You are on page 1of 18

110 Cuma suresi

110 (62). SÛRE


CUMA SÛRESİ
110 (62). CUMA SÛRESİ
MEDENÎ, 11 ÂYET
GİRİŞ
Adını 9. âyetteki ‫[الجمعة‬el-cumu‘a] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 110.
sırada indiği kabul edilir. Âyetlerde gönderme yapılan konulara göre ilk 8 âyetin,
hicrî 7. yılda ve muhtemelen Hayber fethinde yahut biraz sonra nâzil olduğu, son 3
âyetin de hicretten kısa bir zaman sonra nâzil olduğu söylenebilir.
Bu sûre ilk önce Allah'ın sübhân oluşu; evrendeki her varlığın, Allah'ın
eksikliklerden münezzeh olduğunu bildirdiklerinin beyânıyla başlamakta, ardından
peygamberlerin sonuncusu Muhammed'in peygamber olarak gönderilişi,
Yahûdilerin tutarsızlıkları ve aşağılık konumları açıklanmakta, sonra da hakk dinin
olmazsa olmazı olan salât ve salâtın ikâmesi konu edilmektedir.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs, azîz ve hakîm
Allah'ı tesbih ederler.

2-3. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara


[Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın
âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi
gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, azîz'dir,
hakîm'dir.

4. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye verdiği lütfudur. Ve Allah,


büyük lütuf sahibidir.

5. Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin


durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan
toplumun misali ne kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.

6. De ki: “Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız


kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz
hemen ölümü isteyin.”

7. Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler yüzünden, onu [ölümü]


asla istemezler. Ve Allah, zâlimleri çok iyi bilendir.

8. De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size


kavuşacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size
yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir.”
9. Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman,
Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin
için daha hayırlıdır.

10. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde hemen yeryüzünde dağılın ve


Allah'ın lütfundan arayın. Ve felâh bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu
korumanız] için Allah'ı çok anın.

1
11. Ve onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni
ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten
hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
TAHLİL:
1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs, azîz ve hakîm
Allah'ı tesbih ederler.

2-3. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara


[Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın
âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi
gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O,
azîz'dir, hakîm'dir.

4. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye verdiği lütfudur. Ve


Allah, büyük lütuf sahibidir.

Sûrenin girişini oluşturan, Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs,


azîz ve hakîm Allah'ı tesbih ederler. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde,
kendilerinden olan ve onlara [Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan
onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve
hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde
olsalar da.– Ve O, azîz'dir, hakîm’dir. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye
verdiği lütfudur. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir paragrafıyla, Allah Kendisini ve
Elçisi'ni tanıtmaktadır.

Buradaki Ümmiler, ifadesi “Anakentliler” demek olup bununla “Mekkeliler”


kastedilmektedir. Mekke'ye, “el-Ümm” (aslı, ümmü'l-kura'dır) denilmesiyle ilgili
detaylı açıklama yapmıştık.1

Âyetteki, Ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına ifadesiyle de,


Rasûlullah'tan sonraki insanlar kastedilmektedir. Çünkü Rasûlullah'ın elçiliği,
muayyen bir zaman, mekan/coğrafya ve insanlarla sınırlı olmayıp evrenseldir:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş
şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan,
sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki
Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O
hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile
birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir. De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin
olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın,
size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve
O'nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na
uyun.” (A‘râf/157-158)

De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin
aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu
Kur’ân vahyolundu. Allah'la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten

1
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 55-65.

2
tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek
ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” (En‘âm/19)

Biz seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/rahmet için gönderdik.
(Enbiyâ/107)

Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı [ayırıcı'yı] indiren ne cömerttir [ne
bol nimet verendir]! (Furkân/1)

Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik;


velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe/28)

4. âyette ise, elçiliğin Allah'ın bir lütfu olduğu, kimsenin kendini veya bir
başkasını elçi tayin etmesinin mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Bunun bir
benzeri daha evvel de geçmişti:

Yine onlar, “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil
miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta
[dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz.
Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine
derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha
hayırlıdır. (Zuhruf/31-32)

5. Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin


durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan
toplumun misali ne kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.

6. De ki: “Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız


kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz
hemen ölümü isteyin.”

7. Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler yüzünden, onu [ölümü]


asla istemezler. Ve Allah, zâlimleri çok iyi bilendir.

8. De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size


kavuşacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size
yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir.”
Bu âyetlerde, elçi göndermenin Allah'ın bir lütfu olduğu vurgulanarak, bu
hususta hevâları doğrultusunda beklentiye giren Yahûdiler kınanmaktadırlar:
Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar
taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun misali ne
kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.
Âyetlerden anlaşılacağı üzere Allah Yahûdilere Tevrât'ı indirmiş ve onun
içindeki ilkeleri uygulamalarını emretmiş; onlar ise Tevrât'ı uygulamamış; böylece
de, içinde ne olduğunu bilmeden kitap taşıyan eşek konumuna düşmüşlerdir.
Bundan sonra da kendilerine, Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar
arasında yalnız kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru
kimseler iseniz hemen ölümü isteyin diye meydan okunmuş, onların, ellerinin önden
gönderdiği şeyler yüzünden ölümü asla istemeyecekleri beyân edilmiştir. Sonra yine
onlar, Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size kavuşacaktır. Sonra

3
görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz
şeyleri haber verecektir diye uyarılmıştır.
Yahûdilerin mesnetsiz iddiaları değişik sûrelerde zikredilmiştir:
Bir de onlar [inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler],
“Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların
kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.”
(Bakara/111)
Ve onlar dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla
dokunmayacaktır.” De ki: “Allah'tan bir ahit [garanti] mi aldınız? Allah, ahdine asla
ters düşmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
(Bakara/80)
Bu, onların, “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır”
demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de, dinlerinde kendilerini
aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya
topladığımız ve hiç kimseye hakksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler
tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? (Âl-i İmrân/24-25)
Ve Yahûdiler, Hristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz”
dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah] size azap
ediyor?” Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi
bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin
mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. (Mâide/18)
Onların durumu, eşeklerin durumundan daha kötüdür. Zira, eşeğin akletme ve
tefekkür etme gücü yoktur. Bunlara ise Allah akıl, fikir, zeka ve anlayış lütfetmiş,
fakat onlar bu nimetleri kullanmamışlardır:
Ve andolsun ki, cinnden ve insten [tanıdığınız-tanımadığınız] bir çoğunu
cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır,
onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı
hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gâfillerin [duyarsızların] ta
kendileridir. (A‘râf/179)
Bu âyetlerdeki Yahûdi karakteri, Bakara sûresi'nde deşifre edilmiş ve
Rasûlullah'ın bu kitlenin gerçek yüzünü tanıması sağlanmıştı:
Ve hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık: Kanlarınızı dökmeyeceksiniz,
kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Sonra siz tanıklık ederek ikrar
verdiniz. Sonra siz, işte o kimselersiniz; nefislerinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir
grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinde günah ve düşmanlıkta
yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için
fidyeleşirsiniz. Hâlbuki o, onların çıkarılmaları size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz
Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden
böyle yapanların alacağı karşılık, dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka nedir?
Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gâfil
[duyarsız] değildir. İşte onlar, âhiret karşılığında basit yaşamı satın almış
kimselerdir. Artık bunlardan azap hafifletilmez, onlar yardım da olunmazlar. Ve
andolsun ki, Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. Ve o'ndan sonra birbiri ardı sıra elçiler
gönderdik. Meryem oğlu Îsâ'ya da açık açık deliller verdik ve kendisini Rûhu'l-
Kudüs ile güçlendirdik. Peki siz, bir elçinin size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey
getirdiği her seferinde büyüklük tasladınız mı?! Sonra da bir kısmını yalanladınız,
bir kısmını da öldürüyorsunuz. Ve onlar, “Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür]”
dediler. Aksine; Allah, inkârlarından dolayı onları lânetlemiştir. Bundan dolayı pek
azı iman eder! Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap
gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak

4
istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın
lâneti kâfirler üzerinedir. Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey, Allah'ın
kullarından dilediğine Kendi lütfundan indirmesini kıskanarak, Allah'ın indirdiği
şeyleri inkâr etmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar.
Küçültücü azap da yalnızca kâfirler içindir. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine iman
edin” denildiği zaman, onlar, “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve
onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk
olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki:
“Peki eğer mü’minler idiyseniz, niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini
öldürüyorsunuz?” Ve andolsun ki Mûsâ size açık-seçik kanıtlarla gelmişti. Sonra
siz, zâlimler olarak arkasından buzağıyı [altının ilâhlığını] edindiniz. Ve hani sizden
mîsâk almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiştik: “Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice
alın ve dinleyin.” Demişlerdi ki: “Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.” Ve
inkârları yüzünden buzağı [altının ilâhlığı] kalplerine içirilmişti. De ki: “Eğer
inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!” De ki: “Allah yanında
‘son yurt’ başkalarının değil de yalnızca sizin için ise, eğer doğrulardan iseniz haydi
hemen ölümü temenni ediniz.” Hâlbuki elleriyle işledikleri yüzünden onu
ebediyyen temenni etmezler. Allah ise o zâlimleri çok iyi bilendir. Ve sen kesinlikle
onları insanların yaşamaya en hırslısı; şirk koşmuş olan kimselerden de daha hırslı
bulacaksın. Onların her biri bin sene ömürlendirilmeyi arzular, oysa ömürlenmek
kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri
çok iyi görücüdür. De ki: “Kim cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz Allah onu
[cibrîl'i], Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakiler doğrulayıcı, inananlar için
bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Kim ki, Allah'a,
meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da
inkârcılara düşmandır.” Ve andolsun ki, Biz sana açık açık âyetler indirdik. Bunları
da fâsıklardan başkası inkâr etmez. Onlar [fâsıklar], ne zaman bir ahd üzerine
antlaşma yapsalar, onlardan bir grup onu atıvermedi mi? Aslında onların çoğu iman
etmiyorlar. Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir
elçi geldi, daha önce kendilerine kitap verilen kimselerden bir grup, sanki
bilmezlermiş gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar. (Bakara/84-101)
Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle geri
çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir [çok güçlüdür],
azîz'dir [mutlak üstün olandır]. (Ahzâb/25)
İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler, siz
kitabın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman “İnandık” derler,
başbaşa kaldıkları zaman da size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını
ısırırlar. De ki: “Kininizle ölün [geberin]!” Şüphesiz ki Allah göğüslerin özünü
[gönülleri] en iyi bilendir. (Âl-i İmrân/119)
Bu gerçekler karşısında dayatanlara çeşitli âyetlerde meydan okunmuştur:
Sana bilgiden geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen,
“Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve
kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalancılar üzerine
kılalım” de. (Âl-i İmrân/61)
De ki: “Kim sapıklık içinde olursa, Rahmân ona uzattıkça uzatır [mühlet
verir].” Nihâyet kendilerine vaat edileni; amma azabı, amma Sâ‘at'i [kıyâmetin
kopuşunu] gördükleri vakit, artık onlar kimin makamca-mevkice daha şerli ve
askerce [destekçe, kuvvetçe] daha zayıf olduğunu bilecektir. (Meryem/75)
Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri
görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın

5
haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve
“Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil
miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için
daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar’ bile
hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son
derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse,
“Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki:
“Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz
olayazıyorlar? (Nisâ/77-78)
9. Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman,
Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu,
sizin için daha hayırlıdır.

10. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde hemen yeryüzünde dağılın ve


Allah'ın lütfundan arayın. Ve felâh bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu
korumanız] için Allah'ı çok anın.

Bu âyetlerde Müslümanlara, varlıklarını sürdürmenin yolu gösterilmektedir:


Mü’minler, kendilerine bir toplantı günü belirlemeli; “toplantı günü” salât için
seslenildiği zaman, da hemen Allah'ın anılmasına koşmalı, alış-verişi
bırakmalıdırlar. Bu, mü’minler için en yararlı şeydir.
Burada alış-veriş ile, “tüm işler” kastedilmiştir. Alış-verişin zikredilmesi,
insanların alış-verişi en önemli iş saymalarındandır.
Salât, ilâhî dinlerin olmazsa olmazıdır. İlk peygamberden son Peygamber'e
kadar bütün peygamberler salâtı tebliğ etmiştir. O nedenle salâtın asla ihmal
edilmemesi gerekir:
Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin zikredilmesine izin verdiği
evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret
ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları
alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık
versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir
günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nûr/36-38)
Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan
alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, hüsrana uğramışların ta
kendileridir. (Münâfıkûn/9)
Buradaki salât, –daha evvel de açıkladığımız gibi– “namaz” değildir. Salât ile
ilgili Ankebût sûresi'nin sonunda yaptığımız açıklamanın Cum‘a bölümünü
aktarıyoruz:

EN HAYIRLI SALÂT

[ES-SALÂTU'L-VUSTÂ]:

CUM‘A

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] ve Allah için
sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım
kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak
giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size

6
öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin [salâtlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile
ikâme edin]. (Bakara/238-239)

Bu âyette geçen ‫صلوة الوسطى‬


ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l-vustâ] ifadesi, Müslümanlar arasında
çok tartışılmasına rağmen bugüne kadar net bir şekilde açıklığa
kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin, “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir
mutabakat olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kastedildiği
hususunda 40 civarında rivâyet ve 19 farklı görüş ortaya çıkmıştır. ‫صلوة الوسطى‬
ّ ‫[ ال‬es-
salâtu'l-vustâ], kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine
göre de “ikindi namazı”dır. Sonuç olarak, es-salâtu'l-vustâ hususunda, ne salât'ı
“namaz” olarak değerlendiren klâsik anlayışla, ne de sorgulayıcı zihniyetin mantıkî
yaklaşımlarıyla, herkesin kabul edebileceği bir sonuca ve gerçeğe ulaşılamamıştır.

Biz de, derin bir araştırma yapmadığımız bu konuda, mevcut görüşlerden en


sağlamını doğru olarak kabul etmek durumunda kalmıştık. Ancak, Kur’ân ve dil
yönünden yaptığımız çalışmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve
ulaştığımız sonucu burada paylaşıyoruz.

Şunu hemen belirtelim ki biz, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların salâtu'l-


vustâ'nın ne olduğunu gâyet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü salâtu'l-vustâ
hakkında Peygamberimiz ve sahabe döneminde ne Peygamberimize bir soru
yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.

Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki


hususun göz önüne alınması gerekir:

1) Âyetteki ‫صلوة الوسطى‬


ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l-vustâ], muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır.
Bir başka ifade ile sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani,
muarref bir ifade olan salâtu'l-vustâ, özel isim konumunda olup herkesin bildiği bir
salâttır.

2) Âyetteki, Salâtları ve salâtu'l-vustâ'yı koruyun ifadesinde, iki mef‘ul [tümleç;


belirtili nesne] bulunduğundan, salâtu'l-vustâ'nın, bildiğimiz salâtlardan başka bir
salât olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden, salâtu'l-vustâ'yı, günlük salâtlardan biri
olarak kabul etmek bir hatadır.

SALÂTU'L-VUSTÂ NEDİR?

Bir konuyu doğru anlamak için gerekli olan ilk şartın, söz konusu konu ve
ibarenin orijinal dilini iyi bilmek olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla meseleyi
çözmek için yapılacak ilk iş; ‫[ الوسطى‬el-vustâ] sözcüğünün Arap dilindeki doğru
anlamını bulmaktır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak da meseleyi çözmek
için yetmemekte, ayrıca sözcüğün Kur’ân'da da bu anlamda kullandığını, yine
Kur’ân ile teyit etmek gerekmektedir.

Öyleyse tahlile, ‫[ الوسطى‬el-vustâ] sözcüğünün türediği ‫[ وسط‬v-s-t] sözcüğünden


başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu'l-
Arab ve Tâcu'l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:

7
‫[ وسسسط‬v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde
okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.

Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” anlamına gelir. (Biz
bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi ortasından kavradım”, “Oku
ortasından kırdım” şeklinde kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir.
At veya devesine binecek bedevî için at veya devesinin en hayırlı yeri, at ve devenin
boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine, devesi için kuracağı ağıl için en
hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel
ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi
cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ, cömertlik, cimrilik ve
savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında
bir davranıştır.

İşte bu nedenle ‫[ وسسسسط‬vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına


genelleşmiştir. Araplar, O, kavminin evsatındadır dediklerinde, “O, kavminin
hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, Şu vesît kişiye bir bakın
dediklerinde, “Şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.

Ve Rabbimizin, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız,


Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık
(Bakara/143) ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık”
demektir.

Bakara/238'de yer alan, es-salâtu'l-vustâ ile ilgili 40 civarında rivâyet olup


bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunlardan en kuvvetli görüş,salât-ı vustâ'nın
“ikindi salâtı”, “sabah salâtı” ve “Cum‘a salâtı” olduğu görüşleridir.

Ebû'l-Hasen, “es-Salâtu'l-vustâ, ‘Cum‘a salâtı’dır. Salâtların en hayırlısı


Cum‘a salâtıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir.

Ayrca İbn Side, el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, “Kim salât-ı vustâ
Cum‘a'dan başka bir şey derse hata eder” demiştir.2

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre “orta” demek olan vesat sözcüğü,


Araplar arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, ‫[ وسط‬v-s-t]
sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan ‫[ الوسسسطى‬el-vustâ] ile
müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına
gelmektedir; aynı, ekber ve kübrâ; hasen ve hüsnâ sözcüklerinde olduğu gibi.

‫[ الوسسسسطى‬el-vustâ] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (Kalem/28 ve


Mâide/89) olmak üzere Kur’ân'da 5 yerde geçmektedir:

Evsatları [en hayırlı, en şerefli olanları], “Ben size, ‘Tesbîh etmiyor musunuz!’
dememiş miydim?” dedi. (Kalem/28)

2
Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu'l-Arûs, c. 10, s. 442-448.

8
Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız
yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı
yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin
evsatından [en hayırlısından, en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir.
Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de
üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve
yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki
şükredesiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)

Sonra bir topluluğun ‫[ فوسطن‬fevesatne/orta yerine: en değerli, en hayırlı yerine]


kadar dalanlara… (Âdiyât/5)

Sözcük Kur’ân'da, Bakara/143 ve Bakara/238'de de geçmektedir.

Vusta sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân âyetleri ile
de tesbit ve tescil edildiğine göre, artık Bakara/238'de geçen, ‫[ الوسطى‬el-vustâ] ile
‫[ الصسسلوة‬es-salât] sözcüğünün birleşmesinden meydana gelen ‫صسسلوة الوسسسطى‬ ّ ‫[ ال‬es-
salâtu'l-vustâ] tamlamasını, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlamak gerekir.

KUR’ÂN, “EN YARARLI,

EN HAYIRLI SALÂT”I

BİLDİRMİŞTİR

Kur’ân'da belirgin olarak zikredilmiş bir ifade anlaşılamayacak olsaydı, bu,


Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir–
mü’minler için de bir eksiklik teşkil ederdi. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve
sahabe tarafından anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta
anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre, salâtu'l-vustâ [en hayırlı
salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik
koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi'nde
buna gönderme yapılmıştır:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın
anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz işte bu sizin için en
hayırlıdır. (Cum‘a/9)

Bu âyetle, Bakara/238'de ‫صسسلوة الوسسسطى‬ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l/vustâ] olarak zikredilen


salât'ın, “Cum‘a salâtı/toplantı günü yapılan salât” olduğu belirginleşmiştir.

İşte, es-salâtu'l-vustâ ifadesinin Kur’ân'a göre anlamı budur.

Kur’ân'daki bu delilden sonra, artık salâtu'l-vustâ'nın hangi salât olduğuna dair


başka delil ve rivâyet aramak beyhudedir!

CUM‘A [YEREL GÜNDEM TOPLANTISI,

KONGRE, KONFERANS, MİTİNG]

9
Cum‘a sözcüğü, “toplanma” anlamındaki ‫[ ج م ع‬c-m-‘a] kökünden gelir.
Dilbilimcilerden A‘meş ‫[ الجْمعسسة‬cum‘a], Âsım ve Hicazlı dil bilimciler ‫جُمعسسة‬
ُ ‫ال‬
[cumu‘a] diye okurlar. Cum‘a diye okumak Ukayloğulları lehçesine göredir.

‫[ يوم الجمعة‬YEVMU'L-CUM‘A]

Yevm [gün] ve cem‘ [toplanma] sözcüklerinden oluşan yevmu'l-cum‘a


tamlaması, “toplanma günü, toplantı günü” demektir. Arapların haftanın
günlerinden “el-Arube” dedikleri gün, sonradan ‫[ يوم الجمعة‬yevmu'l-cumu‘a/toplantı
günü] olarak değiştirilmiştir.

“Arube” adını, “Cumu‘a”ya dönüştüren kişinin kimliği hakkında bir netlik


yoktur. Bazıları bunu, Dâru'n-Nedve'de toplantı için Kureyş'in, bazıları da
Rasûlullah'ın atalarından Ka‘b b. Lüey'in değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Doğruya
en yakın olanı ise bunun Medîne'de Müslümanlar tarafından değiştirildiğidir.

Klâsik kaynaklarda olay şöyle yer alır:

İbn Sîrîn şöyle dedi:

— Medîneliler Peygamber (s.a) Medîne'ye gelmeden ve cum‘a (farzı) inmeden


önce cum‘a için toplandılar. Bugüne cum‘a adını verenler de onlardır. Şöyle ki:
Onlar dediler ki: “Yahûdilerin yedi günde bir biraraya gelip toplandıkları bir günleri
vardır: Cum‘artesi günü; Hristiyanların da böyle bir günleri vardır: Pazar günü.
Gelin biz de kendimiz için bir araya gelip toplanacağımız, Allah'ı anıp namaz
kılacağımız ve birtakım hatırlatmalarda bulunacağımız bir gün kararlaştıralım”, ya
da buna benzer sözler söylediler. Yine dediler ki: “Cum‘artesi Yahûdilerin, Pazar
Hristiyanların günüdür; siz de bu günü Arube günü olarak tesbit edin. Bunun
üzerine (Ebû Umâme künyeli) Es‘ad b. Zurâre'nin (r.a) etrafında toplandılar. O da o
gün onlara 2 rekât namaz kıldırdı, onlara öğüt verdi. Biraraya gelip toplandıkları
vakit, bu güne “cum‘a” adını verdiler. Es‘ad onlara bir koyun kesti, sayıca az
oldukları için öğlen ve akşam onu yediler. İşte İslâm târihindeki ilk cum‘a budur.

Derim ki: İleride de geleceği üzere rivâyet edildiğine göre, o vakit 12 kişi
idiler. Yine bu rivâyette belirtildiğine göre onları bir araya toplayıp onlara namaz
kıldıran kişi Es‘ad b. Zurâre'dir. Abdu'r-Rahmân b. Ka‘b b. Mâlik'in babası
Ka‘b'dan rivâyet ettiği hadiste de –geleceği üzere– böyledir.

el-Beyhakî de şöyle demektedir:

— Bize Mûsâ b. Ukbe'den, o İbn Şibâb ez-Zührî'den rivâyet ettiğine göre


Mus‘ab b. Umeyr Rasûlullah (s.a) Medîne'ye gelmeden önce Medîne'de
Müslümanları Cum‘a namazı için toplayan ilk kişidir.

el-Beyhakî dedi ki:

— Mus‘ab'ın Cum‘a namazı için Müslümanları Es‘ad b. Zurâre'nin yardımıyla


toplamış olması ve bundan dolayı Ka‘b'ın bu işi ona [Mus‘ab'a] izafe etmiş olması
da mümkündür.

10
Hicretten önce Medîne'deki Müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş
olan Mus‘ab ibn Umeyr'e mektup yazarak, “Yahûdilerin açıktan Zebur okudukları
güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra
Allah'a 2 rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus‘ab, Medîne'de ilk
Cum‘a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medîne'ye gelinceye kadar
sürdürmüştür.” Mus‘ab'ın (r.a) Cum‘a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, 12 idi.

Peygamberimiz henüz hicret etmeden Yesribli (Medîne'nin o zamanki adı)


Müslümanlar Es‘ad ibn Zurâre ile birlikte toplanıp, istişârede bulunurlardı.
“Yahûdiler ve Hristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, biz de haftada bir
toplanalım” diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın
altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrib'de
pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece
toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece “yevmu'l-arube”, “yevmu'l-
cumu‘a/toplantı günü” oldu. Sonradan eski adı değil, yeni adı söylenir oldu.

Târihî belgelere göre Rasûlullah, ilk Cum‘a'yı, Ranuna denilen yerde Sâlim ibn
Avf mescidi'nde icra etmiştir. Rasûlullah, Medîne'ye hicret ettiğinde ilk olarak
Kuba'da Amr ibn Avfoğulları'na misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve
perşembe günleri kalıp, Kuba mescidi'nin temelini attı; sonra Cum‘a günü
Medîne'ye gitmek için yola çıktı. Benû Sâlim yurduna gelince orada hutbe okuyup
ilk defa Cum‘a günü salâtı icra etti. Bu, Rasûlullah'ın ilk Cum‘a salâtı
uygulamasıdır.

‫[ يوم الجمعة‬yevmu'l-Cum‘a] terkibini, “Cum‘a günü” şeklinde çevirmek, Arapça


iki kelimenin birini Türkçeleştirip diğerini Arapça olarak bırakmaktır, ki bu, hem
yanlıştır, hem de anlamın kapalı kalmasına sebep olur. Bu da, beraberinde birçok
yanlış inanç ve ameli getirir. O nedenle yevmu'l-Cum‘a terkibine, “toplantı günü”
anlamının verilmesi gerekir.

Toplantı günü'nün hangi gün, hangi saat olacağı ve bu toplantıda salâtın nasıl
icra edileceği, katılma koşulları vs. gibi detay Kur’ân'da verilmemiştir. Kur’ân'da
öncelikle toplantı günü uygulanacak salât'ın, salâtların en hayırlısı olduğu ve bu
salâtın kesinlikle korunması gerektiği bildirilmiştir:

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için
sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım
kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak
giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde, bilmediğiniz şeyleri size
öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)

Cum‘ayı farz kılan âyet, işte budur, Cum‘a/9 âyeti değildir.

Sonra da toplantı günü, salât için çağrılınca, “Allah'ın anılmasına hemen


koşulması” istenmiştir:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın
anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha
hayırlıdır. (Cum‘a/9)

11
Demek oluyor ki, toplantı günü, uygulanacak olan salâtta, “Allah'ın anılması”
sağlanacaktır. Mü’minler, bunun en iyi şartlarda gerçekleşmesi, en iyi verimin
alınabilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Toplantı günü yapılan salât için
fıkıhçılar, “vücûbunun şartları” ve “edasının şartları” adı altında birtakım koşullar
belirlemişlerdir, ki .unların detayı, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.

Bu koşulların ileri sürülmesinin nedeni, Cum‘a'nın [toplantının; kongrenin,


konferans veya mitingin] en sağlıklı, en verimli şekilde gerçekleşmesini
sağlayabilmektir.

Fıkıh kitaplarında Cum‘a'nın vücûbunun şartları [zorunlu görev olmasının


koşulları] şöyle sıralanır:

• Erkek olmak,

• Hür olmak,

• Şehirde oturmak,

• Sıhhatli olmak,

• Güvende olmak.

Ayrıca bu şartlar için de birtakım aklî nedenler, Rasûlullah, sahabe ve ilk


dönem İslâm târihinden birtakım uygulamalar delil gösterilir.

Biz bu maddeler üzerinde kısaca açıklamalarda bulunacağız:

HÜRRİYET/ÖZGÜRLÜK

Bu şart, yerindedir. Zira salâtın icra edileceği musallalar ve mescitler [toplantı


yerleri], Allah evidir. Orada kral-köle ayırımı yoktur; herkes özgür ve eşit statüde
olup özgürce fikrini beyân eder, kimsenin düşüncesi kısıtlanamaz ve fikrinden
dolayı kimse takibata uğratılmaz. Özgür olmayan, bağlı bulunduğu efendinin; kişi
ya da kurumun görüşüne karşıt bir görüş ileri sürdüğünde bundan dolayı zarar
görür. O nedenle, özgür olmayan ya efendisinin fikri paralelinde fikir beyân eder, ya
da çekimser kalır. Bu yüzden hukuken, siyaseten ve fikren özgür olmayıp güdümlü
olanların böyle ciddi toplantılarda yer almalarına gerek yoktur.

ŞEHİRDE İKÂMET

Toplantı, beldenin yerli nüfusu için, kadın-erkek ayırımı olmadan zorunlu bir
görevdir. Misafir ve yolcular için ise zorunlu bir görev değildir. Çünkü dışarıdan
geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilmezler, toplantıya katılanları
tanımazlar. Onun için toplantıya katılmasalar da olur. Katılmaları durumunda ise,
dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler.

Sağlıklı ve güven içinde olma; kör, topal ve hasta olmama şartlarını


açıklamaya gerek yoktur. Bunlar, her işte önemsenen hususlardır. Bizim üzerinde
duracağımız husus, “erkek olma” şartıdır.

12
Klâsik eserlerde bu konu ile ilgili şunlar yazılıdır:

• Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum‘a namazı farzdır. Ancak yolcu,


köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnâdır.

• Cum‘a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu


yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez.

Allah Teâlâ tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan
genel ve mutlak olarak bildirmiştir. İslâm, fıtrat dini olup evrenseldir; her ırkı, her
toplumu, her cinsi ve her ülkeyi kapsar. Kulluk ve görev yönünden kadını erkekten
ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan, aklı ve dini noksan Müslüman
saymamıştır. (Bu tarz kabuller, kendini bilmezler tarafından İslâm'a mal edilmiş,
gâfiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabuller büyük bir gaflettir.)
Kur’ân'da kadının, toplantı günü uygulanan salâta katılmasının farz olmadığını
bildiren bir âyet yoktur.

Sünen ve İslâm Târihi kitaplarında, Rasûlullah'ın, kadınların mescitlere


gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediği, Emevîler dönemine
kadar da kadınların Cum‘a/Toplantı'lara iştirak ettiği görülür. Ama, siyasî otorite
sağlayabilmek için yazdırılmış bazı kitaplarda hadis olarak nakledilen bir rivâyet,
bu hususta malzeme olarak kullanılmıştır: Bu hadiste güya Peygamber Efendimiz
şöyle buyurmuş:

Cum‘a salâtı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allah Teâlâ'nın bir
hakkı olup farzdır. Ancak köleler, kadınlar, çocuklar ve hastalar bundan
müstesnâdır.

Hadis bilginleri, bu hadisin râvîsi olan Târık b. Şihâb'ın Rasûlullah'ı gördüğü,


ama o'ndan bir şey işitmediğini ifade ederler.

İşin aslı şu: O günkü siyasî otorite hakksız iktidarlarını sürdürebilmek için,
toplumdaki direnci kırmayı düşünür; toplumun yarısını oluşturan kadınları, fitneye
sebep olabilecekleri bahaneleriyle Cum‘a'dan/toplantı'dan uzaklaştırıp evlerine
kapatırlar. O gün bu gün böyle devam edip gidiyor.

Yine fıkıh kitapları birtakım târihî olayları delil kabul ederek, toplantı günü
salâtının edasının şartları olarak şunları belirlemişlerdir:

• Veliyyu'l-emr,

• İzn-i âm,

• Vakit,

• Cemaat,

• Hutbe.

Bunları kısaca açalım:

13
1) Veliyyu'l-emr: Resmî otoritenin başı, devlet başkanı ya da nâibi.

2) İzn-i âmm: Toplantının yapılacağı yerin herkese açık olması ve mülkî


âmirin izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanması.

Bu ikisi, bugünkü siyasî yapı gereği uygulama imkânı bulunmayan şartlardır.


Esasan böyle şartlar İslâm'da zaten yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır, (ilk
Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı) Cum‘a/toplantı başkanını [kongre
divan başkanını] aralarından seçer; “Allah'ın anılması” işini icra eder, ardından da
Allah'ın nimetlerini aramak üzere yeryüzüne dağılırlar. İslâm, Allah'ın koyduğu
sınırlarda yaşanır; onun-bunun himmeti ve izni oranında değil. Bu iki şartı, resmî
otorite ve mülkî idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır.
İnançları gereği, “Bu şartlarda Cum‘a salâtı ikâme edilmez/Cum‘a namazı
kılınmaz” diyemedikleri gibi, kıldıkları Cum‘a'nın kabul olmama endişesini de
içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekât namaz ve hutbeden ibaret olan
Cum‘a/toplantı namazını, 16 rekâta çıkarmışlardır. 16 rekâta nasıl niyet edileceği
sorusuna ise bir türlü ikna edici bir cevap bulamamışlardır.

Bu şartlar, Müslümanları kontrol altında tutmaya çalışan sonraki siyasîlerce


İslâm'a sokulmuştur. Böylece arı-duru olan İslâm; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı
Müslümanlık'ı olarak dejenere edilmiştir. Her Müslüman bu toplantının doğal
üyesidir. Hiçbir Müslüman'a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle
katılımı kısıtlanmış kişiye, katılmadığı için sorumluluk yoktur.

3) Vakit: Bugünkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevmu'l-Cum‘a'dır


[Toplantı Günü'dür].

Cum‘a gününü Allah tesbit etmemiştir. İlk Cum‘a'yı uygulayan Medîneli


Müslümanlar, içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak
haftanın 6. gününü (bize göre 5. günüdür; zira Araplar haftayı Pazar'dan başlatırlar)
Yevmu'l-Cum‘a/Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlar; o günden bu güne aynı
uygulama devam edip gelmektedir. Herhangi bir bölgedeki Müslümanlar, içinde
bulundukları şartlar gereği Yevmu'l-Cum‘a'yı/Toplantı Günü'nü haftanın başka bir
gününde veya günün değişik saatlerinde uygulamayı uygun görürlerse, buna da
saygı duymak gerekir.

Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın
anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha
hayırlıdır. (Cum‘a/9)

Bu âyette günün tümüne işaret edildiğine göre, günün herhangi bir vaktinde
Cum‘a/Toplantı yapılabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları, sosyal ve ekonomik
koşullarına göre ayarlayabilirler. Bugüne kadarki gün ve saat uygulamaları bir
teâmüldür. Allah tarafından tesbit edilip zorunlu tutulmamıştır.

Fıkıh kitapları bu vakti, Cum‘a/Toplantı günü'nün öğle vakti olarak belirleseler


de, Rasûlullah'ın (s.a) öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih hadislerde

14
bildirilmektedir. Ayrıca, âyette “yevmu'l-Cum‘a/toplantı günü” ifadesi yer aldığına
göre, günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhî bir ruhsat var demektir.

4) Cemaat: Bu şart; âlimler arasında tartışılmış; ellerindeki rivâyetlere göre


kimi 3 kişi, kimi 7 kişi, kimi 40 kişi olması gerektiğini söylemiştir. Bunlardan,
Cum‘a'nın 3 kişiyle de, 7 kişiyle de, 40 kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin
özü, Arapça'daki çoğul ifade eden sayıdır, ki o da 3'tür. Âyette, çoğul olarak
Allah'ın zikrine koşun buyurulduğuna, çoğulun en azı da 3 olduğuna göre, toplantı
için 3 Müslümanın bulunması yeterlidir; bunların kadın ya da erkek olması, veya
kadın-erkek karışık olması durumu değiştirmez.

Burada Müslümanların, yukarıda açıkladığımız salâta katılış şartlarını dikkate


almaları; cünüp ve sarhoş olmamaları, ayrıca su (su bulamayanların ise temiz
toprak) ile temizlenmeleri, kirli, pis kokulu olarak toplantıya gelmemeleri,
zînetlerini takınarak gelmeleri gerekir.

Târih ve Sünen kitaplarından öğrendiğimize göre Cum‘a için Rasûlullah boy


abdesti alıyor, beyaz ve temiz elbisesini giyiyor, güzel kokular sürünüyor ve bunları
herkese de tavsiye ediyordu.

5) Mısr/Yerleşim birimi: Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cum‘a/Toplantı


icra edilir. Bu günkü gibi her 100 metrede bir Cum‘a/Toplantı yapmak yanlıştır. Bir
beldenin her câmisinde ayrı ayrı Cum‘a/Toplantı yapmak, Cum‘a'nın/Toplantı'nın
amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hâsıl olmaz. Onun içindir ki, “Bir
beldede birden fazla Cum‘a/Toplantı icra edilecek olursa, ilk Cum‘a'ya başlayan
cemaatin Cum‘a'sı olur; diğerlerininki olmaz” denilmiştir. İmam A‘zam Ebû
Hanîfe, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cum‘a icra edilmez
dediği hâlde, Hanefî mezhebi'nden olduklarını iddia edenlerin, diğer mezhep
mensuplarından daha fazla bu hatayı yapmaları dikkat çekicidir.

6) Hutbe: Hutbe, Cum‘a/9'da geçen, “zikrullâh/Allah'ın anılması”dır.

Bu şart, mezhepler ve mezhep içi imamlar arasında değişik şekillerde


yorumlanmıştır. Bunların en güzeli, İmam A‘zam Ebû Hanîfe'ye aittir. O, “Hutbe
zikrullâhtır/Allah'ı anmaktır” demiştir ki, âyetin açık beyânı da bunu
doğrulamaktadır. Ama Ebû Hanîfe'nin bu sözünü, “İmam minbere çıkıp ‘Allah’
derse hutbe tamam olur” diye anlamışlar.

Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan, bir nevi kongredeki
divan başkanı görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardır; hem de sansürsüz. Orada
görüşülen her konu Zikrullâh'a yönelik ve “Hakksızlık karşısında susan, dilsiz
şeytândır” anlayışı çerçevesinde olduğundan, hiçbir Müslüman görüş ve
eleştirisinden ötürü takibata alınamaz, ayıplanamaz. Tam bir dokunulmazlık
hakkına sahiptir.

“Mescitte dünya kelâmı konuşulmaz”, “Hutbe esnasında konuşulmaz” vb.


sözler, İlmihallerde yer alsa da, bunlar, eleştiriye tahammülü olmayan güçler
tarafından piyasaya sürdürülmüş şeylerdir. Böylece, toplantı mahallinde konuşmak
yasaklanmış, katılımcıların diline kilit vurulmuştur. Buhârî'de yer aldığına göre,
katılımcılardan birinin arkadaşına “sus” demesi bile suç sayılmıştır.

15
İslâm'ın aslı ile alâkası olmayan bu gibi şeyler; aktif, cevval ve uyanık olmaları
lazım gelen Müslümanları koyun sürüsü hâline getirmek için birileri tarafından icat
edilmiş, bunda da muvaffak olmuşlardır: Mescitlerde bugün bilinçli cemaat yoktur;
imamın söyledikleri yalan-yanlış da olsa ses çıkarılmaz. Halife Ömer, hutbe
okurken, “Susun ve beni dinleyin” dediğinde, “Üzerindeki elbiseyi nerden
bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat
etmeyiz” diyen erkek cemaat da, “Allah'ın sınır koymadığı mehirde sen nasıl
kısıtlamaya gidebilirsin ?” diye itiraz eden kadın cemaat da târih oldu.

Yukarıda, toplantının amacının, zikrullâh olduğunu ifade etmiştik. Zikrullâh


hakkında A‘râf sûresi'nin sonundaki özel yazımıza bakılabilir. Kısacası
zikrullâh/Allah'ın anılması, bir tesbih alıp dil ile “Allah, Allah, Allah…” demek
değil, “Allah'ın üzerimizdeki hakklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul
olarak O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin muhâsebesini
yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip
nankörlük etmemek; daima bu bilinç içerisinde olmak”tır.

Böyle bir uygulama ile hiç şüphesiz Müslümanların bir nevi haftalık bakımları
yapılıyor; inanç ve amelleri revize ediliyor; ileriki hafta için işleri programlanıyor;
aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarındaki aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler,
dertler, tasalar, eleştiriler, orada hiç kimseye alet olmadan her Müslümanın katılımı
ile özgürce ve tam bir dokunulmazlıkla istişâre edilip karara bağlanıyor. Ayrıca bu
toplantı vesilesi ile Müslümanlar tanışıp konuşuyorlar, dostluk tazeliyor; bilgileri,
bilinçleri artıyor; kenetleniyor; güç birliği yapıyor ve bunu da dosta-düşmana
gösteriyorlar. Sürü gibi câmiye doluşarak uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar. –İşte
onun içindir ki Toplantı Günü Salâtı, es-Salâtu'l-Vustâ'dır [en hayırlı salâttır].–
Sonra da, bu dinamizmle, Allah'ın nimetlerini aramak için yeryüzüne yayılıyorlar.
Ne kadar güzel ve anlamlı.

Sahîh sünnete ve târihî belgelere bakılırsa Peygamberimizin mescidi, her türlü


kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bugün de mescitler/câmiler
kongre, konferans, sergi solonu, kütüphane, eğitim-öğretim gibi tüm sosyal ve
kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Mescitler/câmiler uyuma ve uyutma mekânları,
mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm'daki özgün kimliğine
kavuşturulmalıdır. Yani, mescitler/câmiler salât mahalli; bilgilenme, bilinçlenme ve
aydınlanma yerleri olmalıdır.

İşte İslâm'ın Cum‘ası, Müslümanların yerel gündem toplantısı böyle olmalı!3

11. Ve onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni
ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve
ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
Bu âyette, Müslümanların yaptığı hatalı bir davranışa dikkat çekilip, doğru
davranış şekli gösterilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre bir grup, konuştuğu
sırada Rasûlullah'ı bırakıp ticaret ve eğlence peşine düşmüşler ve bu yüzden de,
Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık
verenlerin en hayırlısıdır ifadesiyle uyarılmışlardır:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara,
en‘âma [etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara] ve ekinlere duyulan tutkulu
3
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 402-415.

16
şehvet, insanlara süslü-çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır. Ve Allah,
varılacak güzel yer Kendi katında olandır. De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı
bildireyim mi? Takvâ sahibi olan, “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim
suçlarımızı bağışla ve bizi ateş'in azabından koru!” diyen, sabreden, doğru olan,
sürekli saygıda duran, infakta bulunan ve seherlerde istiğfar eden kişiler için
Rabb'lerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler,
tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah kulları en iyi görendir.” (Âl-i
İmrân/14-17)
Kaynaklar bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu bilgileri aktarırlar:

Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler
buyruğu hakkında Müslim'in Sahîh'inde Câbir b. Abdullah'tan gelen rivâyet
şöyledir: “Peygamber (s.a) Cum‘a günü ayakta hutbe irad ederdi. Bir gün Şam'dan
bir kervan geldi. İnsanlar ona doğru gittiler. Geriye sadece 12 kişi kaldı. (Bir
rivâyette, “Onlardan biri de bendim” ibaresi de vardır). İşte Cumu‘a sûresi'ndeki,
Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona
yöneldiler âyeti bunun üzerine indirildi.”

el-Kelbî ve başkalarının zikrettiklerine göre bu kervanı getiren kişi Dıhye b.


Halife el-Kelbî'dir. Bu kervan, insanların açlık çektikleri ve fiyatların oldukça
pahalandığı bir sırada Şam'dan gelmişti. Onunla birlikte insanların ihtiyaç
duydukları buğday, un ve daha başka şeyler vardı. Kervanı (Medîne çarşılarından)
Ahcaru'z-Zeyt denilen yerde konakladı. İnsanların geldiğini haber almaları için
davul çalındı. 12 kişi müstesnâ, (mescitte) bulunanlar çıkıp gitti. Kalanların 11 kişi
olduğu da söylenmiştir.

el-Kelbî dedi ki: “O sırada Cum‘a namazı hutbesini dinliyorlardı. Hutbeyi


bırakıp kervana koştular. Rasûlullah (s.a) ile birlikte 8 kişi kaldı.” Bunu es-Sa‘lebî,
İbn Abbâs'tan nakletmiştir.4
Aralarında Ebu'l-Âliye, Hasan, Zeyd ibn Eslem ve Katâde'nin de bulunduğu
tâbiîn'den birden çok kişi böyle demişlerdir. Mukâtil ibn Hayyân'ın iddiasına göre;
bu kervan, Müslüman olmazdan önce Dıhye ibn Halîfe'nin kervanıydı. O, davul
çalarak halkı toplardı. Müslümanlardan pek azı müstesnâ cemaat Rasûlullah'ı
minberde ayakta dikili olarak bırakıp ticaret kervanına gitmişlerdi. Bu konudaki
haber sahihtir. Nitekim İmâm Ahmed ibn Hanbel der ki: Bize İbn İdrîs... Câbir'in
şöyle dediğini bildirdi: “Medîne'ye bir kervan gelmişti, Rasûlullah (s.a) da o
esnada hutbe okuyordu. Halk çıkıp kervana gitti ve mescitte 12 kişi kaldı. Bunun
üzerine, Onlar, bir ticaret veya oyun gördükleri zaman; seni ayakta bırakarak
oraya yöneldiler âyeti nâzil oldu.”5
Dıhye b. Halife el-Kelbî (r.a), Müslüman olmazdan önce, beraberinde çeşitli
ticaret malları bulunduğu hâlde, Şam'dan alış-veriş yapmış olarak çıkageldi.
Medîneliler onu davul ve alkışlarla karşıladılar ve bu iş, Cum‘a günü oldu. Tam o
sırada, Hz. Peygamber (s.a) minberde ayakta hutbe okuyordu. Müslümanlar,
bunun için çıktılar. Hz. Peygamber'in (s.a) yanından ayrıldılar. Câmide farklı
rivâyetlere göre sadece 12 veya 8 yahut da 40 kadar kişi kaldı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a), “Eğer bu kalanlar da olmasaydı tepelerine taş yağdırılırdı” dedi
ve bu âyet nâzil oldu.6

4
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
5
İbn Kesîr.
6
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Mukâtil.

17
Allah doğrusunu en iyi bilendir.

18

You might also like