You are on page 1of 44

59 ZÜMER [GURUPLAR] SURESİ

GİRİŞ:

Adını 71 ve 73. ayette geçen “ ‫زمر‬zümer [guruplar]” sözcüğünden alan sure,


Mekke’de 59. sırada inmiştir. 20. ayetteki “ ‫غرف‬guref [köşkler]” sözcüğüne binaen,
“guref [köşkler]” suresi de denilir. Bazı kaynaklarda 53- 55. ayetlerin Medenî olduğu
ileri sürülse (Süyuti; el-İtkan) de, mesaj bütünlüğüne bakıldığında bu görüşün
isabetsiz olduğu anlaşılmaktadır.
Sure, Kur’an’ın tanıtımı ile başlamakta ve Allah’a hamd ile bitmektedir. Surenin
ana ekseni iman ve tevhiddir. Gerçek iman ve gerçek imanın yansıması detaylı bir
şekilde açıklanmakta, imana ulaşılması için gerek dış dünyadaki gerekse insan
bedenindeki birçok ayete dikkat çekilmektedir. Bu bağlamda kısa ve öz olarak akıl,
düşünce, bilginin önemi, iman-amel ilişkisi, kıyametin kopuşu gibi olaylara da
değinilmekte, inananlar ile inançsızların mukayesesi yapılmaktadır.
Surede mahşere ait birçok sahneye yer verilmiştir. Özellikle mahşerden [toplantı
alanından] cennet ve cehenneme yapılan guruplar halindeki sevk sahnesi çok dikkat
çekicidir. Ayrıca inanmayanların ahiretteki perişanlıklarından da birçok kesit
gösterilmektedir.
Surenin düzenli bir hitabe örneği konumunda oluşu, onun ya bir kerede indiğini,
ya da kısa zaman aralıklarıyla inen necmlerden oluştuğunu düşündürmektedir.

1
MEAL:

RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA

1- Bu kitabın indirilmesi, Azîz ve Hakîm Allah’tandır.


2- Şüphesiz ki, Biz bu kitabı sana gerçekle indirdik. Öyleyse Din’i sadece
O’nun için arındırarak Allah’a kulluk et.
3- Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından bir takım
veliler edinenler: “Onlar [Allah’ın astlarından edindiğimiz veliler] bizi Allah’a daha
fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz”. Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip
durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah,
yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.
4 - Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle yaratacağından,
dileyeceğini seçecekti. O, bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici Allah'tır.
5 – O [Bir tek, Kahhar; Allah], gökleri ve yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün
üstüne bürüyor, gündüzü de gecenin üstüne bürüyor. Güneşi ve Ay'ı emre âmâde
kılmıştır. Hepsi de adı konmuş bir ecele akıp gitmektedir. İyi bilin ki, O, çok güçlü
ve çok bağışlayıcıdır.
6- O, sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini kıldı [yaptı]. Ve sizin için
hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde,
yaratılıştan sonra bir yaratılışla yaratıyor. İşte bu, mülk [krallık, hâkimiyet] yalnız
kendisinin olan Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse,
nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?
7- Eğer inkâr/nankörlük edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer
şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez.
Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber
verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.
8 - İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü ona vererek Rabbine dua
eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na dua
ettiği hali unutur da Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar kılar [oluşturur].
De ki: “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.”
9 – Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima
saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman kimse ... (öyle yapmayan gibi midir)? De
ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz
akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/ gereği gibi düşünürler.
10 – De ki: “Ey iman etmiş olan kullar/kölelerim! Rabbinize takvalı davranın.
Bu dünyada iyilik-güzellik yapanlara bir güzellik vardır. Şüphesiz Allah’ın arzı
[yeryüzü] geniştir. Ancak sabredenler, mükâfatlarını hesapsız tastamam
alacaklardır.”
11, 12- De ki: “Ben kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a
kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.”
13- De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından
korkarım.”
14- 16- De ki, “Dinimi yalnız kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum.
Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz
asıl kaybedenler, kıyamet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını]
kayba uğratanlardır.” -Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların
üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını
bununla korkutuyor: Ey kullarım! Bana takvalı davranın.-

2
17, 18 – Ve tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelen kimseler,
kendileri için müjde olanlardır. Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan
kullarımı! İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. Ve işte onlar
kavrama yeteneği [temiz akıl sahibi] olanların ta kendileridir.
19 – Peki, üzerine “azap kelimesi” hak olmuş kimse de mi? Artık o ateşteki
kimseyi sen mi kurtaracaksın?
20 – Lâkin Rablerine takvalı davranan o kişiler, kendileri için Allah’ın vaadi
olarak altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne yapılmış gurfeler [köşk üstünde
köşkler] olanlardır. Allah vaadinden caymaz.
21 - Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla
yeryüzündeki pınarlara koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin
çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu sararmış gördüğünü, sonra da onu bir
çöpe çevirdiğini görmedin mi? Şüphesiz, bunda kavrama yeteneği olanlar [temiz akıl
sahipleri] için kesinlikle bir öğüt/hatırlatma vardır.
22- Peki, Allah kimin göğsünü İslam’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık
üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara
yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.
23- Allah, sözün en güzelini müteşabih, ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.
Ondan, Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın
zikrine karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. O [Allah], onunla dilediğini
kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur.
24 – Peki, kıyamet günü zalimlere: “Kazanmış olduğunuzun karşılığını tadın!”
denilmişken, yüzünü [kendini] azabın kötülüğünden koruyan kimse mi ... ?
25, 26 - Onlardan önceki kimseler yalanladılar da kendilerine düşünemedikleri
yönden azap geliverdi. Sonra da Allah, onlara basit yaşamda rüsvalığı tattırdı. Ahiret
azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilir olsalardı!
27, 28 – Ve ant olsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir
Kur'ân [okuma] olarak; takvalı davransınlar diye bu Kur'ân'da insanlar için her
türlüsünden örnek verdik.
29 - Allah, çekişip duran birtakım ortakları olan bir adam ile, yalnız bir kişiye
bağlı selâmet içinde olan bir adamı örnek verdi. Bu ikisinin hali hiç eşit olur mu?
-Hamd Allah'ındır.- Aksine olarak onların çoğu bilmezler.
30 – Şüphesiz sen ölüsün [öleceksin], şüphesiz onlar da ölülerdirler
[öleceklerdir].
31 - Sonra şüphesiz siz kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda tartışacaksınız.
32 – Öyleyse Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine geldiği zaman
onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde bir sığınak yok
mu!
33 – Ve doğruyu getiren ve onu tasdik eden kişi; işte onlar, takva sahiplerinin ta
kendileridir.
34, 35 – Onlar için Rableri nezdinde diledikleri şeyler vardır. İşte bu, Allah’ın,
onların önceden yaptıklarının en kötüsünü örtmesi, işlemekte bulunduklarının en
güzeline, ecirlerini karşılık olarak vermesi için muhsinlerin [iyilik-güzellik
üretenlerin] karşılığıdır.
36 - Allah, kuluna kâfi değil midir? Onlar ise seni, O'nun astlarından kimseler
ile korkutuyorlar. Ve Allah kimi şaşırtırsa, artık ona kılavuz olan biri yoktur.
37 - Kime de Allah kılavuz olursa artık onu da şaşırtan biri yoktur. Allah, Azîz
[çok güçlü], İntikam Sahibi [suçluyu yakalayıp, cezalandırarak adalet sağlayan] değil
midir?

3
38 – Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş
olsan kesinlikle “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın
astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun
zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O’nun
rahmetini tutanlar mıdırlar? De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca
O’na tevekkül ederler.”
39, 40 - De ki: “Ey kavmim! Siz bulunduğunuz yer üzere çalışın. Şüphesiz ben
de çalışıcıyım. Artık kendisini rüsva edecek azabın kime geleceğini ve kalıcı bir
azabın kimin üzerine yerleşeceğini yakında bileceksiniz.”
41 – Şüphesiz Biz bu kitabı sana, insanlar için hak ile indirdik. O halde kim
doğru yolu bulduysa artık kendi lehinedir. Kim de saptıysa artık o, sırf kendi
aleyhine olarak sapar. Ve sen onların üzerine vekil değilsin.
42- Allah, o nefisleri, ölmeleri sırasında vefat ettirir. Ölmeyenleri de
uyuduklarında; artık haklarında ölüm gerçekleştirdiklerini alıkoyar, diğerlerini de adı
konmuş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için nice
ayetler vardır.
43 - Yoksa onlar, Allah'ın astlarından bir takım şefaatçiler mi edindiler? De ki:
“Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle
yapacaksınız)?”
44 - De ki: “Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca
O'nundur. Sonra yalnızca O'na döndürülürsünüz.”
45 – Ve Allah, “bir tek” olarak anıldığı zaman ahirete inanmayan kişilerin
yürekleri burkulur da, O’nun astlarından olan kimseler anıldığı zaman derhal yüzleri
gülüverir.
46 - De ki: “Ey gökleri ve yerin yoktan yaratıcısı/parçalayıcısı, gaybı
[varlıkların kavrayış alanı dışındakileri] ve şehadeti [varlıkların akıl ve duyularla
gözlenenlerini] bilen Allah'ım! Kulların arasında, o ihtilâf edip durdukları şeyler
hakkında Sen hüküm vereceksin.”
47 – Ve eğer bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı da o
zulmeden kişilerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu
mutlaka kurtulmalık verirlerdi. Ve onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah
tarafından onlar için meydana çıkar.
48 – Ve kazandıklarının kötülükleri onlar için meydana çıkmış ve kendisiyle
alay edip durdukları şeyler, kendilerini çepeçevre sarmıştır.
49 – İşte, insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine
tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da: “O, bana bir bilgi üzerine verildi”
der. Aslında o [verilen nimetler], bir fitnedir. Velâkin onların çoğu bilmezler.
50 – Gerçekten onu [“O bana bir bilgi üzerine verildi” sözünü], bunlardan önceki
kimseler de söyledi de o kazandıkları şeyler, kendilerine fayda vermedi.
51 - Sonunda kazandıkları şeylerin kötülükleri, kendilerine isabet etti. Şunlardan
o zulmetmiş olan kimseler; onların da kazandıkları şeylerin kötülükleri kendilerine
isabet edecektir. Ve onlar aciz bırakanlar değildir.
52 – Hâlâ, şüphesiz Allah’ın, rızkı dilediğine yaydığını ve ölçülendirdiğini
bilmediler mi? Şüphesiz bunda iman edecek bir kavim için kesinlikle nice ayetler
vardır.
53 - De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kölelerim! Allah’ın
rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O,
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
54 – Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra
yardım edilmezsiniz.

4
55- 58 – Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım
ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden
yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her halde ben muttakilerden olurdum”
demesinden veya azabı gördüğü zaman “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o
iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size indirilenin
en güzelini izleyin.”
59 – Bilakis, sana ayetlerim geldi de sen onları hemen yalanladın, büyüklük
tasladın ve kâfirlerden oldun.
60 – Ve o kıyamet günü, Allah'a karşı yalan söyleyen kişileri yüzleri kararmış
olarak göreceksin. Kibirlenenler için cehennemde yer yok mu?
61 – Ve takvalı davranan kişileri de Allah başarıları sebebiyle/ korunaklarında
kurtarır. Onlara fenalık dokunmaz ve onlar üzülmezler de.
62- Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir [her şeyin yöneticisidir].
63 - Bütün göklerin ve yerin anahtarları yalnızca O’nundur. Allah'ın ayetlerini
inkâr eden kimseler; işte onlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.
64 - De ki: “Buna rağmen siz, bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi
emrediyorsunuz, ey cahiller!”
65, 66 – Ve ant olsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Ant olsun ki,
eğer şirk koşarsan amelin kesinlikle boşa gidecek ve mutlaka kaybedenlerden
olacaksın. Onun için, tam aksine, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”
67 – Ve onlar Allah'ı hakkıyla takdir etmediler. Ve yeryüzü, kıyamet günü
O'nun avucundadır. Gökler de O’nun sağ eliyle [kudretiyle] dürülmüştür. O, onların
ortak koştuklarından münezzeh ve çok yücedir.
68- Ve sûra üflenmiştir de Allah’ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim
varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar
kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar.
69- Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler
ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm
olunmazlar [onlara haksızlık edilmez].
70- Ve ne amel yaptıysa herkese karşılığı tam olarak ödendi. Ve O [Allah],
onların yaptıklarını en iyi şekilde bilendir.
71- Ve inkâr etmiş olanlar bölük bölük cehenneme sevk olundu [olunacak].
Nihayet oraya vardıklarında kapıları açıldı [açılacak]. Ve onun bekçileri onlara:
“İçinizden size Rabbinizin ayetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi
uyaran elçiler gelmedi mi?” dediler [diyecekler]. Onlar: “Evet geldi” dediler
[diyecekler]. -Velâkin kâfirler üzerine azap kelimesi hak oldu.-
72- “Sürekli olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından”
denildi. -Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!-
73- Rablerine karşı takvalı olanlar da cennete bölük bölük sevk edildi. Nihayet
oraya vardıkları, kapıları açıldığı ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, tertemiz
geldiniz!” dediği zaman “Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!"
dediler [denilecek].
74- Onlar da: "Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve cennette
bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. -İşte,
çalışanların ödülü ne güzeldir!-
75 – Ve sen, melekleri arşın bir kenarından dolaşanlar olarak, Rablerine hamd
ile tesbih ettiklerini görürsün. Ve onların aralarında hakk ile gerçekleştirilmiştir. Ve
“Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun” denilmektedir.

5
TAHLİL:

1- Bu kitabın indirilmesi, Azîz ve Hakîm Allah’tandır.

Sure Kur’an’a dikkat çekerek başlamakta ve Kur’an’ın mutlak üstün, galip,


yenilmez ve en iyi yasa koyan Allah tarafından indirildiği vurgulanmaktadır.
Bununla Kur’an’ın bir beşer ürünü olmadığı vurgulanırken aynı zamanda onu
indirenin yenilmezliğine ve yersiz iş yapmayışına da dikkat çekilmektedir. Dikkat
çekilen bu niteliklerle hem O’na kimsenin engel olamayacağı, hem de Kur’an’ın
içerisindeki yasaların insanlık için en iyi yasalar olduğu mesajı verilmektedir.
Hakîm sıfatı daha evvel Lokman suresinde Kur’an’ın sıfatı olarak kullanılmıştı.
Burada ise Allah’ın sıfatı olarak yer almıştır. Ya Sin ve Lokman surelerinde
“hikmetler içeren” anlamında “mef’ul/ edilgen” isim olarak yer almışken, burada “en
iyi yasa koyan” anlamında “fail/etken” isim olarak kullanılmıştır.
Rabbimiz Kur’an’ı bizzat kendisinin indirdiğini, vahyettiğini değişik ayetlerde
değişik sıfatlarla birçok kez ön plâna çıkarmıştır:

Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir.


Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin
Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. (Şuara/192-195)

Şüphesiz zikir kendilerine geldiğinde onu inkâr eden kimseler, … Ve şüphesiz o [zikir],
Hakiym ve Hamiyd tarafından indirilmedir. Önünden ve ardından [hiçbir tarafından] kendisine batılın
gelmediği aziyz [yenilmez] bir kitaptır. (Fussılet/41, 42)

6
Arapça bir Kur'an [okuma], müjdeleyici ve uyarıcı olarak, bilen bir kavim için ayetleri
detaylandırılmış/ayırılmış, Rahman Rahîm Allah’tan indirilmiş bir kitap! Buna rağmen onların çoğu
yüz çevirmişlerdir. Artık onlar kulak vermezler. (Fussilet/2)

Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr’i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız. (Hıcr/9)

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi
aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber
göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/105)

2- Şüphesiz ki Biz bu kitabı sana gerçekle indirdik. Öyleyse Dini sadece O’nun
için arındırarak Allah’a kulluk et.
3- Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından bir takım
veliler edinenler: “Onlar [Allah’ın astlarından edindiğimiz veliler] bizi Allah’a daha
fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz”. Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip
durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah,
yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.

Kur’an’ın Aziz ve Hakîm Allah tarafından indirilmiş olduğu açıklandıktan sonra


Kur’an’ın içeriğine dikkat çekilmiş, din adına ne varsa hakk olan Kur’an kaynaklı
olması istenmiştir. Sonra da din adına haktan uzak olan anlayış Allah’a
yakınlaştırsınlar diye bir takım nesneleri veya kişileri evliya edinme inancı
kınanmıştır.
Burada konu edilen, dine hiçbir şeyin karışmaması, Allah’tan geldiği gibi
tertemiz olması, içinde Allah’ın koymadığı hiç bir inanç ve amelin bulunmamasıdır.
Bu ayette bazılarının yorumladığı gibi “Riya”nın karşıtı olan “İhlâs”tan
bahsedilmemektedir. Yani burada kişilerin tavrından değil, dinin mahiyetinden
bahsedilmektedir. Kur’an bu konuya ciddî olarak değinmiştir:

De ki: “Ben kesinlikle dini yalnızca kendisine arındırarak Allah’a kulluk etmekle emrolundum.
Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.
De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.
De ki, “Dinimi yalnız kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz O’nun
astlarından dilediğinize kulluk yapınız. De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyamet gününde
kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” Dikkatli olun, işte bu, apaçık
bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. -İşte
Allah, kullarını bununla korkutuyor: “Ey kullarım! Bana takvalı davranın.- (Zümer/11-16)

Öyleyse, inkârcılar hoşlanmasa da dini sadece kendisine ait kılarak Allah’a dua edin.
(Mü’min/14)

O, diridir, ondan başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için dini sadece O’nun için
arındıranlardan olarak O’na dua edin. Hamd/övgü yalnız âlemlerin Rabbi Allah’adır.” (Mü’min/65)

Oysaki onlara sadece dini yalnız Allah için arındıran kişiler halinde sadece Allah’a kulluk
etmeleri, namazı ikame etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/ aşınmaz
dindir. (Beyine/5)

Ayette “Allah’ın astlarından edinilen veliler” ifadesi ile “ilâh edinilen canlı ve
cansız nesneler” kastedilmiştir. Bunların başında İsa (as), Üzeyr ve melekler
gelmektedir. Pek çok kimse güneşe, aya, yıldızlara taparken kimileri de Lat, Uzza,
Menat, Hubel gibi nesneleri put edinmişlerdir. Buna benzer sapkınlıklar bugün de
devam etmektedir. Öyle ki, bazı ideolojiler, bazı devlet büyükleri, bazı din adamları
toplumlar tarafından ilah, mabut konumuna sokulmuştur.

7
İnsanların aracı ilahlar edinme sapkınlığı, onlarda bir takım görünmez güçlerin,
fonksiyonların olduğuna, onların Allah’ın yakınları, hatırlı kulları olduğuna
inanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, ihtiyaçlarını Allah’tan isterken
kendileri ile Allah arasında bu sözde hatırlı varlıkları devreye sokarlar. Onların aracı
olmasını, kendilerini Allah’a yaklaştırmasını isterler.
Allah’tan istekte bulunurken birini aracı koymak kişiyi şirke sokacak
davranışlardandır. Gerçek mümin “Biz sadece sana kulluk eder ve sadece senden
yardım isteriz” inancını korumak zorundadır. Allah’a dua ve kullukta araya birilerini
sokmak hem Allah’ı takdir edememek, hem de Allah’a ait olmayan şeyleri dine
katmak demektir. Duada aracı yapılan kişilerin Allah katında değeri olduğu
kabulünün hiçbir aklî ve nakli delili yoktur. Allah, mahlûklarına kendilerinden daha
yakın, kalplerinden geçenleri en iyi bilendir. Bu nedenle, ibadette bir aracıya ihtiyaç
hissetmek halis din anlayışına tamamen aykırı bir davranıştır.

Kesinlikle, Biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helâk ettik. Ayetleri, onlar dönsünler
diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na yakınlığa vesile edindikleri
düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar
kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir. (Ahkaf/27,
28)

Şüphesiz ki, münafıklar Ateş’ten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici
bulamazsın.
Ancak dönenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler
müstesna... İşte bunlar, müminlerle beraberdirler. Ve Allah, müminlere büyük bir ecir verecektir.
(Nisa/145, 146)

De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor.
Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih ameli işlesin ve Rabbine kullukta hiç kimseyi
ortak etmesin.” (Kehf/110)

3. ayette konu edilen “veli” sözcüğü “yakın olan, yakın duran; yardım eden,
yol gösteren, aydınlatan, koruyan” demektir. Bu sözcükle ilgili detay daha evvel
A’raf suresinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s. 508-515)
Aynı ayette “Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip durdukları şeylerde, onların
arasında Allah hüküm verecektir” buyrulmuştur. Bundan anlaşıldığına göre,
Rabbimiz kıyamet gününde her şeyi apaçık ortaya koyacaktır. Bunu konumuz olan
“Dini Allah’a has kılma” tavrı ile bağlantılandıracak olursak; şirk koşanlar ile
onların ilâh ve rabb edindikleri ruhanî liderler, efendiler, büyükler veya insanî
tanrılar hakkında hükmünü verecektir.

De ki: “Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri gördünüz mü?
Gösterin bana, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da
Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?” Bilakis o zalimler,
birbirlerine aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar. (Fatır/40)

Ve şu, inkâr eden kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’an’a inanmayız, ondan öncekine de.”
dediler. Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini
bir görsen! Za’fa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız,
kesinlikle bizler mü'minler olurduk.” diyecekler.
Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi
ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz.” derler.
O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Bilakis gecenin ve gündüzün
tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz.” derler.
Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin
boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.

8
(Sebe'/31-33)

Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da


onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın.
Ve durdurun onları; şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu sizlere de
yardımlaşmıyorsunuz?” (Saffat/22-24)

İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba [rahat] yok.
Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar [atıldılar].
Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir
duraktır!”
Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!”
Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye göremiyoruz?
Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir. (Sad/59-64)

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size
tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı.
Çoğu onlara inananlardı” dediler. (Sebe’/40, 41)

3. ayetin sonunda “Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan


kişilere kılavuzluk etmez” buyrulmaktadır. Buradan anlaşılması gereken odur ki,
Allah canının istediğini saptırıyor, canının istediğini de hidayete erdiriyor değildir.
Tam tersine, bu ifade, “kim yalanda ve küfürde ısrar ederse, o kimse hidayetten
mahrum kalır" mesajını vermektedir. Müşriklerin yalancılıkla nitelenmesinin nedeni,
o putları kendi elleriyle yonttukları, üzerlerinde tasarrufta bulundukları ve değersiz,
cansız nesneler olduklarını bildikleri halde onları ibadete müstahak ilahlar olarak
tavsif etmiş olmalarıdır.
“Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk
etmez” ifadesiyle aynı zamanda müşriklere kötü duruma bizzat kendi yaptıkları
yüzünden düştükleri mesajı verilmekte ve suçu Allah’a atma çabalarının kendilerinin
uydurduğu bir şey olduğu açıklanmaktadır. Allah şirke, küfre ne izin vermiş, ne de
razı olmuştur. Aksine bu tavırlara buğzetmiş ve onları bundan men etmiştir.

Biz cehennem yârânını hep melekler yaptık. Ve sayılarını da küfre sapanlar için bir imtihandan
başka şey yapmadık. Ta ki, kendilerine kitap verilenler iyice ve apaçık bilsinler. İman etmiş olanların
imanı artsın. Kendilerine kitap verilmiş olanlarla iman sahipleri kuşkuya düşmesin. Kalplerinde
hastalık olanlarla küfre sapmış bulunanlar da “Allah bununla neyi örneklendirmek istiyor?” desinler.
İşte böyle. Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğruya ve güzele kılavuzlar.
Rabbinin ordularını ancak O bilir. Bu, beşer için bir öğüt verici ve düşündürücüden başka şey değildir.
(Müddessir/31)

Ant olsun ki Biz her ümmete, “Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının.” diyen bir
peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hak
olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? (Nahl/36)

Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir
şey yoktur. Onun için bana ibadet edin” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

Hidayetin [doğruya ulaşmanın] Allah’ın iradesine bağlı olduğu Kur’an’da


birçok yerde konu edilmiştir. Allah’ın kudret sıfatı öne çıkarılarak Allah’ın dilediğini
saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği birçok ayette dile getirilmiştir. Ancak
dikkat edilirse bu ayetler rasgeleliği değil, bir seçimi [meşîeti/irâdeyi] ifade ederler.
“Meşiet” kavramını tüm boyutları ile incelememiş olanlar, saptırma ve hidayet
konusunda yanılmakta ve “dalâlet ve hidayetin herhangi bir esasa ve kurala bağlı

9
olmadığını, Allah’ın rasgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rasgele hidayete
erdirdiğini” ileri sürebilmektedirler. Oysa Allah’ın durup dururken bir kimseyi
saptıracağını iddia etmek, Allah’a zulüm yakıştırmak olur ki, Allah hakkında böyle
bir şey düşünülemez. Ayetlere doğru bakılırsa, Yüce Allah’ın saptırma ve hidayete
erdirmeyi rasgele dilemediği açıkça görülür.
Bu konu detaylı olarak Tekvir suresinin sonunda (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:180,
181) işlenmiş ve Kur’an ayetleri esas alınarak hem “Allah’ın hidayet edeceği
kimseler” hem de “Allah’ın saptıracağı kimseler” maddeler halinde sıralanmıştı. Bu
nedenle konuyu sadece hatırlatmakla yetiniyor, öneminden dolayı o bölümün tekrar
okunmasını öneriyoruz.

4 - Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle yaratacağından,


dileyeceğini seçecekti. O, bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici Allah'tır.

Bir önceki pasajda bazı akılsızların Allah’a yaklaştırmaları ve şefaat etmeleri


umuduyla yalan yere bir takım ilahlar edindikleri anlatılıp bu sapkınlıkları
kınanmıştı. Bu ayette de onlara “Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle
yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. O, bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici
Allah'tır” denilerek bilgisizlikleri ve düşüncesizlikleri ortaya konmakta, dolayısıyla
akıllarını başlarına almaları uyarısında bulunulmaktadır.
Bu tarz ifadenin amacı, Allah’ın çocuk edinebileceğini değil, edinmesinin söz
konusu olmadığını, olamayacağını vurgulamaktır. Kur’an’da ifade tarzı bu ayete
benzeyen başka ayetler de vardır.

Eğer Biz bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik; eğer biz
yapanlar olsaydık. (Enbiya/17)

Onlar “Rahman çocuk edindi” dediler. Hâşâ, bundan münezzehtir O. Onlar lütuflandırılmış
kullardır. Onlar O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların
önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat/yardım
etmezler. Ve onlar O’nun haşyetinden titrerler. (Enbiya/26-28)

Kısaca Rabbimiz 2, 3 ve 4. ayetlerden oluşan bu paragrafta dua, ibadet, dini


Allah’a has kılmak ve Allah’tan başkasını veli edinip onları aracı kılmak konularını
açıklamış; Kendisinin çocuk edinmekten münezzeh olduğunu, böyle bir iddianın
çirkin ve tehlikeli olduğunu bildirmiştir. Bu konunun şu ayetlerde de üzerinde
durulmuştur:

De ki: “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde ben ibâdet edenlerin ilki ben olurdum."
Göklerin ve yerin Rabbi; arşın Rabbi onların niteledikleri şeylerden münezzehtir. (Zuhruf/81,
82)

Evet, din Allah’ındır. O’nun dine katkı yapacak, müdahale edecek ne çoluğu ne
de çocuğu vardır:

İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları Meryem oğlu İsa’dır.
Allah için çocuk edinmek diye bir şey yoktur. O, bundan münezzehtir. O, bir şeye hükmederse,
ona sadece “ol” der, o da oluverir.
Sonra da kendi aralarından çıkan hizipler ihtilâfa düştüler. İşte o büyük günün meşhedinden
[tanıklığından, duruşmasından] o kâfirlerin vay haline! (Meryem/34-37)

Ve onlar, “Rahman, çocuk edindi” dediler.


Ant olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz.

10
Az kalsın bundan; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar
parçalanıp dağılacaktı.
Hâlbuki Rahman için çocuk edinmek yaraşmaz.
Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahman’a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem/88-
93)

5 – O [Bir tek, Kahhar; Allah], gökleri ve yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün
üstüne bürüyor, gündüzü de gecenin üstüne bürüyor. Güneşi ve ay'ı emre âmâde
kılmıştır. Hepsi de adı konmuş bir ecele akıp gitmektedir. İyi bilin ki, O, çok güçlü ve
çok bağışlayıcıdır.
6- O, sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini kıldı [yaptı]. Ve sizin için
hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde,
yaratılıştan sonra bir yaratılışla yaratıyor. İşte bu, mülk [krallık, hâkimiyet] yalnız
kendisinin olan Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilah diye bir şey yoktur. Öyleyse,
nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?

Rabbimiz çocuk edinmesinin söz konusu olmadığını, olamayacağını, bundan


münezzeh olduğunu bildirip eşsiz ve kahhar olduğunu açıkladıktan sonra kendisini
tanıtmaya devam etmiştir. 6. ayetin sonunda ise “öyleyse nasıl oluyor da
çevriliyorsunuz?” diyerek birilerinin dümen suyunda giderek doğru yoldan ayrılıp
akıl ve gerçek dışı inanca sahip olanları kınamaktadır.
5. ayetin sonundaki “İyi bilin ki, O, çok güçlü ve çok bağışlayıcıdır” ifadesinde
Rabbimizin bazı sıfatları ön plana çıkarılmıştır. Kudretinin vurgulanması, Allah’a
haşyet duymaya; affediciliğinin vurgulanması ise ümide, tövbeye ve af dilemeye
teşvik etmektedir.
6. ayetteki “O, sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini kıldı [yaptı]”
ifadesiyle açıkça ilk üremenin eşeysiz olarak başlatıldığı vurgulanmıştır. Bu vurguyu
Kur’an’da birçok yerde görmekteyiz:

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu
örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı, o
zaman onlar [o ikisi] Rablerine dua ettiler: “Eğer bize salih [bir çocuk] verirsen, ant olsun ki kesinlikle
şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] salih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O’nun için
ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A’raf/189, 190)

Mevcut meal ve tefsirlerin tümünde ilk insanın Âdem olduğu, Havva’nın ondan
[kaburga kemiğinden] yaratıldığı, Âdem’in kaburga kemiklerinin Havva’nınkinden
bir adet noksan olmasının da bundan kaynaklandığı ya açıkça yazmakta, ya da ima
edilmektedir. Bu yorumların Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımlara atfen yapıldığını
söylemek mümkündür. Çünkü Zümer/6’nın ve Nisa/1’in lâfızlarında Âdem ve Havva
diye birilerinden söz edilmediği gibi, bu ikisine ima yollu bir işaret dahi
yapılmamaktadır.
Ayette önce cinsiyeti belirtilmeyen bir canlıdan bahsedilmekte, sonra da bu
canlıdan onun eşinin yaratıldığı bildirilmektedir. Bu yaratılış tarzının bugünkü
“klonlama”ya benzediği söylenebilir. Rabbimiz, insanın eşinin kendisinden
yaratılmasının gerekçesini de göstermiş, bu yaratmanın ikisinin arasında bir
sıcaklığın, yakınlığın, sevginin, sükûnetin [yatıştırmanın] doğması için olduğunu
açıklamıştır. İnsanlar görünüm olarak erkek ve dişi olarak ayrılsalar da, yaratılışta tek
canlıdan türedikleri için aynı özellikleri taşımaktadırlar. Bu da özde birbirlerinden
farkları olmadıkları anlamına gelmektedir. Erkeklik ve dişilik farkına gelince; bu fark

11
ilk yaratılışta değil, Nisa/1’den anlaşıldığına göre yaratılışın üçüncü aşamasından
sonra oluşmuştur.

Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve
kadın türetip-yayan Rabbinize takvalı davranın. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve
akrabalığa takvalı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisa/1)

SEKİZ EŞ İNDİRME
Ayette insanlara rızkı verenin Allah olduğu ve insanın herhalükarda Allah’a
bağımlı olduğu hatırlatılarak “Ve sizin için hayvanlardan [çifte tırnaklı, ot obur,
geviş getiren ve dört ayaklı hayvanlar] sekiz eş indirdi” buyrulmuştur. Burada konu
edilen “en’amdan sekiz eş”in, En’am/143, 144’ün beyanı ile deve, sığır, koyun ve
keçi olduğunu anlıyoruz. İndirme konusuna gelince; buradaki “ ‫انننزل‬enzele” fiili
“vahy” indirmedeki gibi “ ‫ب‬be” ve “ ‫على‬ala” edatı ile gelmemiştir. Yani “yukarıdan
inme, kalbe yerleştirme” anlamlarında kullanılmamıştır. O nedenle “Ve sizin için
hayvanlardan sekiz eş indirdi” ifadesini aşağıdaki şekillerde tevil etmenin ve bu ayeti
Hadid/25 ve A’raf/26 ile mukayese etmenin gereği yoktur:
a- Allah'ın hükmü, takdiri ve kaderi, Levh-i Mahfuz'da olacak her şey yazılı
olduğu için, "gökten inme" ile ifade edilmiştir.
b- Her canlı hayatiyetini bitki ile sürdürür. Bitkiler de ancak su ve toprak ile
hayatiyetlerini sürdürebilirler. Su ise esas olarak gökten iner. Bu itibarla, söz konusu
hayvanlar da sanki gökten inmiş gibidir.
c- Allah Teâlâ bu hayvanları önce cennette yarattı, daha sonra yere indirdi.
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
Burada “ ‫ انننزل‬enzele” fiili “ ‫ ”ل‬edatı ile kullanılmıştır. Anlamı “sizin için
indirdi” demektir. Bu da bu hayvanların zelil, emre amade kılındığını ifade
etmektedir. Bu konu daha evvel Ya Sin suresinde şöyle yer almıştı:

Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin [kudretimizin] meydana
getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da onlar, onlara sahip bulunuyorlar.
Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip
duruyorlar da.
Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ şükretmeyecekler mi? (Ya Sin/71, 73)

Ayetteki “Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan sonra


bir yaratılışla yaratıyor” ifadesiyle de insanın yaratılış ve oluşturuluş aşamaları
bildirilmektedir. Bu konu başka ayetlerde detaylıca verilmiştir.

“Ve ant olsun ki, biz insanı seçilmiş bir çamurdan yarattık. Sonra onu çok dayanıklı bir
karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyona dönüştürdük, sonra o embriyoyu bir et
parçası haline getirdik, sonra o bir parça etten kemikler yarattık. Nihayet o kemiğe de bir et giydirdik.
Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. O yaratıcıların en güzeli Allah’ın ne cömerttir. Sonra
sizler, bunların ardından mutlaka öleceksiniz.” (Mü’minun/12-15)

Konuyla ilgili bir araştırma yazısını aşağıda naklediyoruz:


ÜÇ KARANLIKTA YARATILIŞ

Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlıkta bir yaratılıştan diğer yaratılışa geçirerek


yaratmaktadır. (Zümer/6)

Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip olmasaydı;
sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin ani hareketleri cenine ya büyük bir zarar verecek, ya

12
da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki 3 bölge cenini tüm bu dış tehlikelere karşı korur. Bu
bölgeler şunlardır:
1 Karın duvarı
2 Rahim duvarı
3 Amniyon kesesi
Kuran'ın indiği 7. asırda insanların amnion kesesinden haberleri yoktu. Peki, o zaman Kuran'ın
anne karnındaki üç karanlığa işaret etmesi nasıl açıklanabilir? Hiç şüphesiz bu ifadeyi Kuran'ın indiği
dönemin bilgi seviyesiyle açıklamaya olanak yoktur. Cenin bu üç tabakanın koruyuculuğu altında
kapkaranlık bir mekânda yavaş yavaş gelişimini sürdürür.
Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu bir
yastık gibidir, basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve ceninin rahim
içerisinde rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla hareket edemeseydi, bir
et kütlesi gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca durduğu için yaralar vücudunu
saracak ve birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her tarafının eşit biçimde ısınması da
önemlidir. Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı
31°C'lik sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların
içinde her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur.

YARATILIŞTAN YARATILIŞA GEÇİŞ

Bu ayetin anne karnında, yaratılış aşamalarımızda içinde bulunduğumuz 3 farklı ortama veya 3
farklı yaratılış aşamasına işaret ettiğini düşünenler de olmuştur. Buna göre 3 karanlık şöyledir:
1. Fallop borusu: Spermle yumurta birleştikten sonra fallop borusu boyunca ilerler. Fallop
borusu boyunca ilerleyen zigot bölünerek çoğalır.
2. Rahim duvarındaki bölge: Bu bölgede 51. bölümde işlediğimiz asılıp tutunma [alaka]
aşaması geçirilir.
3. Amniyon kesesi: Ceninin etrafındaki içi özel bir sıvı ile dolu kesedir. Gelişimin geri kalan
uzunca kısmı burada geçirilir.
Dıştan görünüşte bu karanlık mekânların farkları yok sanılır. Hâlbuki minik bir hücrenin
boyutuna bölünüp bu mekânları gezebilsek, nasıl farklı mekânlar olduğunu gözleriz. Birinci karanlık
mekân, hücreye göre dev karanlık bir tüneli hatırlatmaktadır. İkinci karanlık mekân ise ışıksız
kapkaranlık bir ormanı; üçüncü karanlık mekân ise ışıksız bir denizin altını andırır.
Görüldüğü gibi iç içe katman olarak karanlık mekânlar 3 kat olduğu gibi, sırasıyla geçilen
karanlık mekânlar da 3 tanedir. Ayetin bu iki açıklamadan herhangi birine mi, yoksa her ikisine de mi
işaret ettiğini Allah bilir. Bu karanlık mekânlardaki gelişimde geçirilen aşamaların tüm bilimsel
kitaplarda 3'e ayrılıp incelenmesi de ilginçtir. Bu üç aşama şöyledir:
1. Preembriyonik aşama: Bu aşama birinci trimester olarak anılır. Hücreler çoğalırken 3 tabaka
şeklinde organize olurlar, ilk iki haftayı kapsar.
2. Embriyonik aşama: Hücre tabakalarından temel organlar ortaya çıkmaya başlar. İkinci
trimester olarak anılır. İkinci haftayla sekizinci hafta arasını kapsar.
3. Fetal aşama: Bu aşamada yüz, eller, ayaklar belirginleşir, insan dış görünümü ortaya çıkar.
Üçüncü trimester olarak anılır. Sekizinci haftadan doğuma kadar olan safhadır.
Ayette işaret edildiği gibi yaratılışımız, bir yaratılış aşamasından diğer yaratılış aşamasına
geçerek olmaktadır. Tüm aşamaların ortak özelliği her birinde yaratılışın delillerinin gözükmesidir.
Kitabımızın embriyolojiyle ilgili bu son bölümlerinde gördüğümüz bilgilere son yüzyılda
ulaşılmıştır. Kur’an'dan önce ve Kur’an'dan sonraki bin yılda bu bilgilerin hiçbirine, Kur’an dışında
hiçbir kitapta rastlayamazsınız. Kur’an, hem meninin karışımlı yaratılışına, hem de bu meninin az bir
bölümünden yaratıldığımıza dikkatlerimizi çekmiştir. Kur’an, anne rahmindeki gelişimde embriyoya,
aldığı hallerden türeyen isimler takmıştır: Asılıp tutunan [alaka], bir çiğnemlik et [mudga] gibi.
Böylece Kur’an, ceninin aldığı hallerden çıkan bir terminoloji oluşturmuştur. Yine ilk önce
kemiklerin sonra kasların yaratıldığını Kur’an dışında ortaya koyan olmamıştır. Yaratılışın içindeki
farklı karanlıklara Kur’an dışında dikkatleri çekmiş bir kitaba da binlerce yıllık tarihte
rastlayamazsınız.
Bilimsel bir bilgiyi ileri sürmek için her şeyden önce bilimsel bir altyapı gerekir. Var olan bir
altyapı üzerinde diğer bilgiler yükselir. Ayrıca bu tarz bilimsel bilgiler için gelişmiş mikroskoplara da
mikro kameralara da ihtiyaç vardır. Kur’an'ın indiği dönemde ne bilimsel altyapının, ne
mikroskobun, ne de mikro kameraların olduğunu kimse iddia edemez. Bu bilgilerin rasgele yapılan
tahminlerle tutturulduğunu söylemeye de hiçbir vicdanlı insan kalkışamaz.

İnsanı gerçekten de en güzel biçimde yarattık.

13
Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık. (Tin/4-5)

İnsan, en güzel biçimde, çok ince bir planla, birçok aşama arka arkaya getirilerek yaratılmıştır.
Allah'ın bu mükemmel yaratışını unutup, vücudunu kendi eseri zanneden, bedeninin Yaratıcısını
tanımayarak, isyana ve nankörlüğe kalkışan biri ise mükemmel yaratılışına rağmen aşağıların aşağısı
olmaktan kurtulamaz.

Yoksa onlar hiçbir şeysiz mi yaratıldılar: Yoksa bizzat kendileri mi yaratıcıdır? (Tur/35)
(Kur’an Araştırma Gurubu)

6. ayetin sonunda “Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?” buyrulmuştur.


Dikkat edilirse, “dönüyorsunuz” değil, “çevriliyorsunuz, döndürülüyorsunuz”
denilmiştir. Buradan anlaşılıyor ki, onları doğru yoldan çıkaran başkalarıdır; o
kimselerin söylediklerine uyarak en doğru şeyleri bile görememektedirler. Ekâbir,
mütref ve mele’ler gibi bu işten çıkarları olmayan zavallı ve kandırılmış kimselerdir.
Ne var ki, böyle olsalar bile akıllarını kullanmadıkları için suçludurlar.

7- Eğer inkâr/nankörlük edecek olursanız, biliniz ki şüphesiz Allah, size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer
şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü
çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size
haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.

Bu ayette, Allah’ın insanların kulluğuna ihtiyacı olmadığı, kulluğun kulların


kendi yararına olduğu mesajı verilmektedir:

Ve Musa dedi ki: Eğer küfrederseniz; siz ve yeryüzündeki kimseler topluca, iyi biliniz ki Allah
kesinlikle Ganiyy’dir, Hamîd’dir. (İbrahim/8)

Gerek inanmak, doğru yola gitmek, salihatı işlemek gibi iyi davranışlar, gerekse
inkâr etmek, şirk koşmak, fısku fücur işlemek gibi kötü davranışlar insanın kendi
seçimi ve kazanımıdır. Rabbimiz küfür/nankörlük ve günahı hiç kimse için istemez.
Bunu kendi çıkarı için değil, kullarının iyiliği için yapmaz. Çünkü küfür Allah için
değil, insanlar için zararlıdır. Kullarının inkârına razı olmaması, onlara yarar
sağlamak ve zararlarını gidermek içindir. Yoksa kullarının inkârından Kendisi zarar
gördüğü için değil... Kulların şükrüne razı olması da yine bunun menfaatlerine
olmasından dolayıdır. Yoksa onların şükründen yarar sağlayacağı için değil... Şükür,
sonuçları itibariyle kulların dünya ve ahirette bol nimete kavuşmalarına vesile olacak
bir tavırdır.

Ve hani Rabbiniz size şöyle ilan etmişti: “Ant olsun ki şükrederseniz elbette size artırırım ve
eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir. (İbrahim/7)

Rabbimiz insanı seçme özgürlüğüne sahip bir varlık olarak yaratmıştır. Eğer
insan küfrü seçer ve onda ısrar ederse, Allah da küfrü yaratıverir. Allah hiç kimseyi
zorla mü'min yapmaz.

Ve de ki: “O hak [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”
Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur
yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir.
Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/ 29)

14
Konumuz olan 7. ayette küfrün karşıtı olarak iman değil, şükür kelimesi
kullanılmıştır. Şükrün karşıtı “nankörlük” olduğundan, ayetteki “küfür” sözcüğünü
de “nankörlük” olarak çevirdik.
Ayetteki “Hiç bir günahkâr bir başkasının günah yükünü yüklenmez” ifadesi
Kur’an’da birçok yerde [En’am/164, İsra/15, Fatır/18, Necm/38] yer almıştır. Bu
ifade, dünya ve ahirette suçun ve sorumluluğun şahsiliği ilkesini açıkça ortaya koyan
bir ifadedir. Suç ve sorumluluğun şahsiliği ilkesi, aynı zamanda, batıl inanışlarda
görülen “vekâleten kefaret” ve aracıların suç üstlenme inanışlarını da reddeden bir
içeriğe sahiptir.
“Şükür”, “insanların Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere karşı nimetin
karşılığını Allah’a vermeleri” demektir. Bu önemli kavram ile ilgili detay daha evvel
verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 3, s. 314-322)

8 - İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O’na vererek Rabbine
dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na dua
ettiği hali unutur da, Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar kılar
[oluşturur]. De ki: “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.”

Bu ayette insanın değişken psikolojisine, insan hayatındaki konjonktürel


çelişkilere değinilmiştir. İnsan bir sıkıntıyla karşılaştığında gönülden Rabbine
yönelerek O’na dua eder. Bir nimete eriştiğinde ise önceden O’na dua ettiği hali
unutur da Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar koşar.
Görülüyor ki, insan sıkıntı ve ihtiyaç halindeyken tek ve ortağı olmayan Allah’a
yalvararak O’ndan yardım dilemeye yönelmektedir. Bu da sıkıntı ve zorlukların
insanı Allah’a yönelten bir işlev gördüğünü göstermektedir. Rahatlık, mal-mülk,
servet ve yakınların çokluğu ise insanı şımartıp azdırmaktadır. Zorluk anında Allah’ı
hatırlayan, refah anında ise takva ve hak yolundan saparak O'nu unutan kimseler, bu
psikolojik işleyişi dikkate almayarak kendilerini felakete sürüklemiş olmaktadırlar.
Akıllı insan, bu psikolojik tuzağa düşmemeyi, sıkıntı anlarında olduğu gibi rahatlık
ve mutluluk anlarında da Rabbine bağlı kalmayı beceren insandır. Bu ayette, bunu
beceremeyenlere tehdit vardır.
İnsanın bu temel psikolojik zaafına birçok ayette değinilmiştir:

Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna
inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna
[kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür!
(İsrâ/67)

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı.
Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç
yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir.
(Yûnus/12)

Konumuz olan ayetin son kısmındaki “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen
ateşin ashabındansın” ifadesi, küfredenlere yöneltilen çok şiddetli ve güçlü bir
tehdittir. Bu ifadelerin benzeri Kur’an’da çoktur:

Ve O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler kıldılar [oluşturdular]. De ki: “yararlanınız,
çünkü varacağınız yer ateştir.” (İbrahim/30)

Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız. (Lokman/24)

15
9 – Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima
saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman kimse ... (öyle yapmayan gibi midir)? De
ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz
akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/ gereği gibi düşünürler.

Bu ayette, sıkıntı karşısında Allah’a yönelen, nimete erişince de şımarıp azan


insan tipine karşılık, bu psikolojik zaafını bilen, bildiği için de o tuzağa düşmekten
kaçınan, sıkıntılı zamanlarda olduğu gibi iyi günlerde de Rabbine bağlı kalmayı
başaran imanlı, sorumlu, mutmain olmuş insan tipinden bahsedilmekte ve bu iki tip
arasında bir mukayese yapılmaktadır.
Rabbimiz birinci grubu cahil, ikincileri ise âlim olarak nitelemektedir. İlkinkiler,
yüksek öğrenim görmeseler de bilgindirler. Bunlar evren kitabını iyi okuyup anlayan
kimselerdir. İkinciler ise temel hakikat olan “varlığın Allah ile olan bağı”nı
kavrayamamış, cahil kimselerdir. Bu iki grubun eşit olması mümkün müdür?
Mümkün olmayacağı bir istifham sanatıyla belleklere kazınmaktadır:
“Gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima saygıda duran
ve Rabbinin rahmetini uman kimse ... (öyle yapmayan gibi midir)?”
Sonra da “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” buyrularak
zımnen bilenle bilmeyenin bir olmayacağı ve sadece sağduyu sahiplerinin
Kur’an’dan ilimle yararlanacağı kesin bir dille ifade edilmektedir.
Bu iki tip insanın eşit olmadığı ve olamayacağı Ehl-i Kitab’a yönelik
anlatımlarda da yer almıştır:

Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk]
vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe
inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar.
Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Al-i Imran/113, 114)

Ayette ayrıca gece ibadetine de dikkat çekilmiştir. Bu, gece ibadetlerinin


gündüz yapılanlardan farklı olduğuna da bir işarettir. Gece ibadeti gözlerden uzaktır;
dolayısıyla riya ve gösterişten de uzak olur. Bu özelliğiyle gece ibadeti, Rahman’a
gaybde imanın tam bir göstergesidir. Gecenin sessizliği ve iş telâşının olmayışı
zihinsel konsantrasyonun sağlanmasını daha da kolaylaştıran bir durumdur. Ayrıca
ibadetin uykuya tercih edilmesi, kişinin zor olanı göğüsleyerek iç dünyasını daha iyi
denetlemesini sağlamaktadır. Bütün bu sebeplerden dolayı gece ibadeti hayır
bakımından gündüzdekilerden daha fazlalıklıdır.

Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere geceleyin kalkan, yer tutma bakımından daha
güçlüdür [söz bakımından daha etkilidir]. (Müzemmil/6)

10 – De ki: “Ey iman etmiş olan kullar/kölelerim! Rabbinize takvalı davranın.


Bu dünyada iyilik-güzellik yapanlara bir güzellik vardır. Şüphesiz Allah’ın yeryüzü
geniştir. Ancak sabredenler, mükâfatlarını hesapsız tastamam alacaklardır.”

Bu ayette Rabbimiz Resulullah’a yakın çevresine, o dönemde sahibi olduğu


kölelerine/ tüm kullara, Allah’a karşı takvalı olmalarını söylemesini buyurarak bu
dünyada iyilik-güzellik üretenlere bir güzellik olduğunu, Allah’ın yeryüzünün geniş
olduğunu ve sabredenlerin ecirlerinin tastamam ödeneceğini ilân ettirmektedir. Bu
ayet tüm insanlığa yönelik bir beyannamedir.

16
Suredeki bu ve 53. ayetin teknik yapısı bir takım sorunları ortaya koymaktadır.
Şöyle ki:
Her iki ayet de “ ‫قل‬Qul [De ki]” emri ile başlamakta ve hemen ardından gelen
nida cümleleri de bu ‘Qul’ emir fiiline mef’ulu bih olmaktadır. Ayetlerdeki “ ‫يا‬
‫ عبننناِداّلزين‬yâ ıbâdillezîne” ve “ ‫ى اّلزينننن‬
َ ‫ينننا عبننناد‬yâ ıbâdiyellezîne” terkiplerine
baktığımızda, birinci olarak, harf-i nidayı dikkate almadan, sahih bir kelimenin [ıbâd
sözcüğünün] “yâ-i mütekellim”e muzaf olduğunu, bu nedenle de “yâ-i
mütekellim”den önceki sahih kelimenin son harfinin [dal harfinin] harekesinin
esreleştiğini görüyoruz. İkinci olarak, başına harf-i nidanın gelmesiyle bu izafet
terkibinin münâdâ makamında olduğunu, bu durumlarda terkibi “yâ ıbâdiye!”, “yâ
ıbâdî!”, “yâ ıbâdi!” ve “yâ ıbâdâ!”” olmak üzere dört vecihte de okumanın mümkün
olabileceğini biliyoruz. Üçüncü olarak da, konumuz olan 10. ayette “yâ-i
mütekellim”in ıskatını ve kesre ile iktifa edildiğini görüyoruz. Kısaca özetlersem,
her iki ayette de “yâ-i mütekellim” mevcut olup birinde bariz, ötekinde ise sakıttır.
Anlatmak istediğim bunların beyanı değil, bu terkiplerden anlaşılan lafzî mânâdır.
Lafzî mânâya göre, “kullarım!” nidasındaki ‘kullar’ peygamberin kulları olmaktadır.
Yani “Ey .... kullarım!” diyen ya da diyecek olan, emrin muhatabı olan
peygamberdir. Bu durumda peygamberin muhatabı olan insanlar peygambere kul
olmaktadır. Yani Peygamber insanlara “Ey kullarım!” [Peygamberin kendi kulları,
Allah’ın kulları değil] dedirtilmektedir.
“Qul” emri ile başlayan diğer tüm ayetlerde ise durum lâfzî mânâ ile uyumludur.
Herhangi bir dikkat çekici unsur söz konusu değildir. Aynı surenin 11, 13, 14.
ayetlerinde ve İhlas, Kafirun, Muavvezeteyn surelerinde ve diğer tüm benzer ayetlerde
olduğu gibi...
Durum böyle olunca, böyle bir mânâ tüm İslam ilkelerine, fıtrata ters
düşmektedir.

Allah’ın kendisine kitap, hüküm [yasamayı yürütmek] ve peygamberlik verdiği hiçbir beşer için
[İnsanlardan hiçbir kimse için], insanlara: “Allah’ın astlarından bana kul/köle olun” demek yakışmaz.
Fakat: “Öğrettiğiniz ve ders aldığınız [okuduğunuz] kitap gereğince Rabb’e içtenlikli kullar olunuz”
(demesi yaraşır). (Al-i Imran/79)

Gerçek bu iken Kur’an meali yapanlar ve sözde tefsir yazanlar bu gerçeği örtbas
edip geçmektedirler ya da farkına varamamaktadırlar. Farkında olanların bazısı da
araya “(Benim adıma) de ki:” tarzında bir parantez sokuşturarak meseleyi çözmeyi
yeğlemektedirler. Bu tavır, çelişkinin, tutarsızlığın itirafından başka bir şey değildir.
Bu aciz, fakir kul Hakkı Yılmaz ise bu sorunu iki yönlü olarak çözme gayretini
göstermiştir.

ÇÖZÜM

Birinci Yol: “ ‫عباد‬Ibad” sözcüğünün “kullar” yerine “köleler” diye çevrilmesidir.


Biliyoruz ki “ ‫عبنند‬abd” sözcüğü “kul, köle” demektir. Nitekim Bakara ve Nur
surelerinde bu anlama ilişkin tekil ve çoğul örnekler mevcuttur:

Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir cariye -sizin çok
hoşunuza gitmiş olsa da- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye
kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle -sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da- müşrik bir erkekten
daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp
düşünürler diye insanlara ayetlerini açıklar. (Bakara/221)

17
Ve sizden kocası olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları
evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah,
Geniş Olan ve En İyi Bilen’dir. (Nur/32)

Bu örnek ayetlerdeki anlamdan hareketle, konumuz olan 10. ve 53. ayetlerdeki


“Ya ibadiye” sözcüğünü peygamberimize ailesinden intikal eden birkaç kişiye
indirgeyerek “kölelerim” diye anlamlandırmak, bu ayetlerdeki evrensel çağrıyı göz
ardı etmek ve anlamı daraltmak demektir. Sözcüğü “köle” anlamıyla ele alarak ayete
“Ey kölelerim!” diye anlam vermek her ne kadar mümkün olsa da, mesajı
evrensellikten mevziiliğe indiren bu anlamlandırmanın iyi bir çözüm olduğu
söylenemez.

İkinci Yol: Mushafın Kopyalanması Sırasındaki Kâtip Hatası:

Arşivlerde korunan ve II. Halife Osman’a nispet edilen mushafların aslında ona
ait olmadığı, Halife Osman’dan 60-80 yıl sonraki döneme ait istinsahlar olduğu bilim
adamlarınca tespit edilmiştir. İlk mushaflar karşılaştırıldığında, bazı kelimelerin hem
aynı mushaf içerisinde, hem de birine göre diğerinde farklı imlalarla yazıldığı
görülmektedir. Ayetlerin teknik ve semantik yapılarına bakıldığında, gerek ilk
metindeki kâtip sehivleri, gerekse sonraki kâtiplerin sehivleri olmak üzere bu
yazımların birçoğunun istinsah edenler [kopya çıkaranlar] tarafından yapıldığı
anlaşılmaktadır.
Konumuz olan 53. ayet bazı nüshalarda “ ‫و قننل‬ve kul [Ve de ki!]” diye
başlamaktadır. Ancak bu bizim üzerinde durduğumuz sorunu çözmemektedir.
Bizden evvel bu konuda çalışma yapanlar Zuhruf suresinin 68. ayetindeki “ ‫يا‬
‫ عباد‬ya ıbad” sözcüğünün farklı yazıldığını tespit etmişlerdir. Bu tespit daha evvel
ilim camiasına sunulmuştur.
Zuhruf suresinin 68. ayetindeki “ ‫يا عباد‬ya ıbad” ifadesi, Osman mushafı olarak
bilinen mushaflardan Mekke, Kufe, Basra, Kahire, TİAM mushaflarında “ ‫يا عباَد‬Ya
ıbade” olarak yazılı iken, Medine, Şam, Topkapı Mushaflarında “ ‫يا عبادى‬Ya ıbadiye”
şeklinde yazılıdır. (Mushaf-ı Şerif; Arapça s.152, Türkçe; s. 135. 6. sıra. Dr. Tayyar
Altıkulaç, İSAM Yayınları)
Bizim iddiamız şudur: Zümer/53’deki “ ‫يننا عبننادى‬Yâ ıbâdiye” sözcüğünün
sonundaki “ ‫ى‬ye” harfi, kopya çıkaran [müstensih] kâtip tarafından sehven
yazılmıştır. Orada da 10. ayetteki gibi “ ‫ى‬ye” harfi olmamalıdır. Bu durumda her iki
ayetteki “ ‫عباد‬ıbad” sözcüğü dilbilgisi kurallarına uygun olarak “ ‫عبنناَد‬ıbâde” diye
kıraat edilmelidir. Buna göre cümlenin anlamı “Ey … kullar!” şekline dönecektir.
Böylece de ortadaki sorun ortadan kalkacaktır. Sorunun çözümüne yönelik bu ikinci
şık diğerine göre daha makul bir çözümdür.

Ayetteki “Bu dünyada iyilik-güzellik yapanlara bir güzellik vardır” ifadesi, bu


güzelliğin hem dünyada hem de ahirette olabileceği yönünde anlaşılmalıdır.
Rabbimiz kullarına hem dünya hem de ahiret için hasene [iyilik- güzellik] istemeleri
gerektiğini öğretmekte, iyiliğin iyilikten başka karşılığının olmayacağını
bildirmektedir.

18
Yine onlardan: “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi
ateşin azabından koru!” diyenler vardır. (Bakara/201)

İyiliğin karşılığı, yalnızca iyilik değil midir? (Rahman/60)

Ayetteki “Şüphesiz Allah’ın arzı [yeryüzü] geniştir” ifadesi ise şu mesajı


vermektedir:
Müminler, inanç ve ibadet özgürlüğünü yaşayamadıkları, İslam’ın değerlerini
hayata geçiremedikleri sosyal ortamlarda bulunduklarında bu ortama uymayıp hicret
etmeli, bu sıkıntının olmadığı yerlere gitmelidirler. Nitekim zorbaların elinde ve
yurdunda kalıp da dinini yaşamayanlar kınanmış, akıbetleri ile ilgili ibret dolu
sahneler nakledilmiştir:

Şu, kesinlikle, meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri kimseler; Onlar


[melekler] "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik" derler.
Onlar [Melekler]: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık -
erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayan kimseler hariç-
bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisa/97, 98)

11, 12- De ki: “Ben kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a
kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.”
13- De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından
korkarım.”
14- 16- De ki, “Dinimi yalnız kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum.
Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz
asıl kaybedenler, kıyamet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını]
kayba uğratanlardır.” -Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir.
Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah,
kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Bana takvalı davranın.-

Rabbimiz insanlığa olan mesajlarını bu ayetlerde de yine elçisinin ağzıyla


iletmeye devam etmektedir. Herkes kulluğunu dini Allah’a özgü kılarak yapmalı,
Kur’an mesajını alır almaz teslimiyet göstermelidir. Allah’a karşı gelenler büyük
günün azabından korkmalı, kişi kendisini ve yakınlarını ahirette perişan edecek
davranışlardan, yönlendirmelerden kaçınmalıdır. Böyle yapmayanlar cehennemde
altlarından tabakalar, üstlerinden tabakalar olduğunu bilmelidirler. Herkes kurtuluşun
takvada olduğunu bilip Allah’a takvalı davranmalıdır.
16. ayetin son cümlesi olan “İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor” sözleri
bizzat Allah’ın kendi ifadesi olup mesaj aracısız verilmiştir.
“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında bu ayet gurubu ile ilgili olarak şöyle bir nakil söz
konusudur:

"Kureyş kâfirleri Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Seni, bize getirdiğin bu dine sevk eden şey ne?
Babanın, dedenin ve kavminin ulularının dinine baksana! Onlar Lât’a ve Uzza'ya tapmaktalar" dediler.
Allah Teâlâ bunun üzerine bu ayeti indirerek "Ey Muhammed, de ki: "Ben Allah'a O'nun dininde ihlas
edici olarak ibadet etmekle emrolundum" buyurdu. (Mukatil)

Nakledilen bu olay tarihte bir kez olmuş değildir; tarihin her döneminde her
ülkede, her dönemde olabilecek bir olaydır. Merhum Mukatil ilk tefsir yazan kişi
olduğundan, olayı ve kişileri özelleştirmiş bulunmaktadır.
“Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi” ifadesinde Resulullah’a,
vazifeli olarak gönderildiği dine sımsıkı sarılması ve Kur’an’ın içeriğini ilk yaşayan,

19
ilk uygulayan olması emredilmiştir. Bu sözlerle sanki “Ben, kendileri yapmadıkları
halde insanlara birtakım şeyler emreden zorba krallardan değilim. Aksine, size
emrettiği her şeyi önce kendi yapmak zorunda olan ve zaten de böyle yapan biriyim”
demesi istenmiştir:
Yine elçiye dedirtilen “Dinimi yalnız kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk
ediyorum” ifadesiyle de peygamberimizin dine hiçbir şey karıştıramayacağı,
karıştırılmasına da müsaade etmemesi gerektiği mesajı verilmiştir. Din, Allah’ın
gönderdiği özgün haliyle kalmalıdır. Mezhep imamlarının, âlimlerin, fakihlerin ve
benzer kimselerin dine bir şey katmaları söz konusu edilemez. Beşer tarafından bir
şeylerin katıldığı din “Saf Din” değildir.
Tehdit içerikli “Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar
vardır” ifadesine gelince: Bu sözle müşriklerin mahrumiyet ve zarara uğramakla
kalmayıp büyük bir azabı, dehşetli bir cezayı da hak ettikleri ve cehennemin
kendilerini her taraftan kuşatacağı mesajı verilmiştir. Benzer mesaj veren başka
ayetler de vardır:

Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Şüphesiz cehennem de kesinlikle, kendilerini üstlerinden ve


ayaklarının altından bürüdüğü günde kâfirleri kuşatıcıdır. Ve O, ‘yapmış olduğunuzu tadın!” der.
(Ankebut/54, 55)

Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz zâlimleri işte böyle
cezalandırırız. (A'raf/41)

“Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyamet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini


ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” Dikkatli olun, işte bu, apaçık bir kaybın ta
kendisidir” ifadesiyle de Allah'ın verdiği ömür, akıl ve diğer nimetlerin boşa
harcanmaması öğütlenmektedir.
Bu pasajın tahlil edilmesi gereken kavramlarından biri de “takva”dır. “Takvâ,
iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun
eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan
bağışta bulunmak, namaz kılmak, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara
sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini
temize çıkarmaya çalışmamak, tövbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının
affını dilemek, öfkeye sahip olmamak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve
adaleti ayakta tutmaya gayret etmektir.”
Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile takvâ'nın “iman ve onun
yansıması” olduğunu söylemek mümkündür. Kur'an'da değişik ayetlerde takvanın
imandan ayrılmaz bir parça olduğu vurgulanmaktadır.
“Takva” kavramını daha evvel A’raf suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an;
c.2. s. 544-555) ele aldığımızdan konunun oradaki özetiyle yetiniyor, detayın oradan
okunmasını öneriyoruz.

17, 18 – Ve tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelen kimseler;


kendileri için müjde olanlardır. Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan
kullarımı! İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. Ve işte onlar
kavrama yeteneği [temiz akıl sahibi] olanların ta kendileridir.

Bu ayetlerde gerçek akla sahip olanlar tanıtılarak aklın insanı nasıl cennete
götüreceği açıklanmaktadır. Gerçek akla sahip olmak, tağutu tanımayıp tamamen
Allah’a yönelmektir.

20
“Tâğût” sözcüğü tuğyan/azma sözcüğünden türemiştir. Tuğyan, "haddi aşma,
zulüm, azgınlık, sapıklık, isyan, küfür" demektir. “Tağâ [azdı, taştı, zulmetti] fiilinin
mastarı olarak Kur’an'da dokuz yerde geçer. Ayrıca "haddi aşıp azgınlık yapan kişi
ve topluluklar" manasında [tağî] altı yerde; insanları yoldan çıkaran, azdıran
"şeytan", "put" ve "kâhin" anlamında [tâğût] sekiz yerde geçer. Mastar ve diğer
türevleriyle birlikte bu kelime Kur’an'da toplam otuz dokuz yerde zikredilir.
Tuğyan, insanın tabiatında vardır. Vahye kulağını tıkayan, kendi aklını yegâne
rehber kabul ederek kendini beğenen bencil insan, bir de çok mal sahibi olup kendini
ihtiyaçtan uzak görmeye başladı mı, tuğyan içine düşmüş olur.
İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek hissettiği
zaman artık Allah'ı unutur; gerçek kudret, gerçek ilim, gerçek dileme, gerçek güç ve
irade sahibinin yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için
tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak-hukuk ve sınır tanımaz. Allah'a
ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye
başlar. İşte bu hâl, tuğyan hâlidir ve bu tür insanlar da Kur’an'ın diliyle "tağî'dir.
Tuğyan'ın temelinde kibir ve bencillik yatar. Şeytanın da azgınlığının sebebi
kibir ve bencillikti. Bu bakımdan Nisâ/51'de tâğût, şeytanı [İblisi] da kapsamaktadır.
Tâğût, "azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthâne,
kâhin, sihirbaz, Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluş" anlamlarına gelir.
Arapça tağa kökünden türetilmiştir. Tağâ fiilinin mastarı olan tuğyan, "Yüce Allah'a
isyan etmek" demektir.
Tuğyan ile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; "azgın, insanlara zorla hükmeden,
kâfir, zorba kişi"yi ifade eder.
Kur’an'da Allah müminlerin dostu ve yardımcısı; tâğût ise kâfirlerin dostu ve
yardımcısı olarak gösterilmiş, müminlerin "Allah yolunda savaştıkları", kâfirlerin ise
"tâğût yolunda savaştıkları" ifade edilmiştir:

Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin ise dostları
tâğûttur [azgın putlardır]. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar
orada temelli kalacaklardır. (Bakara/257)

Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere


hükümler icat eden her kişi ve kurum “tâğût”tur.
Tâğût, Allah'a karşı isyan etmesinin yanı sıra, O'nun kullarını kendisine kul
edinmek gayretinde olandır. Bu işleviyle o, şeytân, papaz, dînî veya siyasî bir lider
olabilir.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından Allah'ın hükümlerine muhalefet
edecek şekilde konulan hükümler, "tâğûtî hükümler" olarak isimlendirilirler.
Tâğûtların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her
dönemde tâğûtlar var olmaya devam etmiştir. Onlar sadece eski kavimlerde ortaya
çıkıp yaşama imkânı bulan güçler değil; bugün de Müslümanlara en azim düşmanlığı
ve en yıkıcı propagandaları reva gören kişi, odak veya organizasyonlardır. Tâğût,
ekonomik, sosyal ve kültürel güç kaynaklarını ele geçirmiş, dini ve ahlâkî değerleri
toplumların gözünde itibarsız ve taraftarı olmaktan çekinilen bir duruma düşürmeyi
göze alacak kadar düşmanlığını ilerletmiştir.
Konumuz olan ayette geçen “tağuta kulluk etmekten kaçınma” ifadesinin
anlamı, Bakara/256'dan anladığımız üzere, onu inkâr etmek, gönülden uzak
tutmaktır.

21
Tuğyan ve tâğût kavramları daha evvel Alak suresinin tahlilinde [Tebyinü’l
Kur’an; c. 1, s.46-50] ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
Rabbimiz elçisine “Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan
kullarımı!” diye direktif vermektedir. Bu müjdenin ne zaman gerçekleşeceği
Kur’an’ın değişik ayetlerinden anlaşılmaktadır. Birçok ayetin ifadesine göre bu
müjde dünya hayatında, ölüm anında, mahşerde ve cennette; hepsinde
gerçekleşecektir:

Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli
iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin
Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı
her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30):

O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor.
“Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir.” İşte bu,
kurtuluşun ta kendisidir! (Hadid/12)

Çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin
zevkleneceği her şey vardır.- Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz
şeyler sebebiyle, kendisine varis edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır.
Onlardan yiyeceksiniz. (Zuhruf/71)

(Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selâm
size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete...” derler. (Nahl/32):

Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve


hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikame etmişler ve
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle
ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından,
eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan
yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”
(Ra'd/21-24)

O’na kavuşacakları gün onların selâmlamaları “selâm”dır. O [Allah] da onlar için cömertçe bir
ödül hazırlamıştır. (Ahzâb/44)

KUR’AN’IN EN GÜZEL SÖZ OLMASI

Ayette Kur’an “sözlerin en güzeli” olarak nitelenmiştir. Çünkü incelendiğinde,


Kur’an’ın gerek edebi sanatlar açısından, gerekse içerisinde çelişki, tutarsızlık, akıl
ve fıtrata aykırılık olmaması bakımından gerçekten de sözlerin en güzeli olduğu
açıkça görülmektedir. İçerisindeki her şeyin insanlığın yararına olması ve geleceğe
ait mutluluk vaat etmesi gibi özellikleri de dikkate alındığında tartışmasız bu niteliği
hak etmektedir. İndiği günden bu yana ondan daha güzel bir söz söylenmediği gibi,
kıyamete kadar da söylenmesi söz konusu olmayacaktır.

19 – Peki üzerine “azap kelimesi” hak olmuş kimse de mi? Artık o ateşteki
kimseyi sen mi kurtaracaksın?

Akılları sayesinde kendilerini kurtaran gerçek akıl sahipleri anlatıldıktan sonra,


akıllarını kullanmayarak ömürlerinin sonuna kadar müşrik kalıp cehenneme
gidecekleri ve oradan kurtulma imkânına sahip olamayacakları hükmü verilmiş
kimselere gönderme yapılmış ve istifham-ı inkari ile “Artık o ateşteki kimseyi sen mi

22
kurtaracaksın?” diye sorulmuştur. Bunun anlamı, “Bu insanı ne sen, ne de başkaları
kurtarabilir” demektir.
Bu dünyada en büyük günah şirk koşmaktır. Şirk, affolunmayacak tek günahtır.

Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği
kimseler için bağışlar. Kim Allah’a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş]
olur. … (Nisa/48)

Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise,
[onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
(Nisa/116)

20 – Lakin Rablerine takvalı davranan o kişiler, kendileri için Allah’ın vaadi


olarak altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne yapılmış gurfeler [köşk üstünde
köşkler] olanlardır. Allah vaadinden caymaz.

Önceki ayetlerde “temiz akıl sahipleri” diye nitelenen kimseler, bu ayette de


“Rablerine takvalı davrananlar” diye nitelenmiştir. Bu niteliğe sahip olanlar,
“Kendileri için Allah’ın vaadi olarak altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne
yapılmış gurfeler [köşk üstünde köşkler] olanlardır” şeklindeki bir müjdeyle taltif
edilmişlerdir.
Konunun bütünü göz önüne alındığında, “temiz akıl sahipleri” ile “kendilerini
akıllı sanan zavallılar”ın ayetlerde karşıtlık metodu ile ortaya konulduğu
görülmektedir.

21 - Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki
pınarlara koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun
olgunlaşıp da senin onu sararmış gördüğünü, sonra da onu bir çöpe çevirdiğini
görmedin mi? Şüphesiz, bunda kavrama yeteneği olanlar [temiz akıl sahipleri] için
kesinlikle bir öğüt/hatırlatma vardır.

Bu ayette, temiz akıl sahipleri ile sözde akıllı geçinenlerin dünyayı farklı
değerlendirmelerine değinilmektedir. Ayrıca 20. ayette konu edilen ahiretin ebedi
nimetine karşılık dünyadaki nimetlerin değersizliği ortaya konmaktadır.
Gerçek akıl sahipleri, gözlemlemek suretiyle dünyadaki her olup bitenden
ibretler almakta, dünyanın geçiciliğini doğru değerlendirmektedirler. Çünkü her
baharın kışı, her kemalin bir zevali, her başlangıcın bir sonu vardır. Her genci yaşlılık
ve sonunda ölüm beklemektedir. Dolayısıyla, dünya denen şey insana Allah’ı
unutturacak ve ahiretini mahvettirecek kadar değerli değildir. Sözde akıllı geçinen
kimse ise ona bağlanıp kalmaktadır.

Ve sen onlara basit hayatın misalini ver: O [basit hayat], gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu
su sebebiyle yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış sonra da rüzgârın savurup durduğu bir çöp
kırıntısı oluvermiştir. Ve Allah her şeye muktedirdir. (Kehf/45)

22- Peki Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık
üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara
yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.

Allah’ın yeryüzündeki ayetlerini tetkik etmiş, gerekli gözlemini yapmış, ibret ve


öğüdünü almış, bunun sonucunda da göğsü İslam’a açılmış kimsenin sonu nasıl olur?
O, Allah’ın nuru üzerindedir. O artık aydınlık yolun, cennetin yolcusudur. Oysa

23
kalpleri katılaşmış olanlar, yani Allah’ın zikrine, mesajına, öğüdüne kalplerini
kapamış olanlar apaçık bir sapıklık içindedirler. Bunlar cennete giden aydınlık
yoldan sapmış ve karanlıklarda kaybolmuşlardır. Artık cennetin yolunu bulamazlar.
Kalplerin katılaşması, “kişilerin kendi hevalarına uymaları, elçiye kulak
vermemeleri, kalplerini ve kulaklarını kendi inançlarından başka bir inanca kapalı
tutmaları, yapılan uyarıdan etkilenmemeleri” demektir. Böyleleri kalpleri taşlaşmış
hatta taştan daha beter bir katılık kazanmış kimselerdir.
Kalplerin mühürlenmesi, katılaşması ile ilgili detay daha evvel Tin suresinin
tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s.560-571) sunulmuştur.
“Allah göğsünü İslâm'a açar” ifadesi, "Allah İslâm hakkındaki her tür kuşku,
tereddüt ve kararsızlığı zihninden gidererek onu İslâm gerçeği konusunda iyice ikna
eder, kalbini mutlu, huzurlu kılar" demektir. Göğsün açılması konusu ile ilgili detay
İnşirah suresinde (Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s. 249,250) verilmiştir.

23- Allah, sözün en güzelini müteşabih, ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.
Ondan, Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri
Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. O [Allah], onunla
dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri
yoktur.

18. ayette, temiz akıl sahibi müminlerin “sözün en güzeli”ne uydukları


açıklanmıştı. Bu ayette ise insanlara “sözün en güzeli” tanıtılmaktadır. Sözün en
güzeli, Allah’ın indirdiği Kitap’tır, yani Kur’an’dır.
Ayette Kur’an’ın özellikleri anlatılmış ve karşıtlık metodu ile insanların Kur’an
karşısındaki ikili tutumlarına işaret edilmiştir. Rablerine saygısı olanlar ondan
istifade ederken, Rableri hakkında yanlış inanç taşıyanlar ise bu tavırlarıyla ondan
yararlanamayacak şekilde doğru yoldan uzaklaşırlar. Bir önceki ayette “Öyleyse
Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!” denilirken, burada
“Ondan, Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri
Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. O [Allah], onunla
dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri
yoktur” buyrularak Zikir [Allah’ın vahyi] ile insanların etkileneceğine, kalplerin
yumuşayacağına ve Zikr’in [vahyin] yegâne kılavuz olduğuna, Allah’ın insanları
onunla kılavuzladığına dikkat çekilmiştir.

Ayetin son bölümündeki “O [Allah], onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de


Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur” ifadesiyle ilgili olarak
“Hidayetin de, Dalâletin de Allah’tan olduğu” konusu Tekvir suresinin tahlilinde
(Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:179182) detaylı olarak ele alındığından, konunun oradan
okunmasını öneriyoruz.
Kur'ân bu ayette de bir takım sıfatlar ile tanıtılmıştır. Bu vesileyle Kur’an’ın
niteliği ile ilgili bilgileri tekrar hatırlatıyoruz:

* Hadis Olması [sonradan meydana gelme, yaratılmış olma]:

Yahut onu kendi uydurup söyledi diyorlar. Hayır, onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü
onlar getirsinler, eğer doğruysalar. (Tur/34)

Peki, şimdi siz bu Söz’ü mü [Kur’an’ı mı] küçümsüyorsunuz? (Vakıa/81)

* Kitap olması:

24
Rabbimiz Kur’an’ı “kitap” diye nitelemiştir. “ ‫الكتاب‬el-Kitap”, “içinde yazı olan
şey” demektir. (Lisan’ül Arab; c.7 S.588, ktb mad.) Kitap sözcüğü, “toplanmak, bir
araya gelmek” manasına gelen “ ‫كتننب‬ketb” mastarından türemiştir. Bu durum,
Kur’an’ın bir takım harfler ile meydana getirilmiş bir eser olmasını ifade ettiği gibi,
bilgi, yasa, öğüt gibi insanlık yararına olan şeylerin toplandığı bir eser olmasını da
ifade etmektedir. Ancak bu ayetteki “Kitap” ifadesi ile Kur’an’ın tümü kastedilmiş
olamaz. Çünkü bu ayet indiğinde Kur’an’ın tamamı inmiş değildi.
Kur’an’ın tümü kitap olduğu gibi, bir ayetine, bir paragrafına ve bir pasajına da
kitap denir.

* “En Güzel Söz” Olması:

Kur’an’ın niçin sözlerin en güzeli olduğu 18. ayette açıklanmıştı.

* Müteşâbih:

Müteşabih ayetler birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar


içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan ayetler demektir. Bu ayetler mecaz,
kinaye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı; ancak yapılan benzetme ve
örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabileceği
ayetlerdir. Bu ayetler de tıpkı “muhkem ayetler” gibi açık, seçik, anlaşılır ayetlerdir.
Kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşabih ayetler kapalı, müşkil
ve anlaşılmaz ayetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer/23’te “Sözün en güzeli”
olarak nitelenen Kur'an, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz ayetler de içeriyor
olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz ayetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir
ki, Kur'an ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.
İşin doğrusu, müteşabih ayetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel
anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın, bu anlamların hepsinin de doğru
olduğu ayetlerdir.

* Mesani:

“Mesani” sözcüğünün ikilerli, katmerli” demek olduğunu açıklamıştık.


Kur’an’ın “mesani [ikilerlilik ve katmerlilik]” özelliğini kısaca şöyle açıklamak
mümkündür:
a- Karşıtlık Metodu: Kur’an incelendiğinde, konumuz olan Zümer/22, 23’te de
görüldüğü üzere, ayetlerde pozitif ve negatif olgular daima bir arada karşıtlık
metoduyla verilmektedir. Ebrar-Füccar, iyiler- kötüler, yer-gök, ins-cinn, hakk-batıl,
cennet-cehennem, uyarı-müjde gibi...
b- İletilen mesajın mutlaka ikinci bir vurgusunun varlığı: Buna namaz
vakitlerini bildiren ayetleri örnek verebiliriz. Hem Hud suresinde hem de İsra
suresinde farklı ifadeler ile aynı mesaj verilmiştir.
“Mesani” sözcüğü Hıcr suresinin tahlilinde “Seb’an mine’l-Mesanî” başlığı
altında (Tebyinü’l Kur’an; c: 5, s: 284–289) ayrıca ele alındığından, detayın oradan
okunmasını öneriyoruz.

* Derilerin Ürpermesi [Şiddetle Etkilenme]:

Kur’an’ın [Arapça orijinalinin] ulaşılmaz bir belağat örneği olduğu, inanan,

25
inanmayan herkes tarafından kabul edilmektedir. Kur’an aynı zamanda içerdiği
ilkeler, verdiği haber ve bilgiler ile de en uç noktadaki bir huccet [kanıt, belge]
durumundadır. Kıyamet ve ahiretle ilgili sahneleri ise anlatılması zor, çarpıcı bir
nitelik taşımaktadır. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ı tanıyan herkesin onun heybeti
karşısında derileri ürperir, tüyleri diken diken olur. Bu psikolojiye giren bir insanın
Allah’a saygı duyan biri haline gelmesi ise çok kolaydır. Zaten kâfirlerin Kur’an’ın
dinlenilmesini istememeleri ve dinleyenleri de engellemeye çalışmaları bu yüzdendir.

Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş
görürdün. Bu misalleri, tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21)

Gerçekte inananlar, Allah anıldığında, kalpleri ürperen ve âyetleri onlara okunduğunda, bunun,
inançlarını artırdığı ve sadece Rab’lerine güvenen kimselerdir. Onlar, salâtı ikame ederler ve
kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infakta bulunurlar. İşte bunlar, inananların ta kendisidir.
Onlara Rab’leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır.” (Enfal/2-4)

Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlar


üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar [davranmazlar]. (Furkan/73)

24 – Peki, kıyamet günü zalimlere: “Kazanmış olduğunuzun karşılığını tadın!”


denilmişken, yüzünü [kendini] azabın kötülüğünden koruyan kimse mi ... ?
25, 26 - Onlardan önceki kimseler, yalanladılar da kendilerine düşünemedikleri
yönden azap geliverdi. Sonra da Allah, onlara basit yaşamda rüsvalığı tattırdı.
Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilir olsalardı!

Bu ayet gurubunda, bahusus akıllı geçinip de ahireti, peygamberi yalanlayan


kişilerin dünya ve ahiretteki durumları sergilenmektedir. Onlar dünyada rüsvalık
azabı ile cezalandırılmışlardır. Ahiret cezaları ise daha ağır, daha korkunç olacaktır.
Ama onlar bunu bilmemektedirler.
“Yüzünü azabın kötülüğünden koruyan” ifadesiyle “cüz’iyyyet mecaz-ı mürseli”
yapılmıştır. Yani bedenin bir parçası anılıp bütünü kastedilmiştir. Bu durumda anlam
“kendini azabın kötüsünden koruyan” şeklinde olmaktadır. Yüz, rüsvalığı en iyi
yansıtan organdır. İçinde bulunulan ortam insanın yüzünden okunur. Yüzü güller
açmış olmak, suratı mahkeme duvarına benzemek gibi deyimler bunu ifade eder.
İnsanın yüz ifadesi, korku, ürperti, mutluluk ya da karamsarlık gibi ruh hallerini
açıkça ortaya koyar.
İçindeki “yüz” ifadesinden hareket ederek ayet hakkında “Böyle bir kimse
elleri, kolları bağlanmış olarak cehennem ateşine atılır. Vücudundan ateşe değecek
ilk bölüm onun yüzü olacaktır”, “Cehennem ateşinde yüzü üstü sürüklenecektir”,
“Kâfir elleri boynuna bağlanmış olarak, boynunda da kibritten oldukça büyük bir
dağ gibi muazzam bir kaya parçası olduğu halde cehennem ateşine atılacak. O ateş,
boynuna asılı bulunduğu halde o taş parçasını yakacak. Onun hararet ve alevi de
onun yüzünü örtecek. Elleri boynuna bağlı bulunduğundan ötürü de bu alevi ve ateşi
yüzünden uzaklaştıramayacak” şeklinde bir takım yorumlar yapılmış olsa da, bütün
bu yorumlar birer varsayımdan ibarettir.
Ayetteki “yüz” ifadesini Kamer ve Mülk surelerindeki ayetlerden hareketle
“yüzüstü sürünmek” şeklinde anlamak da mümkündür.
Bu iki ayette verilen mesaj şu ayetlerde gayet detaylıdır:

Ve Allah’ın mescitlerini, içlerinde Allah’ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için
uğraşan kişiden daha zalim kim olabilir! Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka
olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır.
(Bakara/114)

26
Şimdi yüz üstü kapanarak yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru yolda dümdüz yürüyen
mi? (Mülk/22)

O gün yüzleri üzere ateşte sürüklenirler: “Sekarın [cehennemin] dokunuşunu tadın!”


(Kamer/48)

24. ayette cümledeki haber [yüklem] hazfedilmiştir. Ayetin takdiri şöyle


yapılabilir: “Yüzünü [kendini] azabın kötülüğünden koruyan kimse mi daha üstündür
yoksa mutlu olan kimse mi?”
Bu ayetin bir benzeri de şudur:

Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O
halde ateşe atılacak olan kişimi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi?
İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. (Fussılet/40)

Daha evvel birçok yerde konu edildiği üzere, ayette sözü edilen “zalimler”
müşriklerdir. Ayette anlatılan sahne, mahşerde yaşanacak olayları göstermektedir.
Şirkleri nedeniyle o kimselere “Kazanmış olduğunuzun karşılığını tadın!”
denilecektir.
Benzer bir ayet de şudur:

O gün, onların [altın ve gümüşlerin] üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları,
yanları ve sırtları dağlanacak. (Onlara) “İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir.
Haydi, şimdi tadın şu biriktirdiğiniz şeyleri!” (Tevbe/35)

Bu kimseler, kıyamet gününde kendi yüzlerini kötü azaptan korumaya


çalışacaklar ama bunu beceremeyeceklerdir.

Şüphesiz onlardan öncekiler tuzak kurdular da Allah, onların binalarına temellerinden geldi.
Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve onlara azap akledemedikleri bir yönden geldi.
(Nahl/26)

Allah’ın dinine karşı direnen, Elçi ile mücadele eden, gönderdiği mesajları
yalanlamaya çalışan kimseler hem dünyada hem de ahirette cezalandırılacaktır.
Çünkü dünyadaki rüsvalık cezası, işledikleri suçun karşılığı olmaktan uzaktır.
Suçlarına denk bir ceza ancak ahirette verilecek ceza olacaktır.

27, 28 – Ve ant olsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye Pürüzsüz Arapça bir
kur'ân [okuma] olarak; takvalı davransınlar diye bu Kur'ân'da insanlar için her
türlüsünden örnek verdik.

Bu ayetlerde, Rabbimiz insanlar düşünüp öğüt alsınlar diye, rahatça anlayıp


uygulayacakları bir kitap, takvalı davranarak kendilerini kurtarmaları, korumaları
için de her türlü ikna edici örnekler verdiğini beyan etmektedir.
Kur’an’ın pürüzsüz bir Arapça ile indirilmiş olması hakkındaki vurgusu iyi
değerlendirilmelidir. Ayetteki vurgu Kur’an’ın salt Arapça indirilmiş olmasına değil,
kolayca anlaşılıp öğüt alınması için o toplumun dili olan Arapça ile indirilmiş
olmasınadır. Kur’an’ın ilk muhatabı olan toplumun anadilinin Arapça olması, onlara
iletilen ilahi mesajın da aynı dilde olmasının temel nedenidir. Bu, Allah’ın herhangi
bir topluma elçi gönderirken uyguladığı genel ilkesidir.
Kur’an'ın daveti bütün insanlık için genel bir davettir. Birçok ayetten Kur'an’ın
Arap, Acem, Türk, Kürt, Avrupalı, Amerikalı, Afrikalı insanları hakka davet ettiğini

27
öğrenmiş bulunuyoruz. Bu durumda, Kur’an’ın tüm dünya dillerine çevrilmesi, her
milletin Allah’ın mesajlarını kendi anadilleriyle algılamalarını sağlamak bakımından
zorunlu bir görev olarak ortaya çıkmaktadır.
Ayetteki "‫ غير ذى عوج‬Gayra zî Ivec" "her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak"
ifadesiyle Kur'ân'ın çelişki ve tenakuzdan uzak ve berî oluşu anlatılmak istenmiştir.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah’tan başkası


tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı. (Nisa/82)

Ve yeryüzünde hiçbir dâbbeh [kıpırdayan canlı] ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin
gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi tefrit yapmadık [noksan, yetersiz
bırakmadık]. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır. (En'am/38)

Allah, size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde
yeminlerinizin malik olduklarından [yasa ile size teslim edilen kişilerden] ortaklarınız bulunur da
onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz? İşte Biz, aklını
kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklarız. (Rûm/28)

Bu örnekleri insanlara veriyoruz. Ama bilginlerden başkası akletmez. (Ankebut/43)

29 - Allah, çekişip duran birtakım ortakları olan bir adam ile, yalnız bir kişiye
bağlı selamet içinde olan bir adamı örnek verdi. Bu ikisinin hali hiç eşit olur mu?
-Hamd Allah'ındır.- Aksine olarak onların çoğu bilmezler.

Bu ayette, tek bir Allah’a inanan mümin tek efendiye bağlı bir kimseye, birçok
tanrı edinmiş müşrik de birkaç efendiye bağlı bir kimseye benzetilerek şirkin insan
için zararlı bir durum olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü birbirine rakip birçok sahibi
olan ve her sahibin kendisine hizmet etmesini istediği bir kölenin o sahiplerden
hiçbirini memnun etmesi, kendisinin de onlardan hoşnut kalması mümkün değildir.
Böyle çok sahipli bir durumdayken o kölenin her bir efendiden ayrı ayrı ceza
çekeceği, hiçbir zaman huzur bulamayacağı açıktır. Oysa tek efendisi olan bir köle
bu şekilde ıstırap çekmeyeceği gibi, o tek efendisine de huzur içinde hizmet eder. Bu,
herkesin kabul edeceği çok bariz bir hakikattir.
Ayetteki “çekişip duran birtakım ortakları” ifadesiyle işaret edilmek istenen,
insanlara çelişkili emirler veren ve kendilerine kulluk etmeleri için onları kendi
yanlarına çekmeye çalışan, taş ve topraktan yapılmış tanrılar değildir. Aksine canlı,
sözde ilâhlardır. Bunların başında insanın kendi hevası, sonra da kayıtsız şartsız
teslimiyet gösterdiği, Allah’tan öne geçirdiği din adamları, liderler, kanun koyucular
ve sistemlerdir. Bunların hepsi insanı kendi yanlarına çekmek ve etkileri altına almak
için çırpınmakta ve çoğu zaman birbirlerine ters düşen isteklerde bulunmaktadırlar.
Ayetteki bu temsille bir tek ilaha kulluk etmenin birçok ilaha kulluk etmekten
daha iyi olduğu ve insanın ancak o zaman huzur bulacağı vurgulanmaktadır. Ayetteki
bu benzetme şirkin çirkinliğini, tevhidin güzelliğini göstermek açısından çok hoş bir
benzetmedir. Buradaki hoş benzetmeyi aşağıdaki şu ayetle daha da güzel anlamış
olacağız:

Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, Bizim kendisine güzel bir
rızk verip de ondan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi örnek vurdu: Bunlar eşit midirler?
-Bütün hamd Allah'a mahsustur.- Bilakis insanların çoğu bilmezler.
Allah iki adamı da örnek vurdu: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez; koruyucusuna
bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi, bu adamla, adaletle emreden ve doğru
yolda bulunan adam eşit olur mu? (Nahl/75, 76)

28
Benzer örneklerin verildiği başka ayetler de vardır:
Eğer o ikisinde [yer ile gökte] Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle kargaşa
içinde olurdu [düzenleri bozulurdu]. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları
şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)

Allah çocuk diye bir şey edinmemiştir; O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde
bazıları kesinlikle kendi yarattığı şeyle gider ve mutlaka bazıları üzerine üstün olurdu. Allah, onların
niteledikleri şeylerden münezzehtir. (Mü'minun/91)

30 - Şüphesiz sen ölüsün [öleceksin], şüphesiz onlar da ölülerdirler


[öleceklerdir].
31 - Sonra şüphesiz siz kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda tartışacaksınız.

Bu iki ayet ayrı bir necmdir. Esas konu ile ilgili değildir. Resulullah ve Mekkeli
karşıtlarının uyarıldığı bu ayetler, peygamberimiz ile müşrikler arasındaki gerilimin
boyutlarını ortaya koymaktadır.
Edindikleri servet ve makamların kendilerini dünyada ebedîleştireceğine inanan,
sahip oldukları para, pul ve kapılarındaki onlarca kuldan olmak istemeyen müşrikler,
“Muhammed’in ölümü yaklaştı ve hareketi de bitecektir” şeklinde sözler sarf
etmekteydiler.
Kur’an’da bu hususa bir başka yerde daha değinilmektedir.

Biz, senden önce de hiçbir beşer için sonsuzluk kılmadık. Pek, sen öldün de onlar sürekli
kalanlar mıdırlar? (Enbiya/34)

30. ayetin bir başka mesajı da şudur: “Muhammed (as) ölümlüdür, o da


ölecektir. Sakın sevgide ifrata giderek geçmiş kavimlerin peygamberlerini
ilâhlaştırdıkları gibi onu ilâhlaştırmaya kalkmayın. Ölümlüler ilâh olmazlar.”
31. ayet de ayrıca bir teselli ve bilgi mahiyetindedir: “Onlar, dünyada çıkarları
uğruna hakka gelmezlerse gelmesinler, sen sakın buna aldırma! Çünkü sen öleceksin,
onlar da ölecekler; sonra, Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna götürülecek ve orada
tartışacaksınız. Gerçek orada ortaya çıkacaktır.”

32 – Öyleyse Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine geldiği zaman


onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde bir sığınak
yok mu!
33 – Ve doğruyu getiren ve onu tasdik eden kişi; işte onlar, takva sahiplerinin ta
kendileridir.
34, 35 – Onlar için Rableri nezdinde diledikleri şeyler vardır. İşte bu, Allah’ın,
onların önceden yaptıklarının en kötüsünü örtmesi, işlemekte bulunduklarının en
güzeline, ecirlerini karşılık olarak vermesi için muhsinlerin [iyilik-güzellik
üretenlerin] karşılığıdır.

Bu ayet gurubunda yine karşıtlık metodu ile Allah’a karşı yalan söyleyen
kimseler ile hakka teslim olan takva sahibi kimselerin mukayesesi yapılmaktadır. Bu
mukayesede kâfirlere cehennem uygun düşerken, muttakiler, yaptıkları kusurlar
örtbas edilerek yaptıklarına karşılık en güzeliyle olmak üzere cennette diledikleri
şeylere nail olmaktadırlar.

29
32. ayetteki “Kâfirler için cehennemde bir sığınak yok mu!” sorusu Arapçada
kullanılan sanatsal bir ifade olup cevabı bilinen ve karşıdan beklenmeyen bir sorudur.
Cevabı “elbette en zalim, hain odur ve cehennem de onun sığınağıdır!” demektir.

ALLAH HAKKINDA YALAN UYDURMAK

Allah hakkında yalan uydurmanın en kötüsü, Allah’ın tekliğini, Rabbliğini,


başka bir varlık veya eşya ile paylaşacak bir inanca sahip olmak ve bunu başkalarına
bulaştırmaktır. Velilere, azizlere, ideolojilere, peygamberlere ve çeşitli canlı-cansız
varlıklara ulûhiyet payesi vermek de Allah’a eş koşmak olduğu için bütün bunlar da
Allah'a yalan uydurmak kabilinden davranışlardır.
Bu konu En’am suresinde (Tebyinü’l Kur’an; c: 5. s: 301- 475) tekrar tekrar
gündeme getirilmiştir.

Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu
haramdır” demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran
kimseler kurtulamazlar. (Nahl/116)

33. ayette konu yine muttakilere getirilmiş ve 34, 35. ayetlerde muttakilerin
nimetler içinde yüzecekleri müjdesi verilmiştir. Konumuz olan ayetin bir benzeri de
Ahkaf suresindedir.

İşte bu, kendilerinden, yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve kötülüklerden


koruyacağımız bu kimseler, vaat olunup durdukları doğru bir vaat olarak, cennet ashabı içindedirler.
(Ahkaf/16)

36 - Allah, kuluna kâfi değil midir? Onlar ise seni, O'nun astlarından kimseler
ile korkutuyorlar. Ve Allah kimi şaşırtırsa, artık ona kılavuz olan biri yoktur.
37 - Kime de Allah kılavuz olursa artık onu da şaşırtan biri yoktur. Allah, Azîz
[çok güçlü], İntikam Sahibi [suçluyu yakalayıp, cezalandırarak adalet sağlayan]
değil midir?

Bu ayetlerde, başta Resulullah olmak üzere tüm inananlara destek sözü


verilmektedir: Müşrikler Ebuleheb örneğinde olduğu gibi, akılları sıra, malları ve
çevreleri ile; ya da “Sen bizim tanrılarımızı inkar ediyorsun ama onlar büyük güç
sahibi oldukları için seni mahvedecekler” şeklindeki sözleriyle peygamberimizi
korkutmaya, sindirmeye çalışıyorlardı.

Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim: “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle
mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey
hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği halde, siz O’na ortak koşmaktan
korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız,
bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven
kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/80, 82)

Yoksa onlar “Biz birbirine yardım eden/intikam alabilen bir topluluğuz” mu diyorlar?
(Kamer/44)

38 – Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş


olsan kesinlikle “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın
astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar

30
O’nun zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar
O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar? De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edenler,
yalnızca O’na tevekkül ederler.”
39, 40 - De ki: “Ey kavmim! Siz bulunduğunuz yer üzere çalışın. Şüphesiz ben
de çalışıcıyım. Artık kendisini rüsva edecek azabın kime geleceğini ve kalıcı bir
azabın kimin üzerine yerleşeceğini yakında bileceksiniz.”

Bu ayetlerde ana eksen yine “temiz akıl sahibi” olma meselesidir. Temiz akıl
sahibi olmak, aklı iyi kullanmak, akılsız davranışlardan uzak durmaktır. Oysa Allah’a
ortak koşanlar akıllarını kullanma konusunda son derece isteksiz davranmaktadırlar.
Rabbimiz bu konudaki mesajını doğrudan söylemek yerine elçisini konuşturarak
vermektedir: Mademki Allah’ı biliyor, göklerin ve yerin Allah tarafından
yaratıldığını kabul ediyorsunuz, öyleyse niçin bir takım yaratıklara yalvarıp
yakarıyorsunuz? Onlar size ne yarar sağlayabilirler? Allah size bir musibet irade etse
engel olabilirler mi? Yahut Allah bir rahmet dilese tutabilirler mi?
Anlaşıldığına göre, sorun Mekkeli müşriklerin Allah’ı bilip bilmemeleri değil,
Rabblik konusunda gösterdikleri cehalettir. Müşrikler, Allah’ı tanımakla birlikte
Allah’ın yeri göğü yarattıktan sonra gökte köşesine çekilip hiçbir şeye karışmadığını,
yeryüzünde olan bitenlerin bir takım ilâhlar marifetiyle gerçekleştiğini kabul
ediyorlardı.
Bilinçli ya da bilinçsiz, bugün de bir takım insanlar Allah'a inandıkları halde
O’na eş koşmakta, sahte tanrılar edinmektedirler. İhtiyaçları için Allah’a dua ve
niyazda bulunsalar bile, hatırlarının işe yarayacağı düşüncesiyle peygamberlerden,
aziz ve azize kabul ettikleri insanların ruhundan, mezarlarından medet ummak gibi
bir yanlışa düşmektedirler.
Rabbimiz tevhid konusunda insanları eğitmekte ve şirke karşı
bilinçlendirmektedir. Kulların tevhid konusunda eğitilmesi geçmiş toplumlarda da
olmuştu. Söz konusu eğitime Hud suresinin şu pasajı örnek verilebilir:

Onlar dediler ki: “Ey Hud! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz senin sözünle ilâhlarımızı
terk edecek değiliz. Biz sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’
diyebiliriz.” O [Hud] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben, Allah’ın
astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra
beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a
tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh [hareket eden canlı]
yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz,
ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi
halife yapar. Ve siz O’na hiçbir şeyce zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup
gözetendir.” (Hûd/54-56)

38. ayet “Allah bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler”
ifadesiyle tevekküle dikkat çekilerek bitirilmiştir. Tevekkül” kısaca “kişinin,
âcizliğini ortaya koyarak ‘Vekil’ olan Allah’ı kendisine vekil tutması, yani inanç
olarak varlığını ve varlığının devamını rızk, terbiye ve koruma bakımından Allah’a
bırakması, her türlü sonucun kendisi için en iyisi olacağını kabullenmesi ve sonuca
razı olması” demektir. Tevekkül konusu Furkan suresinin sonundaki “Vekalet-Vekil-
Tevekkül” başlıklı yazımızda (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3. s: 393-397) ele alındığından,
detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

41 – Şüphesiz Biz bu kitabı sana, insanlar için hak ile indirdik. O halde kim
doğru yolu bulduysa artık kendi lehinedir. Kim de saptıysa artık o, sırf kendi
aleyhine olarak sapar. Ve sen onların üzerine vekil değilsin.

31
Bu ayette akıllı insanın elinde bulunacak kılavuza işaret edilerek “Elde hak,
gerçek kitap var. Doğru yolu bulmak o hak kitaba sarılmakla, sapıtmak ise o hak
kitaptan uzaklaşmakla olacaktır” mesajı verilmektedir. Aynı mesaj Sebe’ suresinde
şöyle verilmişti.

De ki: “Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve eğer hidayeti
bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Şüphesiz O, Semi’’dir, Karîb’dir.”
(Sebe’/50)

Ayetin son cümlesi olan “Ve sen onların üzerine vekil değilsin” ifadesiyle,
peygamberimize “Öyleyse herkes tercih hakkını kullanır; sen zorla bir yöneten
değilsin; olmamalısın da...” mesajı verilmiş ve Resulullah teselli edilmiştir. Çünkü
onların inatlarında, yola gelmeyişlerinde kendi kusuru olabileceği ihtimali ile yanıp
tutuşuyordu. Bu hususa Şuara/3’te, Kehf/8’de ve Fatır/8’de de yer verilmiştir.
41. ayetin mesajı Kur’an’da birçok kez tekrarlanmıştır:

De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden, elbette, size hakk gelmiştir. Artık doğru yola giren, ancak
kendisi için girmiştir ve gerçekten, sapan da, kendi zararına sapmıştır. Ve ben, sizin üzerinize vekil
[sizi ayakta tutan; sizden sorumlu biri] değilim.” (Yunus/108)

12 - Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye
sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca
bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir. (Hûd/12)

Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de
sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. (Ra'd/40)

42- Allah, o nefisleri, ölmeleri sırasında vefat ettirir. Ölmeyenleri de


uyuduklarında; artık haklarında ölüm gerçekleştirdiklerini alıkoyar, diğerlerini de
adı konmuş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için nice
ayetler vardır.

Bu ayette, tüm insanların kontrolünün Allah’ın kudretinde olduğu mesajı


verilmektedir. Yani Yüce Allah eceli gelenleri elde bırakırken, henüz eceli
gelmemişleri belirlenmiş süreye kadar salıvermektedir. Bu böyle devam edip
gitmektedir.
Rabbimiz önce “vefat” olgusuna dikkat çekmiştir. Sonra sağ olanları da ölümün
bir benzeri olan uyku ile uyarmıştır. Uyku sırasında his, şuur, idrak gibi melekeler
devre dışı bırakılmakta, insan bir bakıma ölü hale gelmektedir. Öyle ki, ecelleri
gelenler ölüme benzeyen bu halden gerçek ölüme geçirilmekte, ecelleri henüz
gelmemiş olanlar ise ömürlerini yaşamak için hayata döndürülmektedir.

Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin
[vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O,
yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize
koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla
yapmadan, onu vefat ettirirler. (En’am/60, 61)

“Vefat”, ölüm demek değil, “ölüm anında hayat boyu yaşananların Allah
tarafından hatıra getirilmesi” demektir. Bu konu En’am suresinin sonunda “Vefat”

32
başlığı altında (Tebyinü’l Kur’an; c: 5, s: 476-479) ayrıca tahlil edilmiş olduğundan,
detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

43 - Yoksa onlar, Allah'ın astlarından bir takım şefaatçiler mi edindiler? De ki:


“Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi [böyle
yapacaksınız]?”
44 - De ki: “Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca
O'nundur. Sonra yalnızca O'na döndürülürsünüz.”

Bu ayetlerde de yine akletmeyenler kınanmakta ve bu kimselerin aciz, hiçbir


şeye güç yetiremeyen kişi ve nesnelerden şefaat [yardım, destek, kayırma]
beklemelerinin mantıksızlığı vurgulanmaktadır. Şefaatçi olabilecek bir varlığın her
şeye güç yetirebilir, her şeye akıl erdirebilir bir varlık olması gerekir. Şefaati
umulanlar ise ister peygamber, aziz veya azize, isterse daha başka varlıklar olsunlar,
hepsi de aciz varlıklardır. Bu varlıkların güçleri her şeye yetmediği gibi, akılları da
her şeye ermemektedir. Hâlbuki şefaatçinin sonsuz bir güce ve her problemi çözecek
bir kabiliyete sahip olması gerekir. Ayette, akıllı bir insanın bütün bunları düşünmesi
gerektiği vurgulanarak insanlar akletmeye davet edilmektedir.

45 – Ve Allah, “bir tek” olarak anıldığı zaman ahirete inanmayan kişilerin


yürekleri burkulur da, O’nun astlarından olan kimseler anıldığı zaman derhal
yüzleri gülüverir.

Bu ayette, bir takım düzme tanrı ve tanrıçaların şefaatine nail olacaklarına


inanan müşriklerin kompozisyonu çizilmiştir. Bunlara “bir tek Allah yeter”, yani
“herhangi bir şeyhe, üstada, abiye, şefaatçiye, aracıya gerek yoktur” denilince canları
sıkılır, yürekleri burkulur. Oysa Allah ile beraber “falan hazret, filan hazret” gibi bir
takım aracılar da zikredilince yüzlerinde güller açılır.
Ne yazık ki, kendi algılarını dinin tek doğru ölçüsü olarak kabul eden bazı
fanatik grup, cemaat ve tarikatların mensupları da aynen bu durumdadır. “Yalnız
Kur’an yeter” derseniz size kinlenirler, bir takım hazretleri de dine ortak ederseniz
sizi kardeş diye bağırlarına basarlar.
Müşriklerin bu tutumları Kur’an’da birkaç kez dile getirilmiştir.

Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir
ağırlık kıldık. Ve sen Kur’an’da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar
vaziyette’ gerisin geriye giderler. (İsra/46)

İşte bu, şu sebeptendir: Siz, “bir ve tek” olarak Allah'a davet edildiğiniz zaman inkâr ettiniz.
O'na ortak koşulunca da inandınız. Artık hüküm, o çok yüce ve çok büyük Allah'ındır. (Mü’min/12)

46 - De ki: “Ey göklerin ve yerin yoktan yaratıcısı/parçalayıcısı, gaybı


[varlıkların kavrayış alanı dışındakileri] ve şahadeti [varlıkların akıl ve duyularla
gözlenenlerini] bilen Allah'ım! Kulların arasında, o ihtilâf edip durdukları şeyler
hakkında Sen hüküm vereceksin.”

Bu ayette, inkârcıların mevcut tutumlarını sürdürecekleri, bu nedenle de elçinin


işi Allah’a havale etmesi gerektiği bildirilmektedir. Müşrikler ile müminler
birbirlerinden ayrılacaklar, inanç ve davranışlarda kimin doğru ve haklı olduğu Allah
tarafından açıklanacak ve herkes yaptığının karşılığını alacaktır.

33
Ve Yahudiler:, "Hıristiyanlar bir şey üzerinde değiller” dediler. Hıristiyanlar da “Yahudiler bir
şey üzerinde değiller” dediler. Oysa onlar, Kitap’ı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü
gibisini dediler. Artık içinde ihtilâf edip durdukları şeylerde, kıyamet günü aralarında Allah hüküm
verecektir. (Bakara/113)

Ve sen sana vahyolunan şeye uy! Ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. Ve O [Allah],
hüküm verenlerin en hayırlısıdır. (Yunus/109)

Ancak Sebt, kendisinde ihtilaf eden kimseler üzerine kılındı. Ve şüphesiz senin Rabbin onların
içinde ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında kıyamet günü, aralarında kesinlikle hüküm verecektir.
(Nahl/124)

O gün hükümranlık Allah’ındır. Aralarında O hüküm verir. Artık iman edip salihatı işleyenler
nimet cennetlerindedirler. (Hacc/56)

İşte bu, şu sebeptendir: Siz, tek olarak Allah'a davet edildiğiniz zaman inkâr ettiniz. O'na ortak
koşulunca da inandınız. Artık hüküm, o çok yüce ve çok büyük Allah'ındır. (Mü’min/12)

Ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu,
benim Rabbim Allah’tır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na yöneliyorum. (Şûra/10)

Ve Biz, sana Kitap’ı [Kur'ân’ı] sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler onlar için açığa koyasın
diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik. (Nahl/64)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki dinî konudaki ihtilâflarda Allah'ın kitabına giderek


çözüm aranmalıdır.

47 – Ve eğer bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı da o


zulmeden kişilerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu
mutlaka kurtulmalık verirlerdi. Ve onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah
tarafından onlar için meydana çıkar.
48 – Ve kazandıklarının kötülükleri onlar için meydana çıkmış ve kendisiyle
alay edip durdukları şeyler, kendilerini çepeçevre sarmıştır.

Bu ayetlerde, ahirete inanmamış kişilerin ahiretteki konumları açıklanarak bu


kişiler şimdiden uyarılmaktadır:

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları halde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu
altın - onu fidye verseler bile - asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için
olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Al-i İmran/91)

Rablerine uyanlar için daha güzeli vardır. O'na uymayanlar ise, yeryüzünde bulunan ne varsa
hepsi ve onunla birlikte bir misli daha kendilerinin olsa, onu kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. İşte
onlar, hesabın kötüsü kendileri için olanlardır. Varacakları yer de cehennemdir. Orası da ne fena
yataktır. (Rad/18)

Konumuz olan ayetler müşrik olarak ölmemenin ne kadar önemli olduğunu


göstermektedir. İnsanın geçmişinde bilgisizlik veya ilgisizlik nedeniyle şirk ve inkâr
dönemleri olabilir. Ancak bu durumdan vazgeçip de tevhide yönelen ve Müslüman
olarak ölenler için herhangi bir sorun söz konusu değildir. Önemli olan müşrik olarak
ölmemektir.

49 – İşte, insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine


tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da: “O, bana bir bilgi üzerine verildi”
der. Aslında o [verilen nimetler], bir fitnedir. Velâkin onların çoğu bilmezler.

34
50 – Gerçekten onu [“o, bana bir bilgi üzerine verildi” sözünü], bunlardan
önceki kimseler de söyledi de o kazandıkları şeyler kendilerine fayda vermedi.
51 - Sonunda kazandıkları şeylerin kötülükleri kendilerine isabet etti. Şunlardan o
zulmetmiş olan kimseler; onların da kazandıkları şeylerin kötülükleri kendilerine
isabet edecektir. Ve onlar aciz bırakanlar değildir.
52 – Hâlâ, şüphesiz Allah’ın, rızkı dilediğine yaydığını ve ölçülendirdiğini
bilmediler mi? Şüphesiz bunda iman edecek bir kavim için kesinlikle nice ayetler
vardır.

Bu ayet gurubu, insan psikolojisindeki bir zaafa atıf yaparak başlamaktadır.


Daha önce de tahlil ettiğimiz gibi, insan bir nimete eriştiğinde memnun olmakta,
sıkıntıyla karşılaştığında ise çabucak Rabbine küsmektedir. Oysa her iki durum da
Allah’ın insanı sınaması olarak kabul edilmelidir. Pasajda, bu sınamanın sonucu
olarak dünya ve ahirette insanın başına gelecek durumlar hatırlatılmakta ve insanlar
uyarılmaktadır. Ayetlerde Karun’a ve Sebe halkına da gönderme yapılmıştır. Sebe
halkı ve Karun gibi akılsızlar kendilerine verilen nimetleri Allah katında saygın
kimseler olduklarının bir belirtisi olarak yorumlamakta, dolayısıyla da onları kendi
bilgi ve becerileri ile elde ettiklerine inanmaktadırlar. Hâlbuki bütün bunlar Allah’ın
fitnesinden, denemesinden, imtihan etmesinden başka bir şey değildir. Dünyada
verilen nimetler ikram olsun diye değil, imtihan için verilmektedir. Az kazançlı
olmak seviyesizlik, çok kazançlı olmak da seviyeli, makbul biri olmak değildir.

KARUN VE SEBE’ HALKI:

Zenginliğin sembolü olarak bilinen Karun adlı şahsiyet hakkında Kur’an’da şu


bilgiler verilmektedir:

Şüphesiz Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle
hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman
kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah’ın sana verdiğinde
ahiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda
bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.”
O [Karun]; “O [servet], bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.” dedi. Bilmez miydi ki
Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok topluluğu [taraftarı, birikimi]
olan kimseleri kesinlikle helâk etmişti. Ve günahkârlar günahlarından sorulmaz [Allah onların hepsini
bilir].
Derken o [Karun], ziynet [ihtişam] içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyen
kimseler; “Keşke Karun’a verilen gibi bizim de olsaydı! Şüphesiz ki o [Karun], çok büyük bir nasip
sahibidir” dediler.
Ve kendilerine ilim verilmiş olan kimseler ise; “Yazıklar olsun size! İman eden ve salihi
işleyen kimseler için Allah’ın mükâfatı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir”
dediler.
Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik. Artık Allah’ın astlarından kendisine yardım edecek
bir taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.
Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı
genişletiyor ve daraltıyor. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi.
Ve demek ki inkârcılar felâh bulmuyorlar” diyerek sabahladılar. (Kasas/76-82)

Zengin ve müreffeh toplumlara örnek olarak gösterilen Sebe halkı hakkında ise
Kur’an’da şu bilgiler verilmektedir:

35
Ant olsun ki Sebe' kavmi için iskan ettikleri yerde bir ayet vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –
“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok
bağışlayıcı bir Rab!”-
Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim [barajların] selini
salıverdik ve o onlara iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki
bahçeye çevirdik.
Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok
nankör olanları cezalandırırız.
Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana
getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: -Buralarda gecelerce ve gündüzlerce
[sürekli] emniyet içinde gidin gelin!-
Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler.
Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm
çok şükreden sabırlı için elbette ayetler vardır.
Ve ant olsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını tasdik etti de müminlerden ibaret bir kesimden
başkası ona [iblise] uydular.
Hâlbuki onun [İblis] için onlar üzerinde hiçbir sultan [kudret] yoktu. Fakat Biz ahirete imanı
olanı, ondan şek içinde bulunandan [yeterli bilgisi olmayandan] ayırt edecektik. Ve senin Rabbin her
şeyi iyice koruyandır. (Sebe/15-21)

Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın varlık ve güç sahibi
şımarık önde gelenleri: “Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri [mesajları] inkar edicileriz”
dediler.
Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğrayacaklardan değiliz.”
De ki: “Şüphesiz benim Rabbim dilediği kimseye rızkını genişletir ve ölçülendirir. Fakat
insanların çoğu bilmezler."
Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman
eder ve salihatı işlerse, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar
yüksek köşklerinde güven içindedirler.
Ve şu, ayetlerimiz hakkında aciz bırakmak için yarışanlar; azap içinde hazır edilenlerdir.
De ki: “Şüphesiz benim Rabbim kullarından dilediği kimse için rızkını hem genişletir ve onun
için ölçülendirir. Ve siz her ne şeyden infak ederseniz hemen O, arkasını getirir. Ve O, rızık
verenlerin en hayırlısıdır.”
Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size
tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere
tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı.” dediler.
Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış]
kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” deriz. (Sebe/34-42)

51. ayetteki “Sonunda kazandıkları şeylerin kötülükleri kendilerine isabet etti.


Şunlardan o zulmetmiş olan kimseler; onların da kazandıkları şeylerin kendilerine
isabet edecektir. Ve onlar aciz bırakanlar değildir” ifadesinden müşriklerin azaptan
kurtulmalarının söz konusu olamayacağı anlaşılmaktadır.

Şüphesiz sizin vaad olunduğunuz şeyler kesinlikle gelecektir. Ve siz, aciz bırakanlar [bunu
engelleyecek birileri] değilsiniz. (En’am/134)

Ve "O [azap] gerçek mi?" diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime ant olsun
ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz aciz bırakanlar değilsiniz.” (Yunus/53)

53 - De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kölelerim/kullar! Allah’ın


rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O,
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
54 – Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra
yardım edilmezsiniz.

36
55- 58 – Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım
ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden
yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her halde ben muttakilerden olurdum”
demesinden veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o
iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size indirilenin
en güzelini izleyin.”

53. ayette, Resulullah’ın o günkü köleleri muhatap alınarak akıllı, inançlı


olmalarına rağmen günah işlemiş kimselere hemen tövbe etmeleri çağrısı
yapılmaktadır. Bu ayetin teknik yapısı ile ilgili kanaatlerimizi yine bu surenin 10.
ayetinin tahlilinde detaylı olarak dile getirmiştik.
Bizim ölçü aldığımız Mushaf'ta 53. ve 54. ayetlerin Medeni olduğu
zikredilmektedir. 53. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak müfessirler şu rivayetleri
zikretmektedirler:

Âlimler ayetin nüzul sebebi hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. "Bu, Mekkeliler
hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, "Muhammed, putlara tapanların ve adam öldürenlerin
bağışlanmayacağını iddia ediyor. Biz ise putlara taptık ve adam öldürdük. Dolayısıyla daha nasıl
müslüman olabiliriz?" demişlerdir [ayet bunun üzerine nazil olmuştur]. Böyle denildiği gibi, ayetin
müslüman olmayı arzu edip de tövbesinin kabul olmayacağından korktuğu için Hz. Hamza (r.a)'nın
katili Vahşî (r.a) hakkında nazil olduğu ve ayet nazil olunca müslüman olduğu da söylenmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Bu ayet ona mı mahsustur, yoksa bütün müslümanlar için genel midir?" diye
sorulduğunda O, "Hayır, bütün müslümanlar için geneldir" buyurmuştur.
Yine bu ayetin, câhiliyye döneminde büyük günahlar işleyip İslâmiyet gelince Allah Teâlâ'nın
tövbelerini kabul etmeyeceği korkusu ile tir tir titreyen bazı müslümanlar hakkında nazil olduğu da
söylenmiştir. Yine bu ayetin, İyâş b. Ebî Rebî'a ile Velîd b. Velîd ve bir grup müslüman hakkında
nazil olduğu da söylenmiştir: Bunlar müslüman oldular, sonra fitneye düştüler [irtidâd ettiler].
Müslümanlar onlar hakkında "Artık Allah onların tövbelerini kabul etmez" demeye başladılar. İşte,
bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz. Ömer (r.a) bu ayetleri yazıp onlara gönderdi. Böylece onlar
da müslüman olup hicret ettiler. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Yine İbn Abbas ve Ata şöyle demiştir: Âyet-i kerime Hamza (r.a)'ın katili Vahşi hakkında
inmiştir. Çünkü Allah'ın onun müslüman olmasını kabul etmeyeceğini zannetmişti. İbn Cüreyc'in
Ata'dan, onun İbn Abbas'tan rivayetine göre ise İbn Abbas şöyle demiştir: Vahşi, Peygamber (sav)'a
gelerek: Ey Muhammed, ben sana himaye isteyerek geldim. Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar beni
himayene al, dedi. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Ben seni himayesiz olarak görmek isterdim. Fakat
madem benden himaye isteyerek geldin, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar seni himayeme
alıyorum" dedi. Vahşi dedi ki: Ben Allah'a ortak koştum, Allah'ın haram kıldığı canı öldürdüm, zina
ettim. Allah benim tövbemi kabul eder mi? Rasûlullah (sav) "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir
ilâha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de
öldürmezler, zina da etmezler (Furkan/25/68)" ayet-i kerimesi sonuna kadar nazil oluncaya kadar
sustu. Sonra bu ayeti Vahşi'ye okudu. Vahşi ben burada bir şart koşulduğunu görüyorum, belki ben
salih bir amel işlemeyeceğim, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar ben senin himayende kalmaya
devam ediyorum. Bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını
mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar (Nisa/48 ve 116)” ayetleri indi. Onu çağırttırdı
ve ona bu ayeti okudu. Bu sefer şöyle dedi: Belki ben mağfiret etmeyi dilemeyeceği kimselerdenim.
Onun için Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar senin himayende kalıyorum, dedi. Bu sefer: "Ey
nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!" ayeti nazil oldu. Bunun
üzerine: Evet şimdi oldu, ayrıca herhangi bir şart koşulduğunu görmüyorum, dedi, sonra da müslüman
oldu. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Bu açıklamaya göre pasajın Medenî olması gerekmektedir. Bize göre bu pasajın


Mekkeliler hakkında indiği görüşü tercih edilmelidir.
Sebeb-i nüzulün özel oluşuna değil, ayetin anlamının genel oluşuna
bakılmalıdır. Rabbimizin mağfiretinin genişliği herkese yöneliktir. Aklını başına alıp
Allah’a yönelenlerin şirki de, küfrü de, fıskufücuru da bağışlanacaktır. O nedenle

37
azap gelmeden önce “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık
bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu
gösterseydi, her halde ben muttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü
zaman “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden
olsaydım” demesinden önce herkes Allah’a yönelmelidir.

BAĞIŞLANMA

Rabbimiz dünyada tevbe ile beraber bütün günahları bağışlamaktadır. Günahları


ne kadar büyük ve çok olursa olsun, hiç bir kul Allah'ın rahmetinden ümidini asla
kesmemelidir.

Onlar, Allah’ın, kullarından tevbeyi kabul ettiğini, sadakaları aldığını ve Allah’ın, tevbeleri çok
kabul edenin ve çok merhamet edenin ta kendisi olduğunu bilmediler mi? (Tevbe/104)

Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok
bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. (Nisa/110)

Şüphesiz ki münafıklar, Ateş’ten en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici
bulamazsın.
Ancak dönenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler
müstesna. İşte bunlar, müminlerle beraberdirler. Ve Allah, müminlere büyük bir ecir verecektir.
(Nisa/145, 146)

“Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka
ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren
bir azap dokunacaktır.
Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir. (Mâide/73, 74)

Şüphesiz ki, inanan erkek ve kadınları ateşlere salıp [işkence edip] sonra da tövbe etmeyenler
için cehennem azabı vardır; yangın azabı da onlar içindir. (Buruc/10)

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah’a şirk koşanlar bile dünyada tevbe


etmeleri halinde bağışlanmaktadırlar.

59 – Bilakis, sana Benim ayetlerim geldi de sen onları hemen yalanladın,


büyüklük tasladın ve kâfirlerden oldun.

Bu ayet, 56-58. ayetlerde konu edilen “nefse [kişiye]” hitap etmektedir. Ayetin
sözleri, bu nefsin keşkilerine cevap teşkil etmektedir ve zımnen ona “Sen şimdi
‘Allah bana doğru yolu gösterseydi, her halde ben muttakilerden olurdum’, ‘Bana bir
geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım’ demektesin ama
sana Benim ayetlerim geldi de sen onları hemen yalanladın, büyüklük tasladın ve
kâfirlerden oldun. Tercihinin sonucuna katlanmalısın” denilmektedir.
Bu ayet aynı zamanda surenin 7. ayetinin de açılımı mahiyetindedir.

60 – Ve o kıyamet günü, Allah'a karşı yalan söyleyen kişileri yüzleri kararmış


olarak göreceksin. Kibirlenenler için cehennemde yer yok mu?
61 – Ve takvalı davranan kişileri de Allah başarıları sebebiyle/ korunaklarında
kurtarır. Onlara fenalık dokunmaz ve onlar üzülmezler de.

Bu ayetlerde yine inkârcıların ve müminlerin ahiretteki durumları hatırlatılarak

38
insanlara uyarı yapılmıştır.

YÜZLERİN KARARMASI

Ayetteki “Allah'a karşı yalan söyleyen kişileri yüzleri kararmış olarak


göreceksin” ifadesinde yer alan “yüzlerin kararması” sözü bir deyimdir. Türkçede de
sıkıntılı, mutsuz kişilere “kararıp durma, biraz gül” denir. Müminler mutludurlar,
yüzleri güleçtir, kararmaz.

O en büyük korku onları üzmez ve kendilerini melekler: “İşte bu, size söz verilmiş olan
gününüzdür” diye karşılarlar. (Enbiya/103)

O gün kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler de kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir:
“Siz inandıktan sonra yeniden kâfir mi oldunuz? Öyleyse, kâfirliğinizden dolayı tadın cezayı! Ve
yüzleri ağaranlar ise, Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada temelli kalacaklardır.” (Âl-i
İmrân/106, 107)

Kötülük kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir misli iledir. Ve onları bir zillet kaplar.
Onlar için Allah'tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya
bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashabıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır. (Yunus/27)

62- Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir [her şeyin yöneticisidir].
63 - Bütün göklerin ve yerin anahtarları yalnızca O’nundur. Allah'ın âyetlerini
inkâr eden kimseler; işte onlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.

Yukarıdaki hatırlatmalardan sonra Rabbimiz bu ayetlerde kendisini, azametini


tanıtarak aklını kullanmayanlara bir ihtar daha yapmıştır. Aynı ihtarı En’am
suresinde de görmüştük:

İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk
edin. O, her şey üzerine vekildir [yönetendir]. (En’am/102)

64 - De ki: “Buna rağmen siz, bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi


emrediyorsunuz, ey cahiller!”

Bu ayette peygamberimiz müşriklere “Ey cahiller!” diye hitap ettirilerek “Allah


her şeyin yaratıcısı iken bu eften püften şeylere mi kulluk edeyim?” dedirtilmiştir.
Her şeye gücü yeten, yeri göğü yaratan Allah ile hiçbir şeye güç yetiremeyen, hiçbir
şeyi yaratamayan, üstelik de kendileri yaratılmış olan sözde ilâhlar arasındaki farkı
fark edemeyenlere başka ne denir! Hangi akıllı ve bilgili kimse böyle bir ahmaklık
yapar?
“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarına göre müşrikler bir gün gelip Resulullah’tan şirk
koşmasını istemişler. Böyle bir teklifi cahillerden başka kimsenin yapmayacağı
açıktır. Müşriklerin bu teklifi, asayişi korumakla görevli memurlara “gel beraber
asayişi bozalım” denilmesine benzer. Görevi insanları şirkten uzaklaştırmak olan bir
peygambere şirk koşmayı teklif etmek, gerçekten de cahillikten, beyinsizlikten başka
bir şey değildir:

İbn Ebu Hatim ve başkaları İbn Abbas’tan şöyle bir olay naklederler: Bilgisizlikleri nedeniyle
müşrikler Allah Rasûlünü (s.a.v) kendi ilâhlarına ibadete çağırdılar. Şayet o böyle yaparsa, onlar da
Allah Rasûlü ile birlikte onun ilâhına ibadet edeceklerdi. İşte bunun üzerine: “De ki: Bana, Allah'tan
başkasına ibadet etmemi mi emredersiniz ey cahiller? Andolsun; sana da, senden öncekilere de
vahyolunmuştur” ayeti nazil olmuştur. (İbn Kesir)

39
65, 66 – Ve ant olsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Ant olsun ki,
eğer şirk koşarsan amelin kesinlikle boşa gidecek ve mutlaka kaybedenlerden
olacaksın. Onun için, tam aksine yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”

Bu ayetlerde elçilerin niçin gönderildiği ve neyi öğretmek istedikleri


açıklanmıştır. Elçilerin görevlendirildikleri davadan vazgeçmeleri söz konusu
değildir. Ayetten anlaşılan odur ki, bütün elçiler tevhid inancını yerleştirmek için
gönderilmiştir. Şirk koşanların iyi amelleri bir işe yaramayacaktır. Bu sebeple,
Allah’a şirk koşmadan inanılmalı, O’na kulluk edilerek verdiği nimetlerin karşılığı
ödenmelidir. Şirk, amellerin ahirette Allah tarafından değerlendirilmesini
engellemektedir. Müşrik ne kadar faydalı iş üretirse üretsin, boşa gidecektir. Kişiyi
topyekûn iflas ettirecektir.
Bu ayetler birinci derecede Peygamber'i muhatap almakla beraber, üzerinde
durduğu ilkeler itibariyle tüm insanlığı ilgilendirmektedir.

İşte bu, Allah'ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar
ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti. (En'âm/88)

Yoksa onlar, O'nun astlarından bir takım ilâhlar mı edindiler? De ki: “Kesin delilinizi getirin.
İşte şu, benimle beraber olanların öğüdüdür ve benden öncekilerin öğüdüdür.” Bilakis, onların çoğu
gerçeği bilmezler de onlar onlar, yüz çevirenlerdirler. (Enbiya/24)

Sana haram aydan ve onda [o haram ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: Onda savaşmak,
büyüktür ve Allah yolundan alıkoymaktır, O’nu ve Mescid-i Haram’ı inkar etmektir. Ve onun [Mesci-
i Haram’ın] halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten daha
büyüktür. Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir
zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların
bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashabıdır. Onlar orada sürekli
kalanlardır. (Bakara/217)

De ki: “Şüphesiz ki ben; sizin, Allah’ın astlarından yalvardıklarınıza ibadet etmekten


yasaklandım”. De ki: “ Ben sizin hevalarınıza uymam. O zaman [eğer uyarsam] sapıtmış olurum ve
ben, doğru yola erenlerden olmamış olurum.” (En’am/56)

De ki: “Allah’ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve
Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin “bize gel” diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları
varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hale getirdiği kimseler gibi gerisin geri
mi döndürülelim? De ki: “Şüphesiz Allah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz
âlemlerin rabbine teslim olmakla ve “Salâtı ikame ediniz ve O’na takvalı olunuz” diye emrolunduk.
Ve O [Allah], sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir.” (En’am/71)

De ki: “Bana Rabbimden apaçık deliller geldiği zaman, şüphesiz ben, o, sizin Allah'ı bırakıp
taptıklarınıza ibadet etmekten kesinlikle men edildim ve ben âlemlerin Rabbine teslim olmamla
emrolundum. (Mü’min/66)

İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmişlerdi de bu yüzden yaptıkları
bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer
vermeyiz]. (Kehf/105)

67 – Ve onlar Allah'ı hakkıyla takdir etmediler. Ve yeryüzü, kıyamet günü O'nun


avucundadır. Gökler de O’nun sağ eliyle [kudretiyle] dürülmüştür. O, onların ortak
koştuklarından münezzeh ve çok yücedir.

Tevhid üzerine önemli açıklamalar yapıldıktan sonra, bu ayetlerde de


müşriklerin Allah’ı hakkıyla takdir etmedikleri ifade edilerek bunca öğüt ve

40
açıklamaya rağmen hiç birini değerlendirmedikleri, Allah’ın bağışlayıcılığından ve
tevbeleri kabul edişinden yararlanmadıkları, Allah ile kâinat arasındaki ilişkiyi
kavrayamadıkları mesajı verilmiştir. Sonra da Allah’tan kurtulmanın mümkün
olmadığı, yerin ve göğün O’nun kontrolünde olduğu, ayrıca Allah’ın onların şirk
koştuklarından münezzeh olduğu vurgulanmıştır.
Bu mesaj başka ayetlerde de verilmiştir:

Ve onlar: “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir
edemediler [gereği gibi tanıyamadılar]. De ki: Musa'nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere
getirdiği, sizin parça parça kâğıtlar kıldığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve
babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitap’ı kim indirdi? Sen de ki:
“Allah!”. Sonra onları boş uğraşlarında oynar halde bırak. (En’am/91)

Allah’ı gereği gibi ölçemediler [değerlendirip bilemediler]. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir,
her şeye üstündür. (Hacc/74)

Siz Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Oysa siz ölüler idiniz de sizlere O hayat verdi. Sonra O, sizleri
öldürecek, sonra canlandıracaktır. Sonra da kendisine döndürüleceksiniz. (Bakara/28)

68- Ve sûra üflenmiştir de Allah’ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim
varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar
kalkmışlar, karşıda bakıp duruyorlar.
69- Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve
tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm
olunmazlar [onlara haksızlık edilmez].
70- Ve ne amel yaptıysa herkese karşılığı tam olarak ödendi. Ve O [Allah],
onların yaptıklarını en iyi şekilde bilendir.

Bu ayetlerde kıyametin kopuşu, öldükten sonra dirilme, amellerin


değerlendirilmesi, insanların cehennem ve cennete sevk edilmeleri gibi ahiretle ilgili
konular ele alınmaktadır. Ayetlerden anlaşıldığına göre, Rabbimiz ahiretteki
yargılamasını, bir mahkemede olduğu gibi, amel defterleri, belgeler, elçilerden, vücut
azalarından tanıklar getirterek yapacaktır.
Ayette yer alan “Allah’ın dilediği hariç” ifadesi, kontrolün tamamen Allah’ta
olduğunu gösteren bir ifadedir. Bu ifade Kur’an’da sıkça görülür.

GETİRİLEN KİTAPLAR

69. ayette geçen “... kitap konulmuş, ...” ifadesi ile herkesin amel defterinin
kendisine verilmesi olayı kastedilmiştir. Bu temayı birçok ayette görmekteyiz:

Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü
açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine
karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize!
Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar,
yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Aynı ayetteki “peygamberler getirilmiş” ifadesiyle de peygamberlerin tanık


olarak getirileceği kast edilmiştir.

Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz

41
zaman bak nasıl? (Nisa/41)

And olsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, and olsun, gönderilen
elçileri de sorguya çekeceğiz. ‘A’raf/6)

Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir ?” Onlar da: “Bizim hiç
bir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki gaypları bilen Sensin, Sen.” (Maide/109)

elçiler, vakitlendirildikleri zaman,


bunlar hangi gün için ertelendiler ise!
Ayırt etme günü için... (Mürselat/11-13)

Yine aynı ayetteki “şühedâ [tanıklar]” sözcüğü ile kastedilenler ise insanın
kendi organları, hafıza hücreleri ve sürekli içinde bulunan İblis’tir.

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun
diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Daha önce içinde durduğun kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere
uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu iş, elbette, Allah'ın hidayet
ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz
Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)

Ve herkes, kendisiyle beraber bir sâik [sürücü] ve bir şâhit bulunarak geldi. (Kaf/21)

O gün [buluşma günü], onlar, meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah'a karşı gizli
kalmaz. –‘Bugün mülk kimindir?’, Sadece tek ve kahhar olan Allah'ındır!’- (Mümin/16)

İşte o, bir tek haykırıştır.


Bir de bakmışsın onlar meydandadır. (Nâziât/13 -14)

De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun.” Sonra
onlar; “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yaratmış olan.” Bunun üzerine
sana başlarını sallayacaklar ve “Ne zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi
çağıracağı [diriltileceğiniz] gün, O’nu överek O’nun çağrısına uyacaksınız ve sadece pek az
kaldığınızı zannedeceksiniz.” (İsra/50- 52)

Göğün ve yeryüzünün kendi emriyle durması da O’nun ayetlerindendir. Sonra sizi yeryüzünden
bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz. (Rûm/25)

Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz.
[o şey] bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz.
(Enbiya/47)

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve kendi
katından büyük bir ecir verir. (Nisa/40)

71- Ve inkâr etmiş olanlar bölük bölük cehenneme sevk olundu [olunacak].
Nihayet oraya vardıklarında kapıları açıldı [açılacak]. Ve onun bekçileri onlara:
“İçinizden size Rabbinizin ayetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair
sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” dediler [diyecekler]. Onlar: “Evet geldi” dediler
[diyecekler]. -Velâkin kâfirler üzerine azap kelimesi hak oldu.-
72- “Sürekli olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından”
denildi. -Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!-
73- Rablerine karşı takvalı olanlar da cennete bölük bölük sevk edildi. Nihayet
oraya vardıkları, kapıları açıldığı ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, tertemiz
geldiniz!” dediği zaman; “Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!"
dediler [denilecek].

42
74- Onlar da: “Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve
cennette bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. –İşte,
çalışanların ödülü ne güzeldir!-

Ahirette her şeyin kontrolünün Rabbimizde olduğu ihtar edildikten sonra bu


ayetlerde de muttakiler ile kâfirler, mahşer alanı ve sonrasındaki gelişmeler
aktarılmıştır.
Kâfirler grup grup cehenneme sürülürler:

Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün,
artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. (Neml/83)

O gün onlar cehennem ateşine itildikçe itilirler. -İşte bu, yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki, bu
da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin artık
sizin için birdir. Siz sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız! – (Tur/13-16)

Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz. (Meryem/86)

Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah'ın
astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde,
yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi
onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve
ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka diriltilmiş mi olacağız?” demiş
olmaları nedeniyle onların cezasıdır. (İsra/97)

O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse,
işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir
haksızlığa uğratılmayacaklar. (İsra/71)

Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün,
artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. (Neml/83)

Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar:
“Size bir uyarıcı gelmedi mi?”
Derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak
büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.”
Ve derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık, yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında
olmazdık
Böylece günahlarını itiraf ettiler. Artık, toz duman olmak ateş ashabı içindir. (Mülk/8-11)

Müminler de grup grup cennete sevk edilecektir:

O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin
yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan
münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi Ateş’e girdirirsen artık
onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zalimleri için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabb’imiz! Şüphesiz ki
biz, “Rabb’inize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabb’imiz! Artık bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi Ebrar [İyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir.
Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz
Sen verdiğin sözden dönmezsin." (Al-i Imran/194)

İman edenler ve sâlihâtı işleyenler; –ki Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz–
işte onlar cennet yâranlarıdır ve onlar, orada ebedî olarak kalıcılardır. Ve göğüslerinde gıll'den
[kinden, hınçtan, kıskançlıktan, hileden, hainlikten, garazdan] ne varsa çıkarıp atarız. Onların
altlarından ırmaklar akar. [Ve onlar,] “Bize bunun için kılavuzluk eden Allah'a hamdolsun. Eğer Allah
bize kılavuzluk etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize
gerçek ile gelmiştir” derler. Ve onlara seslenilir: “İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris
oldunuz.” (A’raf/42, 43)

43
Onlar orada, “Hamd, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi lütfundan, kendisinde bize yorgunluk
gelmeyen, kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah’a özgüdür.
Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir” derler. (Fatır/34,35)

Ant olsun ki Biz, Zikir’den sonra, Zebûr'da da ‘şüphesiz yeryüzüne ancak Benim salih
kullarımın mirasçı olacağı’nı yazdık. (Enbiya/105)

Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli
iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin
Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı
her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussilet/30)

74. ayette geçen “bizi bu arza [yeryüzüne] vâris kılan” ifadesindeki “arz
[yeryüzü]”, yaşadığımız yeryüzü olmayıp cennetin alanıdır.

75 – Ve sen, melekleri arşın bir kenarından dolaşanlar olarak, Rablerine hamd


ile tesbih ettiklerini görürsün. Ve onların aralarında hakk ile gerçekleştirilmiştir. Ve
“Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun” denilmektedir.

Bu ayette, cennet ehline Allah’ın tecellisi olarak Allah’ın azametinin,


kibriyasının gösterileceği bildirilmektedir. Gösterileceği bildirilen bu ilahî tecelli,
çok sanatsal bir benzetme ile ifade edilmiştir: Allah iktidar tahtında oturmakta, tüm
güçler ise O’nu arındırarak ve övgüleyerek etrafında dolaşmaktadır.
Bu tür benzetmeleri başka ayetlerde de görmekteyiz:

Çok güçlü kralın yanındaki [huzurundaki] doğruluk oturma yerlerindedirler. (Kamer/55)

Melekler onun [semanın] çevresindedirler. O gün Rabbinin Arşını bunların fevkinde sekiz taşır.
(Hakka/17)

Burada konu edilen “melekler”, Bakara/30-34’ten oluşan pasajda geçen


meleklere benzemektedir. Allah’ın yarattığı tüm güçler, sistemler cennette de Allah’ı
tesbih ve takdis etmektedirler.
Allah doğrusunu en iyi bilendir.

44

You might also like