Professional Documents
Culture Documents
3. Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmiyor; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek
evleniyor. Ve bu, mü’minlere haram kılınmıştı.
11. Şüphesiz bu ifk'i [ağır iftirayı] getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu
kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan, her
bir kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan bunun [günahın] büyüğünü söyleyen
kimse için de çok büyük bir azap vardır.
1
12. Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı
işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir iftiradır”
demeleri gerekmez miydi?
13. Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhit getirmeleri
gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde
yalancıların ta kendisidirler.
15. Hani siz onu [bu iftirayı], birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi
hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi [bu uydurma haberi] ağızlarınızla
söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah
katında çok büyüktür.
17. Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini ebedî olarak bir
defa daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.
18. Ve Allah âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en
iyi yasa koyandır.
23. Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan]
mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir
[uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
24. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şâhitlik edecektir.
2
temiz kadınlar içindir. İşte onlar, onların [iftiracıların] söylediklerinden çok uzak
olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.
29. İçinde size ait herhangi bir meta [değerli şey] bulunduğu oturulmayan
evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz
şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.
3
nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller verir; ve Allah her şeyi en iyi
bilendir.
46. Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah dileyen
kimseyi dosdoğru yola iletir.
49. Ama eğer hakk kendi lehlerine ise, o'na, gönülden bağlı kimseler olarak
gelirler.
4
50. Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi
düştüler? Yoksa Allah ve Elçisi'nin kendilerine hakksızlık edeceğinden mi
korkuyorlar? Bilakis onlar, zâlimlerin ta kendileridir!
52. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a haşyet duyar ve O'na
takvâlı davranırsa, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
53. Ve onlar [münâfıklar], sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde
mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki:
“Yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.”
54. De ki: “Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz
çevirirseniz şunu bilin ki, o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir. Sizin
üzerinize de, size yüklenendir. Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin
üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir.
55. Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere,
kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife kılacağını
[başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle
tutunduracağını ve korkularından sonra onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat
etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da
kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir.
56. Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi'ye
itaat edin.
61. Âmâya suç yoktur; topala suç yoktur; hastaya suç yoktur; sizin için de
kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya annelerinizin evlerinden veya
erkek kardeşlerinizin evlerinden veya kız kardeşlerinizin evlerinden veya
amcalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın evlerinden
veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına mâlik olduğunuz yerlerden yahut
5
dostunuzun evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu hâlde veya ayrı ayrı
yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından
mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize güvenlik oluşturun. İşte Allah,
aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini böyle ortaya koyar.
62. Mü’minler ancak, Allah'a ve Elçisi'ne inanmış, Elçi ile birlikte sosyal
bir işle meşgul iken o'ndan izin istemedikçe çekip gitmeyen kimselerdir. Şüphesiz şu
senden izin isteyen kimseler; işte onlar Allah'a ve Elçisi'ne iman etmiş kimselerdir.
Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin
ver; onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir.
6
10. Ya Allah'ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı... Ve şüphesiz Allah,
tevvâb, hakîm olmasaydı…
Sûrenin bu paragrafında zinâ, zinâ iftirası ve kocanın karısına zinâ isnat edip
şâhit gösterememesi hakkında hükümler yer alıyor. Bu hükümler şunlardır:
• Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek yüz kamçı ile kamçılanmalıdır. İnançlı
insanlar, Allah dininde acıma duygusuna kapılmadan bu hükmü uygulamalıdır.
Mü’minlerden bir grup da onların cezalandırılmasına tanık olmalıdır.
• Muhsan [evli, hür] kadınlara zinâ isnadında bulunup, sonra dört tanık
getiremeyen kimseler seksen kamçı ile kamçılanmalıdır. Ve onların tanıklığı
ebediyyen kabul edilmemelidir. Ve onlar, fâsık olarak sabıkalandırılmalıdır.
• Kadın da, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide
de, eğer o [kocası] doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine
olmasına Allah'ı şâhit tutar, böylece kendisinden cezayı savar.
• Bu hükümler tevbe edenlere [yaptığı işin kötülüğünün farkına varıp, bir daha
yapmama kararı alarak kamu otoritesine itiraf eden ve Allah'tan bağışlanma dileyen
kimselere] uygulanmaz.
ZİNÂ
Kaynakların çoğunda, “zinâ”nın sözlük ve terim anlamlarının aynı olduğu ileri
sürülmüş ve [ الّزنىez-zinâ], “bir kadınla nikâhsız veya hakksız olarak cinsel temasta
bulunmak” diye tanımlanmıştır. Bu sözcük bazı lehçelerde [الزنىez-zinâ] şeklinde
söylense de sözcüğün esası [ الزناءez-zinâ’] olup med ve kasırla okunur.
Bizim araştırmalarımıza göre, “sıkışmak” anlamındaki [ زنننىzny] kökünden
türeyen ve müfaale babından mastar kalıbında bir sözcük olan zinâ lügatte, –işteşlik
olarak– “sıkışmak, karşılıklı olarak dara, sıkıntıya düşmek” demektir.1
Demek oluyor ki, “nikâhsız ve hakksız cinsel temas” eylemi, tarafları sıkıntıya
soktuğu için zinâ sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Fıkıhçılar da “zinâ” üzerinde önemle durmuşlar ve “zinâ”yı terim olarak şöyle
tanımlamışlardır: “Zinâ; İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine
cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya
câriyelik gibi hakklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır.”
Mevcut Mushaf tertibine göre 5. âyet, zinâ suçunu ve 6-8. âyetlerdeki suçları
kapsamamaktadır. Hâlbuki tevbe, her suçu kapsamına alan Allah'ın lütuflarından
biridir:
Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra
hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir.
Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır. Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de
onlardan birine ölüm çatınca, “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler ve de kâfir
olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim kendileri için acı bir azap
hazırladıklarımızdır. (Nisâ/17-18)
1
Lisânu'l-Arab; c. 4 s. 418.
7
Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki
günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek
büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. (Nisâ/48)
Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında
kalanları ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak
bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisâ/116)
De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Ve size azap gelmeden önce Rabbinize
yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz. Ve ansızın azap gelmeden,
kişinin, “Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu
ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her
hâlde ben muttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman “Bana bir
geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden
önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin.” (Zümer/53-58)
Bu nedenle biz 5. âyeti, tevbenin tüm suçları kapsadığını göstermek için 9.
âyetten sonraya yerleştirdik. Müstakil bir haber cümlesi olup Müslümanlara bir uyarı
olması hasebiyle 3. âyeti de pasajın sonuna yerleştirdik.
Homoseksüelliğin cezası Nisâ sûresi'nde zikredilmişti:
Kadınlarınızdan fâhişeye varanlara, kendinizden onların aleyhine hemen dört
şâhit getirin; şâyet onlar şâhitlik ederlerse, artık o kadınları ölüm vefat ettirinceye ya
da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun. Sizlerden ona [fâhişeye] varan
iki er kişi [eşcinsel ilişkide bulunan erkekler]; hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer
tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafelenin. Şüphesiz Allah, tevbeleri
çok kabul edendir, en çok merhamet edendir. (Nisâ/15-16)
Sa‘îd b. Cübeyr dedi ki: “Bu âyetin iniş sebebi, mü’minlerin annesi Âişe
(r.anhâ) hakkında söylenenlerdir.”2
Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında âlimler şunları nakletmişlerdir:
1) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: Hakk Teâlâ'nın, Namuslu ve hür kadınlara
(zinâ) iftirası atanlar... (Nûr/4) âyeti nâzil olunca, Âsım b. Adiyy el-Ensârî şöyle
dedi: “Yani, bizden biri, evine girse, bir adamı hanımının koynunda bulsa, bu
durumda o, buna şâhit olabilecek dört kişi getirmeye kalksa, o zamana kadar o
adam işini görüp gitmiş olur. Eğer onu o anda öldürse, onun kâtili sayılır. Eğer,
‘Ben falancayı, hanımımla beraber buldum’ diyecek olsa, iftira cezasına çarptırılır.
Sesini çıkarmayacak olsa, öfkesini içinde tutmuş olur. Allahım! Bir çıkış kapısı
aç.” Âsım'ın, Uveymir adında bir amcaoğlu ve Uveymir'in de Havle bt. Kays
adında bir hanımı vardı. Derken Uveymir, Âsım'a gelip, “Yemin olsun ki Şureyh
b. Sehmâ'yı. hanımım Havle'nin üzerinde [koynunda] gördüm” dedi. Bunun
üzerine Âsım istircâ'da bulundu, yani “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” [biz,
Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz] dedi ve sonra, Rasûlullah'a (s.a) gelip, “Yâ
Rasûlullah! Ailem hususunda ne çabuk imtihan oldum!” dedi. Hz. Peygamber (s.a)
2
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
8
de, “Ne demek istiyorsun?” dedi. Bunun üzerine Âsım, “Amcamoğlu Uveymir,
Şureyh b. Sehmâ'yı hanımı Havle'nin üzerinde bulduğunu bana haber verdi” dedi.
Uveymir, Havle ve Şureyh, bunların hepsi de Âsım'ın amca çocukları idiler. Bu
sebeple, Hz. Peygamber (s.a) onların hepsini çağırttı ve Uveymir'e dönerek,
“Zevcen hakkında (yalan söylemekten), Allah'tan ittikâ et. O, senin amca kızındır.
Ona iftira etme” dedi. Uveymir de, “Yâ Rasûlullah! Allah'a yemin ederim ki,
Şureyh'i hanımımın üzerinde gördüm. Dört aydan beri ona yaklaşmadım. O,
benden başkasından hâmile kalmıştır” dedi. Hz. Peygamber (s.a) o zaman Havle'ye
dönerek, “Allah'tan kork, sadece ne yaptığını söyle” dedi. Havle de, ““Ey Allah'ın
Rasûlü! Uveymir kıskanç bir adamdır. Şüreyh'in bana dikkatlice baktığını ve
benimle konuştuğunu gördü. Kıskançlığı onu, böyle söylemeye sevketti” dedi. İşte
bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. O zaman Rasûlullah (s.a) emretti de,
namaz ezanı okundu, ikindi namazını kıldırdı, sonra Uveymir'e dönüp, “Kalk ve
‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, Havle kesinlikle zinâ etti ve ben (bu hususta)
doğru söylüyorum’ de” dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a) Uveymlr'e ikinci olarak,
“Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben Şureyh'i Havle'nin üzerinde
gördüm ve ben hiç şüphesiz sâdıklardanım’ de” buyurdu. Daha sonra üçüncü
olarak, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o benden başkasından hamile
kalmıştır’ de” buyurdu. Dördüncüsünde de, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet
ederim ki, o zinâ etmiştir. Çünkü ben ona dört aydan beri yaklaşmadım ve ben
gerçekten doğru söyleyenlerdenim’ de” buyurdu. Besincisinde de, “Kalk, ‘Eğer
ben [Uveymir] yalan söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun’ de”
buyurdu. Daha sonra da Uveymir'e “Otur” dedi. Havle'ye “kalk” dedi. Havle ayağa
kalktı ve iki defa, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben zinâ etmedim. Kocam
Uveymir, yalancılardandır [yalan söylüyor]” dedi. İkinci olarak, “Allah'a yemin ile
şehâdet ederim ki, o benim üzerimde Şureyh'i görmedi, yalan söylüyor” dedi;
üçüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben ondan hamileyim, o
yalan söylüyor” dedi; dördüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o
[kocam] beni zinâ yaparken görmedi, o yalan söylüyor” dedi; beşinci olarak da,
“Eğer Uveymir söylediklerinde doğru ise, Allah'ın gazabı benim üzerime olsun”
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), onları birbirinden ayırdı.3
2) Kelbî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Âsım, bir gün
ailesine varıp gitti ve Şüreyh b. Sehmâ'yı hanımının koynunda buldu. Bunun üzerine
Hz. Peygamber’e (s.a) geldi.” Hadisin bundan sonraki kısmı, geçen rivâyette olduğu
gibidir.
3) İkrime, İbn Abbâs'tan (r.a) şunu rivâyet etmiştir: Namuslu ve hür
kadınlara (zinâ) iftirası atan... (Nûr/4) âyeti inince, Ensâr'ın reisi [büyüğü]
durumunda olan Sa‘d b. Ubâde (r.a) şöyle dedi: “Eğer hanımımın koynunda
birisini yakalasam, dört şâhit getirmeye kalkıştığımda, o işini bitirip gitmiş olacak”
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Ey Ensâr cemaati! Reisinizin dediğini
duymuyor musunuz?” deyince, onlar “Yâ Rasûlullah! Onu kınama. Çünkü o
kıskanç bir adam” dediler. Sa‘d b. Ubâde (r.a) de, “Yâ Rasûlallah! Allah'a yemin
ederim ki, bu âyetin Allah'tan geldiğini ve hakk olduğunu biliyorum. Fakat buna
şaştım [bunu anlamakta zorluk çektim]” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a),
“Allah kesinlikle böyle buyuruyor” dedi. Çok beklemeden, Sa‘d'ın amcaoğlu Hilâl
b. Ümeyye –Hilâl, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği o meşhur üç kişiden biri idi–
çıkageldi ve “Yâ Rasûlullah! Hanımımın koynunda birisini yakaladım. Şu
gözümle gördüm, şu kulağımla işittim” dedi. Rasûlullah (s.a), onun getirdiği bu
haberden hoşlanmadı. Hilâl de, “Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Rasûlü,
3
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
9
yüzünden söylediğim şeyden hoşlanmadığını hissetmekteyim. Ama, Allah biliyor
ki doğru söylüyorum ve sadece hakkı ifade ettim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a), “Ya beyyine [şâhit-delil getirirsin], yahut da (sana) had uygulanır” dedi.
Ensâr bir araya gelip, “Sa‘d'ın söylediği başımıza geldi” dediler. Onlar böyle
konuşurlarken, Hz. Peygamber'e (s.a) vahiy geldi. Ona vahiy geldiğinde, yüzünün
rengi kaçar, bedenini bir kırmızılık sarardı. O'nun bu sıkıntısı geçince, “Ey Hilâl!
Müjdeler olsun, Allah senin için bir çıkış yeri nasip etti” dedi. Hilâl de, “Ben de,
Allah'tan bunu umuyordum” dedi ve Hz. Peygamber (s.a) Ensâr'a bu âyetleri
okuyup, “O kadını çağırın” dedi. Kadın çağırıldı. Gelince, Hilâl'in yalan
söylediğini iddia etti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah ikinizden birisinin yalancı
olduğunu biliyor. Sizden, tevbe edecek birisi yok mu?” dedi ve karşılıklı olarak
lanetleşmelerini [lian'ı] emretti. Bunun üzerine Hilâl, Allah adına yemin edip,
şehâdet ederek, kendisinin sâdıklardan olduğunu söyledi. Beşinci seferinde, Hz.
Peygamber (s.a) ona, “Ey Hilâl! Allah'tan kork, çünkü dünya azabı [cezası] âhiret
azabından daha kolaydır” dedi. Hilâl de, “Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü
bana celde vurmadığına göre, Allah bu kadından ötürü bana azap etmeyecektir”
deyip, beşinci kez (malum şekilde) yeminle şehâdette bulundu. Daha sonra Hz.
Peygamber (s.a) kadına dönerek, “Sen de bu şekilde yemin edip, şehâdette
bulunabilir misin?” dedi. O da, dört defa, Hilâl'in yalan söylediğine dair yemin ile
şehâdette bulundu. Beşincisine başlayınca Rasûlûllah (s.a) ona, “Allah'tan kork, bu
beşincisi, neticesi mutlaka gerçekleşecek olandır” dedi. Bunun üzerine kadın, bir
müddet duraladı, suçunu itiraf edecek gibi oldu, sonra “Allah'a yemin ederim ki,
kavmimi rezil kepaze etmeyeceğim” deyip, beşinci kez Hilâl eğer doğru
söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendisine olması için yemin edip, şehâdette
bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), o ikisini birbirinden ayırdı. Sonra da,
“Bekleyin. Eğer bu kadının doğuracağı çocuk orta, kırmızı-beyaza çalan sarı renkli
ve ince bacaklı olursa, Hilâl'e aittir. Yok eğer o çocuğun bacakları kalın, esmer ve
kıvırcık saçlı ve yassı burunlu olursa, bu da (kim yaptıysa) ona aittir” dedi. Kadın
esmer, kalın bacaklı bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) “Eğer
o yeminler olmasaydı, benimle o kadının işi vardı “Ben, ona yapacağımı
biliyordum” buyurdu. İkrime, “Andolsun ki o çocuğu daha sonra, babasının kim
olduğu bilinmediği hâlde, bir şehrin vâlisi olarak gördüm” demiştir.4
3. Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmiyor; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek
evleniyor. Ve bu, mü’minlere haram kılınmıştı.
Bir haber cümlesi olan bu âyet, toplumdaki mevcut uygulamayı zikredip esas
uygulanması gerekeni ortaya koyuyor:
• Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmiyor.
• Zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evleniyor.
• Bu uygulama, mü’minlere haram kılınmıştı.
4
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
10
Bu âyet genellikle, “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından
başkası ile evlenemez; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan
erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır” şeklinde çevrilmiştir. Bu
çeviriye göre, “zinâ edenler, sadece kendileri gibi zinâ etmiş biri veya bir müşrikle
evlenebilir” hükmü ortaya çıkmaktadır. Bu hususta şu rivâyet nakledilmiştir:
Burada nikâh, “cima” manasına kullanılmıştır. Buna göre, mana şöyle olur:
Zinâ eden bir kimse, zinâ ettiği vakit ya Müslümanlardan zinâ eden bir kadın ile
ilişki kurmaktadır, veya ondan daha güzel müşriklerden bir kadın ile ilişki
kurmaktadır.”
Zinâ, ancak bir zâniye ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zinâ etmiş olacağını
ifade eder.
11
olur. Zinâ eden bir kadının da kendisi ile kocası arasındaki nikâhı fâsit olur.
Bunlardan bir topluluk da şöyle demiştir: “Bu yolla nikâh fesh olmaz, ancak hanımı
zinâ eden kocaya karısını boşaması emredilir. Boşamayacak olursa, günahkâr olur.
Ne zinâ eden bir kadınla, ne de zinâ eden bir erkekle evlenmek caizdir. Ancak tevbe
açıkça tesbit edilecek olursa, o takdirde nikâhlanmak caiz olur.”
• Zinâ eden kadın, ya zinâ eden bir erkekle veya bir müşrik erkekle evleniyor.
• Zinâ eden erkek de zinâ etmiş bir kadınla veya müşrik bir kadınla evleniyor.
Bu âyet bir haber cümlesidir, bir emir veya yasaklama cümlesi değildir.
Âyetteki nikâhlanıyor ifadesini, “nikâhlanamaz, evlenemez” hâline getirmek,
cehâletin ötesinde bir cinâyettir. Âyete böyle anlam verenler, işin içinden
çıkamazlar, nitekim de çıkamamışlardır. Zira Allah günahkâr [zinâ suçu işlemiş] da
olsa bir mü’minin müşrikle evlenmesini yasaklamış, ayrıca günahkâr-günahsız
ayırımı yapmadan her mü’minin evlendirilmesini emretmiştir. İşte âyetler:
Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye,
–sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik
erkeklere de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –sizin
çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe
çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp
düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)
11. Şüphesiz bu ifk'i [ağır iftirayı] getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu
kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan,
her bir kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan bunun [günahın] büyüğünü
söyleyen kimse için de çok büyük bir azap vardır.
6
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
12
13. Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhit getirmeleri
gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde
yalancıların ta kendisidirler.
15. Hani siz onu [bu iftirayı], birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi
hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi [bu uydurma haberi] ağızlarınızla
söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah
katında çok büyüktür.
17. Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini ebedî olarak bir
defa daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.
18. Ve Allah âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir,
en iyi yasa koyandır.
Bu pasajda, Âişe'ye atılan ve “ifk hâdisesi” diye anılan zinâ iftirası konu
edilmekte ve bu hâdise ekseninde Müslümanlara ahlâkî ilkeler bildirilmektedir.
Pasajın doğru anlaşılabilmesi için önce İfk hâdisesini ansiklopedik düzeyde
aktarmak istiyoruz. İfk hâdisesi, târih [Vâkıdî, Megazî; İbn Hişâm, Sîret] ve hadis
[Buhârî, Müslim] kitaplarında genellikle, oluş tarzı ve sebepleriyle birlikte Âişe
validenin ağzından nakledilir. Biz bunların özetini sunuyoruz:
İFK OLAYI
13
koymak için yola çıktı. Müslümanlar Mureysi adındaki bir subaşında düşmanla
karşılaştılar. Ve onları bozguna uğrattılar. Ganimetler aldılar.
İfk hâdisesi, işte bu başarılı sefer dönüşü esnasında meydana geldi. Ordu,
geceleyin bir yerde konakladı. Âişe ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü
zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş, evlilik hediyesi olarak annesi
Ümm Rûman'ın hediye ettiği gerdanlığının kaybolduğunu fark etti.
Âişe'nin genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat
bilip dedikodu başlattı. Başta Abdullah b. Ubey olmak üzere fırsatçılar dedikoduyu
yaydılar.
14
konusunda şu bilgi verilmişti:
Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size yazıldı [farz
kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine
olabilir ki, siz, sizin için şerrli olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz
bilmezsiniz. (Bakara/216)
Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz. Ve
onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fâhişe [çirkin bir hayâsızlık;
zinâ] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla ma‘rûf ile muaşerette
bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa; siz bir şeyden hoşlanmasanız da
Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir. (Nisâ/19)
Düşünüldüğünde de ifk hâdisesinde insanlık için, özellikle de mü’minler için
ibret alınacak birçok nokta söz konusudur:
• Bu hâdise, zinâ ve zinâ iftirası hakkında hükümlerin gelmesine sebep
olmuştur.
• Bilinmeyen konularda dedikodunun nelere mal olacağı insanlara somut
olarak gösterilmiştir.
• Bu hâdise, toplumdaki imanı sağlam olanlar ile iğreti olanların ve
münâfıkların ayrışmasına, bilinmesine sebep olmuştur.
• Bu hâdise, mü’minlerin daima ihtiyatlı olmaları, dedikodu ve iftiraya meydan
verecek hususlardan uzak durmaları gerektiğini somut olarak göstermiştir.
• Sabretmeleri ve musibetler karşısında metanetli olmaları sebebiyle bu
hâdisenin mağdurlarının dereceleri yükselmiştir.
• Ve bu konuda inen âyetler, Rasûlullah'ın hakk peygamber olduğuna kanıt
teşkil etmişlerdir. Zira bu olayların Kur’ân'da yer alması dünyanın sonuna kadar bu
olayın unutulmadan dilden dile dolaşmasını sağlayacaktır. İftira da olsa hiçbir aile
reisi ailesiyle ilgili böyle bir olayın şuyûunu istemez, aksine unutulup gitmesini ister.
Ama Peygamber'in bunu saklaması mümkün değildir.
23. Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan]
mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir
[uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
24. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şâhitlik edecektir.
15
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur,
rahîm'dir.
Bu âyet grubunda, yine ifk hâdisesi ekseninde birtakım ilâhî ilkeler konu
edilmektedir:
• Hür-evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zinâ isnat eden
kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azap
vardır. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere şâhitlik
edecektir. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da
Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
• Kötü kadınlar, kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz
kadınlar, temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir. Bunlar,
iftiracıların söylediklerinden uzak olup kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık
vardır.
16
başında bizim bir günahımız yoktu” deyince, Hz. Ebû Bekr (r.a) ona,
“Konuşmadıysan da, güldün” dedi. Mıstah, “Bu, Hassan'ın sözüne şaşmamdan
dolayı idi, yoksa bir gülme [sevinç] değildi” dedi ise de, Hz. Ebû Bekr (r.a) onun bu
mazeretini kabul etmeyerek, “Haydi gidin, uzaklasın. Çünkü Allah Teâlâ sizin için
bir mazeret bildirmedi ve bir çıkış kapısı göstermedi” dedi.
Bunun üzerine onlar, nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilemez bir
şekilde çıktılar. Derken Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebû Bekr'e (r.a), Allah Teâlâ'nın
onları kovmamasını emreden bir âyet indirdiğini haber vermek üzere, ona bir adam
gönderdi. Hz. Ebû Bekr (r.a), haberi alır almaz, tekbir getirdi ve buna çok sevindi.
Hz. Peygamber (s.a) ilgili âyeti ona okudu. Hz. Peygamber (s.a), Allah'ın size
mağfiret etmesini sevmez misiniz? âyetine gelince, o “Evet, yâ Rabbi, beni
affetmeni can-ı gönülden arzu ederim” deyip, yaptıklarından vazgeçti. Evine
gidince, Mıstah ve yakınlarına haber salıp, onları kabul edeceğini bildirerek,
“Allah'ın indirdiği başım-gözüm üstüne... Size yaptığımı ve söylediğimi, Allah
size gazap ettiğini bildirdiği için yapmıştım. Fakat Allah sizi affedince, size
merhaba hoş geldiniz” diyorum dedi ve Mıstah'a daha önce yaptığı yardımın iki
mislini yapmaya başladı.7
27. Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi
fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz
için, sizin için daha iyidir.
28. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye
kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu,
sizin için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.
29. İçinde size ait herhangi bir meta [değerli şey] bulunduğu
oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa
vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.
Sûrenin başında yer alan, zinâ, iftira vs.'ye yönelik ilkeler, ortaya çıktıkları
anda bu kötülükler yok etmeye yönelik ilkelerdi. Bu paragrafta ise, kötülüğü daha
doğmadan önlemeye yönelik koruyucu ilkeler yer almaktadır. Bu ilkeler şunlardır:
7
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
17
Ebû Bekr (r.a), “Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler
vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (bu gibi yerlere nasıl girilir?)” deyince,
yüce Allah da, Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde size günah yoktur
(Nûr/29) âyetini inzâl buyurdu.8
ÖRTÜNME
Örtünme konusu, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında “Setr-i Avret” başlığı altında ele
alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Hâlbuki, halk
arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-i avret” hakkındaki talimatlar ile
zînet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar namaz için değil, hayatın her anı
içindir. Yani, bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her
saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır.
Öyleyse, bu konunun dinî kitaplarda “setr-i avret” başlığı altında değil, –Kur’ân'ın
konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde– “avret ve zînetleri açığa vurmama” .başlığı
altında ele alınması daha uygun olur.
ÖRTÜNMENİN TÂRİHİ
8
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
18
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik
olarak; yaşanılan bölgeye ve iklim şartlarına göre olmamış; meslek, statü, yaş gibi
sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı
kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal
müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu'nda halkın ancak tek
sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık
ise padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar,
saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek
zorunda bırakılmıştır. Kişilerin mesleklerini, görevlerini gösteren kıyafetler giymeleri,
tüm dünyada günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği
askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan
kimseler, görevlerini gösteren kıyafetler giymektedirler.
Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik
müessesesidir. Kölelik, Kur’ân'ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında
olduğu gibi Araplar arasında da yaygındı. Kölelerin hürlerden ayırt edilmesi için
kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ, hür erkeklerin sarık sarmaları ve
hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık, kölelerin başlarını örtmelerine izin
verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara
geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer
tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul
kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, câriyelerin ve sokak fâhişelerinin
ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme
bağlamıştır.9 Yani, Araplardaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki âdet, bölgede
çok eskiden beri uygulanmaktaydı.
Yahûdilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama
Yahûdilikteki uygulama, mahiyet itibariyle Sümer ve Asur'dan gelip Araplar arasında
devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne göre,
fâhişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:
9
Prof. Mebrure Tosun-Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Bâbil, Asur Kanunları ve Ammi-
Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s. 252, madde: 40.
10
Tekvin, 38:13-17.
11
Tekvin, 24:65.
19
Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük
düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını
küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın
örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise,
örtünsün. Çünkü erkek Allah'ın sûreti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat
kadın erkeğin izzetidir.12
Ayrıca, henüz Nûr sûresi inmeden evvelki şu târihî olay da, o günkü kıyafet
hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:
— Şu topluluk nedir?
12
İncîl, Korintoslulara 1. Mektup, 11:4-6.
13
Zemahşerî, Keşşaf.
14
İbn Kesîr.
20
Yaklaştık, bir de gördük ki, Allah'ın Elçisi, halkı Allah'a kulluğa ve inanmaya
çağırıyor, onlar da o'na eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk o'nun başından
dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı
açıldı. Allah'ın Elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına şöyle
dedi:
Ben sordum:
— Bu kadın kimdir?
Cevap verdiler:
Kısacası târihsel olarak başörtüsü, hür kadınlar ile câriyeleri ayırt eden ve
iffetle alâkası olmayan bir câhiliye dönemi simgesidir. Yani, o dönemdeki iffetli veya
iffetsiz hür kadınlar, başlarını örterlerdi. Câriyeler ise iffetli veya iffetsiz, müslim veya
gayr-i müslim başlarını örtmezlerdi. Kadınlarla ilgili bu uygulama zaman içinde
çarpıtılarak değişik kurgulara âlet edilmiştir.
Erkek ile kadın arasındaki cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu
eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini
gerçekleştirmesi için bir sebep kılmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar
tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî
arzunun gayr-i meşru yollarla kışkırtılmadan, meşru mecrasında gelişmesine ve
tatminine yönelik düzenleme yapmış, bu arzuların esiri olmak sûretiyle toplum
düzenini çökertecek davranışlardan uzak durulmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı
cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan, taciz, tecavüz ve iftira gibi
olaylara sebebiyet verebilen kıyafet konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır.
21
arzuların çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, aile düzenini
bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol
açması işten bile değildir. Bu özellik sûrenin 60. âyetince de desteklenmektedir. Zira
İslâm dini, şehvetin tahrik edilmediği ve bunun et tutkusuna dönüşüp kan dökme
tepkileri oluşturmadığı temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen
arzular, sönmeyen ve doymayan bir şehvet azgınlığı meydana getirir, toplumda fitne
ve fesat çığ gibi büyür. Târihte fuhuş bataklığına düşen ve buhranlar içinde yok olan
birçok toplum bulunduğu gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar görülmektedir.
İslâm'ın insanlar için seçtiği yol-yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın
zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil
arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Nahl/80-81'de görüldüğü gibi,
örtünmenin-giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi
bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’ân, giyinip
kuşanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de bildirmiştir.
GİYİM-KUŞAMI BELİRLEYEN ÂYETLER
Bu konudaki âyetler Ahzâb ve Nûr sûreleri içinde yer almakta olup, her iki
sûre de Medîne'de inmiştir.
O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def-i hacet için
yerleşim yerlerinden uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise
Medîne'nin berduşlarını-zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan
câriyelere veya fâhişe görünümlü kadınlara (ki câriyeler de fâhişeler de örtüsüz
olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde
bulunmazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan câriyeler ile fâhişe
görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.
Âyette açık ve net olarak “cilbab”larını [ev dışı elbiselerini] giyen kadınların
tanınacağı-bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani, bu âyete
göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemeleridir; daha dindar, daha
namuslu ve daha takvâlı olacakları değil.
Bazıları “cilbab”ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış
giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık
bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak
tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya
atılmış görüşler olup, Kur’ân ile bağdaşmaz. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-
kıyafet konusunu belirleyen diğer âyette, Örtülerini/başörtülerini göğüs
yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar (Nûr/31)denilmektedir. Eğer cilbab, –
bazılarının dediği gibi–vücudu baştan aşağı örten bir elbise olsaydı, göğüslerdeki
yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer
haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün
giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’ân'a göre de vücudu baştan aşağı
örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.
22
Cilbab, Râgıb'a göre “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'ye göre de, “boyundan
aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”
23
elbiselerini çıkarmalarına ruhsat vermek] sûretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama
ne gariptir ki kendilerine bu imkân verilmiş olan kadınların çoğu, Yüce Allah'ın
verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.
Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür (Kehf/46) âyeti de, hem zînet
sözcüğünün kapsamını belirtmekte, hem de Arapların zînet sözcüğüne nasıl bir anlam
yüklediğini en açık şekilde ortaya koşmaktadır.
24
ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmeyen takının bir
anlamı olmaz.
Rivâyete dayalı tefsirlerin bir kısmında âyette geçen zînet'in, “takılar”ı, diğer
kısmında ise “takı yerleri”ni ifade ettiği belirtilir. Bu müfessirlere göre zînetin
gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi haydi haydi haram olur.
Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret olan bu
zînetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik
dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.
Saçlar doğal hâlleriyle zînet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere
boyanıp şekillendirilen saçlar, zînet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı
cinse olan arzularını uyandıracağından, bu âyet kapsamında tutulmalıdır. Zaten,
kadınların başlarını örtmelerinin, zînetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli
olduğu, örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar ibaresinden
değil, âyetin bu kısmından çıkartılır.
Normal olarak ses zînet değildir. Ama, çeşitli gayretlerle sahibini şuh, işveli
gösteren ve karşı cinse mesaj veren sesler zînet sınıfına girer.
25
Bu istisnâ cümlesiyle ilgili olarak bugüne kadar yazılanlar, âyetin lâfzî
manasını ifade etmekten uzaktır. Çünkü meal ve tefsir sahipleri bu âyetle bağlantılı
olarak, rivâyetler ve hikâyeler arasında kaybolmuşlar, tatmin ve ikna edici bir görüş
ortaya koyamamışlardır.
Yüz ve eller dışında kadın vücudunun avret olduğuna dair onlarca rivâyet ve
görüş vardır. Hatta bazıları, görünenler hariç ifadesinden hareketle, kadınların giydiği
elbisenin bile zînet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüşlerin hiç biri kaynağını
Kur’ân'dan almamaktadır. Bu görüş sahipleri, Kur’ân'ın konuşmadığı bir konuda,
hükümler vererek, Kur’ân'ı Arap câhiliye kültürüne kurban etmişlerdir. Hâlbuki âyet
açık ve nettir.
Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu zînettir. Erkek
için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu zînet; kadın için de, karşı cinsi cezbetmeye
yarayan bir silâh gibidir. Fakat hayat; ev dışına çıkmayı ve çalışmayı gerektirmektedir.
Yani, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev
görür vaziyette açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların zînet
olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, gamzelerine
binlerce şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte görünenler/açıkta
olan zînetler bunlardır: eller, ayaklar ve –kaşları, gözleri, dudakları ve yanakları ile
beraber– yüz. Ama bu zînetler açıkta olmalıdırlar, aksi takdirde işlev göremezler.
Ayrıca, yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişinin kimliğinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler
yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden tefrik edilirler ve bu tefrik, sosyal
hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması
anlamına gelir, ki bu durumda –yüzü örtülü olduğu için– hırsız, cani, zâni tesbit
edilemez. Dolayısıyla bu organlar, zînet olmalarına rağmen açıkta olmalıdır.
Göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı, baldırı, bacağı açıkta olmayan kadının toplum
içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüzün, eller ve ayakların açıkta
olmaması, çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz etkiler. Bunlar
dışındaki organlar ise, mü’min kadınlar tarafından açıkta bırakılmamalı ve erkekler
için tahriklere, kendileri için de tacizlere meydan verilmemelidir.
NOT:
26
hissedilmesi, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri, böyle durumları
kapsamaktadır. Allah'ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunmalı, dişilik dışa
vurulmamalıdır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu sahte bir
görüntüdür. Çünkü tesettür adı altında giyilen modaya uygun elbiseler, kadınların
zînetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır.
Tesettür, artık bir kazanç sektörü hâline gelmiş ve modaya kurban edilmiştir. Bir
başka ifade ile tesettür, zâhiren kadını örtmekte, aslında ise daha çekici hâle
getirmekte, yani bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.
27
Sonuç olarak âyetin bu kısmında, başların örtülmesi gerektiğine dair bir talep
yoktur. Başların örtülmesi; zînetleştirilmiş saçların saklanması, –yukarıda
açıkladığımız gibi– âyetin, zînetlerini açığa vurmasınlar… bölümünden
anlaşılmaktadır.
28
Bu ifadedeki ‘avret sözcüğü, bazıları tarafından “zînet” sözcüğü ile
karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun sonucunda da, “kadının her tarafı
avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün
bir uzantısı olarak hanımlara, “avrat” denmektedir. Kur’ân'ın rûhuna aykırı olan bu
yanlış ve ilkel anlayış, ne yazık ki asırların ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Kur’ân'da
“kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, kadınların avretlerini
henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her
yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı
yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.
Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak yer
yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten
savunmasızdır [‘avret'tir]” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar
[evleri] savunmasız [‘avret] değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı. (Ahzâb/13)
Ey iman etmiş kimseler! Yeminlerinizin sahip olduğu kimseler, sizden erginlik
yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah salâtından önce, öğle vaktinde
elbisenizi çıkardığınızda, ışa [gece] salâtından sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç
avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır]. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir
günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte
böyle açığa koyuyor. Allah alîm'dir, hakîm'dir. (Nûr/58)
29
organları da hafif avret olarak kabul etmişlerdir. Mâlikîlerdeki bu anlayışın, yani zînet
sayılan yerlerin ikinci dereceden avret olduğu anlayışının, daha takvâlı bir hayatın
amaçlanmasına yönelik, ihtiyatlı bir görüş olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat
bu konudaki yorumcuların ekserisi, kadındaki avreti diz ile göbek arasındaki bölge
olarak kabul etmişlerdir. Bizce bu sınır, hem âyetteki organları hem bu organlara
yaklaşma sınırlarını içine aldığından kabule en şayan olanıdır. Ama âyetin açık ifadesi
de kesin olarak bilinmeli ve aksi iddia edilmemelidir. Çünkü, eğer Allah isteseydi bu
konuda da –Mâide/6'da olduğu gibi– milimetrik sınırlar belirlerdi. Kur’ân'da böyle
sınırlar belirlenmediğine göre, ayrıntıların değerlendirilmesi Yüce Allah tarafından
kullara bırakılmış demektir. Zaten bu konudaki görüşlerin çokluğu ve birbirinden
farklılığı da konunun Allah tarafından kullara bırakılmış olmasındandır.
30
kurallarla, kadının hem evinde hem de evi dışında mutlu ve temiz bir hayat yaşamasını
sağlamaktadır. Çünkü İslâm, kolaylık dinidir, insanı zora ve tabiatının aksi şeylere
zorlamaz.
Bir kez daha vurgulayalım ki, örtünme Allah'a karşı değil, kullara karşı olup
tahrik ve taciz gibi fitne ve fesatları önlemeye yöneliktir. Bazı çevrelerde görülen;
kadının, evinin içinde anası, babası, amcası, dayısı gibi mahremlerinin yanında dahi
başını örtmesi gerektiği inancı, İslâm'a aykırıdır. Dini zorlaştırmaktan başka bir anlamı
olmayan bu davranış, dinin yararına değil zararınadır. Hiç kimsenin din adına hüküm
koymaya hakkı yoktur.
31
34. Ve andolsun ki Biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen
kişilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirdik.
35. Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. O'nun nûrunun misali,
içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam,
sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen
[dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun
[ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne
nûrdur. Allah dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller
verir; ve Allah her şeyi en iyi bilendir.
Bu âyetin sağlıklı anlaşılabilmesi için, önce sûrenin ilk âyetinin dikkate alınması
gerekir:
Nûr'un, “ışık” olmasından hareketle Allah'ın ışık olduğu iddia edilemez. Zira
âyetin devamında, O'nun nûrunun örneği… denilmektedir. Burada konu edilen
Allah'ın zatı değil, nûrudur. Allah, … nûrudur tarzındaki ifade mübalağa içindir.
Nitekim Araplar, “Zeydun cûdun” [Zeyd, cömertliktir] derler. Bununla onun her
yanından cömertlik fışkırdığını ifade etmek isterler.
32
Türkçe'de de, “okulun kalbi, okulun beyni, okulun onuru, mahallenin gülü,
ailenin direği, can damarı, eğitimin temeli” gibi deyimler mübalağa için kullanılır.
Toplumda bazı insanlar için “o, altındır” denilir. Bununla o kişinin gerçekten altın
olduğu değil, onun altın gibi saf ve değerli olduğu ifade edilir.
Ey insanlar! Kesinlikle Rabbinizden size apaçık bir kanıt geldi. Ve Biz size
apaçık/açıklayan bir nûr [ışık] indirdik. (Nisâ/174)
Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş
şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan,
sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki
Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O
hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile
birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir. (A‘râf/157)
Ayrıca, vahiy birçok âyette mecazen “güneş” olarak ifade edilmiştir. Allah'ın
vahiyle toplumları aydınlatması ise birçok yerde konu edilmiştir:
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah'a
mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabb'lerine eşit/denk tutuyorlar. (En‘âm/1)
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr
verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın
durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’
gösterilmiştir. (En‘âm/122)
33
Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi
izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen
de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele.
Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah' tevekkül
et. Vekil olarak da Allah yeter. (Ahzâb/45-48)
Burada, O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir;
o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya,
batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin
ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık
verir; nûr üstüne nûrdur nitelemesiyle, gönderilen kitap ve elçinin süresizlik ve
evrenselliği beyân edilmektedir. Bu, her insanın kolayca anlayabileceği şekilde izah
edilmiştir: O, doğu-batı gibi herhangi bir yöreye, mekana indirgenemez; evrenin her
yerindedir. Onun yakıt desteğine, enerji takviyesine ihtiyacı yoktur. O inci gibi
koruma üstüne koruma altına alınmıştır. Mahfazaları şeffaftır, koruma katmanları
ışığının yayılmasına engel olmaz.
34
toplumun sıkıntılarını gidermek”tir. Salâtın ikâmesi ise, “zihnî ve mâlî yönlerden
yapılan yardım ve destekle sorunların giderilmesi ve bunun ikâmesi”dir
[sürdürülmesi/ayakta tutulmasıdır]. Zihnî yönü ile salâtın iqâmesi, eğitim ve öğretim
yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açmayı ve bunları ayakta
tutmayı, mâlî yönü ile salâtın ikâmesi ise, iş alanları açmayı, Emekli Sandığı,
Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemleri teşkil etmeyi, yoksul ve yetimleri
destekleyerek –bekâr ve dulları evlendirmek de dâhil– sorunları sırtlamayı, dertlerine
deva olmak için kurumlar oluşturmayı ve bunları yaşatarak ayakta tutmayı kapsar.
35
kastedilmiştir.
Ve Allah kime nûr vermemişse, artık o kimse için nûrdan herhangi bir şey
yoktur: Bunlar, Allah'ın verdiği nûrdan [Kur’ân'dan, Elçi'den] nasiplenmemiş
kimselerdir. Allah'ın nûrundan başka da nûr/ışık yoktur. Başkalarının ışık diye
insanlığa empoze ettiği ilkeler, sistemler, ideolojiler hep bataklığa götürür:
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın, O'nun Elçisi'ne inanın ki, –
Kitap Ehli, Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini ve şüphesiz lütfun
Allah'ın elinde olduğunu, onu dilediğine verdiğini bilsinler diye– O [Allah], size
rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nûr yaratsın ve sizi
bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Ve Allah, büyük lütuf
sahibidir. (Hadîd/28-29)
Burada inançsızların, Allah'ın nûrundan yararlanmayanların dünya ve
âhiretteki hayal kırıklıkları örneklerle anlatılmaktadır. Kâfirlerin amellerinin işe
yaramadığı, yaramayacağı başka örneklerle de anlatılmıştı:
De ki: “Ameller bakımından en çok zarara uğrayanları haber verelim mi?
Onlar, kendileri sanat/sanayi olarak güzellik ürettiklerini sanırken basit hayatta
çalışmaları da boşa gitmiş olan kimselerdir.” İşte onlar, Rabb'lerinin âyetlerini ve
O'na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa
gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiçbir değer vermeyiz].
(Kehf/103-105)
Allah, inananların velîsidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa
çıkarır. Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan
karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.
(Bakara/257)
Ve Biz onların [Bize kavuşmayı ummayanların] amelden her yaptıklarının
önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri hâline getiriverdik. (Furkân/23)
Elif [1], Lâm [30], Râ [200]. Bu, Bizim, insanları Rabb'lerinin izni ile
karanlıklardan aydınlığa; Azîz'in, Hamîd'in; göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan
şeyler Kendisinin olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
Ve dünya hayatını âhirete tercih eden, Allah'ın yolundan çeviren ve onun eğriliğini
isteyen şu kâfirlerin, şiddetli bir azaptan dolayı vay haline! İşte bunlar, çok uzak bir
sapıklık içindedirler. (İbrâhîm/1-3)
Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık
üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara
yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. (Zümer/22)
Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr eden, hakksız yere peygamberleri öldüren ve
insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler; sen hemen bunları acıklı
bir azapla müjdele! İşte bunlar, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitmiş
kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da bir şey yoktur. (Âl-i İmrân/21-22)
41. Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların,
arıların, bulutların, boranların] Allah'ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi
tesbihini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en
iyi bilendir.
Bu âyette, göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların Allah'ı tesbih ettikleri
[Allah'ın tüm kemal sıfatları ile muttasıf olup tüm noksanlıklarından münezzeh
olduğuna kanıt oldukları] bildirilmektedir. Bu, İsrâ sûresi'nde de vurgulanmıştı:
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu
hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi
kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir, çok bağışlayandır. (İsrâ/44)
36
Ancak burada, Hepsi kendi tesbihini ve salâtını mutlaka bilmektedir
buyurularak, her varlığın bir salâtının [desteğinin] olduğu ve bunu yerine getirdiği
de bildirilmektedir. Zira evrendeki her şey bir sebebe mebni yaratılmıştır; batıl/boş
yere yaratılmamıştır:
Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu
küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan
kişilerin hâline! (Sâd/27)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-
ı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır. O kişiler ki ayaktayken, otururken
ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde
tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan
münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru!” (Âl-i İmrân/190-194)
En‘âm/73, Yûnus/5, İbrâhîm/19, Hicr/85, Nahl/3, Ankebût/44, Rûm/8, Zümer/5,
Ahkâf/3, Duhân/39, Câsiye/22 ve Teğâbün/3'e de bakılabilir.
Burada üzerinde duracağımız nokta, âyetteki dizi dizi uçanlar ifadesidir.
Âyetteki tayr sözcüğü, sadece “kuş”u değil, küçük bir böcekten, arıdan, uçağa ve
bulutlara kadar her türlü uçan cismi içine alır. Burada aklımıza gelenlerden birkaçı
hakkında bilgi sunmak istiyoruz:
ARILAR
Bu uçucular, bal üreterek insanlığa katkıda bulunurlar. Ama bunların bal
üretmekten daha önemli bir görevleri vardır. Dünyadaki bitkilerin döllenmesinin %
90'ı arılar tarafından gerçekleştirilir. Arıların bu desteği olmasa yeryüzünde meyve,
sebze, tahıl vs. hiçbir şey yetişmez.
KUŞLAR
Kuşlar, besin zincirinin önemli halkalarını oluştururlar. Ayrıca eko-sistemin
sağlık ve devamlılığı için inanılmaz ölçüde destek sağlarlar.
KARGALAR
Ormanda yaşayan türleri meşe tohumlarını alarak daha sonra yemek için ağaç
kovuklarına saklar ya da toprağa gömer. Daha sonra nereye gömdüklerini unuturlar.
Bu tohumlar zamanla çimlenir, fidan ve ağaç olur. Cevizle beslenen türlerin de,
ceviz ağaçlarının da çoğalmasını sağlarlar. Bunlar, kırılması için cevizleri ağaçtan
ya da binaların tepelerinden aşağı atar, kırılan cevizlerin içini yerler. Kırılmayan
cevizler ise toprakta zamanla yeşerir ve ağaç olur. Ayrıca diğer tohumları
ağızlarıyla ya da dışkılarıyla taşıyarak ormanlaşmada ve ormanların yenilenmesinde
önemli rol oynarlar.
DİĞER KUŞLAR
Güvercinler haberleşme, doğan ve şahin avcılık hususunda insanlara destek
olurlar. Yırtıcı kuşlar, kemirgenler, sürüngenler, kurbağalar ve küçük kuşlar gibi
canlıları avlayarak, doğadaki sayılarını kontrol altında tutarlar. Böcek yiyen kuş
türleri birçok tarım zararlısını yiyerek ekonomik yarar sağlamalarının dışında
sivrisinekleri de yiyerek sıtma gibi hastalık vakalarını azaltırlar. Leş yiyici olan
akbabalar, potansiyel olarak birçok hastalık tehlikesini önlerler.
Doğadaki fosfor döngüsü de balıkçıl kuşlar vasıtasıyla gerçekleşir. Fosforun
denizlerden karalara dönüşü, balıkçıl ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları
yoluyla olur.
Rüzgârdan elde edilen enerji ve bulutların yağmur taşımadaki destekleri de
herkesçe bilinen bir gerçektir.
42. Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. Dönüş
de ancak Allah'adır.
37
43. Şüphesiz Allah'ın, bulutları sürüklediğini, sonra onları bir araya
getirdiğini, sonra da üstüste yığdığını görmedin mi? İşte görüyorsun ki bunların
arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde dolu bulunan dağları indirir
de onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı
nerdeyse gözleri alır!
44. Allah, geceyi ve gündüzü çevirir durur. Şüphesiz basiret sahipleri için
kesinlikle bir ibret vardır.
45. Ve Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı
üzerinde yürümekte, kimileri iki ayak üzerinde yürümekte, kimi de dört ayak
üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye en
iyi güç yetirendir.
Gözlem ve araştırma yapan herkes bunun böyle olduğuna anlar. Meselâ, herkes
bulutların sürüklediğini, sonra onların bir araya getirildiğini, sonra üstüste
yığıldığını, bunların arasından da yağmurun çıkarıldığını; gökten, içinde dolu
bulunan dağların indirildiğini, kimine isabet ettirildiğini, kiminden de uzak
tutulduğunu; şimşeğin parıltısının nerdeyse gözleri aldığını; gece ve gündüzün
çevirilip durduğunu görebilir. Bütün bunlarda basiret sahipleri için kesinlikle bir
ibret vardır.
Yine incelendiğinde anlaşılır ki, her canlı sudan yaratmıştır. Buna rağmen kimi
karnı üzerinde, kimi iki ayak üzerinde, kimi de dört ayak üzerinde yürüyor.
Öyleyse, Allah dilediğini yaratıyor. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.
Yine araştıran herkes görecektir ki, Allah apaçık âyetler indirmiş; dileyen
kimseyi dosdoğru yola iletiyor. Burada gerçeği bulmaya yapılan delâlet, Kur’ân'ın
birçok âyetinde yer almıştır. Bunlardan bir kaçını naklediyoruz:
Ve şu kâfir olan kimseler, gökler ve yer bitişik bir hâlde idi de Bizim onları [o
ikisini] ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan kıldığımızı görmediler mi? Buna
rağmen hâlâ inanmıyorlar mı? (Enbiyâ/30)
38
diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile
birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver,
kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin” diye
tefekkür eden kavrama yetenekleri olanlar için nice âyetler vardır. (Âl-i İmrân/190-
194)
49. Ama eğer hakk kendi lehlerine ise, o'na, gönülden bağlı kimseler
olarak gelirler.
52. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a haşyet duyar ve O'na
takvâlı davranırsa, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
53. Ve onlar [münâfıklar], sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde
mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De
ki: “Yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.”
54. De ki: “Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz
çevirirseniz şunu bilin ki, o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir.
Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz.
Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir.
Bu pasajda, önce münâfıkların tavırları ve konumları, sonra da mü’minler konu
edilmiştir: Münâfıklar, “Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da
onlardan bir grup, geri duruyor, bunlar mü’min değillerdir. Ve aralarında
hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup
mesafelenip gitmektedir. Ama eğer hakk kendi lehlerine ise, o'na gönülden bağlı
kimseler olarak gelmektedirler.
39
Mü’minler ise –münâfıkların aksine– aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve
Elçisi'ne davet edildiklerinde ancak “İşittik ve itaat ettik” derler. İşte bunlar, kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir.
40
diyeceklerdir. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah size
bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü
yetebilir? Bilakis Allah, yaptıklarınıza haberdardır.” (Fetih/11)
Eğer o [sefer], yakın bir kazanç ve sıradan bir sefer olsaydı, onlar kesinlikle
seni izlerlerdi. Fakat o meşakkatli iş kendilerine uzak geldi. Bununla beraber,
“Bizim de gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle beraber elbette çıkardık” diye
Allah'a yemin edecekler –kendilerini helâk ediyorlar– ve Allah biliyor ki onlar,
kesinlikle yalıncılardır. Allah seni affetti. Doğru söyleyenler, sana iyice belli
oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar, niçin onlara izin verdin? (Tevbe/42-
43)
Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Artık eğer siz onlardan
razı olursanız da bilin ki Allah, şüphesiz o fâsıklar toplumundan razı olmaz.
(Tevbe/96)
54. âyetteki, Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin üzerine olan
da, sadece apaçık tebliğdir ifadesinde yer alan Peygamber'in görevi, birçok âyette
hatırlatılmıştı:
Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek,
şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap
görmektir. (Ra‘d/40)
Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine
bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz
insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle
yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki
şüphesiz o insan çok nankördür. (Şûrâ/48)
55. Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere,
kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife
kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini onlar
41
için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene
değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak
koşmazlar. Bundan sonra da kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların
ta kendileridir.
56. Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi'ye
itaat edin.
42
61. Âmâya suç yoktur; topala suç yoktur; hastaya suç yoktur; sizin içinde
kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya annelerinizin evlerinden
veya erkek kardeşlerinizin evlerinden veya kız kardeşlerinizin evlerinden veya
amcalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın
evlerinden veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına mâlik olduğunuz
yerlerden yahut dostunuzun evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu hâlde
veya ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz zaman Allah
tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize güvenlik
oluşturun. İşte Allah, aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini böyle ortaya koyar.
Âyetteki, artık zînetlerini dışa vurmadan ifadesi de, “kendilerine bakılsın diye
zînetlerini açığa vurmaksızın ve süslenmeye kalkışmaksızın” demektir.
43
62. Mü’minler ancak, Allah'a ve Elçisi'ne inanmış, Elçi ile birlikte sosyal
bir işle meşgul iken o'ndan izin istemedikçe çekip gitmeyen kimselerdir. Şüphesiz
şu senden izin isteyen kimseler; işte onlar Allah'a ve Elçisi'ne iman etmiş
kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan
dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.
• Mü’minler, Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken o'ndan izin almadan
gitmeyen kimselerdir. (Şüphesiz şu senden izin isteyen kimseler; işte onlar Allah'a ve
Elçisi'ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde,
sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz
Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.)
Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın ve Elçisi'nin iki eli arasında öne geçmeyin. Ve
Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Ey iman
etmiş kimseler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize
yüksek selse bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz
bilincinde olmadan amelleriniz boşa gidiverir. Şüphesiz Allah'ın Elçisi'nin
huzurunda seslerini kısan kimseler; işte onlar, Allah'ın, kalplerini takvâ için imtihan
ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret [korunmuşluk] ve büyük bir mükâfât vardır.
Şüphesiz sana odaların arka tarafından seslenen kimseler; onların çoğu akıllı
davranmıyorlar. Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette
kendileri için daha iyi olurdu. Ve Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. Ey iman etmiş
kimseler! Eğer fâsığın biri size bir haber getirirse hemen araştırın/tesbit edin. Yoksa
bilmeden bir topluluğa sataşırsınız [zarar getirirsiniz] da yaptığınıza pişman olanlar
olursunuz. Ve şüphesiz içinizde Allah'ın Elçisi'nin varlığını bilin. Şâyet o, birçok
işlerde size uysaydı, kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, Kendisinin bir
lütuf ve nimeti olarak size imanı sevdirdi ve onu kalplerinize zînet yaptı. Küfrü,
fâsıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İşte bunlar, rüşde sahip kimselerin ta
kendilerdir. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. (Hucurât/1-8)
44
Âyette konu edilen, Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşguliyet, “yöneticinin (o
gün Peygamber'in) bir maslahatı yaygınlaştırmak için insanları toplamaya gerek
duyduğu, salâtın ikâmesi; eğitim-öğretim, sosyal yardım faaliyetleri, yasama-
yürütme istişare toplantıları, savaş hazırlıkları vs. gibi çalışmalar”dır.
21
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
45