You are on page 1of 45

102 Nur suresi

102 (24). SÛRE


NÛR SÛRESİ
102 (24). NÛR SÛRESİ
MEDENÎ, 64 ÂYET
GİRİŞ
Adını 35. âyetteki ‫[نور‬nûr] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 102. sırada
indiği kabul edilir. Sûrede; zinâ, zinâ iftirası, eşe zinâ isnadı ile ilgili hükümler, aile içi
ve toplumsal davranışlara yönelik görgü kuralları, Allah'ın tanıtılması, “ifk” olayı ve
yankıları gibi birbirinden bağımsız birçok necm yer alır. Necmlerin sıralanışında
kronoloji yoktur. Zira, bu sûreye yerleştirilen necmlerin bir kısmı, bu sûreden çok
önce inmiştir.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1. İndirdiğimiz ve farz kıldığımız/parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt
alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik.
2. Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek; hemen her birini yüz kamçı ile
kamçılayın; Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi onlara acıma
duygusu tutmasın! Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun.

4. Ve muhsan [evli, hür] kadınlara zinâ isnadında bulunup, sonra dört


tanık getiremeyen kimseler; hemen bunları seksen kamçı ile kamçılayın ve onların
tanıklığını ebediyyen kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta kendileridir.

6-7. Eşlerine zinâ isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri


olmayanlar; onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna
dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi
üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutmasıdır.

8-9. Kadının, onun [kocasının] yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört


defa, beşincide de, eğer o [kocası] doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının
kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutması, kendisinden cezayı savar.

5. Ancak bundan sonra tevbe eden ve düzelten kimseler hariçtir. Artık,


şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

10. Ya Allah'ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı... Ve şüphesiz Allah,


tevvâb, hakîm olmasaydı…

3. Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmiyor; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek
evleniyor. Ve bu, mü’minlere haram kılınmıştı.

11. Şüphesiz bu ifk'i [ağır iftirayı] getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu
kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan, her
bir kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan bunun [günahın] büyüğünü söyleyen
kimse için de çok büyük bir azap vardır.

1
12. Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı
işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir iftiradır”
demeleri gerekmez miydi?

13. Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhit getirmeleri
gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde
yalancıların ta kendisidirler.

14. Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içine


düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi.

15. Hani siz onu [bu iftirayı], birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi
hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi [bu uydurma haberi] ağızlarınızla
söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah
katında çok büyüktür.

16. Ve onu duyduğunuz zaman, “Bunu konuşup durmamız bize yakışmaz.


Sübhâneke! Allahım! Sen münezzehsin, bu, çok büyük bir iftiradır...” demeli değil
miydiniz?

17. Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini ebedî olarak bir
defa daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.
18. Ve Allah âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en
iyi yasa koyandır.

19. Şüphesiz, inanan kimseler içinde fâhişenin [aşırılığın, utanmazlığın]


yayılmasını seven kimseler; dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve
Allah bilir; siz bilmezsiniz.

20. Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok


şefkatli ve çok merhametli olmasaydı...

21. Ey iman etmiş kimseler! Şeytânın adımlarını izlemeyin. Ve kim


şeytânın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, fahşa [aşırılıkları] ve münkeri [tüm
çirkinlikleri] emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı,
sizden hiçbir kimse ebediyen temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır.
Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

23. Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan]
mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir
[uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
24. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şâhitlik edecektir.

25. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da


Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.

26. Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkeklere, kötü şeyler/erkekler de kötü


kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de

2
temiz kadınlar içindir. İşte onlar, onların [iftiracıların] söylediklerinden çok uzak
olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.

22. Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere,


Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur, rahîm'dir.
27. Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark
ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz için, sizin
için daha iyidir.
28. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye kadar
oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu, sizin için
daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.

29. İçinde size ait herhangi bir meta [değerli şey] bulunduğu oturulmayan
evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz
şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.

30. Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını


korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp
ürettiklerine haberdardır.

31. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını


korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini de
göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının
babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları,
kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz
olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini
[cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli
etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar.
Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin!

32. Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden


iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları
zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, vâsi'dir [geniş olandır], en iyi bilendir.
33. Ve evlenmeye imkân bulamayanlar; Allah, Kendi fazlından kendilerini
varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin mâlik olduklarından
mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, hemen
mükâtebe yapın. O'nun [Allah'ın] size vermiş olduğu Allah'ın malından siz de onlara
verin. Ve basit hayatın geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, muhsanlaşmak
[bağımsızlaşmak-evlenmek] isteyen gençlerinizi taşkınlığa/baş kaldırıya zorlamayın.
Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki, hiç şüphesiz Allah onların
zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
34. Ve andolsun ki Biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen
kişilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirdik.
35. Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde
kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki
inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her
yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır –ki onun [ağacın] yağı, neredeyse
kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir.– Nûr üstüne nûrdur. Allah dileyen kimseyi

3
nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller verir; ve Allah her şeyi en iyi
bilendir.

36-38. Allah'ın, yükseltilmesine, içerisinde Kendi isminin zikredilmesine izin


verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki,
ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten
onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık
versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir
günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.

39-40. Ve şu küfretmiş olan kişiler; onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap


gibidir ki, susayan onu su zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey
bulamaz. Yanında Allah'ı bulmuştur. Sonra da O [Allah] ise onun hesabını
tastamam ödemiştir. Allah hesabı çok çabuk görür. Yahut çok derin engin bir
denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; onu dalga üstüne dalga kaplamakta; üstünde de
bulut vardır. Birbiri üstüne karanlıklar... Kime, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu
dahi göremez. Ve Allah kime nûr vermemişse, artık o kimse için nûrdan herhangi
bir şey yoktur.
41. Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların,
arıların, bulutların, boranların] Allah'ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi
tesbihini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en iyi
bilendir.
42. Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. Dönüş de
ancak Allah'adır.
43. Şüphesiz Allah'ın, bulutları sürüklediğini, sonra onları bir araya
getirdiğini, sonra da üst üste yığdığını görmedin mi? İşte görüyorsun ki bunların
arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde dolu bulunan dağları indirir de
onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı
nerdeyse gözleri alır!
44. Allah, geceyi ve gündüzü çevirir durur. Şüphesiz basiret sahipleri için
kesinlikle bir ibret vardır.
45. Ve Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde
yürümekte, kimileri iki ayak üzerinde yürümekte, kimi de dört ayak üzerinde
yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç
yetirendir.

46. Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah dileyen
kimseyi dosdoğru yola iletir.

47. Ve onlar, “Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da


onlardan bir grup, arkasından geri duruyorlar ve bunlar, mü’minler değildir.

48. Ve aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları zaman,


bakarsın ki, onlardan bir grup mesafelenmişlerdir.

49. Ama eğer hakk kendi lehlerine ise, o'na, gönülden bağlı kimseler olarak
gelirler.

4
50. Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi
düştüler? Yoksa Allah ve Elçisi'nin kendilerine hakksızlık edeceğinden mi
korkuyorlar? Bilakis onlar, zâlimlerin ta kendileridir!

51. Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Elçisi'ne davet edildiklerinde


mü’minlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleri oldu. İşte bunlar, kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir.

52. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a haşyet duyar ve O'na
takvâlı davranırsa, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
53. Ve onlar [münâfıklar], sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde
mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki:
“Yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.”
54. De ki: “Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz
çevirirseniz şunu bilin ki, o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir. Sizin
üzerinize de, size yüklenendir. Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin
üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir.
55. Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere,
kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife kılacağını
[başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle
tutunduracağını ve korkularından sonra onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat
etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da
kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir.
56. Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi'ye
itaat edin.

57. Sakın, şu küfretmiş kimselerin, yeryüzünde âciz bırakacaklarını


sanma/sakın sanmasınlar! Onların da varacağı yer ateş'tir. Kesinlikle de o, ne kötü
bir varış yeridir!

58. Ey iman etmiş kimseler! Yeminlerinizin sahip olduğu kimseler, sizden


erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah salâtından önce, öğle
vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece salâtından sonra izin istesinler. Bunlar sizin
için üç avrettir [açık ve korumasız üç zamandır].” Bunlar dışında ne size ne de onlara
bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size
işte böyle açığa koyuyor. Allah alîm'dir, hakîm'dir.
59. Ve sizden olan çocuklar ergenlik çağına geldikleri zaman, artık
kendilerinden önceki kişilerin [ağabeylerinin, ablalarının] izin istedikleri gibi izin
istesinler. Allah Kendi âyetlerini size işte böyle açığa koyar ve Allah alîm'dir,
hakîm'dir.

60. Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar; artık zînetlerini dışa


vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli
olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

61. Âmâya suç yoktur; topala suç yoktur; hastaya suç yoktur; sizin için de
kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya annelerinizin evlerinden veya
erkek kardeşlerinizin evlerinden veya kız kardeşlerinizin evlerinden veya
amcalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın evlerinden
veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına mâlik olduğunuz yerlerden yahut

5
dostunuzun evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu hâlde veya ayrı ayrı
yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından
mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize güvenlik oluşturun. İşte Allah,
aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini böyle ortaya koyar.

62. Mü’minler ancak, Allah'a ve Elçisi'ne inanmış, Elçi ile birlikte sosyal
bir işle meşgul iken o'ndan izin istemedikçe çekip gitmeyen kimselerdir. Şüphesiz şu
senden izin isteyen kimseler; işte onlar Allah'a ve Elçisi'ne iman etmiş kimselerdir.
Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin
ver; onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir.

63. Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi kılmayın.


Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine
aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya kendilerine çok
acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.

64. Gözünüzü açın! Şüphesiz göklerde ve yeryüzünde olan şeyler


Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde olduğunuzu kesinlikle bilir. Kendisine
döndürülecekleri günde de, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber verecektir.
Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.
TAHLİL:
1. İndirdiğimiz ve farz kıldığımız/parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt
alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik.
Bu âyette insanlığın dikkati, Kur’ân'a; özellikle de bu sûrede açıklanan ilkelere
çekilmiştir. İnsanların düşünmeleri ve öğüt almaları için bu sûrede apaçık âyetlerin
ve hükümlerin bulunduğuna, bunların mutlaka hayata geçirilmesi gerektiğine işaret
edilmiştir.
2. Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek; hemen her birini yüz kamçı ile
kamçılayın; Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi onlara
acıma duygusu tutmasın! Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına
tanık olsun.

4. Ve muhsan [evli, hür] kadınlara zinâ isnadında bulunup, sonra dört


tanık getiremeyen kimseler; hemen bunları seksen kamçı ile kamçılayın ve
onların tanıklığını ebediyyen kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta
kendileridir.

6-7. Eşlerine zinâ isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri


olmayanlar; onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden
olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın
lanetinin kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutmasıdır.

8-9. Kadının, onun [kocasının] yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört


defa, beşincide de, eğer o [kocası] doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının
kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutması, kendisinden cezayı savar.

5. Ancak bundan sonra tevbe eden ve düzelten kimseler hariçtir. Artık,


şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

6
10. Ya Allah'ın size lütfu ve rahmeti olmasaydı... Ve şüphesiz Allah,
tevvâb, hakîm olmasaydı…

Sûrenin bu paragrafında zinâ, zinâ iftirası ve kocanın karısına zinâ isnat edip
şâhit gösterememesi hakkında hükümler yer alıyor. Bu hükümler şunlardır:
• Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek yüz kamçı ile kamçılanmalıdır. İnançlı
insanlar, Allah dininde acıma duygusuna kapılmadan bu hükmü uygulamalıdır.
Mü’minlerden bir grup da onların cezalandırılmasına tanık olmalıdır.

• Muhsan [evli, hür] kadınlara zinâ isnadında bulunup, sonra dört tanık
getiremeyen kimseler seksen kamçı ile kamçılanmalıdır. Ve onların tanıklığı
ebediyyen kabul edilmemelidir. Ve onlar, fâsık olarak sabıkalandırılmalıdır.

• Eşlerine zinâ isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar


hakkında lanetleşme uygulanmalıdır. Şöyle ki: Kişi, kendisinin doğru
söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise,
Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutar.

• Kadın da, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide
de, eğer o [kocası] doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine
olmasına Allah'ı şâhit tutar, böylece kendisinden cezayı savar.

• Bu hükümler tevbe edenlere [yaptığı işin kötülüğünün farkına varıp, bir daha
yapmama kararı alarak kamu otoritesine itiraf eden ve Allah'tan bağışlanma dileyen
kimselere] uygulanmaz.

ZİNÂ
Kaynakların çoğunda, “zinâ”nın sözlük ve terim anlamlarının aynı olduğu ileri
sürülmüş ve ‫[ الّزنى‬ez-zinâ], “bir kadınla nikâhsız veya hakksız olarak cinsel temasta
bulunmak” diye tanımlanmıştır. Bu sözcük bazı lehçelerde ‫[الزنى‬ez-zinâ] şeklinde
söylense de sözcüğün esası ‫[ الزناء‬ez-zinâ’] olup med ve kasırla okunur.
Bizim araştırmalarımıza göre, “sıkışmak” anlamındaki ‫[ زنننى‬zny] kökünden
türeyen ve müfaale babından mastar kalıbında bir sözcük olan zinâ lügatte, –işteşlik
olarak– “sıkışmak, karşılıklı olarak dara, sıkıntıya düşmek” demektir.1
Demek oluyor ki, “nikâhsız ve hakksız cinsel temas” eylemi, tarafları sıkıntıya
soktuğu için zinâ sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Fıkıhçılar da “zinâ” üzerinde önemle durmuşlar ve “zinâ”yı terim olarak şöyle
tanımlamışlardır: “Zinâ; İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine
cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya
câriyelik gibi hakklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır.”
Mevcut Mushaf tertibine göre 5. âyet, zinâ suçunu ve 6-8. âyetlerdeki suçları
kapsamamaktadır. Hâlbuki tevbe, her suçu kapsamına alan Allah'ın lütuflarından
biridir:
Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra
hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir.
Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır. Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de
onlardan birine ölüm çatınca, “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler ve de kâfir
olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim kendileri için acı bir azap
hazırladıklarımızdır. (Nisâ/17-18)
1
Lisânu'l-Arab; c. 4 s. 418.

7
Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki
günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek
büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. (Nisâ/48)
Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında
kalanları ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak
bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisâ/116)
De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Ve size azap gelmeden önce Rabbinize
yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz. Ve ansızın azap gelmeden,
kişinin, “Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu
ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her
hâlde ben muttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman “Bana bir
geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden
önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin.” (Zümer/53-58)
Bu nedenle biz 5. âyeti, tevbenin tüm suçları kapsadığını göstermek için 9.
âyetten sonraya yerleştirdik. Müstakil bir haber cümlesi olup Müslümanlara bir uyarı
olması hasebiyle 3. âyeti de pasajın sonuna yerleştirdik.
Homoseksüelliğin cezası Nisâ sûresi'nde zikredilmişti:
Kadınlarınızdan fâhişeye varanlara, kendinizden onların aleyhine hemen dört
şâhit getirin; şâyet onlar şâhitlik ederlerse, artık o kadınları ölüm vefat ettirinceye ya
da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun. Sizlerden ona [fâhişeye] varan
iki er kişi [eşcinsel ilişkide bulunan erkekler]; hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer
tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafelenin. Şüphesiz Allah, tevbeleri
çok kabul edendir, en çok merhamet edendir. (Nisâ/15-16)

2. âyette, Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun


buyurulmuştur, ki bunun amacı, kişinin rencide de edilmesini ve buna dair haberin
toplumda yayılmasını, herkesin bundan ibret almasını ve mü’minlerin bu kimseler
için hayır dua etmelerini temin etmektir.

Zinâ iftirasıyla ilgili âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir:

Sa‘îd b. Cübeyr dedi ki: “Bu âyetin iniş sebebi, mü’minlerin annesi Âişe
(r.anhâ) hakkında söylenenlerdir.”2
Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında âlimler şunları nakletmişlerdir:
1) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: Hakk Teâlâ'nın, Namuslu ve hür kadınlara
(zinâ) iftirası atanlar... (Nûr/4) âyeti nâzil olunca, Âsım b. Adiyy el-Ensârî şöyle
dedi: “Yani, bizden biri, evine girse, bir adamı hanımının koynunda bulsa, bu
durumda o, buna şâhit olabilecek dört kişi getirmeye kalksa, o zamana kadar o
adam işini görüp gitmiş olur. Eğer onu o anda öldürse, onun kâtili sayılır. Eğer,
‘Ben falancayı, hanımımla beraber buldum’ diyecek olsa, iftira cezasına çarptırılır.
Sesini çıkarmayacak olsa, öfkesini içinde tutmuş olur. Allahım! Bir çıkış kapısı
aç.” Âsım'ın, Uveymir adında bir amcaoğlu ve Uveymir'in de Havle bt. Kays
adında bir hanımı vardı. Derken Uveymir, Âsım'a gelip, “Yemin olsun ki Şureyh
b. Sehmâ'yı. hanımım Havle'nin üzerinde [koynunda] gördüm” dedi. Bunun
üzerine Âsım istircâ'da bulundu, yani “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” [biz,
Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz] dedi ve sonra, Rasûlullah'a (s.a) gelip, “Yâ
Rasûlullah! Ailem hususunda ne çabuk imtihan oldum!” dedi. Hz. Peygamber (s.a)
2
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

8
de, “Ne demek istiyorsun?” dedi. Bunun üzerine Âsım, “Amcamoğlu Uveymir,
Şureyh b. Sehmâ'yı hanımı Havle'nin üzerinde bulduğunu bana haber verdi” dedi.
Uveymir, Havle ve Şureyh, bunların hepsi de Âsım'ın amca çocukları idiler. Bu
sebeple, Hz. Peygamber (s.a) onların hepsini çağırttı ve Uveymir'e dönerek,
“Zevcen hakkında (yalan söylemekten), Allah'tan ittikâ et. O, senin amca kızındır.
Ona iftira etme” dedi. Uveymir de, “Yâ Rasûlullah! Allah'a yemin ederim ki,
Şureyh'i hanımımın üzerinde gördüm. Dört aydan beri ona yaklaşmadım. O,
benden başkasından hâmile kalmıştır” dedi. Hz. Peygamber (s.a) o zaman Havle'ye
dönerek, “Allah'tan kork, sadece ne yaptığını söyle” dedi. Havle de, ““Ey Allah'ın
Rasûlü! Uveymir kıskanç bir adamdır. Şüreyh'in bana dikkatlice baktığını ve
benimle konuştuğunu gördü. Kıskançlığı onu, böyle söylemeye sevketti” dedi. İşte
bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. O zaman Rasûlullah (s.a) emretti de,
namaz ezanı okundu, ikindi namazını kıldırdı, sonra Uveymir'e dönüp, “Kalk ve
‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, Havle kesinlikle zinâ etti ve ben (bu hususta)
doğru söylüyorum’ de” dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a) Uveymlr'e ikinci olarak,
“Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben Şureyh'i Havle'nin üzerinde
gördüm ve ben hiç şüphesiz sâdıklardanım’ de” buyurdu. Daha sonra üçüncü
olarak, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o benden başkasından hamile
kalmıştır’ de” buyurdu. Dördüncüsünde de, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet
ederim ki, o zinâ etmiştir. Çünkü ben ona dört aydan beri yaklaşmadım ve ben
gerçekten doğru söyleyenlerdenim’ de” buyurdu. Besincisinde de, “Kalk, ‘Eğer
ben [Uveymir] yalan söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun’ de”
buyurdu. Daha sonra da Uveymir'e “Otur” dedi. Havle'ye “kalk” dedi. Havle ayağa
kalktı ve iki defa, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben zinâ etmedim. Kocam
Uveymir, yalancılardandır [yalan söylüyor]” dedi. İkinci olarak, “Allah'a yemin ile
şehâdet ederim ki, o benim üzerimde Şureyh'i görmedi, yalan söylüyor” dedi;
üçüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben ondan hamileyim, o
yalan söylüyor” dedi; dördüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o
[kocam] beni zinâ yaparken görmedi, o yalan söylüyor” dedi; beşinci olarak da,
“Eğer Uveymir söylediklerinde doğru ise, Allah'ın gazabı benim üzerime olsun”
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), onları birbirinden ayırdı.3
2) Kelbî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Âsım, bir gün
ailesine varıp gitti ve Şüreyh b. Sehmâ'yı hanımının koynunda buldu. Bunun üzerine
Hz. Peygamber’e (s.a) geldi.” Hadisin bundan sonraki kısmı, geçen rivâyette olduğu
gibidir.
3) İkrime, İbn Abbâs'tan (r.a) şunu rivâyet etmiştir: Namuslu ve hür
kadınlara (zinâ) iftirası atan... (Nûr/4) âyeti inince, Ensâr'ın reisi [büyüğü]
durumunda olan Sa‘d b. Ubâde (r.a) şöyle dedi: “Eğer hanımımın koynunda
birisini yakalasam, dört şâhit getirmeye kalkıştığımda, o işini bitirip gitmiş olacak”
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Ey Ensâr cemaati! Reisinizin dediğini
duymuyor musunuz?” deyince, onlar “Yâ Rasûlullah! Onu kınama. Çünkü o
kıskanç bir adam” dediler. Sa‘d b. Ubâde (r.a) de, “Yâ Rasûlallah! Allah'a yemin
ederim ki, bu âyetin Allah'tan geldiğini ve hakk olduğunu biliyorum. Fakat buna
şaştım [bunu anlamakta zorluk çektim]” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a),
“Allah kesinlikle böyle buyuruyor” dedi. Çok beklemeden, Sa‘d'ın amcaoğlu Hilâl
b. Ümeyye –Hilâl, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği o meşhur üç kişiden biri idi–
çıkageldi ve “Yâ Rasûlullah! Hanımımın koynunda birisini yakaladım. Şu
gözümle gördüm, şu kulağımla işittim” dedi. Rasûlullah (s.a), onun getirdiği bu
haberden hoşlanmadı. Hilâl de, “Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Rasûlü,
3
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

9
yüzünden söylediğim şeyden hoşlanmadığını hissetmekteyim. Ama, Allah biliyor
ki doğru söylüyorum ve sadece hakkı ifade ettim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a), “Ya beyyine [şâhit-delil getirirsin], yahut da (sana) had uygulanır” dedi.
Ensâr bir araya gelip, “Sa‘d'ın söylediği başımıza geldi” dediler. Onlar böyle
konuşurlarken, Hz. Peygamber'e (s.a) vahiy geldi. Ona vahiy geldiğinde, yüzünün
rengi kaçar, bedenini bir kırmızılık sarardı. O'nun bu sıkıntısı geçince, “Ey Hilâl!
Müjdeler olsun, Allah senin için bir çıkış yeri nasip etti” dedi. Hilâl de, “Ben de,
Allah'tan bunu umuyordum” dedi ve Hz. Peygamber (s.a) Ensâr'a bu âyetleri
okuyup, “O kadını çağırın” dedi. Kadın çağırıldı. Gelince, Hilâl'in yalan
söylediğini iddia etti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah ikinizden birisinin yalancı
olduğunu biliyor. Sizden, tevbe edecek birisi yok mu?” dedi ve karşılıklı olarak
lanetleşmelerini [lian'ı] emretti. Bunun üzerine Hilâl, Allah adına yemin edip,
şehâdet ederek, kendisinin sâdıklardan olduğunu söyledi. Beşinci seferinde, Hz.
Peygamber (s.a) ona, “Ey Hilâl! Allah'tan kork, çünkü dünya azabı [cezası] âhiret
azabından daha kolaydır” dedi. Hilâl de, “Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü
bana celde vurmadığına göre, Allah bu kadından ötürü bana azap etmeyecektir”
deyip, beşinci kez (malum şekilde) yeminle şehâdette bulundu. Daha sonra Hz.
Peygamber (s.a) kadına dönerek, “Sen de bu şekilde yemin edip, şehâdette
bulunabilir misin?” dedi. O da, dört defa, Hilâl'in yalan söylediğine dair yemin ile
şehâdette bulundu. Beşincisine başlayınca Rasûlûllah (s.a) ona, “Allah'tan kork, bu
beşincisi, neticesi mutlaka gerçekleşecek olandır” dedi. Bunun üzerine kadın, bir
müddet duraladı, suçunu itiraf edecek gibi oldu, sonra “Allah'a yemin ederim ki,
kavmimi rezil kepaze etmeyeceğim” deyip, beşinci kez Hilâl eğer doğru
söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendisine olması için yemin edip, şehâdette
bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), o ikisini birbirinden ayırdı. Sonra da,
“Bekleyin. Eğer bu kadının doğuracağı çocuk orta, kırmızı-beyaza çalan sarı renkli
ve ince bacaklı olursa, Hilâl'e aittir. Yok eğer o çocuğun bacakları kalın, esmer ve
kıvırcık saçlı ve yassı burunlu olursa, bu da (kim yaptıysa) ona aittir” dedi. Kadın
esmer, kalın bacaklı bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) “Eğer
o yeminler olmasaydı, benimle o kadının işi vardı “Ben, ona yapacağımı
biliyordum” buyurdu. İkrime, “Andolsun ki o çocuğu daha sonra, babasının kim
olduğu bilinmediği hâlde, bir şehrin vâlisi olarak gördüm” demiştir.4

Bizce bu âyetleri bazı olaylarla sınırlandırmaya gerek yoktur. Zira sağlam


kaynaklarda bu haberler yer almamaktadır. O nedenle bu âyetler, özel olarak bir olay
hakkında değil, genel olarak zinâ iftirasında bulunanlar sebebiyle nâzil olmuştur.

3. Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmiyor; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek
evleniyor. Ve bu, mü’minlere haram kılınmıştı.

Bir haber cümlesi olan bu âyet, toplumdaki mevcut uygulamayı zikredip esas
uygulanması gerekeni ortaya koyuyor:

• Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmiyor.
• Zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evleniyor.
• Bu uygulama, mü’minlere haram kılınmıştı.

4
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

10
Bu âyet genellikle, “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından
başkası ile evlenemez; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan
erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır” şeklinde çevrilmiştir. Bu
çeviriye göre, “zinâ edenler, sadece kendileri gibi zinâ etmiş biri veya bir müşrikle
evlenebilir” hükmü ortaya çıkmaktadır. Bu hususta şu rivâyet nakledilmiştir:

Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivâyetine göre Amr b. Şu‘ayb'ın babasından,


onun da dedesinden rivâyet ettiğine göre Mersed b. Ebî Mersed Mekke'deki
esirleri taşırdı [Medîne'ye getirir, kurtarırdı]. Mekke'de “Anak” adında bir fâhişe
vardı, bu da onun dostu idi. Mersed dedi ki: Peygamber'e (s.a) gelip dedim ki: “Ey
Allah'ın Rasûlü! Anak'ı nikâhlayayım mı?” Bir süre sustu, bana cevap vermedi.
Bunun üzerine, Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek
nikâhlayabilir buyruğu nâzil oldu. Rasûlullah beni çağırdı ve bana bu âyeti
okuduktan sonra, “Onu nikâhlama” dedi.5

Ne var ki bu hüküm de problemi çözememiş, problemin nasıl çözüleceği


araştırılmıştır. Biz önce bu konu hakkında üretilen formüllerin özetini verecek, sonra
da gerçeği takdim edeceğiz:

Burada nikâh, “cima” manasına kullanılmıştır. Buna göre, mana şöyle olur:
Zinâ eden bir kimse, zinâ ettiği vakit ya Müslümanlardan zinâ eden bir kadın ile
ilişki kurmaktadır, veya ondan daha güzel müşriklerden bir kadın ile ilişki
kurmaktadır.”

Zinâ, ancak bir zâniye ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zinâ etmiş olacağını
ifade eder.

ez-Zeccâc ve başkası bu görüşü el-Hasen'den nakletmişlerdir. Buna göre o


şöyle demiştir: “Burada kasıt, kendilerine zinâ haddi uygulanmış, zinâ eden erkek ve
kadındır.” O şöyle demiştir: “Bu yüce Allah'ın bir hükmüdür. Zinâ haddi uygulanmış
bir erkeğin, zinâ haddi uygulanmış bir kadından başkasıyla evlenmesi caiz değildir.”
İbrâhîm en-Nehâî de buna yakın görüş belirtmiştir.

Ebû Dâvûd'un, Musannef'inde [Sünen'inde] kaydedildiğine göre Ebû Hureyre


şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “Zinâ edip had uygulanmış bir erkek
ancak kendisi gibi olanı nikâhlayabilir.

Âyet-i kerîme neshedilmiştir. Mâlik, Yahyâ b. Sa‘îd'den, o Sa‘îd b. el-


Müseyyeb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Zinâ eden erkek ancak zinâ eden
veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden
veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir buyruğu hakkında (Sa‘îd b. el-Müseyyeb)
dedi ki: “Bu âyet-i kerîmeyi daha sonra gelen, İçinizden evli olmayanları...
evlendirin (Nûr/32) âyeti neshetmiştir.

ÂYETİN MUHKEM OLMADIĞINI SÖYLEYENLER ve BU GÖRÜŞÜN


BAZI HÜKÜMLERE ETKİSİ

Mütekaddiminden bir kesim şöyle demiştir: Âyet-i kerîme nesh edilmiş


değildir. Bunlara göre zinâ eden bir erkeğin kendisi ile hanımı arasındaki nikâhı fâsit
5
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

11
olur. Zinâ eden bir kadının da kendisi ile kocası arasındaki nikâhı fâsit olur.
Bunlardan bir topluluk da şöyle demiştir: “Bu yolla nikâh fesh olmaz, ancak hanımı
zinâ eden kocaya karısını boşaması emredilir. Boşamayacak olursa, günahkâr olur.
Ne zinâ eden bir kadınla, ne de zinâ eden bir erkekle evlenmek caizdir. Ancak tevbe
açıkça tesbit edilecek olursa, o takdirde nikâhlanmak caiz olur.”

MÜ’MİNLERE FÂHİŞELERLE EVLENMEK HARÂMDIR

Böylesi mü’minlere haram kılınmıştır. Yani, bu gibi fâhişeleri nikâhlamak


mü’minlere haramdır. Kimi te’vîl âlimleri şunu iddia ederler: “Böyle fâhişelerle
nikâhlanmayı yüce Allah, Muhammed (s.a) ümmetine haram kılmıştır. Bu türden
kadınların en meşhurlarından birisi de Anak diye bilinen kadındır.”6

Bu âyette yer alan hükümler aslında şunlardır:

• Zinâ eden kadın, ya zinâ eden bir erkekle veya bir müşrik erkekle evleniyor.

• Zinâ eden erkek de zinâ etmiş bir kadınla veya müşrik bir kadınla evleniyor.

• Bu uygulama mü’minlere yasaklanmıştır.

Bu âyet bir haber cümlesidir, bir emir veya yasaklama cümlesi değildir.
Âyetteki nikâhlanıyor ifadesini, “nikâhlanamaz, evlenemez” hâline getirmek,
cehâletin ötesinde bir cinâyettir. Âyete böyle anlam verenler, işin içinden
çıkamazlar, nitekim de çıkamamışlardır. Zira Allah günahkâr [zinâ suçu işlemiş] da
olsa bir mü’minin müşrikle evlenmesini yasaklamış, ayrıca günahkâr-günahsız
ayırımı yapmadan her mü’minin evlendirilmesini emretmiştir. İşte âyetler:

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye,
–sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik
erkeklere de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –sizin
çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe
çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp
düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)

Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi


olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları
zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, vâsi'dir [geniş olandır], en iyi bilendir. (Nûr/32)

11. Şüphesiz bu ifk'i [ağır iftirayı] getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu
kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan,
her bir kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan bunun [günahın] büyüğünü
söyleyen kimse için de çok büyük bir azap vardır.

12. Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı


işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir
iftiradır” demeleri gerekmez miydi?

6
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

12
13. Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhit getirmeleri
gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde
yalancıların ta kendisidirler.

14. Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı,


içine düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi.

15. Hani siz onu [bu iftirayı], birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi
hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi [bu uydurma haberi] ağızlarınızla
söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah
katında çok büyüktür.

16. Ve onu duyduğunuz zaman, “Bunu konuşup durmamız bize


yakışmaz. Sübhâneke! Allahım! Sen münezzehsin, bu, çok büyük bir iftiradır...”
demeli değil miydiniz?

17. Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini ebedî olarak bir
defa daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.
18. Ve Allah âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir,
en iyi yasa koyandır.

19. Şüphesiz, inanan kimseler içinde fâhişenin [aşırılığın, utanmazlığın]


yayılmasını seven kimseler; dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir.
Ve Allah bilir; siz bilmezsiniz.

20. Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok


şefkatli ve çok merhametli olmasaydı...

Bu pasajda, Âişe'ye atılan ve “ifk hâdisesi” diye anılan zinâ iftirası konu
edilmekte ve bu hâdise ekseninde Müslümanlara ahlâkî ilkeler bildirilmektedir.
Pasajın doğru anlaşılabilmesi için önce İfk hâdisesini ansiklopedik düzeyde
aktarmak istiyoruz. İfk hâdisesi, târih [Vâkıdî, Megazî; İbn Hişâm, Sîret] ve hadis
[Buhârî, Müslim] kitaplarında genellikle, oluş tarzı ve sebepleriyle birlikte Âişe
validenin ağzından nakledilir. Biz bunların özetini sunuyoruz:

İFK OLAYI

İfk hâdisesi, münâfıkların Rasûlullah'ı ve mü’minleri yıpratmak, İslâm


toplumunu parçalamak, başta Ebû Bekr olmak üzere Rasûlullah ile yakın
arkadaşlarının arasını açmak, Muhâcirler ile Ensâr'ı birbirine düşürmek amacıyla
Rasûlullah'ın aile mahremiyetini hedef alarak, bölge ve kabile taassubunu kullanmak
sûretiyle başvurdukları bir menfî propaganda ve karalama hareketidir. Bu hareket
başarılı olmuş, iki Müslüman grubu birbirlerine karşı kılıca sarılacak hâle getirmişti.
Olaylar Rasûlullah'ın müdahalesi ile önlenmişti.

Hâdise şöyle olmuştur:

Mustalıkoğulları savaş plânı yapıp Müslümanlar üzerine yürüdüler. Rasûlullah


bunu haber alınca, onlara karşı koymak için hazırlık yaptı, asker topladı. Bu
askerlerin içinde münâfıklar da vardı. Ve Rasûlullah Mustalıkoğulları'na karşı

13
koymak için yola çıktı. Müslümanlar Mureysi adındaki bir subaşında düşmanla
karşılaştılar. Ve onları bozguna uğrattılar. Ganimetler aldılar.

İfk hâdisesi, işte bu başarılı sefer dönüşü esnasında meydana geldi. Ordu,
geceleyin bir yerde konakladı. Âişe ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü
zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş, evlilik hediyesi olarak annesi
Ümm Rûman'ın hediye ettiği gerdanlığının kaybolduğunu fark etti.

Âişe, gerdanlığını aramak için ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup


döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden
muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü.
Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada otururken olduğu yerde uyuyup
kaldı.

İkinci konakta Âişe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşıldı ve bir süre


beklendi. Bu sırada ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, onu
devesine bindirdi ve orduya yetiştirdi.

Âişe'nin genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat
bilip dedikodu başlattı. Başta Abdullah b. Ubey olmak üzere fırsatçılar dedikoduyu
yaydılar.

Münâfıklar dışında bazı Müslümanlar da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar;


bunlar, Safvan'dan öç almak isteyen Hassan b. Sâbit, Rasûlullah'ın hanımlarından
Zeyneb bt. Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Ebû Bekr'in yardımlarıyla geçinen Mıstah
b. Usâse idiler.

20. âyetteki, Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah,


çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı ifadesinde de, yukarıda tevbeyi konu alan
âyette olduğu gibi şart cümlesinin son bölümü söylenmemiştir. Bunun cevabı,
“hâliniz nice olurdu” veya hiç biriniz ebediyyen temize çıkamazdı” şeklinde takdir
edilebilir.

Âyetlerden açıkça anlaşılan mevzuları şu şekilde sıralayabiliriz:


• Bu iftirayı yayanlar, maalesef Müslümanlardan bir topluluktur.
• Bunlar, Kur’ân'ın verdiği terbiyeye göre hareket etmemiş; yanlış yapmış, suç
işlemişlerdir ve bu olaya bulaştıkları ölçüde sorumludurlar.
• Aslında çok kötü görülen bu olay, hayırlı olmuştur.
• İftirayı atanlar-yayanlar, kanıtsız ve tanıksız dedikodu ürettiklerinden yalancı
duruma düşmüşlerdir.
• Bu haberi duyanlar, duydukları zaman hüsn-i zannda bulunup, bunun apaçık
bir yalan olduğunu söylemeleri gerekirdi.
• Bu iftirayı duyduklarında mü’minlerin, bunun bir iftira olduğunu ve buna
bulaşmanın caiz olmadığını idrak etmeleri ve yayılmasını önlemeleri gerekirdi.
• Bu iftiraya alet olan, işin nereye varacağını bilmeden ileri-geri konuşanlar,
Allah'ın çok büyük günah saydığı bir işi yapmışlardır. Allah çok merhametli olduğu
için azaba maruz kalmamışlardır. İmanlı olan kimseler bunu kesinlikle bir daha
yapmamalıdırlar.
11. âyette, Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir
iyiliktir buyuruluyor. Daha önce de kötü görülen bir şeyin aslında hayır olabileceği

14
konusunda şu bilgi verilmişti:
Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size yazıldı [farz
kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine
olabilir ki, siz, sizin için şerrli olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz
bilmezsiniz. (Bakara/216)
Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz. Ve
onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fâhişe [çirkin bir hayâsızlık;
zinâ] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla ma‘rûf ile muaşerette
bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa; siz bir şeyden hoşlanmasanız da
Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde] birçok hayır kılacak olabilir. (Nisâ/19)
Düşünüldüğünde de ifk hâdisesinde insanlık için, özellikle de mü’minler için
ibret alınacak birçok nokta söz konusudur:
• Bu hâdise, zinâ ve zinâ iftirası hakkında hükümlerin gelmesine sebep
olmuştur.
• Bilinmeyen konularda dedikodunun nelere mal olacağı insanlara somut
olarak gösterilmiştir.
• Bu hâdise, toplumdaki imanı sağlam olanlar ile iğreti olanların ve
münâfıkların ayrışmasına, bilinmesine sebep olmuştur.
• Bu hâdise, mü’minlerin daima ihtiyatlı olmaları, dedikodu ve iftiraya meydan
verecek hususlardan uzak durmaları gerektiğini somut olarak göstermiştir.
• Sabretmeleri ve musibetler karşısında metanetli olmaları sebebiyle bu
hâdisenin mağdurlarının dereceleri yükselmiştir.
• Ve bu konuda inen âyetler, Rasûlullah'ın hakk peygamber olduğuna kanıt
teşkil etmişlerdir. Zira bu olayların Kur’ân'da yer alması dünyanın sonuna kadar bu
olayın unutulmadan dilden dile dolaşmasını sağlayacaktır. İftira da olsa hiçbir aile
reisi ailesiyle ilgili böyle bir olayın şuyûunu istemez, aksine unutulup gitmesini ister.
Ama Peygamber'in bunu saklaması mümkün değildir.

21. Ey iman etmiş kimseler! Şeytânın adımlarını izlemeyin. Ve kim


şeytânın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, fahşa [aşırılıkları] ve münkeri [tüm
çirkinlikleri] emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı,
sizden hiçbir kimse ebediyen temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize
çıkarır. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

23. Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan]
mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir
[uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
24. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şâhitlik edecektir.

25. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar


da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.

26. Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkekler, kötü şeyler/erkekler de kötü


kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de
temiz kadınlar içindir. İşte onlar, onların [iftiracıların] söylediklerinden çok uzak
olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.

22. Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere,


Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş

15
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur,
rahîm'dir.
Bu âyet grubunda, yine ifk hâdisesi ekseninde birtakım ilâhî ilkeler konu
edilmektedir:

• Mü’minler şeytânın adımlarını izlememelidir. Çünkü şeytân aşırılıkları ve


çirkinlikleri, haram yenmeyi, hakksız kazanç elde etmeyi, Allah'ın yarattıklarını
değiştirmeyi emreder. Fakirlikle korkutur, kuruntulara düşürür, kandırmak için
yaldızlı sözler fısıldar, vesvese verip zihinleri bulandırır, ameller ile şımartıp azdırır,
içki/uyuşturucu ve kumarla, insanlar arasına düşmanlık ve kin sokar, Allah'ı
anmaktan ve sosyal destekten geri bırakır.

• Hür-evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zinâ isnat eden
kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azap
vardır. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere şâhitlik
edecektir. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da
Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.

• Kötü kadınlar, kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz
kadınlar, temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir. Bunlar,
iftiracıların söylediklerinden uzak olup kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık
vardır.

• Mü’minlerden imkân sahibi olanlar akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç


edenlere vermemeye yemin etmemeliler, bağışlamalı ve hoş görmelidirler. Allah da
böyle davrananları bağışlar. Zira Allah gafûr'dur, rahîm'dir.
23. âyette, Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan]
mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir
[uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır buyurularak,
yapılan işin ağırlığı ifade edilmiştir, ki daha evvel yalan ve iftirayı kimlerin atacağı
açıkça beyân buyurulmuştu:
Yalanı, yalnızca Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte onlar
yalancıların ta kendileridir. (Nahl/105)
26. âyetteki, Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkekler, kötü şeyler/erkekler de kötü
kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de
temiz kadınlar içindir ifadesi, “pis sözler, çirkin işler, pis kimselere yakışır. İyi-
güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır” şeklinde özetlenebilir. Ve ayrıca
bu, ifk hâdisesi çerçevesinde Allah'ın hatalı mü’minleri yermesi, diğerlerini ise
övmesi olarak da anlaşılabilir.
22. âyetteki, Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere,
Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur, rahîm'dir
ifadesinin nüzûl sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler nakledilir:
Müfessirler şöyle demişlerdir: Âyet, Hz. Ebû Bekr (r.a) hakkında nâzil
olmuştur. Çünkü o artık Mıstah'a infâk etmeyeceğine yemin etmişti. Mıstah ise,
onun teyzesi oğlu olup, elinde yetişmiş bir yetimdi. Hz. Ebû Bekr, hem Mıstah'a,
hem de onun yakınlarına yardım ediyordu. İfk ile ilgili âyet inince, Hz. Ebû Bekr
(r.a) onlara, “Kalkın, defolun. Artık ne siz bendensiniz, ne de ben sizdenim. Hiç
biriniz artık yanıma yaklaşmayın” dedi. Bunun üzerine Mıstah, “Allah aşkına, İslâm
aşkına... Akrabalık ve sıla-ı rahim hatırına bizi başkalarına muhtaç etme. İşin

16
başında bizim bir günahımız yoktu” deyince, Hz. Ebû Bekr (r.a) ona,
“Konuşmadıysan da, güldün” dedi. Mıstah, “Bu, Hassan'ın sözüne şaşmamdan
dolayı idi, yoksa bir gülme [sevinç] değildi” dedi ise de, Hz. Ebû Bekr (r.a) onun bu
mazeretini kabul etmeyerek, “Haydi gidin, uzaklasın. Çünkü Allah Teâlâ sizin için
bir mazeret bildirmedi ve bir çıkış kapısı göstermedi” dedi.
Bunun üzerine onlar, nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilemez bir
şekilde çıktılar. Derken Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebû Bekr'e (r.a), Allah Teâlâ'nın
onları kovmamasını emreden bir âyet indirdiğini haber vermek üzere, ona bir adam
gönderdi. Hz. Ebû Bekr (r.a), haberi alır almaz, tekbir getirdi ve buna çok sevindi.
Hz. Peygamber (s.a) ilgili âyeti ona okudu. Hz. Peygamber (s.a), Allah'ın size
mağfiret etmesini sevmez misiniz? âyetine gelince, o “Evet, yâ Rabbi, beni
affetmeni can-ı gönülden arzu ederim” deyip, yaptıklarından vazgeçti. Evine
gidince, Mıstah ve yakınlarına haber salıp, onları kabul edeceğini bildirerek,
“Allah'ın indirdiği başım-gözüm üstüne... Size yaptığımı ve söylediğimi, Allah
size gazap ettiğini bildirdiği için yapmıştım. Fakat Allah sizi affedince, size
merhaba hoş geldiniz” diyorum dedi ve Mıstah'a daha önce yaptığı yardımın iki
mislini yapmaya başladı.7
27. Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi
fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz
için, sizin için daha iyidir.
28. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye
kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu,
sizin için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.

29. İçinde size ait herhangi bir meta [değerli şey] bulunduğu
oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa
vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.

Sûrenin başında yer alan, zinâ, iftira vs.'ye yönelik ilkeler, ortaya çıktıkları
anda bu kötülükler yok etmeye yönelik ilkelerdi. Bu paragrafta ise, kötülüğü daha
doğmadan önlemeye yönelik koruyucu ilkeler yer almaktadır. Bu ilkeler şunlardır:

• Mü’minler kendi evinden başka evlere, kendilerini tanıtıp ev halkına selâm


vermeden girmemelidir.
• Evde kimse bulunamazsa, izin verilinceye kadar eve girilmemelidir.
• Varılan evde, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönülmelidir.

• Oturulmayan, ama içinde malının bulunduğu evlere izinsiz girilmesinde bir


sakınca yoktur.

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir:

Taberî ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivâyet ettiklerine göre, Ensâr'a


mensup bir kadın, “Ey Allah'ın Rasûlü!” dedi, “Ben evimde babam olsun, oğlum
olsun hiçbir kimsenin görmesini istemediğim bir hâl üzere bulunabiliyorum. Ben bu
hâlde iken babam gelir yanıma girer, yine ailemden bir başka adam çıkıp gelebilir.
Ne yapayım?” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

7
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

17
Ebû Bekr (r.a), “Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler
vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (bu gibi yerlere nasıl girilir?)” deyince,
yüce Allah da, Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde size günah yoktur
(Nûr/29) âyetini inzâl buyurdu.8

30. Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını


korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların
yapıp ürettiklerine haberdardır.

31. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve


ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler.
Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları,
babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri,
erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip
oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde
bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa
gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş
olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya
ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin!

Bu âyetlerde de yine yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi toplumu sıkıntıya


sokacak, iftiraya, taciz ve tecavüze zemin hazırlayacak davranışlardan uzak durulması
emredilmektedir. Bu âyetlerin içerdiği ilkeler hakkındaki yazımızı burada sunuyoruz:

ÖRTÜNME

Örtünme konusu, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında “Setr-i Avret” başlığı altında ele
alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Hâlbuki, halk
arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-i avret” hakkındaki talimatlar ile
zînet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar namaz için değil, hayatın her anı
içindir. Yani, bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her
saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır.
Öyleyse, bu konunun dinî kitaplarda “setr-i avret” başlığı altında değil, –Kur’ân'ın
konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde– “avret ve zînetleri açığa vurmama” .başlığı
altında ele alınması daha uygun olur.

ÖRTÜNMENİN TÂRİHİ

Örtünmenin târihi, insanlık târihi kadar eskidir. Çünkü örtünme, tabiat


şartlarına ve her türlü dış etkiye karşı korunmak için yapılmaktadır:

Ve Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme kıldı. Ve hayvanların


derilerinden yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden, yapağılarından
ve kıllarından bir süreye kadar, döşeme eşyası ve kazanç kıldı. Ve O [Allah],
yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar kıldı. Sizi
sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler kıldı. İşte
böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır.
(Nahl/80-81)

8
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

18
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik
olarak; yaşanılan bölgeye ve iklim şartlarına göre olmamış; meslek, statü, yaş gibi
sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı
kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal
müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu'nda halkın ancak tek
sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık
ise padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar,
saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek
zorunda bırakılmıştır. Kişilerin mesleklerini, görevlerini gösteren kıyafetler giymeleri,
tüm dünyada günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği
askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan
kimseler, görevlerini gösteren kıyafetler giymektedirler.
Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik
müessesesidir. Kölelik, Kur’ân'ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında
olduğu gibi Araplar arasında da yaygındı. Kölelerin hürlerden ayırt edilmesi için
kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ, hür erkeklerin sarık sarmaları ve
hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık, kölelerin başlarını örtmelerine izin
verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara
geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer
tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul
kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, câriyelerin ve sokak fâhişelerinin
ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme
bağlamıştır.9 Yani, Araplardaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki âdet, bölgede
çok eskiden beri uygulanmaktaydı.

Yahûdilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama
Yahûdilikteki uygulama, mahiyet itibariyle Sümer ve Asur'dan gelip Araplar arasında
devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne göre,
fâhişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:

Ve “İşte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat'a çıkıyor” diye Tamar'a


bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü ve Timnat yolu
üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona
karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı;
çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi: “Rica ederim, gel senin
yanına gireyim.” Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: “Yanına
girmek için bana ne verirsin?”10

Ve köleye dedi: “Bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir?” Ve


köle, “Efendimdir” dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.11

Kitab-ı Mukaddes'in, Tensiye, 23. Bab'ında da, İbranilerin içinde kendini


fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrâîloğulları'ndan böylelerinin bulunmaması
ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir.
Hristiyanlıkta da örtünme konusu İncîl'e girmiştir:

9
Prof. Mebrure Tosun-Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Bâbil, Asur Kanunları ve Ammi-
Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s. 252, madde: 40.
10
Tekvin, 38:13-17.
11
Tekvin, 24:65.

19
Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük
düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını
küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın
örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise,
örtünsün. Çünkü erkek Allah'ın sûreti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat
kadın erkeğin izzetidir.12

Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki


sosyal farklılığın bir nişânesi olarak kanunlara girmiş ve üniforma niteliği kazanmıştır.
Kur’ân'ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, hür kadınlar ile câriyelerin
ayırt edilmesini sağlayan bir uygulamaydı.

Arapların örtünmeyi, gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka


kaynaklarda da yer almaktadır:

Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve


göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat
önlerini açık tutarlardı. Boyun ve göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için
örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.13

Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün bulunduğunu


göstermektedir. Zaten âyette de, Hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar
denilerek, hımarın [başörtüsünün] Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu
vurgulanmıştır.

İbn Kesîr, Arapların İslâmiyet'ten evvel baş örtüsü kullandıklarına yönelik


şöyle demiştir:

Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları


emredilmiştir, ki câhiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın,
gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini,
kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini
örtmelerini emretti.14

Ayrıca, henüz Nûr sûresi inmeden evvelki şu târihî olay da, o günkü kıyafet
hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:

Henüz Müslüman olmadan evvel, babasıyla birlikte Mekke'ye gelip orada


insanların, bir zatın başına toplandıklarını gören Hâris el-Ğâmidî'den şöyle
nakledilmiştir: Babama sordum:

— Şu topluluk nedir?

Babam cevap verdi:

— Onlar, içlerinde bir Sâbiî'nin başına toplanan kimseler.

12
İncîl, Korintoslulara 1. Mektup, 11:4-6.
13
Zemahşerî, Keşşaf.
14
İbn Kesîr.

20
Yaklaştık, bir de gördük ki, Allah'ın Elçisi, halkı Allah'a kulluğa ve inanmaya
çağırıyor, onlar da o'na eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk o'nun başından
dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı
açıldı. Allah'ın Elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına şöyle
dedi:

— Kızım! Başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden


korkma!

Ben sordum:

— Bu kadın kimdir?

Cevap verdiler:

— Bu, kızı Zeyneb'dir.15

Ömer'in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konunun kendisine intikal


etmesi üzerine Peygamberimizin Ömer'in bu davranışını onaylamadığı, Ömer'in de,
“Ben onu örtüsüz görünce câriye sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer'in
hür kadınlar gibi örtünen bir câriyeyi “örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması
için” azarladığı bildirilir. Bütün bu târihî olaylar Arap toplumunda hür kadınların
başlarını örttüklerini, bunun eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer,
yukarıda zikredilen davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili herhangi bir ilâhî
hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için
yapmıştır.16

Kısacası târihsel olarak başörtüsü, hür kadınlar ile câriyeleri ayırt eden ve
iffetle alâkası olmayan bir câhiliye dönemi simgesidir. Yani, o dönemdeki iffetli veya
iffetsiz hür kadınlar, başlarını örterlerdi. Câriyeler ise iffetli veya iffetsiz, müslim veya
gayr-i müslim başlarını örtmezlerdi. Kadınlarla ilgili bu uygulama zaman içinde
çarpıtılarak değişik kurgulara âlet edilmiştir.

İSLÂM'DAKİ ÖRTÜNME ve AMACI

Erkek ile kadın arasındaki cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu
eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini
gerçekleştirmesi için bir sebep kılmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar
tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî
arzunun gayr-i meşru yollarla kışkırtılmadan, meşru mecrasında gelişmesine ve
tatminine yönelik düzenleme yapmış, bu arzuların esiri olmak sûretiyle toplum
düzenini çökertecek davranışlardan uzak durulmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı
cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan, taciz, tecavüz ve iftira gibi
olaylara sebebiyet verebilen kıyafet konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır.

Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu


gibi, bireyler arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve
mutluluk içerisinde bir hayat sürdürmek üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu
15
İbnu'l-Esîr, Usdu'l-Ğâbe fî Ma‘rifeti Sahabe, 1/321 (el-Mektebetu'l-İslâmiyye).
16
Ahkâmu'l-Kur’ân, 3/1575.

21
arzuların çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, aile düzenini
bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol
açması işten bile değildir. Bu özellik sûrenin 60. âyetince de desteklenmektedir. Zira
İslâm dini, şehvetin tahrik edilmediği ve bunun et tutkusuna dönüşüp kan dökme
tepkileri oluşturmadığı temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen
arzular, sönmeyen ve doymayan bir şehvet azgınlığı meydana getirir, toplumda fitne
ve fesat çığ gibi büyür. Târihte fuhuş bataklığına düşen ve buhranlar içinde yok olan
birçok toplum bulunduğu gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar görülmektedir.
İslâm'ın insanlar için seçtiği yol-yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın
zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil
arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Nahl/80-81'de görüldüğü gibi,
örtünmenin-giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi
bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’ân, giyinip
kuşanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de bildirmiştir.
GİYİM-KUŞAMI BELİRLEYEN ÂYETLER
Bu konudaki âyetler Ahzâb ve Nûr sûreleri içinde yer almakta olup, her iki
sûre de Medîne'de inmiştir.
O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def-i hacet için
yerleşim yerlerinden uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise
Medîne'nin berduşlarını-zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan
câriyelere veya fâhişe görünümlü kadınlara (ki câriyeler de fâhişeler de örtüsüz
olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde
bulunmazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan câriyeler ile fâhişe
görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.

İşte böyle bir ortamda Peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin


kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen âyet inmiş ve tanınıp
sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir (bkz. Ahzâb/59).

Âyette açık ve net olarak “cilbab”larını [ev dışı elbiselerini] giyen kadınların
tanınacağı-bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani, bu âyete
göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemeleridir; daha dindar, daha
namuslu ve daha takvâlı olacakları değil.

Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi,


sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarılmaması
gerekir.

Bazıları “cilbab”ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış
giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık
bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak
tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya
atılmış görüşler olup, Kur’ân ile bağdaşmaz. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-
kıyafet konusunu belirleyen diğer âyette, Örtülerini/başörtülerini göğüs
yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar (Nûr/31)denilmektedir. Eğer cilbab, –
bazılarının dediği gibi–vücudu baştan aşağı örten bir elbise olsaydı, göğüslerdeki
yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer
haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün
giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’ân'a göre de vücudu baştan aşağı
örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.

22
Cilbab, Râgıb'a göre “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'ye göre de, “boyundan
aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”

Bu durumda cilbab, o günkü Arap kadınlarının hür ve câriyelerin ayırt


edilmesi için giydikleri –başlardan aşağıyı değil– boyunlardan/omuzlardan aşağıyı
örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise [üniforma] çeşididir.
Âyetten anlaşıldığına göre “cilbab” [muhsanlık üniforması/pardösü, ceket]
giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklıklardan da gerdanları
gözükebilir. Yani, “cilbab”ın tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması
gerektiğini gösteren bir kayıt yoktur. Zaten o günkü Arap kadınlarının bir kısmının
gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce
putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak tavaf ettikleri Kur’ân'da ve târih kaynaklarında
yer almaktadır.17
Her ikisi de Medenî olan Ahzâb ve Nûr sûrelerinin iniş târihlerinden yola
çıkarak, Nûr/31'in daha evvel indiğini ve bu âyetin daha sonra inen Ahzâb/59 ile nesh
edildiğini, bundan hareketle de “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu iddia
etmek, âyetin ahkâmını göz ardı etmek demektir.
Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriye veya fâhişe
sanılarak incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.

Konumuz Nûr/30-31. âyetler:

Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını


korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp
ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını
ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler.
Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları,
kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları,
kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve
kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar
dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için
ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca
Allah'a tevbe edin! (Nûr/30-31)

Görüldüğü gibi bu âyetlerde iffet; kuralları, kapsamı ve istisnâları ile


açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisnâ, Nûr
sûresi'nde bulunan bir istisnâ daha vardır. Bunun baştan açıklanmasında, Nûr/30-31'in
bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:

Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar; artık zînetlerini dışa vurmadan


dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları
kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Nûr/60)

Bu âyette, zînetlerini açığa vurmama emrinden istisnâ edilenler bildirilmiştir.


Erkekler, nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlara arzu duymaz, bu yaştaki kadınlar
fitneye sebebiyet vermezler. Bu nedenle de başkalarına serbest olmayan şeyler bu gibi
kadınlara serbest kılınmıştır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden [kemik erimesi]
güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, müstesnâ kılmak [dış
17
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

23
elbiselerini çıkarmalarına ruhsat vermek] sûretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama
ne gariptir ki kendilerine bu imkân verilmiş olan kadınların çoğu, Yüce Allah'ın
verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.

Yukarıdaki istisnâ dışında kalan mü’min kadınların örtünmelerine ilişkin


hükümleri içeren Nûr/31 âyetinin cümle cümle tahlil edilmesin yarar vardır:

Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve


ırzlarını korumalarını söyle.

30. âyette, mü’min erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse


yasaklanan, bakışların tamamı değil, bir kısmıdır. Âyetin sadedinden, bu bakışların,
davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem
kadının hem de erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete
dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekir. Bu
arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i
İmrân/14'de bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de
fıtratlarında bulunduğundan, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle
muhtemeldir.

Âyetteki ırzın korunması, “zina ve zinâya uzanan hareketlerden kaçınmak”tır.

Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler.

Zînet, “güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye


yarayan süs” demektir, ki sözcük Kur’ân'da, hem olumlu hem de olumsuz olarak bu
anlamda kullanılmıştır.

Şeytânın, inkârcılara, kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En‘âm/43


ve Enfâl/48 âyetleri ile Kârûn'un, kavminin karşısına zîneti ile çıktığını bildiren
Kasas/79 âyeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnektir. Olumlu
anlamda kullanıma örnek âyetler ise; Allah'ın imanı mü’minlere sevdirerek kalplerini
süslediğini bildiren Hucurât/7 âyeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren
Fussilet/12 âyeti ile Mülk/5 âyeti ve Mûsâ peygamberin, Firavun'un büyücüleriyle
buluşma gününün –kendi zaferinden emin olduğu için– “zînet günü” olmasını
istediğini bildirdiği Tâ-Hâ/59 âyetidir.

Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür (Kehf/46) âyeti de, hem zînet
sözcüğünün kapsamını belirtmekte, hem de Arapların zînet sözcüğüne nasıl bir anlam
yüklediğini en açık şekilde ortaya koşmaktadır.

Ancak, konumuz olan âyette, kadınlardan nâ-mahrem olanlara göstermemeleri


emredilen ve ayaklarını yere vurmak sûretiyle belli etmemeleri istenen zînetler, hiç
şüphesiz bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazıbent ve gerdanlık gibi takılar değildir.
Bu âyetteki zînet'in bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, âyetin hedefi açısından son
derece isabetsiz olur. Çünkü, bir an için zînet sözcüğü ile takıların kastedildiği
düşünülecek olursa, Allah'ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarında sakınca
görmediği zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise, hem takı takmanın sakıncasız
görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi abes bir durum ortaya çıkar

24
ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmeyen takının bir
anlamı olmaz.

Bu âyetteki zînet sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, âyetin


bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları,
cinsel tahrik unsuru olmaktan çok; gurur, kibir ve gösteriş amacı ile takılan eşyalardır.
Eğer bu âyet ile gösterişin ve böbürlenmenin önüne geçilmek istenseydi, zînetlerin
herkesten saklanması talimatı verilirdi. Oysa âyette kadınların zînetlerini diğer
kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu hâlde bu âyette konu edilen
zînet, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken,
bu sebeple de cinsel arzu uyandıran “zînet”lerdir. Ayrıca Allah, Ey Âdemoğulları! Her
mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle
Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz
rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet
gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa
ayrıntılı olarak açıklıyoruz (A‘râf/31-32) buyurmak sûretiyle, kadın-erkek herkesin
takı türünden olan zînetlerini, mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini
istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisnâ getirmemiştir. Demek oluyor ki,
bu âyetteki zînet sözcüğü, süs eşyası değil, “kadının, erkekler tarafından çekici
bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları”
anlamındadır. Ancak, zînet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı,
kadının hemen hemen bütün vücudunun zînet olduğu unutulmamalıdır.

Rivâyete dayalı tefsirlerin bir kısmında âyette geçen zînet'in, “takılar”ı, diğer
kısmında ise “takı yerleri”ni ifade ettiği belirtilir. Bu müfessirlere göre zînetin
gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi haydi haydi haram olur.
Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret olan bu
zînetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik
dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.

Sonuç olarak, Nûr/31'deki zînet sözcüğü, âyetin devamından da kolayca


anlaşılacağı gibi, “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan,
kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlar”dır.

KADININ SAÇLARI ZÎNET MİDİR?

Saçlar doğal hâlleriyle zînet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere
boyanıp şekillendirilen saçlar, zînet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı
cinse olan arzularını uyandıracağından, bu âyet kapsamında tutulmalıdır. Zaten,
kadınların başlarını örtmelerinin, zînetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli
olduğu, örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar ibaresinden
değil, âyetin bu kısmından çıkartılır.

KADININ SESİ ZÎNET MİDİR?

Normal olarak ses zînet değildir. Ama, çeşitli gayretlerle sahibini şuh, işveli
gösteren ve karşı cinse mesaj veren sesler zînet sınıfına girer.

... –görünenler hariç– ...

25
Bu istisnâ cümlesiyle ilgili olarak bugüne kadar yazılanlar, âyetin lâfzî
manasını ifade etmekten uzaktır. Çünkü meal ve tefsir sahipleri bu âyetle bağlantılı
olarak, rivâyetler ve hikâyeler arasında kaybolmuşlar, tatmin ve ikna edici bir görüş
ortaya koyamamışlardır.

Yüz ve eller dışında kadın vücudunun avret olduğuna dair onlarca rivâyet ve
görüş vardır. Hatta bazıları, görünenler hariç ifadesinden hareketle, kadınların giydiği
elbisenin bile zînet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüşlerin hiç biri kaynağını
Kur’ân'dan almamaktadır. Bu görüş sahipleri, Kur’ân'ın konuşmadığı bir konuda,
hükümler vererek, Kur’ân'ı Arap câhiliye kültürüne kurban etmişlerdir. Hâlbuki âyet
açık ve nettir.

Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu zînettir. Erkek
için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu zînet; kadın için de, karşı cinsi cezbetmeye
yarayan bir silâh gibidir. Fakat hayat; ev dışına çıkmayı ve çalışmayı gerektirmektedir.
Yani, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev
görür vaziyette açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların zînet
olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, gamzelerine
binlerce şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte görünenler/açıkta
olan zînetler bunlardır: eller, ayaklar ve –kaşları, gözleri, dudakları ve yanakları ile
beraber– yüz. Ama bu zînetler açıkta olmalıdırlar, aksi takdirde işlev göremezler.
Ayrıca, yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişinin kimliğinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler
yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden tefrik edilirler ve bu tefrik, sosyal
hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması
anlamına gelir, ki bu durumda –yüzü örtülü olduğu için– hırsız, cani, zâni tesbit
edilemez. Dolayısıyla bu organlar, zînet olmalarına rağmen açıkta olmalıdır.
Göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı, baldırı, bacağı açıkta olmayan kadının toplum
içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüzün, eller ve ayakların açıkta
olmaması, çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz etkiler. Bunlar
dışındaki organlar ise, mü’min kadınlar tarafından açıkta bırakılmamalı ve erkekler
için tahriklere, kendileri için de tacizlere meydan verilmemelidir.

Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre yolda Peygamberimizin eşlerine


rastlayanlar, kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek onlarla konuşmuşlardır.
Onların yüzleri kapalı olsaydı, tanınmaları mümkün olmazdı.

Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin


durumudur. Zannedildiği gibi toplumda iffetin sağlanması sadece kadınların görevi
değildir. 30. âyette kendilerine, Bakışlarının bir kısmını kıssınlar emri verilen erkekler
de toplumda iffetin sağlanması hususunda sorumlu olup onlara da, kadınların örtmek
zorunda olmadıkları zînetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını
kısarak” bakmak zorundadır. Böylece toplumda iffet, her iki cins tarafından ortaklaşa
sağlanacaktır.

NOT:

Âyette kadınlara, görünenler hariç zînetlerini örtüyle örtmeleri değil, açığa


vurmamaları, belli etmemeleri söylenmiştir. Yani, kastedilen cildin görünmemesi,
üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, zînetlerin belli edilmemesidir. Zira, dar
kıyafetlerle göğüslerin, belin, kalça ve kasıkların yapısının, çıplakmış gibi

26
hissedilmesi, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri, böyle durumları
kapsamaktadır. Allah'ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunmalı, dişilik dışa
vurulmamalıdır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu sahte bir
görüntüdür. Çünkü tesettür adı altında giyilen modaya uygun elbiseler, kadınların
zînetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır.
Tesettür, artık bir kazanç sektörü hâline gelmiş ve modaya kurban edilmiştir. Bir
başka ifade ile tesettür, zâhiren kadını örtmekte, aslında ise daha çekici hâle
getirmekte, yani bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.

Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.

Âyetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, ‫[خمننر‬humur] sözcüğünün doğru


anlaşılmasına bağlıdır.
‫[خمننر‬humur], “örtmek” anlamındaki hamr kökünden türetilmiş ve “örtü”
demek olan hımar sözcüğünün çoğuludur. Lügatlerde,18 hımar'ın “başörtüsü”
anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü
anlamında da “mikna” ve “nasîf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte kadının
başörtüsünün adı olan hımar sözcüğünün, Kur’ân'ın indiği dönemde de bu örfî anlamı
taşıyıp taşımadığı kesin olarak tesbit edilememektedir.
‫[جيب‬ceyb]; “yaka, gömleğin göğüs yırtmacı”dır. Örtülerini yakalarının üstüne
koysunlar cümlesinde, hımar sözcüğü, genel anlamı olan “örtü” olarak
değerlendirilirse, âyette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının
emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani âyette,
başın değil, göğsün/gerdanlığın örtülmesi emredilmiş olur.

Ama hımar sözcüğü, özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve


Kur’ân'da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, âyette kadınlara, başörtülerini
yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu
takdirde hımar, saçları da kapatan “başörtüsü” demek olur. Kur’ân'ın indiği dönemde
hür kadınların başörtüsü kullandıkları sâbit olduğundan, sözcüğün Kur’ân'da bu
anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.

Hımar sözcüğü üzerinde bugüne kadar birçok yorum yapılmış ve bu yorumlar


sonucunda olur-olmaz birçok görüş ortaya çıkmıştır. Delile dayalı ortak bir görüşe
varılamaması, toplumda yerleşmiş yanlışlara karşı çıkma ve düzeltme çaba ve cesareti
gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.

Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatiren sâbit


olduğundan, biz âyette, göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtülerinin
uçlarını göğüslerinin üzerinde birleştirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği
görüşünü tercih ediyoruz. Dikkat edilirse Kur’ân'da “başlarını-saçlarını örtsünler”
şeklinde bir ifade bulunmamakta, “örtülerini/başörtülerini salsınlar” denilmektedir. Bu
durumda âyetten, başların örtülü olduğu ve bu fiilî durumun problem teşkil etmediği
sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına
sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve âyette de bu
kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması sûretiyle kapatılması
istenmektedir. O çağda Arap kadınlarının göğüslerinin görülebildiği, bu yüzden de
taciz, tecavüz ve zinâya davetiye çıkardıkları anlaşılmaktadır. İşte baş örtüsünün
göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir.
18
Lisânu'l-Arab, el-Mu‘cemu'l-Vasıt, el-Müncid, Tâcu'l-Arûs.

27
Sonuç olarak âyetin bu kısmında, başların örtülmesi gerektiğine dair bir talep
yoktur. Başların örtülmesi; zînetleştirilmiş saçların saklanması, –yukarıda
açıkladığımız gibi– âyetin, zînetlerini açığa vurmasınlar… bölümünden
anlaşılmaktadır.

Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları,


kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin
oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş
erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel
organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli
etmesinler.

Burada zikredilen sınıfların bir kısmı, Rasûlullah'ın eşlerine yönelik âyette de


yer almıştı:
Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin
sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz [Peygamber'in eşleri], Allah'a
takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır. (Ahzâb/55)
Yalnız âyetin orijinalindeki nisâihihinne sözcüğü üzerinde durulması gerekir.
kadınlar,

Buradaki nisâihinne sözcüğü, –Ahzâb/55'de de geçmekte olup– “o kadınların


kadınları” demek iken biz sadece “kadınlar” şeklinde çevirdik. Bizce bu sözcüğün
sonundaki hinne cemi müennes zamiri, âyetin icaz ve edebî yapısından, armonik
özellik sebebiyle yer almıştır. Yani, bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması, üslûp
birliği ve gâlip ihtimale göredir [ilm-i me‘ânî]. Dolayısıyla anlamlandırılırken bu
zamir ihmal edilerek nisâihinne ifadesi, “o kadınların kadınları” olarak değil,
“kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bunun bir örneği de Hakka/17'de geçmişti. Bu
hususu dikkate almayan birçok müfessir ve fakih, “kadınların kadınları”nın kimler
olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.

Âyetteki ifade ile kadın cinsi/tüm kadınlar kastedilmiştir. Dünyadaki tüm


kadınlar [müslim veya gayr-i müslim] birbirlerinin mahremidirler, yani birbirleriyle
evlenemezler. Dolayısıyla, kadının kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta
da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, zînetlerin açığa vurulmaması emrinin
istisnâları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık olduğu
için kale alınmamıştır.
yeminlerinin sahip oldukları,
Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hakk sahibi
oldukları/kendilerinin himayesine verilen kişileri ifade etmektedir. Bazıları, burada
sadece câriyelerin murat edildiğini söylemişlerse de âyetin ifadesi geneldir ve kadın-
erkek tüm himaye altındakileri kapsar. Himaye altındaki kimseler, üzerlerinde hakk
sahibi olanlarla sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan
gizlenmek ve bir şey gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike [himaye eden
bayan], himaye ettiklerinin mahremi durumundadır.
kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin
hizmetinde bulunanlar,
Bunlar; yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.
kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak
yaşa gelmemiş çocuklar,

28
Bu ifadedeki ‘avret sözcüğü, bazıları tarafından “zînet” sözcüğü ile
karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun sonucunda da, “kadının her tarafı
avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün
bir uzantısı olarak hanımlara, “avrat” denmektedir. Kur’ân'ın rûhuna aykırı olan bu
yanlış ve ilkel anlayış, ne yazık ki asırların ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Kur’ân'da
“kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, kadınların avretlerini
henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her
yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı
yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.

‫‘[ عور‬avr] sözcüğünden türeyen ‫‘[ عورة‬avret] –çoğulu, ‫'عورات‬tır [‘avrât'tır]–


sözcüğü, lügatte “yarık, yırtık, açık, gedik, korumasız” demektir. İlk vaz‘ı,
“ağızdaki ön dişlerin gedikliği” anlamındadır.19

Sözcüğün Kur’ân'da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün


geçtiği diğer âyetlere de bakılması gerekir:

Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak yer
yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten
savunmasızdır [‘avret'tir]” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar
[evleri] savunmasız [‘avret] değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı. (Ahzâb/13)
Ey iman etmiş kimseler! Yeminlerinizin sahip olduğu kimseler, sizden erginlik
yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah salâtından önce, öğle vaktinde
elbisenizi çıkardığınızda, ışa [gece] salâtından sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç
avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır]. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir
günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte
böyle açığa koyuyor. Allah alîm'dir, hakîm'dir. (Nûr/58)

Görüldüğü gibi ‘avret sözcüğü, Ahzâb/13'te 2 kez geçmekte ve her ikisinde de


“açık, korumasız” anlamında kullanılmaktadır. Nûr/58'de ise çoğul hâliyle ‘avrât
olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak
için kullanılmış ve sabah salâtı öncesi, kaylûle denilen öğle vaktindeki uyku zamanı ve
yatsı salâtı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de kişiye özel bu
zamanlar; korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı
zamanlardır.

Yukarıdaki âyetlerden ‘avret sözcüğünün, “muhkem olmayan, sağlam


olmayan, kendini koruyamayan” anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten
sonra, konumuz olan Nûr sûresi'ndeki, ‘avrâtu'n-nisâ [kadınların avretleri]
tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür. Avrâtu'n-nisâ tamlamasındaki
‘avret sözcüğü de, aynı anlamda olup, kadınların korunmasız, karşı koyamayan,
savunma yapamayan yerleri için kullanılmıştır. Kadınların bu pasif organları ise,
cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar; el, ayak ve göz gibi kendisini dış
etkilere karşı koruyamaz, haricî etkilere tepki veremez; müdahalelere karşı pasiftir.

Kadının avreti konusunda rivâyetlerden kaynaklanan onlarca görüş üretilmiş,


mezhepler de birbirinden farklı olarak değişik avret yerleri benimsemişlerdir. Meselâ,
Mâlikîler avreti, “galiz [birinci dereceden] avret” ve “hafif [ikinci dereceden] avret”
olmak üzere iki kısıma ayırmışlar, cinsel organ ile makatı galiz avret, zînet sayılan
19
Lisânu'l-Arab, “Avr” mad.

29
organları da hafif avret olarak kabul etmişlerdir. Mâlikîlerdeki bu anlayışın, yani zînet
sayılan yerlerin ikinci dereceden avret olduğu anlayışının, daha takvâlı bir hayatın
amaçlanmasına yönelik, ihtiyatlı bir görüş olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat
bu konudaki yorumcuların ekserisi, kadındaki avreti diz ile göbek arasındaki bölge
olarak kabul etmişlerdir. Bizce bu sınır, hem âyetteki organları hem bu organlara
yaklaşma sınırlarını içine aldığından kabule en şayan olanıdır. Ama âyetin açık ifadesi
de kesin olarak bilinmeli ve aksi iddia edilmemelidir. Çünkü, eğer Allah isteseydi bu
konuda da –Mâide/6'da olduğu gibi– milimetrik sınırlar belirlerdi. Kur’ân'da böyle
sınırlar belirlenmediğine göre, ayrıntıların değerlendirilmesi Yüce Allah tarafından
kullara bırakılmış demektir. Zaten bu konudaki görüşlerin çokluğu ve birbirinden
farklılığı da konunun Allah tarafından kullara bırakılmış olmasındandır.

Bu açıklamalardan sonra konumuz olan âyetteki, kadınların avretlerini henüz


anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar ifadesine dönülecek olursa, burada bizce,
kadınlarının cinsel organlarının işlevlerini henüz öğrenmemiş, bunu anlayabilecek
yaşa gelmemiş çocuklar kastedilmektedir. Bu yaşlardaki çocukların cinsel organları da
gelişmemiş olduğundan, karşılıklı olarak bir etkilenme söz konusu olmaz.
Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını
vurmasınlar.

Burada, örtünmelerine rağmen çeşitli hareketlerle zînetlerini açığa vuran


kadınların, bu gibi davranışlarda bulunmamaları emredilmektedir. Daha açık bir
şekilde ifade edilecek olursa, kırıtmak, kalça sallamak, göğüsleri sarsmak için sert
adımlar atmak gibi karşı cinsi tahrik ve teşvik eder tarzdaki davetkâr davranışlar
yasaklanmaktadır.

Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe


edin!

Âyetin bu kısmından anlaşılması gereken mesaj şudur: Âyetin üzerinde


durduğu konularda, seferberlik gibi topluca hareket edilip kampanyalar düzenlenmeli,
bu hususta geçmişte yapılan hatalar Allah'a havale edilmeli, ama bundan sonra
elbirliğiyle yukarıda verilen emirler uygulanmalıdır.

Bu âyetlerdeki kurallar, toplumsal yaşamın huzuru için gerekli olup kadın-


erkek herkesin, çarşı-pazarda bunlara uyması gerekir.

Dinimiz, –yukarıda açıkladığımız ölçülerde– örtünmeyi/zînetleri açığa


vurmamayı emretmekle birlikte, örtünmek/zînetleri açığa vurmamak için belli bir
kıyafet ve model getirmemiştir. Bu demektir ki, kıyafet zamana göre değişebilir.
Önemli olan, Kur’ân'ın getirdiği ölçülere uygun olarak vücudun zînet sayılan
kısımlarının açığa vurulmamasıdır. Kur’ân'daki ölçüler dahilinde, toplumların hoş
görüp yadırgamadığı kıyafetlerin giyilmesinde bir sakınca yoktur. Örtünmenin/zîneti
açığa vurmamanın, Allah'a karşı yapılması ise İslâm dışı bir anlayıştır.
Giderek ağırlaşan geçim şartları, kadının da ailesine ve ülkesine ekonomik
katkıda bulunmasını zorunlu hâle getirmiştir. Toplumun birer parçası olan kadın ve
erkek, her yerde beraber olmak durumundadır. İslâm'ın koyduğu ölçülere uyulması
kaydıyla bunda hiçbir sakınca yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki bir kadın, evinin
içinde ya annedir, ya eştir, ya gelindir, ya kızdır, ya da kız kardeştir. Ama aynı kadın
evinin dışında sadece kadındır, bir dişidir. İslâm dini, çok kolay uygulanabilen basit

30
kurallarla, kadının hem evinde hem de evi dışında mutlu ve temiz bir hayat yaşamasını
sağlamaktadır. Çünkü İslâm, kolaylık dinidir, insanı zora ve tabiatının aksi şeylere
zorlamaz.

Bir kez daha vurgulayalım ki, örtünme Allah'a karşı değil, kullara karşı olup
tahrik ve taciz gibi fitne ve fesatları önlemeye yöneliktir. Bazı çevrelerde görülen;
kadının, evinin içinde anası, babası, amcası, dayısı gibi mahremlerinin yanında dahi
başını örtmesi gerektiği inancı, İslâm'a aykırıdır. Dini zorlaştırmaktan başka bir anlamı
olmayan bu davranış, dinin yararına değil zararınadır. Hiç kimsenin din adına hüküm
koymaya hakkı yoktur.

32. Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın


kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah Kendi
fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, vâsi'dir [geniş olandır], en iyi
bilendir.
33. Ve evlenmeye imkân bulamayanlar; Allah, Kendi fazlından
kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin mâlik
olduklarından mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik
görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. O'nun [Allah'ın] size vermiş olduğu
Allah'ın malından siz de onlara verin. Ve basit hayatın geçici menfaatlerini elde
edeceksiniz diye, muhsanlaşmak [bağımsızlaşmak-evlenmek] isteyen gençlerinizi
taşkınlığa/baş kaldırıya zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki, hiç
şüphesiz Allah onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Bazı toplumsal kuralların emredildiği bu âyetlerde şu kurallar konulmuştur:
• Eşi olmayanlar, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanlar
evlendirilmelidir. Bunların fakir olması bahane olmamalıdır.
• Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah fazlından onları varlıklı kılıncaya kadar
sabırlı olup iffetlerini korumalıdırlar.
• İşin üstesinden gelebileceklerine güvenilmesi durumunda yasalar çerçevesinde
himaye altında tutulanlarla mükâtebe [özgürlük sözleşmesi] yapılmalıdır. (Mukâtebe,
–terim olarak– “himaye altında olanla hâmisi arasında kararlaştırılan parayı belirli bir
süre içinde ödedikten veya hizmet süresini tamamladıktan sonra himayeden
çıkmasını öngören anlaşma”dır.)
• Onlara maddî yardım da yapılmalı, zekât gelirlerinden pay verilerek, borçları
ödenmelidir. Nitekim zekât verileceklerden bir sınıf da bu boyunduruk altındakilerdir
(bkz. Tevbe/60).
• Bunlardan muhsanlaşmak [evlenmek-himayeden kurtulup özgürleşmek]
isteyenlere engel olunmamalı, onların taşkınlık/başkaldırı yapmalarına zemin
hazırlanmamalıdır.
Anlaşılan o ki, toplumda huzurun bozulmasına, fitne ve fuhşun yayılmasına
sebep olacak etkenlerden biri de evlilik çağında olanların evlendirilmemesidir. Evli
olmayan bir yetişkin; zinâ, taciz, tecavüz gibi yollara meyledebileceği için, evli
olmayan kadın ve erkeklerin evlendirilmesi bir görev olarak kamuya yüklenmektedir.
Zira evlilik, fitneden uzaklaştırır; fuhuştan korur ve toplumun huzuruna katkı sağlar.
Âyetteki fetaya [gençleriniz] ifadesiyle, “yasalar çerçevesinde himaye altında
bulunan emanet kimseler, hizmetçiler” kastedilmektedir. Bu, Kehf/62, Yûsuf/30 ve
Nisâ/25'ten de rahatlıkla anlaşılabilir. İslâm'ın ilk dönemlerinde mü’minler, yasalar
çerçevesinde himayelerine verilenlere, “fetam, fetatım” [delikanlım, yiğidim, hanım
kızım] derlerdi.

31
34. Ve andolsun ki Biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen
kişilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirdik.
35. Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. O'nun nûrunun misali,
içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam,
sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen
[dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun
[ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne
nûrdur. Allah dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller
verir; ve Allah her şeyi en iyi bilendir.

Bu âyetlerde, Allah'ın evrendeki rolü çarpıcı ifadeler ve örnekleme ile


açıklanmaktadır.

• Allah, insanlar için apaçık âyetler, geçmiştekilerden örnekler ve muttakiler için


öğütler indirmiştir.

• Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.


• O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil,
bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya
nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır,
ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne
nûrdur.
• Allah dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder.
• Allah insanlar için misaller verir; ve Allah her şeyi en iyi bilendir.

Bu âyetin sağlıklı anlaşılabilmesi için, önce sûrenin ilk âyetinin dikkate alınması
gerekir:

İndirdiğimiz ve farz kıldığımız/parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt


alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik. Ve andolsun ki Biz size açık açık
bildiren âyetler, sizden önce geçen kişilerden örnekler ve muttakiler için öğütler
indirdik. Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde
kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki
inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her
yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı,
neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur. Allah
dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller verir; ve Allah
her şeyi en iyi bilendir. (Nûr/1, 34-35)

Burada, evrenin ancak Allah tarafından aydınlatılabileceği, Allah'ın gökleri ve


yeryüzünü, üzerlerindeki varlıkların konum ve ihtiyaçlarına göre mükemmel bir
şekilde idare ettiği açıklanmaktadır.

Nûr'un, “ışık” olmasından hareketle Allah'ın ışık olduğu iddia edilemez. Zira
âyetin devamında, O'nun nûrunun örneği… denilmektedir. Burada konu edilen
Allah'ın zatı değil, nûrudur. Allah, … nûrudur tarzındaki ifade mübalağa içindir.
Nitekim Araplar, “Zeydun cûdun” [Zeyd, cömertliktir] derler. Bununla onun her
yanından cömertlik fışkırdığını ifade etmek isterler.

32
Türkçe'de de, “okulun kalbi, okulun beyni, okulun onuru, mahallenin gülü,
ailenin direği, can damarı, eğitimin temeli” gibi deyimler mübalağa için kullanılır.
Toplumda bazı insanlar için “o, altındır” denilir. Bununla o kişinin gerçekten altın
olduğu değil, onun altın gibi saf ve değerli olduğu ifade edilir.

Allah'ın nûru da, “Allah'ın gönderdiği vahiyler”dir:

Ey insanlar! Kesinlikle Rabbinizden size apaçık bir kanıt geldi. Ve Biz size
apaçık/açıklayan bir nûr [ışık] indirdik. (Nisâ/174)

Öyleyse, Allah'a, Elçisi'ne ve Bizim indirdiğimiz nûra [ışığa] inanın. Ve Allah


yaptıklarınıza haberdardır. (Teğâbün/8)

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş
şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan,
sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki
Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O
hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile
birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir. (A‘râf/157)

Ayrıca, vahiy birçok âyette mecazen “güneş” olarak ifade edilmiştir. Allah'ın
vahiyle toplumları aydınlatması ise birçok yerde konu edilmiştir:

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah'a
mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabb'lerine eşit/denk tutuyorlar. (En‘âm/1)

Allah, inananların velîsidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa


çıkarır. Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan
karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.
(Bakara/257)

Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr
verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın
durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’
gösterilmiştir. (En‘âm/122)

İşte böylece Biz sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan rûhu


vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan
dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de
dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan o Allah'ın yoluna
kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. (Şûrâ/52-53)

Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa


koyan, çoğundan da vaz geçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir
ışık ve apaçık bir kitap geldi. Allah onunla [kitapla] Kendi rızasına uyanları selâmet
yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları
dosdoğru yola kılavuzlar. (Mâide/15-16)

33
Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi
izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen
de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele.
Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah' tevekkül
et. Vekil olarak da Allah yeter. (Ahzâb/45-48)

Burada, O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir;
o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya,
batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin
ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık
verir; nûr üstüne nûrdur nitelemesiyle, gönderilen kitap ve elçinin süresizlik ve
evrenselliği beyân edilmektedir. Bu, her insanın kolayca anlayabileceği şekilde izah
edilmiştir: O, doğu-batı gibi herhangi bir yöreye, mekana indirgenemez; evrenin her
yerindedir. Onun yakıt desteğine, enerji takviyesine ihtiyacı yoktur. O inci gibi
koruma üstüne koruma altına alınmıştır. Mahfazaları şeffaftır, koruma katmanları
ışığının yayılmasına engel olmaz.

Allah'ın nûr oluşu, âhiret âlemi için de kullanılmıştır:

Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve


tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulmolunmazlar
[onlara hakksızlık edilmez]. (Zümer/69)

36-38. Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin zikredilmesine izin


verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır
ki, ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten
onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile
karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters
döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.

Bu âyetlerde, Allah'ın öngördüğü ilkeleri öğrenen ve öğretenler övülmüştür.


Burada konu edilen kimseler, Allah'ın nûrundan istifade eden kimselerdir. Bunlar:
• Ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve
zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir.
• Allah, işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan
artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkan kimselerdir.
• İşte bu bilince eren kimseler mescitlerde sürekli olarak Allah'ı tesbih ederler,
O'nun kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu öğretirler.
Bu âyette İslâm dininin özü olarak tevhid ve sâlihâtın işlenmesi, özellikle de
salâtın ikâmesi zikredilmiştir. Dinin özüne, Beyine sûresi'nde de işaret edilmişti:
Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece
Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. Ve işte
bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)

Burada salât'ın, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun


sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” olduğunu, bunun, “zihnî” ve “mâlî”
olmak üzere iki yönü bulunduğunu hatırlatalım: Zihnî yönü ile salât, “eğitim ve
öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam
yola iletmek”tir. Mâlî yönü ile salât ise, “iş imkânları ve güvence sistemleri ile
ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de

34
toplumun sıkıntılarını gidermek”tir. Salâtın ikâmesi ise, “zihnî ve mâlî yönlerden
yapılan yardım ve destekle sorunların giderilmesi ve bunun ikâmesi”dir
[sürdürülmesi/ayakta tutulmasıdır]. Zihnî yönü ile salâtın iqâmesi, eğitim ve öğretim
yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açmayı ve bunları ayakta
tutmayı, mâlî yönü ile salâtın ikâmesi ise, iş alanları açmayı, Emekli Sandığı,
Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemleri teşkil etmeyi, yoksul ve yetimleri
destekleyerek –bekâr ve dulları evlendirmek de dâhil– sorunları sırtlamayı, dertlerine
deva olmak için kurumlar oluşturmayı ve bunları yaşatarak ayakta tutmayı kapsar.

Burada övülen yiğitler, gerçek ilâhiyat/tevhid öğretmenleridir.


Yaklaşan gün hakkında da onları uyar. O zaman kalpler yutkunarak gırtlaklara
dayanmıştır. Zâlimler için ne sıcak biri vardır, ne de itaat edilecek bir şefaatçi...
(Mü’min/18)
Sakın zâlimlerin yaptıklarından Allah'ın gâfil [duyarsız] olduğunu sanma! Ancak
O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için
erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur.
(İbrâhîm/42-43)
Şüphesiz Allah, zerre kadar zulmetmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve
Kendi katından büyük bir ecir verir. (Nisâ/40)
Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük
getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar hakksızlığa
uğratılmazlar. (En‘âm/160)
Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını
katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na
döndürüleceksiniz. (Bakara/245)
Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her
başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve
Allah vâsi'dir, alîm'dir. (Bakara/261)
Burada yükseltilmesine, içinde Allah'ın zikredilmesine izin verilen evler
mescitlerdir:
Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte
herhangi kimseye yalvarmayın. (Cinn/18)
39-40. Ve şu küfretmiş olan kişiler; onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap
gibidir ki, susayan onu su zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey
bulamaz. Yanında Allah'ı bulmuştur. Sonra da O [Allah] ise onun hesabını
tastamam ödemiştir. Allah hesabı çok çabuk görür. Yahut çok derin engin bir
denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; onu dalga üstüne dalga kaplamakta;
üstünde de bulut vardır. Birbiri üstüne karanlıklar... Kime, elini çıkarıp uzatsa,
nerdeyse onu dahi göremez. Ve Allah kime nûr vermemişse, artık o kimse için
nûrdan herhangi bir şey yoktur.
Bu âyetlerde, Allah'ın nûrunu değerlendiremeyenler kınanmakta, onların
hâlleri iki misalle örneklenmektedir: Kâfirlerin amelleri, ıssız çöllerdeki serap
gibidir ki, susayan onu su zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey
bulamaz. (Yanında Allah'ı bulmuştur. Sonra da O [Allah] ise onun hesabını
tastamam ödemiştir. Allah hesabı çok çabuk görür.) Ya da kâfirlerin amelleri çok
derin engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; onu dalga üstüne dalga
kaplamakta; üstünde de bulut vardır. Birbiri üstüne karanlıklar... Kime, elini
çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez.
Burada bu karanlık üstüne karanlık ile, kâfirlerin kalplerini bürüyen cehâlet,
şüphe ve şaşkınlık, bulut ile de kalbinin kabuk bağlaması ve mühürlenmesi

35
kastedilmiştir.
Ve Allah kime nûr vermemişse, artık o kimse için nûrdan herhangi bir şey
yoktur: Bunlar, Allah'ın verdiği nûrdan [Kur’ân'dan, Elçi'den] nasiplenmemiş
kimselerdir. Allah'ın nûrundan başka da nûr/ışık yoktur. Başkalarının ışık diye
insanlığa empoze ettiği ilkeler, sistemler, ideolojiler hep bataklığa götürür:
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın, O'nun Elçisi'ne inanın ki, –
Kitap Ehli, Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini ve şüphesiz lütfun
Allah'ın elinde olduğunu, onu dilediğine verdiğini bilsinler diye– O [Allah], size
rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nûr yaratsın ve sizi
bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Ve Allah, büyük lütuf
sahibidir. (Hadîd/28-29)
Burada inançsızların, Allah'ın nûrundan yararlanmayanların dünya ve
âhiretteki hayal kırıklıkları örneklerle anlatılmaktadır. Kâfirlerin amellerinin işe
yaramadığı, yaramayacağı başka örneklerle de anlatılmıştı:
De ki: “Ameller bakımından en çok zarara uğrayanları haber verelim mi?
Onlar, kendileri sanat/sanayi olarak güzellik ürettiklerini sanırken basit hayatta
çalışmaları da boşa gitmiş olan kimselerdir.” İşte onlar, Rabb'lerinin âyetlerini ve
O'na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa
gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiçbir değer vermeyiz].
(Kehf/103-105)
Allah, inananların velîsidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa
çıkarır. Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan
karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.
(Bakara/257)
Ve Biz onların [Bize kavuşmayı ummayanların] amelden her yaptıklarının
önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri hâline getiriverdik. (Furkân/23)
Elif [1], Lâm [30], Râ [200]. Bu, Bizim, insanları Rabb'lerinin izni ile
karanlıklardan aydınlığa; Azîz'in, Hamîd'in; göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan
şeyler Kendisinin olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
Ve dünya hayatını âhirete tercih eden, Allah'ın yolundan çeviren ve onun eğriliğini
isteyen şu kâfirlerin, şiddetli bir azaptan dolayı vay haline! İşte bunlar, çok uzak bir
sapıklık içindedirler. (İbrâhîm/1-3)
Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık
üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara
yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. (Zümer/22)
Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr eden, hakksız yere peygamberleri öldüren ve
insanlardan hakkaniyeti emreden kimseleri öldüren kişiler; sen hemen bunları acıklı
bir azapla müjdele! İşte bunlar, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitmiş
kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da bir şey yoktur. (Âl-i İmrân/21-22)
41. Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların,
arıların, bulutların, boranların] Allah'ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi
tesbihini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en
iyi bilendir.
Bu âyette, göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların Allah'ı tesbih ettikleri
[Allah'ın tüm kemal sıfatları ile muttasıf olup tüm noksanlıklarından münezzeh
olduğuna kanıt oldukları] bildirilmektedir. Bu, İsrâ sûresi'nde de vurgulanmıştı:
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu
hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi
kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir, çok bağışlayandır. (İsrâ/44)

36
Ancak burada, Hepsi kendi tesbihini ve salâtını mutlaka bilmektedir
buyurularak, her varlığın bir salâtının [desteğinin] olduğu ve bunu yerine getirdiği
de bildirilmektedir. Zira evrendeki her şey bir sebebe mebni yaratılmıştır; batıl/boş
yere yaratılmamıştır:
Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu
küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan
kişilerin hâline! (Sâd/27)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-
ı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır. O kişiler ki ayaktayken, otururken
ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde
tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan
münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru!” (Âl-i İmrân/190-194)
En‘âm/73, Yûnus/5, İbrâhîm/19, Hicr/85, Nahl/3, Ankebût/44, Rûm/8, Zümer/5,
Ahkâf/3, Duhân/39, Câsiye/22 ve Teğâbün/3'e de bakılabilir.
Burada üzerinde duracağımız nokta, âyetteki dizi dizi uçanlar ifadesidir.
Âyetteki tayr sözcüğü, sadece “kuş”u değil, küçük bir böcekten, arıdan, uçağa ve
bulutlara kadar her türlü uçan cismi içine alır. Burada aklımıza gelenlerden birkaçı
hakkında bilgi sunmak istiyoruz:
ARILAR
Bu uçucular, bal üreterek insanlığa katkıda bulunurlar. Ama bunların bal
üretmekten daha önemli bir görevleri vardır. Dünyadaki bitkilerin döllenmesinin %
90'ı arılar tarafından gerçekleştirilir. Arıların bu desteği olmasa yeryüzünde meyve,
sebze, tahıl vs. hiçbir şey yetişmez.
KUŞLAR
Kuşlar, besin zincirinin önemli halkalarını oluştururlar. Ayrıca eko-sistemin
sağlık ve devamlılığı için inanılmaz ölçüde destek sağlarlar.
KARGALAR
Ormanda yaşayan türleri meşe tohumlarını alarak daha sonra yemek için ağaç
kovuklarına saklar ya da toprağa gömer. Daha sonra nereye gömdüklerini unuturlar.
Bu tohumlar zamanla çimlenir, fidan ve ağaç olur. Cevizle beslenen türlerin de,
ceviz ağaçlarının da çoğalmasını sağlarlar. Bunlar, kırılması için cevizleri ağaçtan
ya da binaların tepelerinden aşağı atar, kırılan cevizlerin içini yerler. Kırılmayan
cevizler ise toprakta zamanla yeşerir ve ağaç olur. Ayrıca diğer tohumları
ağızlarıyla ya da dışkılarıyla taşıyarak ormanlaşmada ve ormanların yenilenmesinde
önemli rol oynarlar.
DİĞER KUŞLAR
Güvercinler haberleşme, doğan ve şahin avcılık hususunda insanlara destek
olurlar. Yırtıcı kuşlar, kemirgenler, sürüngenler, kurbağalar ve küçük kuşlar gibi
canlıları avlayarak, doğadaki sayılarını kontrol altında tutarlar. Böcek yiyen kuş
türleri birçok tarım zararlısını yiyerek ekonomik yarar sağlamalarının dışında
sivrisinekleri de yiyerek sıtma gibi hastalık vakalarını azaltırlar. Leş yiyici olan
akbabalar, potansiyel olarak birçok hastalık tehlikesini önlerler.
Doğadaki fosfor döngüsü de balıkçıl kuşlar vasıtasıyla gerçekleşir. Fosforun
denizlerden karalara dönüşü, balıkçıl ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları
yoluyla olur.
Rüzgârdan elde edilen enerji ve bulutların yağmur taşımadaki destekleri de
herkesçe bilinen bir gerçektir.
42. Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. Dönüş
de ancak Allah'adır.

37
43. Şüphesiz Allah'ın, bulutları sürüklediğini, sonra onları bir araya
getirdiğini, sonra da üstüste yığdığını görmedin mi? İşte görüyorsun ki bunların
arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde dolu bulunan dağları indirir
de onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı
nerdeyse gözleri alır!
44. Allah, geceyi ve gündüzü çevirir durur. Şüphesiz basiret sahipleri için
kesinlikle bir ibret vardır.
45. Ve Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı
üzerinde yürümekte, kimileri iki ayak üzerinde yürümekte, kimi de dört ayak
üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye en
iyi güç yetirendir.

46. Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah


dileyen kimseyi dosdoğru yola iletir.

Bu âyetlerde de Allah'ın nûrundan istifade etmenin yolları gösterilmektedir. Bu


yollar, kişinin Allah'ı tanıması ve bunu gözlemle yapması gerektiğidir. Çünkü
evrende insanların gözü önünde cereyan eden sistemler, Allah'ın imzasını
taşımaktadır.

Bu âyet grubunda, Allah'ın kâinattaki binlerce âyetinden sadece bir kaçına


dikkat çekilmiştir: Göklerin ve yeryüzünün mülkü [hükümranlığı] yalnızca Allah'a
aittir. Dönüş de ancak Allah'adır.

Gözlem ve araştırma yapan herkes bunun böyle olduğuna anlar. Meselâ, herkes
bulutların sürüklediğini, sonra onların bir araya getirildiğini, sonra üstüste
yığıldığını, bunların arasından da yağmurun çıkarıldığını; gökten, içinde dolu
bulunan dağların indirildiğini, kimine isabet ettirildiğini, kiminden de uzak
tutulduğunu; şimşeğin parıltısının nerdeyse gözleri aldığını; gece ve gündüzün
çevirilip durduğunu görebilir. Bütün bunlarda basiret sahipleri için kesinlikle bir
ibret vardır.

Yine incelendiğinde anlaşılır ki, her canlı sudan yaratmıştır. Buna rağmen kimi
karnı üzerinde, kimi iki ayak üzerinde, kimi de dört ayak üzerinde yürüyor.
Öyleyse, Allah dilediğini yaratıyor. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

Yine araştıran herkes görecektir ki, Allah apaçık âyetler indirmiş; dileyen
kimseyi dosdoğru yola iletiyor. Burada gerçeği bulmaya yapılan delâlet, Kur’ân'ın
birçok âyetinde yer almıştır. Bunlardan bir kaçını naklediyoruz:

Ve şu kâfir olan kimseler, gökler ve yer bitişik bir hâlde idi de Bizim onları [o
ikisini] ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan kıldığımızı görmediler mi? Buna
rağmen hâlâ inanmıyorlar mı? (Enbiyâ/30)

Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde,


elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin
ve yerin yaratılışı üzerinde, “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen
noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz!
Şüphesiz Sen kimi ateş'e girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zâlimler
için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!”

38
diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile
birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver,
kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin” diye
tefekkür eden kavrama yetenekleri olanlar için nice âyetler vardır. (Âl-i İmrân/190-
194)

47. Ve onlar, “Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da


onlardan bir grup, arkasından geri duruyorlar ve bunlar, mü’minler değildir.

48. Ve aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları


zaman, bakarsın ki, onlardan bir grup mesafelenmişlerdir.

49. Ama eğer hakk kendi lehlerine ise, o'na, gönülden bağlı kimseler
olarak gelirler.

50. Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi


düştüler? Yoksa Allah ve Elçisi'nin kendilerine hakksızlık edeceğinden mi
korkuyorlar? Bilakis onlar, zâlimlerin ta kendileridir!

51. Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Elçisi'ne davet


edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleri oldu. İşte
bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

52. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a haşyet duyar ve O'na
takvâlı davranırsa, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
53. Ve onlar [münâfıklar], sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde
mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De
ki: “Yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.”
54. De ki: “Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz
çevirirseniz şunu bilin ki, o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir.
Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz.
Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir.
Bu pasajda, önce münâfıkların tavırları ve konumları, sonra da mü’minler konu
edilmiştir: Münâfıklar, “Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da
onlardan bir grup, geri duruyor, bunlar mü’min değillerdir. Ve aralarında
hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup
mesafelenip gitmektedir. Ama eğer hakk kendi lehlerine ise, o'na gönülden bağlı
kimseler olarak gelmektedirler.

Bunların bu davranışı, kalplerinde bir hastalık olmasından mı, şüpheye


düşmelerinden mi, Allah ve Elçisi'nin kendilerine hakksızlık edeceğinden
korkmalarından mı? Bilakis onlar, zâlimlerin ta kendileridir!

Rasûlullah emrettiği takdirde savaşa çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle


Allah'a yemin eden münâfıklar, Yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah,
yaptıklarınıza haberdardır. Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin. Artık, eğer yüz
çevirirseniz şunu bilin ki, o'nun üzerine olan, sadece o'nun yüklendiğidir. Sizin
üzerinize de, size yüklenendir. Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin
üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir diye uyarılmaktadırlar.

39
Mü’minler ise –münâfıkların aksine– aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve
Elçisi'ne davet edildiklerinde ancak “İşittik ve itaat ettik” derler. İşte bunlar, kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir.

Pasajda münâfıklar ve mü’minlerin durumları açıklandıktan sonra kısa ama


evrensel bir mesaj verilmektedir: Kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a haşyet
duyar ve O'na takvâlı davranırsa, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
Bu âyetlerin iniş sebebine dair kaynaklarda şu nakiller bulunmaktadır:
Mukâtil şöyle der: Bu âyet, münâfık Bişr hakkında nâzil olmuştur. O, bir arazi
yüzünden bir Yahûdi ile münakaşa etmişti. Yahûdi onu, aralarında hüküm vermesi,
için, “Rasûlullah'a gidelim” diye çekiyordu. O münâfık ise, Yahûdiyi (Yahûdî
olan) Ka‘b b. el-Eşref'e götürmeye çalışıyor ve, “Muhammed bize zulmeder,
hakksızlık yapar” diyordu.” Bunların bahsi Nisâ sûresi'nde (âyet 65) geçmişti.
Dahhâk ise şöyle demiştir: Bu âyet, Muğîre b. Vâil hakkında nâzil olmuştur:
Muğîre ile Hz. Ali arasında ortak bir arazi vardı. Derken bunu bölüştüler. Hz.
Ali'ye, suyun çok zor çıkabileceği yer düştü. Muğîre, Hz. Ali'ye, “Arazini bana
sat” dedi. Hz. Ali de onu ona sattı ve el sıkışıp, satışı tamamladılar. Muğîre'ye,
“Suyun çıkmayacağı çorak bir yer aldın” denilince, o, Hz. Ali'ye, “Arazini geri al.
Çünkü onu, beğenmem şartıyla satın almıştım. Fakat onu beğenmedim, çünkü
oraya su çıkmıyor” dedi. Hz. Ali (r.a) de, “Hayır. Sen onu satın aldın, beğendin ve
el sıkışıp, bu işi bitirdin. Hem sonra oranın durumunu da biliyordun. Binâenaleyh
onu geri almıyorum” dedi ve onu, mahkemeleşmek için, Rasûlullah'a gitmeye
davet etti. Bunun üzerine Muğîre, “Muhammed mi, ben o'na gelmem ve o'nun
hükmüne başvurmam. Çünkü o bana karşı kızgındır ve bana hakksızlık etmesinden
korkarım” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet indi.20
Münâfıkların bu tutumları Nisâ sûresi'nde de konu edilmişti:
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahibine
[yöneticiye] itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz;
Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin.
Bu, daha iyidir ve ilkleştirme [çözüm] bakımından daha güzeldir. Kesinlikle, inkâr
etmekle emrolundukları tâğûtu aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin,
sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri
görmedin mi? Şeytân da onları uzak [geri dönülmez] bir sapıklıkla sapıttırmak
istiyor. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!” denince, o münâfıkların
senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün. Bak nasıl? Elleriyle yaptıkları
yüzünden kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman; sonra “Biz sadece iyilik
etmek ve uzlaştırmak istedik.” diye Allah'a yemin ederek sana geldiler. İşte onlar,
Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; artık sen onlardan mesafelen ve
onlara öğüt ver. Ve onlara, kendileri hakkında, beliğ [derinden etkileyecek, güzel]
söz söyle! Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik.
Ve eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan
bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle
Allah'ı tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden], rahîm [en çok merhamet eden]
bulurlardı. Artık, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli
işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir
sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş
olamazlar. (Nisâ/59-65)
Bedevî Araplardan geri bırakılmış olanlar, sana yakında, “Mallarımız ve
ailelerimiz bizi meşgul etti [alıkoydu]. Hadi Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile”
20
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

40
diyeceklerdir. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah size
bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü
yetebilir? Bilakis Allah, yaptıklarınıza haberdardır.” (Fetih/11)
Eğer o [sefer], yakın bir kazanç ve sıradan bir sefer olsaydı, onlar kesinlikle
seni izlerlerdi. Fakat o meşakkatli iş kendilerine uzak geldi. Bununla beraber,
“Bizim de gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle beraber elbette çıkardık” diye
Allah'a yemin edecekler –kendilerini helâk ediyorlar– ve Allah biliyor ki onlar,
kesinlikle yalıncılardır. Allah seni affetti. Doğru söyleyenler, sana iyice belli
oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar, niçin onlara izin verdin? (Tevbe/42-
43)

Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Artık eğer siz onlardan
razı olursanız da bilin ki Allah, şüphesiz o fâsıklar toplumundan razı olmaz.
(Tevbe/96)

Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine, “Andolsun, eğer siz yurdunuzdan


çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye
ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz”
demekte olan münâfıklaşan kimseleri görmedin mi? Ve Allah şâhitlik eder ki,
şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır. Andolsun, eğer onlar çıkarılırsalar, onlarla
beraber çıkmazlar. Yine andolsun, eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler;
ve andolsun eğer yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da
kendilerine yardım olunmaz. (Haşr/11-12)

İşte böylece Biz sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan rûhu


vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan
dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de
dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan o Allah'ın
yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın bütün işler yalnız Allah'a döner.
(Şûra/52-53)

54. âyetteki, Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin üzerine olan
da, sadece apaçık tebliğdir ifadesinde yer alan Peygamber'in görevi, birçok âyette
hatırlatılmıştı:

Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek,
şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap
görmektir. (Ra‘d/40)

Haydi öğüt ver/hatırlat; şüphesiz sen sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen


onların üzerinde bir zorba değilsin. (Gâşiye/21-22)

Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine
bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz
insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle
yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki
şüphesiz o insan çok nankördür. (Şûrâ/48)
55. Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere,
kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife
kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini onlar

41
için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene
değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak
koşmazlar. Bundan sonra da kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların
ta kendileridir.
56. Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi'ye
itaat edin.

57. Sakın, şu küfretmiş kimselerin, yeryüzünde âciz bırakacaklarını


sanma/sakın sanmasınlar! Onların da varacağı yer ateş'tir. Kesinlikle de o, ne
kötü bir varış yeridir!

Bu pasajda, samimi mü’minler onurlandırılmakta; inanmış ve sâlihâtı işlemiş


kimselerin âkıbetleri bir vaad-i Rabbânî olarak beyân edilmekte ve onlara birtakım
görevler verilmekte, kâfirler ise tehdit edilerek uyarılmaktadırlar.
• Allah, iman eden, O'na kulluk eden, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan ve
sâlihâtı işleyen kimseleri, –kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi–
yeryüzünde halife kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip
seçtiği dini tutunduracağını ve korkularından sonra onları güvene erdireceğini vaat
etmiştir. (Bundan sonra da kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta
kendileridir.)
• Mü’minler, kendilerine rahmet edilmesi için salâtı ikâme etmeli, zekâtı
vermeli ve o Elçi'ye itaat etmelidirler.

• Küfreden kimselerin, yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacakları sanılmamalıdır.


Onların varacağı yer ateş'tir ve o, ne kötü bir varış yeridir!

Allah'ın mü’minlere yardım edeceği, kâfirlerin Allah'ı âciz bırakamayacakları


kesindir:
Ve hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız, yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız,
insanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz da O [Allah], şükredersiniz diye
barındırmıştı, sizi yardımıyla güçlendirmişi ve size temiz-hoş şeylerden rızıklar
vermişti. (Enfâl/26)
İşte onlar, yeryüzünde âciz bırakanlar değillerdir. Kendilerinin Allah'ın
astlarından velîleri [koruyan, yol gösteren, yardım edenleri] yoktur. Onlar için azap
kat kat artırılır. Onlar (vahyi) işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de görmüyorlardı.
(Hûd/20)
58. Ey iman etmiş kimseler! Yeminlerinizin sahip olduğu kimseler, sizden
erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah salâtından önce, öğle
vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece salâtından sonra izin istesinler. Bunlar
sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır]. Bunlar dışında ne size, ne
de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir.
Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah alîm'dir, hakîm'dir.
59. Ve sizden olan çocuklar ergenlik çağına geldikleri zaman, artık
kendilerinden önceki kişiler [ağabeyleri, ablaları] izin istedikleri gibi izin
istesinler. Allah Kendi âyetlerini size işte böyle açığa koyar ve Allah alîm'dir,
hakîm'dir.

60. Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar; artık zînetlerini dışa


vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli
olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

42
61. Âmâya suç yoktur; topala suç yoktur; hastaya suç yoktur; sizin içinde
kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya annelerinizin evlerinden
veya erkek kardeşlerinizin evlerinden veya kız kardeşlerinizin evlerinden veya
amcalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın
evlerinden veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına mâlik olduğunuz
yerlerden yahut dostunuzun evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu hâlde
veya ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz zaman Allah
tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize güvenlik
oluşturun. İşte Allah, aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini böyle ortaya koyar.

Bu pasajda da aydınlatıcı ve toplumsal huzuru sağlayıcı bazı ilkeler


konulmaktadır:

• Yeminlerinizin sahip olduğu [yasalar çerçevesinde himayeye alınmış]


kimseler ve erginlik yaşına gelmemiş olanlar üç durumda; sabah salâtından önce,
öğle vaktinde elbiselerin çıkartılıp istirahat edildiği esnada, gece salâtından sonra
odalarınıza girmek için izin istemelidirler. (Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve
korumasız, üç zamandır.]) Bu üç vakit dışında odalarınıza girip çıkmalarında sakınca
yoktur.
• Çocuklar ergenlik çağına geldikleri zaman, kendilerinden öncekilerin
[ağabeylerinin, ablalarının] izin istedikleri gibi izin istemelidirler.

• Nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınların, zînetlerini dışa vurmadan dış


elbiselerini çıkarmalarında bir sakınca yoktur. Fakat iffetli olmaları kendileri için
daha hayırlıdır.

• Âmâya, topala, hastaya suç yoktur.

• Kendi evlerinden, baba evlerinden, anne evlerinden, erkek kardeş


evlerinden, kız kardeş, amca evlerinden, hala evlerinden, dayı evlerinden, teyze
evlerinden, anahtarları elde olan evlerden yahut dost evlerinden yemek yenilmesinde
bir sakınca yoktur.

• Toplu hâlde veya ayrı ayrı yemek yenilmesinde de sakınca yoktur.

• Evlere girildiğinde, Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği


olarak herkes kendine br güvenlik oluşturmalıdır.

60. âyette, Nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınların zînetlerini dışa


vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur ifadesiyle,
yaşlanmış kadınların istisnâ edilmesi, erkeklerin onlara arzu duymamasındandır. Zira
yaşlı kadınlar, fitne ve huzursuzluğa sebebiyet vermeyecek bir duruma gelmişlerdir.
Dolayısıyla bunlara, diğer kadınlara serbest olmayan şeyler serbest kılınmış, böylece
maddî ve manevî külfetten kurtarılmışlardır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden
[kemik erimesi] güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, dış
elbiselerini çıkarmaları hususunda ruhsat vermek sûretiyle onlara bu imkânı da
sağlamıştır.

Âyetteki, artık zînetlerini dışa vurmadan ifadesi de, “kendilerine bakılsın diye
zînetlerini açığa vurmaksızın ve süslenmeye kalkışmaksızın” demektir.

43
62. Mü’minler ancak, Allah'a ve Elçisi'ne inanmış, Elçi ile birlikte sosyal
bir işle meşgul iken o'ndan izin istemedikçe çekip gitmeyen kimselerdir. Şüphesiz
şu senden izin isteyen kimseler; işte onlar Allah'a ve Elçisi'ne iman etmiş
kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan
dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.

63. Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi kılmayın.


Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun
emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya
kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.

64. Gözünüzü açın! Şüphesiz göklerde ve yeryüzünde olan şeyler


Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde olduğunuzu kesinlikle bilir. Kendisine
döndürülecekleri günde de, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber
verecektir. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.
Birtakım nezaket kurallarının öngörüldüğü bu âyetler, Kur’ân indiği
dönemdeki insanların çevresel ilişkiler, nezaket kuralları yönünden hangi seviyede
olduklarını göstermektedir:

• Mü’minler, Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken o'ndan izin almadan
gitmeyen kimselerdir. (Şüphesiz şu senden izin isteyen kimseler; işte onlar Allah'a ve
Elçisi'ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde,
sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz
Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.)

• Mü’minler, Elçi'yi çağırmayı, birbirini çağırmaları gibi saymamalıdırlar.


(Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine
aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya kendilerine çok
acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.)

Bu uyarı, Hucurât sûresi'nde detaylı olarak beyân edilmiştir:

Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın ve Elçisi'nin iki eli arasında öne geçmeyin. Ve
Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Ey iman
etmiş kimseler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize
yüksek selse bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz
bilincinde olmadan amelleriniz boşa gidiverir. Şüphesiz Allah'ın Elçisi'nin
huzurunda seslerini kısan kimseler; işte onlar, Allah'ın, kalplerini takvâ için imtihan
ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret [korunmuşluk] ve büyük bir mükâfât vardır.
Şüphesiz sana odaların arka tarafından seslenen kimseler; onların çoğu akıllı
davranmıyorlar. Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette
kendileri için daha iyi olurdu. Ve Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. Ey iman etmiş
kimseler! Eğer fâsığın biri size bir haber getirirse hemen araştırın/tesbit edin. Yoksa
bilmeden bir topluluğa sataşırsınız [zarar getirirsiniz] da yaptığınıza pişman olanlar
olursunuz. Ve şüphesiz içinizde Allah'ın Elçisi'nin varlığını bilin. Şâyet o, birçok
işlerde size uysaydı, kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, Kendisinin bir
lütuf ve nimeti olarak size imanı sevdirdi ve onu kalplerinize zînet yaptı. Küfrü,
fâsıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İşte bunlar, rüşde sahip kimselerin ta
kendilerdir. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. (Hucurât/1-8)

44
Âyette konu edilen, Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşguliyet, “yöneticinin (o
gün Peygamber'in) bir maslahatı yaygınlaştırmak için insanları toplamaya gerek
duyduğu, salâtın ikâmesi; eğitim-öğretim, sosyal yardım faaliyetleri, yasama-
yürütme istişare toplantıları, savaş hazırlıkları vs. gibi çalışmalar”dır.

Bu âyetlerin iniş sebebine dair kaynaklarda şu bilgiler yer alır:

Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kureyşliler Ebû Süfyân'ın,


Gatafanlılar da Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında Medîne üzerine hücum etmek
üzere geldikleri vakit, hendeğin kazılması hakkında nâzil olmuştur. Peygamber
(s.a) Medîne etrafında hendek kazmaya başlamıştı. Bu da hicretin 5. yılı Şevval
ayında gerçekleşmişti. Münâfıklar işten kurtulmak için görünmeden biri diğerinin
arkasına saklanarak sıvışıp gidiyorlar ve gerçekle ilgisi olmayan mazeretler ileri
sürüyorlardı. Buna benzer bir rivâyeti Eşheb ile İbn Abdi'l-Hakem, Mâlik'ten
nakletmiştir. Muhammed b. İshâk da böyle demiştir.21

Sûrenin sonunda da mü’minler, Gözünüzü açın! Şüphesiz göklerde ve


yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde olduğunuzu kesinlikle bilir.
Kendisine döndürülecekleri günde de, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber
verecektir. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir buyurularak bir kez daha uyarılmıştır.

Allah doğrusunu en iyi bilendir.

21
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

45

You might also like