Ona mutahherlerden [temizlenmişlerden] başkası
temas edemez. [O] Âlemlerin Rabbinden indirilmedir. (Vakıa/75- 80)

Aksine o, Mecid/şerefli bir Kur’an’dır.


Korunmuş levhada. (Buruc/21, 22)

5 – Peki Biz, siz haddi aşan bir kavim oldunuz diye o Zikr’i [öğüt dolu
Kur’an’ı] size göndermekten vaz mı geçelim?
60 – Ve eğer Biz dileseydik, sizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler
kılardık.

Bu ayetlerde Rabbimizin rahmetinin sınırsızlığı gözler önüne serilmektedir.


Şöyle ki: Şirk koşan kullar nankörlük ettiler, saygısızlık yaptılar, akıllarını
başlarına almıyorlar, haddi aşan davranışlarda bulunuyorlar diye Rabbimiz onlara
öğüt göndermekten vaz geçmemekte, sürekli olarak onlara uyarı mesajları
yollamaktadır. 5. ayet sanki müşriklerin Resulullah’a “Bütün bunlardan sonra
kendini neden yoruyorsun, niçin bizden umudunu kesmiyorsun, niçin bizi kendi
halimize bırakmıyorsun?” şeklindeki sitemlerine verilmiş bir cevap
mahiyetindedir.
Böyle bir ısrar insanlar arasındaki ilişkide olsa, “Bırakın ne halleri varsa
görsünler!” denilir, uğraşmaktan vazgeçilir. Ne var ki, Rabbimiz böyle
yapmamakta, haddi aşan kullarını uyarmayı bıkmadan sürdürmektedir.

7
Bu ifadeyi şöyle bir anlama çekmek de mümkündür:
“Siz, başıboş; istediğinizle baş başa bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Hayır,
hayır! Sizi başıboş bırakmıyoruz. İnanmanız ve yapmanız gerekenleri ısrarla
önünüze koyacağız. Sonra da bunların hesabını sizden soracağız.”
Buradan anlaşılıyor ki, tevhid tebliğcileri yılmadan, usanmadan, çalışmalarını
kesintiye uğratmadan görevlerini sürdürmeli, neticeyi de Allah’a bırakmalıdırlar.

6- 8- Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar kendilerine


gelen her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha
güçlü olanları helâk ediverdik. Öncekilerin örneği de geçti.

Bu ayetler bir bakıma 5. ayette sorulan sorunun cevabı niteliğindedir. Söz


konusu ayette Rabbimiz “... haddi aşan bir kavim oldunuz diye o zikiri [öğüt dolu
Kur’an’ı] size göndermekten vaz mı geçelim?”diye sormuştu. Şimdi de zımnen
“bu engellemeler, karşı koymalar, yalanlamalar kitaplar indirmemizi ve
peygamberler göndermemizi engelleyecek olsaydı, bu güne kadar ne bir
peygamber gönderilir, ne de bir kitab indirilmiş olurdu” mesajı verilmektedir.
Bu ayetler aynı zamanda Resulullah’ı teselli, müşrikleri ise tehdit eden bir
mesaj taşımaktadır. Şöyle ki: Resulullah’a karşı çıkan, onu ve getirdiği mesajı
alaya alarak haddi aşan Mekkelilere dolaylı olarak “Siz de öncekiler gbi inadı
sürdürerek şirkte, yalanlamada devam ederseniz, sizden evvelki, sizden daha güçlü
müşrik, yalanlayıcı toplumları helâk ettiğimiz gibi sizi de helâk ediveririz”
denilmektedir.
Bilindiği üzere, Rabbimiz, uyarı amaçlı olarak geçmişten sürekli örnekler
vermektedir:

Ve Biz onların hepsine örnekler verdik ve hepsini kırdık geçirdik. (Furkan/39)

Hem siz, kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl yaptığımız size apaçık
belli olmuştu. Ve size örnekler de vermiştik. (İbrahim/45)

Ve her ümmet için elçi olacaktır. O elçileri geldiğinde de aralarında adalet gerçekleştirilmiştir.
Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Yunus/47)

Onlar, bahçelerden, pınarlardan, ekinlerden, saygın makamlardan ve içinde Safalar sürdükleri


nice nimetlerden nicelerini bıraktılar. (Duhan/25)

Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı?
Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı
bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine fayda vermedi. (Mü’min/
82)

Nihayet onlar, Bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık [cezalandırarak adaleti
sağladık]. Sonra da onları topluca suda boğduk. Sonra da onları sonradan gelecekler için selef ve
örnek kıldık. (Zuhruf/55, 56)

Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. -Allah’ın,
kulları hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu]... -İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler
[kaybettiler, zarara uğradılar].” (Mü’min/85)

Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak… Ve sen Allah'ın
sünneti için asla bir değişiklik bulmayacaksın! (Ahzab/62)

8
9 – Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye
sorsan, kesinlikle “Onları Azîz, Alîm yarattı” diyeceklerdir.

Bu ayette müşriklerin Allah hakkındaki tutarsızlıkları sergilenmektedir. Şöyle


ki: “Gökleri ve yeryüzünü kim yarattı” diye sorulduğunda hiç tereddüt etmeden
“Onları Azîz, Alîm yarattı” diye cevap veren müşrikler aslında Allah’ı tanıyıp
kabul ettiklerini ifade etmiş olmaktadırlar. Ne var ki, O’nun sadece yaratan, sonra
da kendi köşesine çekilip yarattıklarını kendi hallerine bırakan bir güç olduğunu
varsaymak suretiyle Allah’ın rabliğini reddetmiş olmaktadırlar. Allah’ın yaratma
sıfatını kabul ettikten sonra, yarattığı hiçbir varlığı başıboş bırakmayacağını ve
evrendeki tüm oluşumların O’nun programlamasıyla gerçekleştiğini kabul
etmemek, Allah’ı gereği gibi tanımamak demektir. Allah’ı gereği gibi tanımamış
olmak ise O’na inanmamakla eşdeğer bir tutumdur. Allah’ı kabul edip rabliğini
kabul etmemek tutarsız bir yaklaşımdır. Bu tutarsızlığın varıp dayandığı en sapkın
düşünce ise Allah’ın yarattığı kullarını kendisine döndürmeyeceği varsayımıdır.
İşte, bu ayetlerden sonra gelen 10-14. ayetler Allah’ın evreni yarattıktan
sonraki rabliğini, yani onları sürekli kontrol altında tuttuğunu, vekilliğini
anlatmaktadır. Buna rağmen aklını kullanmayanların Allah ile birlikte O’nun
astlarından putlara ve Allah'a denk saydıklarına tapınmakta oldukları
bildirilmektedir.

Yine ant olsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah”
diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokman/25)

Yine ant olsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim kontrol altına aldı?"
diye sorsan, kesinlikle, "Allah" derler. O halde nasıl çevriliyorlar? (Ankebut/61)

Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş olsan kesinlikle
“Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer
Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir
rahmet dilediyse, onlar O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar? De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül
edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.” (Zümer/38)

Yine ant olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, kesinlikle: “Allah” derler. O
halde nasıl çevriliyorlar! (Zuhruf/87)

10 – O [Allah] ki, yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı. Orada doğru yolda
gidesiniz diye birtakım yollar da kıldı.
11- Ve O [Allah] ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla
ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız.
12- 14 - Ve O, bütün çiftleri [eşleri] yarattı. Ve siz onların sırtına binip
üzerlerine yerleşesiniz, sonra onların üzerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin
nimetini anarak: “Bunları bizim hizmetimize veren Allah eksikliklerden
münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz de yalnızca
Rabbimize döneceğiz” diyesiniz diye sizin için gemilerden ve hayvanlardan
bineceğiniz şeyleri kıldı.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz Kendisini yaratıcı olarak tanıyıp da “Rabb”


olarak tanımayan müşriklere Rabliğinin göstergelerini saymakta ve onları
Rabliğini kabule davet etmektedir. Bu yapılırken de müşriklerin çevresindeki en
dikkat çekici tasarruflara değinilmektedir.
Rabbimizin bu ayetlerde ön plana çıkarılan sıfatları şunlardır:

9
* Yeryüzünü sizin için bir beşik kılan
* Orada doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da kılan
* Suyu gökten belli bir ölçü ile indiren
* Ölü bir beldeyi canlandıran
* Bütün çiftleri [eşleri] yaratan
* Onların sırtına binip üzerlerine yerleştiren
* Üzerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak: “Bunları bizim
hizmetimize veren Allah eksikliklerden münezzehtir. Yoksa bizim bunlara
gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz de yalnızca Rabbimize döneceğiz” diyesiniz diye
gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri kılan
* Allah’ın yenilmezliği ve her şeyi en iyi bilen oluşu.

Bunlardan ilki, Rabbimizin yeryüzünü insanlar için bir beşik kılmış olmasıdır.
Öyle bir beşik ki, insanlar o beşik içerisinde rahat rahat hayatlarını
sürdürmektedirler. Beşik nasıl bebekler için rahat ve uygun bir istirahat yeriyse,
yeryüzü de insanlar için öyledir.
10. ayette yer alan “birtakım yollar” ifadesinin Ta Ha/53, 54’ün delaletiyle
“bir takım geçim yolları” olarak anlaşılması da mümkündür.

O, yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su
indirendir.” dedi. -İşte Biz o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyiniz ve hayvanlarınızı
otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice ayetler vardır! Biz sizi ondan [yeryüzünden]
yarattık, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.- (Ta Ha/53, 54)

Rabbimiz suyu da gökten ölçü ile indirmekte ve onunla hayatın idamesini


sağlamaktadır. Bu konuya ait detay daha evvel verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c.2,
s.269)

Ve O, hatırlarsınız/öğütlenirsiniz diye, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler/dağıtıcılar


[yayıcılar] olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir
beldeye gönderir, sonra onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden çıkartırız. İşte Biz,
ölüleri de böyle çıkaracağız. (Araf/57)

Ayette konu edilen “bütün çiftler”, evrendeki tüm varlıkların çiftler halinde
yaratılmış olduğu gerçeğini ifade etmektedir. “Tatlı-ekşi, beyaz-siyah, erkek-dişi,
üst-alt, sağ-sol, ön-arka, mazi-müstakbel, zât-sıfat, yaz-kış ve ilkbahar-sonbahar,
kış-yaz, gece-gündüz, yer-gök, cennet-cehennem, hayır-şer, iman-küfür, fayda-
zarar, fakirlik-zenginlik, sağlık-hastalık ... gibi çiftler buna örnektir. Varlıkların
çift oluşu, onların bir yaratan tarafından yaratılmış olduklarının kanıtıdır.

Şu şafağa, on geceye, çifte ve teke, geçip gideceği sırada şu geceye ant olsun ki [Şu şafağı, on
geceyi, çifti ve teki, geçip gideceği sırada şu geceyi kanıt gösteririm ki], ... (Fecr/1- 4):

Ve Biz yeri yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç açıcı-göz alıcı her
çiftten bitkiler bitirdik. (Kaf/7)

O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi
sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip
yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik. (Lokman/10)

15- Ve onlar, O’nun için kendi kullarından bir parça kıldılar. Şüphesiz şu
insan kesinlikle apaçık bir nankördür.

10
16 - Yoksa O, yarattıklarından kızlar edindi de oğulları size mi seçti?
17 - Onlardan biri, Rahman’a örnek vurduğu ile müjdelendiği zaman yüzü
simsiyah kesilir. Ve o yutkunan biridir.
18 – Ve yoksa onlar, mücevherler içerisinde yetiştirilip de mücadelede apaçık
olmayanı mı?
19 - Onlar Rahman’ın kullarının ta kendisi olan melekleri de dişi kıldılar.
Onlar, onların yaratılışına tanık mı oldular? Onların tanıklıkları yazılacak ve
onlar sorguya çekileceklerdir.
20 – Ve onlar: "Eğer Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık" dediler.
Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece uyduruyorlar.

Bu ayet gurubunda, kadın ve kızları erkek çocuklarından aşağı gören


müşriklerin dinleri adına nasıl tutarsız davrandıklarına değinilmektedir. Bu
tutarsızlık, kendilerine oğlan çocuklarını lâyık gören müşriklerin güya dinî bir
hava vererek Allah’a kız çocuklar isnat etmeleriydi. O günkü müşrikler kızları
kendilerine uygun görmez, kız çocuğu sahibi olduklarını öğrendiklerinde son
derece rahatsız olurlardı. Onların kendilerine oğlanları lâyık görüp de kız
çocuklarını Allah’a izafe etmeleri hayret edilecek bir tutumdu. Ayette bu
tutumlarının yanlışlığına dikkat çekilerek Allah’ın böyle nitelendirilmeden
münezzeh olduğu vurgulanmaktadır.

Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü
kapkara kesilir. (Nahl/58)

Erkek sizin için, dişi O'nun için mi?


İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/haksız bir bölüştürmedir. (Necm/21, 22)

18. ayetteki “mücevherler içerisinde yetiştirilip de mücadelede apaçık


olmayanı” ifadesi ile “yumuşak, nazik, süslenmeyi seven ve yaratılış olarak
bedenen zayıf; savaş meydanlarına çıkmayan kız çocuklar kastedilmiştir.

Ve onlar Onlar, Allah’a kızlar isnad ediyorlar. – O [Allah], bundan münezzehtir. – Kendileri
için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır.
Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü
kapkara kesilir.
Kendisine verilen müjdenin kötülüğü, dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen
onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm
[töreleri] ne kötüdür! (Nahl/57- 59)

Ve onlar, O’nun [Allah'ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a bir hisse kıldılar da
kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için
olan şey [hisse] Allah'a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne
kötüdür! (En’am/136)

Erkek sizin için, dişi O'nun için mi?


İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/haksız bir bölüştürmedir. (Necm/21- 22)

Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz Rahman’ın astlarından
ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?" (Zuhruf/45)

20. ayette yer alan “Eğer Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık” ifadesinden
müşriklerin yine kusuru Allah’a buldukları anlaşılmaktadır. Müşriklerin sıkışınca
böyle bahanelere sıkça başvurdukları birçok ayette dile getirilmiştir:

11
Onlara: “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” denildiği zaman da o kâfirleşmiş
kişiler, şu iman etmiş kişiler için: “Allah’ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız?
Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz” dediler. (Ya Sin/47)

Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da
ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı
tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece
zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” (En’am/148)

Ve ant olsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye Pürüzsüz Arapça bir kur'ân [okuma] olarak;
takvalı davransınlar diye bu Kur'ân'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. (Zümer/27, 28)

21 - Yoksa Biz kendilerine bundan önce bir kitap verdik de şimdi onlar, ona mı
tutunuyorlar?
Bu ayette, müşriklerin Allah’ın Rabb oluşunu kabul etmeyerek yerde ve gökte
işleri idare eden bir takım sahte rabler edinmelerine ve melekleri dişi varlıklar
kabul ederek onların Allah’ın kızları olduğuna inanmalarının ilahi bir kaynağa
dayanmadığına işaret edilmektedir.

Yoksa Biz onlara bir sultan [delil] indirmişiz de o [delil], onların O'na
[Allah’a] ortak koştukları şeyleri mi söylüyor? (Rûm/35)

Görüldüğü gibi, aynı mesajı içeren Rûm/35’teki sorunun cevabı da yine


“onların elinde o inançları içeren Allah’tan gelmiş bir kitap bulunmuyor” şeklinde
olup müşriklerin bu yanlış tutumu açıkça reddedilmektedir.

22 - Aksine, onlar: “Şüphesiz biz babalarımızı bu ümmet [aynı inancı paylaşan


topluluk] üzerinde bulduk, biz de onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş
kimseleriz” dediler.
23 – Ve işte böyle; Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek,
mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet
[önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız”
demişlerdi.
24 – O [Gönderilen uyarıcı]; “Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz
şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi?" dedi. Onlar: “Şüphesiz biz sizin
kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz” dediler.
Bu ayet gurubunda da yine müşriklerin taklide sarılarak atalarının yolunu
bahane etmelerinin yanlış inanışlara kapılmalarının kaynağı olduğu açıklanmakta
ve bu akılsızca tutumları eleştirilmektedir:
Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde
bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de
mi? (Bakara/170)

Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde


bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa
da mı? (Maide/104)

Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!
(Lokman/21)

12
Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah
emretti” derler. De ki: “Allah iğrençliği emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi
söylüyorsunuz?” (A’raf/28)

23. ayette geçen “Ümmet” sözcüğü, terim olarak “kendi iradeleriyle veya bir
zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı
inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan
topluluğu” demektir. Bu kavramla ilgili detay A’raf/34’ün tahlilinde verilmiştir.
(Tebyinü’l Kur’an; c.2, s. 577)

Senin için senden önceki elçilere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin
Rabbin kesinlikle mağfiret sahibidir ve acı veren bir azabın sahibidir. (Fussilet/43)

Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana
kulluk edin. (Enbiya/92)

Yine 23. ayetteki “... oranın şımarık varlıklı kimseleri ...” ifadesinde sözü
edilenler “mütref” kimselerdir. Bu şımarık zenginler grubu, mevcut sistemin
sayesinde semirip zenginlik ve refah içinde olduklarından, sistemlerinin
yıkılmasını asla arzu etmezler. Peygamberlerin dile getirdiği düşünceler kabul
gördüğü ve yayıldığı takdirde mevcut sistemin yıkılacağını, paralarından,
pullarından, kapılarındaki kullarından olacaklarını iyi bilirler. Bu nedenle de
elçilere şiddetle karşı çıkarlar, onların en azılı düşmanı kesilirler.
“Mütref”, “nimet ve rahat yaşamın şımarttığı, azdırdığı kişi” demektir.
(Lisanü’l Arab; c. 1, s. 605, “trf” mad.) Peygamberlerin Allah’tan getirdikleri
mesajların tebliğine ilk karşı çıkanların daima servet, nüfuz ve yetki sahibi olan
zengin kimseler [mütref, mele, ekâbir] olduğu gerçeği Kur’an’da pek çok kez
vurgulanmıştır.
“Mütref” konusu daha evvel Sebe’ suresinin tahlilinde ele alındığından,
detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

25 – Bunun üzerine Biz de onlardan intikam aldık [onları yakaladık,


cezalandırmak suretiyle adaleti sağladık]. Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu
bir bak!

Bu ayette, atalarından gördükleri sapık zihniyeti ısrarla sürdüren bir toplumda


yaşayıp da konumlarının sarsılmamasını isteyen mütref kesimlerin karşılaşacağı
kötü akıbet bildirilmektedir. Bu kesimin mensupları, iflâs etme, maldan mülkten
olma, esir düşme, iktidardan olma gibi sonuçlarla karşılaşacaklardır.
Bunların durumu ilk olarak Hümeze suresinde teşhir edilmişti:

Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin vay hâline!


O ki malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini ebedîleştirdiğini sanarak onu tekrar tekrar
sayandır.
Hayır... Hayır... Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp atılacaktır.
Hutame'nin ne olduğunu sana ne bildirdi?
[O,] Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir.
O, gönüllerin üzerine tırmanıp çıkar [ulaşır].
O, onların üzerine kilitlenmiştir/kapatılmıştır; uzatılmış direkler içinde. (Hümeze Suresi)

13
Rabbimizin 25. ayetteki “Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak!”
emriyle müminlere bu ekâbir takımının akıbetlerinin araştırılması, hayatlarının tüm
yönleriyle ortaya çıkarılması görevi verilmektedir.

26, 27 – Ve hani bir zamanlar İbrahim babasına ve kavmine: “Şüphesiz ben


sizin taptığınız şeylerden uzağım. -Beni yaratan ayrı.- Şüphesiz ki artık O, beni
doğru yola iletecektir” dedi.
28 – O [İbrahim], bunu [bu sözü], onların dönmesi için ardından gelecek
olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.

Bu ayetlerde, atalar dininden vazgeçmeyen ve şirkte ısrar edenlerin Allah’ın


cezalandırmasına, adaleti sağlamasına ilk somut örnek İbrahim peygamber ve
kavmi gösterilmiştir. Ancak Saffat suresinde olduğu gibi olaylara çok kısa olarak
işaret edilip geçilmiştir.
İbrahim (as), atalar dinine sımsıkı sarılmış bir toplumda doğmuş, genç yaşında
hakkı kavrar kavramaz atalar dinini terk etmiştir. Konumu olan ayetlerde İbrahim
peygamberden söz edilerek Mekkeli müşriklere şöyle bir mesaj da verilmektedir:
“Eğer babalarını taklit etmek istiyorlarsa, işte en büyük babalarının tavrı! Ona
tutunsunlar ve içinde bulundukları sapıklıklardan vazgeçsinler.”
İbrahim peygamberin kendi kavmi ile giriştiği tevhid mücadelesi, En’am,
Enbiya ve Saffat surelerinde yer almıştır:

Ve hani İbrahim, babası Âzer’e: “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve
kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.
Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu böylece gösteriyorduk.
Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: “Bu, benim Rabb'imdir"
dedi. Sonra yıldız batınca: “Ben batanları sevmem” dedi.
Sonra Ay'ı doğarken görünce de “Bu, benim Rabb’imdir” dedi. O da batınca: “Ant olsun ki
Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
Sonra Güneş'i doğarken görünce de: “Bu benim Rabb’imdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da
batınca: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif
olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak
koşanlardan değilim” dedi.
Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim: “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle
mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey
hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği halde, siz O’na ortak koşmaktan
korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer
biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar;
güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/74- 85)

Ve ant olsun ki biz daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik.
Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Bu ısrarla kendisine tapınıp durduğunuz bu heykeller
nedir?” demişti.
Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
O [İbrahim]: “Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben
de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben
putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
Sonra da o [İbrahim], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça
parça etti.

14
Onlar [Kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir.”
dediler.
Onlar [Bazıları] “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrahim” deniliyor” dediler.
Onlar, “O halde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin”
dediler.
Onlar, “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler
O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi.
Bunun üzerine kendilerine [vicdanlarına] döndüler de: “Şüphesiz siz, zalimlerin ta
kendisisiniz” dediler.
Sonra onlar yine kafalarına döndüler: “Ant olsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin.”
dediler.
O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar
vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar
olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu yakın ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık.
(Enbiya/51-70)

Hiç kuşkusuz İbrahim de onun [Nuh’un] grubundandı.


Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım
[sancılıyım; fikir sancısı çekiyorum]’ dedi.
Hani o, babasına ve toplumuna: ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah’ın astlarından birtakım
uydurma ilâhları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?’ demişti.
Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], ondan [İbrahim’den ] arkalarını dönerek geri durdular
[onunla ilişkiyi kestiler].
Sonra da o, onların ilâhlarına sokulup: ‘Yemez misiniz/ nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki,
konuşmuyorsunuz?” dedi.
Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.
Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz yüze geldiler.
O [İbrahim]: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri
Allah yaratmıştır.’ dedi.
Onlar: “Şunun için bir bina yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler.
Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. (Saffat/83-
98)

28. ayette geçen “O [İbrahim], bunu [bu sözü], onların dönmesi için ardından
gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı” ifadesini iyi anlamak için İbrahim
peygamberin bir önceki ayette nakledilen sözünü hatırlayalım: İbrahim “Şüphesiz
ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. -Beni yaratan ayrı.- Şüphesiz ki artık O,
beni doğru yola iletecektir” demişti. 28. ayette devamlı kalacağı bildirilen söz işte
budur. İbrahim peygamber bu sözü kendisinden sonra şirk içinde bulunanlar beni
örnek alır da Allah'tan başkasına ibadet etmekten tevbe ederler” ümidi ile
söylemiştir.

29 – Bilakis, Ben bunları da babalarını da kendilerine hakk/gerçek ve


açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar kazançlandırdım.
30 – Ve hakk/gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: “Bu, bir büyüdür ve
şüphesiz biz onu inkâr edenleriz” dediler.
31 - Yine onlar: “Bu Kur'an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil
miydi?” dediler.
32 - Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya
hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine
işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle
yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

15
Bu ayetlerde, eski dönemlerdeki müşriklerin cezalandırılışı anlatıldıktan sonra
o güne kadar cezalandırılmayan müşrik Arapların takındığı yanlış tutuma
değinilmektedir. Çünkü onlar “hakk/gerçek kendilerine geldiği zaman: ‘Bu, bir
büyüdür ve şüphesiz biz onu inkâr edenleriz” dedikleri gibi, “Bu Kur'an, şu iki
şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” diyerek kendilerini uyaran son
peygambere karşı çıkmışlardır.
Mekkeli müşriklerin durumu şu ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler (ve dediler ki): “İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin.
Bu, gerçekten, istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka bir] dinde işitmedik, bu
ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim
Zikr’imden bir kuşku içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– (Sad/6- 8)

Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse,
mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki
kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların
sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde
öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme
bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın. (Fatır/42, 43)

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince –ki, bunlar daha
önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti- onu
inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)

Klâsik kaynaklarda (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-


Kur’an) yer aldığına göre, burada konu edilen iki kasaba Mekke ile Taif’tir. İki
adam ise Mekke’den Ebu Cehil'in amcası el-Velid b. el-Muğire b. Abdillah b.
Ömer b. Mahzum ile Taif'ten Ebu Mesud Urve b. Mesud es-Sakafî’dir.
Rabbimiz müşriklerin bu düşünceleri üzerine “Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar?” buyurmuştur. Yani onlara “peygamberliği, elçiliği onlar mı
paylaştırıyorlar da onu kendi istedikleri kimseye vermeye kalkıyorlar?” diye cevap
verilmiştir.
Yine Rabbimiz 32. ayette “Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların
geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz... Birbirlerine işlerini gördürsünler
diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik”
buyurmuştur. Bu ifade, hayattaki ast-üst ilişkisinin toplumsal yaşama konulan bir
yasa olduğunu göstermektedir. Burada konu edilen derecelerle yükseltme,
“keramet; üstünlük, saygınlık” değildir. Ekonomik güç, akıl, zekâ, anlayış, bilgi-
bilgisizlik gibi yönlerden olan farklılıklardır. Herkesin ekonomik güç, zekâ,
anlayış bakımından eşit olduğu bir ortamda işçi bulmak mümkün olmaz; işçinin
olmadığı ortamlarda ise hayat durur.
Dünyalık dereceler imrenilecek, göz dikilecek şeyler değildir:

Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle
yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma].
Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta Ha/131)

Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve
servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için
indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hıcr/88, 89)

33 -35- Ve eğer insanlar bir tek ümmet olmayacak olsalardı, Biz, Rahman’ı
inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları

16
merdivenler, onların evleri için kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar ve
altından süs eşyaları yapardık. Bunların hepsi basit hayatın kazanımından başka
bir şey değildir. Ahiret ise Rabbinin katında takva sahipleri içindir.

Bu ayetlerde insanların birbiri üzerine derecelerle yüksek kılınmasının bir


başka gerekçesi açıklanmaktadır.
Rabbimiz, eğer dünya sevgisi kalplere baskın gelip de bu durum insanları küfre
iterek hepsini tek bir küfür toplumu haline getirmeyecek olsaydı, “evlerine
gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Ve onların evleri
için kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar ve altından süs eşyaları yapar,
onları lüks içinde yaşatırdık” buyurmuştur. Bu ifadeyle insanın lüksü, refahı
arttıkça şımardığı, azgınlaştığı ortaya konmaktadır. Doğrudan “toplum”
denilmeyip de “ümmet [önderli toplum]” denilmesinin nedeni, birilerinin ortaya
çıkıp insanları yanlış yöne yönlendireceği; onların da bu önderlerin arkasına
takılarak lüks yaşam nedeniyle küfrü tercih edecekleri gerçeğidir.
İnsanın aslında zayıf yaratıldığı; bundan dolayı da zenginleşince azma,
sıkıntıda ise bunalma riskiyle karşı karşıya olduğu daha evvel birçok ayette
açıklanmıştı:

Allah, sizden hafifletmek istiyor. Şüphesiz insan zayıf yaratılmıştır. (Nisa/28)

Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna
inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6- 8)

Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları
bile bile inkâr ettiler. -Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!- (Neml/14)

Kur’an, dünyadaki lüks yaşamın, altın ve gümüş gibi değerlerin bu dünyaya ait
basit, önemsiz kazanımlar olduğunu; asıl kazancın ahirete yönelik olduğunu, bu
nedenle de zenginliğin, lüks yaşamın insanı azdırmaması, yoldan çıkarmaması
gerektiğini ihtar etmekte ve toplumu bu yönde yönlendirenlerin arkasına
düşülmemesini istenmektedir.

36, 37 – Ve her kim Rahman’ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytan
musallat ederiz de artık o, onun için karindir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki
onlar [karinler], onları [körleşenleri] Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin
doğru yolda olduklarını sanırlar.
38 - Nihayet Bize gelince: “Keşke seninle benim aramda iki doğu [doğu ile
batı] arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı.” der. -Öyleyse bu ne kötü bir karindir
[yaştaştır, yandaştır!]. -
39 – Ve bugün o [pişmanlık duymanız] size hiçbir fayda sağlamayacak. Siz
zulmettiğiniz zaman kesinlikle azapta ortaklarsınız.

Bu ayetlerde, çevreden gösterilen binlerce ayete karşı bakarkörlük yapıp


Allah’ın öğütlerine kör gibi davranan kişiye bu halini sürdürmesi için şeytanın
musallat olacağı, şeytanın o kişiye yaptıklarının doğru ve haklı olduğu yönünde
dalkavukluk edeceği, böylece şeytanın o kişiyi tüm yanlış iş ve davranışlarında
teşvik edeceği bildirilmektedir. Tabii, bu durum Allah’ın huzuruna gelinceye kadar
sürecektir. Huzura gelince iş anlaşılacak, kişi o şeytana “Keşke seninle benim
aramda iki doğu [doğu ile batı] arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı!” diyecektir.
Fakat artık iş işten geçmiştir. Şirkin karşılığı olan azap kaçınılmazdır.

17
Pasajn 36. ayetini surenin 5. ayeti ile birlikte değerlendirdiğimizde ortaya şöyle
bir anlam da çıkmaktadır: “Biz size Zikr’i ulaştırmaya devam edeceğiz. Her kim
ondan yüz çevirmek sureti ile Zikr’i görmezlikten gelirse Biz ona bir şeytanı
musallat ederiz. Küfrünün, körlüğünün bir cezası olmak üzere ona bir şeytan
veririz. O da sürekli onu yoldan çıkarır, o da kendini hep doğru yolda sanır”.
Ayetin orijinalinde “ ‫المشرقين‬iki doğu” ifadesi geçmektedir. Ancak bu ifade
“doğu ve batı” demektir. Arapçada iki ayrı şey bazen birinin tesniye [ikil]
yapılmasıyla da ifade edilebilmektedir. Meselâ Ay ve Güneş “ ‫القمرين‬Kamerayn [iki
ay]” diye de söylendiği halde bu ifadeyle Ay ve Güneş kastedilir. Yine “ ‫عمرين‬
Omerayn [iki Ömer]” ifadesiyle de Ebubekir ve Ömer kastedilir. Öğle ile ikindiye
“ ‫عصران‬asrani [iki ikindi], ana-babaya ‫الوالدين‬valideyn [iki ana] ve ‫االبوين‬ebeveyn
[iki baba] denilir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
38. ayetteki “doğu ile batı arasındaki uzaklık” ifadesiyle kastedilen, en uzun
mesafedir.

Ve kim kendisine doğru yol apaçık ortaya çıktıktan sonra Elçi’ye karşı çıkar ve müminlerin
yolundan başkasını izlerse, Biz onu döndüğü şeye döndürürüz ve onu cehenneme sokarız. O da ne
kötü bir gidiş yeridir! (Nisa/115)

Ve Biz onlara bir takım karinleri [yakınları [İblislerini]] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar
da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve
insten [herkesten], kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan SÖZ onların
üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. (Fussilet/25)

Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri
katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi [süsledi]. (En’am/43)

Allah’a yemin olsun ki, Biz kesinlikle senden önce bir takım ümmetlere elçiler gönderdik de
şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bu gün onların velisidir. Ve onlar
için acı bir azap vardır. (Nahl/63)

Derken, çok beklemeden o [Hüdhüd] geldi de “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim.
Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, onlara [Sebelilere]
hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın
buldum. Onu ve kavmini, Allah’ın astlarından Güneş’e secde ederler buldum. Şeytan da göklerde
ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye
kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar
hidayete eremiyorlar. -Allah; kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın
sahibidir-” dedi. (Neml/22- 26)

Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan / Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz
onun için zor, sıkıcı bir geçim / yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki:
“Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” [Allah] Der ki: “Bu
böyledir, ayetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk
ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Ta Ha/124- 126)

40 - O halde sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körlere ve apaçık bir


sapıklık içinde bulunanlara sen mi kılavuzluk edeceksin?
41 – Artık eğer Biz, seni alıp götürsek bile şüphesiz Biz, onlardan intikam
alanlarız [onları cezalandırarak adaleti sağlarız].
42 - Yahut da onlara vaat ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü Biz, onların
aleyhlerine güç yetirenleriz.
43 - Öyleyse sen, sana vahyedilene sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol
üzerindesin.

18
44- Ve şüphesiz o [sana vahyedilen; Kur'an], senin için de, kavmin için de
gerçekten bir öğüttür/ şan şereftir siz ondan sorgulanacaksınız.
61, 62 – Ve şüphesiz o [sana vahyedilen; Kur'an] o saat [kıyametin kopuşu]
için kesinlikle bir bilgidir: “Sakın onda [kıyâmetin kopuşu hakkında] şüpheye
düşmeyin ve bana uyun. Bu, doğru yoldur. Ve sakın şeytan sizi alıkoymasın.
Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.”
45 – Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz
Rahman’ın astlarından ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?"

Resulullah’ın teselli edildiği bu ayet grubunda hem ona, hem de ona uyanlara
bir takım yeni bilgiler verilmektedir.
61, 62. ayetler hem teknik olarak hem de anlam bakımından resmi mushaftaki
yerlerine uygun değildir. Ayetlerin teknik bakımdan ve anlam yönünden uygun
olduğu yer burasıdır. Bu nedenle resmi sıralamada 61. ve 62. ayetler bu pasaja
taşınıp 44. ayet ile 45. ayet arasına tarafımızdan tertip edilmiştir. Böylece hem bu
paragraf hem de ayetlerin bulunduğu eski paragraf anlamlı hale getirilmiştir.
61. ayetin resmi mushafta İsa’dan (as) bahseden bir paragrafın cümleleri
arasında yer alması, ayetteki “ ‫إّننه‬o” zamirinin İsa peygambere gönderilmesine
sebep olmuştur. Bundan dolayı da İsa’nın kıyametin bilgisi olduğu yolunda yanlış
bir anlayış gelişmiştir. Bu anlayış İsa’nın (as) gökten ineceği ve bu inişinin de
kıyametin alameti olacağı şeklindedir. Bu konuya ait yazılmış senaryoları ibret için
takdim ediyoruz:

Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah [sav]'ın İsra'ya götürüldüğü


gece İbrahim, Musa ve İsa (hepsine selam olsun) ile karşılaştı. Kıyametin kopuşunu sözkonusu
ettiler. Önce İbrahim'den başlayarak ona kıyamete dair soru sordular. Onda bu hususa dair bir bilgi
yoktu. Sonra Musa'ya sordular, onda da buna dair bir bilgi yoktu. Nihayet söz sırası Meryem oğlu
İsa'ya gelince, dedi ki: “Meydana gelmesinden önce bana bir ahit verilmiş bulunuyor. Ne zaman
gerçekleşeceğine gelince, onu Aziz ve Celil olan Allah'tan başkası bilmez” deyip Deccal'in çıkışını
söz konusu etti ve “İnip onu öldüreceğim” dedi. Sonra da (İbn Mesud) hadisin geri kalan bölümünü
zikretti. Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet etmiş bulunmaktadır.
Müslim'in, Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "O -yani Mesih Deccal- bu halde iken Allah
Meryem oğlu Mesih'i gönderecek, o da Dımaşk'ın doğu taraflarında Beyaz Minare’nin yakınında,
ellerini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olduğu halde, iki elbiseye bürünmüş olarak inecek.
Başını aşağı doğru eğdi mi damlayacak, yukarı doğru kaldırdı mı ondan inci tanelerini andıran inci
suretinde yapılmış gümüş taneleri yuvarlanacak. [Yağmur yağmasından kinayedir.] Onun nefesinin
kokusunu alan bir kâfir mutlaka ölecek. Nefesi de gözü ile gördüğü en ileri noktaya kadar ulaşacak.
Nihayet (İsa) onu [Deccal'i] takibe koyulacak ve ona Lud kapısında yetişip öldürecek."
Sa'lebî, Zemahşerî ve başkalarının Ebu Hureyre yoluyla zikrettikleri rivayetlere göre
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Meryem oğlu İsa semadan Vefık diye adlandırılan Arz-ı
Mukaddes’teki bir tepe üzerine, sarımtrak iki elbiseye bürünmüş olarak inecek. Saçları yağlanmış
olacak, elinde de kendisi ile Deccal'i öldüreceği bir mızrak bulunacak. İnsanlar ikindi namazında
imamla namaz kıldıkları bir sırada Beytu'l-Makdis'e gelecek, imam geri çekilmek isteyecek, fakat
İsa (a.s) onu öne geçirecek ve Muhammed (sav)'ın şeriati üzere arkasında namaz kılacak. Sonra da
domuzları öldürecek, haçı kıracak, havra ve kiliseleri yıkacak, ona iman edenler müstesna,
hristiyanları öldürecek."
Halid'in rivayetine göre de el-Hasen şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Peygamberler baba bir kardeşler (gibi)dir. Onların anneleri ayrı olmakla birlikte dinleri birdir.
İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa'ya en yakın benim. Çünkü benim ile onun arasında bir
peygamber yoktur. O semadan ilk inecek kişi olup haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm’a
girmeleri için insanlarla savaşacaktır. el-Maverdî dedi ki: İbn İsa'nın bir topluluktan naklettiğine
göre onlar şöyle demişler: İsa indi mi Allah'tan aldığı emirlere göre insanlara emir verip, yasaklar
koyan o dönemin bir rasûlü olmasın diye mükellefiyet kaldırılmış olacaktır.
Ancak bu, şu üç husus sebebiyle reddedilecek bir görüştür. Birincisi hadis-i şeriftir, çünkü
dünyanın kalması dünyada mükellefiyetin kalmasını gerektirir. Diğer taraftan o marufu emreden,
münkerden alıkoyan birisi olarak inecektir. Yüce Allah'ın ona vereceği emirlerin İslâm’ı

19
desteklemek, İslâm’ın gereklerini emretmek ve insanları İslâm’a davet etmek ile münhasır olacağı
da reddolunacak bir şey değildir.
Derim ki: Müslim'in Sahih'inde ve İbn Mace'de sabit olduğuna göre, Ebu Hureyre şöyle
demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Andolsun Meryem oğlu İsa adaletli bir hakem olarak
inecektir. Haçı kıracaktır, domuzu öldürecektir, cizyeyi kabul etmeyecektir. Andolsun genç develer
başıboş bırakılacak, onlara çobanlık eden olmayacaktır. Düşmanlık, nefret ve kıskançlık yok olup
gidecektir. Malın alınması için çağrıda bulunacak, fakat kimse onu kabul etmeyecek.”
Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İmamınız
kendinizden iken -bir rivayette: sizden olan ile size imam olmuşken- Meryem oğlu [İsa] aranızda
ineceği vakit haliniz ne olacak?" İbn Ebi Zi'b dedi ki: "İmamınız sizden olan ile size imam
olmuşken ne demek biliyor musun? (el-Velid b. Müslim) de “Bana haber verirsen öğrenirim” de-
dim. Dedi ki: “Rabbinizin Kitabı ile peygamberiniz (sav)'ın sünneti ile size imamlık ederse"
demektir.
İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- dediler ki: İşte bu İsa (a.s)'ın
peygamberimiz Muhammed (sav)'ın dininin unutulmuş olan birtakım hükümlerini uygulamaya
koymak üzere bir yenileyici [müceddid] olarak ineceği hususunda açık bir nasstır. Yoksa yeni bir
şeriat ile de inmeyecektir; gerek burada, gerekse "et-Tezkire" adlı eserimizde açıkladığımız üzere,
mükellefiyet de olduğu gibi devam edecektir.
Bir açıklamaya göre "şüphesiz ki o Saatin ilmidir." Yani muhakkak ki İsa'nın ölüleri diriltmesi
kıyametin kopacağına ve ölülerin diriltileceğine delildir. Bu açıklamayı İbn İshak yapmıştır.
Derim ki: "Şüphesiz ki o" buyruğunun, “şüphesiz ki Muhammed (sav) saatin ilmidir”
anlamında olma ihtimali de vardır. Buna Peygamber (sav)'ın: "Ben ve kıyamet şu ikisi gibi
gönderildik" deyip şehadet parmağı ile orta parmağını yanyana getirmesi delil teşkil etmektedir.
Bunu Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Kıyamet İşareti:
Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, (yani Hz. İsa) saatin ilmidir. Yani, sayesinde kıyametin
bilindiği alametlerden bir alamettir." Böylece, bir şeye defâlet eden alâmet, sayesinde o şey bilinip
anlaşıldığı için, "ilim" adını aldı (yani, “le ilmün” buyuruldu). İbn Abbas da bu ifadeyi “le alemün”
şeklinde okumuştur ki, bu, alâmet, belirti demektir. Yine bu ifade, “lel'ilmu” şeklinde de
okunmuştur. Ubeyy İbn Kâ'b ise, “le zikrun” şeklinde kıraat etmiştir. Konuyla ilgili hadiste şu yer
almaktadır: İsa, elinde mızrağı olduğu halde, Arz-ı Mukaddes'te, kendisine “Efik” adı verilen bir
tepeye iner. Mızrağı ile Deccâli öldürür, peşinden, imamın cemaate namaz kıldırdığı bir sırada,
sabah namazında Beyt-i Makdîs'e gelir. Bunun üzerine imam geriye çekilir, fakat Hz. İsa onu yine
ileri sürer ve o imamın arkasında Hz. Muhammed'in şeriatine göre namaz kılar. Daha sonra,
domuzları öldürür, haçı parçalar, havra ve kiliseleri tahrip eder ve kendisine inananlar hariç,
hristiyanları da öldürür." (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Konumuz olan pasajda Resulullah’a tek yapması gereken şeyin kendisine


vahyedilene uymak olduğu uzun uzadıya açıklanarak peygamberimiz teselli
edilmiştir.
O dönemde kâfirler Resulullah’ı ortadan kaldırabilmek için gece gündüz
plânlar kurmakla meşguldüler. Onu öldürebildikleri takdirde dertlerinin sona
ereceğine inanmaktaydılar. Bu nedenle Rabbimiz, Elçi’ye “Biz, seni alıp götürsek
bile şüphesiz Biz, onlardan intikam alanlarız [onları cezalandırarak adaleti
sağlarız].Yahut da onlara vaat ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü Biz, onların
aleyhlerine güç yetirenleriz” diye hitap etmiştir. Rabbimizin peygamberimize
verdiği bu sözün Bedir günü gerçekleştiği ve peygamberimizin de bu kokuşmuş
insanların cezalandırılışlarını o gün, orada gördüğü söylenebilir.

46- Ve Hiç kuşkusuz Biz Musa’yı ayetlerimizle Firavun’a ve onun ileri


gelenlerine elçi gönderdik de o: “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim”
demişti.
47 – Sonra da Musa mucizelerimizi onlara getirince onlar hemen onlara
[mucizelere] gülüverdiler.

20
48 – Ve Bizim onlara gösterdiğimiz her bir mucize kardeşinden [önceki
mucizeden] mutlaka daha büyüktür. Ve onlar dönerler diye Biz onları azapla
yakaladık.
49 - Onlar da: “Ey sihirbaz! Sende olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine
dua et. Şüphesiz biz kesinlikle doğru yola gireceğiz” dediler.
50 - Fakat ne zaman ki azabı kendilerinden kaldırdık, o zaman onlar
sözlerinden dönüverirler.
51- 53 – Ve Firavun, kavminin içinde seslendi: “Ey kavmim! Mısır
hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor
musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise açıklayamayan
[meramını anlatamayan] kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem onun üzerine
altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar halinde melekler
gelmeli değil miydi?” dedi.
54 - Firavun kendi kavmini hafifleştirdi [etkisizleştirdi] de onlar da ona itaat
ettiler. Şüphesiz onlar, fâsıklar toplumu idiler.
55, 56 - Nihayet onlar, Bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık
[cezalandırarak adaleti sağladık]. Sonra da onları topluca suda boğduk. Sonra da
onları sonradan gelecekler için selef ve örnek kıldık.

Bu ayet gurubunda, aklını kullanmayan, çevrelerindeki binlerce ayete gözünü


kapayan ve bu nedenle de azabı hak edenlere Firavun ve avenesi örnek
gösterilmiştir. Bu kısa anlatımda Firavun ve avenesinin politikaları ana hatlarıyla
açıklanmıştır. Sonra da Mekkeli müşrik kodamanlara Firavun’dan farklarının
olmadığı bildirilerek, Firavun ve avenesinin başına gelenlerin kendi başlarına da
geleceği ihtar edilmiştir.

Ve and olsun ki, Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle
kuraklıklarla/senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık. (A’raf/130)

Biz de ayrı ayrı ayrılmış [belirli aralıklarla] âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri,
haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular kavmi oldular.
Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü, dediler ki: “Ey Mûsâ! Sana olan ahdi nedeniyle
bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve
kesinlikle İsrâîloğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz.”
Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden
cayıveriyorlar. (A’raf/133-135)

Derken topladı da seslendi:


“O [Firavun], ben sizin en yüce Rabbinizim” dedi. (Nâziât/23- 25)

56. ayetteki “Nihayet onlar Bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam


aldık [cezalandırarak adaleti sağladık]” ifadesi onların artık Allah düşmanı
olduklarının beyanıdır:

Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak
öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/ arka arkaya kesilmesi, ya da
yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Ahirette de onlar için büyük
bir azab vardır. (Maide/33)

Şüphesiz Allah'a ve Elçisi’ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve ahirette lânet etmiştir.
Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. (Ahzab/57)

53. ayette Firavun’un Musa (as) hakkında sarf ettiği nakledilen “Hem onun

21
üzerine altın bilezikler atılmalı” şeklindeki sözü, bu şekilde süslenmenin o
dönemdeki soylu kimselerin âdeti olmasından dolayıdır. Firavun ve çevresindeki
yakınları o dönemde bu tür altın bileziklerle süslü idiler. Çünkü altın takılarla
süslenmek, o dönemin kültüründe bir soyluluk nişanesi idi.
Kitab-ı Mukaddes’te de bu âdete ait ipuçları bulunmaktadır:

Bu öneri Firavun'a ve görevlilerine iyi göründü.


Firavun görevlilerine, "Bu adam gibi Tanrı Ruhu'na sahip birini bulabilir miyiz?" diye sordu.
Sonra Yusuf'a, "Mademki Tanrı sana bütün bunları açıkladı, senden daha akıllı ve bilgili bir
adam yoktur" dedi,
"Sarayımın yönetimini sana vereceğim. Bütün halkım buyruklarına uyacak. Tahttan ötürü
yalnız ben senin üzerinde olacağım.
Seni bütün Mısır'a yönetici atıyorum."
Sonra mührünü parmağından çıkarıp Yusuf'un parmağına taktı. Ona ince ketenden giysi
giydirdi. Boynuna altın zincir taktı.
Kendi yardımcısının arabasına bindirdi. Yusuf'un önünde, "Yol açın!" diye bağırdılar.
Böylece Firavun ona bütün Mısır'ın yönetimini verdi.
Firavun Yusuf'a, "Firavun benim" dedi, "Ama Mısır'da senden izinsiz kimse elini ayağını
oynatmayacak." (Tekvin/41; 37-44)

57 - Meryem oğlu İsa bir örnek olarak anlatılınca da, senin kavmin, ondan
mesafelenip giderler.
58 – Ve onlar [senin kavmin]: “Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlıdır, yoksa o
mu [Muhammed mi/ İsa mı]?” dediler. Bu örneği sırf seninle tartışmak için ortaya
attılar. Aslında onlar, aşırı düşmanlık eden bir toplumdur.
59 - O [İsâ], sadece Bizim kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini
İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
60 – [Bu ayet surenin 6. ayeti olarak tertip edilmiştir.]
61, 62 – [Bu iki ayet 44,45. ayetlere bağlı olarak değerlendirilmiştir.]
63, 64- İsa apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti [zulüm
ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] getirdim ve hakkında
ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde
Allah’a karşı takvalı olun ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah; O, benim
Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu, doğru bir
yoldur.”
65 - Fakat gruplar, İsâ hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler.
Artık acı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay hâline!

İsa (as) ile ilgili pasajı şu düzenle tertip edip anlamalıyız:

57 - Meryem oğlu İsâ bir örnek olarak anlatılınca da, senin kavmin, ondan
mesafelenip giderler.
58 – Ve onlar [senin kavmin]: “Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlıdır, yoksa o
mu [Muhammed mi/ İsa mı]?” dediler. Bu örneği sırf seninle tartışmak için ortaya
attılar. Aslında onlar, aşırı düşmanlık eden bir toplumdur.
59 - O [İsâ], sadece Bizim kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini
İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
63, 64- İsa apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti [zulüm
ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] getirdim ve hakkında
ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde
Allah’a karşı takvalı olun ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah; O, benim

22
Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu, doğru bir
yoldur.”
65 - Fakat gruplar, İsâ hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler.
Artık acı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay hâline!

Kur’an’ın İsa (as) hakkında verdiği bilgilere karşı Mekkeli müşriklerin


tutumlarının anlatıldığı bu ayet grubunda, İsa’nın İsrailoğulları’na örnek
gösterildiği ve onun Allah’ın birçok lütfuna mazhar olmuş bir kul olduğu
vurgulanmaktadır.
Bu pasajın nüzul sebebi olarak klâsik kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Yüce Allah “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rah-man'dan başka ibadet
edilecek ilâhlar kılmış mıyız? (Zuhruf/43, 45)” buyruğunu indirince müşrikler İsa (a.s)'ın durumunu
ileri sürerek “Muhammed tıpkı Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı ilah edindikleri gibi, bizim de
kendisini ilah edinmemizden başka bir şey istemiyor” dediler. Bunu Katade söylemiştir.
Buna yakın bir rivayet Mücahid'den gelmiştir. O dedi ki: Kureyş “Muhammed, İsa'nın kavmi
İsa'ya tapındıkları gibi, bizim de kendisine tapınmamızı istiyor” dediler. Bunun üzerine Yüce Allah
bu âyet-i kerimeyi indirdi.
İbn Abbas dedi ki: Bu buyrukla Yüce Allah, Abdullah b. ez-Ziba'ra'nın Peygamber (sav) ile İsa
(as) hakkındaki tartışmasını kastetmektedir. Bu örneği veren kişi Sehmoğullarından Abdullah b. ez-
Ziba'ra'dır ve bunu kâfir iken söylemişti. Kureyş kendisine: “Şüphesiz Muhammed ‘Gerçekten siz
de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz (Enbiya/98)’ ayetini okuyor” dediler.
Abdullah b. ez-Ziba'ra da “Eğer yanında hazır olsam ona cevap verirdim elbet” dedi. Bu sefer:
“Ona ne diyecektin?” diye sordular. O da şöyle dedi: “Ona derdim ki: İşte, Mesih'e Hıristiyanlar
ibadet ediyor. Uzeyr'e de Yahudiler ibadet ediyor. Bu ikisi de cehennemin odunundan mıdırlar?”
Kureyşliler onun söylediği bu sözü beğendi ve böylelikle bu sözle onun davayı kazandığı görüşüne
kapıldı. İşte Yüce Allah'ın "Bağrışıp çağrışmaya koyuldu" buyruğunun anlamı budur. Yüce Allah
da bunun üzerine: “Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar,
işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır (Enbiya/101)” buyruğunu indirdi. (Kurtubi; el Camiu li
Ahkami’l Kur’an)

Müfessirler bu hususta şunları ileri sürmüşlerdir ki, hepsi de ihtimal dâhilindedir:


1- Kâfirler, Hıristiyanların Hz, İsa (a.s)'ya taptıklarını duyunca, "Onlar, İsa'ya tapıyorlar; oysa,
bizim ilâhlarımız İsa'dan daha iyidir" dediler. Onlar bu sözü, kendileri meleklere taptıkları için
söylediler.
2- Rivayet edildiğine göre, “Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şüphesiz ki
cehennem odunusunuz (Enbiya/98)” ayeti nazil olunca, Abdullah İbnu'z-Ziba'râ, "Bu, bize ve
ilâhlarımıza mı, yoksa bütün ümmetlere şamil bir hüküm mü?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s), "Hayır, bütün ümmetlere şamil bir hüküm" buyurdu. Bunun üzerine Abdullah, "Ben seni
yendim; Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, sen Meryem oğlu İsa'nın peygamber olduğunu iddia
etmedin mi? İsa ve annesini hayırla yâd etmiyor muydun? Sen, Hıristiyanların, İsa ve annesine;
Yahudilerin de Uzeyr'e taptıklarını ve meleklere de tapıldığını biliyorsun. Binaenaleyh, eğer bunlar
cehennemde olacaklarsa, biz, bizim ve ilâhlarımızın onlarla beraber olmasına çoktan razıyız" dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)] sustu, kâfirler güruhu sevindiler, güldüler ve çığlıklar attılar.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak “Şüphe yok ki, kendileri için bizden en güzel [bir saadet] sebkat etmiş
olanlar, işte bunlar oradan [cehennemden] uzaklaştırılmışlardır (Enbiyâ/101)” ayetini indirdi. İşte
bu ayet [Zuhruf/57] de o zaman nazil oldu. Buna göre mana, "Abdullah İbnu'z-Ziba'râ, Meryem
oğlu İsa'yı bir misal getirip Hıristiyanların İsa'ya ibadet etmeleri sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'le
mücadele edince, "Bir de ne görelim, senin kavmin Kureyş, bu meselden dolayı Hz. Peygamber
(s.a.s)'in susturulmasını görmeleri sebebiyle sevinçlerinden çığlıklar attılar, büyüktendiler ve
gülmeye başladılar. Çünkü örf, taraflardan birisi, davasını savunamayıp acze düştüğünde, ikinci
tarafın çığlıklar atması ve bundan sevinç duyması şeklinde cereyan edegelmiştir. Dediler ki: "Bizim
tanrılarımız mı iyi, yoksa o mu?" Yani, "Sence bizim ilâhlarımız [melekler] İsa'dan daha iyi değil
midir? Binaenaleyh İsa cehennem odunu olduğuna göre, bizim ilâhlarımızın durumu ise, daha hafif
ve daha ehven olur" demektir.
3- Hz. Peygamber (s.a.s), Hıristiyanların Hz. İsa’ya taptıklarını ve onu kendilerinin ilâhı
kabul ettiklerini anlatınca, Mekke kâfirleri de, "Muhammed, tıpkı Hıristiyanların, Mesih'i
kendilerinin ilâhı kabul etmeleri gibi, bizim de, kendisini bizim ilâhımız kabul etmemizi istiyor"

23
dediler ve işte bu durumda "Bizim ilâhlarımız mı yoksa o mu?", yani, "Bizim ilâhlarımız mı yoksa,
Muhammed mi daha hayırlıdır?" dediler ve bu sözü, "Muhammed bizi kendisine tapmaya davet
ediyor; halbuki atalarımız ise bu putlara tapmanın gerekli olduğunu iddia etmişlerdi. Bu iki şeyden
birisinin mutlaka yapılması gerekli olduğuna göre, bu putlara tapmak daha uygun olur. Çünkü
atalarımız ve geçmişlerimiz, putlara tapma hususunda mutabakata varmışlardı. Ama Muhammed
ise bizim kendisine tapmamız hususunda ithama maruz bir kişidir. Binaenaleyh, putlara tapmakla
meşgul olmak daha evlâ olur" dedikleri için bu sözü söylediler. Cenâb-ı Hak ise, "Biz, İsa'ya
tapmanın güzel bir yol olduğunu söylemedik. Tam aksine bu, bâtıl ve yanlış bir yoldur. Çünkü İsa
sadece bizim kendisine in'âmda bulunduğumuz bir kuldur. Durum böyle olunca da, onların,
"Muhammed, bizim, kendisine tapmamızı istiyor" şeklindeki sözleriyle ortaya attıkları bu
şüphenin, zail olduğu..." şeklinde beyanatta bulunmuştur. İşte bu üç açıklama, ayetin lâfzının,
bunlardan her birine muhtemel olduğu şeyler cümlesindendir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

65. ayette “Fakat gruplar, İsâ hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa


düştüler” buyrulmuştur. Kur’an’ın indiği dönemde hem Yahudiler hem de
Hıristiyanlar İsa konusunda ihtilâf halinde idiler.
İsa peygamberin gayrimeşru bir çocuk ve sahte bir peygamber olduğunu iddia
eden Yahudiler ile onun Allah’ın oğlu olduğunu ve Allah’ın onda cisimlendiğini
iddia eden Hıristiyanlar, birbirleri ile sürekli ihtilâf hâlinde olmuşlardır. Rabbimiz
her iki tarafın da yanlış düşünce ve kanaatlerini Kur’an’da bildirdiği bilgilerle
ortadan kaldırmış, gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Allah’ı Kur’an’dan
tanıyanlar ve aklıselim sahipleri artık bilmektedirler ki, Allah çocuk edinme gibi
noksanlıklardan münezzehtir.
Ne var ki, İsa peygamber ile ilgili olarak sadece Yahudiler ile Hıristiyanlar
arasında değil, Hıristiyanların kendi aralarında da ihtilâflar oluşmuştur. Bu ihtilâflar,
hizipler ve mezhepler halinde bugüne kadar gelmiştir. İlk dönem Kur’an
bilimcilerinden olan Mukatil’in tespitlerine göre o dönemde Hıristiyanların içinde
farklı inanışlara sahip üç grup vardı:
* “İsa Allah’ın oğludur” diyen Nasturîler,
* “İsa Allah’ın kendisidir” diyen Mar-Yakubîler ve
* “Allah üçün üçüncüsüdür” diyen Melkanîler.
Kur’an’da Meryem ve İsa peygamber hakkında verilen bilgiler, İsa
peygamberin doğumu ile Kur’an’ın inişi arasındaki dönemde ortaya çıkmış Yahudi
ve Hıristiyan inançlarını yansıtmaktadır. Ne var ki, Kur’an’ın inişinden bu yana,
tıpkı Müslümanların yüzlerce mezhebe, binlerce meşrebe ayrıldığı gibi, Hıristiyan
ve Yahudiler de mezheplere, meşreplere ayrılmışlar ve her bir hizip değişik inanç ve
yaşam tarzı sergilemiştir. Bizim düşüncemize göre, gerek Müslümanlar, gerekse
Ehl-i Kitap arasında ortaya çıkmış olan yanlış inanç ve yaşam tarzlarının insanların
hayatlarından çıkarılıp atılması için Kur’an’da verilen mesajlar ve ilâhî ilkeler
sadece Müslümanlara değil, Ehl-i Kitap’a da ulaştırılmalıdır. Kur’an erlerinin ortaya
koyacağı bu yöndeki çalışmalar, insanlığın doğru istikameti tanıması bakımından
önemli sonuçlara yol açacak bir potansiyeli taşımaktadır.

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler
gönderdi ve ihtilâf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile
kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık
yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle, iman edenlere, onların hakkında
anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru
yola kılavuzlar. (Bakara/213)

Bu konu daha evvel Meryem suresinin tahlilinde de (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3,


Meryem Suresi) ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

24
66 - Onlar kendileri farkına varmadan, ansızın, Saat’in kendilerine
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?
67 - O gün Muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden gidenler],
birbirlerine düşmandırlar.

Bu ayetlerde, bunca açıklamaların muhatabı olup da hala yola gelmeyen,


hevalarını ilâh edinmiş zavallılar kınanmıştır. Ayrıca kıyamete ait şu kısa bilgi
verilmiştir:
O gün, ansızın gelecektir. Ona karşı tedbir almaları, onu geri çevirmeleri,
ondan kurtulmaları söz konusu olmayacaktır. O gün Allah’ın yolundan gitmeyip
de birbirinin izinden gidenler birbirlerine düşman olacaklardır. Dünyada iken
birbirleriyle canciğer dost olmalarına karşın o gün birbirlerine düşman kesilecek
ve “Senin yüzünden bu hale düştüm” diyerek birbirlerini itham edeceklerdir.
Muttakiler ise her zamanki gibi birbirlerinin dostu olacaklardır. Aralarındaki
dostluklar ahirette de devam edecektir.
Müşriklerin birbirine olan husumetleri birçok ayette dile getirilmiştir:

İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba [rahat] yok.
Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar [atıldılar].
Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz. O ne kötü
bir duraktır!”
Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat
arttır!”
Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye göremiyoruz?
Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir. (Sad/59-64)

(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız- tanımadığınız] ateş içindeki
ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder].
Nihâyet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi
saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah,] “Herkese kat kattır, fakat siz
bilmiyorsunuz” dedi [der].
Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı
azabı tadın” dediler [derler]. (A’raf/38, 39)

Kesinlikle Allah kâfirleri hayırdan uzak tutmuş ve içinde ebedi olarak kalmaları üzere onlara
çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir yakın ve yarımcı bulamazlar.
O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: “Ah keşke Allah’a itaat etseydik ve Elçi’ye itaat
etseydik!” derler.
O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: “Ah keşke Allah’a itaat etseydik ve Elçi’ye itaat
etseydik!” derler.
Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar
yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile
lânetle.” (Ahzab/64- 68)

O [İbrahim onlara] dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın
astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz
kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.”
(Ankebût/25)

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah’a teslim eden
ve hanifçe, İbrahim'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrahim'i
“Halil [izdaş]” kabul etti. (Nisa/125)

Ey iman edenler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, kurbanlık hediyelere, gerdanlıklarına ve


Rablerinden lutuf ve rıza bekleyerek Beytü’l-Haram’ı [Ka’be’yi] niyetlenenlere sakın saygısızlık
etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman da avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden

25
dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takva üzerinde
yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz
Allah azabı çok çetin olandır. (Maide/2)

68- 70 – “Ey ayetlerimize iman etmiş ve Müslümanlar olmuş olan kullarım!


Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Siz ve eşleriniz ağırlanmış
olanlar olarak girin cennete!
71- 73- -Onların [muttakilerin] çevrelerinde altın tepsiler, kadehler
dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.-
Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler
sebebiyle, kendisine varis edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler
vardır. Onlardan yiyeceksiniz.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, iman eden, takvalı davranan kullarına vereceği


nimetleri sayıp dökmüştür.
Yedi ayetten oluşan bu paragraf, belağat gereği, orijinalinde ayrı ayrı ayetler
halindedir. Biz anlamı ve cümle öğelerini de dikkate alarak ayetleri iki grup
halinde meallendirdik.
Bu ayet gurubunda bildirilen cennet nimetleri Kur’an’ın birçok yerinde sayılıp
dökülmüştür; özellikle de İnsan ve Vakıa surelerinde toplu olarak yer almıştır:

Şüphesiz, ebrar/ iyiler/ yardımseverler, kâfur katılmış bir tastan içerler. Fışkırtıldıkça
fışkırtılacak bir pınardan ki, ondan, verdikleri sözleri yerine getiren ve kötülüğü yayılan bir günden
korkan ve “Biz sizi, ancak Allah yüzü [Allah rızası] için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve
teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız”
diyerek, Allah sevgisi için, yiyeceği, yoksula, öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları içerler.
Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak,
sabretmelerine karşılık onlara Cennet’i ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak
kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri
onların üzerlerine sarkacak ve onların koparılması son derece kolaylaştırılacak. Ve aralarında
gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir. Ve
orada, onlara karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, Orada, Selsebil denilen bir pınardan.... Ve
aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın!
Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir krallık [mülk ve yönetim] göreceksin; üzerlerinde ince,
yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rabb’leri onlara
tertemiz bir içecek içirecek. (İnsan/5-22)

[Onlar] Yaptıklarına karşılık olarak; mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı


onların üzerinde yaslanırlar. Üzerlerinde [çevrelerinde], kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler,
kadehler -ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir- beğendiklerinden meyveler,
canlarının çektiğinden kuş eti ile; süreklileştirilmiş [hep aynı bırakılmış] çocuklar, saklı inciler gibi
iri gözlüler dolaşırlar. Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler. Sadece söz
olarak: “selâm!”, “selâm!”
Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! [Onlar], dikensiz kirazlar, meyve dizili
muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen [tükenmeyen] ve yasaklanmayan birçok
meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.
Şüphesiz Biz onları [kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su…] öyle bir inşa ile inşa ettik [yarattık].
Ki onları, sağın ashabı için albenili ve hepsi bir ayarda bakireler [dokunulmamışlar] kıldık [yaptık].
(Vakıa/15- 38)

Sonra Biz Kitap’ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan
bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan bazıları da Allah’ın izniyle hayırlarda önde
gidenlerdir. İşte bu büyük lütfun; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada
altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. (Fatır/33)

26
Pasajın ilk bölümündeki “Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak girin
cennete!” ifadesi ile kastedilenler dünyadaki eşler değildir. Zira dünyadaki eşlerin
her biri ayrı ayrı mükellef kişiliklerdir. Suçun ve cezanın şahsîliği söz konusudur.
Dünyada muttaki olan bir kişinin eşinin de muttaki olması, her ikisinin de aynı
lütfu hak etmiş olması mümkün fakat mutlak değildir. Burada konu edilen eşler,
Rabbimizin ahirette insana vereceği özel olarak yaratılmış eşlerdir.

74- 76- Şüphesiz ki günahkârlar, cehennem azabında süreklidirler.


Kendilerinden hafifletilmeyecektir. Onlar, orada da ümitsizlerdir. Ve Biz onlara
zulmetmedik, fakat onlar, zalim kimselerin ta kendileri idiler.
77- Ve onlar seslenirler: “Ey Malik! Rabbin bizim aleyhimize gerçekleştirsin
[işimizi bitirsin].” O [Malik]: “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” dedi.
78 – Ant olsun ki Biz size hakkı getirdik. Velâkin sizin çoğunuz hakkı çirkin
görüyorsunuz.

Bu ayet gurubunda ise mücrimlerin ahiretteki durumları anlatılmaktadır. Onlar


cehennem azabında ebedi kalıcıdırlar. Azapları hafifletilmez; azap içinde
ümitsizce yaşarlar. Çaresizlikten cehennem görevlisine başvurarak Allah’a
yalvarıp kendilerini bu durumdan kurtarması için aracı olmasını isterler.
Cehennem görevlisi ise onlara “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” diye karşılık
verir.

Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık.
Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik.
Artık onlar, umutları suya düşenler oldular. (En'am/44)

Ayette geçen “Malik”, pasajdaki söz akışından anlaşıldığına göre, cehennemin


görevlisidir. Cehennemde bir takım meleklerin, zebanîlerin görev yaptığını
Kur’an’dan öğrenmekteyiz.

Ve Ateş içindeki kimseler, cehennem bekçilerine: “Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden
azaptan hafifletsin.” dediler.
Onlar [Bekçiler]: “Size elçileriniz açık kanıtları getirmediler miydi?” diye sorarlar. Onlar:
"Evet [getirmişlerdi]" derler. Onlar [Bekçiler]: “Öyle ise kendiniz dua edin” derler. Kâfirlerin duası
sadece şaşkınlıktadır [boşa çıkmıştır]. (Mü’min/49)

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak
bir Ateş’ten koruyun. Onun üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan
çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrim/6)

Biz zebanîleri çağıracağız. (Alak/17)

Ve şu inkâr eden kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm
verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, onun [cehennem ateşinin] birazı da hafifletilmez. İşte Biz her
aşırı inkârcıyı böyle cezalandırırız. (Fatır/36)

En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.


O ki, en büyük ateşe yaslanacaktır.
Sonra o en büyük ateşin içinde ne ölecek ne de hayat bulacaktır. (A’la/11- 13)

79 - Yoksa onlar işi sağlama mı almışlar [garantiye mi bağlamışlar]? İşte Biz,


şüphesiz, sağlamcılarız.
80 - Yoksa onlar, şüphesiz Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi
mi sanıyorlar? Evet! [İşitiriz], yanlarında bulunan elçilerimiz de yazıyorlar.

27
Bu ayetlerde, müşriklere inkarî sorular yöneltilerek yaptıklarının ve aldıkları
tedbirlerin yararsızlığı anlatılmaktadır. Onlara yöneltilen bu sorular, “onlar işi hiç
de sağlama almadılar, çok çürük iş yaptılar. Biz onları hep işitiyor, ne yaptıklarını
biliyoruz. Üstelik yanlarında daima yazan elçilerimiz de var. Bu elçiler sürekli
olarak onların yaptıklarını yazmaktadırlar” demektir.

Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tespitçi tespit edip dururken, o [insan] hiçbir
söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/17,18)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada
ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir
tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.

Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş
ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O,
yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize
koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla
yapmadan, onu vefat ettirirler. (En’am/59- 61)

Konumuz olan ayetlerde, Kureyş'in ileri gelenlerinin Resulullah’a karşı gizlice


plân yaptıklarına da işaret edilmiştir:

Bu âyet-i kerime, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber için planlar düzmeleri hakkında


inmiştir. Bu danışma neticesinde Ebu Cehil'in kendilerine teklif ettiği görüşü kabul etmişlerdi.
Buna göre Peygamber (sav)'i öldürmeye katılmak üzere her kabileden bir kişi ortaya çıkacaktı.
Böylelikle onun kanının [kısasının] istenme imkânı kalmayacaktı. İşte bu âyet-i kerime bu hususta
nazil oldu. Yüce Allah onların hepsini Bedir'de ölümle cezalandırdı. (Mukatil)

Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk
[bir ceza ile cezalandırdık]. (Neml/50)

Hani bir zaman, şu küfretmiş olan kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp
çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Ve
Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. (Enfal/30)

Yoksa bir sinsi plân mı yapmak istiyorlar? Fakat o küfredenlerin kendileri sinsi plâna
düşenlerdir.” (Tur/42)

Onlar, insanlardan gizlenmek isterler de Allah'tan gizlenmek istemezler. Hâlbuki O [Allah],


onlar O’nun sözden razı olmadığı şeyleri gece kurarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah,
onların yaptıklarını kuşatıcıdır. (Nisa/108)

Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri Allah'ın bildiğini görmedin mi? Üç kişinin
gizli konuştuğu yerde O,mutlaka dördüncüleridir. Beşte de O, mutlaka altıncılarıdır. Bunlardan az
veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet
günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir.
(Mücadele/7)

Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde yaptığınız şeyleri bilen saygın yazıcılar
olmasına rağmen Din’i yalanlıyordunuz. (İnfitar/9- 12)

81 - De ki: “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde ibadet edenlerin
ilki ben olurdum."

28
82- Göklerin ve yerin Rabbi; arşın Rabbi onların niteledikleri şeylerden
münezzehtir.
83- Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya
kadar boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar.
84- Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, Hakîm’dir,
Alîm’dir.
85 – Ve göklerin, yeryüzünün ve her ikisi arasındakilerin mülkü sadece
kendisine ait olan o Zat [Allah] ne cömerttir! Saat’in bilgisi de yalnızca O’nun
yanındadır. Ve siz sadece O’na döndürüleceksiniz.

Surenin buraya kadar olan ayetlerinin özeti mahiyetindeki bu ayet grubunda


tevhide ağırlık verilmiş, Hıristiyanların İsa ile ilgili yanlış inançları reddedilmiştir.
Kur’an’ın reddettiği “Teslis” inancı Hristiyanlar tarafından şu şekilde
açıklanmaktadır:
“Üçlübirlik’te tek bir Tanrı’ya ve birlik içindeki Üçlüğe tapınırız; bu kişileri ne
birbirine karıştırır, ne de özünü böleriz. Çünkü Baba tek bir Kişi’dir, Oğul başka,
Kutsal Ruh ise başka bir Kişidir. Ancak Baba’nın, Oğul'un ve Kutsal Ruh'un
Tanrısal özyapısı birdir; görkemde eşit, yücelikte sonsuzdur. Baba nasıl ise, Oğul
ve Kutsal Ruh da öyledir. Baba yaratılmamıştır, Oğul yaratılmamıştır, Kutsal Ruh
yaratılmamıştır. Baba anlaşılmaz, Oğul anlaşılmaz, Kutsal Ruh anlaşılmazdır.
Baba ebedi, Oğul ebedi, Kutsal Ruh ebedidir. Buna rağmen hepsi üç farklı ebedi
değil, fakat tek bir ebedidir. Ne üç farklı ‘yaratılmamış’ ne de üç farklı
‘anlaşılmaz’ vardır, fakat tek bir ‘yaratılmamış’ ve tek bir ‘anlaşılmaz’ vardır.
Aynı şekilde Baba her şeye kadir, Oğul her şeye kadir ve Kutsal Ruh her şeye
kadirdir; Buna rağmen hepsi üç farklı ‘her şeye kadir’ değil, tek bir ‘her şeye
kadir’dir. Baba nasıl Tanrı ise, Oğul da Tanrı’dır ve Kutsal Ruh da Tanrı’dır; Buna
rağmen bunlar üç farklı Tanrı değil, tek bir Tanrı’dır. Baba nasıl Rab ise, Oğul da
Rab'dir, Kutsal Ruh da Rab'dir; Buna rağmen bunlar üç farklı Rab değil, tek bir
Rab'dir.”
Rabbimiz Hıristiyanların bu inancını reddeder ve Kendisini şöyle tanıtır:

“Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, Hakîm’dir,


Alîm’dir. Ve göklerin, yeryüzünün ve her ikisi arasındakilerin mülkü sadece
kendisine ait olan o Zat [Allah] ne cömerttir! Saat’in bilgisi de yalnızca O’nun
yanındadır. Ve siz sadece O’na döndürüleceksiniz.”

81. ayette peygamberimizden “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde
ibadet edenlerin ilki ben olurdum” demesi istenmiştir. İfadeyi biraz açarak anlamı
şöyle takdir edebiliriz:
“Şayet bunu farz kılmış olsaydı, elbette bu farz kılması üzerine O’na ibadet
ederdim. Çünkü ben, O'nun kullarından bir kulum. Bana emrettiği her şeye itaat
ederim. Bende O'nun ibadetine karşı bir büyüklenme ve O'nun ibadetinden yüz
çevirme yoktur. Çünkü ben, Allah’a itaat eden bir kulum. Benim hiç kimseyi
Allah’ın çocuğu olarak kabul etmemem bir inadın sonucu değildir. Ben bu
düşünceyi gerçek olmadığı için kabul etmiyorum. Şayet Allah'ın bir çocuğu
olsaydı, onu ilk ben tasdik ederdim. Ancak Allah hakkında böyle bir şey söz
konusu bile edilemez.”

Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. O,
bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici Allah'tır. (Zümer/4)

29
86- Ve onların, O’nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler şefaate malik
olamazlar. Ancak, hakka şahit olan zat, müstesnadır. Onlar da biliyorlar.

Her şeyin kontrolünün Allah’a ait olduğu birçok yönüyle açıklandıktan sonra
bu ayette de müşriklerin şefaatçilere bel bağlama inançlarına değinilmiştir.
Bu ayetin bir benzeri de Meryem suresinde geçmişti:

Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.


Onlar, Rahman’ın katında bir ahit almış olan kimse hariç, şefaate sahip olamayacaklardır.
(Meryem/86, 87)

“Şefaate malik olmak”, iki yönlü olarak ya onların başkaları için yapacakları
şefaati, ya da başkalarının onlar için yapacakları şefaati ifade ediyor gibi görünse de,
ayetteki istisna cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları
şefaat olduğu anlamı çıkmaktadır. Dolayısıyla “şefaate sahip olmayacaklar” ifadesi,
“kimse onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri
yardıma muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları anlamsızdır. Ancak
Rabbimiz ayette “hakka şahit olan zat müstesnadır” diye bir istisna yaparak ahirette
kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır.

O gün, Rahman’ın kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şefaat fayda
vermez. (Ta Ha/109)

“ ‫ ععع‬Şef'ı” kökünden türemiş olan “ ‫ ععععع‬şefaat” sözcüğünün sözlük


anlamı “Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi
çiftlemek ve esirgemek”tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan
birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık
etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.
Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir
kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan
vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne
düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.
Kısaca şefaat “aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına
gelir.
Arapça'da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] “ ‫عععع‬ ‫ ععع‬eş-şafi”
veya “ ‫عععع‬ ‫ ععع‬eş-şefi” denir.
“Şefaat” kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar
altında incelenmesinde yarar görmekteyiz:
* Allah'tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah'a aittir. Bu konuda ilk
öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah'a ait olduğudur.

De ki: “Tüm şefaat Allah'a aittir. …” (Zümer/44)

… Sizin için O'nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız?
(Secde/4)

* Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için dilediğine şefaat/yardım


izni verebilir: Allah'ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat/yardım
etmesi söz konusu değildir. Allah'ın izni ile şefaat/yardım edecekler de ancak
Allah'ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.

… O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. (Yunus/3)

30
Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah'ın kendilerinden razı
olduğu kimseler şefaat [yardım] edemezler, ancak şefaat [yardım] edilirler.

* Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle
şefaat edene de izin verebilir:

Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan
kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım
etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır.
Allah her şeye kadirdir. (Nisa/85)

İyi ve güzele aracılık ve yardım etme anlamındaki “şefaat-ı hasene”, iman edip
Allah'ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için
uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya
çalışmak demektir. Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek anlamına gelen
“şefaat-ı seyyie” ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere
düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur'an, gerek “şeffat-
ı hasane”de ve gerekse “şeffat-ı seyyie”de bulunanların dünyada ve ahirette bu
davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.

* O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:

Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir
kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı
günden sakının. (Bakara/48)

Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç
kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının. (Bakara/123)

Görüldüğü gibi, ahirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece


Allah'ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler:

O'nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar
biliyorlar da. (Zühruf/86)

Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının


affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde
tanımlanan şefaat anlayışının Kur'an'a ters olduğu özellikle belirtilmelidir.
Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların
kurtuluşunu sağlayacağı anlayışı, “… Sen ateştekini kurtarabilir misin?” diyen
Zümer/19’a terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını
değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine
dâhil olacaklardır:

Elçi de: “Rabbim, halkım Kur'an'ı terk etti” der. (Furkan/30)

Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm suresinin tahlilinde


verilmiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s: 421- 424)

87- Yine ant olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, kesinlikle:
“Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar!

31
88- Ve onun “Ey Rabbim! Bunlar şüphesiz imana gelmez bir kavimdir” demesi
kanıttır ki...
89- Artık sen onlardan vazgeç ve “Selam!” de. Artık onlar yakında
bileceklerdir.

Bu ayetlerde Mekkelilerin tutarsızlığı ve Resulullah’ın onlar hakkındaki


ümitsizliği bildirildikten sonra Resulullah’a Mekkelilere nasıl davranması
gerektiği yönünde direktifler verilmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi, müşrikler Allah’ı tanımakta fakat yine de
bildiklerini okumaktadırlar:

Yine ant olsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah”
diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokman/25)

Ve Allah, selam yurduna çağırıyor ve O, dilediği/dileyen kimseye kılavuz olur. (Yunus/25)

O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O,
bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip
ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı
umuyorum” dedi. (Meryem/47, 48)

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil
kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler. (Furkan/63)

89. ayette Resulullah’a müşriklerin üstüne gitmemesi ve onlara sadece


“selam!” deyip geçmesi emredilmektedir. Elçi’den uyması istenen bu tebliğ
yöntemi Rabbimizin sünneti olup daha evvel bir kaç yerde görmüştük.

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil
kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler. (Furkan/63)

O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O,
bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip
ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı
umuyorum” dedi. (Meryem/47, 48)

Onların oradaki duaları “Allah’ım, Sen her türlü eksiklikten münezzehsin!”dir. Ve onların
oradaki selâmlaşmaları, “selâm!”dır. Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah'a
hamdolsun!”dur. (Yunus/10)

Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selam olsun size! Rabbiniz
rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra
arkasından tövbe eder ve düzeltirse; Şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de. (En’am/54)

88. ayetteki “Ey Rabbim! Bunlar şüphesiz imana gelmez bir kavimdir” ifadesi
ile Resulullah’ın toplumu hakkında ümit kesip onları Allah’a havale etmesi
açıklanmıştır. Nitekim başka bir ayette de Resulullah’ın bir başka şikâyeti yer
almaktadır:

Elçi de: “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur [terk edilmiş bir şey]
edindiler” dedi. (Furkân/30)

Resulullah’ın kendi kavmi hakkında düşündüklerini Nuh peygamber de kendi


kavmi hakkında düşünmüştür:

32
O [Nuh] dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim
çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı. Ve şüphesiz ben onları, Senin onları bağışlaman için
her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler,
kibirlendikçe de kibirlendiler. Sonra şüphesiz ben onları yüksek sesle çağırdım. Sonra şüphesiz
onlar için ilan ettim. Onlar için gizli gizli de gizledim [söyledim]. Sonra dedim ki: “Rabbinizin sizi
bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. size
Mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın. … (Nuh/5-12)

Ve Nûh dedi ki: “Yeryüzünde dolaşan kafirlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki sen onları
bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar." (Nuh/26, 27)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.

33

You might also like