Professional Documents
Culture Documents
2) Nesâî rivâyetle der ki: Bize Alımed anlattı dedi ki, bize Muhammed b. el-
Müsenna, Yahyâ b. Sa‘îd'den anlattı, Yahyâ dedi ki: Bize Avf anlattı dedi ki: Bize
Yezîd el-Rukaşi anlattı, dedi ki: Bize İbn Abbâs dedi ki: Ben, Osman'a şöyle dedim:
“el-Enfâl sûresi Mesânî'den, Berae [Tevbe] sûresi de Miûndan olduğu hâlde onları
arka arkaya yazmaya; Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm satırını da yazmayarak bu sûreyi
yedi uzun sûre [es-Sebu't-Tivâl] arasına yazmaya sizi iten sebep nedir?” Osman
dedi ki: “Rasûlullah'a (s.a) bir şey nâzil oldu mu, nezdinde bulunan yazıcılardan
birisini çağırır ve, “Siz bunu şu şu hususun söz konusu edildiği sûreye koyun”
buyururdu. Ona, birden çok âyet-i kerîme nâzil de olur ve yine, “Bu âyetleri içinde
şu şu hususların söz konusu edildiği sûreye koyun” derdi. el-Enfâl sûresi de
Medîne'de hicretten sonra ilk nâzil olanlardandı. Berae [et-Tevbe] ise, Kur’ân'ın son
nâzil olan sûrelerindendir. Bunun söz konusu ettiği hususlar, öbürünün söz konusu
ettiği hususları andırıyordu. Rasûlullah (s.a) ise bize, onun ötekinden olduğunu
açıklamaksızın vefat etti. Ben de onun [Tevbe'nin] ondan [el-Enfâl'den] olduğunu
zannettim. İşte bundan dolayı her iki sûreyi yanyana getirdim ve aralarına
Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm satırını yazmadım.” Bu hadisi, Ebû Îsâ et-Tirmizî de
rivâyet etmiş olup, “Bu hasen bir hadistir” demiştir.
1
Suyûtî, el-İtqân.
2
Zemahşerî, el-Keşşâf.
1
3) Üçüncü görüş, yine Osman'dan (r.a) rivâyet edilmiştir. Mâlik de, İbn Vehb,
İbnu'l-Kâsım ve İbn Abdi'l-Hakem'in rivâyetine göre şöyle demiştir: “Bu sûrenin
baş tarafları (vahiyle) kaldırılınca, Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm de onlarla birlikte
kaldırıldı.” Bu görüş, ayrıca İbn Aclân'dan rivâyet edilmiştir. Ona göre Tevbe
sûresi, Bakara sûresi kadar veya ona yakındı. Onun bir bölümü gittiğinden dolayı,
her iki sûre arasına Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm yazılmadı. Sa‘îd b. Cübeyr de der
ki: “Tevbe sûresi, Bakara sûresi gibi idi.”
5) Abdullah b. Abbâs dedi ki: Ali b. Ebî Tâlib'e, “Niçin Tevbe sûresi'nde
Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm yazılmadı?” diye sordum, şu cevabı verdi: “Çünkü,
Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm bir emandır. Tevbe ise kılıç [savaş emri] ile nâzil
olmuştur. Onda eman diye bir şey yoktur.” Bu manada bir açıklama el-
Müberred'den rivâyet edilmiştir. O da şöyle der: “Bundan dolayı ikisi bir arada
olmaz, çünkü “Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm” bir rahmettir. Tevbe sûresi ise gazap
olarak nâzil olmuştur.” Süfyân'dan da benzeri bir görüş rivâyet edilmiştir. Süfyân b.
Uyeyne der ki: “Bu sûrenin baş tarafına Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm'in yazılmayış
sebebi, besmelenin rahmet oluşundan dolayıdır. Rahmet ise bir emandır. Bu sûre ise
münâfıklar hakkında ve kılıç ile inmiştir. Münâfıkların ise emanı yoktur.
3
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
2
Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse artık onların
yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir.
8-10. Nasıl olabilir ki? Ve eğer onlar, size üstünlük sağlarlarsa, sizin
hakkınızda bir yemin ve antlaşma gözetmezler. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye
çalışırlar, kalpleri ise dayatır. Ve onların çoğu fâsıktırlar: Onlar, Allah'ın âyetlerini
çok az bir bedelle sattılar da O'nun [Allah'ın] yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar,
yapmış oldukları kötü olanlardır. Onlar, herhangi bir mü’min hakkında yemin ve
antlaşma gözetmezler. Ve işte bunlar, haddi aşanların ta kendileridir.
11. Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı
verirlerse, artık onlar, dinde kardeşlerinizdirler. Ve Biz, âyetleri, bilen bir toplum
için detaylandırıyoruz.
12. Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil
uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o küfür öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar
için yeminler diye bir şey yoktur.
13. Yeminlerini bozan, Elçi'yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk
önce, size, kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa onlara haşyet
mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mü’min iseniz, Allah, Kendisine haşyet duymaya
daha layık olandır.
14-15. Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları
rezil-rüsvay etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü’min bir toplumun
göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini de
kabul eder. Ve Allah, alîm'dir, hakîm'dir.
16. Sizden çaba harcayanları, Allah'ın, Elçisi'nden ve inananların
astlarından sırdaş [can dostu] edinmeyenleri Allah bilmeden [ortaya çıkarmadan]
bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır.
17. Müşrikler, kendi inkârlarına kendileri şâhit olup dururlarken Allah'ın
mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar, işleri boşa gitmiş
kimselerdir. Ve onlar ateş içinde sürekli kalacaklardır.
18. Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı
ikâme eden, zekâtı veren ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler.
Artık işte onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur.
19. Siz hacc yapanın sulanmasını ve Mescid-i Harâm'ı imar etmeyi, Allah'a
ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi
kılıyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit olamazlar. Ve Allah, zâlimler toplumuna
hidâyet etmez.
3
da Allah sizi dilediğinde lütuf ile yakında zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi
bilen, en iyi yasa koyandır.
29. Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan,
Allah'ın ve Elçisi'nin haram kıldığını haram tanımayan ve hakk dini din edinmeyen
kimseler ile, alçalmış oldukları hâlde elden cizye verene kadar savaşın.
31. Onlar, Allah'ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu
Îsâ'yı kendilerine rabbler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan ilâh'a ibâdet
etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, müşriklerin
ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.
32. Onlar, Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah,
sadece, kâfirler hoş görmeseler de Kendi nûrunu tamamlamaya dayatıyor.
20. İman eden, hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad
edenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte bunlar, kurtulanların
ta kendileridir.
21-22. Onların Rabbi, onları Kendi katından bir rahmet, bir rıza ve içinde
ebedî olarak kalmak üzere, içinde tükenmez nimetler bulunan kendilerine ait
cennetlerle müjdeler. Şüphesiz Allah, katında çok büyük mükâfât olandır.
25. Andolsun ki, Allah birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti. Hani
çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası olmamış ve yeryüzü bütün
genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkası dönenler hâlinde kaçmıştınız.
26. Sonra Allah, Elçisi'nin üzerine ve mü’minlerin üzerine kalbi teskin eden
güven ve yatışma duygularını; morallerini indirdi ve sizin görmediğiniz ordular
indirdi. Küfreden kimseleri de azaba uğrattı. Ve işte bu, o kâfirlerin cezasıdır.
4
24. De ki: “Eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz [akrabalarınız, kabileniz], elde ettiğiniz mallar, kesata uğramasından
ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve
O'nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar
bekleyiniz. Ve Allah fâsıklar kavmine hidâyet etmez.
36. Şüphesiz Allah katında; gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah'ın
yazısında, ayların sayısı, ay olarak on ikidir. Bunlardan dördü haramlardır. İşte bu
koruyan dindir. Bu sebeple onlarda [haram aylarda] kendinize zulmetmeyiniz. Ve
sizinle toptan savaşan müşriklerle siz de toptan savaşın. Ve şüphesiz Allah'ın
muttakiler ile beraber olduğunu bilin.
37. O “nesi”, ancak küfürde fazlalıktır ki, onunla küfretmiş kimseler
şaşırtılır; Allah'ın haram kıldığının sayısına uydursunlar da Allah'ın haram kıldığını
helâl kılsınlar diye onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar. Kendilerine amellerin
kötülüğü süslenip güzel gösterildi. Ve Allah, kâfirler toplumuna hidâyet etmez.
38. Ey iman etmiş kişiler! Ne oldu ki size, “Allah yolunda savaşa çıkın”
denildiği zaman yere ağırlaşıp kaldınız [çakılıp kaldınız]. Âhiretten cayıp basit
hayata mı razı oldunuz? Ama âhirettekine göre, bu basit hayatın kazanımı pek azdır.
39. Eğer savaşa çıkmazsanız, O [Allah], sizi acıklı bir azap ile azaplandırır
ve yerinize başka bir toplumu getirir ve siz O'na zarar diye bir şey veremezsiniz. Ve
Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
40. Eğer siz o'na [Elçi'ye] yardım etmezseniz, bilin ki Allah o'na kesinlikle
yardım etmiştir. Hani o küfretmiş kişiler, o'nu ikinin ikincisi olarak çıkarmışlardı.
Hani ikisi mağarada idiler. Hani o, arkadaşına “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle
beraberdir” diyordu. Bunun üzerine Allah, o'nun üzerine kalbi teskin eden güven ve
yatışma duygularını; morallerini indirmiş, o'nu sizin görmediğiniz askerlerle
güçlendirmiş ve küfreden kişilerin sözünü en alçak kılmıştı. Allah'ın kelimesi de en
yücenin ta kendisidir. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir.
41. Hafif teçhizatla ve ağırlıklı olarak savaşa çıkın ve mallarınızla,
canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
42. Eğer o [sefer], yakın bir kazanç ve sıradan bir sefer olsaydı, onlar
kesinlikle seni izlerlerdi. Fakat o meşakkatli iş kendilerine uzak geldi. Bununla
beraber, “Bizim de gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle beraber elbette çıkardık”
diye Allah'a yemin edecekler –kendilerini helâk ediyorlar– ve Allah biliyor ki onlar,
kesinlikle yalıncılardır.
43. Allah seni affetti. Doğru söyleyenler, sana iyice belli oluncaya ve sen
yalancıları bilinceye kadar, niçin onlara izin verdin?
46. Ve eğer çıkışı isteselerdi, kesinlikle onun [çıkış] için birtakım hazırlık
yaparlardı. Fakat Allah, onların gönderilmelerini hoş görmedi de onları yoldan
alıkoydu. –Ve “Oturun oturanlarla beraber!” denildi.–
5
47. Eğer sizin içinizde çıkmış olsalardı, sadece bozgunculuğu artıracaklardı
ve kesinlikle aranıza fitne sokmak için koşacaklardı. İçinizde onlara kulak
verecekler de vardı. Ve Allah, o zâlimleri çok iyi bilendir.
48. Andolsun ki, onlar, bundan önce de fitne çıkarmak istediler ve sana
türlü işler çevirdiler. Nihâyet hakk geldi ve onlar istemedikleri hâlde Allah'ın emri
açığa çıktı.
49. Onlardan bazı kimseler, “Bana izin ver, beni fitneye düşürme [başımı
belaya sokma]!” derler. Gözünüzü açın! Onlar fitnenin içine düştüler. Cehennem de
o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
50. Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet
dokunursa, “Biz kesinlikle işimizi [tedbirimizi] önceden almıştık” derler. Ve onlar
sevinenler olarak yan çizip giderler.
51. De ki: “Hiçbir zaman bize Allah'ın bizim için yazdığından başkası
dokunmaz. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnızca Allah'a tevekkül
etsinler.”
52. De ki: “Siz, bize iki güzelliğin birinden başkasını mı gözetirsiniz? Biz
ise size Allah'ın Kendi katından veya bizim elimizle bir azap indirmesini
gözetiyoruz. Haydi siz gözetedurun, şüphesiz biz de sizinle beraber gözetenleriz.”
53. De ki: “İsteyerek veya istemeyerek infak edin; sizden hiçbir zaman
kabul edilmeyecektir. Şüphesiz siz fâsıklar toplumu oldunuz.”
57. Eğer onlar, sığınacak bir yer veya barınacak mağaralar veyahut
girilecek bir delik bulsalardı, kesinlikle başlarını dikerek o tarafa doğru yönelirlerdi.
58. Onlardan bazıları da, sadakalar hakkında sana dil uzatan kimselerdir.
Ki, o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen
öfkeleniverirler.
59. Ve keşke onlar, Allah ve Elçisi'nin kendilerine verdiğine razı olsalardı.
Ve “Bize Allah yeter. Allah yakında bize lütuf verecektir, Elçisi de. Şüphesiz biz,
sadece Allah'a rağbet edenleriz” deselerdi.
60. Kesinlikle, Allah tarafından bir fariza [taksim/zorunlu görev] olarak;
sadakalar [kamunun gelirleri] ancak, fakirler, miskinler [yoksullar, işsizler] o iş
üzerine çalışan görevliler [kamu görevlileri], müellefe-i kulûb [kalpleri İslâm'a
ısındırılacaklar], boyunduruktakiler [özgürlüğü olmayan köleler], ağır borç
6
altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar
içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır.
61. Yine onlardan bazıları, Peygamber'i inciten ve “O, bir kulaktır!” diyen
kimselerdir. De ki: “Sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a inanır, mü’minlere inanır
ve sizden iman edenlere de bir rahmettir.” Ve Allah'ın Elçisi'ni inciten kimseler,
acıklı bir azap kendileri için olanlardır.
62. Sizi hoşnut etmek için, sizin için Allah'a yemin ederler. Bunlar eğer
mü’min iseler Allah'ı ve Elçisi'ni razı etmeleri daha doğrudur.
7
74. Onlar, söylemediklerine, Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, o küfür
kelimesini kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir oldular. Ve nail
olamadıkları şeyleri çok istediler. Onlar, sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin onları
[mü’minleri] O'nun [Allah'ın] lütfundan zenginleştirmiş olmasından kinlendiler.
Artık, eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer geri dururlarsa da Allah
onları dünyada ve âhirette çok acıklı bir azap ile azaplandıracaktır. Yeryüzünde
onlar için bir velî ve iyi bir yardımcı da yoktur.
75. Ve onlardan bazıları, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka
bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah'a söz veren
kimselerdir.
76. Sonra, ne zaman ki Allah onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler
ve yüz çevirerek geri dururlar.
77. Sonunda Allah'a vaat ettikleri şeylerde sözlerini tutmadıkları ve yalan
söyledikleri için, O da Kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerinde sürüp
gidecek bir münâfıklık yerleştirerek onları cezalandırdı.
78-79. Şüphesiz onlar; mü’minlerden, sadakalardan kendi gönülleriyle bağışta
bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatan, sonra da
onlarla alay eden kimseler, Allah'ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip durduğunu
ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi bilicisi olduğunu bilmediler mi?
Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.
80. Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş
kere mağfiret dilesen de yine Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah'ı ve
Rasûlü'nü inkâr etmeleri nedeniyledir. Allah, fâsıklar kavmine kılavuzluk etmez.
82. Artık kazandıkları günahın cezası olarak, çok az gülsünler, çok çok
ağlasınlar.
83. Eğer Allah, seni onlardan bir tâifenin yanına döndürür de onlar çıkmak
için senden izin isterlerse, de ki: “Artık siz hiçbir zaman benimle beraber asla
çıkmayacaksınız. Ve hiçbir zaman benimle birlikte düşmanla savaşmayacaksınız.
Şüphesiz siz ilkinden oturup kalmaktan hoşlanıyordunuz. Artık geride kalanlarla
beraber oturup kalın!”
84. Ve onlardan ölen biri için destek olma, onun kabrinin üzerine dikilme.
Şüphesiz onlar, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne küfredenlerdir. Ve onlar, fâsık olarak
ölmüşlerdir.
86, 87.Ve “Allah'a iman edin ve Elçisi ile birlikte cihad edin” diye bir sûre
indirildiği zaman, onlardan güç [mal, mülk, evlat] sahibi olanlar senden izin
istediler ve “Bırak bizi oturanlarla beraber olalım” dediler. Geri kalanlarla birlikte
8
olmayı seçtiler. Onların kalpleri de damgalandı/mühürlendi. Artık onlar iyice
kavrayıp anlamazlar.
89. Allah onlar için içinde sürekli kalanlar olarak, altından ırmaklar akan
cennetler hazırladı. İşte bu, o çok büyük kurtuluştur.
90. Bedevî Araplardan özür beyân edenler, kendilerine izin verilmesi için
geldiler. Allah'a ve Elçisi'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Bunlardan kâfir
olan kimselere yakında çok acıklı bir azap dokunacaktır.
93. Yol, ancak o zengin oldukları hâlde senden izin isteyen kimselerin
aleyhinedir. Bunlar geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların
kalpleri üzerine damga/mühür bastı. Bundan dolayı onlar bilmezler.
96. Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Artık eğer siz
onlardan razı olursanız da bilin ki Allah şüphesiz o fâsıklar toplumundan razı
olmaz.
98. Bedevî Araplardan kimi de var ki, infak ettiğini zorla ödenmiş borç
sayar ve size belâlar bekler. –O çirkin bela kendi üzerlerine!– Ve Allah en iyi
işitendir, en iyi bilendir.
99. Yine bedevî Araplardan kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret
gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri edinir
9
[sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında
rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir.
100. Muhâcir ve Ensâr'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme
ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular.
Ve O [Allah], onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan
cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.
101. Ve yanınızda bedevî Araplardan münâfıklar var. Medîne halkından da
münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin, Biz biliriz onları. İki kez
azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba döndürüleceklerdir.
102. Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. Sâlih bir amelle diğer kötüyü
karıştırdılar. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah gafûr'dur,
rahîm'dir.
103. Onların mallarından sadaka al ki, onunla [sadaka ile] kendilerini
temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar
için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.
108. Sen onun içinde ebediyen dikilme [görev yapma]! İlk gününde takvâ
üzerine kurulan mescit, elbette içinde dikilmene [görev yapmana] daha layıktır.
Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınıcıları sever.
109. Peki, temelini Allah'tan takvâ ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse
mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da
onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah zâlimler toplumuna
kılavuz olmaz.
111-112. Şüphesiz Allah, tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat
eden, o rükû eden, secde eden, ma‘rûfu emreden, kötülükten vazgeçiren, Allah'ın
hududunu koruyan inananlardan canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara
verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler
10
ve öldürülürler. Bu, O'nun [Allah'ın] Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir
vaadıdır. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-
verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde
ver!
113-114. Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan
sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfar
etmek yoktur. İbrâhîm'in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu
bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça
belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi.
115. Allah, bir kavme hidâyet ettikten sonra, takvâlı davranacakları şeyleri
kendilerine ortaya koymadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi
bilendir.
11
123. Ey iman etmiş kimseler! İnkârcılardan tehlike oluşturan kişiler ile
savaşın ve sizde bir sertlik bulsunlar. Ve şüphesiz Allah'ın takvâ sahipleri ile
birlikte olduğunu biliniz.
124. Ve bir sûre indirildiği zaman, içlerinden bir kimse, “O [indirilmiş sûre]
hanginizin imanını arttırdı?” der. Fakat iman etmiş kimselere gelince, o [inen sûre],
onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.
125. Kalplerinde bir hastalık olanlara gelince de; onların da pisliklerinin
içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir.
126. Onlar her yıl bir veya iki kere şüphesiz kendilerinin
fitnelendirildiklerini [denendiklerini] görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyor ve
öğüt almıyorlar.
127. Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar, “Sizi bir kimse görüyor
mu?” Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, iyice anlayıp kavramayan bir
topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir.
128. Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size
düşkün, sadece inananlara çok sevecen ve çok merhametli bir elçi gelmiştir.
129. Buna rağmen eğer uzaklaşırlarsa hemen de ki: “Bana Allah yeter.
O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Ben sadece O'na tevekkül ettim O, büyük
Arş'ın Rabbidir.”
TAHLİL:
8-10. Nasıl olabilir ki? Ve eğer onlar, size üstünlük sağlarlarsa, sizin
hakkınızda bir yemin ve antlaşma gözetmezler. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye
12
çalışırlar, kalpleri ise dayatır. Ve onların çoğu fâsıktırlar: Onlar, Allah'ın
âyetlerini çok az bir bedelle sattılar da O'nun [Allah'ın] yolundan alıkoydular.
Şüphesiz onlar, yapmış oldukları kötü olanlardır. Onlar, herhangi bir mü’min
hakkında yemin ve antlaşma gözetmezler. Ve işte bunlar, haddi aşanların ta
kendileridir.
11. Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı
verirlerse, artık onlar, dinde kardeşlerinizdirler. Ve Biz, âyetleri, bilen bir toplum
için detaylandırıyoruz.
12. Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil
uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o küfür öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar
için yeminler diye bir şey yoktur.
13. Yeminlerini bozan, Elçi'yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik
ilk önce, size, kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa onlara
haşyet mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mü’min iseniz, Allah, Kendisine haşyet
duymaya daha layık olandır.
14-15. Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve
onları rezil-rüsvay etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü’min bir
toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah dilediğinin
tevbesini de kabul eder. Ve Allah alîm'dir, hakîm'dir.
16. Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların
astlarından sırdaş [can dostu] edinmeyenleri Allah bilmeden [ortaya
çıkarmadan] bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi
haberi olandır.
17. Müşrikler, kendi inkârlarına kendileri şâhit olup dururlarken
Allah'ın mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar, işleri boşa
gitmiş kimselerdir. Ve onlar ateş içinde sürekli kalacaklardır.
18. Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı
ikâme eden, zekâtı veren ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler.
Artık işte onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur.
13
Sûrenin ilk 35 âyeti, üç ayrı necmden oluşmaktadır. Birinci necm; 1-19, 28-29,
31-32. âyetlerden, ikinci necm 20-27. âyetlerden üçüncü nemc de 30, 33-35 ve 24.
âyetlerden oluşmaktadır. Âyetlerin doğru anlaşılması için necmleri resmî
Mushaf'tan farklı tertip ettik.
Âyetteki, hacc-ı ekber [en büyük hacc] günü ifadesinin, “Arefe günü”, “kurban
bayramının birinci günü”, “Minâ'da kalınan bütün günler”, “hacc-ı kıran”, “bütün
hacc günleri”, “o yıl Müslümanlarla müşriklerin birlikte haccetmeleri”, “Yahûdi,
Hristiyan ve Mecusîlerin bayramlarının da o güne denk düşmesi”, Bugüne, “ekber”
sıfatının verilmesi, o günde Ebû Bekr'in haccetmesi ve antlaşmaların bozulduğunun
ilan edilmesi sebebiyledir” gibi açıklamalar yapılmıştır. Bizce bu, Rasûlullah'ın
katılımı ile yapılan hacc olması nedeniyle “en büyük hacc”tır. Zira, Rasûlullah'ın
bulunmadığı hacc, Rasûlullah'ın da katılımıyla gerçekleşen hacc seviyesinde
olamaz.
20. İman eden, hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad
edenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte bunlar,
kurtulanların ta kendileridir.
21-22. Onların Rabbi, onları Kendi katından bir rahmet, bir rıza ve içinde
ebedî olarak kalmak üzere, içinde tükenmez nimetler bulunan kendilerine ait
cennetlerle müjdeler. Şüphesiz Allah, katında çok büyük mükâfât olandır.
25. Andolsun ki, Allah birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti.
Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası olmamış ve yeryüzü
14
bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkası dönenler hâlinde
kaçmıştınız.
Ayrı bir necm olan bu âyetlerde durumları konu edilen mü’minler onure edilip
nimetlerle müjdelenmektedir: İman eden, hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla
Allah yolunda cihad edenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte
bunlar, kurtulanların ta kendileridir. Onların Rabbi, onları Kendi katından bir
rahmet, bir rıza ve içinde ebedî olarak kalmak üzere, içinde tükenmez nimetler
bulunan kendilerine ait cennetlerle müjdeler. Şüphesiz Allah, katında çok büyük
mükâfât olandır.
Daha sonra da mü’minlere dünya ve âhiret mutluluğunu yaşayabilmeleri için
yol gösterilmektedir: Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfrü
seviyorlarsa, onları velîler edinmeyiniz. Sizden her kim de onları velîleştirirse artık
işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir.
15
Kur’ân'da sadece burada geçen Uzeyr (Kitab-ı Mukaddes'te Ezra şeklindedir)
hakkında bilgi yer almaz. Biz Merhum Mevdûdî'nin tesbitine yer veriyoruz:
Uzeyr [Ezra], yaklaşık M.Ö 450 yıllarında yaşadı. Süleymân'ın vefatından
sonra Bâbil'deki esaretleri döneminde kaybolmuş olan Tevrât metinlerini ihya
edici olarak ona büyük bir kutsiyet atfettiler. O dereceye kadar ki, onlar şeriatları,
adetleri ve dilleri [İbranice] hakkında bütün bildiklerini yitirmişlerdi. Daha sora
dağınık rivâyetler hâlinde bulunan Tevrât'ı yeniden toparlayıp yazan ve şeriatlarını
tekrar ihya eden Uzeyr (a.s) oldu. Bu hizmetlerinden dolayı Uzeyr [Ezra]
İsrâîloğulları'nın aşırı takdir ve saygısını kazanmıştı. Bu saygı dolayısıyla
hakkında kullanılan mübalağalı ifade, bazı Yahûdi mezheplerinin sapıtmasının ve
onu “Allah'ın oğlu” sanmalarının sebebidir.4
34-35. âyetlerde, haham ve rahiplerin durumuna dair bilgi verilmekte, 34.
âyette de bu uyarıya bağlı olarak, Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda
harcamayan kimseler; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele! O gün, onların [altın
ve gümüşlerin] üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve
sırtları dağlanacak: “İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir.
Haydi şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri!” ifadesiyle, kenz yapanlar
kınanmaktadır. Onlar bâtıl yolla kazanıp biriktirdiklerini tedavüle de sokmamışlar,
hatta bunları insanların sapmaları yönünde kullanmışlardır.
24. De ki: “Eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz [akrabalarınız, kabileniz], elde ettiğiniz mallar, kesata uğramasından
ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden
ve O'nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar
bekleyiniz. Ve Allah fâsıklar kavmine hidâyet etmez.”
Bağımsız bir necm olan bu âyette, Allah yolunda savaşma hususunda gevşek
davranan mü’minler uyarılmaktadır.
Allah'a ve âhiret gününe inanan bir topluluğu, Allah'a ve Elçisi'ne sınırı
aşmaya uğraşanlarla karşılıklı sevgi bağı kurmuş hâlde olarak bulamazsın. Bunlar
onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister
akrabaları olsun. Onlar, Allah'ın, onların kalplerine imanı yazdığı ve kendilerini
Kendisinden olan rûh [güvenli bilgi] ile desteklediği kimselerdir. Ve O [Allah],
onları, sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah
onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar, Allah'ın
hizbidir [grubudur]. Gözünüzü açın! Allah'ın hizbi [grubu], başarıya ulaşanların ta
kendileridir. (Mücâdele/22)
36. Şüphesiz Allah katında; gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah'ın
yazısında, ayların sayısı, ay olarak on ikidir. Bunlardan dördü haramlardır. İşte
bu koruyan dindir. Bu sebeple onlarda [haram aylarda] kendinize zulmetmeyiniz.
Ve sizinle toptan savaşan müşriklerle siz de toptan savaşın. Ve şüphesiz Allah'ın
muttakiler ile beraber olduğunu bilin.
37. O nesî’, ancak küfürde fazlalıktır ki, onunla küfretmiş kimseler
şaşırtılır; Allah'ın haram kıldığının sayısına uydursunlar da Allah'ın haram
kıldığını helâl kılsınlar diye onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar. Kendilerine
amellerin kötülüğü süslenip güzel gösterildi. Ve Allah, kâfirler toplumuna
hidâyet etmez.
Bu âyetlerde haccın [en üst düzeydeki uluslararası eğitim ve öğretimin]
önemine dikkat çekilmekte ve hacc yapmamanın, ertelemenin zararları konu
edilmekte ve evrenin yaratılışından bu yana ayların sayısının 12 olduğu, bunlardan
4'ünün haram [dokunulmaz/özerk eğitim-öğretim ayı] olduğu ve bu ilkenin sağlam
4
Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.
16
bir din olduğu ifade edilmektedir. Öyleyse insanlar, özellikle de Müslümanlar
senenin dört ayını, yüksek düzeyde uluslararası eğitim-öğretimle geçirmeli ve bu
süre içinde barış, huzur ve sükunet sürdürülmelidir.
37. âyette, nesî’ ile haram ay ilkesini sulandırma, sulandıranların durumu ve
bunların âkıbetleri bildirilmiştir.
“Erteleme, geciktirme” demek olan [ النسيئnesî’], Arapların haram aylara riâyet
etmekten kaçınmalarını, yozlaştırma çabalarını ifade eder. Bu konuyu da Merhum
Mevdûdî ve Kurtubî'nin tesbitleriyle sunuyoruz:
Putperest Araplar nesî’ uygulamasını iki şekilde yapıyorlardı. Ne zaman
işlerine gelse bir haram ayı; kendi arzularına göre savaş ve intikam için adam
öldürmenin helâl olduğu normal bir ay gibi kabul ediyorlardı. Daha sonra haram
ayların sayısında oluşan eksikliği tamamlamak üzere, bu ayın yerine başka bir ayı
haram ay ilan ediyorlardı.
Nesî’nin ikinci şekli ise, ay yılı ile güneş yılını dengeye getirmek için yıla bir
ay daha eklemeleriydi. Böylece hacc, her yıl aynı mevsime denk geliyor ve haccı
ay yılına göre tayin etme sırasında karşılaşılan tüm güçlük ve zahmetlerden
kurtulmuş oluyorlardı. Bu şekilde hacc 33 yıl boyunca gerçek târihinden başka bir
târihte yapılmış oluyordu. Ancak 34. yılda hacc olması gereken târihte Zi'l-
Hicce'nin 9 ve 10'unda ifa edilebiliyordu. Hz. Peygamber'in (s.a) Veda haccı'nı
yaptığı yıl, târihler bu şekilde dönerek, ay takvimine göre gerçek hacc mevsimine
denk gelmişti. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) Arafat'taki târihî hutbesinde şöyle
demişti: “Bu yıl hacc günleri, uzun müddet devir yaptıktan sonra gerçek ve tabii
târihine rastladı.” H. 9. yılda Veda haccı'ndan beri de hacc günleri, asıl târihine
denk gelmekte, ay takvimine göre belirlenmektedir.5
5
Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.
6
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
17
Burada verilen mesaj, on iki ayın dördünün mutlaka eğitim ve öğretim ayı
yapılması, bunun sulandırılmamasıdır.
38. Ey iman etmiş kişiler! Ne oldu ki size, “Allah yolunda savaşa çıkın”
denildiği zaman yere ağırlaşıp kaldınız [çakılıp kaldınız]. Âhiretten cayıp basit
hayata mı razı oldunuz? Ama âhirettekine göre, bu basit hayatın kazanımı pek
azdır.
39. Eğer savaşa çıkmazsanız, O [Allah], sizi acıklı bir azap ile
azaplandırır ve yerinize başka bir toplumu getirir ve siz O'na zarar diye bir şey
veremezsiniz. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
40. Eğer siz o'na [Elçi'ye] yardım etmezseniz, bilin ki Allah o'na
kesinlikle yardım etmiştir. Hani o küfretmiş kişiler, o'nu ikinin ikincisi olarak
çıkarmışlardı. Hani ikisi mağarada idiler. Hani o, arkadaşına, “Üzülme, şüphesiz
Allah bizimle beraberdir” diyordu. Bunun üzerine Allah, o'nun üzerine kalbi
teskin eden güven ve yatışma duygularını; morallerini indirmiş, o'nu sizin
görmediğiniz askerlerle güçlendirmiş ve küfreden kişilerin sözünü en alçak
kılmıştı. Allah'ın kelimesi de en yücenin ta kendisidir. Ve Allah azîz'dir,
hakîm'dir.
41. Hafif teçhizatla ve ağırlıklı olarak savaşa çıkın ve mallarınızla,
canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır.
42. Eğer o [sefer], yakın bir kazanç ve sıradan bir sefer olsaydı, onlar
kesinlikle seni izlerlerdi. Fakat o meşakkatli iş kendilerine uzak geldi. Bununla
beraber, “Bizim de gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle beraber elbette çıkardık”
diye Allah'a yemin edecekler –kendilerini helâk ediyorlar– ve Allah biliyor ki
onlar, kesinlikle yalıncılardır.
43. Allah seni affetti. Doğru söyleyenler, sana iyice belli oluncaya ve sen
yalancıları bilinceye kadar, niçin onlara izin verdin?
46. Ve eğer çıkışı isteselerdi, kesinlikle onun [çıkış] için birtakım hazırlık
yaparlardı. Fakat Allah, onların gönderilmelerini hoş görmedi de onları yoldan
alıkoydu. –Ve “Oturun oturanlarla beraber!” denildi.–
48. Andolsun ki, onlar, bundan önce de fitne çıkarmak istediler ve sana
türlü işler çevirdiler. Nihâyet hakk geldi ve onlar istemedikleri hâlde Allah'ın
emri açığa çıktı.
18
49. Onlardan bazı kimseler, “Bana izin ver, beni fitneye düşürme [başımı
belaya sokma]!” derler. Gözünüzü açın! Onlar fitnenin içine düştüler. Cehennem
de o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
50. Eğer sana bir iyilik dokunursa, fenalarına gider. Eğer sana bir
musibet dokunursa, “Biz kesinlikle işimizi [tedbirimizi] önceden almıştık” derler.
Ve onlar sevinenler olarak yan çizip giderler.
51. De ki: “Hiçbir zaman bize Allah'ın bizim için yazdığından başkası
dokunmaz. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnızca Allah'a tevekkül
etsinler.”
52. De ki: “Siz, bize iki güzelliğin birinden başkasını mı gözetirsiniz? Biz
ise size Allah'ın Kendi katından veya bizim elimizle bir azap indirmesini
gözetiyoruz. Haydi siz gözetedurun, şüphesiz biz de sizinle beraber gözetenleriz.”
53. De ki: “İsteyerek veya istemeyerek infak edin; sizden hiçbir zaman
kabul edilmeyecektir. Şüphesiz siz fâsıklar toplumu oldunuz.”
57. Eğer onlar, sığınacak bir yer veya barınacak mağaralar veyahut
girilecek bir delik bulsalardı kesinlikle başlarını dikerek o tarafa doğru
yönelirlerdi.
58. Onlardan bazıları da, sadakalar hakkında sana dil uzatan
kimselerdir. Ki, o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar,
verilmemişse hemen öfkeleniverirler.
59. Ve keşke onlar, Allah ve Elçisi'nin kendilerine verdiğine razı
olsalardı. Ve “Bize Allah yeter. Allah, yakında bize lütuf verecektir, Elçisi de.
Şüphesiz biz, sadece Allah'a rağbet edenleriz” deselerdi.
Bu âyetlerde mü’minlere sitem edilmekte, münâfıkların ve keyif düşkünü
kimselerin davranışları kınamakta ve Müslümanlara; herhangi bir özür beyân
etmeden ağır ve hafif olarak her şartta Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad
etmeleri emredilmektedir.
Mü’minler bu konularda daha evvel de uyarılmışlardı:
Ey iman etmiş kimseler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?
Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü
[büyük bir suç/günah olarak belirlendi]. Şüphesiz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş
bir duvar gibi saf saf hâlinde savaşan kimseleri sever. (Saff/2-4)
19
Târihî bilgi ve belgelere göre burada Tebük seferine işaret edilmektedir.
Âyetlerin iyi anlaşılması açısından Tebük seferiyle ilgili ansiklopedik düzeyde bilgi
vermek istiyoruz:
TEBÜK SEFERİ
Tebük seferi, hicrî 9. yılda, Şam'da toplanan 40.000 kişilik Bizans ordusuna
karşı çarpışmak üzere Medîne'den Şam'a doğru düzenlenen askerî bir harekettir.
Tebük, Medîne ile Şam'ın ortasında, suyu ve hurmalıkları bol olan bir yerin
adıdır. Seferin son noktası orası olması nedeniyle bu sefer, “Tebük seferi” veya
“Tebük gazası” diye isimlenmiştir.
SEFERİN NEDENİ
Bunun üzerine Bizans kralı, Müslümanlara karşı 40.000 kişilik bir orduyu yola
çıkarır. Bazı Arap kabileleri de Bizanslılarla işbirliği yaparlar.
Rasûlullah yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu hazırladı ve Şam'a doğru yola çıktı.
On sekiz yerde konaklandı, on dokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu.
Hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş riskini göze alarak Bizans'ın üzerine;
Tebük'e kadar gelmeleri, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine
çevirdi, düşman askerlerinin kalbine korku düşürdü. Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak
üzere yola çıktıkları Müslümanlarla savaşmayı göze alamadılar.
20
Artık amaca ulaşılmıştı. Daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu.
Çünkü Şam yöresini fethetme amacıyla da yola çıkılmamıştı.
Bu seferde, savaş olmamış fakat askerî ve siyasî açıdan önemli kazanımlar elde
edilmiştir.
Bu sefer ile ilgili bir başka dikkat çeken nokta da, samimi mü’min olmasına
rağmen ihmal nedeniyle bu sefere katılmamış olan Ka‘b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî ve
Hilâl b. Ümeyye isimli Müslümanların durumlarının bu sûrede; 102-118. âyetlerde
yer almasıdır. Sûrenin “Tevbe” adı da, bu kişilerin tevbelerinin kabulünden
gelmektedir.
Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri
kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın
gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. Ve
ehline salâtı emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz.
Seni Biz rızıklandırıyoruz. Âkıbet takvâ içindir. (Tâ-Hâ/131-132)
Sen şimdi onları bir zamana kadar sapkınlıkları ile başbaşa bırak! Onlar,
kendilerini hayırlarda koşturalım diye, kendilerine maldan ve oğullardan bir şeyler
vermekte olduğumuzu mu sanıyorlar? Bilakis, işin farkına varamıyorlar.
(Mü’minûn/54-56)
21
Onların malları ve evlatları da seni imrendirmesin. Allah, ancak onları dünyada
bunlarla cezalandırmayı ve onlar kâfir iken canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.
(Tevbe/85)
Kâfir için ise mal-mülk her şeydir, nihâi gâyedir; zira o malı ve parası kadar
adamdır, oğulları nisbetinde güçlüdürler.
İnsan çok sevdiği ve amaçladığı herhangi bir şey için çok gayret sarf eder.
Amacına ulaştığında ise onu muhafaza etmeye çalışır, kaybetmek korkusuyla yaşar.
Amacı çok mal ve çocuk olan kimse de onları kaybetmekten korkar,
kaybettiğinde onların acısıyla yanar tutuşurlar. Her iki hâlde de azap içinde olur.
Mal kazanmak ve evlât büyütmek çok meşakkatli olmasının yanı sıra, onları
korumak da kolay değildir. Bu nedenle kimi insanlar, azalmasından korktukları için,
yemek ve vermek şöyle dursun, koklamazlar bile. Kısacası malları onlara yük ve
azaptır. Müslüman ise zekât, sadaka, infak yoluyla malını Allah yolunda harcar,
şehit olması için evladını cepheye gönderir.
Konumuz olan âyette, Rasûlullah'tan imrenmemesi istenenler münâfıklardır. Mal
ve evladın münâfıklara nasıl bir azap aracı olacağına gelince:
Mü’minler, dünya için değil âhiret için yaratıldıklarını bildikleri için dünyaya,
dünya malına ve evlada sevgileri zayıftır. Mutluluğun sadece dünyada mal ve evlât
ile olduğuna inanan münâfıkların ise bunlara sevgisi ve rağbeti çok; bunları
kaybetmeleri hâlinde duyacakları elem ve acıları fazla olur. Ölüm yaklaştığında da
bu elem ve acılar daha da artar. İşte azabın bu çeşidi, mala ve evlada olan sevgileri
sebebiyle daha dünyada iken onların başına gelir.
Rasûlullah'a buğz etmelerine rağmen münâfıklar, o'na hizmet için mecburen
mallarını, canlarını ve çocuklarını seferber ediyorlardı. Şüphe yok ki bu, onlar için
bir azaptı.
Münâfıklar, rezil ve rüsvay edilmekten, nifak ve küfürlerinin ortaya çıkıp
Rasûlullah'ın kendilerini öldürmeye, çoluk-çocuklarını esir etmeye ve mallarını
ellerinden almaya yönelmesinden korkuyor, inen her âyetle rezilliklerinin ortaya
çıkmasından endişe ediyorlardı. Yine, Hz. Peygamber onları her çağırdığında,
yaptıkları hile ve kötülüklere o'nun vakıf olmuş olacağından korkuyorlardı. Kısacası
diken üstünde duruyorlar; her an yakalanma korkusu içinde olan bir hırsız, her an
yalanı ortaya çıkacak olan bir yalancı gibi tedirgin yaşıyorlardı. İşte bütün bunlar,
onların kalplerinin çok acı duymasına ve çok azap çekmelerine sebep oluyordu.
Bazı münâfıkların mü’min ve muttaki çocukları olmuştur; Hanzala b. Ebî Âmir
ve Abdullah b. Ubey gibi. Çocukları mü’min ve muttaki olan münâfıkların duyacağı
elem, sıkıntı ve kederi düşünün. İşte böylece evlât onlar için azap vesilesi olur.
22
Sahabenin yoksul ve güçsüzleri, savaşlara katılarak, Rasûlullah'ın hizmetine
koşuyor; şerefli bir nam, büyük bir övgü elde ediyor, birçok da ganimete nail
oluyorlardı. Münâfıklar ise, çok olan mallarına ve güçlü kuvvetli evlâtlarına rağmen,
adeta yatalak, zayıf ve güçsüz kimseler gibi evlerinde kalakalıyor, herkes onlara hınç
ve istihza ile bakıyorlardı. Böylece mal ve evlât çokluğu, onların itibarsız ve şerefsiz
olmalarına sebep oluyordu. Dünyada bundan daha kötü bir azap ise düşünülemez.
58-59. âyetlerde, Onlardan bazıları da, sadakalar hakkında sana dil uzatan
kimselerdir. Ki, o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse
hemen öfkeleniverirler buyurularak, Rasûlullah'ı eleştirmeye kalkışanlar konu
edilmişlerdir. Bunların kimliğiyle ilgili şu bilgiler ulaşmıştır:
Ebû Sa‘îd (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a), mal taksim ediyordu.
Derken o'nun yanına, Mikdâd ibn Zî'l-Huvaysıra, et-Temîmî denilen, Hurkûs ibn
Züheyr –ki Hurkûs (daha sonra) Hâricîlerin reisi olmuştur– gelir, “Adil ol yâ
Rasûlallah” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Yazıklar olsun sana, ben
adalet yapmazsam kim yapar?” deyince, bu âyet nâzil olur.7
Bu kimselerle ilgili olarak, Ve keşke onlar, Allah ve Elçisi'nin kendilerine
verdiğine razı olsalardı. Ve “Bize Allah yeter. Allah, yakında bize lütuf verecektir,
Elçisi de. Şüphesiz biz, sadece Allah'a rağbet edenleriz” deselerdi buyurularak, bu
kişilerin Allah ve Rasûlü'nü iyi tanıyamadıkları açıklanmıştır.
60. Kesinlikle, Allah tarafından bir fariza [taksim/zorunlu görev] olarak;
sadakalar [kamunun gelirleri] ancak, fakirler, miskinler [yoksullar, işsizler], o iş
üzerine çalışan görevliler [kamu görevlileri], müellefe-i kulûb [kalpleri İslâm'a
ısındırılacaklar], boyunduruktakiler [özgürlüğü olmayan köleler], ağır borç
altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda
kalmışlar içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır.
FAKİR
Fakir, “ailesine yetecek kadar malı olmayan, hayatî ihtiyaçları için başkalarına
bağımlı olan kimse”dir.
MİSKİN
7
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
23
Borçları nedeniyle kendisi ve ailesi sıkıntıya düşmüş kimselere de zekât
fonundan yardım yapılır.
ÂMİLÎN
Âmilîn, “zekâtı toplamakla görevli kimseler”dir. Bunlar bugün için “kamu
personeli” olarak değerlendirilebilir.
MÜELLEFET-İ KULUB
Müellef-i kulub, “İslâm'a ısındırılmak için –zengin dahi olsalar– kendilerine
zekât verilecek kimseler”dir. Rasûlullah, zengin kabile reislerine bu amaçla zekâttan
para aktarmıştır.
İBNÜ'S-SEBÎL [YOLCU]
İbnü's-sebîl, “elindeki tükenen, memleketinde zengin olsa bile bulunduğu
yerde yardıma muhtaç olan yolcu”dur. Bu gibilere de zekât fonundan destek verilir.
62. Sizi hoşnut etmek için, sizin için Allah'a yemin ederler. Bunlar eğer
mü’min iseler Allah'ı ve Elçisi'ni razı etmeleri daha doğrudur.
Bunlara, Sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a inanır, mü’minlere inanır ve
sizden iman edenlere de bir rahmettir açıklaması yapılarak, Rasûlullah'ın kıymetini
bilmeleri istenmekte, sonra da, Ve Allah'ın Elçisi'ni inciten kimseler, acıklı bir azap
kendileri için olanlardır buyurularak uyarılmaktadırlar.
Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. İstiğfâr ettikleri
sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfâl/33)
24
Biz seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/rahmet için gönderdik.
(Enbiyâ/107)
Bundan sonra da, Sizi hoşnut etmek için, sizin için Allah'a yemin ederler
buyurularak, başka bir kesim tanıtılmakta ve onlar da, Bunlar eğer mü’min iseler
Allah'ı ve Elçisi'ni razı etmeleri daha doğrudur denilerek uyarılmaktadırlar.
Sonra da, Siz, alay edin! Şüphesiz Allah, sizin çekindiğiniz şeyi ortaya
çıkarandır buyurularak uyarılmaktadırlar. Münâfıklara sorulduğunda, “Biz sadece
dalmıştık, oyun oynuyorduk” diyecekler. Allah'ın, âyetleri ve Elçisi ile alay edip
etmedikleri sorulduğunda ise, birtakım mazeretler ileri sürerek özür dileme cihetine
gidecekler. Bunların özürleri dikkate alınmayacak, zira “İman ettik” dedikten sonra
küfretmişlerdir. Allah bir kısmını affetse bile, günah işleyen kimseler oldukları için
onları azaplandıracaktır.
25
70. Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nûh'un kavmi'nin, Âd'ın,
Semûd'un, İbrâhîm'in kavmi'nin, Medyen ashâbı'nın ve mü’tefikelerin [alt-üst
olmuş kentlerin] haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve
sonra Allah, onlara zulmeden değildi. Velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı.
Bu âyetlerde münâfıklar tanıtılmakta; kadınıyla erkeğiyle birbirinin aynısı
oldukları, kötülüğü emredip iyilikten sakındırdıkları, ellerini sıkı tuttukları [cimrilik
ettikleri], Allah'ı terk ettikleri, buna mukabil Allah'ın da onları terk ettiği, fâsık
oldukları, Allah'ın kadın ve erkeğiyle münâfık ve inkârcılara, içinde temelli
kalacakları cehennem ateşini vaat ettiği, onun onlara yeteceği, Allah'ın onlara lânet
ettiği ve onlar için kalıcı bir azap olduğu bildirilmektedir.
Onların dünyadaki durumları ve âhirette karşılaşacakları âkıbetleri
açıklandıktan sonra, onlar doğrudan muhatap alınarak, Siz de tıpkı kendinizden
önceki, sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı ve de
paylarına düşen kadar yararlanan kimseler gibisiniz. İşte siz de sizden öncekiler
paylarına düşen kadarıyla nasıl yararlanmak istedilerse siz de onlar gibi payınıza
düşen kadarıyla yararlanmak istediniz. Siz de dalanlar gibi daldınız denilerek
uyarılmış, sonra da ibret almaları için tüm insanlara, İşte bunların, dünyada ve
âhirette amelleri boşa gitti ve işte bunlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nûh'un kavmi'nin, Âd'ın, Semûd'un,
İbrâhîm'in kavmi'nin, Medyen ashâbı'nın ve mü’tefikelerin [alt-üst olmuş kentlerin]
haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah,
onlara zulmeden değildi. Velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı denilerek
onlarla ilgili bilgi verilmiştir.
71. İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının
velîleridirler. Bunlar ma‘rûfu emrederler, münkerden vaz geçirirler, salâtı ikâme
ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat ederler. İşte bunlar; Allah
onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir.
72. Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde sürekli
kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde hoş
meskenler vaat etti. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük
kurtuluşun ta kendisidir.
Münâfıkların durumunun beyân edilmesinden sonra karşıtlık metodu
çerçevesinde gerçek mü’minlerle ilgili de açıklamalar yapılmaktadır: İnanan
erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velîleridirler. Bunlar
ma‘rûfu emrederler, münkerden vaz geçirirler, salâtı ikâme ederler, zekâtı verirler,
Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat ederler. İşte bunlar; Allah onlara rahmet edecektir.
Şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara,
içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve adn
cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok
büyük kurtuluşun ta kendisidir.
73. Ey Peygamber! İnkârcılar ve münâfıklar ile cihad et. Ve onlara karşı
sert ol. Onların barınma yerleri de cehennemdir. Ve o, ne kötü bir oluş yeridir.
74. Onlar, söylemediklerine, Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, o
küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir oldular.
Ve nail olamadıkları şeyleri çok istediler. Onlar, sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin
onları [mü’minleri] O'nun [Allah'ın] lütfundan zenginleştirmiş olmasından
kinlendiler. Artık, eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer geri
dururlarsa da Allah onları dünyada ve âhirette çok acıklı bir azap ile
azaplandıracaktır. Yeryüzünde onlar için bir velî ve iyi bir yardımcı da yoktur.
26
75. Ve onlardan bazıları, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka
bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah'a söz veren
kimselerdir.
76. Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik
ederler ve yüz çevirerek geri dururlar.
77. Sonunda Allah'a vaat ettikleri şeylerde sözlerini tutmadıkları ve yalan
söyledikleri için, O da Kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerinde sürüp
gidecek bir münâfıklık yerleştirerek onları cezalandırdı.
78-79. Şüphesiz onlar; mü’minlerden, sadakalardan kendi gönülleriyle
bağışta bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatan,
sonra da onlarla alay eden kimseler, Allah'ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip
durduğunu ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi bilicisi olduğunu
bilmediler mi? Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için çok acıklı bir
azap vardır.
Bu âyetlerde Allah, Elçisi'ne, kâfir ve münâfıklarla cihad etmesini ve cihadı
sürdürmesini emretmekte ve onların değişmez tutumları ile ilgili daha detaylı
bilgiler vermektedir: Ey Peygamber! İnkârcılar ve münâfıklar ile cihad et. Ve
onlara karşı sert ol. Onların barınma yerleri de cehennemdir. Ve o, ne kötü bir oluş
yeridir. Onlar, söylemediklerine, Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, o küfür
kelimesini kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir oldular. Ve nail
olamadıkları şeyleri çok istediler. Onlar, sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin onları
[mü’minleri] O'nun [Allah'ın] lütfundan zenginleştirmiş olmasından kinlendiler.
Artık, eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer geri dururlarsa da Allah
onları dünyada ve âhirette çok acıklı bir azap ile azaplandıracaktır. Yeryüzünde
onlar için bir velî ve iyi bir yardımcı da yoktur. Ve onlardan bazıları, “Eğer Allah
lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden
olacağız” diye Allah'a söz veren kimselerdir. Sonra, ne zaman ki Allah, onlara
lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. Sonunda
Allah'a vaat ettikleri şeylerde sözlerini tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da
Kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerinde sürüp gidecek bir münâfıklık
yerleştirerek onları cezalandırdı. Şüphesiz onlar; mü’minlerden, sadakalardan
kendi gönülleriyle bağışta bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını
bulamayanlara dil uzatan, sonra da onlarla alay eden kimseler, Allah'ın, onların
sırlarını ve fısıltılarını bilip durduğunu ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin
çok iyi bilicisi olduğunu bilmediler mi? Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve
onlar için çok acıklı bir azap vardır.
Yüce Allah'ın, Söylemediler diye Allah'a yemin ederler diye başlayan âyet-i
kerîmesinin, el-Culâs b. Suveyd b. es-Sâbit ile Vedia b. Sâbit hakkında nâzil
olduğu rivâyet edilmiştir. Bunlar, Peygamber (s.a) hakkında ileri-geri konuşmuş
ve, “Allah'a andolsun eğer Muhammed bizim efendilerimiz ve hayırlılarımız olan
diğer kardeşlerimiz hakkında söylediklerinde doğru ise, hiç şüphesiz biz de
eşeklerden daha kötüyüz” demişlerdi. Âmir b. Kays kendisine, “Evet, Allah'a
yemin ederim Muhammed hem doğrudur, hem doğruluğu tasdik edilmiştir. Şüphe
yok ki sen de eşekten daha kötü bir durumdasın” diyerek bunu Peygamber'e (s.a)
bildirir. el-Culâs, gelip Peygamber'in (s.a) minberi yanı başında Âmir'in gerçekten
yalancı olduğuna dair yemin etti, Âmir ise el Culâs'ın bu sözü gerçekten
27
söylediğine yemin etti ve, “Allahım! Doğru söyleyen Peygamberi'ne (bu hususta)
bir şeyler bildir” diye dua etmesi üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.8
Yüce Allah'ın, İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti... ile ilgili olarak
Katâde şöyle demektedir: Burada sözü edilen kişi Ensâr'dan birisidir. O şöyle
demişti: “Allah bana rızık olarak bir şeyler verecek olursa, hiç şüphesiz ondaki
Allah hakkını ödeyeceğim ve tasaddukta bulunacağım.” Allah ona bu dediği şeyi
verince, bu sefer Kitab-ı Kerîminde size okunan bu buyruklarda belirtilen işleri
yaptı. O bakımdan yalan söylemekten kaçının. Çünkü yalan günahkârlığa götürür.
Ali b. Yezîd, el-Kâsım'dan, o, Ebû Umâme el-Bâhilî'den rivâyet ettiğine göre
Sa‘lebe b. Hatıb el-Ensârî Peygamber'e (s.a) dedi ki: “Allah'a dua et de bana mal
rızık versin, ihsan etsin.” Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Yapma ey Sa‘lebe!
Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, (şükrünün) altından kalkamayacağın çok
(mal)dan hayırlıdır.” İkinci bir defa gelerek yine Peygamber'e isteğini
tekrarlayınca, Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: “Allah'ın Peygamberi gibi olmaya
razı değil misin? Ben, dağların benimle birlikte altın olup yol almasını isteyecek
olsam, hiç şüphesiz öylece yol alırlardı.” Sa‘lebe şöyle dedi: “Seni hakk ile
gönderen adına yemin ederim ki, eğer sen Allah'a dua edip de O da rızık olarak
bana mal ihsan edecek olursa, hiç şüphesiz her hakk sahibine hakkını vereceğim.”
Bunun üzerine Peygamber (s.a) ona dua etti, O da koyun satın aldı. Solucan ve
kurtların çoğalması gibi çoğaldılar. Medîne ona dar geldi. Bu sefer Medîne'nin
dışına çıktı, Medîne vâdilerinden birisine yerleşti. Artık sadece öğle ve ikindi
namazlarını cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini ise terk etti. Zamanla koyunları
daha bir artıp çoğaldı, bu sefer Peygamber ve cemaati –Cuma namazı müstesna–
büsbütün terk etti. Koyunları artmaya devam etti, nihâyet Cuma'yı da terk etti. Bu
sefer, Rasûlullah (s.a) üç defa, “Yazıklar sana ey Sa‘lebe” buyurdu. Daha sonra
yüce Allah'ın, Matlarından bir sadaka al ki... (Tevbe/103) âyeti nâzil oldu.
Peygamber (s.a) da zekât toplamak üzere iki kişiyi gönderdi. Onlara, “Sa‘lebe'ye
ve –Süleymoğulları'ndan bir adamın adını vererek– filana uğrayın ve onların
sadakalarını [zekâtlarını] alın” dedi. Bu iki görevli Sa‘lebe'ye gittiler. Ona,
Rasûlullah'ın (s.a) gönderdiği mektubu okuttular. Bunun üzerine o, “Bu ancak
cizyenin bir benzeridir. İşinizi gidin görün, bitirdikten sonra bana uğrayın” dedi...
ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu ise bilinen ünlü bir olaydır.9
Bil ki bu âyet, bir grup münâfığın, birtakım yanlış ve hata olan şeyler
söylediklerine ve fakat onlara, “Siz, şöyle şöyle söylemişsiniz” denildiğinde, korkup
böyle söylemediklerine dair yemin ettiklerine delalet etmektedir. Müfessirler, bu
âyetin nüzûl sebebi olarak şunları ileri sürmüşlerdir:
1) Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber, Tebük gazvesi'nde iki ay geçirdi.
Bu arada kendisine Kur’ân âyetleri nâzil oluyor ve savaşa katılmayan münâfıkları
ayıplıyordu. Bu sırada, Cülâs ibn Süveyd, “Allah'a yemin ederim ki, bizim en
şereflilerimiz olan ve Medîne'de bırakmış olduğumuz kardeşlerimiz hakkında
Muhammed'in söylemiş olduğu şeyler şâyet doğru ise, biz eşekten daha adiyiz,
kötüyüz, demektir” dedi. Bunun üzerine, Âmir ibn Kays el-Ensârî, Cülas'a, “Evet,
Allah'a yemin ederim ki, Hz. Muhammed doğrudur. Sen, eşekten daha adisin” dedi.
Bu söz, Hz. Peygamber'e (s.a) ulaştı. Bunun üzerine Cülas, Hz. Peygamber'in
huzuruna çıkarıldı. Ve o bunu söylemediğine dair Allah'a yemin etti. Bunun üzerine
Âmir, ellerini yukarıya kaldırarak, “Allahım! Kuluna ve Peygamberi'ne, doğru olanı
tasdik eden, yalancıyı da tekzip eden hükmünü/âyetini indir!” diye dua etti. İşte
bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Bunun peşinden de Cülas, “Hiç şüphesiz Allah,
8
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
9
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
28
bu âyette tevbeden bahsetmektedir. Ben bu sözü söyledim, Âmir doğrudur” dedi.
Tevbe etti ve tevbesinde hep samimi kaldı.
2) Rivâyet olunduğuna göre bu âyet, Abdullah ibn Ubey hakkında nâzil
olmuştur. Çünkü o, Hz. Peygamber'i kastederek, “Andolsun ki, şâyet Medîne'ye
dönersek, aziz ve şerefli olanlar, zelil olanları Medîne'den çıkaracaktır” dedi. Zeyd
ibn Erkam bunu duydu ve Hz. Peygamber'e haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer,
Abdullah ibn Ubey'i öldürmeye niyetlendi. Bundan dolayı, Abdullah gelerek bunu
söylemediğine yemin etti de, hemen bu âyet nâzil oldu.
3) Katâde şunu rivâyet etmiştir: Biri Cüheyne, biri de Gıfâr kabilesi'nden
olmak üzere iki adam birbiriyle dövüştüler. Gıfâr kabilesi'nden olan, Cüheyne
kabilesi'nden olana üstün geldi. Bunun üzerine Abdullah ibn Ubey, “Ey
Evsoğulları! Kardeşinize yardım edin. Allah'a yemin olsun ki, bizim ve
Muhammed'in misali, tıpkı ‘Köpeğini besle, seni yesin’ darb-ı meselinde olduğu
gibidir” diye bağırdı. Bunun, üzerine, orada bulunanlar, bunu Hz. Peygamber'e
söylediler. Abdullah, bu sözü söylemediğini ileri sürerek, yemin etmeye başladı.10
SA‘LEBE'NİN KISSASI
Bu âyetin en meşhur nüzûl sebebi olarak şu hâdise anlatılmıştır: Sa‘lebe ibn
Hâtıb, “Yâ Rasûlallah! Allah'a dua et de, bana mal-mülk versin” dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, “Ey Sa‘lebe! Şükrünü eda edebileceğin az mal, takat
getiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır” dedi. Sa‘lebe, Hz. Peygamber'e tekrar
müracaat ederek, “Seni hakk olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, şâyet Allah
bana mal verirse, her hakk sahibine hakkını vereceğim...” dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber de onun için dua etti. Derken o, bir koyun edindi. Bu koyun, tıpkı
kurtların üreyip çoğalması gibi çoğaldı. Öyle ki, koyun sürüleri Medîne'ye sığmaz
oldu. Bunun üzerine Sa‘lebe, koyun sürülerini bir vâdiye götürdü. Ve, öğlen ve
ikindi namazlarını kılmaya, diğerlerini ise kılmamaya başladı. Sürü iyice üreyip
çoğalınca da, Cuma namazları hariç, bütün namazları kılmaz oldu. Daha sonra,
Cumayı da terk etti. Derken kervancılarla karşılaştığında, “Ne var, ne yok?” diye
soruyordu. Hz. Peygamber (s.a) Sa‘lebe'nin durumunu sorduğunda, o'na onun
durumu anlatıldı. Bunun üzerine, Hz. Peygamber, “Yazıklar olsun sana Sa‘lebe!”
dedi. İşte bunun üzerine, Onların mallarından sadaka al... (Tevbe/103) âyeti nâzil
oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber Sa‘lebe'ye iki adam yollayarak, “Sa‘lebe'ye
gidin ve zekâtını alın...” dedi. Bu adamlar Sa‘lebe'nin yanına varıp da ona Hz.
Peygamber'in emrini ilettiklerinde o, “Bu, bir cizyedir; ya da cizyenin benzeridir”
dedi ve zekâtını vermedi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, âyetini indirdi.
Hakkında, bu âyetin inzâl buyurulduğu haber verildiğinde, Hz. Peygamber'e (s.a)
gelerek, kendisinden zekâtını kabul etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
“Allah beni, bunu kabul etmekten men etti “ buyurdu. O, yüzüne-gözüne toprak
saçmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Ben sana söyledim, ama sen
beni dinlemedin”' buyurdu. Hz. Peygamber'in evine vardığında, Hz. Peygamber ona
kapısını açmadı. Sonra, zekâtını Ebû Bekr'e getirdi, Hz. Peygamber kabul etmediği
için Ebû Bekr de onu kabul etmedi. Daha sonra Hz. Ömer de, Ebû Bekr'e uyarak
onun zekâtını kabul etmedi. Hz. Osman da kabul etmedi. Ve Sa‘lebe, Hz. Osman'ın
hilafeti zamanında ölüp helâk oldu.
İmdi şâyet, “Allah Teâlâ, Sa‘lebe ibn Hâtıb'a zekâtını vermesini emretmişti. O
hâlde, Peygamber'in, onun zekâtını kabul etmemesi nasıl caiz olabilir?” denilirse,
biz deriz ki:
Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Allah Teâlâ Hz. Peygamber'i (s.a),
başkaları bundan ibret alsın ve böylece de zekâtlarını vermekten imtina etmesinler
10
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
29
diye, Sa‘lebe'yi hor ve hakîr kılmak için zekâtını kabul etmekten men etmişti.
Şöyle de denilebilir: O, zekâtını ihlâslı bir biçimde değil, riya maksadıyla
getirmişti: Allah Teâlâ, bunu Hz. Peygamber'e bildirdi, o da bundan dolayı o zekâtı
kabul etmedi.
Şu da muhtemeldir: Allah, Onların mallarından sadaka al ki, bununla
kendilerini temizlemiş (…) olasın (Tevbe/103) buyurup, böyle bir maksat da,
münâfıklığı sebebiyle Sa‘lebe'de mevcut olmayınca, Hz. Peygamber (s.a), onun
zekâtını almaktan geri durmuştur.11
80. Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş
kere mağfiret dilesen de yine Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah'ı
ve Rasûlü'nü inkâr etmeleri nedeniyledir. Allah, fâsıklar kavmine kılavuzluk
etmez.
82. Artık kazandıkları günahın cezası olarak, çok az gülsünler, çok çok
ağlasınlar.
83. Eğer Allah, seni onlardan bir tâifenin yanına döndürür de onlar
çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: “Artık siz hiçbir zaman benimle beraber
asla çıkmayacaksınız. Ve hiçbir zaman benimle birlikte düşmanla
savaşmayacaksınız. Şüphesiz siz ilkinden oturup kalmaktan hoşlanıyordunuz.
Artık geride kalanlarla beraber oturup kalın!”
84. Ve onlardan ölen biri için destek olma, onun kabrinin üzerine
dikilme. Şüphesiz onlar, Allah'a ve onun Elçisi'ne küfredenlerdir. Ve onlar, fâsık
olarak ölmüşlerdir.
86-87. Ve “Allah'a iman edin ve Elçisi ile birlikte cihad edin” diye bir sûre
indirildiği zaman, onlardan güç [mal, mülk, evlat] sahibi olanlar senden izin
istediler ve “Bırak bizi oturanlarla beraber olalım” dediler. Geri kalanlarla
birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri de damgalandı/mühürlendi. Artık onlar
iyice kavrayıp anlamazlar.
89. Allah onlar için içinde sürekli kalanlar olarak, altından ırmaklar
akan cennetler hazırladı. İşte bu, o çok büyük kurtuluştur.
11
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
30
90. Bedevî Araplardan özür beyân edenler, kendilerine izin verilmesi için
geldiler. Allah'a ve Elçisi'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Bunlardan
kâfir olan kimselere yakında çok acıklı bir azap dokunacaktır.
93. Yol, ancak o, zengin oldukları hâlde senden izin isteyen kimselerin
aleyhinedir. Bunlar geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da
onların kalpleri üzerine damga/mühür bastı. Bundan dolayı onlar bilmezler.
96. Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Artık eğer siz
onlardan razı olursanız da bilin ki Allah, şüphesiz o fâsıklar toplumundan razı
olmaz.
Burada ilk önce münâfıkların Allah ve Rasûlü'nü inkâr etmeleri ve fâsık bir
kavim olmaları nedeniyle Allah'ın onları bağışlamayacağı, o yüzden de
Peygamber'in onlar için yalvarmasının faydası olmayacağı bildirilmiştir.
Münâfıkların bu kötü âkıbeti, Nisâ sûresi'nde de konu edilmişti:
Mü’minlerin astlarından küfre sapanları velî edinen şu münâfıklara, şüphesiz,
çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında izzet [onur
ve yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü Allah'ındır.
(Nisâ/138-139)
Şüphesiz ki münâfıklar –tevbe edenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve
dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesna; artık bunlar, mü’minlerle
beraberdirler. Ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir– ateş'ten, en aşağı
tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın. (Nisâ/145-146)
31
denilmiştir: “Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke iyice kavrayıp anlayabilselerdi.
Artık kazandıkları günahın cezası olarak, çok az gülsünler, çok çok ağlasınlar.
32
Ve onlardan ölen biri için destek olma, onun kabrinin üzerine dikilme.
Şüphesiz onlar, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne küfredenlerdir. Ve onlar, fâsık olarak
ölmüşlerdir âyeti [84. âyet], târihî bilgilere göre Tebük seferi'nden kısa bir süre
sonra ölen münâfıkların lideri Abdullah ibn Ubey'in ölümü üzerine nâzil olmuş ve
ona ölüm desteği (bugünkü cenaze namazının aslı) verilmemesi istenmiştir. Târihî
belgelerde yer aldığına göre samimi bir Müslüman olan Abdullah ibn Ubey'in oğlu
Abdullah, Rasûlullah'tan babasına kefen yapmak üzere gömleğini istedi. Rasûlullah
bu isteği cömertçe yerine getirdi. Daha sonra Abdullah o'ndan babasının cenazesini
kaldırmasını istedi. Rasûlullah bunu da kabul etti. İşte bu sırada bu âyet indi ve
Rasûlullah o münâfığın cenazesiyle ilgilenmedi.
98. Bedevî Araplardan kimi de var ki, infak ettiğini zorla ödenmiş borç
sayar ve size belâlar bekler. –O çirkin belâ kendi üzerlerine!– Ve Allah, en iyi
işitendir, en iyi bilendir.
99. Yine bedevî Araplardan kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret
gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri
edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah
onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah ğafûr'dur, rahîm'dir.
Bu paragrafta bedevî Arapların bir kısmının, yerleşik Araplara göre daha kaba,
daha anlayışsız, daha dikbaşlı [vahşi, yabani] oldukları bildiriliyor. Bunlar yasa
tanımayan, her istediğini yapan kimselerdir. Bunlardan kimisi, Allah'ın, Elçisi'ne
indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye daha yatkındır; kimisi de, infak ettiğini zorla
ödenmiş borç sayar ve Müslümanlar için belâlar bekler; kimisi de, Allah'a ve âhiret
gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri edinir
[sayar].
33
102. Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. Sâlih bir amelle diğer kötüyü
karıştırdılar. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah
ğafûr'dur, rahîm'dir.
103. Onların mallarından sadaka al ki, onunla [sadaka ile] kendilerini
temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar
için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.
34
Mücâhid'den naklettiği gibi İbn İshâk da Sîret'inde daha kapsamlı olarak
nakletmiştir.12
İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: Bu âyet, Ka‘b ibn Mâlik, Mürare ibnu'r-Rebî
ve Hilal ibn Ümeyye hakkında nâzil olmuştur. Ka‘b, “Medîne'deki en hızlı deve
benimdir; bu sebeple, dilediğimde Hz. Peygamber'e ulaşırım” der ve günlerce
gecikir. Daha sonra da, Hz. Peygamber'e ulaşmaktan ümidini keser ve yaptığı şeye
pişman olur; aynı şekilde arkadaşları da. Hz. Peygamber (s.a), Medîne'ye geri
döndüğünde Ka‘b'a, Hz. Peygamber'e git ve yaptığından dolayı o'ndan özür dile”
denildiğindeyse o, “Hayır, tevbenin kabulüne dair bir hüküm, âyet nâzil olmadıkça
gitmeyeceğim vallahi” der. Diğer iki arkadaşı ise, Hz. Peygamber'e giderek özür
beyânında bulunurlar. Hz. Peygamber onlara, “Sizin, bana katılmayarak geride
kalmanızın sebebi nedir?” dediğinde onlar, “Hatadan başka bir mazeretimiz, hakklı
gerekçemiz yoktur” cevabını verirler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, Savaşa
gitmeyenlerden diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren hakklarındaki hüküm
ertelenmiştir âyeti nâzil olur.13
Bunun üzerine, bu âyetin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber onları
(hakklarında hüküm ininceye kadar bir yerde) durdurtur. İnsanları, onlarla oturup
kalkmaktan men eder; onlara, hanımlarından ayrılmalarını ve onları, ana-
babalarının yanına yollamalarını emreder. Derken, kendisine yiyecek getirmek
arzusuyla, Hilâl'in hanımı gelir; çünkü Hilâl, son derece yaşlı bir kimsedir. Sadece
ona izin verilir. Şam'dan ise bir elçi gelmiş, Ka‘b'ı kendilerine [Bizans'a] katılmaya
teşvik etmektedir. Bunun üzerine Ka‘b, “Yaptığım hata öyle bir dereceye
ulaşmıştır ki, müşrikler bile benden bir şey umar hale geldiler. Onca genişliğine
rağmen. yeryüzü bana dar geldi” der. Hilâl ibn Ümeyye ise öylesine ağladı ki,
gözlerinin kör olacağından korkuldu. Elli gün geçtikten sonra, onların tevbelerinin
kabul edildiğine dair, Allah, Peygamberi'nin tevbesini kabul buyurdu (Tevbe/117)
ve, Savaştan geri bırakılan üç kişinin (tevbelerini de kabul etti) (Tevbe/118)
âyetleri nâzil oldu.14
35
istemedik” diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki, şüphesiz bunlar,
kesinlikle yalancılardır.
108. Sen onun içinde ebediyen dikilme [görev yapma]! İlk gününde takvâ
üzerine kurulan mescit, elbette içinde dikilmene [görev yapmana] daha layıktır.
Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınıcıları sever.
Âyet-i kerîme, rivâyet edildiğine göre, Ebû Âmir er-Râhip hakkında inmiştir.
Çünkü sözü geçen bu kişi, Bizans Kayserinin yanına gitmiş, orada Hristiyanlığı
kabul etmiş, Kayser de, kendilerine pek yakında yanlarına geleceğine dair söz
vermişti. Bunun üzerine onlar da orada Kayser'in gelişini gözetleyip beklemek
üzere Mescid-i Dırar'ı inşa ettiler.15
Tefsir âlimleri derler ki: Amr b. Avfoğulları Kubâ mescidi'ni inşa ettiler ve Hz.
Peygamber'den yanlarına gelmesi ricasında bulundular. O da onlara gelip Kuba'da
namaz kıldı. Kardeşleri Ğunm b. Avfoğulları onları kıskanarak, “Biz de bir mescit
yapacağız ve Peygamber'e (s.a) haber gönderip, kardeşlerimizin mescidinde namaz
kıldığı gibi bizim de mescidimizde namaz kılmak üzere gelmesini rica edeceğiz.
Daha sonra da Ebû Âmir, Şam'dan geldiği takdirde bu mescitte namaz kıldırır”
diyerek Peygamber'e (s.a) gittiler. O sırada Hz. Peygamber Tebük'e çıkmak üzere
hazırlık yapıyordu. Hz. Peygamber'e, “Ey Allah'ın Rasûlü!” dediler, “Biz, ihtiyacı
olan hastalar ve yağmurlu geceler için bir mescit inşa ettik. Bizim için gelip orada
15
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
36
namaz kılmanı ve mübarek olması için dua etmeni arzuluyoruz.” Bunun üzerine
Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: “Şimdi ben yola çıkmak üzereyim ve meşgul bir
hâldeyim. Dönecek olursak, size gelir ve sizin için orada namaz kılarız.”
16
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
37
(s.a) Tebük seferine mukabil Arabistan'ı istila etmek için hazırlıklara başlaması,
Ebû Âmir'in gösterdiği çabaların bir sonucudur.
Şimdi, Hakk Davet'e zarar vermek üzere inşa edilmiş olan “caminin”
yapılmasının gerisinde yatan gerçeği bir düşünelim: Medîne'de bulunan
münâfıkların bir bölümü İslâm'a karşı çirkin faaliyetlerin hepsinde Ebû Âmir'le
yakından işbirliği yapmışlardı. Ayrıca, Roma Kayseri ve diğer Kuzey Arabistan
Hristiyan devletlerinden askerî yardım koparılması için “manevî” nüfuzunu
kullanması hususunda da onunla anlaşmışlardı. Binaenaleyh Ebû Âmir, Arabistan'a
saldırması konusunda Kayser'i ikna etmek için gitmeye hazırlandığı sırada, onlar da
kendilerini ayrı bir hizip olarak örgütleyebilmeleri için emin bir toplanma yeri
olarak işlev görecek bir “cami” yapma plânı tasarladılar. Çünkü bu sayede, din
maskesi altında şeytânca faaliyetler yürüttüklerini kimse fark etmeyecekti. Ayrıca,
bu mescit Ebû Âmir'in ajanlarının yolcu ve dilenci gibi gözükerek hiçbir şüphe
uyandırmadan kalabilecekleri bir karargâh olarak da hizmet görecekti.
Aslında, biri Kuba'daki Kuba Mescidi ve diğeri Mescid-i Nebevî olmak üzere
Medîne'de hâlen iki mescit zaten bulunmaktaydı. Şehirde üçüncü bir mescide
ihtiyaç olmadığı gün gibi aşikârdı. Bunu münâfıkların kendileri de biliyorlardı,
bundan dolayı üçüncü bir mescide ihtiyaç olduğunu göstermek üzere birtakım
nedenler uydurmaya başladılar. Bu maksada binaen, Hz. Peygamber'e (s.a) gittiler
ve “Bu bölgenin halkı ve bilhassa yaşlı, hasta, sakat olanlarımız için, kış mevsimi
ve yağmurlu havalarda bu iki mescitten birisine, günde beş defa gidip gelmelerinin
çok zor olduğu için bir başka mescide ihtiyacımız vardır. Bundan dolayı, Kuba
Mescidi ve Mescid-i Nebevî'den uzak bir mahallede oturan ve namazlarını cemaatle
kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescit yapmayı arzu ediyoruz” dediler.
38
ızhâr etti, düşmanlara yardımcı oldu ve Kureyşli müşriklere, Mekke kâfirlerine
kaçıp gitti. Onları Allah Rasûlü'ne (s.a) karşı harbe teşvik etti. Arap kabilelerinden
onlara muvafakat edenler toplanıp da Uhud senesinde Müslümanlara karşı
çıktıkları zaman Müslümanların başına gelenler gelmiş, Allah onları imtihan etmiş
ve sonuçta güzel âkıbet muttakilerin olmuştu. Bu fâsık, her iki saf arasına çukurlar
kazmıştı. Allah Rasûlü (s.a) o gün bunlardan birine düşmüş ve yaralanmıştı. Yüzü
yaralanmış, sağ alt çenesinin ön dişi kırılmış, başı yarılmıştı. Bu Ebû Âmir savaşın
başlangıcında kendi kavmi olan Ensâr'a doğru ilerlemiş, onlara hitap ederek onları
kendine yardıma ve muvâfakata meylettirmek istemişti. Onun sözünü [sesini]
tanıdıklarında, “Ey fâsık, ey Allah'ın düşmanı! Allah senin gözünü aydın etmesin”
demişler, üzerine yürüyüp dövmeye kalkışmışlardı. O, “Benden sonra andolsun
kavmime bir kötülük isabet etmiş” diyerek dönmüştü. Mekke'ye firarından önce
Allah Rasûlü (s.a) onu Allah yoluna çağırıp, ona Kur’ân okurdu. O ise Müslüman
olmamakta diretir inat ederdi. (Firarından sonra) Hz. Peygamber, (onun imandan)
uzak, kovulmuş olarak ölmesi için ona beddua etti de bedduası tuttu. Uhud'da iş
bitip de Allah Rasûlü'nün (s.a) durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu
görünce; Ebû Âmir, Hz. Peygamber'e karşı yardım istemek üzere Rûm kralı
Hirakl'e gitti. Hirakl, ona vaatte bulunup ümit verdi. O da Hirakl'in yanında (bir
süre) ikâmet etti. Orada iken kavmi olan Ensâr içinde nifak ve şüphe içinde
bulunan bir gruba yazıp onlara vaatlerde bulundu. Allah Rasûlü (s.a) ile savaşacak
bir ordu ile birlikte onların yanına geleceği, ona gâlip geleceğini bildirdi ve
durumu tersine çevireceği konusunda ümit verdi. Mektuplarını iletmek üzere
kendisinin yanından gelecek kimselerin sığınabilmesi için bir yer yapmalarını
emretti. Burası daha sonra onların yanına geldiğinde onun için bir gözetleme yeri
olacaktı. Kuba mescidi civarında bir mescit inşâsına başladılar. Yapılarını kurup
tahkim ettiler. Bu işi Hz. Peygamber'in (s.a) Tebük'e çıkışından önce bitirdiler ve
Allah Rasûlü'nün gelerek mescitlerinde kılacağı namazla bu mescidi makbul
saydığına delil olarak kullanmak üzere gelmesini ve mescitlerinde namaz kılmasını
istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıf ve hastalıklıların soğuk ve yağmurlu
gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarım söylediler. Allah Teâlâ Peygamberini
orada namaz kılmaktan korudu da, “Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Fakat Allah
dilerse döndüğümüzde” buyurdu. Allah Rasûlü (s.a) Tebük'den Medîne'ye dönmek
üzere yola çıktığında, onlarla arasında bir gün ya da bir günün bir bölümü kadar
zaman kalmışken Mescid-i Dırâr'la ilgili vahiy geldi ve bu mescidi bina edenlerin,
bu mescitleriyle ilk günden takvâ üzerine kurulmuş olan Kuba mescidindeki
mü’minler cemaatini bölme ve küfür maksadı taşıdıkları bildirildi. Allah Rasûlü
Medîne'ye gelişinden önce bu mescidi yıkmak üzere adam gönderdi. İbn Abbâs'tan
rivâyetle, Zarar vermek, küfretmek... üzere bir mescit edinenler... âyeti hakkında
Ali ibn Ebî Talha der ki: Bunlar Ensâr'dan bir gruptur. Bir mescit kurmak istediler.
Ebû Âmir onlara, “Bir mescit bina edin. Gücünüz yettiğince kuvvet ve silâh
hazırlayın. Ben Rûm kralı Kayser'e gidiyorum. Rûm diyarından bir ordu
getireceğim, Muhammed ve ashâbını (Medîne'den) çıkaracağım” dedi.
Mescitlerini bitirdiklerinde Hz. Peygamber'e gelip “Mescidimizin inşâsını bitirdik,
senin orada namaz kılmanı ve bize bereketle dua etmeni isteriz” dediler. Bunun
üzerine Allah Teâlâ, Orada asla (namaza) durma. İlk gününden takvâ üzerine
kurulmuş olan mescit, içinde namaza durmana daha uygundur... Allah zâlimler
güruhunu hidâyete erdirmez âyetlerini indirdi. Sa‘îd ibn Cübeyr, Mücâhid, Urve
ibn Zübeyr, Katâde ve âlimlerden bir çoğundan bu şekilde rivâyet edilmiştir.
Muhammed ibn İshâk ibn Ye’sâr'ın Zührî kanalıyla... Âsım ibn Ömer ibn Katâde
ve başkalarından rivâyetine göre; onlar, şöyle demiştir: Allah Rasûlü Tebük'ten
39
gelişinde Medîne'ye bir günden az bir mesafede bulunan Zû Evân'da konakladı.
Daha önce o, Tebük için hazırlanırken Mescid-i Dırâr'ın sahipleri o'na gelmişler
ve, “Ey Allah'ın Elçisi! Biz hastalıklı ve ihtiyaçlı kimseler için yağmurlu ve soğuk
gecelerde (namaz kılmaları için) bir mescit inşâ ettik. Gelip orada bize namaz
kıldırmanı isterdik” dediler. Hz. Peygamber, “Ben şimdi yola çıkmak üzereyim ve
meşgulüm –veya buna benzer bir söz söyledi– Allah diler de gelirsek [dönersek]
size gelir ve orada size namaz kıldırırım” buyurdu. (Dönüşünde) Zû Evân'da
konakladığında bu mescidin haberi [Mescid-i Dırâr olduğu] nâzil olunca Allah
Rasûlü (s.a) Sâlim ibn Avf oğulları'ndan Mâlik ibn ed-Duhşum ve Ma’n ibn
Adiyy'i –veya Bil’aclân kabilesinden olan kardeşi Âmir ibn Adiyy'i– çağırdı ve,
“Gidin, halkı zâlim olan şu mescidi yıkın ve yakın” buyurdu. Süratle çıkıp Mâlik
ibn ed-Duhşum'un topluluğu olan Sâlim ibn Avfoğulları'na geldiler. Mâlik,
Ma’n'a, “Beni bekle, ailemden sana ateş getireyim” dedi. Ailesinin yanına girip
yapraklı bir hurma dalı aldı, onu yaktı, sonra çıkıp hızla gittiler ve mescide
girdiler. Mescit halkı mescidin içindeydi. Mescidi yaktılar, yıktılar. İçindekiler
kaçıp dağıldı. İşte onlar hakkında Kur’ân'dan, Zarar vermek, küfretmek üzere bir
mescit edinenler... âyetleri nâzil oldu. Ve râvî kıssanın devamını sonuna kadar
zikretti. Bu mescidi inşâ edenler 12 kişidir: Ubeyd ibn Zeyd oğulları'ndan Hazam
ibn Hâlid, Amr ibn Avf oğulları'ndan birisi, –bu, şekavet mescidi fikri onun evinde
çıkarılmıştı–. Ubeyd oğulları'ndan ve Ümeyye ibn Zeyd oğulları'nın dostu Sa‘lebe
ibn Hâtib. Dubey’a İbn Zeyd'den Muattib ibn Kuşeyr. Dubey’a ibn Zeyd
oğulları'ndan Ebû Habîbe ibn Ez’ar, Amr ibn Avf oğulları'ndan ve Sehl ibn
Huneyf'in kardeşi Abbâd ibn Huneyf, Câriye ibn Âmir ve iki oğlu Mücemmi ibn
Câriye ve Zeyd ibn Câriye, Nebtel el-Hâris –bunlar Dubey’a oğulları'ndandır–
Dubey’a oğulları'ndan Bahzec, Dubey’a oğulları'ndan Bicâd ibn Osman, Ümeyye
oğulları'nın dostu olan Vedîa ibn Sâbit. Bunlar Ebû Lübâbe ibn Abdulmünzir'in
topluluğudur.18
Âyette, Mescid-i Dırâr'ın karşıtı olarak zikredilen takvâ üzerine kurulan mescit
ile, “Kuba mescidi” veya Medîne'deki Rasûlullah'ın mescidi” kastedilmiş
olabileceği gibi, “dünyanın neresinde olursa olsun iyi niyetle temeli atılan her
mescit” de kastedilmiş olabilir.
111-112. Şüphesiz Allah, tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat
eden, o rükû eden, secde eden, ma‘rûfu emreden, kötülükten vazgeçiren, Allah'ın
hududunu koruyan inananlardan canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara
verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra
öldürürler ve öldürülürler. Bu, O'nun [Allah'ın] Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki
gerçek bir vaadidir. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse,
yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve
mü’minlere müjde ver!
Bu âyetlerde, Allah yolunda yapılan gayretler, mücâdeleler ve savaşlar
özetlenmekte, samimi mü’minlerin sıfatları sayılmaktadır. Münâfıklar bu savaştan
kaçarken mü’minler gönüllü olarak koşmaktadırlar. Bu, onlar için sanki çok kârlı
bir alış-veriştir: Canları ve malları karşılığında cenneti satın almışlardır.
40
hicret etmek, insanları ıslah etmek, gerçek bilgiyi aramak, helâlinden geçim
sağlamak] için seyahat edenler” anlamında kullanılmıştır.
115. Allah, bir kavme hidâyet ettikten sonra, takvâlı davranacakları şeyleri
kendilerine ortaya koymadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi
bilendir.
41
onları saptırmaz. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. Kuşkusuz, göklerin ve
yeryüzünün mülkü yalnızca Allah'a aittir. O, diriltir ve öldürür. O'nun astlarından
bir velî ve bir yardımcı yoktur.
Burada, İbrâhîm'in müşrik babası için istiğfar edişinin gerekçesi de, İbrâhîm'in
babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi.
Sonra onun Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan
uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi buyurularak açıklamıştır.
İbrâhîm'in babası için istiğfarı daha önce şu âyetlerde konu edilmişti:
Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için
doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni naim [nimeti bol] cennetin mirasçılarından kıl!
Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. (Şu‘arâ/83-86)
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı
putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir
çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana
karşı gelirse, … Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.
Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için,
Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim.
Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim
gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte,
hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden
Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni
salâtı ikâme eden kıl, soyumdan da! Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz!
Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için
mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)
O [İbrâhîm], “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim.
Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah'ın astlarından kulluk
ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime
yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi. (Meryem/47-48)
İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, “Senin için
mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi
hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz
sizden ve sizin, Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve
siz bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir
düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve
dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla!
Rabbimiz! Şüphesiz Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin” demişlerdi. (Mümtehine/4-
5)
Bu âyette, kâfir ve müşrik olarak öldükleri kabul edilen kimselerin
cenazelerine katılıp onlar için bağışlanma talebinde bulunmak da yasaklanmaktadır.
Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler nakledilmiştir:
Nesâî'nin rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir: “Ben, birisinin
–müşrik oldukları hâlde– anne-babasına mağfiret dilemekte olduğunu duyunca
ona, ‘Her ikisi de müşrik oldukları hâlde onlara mağfiret mi diliyorsun?’ diye
sordum. O bana, ‘İbrâhîm (a.s) babasına mağfiret dilememiş miydi?’ dedi. Bunun
üzerine ben, Peygamber'in (s.a) yanına gittim ve o'na bunu sordum. İbrâhîm'in
babasına mağfiret dilemesi ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi buyruğu
indi.”21
21
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
42
Taberî bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili çeşitli rivâyetler zikretmiştir. Bir
rivâyete göre Hz. Peygamber, atalarının dininde ısrar eden ölüm döşeğindeki
amcasına mağfiret dileyeceğini vaat etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah
o'nu bundan nehyetmiştir.
Bir rivâyete göre bir Mekke yolculuğu esnasında annesinin kabrini ziyaret
etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah da o'nu bundan nehyetmiştir.
Bir rivâyete göre de ashâbından bazıları kendisine, “Ey Allah'ın Peygamberi!
Muhakkak ki bizim babalarımızdan komşuluğu güzel olan, akrabalığa önem veren,
esirleri kurtaran ve zimmetlerine vefa gösterenleri vardır. Onlar için mağfiret
dilemeyelim mi” diye sormuşlar. Hz. Peygamber de, “Evet, Allah'a yemin olsun ki,
ben de İbrâhîm'in babası için mağfiret dilediği gibi babama mağfiret diliyorum”
buyurdu. Bunun üzerine Allah, birinci ve ikinci âyeti indirdi.22
Başka bir rivâyete göre; bir kişi, başka birinin müşrik olan anne ve babası
için mağfiret dilediğini duymuş ve “Kişi, müşrik olan ebeveyni için mağfiret
dileyebilir mi?” diye sorunca o kişi, “İbrâhîm, babası için mağfiret dilemedi mi?”
diye cevap verdi. O adam Hz. Peygamber'e gelip bu durumu bildirince iki âyet
nâzil oldu. Ayrıca, babaları için mağfiret dileyenler, bu iki ayetin nüzûlünden
sonra günah işlediklerini düşündüler, Allah da 3. âyeti indirdi. Beğavî 3. âyetin
nüzûl sebebiyle ilgili olarak şu rivâyeti zikretmiştir: Bir grup, Hz. Peygamber'e
gelerek Müslüman oldu. Onlar Müslüman olduklarında daha içki yasaklanmamıştı
ve kıble de Ka‘be'ye doğru değişmemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra bu
grup tekrar Hz. Peygamber'e geldiklerinde içkinin haram kılındığını ve kıblenin
değiştiğini gördüler. Bunun üzerine, “Ey Allah'ın Peygamberi! Sen bir din
üzeresin, biz başka bir din üzereyiz, bizler dalalet içerisindeyiz” dediler. Bunun
üzerine Allah, 115. âyeti indirdi.23
22
İbn Kesîr.
23
İbn Kesîr.
43
Târih kaynaklarına göre geri bırakılan üç kişi, Ensâr'dan Ka‘b b. Mâlik,
Âmiroğulları'ndan Murâre b. Rebî ve Vakıfoğufları'ndan Hilâl b. Umeyye'dir.
44
Rasûlullah'ın iyice yaklaştığını duyunca bu yalan kuruntularından kurtuldum.
Nihâyet hiçbir yalanla yakayı kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu
söylemeye karar verdim.
Rasûlullah sabahleyin geldi. Bir seferden döndüğü zaman önce mescide
giderdi. Yine böyle yapıp mescide gitti. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra
halkla görüşmek için oturdu. Savaşa katılmayanlar geldi, her biri özrünü yemin-
billah arzetmeye başladı. Bunlar 80 küsur kişiydi. Hz. Peygamber onların beyân
ettikleri mazeretleri zâhiren kabul edip, onlar için istiğfarda bulundu. İşin gerçek
yüzünü Allah'a havale etti. Sonra ben geldim. Selâm verdiğimde Peygamber kızgın
bir adamın gülümsemesi gibi gülümsedi ve bana “Gel” dedi. Gittim, önüne oturunca
bana, “Savaşa katılmaktan seni alıkoyan neydi, hayvanlarını cihad için satın
almamış mıydın?” diye sordu. Ben de, “Yâ Rasûlallah! Eğer dünyada senden başka
biriyle oturup konuşsam bir özür beyân ederek kendimi onun öfkesinden kurtarırım.
Çünkü bende karşı tarafı ikna kabiliyeti vardır. Fakat, şunu kesin olarak biliyorum
ki, bugün sana mazeret diye seni kandıracak bir yalan uydursam, korkarım ki
yakında Allah, gerçeği sana bildirir, yine öfkeni üzerime çekmiş olurum. Seni bana
karşı kızdıracak işin doğrusunu söylersem, yine bu hususla Allah'ın bana hayır veya
avf ile mukabele edeceğini ümit ediyorum. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin
olsun ki Tebük savaşı'na katılmayışımın bir mazereti yoktur. Aksine bu sırada her
zamankinden daha varlıklı ve kuvvetliydim” dedim.
Bunun üzerine Rasûlullah, “Buna gelince, işte bu doğruyu konuştu” dedi ve
bana, “Kalk git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle” dedi. Hemen kalktım,
arkamdan Selemeoğulları'ndan bazıları beni takip etti ve “Vallahi, bundan önce bir
günah işlediğini bilmiyoruz, fakat savaşa iştirak etmeyen diğerlerinin yaptığı gibi
bir özür beyân etmeyi beceremedin. Hâlbuki Peygamber'in senin için olan istiğfarı
bu günahının affedilmesine yeterli olurdu” dediler. Bu sözlerinde o kadar ısrar
ettiler ki, nerdeyse dönüp Peygamber'e yalandan bir mazeret arz edecektim. Fakat
onlara dönüp, “Benden başka, benim davrandığım gibi davranan oldu mu?” diye
sordum. “Evet, iki kişi aynen senin gibi konuştu, Rasûlullah, sana söylediğinin
aynısını onlara da söyledi” dediler. “O iki kişi kimdir?” diye sorduğumda, “Mürare
b. Rebia el-Âmirî ile Hilal b. Ümeyye el-Vakifî” dediler. Böylece, bana örnek olan
ve Bedir savaşı'na katılan iki iyi kişiyi zikrettiler. Bu iki kişinin isimlerini bana
söyleyince yürüyüp gittim. Hz. Peygamber, insanların, Tebük savaşı'na
katılmayanlar arasında yalnızca biz üçümüzle konuşmasını yasakladı. Bundan
dolayı insanlar, bizimle konuşmaktan kaçınmaya ve bize karşı davranışlarını
değiştirmeye başladılar. Öyle ki memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o
tanıdığım memleket olmaktan çıktı. Tam 50 gece bu vaziyette sürüp gitti. Bu iki
arkadaşım bir eve kapanıp ağlayıp duruyorlardı. Ben, içlerinde en atak ve hareketli
olanıydım. Bundan dolayı evden çıkar namaza katılırdım. Kimse benimle
konuşmadığı hâlde sokaklarda dolaşırdım. Peygamber'e gelir, o namazdan sonra
insanlarla sohbet ederken selâm verirdim ve kendi kendime, “Acaba dudaklarını
kımıldatıp selâmımı aldı mı?” derdim. Ona yakın bir yerde namaz kılardım ve
gözlerimi o'ndan ayırmazdım. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazı
bitirince yüzünü benden çevirirdi. Müslümanların bana karşı olan bu boykotları
uzayıp gitti. Bir defasında Ebû Katâde'ye ait bir bahçenin duvarından atladım. Ebû
Katâde, amcamın oğlu ve çok sevdiğim biriydi. Selâm verdim. Vallahi selâmımı
almadı. Kendisine, “Ey Ebû Katâde! Allah için söyle! Sen benim Allah ve
Rasûlü'nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?” diye sordum. Cevap vermedi.
Tekrar Allah'a yemin ederek sordum, yine sustu. Yine yemin ederek aynı soruyu
tekrar sordum. Bu sefer, “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedi. Bunun üzerine
45
gözlerim yaşardı, döndüm ve duvarı atlayarak çıktım.
Bir gün Medîne çarşısında dolaşırken, Şam halkından satmak için Medîne'ye
yiyecek getirmiş olan bir çiftçi, “Bana Ka‘b b. Mâlik'i kim gösterebilir” diye
konuşuyordu. Halk beni kendisine gösterdi. O da yanıma gelip, Gassan Kralı'ndan
getirdiği bir mektubu bana verdi. Ben okur-yazardım. Mektubu okumaya başladım.
Şöyle yazıyordu: “Arkadaşının seni yalnız bıraktığı haberini aldık. Onun yanında
zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel. Bolluk ve rahatlık
içinde hayatını sürdürürsün.”
Mektubu bitirdikten sonra, “Bu da ayrı bir bela ve imtihan” dedim. Derhal
ateşin bulunduğu bir yere gittim ve mektubu ateşe attım.
Bu hâl üzere geçirdiğimiz 50 günün kırkıncı günü tamamlandığında ve
herhangi bir vahiy gelmeyince, Hz. Peygamber tarafından gönderilen biri geldi ve
“Peygamber hanımından uzak durmanı emrediyor” dedi. Ben de, “Hanımımı
boşayayım mı, yani ne yapayım” diye sordum. Adam, “Hayır boşama, ancak ondan
ayrı yaşa ve onunla ilişkiye girme” dedi. Peygamber diğer iki suç arkadaşıma da
aynı emri göndermişti. Bunun üzerine hanımıma, “Ailenin yanına git ve bu konuda
Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında kal” dedim.
Bu arada Hilâl b. Ümeyye'nin hanımı Hz. Peygamber'e gelip “Ey Allah'ın
Rasûlü, Hilâl yaşlı bir adamdır, hizmetçisi de yoktur, ona hizmet etmeme izin
vermez misin?” dedi. Hz. Peygamber, “Ona hizmet edebilirsin, ama seninle cinsî
ilişkide bulunmasın” buyurdu. Hilâl'in hanımı, “Vallahi o hiçbir hareket yapacak
güçte değildir. Başına bu iş geldiği günden bu yana ağlayıp durmaktadır” dedi. Aile
halkımdan bazıları, “Hanımının sana hizmet etmesi için Rasûlullah'tan izin istesen,
çünkü Rasûlullah Hilâl'in hanımına ona hizmet etmesi için izin verdi” dediler. Ben
ise, “Hayır! Böyle bir izin isteyemem, ben genç bir adamım, kim bilir Rasûlullah
sonra bana ne der?” dedim.
On gece daha böyle kaldım. Bizimle konuşma yasağının başladığından bu yana
50 gün tamamlandı. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında
sabah namazını kıldım. İşte böyle, Allah'ın tasvir ettiği gibi, vicdanımın beni
sıkıştırdığı, tüm genişlik ve rahatlığına rağmen yeryüzünün bana dar geldiği bir
hâlde oturuyorken Sel Dağı'na çıkmış birinin sesini duydum. Alabildiğine yüksek
sesle, “Müjde ey Ka‘b b. Mâlik” diye bağırıyordu. Bu sesi işitince yere kapanıp
secde ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anladım. Peygamber, sabah
namazından sonra halka, Allah'ın bizim tevbemizi kabul ettiğini haber vermişti.
İnsanlar da bizi müjdelemeye gelmişlerdi. İki suç arkadaşıma da müjdeciler
gitmişti. Biri de atına atlayıp bana geldi. Selem kabilesinden biri koşarak Sel
Dağı'na çıktı. Bunun sesi, atına atlayıp gelenin atından daha erken geldi. Sesini
işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma gelince, müjdesinin karşılığı olarak
üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdeki
elbisemden başka elbisem yoktu. Birinden ödünç bir elbise aldım, Rasûlullah'ı
aramaya başladım. İnsanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik
ediyor, “Allah'ın seni affetmesi mübarek olsun” diyorlardı. Nihâyet mescide girdim.
Peygamber mescitte oturuyordu, etrafında da insanlar vardı. Ben girince Talha b.
Ubeydullah hemen kalktı, koşarak gelip elimi sıktı ve beni tebrik elti. Ondan başka
kimse yerinden kımıldamadı. Onun bana karşı olan bu sıcak davranışını hiçbir
zaman unutmadım. Peygamber'e selâm verdiğimde sevinçten yüzü parlıyordu.
Bana, “Müjdeler olsun, ananın doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin en
hayırlısıdır bugün” dedi. Ben, “Yâ Rasûlallah! Bu lütuf senden mi yoksa Allah'tan
mı?” diye sordum. Rasûlullah, “Allah tarafından” buyurdu. Peygamber sevindiği
zaman yüzü ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.
46
Peygamber'in huzurunda oturunca, “Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemin kabulü
vesilesiyle Allah ve Rasûlü uğrunda sadaka olmak üzere malımın tamamını
dağıtmak istiyorum” dedim. Rasûlullah, “Malının tamamını dağıtma, bir kısmını
kendine ayır, bu senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben de, “Hayber'deki hissemi
kendime ayırıyorum, yâ Rasûlallah, Allah beni doğruluğum yüzünden kurtardı, ben
de bundan sonra hayatta olduğum sürece hep doğruyu söylemeye söz verdim”
dedim. Ve Allah'a yemin olsun ki, bu sözümü Hz. Peygamber'e aktardığım günden
beri Müslümanlardan, doğru söyleme konusunda Allah'ın beni imtihan ettiği gibi
güzel imtihan olan birini bilmiyorum. Ve yine yemin ederim ki, bu ahdimi
Rasûlullah'a söylediğim andan bugüne kadar asla bilerek yalan söylemeye teşebbüs
etmedim. Allah'ın beni hayatımın kalan kısmında da yalan söylemekten korumasını
dilerim.”
Ka‘b der ki: İşle bu hâdise üzerine yüce Allah, Andolsun ki, Allah,
Peygamber'le birlikte bir kısmının kalpleri kısmen sarsıldıktan sonra kendisine
güçlük zamanında tâbi olan Muhâcirlerle Ensâr'ı tevbeye muvaffak kıldı, sonra da
tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, çok esirgeyen ve çok bağışlayandır. Savaştan
geri bırakılan üç kişinin tevbelerini de kabul etli. Yeryüzü tüm genişliğine rağmen
onlara dar gelmiş, vicdanlarını sıkıştırmıştı ve onlar Allah'tan başka sığınacak bir
yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hâllerine dönsünler diye Allah,
onların tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz Allah tevbeyi en çok kabul eden ve
gerçekten esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğru olanlarla
beraber olun (Tevbe/117-119) âyetlerini indirdi.24
119. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve doğru kimselerle
birlikte olun.
47
126. Onlar her yıl bir veya iki kere şüphesiz kendilerinin
fitnelendirildiklerini [denendiklerini] görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyor ve
öğüt almıyorlar.
127. Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar: “Sizi bir kimse görüyor
mu?” Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, iyice anlayıp kavramayan bir
topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir.
128. Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen,
size düşkün, sadece inananlara çok sevecen ve çok merhametli bir elçi gelmiştir.
Bu pasajda, mü’minlere birtakım emirler verilmiş, uyarılarda bulunulmuş ve
verilen nimetler sayılmış ve onlardan bu nimetlerin kadrini bilmeleri istenmiştir. Bu
nimetler şunlardır:
• Mü’minler, Allah'a takvâlı davranmalı ve doğru kimselerle birlikte
olmalıdırlar.
48
bilgi edinmenin zorunlu bir görev oluşuna, öğretmen ve öğrencilerin savaşa
götürülmemesi gerektiğine delâlet eder.
Doğunun ve batının Rabbidir O. O'ndan başka, tanrı diye bir şey yoktur. Bu
nedenle O'nu vekil et! (Müzzemmil/9)
49
gözetendir.” (Hûd/53-57)
O [Şu‘ayb], “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şâyet ben
Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şâyet O bana Kendi katından güzel
bir rızık ihsan etmişse!? Ve Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim
düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum.
Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim ve ancak
O'na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nûh kavminin veya
Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete
uğratmasın. Ve Lût kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret
dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok
sevendir” dedi. (Hûd/88-90)
Ve dedi ki: “Ey yavrularım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin.
Ben, Allah'tan hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben
sadece O'na tevekkül ettim. Artık tevekkül edenler de sadece O'na tevekkül
etmelidirler.” (Yûsuf/67)
İşte böyle, seni, onlar Rahmân'ı inkâr edip duruyorlarken, onlara sana
vahyettiklerimizi okuyasın diye kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş
olan bir ümmet içinde elçi yaptık. De ki: “O [Rahmân], benim Rabbimdir, O'ndan
başka ilâh diye bir şey yoktur. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim, dönüşüm de
yalnızca O'nadır.” (Ra‘d/30)
Elçileri onlara dediler ki: “Biz ancak sizin gibi bir beşeriz. Velâkin Allah
kullarından dilediğini kayırır. Ve Allah'ın izni olmadıkça bizim için size bir delil
getirmemiz olacak şey değildir. Onun için de inananlar sadece Allah'a tevekkül
etsinler. Ve bize yollarımızı göstermişken, neden biz Allah'a tevekkül etmeyelim!
Ve elbette biz, bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. Tevekkül edenler de yalnız
Allah'a tevekkül etsinler.” (İbrâhîm/11-12)
Allah doğrusunu en iyi bilendir.
50