You are on page 1of 54

42 / FURKAN SURESİ

GİRİŞ

Adını birinci ayetteki “ ‫الفرقان‬el-Furkan” sözcüğünden alan sure Mekke’de 42.


sırada inmiştir. 68–70. ayetlerin Medine’de indiğine dair bazı nakiller varsa da, söz
konusu ayetlerin içeriği ve pasaja uyumları dikkate alındığında bu nakillerin
muteber olmadıkları görülmektedir.
Bu sure Allah’ı, Kur’an’ı, Elçi’yi ve Allah’a kulluğu derinlemesine tanıtan bir
suredir. Surede iman esaslarına değinilmiş ve kısa da olsa geçmiş kavim kıssalarına
atıfta bulunulmuştur. Ayrıca Kur’an’a yapılan iftiraların, elçi hakkındaki şüphelerin
ve elçiye olan karşı tavırların reddedildiği surede “Rahman’ın kulları”nın nitelikleri
hakkında bilgi verilerek “ideal insan” tipi dolaylı olarak anlatılmış ve bu konuda
insanların zihinlerinde var olan birçok istifham ortadan kaldırılmıştır.

1
42 / FURKAN SURESİ

Rahman Rahîm Allah adına

Ayetlerin meali

1- Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan’ı [Ayırıcı’yı] indiren ne


cömerttir [ne bol nimet verendir]!
2- O [Furkan’ı indiren], göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, hiç
çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi yaratıp
sonra da onları bir ölçüye göre takdir edendir.
3- Onlar [kâfirler] ise, O’nun astlarından, bir şey yaratamayan, kendileri
yaratılmış olan, kendileri için zarar ve faydaya gücü olmayan, ölüme,
hayata ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen ilâhlar
edindiler.
4- Ve inkâr etmiş olanlar, “Bu [Kur’an], onun [Muhammed’in] uydurduğu
yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için
yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve
asılsız bir iddia getirdiler.
5- Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de
o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler.
6- De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O,
bağışlayandır, merhamet edendir.”
7, 8- Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor,
sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla
beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya
kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler, “Siz,
yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.
9- Senin için nasıl örnekler getirdiklerine bir bak! Artık onlar sapmışlardır,
hiçbir yola da güç yetiremezler.
10- Öyle cömerttir ki O, dilerse sana ondan daha hayırlısını; altından
ırmaklar akan cennetler kılar [verir], senin için saraylar da kılar [yapar].
11- Aslında onlar Saat’i [kıyameti] yalanladılar. Biz ise Saat’i yalanlayanlara
çılgın alevi [cehennemi] hazırladık.
12- O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve
uğultusunu işittiler [işitecekler].
13- Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir
yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler.
14- -Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!-

2
15- De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa takva
sahiplerine vaat edilen ebedîlik cenneti mi?”
16- Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. -[Bu],
Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.-
17- Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları
şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o
yolu kaybettiler?” der.
18- Onlar dediler ki: “Tespih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler edinmek
bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki,
Zikir’i [Öğüt’ü] terk ettiler ve helâke giden bir topluluk oldular.”
19- İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri
çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim zulmederse,
Biz ona büyük bir azabı tattıracağız.
20- Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen
elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne
kıldık. —Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir.
21- Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler
indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant
olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir
azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar].
22- Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç
haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler.
23- Ve Biz onların [Bize kavuşmayı ummayanların] amelden her
yaptıklarının önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri hâline
getiriverdik.
24- Cennet ashabı o gün kalacak yer açısından çok iyi, dinlenecek yer
bakımından da daha güzeldir.
25- Ve o gün gökyüzü bulutlar ile yarılır ve melekler ardı arkasına indirilir.
26- İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o,
pek çetin bir gün olmuştur.
27–29- Ve o gün, o zalim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke elçi ile beraber
bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç
şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir’den o saptırdı. Ve şeytan insan
için bir rezil edenmiş!” der.
30- Elçi de: “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur
[terk edilmiş bir şey] edindiler.” dedi.
31- Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman
kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter.
32- İnkâr edenler: “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?”
de dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir [parça
parça indirdik]. Ve Biz onu tane tane okuduk.
33- Onların sana getirdikleri her bir meselede Biz mutlaka sana hakkı ve en
güzel açıklamayı getirmişizdir.
34- O yüzleri üstü cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar, yerce en kötü,
yolca da en sapık olanlardır.
35- Ve ant olsun ki Musa’ya Kitap’ı verdik kardeşi Harun’u da onunla
birlikte vezir [yardımcı, destekçi] kıldık.
36- Sonra da “Haydi ayetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!” dedik. Sonunda
da parçalayıp yok ettik.

3
37- Biz Nuh kavmini de elçileri yalanladıklarında suda boğduk ve kendilerini
insanlar için bir ayet [ibret] kıldık. Ve Biz zalimler için çok acı veren bir
azabı hazırladık.
38- Ad’ı, Semud’u, Ress ashabını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de.
39- Ve Biz onların hepsine örnekler verdik ve hepsini kırdık geçirdik.
40- Ve ant olsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye
gittiler. Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Aksine bunlar öldükten sonra
dirilmeyi ummamaktaydılar.
41, 42- Seni gördükleri zaman da, “Bu mu Allah’ın elçi olarak gönderdiği? Şayet
tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi
neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni alaya almaktan başka
bir şey yapmıyorlar. Ve onlar yakında azabı gördükleri zaman, kimin
yolca daha sapık olduğunu bilecekler!
43- Hevasını [kötü duygularını, tutkularını] tanrısı edinen kişiyi gördün mü?
Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?
44- Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten [vahye] kulak vereceğini yahut
akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir.
Aslında yol bakımından daha sapıktırlar / şaşkındırlar [aşağıdırlar].
45, 46- Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu
elbet hareketsiz de kılardı. Sonra Biz Güneş’i, ona delil kıldık. Sonra da
onu kolay bir çekişle kendimize doğru çektik.
47- Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık kılandır. Ve O,
gündüzü yayılış kılandır.
48, 49- Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Ve Biz
ölü bir beldeye can verelim, yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su
sağlayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik.
50- Ve ant olsun Biz, öğüt almaları için, aralarında evirip çevirdik [çeşit çeşit
şekillerde anlattık], ama insanların çoğu sadece nankörlükte dayattılar.
51- Şayet dileseydik Biz elbette her kente bir uyarıcı gönderirdik.
52- Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca
gücünle büyük bir cihat yap!
53- Ve O, iki denizi salıverendir; şu su, tatlı ve susuzluğu giderici, şu da
tuzlu ve acıdır. Ve O, aralarına bir berzah [engel] ve yasak kılandır.
54- Ve O, sudan, bir beşer yaratıp sonra ona bir nesep ve sıhriyet kılandır. Ve
senin Rabbin her şeye güç yetirendir.
55- Onlar da Allah’ın astlarından kendisine fayda vermeyen ve zarar
vermeyen şeylere tapıyorlar. Ve o kâfir, Rabbinin aleyhine arka çıkandır.
56- Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.
57- De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece
ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.”
58- Ve sen, ölmeyen Hayy’e [daima diri olana] güvenip dayan. Ve O’nu
övgü ile arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O [daima diri
olan] yeter.
59- O [Hayy], gökleri yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan,
sonra Arş üzerine istiva edendir, Rahman’dır. Haydi, sen bunu çok iyi
haberdar olana [çok iyi bilene] sor.
60- Ve onlara “Rahman’a boyun eğin!” dendiği zaman, “Rahman da neymiş?
Senin bize emrettiğin şey için mi boyun eğeceğiz?” dediler. Ve bu
[boyun eğme emri], onların nefretlerini artırdı.

4
61- Gökte burçlar kılan, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay kılan
ne cömerttir.
62- Ve O, öğüt almayı veya şükretmeyi dileyen kimseler için gece ile
gündüzü hılfeten [birbiri ardınca] kılandır.
63- Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile
yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.
64- Onlar [Rahman’ın kulları], Rabblerine secdeler ve kıyamlar ederek
gecelerler.
65, 66- Ve onlar [Rahman’ın kulları]; “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav!
Doğrusu onun azabı daimî bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh,
ne kötü bir ikametgâhtır!” derler.
67- Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık
da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur.
68–71- Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha
yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile
öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla
karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli
olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna.
İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse,
kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.-
72- Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir
şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler.
73- Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri
hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar
[davranmazlar].
74- Ve o kişiler [Rahman’ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve
nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi müttekilere
önder kıl!” derler.
75, 76- İşte onlar [Rahman’ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin
en yüksek makamlarında], orada ebedî kalacaklar olarak
mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır -orası
ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikametgâhtır!-
77- De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes
yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.”

5
Ayetlerin tahlili

1. Ayet:

Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan’ı [Ayırıcı’yı] indiren ne cömerttir


[ne bol nimet verendir]!

Bu ayet, bundan evvelki Ya Sin suresinin 69, 70. ayetlerindeki “Ve Biz ona
şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve
kâfirlerin üzerine Söz’ün hakk olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır”
ifadesinin devamı niteliğindedir.
Bu ayette Kur’an’ın “furkan” özelliği ön plâna çıkarılmıştır. Mürselat
suresinde de açıkladığımız gibi, Kur’an’ın isimlerinden biri olan “ ‫الفرقان‬Furkan”
sözcüğü, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki “ ‫فرق‬fark” kökünden türemiştir
ve “ ‫فارقة‬farika” sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında,
“fark” sözcüğünün türevleri olan tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika, ferik
sözcüklerinin somut şeyler [mahsusat] için; “ ‫فارقات‬farikat”, “ ‫فاروق‬Faruk” ve “‫الفرقان‬
furkan” sözcüklerinin ise soyut şeyler [makulât] için kullanıldığı görülür.
Bakara suresinin 53. ve Enbiya suresinin 48. ayetlerinde Musa peygambere
verildiği söylenen “Furkan”, soyut şeyler olan hakk ile batılı, iman ile küfrü, güzel
ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’an’a da isim olarak verilmiştir.
Halife Ömer’e verilen “Faruk” unvanı da onun hak ve batılı iyi ayırmasından
dolayıdır. (Lisanü’l-Arab; c.7, s. 82- 85, Tacü’l-Arus; frk mad.)
Kur’an’ın “Furkan” olarak anıldığı birçok ayet vardır:

Bakara 185: Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onun içinde insanlara yol
gösteren, hidayetten açıklamalar ve Furkan olarak Kur’an
indirildi. …

Âl-i Imran 3, 4: O [Allah], sana, kendisinden öncekileri tasdik edip doğrulayan


bu kitabı hakk ile indirdi. O, daha önce insanlara hidayet olarak
Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti.
Bu Furkan’ı da O indirdi. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler için
kesinlikle çetin bir azap vardır. Allah çok güçlüdür, intikam
sahibidir [suçluları cezalandırmak suretiyle adaleti sağlayandır].

6
Ayette isim verilmeden “ ‫قل‬kul [De!]” ifadesi kullanılarak konu edilen kişinin
“Allah elçisi Muhammed” olduğuna dair Kur’an’da ipucu niteliğinde pek çok ayet
vardır:

En’âm 7: Ve biz eğer ki sana kağıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar
da ona dokunsalardı, kesinlikle o küfretmiş olan kişiler, “Bu,
apaçık sihirden başka bir şey değildir” derlerdi.

Nisa 136; Ey iman etmiş kişiler! Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği


Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Ve kim
Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr
ederse kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır.

Nahl 89: Ve Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi


aleyhlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit
getireceğiz. Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve
Müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak
indirdik.

Bakara 23: Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku duyuyorsanız, haydi


onun gibi bir sure siz getirin ve Allah’ın astlarından tüm
tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru iseniz.

İnsan 23: Şüphesiz Biz; Kur’an’ı sana kısım kısım Biz indirdik Biz.

Buna karşılık, Razi ve Kurtubi, Abdullah b. Zübeyr’in, ayetteki “ ‫عبده‬abdihi


[kulu]” sözcüğünü “ ‫عباده‬ıbadihi [kulları]” olarak okuduğunu nakletmişlerdir. (Razi,
Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Bu kıraate göre ayetin
anlamı “Âlemlere uyarıcı olsun diye, kullarına Furkan’ı [Ayırıcı’yı] indiren ne
cömerttir!” şeklinde olmaktadır. Bu kıraati aşağıdaki ayetler de onaylamaktadır:

Enbiya 10: Hiç kuşkusuz size, öğüdünüz / şan şerefiniz içinde olan bir kitap
indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız?

Bakara 136: Ve deyiniz ki: “Biz Allah’a iman ettiğimiz gibi, bize ne indirildi
ise, İbrahim’e ve İsmail’e ve İshak’a ve Yakub’a ve esbata
[torunlarına] ne indirildi ise, Musa’ya ve İsa’ya ne verildi ise ve
bütün peygamberlere Rabblerinden olarak ne verildi ise hepsine
iman ettik; O’nun elçilerinden birinin arasını ayırmayız [hiç
birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O’nun için teslim
olanlarız.

TEBAREKE

“ ‫تبارك‬Tebareke” sözcüğü, “üreme” ve “fazlalık” anlamındaki “ ‫برك‬berk, ‫بركة‬


bereket” sözcüklerinin “ ‫تفاعل‬tefâale” kalıbındaki bir türevidir. Sözcüğün kökü olan
“berk”, “bereket” genellikle “hayırlı olan bir şeyin bolluğu” olarak ifade edilir.
Bu sözcüğün bedevîlerce ilk kullanımı, “deve ve kuşların subaşlarına
toplanması, birikmesi” ve “havuza suyun dolması” anlamlarında kullanılmıştır.
(Lisanü’l-Arab; c:1, s:398)

7
Bu temel anlama göre, “tebareke” sözcüğü “bollaştıran, hayırlı ve güzel
nimetleri bol bol veren” demek olmaktadır. Nitekim bizim “ne cömerttir” şeklinde
yaptığımız çeviri de sözcüğün bu öz anlamını ifade etmektedir. Ne var ki, sözcük
zaman içerisinde “mukaddes” anlamında kullanılır olmuş ve “tebareke” lâfızları
Allah için “O, ne kutludur!” anlamıyla ifade edilir olmuştur. Ancak bize göre,
sözcüğün yer aldığı ayetlerin içerdiği mesajlar dikkate alınarak öz anlamı ile
kullanılması gerekmektedir.
“Tebareke” sözcüğünün türediği kök olan “berk” sözcüğü, türevleriyle birlikte
Kur’an’da 31 kez yer almıştır. Konumuz olan “tebareke” sözcüğü ise Kur’an’da 9
ayette geçmektedir. Bu ayetlerin üçü [1, 10 ve 61. ayetler] bu surede olup diğerleri
aşağıdadır:

Mümin 64: Allah, sizin için yeryüzünü bir karargâh, göğü de bir bina
yapan, size şekil veren -şekillerinizi ne de güzel kılmıştır- ve
sizi temiz şeylerle rızklandırandır. İşte O, Rabbiniz Allah’tır.
-Âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir!-
Müminun 14: Sonra nutfeyi bir alaka [embriyon] yarattık, derken o alakayı bir
mudga [bir çiğnem et parçası hâlinde] yarattık, derken o
mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et
giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık olarak inşa ettik. Yapıp
yaratanların en güzeli olan Allah, ne cömerttir.

Mülk 1: Mülk elinde bulunan O kimse [Allah] ne cömerttir. Ve O her


şeye güç yetirendir.

A’râf 54: Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan,
sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü durmadan kovalayan
gece ile bürüyen ve Güneş, Ay ve yıldızları emrine boyun
eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki yaratma ve emir
sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir!

Zühruf 85: Ve göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin mülkü kendisine


ait olan O kimse [Allah] ne cömerttir! Saat’in bilgisi de
yalnızca O’nun yanındadır. Ve siz sadece O’na
döndürüleceksiniz.

Rahman 78: Celâl ve ikram sahibi Rabbinin adı ne cömerttir!

Ayette geçen “âlemler” ifadesi, tüm zamanların insanlarını kapsamaktadır. Ya


Sin suresinin tahlilinde de değindiğimiz gibi, Allah elçisi, A’râf/158, En’âm/19,
Sebe/28 ve Enbiya/107. ayetlerin açık ifadeleriyle sadece Arap toplumuna değil, tüm
insanlara [âlemlere] gönderilmiş bir elçidir ve tüm insanları uyarmakla yükümlüdür.

2. Ayet:

O [Furkan’ı indiren], göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, hiç


çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi yaratıp sonra da
onları bir ölçüye göre takdir edendir.

8
1. ayette Kur’an’ı indiren olarak “sonsuz cömert” niteliğini ön plâna çıkaran
Rabbimiz, bu ayette dört niteliğini daha hatırlatmaktadır. Bu nitelikler “göklerde ve
yerde kendisinden başkasının sözünün geçmemesi, yani evrenin hakimiyetinin
kendisine ait olması”, “çocuk edinmemiş olması, yani kendinden başka kimsenin
ilâhlığa lâyık olmaması”, “hükümranlıkta ortağının bulunmaması” ve “her şeyi
yaratıp yarattıklarını şaşmaz bir ölçü ile ölçülendirmesi”dir. (Ölçü konusu Kamer
suresinin 49. ayetinde de karşımıza gelmiş ve Seyyid Kutub’un konu ile ilgili yazısı
Kamer suresinin sonunda ek olarak verilmişti.)
2. ayet, Kur’an’da Allah’ı niteleyen yüzlerce ayetin bir özeti mahiyetindedir.
Allah’ın sıfatlarını tanıtan bu ayetlerden üç tanesi aşağıdadır:

Bakara 107: Göklerin ve yerin egemenliğinin yalnız Allah’a ait olduğunu ve


sizin için Allah’ın astlarından bir Yakın Kişi ve bir yardımcı
olmadığını bilmedin mi?

İsra 111: Ve de ki: Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte ortağı
olmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan Allah’a
özgüdür. Ve O’nu büyüttükçe büyüt [ululadıkça ulula]!

Kamer 49: Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet onu [her şeyi] bir kader [ölçü,
ayar] ile yarattık.

3. Ayet:

Onlar [kâfirler] ise, O’nun astlarından, bir şey yaratamayan, kendileri


yaratılmış olan, kendileri için zarar ve faydaya gücü olmayan, ölüme, hayata
ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen ilâhlar edindiler.

2. ayette kendi niteliklerini bildiren Rabbimiz, sözde tanrıların niteliklerini de


bu ayette sayarak akıllı insanlara bir mukayese imkânı vermiştir:
*O putlar bir şey yaratamazlar. İlâh niteliği verilecek olanın ise yaratıcı olması
gerekir. Nitekim Allah her şeyi yaratandır (Zümer/62, Mümin/62).
*O putlar kendileri yaratılmış oldukları için başkasına muhtaç durumdadırlar.
İlâh niteliği verilecek olanın ise hiçbir şeye muhtaç olmaması gerekir. Nitekim
Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, çok zengindir (Tegabün/6).
*O putların kendilerine fayda veya zarar verecek güçleri yoktur. Dolayısıyla
başkalarına ne fayda ne de zarar verebilirler (A’râf/197). Allah ise her şeye güç
yetirendir (Mülk/1).
*O putların ne hayat vermeye, ne öldürmeye ve ne de öldürdükten sonra
diriltmeye güçleri yeter. O hâlde bunlara “ilâh” denemez. Allah ise yaratır,
rızklandırır, öldürür ve sonra tekrar diriltir (Rum/40).

Sözde ilâhların nitelikleri ayette çoğul ifadelerle anlatılmış ve böylece melek,


elçi, cinn, veliyler, Ay, Güneş, taş, ağaç ve hayvanlardan edinilmiş putların hepsi
ayetin kapsamı içine alınmıştır.
İnsanoğlunun sahte ilâhlar edinme temayülü sebebiyle Rabbimiz bu konuda
insanları sık sık uyarmıştır:

Meryem 81: Onlar, kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye,
Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler.

9
Ya Sin 20–25: O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi
ki: “Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun
sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete
ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni
yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç ben
O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir
zarar dileyecek olsa, onların [o ilâhların] şefaati benden yana
hiçbir fayda vermez ve onlar [o ilâhlar] beni kurtaramazlar.
Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir
sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim.
Hadi kulak verin bana!”

Ya Sin 74: Bir de onlar, Allah’ın astlarından kendileri yardım olunurlar


ümidi ile ilâhlar / tanrılar edindiler.

4–6. Ayetler:

Ve inkâr etmiş olanlar, “Bu [Furkan], onun [Muhammed’in] uydurduğu


yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım
etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia
getirdiler.
Ve “O [Furkan, yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o,
sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır.” dediler.
De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O,
bağışlayandır, merhamet edendir.”

Bu ayet gurubunda, Kur’an karşısında âciz kalan ve mevcut düzenlerinin


bozulmasından korkan inatçı kâfirlerin olur olmaz isnatlarda bulunarak Furkan
[Kur’an] hakkında yaptıkları sataşmaları ve onlara verilen cevap aktarılmaktadır.
Dikkat edilirse, müşrikler Kur’an’ın peygamberimizin kendi düzmesi olmadığını
bilmektedirler ama Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiği gerçeğine inanmak
yerine, birileri tarafından ona öğretildiğini iddia etmektedirler. Bu isnat başka
ayetlerde de yer almıştır:

Nahl 103: Ve kesinlikle Biz, onların “Kesinlikle ona bir beşer öğretiyor”
deyişlerini biliyoruz. Kastettikleri o kişinin dili yabancıdır. Bu
[Kur’an] ise apaçık Arapça lisanlıdır.

Klâsik kaynakların hepsinde, peygamberimize bu insafsız iftirayı atanların


Nadr b. Hars b. Abdüddar ile arkadaşları olduğu, peygamberimize Kur’an öğreten
kişilerin de Mekke’de ustalık yapan Bizans asıllı Cibra, Yesar ve Addas adındaki
azat edilmiş köleler ile Habeşli büyücü Ubeyd b. Hadr adlı kişi olduğu
belirtilmektedir. (Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Bu
kaynaklarda verilen bilgilere göre Cibra adlı köle Amir b. Rabia tarafından; Yesar,
Ala b. El Hadrami tarafından; Addas da Huveytip b. Abdüluzza tarafından azat
edilmişlerdir.
Görüldüğü gibi, peygamberimize Kur’an öğrettiği ileri sürülen bu kişiler,
sosyal yönden çok zayıf ve yeni Müslüman olmuş “gariban” kişilerdir. Bu kişilerin,

10
edebiyat bir tarafa, doğru dürüst Arapça bildikleri bile tartışmalıdır. Zaten Rabbimiz
de müşriklerin akıl ve mantıkla bağdaşmayan bu saçma iddialarını “zalimce” diye
niteleyerek reddetmiştir.
Müşriklerin iddiaları gerçekten saçmadır, çünkü her şeyden önce kâfirlerin
elinde iddialarını kanıtlayacakları herhangi bir bilgi, belge, kanıt bulunmamaktadır.
Eğer bu iddiaları kanıtlamaya yarayacak bir delil mevcut olsaydı, her türlü güç
kuvvet ellerinde olan ve her türlü zorbalığı rahatça yapan bu kâfirler mutlaka bu
delili ortaya çıkarırlar veya kendilerine karşı hiçbir hak iddia edemeyen bu
garibanlara yaptıklarını itiraf ettirebilirlerdi. Diğer taraftan, söz konusu bu kişiler,
azat edilmiş de olsalar, eski sahiplerinin baskılarına boyun eğerek kendilerine maddî
açıdan herhangi bir çıkar sağlamayan peygamberi desteksiz bırakabilirlerdi. Ayrıca
durum müşriklerin iddia ettiği gibi olsaydı, kendileri de Müslüman olan bu kişiler,
neden yalancı, düzmeci bir insana inanıp onun söylediklerine uysunlar, niçin
düzenbazlığını bildikleri bir kişiyi peygamber olarak kabul etsinlerdi? Bu iddialar
doğru olsaydı, bu şahısların bundan bir çıkarı olması gerekmez miydi?
Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayan eşleri, evlâtları, evlâtlığı Zeyd, Ebubekir
ve diğer yakınları peygamberin böyle bir ilişki içinde olduğunu fark etmezler miydi?
Böyle bir şey sezseler ona inanır, onun için canlarını ve mallarını ortaya koyarlar
mıydı?
Kısacası, Rabbimizin dediği gibi bu iftira “zalimce” idi. Zalim müşriklerin
böyle insafsıca saldırıları birçok kez olmuş ve Rabbimiz her defasında bu iddiaları
reddetmiştir:

Ahkaf 8: Ya da onlar; “Onu [Kur’an’ı] o [Muhammed] uydurdu”


diyorlar. De ki: “Eğer onu ben uydurmuşsam bana Allah’tan
olacak şeye güç yetiremezsiniz [beni Allah gibi
cezalandıramazsınız]. O, sizin neyin içine atıldığınızı daha iyi
bilir. Sizinle benim aramda tanık olarak O yeter. Ve O, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

Şûra 24: Ya da onlar “Allah’a karşı yalan uydurdu” diyorlar. Eğer Allah
dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle
hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerde bulunan şeyleri
çok iyi bilir.

En’âm 93: Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey
vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve
“Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha
zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken,
melekler de onlara ellerini uzatmış “Ruhunuzu teslim edin.
Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve
O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir
azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!

Müşriklerin bu davranışlarına karşılık insaf sahibi olan “Ehl-i Kitap”tan aklı


başında hiç kimse böyle bir iddiada bulunmamış, bu kimseler Kur’an karşısında
hemen iman etmişlerdir:

İsra; 107–109: De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın, şu daha
önce kendilerine ilim verilenler, o [Kur’an] onlara okunduğunda

11
onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü
kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi
mutlaka gerçekleşecektir” derler.
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an]
onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.

Kasas 51, 52: Ve ant olsun Biz, Söz’ü [vahyi, Kur’an’ı] birbiri ardınca uladık.
Belki öğüt alırlar!
Ondan [Sözden; vahyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap
verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da
inanırlar.

Ahkaf 10: De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an


Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla
birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine
tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız?
Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.”

Ankebut 47: Ve işte böylece Biz, sana Kitap’ı indirdik de kendilerine Kitap
verdiklerimiz ona inanıyorlar. Ve bunlardan (Ehl-i Kitab’ın
dışındakilerden; Araplardan) da ona inananlar vardır. Ve bizim
ayetlerimizi ancak inkârcılar bile bile reddeder.

En’âm 114: Size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı olarak indirdiği hâlde, ondan
başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiğimiz şu
kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile
indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen sakın şüphecilerden
olma.

Ra’d 36: Ve kendilerine Kitap verdiklerimiz, sana indirilen [vahy] ile


sevinirler. Hizipleşenlerden, ayetlerin bir kısmını inkâr eden
kişiler de vardır. De ki: “Ben ancak Allah’a kulluk etmekle ve
O’na şirk koşmamakla emrolundum. Ben yalnızca O’na davet
ediyorum, dönüşüm de yalnız O’nadır.”

Konumuz olan ayette “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir”


denilmek suretiyle çok ince bir noktaya temas edilmiş ve Allah’ın her sırra vakıf
olduğu vurgulanmıştır. Zira Kur’an, içerdiği gaybe ait bilgiler, indiği dönemde
insanların gizli kararlarını ortaya döken yapısı, topluma yönelik en üst düzeydeki
ahlâkî ilke ve yasaları, afak ve enfüse ait mucizevî bilgileri ile ancak ve ancak her
şeyi bilen, her sırdan haberdar olan yüce bir kudret tarafından yazılmış olabilir. Bu
yüce kudret Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Kur’an’ı indiren Allah her sırra vakıftır, her şeyi bilir:

Enbiya 2–4: Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü / hatırlatmayı


ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve o
zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir
insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi
gidiyorsunuz?”

12
(Peygamber): “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve
O, her şeyi işiten, her şeyi bilendir” dedi.

7–9. Ayetler:

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda
yürüyor? Ona bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı
olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir
bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler; “Siz yalnızca büyülenmiş bir kişiye
uyuyorsunuz” da dediler.
Senin için nasıl örnekler getirdiklerine bir bak! Artık onlar sapmışlardır,
hiçbir yola da güç yetiremezler.

Kur’an’a yönelik ithamları reddedilince müşrikler bu kez Allah elçisine karşı


saldırıya geçmişlerdir. 7–9. ayetlerden oluşan yukarıdaki paragrafta inkârcıların bu
ithamları konu edilmiştir. Kâfirlerin itirazları, peygamberin onlardan birisi, yani
kendileri gibi yiyip içen, sokaklarda gezen biri olmasıdır. Beklentileri ise
kendilerinin de görebileceği uyarıcı bir meleğin elçiyle beraber aralarına inmesi, ya
da elçiye bir hazine verilmesi veya elçinin yiyip içeceği bir çiftliğinin olmasıdır.
(Kâfirlerin bu beklentilerine cevap 20. ayette gelecektir.)
Kâfirlerin alay kokan bu talepleri Kur’an’da birkaç kez yer almıştır:

İsra 90–93: Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla
inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan
bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar
akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde
üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza
getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut
göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir
kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. De ki:
“Rabbimin şanı yücedir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey
miyim ki?”

Kâfirlerin bu taleplerinin benzeri daha evvel Firavun tarafından Musa


peygambere de yapılmıştı:

Zühruf 53: Onun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber
sımsıkı saflar halinde melekler gelmeli değil miydi?

Demek oluyor ki, Musa peygamberin Firavun’u ile peygamberimizin karşıtları


arasında bir fark yoktur.

Büyüklenmeleri sebebiyle iyi düşünemeyen ve gerçeği göremeyen gururlu


kâfirler, Rabbimiz tarafından bu ayet grubunda “zalim”, “sapmış” ve “hiçbir yola
güç yetiremeyen” şeklindeki sıfatlarla nitelenmektedir. Bu niteliklerin hepsi de ağır
bir kınanmayı ifade etmektedir.

10. Ayet:

13
Öyle cömerttir ki O, dilerse sana ondan daha hayırlısını; altından ırmaklar
akan cennetler kılar [verir], senin için saraylar da kılar [yapar].

Bu ayet de suiistimal edilmiş ayetlerden birisi olup rivayetlerde bu ayetin,


diğer ayetlerin aksine, elinde cennet saraylarının anahtarları bulunan cennetlerin
bekçisi Rıdvan tarafından indirildiği, peygamberimizin ise bunları reddedip fakirliği
ve kul-elçiliği tercih ettiği anlatılmaktadır. Oysa bu ayette Rabbimiz, kudretini ve
sonsuz cömertliğini ifade edip dilerse onların saydıkları sözde değerlerden daha
hayırlısını elçisine vereceğini bildirmektedir.

11–19. Ayetler:

Aslında onlar Saat’i [kıyameti] yalanladılar. Biz ise Saat’i yalanlayanlara


çılgın alevi [cehennemi] hazırladık.
O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve
uğultusunu işittiler [işitecekler].
Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir yere
atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler.
-Bugün bir ölüm değil, birçok ölüm isteyin!-
De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa takva
sahiplerine vaat edilen ebedîlik cenneti mi?”
Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. -[Bu]
Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.-
Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri
toplar da “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu
kaybettiler?” der.
Onlar dediler ki: “Tesbih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler edinmek bize
yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Zikir’i
[öğütü] terk ettiler ve helâke giden bir topluluk oldular.”
İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri
çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim zulmederse, Biz
ona büyük bir azabı tattıracağız.

Bu ayet gurubunda kâfirlerin içlerinde tutup da açıkça söyleyemedikleri asıl


maksat ve sırları Rabbimiz tarafından açığa vurulmaktadır. Kıyamet gününe
inanmadıkları deşifre edilerek onları bekleyen akıbet ve olacaklar anlatılmaktadır.
Birçok ayette belirtildiği gibi, kâfirler demektedirler ki: “Yeryüzündeki bu
hayattan başka bir hayat yoktur. Yaptıklarımızdan dolayı hesaba da çekilmeyeceğiz.
Ölüm, her şeyin sonu demektir. Bu sebeple; Allah’a ibadet etmişsin, kâfir, müşrik
olmuşsun, hiç fark etmez. Elde fırsat varken bu fırsat değerlendirilmeli, dünyadaki
her türlü zevkin tadına varılmalıdır.”
Bu durumda, onların Kur’an ve elçi hakkında ileri sürdükleri saçmalıklar
aslında birer bahanedir. İçlerinde sakladıklarını zannettikleri esas düşünceleri
kıyameti inkâr etmek ve onu yalan saymaktır. 11. ayet onların bu saçma kabullerine
karşı Rabbimizin tepkisini bildirmektedir.
Kâfirlerin sırları deşifre edilip akıbetleri bildirildikten sonra, 12 ve 13.
ayetlerde uyarı amaçlı olarak mahşerden ve cehennemden bazı sahneler
canlandırılmıştır. Bu sahnelerde müşriklerin helâki çağırmaları, onların “Yetiş ey
ölüm, yetiş!” diye bağrışacaklarını düşündürmektedir. Nitekim toplumda dayanılmaz

14
acı ve sancı içinde kıvranan kişilerin de “Allah’ım, canımı al da kurtar!” tarzında
yakarışına çokça rastlanmaktadır.
Bu sahnelerle henüz yüz yüze gelmemiş olanlara sanki “Bir kere değil, bin
kere ölüm isteseniz de kurtuluşunuz yok! Gelin, aklınızı başınıza alın!” şeklinde bir
uyarının yapıldığı 14. ayetten sonra 15, 16. ayetlerde takva sahiplerine vaat edilen
ebedîlik cennetinin karşılık ve gidilecek yer olarak daha iyi olduğu, bu vaadin yerine
getirilmesini Allah’ın üstlendiği vurgusuyla bildirilmektedir.
17–19. ayetlerde ise kâfirlerin dünyada iken ilâh edindikleri şeylerle
yüzleştirildiklerini anlatan bir mahşer sahnesi yer almaktadır.
17. ayetteki “onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyler” ifadesi ile
kastedilenler “cansız putlar” değil, çeşitli müşrik toplumların tanrılaştırdıkları
melekler, peygamberler, veliyler, şehitler ve dindar kişilerdir.
Bu yüzleşme sahneleri Kur’an’da birçok kez yer almıştır:

Sebe 40–42: Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra


meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim veliymiz Sensin.
Bilakis onlar cinnlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı”
dediler.
İşte o gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz
o zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o
yalanladığınız ateşin azabını!” deriz.

Maide 116, 117: Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi
insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’
dedin?” O [İsa]; “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan
bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam,
Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin,
ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri
bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim
ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. Ve ben
aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman
ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun,
Sen. Ve şüphesiz Sen gaybleri en iyi bilensin.”

Ahkaf 5, 6: Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiçbir


cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha
sapık kim olabilir? Onlar [tapılan kimseler], onların
yalvarışlarından habersizler de.
İnsanlar bir araya toplandığı zaman onlar [taptıkları kimseler]
kendilerine düşmandırlar. Ve onların kendilerine tapmalarını
inkâr ederler.

18. ayette geçen “ ‫الّذكر‬zikr” sözcüğü ile Kur’an ve ondan evvelki tüm vahiyler
kastedilmiştir. Zira öğüde kulak vermeyen kişi sadece son peygamber zamanında
olmamış, ilk peygamberden bu yana her peygamber döneminde de var olmuştur.
Yine 12 ve 13. ayette geçen “ ‫ثبور‬sübur” sözcüğü “helâk olmak, perişan
olmak” (Lisanü’l-Arab; c.1, s.655) demek olup bir başka ayette daha geçmektedir:

15
İsra 102: O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri]
birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi.
Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.”

20. Ayet:

Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen


elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık.
-Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir.

Hatırlanacağı üzere, 7. ayette müşrikler Allah’ın elçisinin kendi içlerinden


birisi olmasını kabullenmemişler ve onunla birlikte bir melek gelmesini istemişlerdi.
Konumuz olan bu ayet onlara verilen cevap mahiyetindedir. Kur’an’a bakıldığında,
Nuh peygamberden bu yana müşriklerin hep aynı bahaneleri ileri sürdükleri
görülmektedir. Halbuki Yüce Allah, geçmişte de elçilerini elçinin gönderildiği
toplumun içinden ve yiyen, içen, çarşıda pazarda yürüyen kişilerden seçmiştir.

Maide 75: Meryem’in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de
elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi
de yemek yerlerdi. Bak onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra
yine bak, onlar nasıl yüz çeviriyorlar!

Yusuf 109: Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin ehlinden [kendi


halkından], kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişileri elçi
olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip dolaşmadılar
mı? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl
olduğuna bir baksalar! Elbette ahiret yurdu takvalı davranan
kişiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak
mısınız?

Enbiya 8: Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli
kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi.

Ayette geçen “fitne” sözcüğü “ateşe atmak, belli aşamalardan, sıkıntılardan


geçirmek suretiyle eğitmek, olgunlaştırmak, arı duru hâle getirmek” demektir.
Ayrıntılarını Sad suresinin sonundaki “Fitne” başlıklı yazımızda verdiğimiz
sözcüğün bu ayetteki kullanılışı için “insanların zor görevlerle, zorluklarla,
birbirleriyle olan ilişkilerindeki sorumluluk ve duyarlılıkla denenmesi, deneyim
kazanıp olgunlaşmasının sağlanması veya sınanması” şeklinde bir açıklama
getirmek mümkündür. Çünkü sözcük ayette “Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız
için fitne kıldık” ifadesi içinde geçmektedir. Bu ifadeden Allah’ın elçileri
toplumlara, toplumları elçilere, insanları birbirlerine deneme aracı yaptığı
anlaşılmaktadır. Yani insanlar, aralarındaki babalık-evlâtlık, idarecilik-tebaalık,
güçlülük-zayıflık, zenginlik-yoksulluk, hastalık-sağlık, bilgi-bilgisizlik gibi ilişkiler
dolayısıyla birbirleriyle sınanmaktadırlar.

-Sabrediyor musunuz!-

Daha önce Müddessir ve Asr surelerinin tahlilinde ayrıntılı açıklamalar


yaptığımız “sabr”, “aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle yapılan mücadele”

16
demektir. Bu ahlakî tutum, Rabbimizin bizden istediği ödevlerin ilk sıralarında yer
alır. “Sabr” sözcüğü ile katlanmayı değil, göğüs germeyi kasteden Rabbimiz, her
fitnenin, belâlanmanın ardından bu zor durumlarla mücadeleyi icap ettiren “sabr”a
yönelik mesajlar vermiştir:

Bakara 155, 156: Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle ve
mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile
belâlandıracağız [imtihan edeceğiz]. Başlarına bir musibet
geldiği zaman “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na
döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele!

Müminun 111: Şüphesiz ki bugün Ben onlara, sabrettiklerine karşılık verdim;


onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir.

Ayetin sonundaki “Ve senin Rabbin çok iyi görendir” ifadesi, yapılan
sınamanın sonuçlarının kesinlikle değerlendirilmekte olduğunu, hiçbir şeyin zayi
olmayacağını anlatmaktadır.

21. Ayet:

Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi” ya


da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi
içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle
azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar].

Ayette “Bize kavuşmayı ummayanlar” olarak nitelendirilenler, öldükten sonra


dirilip hesap vereceklerine inanmayanlardır. Onlar inanmak için kendilerine
meleklerin inmesini veya putlarını gördükleri gibi Allah’ı da somut bir varlık
şeklinde görmeyi istemektedirler. Yani açıkça “Madem Allah bize mesaj vermek
istiyor, niye bir elçi ile yolluyor ki? Elçiye yaptığı gibi bize de bir melek yollasın ve
bizimle direkt olarak muhatap olsun. Ya da kendisini bize göstersin” demek
istemektedirler.
Müşriklerin Allah’ı eleştiren, Allah’a karşı koyan, hatta Allah’a meydan
okuyan bu tavırları Kur’an’da birçok kez sergilenmiştir:

Enam 124: Ve onlara bir ayet geldiği zaman: “Allah'ın elçilerine verilenin
aynısı bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah
elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere,
yaptıkları plânlarından, hilelerinden dolayı Allah katından bir
zillet ve çetin bir azap dokunacaktır.

7–9. ayetleri tahlil ederken verdiğimiz İsra/90–92 ve aşağıdaki ayet aynı tavrı
İsrailoğullarının da sergilediğini göstermektedir:

Bakara 55: Hani bir zamanlar da “Ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe
senin sözünle asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine
siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.

Ancak Rabbimiz, Firavun bozuntularının bu istekleri yerine getirilse bile


tavırlarının değişmeyeceğini bildirmiştir:

17
En’âm 111: Gerçek şu ki, eğer Biz onlara melekler indirseydik, onlarla
ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın
dilemesi dışında- yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu
cahillik ediyorlar.

Ayetteki “Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve


büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]”
ifadesi, bu inkârcıların kendilerinin büyüklüğüne inandıklarını ve daha büyük bir
güç tanımadıklarını göstermektedir. Bu yüzden de hak hukuk tanımamakta,
kimseden korkmamakta, azıttıkça azıtmaktadırlar.

22. Ayet:

Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç


haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler.

Bu ayette Rabbimizin rahmeti gereği yaptığı uyarı şu şekilde takdir edilebilir:


“Siz ölüm anında veya kıyamet günü melekleri [Allah’ın güçlerini] gördüğünüz
zaman, iş işten geçmiş olacak. O zaman aklınızı başınıza almanız size bir yarar
sağlamayacak. O gün size hiçbir hayırlı haber söz konusu olmayacak. Sadece
işkencecilere ‘Yapmayın, yapmayın!’ diye yalvaracaksınız.”

‫ً" حجرًا محجورا‬HICRAN MAHCURAN”

“ ‫حجر‬Hıcr” sözcüğü, “haram” anlamındadır. (Lisanü’l-Arab; c.2, s.331. hcr


mad.) Bu sözcüğün “hacr” olarak okunan şekli Türkçeye bir hukuk terimi olarak
girmiş ve “hacir [kısıtlılık], malında tasarrufun engellenmesi” anlamında
Türkçeleşmiş bir sözcüktür.
Bizim “Yasak edilmiştir, yasak!” diye çevirdiğimiz “hıcran mahcuran” ifadesi
ise bir bedevî tabiri olup bedevîlerin korktukları bir kişiyle karşılaştıklarında
kullandıkları bir ifadedir. Bu tabirin anlamı “Bana zarar verme! Bana zarar vermek
yasaklanmıştır!” demektir. (Razi; Mefatihu’l-Gayb) Anlaşılan o ki, müşrikler
melekleri görecekleri o gün korkak bedevîler gibi yalvarıp duracaklardır. Meleklerin
indirildiği günün kâfirler için korkulacak bir gün olduğu, başka ayetlerde farklı
anlatımlarla dile getirilmiştir:

En’âm 8: Ve; “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer
böyle bir melek indirmiş olsaydık, iş mutlaka bitirilmiş olurdu.
Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.

En’âm 93: Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey
vahyolunmadığı hâlde “bana vahyolundu” diyenden ve
“Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha
zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken,
melekler de onlara ellerini uzatmış, “Ruhunuzu teslim edin!
Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve
O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir
azapla cezalandırılacaksınız!” derlerken bir görsen!

18
Hicr 7, 8: “Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin.”
Biz o melekleri ancak, hakk ile indiririz. O vakit de onlar
mühlet verilenlerden olmazlar.

Enfal 50: Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak “Tadın


bakalım kızgın ateşin azabını!” diye onların canlarını alırken bir
görseydin!

Meleklerin gelişinin geçmişte yaşanmış somut bir örneği de Hicr suresinin 51–
64. ayetlerinde, Lut kavmi kıssasında anlatılmıştır.
Meleklerin indiği gün, müminler için hiç de korkulacak bir gün değildir:

Fussılet 30: Şu bir gerçek ki, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra hiç
şaşmadan yol alanlar üzerine, melekler sürekli iner;
“Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin!”

23. Ayet:

Ve Biz onların [Bize kavuşmayı ummayanların] amelden her yaptıklarının


önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri hâline getiriverdik.

Bu ayette çok önemli bir noktaya değinilmiş, iman etmeyenlerin yaptıkları


işlerin toz gibi savrulup gideceği, yani amellerinin onları kurtarmayacağı
açıklanmıştır. İnkârcıların bu durumu başka ayetlerde de bildirilmektedir:

Nur 39: Ve şu küfretmiş olan kişilere gelince, onların amelleri, ıssız


çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder, ona
vardığında da orada herhangi bir şey bulamaz. Yanında Allah’ı
bulmuştur. Allah ise onun hesabını tastamam ödemiştir. Allah
hesabı çok çabuk görür.

Hud 16: İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey
olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşuna gitmiştir.
Bütün yaptıkları şeyler de batıldır.

Âl-i Imran 91: Şüphesiz ki, şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de
ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın -onu fidye verseler
bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap
kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur.

İbrahim 18: Rabblerini inkâr edenlerin durumu; onların yaptıkları tıpkı


fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül gibidir.
Kazandıklarından hiçbir şeyi elde tutamazlar. İşte bu, uzak
sapıklığın ta kendisidir.

Kehf 105: İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr


etmişlerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitmiştir.

19
Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiçbir
değer vermeyiz].

24. Ayet:

Cennet ashabı o gün kalacak yer açısından çok iyi, dinlenecek yer bakımından
da daha güzeldir.

Kâfirlerin durumlarının açıklanmasından sonra bu ayette müminlerin


durumları açıklanmaktadır. Böyle bir mukayese aşağıda 66. ve 76. ayetlerde de
karşımıza gelecektir.
Müminlerin durumlarını bildiren bu ayet aynı zamanda 15. ayette geçen
“Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa takva sahiplerine vaat
edilen ebedîlik cenneti mi?” ifadesiyle Yüce Alah’ın elçisine sordurduğu sorunun
cevabını teşkil etmektedir: “Cennet ashabı o gün kalacak yer açısından çok iyi,
dinlenecek yer bakımından da daha güzeldir.”
Cennet ashabı ile cehennem ashabının durumlarının bir olmayacağı başka
ayette de bildirilmiştir:

Haşr; 20: Cehennem ashabı ve cennet ashabı eşit olmaz. Cennet ashabı
kurtulanların ta kendileridir.

25–29. Ayetler:

Ve o gün gökyüzü bulutlar ile yarılır ve melekler ardı arkasına indirilir.


İşte o gün gerçek hükümranlık Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek
çetin bir gün olmuştur.
Ve o gün, o zalim kimse ellerini ısırarak “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol
tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim! Hiç şüphesiz bana
geldikten sonra, beni Zikir’den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil
edenmiş!” der.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, kıyametin dehşet verici sahneleriyle


karşılaşacak olan inançsızları, o gün hissedecekleri pişmanlığı sergilemek suretiyle
uyarmaktadır.
Kur’an’da kıyamet, mahşer ve cehennem sahnelerine yönelik yüzlerce ayet
mevcuttur.

Bakara 210: Onlar sadece Allah’ın, buluttan gölgeler içinde gelmesini,


meleklerin gelmesini ve işin bitirilivermesini mi bekliyorlar?
Hâlbuki bütün işler yalnızca Allah’a döndürülür.

Müminun 16: Sonra Şüphesiz siz, kıyamet gününde diriltileceksiniz.

27. ayette geçen “zalim kimse” ifadesinin başında belirlilik takısı olan “el”
bulunduğundan, bu ifadenin belli bir kişiyi kastettiğini düşünmek mümkündür.
Nitekim klâsik eserlerde ve ayetlerin nüzül sebebi kayıtlarında bu zalim kişinin
Ukbe b. Ebu Muayt olduğu ve bu kişinin İslâm’a girmek arzusunda olan arkadaşı,
izdaşı, dostu Umeyye b. Halef’in Müslüman olmasını engellediği yazmaktadır.

20
(Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Her iki şahıs da
Bedir savaşında ölmüştür.
Ancak ayetteki “el” edatına rağmen ifadenin “genel”i kastettiğini düşünmek de
mümkündür. Çünkü genel mantık kurallarına göre “Bir hükmün bir vasfa
dayandırılması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu ihsas ettirdiği içindir.” Burada da
o zalim kişinin pişmanlıktan dolayı elini ısırması, kendi yapmış olduğu zulüm [şirk]
sebebiyledir. Bu yüzden, illet genel olunca hüküm de genel olmalıdır. Ayrıca bu
ayetin özel bir olay hakkında inmesi, kendisinden umumîliğin kastedilmesine, yani
hem bu belli şahsın hem de onun dışında kalanların bu umumî hükmün içine
girmesine engel değildir.
Ayetin mesajı bize göre de genel olup herkesi zulümden alıkoymak
amaçlanmıştır. Bu ise ancak ayetin genel manada olmasıyla sağlanır.

30. Ayet:

Elçi de; “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur [terk
edilmiş bir şey] edindiler” dedi.

Bu ayet, peygamberimizin kıyamet gününde tanık olarak dinleneceği


duruşmada vereceği ifadeyi nakletmektedir.
Daha önce Mürselat suresinin tahlilinde değindiğimiz gibi, Yüce Allah’ın tüm
elçileri, mahşerde yapılacak duruşmada kendi toplumları için tanık tutulacak ve
dinleneceklerdir:

Mürselat 11: elçiler, vakitlendirildikleri zaman,

Zümer 69: Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş,


peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar
verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar [onlara haksızlık
edilmez].

Nisa 41: Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların
üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl?

Konumuz olan ayette “dedi” şeklinde geçmiş zaman kipinin kullanılması,


te’kit ve tahakkukunun vukuuna binaendir, yani olayların mutlaka belirtildiği gibi
gerçekleşeceğinden dolayıdır. Buna göre, kıyamet günü tanıklığa çağırıldığında
peygamberimizin “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur
[terk edilmiş bir şey] edindiler” diyerek Kur’an’ı terk edenlerden şikâyette
bulunacağı anlaşılmaktadır. “Zikir”in terk edildiğine dair yapılacak olan bu tanıklık
sadece peygamberimize özgü olmayıp 18. ayette bildirildiği gibi uydurma tanrılar
tarafından da yapılacaktır.
Ayette geçen “mehcur” sözcüğü Arapçada birçok anlamda kullanılabilir bir
sözcük olmasına rağmen, içinde bulunduğu pasaj itibariyle ayetteki anlamı şöyledir:
“Kavmim Kur’an’ı dikkate değer görmedi. Kabul etmediği gibi, ardından da
gitmedi. Onu eğlenme ve alay konusu haline getirdi.”

31. Ayet:

21
Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır.
Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter.

Surenin ilk ayetlerinde müşriklerin sataşmaları karşısında onları “sapmış” ve


“hiçbir yola güç yetiremez” olarak niteleyen Rabbimiz, bu ayette elçisini o olaylara
işaret ederek sanki şöyle teselli etmektedir: “Böyle, senin başına gelenler gibi, elçiye
düşmanlık edilmesi sadece sana yapılan bir şey değildir. Bu davranış senden evvelki
tüm elçilere de yapılmış, o elçiler de bunlara maruz kalmıştı. Onların da senin gibi
düşmanları vardı. Sen sabırlı ol, Allah sana gerektiği gibi yol gösterecek ve yardım
edecektir.”
Bu ayetin bir benzeri de En’âm suresindedir:

En’âm 112–113: Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman
kıldık. Ki dünya malına aldanmaktan bunların bazısı bazısına
sözün süslüsünü vahyeder / gizlice telkinde bulunur / fısıldar.
Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları
bırak -uydurdukları şeyleri de.-
Ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan
memnun olsun ve de yapmakta olduklarını yapsınlar diye de.

32, 33. Ayetler:

İnkâr edenler; “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” de
dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir [parça parça
indirdik]. Ve Biz onu tane tane okuduk.
Onların sana getirdikleri her bir meselede Biz mutlaka sana hakkı ve en güzel
açıklamayı getirmişizdir.

Bu ayetler surenin 4–8. ayetlerinin devamı mahiyetinde olup kâfirlerin Kur’an


hakkındaki bir başka şüphelerini ve onlara verilen cevabı içermektedir. Bu iki ayet
grubu arasındaki bağlantıyı 32. ayetteki “ve” bağlacı sağlamakta ve paragraf şöyle
oluşmaktadır:

Ve inkâr etmiş olanlar; “Bu [Kur’an], onun [Muhammed’in] uydurduğu


yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım
etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia
getirdiler.
Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o,
sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler.
De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O,
bağışlayandır, merhamet edendir.”
Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]; “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda
yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur!
Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı
ya!” dediler. Bu zalimler; “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da
dediler.
Ve “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi” dediler. …

32. ayette, Kur’an’ın bir kerede topluca inmemiş olmasını kendi


inançsızlıklarına bahane olarak ileri süren kâfirlere gerekli cevap verilmiş ve bu

22
cevap “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir” şeklinde
gerekçelendrilmiştir.
Rabbimizin bu cevabı üzerinde biraz düşünülürse, aşağıda sıralanmış olan
mantıklı akıl yürütmeler yapılabilir:
- Eğer Kur’an peygamberimize bir defada topluca indirilmiş olsaydı, onun
zaptı, yani yazımı ve ezberlenmesi çok zor olur, yanılmalar, yanlışlar meydana
gelebilirdi.
- Elinde bir kitap bulunan insan, kitabın sürekli yanında bulunmasına
güvenerek onu ezberlemek istemeyebilirdi. Rabbimiz ise peygamberimizin Kur’an’ı
çok okumasını, iyice ezberlemesini ve yanılmaktan uzak olmasını istediği için
Kur’an’ı bir defada değil, parça parça indirdi.
- Eğer Kur’an bir defada indirilmiş olsaydı, onun bütün hükümlerini öğrenmek
ve benimsemek insanlara çok ağır gelirdi, insanlar Kur’an’ı hazmedemezlerdi. Ama
Yüce Allah, onu parça parça, muayyen zamanlarda indirerek, koyduğu dinin emir ve
yasaklarını yavaş yavaş indirmiş oldu ve insanlar da dinin gereklerini o nispette
kolay yerine getirmiş oldular.
- Kur’an insanların sorularına, isteklerine cevap verecek şekilde ve meydana
gelen hâdiselere göre iniyor, böylece insanlar daha fazla basiret sahibi oluyorlardı.
Çünkü olaylarla ve zihinlerdeki sorularla eş zamanlı bir iniş, Kur’an’ın fesahatine
gaybden haber verme işini de ekliyor, Kur’an’ın getirdiği her cevapta, her çözümde,
gerçekleri yaşayarak öğrendikleri için insanların görüşleri, bilgileri, düşünceleri
daha fazla artıyordu.
- Eğer Kur’an bir defada inmiş olsaydı, peygamberimiz indirilmiş Kur’an’ı
göstererek kâfirlere işin başında bir defa meydan okuyacaktı. Hâlbuki Kur’an parça
parça ve aralıklarla inince, peygamberimizin inançsızlara karşı meydan okumaları
inen her parçada gerçekleşti. Böylelikle kâfirlerin Kur’an’ın bir parçasının benzerini
bile yapamayacakları defalarca kanıtlandı. Böylece Kur’an’ın muhteşemliği hem
peygamberimizin hem de kâfirlerin gönüllerine iyice yerleşmiş oldu.

‫ترتيل‬TERTİL

“ ‫ترتيييل‬Tertil” sözcüğü “Bir şeyin tertibinin güzelliği” demektir. Bu sözcük


bedevînin dilinde “Bir şeyden birinin diğerine karışmaması, tarak dişi gibi birbirine
karışmamış, karışmayan” anlamına gelir. Bu durum, muhkem, kuvvetli, sımsıkı
olmanın zıddıdır. Meselâ dişlerin “tertil”i, “dişlerin seyrek bir şekilde düzene
konulmuş, dizilmiş olması” demektir ve bu sözcük Arapçada “güzel dizilmiş dişler”
manasında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c.4, s. 61 rtl mad.)
Sosyal alanda ise “tertil”; “sözün, kelimelerinin birbiri ardınca, tek tek, yavaş
yavaş, ağır ağır, tane tane dizilmesi” demektir. Buna göre Kur’an’ın tertili
“Kur’an’ın indiği şekilde tertibinin korunması, bir necmin bir başka necme
karıştırılmaması” anlamına gelmektedir.
Kur’an’ın nasıl indirildiği ve nasıl okunması gerektiği Kur’an’da şöyle
açıklanmıştır:

İsra 106: Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye ayırdık
ve Biz onu peyderpey indirdik.

Demek ki Kur’an, konularına göre, necmlere göre, iniş sırasına göre bir tertip
ve tasnif yapılmak suretiyle okunmalı ve okutulmalıdır.

23
32. ayette de Rabbimiz Kur’an’ı tertillediğini, yani her şeyi yerli yerinde, bir
birine karıştırmadan, bir düzen içinde indirdiğini beyan etmektedir. Peygamberimize
ilk gelen vahiylerde [Müzzemmil/4’te] de Kur’an’ın tertillenmesi, yani necmlerin
gayet düzenli tutulması, birbirine karıştırılmaması emredilmiştir. Bütün bunlara
rağmen maalesef elimizdeki mushaf tertilli değildir. Biz, samimiyetle ve dürüstçe
birçok kez dile getirdiğimiz bu hususta, Kur’an’a gönül verenlerin Kur’an ile derin
çalışmalar yapıp Kur’an’ı necm necm dizmeleri ve Kuran’ı bugünkü sure
anlayışından öte, gerçek sureleriyle mushaflaştırmaları gerektiğine inanıyor ve bu
gayreti onlardan bekliyoruz.

HAKKIN GELMESİ

Rabbimizin 32. ayetteki “Onların sana getirdikleri her bir meselede Biz
mutlaka sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir” ifadesiyle müşriklerin
görüşlerindeki bozukluk çok net bir şekilde ortaya konulmuştur. Rabbimiz bu
sözlerinde zımnen: “Biz hakkı getiririz, hakk gelince de batıl kaybolur. Onlar ne
zaman saçma sapan bir şey ortaya atsalar Biz onun üzerine gerçeği yollarız ve o
saçmalığı ortadan kaldırırız” buyurmaktadır.

Enbiya 18: Bilakis, Biz hakkı batılın üzerine atarız da onun beynini ezer.
Bir de bakarsın o, yok olup gitmiştir. Ve nitelediklerinizden
dolayı vay halinize!

İsra 105: Biz onu [Kur’an’ı] hakk ile indirdik, o da hakk ile indi. Ey
Peygamber! Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi
yaptık.

EN GÜZEL TEFSİR

“ ‫ تفسير‬Tefsir” sözcüğünün kökü “ ‫ فسر‬fesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü


şeyi açmak” anlamına gelen “fesr” sözcüğü, ilk olarak tıp alanında, “doktorun suya
bakması” anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan “ ‫تفسرة‬
tefsireh” sözcüğü de; “hastalığın tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik”
demektir. (Lisanü’l-Arab; c:7, s:101 Fsr mad.)
Doktorlar bu “tefsireh”e bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları
için “fesr” sözcüğü de zamanla “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında
kullanılmaya başlanmıştır. Bu sözcüğün tef`il babından mastarı olan “tefsir”
sözcüğü de bu anlama paralel olarak “iyice araştırmak, çok açıklamak” anlamında
kullanılmaktadır.
Demek oluyor ki “tefsir” sözcüğü; “anlaşılmamış, kapalı, müşkil, müphem bir
sözü, bir konuyu, bir meseleyi anlaşılır hâle getirmek” demektir. İşte, Kur’an
ayetleri de konuları, problemleri en güzel şekilde ortaya koyup açıkladığı için en
güzel tefsirdir.

34. Ayet:

O yüzleri üstü cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar, yerce en kötü, yolca
da en sapık olanlardır.

24
Bu ayetle, Allah’ın zikrinden [Kur’an’dan] yüz çevirenlere ve O’nun elçisine
karşı onlarca sudan bahaneyle karşı çıkanlara bir gönderme yapılmış ve son bir uyarı
olarak onların ahiretteki hâlleri bildirilmiştir. Bu uyarının bir benzeri de İsra
suresindedir:

İsra 97: Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de
saptırırsa, artık bunlar için Allah’tan başka hiçbir veliy
bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır
oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları
yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi, onlara ateşi
artırırız.

35, 36. Ayetler:

Ve ant olsun ki Musa’ya Kitap’ı verdik kardeşi Harun’u da onunla birlikte


vezir [yardımcı, destekçi] kıldık.
Sonra da “Haydi ayetlerimizi yalanlayan o kavme gidin” dedik. Sonunda da
parçalayıp yok ettik.

Surenin bu bölümünde, eskiye ait birkaç kıssaya değinilerek tarihten ibret


alınması istenmiş ve ilk olarak da Musa peygamberin kıssasından bahsedilmiştir.
Zaman itibariyle Kur’an’ın muhataplarına en yakın olan Musa peygamberin kıssası,
ayrıntılı olarak A’râf suresinde yer almış, A’râf’ta yer almayan bazı olaylar da Kasas
suresinde bildirilmiştir.

37–40. Ayetler:

Biz Nuh kavmini de elçileri yalanladıklarında suda boğduk ve kendilerini


insanlar için bir ayet [ibret] kıldık. Ve Biz zalimler için çok acı veren bir azabı
hazırladık.
Ad’ı, Semud’u, Ress ashabını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de.
Ve Biz onların hepsine örnekler verdik ve hepsini kırdık geçirdik.
Ve ant olsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye gittiler.
Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Aksine bunlar öldükten sonra dirilmeyi
ummamaktaydılar.

Burada kısaca sözü edilen kavimler, aslında Arapların hikâyelerini çok iyi
bildikleri ve dilden dile naklettikleri, hatta güneye ve kuzeye doğru yolculuk
yaptıklarında da kalıntılarını gördükleri kavimlerdir. Bundan evvelki surelerde
hikâyeleri daha ayrıntılı anlatılmış olan kavimler, burada kısaca ismen
hatırlatılmakta ve böylece inkârcılar dolaylı olarak bir kez daha uyarılmaktadır.
Eski kavimlerin kalıntılarının Araplar tarafından görüldüğü, aşağıdaki
ayetlerde de yer almaktadır:

Saffat 133–138: Şüphesiz Lut da gönderilenlerdir.


Hani Biz onu ve ehlinin tamamını kurtarmıştık.
Ancak geride kalıp batanlar içinde kalan yaşlı bir kadın hariç.
Sonra diğerlerini helâk etmiştik.
Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onların üzerine uğrayıp
duruyorsunuz. Hâlâ akletmiyor musunuz?

25
Hicr 79: Böylece Biz onlardan [Eyke halkından] intikam aldık. İkisi de
[Eyke ve Meyden] açık bir yol üzerindedir.

41, 42. Ayetler:

Seni gördükleri zaman da; “Bu mu Allah’ın elçi olarak gönderdiği? Şayet
tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse
tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni alaya almaktan başka bir şey
yapmıyorlar. Ve onlar yakında azabı gördükleri zaman, kimin yolca daha
sapık olduğunu bilecekler!

Bu ayetlerde açıklanan müşriklerin alaycı tavırları, Kur’an’da başka ayetlerde


de konu edilmiştir:

Enbiya 36: Ve O inkâr etmiş kişiler seni gördükleri zaman, sadece, seni
alaya alıyorlar: “İlâhlarınızı anıp duran bu mudur?” Hâlbuki
onlar Rahman’ın zikrini inkâr edenlerin ta kendileridir.

Ra’d 32: Ve ant olsun ki, senden önceki elçilerle alay edildi. Ben de o
inkâr etmiş kişilere süre verdim. Sonra da onları
yakalayıverdim; haydin bakalım Benim azabım nasılmış!

Ayrıca, En’âm/10, Hicr/10, 11, Enbiya/41 ve Zühruf/6–8. ayetlerde de


değinilen bu konu, Hümeze suresinde daha geniş olarak alaycıların akıbetleri ile
birlikte yer almıştır.
Kâfirlerin kendi dinlerinde gösterdikleri sebat ise Sad suresindeki şu
ifadeleriyle açıklanmıştı:
“Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; ‘Bu bir
sihirbazdır, büyük bir yalancıdır. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten
şaşılacak [çok tuhaf] bir şey!’ dediler. Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler (ve
dediler ki): ‘İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten istenen [sizden
beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka bir] dinde işitmedik, bu ancak bir
uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan onun üzerine mi indirildi?’” (Sad/6-8)

43, 44. Ayetler:

Hevasını [kötü duygularını, tutkularını] tanrısı edinen kişiyi gördün mü? Peki,
onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?
Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (vahye) kulak vereceğini yahut
akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir.
Aslında yol bakımından daha sapıktırlar / şaşkındırlar [aşağıdırlar].

Bu ayetlerde, inkarcıların geçici çıkarları için ebedî hayatlarını mahvettikleri


ve kendilerini felâkete sürükledikleri bildirilmektedir. Ayrıca inkârcıların,
kendilerine verilmiş olan akıl nimetini kullanmayarak hayvanlardan beter bir
durumda olduklarına dikkat çekilmektedir. Çünkü hayvanların sadece doğal
ihtiyaçlarını gidermek üzere içgüdüleriyle hareket eden ama kendilerinin yarar ve
zararlarını da bilebilen yaratıklar olmalarına karşılık, zihinsel ve fiziksel birçok
yetenekle donatılmış olan insanın kendi yarar ve zararını bilememesi, bu tip

26
insanların dört ayaklı hayvanlardan daha aşağı bir durumda olduklarını
göstermektedir. Rabbimiz, kendi yarar ve zararını ayırt edemeyenler hakkındaki bu
nitelemesini daha evvel A’râf suresinde de yapmıştı:

A’râf 179: Ve ant olsun ki, cinnden ve insten birçoğunu cehennem için
yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri
vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler.
İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da
sapıktırlar. İşte onlar gafillerin [duyarsızların] ta kendileridir.

İnkârcıların hayvanlarla mukayesesini biraz daha derinleştirmek mümkündür:


- Körü körüne tutkularının ardından giden inkârcıların durumu, sürücüleri
tarafından otlağa mı yoksa mezbahaya mı götürüldüklerini bilmeyen hayvanların
durumuna benzemektedir. Çünkü böyle insanlar da nereye sürüklendiklerini,
felâkete mi yoksa kurtuluşa mı gittiklerini bilmemektedirler. Aradaki fark ise,
hayvanların akıllarının olmaması ve götürüldükleri yer konusunda sorumluluklarının
bulunmamasıdır. İşte, akıl nimetiyle donatılmış olan insanların hayvanlar gibi
davranması, onların durumlarını hayvanlarınkinden çok daha kötü yapmaktadır.
- Hayvanlar; kendilerine iyi davranan ile kötü davrananı ayırt ederler;
kendilerine faydalı olanı arayıp zarar verenden kaçarlar; kendilerine yem vereni,
bakıp gözeteni tanırlar ve ona itaat ederler. İnkârcılar ise; kendilerine yapılmış olan
lütuflar ile kendilerinin düşmanı olan şeytanın kötülüğünü birbirinden ayırt etmezler;
faydaların en büyüğü olan sevabı talep edip zararların en büyüğü olan ahiret
azabından kaçınmazlar; kendilerini bu dünyada yaşatan, gözeten ve kendi iyilikleri
için uyaran Allah’a şükür ve itaat etmezler.
- Hayvanlar bilgisiz oldukları için bilinçli davranışlarda bulunamazlar. Ama
bilgili olan insanların bilinçsiz davranışları, onların hayvanlardan sapık olduğunu
gösterir.
- Hayvanların ilim sahibi olmamalarının kimseye zararı yoktur. Ama
insanların cehaleti büyük bir zarar kaynağıdır. Çünkü cahil müşrikler, Allah’ın
yolunu eğri göstermek gayreti içine girerler ve diğer insanları Allah’ın yolundan
saptırırlar.
- Hayvanların yaratılışlarındaki özellikleri gereği, onlardan bir konuyu
araştırıp da o konu hakkında bilgi sahibi olmaları beklenemez. Ama insanların her
türlü araştırmayı yapıp bilmedikleri konuları öğrenme imkanları vardır. İşte
inkârcılar, araştırma yapmak bir tarafa, kendilerine tepside sunulan hazır bilgileri
reddettikleri için hayvanlardan daha aşağı seviyededirler.
- Hayvanlar, ilimsizliklerinden dolayı cezalandırılmazlar. Ama inkârcılar, bu
sebeple cezalandırılacaklardır.
İnkârcıların hayvanlar gibi davranmaları hâlinde karşılaşacakları sonucun
korkunç olacağı bellidir. Buradaki amaç inkârcıların uyarılmasını bıraktırmak değil,
kâfirleri kınamak suretiyle onları bir kez daha uyarmaktır.
Peygamberimize yönelik olan “Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?”
ifadesi, onun müşrikleri tevhide yöneltebilmek için ne kadar çok gayret ettiğinin
kanıtı ve aynı zamanda Rabbimizin onu teselli edişidir. Bu tarz teselliler birçok kez
yapılmıştır:

Fatır 8: Ya, kötü ameli kendisine süslenip de onu güzel görmüş olan
kimse de mi (iman edip salihatı işleyenler gibi olacak)? Şüphe
yok ki Allah dilediğini şaşırtır, dilediğine de kılavuz olur. O

27
hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp
gitmesin. Şüphesiz Allah, onların bütün yaptıklarını çok iyi
bilir.

45–47. Ayetler:

Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu elbet
hareketsiz de kılardı. Sonra Biz Güneş’i, ona delil kıldık. Sonra da onu kolay
bir çekişle kendimize doğru çektik.
Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık kılandır. Ve O, gündüzü
yayılış kılandır.

Bir önceki paragrafta, kâfirlerin kendilerine verilmiş olan akıl nimetine rağmen
düşüncesiz ve sorumsuz bir davranış örneği olarak şirkte direndiklerini ve bu
sebeple de hayvanlardan daha seviyesiz olduklarını vurgulayan Yüce Allah, bu ayet
grubunda kendisini tanıtmak için evrene koymuş olduğu yasalardan Güneş ile
bağlantılı olan “gölge”ye dikkat çekmektedir.
Arabistan gibi kurak ve çöllerle kaplı bir bölgede yaşayan insanlar için,
Allah’ın evrene koyduğu yasaların tanıtımında “gölge”nin kullanılması, o bölge
halkının gölgenin kıymetini dünyada en iyi kavrayacak insanlar olmaları bakımından
bir incelik arz etmektedir.
Onlara zımnen denmektedir ki: “Uzayıp kısalan gölgenin delili Güneş’tir. Eğer
yeryüzünde gölgenin uzayıp kısalmasıyla gözlemlenen değişiklikler olmasaydı, yani
Güneş ışınları kesintisiz olarak gelseydi ya da doğrudan gelmese de yeryüzü hep
gölgede kalsaydı, şu anda yaşanmakta olan hayat imkânsızlaşırdı. İşte, gölgenin
uzayıp kısalması, yeryüzündeki yaşamın mümkün olabilmesi için gerekli olan
düzenin sağlandığının kanıtıdır. Bu düzen ise tesadüf değil, Hakîm [hikmetler
sahibi] ve Kadîr Yaratıcı’nın eseridir. O hâlde sizler, gölgenin günlük hayatınızdaki
yararlarına dikkat edip düşünmeli, araştırmalı ve bu muhteşem sistemi kuran gücü
tanımalısınız.”

48, 49. Ayetler:

Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Ve Biz ölü


bir beldeye can verelim, yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su
sağlayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik.

Bu ayetlerde rüzgâr, bulut ve yağmurun Rabbimizin yeryüzünde kurduğu


düzendeki rolü dile getirilmekte ve suyun da hayatımız üzerindeki iki önemli
fonksiyonuna değinilmektedir: Can bulmak ve temizlik... Dünya üzerindeki tüm
canlıların [insanların, hayvanların ve bitkilerin] hayatî ihtiyacı olan su konusunda
Rabbimiz özellikle çok durmuş ve birçok ayet göndermiştir:

Rum 46: Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi, size rahmetinden


tattırması, emriyle gemilerin akıp gitmesi ve lütfundan rızk
isteyip kazanmanız da O’nun ayetlerindendir. Umulur ki
şükredesiniz.

28
Rum 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka
ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir.

A’râf 57: Ve O, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler/dağıtıcılar


[yayıcılar] olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü
bulutları yüklenince, onu kurak bir memlekete gönderir, sonra
onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden
çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız. Umulur ki
hatırlarsınız / öğütlenirsiniz.

Bakara 164: Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün


birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp
giden gemide, Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeri
ölümünden sonra diriltmesi ve onda deprenen canlıları
yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde, gök ile yer arasında
emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllarını çalıştıran bir kavim
için elbette ayetler vardır.

Neml 63: Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan,
rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi (daha
hayırlı)? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların
koştukları ortaklardan çok yücedir.

Fatır 9: Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra bir bulutu yukarılara


kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir.
Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte
böyledir ölmüş, çürümüş insanlara hayat vermek.

Casiye 5: Ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde ve Allah’ın


gökten bir rızktan indirip de onunla yeryüzünü ölümünden
sonra dirilttiği şeyde ve rüzgârları evirip çevirmesinde aklını
çalıştıran bir kavim için ayetler vardır.

Şûra 28: Ve O, insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve


rahmetini her tarafa yayandır. Ve O, övülmeye lâyık olan
gerçek Veliydir.

Bu konu, Kuran Araştırmaları Grubu’nun “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize”


adlı kitabında da işlenmiştir:

ÖLÜ BİR BELDEYİ CANLANDIRAN YAĞMURLAR

Kuranda yağmurun ölü beldeyi diriltme işlevine birçok ayette dikkat çekilir.

... Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi [toprağı]
canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla
sulamak için. (Furkan/48–49)

29
Yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne
bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır. Denizlerden buharlaşarak
bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı "canlandıracak" bazı maddeler
içerirler. Bu "canlandırıcı" özellikli yağmur damlalarına "yüzey gerilim damlaları"
adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katmanı
dedikleri üst kısımda oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu
yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonların bozulmasından gelen pek
çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor,
magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır, çinko, kobalt ve kurşun gibi
ağır metalleri seçip ayırarak kendi içlerinde toplarlar. Yeryüzündeki tohum ve
bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve
elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar. Kuran'da, bir başka ayette bu olay
şöyle bildirilir:

Ve gökten mübarek [bereket ve rahmet yüklü] su indirdik; böylece onunla


bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. (Kaf/9)

Yağışlarla toprağa inen bu tuzlar, verimi artırmak için kullanılan geleneksel


gübrelerin bazılarının (kalsiyum, magnezyum, potasyum vb.) küçük örnekleridir. Bu
tür aerosollerde bulunan ağır metaller ise, bitkilerin gelişiminde ve üretiminde
verimlilik artırıcı elementleri oluştururlar. Kısacası, yağmur önemli bir gübredir.
Fakir bir toprak, yalnızca yağmur aracılığıyla gelen bu gübrelerle bile, yüzyıllık bir
süre içinde bitkiler için gereken tüm elementleri kazanabilir. Ormanlar da, yine bu
deniz kökenli aerosoller yardımıyla gelişir ve beslenirler.
Bu yolla, her yıl kara parçalarının toplam yüzeyi üzerine 150 milyon ton gübre
düşmektedir. Bu doğal gübreleme işleyişi olmasaydı, Dünya üzerinde çok daha az
bitki olacak, hayat dengesi bozulacaktı. Ayette verilen, yağmurun canlandırma
özelliği ile ilgili bilgi, Kuran'ın sayısız mucizevî özelliğinden sadece biridir.
(Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize)

50–52. Ayetler:

Ve ant olsun Biz, öğüt almaları için, aralarında evirip çevirdik [çeşit çeşit
şekillerde anlattık]; ama insanların çoğu sadece nankörlükte dayattılar.
Şayet dileseydik Biz elbette her kente bir uyarıcı gönderirdik.
Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca
gücünle büyük bir cihat yap!

Klâsik eserlerin çoğunda, 50. ayetteki “onu” zamirinin 48. ayetteki “su”
sözcüğüne gönderilmesi sonucu, 50. ayette suyun çeviriminin kastedildiği yönünde
açıklamalar yapılmıştır. Bize göre ise bu, uygun olmayan bir yaklaşımdır. Zira
gruptaki son ayet olan 52. ayetteki “ve onunla onlara karşı büyük bir cihat yap”
ifadesinde yer alan “onunla” zamiri “Furkan”a gittiğine göre, 50. ayetteki “onu”
zamiri de “Furkan”a raci olmalıdır. Dolayısıyla burada evrilip çevrilen Kur’an’dır.
Yani, Kur’an’daki “afak” ve “enfüs”e dair ayetler [deliller], evrile çevrile, birçok
değişik şekildeki örneklerle anlatılmakta, bazılarının görmezden geldiği öğütler bu
örneklemelerle verilmektedir.
51. ayetten öğrendiğimize göre, her kente bir uyarıcı gönderilmemiştir. Bu,
insanların birliğini ve toplumların düzenlerini sağlamaya yönelik bir uygulamadır.
Eğer her kente bir elçi gönderilseydi, muhtemelen her kent kendi peygamberini

30
takım tutar gibi tutacak ve diğer kentlere hasım olacaktı. Böyle bir durumda ise,
düzen sağlamak için gönderilmiş olan elçiler, düzensizliğin sebebi hâline
geleceklerdi. Hâlbuki istenen; insanların tefrikaya düşmeden birlik ve beraberlik
içinde yaşamalarıdır. İşte bu yüzden peygamberler her kente değil, toplumlara
gönderilmiş ve toplumların bir peygambere uyması istenmiştir.

Fatır 24: Muhakkak ki Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak
gönderdik. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka
geçmiştir.

CİHAD

Surenin sonundaki “Cihad” yazımızda ayrıntılı olarak tahlil ettiğimiz “ ‫جهاد‬


cihad” sözcüğünü kısaca “İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için
tüm imkân ve kaynakları; bilgiyi, kalemi, medyayı, malı, mülkü seferber etmek”
şeklinde tanımlamak mümkündür.
52. ayette Rabbimiz elçisine, Kur’an ile büyük bir cihad yapmasını
emretmektedir. Yani elçi cihadında silâh olarak Kur’an’ı kullanacaktır. Diğer bir
ifade ile söylenecek olursa, elçi, Kur’an’dan başka silâh kullanmayacaktır. Demek
ki; küfrü, şirki, nifakı yıkmak için en etkin silâh Kur’an’ın içerdiği mesajlardır.
Tarihe bakıldığında da aynen böyle olduğu görülmektedir.
52. ayetteki “kâfirlere itaat etme” ifadesi, kâfirlerin uzlaşma arayışları içinde
olduklarını göstermekte ve aynı zamanda da elçiye kesinlikle böyle bir uzlaşma
yapmamasını emretmektedir. Rabbimizin kâfirlerle uzlaşmayı yasaklaması başka
ayetlerde de dile getirilmiştir:

Kalem 9–14: Arzu ettiler ki, sen onlara yağ çeksen / yaltaklanıversen onlar da
sana yağ çekeceklerdi / yaltaklanacaklardı.
İtaat etme şunların hiç birine; çok yemin eden, aşağılık,
alaycı, gammaz, koğuculuk için gezip duran,
hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış,
kaba / obur, sonra da kötülükle damgalı, asalak,
mal ve oğulları var diye.

Kâfirun 1–6: De ki: “Ey kâfirler!


Ben sizin taptıklarınıza tapmam / Ben sizin yaptığınız ibadeti
yapmam.
Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz / Siz de benim yaptığım
ibadeti yapmazsınız.
Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim / Ben asla sizin
yapmış olduğunuz ibadeti yapıcı değilim.
Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz / Siz de benim
yapmakta olduğum ibadeti yapıcı değilsiniz.
Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim
içindir.”

53, 54 Ayetler:

Ve O, iki denizi salıverendir; şu su tatlı ve susuzluğu giderici, şu da tuzlu ve


acıdır. Ve O, aralarına bir berzah [engel] ve yasak kılandır.

31
Ve O, sudan, bir beşer yaratıp sonra ona bir nesep ve sıhriyet kılandır. Ve
senin Rabbin her şeye güç yetirendir.

Bu ayetlerde yine Rabbimizin doğadaki yasalarından birine dikkat


çekilmektedir. Buna göre, acı ve tatlı sular aralarına konan bir engel ile birbirine
karışmamaktadır. Rabbimiz bu yasasını başka ayetler ile de bildirmiştir:

Neml; 61: Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında nehirler kılan, onun
için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı [daha
hayırlı]? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Bilakis onların çoğu
bilmiyorlar.

Rahman 19–21: İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi.


Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.
Şimdi siz ikiniz Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?

Bu yasa; denizlerdeki, göllerdeki, bataklıklardaki suların o su kütlesinde


bulunan minerallerden arınarak buharlaşmasını, buharlaşan suyun ise yeryüzüne tatlı
su olarak içmeye ve tarıma elverişli özellikte düşmesini ve yeraltı sularının
oluşmasını sağlamakta, ayrıca da okyanusların içinde var olan değişik akıntıları izah
etmektedir.
Kuran Araştırmaları Grubu da, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı
kitabında bu konuyla ilgili olarak Kaptan Cousteau’nun çok ilginç tespitlerine yer
vermiştir:

DENİZLERİN ARASINDAKİ ENGEL

19- İki denizi salmıştır, birbirleriyle birleşiyorlar.


20- Aralarında bir engel vardır, birbirlerinin sınırını aşmıyorlar.
(Rahman Suresi/19–20)

Denizaltı araştırmaları ile ünlü Fransız bilim adamı Kaptan Jacques Cousteau
denizlerdeki su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunu şöyle
anlatmaktadır:
"Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin
bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda
gördük ki, Akdeniz'in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda
kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu'ndaki su kütlesini inceledik
ve Akdeniz'den tamamen farklı olduğunu gördük. Hâlbuki Cebeli Tarık Boğazı'nda
birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit
veya eşite yakın olması gerekiyordu. Oysaki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda
bile ayrı yapılara sahiptiler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi
şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme
noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu. Aynı türden bir su engeli
1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in
birleştiği Mendep Boğazı'nda da bulunmuştu. Daha sonraki incelemelerimizde farklı
yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık
ettik."

32
Kaptan Cousteau'yu şaşırtan bu durum, denizlerin birleşmesine rağmen suların
karışmaması, Kuran'da 14 asır önceden söylenmiştir. Çıplak gözle algılanamayan ve
suyun algılanan özelliklerine ters gibi gözüken bu özellik, ilk olarak Arap
Yarımadası'nın denizcilikle ilgisi olmayan insanlarına açıklanmıştır.

DENİZLER ALTINDAKİ HAYATIN RENKLİLİĞİ

Birleşen denizlerin karışmaması ile ilgili bu olgu, Allah'ın Evren'deki çeşitliliği


mükemmel planlamasının bir örneğidir. Evren'in neresine bakarsak bakalım
insanların yüzlerinden, kelebeklerin, çiçeklerin yüz binlerce çeşidine kadar Allah'ın
harika ve çok çeşitli sanatlarına tanıklık etmekteyiz.
Denizlerin arasındaki engel, denizlerin altındaki hayatın daha renkli olmasına
katkıda bulunmaktadır.
Denizler altındaki hayatın çeşitliliğinde Kuran'ın dikkat çektiği özelliğin
önemli bir yeri vardır. "Yüzey gerilimi" adı verilen fiziksel özellik sayesinde komşu
denizlerin suları karışmamaktadır. Böylece komşu denizler farklı yoğunluk, farklı
tuz oranı ve farklı yapılar arz etmektedir. Bu farklı ortamlar, farklı canlıların
yaşaması için elverişli ortamlar oluşturmaktadır. Bu sayede denizaltı yaşamı
balıklardan, bitki örtülerine ve mikro canlılara kadar daha da büyük bir çeşitliliğe
sahip olmaktadır. Çok rahat karışabilen bir özellik gösteren su, Allah'ın denizlerin
altında işlettiği fiziksel kanunlarla bir duvara dönüşebilmekte ve bu özelliğiyle
canlıların çeşitliliğine katkıda bulunmaktadır. Güçlü dalgalar, kuvvetli akımlar suya
bu özelliğini kaybettirmemekte, denizlerin altındaki engel bunlara rağmen
görevlerini yerine getirmektedir. Kuran'ın dikkat çektiği denizlerdeki bu özellik,
hem Peygamberimizin döneminde bilinmeyen bir bilgiyi açıklamakla mucize
oluşturmakta, hem de Allah'ın her şeyi nasıl ince bir planla ayarladığına dikkatimizi
çekmektedir.

İki denizi birbiri üstüne salan O'dur. Bu tatlı ve ferahlatıcı, bu tuzlu ve acıdır.
Ve ikisinin arasına karışmalarını önleyen bir sınır olarak engel koymuştur.
(Furkan/53)

(Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize)

New York Bilimler Akademisi Rektörü ve Amerika Birleşik Devletleri


Bilimsel Araştırmalar Kurulu eski üyelerinden A. Cressy Morrissonn şöyle
demektedir:
“Ay bize 240.000 mil uzaklıktadır. Günde iki kere gerçekleşen med olayı bize
ayın varlığını gayet latif bir şekilde hatırlatır. Ayın çekim gücü sonucu okyanuslarda
meydana gelen kabarma bazı yerlerde yaklaşık olarak 18 m'ye kadar çıkar. Hatta ay
çekimi sonucu, yer kabuğu bile günde iki kere dışa doğru birkaç santim kayar. Bütün
bunlar bir dereceye kadar bize düzenli görülür. Ve biz, bütün okyanusun düzeyini
birkaç metre kabartan ve son derece sert görünen yer kabuğunu birkaç santim dışa
doğru kaydıran korkunç gücü kavrayamayız.
Merih gezegeninin de bir ayı vardır. Küçük bir ay. Bu ay sadece gezegene
6000 mil uzaklıktadır. Bunun gibi dünyamızın uydusu olan ay da şu andaki uzaklığı
yerine söz gelimi 50.000 mil uzaklıkta olsaydı, ay çekimi sonucu sularda meydana
gelen kabarma o kadar güçlü olurdu ki, deniz yüzeyinin altında bulunan bölgeler
günde iki defa, dağları aşındıracak güçte tazyikli bir suyun altında kalacaktı. Bu

33
durumda belki de gerekli çabuklukta derinliklerden yükselen dağlar olmayacaktı. Bu
basınç sonucu yer kabuğu çatlayacak, havadaki kabarma her gün kasırgaların
kopmasına neden olacaktı.
Dağların tamamen silindiğini varsayarsak, o zaman bütün yerküresinin
üstündeki suyun derinliği bir buçuk mil dolaylarında olacaktır. O zaman da hayat,
muhtemelen uçsuz bucaksız bir okyanusun derinliklerinde bulunacaktı.
Ne var ki, bu evreni yönlendiren el, iki denizi salıvermiş, ama bu iki denizin
arasına hem onların hem de evrenin yapısından kaynaklanan aşılmaz bir engel
koymuştur. Her yönüyle uyum içinde hareket eden evrenin planları, her işini yerinde
ve bir hikmete göre yapan, her şeyi hikmetle yönlendiren yüce yaratıcının eliyle
önceden belirlenmiş, özenle düzenlenmiş olarak uygulanmaktadır.
Böylesine düzenli ve sürekli işleyen bu planlama kendiliğinden ortaya çıkmış
bir tesadüf olamaz. Bütün bunlar evreni bir amaç için yaratan ve evrene hükmeden
ince ve sağlam yasaları, bu amacı gerçekleştirecek özelliklere sahip kılan yüce
yaratıcının iradesi ile meydana gelmektedir.”
(İnsan Yalnız Değildir” (İlim iman etmeye çağırıyor); A. Cressy Morrisson)

Rabbinin gücü her şeye yeter

54. ayette Rabbimiz, sudan yarattığı insanlar arasında bir soy ve akrabalık
yakınlığı kurduğunu bildirmekte, dolayısıyla insanın bir sosyal varlık olduğu
mesajını vermektedir. İnsanoğluna sosyal varlık niteliği kazandıran soy ve sıhrî
yakınlık ise, anne babanın tüm özelliklerini taşıyan, son derece küçük ama çok ince
hesaplarla plânlanmış iki eşey hücresi ile sağlanmaktadır. Çünkü anne ve babanın
özelliklerini taşıyan formülleri içermekte olan iki hücrenin birleşmesiyle oluşan yeni
hücre hem annenin hem babanın hücrelerindeki özellikleri taşımakta, böylece iki
bağımsız bireyin de [anne ve babanın] soyu durumunda olmaktadır. İşte bu yeni soy
bağı, farklı soylardan gelen anne ve babanın kendi soylarındaki bireyler arasında da
bir yakınlaşma sağlamakta ve ortaya sıhrî bağlar çıkmaktadır.
Allah’ın insanlara bahşettiği hayatın sürekliliğini ve insanların toplum hâlinde
yaşamalarını sağlayan bu olay, günlük sıradan bir olay gibi kabul edilmektedir ama
bu süreç incelendiğinde görülmektedir ki, olayın gerçekleşmesini sağlayan
olağanüstü plân ve plânın gerçekleşmesi sırasındaki hayret verici safhalar, gerçekten
de Rabbimizin gücünün her şeye yeteceğine yeterli bir kanıt durumundadır.
Anne ve babaya ait o küçük hücrelerde gizli bulunan kalıtımsal özelliklere
ilişkin bazı açıklamalar aşağıdadır:
"Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve genler [kalıtım taşıyıcıları]
içerir. Koromozom, geni içeren küçük ve sönük bir çekirdektir. Genler kesin olarak
herhangi bir canlının ya da insanın temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir.
Stoplazma ise, kromozom ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir.
Kalıtım taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insanların kişisel
özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu
olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse, bir yere
konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur.
Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla görülebilen genler, bütün
insanların, hayvanların ve bitkilerin karakterlerinin, özelliklerinin mutlak
anahtarlarıdır. İki milyar insanın kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç
kuşkusuz küçük hacimli bir yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma
götürmez gerçeklerdir.

34
Cenin nutfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya çıkmasına doğru bir
düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken tescil edilmiş bir tarihi anlatır.
Bu tarih genlerdeki ve sitoplazmadaki atomların diziliş şekli ile korunur ve dile
getirilir.
Genlerin bütün canlıların yapısında yer alan soya çekim hücrelerindeki
atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret olduklarını görmüştük. Bu
şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride kalanların ve bütün canlı varlıkların
özelliklerinin korunduğu bir arşiv niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar
bütün bitkilerin köklerine, gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine
egemendir. Başta insan olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını
ve kanatlarını belirler." (“İnsan Yalnız Değildir” adlı kitaptan naklen; Fi Zılali’l
Kur’an)

55. Ayet:

Onlar da Allah’ın astlarından kendisine fayda vermeyen ve zarar vermeyen


şeylere tapıyorlar ve o kâfir, Rabbinin aleyhine arka çıkandır.

Surenin başında, 3. ayette değinilmiş olan konuya bu ayette tekrar değinilmiş


ve kendisine fayda veya zarar veremeyen şeylerin arkasına düşmeleri sebebiyle
kınanan kâfirlerin bu davranışları “Rabbleri aleyhine arka çıkmak” olarak
nitelenmiştir. Bu ayetin bir benzeri Ya Sin suresindedir:

Ya Sin 74, 75: Bir de onlar, Allah’ın astlarından kendileri yardım olunurlar
ümidi ile ilâhlar / tanrılar edindiler.
Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri [ilâh
edinenler], onlar [sözde ilâhlar] için hazır askerlerdir.

56, 57. Ayetler:

Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.


De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve
sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.”

Bu ayetlerde isyancı, nankör ve inatçı müşriklerin tutumlarına karşı nasıl


davranması gerektiği hakkında peygamberimize öğüt verilmekte ve görev sınırları
hatırlatılarak peygamberimiz teselli edilmektedir. Çünkü peygamberimiz öğütçüden,
uyarıcıdan ve müjdeciden başka bir şey olmadığı gibi, bu görevleri için de kimseden
herhangi bir karşılık istememektedir. Bu nedenle kâfirlerin davranışları yüzünden
kendini sorumlu tutması gerekmemektedir. Rabbimiz elçisine tek isteğinin herkesin
Allah yoluna gelmesi olduğunu söylemesini buyurmaktadır.
Yusuf/104, Şuara/109, 127, 145, 164, 180, Sebe/47, Ya Sin/ 21, Sad/86,
Yunus/72, Hud/29, 51, Şûra/23, Kalem/46, Tur/40 ayetlerinden de görmekteyiz ki,
Rabbimiz hiçbir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret
istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi
mümkün değildir. Buna, akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de
dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.
Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi
duyulmasını istediği yolunda asılsız iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin
etkisiyle konumuz olan 57. ayete ve Şûra suresinin 23. ayetine bir istisna ilâvesi

35
yapılmış ve pek çok mealde, Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi
istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde
yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük veya bir işaret
yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için
sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum ise, yani peygamberimizin yakınları
için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik
ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten ayetlerin siyak ve sibakında hitabın hep
kâfirlere olmasından anlaşılacağı gibi, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık,
bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve
onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda
taraflardan birinin karşı taraftan, kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son
derece mantıksızdır.
Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri,
elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar
gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak
bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs
germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne
üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan
birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam
aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket
eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını
kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize
göre, peygamberimiz, sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor,
aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik
kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.

58. Ayet:

Ve sen, ölmeyen Hayy’e [daima diri olana] güvenip dayan. Ve O’nu övgü ile
arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O [daima diri olan] yeter.

Bu ayette, ölümlülerden bir şey istenilmemesi ve onlara bel bağlanılmaması


emredildikten sonra, tevekkül edilecek tek merciin hiç ölmeyen ‫ى‬ ّ ‫الح‬Hayy [Allah]
olduğu bildirilmektedir. Zira müşriklerin bel bağladıkları tanrılarının kendilerine bile
hayırları yoktur; hepsi fanidir ve fani şeylere bel bağlayanlar da sürekli kaybetmeye
mahkûmdur.
Surenin sonunda ayrıntılı açıklamasını verdiğimiz “tevekkül” kısaca “kişinin
azimden [her türlü tedbiri aldıktan] sonra, işin sonucunu Vekil’e [varlığı ayakta
tutan, sürdüren, koruyan ve rızk veren Allah’a] bırakması” demek olup Rabbimizin
inananlara buyurduğu bir görevdir:

Müzzemmil 9: Doğunun ve batının Rabbidir O. O’ndan başka tanrı diye bir şey
yoktur. Bu nedenle O’nu vekil et.

Hud 123: Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Ve tüm iş/oluş
yalnızca O’na döndürülür. O hâlde O’na kulluk et, O’na
dayanıp güven. Rabbin, yapmakta olduklarınızdan gafil
[habersiz, duyarsız] değildir.

36
Mülk 29: De ki: “O, Rahman’dır. Biz O’na inanmış ve sadece O’na
dayanmışızdır. Artık kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu
yakında bileceksiniz.”

59. Ayet:

O [Hayy], gökleri, yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan,


sonra Arş üzerine istiva edendir, Rahman’dır. Haydi, sen bunu çok iyi
haberdar olana [çok iyi bilene] sor.

Kaf suresinin 38. ayetinin tahlilinde belirttiğimiz gibi, ayette geçen “altı gün”
ifadesi “altı devre” anlamına gelmektedir.

İSTİVA

Müteşabih bir anlatım olan “arşa istiva” ifadesi, lâfzen “arşın üstüne
kurulmak”, mecazen de “en büyük makama sahip olmak, en büyük gücü elinde
bulundurmak” anlamına gelir. Allah’ın mekândan münezzeh olduğu birçok ayetle
bildirildiğine ve aklen de sabit olduğuna göre, bu ifadede sözcüklerin “hakikat”
anlamlarının murat edilmiş olması mümkün değildir. Dolayısıyla Allah’ın arşa istiva
etmesi, Allah’ın en büyük makama sahip olduğunu ve en büyük gücü elinde
bulundurduğunu ifade etmektedir.
Ayetteki “Habir’e sor” ifadesinden -Rabbimizin bir adının da “Habir” olması
sebebiyle- “Allah’a sor” anlamı çıkarmak mümkün gibi görünse de, ayetteki söz
akışı buna imkân vermemektedir. Çünkü zaten bu açıklamayı yapan Habir Allah’ın
kendisidir ve yaptığı açıklamadan sonra Allah’ın, “sen bunu Allah’a sor” demiş
olması uygun düşmemektedir.
Biz, güvenilmesi gereken ölümsüz Hayy’in [Allah’ın] başka niteliklerinin de
ortaya konulduğu bu ayette, Allah’ın belirtilen bu niteliklerine bilgin kişilerin tanık
tutulduğunu ve ayetteki “Habir [çok iyi bilen]” ifadesiyle Ehl-i Kitap bilginlerinin
kastedildiğini düşünüyoruz. Nitekim Nahl suresinin 43. ayetindeki “onu Zikir ehline
sor” ifadesinden anlaşıldığına göre, yerin ve göklerin altı günde yaratıldığı Ehl-i
Kitap bilginlerince bilinmektedir ve onlar bu bilgiyi ellerindeki kitaptan almışlardır:

Kitab-ı Mukaddes’te şöyle denilmektedir:

11- Çünkü ben RABB, yeri, göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım,
yedinci gün dinlendim. Bu yüzden Şabat Günü'nü kutsadım ve kutsal kıldım.
(Çıkış, Bab 20, 11. cümle)

Ancak Kitab-ı Mukaddes’te geçen “yedinci gün dinlendim” ifadesi, Kur’an


tarafından şöyle tashih edilmiştir:

Kaf 38: Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde
yarattık. Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.

60. Ayet:

37
Ve onlara “Rahman’a boyun eğin” dendiği zaman, “Rahman da neymiş?
Senin bize emrettiğin şey için mi boyun eğeceğiz?” dediler. Ve bu [boyun
eğme emri], onların nefretlerini artırdı.

Bu ayette, müşriklerin küstah bir tavır içine girerek Allah’ın (59. ayette
vurgulanmış olan) “Rahman” sıfatını yadırgadıkları görülmektedir. Müşriklerin bu
tavrı daha önce Firavun tarafından Musa peygambere karşı da gösterilmiştir:

Şuara 23: Firavun: “Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?” dedi.

Aslında müşriklerin “Rahman da neymiş?” demeleri, onların isyanlarından


kaynaklanmaktadır. Zira Mekke kâfirleri, onlara göre bir kabile tanrısı olan
Rahman’dan habersiz değildirler:

İsra 110: De ki: “Allah” diye çağırın veyahut “Rahman” diye çağırın.
Hangi şeyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O’nundur.
Namazında sesini pek yükseltme, gizli de yapma. Ve bu ikisi
arasında bir yol ara.

Mekke müşriklerinin Rahman hakkındaki sorunlarının O’ndan habersiz


olduklarından değil de gururlarından, isyanlarından kaynaklandığı, ayetin onların bu
davranışları yüzünden cezalandırılacakları yönündeki ifadesinden anlaşılmaktadır.
Çünkü eğer sadece habersiz oldukları için Rahman’a karşı çıkmış olsalardı, elbette
Allah onlara kendisinin Rahman olduğunu yumuşak bir dille anlatırdı. Ayrıca,
“Rahman” sözcüğünün eski zamanlardan beri Allah için kullanılıyor olduğu tarihî
bir gerçek olup bu da müşriklerin “Rahman” isminden habersiz olmadıklarını
göstermektedir.
Bu konuyla ilgili olarak Mevdudi’nin tespitleri özet olarak aşağıdadır:
Şunun belirtilmesi gerekir ki, Arabistan'da hakiki inancın ışığı tümüyle ilk kez, tarih öncesi
dönemde yaşamış olan Hud ve Salih Peygamberler tarafından yayılmıştı. Onları Rasûlullah'tan (s.a)
2500 yıl önce yaşamış olan İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar izledi. Onlardan sonra ve
Rasûlullah'tan 2000 yıl önce Arabistan'a gönderilmiş olan son peygamber Şuayb Aleyhisselâm'dı.
Görülüyor ki, bu oldukça uzun bir zaman dilimidir. İşte, bu kavme hiç uyarıcının gelmediği bu
yüzden zikredilmektedir ve vakıa da budur. Bu, onlara hiç peygamber gönderilmediği anlamına değil,
bu kavmin uzun süredir bir uyarıcıya ihtiyaç duyduğu anlamına gelir.
Burada hemen cevaplandırılması gereken bir soru akla gelebilir. Şöyle ki: Rasûllullah'tan
önceki yüzlerce yıl Arap toplumuna hiç peygamber gelmediğine göre, cahiliye çağları boyunca
sapıklık içinde yaşamış insanlar hangi gerekçeyle hesaba çekileceklerdir? Onlar, kendilerini hata ve
sapıklıktan koruyacak bir kılavuza sahip değildirler. Öyleyse, sapmış olmaları durumunda, bu
sapıklıklarından ötürü nasıl mesul tutulacaklardı. Cevap şudur: Onlar hakikî inanca dair ayrıntılı
bilgiden yoksun olabilirlerdi belki; fakat cahiliye dönemlerinde bu insanlar tevhîd inancından
habersiz değildiler; çünkü hiçbir peygamber, takipçilerine putperestliği talim etmemişti. Bu hakikat
Arapların kendi beldelerinde doğmuş olan peygamberlerden gelen rivayetlerde de ihtiva
edilmekteydi; ayrıca kendi beldelerinin hemen bitişiğinde doğmuş bulunan Musa, Davud, Süleyman
ve İsa'nın (Aleyhimüsselâm) öğretilerini de bilmekteydiler. Arap geleneklerinde de çok iyi
bilinmekteydi ki, Arapların kadim dönemlerinde izlenen gerçek din, İbrahim'in diniydi ve puta
tapmayı onlar arasında başlatan ilk Adam Amr bin Luhayy idi. Şirk ve putperestliğin tüm
yaygınlığına rağmen Arabistan'ın birtakım kesimlerinde Şirk'i reddedip, tevhid'i benimseyen ve
putlara kurban sunmayı açıkça lânetleyen çok sayıda insan bulunuyordu. Bizzat Rasûlullah'ın (s.a.)
zuhuruna yakın dönemde "Hunefa" (hanifler) olarak bilinen çok sayıda insan yaşamıştı ki, bunlardan
bazıları şunlardı: Kuss bin Saidet-ül- İyadi, Ümeyye bin Ebi es-Salt, Suveyd bin Amr el-Mustalikî,
Vaki bin Selame bin Züheyr el-İyadî, Amr bin Cündüb el-Cühenî, Ebu Kays Serme bin Ebi Enes,
Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varak bin Nevfel, Osman bin el-Huvaris, Ubeyde bin Cahş, Amir bin ez-

38
Zerb el-Advanî, Allaâf bin Şehab et-Temimî, El-Mütelemmis bin Ümeyye el-Kinanî, Zühehyr bin
Ebû Selmâ, Halid bin Sinan bin Gays el-Absî, Abdullah b. Kudâî... vd.
Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi'i tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı
olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar
aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak
keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin var
olduğunu ortaya sermektedir.
Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek
ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş
ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı
tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer
almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde
"Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin
keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği
mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ
mevcut bulunduğunu göstermektedir: "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır"
Tarih, eski çağlarda Sebeliler arasında sadece bir tek Allah'a ibadet eden küçük bir topluluğun
yaşadığını göstermektedir. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Yemen'de bulunan kitabeler
bu küçük unsurun varlığına işaret etmektedir. Yaklaşık olarak M.Ö. 650 yıllarına ait kitabeler, Sebe
krallığı içinde, sadece Zu-semevi veya Zû-semâvi'ye (yani Rabb es-Sema! Göklerin rabbi) ibadete
hasredilmiş evler bulunduğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu ilâhtan Meliken zu-semavi (Göklerin
sahibi olan Melik) diye bahsedilmektedir. Sebelilerin bu mirası Yemen'de yüzyıllarca yaşamaya
devam etmiştir. M.S. 378 tarihli bir kitabede "İlah zu-semavi" (bu mabet, ilâh zu-semavi'ye aittir)
ifadesi bulunmaktadır. M.S. 465 tarihli bir kitabede şöyle bir ifade yer alır: "Bi-nasr ve riza ilâh-in bel
semin ve ardin (Göklerin ve yerin sahibi olan ilâhın yardım ve rızasıyla) . M.S. 458 tarihli başka bir
kitabede de Rahman kelimesi, bi-rıza Rahmanen (Rahmanın yardımıyla) şeklinde kullanılmaktadır.

Klâsik kaynaklarda 60. ayetin Ebucehil hakkında indiğine dair nakiller


mevcuttur. (Mükatil) Bunlara göre güya peygamberimiz; “Rahman’a secde edin”
deyince, Ebucehil, “Rahman Müseyleme’dir. Sen nasıl oluyor da rakibin olan,
peygamberlik davası güden Müseyleme’ye secde edin dersin” diyerek
peygamberimizi tutarsızlıkla itham etmiş ve bu sebeple de bu ayet inmiştir. Ancak,
böyle bir şeyin doğru olması mümkün değildir. Zira bu ayetler Mekke’de Ebucehilin
sağlığında inmiştir. Ama Müseyleme Medine döneminin sonlarında, Ebucehilin
ölümünden yıllar sonra ortaya çıkmıştır.

61, 62. Ayetler:

Gökte burçlar kılan, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay kılan ne
cömerttir.
Ve O, öğüt almayı veya şükretmeyi dileyen kimseler için gece ile gündüzü
hılfeten [birbiri ardınca] kılandır.

Bu ayetlerde Rabbimiz, kullarına lütfettiklerinden bir kısmını saydıktan sonra


cömertliğinin sınırsızlığını vurgulamakta ve öğüt almak, şükretmek isteyenlerin bu
bereketten, bolluktan istifade etmelerini istemektedir.
Yapılan bu davete ek olarak Rabbimizin tekvinî ayetleri gözler önüne
serilmekte, Güneş, Ay ve yıldızların insanoğlunun yaşamındaki önemine dikkat
çekilmektedir. Bu gök cisimlerinin yaşamdaki yeri ve önemi başka ayetlerde de dile
getirilmiştir:

Yunus 5: O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını
ve hesabını bilesiniz diye Ay’a menziller ayarlayandır. Allah

39
bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için
ayetleri detaylandırır.

Nuh 15, 16: Allah’ın yedi göğü tabakalar hâlinde nasıl yarattığını
görmediniz mi?
Ve Ay’ı onların içinde bir ışık kıldığını, Güneş’i de bir lâmba
kıldığını (görmediniz mi)?

A’râf 54: Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeryüzünü altı günde


yaratan, sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü, durmadan
kovalayan gece ile bürüyen ve Güneş, Ay ve yıldızları emrine
boyun eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki yaratma ve
emir sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı
ne yücedir!

Ya Sin 40: Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü
öne geçici değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler.

Hİcr 16: Ant olsun Biz, gökte birtakım burçlar kıldık ve bakanlar için
onu süsledik.

63–74. Ayetler:

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler


ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.
Onlar [Rahman’ın kulları], Rabblerine secdeler ve kıyamlar ederek
gecelerler.
Ve Onlar [Rahman’ın kulları], Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav!
Doğrusu onun azabı daimî bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh, ne
kötü bir ikametgâhtır!” derler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da
etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur.
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha
yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile
öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır.
Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır.
Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş
olarak Allah’a döner.-
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye
rastladıkları zaman saygınca geçerler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri
hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar
[davranmazlar].
Ve o kişiler [Rahman’ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve
nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi muttakilere önder
kıl!” derler.

40
Önceki ayetlerde Allah’ın sonsuz cömertliğinden istifade etmeleri için kullara
açık davetler yapılmış ve sunulan bu imkânlara sırt çevirenlerin varlığından söz
edilmişti. 63–74. ayetlerde ise, bu davete uyarak Rahman’a kul olanların sahip
oldukları nitelikler belirtilmekte, böylece herkesin örnek alması gereken ideal insan
tipi tarif edilmektedir:
Yeryüzünde yürürken böbürlenerek değil tevazu ile yürürler.
Rahman’ın kullarının yürüyüşleri onların; yumuşak huylu, güzel ahlâklı, doğru
düşünceli olduklarını belli edecek şekilde, tevazu ile olmalıdır. Büyüklenerek
yürümek ise zalimlere has bir davranıştır.

İsra 37: Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla


yeri yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.

Lokman; 18: Ve insanlar için avurdunu şişirme [kibirlenme] ve yeryüzünde


böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve
kuruntu edenleri sevmez.

Firavun bozuntularının yürüyüşleri ise Kıyamet suresinde belirtilmiştir:

Kıyamet 31–33: Fakat o, ne tasdik etti, ne destekledi. Fakat o, yalanladı ve geri


durdu. Sonra da gerine gerine ehline [ailesine, arkadaşlarına]
gitti.

Cahil kimseler sataştıklarında onlara uymaz, sadece “selâm!” deyip geçerler.

Ayette “cahiller” olarak nitelenenler, okuma yazma bilmeyen ve öğretim


görmemişler değil, kaba ve küstah kişilerdir. Rahman’ın kulları, kendilerine kaba ve
küstahça davranan cahillerle karşılaştıklarında onlara esenlik dileyip yollarına
devam ederler ve bu kişilere karşı ne kin beslerler, ne de hınç duyarlar.

CEHALET

Türkçede “bilgisizlik” anlamında kullanılan bu sözcüğün Arapçası “ ‫ جهل‬cehl,


cehalet”tir. (Lisanü’l-Arab; c.2, s.246 chl mad.) Kur’an’da türevleriyle birlikte 24
kez geçer.
Kur’an’daki kavramlar konusunda büyük bir otorite kabul edilen Ragıb el-
İsfehanî, “cehl” sözcüğüne, Kur’an’a dayanarak üç anlam vermiştir:
Birinci anlam: Nefsin bilgiden boş olmasıdır.
İkinci anlam: Gerçeğin dışında bir şeye inanmaktır.
Üçüncü anlam: Bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmaktır.
(el-Müfredat; chl mad.)
Bu anlamlara göre, İslâm’ın kastettiği cahillik [bilmezlik], kişinin okuryazar
olmaması veya fizik, kimya, tarih, coğrafya gibi konularda bilgili olmaması değil,
kişinin gerçeğin dışında bir şeye inanması, hakkın tersini yapmasıdır. Nitekim
Kur’an, kendinden önceki dönemin inanç ve davranışlarına [atalar dinine] saplanıp
kalmaya “cehalet” demiş, peygamberimiz de cehaletten kurtarmak için insanlara
fizik, kimya ve benzeri şeyleri değil, gerçeği, gerçeğe inanmayı ve gerçeği yaşamayı
öğretmiştir.
Kur’an’da cehaleti tanıtan ayetler şunlardır: A’râf/138, 199, Hud/29, 46,
Neml/55, Ahkâf/23, En’âm/35, 54, 111, Bakara/67, 273, Yusuf/33, 89, Zümer/64,

41
Kasas/55, Ahzab/33, 72, Nisa/17, Nahl/119, Hucurat/6, Âl-i Imran/154, Maide/50,
Fetih/26.
Kur’an’ın kendisinden önceki dönemin inanç ve davranışlarını cehalet olarak
nitelemesinin istisnası, o dönemdeki toplumlarda yaşamış olup da gerçeği görmüş ve
sadece Allah’a kul olmuş kimselerdir. Bu kimseler Kur’an’da övgüyle anılmışlardır:

Kasas 52–55: Ondan [Sözden; vahyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap


verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da
inanırlar.
Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar, “Biz
ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir.
Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık” dediler.
İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere
verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini
rızklandırdığımız şeylerden infak ederler.
Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve
“Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca
sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.

Âl-i Imran113,114: Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan
bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin
saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.
Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle
yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar.

Âl-i Imran 199: Ve şüphesiz ki, kitap ehlinden Allah’a inananlar, size indirilene
ve kendilerine indirilene Allah’a boyun eğerek inananlar vardır.
Onlar Allah’ın ayetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar,
ücretleri Rabbleri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı
çabuk görendir.

Nisa 162: Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana
indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar,
namazı kılan, zekâtı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman
edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfat
vereceklerimizdir.

Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: A’râf/159, Maide/82–


84, En’âm/114, Ra’d/36, İsra/107–109, Ahkaf/10, Ankebut/47 ve Bakara/121.

Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler

Bu ifade ile Rahman’ın kullarının şımarmadığına dikkat çekilmektedir.


Allah’ın kendilerine veliy olduğunu bildirmesine ve cehennem ateşinin onlara
dokunmayacağını vaat etmesine rağmen, bu kimselerin kulluktan şaşmadıkları ve
Rabblerine bağlılıklarını daima sürdürdükleri bildirilmektedir.

42
Secde 16: Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümit içinde
Rabblerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızklardan
bağışlarlar.

Zariyat 17, 18: Onlar geceleyin pek az uyuyorlardı.


Ve seherlerde onlar bağışlanma diliyorlardı.

Zümer 9: Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak,


daima ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse
mi? De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur
mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar.

Âl-i Imran 16, 17: O kişiler ki, “Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim
suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” derler.
(Ve Allah) O sabreden, o doğru olan, o kunut yapan, o infakta
bulunan ve seherlerde istiğfar edip yalvaran (kulları görür).

Cehennem korkusu için dua ederler

Cehennemden korkma ve cehennem azabından korunmakla ilgili Kur’an’da


yüzlerce ayet mevcut olup Rahman’ın kulları bu ayetlere uygun davranırlarlar.

Harcamaları dengelidir

Rahman’ın kulları, harcamada bulunurken dengeli hareket ederler. Ne gerekli


harcamalarının sınırını aşarak israfta bulunurlar, ne de para biriktirip yığmak için
cimrilik ederler. Onlar yalnızca tutumludurlar.

İsra 26, 27: Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Ve saçıp
savurma. Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir.
Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.

Allah’tan başkasına tapmazlar

Rahman’ın kulları Kur’an’ın tevhit ve şirk ile ilgili yüzlerce ayetine uygun
davranırlar.

Haksız yere cana kıymazlar

Ayette “haksız yere” ifadesi ile kısas ve savaşta öldürmeler istisna edilmiştir.
Kısas ile ve savaş şartlarında cana kıymak Allah’ın emirlerinden olup birer kulluk
görevidir.

Zina etmezler

Rahman’ın kullarının yapmayacakları şeylerden biri de zina fiilidir. Yüzlerce


sosyal felâketin sebebi olan bu kötü fiil, ayrıntılı olarak İsra suresinde açıklanacaktır.

Yalan şahitliği etmezler

43
Günlük hayatlarında ve mahkemede gerçek dışı bir beyanda bulunmadıkları
gibi, yalanı doğru çıkaracak şekilde bir davranışa da yeltenmezler. Yani, yalana,
sahtekârlığa, kötülüğe seyirci kalmazlar.

İftira, yalan ve boş sözlerin konuşulduğu yerlerde durmazlar

Arapçada “lağv” sözcüğü, kişinin amacına ulaşmasında yararı olmayan her


türlü boş ve anlamsız şeyleri içine alır ve bu meyanda yalanı, gıybeti, çekişmeyi,
çekiştirmeyi, iğrenç şarkıları, müstehcen fıkraları ve benzeri şeyleri de kapsar. (el-
Müfredat; lğv mad.)
İşte, Rahman’ın kulları “lağv”a rastladıklarında onlara iltifat etmezler ve
kendilerine herhangi bir pislik bulaşacakmışçasına oradan uzaklaşırlar.
Basit dünya hayatında hiç bulaşmadıkları “lağv”, cennette ise Rahman’ın
kullarının karşısına hiç çıkmayacaktır:

Tur 23: Orada kendisinde lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokma
olmayan bir kadehi kapışırlar.

Vakıa 25: Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler.

Nebe’; 35: Orada lağv [boş söz, saçmalama] işitmezler bir yalan da
(işitmezler).

Ğaşiye; 11: Orada boş bir söz işitmez.

Allah’ın ayetlerine karşı çok duyarlı davranırlar

Rahman’ın kulları, kendilerine uyarı için Allah’ın ayetleri okunduğunda ona


karşı kör ve sağırlar gibi davranmazlar. Ayetlerin mesajlarına kulaklarını
kapamazlar ve bakıp görmeleri istenen ayetleri görmezden gelmezler.

Enfal 2, 3: Hiç şüphesiz müminler ancak o kişilerdir ki, Allah anıldığı


zaman yürekleri ürperir ve O’nun ayetleri onlara okunduğu
zaman imanlarını arttırır. Ve onlar yalnızca Rabblerine tevekkül
ederler.
Onlar ki, salâtı ikame ederler ve kendilerine rızk olarak
verdiğimiz şeylerden infak ederler.

Rabblerinden iyi eş ve hayırlı evlat dileğinde bulunurlar

65. ayette Rahman’ın kullarının kendi kurtuluşları, 74. ayette de eşleri ve


çocukları için dua edişleri bildirilmektedir. Görülüyor ki, gerçek müminler bencil
değildirler; aynı zamanda çevrelerindeki insanların kurtulmaları ve saygın kişiler
olmaları için de Allah’a dua etmektedirler.

Allah’tan kendilerin muttakilere önder yapılmasını dilerler.

Ayetteki bu ifadede çok ince bir nokta vardır. Rahman’ın kulları, toplumlara
yöneticilik veya siyasî liderlik için değil, muttakilere önderlik etmek için dua
etmektedirler. Bunun anlamı, “Takva, dindarlık ve salihatı işlemede üst olalım, yani

44
muttakilere rehberlik edelim ki, dünyada fazilet ve takvanın yayılmasında öncüler
olalım” demektir.

75, 76. Ayetler:

İşte onlar [Rahman’ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin en


yüksek makamlarında]; orada ebedî kalacaklar olarak mükâfatlandırılacaklar,
orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır -orası ne güzel bir karargâh ve ne
güzel bir ikametgâhtır. -

63–74. ayetlerde üstün nitelikleri sayılıp dökülen Rahman’ın kullarının


ahiretteki konumları da bu ayetlerde açıklanmaktadır. Bu kişilerin akıbetleri, birçok
ayette farklı anlatımlarla dile getirilmiştir:

Ra’d 20–24: O kişiler, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı


bozmazlar.
Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler.
Rablerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla
sabretmişler, namazı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz
rızklardan gizli ve açıkça infak etmişlerdir. Ve onlar
çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun
akıbeti, adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar,
atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn
cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına
girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu
yurdun sonu ne güzeldir!”

Ahzab 44: O’na kavuşacakları gün onların selâmlamaları “Selâm”dır. O


[Allah] da onlar için cömertçe bir ödül hazırlamıştır.

Hud 108: Ve şu mutlu olanlara gelince, onlar da gökler ve yer durdukça


ardı arkası kesilmeyen bir ikram olarak cennettin içinde sürekli
olmak üzere kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.-

Zümer 20: Lâkin Rabblerine takvalı davranan o kişiler için, Allah’ın vaadi
olarak altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne yapılmış gurfeler
[köşk üstünde köşkler] vardır. Allah vaadinden caymaz.

Nisa 147: Eğer şükretmiş ve iman etmişseniz Allah sizin azabınıza ne


yapar? Allah, şükrün karşılığını veren ve en iyi bilendir.

‫الغرفة‬GURFE

“ ‫الغرفففة‬Gurfe” sözcüğü, Arapça’da “yüksek olan” anlamına gelir. Yedinci


semaya da gurfe denir. (Lisanü’l-Arab; c.6, s. 608, grf mad.) Buna göre, her yüksek
bina bir “gurfe”dir. “Rahman’ın kullarının gurfede olmaları”ndan maksat, onların
cennette yüksek derecelerde, köşklerde olduklarını bildirmektir.

77. Ayet:

45
De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes
yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.”

Bu ayette Rabbimiz elçisine yalanlayıcılara yönelik bir hitap yaptırmış ve bu


hitap ile Rabbine yakarmayan birinin Allah katında herhangi bir değerinin olmadığı
ve olamayacağı açıklanmıştır.
Nitekim bu ayetin muhatapları olan yalanlayıcıların akıbetleri korkunç olmuş,
onlar dünyada iken de rezil ve rüsva olmuşlardır. Onların ahiretteki hâlleri ise,
Rabbimizin Kur’an’da açıkladığı gibi, temelli kalacakları cehennemde çok çeşitli
azap içinde yaşamalarından başka bir şey değildir. Yalanlayıcılar bu korkunç sonu
hesap gününde büyük bir pişmanlıkla hissedeceklerdir:

Kehf 49: Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan


korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki,
büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve
onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye
zulmetmez.

En’âm 30: Ve Rabblerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir


görsen! (Rabbleri onlara) “Bu, bir gerçek değil miymiş?” dedi
[der]. Onlar; “Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir” dediler
[derler]. (Rabbleri de onlara) “Öyleyse küfretmiş olmanız
nedeniyle azabı tadın!” dedi [der].

Yüce Allah, yalanlayıcıları bu kötü sonun beklediğini başka ayetlerde de


anlatmıştır:

Zümer 7: Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve
eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiçbir
günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size
haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı
bilendir.

En’âm 155–157: Ve bu [Kur’an], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa


[Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi; biz ise, onların
okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini
anlayamıyorduk] veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz
onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye
Bizim indirdiğimiz kitaptır, bereketlidir. Onun için ona uyun ve
takvalı davranın. Belki rahmet olunursunuz. İşte size de
Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse
Allah’ın ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha
zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz
çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız.

Rahman Allah’a kul olanlar ise dünya ve ahirette mutlu olacaklardır:

46
Âl-i Imran 110: Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız.
Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı
olurdu. Onların bazıları müminlerdir, pek çoğu da yoldan
çıkmış kimselerdir.

Konumuz olan ayetin kâfirlere verdiği mesaj şudur: “Yardım ve himaye için
Allah’a dua etmez ve O’na ibadette bulunmazsanız, O’nun yanında hiçbir değer ve
öneminiz olmayacak, her şeyiniz boşa gidecektir. Rahmetiyle muamele etmesi için
Allah’ın size kendisine dua etme fırsatı tanıması, şüphesiz sizin yararınıza olan bir
lütuftur.”
Allah doğrusunu en iyi bilendir.

VEKÂLET - VEKİL - TEVEKKÜL

Aynı kökten ( ‫وكل‬vkl) türemiş olan “ ‫وكالة‬vekâlet”, “ ‫وكيييل‬vekil” ve “ ‫توّكيل‬


tevekkül” sözcüklerinin hepsi Türkçeleşmiş olup “vekil” ve “vekâlet” sözcükleri,
hukuk ve siyaset alanında çok önemli kavramları ifade etmektedirler.
“Vekâlet”; “bir kimsenin, işini görmesi için bir başkasını kendi yerine
bırakması veya bir başka kişiye yetki vermesi”; “vekil” de “bir kimsenin, işini
görmesi için kendi yerine bıraktığı ya da yetki verdiği kişi” demektir.
Bu tanımlardan hareketle “tevekkül” sözcüğünün anlamı da “bir kimsenin, işi
bir başkasına bırakması” olmaktadır. Ancak sözcük genellikle “işi Allah’a
bırakmak” anlamında yaygınlaşmıştır.
“Vekil” ve “tevekkül” sözcükleri gerek sözcük, gerekse terim olarak İslâm
dininde önemli bir yer tutmaktadır. Ne var ki, Kur’an’daki “vekil” ve “tevekkül”
sözcüklerinin anlamları ile bu sözcüklerin sosyal yaşamda ifade ettiği anlamlar
arasında bir benzerlik bulunmamaktadır. Çünkü sosyal yaşamda bir avukata, bir
siyasî temsilciye ve yürütme meclisindeki bir “bakan”a da vekil denmesine karşılık,
Kur’an’da “Vekil” sözcüğü Allah’ın isimlerinden birisi olarak geçmekte ve Yüce
Allah sadece kendisinin “Vekil” tutulmasını, inananların sadece kendisine tevekkül
etmelerini istemektedir. Bundan dolayıdır ki, bu sözcüklerin gerçek anlamlarının
araştırılması ve öğrenilmesi zorunluluk arz etmektedir.
Arapça sözcüklerin anlamları hakkında kaynak olarak kullandığımız Lisanü’l-
Arab’ta “vekil” sözcüğü ile ilgili ayrıntılı açıklamalar mevcuttur. Bu açıklamalar
özetlenecek olursa, sözcüğün gerçek anlamı şudur:
Ferra: “Vekil”, “Rabb ve Kâfi [yeten]” demektir.
İbnü’l-Enbari: “Vekil”, “Hafız [koruyan]” demektir.
İbn-i İshak: Allah’ın sıfatı olan “Vekil”, “yarattıklarının varlıklarını sürdüren”
demektir.
Bazılarına göre ise “Vekil”, “rızklara kefil olan” demektir.
Tespitlere göre “Vekil” sözcüğü ilk kez “Rabb” anlamında kullanılmış olup,
“Vekil” sözcüğünü bir şiirinde “Rabb” anlamında kullanan kişi Ebu el-Hesim adlı
şairdir. Bu tespit “Vekil” sözcüğü ile ilgili en eski bulgudur.
El-Hesim, şiirinde devenin karnındaki ceninin hâlden hâle geçmesini, onun
değişimini, gelişimini, doğuma kadar olan tüm aşamalarını gerçekleştiren gücü

47
“vekil” olarak ifade etmiştir. Dolayısıyla “Vekil” sözcüğünde ele alınacak esas
anlam budur. (Lisanü’l-Arab; c:9, s:392–393)
Öyleyse “vekil”, “canlı cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre
ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” demektir. Bu
tanımda “rızk verme, koruma ve kefil olma” anlamları da mevcuttur.
Konumuz olan sözcüklerin türediği “vkl” sözcüğü, Kur’an’da türevleri ile
birlikte toplam 70 kez geçmektedir. Bunlardan 24 tanesi doğrudan “Vekil”
şeklindedir. Diğerleri ise “tevekkül et/ediniz”, “tevekkül ettim”, “tevekkül ettik”,
“tevekkül ederiz”, “tevekkül ederler/etsinler” ve “tevekkül edenler” şekillerindedir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, gerçek Vekil sadece Allah’tır. Nitekim Yüce
Allah birçok ayette elçisine “Sen onlara vekil değilsin” demiş, onun da insanlara
“Ben size vekil değilim” demesini emretmiştir:

En’âm 66: Ve o hakk olmasına rağmen senin kavmin onu yalanladı. De ki:
“Ben sizin üzerinize vekil değilim.”

En’âm 102: İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin
yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şey üzerine
vekildir.

En’âm 107: Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar
üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine vekil de değilsin!

Hud 12: Şimdi belki sen, “Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir
melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir
kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır.
Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir.

İsra 2, 3: Musa’ya da kitap verdik ve Benim astlarımdan “Vekil”


edinmeyiniz diye onu [Kitap’ı] İsrailoğulları, Nuh’la beraber
gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar
için kılavuz kıldık. Şüphesiz o [Nuh] çok şükredici bir kuldu.

Bu konuda ayrıca Âl-i Imran/173, Yunus/108, Yusuf/66, Kasas/28, Zümer/41,


62, Şûra/6, Nisa/81, 109, 132, 171, İsra/54, 65, 68, Furkan/43, Ahzab/3, 48 ve
Müzzemmil/9’a da bakılabilir.

TEVEKKÜL

“Vekil” sözcüğünün Kur’an’daki anlamına göre “tevekkül”, “kişinin aczini


ortaya koyarak ‘Vekil’ olan Allah’ı kendisine vekil tutması, yani inanç olarak
varlığını ve varlığının devamını rızk, terbiye ve koruma bakımından Allah’a
bırakması, her türlü sonucun kendisi için en iyisi olacağını kabullenmesi ve sonuca
razı olması” demektir. Diğer bir ifadeyle “tevekkül”, kişinin “azim”den [her türlü
hazırlığı yapıp kesin karar verdikten] sonra sonucu “Vekil”e [varlığı ayakta tutan,
sürdüren, koruyan ve rızk veren Allah’a] bırakmasıdır.
Yukarıdaki tanımlardan anlaşılacağı gibi, imanın bir yansıması olan
“tevekkül”ü “insanın her türlü hazırlığı yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakıp
Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi ‘Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler!’
diyebilmesi” olarak açıklamak da mümkündür. Çünkü üzerine düşeni yaptıktan

48
sonra sonucu Allah’a bırakan kişi bilir ki, gerçek Vekil’e dayanan her işin sonucu
kendisi için daha hayırlı olur. Dolayısıyla, dertlenmeye, bunalıma girmeye,
gelecekten endişe duymaya gerek yoktur. İşin sonucu ilk bakışta aleyhte görünse
bile, mütevekkil kişi sonucun kendi lehine olabileceğini düşünür ve sonuçtan
olumsuz etkilenmez. Lehine sonuçlanmış gibi görünen bir iş için de bu sonucun
aslında kendisi için kötü olabileceğini düşünür ve şımarmaz.

Bakara; 216: Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen o size
yazıldı [farz kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir
şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerli olan
bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Nisa 19: Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size
helâl olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için
açık bir fahişe [çirkin bir hayasızlık; zina] getirmedikleri sürece
onları sıkıştırmayınız. Ve onlara iyi davranın. Ve eğer
kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki, siz bir şeyden
hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde]
birçok hayır kılacak olabilir.

Nitekim peygamberimiz ve arkadaşları da savaşa giderlerken her türlü hazırlığı


yaptıktan sonra sonucu [şehitlik, gazilik, zafer veya yenilgi] gerçek Vekil’e bırakma
talimatı almışlardır:

Tövbe 51: De ki: “Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için yazdığından
başkası dokunmaz. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler
yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.”

Yüce Allah, tevekkülün kime, nasıl yapılacağını Kur’an’da çok açık ifadelerle
bildirmiştir. Rabbimizin bildirdiğine göre tevekkül önce gerçek Vekil’e yapılmalıdır:

Furkan 58: Ve sen, ölmeyen Hayy’e [daimî diri olana] tevekkül et. Ve O’nu
övgü ile arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O
[daima diri olan] yeter.

Rabbimiz ayrıca gerçek Vekil’e yapılacak tevekkülün azmin arkasından


yapılmasını emretmiştir:

Âl-i Imran 159: İşte sen (o zaman), sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı
yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar
senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar
için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin
mi, artık Allah'a tevekkül et. Muhakkak ki Allah, tevekkül
edenleri sever.

Nisa 81: Ve onlar sana “Taat! [Baş üstüne!]” derler. Fakat senin
yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin, senin
dediğinden başkasını kurarlar. Ama Allah onların geceleyin
kurduklarını yazıyor. Artık sen onlara aldırma. Ve Allah’a
tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter.

49
Ahzab 48: Ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların ezalarını bırak.
Ve sen Allah'a tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter.

Kur’an’da herhangi bir şekilde tevekkülden bahsedilen ayetlere bakıldığında,


önce ne yapılması gerektiğinin açıklandığı, sonra da bir bağlaçla tevekkülün
emredildiği görülür:

Âl-i Imran 160: Allah size yardım ederse, sizi yenecek hiç kimse yoktur. Eğer
sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım
edebilir? Öyleyse Müminler sadece Allah’a tevekkül etsinler.

İbrahim 11: Elçileri onlara dediler ki: “Biz ancak sizin gibi bir beşeriz.
Velâkin Allah kullarından dilediğini kayırır. Ve Allah’ın izni
olmadıkça bizim için size bir delil getirmemiz olacak şey
değildir. Onun için inananlar sadece Allah’a tevekkül etsinler.

Mücadele 10: Bu gizli konuşmalar, iman eden kimseleri üzmek için


şeytandandır. Oysa o [şeytan], Allah’ın izni olmadıkça, onlara
[müminlere] hiçbir zarar veremez. Ve öyleyse müminler,
yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.

Nahl 41, 42: Ve zulme uğradıklarından sonra Allah yolunda hicret eden
kişiler; kesinlikle Biz onları bu dünyada güzel bir şekilde
yerleştireceğiz. Ötekinin [ahretin] ücreti ise daha büyüktür.
Keşke şu sabretmiş ve sadece Rabblerine tevekkül eden
kimseler bilselerdi.

Ankebut 58, 59: Çalışanların; sabretmiş olan ve sadece Rabblerine tevekkül


etmiş olan kişilerin ödülü ne güzeldir!

Konu ile ilgili olarak aşağıdaki ayetlere de bakılmalıdır.


Tövbe/129, Yunus/71, Hud/56, 88, Yusuf/68, Ra’d/30, Şura/10, A’raf/89,
Yunus/85, Mümtehıne/4, Mülk/29, Âl-i Imran/122, Maide/11, Enfal/49, Tövbe/51,
Yusuf/67, Zümer/38, Teğabün/13, Talak/3, Enfal/2, Nahl/99, Şura/36.
Bu kural geçmiş peygamberler için de geçerli olup onlar da önce her türlü
çabayı göstermişler, sonra tevekkül etmişlerdir. Bu konuda şu ayetlere bakılabilir:
Enfal/61, Hud/123, Şuara/217, Neml/79, Ahzab/3
Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı üzere “tevekkül”, mistik kültürdeki gibi hiç
bir zaman çalışmayı ve sebebe sarılmayı terk edip “Allah’ın dediği olur” diyerek bir
kenara çekilmek değildir. Allah, yeryüzünde dağ-taş dolaşıp rızkı aramayı, tabiri
caizse “ekmeği taştan çıkarmayı” emretmiştir:

Mülk 15: O [Allah], size yeri boyun eğer kılandır. Haydin onun
omuzlarında yürüyün ve O’nun [Allah’ın] rızkından yiyin. Ve
diriliş ancak O’nadır.

Düşmanla karşı karşıya kalan müminler de önce düşmana karşı atlarıyla,


silâhlarıyla ve diğer savaş araçlarıyla en üst düzeyde hazırlanacaklar, tedbirlerini
alacaklar, sonra Allah’a tevekkül edeceklerdir:

50
Nisa 71: Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın sonra da onlara karşı ya
küçük birlikler halinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız.

Enfal 60: Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten
kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem
Allah’ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca
Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını
korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size
eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmayacaksınız.

Kur’an’dan ve tarih kitaplarından öğrendiğimize göre, Allah’ın bu emirleri


doğrultusunda insanların en mütevekkilleri olan peygamberlerin, özellikle de bizim
peygamberimizin ve onun arkadaşlarının hayatları hep mücadele ile geçmiştir. Eğer
tevekkül, hiç çalışmadan “işin olmasını sadece Allah’tan beklemek” anlamına
gelseydi, Allah’ın elçileri İslâm yayılsın diye ne o kadar uğraş verir, ne de o kadar
eziyetlere katlanmak zorunda kalırlardı.
İnsanların tembellik, miskinlik, asalaklık ve başarısızlıklarına dinden bir kılıf
uydurarak berbat durumlarını “tevekkül” diye adlandıranlara şiddetle itiraz eden
Mehmet Akif Ersoy, Kur’an’daki bildirimlere ters olarak yerleşmiş bu çarpıklığı
kendine has üslûbu ile dile getirmiştir. Biz de, Akif’in bu içli serzenişlerini,
paylaşılmasında yarar görerek sunuyoruz:

"- Allah'a dayanmak mı? Asırlarca dayandık!


Düşdükse bu hüsrâna, onun nârına yandık!
Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet?
……….

- Allah'a değil, taptığın evhâma dayandın;


Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın...
Meflûc ederek azmini bir felc-i irâdî,
Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdî!
Mâdem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;
İksîr-i bekâ içsen, emîn ol, yaşamazsın.
………

"Allah'a dayandım!" diye sen çıkma yataktan...


Ma'nâ yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt'ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi birgün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde "tevekkül" demek olsaydı "atâlet';
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş'al-i tevhîdi sönerdi;
Kur'an duramaz, nezd-i İlâhîye dönerdi.
………

“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun;


Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.

51
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”
………

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!


Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!
Hüda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete… Ha?
………

Tevekkül öyle yaman bir şiar-ı imandı


Ki kahraman-ı fezail dense şayandı
Yazık ki ruhuna zerk ettiler de meskeneti,
Cüzama döndü, harap etti gitti memleketi!
Tevekkül olmasa kalmaz faziletin namı…
Getir hayaline bir kere sadr-ı İslam’ı
(Safahat)

CİHAD

“ ‫جهاد‬Cihad” sözcüğü “ ‫جهد‬َ cehd” sözcüğünün “mufaale” babından mastarıdır.


Sözcüğün diğer bir okunuşu da “ ‫جهد‬ ُ Cühd” şeklindedir. “Cehd”, “ağır yük taşıyan
hayvanın menziline ulaşabilmesi için gösterdiği çaba”yı anlatmak için türetilmiştir
ve dolayısıyla esas anlamı “tâkat” demektir. “Müfaale” babı “işteşlik” ifade ettiği
için, konumuz olan “cihad” sözcüğü de “karşılıklı olarak gayretleşme” anlamına
gelir. Diğer bir ifadeyle “cihad”; “karşı tarafın gücüne karşı güç kullanma, güç ile
mukabele etme” demektir. (Lisanü’l-Arab; c:2, s:239, 240 “chd” mad; Tacü’l-Arus;
c:4, s:407 “chd” mad.)
“Cihad” sözcüğü gibi bu sözcüğün türediği “cehd” sözcüğü de “müçtehid”,
“mücahede”, “içtihat” gibi türevleri ile Türkçeye geçmiş bir sözcüktür. Yukarıdaki
açıklamalar doğrultusunda “cehd” sözcüğünü “gayeye ulaşmak için yük altında
gösterilen gayret” olarak anlamlandırmak mümkündür.
Kur’an’da 41 kez yer alan “cihad” kavramı, İslâm dininin temel sabitelerinden
biridir. Günümüz şartlarına göre cihad Kur’an [bilgi] ile, mal ile, dil ile, beden ile
yerine getirilir. Daha açık şekilde söylemek gerekirse, cihad “Allah tarafından
kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak,

52
yani Kur’an’ı anlama, anlatma, yaşama ve tanıtıp yayma için kuvvet harcamak”
demektir. Bu da bilgi, beden ve mal ile yapılır.
“Cihad” sözcüğünün anlamları arasında “adam öldürme, düşman yok etme,
ortadan kaldırma” yoktur. Ölme ve öldürme [savaş], Kur’an’da “ ‫قتال‬kıtal” ve “
‫ محاربة‬muharebe” ifadeleriyle yer almıştır. “Cihad”ın her zaman yapılmasını isteyen
Rabbimiz, savaşa ise ancak fitneyi yok etmek, zulüm ve fesadı ortadan kaldırmak
için izin vermiştir. İntikam, yağma ve kişileri zorla İslâm’a sokma gibi amaçlarla
savaş yapılamayacağı, Hacc suresinin 39. ayetinden ve diğer kıtal ve muharebe
ayetlerinden açıkça anlaşılmaktadır.

“Cihad”ın en güzeli ve en muteberi, ilim ile yapılanıdır. Çünkü dünyadaki


bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk’a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten
kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir. Bilginin kişiler ve toplumlar üzerindeki
etkisi şüphesiz tartışılmaz. Onun için Rabbimiz şöyle buyurmuştur.

Furkan 52: Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı
olanca gücünle büyük bir cihad yap!

İslâm dininin tanıtılması, Kur’an’ın tebliği ve tebyini esasına dayanır. “İlim ile
cihad” bu faaliyetin adıdır. Buna “Kur’an ile cihad” da denilir. Yukarıdaki ayette
Kur’an ile cihadın “Büyük cihad” olarak nitelenmesi, Allah’ın “ilim ile cihad”
konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
“Mal ile yapılan cihad” ise, Allah’ın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve
servetin Allah yolunda harcanmasıdır. Bilindiği gibi artık dünyada her iş para ile
yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır.
Bunun için mal ile yapılan cihadın önemi çok büyüktür. Nitekim Rabbimiz cihad
ayetlerinde malların cihad için harcanmasından söz etmektedir:

53
Saff 10–12: Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir
cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim
mi?
Allah’a ve O’nun elçisine inanacaksınız; Allah
yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba
harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için
daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu,
büyük kurtuluştur.

Tövbe 24: De ki; eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,


eşleriniz, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, O’nun
elçisinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli
ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz.
Ve Allah fasıklar kavmine doğru yolu göstermez.

Hucurat 15: Müminler ancak, Allah’a ve O’nun elçisine iman


edenler, sonra da şüpheye düşmeyen ve malları ve
canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerdir.
İşte bunlar sadıkların ta kendisidir.

Tövbe 41: Hafif teçhizatla ve ağırlıklı olarak sefere çıkın ve


mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin.
Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

Nisa 95, 96: Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla


Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler
eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad
edenleri, derece itibariyle, oturanlara fazlalıklı kıldı.
Ve Allah onların hepsine “En Güzel”i vaat etmiştir.
Ve Allah mücahitlere, oturanların üzerine büyük bir
ecir fazlalaştırmıştır: Kendi katından dereceler, bir
mağfiret ve rahmet. Ve Allah, çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicidir.

Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Âl-i Imran/142, Tövbe/16, 19, 20,


73, 88, Bakara/218, Muhammed/31, Enfal/72, 74, 75, Nahl/10, Ankebut/68,
Maide/35, 43, Tahrim/9, Hacc/78.

54

You might also like