Professional Documents
Culture Documents
[ÖLÜM VE KALKIŞ]
SURESİ
Ayetlerin meali:
1
5- Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor:
6- Soruyor: “Kıyamet günü ne zamanmış?”
7-10- İşte, göz şimşek gibi çaktığı, Ay tutulduğu ve Güneş ve Ay bir araya getirildiği zaman,
işte o gün insan, “Kaçış nereye / Kaçacak yer neresi?” der.
11- Hayır… Hayır… Sığınak diye bir şey yoktur.
12- O gün varıp durmak sadece Rabbinedir. / O gün varılıp durulacak yer, sadece
Rabbinin huzurudur.
13- O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir.
14- Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir.
15- Tüm mazeretlerini koysa bile de/ Tüm perdelerini koysa bile de.
16- Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme!
17- Kuşkusuz onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca
Bizim üzerimizedir.
18- O halde Biz onu [yaptıklarını - yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun
toplanmasını izle!
19- Sonra, onun [yaptıklarının - yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da
sadece Bizim üzerimizedir.
20- Hayır… Hayır… İşin aslında siz aceleciyi [dünyayı] seviyorsunuz,
21- ve ahireti bırakıyorsunuz.
22- Yüzler var ki o gün apaydınlıktır.
23- Rabblerine nazar edicidirler.
24- Ve yüzler de var ki o gün asıktırlar.
25- Zannederler ki kendilerine belkıran yapılır.
26- Hayır… Hayır… Köprücük kemiklerine dayandığı zaman,
27- ve “Kim tedavi edicidir! [Çare bulan kimdir!]” denildiği [zaman],
28- ve o [can çekişen kişi] bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı [zaman],
29- ve bacak bacağa dolaştığı [zaman],
30- işte o gün sevk [sürülüp götürülmek], sadece Rabbinedir.
31- Fakat o, ne tasdik etti, ne destekledi.
32- Fakat o, yalanladı ve geri durdu.
33- Sonra da gerine gerine ehline [ailesine, arkadaşlarına] gitti.
34- Çok yakın sana, hem de çok yakın!
35- Yine, çok yakın sana, hem de çok yakın!
36- Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?
37- O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi?
38- Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış sonra da düzene koymuştur;
39- ki ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
40- Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir?
Ayetlerin Tahlili
1, 2. Ayetler:
2
Hayır,
Her iki ayetin de kabul etmeme anlamındaki “ لhayır” sözüyle başlaması, daha
önceki bir konunun bu surede de devam ettiğini göstermektedir. Devam eden bu konu,
dikkatlerin dünya ve mahşer aşamalarına dikkatlerin çekildiği Kariah suresindeki kıyamet
konusudur. Anlaşılan o ki, Kariah suresinin ardından tartışmalar çıkmış, kıyamet hakkında bir
takım itirazlar ileri sürülmüş, Rabbimiz de bu sureye önce bu itirazları reddederek başlamıştır.
İtirazlar şiddetle reddedildikten sonra da kıyamet 37-40. ayetlerle kanıt gösterilerek ispat
edilmiştir.
Ayetlerin başında bulunan ve Türkçeye çevrilirken “hayır” sözcüğü ile ifade ettiğimiz
“ لla” edatları hakkında geçmişte birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Klâsik kaynaklarda
mevcut olan bu farklı görüşlere yer vermeden, sadece bu cümle yapısı ve anlamı üzerinde
durmayı uygun görüyoruz.
Bizim görüşümüze göre, bir sözcük bir dilden başka bir dile çevrilirken mutlaka
çevrildiği dildeki aynı anlamı veren karşılığı ile çevrilmeli, kesinlikle orijinal hâlinde
bırakılmamalıdır. Çevirilerde meydana gelebilecek yanılmaları önlemek için ise sözcük ve
kavramların ne anlamlara geldiğinin her iki dilde de iyi bilinmesi gerekmektedir. Fakat
maalesef uygulamada bu kurallara yeterince hassasiyet gösterilmemekte ve sonuçta ortaya
fahiş hatalar çıkmaktadır. Konu dinimiz olduğunda ise bu fahiş hatalar telâfisi neredeyse
imkânsız tahribatlara yol açmaktadır.
Bu ayetlerdeki “kasem [yemin]” sözcükleri de, işaret edilen hataların yapıldığı
sözcükler arasındadır.
Bu ayetler, daha önce gördüğümüz “ قسمkasem [yemin]” cümlelerinden farklı olup
bilinen türdeki “kasem [yemin]” cümlelerinden değildirler. Burada sözcüğün “Kasem
ediyorum [kanıt gösteriyorum]” şeklindeki anlamı kast edilmiştir.
Alak suresinden bu sureye kadar karşımıza çıkan kasemlerin hepsinde hem kasem
cümlesinin kasem bölümü, hem de kasem cümlesinin cevap bölümü yer almış idi. Meselâ
hatırlanacak olursa;
“Kaleme ve onların yazıp durduklarına yemin olsun ki,”
“Geceye yemin olsun ki”
“Fecre yemin olsun ki,”
“Kuşluk vaktine yemin olsun ki,”
“Asra yemin olsun ki,”
“Soluk soluğa koşanlara yemin olsun ki,”
“Güneşe yemin olsun ki,”
“Burçlar sahibi semaya yemin olsun ki,”
şeklindeki ifadeler ile üzerine yemin edilen nesneler veya olaylar, kasemin cevap
bölümündeki teze kanıt olmakta ve ortaya konan iddiayı güçlendirmekte idi. Çünkü kasem
cümlesinin kuralı bunu gerektirmektedir. Zaten kasemin [yeminin] amacı da ileri sürülen tezin
kuvvetlendirilmesidir. [Kasem cümlesi hakkında daha ayrıntılı bilgi Şems suresinin tahlilinde
verilmiştir].
Ancak; konumuz olan ayetlerde “ وvav”, “ بbe”, “ تta” gibi kasem edatlarından
herhangi biri kullanılmamıştır. Ayrıca surede kaseme cevap olan herhangi bir ayet de
bulunmamaktadır. Yani “kıyamet gününe ve çok kınayan nefse kasem ederim ki” veya
“kıyamet gününü ve çok kınayan nefsi kanıt gösteririm ki” ifadesi ile kıyamet gününün ve çok
kınayan nefsin kanıt gösterildiği herhangi bir tez ortaya konmamıştır. Tam aksine, birçok olay
ve manzara anlatılmış, anlatılan bu olay ve manzaralar kıyamet gününe ve dolayısıyla akılsız
3
insanların o gün duyacağı pişmanlığa kanıt gösterilmiştir. Kısacası bu iki ayet, bir kasem
cümlesinin kasem [yemin] bölümü değildir. Bu durumda, ayetlerin “kıyamet gününe ve çok
kınayan nefse kasem olsun ki” veya “kıyamet gününü ve çok kınayan nefsi kanıt gösteririm
ki” şeklinde çevrilmeleri yanlıştır. Zaten kıyamet gününün kıyameti inkâr eden kişilere kanıt
gösterilmesi de mantıklı değildir.
Kasem cümlesi ile ileri sürülen tezin muhataplarca ciddiye alınması, gösterilen
kanıtların somut, gözle görülür, elle tutulur cinsten olmasıyla mümkündür. Çünkü insanlar
bizzat içinde yaşadıkları olayları ve gerçekliğin üç boyutlu halini algılayabilirler; kanıtlarını
da dünyadaki somut olaylardan ve nesnelerden sağlarlar. Surede verilen haberler ise
inançsızlar, cennet, cehennem gibi kıyamet ve ahirete ait haberlerdir, yani inançsızların
inanmadıkları şeylerdir.
İnançsız insanlara zaten inanmadıkları haberlerin kanıt gösterilmesi ve bunlara
inanmalarının beklenmesi anlamsızdır. Bu nedenle, konumuz olan iki ayette kıyamet günü ve
inançsızların o gün duyacakları pişmanlık üzerine yemin edilmiş olması düşünülemez. Bu tarz
haberlere ancak inançlılar “Haber-i Rasül” denilen yolla inanırlar. İnananlar bilirler ki,
mucizelerle desteklenmiş, peygamberliği sabit olan kişiler, bu haberleri Allah’tan vahy
yoluyla almakta ve insanlara aynen iletmektedir. Kaynağı Allah olan bu haberlere hiç kuşku
duymadan ancak müminler inanır. Kelâm ilminde “İstidlâlî Bilgi” adı verilen bu kabul
[inanç], ancak inananlar için söz konusudur. İnançsızlardan, inanmadıkları bir peygamberin
verdiği ve hayatta iken göremeyecekleri türden haberlere inanmalarını beklemek mantıksızdır.
İşte bu nedenle onlara Rabbimizin Kur’an’ın başka surelerindeki kasemleri gibi, inkârı
mümkün olmayacak somut kanıtlar göstermek gerekmektedir.
Açıkladığımız nedenlerle 1 ve 2. ayetlerin anlamı:
Hayır, kıyamet gününe kanıt gösteriyorum!
Hayır, o çok kınayan nefse de kanıt gösteriyorum!
şeklinde olmalıdır. Kıyamet gününe 31-40. ayetlerdeki ifadeler, Nefs-i Levvameh’e de 7-36.
ayetlerdeki ifadeler kanıt gösterilmiştir.
Not: Ayetlerdeki “ ل اقسمlâ, uksimu” terkibi, buradan başka Tekvir, Beled ve Vakıa
surelerinde de yer almıştır. Ancak o surelerde “la, uksimu” ifadesi “kasem ederim ki”
anlamına gelmektedir. Çünkü o surelerdeki cümleler, kasem cümlesinin gerektirdiği dilbilgisi
kurallarına tam olarak uymaktadır ve kasem edilen [kanıt gösterilen] şeyler somut şeylerdir.
Ayrıca kasemin cevapları olan cümleler de yine dilbilgisi kurallarına uygun olarak aynı
pasajda yer almıştır.
Şems suresinin tahlilinde anlamını “can, canlı, canlı insan” olarak verdiğimiz “الّنفس
nefs” sözcüğü, kendine özgü davranış özellikleri olan her tür canlı veya benlik, kişilik
kazanmış kimse olarak anlamlandırılabilir.
“ لومLevm [kınamak]” sözcüğünün mübalâğa [abartı] kalıbı olan “ لّوامةlevvameh”
sözcüğü ise “çok kınayan” anlamındadır. Bu iki sözcükten oluşmuş “ الّنفممس اّلّوامممةnefs-i
levvameh” ifadesi de “çok kınayan benlik, çok kınayan kimse” anlamına gelen bir sıfat
tamlamasıdır.
Müteaddi [geçişli] bir fiil olan “kınamak” fiilinin, ayetteki bu tamlamada mef’ulü
[tümleci] bulunmamaktadır. Yani ayette nefsin [kişinin benliğinin] kimi ve neyi çok kınadığı
açıklanmamıştır. Ancak ayetin bulunduğu pasaj ve bu pasajın konusu dikkate alındığında,
“çok ayıplayan” bu “kimse”nin kıyamet gününün her iki aşamasında da imansızlığı sebebiyle
içine düşmüş olduğu durumdan memnun olmayan ve geçmişteki hayatı için kendisini kınayıp
duran çok pişman biri olduğu, dolayısıyla ayıpladığı kişinin de kendisi olduğu
anlaşılmaktadır.
4
Yüce Rabbimiz, ahirette hissedilecek o çok acı pişmanlık anlarını akıllı insanların
akledip gerçeği bulmaları için âdeta bir tiyatro sahnesi gibi canlandırmıştır:
Zümer 53-59: De ki: “Ey haddi aşarak nefislerine karşı sınırı aşmış olan
kölelerim! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz
Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz ki O, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”
Ve size azap gelmeden önce tövbe ile Rabbinize yönelin ve
O’na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.
Haberiniz olmayarak ansızın azap gelmeden önce Rabbinizden
size indirilenin en güzelini izleyin.
Kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı
yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” [demesinden
önce de]
yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her hâlde ben
muttakilerden olurdum” [demesinden önce de]
veya azabı gördüğü zaman: “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben
de o iyilik yapanlardan olsaydım” [demesinden önce de].
Hayır, sana ayetlerim geldi de onları hemen yalanlayıverdin,
büyüklük tasladın ve kâfirlerden oldun.
Meryem 39: Kendileri gaflet içinde ve imansız iken emrin yerine getirileceği
o büyük pişmanlık günüyle onları uyar!
5
Nebe 39, 40: İşte bu hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir.
Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin
ne takdim ettiğine bakar [yaptıklarıyla yüz yüze gelir] ve kâfir:
“Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım” der.
Fecr 23, 24: Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün o insan anlar.
Fakat bu anlamanın ona ne yararı var?
“Keşke hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim” der.
Ahzab 64-66: Kesinlikle, Allah kâfirleri lânetlemiş ve onlara çılgın bir ateş
hazırlamıştır;
onun içinde ebedî kalanlar olarak bir veli [yakın] ve yardımcı
bulamazlar.
Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah’a
itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!” diyecekler.
Furkan 26-30: İşte o gün gerçek hükümranlık Rahman’a özgüdür. Kâfirler için
ise o, pek çetin bir gündür.
O gün zalim kimse ellerini ısırarak der ki: “Eyvah, keşke
peygamberin yanında bir yol tutsaydım!
Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim.
Hiç şüphesiz Zikir/Öğüt bana gelmişken, beni Zikir’den o
saptırdı. Şeytan insanı rezil edenmiş.”
Elçi de: Rabbim! Benim kavmim bu Kur’an’ı “terkedilmiş bir
şey” edindi.
Pişman olan ve kendini kınayan nefsin bu surede anlatılan durumu ise 24-30. ayetlerde
görülecektir.
Yukarıdaki ayetlerde anlatılan mutsuzların durumlarına karşılık bir de Allah’ı tanımış,
O’nun zikri ile kalpleri tatmin olmuş kimseler vardır ki, Rabbimiz bu kimselere “mutmain
nefs [tatmin olmuş kişi]” diye hitap etmektedir:
6
doğru çeken, kötülüklerin, kınanan ahlâk ve fiillerin kaynağıdır” şeklinde tanımlamaktadır.
[Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşafu Istılahati’l-Fünun, 1998 II. 222; Ebu
Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]
… İslâm âlimleri de “nefs-i levvame”yi “İnsanı gaflet uykusundan uyandırabilecek
derecede kalbin nuruyla aydınlanan ve kendisini ıslah etmekle uğraşan bir nefistir. Bu nefis
daima tetikte olup ilâhî olanla nefsin doğası arasında gidip gelir. Her ne vakit doğası gereği
ondan bir gaflet meydana gelse, hemen ilâhî bir uyarı alır ve nefsi kınamaya başlar, bu
durumdan Allah’a tövbe ederek döner” şeklinde tanımlamışlardır. [Cürcanî, et-Ta’rifat, s:
243; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 178]
… Mutasavvıflar bu aşamadaki nefsi “kalbin nuruyla tamamen aydınlanan ve bu
sayede de kötü ahlâktan arınan, iyi ahlâkla bezenen ve kendisini tamamen ilâhî nurun ve
ilhamın mekânı olan kalbe döndüren, Allah’la huzur bulan nefsin bir aşaması” olarak
görürler. [Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşaf-u Istılahati’l Fünun, 1998 II. 222;
Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]
… Bilim adamları insanın ruhsal dünyasını ifade eden bu benliği id, ego ve süper ego
olarak üç yapıya ayırırlar. Kur’an ise “ben”e karşılık gelen “nefs”i; “nefs-i emmare”, “nefs-i
levvame” ve “nefs-i mutmaine” şeklinde bir taksime tâbi tutmaktadır. Ancak Kur’an,
soyut/nötr hâlindeki nefsi bilimsel verilerden daha geniş tuttuğundan, İslâm felsefecileri nötr
hâlindeki bu nefsi “nefs-i şehvanî [istek duyan nefs]”, “nefs-i derrake [algılayan nefs]” ve
“nefs-i natıka [düşünen, muhakeme eden nefs]” olarak ayırıma tâbi tutmuşlardır.
Kur’an’ın mücerret nefis olarak dile getirdiği ruhsal yapı, yaklaşık olarak
psikologların “ego” dedikleri yapıya; Kur’an’ın “nefs-i emmare” dediği yapı psikologların
“id” dedikleri yapıya; “nefs-i levvame” de kısmen “süper ego”ya karşılıktır.
3, 4. Ayetler:
Ya Sin 78, 79: Ve kendi yaratılışını unutarak bize bir de örnekleme yaptı. Dedi
ki: “Kim diriltecekmiş bu kemikleri, onlar çürümüş iken?”
7
De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecektir. Ve O, her yaratmayı
çok iyi bilendir.”
İsra 49-52: Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve
ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir
yaratılışla diriltilecek miyiz?”
De ki: “İster taş olun, ister demir...
İsterse gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun.” Onlar:
“Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa
yaratmış olan”. Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve
“Ne zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olabilir!
Sizi çağıracağı gün, onu överek onun çağrısına uyacaksınız ve
zannedeceksiniz ki, [kabirlerinizde] pek az kaldınız.”
Parmak Uçları
Ayette geçen “ بنانbenan” sözcüğü yıllardan beri “parmak uçları” olarak çevrilmekte
ve bundan da “parmak izleri” anlaşılmaktadır. Oysaki sözcüğün anlamı sadece “parmak
uçları” ile sınırlı değildir.
“Benan” sözcüğü, kök anlamı itibariyle “güzel koku” demektir. Genellikle elma
kokusu gibi hoş kokulara “benneh” denmektedir. Sözcüğün bu anlamı dikkate alınırsa, ayetin
çevirisi “Evet, Biz onun kokularını düzenlemeye gücü yetenleriz” şeklinde olmaktadır.
“Vücudun tüm organları” gibi daha birçok anlamı olan “benan” sözcüğü, “parmak
uçları” anlamında da kullanılmaktadır. Ama bu anlamda kullanılmış olan “benan”
sözcüğünden sadece “parmak izleri” değil, “parmak uçlarının kemikleri” anlaşılmalıdır. Bu
anlayışla bakıldığında ayetten insan vücudunun en çok işlevi olan, en ince işleri halledebilen,
en nazik ve ayrıntılı kemiklerden oluşmuş parçasının, yani parmak uçlarının bile aynen
toparlanıp bir araya getirileceği anlaşılmaktadır. Başka bir ifade ile zımnen şöyle
denilmektedir:
“En hassas, en ayrıntılı bölümü bile birleştirmeye gücümüz vardır. En ince ve hassas
bölgeyi bir araya getirebiliyorsak, büyük parçaları haydi haydi bir araya getiririz!”
“Benan” sözcüğünün “parmak uçları” olarak çevrilmesi ve “parmak izleri” olarak
anlaşılması, yakın zamanda meşhur olan “parmak izindeki mucize”nin ortaya çıkmasından
sonradır. Her insanın parmak izinin farklı olduğu gerçeği bilimsel yolla anlaşılınca, bu
gerçeğin asırlar önce Kur’an’da bildirilmiş olması sebebiyle bu husus da Kur’an’ın
mucizelerinden biri olarak görülmeye başlanmıştır. Oysa parmak izindeki “benzemezlik
mucizesi” sadece parmak izine mahsus değildir. Günümüzde kişisel güvenlik şifresi olarak
kullanılmasından da anlaşılmaktadır ki, ses de, göz retinası da bir benzemezlik mucizesi
taşımaktadır. Aslında bu benzemezlik mucizeleri insanın her organında, her dokusunda
mevcuttur. Çünkü bütün insanların genleri, DNA ve RNA’ları birbirinden farklıdır.
8
Böyle olmakla beraber, “Kuran Araştırmaları Grubu” tarafından yapılan ve içerisinde
“Parmak İzindeki Mucize” adlı konunun da yer aldığı “Kur’an: Hiç Tükenmeyen Mucize”
adlı incelemeden yapılan uzunca bir alıntı surenin sonuna eklenmiştir.
5, 6. Ayetler:
7-10. Ayetler:
Göz şimşek gibi çaktığı, Ay tutulduğu ve Güneş ve Ay bir araya getirildiği zaman, işte
o gün insan, “kaçış nereye / kaçacak yer neresi?” der.
Genelde “göz kamaştığı zaman” diye çevrilen “ فاذا برق البصرfe iza berika’l-basaru”
ifadesinin anlamı aslında “gözlerin dışa fırlaması” demektir. Fakat ifade, deyim olarak
9
kullanıldığında “gözde şimşek çakması, gözün fal taşı gibi açılması” anlamlarına gelir.
Nitekim Rabbimiz bu ifadeyi deyim anlamı dışında da kullanmıştır:
7-10. ayetler, inançsız insanın, açıklanan olaylar sonucu artık çaresizlik ve umutsuzluk
sebebiyle imana gelişini anlatmaktadır. 24-29. ayetlerde farklı bir üslûpla anlatılmaya devam
edilen bu duruma Akaid ilminde “İman-ı Ye’s ve İman-ı Be’s [Umutsuzluk ve Belâ
Nedeniyle İman]” başlığı altında geniş olarak yer verilmiştir. “Zoraki iman” da denilebilecek
bu konuyu Kur’an ayetleri ışığında kısaca açıklamak yararlı olacaktır.
Zoraki İman
Allah’a, Allah’ın peygamberlerine ve ahiret gününe iman etmeyen bir kimse, eğer
ölüm anında, ölümün şiddetleri kendisine gelip çattığı ve ilâhî azabı kesinkes görüp hissettiği
zaman iman ederse, bu imana “iman-ı ye’s” veya “iman-ı be’s [zoraki iman]” denir.
Zoraki iman:
1- Hayatta iken karşılaşılan felâketler karşısında,
2- Ölüm anında,
3- Kıyamette ve kıyamet sonrası dirilişte olmak üzere, üç durumda söz konusudur.
Ancak; Yunus kavmi gibi, söylenen azap gelmeden önce iman edenlerin imanı sahih
[doğru] olup kendilerine fayda verir:
10
Yunus 98: Fakat o vakit [azap gelince] iman edip de imanları kendilerine
fayda vermiş bir kent olsaydı? Ancak Yunus’un kavmi ayrı...
Onlar iman ettikleri vakit, basit yaşamda o rezillik azabını
üzerlerinden kaldırdık ve onları bir süreye kadar yararlandırdık.
2- Her türlü uyarıya rağmen iman etmemiş olan kâfirler, üzerlerinde ölümün emareleri
belirdiği, ölümün şiddetleri kendilerini sardığı zaman iman ederler.
Böyle iman edenlerin imanları da zoraki imandır ve bunun artık kendilerine bir faydası
yoktur. Çünkü önlerinde imanlı geçirecekleri bir hayatları ve güzel işler yapacakları zamanları
kalmamıştır. Dolayısıyla, can boğaza gelince, ye’s halinde küfürden tövbe ederek iman etmek
faydasızdır:
Nisa 18: Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince: “İşte ben şimdi
tövbe ettim” diyen kimseler için tövbe yoktur. Kâfir olarak
ölenler için de. Onlar için can yakıcı bir azabı hazırladık.
En’âm 28: Hayır, işin aslı daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı.
Geri çevrilselerdi yine men edildikleri şeye mutlaka dönerlerdi.
Evet, onlar gerçekten yalancıdırlar.
İman, ölüm şiddeti belirmeden ve can boğaza gelmeden önce, yani ye’s [ümitsizlik] ve
be’s [azap] tahakkuk etmeden, henüz iş yapabilme gücü varken ve isteyerek [özgür irade ile]
yapıldığında makbuldür ve fayda verir. Kâfirlerin ölüm anında iman etmeleri, kendi özgür
iradeleri ile değil, ilâhî azabı görüp canı alan meleklerin verdiği şiddetli acıyı tatmalarından
dolayıdır, zorakidir:
En’âm 93: Ve Allah’a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey
vahyolunmadığı halde “bana vahyolundu” diyenden ve
“Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha
zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken,
melekler de onlara ellerini uzatmış: “Kişiliklerinizi
[kimliklerinizi] teslim edin. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı
şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı
böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla
cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!
11
Ancak can boğaza gelip dayandığı zaman,
ki o zaman siz nazar edersiniz [onun karşısında bulunursunuz]
Biz ise ona sizden daha yakınız. Velâkin siz görmezsiniz.
Mademki cezalandırılmayacakmışsınız,
eğer doğrulardan iseniz onu [boğaza gelmiş, çıkmakta olan canı]
geri çevirsenize!
Yukarıdaki tüm ayetler, kâfirlerin ölüm anında ilâhî azabı görüp hissettiklerinde iman
etmeye yöneldiklerini göstermektedir. Ancak; içinde bulunduğu o ortamda Allah’ın varlığına
samimiyetle inanmak için herhangi bir kanıt düşünüp bulma imkânı olmadığından, kişinin
“inandım” demesi, ilim ve bilgiden meydana gelen, istek ve çalışılarak erişilen bir inanç
olmamaktadır. Böyle bir inanma sadece korku ve azabı gidermeyi amaçlayan bir inanmadır.
“Zoraki iman”ın Kur’an’daki anlamı incelendikten sonra tekrar 7-10. ayetlere dönmek
ve bu ayetlerde dile getirilen kıyamet sahnelerinin evrensel kıyametle ilgili olup olmadığını
incelemek gerekir. Biz bu ifadelerin evrenin kıyameti olarak anlaşılmaması gerektiği
kanısındayız. Çünkü bu ayetlerdeki olaylar, 1. ve 2. ayetlerde bildirildiği gibi, ileride meydana
gelecek kıyamete ve o kıyamette kendisini çok kınayacak nefse kanıt olarak ileri
sürülmektedir. Dolayısıyla ayette anlatılan bu olaylar herkesin dünyada her zaman görüp
bildiği olaylar olmalıdır ki, ileride gerçekleşeceği ileri sürülen o büyük olaya kanıt olarak
gösterilmeleri mümkün olabilsin. Eğer bu olaylar dünyada herkesin her zaman görüp bildiği
olaylar değilse, kanıt gösterilmeleri anlamsız olur. Bu istidlalden hareketle biz, 7-10. ayetlerde
mecazî ifadelerle bir insanın ölüm anının kompozisyonun çizildiği kanısındayız. Ayetler,
insanın ölüm öncesi yaşadıklarını anlatmaktadır.
Şems suresinin tahlilinde “Şems” ve “Kamer” sözcüklerinin mecazen ne anlamlara
gelebileceği hakkındaki görüşlerimizi sıralarken:
- “Şems [Güneş]”in Kur’an;
- “Kamer [Ay]”in de peygamberi sembolize ediyor olabileceğini söylemiştik.
Burada da, Şems suresindeki mecazî anlamlardan hareketle:
- “Ayın tutulması” ifadesini “peygamberin yaptığı tebliğin kişiye fayda vermemesi,
yapılan tebliğe inanmak için vaktin kaçırılmış olması” anlamında;
- “Ay ve Güneş’in birleşmesi” ifadesini de “tebliğcinin ve hidayet rehberinin
[Kur’an’ın] insanın zihninde kişileşerek kendisine fırsatı kaçırdığını bildirmesi” anlamında
anlayabiliriz.
Bu takdirde; 7-10. ayetler ile şu sahnelerin canlandırıldığı söylenebilir:
O gün, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu ve Ay ile Güneş’in birleştiği
gün, inançsız insan ölümle burun buruna gelmiştir. İnançsız insan arayışa geçer, ölmek
istemez ve “Kaçacak yer neresi?/ Kaçış nereye?” der. Ama o saatte artık peygamberin
12
tebliğine inanmak için geç kalmıştır ve tebliğin ona faydası yoktur. Peygamberin “Bu,
Kur’an’dandır!” diye bildirdikleri gerçek olarak karşısına çıkmış, can boğaza dayanmıştır:
Âl-i Imran 30: O gün her nefis / kişi, ne hayır işlemişse onları önünde hazır
bulur. Yaptığı kötülükleri de. İster ki kendisi ile onun [yaptığı
kötülüklerin] arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah, sizi
kendisinden çekindirir. Şüphesiz ki Allah, kullarına çok
şefkatlidir.
Nisa 42: İnkâr edip peygambere isyan edenler, o gün toprağa karışıp
gitmeyi isterler. Hiçbir sözü Allah’tan gizleyemezler de.
13
Orada boş bir söz ve yalan duymazlar.
Rabbinden bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak.
13. Ayet:
O gün,
“ اليومYevm” sözcüğü Kur’an’da sadece “gün” anlamında değil, “evre, devre, etap”
anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcükler Kur’an’da bazen kısa bir “an”ı, bazen de uzun
“yıllar”ı işaret etmektedir. Meselâ; Rahman suresinin 29. ayetinde “an” anlamındaki “yevm”
sözcüğü, Hud suresinin 7, Fussılet suresinin 9 ve 10. ayetlerinde “uzun yıllar” anlamına
gelmektedir.
Bize göre bu ayetlerdeki “o gün”, yukarıdaki olayların meydana geldiği ve
inançsızların “Kaçacak yer neresi!” diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı
gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın birleştiği gündür, ölüm anıdır.
İşte “o son an”da, insanın yaratılışta içine yerleştirilmiş biyolojik “çip”ler [hafıza
işlevini gören sinir hücreleri] görev başına gelip kayıttaki bilgileri insanın görüşüne arz
ederler. İnsan artık vicdanıyla baş başa kalmış ve yaptıklarının azabını vicdanında duymaya
başlamıştır. Böylece insanın kendi aleyhine hem tanık hem de ihbarcı olacağı dönem o ölüm
anıyla başlamıştır. Tabiî ki bu süreç ahirette de devam edecektir:
Ya Sin 12: Gerçekten ölüleri ancak Biz diriltiriz. Onların önceden yapıp
gönderdiklerini ve eserlerini yazarız. Zaten Biz her şeyi bir
“imam-ı mübin”de [ana kitapta, açık bir kütükte] sayıp tespit
etmişizdir.
14
ifadedir. Bizce bu cümlenin ifade ettiği bütün anlamlar doğrudur ve hepsi benimsenmelidir.
Bizim yaptığımız sıralamaya göre ilk iki anlam şunlardır:
Birinci anlam: İnsan, yaptıkları yanında, yapması gerekmesine rağmen yapmadıkları
ile de bilgilendirilir.
İkinci anlam: İnsan, o ana kadar yaptığı iyi ve kötü bütün amellerinden; ölümden sonra
etkileneceği, yani işlediğinden dolayı sorumlusu sayılacağı tüm işlerden haberdar edilir.
Ankebut 13: Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice
yükleri de taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden
kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklar.
Nisa 85: Kim güzel bir işte aracılık ederse, onun için bundan [aracılıktan]
bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, onun için
de bundan bir pay vardır. Ve Allah her şeyin karşılığını
verendir.
14. ayet, o gün insanın haberdar edilmesinin beyindeki hafıza hücreleri ile olacağına
dair yukarıda söylenilenlerin tasdiki mahiyetindedir. İnsana yaptıklarının ve yapmadıklarının
bir başkası tarafından haber verilmesine, hatırlatılmasına gerek yoktur. Çünkü o, kendi
aleyhine iyi bir gözetmendir. Kendi içine konulmuş olan “hafaza melekleri [hafıza hücreleri,
hafıza melekesi]” sayesinde yapıp yapmadıklarını gözlerinin önünde oynayan bir film gibi
seyreder, pişmanlık duyar, vicdan azabı çeker.
Bütün bu olaylar [haberdar edilme ve mazeret ileri sürme], kıyamet gününün birinci
aşaması olan ölüm anında gerçekleşmektedir. Çünkü kıyametin ikinci aşaması olan ahirette
kişinin kendi aleyhine tanıklığı söz konusudur ve bu aşamada herhangi bir mazeret ileri
sürülmesine izin verilmeyecektir:
Nur 24: O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şahitlik edecektir.
Ya Sin 65: O gün Biz onların ağızlarının üzerine mühür basacağız. Bize
elleri konuşacak, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik
edecek.
15
İnsanın yaptıkları ve yapmadıkları için öne süreceği mazeretler ifade edilirken 15.
ayette kullanılan sözcük ilginçtir: “ معاذيرMeâzîr”. Bu sözcük, “mazeret” sözcüğünün çoğulu
olan “meâzir” sözcüğünün çoğuludur. “Meâzîr” sözcüğü, farklı yazılmak ve okunmak
suretiyle “meâzir” sözcüğünden ayrılmakta ve çoğulun çoğulu anlamında bir niteleme ifade
etmektedir. (Lisanü’l-Arap, cilt 6, s: 148, “uzr” mad.)
Bu durumda ayet, “mazeretler üstüne mazeretler gösterse de”, “ne kadar mazereti
varsa hepsini ortaya koysa da” anlamına gelmektedir.
“Meâzir” sözcüğü, Yemen Arapçasında “perdeler” anlamına gelmektedir (Lisanü’l-
Arap cilt 6, s: 148 “uzr” mad.) Bu anlam dikkate alındığında ise ayetten “Yaptıklarına,
yapmadıklarına ne kadar çok perde çekmeye çalışırsa çalışsın, yine de hepsi aklına, gözlerinin
önüne gelecektir. Fırsatı kaçırdığından dolayı mutlaka kendi kendini yerecek, vicdan azabı
çekecektir” şeklinde bir anlam ortaya çıkar.
16-19. Ayetler:
Bu ayet grubunun surenin kendi söz akışı içinde değerlendirilmesi gerekirken, aşağıda
verdiğimiz İbn-i Abbas rivayeti doğrultusunda değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler
sonucunda, en azından parantez içine alınması gereken ilâvelerin maalesef ayetlerin asıl
metninde varmış gibi gösterildiği meal ve tefsirler ortaya çıkmıştır. Allah’ın mesajı üzerine
rivayet tozlarının serpildiği bu meal ve tefsirlerde ayetler anlamları yüz seksen derece
döndürülerek aktarılmış ve böylece İslâm’ın yozlaştırılması yolunda işlenen büyük cinayetler
için uygun ortam hazırlanmıştır.
İşin aslının daha iyi anlaşılması ve konunun önemi dolayısıyla, önce bu meşhur
rivayeti herkesin ulaşabileceği bir kaynaktan aktarmakta yarar görüyoruz:
1. [852]- İbnu Abbâs [radıyallahu anhümâ], “Ey Muhammed! Cebrail sana Kur’ân
okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme [sadece dinle]” (Kıyamet 16)
mealindeki ayet hakkında şu açıklamayı yaptı: “Hz. Peygamber [aleyhissalâtu vesselâm]
vahiy geldiği zaman büyük bir şiddet [ve ağırlık] hissederdi. Bunun tesiriyle dudaklarını
kımıldatırdı. Bunun üzerine şu ayet indi [meâlen]: “[Ey Muhammed, Cebrail sana Kur’an
okurken acele edip onunla berâber söyleme [sadece dinle]. Onu toplamak ve okutmak bize
aittir.” (Kıyamet 16)
İbnu Abbas devamla der ki: “Ayette geçen “ ههههonun toplanması” tabirinden
murad, “[yeni nâzil olan] âyetin Hz. Peygamber [aleyhissalâtu vesselâm]’in kalbinde
toplanması, yerleşmesi, sonra da Hz. Peygamber [aleyhissalâtu vesselâm] tarafından
okunmasıdır.” “Biz vahyi okuduğumuz zaman, sen onun kıraatine uy” (18. ayet) ayetinde de,
“Dinle ve sus, sonra onu sana biz okuturuz” denmektedir.
Bu vahiyden sonra, Cibril [aleyhisselam] vahiyle gelince, sadece dinlerdi. Cibril
gidince yeni gelen vahyi, kendisine nasıl okunmuş ise, öylece okurdu.” (Buharî, Tefsîr,
16
Kıyâmet 1, 2; Bed’ü’l-Vahy 4; Fedailu’l-Kur’an 28; Tevhid 43; Müslim, Salât 147, [448];
Tirmizî, Tefsir, Kıyamet, [3326]; Nesâî, Salât 37, [2, 149, 159])
(İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/364)
Şimdi de, bu rivayetin etkisiyle hazırlanmış ve daha sonra yüzlerce senedir din
bilginlerince taklit edilmiş olan Razi’nin “Tefsir-i Kebir”ine ya da diğer adıyla “Mefatihü’l-
Gayb” adlı eserinden bu pasajın açıklamasına bakalım:
Birinci Mesele
Rafizî’lerin eskilerinden bir grup kimse, Kur’ân’ın tağyir ve tebdil edilip ona bir takım ilaveler
yapıldığını, eksiltmelerde bulunulduğunu iddia etmiş ve bu görüşlerine delil olarak da bu ayet ile önceki ayet
arasında hiçbir münasebetin olmamasını zikretmişlerdir. Onların düşüncesine göre, şayet bu tertip Allah katından
olsaydı, durum böyle olmazdı.
17
bıraktığı haber verilecek..,” (Kıyame, 12) ifadesindeki “insan”a yöneltilmiş bir hitaptır. Dolayısıyla bu, o insana,
fiillerinin kötü olduğunu haber verdiğinde söylenmiş bir sözdür. Zira ona [amel defteri], kitabı gösterilerek,
kendisine, “Oku kitabını... Hesap sorucu olarak, bu gün, nefsin sana yeter” (İsra. 14) denilecek, o da okumaya
başladığında, dili, korkunun dehşetinden ve hızlı okumasından dolayı kekeleyecek de, bunun üzerine ona,
“Onunla acele etmek için, dilini depretme, kımıldatma!.. Çünkü ya vaadi yahut da hikmeti muktezasınca, senin
amellerini, senin aleyhine olarak bir araya getirmek ve onları sana okumak Bize ait bir iştir. Öyleyse, Biz onları
sana okuduğumuzda, bütün bu işleri senin yaptığını kabul etmek suretiyle, o okunana uy... Sonra biz, onun
durumunu ve cezasının derecelerini açıklarız...” denilecek. Yaptığımız bu tefsire göre, netice-i kelam şudur: Bu
ifade ile, o kafire, bütün amellerinin tafsilatlı bir biçimde okunacağı kastedilmiştir. Ki bunda, o kimse için,
dünyada alabildiğine bir tehdit, ahirette de alabildiğine bir dehşet salma amacı yatmaktadır. Kaffâl sözüne
devamla şöyle der: “Bu, her ne kadar hakkında eser [hadis] bulunmayan bir izah ise de, aklen kendisine karşı
çıkılamayacak derecede güzeldir.
...
Nebilerin İsmeti
Peygamberlerin de günah işleyebileceğini ileri sürenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: “Bu
acele etme işi, eğer Allah Teâlâ’nın izniyle ise niçin bunu ona yasaklıyor? Yok, eğer Allah’ın müsaadesiyle değil
ise, bu da peygamberden günah sadır olduğunu gösterir.”
Buna şöyle cevap verilir: Belki de bu acele etme işine, yasak gelinceye değin müsaade edilmiştir. Bir
şeye bir müddet için izin verilip sonra o şeyin bir başka vakitte yasaklanması akıldan uzak görülecek bir durum
değildir. İşte bu sebepten ötürü, neshin olabileceğini söylüyoruz.
Üçüncü Mesele
Said b. Cübeyr, İbn Abbas (r.a)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İndirilen ayetleri ezberleme işi Hz.
Peygamber (s.a.s)’e zor geliyordu. Dolayısıyla kendisine vahiy geldiğinde, “Ezberleyemem” endişesiyle, daha
Cebrail (a.s) vahyi [okumayı] bitirmeden, o, dilini ve dudaklarını harekete geçiriyordu. Bundan dolayı Hak
Teâlâ, ‘Vahiy, indirilen ayet ve Kur’ân için, dilini harekete geçirme’ ayetini indirdi.” Böyle bir takdir yapmak
[mana vermek], her ne kadar daha önce bahsi geçmemiş olsa da, hâlî karineden [halden] dolayı caizdir. Bu tıpkı,
“Biz onu kadir gecesinde indirdik” (Kadr, 1) ayetindeki “onu” zamirini, daha önce [sûrede] bahsi geçmediği
halde, Kur’ân’a raci kılmak gibidir. Bu ayetin bir benzeri de, “Sana vahyi tamamlanmazdan önce Kur’ân’ı
okumada acele etme” (Taha, 114) ayetidir.
Ayetteki ……… ifadesi, “Onu almada acele etmek için” manasınadır.
“Onu toplamak ve onu okutmak şüphesiz Bize düşen bir iştir” (Kıyame, 17).
Birinci Mesele
Ayetin başındaki ……. vücûb [mecburiyet] ifade eder. Dolayısıyla …….. ifadesi, bu işin Allah’a adeta
vacip olduğuna delalet eder. Fakat biz Ehlisünnete göre, bu vücup Cenâb-ı Hakk’ın bunu vaat etmesinden
dolayıdır. Mutezile’ye göre ise, “Peygamber göndermenin maksadı, ancak yapılan vahiy unutulmaktan beri ve
korunmuş olduğu zaman tam olur. Binaenaleyh bu vücup Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden dolayıdır.”
İkinci Mesele
Bu ayetin manası, “Onu senin kalbinde ve zihninde toplayıp muhafaza etmek Bize aittir” şeklindedir.
“Onu okutmak” ifadesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:
a- Buradaki “Kur’ân “ ile, “okumak” manası kastedilmiştir. Buna göre şu iki ihtimal söz konusudur:
1- Bununla, Cebrail [a.s]’in Kur’ân’ı Hz. Peygamber (a.s)’e, o onu ezberleyinceye kadar tekrar
tekrar okuması manası kastedilmiştir.
2- Bununla, “Ey Muhammed, sen, unutmaz hale gelinceye değin, Biz sana okutacağız” manası
kastedilmiştir ki, bu da, “Sana okutacağız, böylece sen unutmayacaksın” (A’la 6) ayetiyle anlatılan husustur.
Binaenaleyh birinci izaha göre, okuyan Cebrail (a.s), ikincisine göre ise Hz. Muhammed (s.a.s)’dir.
b- Burada “Kur’ân” kelimesi ile, cem ve te’lif [toplama ve bir araya getirme] manası kastedilmiş olup,
bu, Arapların “Hasta develeri asla bir araya toplamadım” şeklindeki deyimleri türündendir. Yine mesela
18
Arapçada, “Amr b. Kulsum’un kızı, [rahminde] bir çocuk toplayamadı [yani hamile kalamadı]” denilir. Biz bu
konuyu Bakara suresinin 228. ayetini tefsir ederken izah ettik. Buna göre eğer, “Mananın böyle olması halinde,
bu ayetteki cem ve Kur’ân kelimeleri aynı manaya olmuş olur. Dolayısıyla da bir [lüzumsuz] tekrar ortaya çıkar”
denilirse, biz deriz ki: Buradaki “cem” [toplama] ile, o vahyin hem Hz. Peygamber (s.a.s)’in zihninde
[göğsünde], hem de hariçte toplanması; “Kur’ân” kelimesi ile de onun Hz. Peygamber [s.a.s]’in zihninde ve
hıfzında toplanması kastedilmiştir. Bu manaya göre, ayette bir tekrar olmuş olmaz.
“Öyleyse Biz onu okuduğunuz vakit, sen onun Kur’ân’ına [okunuşuna] uy.” (Kıyame, 16)
Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:
Birinci Mesele
Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)’in okumasını, Kendi okuması gibi saymıştır ki, bu, Cebrail (a.s)’in şeref ve
kıymetinin çok büyük olduğuna delalet eder. Bunun bir benzeri, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkındaki, “Kim o
peygambere itaat ederse, şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa, 80) ayetidir.
İkinci Mesele
İbn Abbas (r.a), “Bunun manası, ‘Cebrail (a.s) onu okuduğunda, sen, onun okumasını takib et’
şeklindedir” demiştir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a- Katâde, “Kur’ân’ın helal ve haramına uy” manasını verirken,
b- Buna, “Onun kıraatine uy” manası da verilmiştir ki, bu, “Senin, Cebrail ile birlikte aynı anda okuman
uygun düşmez. Cebrail okumayı bitirene kadar susmalı ve o sustuğunda okumaya başlamalısın” demektir. Bu
izah, birincisinden daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)’e okumaması, Cebrail (a.s)’i dinlemesi, Cebrail
(a.s) bitirince okuması emredilmiştir. Burası, Kur’ân’ın helâline-haramına uyulmasının emredildiği bir yer
[siyak] değildir. İbn Abbas (r.a) “Bundan sonra, Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)’e vahiy getirince, Hz.
Peygamber (s.a.s) başını önüne eğer ve vahyi dinlerdi. O gidince de [gelen] ayetleri okumaya başlardı” demiştir.
Birinci Mesele
Bu ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)’in Cebrail (a.s) ile birlikte okuduğuna, ilme olan düşkünlüğünden ötürü,
tam o okuduğu sırada, okunan [gelen] ayetlerin müşküllerini ve manalarını Cebrail (a.s)’e sorduğuna delalet
eder. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)’e, her iki husus da yasaklanmıştır: Cebrail (a.s) ile birlikte
okuması, “Öyleyse Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun okunuşuna uy” (Kıyame, 18) ayetiyle; bu esnada
ayetlerin izahını sorması da, “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ayetiyle yasaklanmıştır.
Te’hir-i Beyan
Gerekli açıklamanın, hitap [söyleme] vaktinden bir müddet sonra da yapılabileceğini söyleyenler, bu
ayeti delil getirmişlerdir. Ebu’l-Huseyn buna şu iki şekilde cevap vermiştir:
1- Ayetin zahiri, açıklamanın hitap vaktinden sonraya bırakılmasının zorunlu [vacip] olmasını
gerektirir. Hâlbuki siz [Ehlisünnet] bunun vacip olduğu görüşünde değilsiniz.
2- Bize [Mutezile’ye] göre, ayetin lafzından kastedilen mananın bu olmadığını ihsas ettirmek için lafza,
zahirinin gerektirdiği şeyin [hususların] eklenmesi gerekir. Fakat tafsilatlı izahın, sonraya bırakılması
mümkündür. Binaenaleyh ayetteki bu beyan [açıklama], sonraya bırakılan ayrıntılı izahtır. Kaffal bu hususta
şöyle bir üçüncü izahta bulunmuştur: “Hak Teâlâ’nın “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ayeti, “Sonra Biz
sana, onun açıklanması işinin Bize ait olduğunu haber veririz” manasınadır. Bunun bir benzeri de, “Köle azad
etmek [...] sonra da iman edenlerden ... olmak” (Beled, 17) ayetidir.
Birincisine şöyle cevap verebiliriz: Ayetin lafzı, beyanın [açıklamanın] ertelenmesinin vücubunu
[zorunlu olduğunu] değil, aksine beyanın vücubunun te’hirini [sonraya bırakılmasını] gerektirir. Bizim
görüşümüz zaten böyledir. Çünkü beyanın vücubiyyeti, ancak ihtiyaç duyulduğunda söz konusu olur.
19
İkincisine de şöyle cevap veririz: Bu ayetin başına “sümme” [sonra] edatı, mutlak açıklama hususunda
gelmiştir. Dolayısıyla mutlak açıklama, hem kısa, hem tafsilatlı beyanı [açıklamayı] içine alan bir ifadedir.
Kaffâl’ın izahı da, ayetin zahirini bir delil olmadan terk olduğu için, zayıftır.
Hak Teâlâ’nın, “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ifadesi, kısa [öz] açıklama işinin Allah Teâlâ’ya
vacib olduğuna delalet eder. Fakat biz Ehlisünnete göre bu, vaadi ve lütfu gereği; Mu’tezile’ye göre ise hikmeti
gereği O’na vaciptir.”
Yukarıdaki uzun alıntının da gösterdiği gibi, konumuz olan ayetlerin gerçek manaları
İbn-i Abbas rivayetine kurban edilince, ortaya vahim bir manzara çıkmaktadır. Şöyle ki:
1- Kur’an hakkında şüpheler ortaya çıkmıştır. Bunun en belirgin örneği, yukarıda
Razi’den aktarılanlar arasında yer almaktadır:
“Rafizîlerin eskilerinden bir grup kimse, Kur’ân’ın tağyir ve tebdil edilip ona bir takım
ilaveler yapıldığını, eksiltmelerde bulunulduğunu iddia etmiş ve bu görüşlerine delil olarak da
bu ayet ile önceki ayet arasında hiçbir münasebetin olmamasını zikretmişlerdir. Onların
düşüncesine göre, şayet bu tertip Allah katından olsaydı, durum böyle olmazdı.”
2- Vahyin şiddetinden dolayı peygamberimizde tik oluştuğu ileri sürülmüştür.
Oryantalistler, bu rivayeti kaynak göstermek suretiyle peygamberimizin sara hastası olduğunu
ileri sürmüşler ve bazı çevrelerde bu kanaatin yerleşmesine muvaffak olmuşlardır.
3- Peygamberimizin kendisine gelen mesajları anlayamadığı ve bunları Cebrail’e
sorup öğrendiği iddia edilmiştir. Bu iddia, arkasından “Öyleyse Allah Rasulü’ne yalnızca
Kur’an kelimelerini vahyetmekle kalmamış, aynı zamanda ona o kelimelerin manalarını da
tam olarak anlatmıştır” inancını getirmiş, bu inancın sonucunda da Kur’an’ı peygamberden
başka kimsenin anlamadığı, anlayamadığı, dolayısıyla da sonraki dönemlerde kimsenin
anlayamayacağı görüşü ortaya çıkmıştır. Daha sonraları ise herkesçe bilindiği gibi, İslâm
düşmanları, peygamber ağzından olduğunu söyleyerek Kur’an’ın anlamı üzerine bir sürü
rivayetler uydurmuşlardır. İsrailiyattan da yardım alarak yaptıkları bu bombardıman
sonucunda İslâm’ın yozlaştırılmasında önemli başarılar elde etmişlerdir.
4- Peygamberimize indirilen vahyin sadece Kur’an’da yazılı olandan ibaret olmadığını
söyleyen İslâm düşmanları, pek çok kimseyi Kur’an haricinde ve Kur’an’da yer almayan daha
birçok bilginin peygamberimize verildiğine ve Kur’an’daki kelime, emir ve yol göstermelerin
herkesin anlamadığı manalarının peygamberimize ayrıca öğretildiğine inandırmışlardır. Cahil
ya da alabildiğine kötü niyetli bu tür şahıslar, batıl iddialarını anlamları bu tür rivayetlerle
çarpıtılmış Kur’an ayetlerini göstererek kanıtlamaya çalışmışlardır:
“Eğer bunların hepsi Kur’an’da yazılı olmuş olsaydı o zaman ‘Bunların anlamlarını
biz sana açıklayacağız’ ya da ‘Onun açıklanması bize düşer’ gibi bir söze gerek duyulmazdı.
Eğer Rasulüllah’ın bilgilenmesi böyle olmasaydı, tüm açıklamalar Kur’an’da olurdu. O halde,
Kur’an’ın Allah tarafından yapılan açıklama ve izahı her halükârda Kur’an kelimelerinden
ayrıdır.”
Bu izah tarzı, bir yanlışı diğer bir yanlışa dayanarak makul gösterme girişiminden
başka bir şey değildir. Kur’an ayetleri, doğruluğu kuşku uyandıran rivayetlerle yorumlanarak
yanlış bir algıyı kanıtlamada kullanılamaz.
5- Tasallutlarını iddia düzeyinde bırakmayan İslâm düşmanları, “Kim ki Kur’an’a
inanmasına rağmen Kur’an’ın doğru, dayanaklı ve resmi açıklamasının ancak Allah
Rasulü’nün kendi sözleri ve amelleriyle olduğu, çünkü bunların onun şahsî açıklamalarının
olmadığı, bilakis bu açıklamaların Kur’an’ı indiren Allah’ın kendi açıklamaları olduğu
gerçeğini bir kenara bırakarak Kur’an’ın ayet ve kelimelerine kendi isteğine göre bir mana
vermeye cüret ederse, bu kimsenin iman sahibi olduğunu söylemek zordur” demek suretiyle,
Kur’an’ı Allah’ın bahşettiği özgür iradesi ve aklıyla anlamaya çalışan kimseleri peşinen
karalamış ve insanları Kur’an’dan uzaklaştırarak meydanı kendilerine bıraktırmışlardır.
20
6- İslâm düşmanları bu kadarla da yetinmemişlerdir:
“Allah, Kur’an’ın ayetlerini ve kelimelerini kendi elçisine öğretmiş, o da kendi sözleri
ve eylemleri ile bu talimleri ümmete aktarmıştır. Elimizde Kur’an’ı öğrenmek için başka bir
şey yoktur. Hadis’ten maksat, Allah Rasulü’nün kavlî ve fiilî [uygulama] rivayetlerinin
öncekiler tarafından isnat ile sonra gelenlere aktarılmasıdır. Sünnet ise, Allah Rasulü’nün
sözleri, tebliğ etmiş olduğu ya da eylem olarak birey ve toplum bazında uyguladığı, takip
ettiği yoldur. Bunun tafsilatı da nesilden nesile güvenilir rivayetler ile gelmektedir. Sonra
gelenler, önce gelenlerden uygulamayı görmüşlerdir. Bu şekilde gelen bir ilmi reddeden
kimse, maazallah, Allah’ın “Onun açıklaması bize aittir” sözünü reddetmiş, yani Rasul’ün
açıklama sorumluluğunu yerine getirmekte başarılı olmadığını zannetmiş olur. Bu sorumluluk
sadece Rasul’ün şahsı ile ilgili değildi. Bunun maksadı, Resul vasıtasıyla Allah’ın Kitabı’nı
ümmete anlatmak idi. Öyleyse hadis ve sünneti teşri kaynaklarından saymamak demek,
Allah’ın bu yükümlülüğü yerine getiremediğini ileri sürmek demektir” şeklindeki iddialarına
dürüst, samimî ama cahil Müslümanları da inandırmayı başarmışlar ve onları da kendi batıl
görüşlerine ortak etmişlerdir.
Bütün bu açıklamalardan sonra tekrar ilgili ayetlerin tahliline dönelim:
16-19. ayetlerin yer aldığı bu bölümde, 12. ayette olduğu gibi, anlatım üçüncü şahıstan
ikinci şahısa döndürülerek “iltifat” sanatı yapılmıştır. (İltifat sanatı ile ilgili detay, 1. cildin
Fatiha suresiyle ilgili bölümünde verilmiştir.) 16-19. ayetlerde hitap edilenler, “insan” olarak
zikredilen ve kıyameti yalanlayan inançsız kimselerdir. Bu ayetlerde, ölüm anında dünyada
iken yaptıkları ve yapmadıkları ile yüz yüze bırakılan inançsız insanların, vicdan azabına
tahammül edemeyip “Bir an evvel ne olacaksa olsun” şeklinde ortaya çıkan özellikleri konu
edilmiştir. “Çok kınayan nefs”e kanıt olarak gösterilen bu özellik, başka ayetlerde de dile
getirilmiştir:
Zariyat 14: Tadın fitnenizi! İşte bu, sizin kendisini acele istediğiniz şeydir!
Nahl 1: Allah’ın emri geldi [kesinlikle gelecek]. Sakın onu acele edip
istemeyiniz. [Allah], müşriklerin koştukları ortaklardan
münezzeh ve yücedir.
Yunus 50, 51: De ki: “O’nun azabı size geceleyin uykuda veya güpegündüz
gelecek olsa, ne dersiniz? Suçlular bunlardan hangisini acele
isterler?
Bu azap meydana geldikten sonra mı iman edeceksiniz, yoksa
şimdi mi? Hâlbuki onun çarçabuk gelmesini istiyordunuz.
Ankebut 53, 54: Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş
bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelmişti. Ve onlar
bilincine varmadan ansızın mutlaka gelecektir.
21
Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Hâlbuki cehennem, o kâfirleri
kesinlikle kuşatıcıdır.
Yunus 11: Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de
alelacele verseydi, onlara hemen ecellerini tamamlayıverirdi.
Fakat bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları içinde
bocalamaya terk ederiz.
Sad 16: Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan
payımızı acele ver!”
En’âm 57, 58: De ki: “Ben Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise
onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz şey benim
yanımda değildir, hüküm ancak Allah’a aittir, gerçeği O anlatır
ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”
De ki: “Sizin çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda
olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş bitirilmişti. Ve Allah,
zulmedenleri en iyi bilendir.”
17. ve 18. ayetlerde geçen “ قرآنkur’an” sözcüklerinin kitabımız “Kur’an” ile bir
alâkası yoktur. Burada sözcüklerin lâfzı değil, manaları kastedilmiştir. Alak suresinin
tahlilinde “ اقرأikra’” emrinin ne anlama geldiği açıklanırken de belirtildiği gibi, “kur’an”
sözcüğü “dağınık şeyleri toplamak” anlamına gelmektedir. Bu ayetlerdeki “toplanan şeyler”,
insanın kendi hayatında yapmış ve yapmamış olduğu şeylerdir.
“Beyan” Sözcüğü
22
19. ayette geçen “ بيانbeyan” sözcüğü “bir şeyin delilleriyle ortaya konması, ilân
edilmesi” demektir. Ancak sözcük “kapalı bir şeyin açıklanması” olarak anlaşılmamalıdır.
Bu ayetteki “ بيممانهbeyanehü” ifadesi, genellikle “Kur’an’ın açıklanması” anlamını
verecek şekilde çevrilmiş ve insanlar maalesef yanıltılmıştır. Bu ayetlerdeki zamirler, 13.
ayette geçen “ خر ّ ما قّدم و اma kaddeme ve ahhara” ifadesindeki “ ممماma” edatına racidir
[dönüktür]. 13. ayetteki “ma [şey]” edatı da, inançsız insanların yaptıkları ve yapmadıkları
için kullanılmış olup, zaten ayetler de “o inançsız insanın yaptıkları ve yapmadıklarının
kanıtlarıyla açıklanması [ilân edilmesi] Bizim üzerimizedir” anlamındadır.
19. ayetin başındaki “ ثّمsümme [sonra]” sözcüğünden, inançsız insanın yaptıklarının
ve yapmadıklarının sonra, yani ahirette herkese gösterileceği ve böylece inançsızların bir
taraftan hesap verirken diğer taraftan da rüsva edileceği anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’an’da
bu anlamı doğrulayan aşağıdaki gibi birçok ayet mevcuttur:
Neml 82: Ve Söz üzerlerine vaki olduğu [gerçekleştiği] zaman onlar için,
insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara
konuşan, arzdan bir dabbe çıkardık.
Bu sureyi esas mesajının ekseninden çıkaran ve Razi’nin de beyan ettiği gibi Kur’an’ı
tartışılır hale getirenler, yukarıda alıntılanan rivayetler ve bu rivayetlere göre Kur’an’ın
anlamını saptıran yorumculardır. Çünkü yukarıdaki pasaj bugüne kadar tamamen İbn-i Abbas
rivayetine uygun olarak rivayetlerdeki anlamların parantez içi ilaveler şeklinde ayetlere
sokuşturulması suretiyle değerlendirilmiştir. Biz ise bu yaklaşıma karşı çıkıyor, ayetleri kendi
konumunda [surenin söz akışına uygun olarak] ek ve eksiltme yapmadan, parantezleri ayet
bünyesine ilâve yapmak için değil, sadece ayetteki sözcüklerin ne anlama geldiğini daha iyi
ortaya koymak için kullanmış bulunuyoruz.
Yukarıdaki pasajı İbn-i Abbas rivayeti doğrultusunda yorumlayanların yaptıkları
yorumlarda çok önemli olan üç husus dikkatlerden kaçırılmamalıdır:
1- Yorumların dayandırıldığı rivayet, İbn-i Abbas’ın kendi tanıklığı olarak
anlatılmaktadır. [Bu hususu iyi hatırlayamayanların rivayeti tekrar okumalarını öneriyoruz.]
Ancak biz bu konuda diyoruz ki; İbn-i Abbas böyle bir açıklamada bulunamaz. Zira bu sure
indiğinde İbn-i Abbas henüz doğmamıştır. İbn-i Abbas’ın biyografisi incelendiğinde, onun
hicretten 2-3 sene önce dünyaya geldiği görülür. Oysa bilinmektedir ki, bu ayetlerin inişi
hicretten yaklaşık 6-7 sene öncedir. Bu durumda İbn-i Abbas’ın böyle bir olaya tanıklığı
mümkün değildir.
2- Ayette “lisanını [dilini] hareket ettirme” denmesine rağmen, İbn-i Abbas rivayetini
uyduranlar bu ifadeyi “dudağını hareket ettirme” şekline sokmak suretiyle aslında yaptıkları
sahteciliğe ipucu bırakmışlardır.
3- Kur’an’da “Biz” ifadesi kullanılan bütün ayetlerdeki eylemleri Rabbimiz bizzat
kendisine izafe etmiş olmasına rağmen, uydurmacılar bu ayetteki failin “Cebrail” olduğunu
ileri sürmüşlerdir.
Üzücü olan, bugüne kadar hiçbir Müslüman’ın bu ayet üzerine zihnini yormaması ve
bu duruma karşı çıkmamış olmasıdır.
23
Bu iki ayette inkârcıların nasıl akılsızlık yaptıklarına değinilmiştir. Hatırlanacak
olursa, inançsızların kıyamet gününü yalanlamalarının arkasındaki asıl sebebin, hayatlarını
fücurla geçirmek istemeleri olduğu bildirilmişti. Bu ayetlerde de ebedî ve çok değerli şeylerin
geçici ve basit şeyler için göz ardı edildiği gündeme getirilmiş ve bu davranışta bulunanların
aldanmış ve akılsız olduğu ima edilmiştir. Buradaki ifadeler farklı üslûpla Kur’an’da iki yerde
daha mevcuttur:
İsra 18: Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz
kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra ona cehennemi
hazırlarız; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
Aslında Kur’an, dünyanın ahirete tercih edilmesi konusu üzerinde çok durmuştur. Bu
önemli konuyu sık sık gündeme getiren ayetlerin bir kısmını aşağıda sunuyoruz:
Âl-i Imran 14, 15: İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları,
salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan
şeyler süslü gösterilmiştir. Bunlar iğreti yaşamın faydalarını
sağlayan şeylerdir. Oysa Allah, varılacak yerin bütün
güzellikleri yanında olandır.
De ki; “Size, bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?
Takvalı kullar için Rablerinin yanında cennetler var ki,
altlarından ırmaklar akar, -içlerinde ebedî kalmak üzere- hem
tertemiz eşler var, hem de Allah’tan bir rıza vardır. Allah, o
kulları iyi görendir.”
En’âm 32: Basit hayat [dünya hayatı], sadece eğlence ve oyundur. Son Yurt
[Ahiret Yurdu] ise, takvalı davrananlar için kesinlikle daha
hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?
Tövbe 38: Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda sefere çıkın”
denilince olduğunuz yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten
vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya
hayatının değerleri ahiretin yanında ancak çok azdır.
Bu konuyla ilgili olarak şu ayetlere de bakılabilir: Zühruf 35, Yusuf 109, Rad 26,
İbrahim 3, Nahl 30, 41, İsra 21, A’râf 169, Nisa 77.
24
22, 23. Ayetler:
22. ve 23. ayetlerde inançlı, 24. ve 25. ayetlerde de inançsız insanların ölüm anları
sahnelenmiş olup bu sahneler ahirete değil, dünyaya ait sahnelerdir. Zaten 26-30. ayetlerde bu
manzaraların dünyaya ait olduğu iyice netleşmektedir. Dolayısıyla bu sahneler, kıyamet
gününün birinci aşaması olan ölüm ile ilgilidir.
22. ayetteki “ يومئذo gün”, yukarıda 13. ayette de belirttiğimiz gibi, “gözün fal taşı
gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın birleştiği ve inançsız insanın ‘kaçacak yer
neresi var!’ diye kaçacak delik aradığı gün”dür. Yani ölüm anıdır.
22. ayetteki “ ناضرةnâdıratün” sözcüğü, her şeyin tazesi için kullanılır. Parlak yeşil
olan maddelere de “ احضر ناضرahdarün nadırın” denir. Bu durumda ayetin anlamı, “yüzler
vardır parlaktır, tazeciktir” demek olur ki, bu ifade ile harap olmamış, pörsümemiş,
mutluluktan ve sevinçten ışıl ışıl parlayan yüzlerin [kimselerin] varlığı dile getirilmiştir.
“Yüzler” ifadesinden, “kimseler”in anlaşılması, ayette “cüz’iyyet mecaz-i mürseli” sanatının
kullanılması dolayısıyladır. Yapılan bu sanatla insanların yüzleri zikredilerek kendileri
kastedilmiştir.
Eski dönemlerde, 23. ayetteki “sadece Rablerine bakıcıdırlar” ifadesinden, bu
sahnenin ahirete ait olduğu anlaşılmış ve “ نظرnazar” sözcüğünün de anlamı kaydırılarak
müminlerin ahirette Allah’ı görecekleri iddia edilmiştir.
Lisanü’l-Arab’a göre “nazar” sözcüğünün anlamı “karşı karşıya gelmek” demektir.
Gözle bakılmasa, görülmese de karşı karşıya bulunmak, “nazar” için yeterlidir. Hatta gözleri
görmeyenler de “nazar” edebilirler. Buradan hareketle, bir işi göreceği, bitireceği umulan
kimsenin ya da makamın karşısında durmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye “nazar” denilir
olmuştur.
Şu hâlde, Rabbe nazar etmenin, Allah’a gözle bakmakla ve Allah’ı görmekle alâkası
yoktur. Dolayısıyla Kelâm ilmindeki “ل ّ رئيةاRü’yetüllah [Allah’ın görülmesi]” bahsinin de
burada konu edilmesinin bir yararı bulunmamaktadır.
Bu bilgiler ışığı altında ayetlere dönecek olursak, “nazar” sözcüğünün “bir kimsenin
karşısında beklemek, kapısı önünde durmak” şeklindeki anlam içeriği dolayısıyla ayetlerden
“inançlı insanların ölüm anlarında Rabblerinin huzurunda nimetler umarak, aydınlık yüzlerle
bekledikleri, yani Allah’a aydınlık yüzlerle nazar ettikleri” anlamı çıkmaktadır.
İnançlı insanların ölüm anlarındaki mutluluklarını anlatan bu ayetler gibi, onların
ahiretteki mutluluklarını anlatan ayetler de mevcuttur. Örneğin:
Muttaffifin 22, 24: Ebrar [iyiler, yardım severler] kesinlikle nimet [mutluluk]
içindedir.
Tahtlar üzerinde nazar edicidirler [Rablerinin nimetleriyle yüz
yüzedirler].
Yüzlerinde nimetin [mutluluğun] aydınlığını görürsün.
Sonuç olarak 22. ve 23. ayetler, yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda şöyle takdir
edilebilir:
“O gün [ölüm günü] bu dünya ile ilgili hiçbir şeyi dikkate almayan; maldan, mülkten,
servetten, makamdan, mevkiden, eşten, dosttan ayrılığı hiçe sayan; sadece ve sadece
Rabblerine yönelmiş, O’ndan, geride bırakacaklarından daha iyi nimetler uman; aydınlık
yüzlü, mutluluktan uçan, ölümü hiçe sayan, ‘bir an evvel öleyim de geçici dünyadan kurtulup
25
ebediyet yurduna, esas hayatıma varayım, gerçek nimetleri tadayım’ diye bekleyen mutlu,
sevinçli insanlar vardır.”
“ فاقرةFakırah [Belkıran]”:
26-30. Ayetler:
26. ayetteki “ لّ كKella/ Hayır… Hayır…” ifadesi ile 21. ayette değinilen inançsız
insanların “basit, iğreti, gelip geçici dünya nimetlerini ebedî âleme ve nimetlere tercih etme
mantığı” reddedilmektedir.
27. ayette geçen “ راقrâk” sözcüğü, “ رقيممةrukye” sözcüğünden türediği dikkate
alındığında “üfürükçü ve muskacı” anlamına gelir ki, Kur’an’ın indiği dönemde bu sözcükle
“hekimlik ve eczacılık” kast edilirdi. Sözcüğe bu anlam verilirse, ayetin takdiri şöyle
yapılabilir: “Yok mu bu adamı tedavi edecek hekim, şifa verecek ilaç?”
Ancak “ الّرقىraky” sözcüğü “terakki” manasına da gelmektedir. Sözcüğün bu anlamı
itibara alındığında ise ayet; “Bu kişinin canını alacak, bu sıkıntıdan kurtaracak kimdir, var mı
böyle birisi?” şeklinde anlaşılır. Ayete verilecek bu anlam, umutsuz hastalar ve aşırı yaşlılar
26
için Türkçedeki “Allah çektirmese”, “Allah kurtarıverse” gibi umutsuzluk ve çaresizlik
belirten ifadelere karşılık gelmektedir.
29. ayette geçen “ساق ّ الsâk” sözcüğünün lügat anlamı “zor iş, müthiş olay” demektir
(Lisanü’l-Arab, c: 4, s: 752, “sevk” mad.) Bu sözcük genelde lügat anlamıyla kullanılır.
Arapçada bacağa “sak” denilmesinin sebebi, vücudun ağırlığını taşıyan organ olmasından ve
insanın yaptığı en zor, en ağır işleri onunla yapmasındandır.
“Bacağın bacağa dolaşması” deyimi ise hem Türkçedeki “derbederlik, şaşkınlık ve
buna bağlı hâlsizliği; hem takatten düşüp iki ayağı da hareket ettirememeyi; hem iki ayağın
birbirinden ayrılmadan birbirine yapışık olarak kalmasını; hem de çırpınırken ayakların
birbirine dolaşmasını” ifade etmektedir. Fakat deyim esas olarak “zor işlerin birbirine sarılıp
sorunlar yumağı hâline gelmesi, derdin derde eklenmesi” anlamındadır. Bu durumda ayetteki
“Bacağın bacağa dolaştığı zaman” ifadesinden; “kişinin dünyadan, dünyanın tatlarından
kopup ayrılma ve bir daha dönemeyecek olma sıkıntılarını duyduğu ve bu sıkıntılarının bir
araya geldiği zaman” veya “kişinin ailesini, çoluk çocuğunu, tüm sevdiklerini bırakıp gitme
sıkıntısı duyduğu ve bu sıkıntının dostlarının üzüntüleri, düşmanlarının veya rakiplerinin de
sevinçleriyle birleştiği zaman” anlamları çıkarılabilir. Aslında 26-30. ayetlerin ifade ettiği
anlamlarda Türkçeye yerleşmiş pek çok deyim bulmak mümkündür.
Bütün bu anlamlar dikkate alınarak 26-30. ayetlerin takdiri şu şekilde yapılabilir:
“Can ümüğe gelip de kişinin çevresindekiler ‘bunu kim kurtarır, kim tedavi eder’ diye
doktor, ilâç arama derdine düşünce; kişi tüm umutların bittiğini kabullenip artık ayrılık vakti
olduğunu anlayınca; sıkıntılar üst üste binip de bacak bacağa dolaşınca; işte o gün sevk sadece
Allah’adır. Durmak, beklemek başka yere gitmek mümkün değildir. Mecburî istikamet sadece
Allah’adır.”
Hatırlanacak olursa, 12. ayette de kaçacak delik arayan imansız kimseye “O gün varıp
durmak sadece Rabbinedir / O gün varılıp durulacak yer sadece Rabbinin huzurudur” diye
cevap verilmişti.
31. ayetin başında bulunan “ فfe” bağlantı edatı, bu iki ayetin daha önceki bir
cümlenin devamı olduğunu göstermektedir. Bize göre bu ayetler, surenin “O insan kendisinin
kemiklerini asla bir araya toplamayacağımızı mı sanıyor?” anlamındaki 3. ayetini teşkil eden
cümlenin devamıdır. Araya, ölüm anında çokça pişmanlık duyan günahkâr insanın psikolojik
çöküşünü açıklayan, aklı ve mantığı devreye sokarak bu ürpertici projeksiyondan ibret
alınmasını sağlayan anlatımlar girmiştir.
Yukarıdaki ayetler, 3. ayetle birlikte mütalâa edildiğinde, bu üç ayet için şöyle bir
takdir yapılabilir:
“İşte o, yani kemiklerin bir araya getirilemeyeceğini zanneden insan, din
gününü/ahireti doğrulamadı; Mâûn suresinde anlatılan insan gibi, sosyal konularda destekçi
de olmadı, hep geri durdu, hep kendi geçici çıkarını ön plânda tuttu.”
33. Ayet:
27
Yani; “İnançlı ve vicdanlı insanın yapmayacağını yaparak, kasıla kasıla, ölmeyecek ve
hiç hesap vermeyecek gibi, kendinden emin bir eda ile ehlinin, ailesinin ve arkadaşlarının
yanına gitti.”
Bu ayetler, yukarıda söylediğimiz gibi, klâsik kaynakların isim vererek belirlediği bir
insanın belirli tavırları üzerine indiğini doğrular mahiyettedir. Ancak o kişinin ismi
bildirilmediği için, inançsız insandan sadece o belirli kişiyi değil, aynı davranışı gösteren tüm
inançsız insanları anlamak gerekir. Zaten sebebin özel olması da hükmün genel olmasına
engel teşkil etmemektedir.
36. Ayet:
Müminun 115: Sizi gerçekten boş yere yarattığımızı ve sizin gerçekten Biz’e
döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?
28
Âl-i Imran 178: Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak günahlarını arttırmaları
için mühlet veriyoruz. Ve onlar içindir alçaltıcı azap.
Bu konu ile ilgili şu ayetlere de bakılabilir: Casiye 21, Kehf 102, Ankebut 2, 4,
Muhammed 29, Tövbe 16.
37-39. Ayetler:
40. Ayet:
Peki, bu [bütün bunları yapan], ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir?
Bu soru sadece inançsızlara değil, akıllı olan her insana yöneltilmiş bir sorudur.
Çıkarlarının kölesi olmamış akıllı insanların bu soruya verecekleri cevap “Evet, tüm bunları
yapan, ölüleri de diriltir!” sözlerinden başka bir şey olamaz.
Bu soru insanlara sadece bu ayette değil, bu soruya cevap olabilecek açıklamalarla
birlikte birçok ayette daha işlenmiştir:
Kaf 15: Biz ilk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır ama, onlar yeni
bir yaratılıştan kuşku içindedirler.
29
belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir
süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak
çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız.
Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki
bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena
zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur;
fakat Biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer,
kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
İşte bu [gösteriyor ki], şüphesiz Allah hakktır [gerçektir].
Şüphesiz ölüleri sadece O diriltir ve şüphesiz sadece O her şeye
kadirdir.
Kıyamet ise şüphesiz gelicidir. Kesinlikle onda şüphe yoktur.
Ve muhakkak ki Allah bütün kabirlerde olan kimseleri tekrar
diriltecektir.
Hacc süresinin 5-7. ayetlerindeki konular, Müminun suresinin 12-16. ayetleri ile
Fussılet suresinin 39. ayetinde de aynen geçmektedir.
İsra 98, 99: Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın
kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı yeni bir yaratılışla
diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.
Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, kendilerinin aynı olan
insanları yaratmaya da kadir olduğunu ve onlar için şüphe
edilmeyen bir vade takdir etmiş olduğunu görmediler mi? Fakat
zalimler, inkârlarında yine de dayattılar.
Bakara 260: Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini
bana göster!” demişti. [Allah]: “İnanmadın mı ki?” dedi
[buyurdu]. [İbrahim]: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın
diye” dedi. [Allah] buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut
da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir
parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana
gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve
hikmet sahibidir.”
Görüldüğü gibi, konuya son örnek olarak verdiğimiz Bakara 260. ayet, Allah’ın ölüleri
diriltebileceğinin bilfiil ispatı durumundadır. Bu ayette, İbrahim peygamberin kuşları kendine
ısındırırken kendisi ile kuşlar arasında oluşacak bağa işaret edilmiş ve bu bağ Allah’ın ölüleri
nasıl dirilteceği ile ilişkilendirilmiştir. Buna göre; İbrahim peygamber ile kuşlar arasında
oluşan bağ nasıl kuşların İbrahim peygamberin kontrolüne girip ona dönmelerini sağlıyorsa,
30
Allah ile canlı ve cansız varlıklar arasında oluşturulmuş bağlar da her şeyin Allah’a dönmesini
sağlamakta, bunun için Allah’ın “ol!” demesi yeterli olmaktadır.
Bakara suresinin 260. ayeti hakkında, ilk dönem tefsircilerinin adıyla ortaya atılmış bir
takım gerçek dışı rivayetler ve açıklamalar mevcuttur. Bu anlatılarda, kuşlar parçalanıp etleri
karıştırılmakta ve bu etler muhtelif dağlara lokma lokma dağıtılmaktadır. Daha sonra ise
parçalanıp etleri dağlara dağıtılmış bu kuşlar İbrahim (as)’in çağrısıyla canlanarak koşup ona
doğru gelmektedir. Ne var ki, bu uzun anlatıların hiç biri de ayetin cümle yapısına
uymamaktadır.
Sonuç olarak; Allah’ın yukarıda anlatılan mucizelerini tanımış akıllı bir insanın “Peki,
[bütün bunları yapan] o, ölüleri diriltmeye kadir değil midir?” anlamındaki 40. ayete
aşağıdakinden başka bir cevap vermesi beklenemez:
“ سمممبحانك بلمممىSübhaneke belâ! [Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, elbette
Kadir’sin.”
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
ALINTILAR:
KUR’AN MUCİZELERİ
İnsan, çok ince bir planla ve birçok aşama arka arkaya getirilerek en güzel biçimde
yaratılmıştır. Allah’ın bu mükemmel yaratışını unutup vücudunu kendi eseri zanneden,
bedeninin Yaratıcısını tanımayarak isyana ve nankörlüğe kalkışan biri, bu mükemmel
yaratılışına rağmen aşağıların aşağısı olmaktan kurtulamaz.
“Yoksa onlar hiçbir şeysiz mi yaratıldılar? Yoksa bizzat kendileri mi yaratıcıdır?” (Tur
35)
Meni ve Nutfe:
Kıyamet suresinin 37. ayetinde, insanın başlangıçta meninin içindeki bir damla olduğu
ifade edilmektedir. Ayette Peygamberimizin döneminde ulaşılması imkânsız bir bilginin
mevcut olduğu görülmektedir. Şöyle ki, ayet “meni” ile bir damla diye tercüme ettiğimiz
“nutfe” kelimesini birbirinden ayrı olarak zikretmektedir. “Nutfe”, bir kova boşaltıldığında o
kovanın dibinde kalan sıvıyı ifade etmek için kullanılan bir kelimedir. 37. ayet, nutfenin bu
anlamından hareketle, insanın meninin hepsinden değil, meninin içindeki bir parçadan
yaratıldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla insanı oluşturacak olan zigotun meninin
31
tamamından değil, ayetin de işaret ettiği gibi küçük bir parçasından oluştuğu ima edilmiş
olmaktadır.
“Gerçekten de insanı karışımlı bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bu yüzden
onu işiten ve gören yaptık.” (İnsan 2)
13- Sonra onu dayanıklı bir karar yerinde bir damlacık haline getirdik.
14- Sonra o damlacığı asılıp tutunan birşeye dönüştürdük...
32
Gerek Kuran’ın inişinden önceki ve gerekse çağdaşı veya onun inişinden sonraki
yüzyıllarda kaleme alınmış eserler incelenirse, insan üremesi hakkında sürekli yanlış fikirlerin
ortaya konduğuna tanık olunur. Ortaçağ boyunca bu konuda sadece mitolojiler ve temelsiz
spekülasyonlar kendini göstermiştir. 1651 yılında Harvey’in “Yaşayan her şey ilkin bir
yumurtadan oluşur ve embriyo kısım kısım aşamalarla oluşur” fikri, embriyolojinin bilim
tarihindeki temel aşaması olmuştur. Mikroskobun icadından faydalanılan 17. yüzyılda, hâlâ
yumurta ile spermin karşılıklı rolleri tartışılmaktaydı. Büyük doğa bilgini Buffon “Ovistler”
safında yer alıyordu. Aynı safta yer alan Bonnef, tohumların iç içe yuvalanması kuramını
savunuyordu:
“Kurama göre ilerde doğacak insan döllerinin bütün bireyleri birbirinin içinde
yuvalanmış olmak üzere insan türünün annesi olan Havva’nın yumurtalığında bulunmaktadır.
Bu varsayım 18. yüzyılda oldukça itibar görmüştür.”
Kur’an ve bilim arasındaki uyumu keşfedip Müslüman olan Prof. Dr. Maurice
Bucaille bu bilgileri verdikten sonra kendi yorumunu şöyle yapar: “Hâlâ hayalci doktrinlerin
itibar gördüğü 18. Yüzyıl’dan bin küsur yıl önce insanlar Kuran ile tanışmışlardı. Onun
insanın üreyişi konusundaki haberleri, sade tabirler içerisinde temel gerçekleri ifade
etmekteydi ki, bunları keşfetmek için insanlar asırlarını vereceklerdir.”
Kanada’nın Toronto Üniversitesi’nde anatomi profesörü olan ve Kuran’ın embriyoloji
üzerine söylediklerinin, bir insanın bilgisiyle 7. asırda söylenmesinin mümkün olmadığını
söyleyen Keith Moore ise özetle şöyle demektedir: “Kuran’ın insanın gelişimi üzerine
söylediklerinin 7. yüzyılda söylenmesine imkân yoktur. Hatta bundan bir asır önce bile bu
bilgiler tam olarak bilinmiyordu. Bu ayetleri ancak şu anda hakkıyla anlıyoruz, çünkü modern
embriyolojinin gelişimi bu ayetleri anlamamıza olanak sağlamıştır.”
Gerçekten de tarihi incelediğimizde, insanın anne karnındaki gelişimini hiçbir yanlışa
sapmadan ortaya koyan bir tek Kuran’dır. Örneğin bu bölümde incelediğimiz insanın anne
rahminde “asılıp tutunan” bir aşama geçirdiğini söyleyen ayetleri ele alalım. Kuran dışında,
tüm tarih boyunca bu bilgiyi açıklamış olan tek bir kaynak bile gösterilemez. Ancak
mikroskobun icadı ve geliştirilmesi, fizyoloji, anatomi, embriyoloji alanındaki ilerlemelerin
birleşimiyle insanoğlu bu bilgiyi çok yakın tarihlerde bilimsel platformda öğrenmiştir.
“İşte bunlar Allah’ın delilleridir [ayetleridir]. Bunları sana gerçek olarak okuyoruz.
Öyleyse onlar Allah’tan ve delillerinden [ayetlerinden] sonra hangi söze inanıyorlar.”
(Casiye 6)
Yumurtada kendi diğer yarısını bulan sperm, Fallop Tüpü’nden rahme doğru ilerler.
Embriyo bu yolculuğunda Fallop Tüpü’nde tutunmaya kalkmaz. Embriyo rahme doğru yol
alır, rahme ulaştığında da kan damarlarının yoğun olduğu bir bölgeye asılıp tutunur. Artık
Kuran’ın bahsettiği “alaka” yani “asılıp tutunma” aşaması başlamıştır.
Bu akılsız, güçsüz hücre yığını nasıl oluyor da kendisi için en uygun, hatta tek uygun
yer olan rahme doğru yol almaktadır? Nasıl oluyor da embriyo rahme gelince bir sülük gibi
rahime yapışabilmekte ve büyümesi için gerekli besinleri buradan alabilmektedir? [Alaka
kelimesinin yan anlamlarından biri de sülüktür] Tüm bunlar, Allah’ın, bizleri yaratırken ince
bir hesapla her aşamayı planladığının delilleridir. Bu muhteşem planı Allah’ın eseri olarak
görmeyenler, tüm bu oluşumları tesadüflere veya embriyonun üstün becerilerine bağlama
komikliğine düşeceklerdir.
Embriyonun “alaka” aşamasında rahim duvarına asılıp tutunması karmaşık bir
sistemle mümkün olmaktadır. Embriyo, rahim duvarındaki asit tabakasını parçalayabilmek
için “Hiyoluronidaz” adlı bir enzim salgılar. Bu enzim sayesinde rahim dokusu bozulur ve
33
embriyo, rahim duvarına toprağın içine köklerini sokan bir bitki gibi yerleşir. Artık embriyo,
besin ve oksijen ihtiyaçlarını bu noktadan karşılar. Embriyonun salgıladığı “Hiyoluronidaz”
maddesi, rahim duvarındaki “Hiyalüronik Asit”in yapısını bozup bu birleşmeyi mümkün
kılmaktadır.
Embriyonun asılıp tutunacağı yeri keşfi, bu noktaya tutunmak için kimya eğitimi
görmüşçesine hareketleri, embriyonun büyük bir planın parçası olarak sevk edildiğinin
delilleridir. Anne rahminde embriyo hücreleri o kadar harika işler gerçekleştirmektedir ki,
onları inceleyen biri bu hücrelerin üstün akıl sahibi varlıklar olduğunu zannedebilir.
Hücrelerin bilinçliymişçesine hareketlerinden etkilenen Purdue Üniversitesi’nden biyolog
Laurie Iten şöyle demektedir: “Hücrelerin birbirleri ile konuştuklarına inanıyoruz. Onlar dilsiz
değiller.”
Kuran anne rahminde geçirdiğimiz asılıp tutunma [alaka] aşamasından sonra bir
çiğnemlik et [mudga] aşamasını geçirdiğimizi söyleyerek bir mucize daha sergilemektedir.
Gerçekten de anne rahmindeki embriyo hem ufaklığından, hem de kemiklerin daha ileride
oluşacak olmasından ötürü bir çiğnemlik et görünümündedir. Ayrıca ilginçtir ki -resimden de
belli olacağı gibi- embriyo, anne karnında geçirdiği belli bir aşamada üzerinde diş izleri
varmış gibi bir şekle sahiptir. Bu yüzden Kuran’da “bir çiğnemlik et” aşaması geçirdiğimizin
söylenmesi çok yerinde olan mucizevî bir anlatımdır.
“Bir çiğnemlik et” tabiri Hac Suresi 5. ayette “kısmen belli, kısmen belirsiz bir
çiğnemlik et parçasından” yaratıldığımız söylenerek geçmektedir. Gerçekten de bu aşamada
embriyo gözle görülecek kadar belli, detayların anlaşılamayacağı kadar belirsiz bir
büyüklükte olduğundan, “kısmen belli, kısmen belirsiz” tabiriyle uyum içindedir. İnsanın baş,
gövde, ayak, iç organlar gibi ayrı vücut bölümlerinden bir kısmı belli olmaya başladığı, bir
kısmı ise belli olmadığından, bu aşama için “kısmen belirli, kısmen belirsiz” tabirinin geçmesi
çok uygundur.
Prof. Dr. Keith L. Moore, Kuran’da “bir çiğnemlik et” diye bahsedilen dönem
hakkında şunları söylemektedir: “Söz konusu ayetlerin ne demek istediğini, bu dönemdeki
embriyoyu incelediğimiz zaman hayretle öğrendik. Çünkü embriyo 28 günlükken üzerinde
tespihimsi bir yapı meydana geliyor ve bunlar görünüş olarak aynı diş izlerine benziyordu. Bu
dönemdeki embriyonun plastikten bir modelini yaptık ve onu çiğneyerek üzerinde diş
izlerimizi bıraktık. Ortaya çıkan manzara incelediğimiz aşamadaki embriyoya olağanüstü
derecede benziyor ve Kuran’ın insan embriyosundan neden bir çiğnemlik et olarak
bahsettiğini çok güzel açıklıyordu.”
Tek bir hücre bölüne bölüne ayrı organları, farklı dokuları oluşturmaktadır. Yaratılışın
bir aşamasında bir çiğnemlik et kadar olan varlığımız, günü gelince tüm organlarıyla,
kaslarıyla, iskeletiyle, beyni, gözleri, kulakları ile insan olacaktır. Bir bu çiğnemlik et
aşamasını, bir de vücudumuzdaki organların aldığı son hali düşünelim. Böylece Allah’ın
kusursuz yaratışına bir kez daha tanık olabiliriz.
Gün gelecek bu bir çiğnemlik et, kalp olacaktır. O kalp ki, bir günde ortalama 10.000
kez atar. Hem de hiç haberimiz olmadan, biz kalbi attırmak için hiçbir çaba sarf etmeden...
Kalbe gelen kirli kan ile temiz kanlar birbirine karışmaz, kanın vücuda gerektiği gibi dağılımı
mükemmel bir şekilde gerçekleşir. Kalbin kulakçıkları ve karıncıkları yaratılış harikalarıdır.
Atar ve toplardamarlarla kanın organize çalışması sayfalarca yazıya konu olacak
mükemmellikte ve karmaşıklıktadır.
34
Gün gelecek bu bir çiğnemlik et karaciğer olacaktır. O karaciğer ki, 400’den fazla
görevi vardır. Bu minik et parçası, Dünya’nın hiçbir laboratuarının beceremeyeceği üretimleri
hiç şaşmadan, hiç haberimiz olmadan bizim için yapar.
Gün gelip de bu bir çiğnemlik et, vücudumuzu saran kaslar olacaktır. Yemek
yemekten koşmaya, yürümeye, oturmaya, gülmeye kadar her hareketimiz kaslarımızın
sayesindedir. Kaslar çok karmaşık ve büyük bir koordinasyon ağıyla çalışır. En basit hareket
gibi gözüken gülme için bile 17 kasın aynı anda çalışması gereklidir.
Beynimiz, ellerimiz, ayaklarımız, bağırsaklarımız, böbreklerimiz, solunum sistemimiz,
kanımız... Hepsi de başlangıçta bahsettiğimiz bu bir çiğnemlik et aşamasını geçirir. Ondan
önce ise ancak mikroskopla gözükebilen bir damla su aşamasını ve diğer aşamaları geçirirler.
Sonunda ise anlatılması ciltlerle ansiklopediye bile sığmayacak mükemmel vücudumuz ortaya
çıkar. Kuran bizi tüm bunları incelemeye, bu yaratılışlar üzerinde düşünmeye davet
etmektedir. Kuran’ın ibadetlerle ilgili ayetleri de önemli bir yere sahiptir ve bunlar üzerinde
çokça tartışılmıştır. Oysa düşünme, akletme ile ilgili Kuran ayetleri, şekilsel ibadetlerle ilgili
ayetlerden çok daha fazla sayıda olmalarına rağmen çok daha az düşünülmüş, çok daha az
gündeme getirilmiştir.
“Sonra o damlacığı asılıp tutunan birşeye dönüştürdük. Sonra asılıp tutunan şeyi, bir
çiğnemlik et parçası haline getirdik. Sonra bir çiğnemlik et parçasını, kemik olarak
yarattık. Sonra kemiğe et giydirdik.” (Müminun 14)
“... Kemiklere de bir bak. Nasıl yerli yerince düzenliyoruz onları ve sonra da onlara et
giydiriyoruz...” (Bakara Suresi 259)
Tercümede geçen “bir çiğnemlik et” ifadesi, Arapça “mudga” kelimesinin karşılığıdır.
Kemiğe giydirilen et vurgulanırken geçen “et” ifadesi ise ayette “lahm” kelimesi ile anlatılır.
Bu deyim “taptaze et” gibi eti vurgular. Bu ayrımın altını çizmekte fayda vardır.
Embriyo başlangıçta kemiksiz bir çiğnemlik et formundadır. Embriyodaki kıkırdak
doku, ayette söylendiği gibi sonradan kemikleşmeye başlar. Yine aynen ayetin söylediği gibi
kemikleşme başladıktan daha sonra kas etleri oluşarak kemikleri sarar. Ayette geçen “lahm”
kelimesi kas etleri için kullanılmaktadır. Kuran’da 1400 yıl önce haber verilen bu oluşum
sırasından bilim çok yakın döneme dek habersizdi. Bu dönemde kemiklerin ve kasların
beraber oluştuğu düşünülüyordu. Gelişmiş mikroskoplar ve anne karnının içine giren mikro
kameralar, Kuran’ın haklılığını bir kez daha göstermiştir.
35
dirsek, bilek ve parmak eklemlerimizin her birini nasıl da kolaylıkla, birbiriyle uyumlu bir
şekilde kullanırız. Hem de iskeletimizi kullandığımızın hiç farkına varmadan…
Bu eşsiz mimari yapıya ister mühendis, ister doktor gözüyle bakınız, bu yapı
karşısında bildiklerinizin ne kadar yetersiz kaldığını göreceksiniz. İskeletimiz vücuda dayanak
oluşturur, organlarımızı mükemmel bir şekilde korur, sinir ve kas sistemlerinin bağlantısını
sağlar ve vücudun hareketlerini gerçekleştirmesinde en önemli görevi üstlenir. İskeletimizin
her parçası kendi farklı görevini mükemmel bir şekilde yerine getirir. Kafatası ve leğen
kemiğinde olduğu gibi kemiklerin hareketinin sakıncalı olduğu yerlerde eklemler sabittir.
Hareketin gerekli olduğu kalça veya omuz gibi yerlerde eklemler oynaktır. Boyun
omurundaki kemikler, başın kendi ekseni etrafında 180 derece dönmesine imkân verecek
şekilde yaratılmışlardır. Bu sayede aşağıyı, yukarıyı ve her iki yanımızı görmek için bütün
vücudumuzu döndürmek gibi bir zahmete katlanmaksızın, sadece başımızı çevirmemiz
yetmektedir. Akciğer ve kalp gibi organlarımıza yakın yerdeki kemikler bu organları
koruyacak ve bu organların çalışmasını aksatmayacak şekilde yaratılmışlardır...
Bir betonarme binayı ayakta tutan kolon, kiriş ne ise, insanı ayakta tutan iskelet
sistemi de odur. Ancak düşünen bir insanı hayrete düşürecek nokta, modern binalarda iskelet
sistemi bina ağırlığının %60-70’ini oluşturduğu halde, insan iskeletinin, toplam insan
ağırlığının %15 kadarını oluşturmasıdır. Bu hafif iskeletin dayanma gücü ise çok yüksektir.
Mesela uyluk kemiği dikey vaziyette bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir.
Kemiklerimizde sağlamlık ve esneklik mükemmel ölçülerle buluşturulmuştur...
İskeletimizin bir yağlanma sistemi vardır ki, sırf bu sistemin detayları sayfalara
sığmaz. Vücudumuzdaki her bir eklem kendisi için gerekli özellikteki yağlarla düzenli olarak
yağlanmaktadır. Her hareket ettiğimizde birbiri üstünde hareket eden, sürtünen omurların
aşınmasının disk denen dayanıklı kıkırdaklarla önlenmiş olması da yaratılış planımızın ayrı
bir bölümüdür.
İskeletin harika yaratılışının çok az bir kısmını anlattığımız bu bilgiler bile Bakara
Suresi 259. ayette “Kemiklere de bir bak...” denerek, niye gözlerimizin iskeletimize
çevrildiğini göstermektedir. Bir çiğnemlik et, anne karnında kemiklere çevrilirken bu
mükemmel yaratılış başlamaktadır. Daha sonra bu sistem kadar harika olan kas yapımız da
yaratılacaktır.
Üç Karanlıkta Yaratılış:
“Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlıkta bir yaratılışdan diğer yaratılışa geçirerek
yaratmaktadır.” (Zümer 6)
Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip
olmasaydı; sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin ani hareketleri cenine ya büyük bir
zarar verecek, ya da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki üç bölge cenini tüm bu dış
tehlikelere karşı korur. Bu bölgeler şunlardır:
1- Karın duvarı
2- Rahim duvarı
3- Amniyon kesesi
Kuran’ın indiği 7. asırda insanların amnion kesesinden haberleri yoktu. Peki, o zaman
Kuran’ın anne karnındaki üç karanlığa işaret etmesi nasıl açıklanabilir? Hiç şüphesiz bu
ifadeyi Kuran’ın indiği dönemin bilgi seviyesiyle açıklamaya olanak yoktur. Cenin bu üç
tabakanın koruyuculuğu altında kapkaranlık bir mekânda yavaş yavaş gelişimini sürdürür.
36
Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu
bir yastık gibidir, basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve
ceninin rahim içerisinde rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla
hareket edemeseydi, bir et kütlesi gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca
durduğu için yaralar vücudunu saracak ve birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her
tarafının eşit biçimde ısınması da önemlidir. Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki
sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı 31°C’lik sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada
her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların içinde her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi
dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur.
Ayette işaret edildiği gibi yaratılışımız, bir yaratılış aşamasından diğer yaratılış
aşamasına geçerek olmaktadır. Tüm aşamaların ortak özelliği, her birinde yaratılışın
delillerinin gözükmesidir.
Kitabımızın embriyolojiyle ilgili bu son bölümlerinde gördüğümüz bilgilere son
yüzyılda ulaşılmıştır. Kuran’dan önce ve Kuran’dan sonraki bin yılda bu bilgilerin hiçbirine,
Kuran dışında hiçbir kitapta rastlayamazsınız. Kuran, hem meninin karışımlı yaratılışına, hem
de bu meninin az bir bölümünden yaratıldığımıza dikkatlerimizi çekmiştir. Kuran, anne
rahmindeki gelişimde embriyoya, aldığı hallerden türeyen isimler takmıştır: Asılıp tutunan
[alaka], bir çiğnemlik et [mudga] gibi. Böylece Kuran, ceninin aldığı hallerden çıkan bir
terminoloji oluşturmuştur. Yine ilk önce kemiklerin sonra kasların yaratıldığını Kuran dışında
ortaya koyan olmamıştır. Yaratılışın içindeki farklı karanlıklara Kuran dışında dikkatleri
çekmiş bir kitaba da binlerce yıllık tarihte rastlayamazsınız.
37
Bilimsel bir bilgiyi ileri sürmek için her şeyden önce bilimsel bir altyapı gerekir. Var
olan bir altyapı üzerinde diğer bilgiler yükselir. Ayrıca bu tarz bilimsel bilgiler için gelişmiş
mikroskoplara da mikro kameralara da ihtiyaç vardır. Kuran’ın indiği dönemde ne bilimsel
altyapının, ne mikroskobun, ne de mikro kameraların olduğunu kimse iddia edemez. Bu
bilgilerin rast gele yapılan tahminlerle tutturulduğunu söylemeye de hiçbir vicdanlı insan
kalkışamaz.
Peygamberimizin yaşadığı dönemin insanları için parmak uçları önemli bir şey ifade
etmezdi. 1856 yılında Genn Ginsen adında bir İngiliz, parmak uçlarındaki çizgilerin her
insanda farklı olduğunu keşfetti. 1856 yılına kadar insanlar parmak ucunun önemli
özelliğinden haberdar değillerdi. Tarih boyunca yaşamış tüm insanların parmak ucunun farklı
olduğunun anlaşılmasıyla, parmak ucunun adeta bir kimlik kartı olduğunun farkına varıldı.
Daha sonra bu bilgi polis örgütlerince suçluların yakalanmasında veya tanınmayacak duruma
gelmiş ölülerin tespit edilmesinde kullanılmaya başlandı.
Parmak ucu öyle bir kimlik kartıdır ki aynı yumurta ikizlerinde bile farklıdır. Bu
kimlik kartı asla sahtekârlık kabul etmez, elimizi değdirdiğimiz birçok eşyaya sahtekârlık
kabul etmeyecek şekilde imzamızı atar. Hiç kimse de bu imzamızı taklit edemez. Bu
mührümüzün ne taklidi, ne de inkârı söz konusudur. Ömür boyu bu mührü hiç kaybetmeden
yanımızda taşırız. Üst deri yanmalarından ve yaralanmalardan yaşlanarak vücudumuzun şekil
değiştirmesine kadar tüm etkenler mührümüzün orijinalliğini bozmaz. İki santimetrekarelik
bir alanda milyarlarca değişik deseni, silinmez çizgiler halinde bir mühür gibi işleyen
Yaratıcımız ne kadar da büyük bir kudrete sahiptir.
Parmak ucumuzdaki bu kimlik kartımız, cenin henüz üç aylıkken anne karnında çizilir
ve mezara kadar bizle gelir. Parmak ucunun şaşmaz bir kimlik kartı olmasının ötesinde
vücudumuzdaki genetik bozuklukları da belirlemekte kullanılıp kullanılamayacağı üzerine
çalışmalar vardır. Bizim saptamalarımıza göre bu çalışmalar, henüz bilimsel bir kesinlik
ortaya koyacak düzeyde değildir, fakat parmak ucundaki çizgilerin öneminin şu anda
bilinenden de daha fazla önemli olmasının olası olduğunu göstermektedir.
Kuran’ın indiği dönemde parmak ucu, önemsiz bir detay konumundaydı. Ahirette
insanı yeniden yaratacak olan Allah’ın, parmak ucunun rast gele bir nokta değil, insanda
önemli bir detay olduğuna işaret etmesi Kuran’ın bir mucizesidir. Yaratıcımız parmak ucunun
bile önemsenmesi gerektiğinin dersini vermektedir.
38
DNA, kanaatimizce insanlık tarihinin en önemli keşiflerindendir. DNA’nın keşfiyle
insan hücresini, ortası suyla dolu, etrafı zarla kaplı basit bir yapı zanneden zihniyet tamamen
çöktü. Bu zihniyete göre detaylara inildikçe insanın yaratılışının basit olduğu anlaşılacaktı.
Oysa hücrenin detaylı bir şekilde keşfedilmesiyle, detaylara inildikçe her şeyin nasıl
kompleks bir şekilde planlandığı anlaşıldı.
DNA, üç milyar kodun arka arkaya gelmesinden oluşan bir şifreyi üzerinde taşır. Saç
rengimizden, serçe parmağımıza kadar her özelliğimiz işte bu DNA’da kodludur. DNA’daki
bilgileri yazılı hale getirmek istesek, bir milyon sayfadan oluşan yaklaşık bin ciltlik bir
ansiklopedi dizisi elde ederiz. Üstelik DNA tüm bu bilgilerini 20 ile 80 dakika arasında
kopyalama yeteneğine sahiptir.
Tek bir DNA’mızın bin ciltlik bilgi hazinesinde, vücudumuzun bütün özellikleri
yazılıdır. En basit parçalarımızdan biri gibi gözüken parmak ucumuzu ele alsak, buradaki tek
hücrenin DNA’sı, tüm vücudumuzun bilgisini verecektir. Yaratıcımız için tüm bu bilgiyi ele
alıp bizi yeniden yaratmak çok kolaydır. İlk yaratma nasıl kendisi için çok kolay olduysa, bu
yaratış da kendisi için öyle kolay olacaktır.
“Sizi bir tek benlikten yarattı, sonra ondan da eşini var etti...” (Zümer 6)
“Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışıp kaynaşasınız
diye sizi ırklara ve boylara ayırdık. Şüphesiz Allah’ın katında sizin en değerliniz, en
çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurat 13)
39