You are on page 1of 20

28 TİN SURESİ

[İNCİR]

SURESİ

TÎN SURESİ’NE GİRİŞ

Mekke’de 28. sırada inmiş olan Tin suresi, adını 1. ayetteki “‫ الّتييين‬tin [incir]”
sözcüğünden almıştır. Katade ve İbn Abbas gibi Kur’an bilginleri surenin Medine’de indiğini
ileri sürmüşlerse de, bu konudaki uzmanların çoğunluğunun görüşü, surenin Mekkî olduğu
yönündedir. Üslûbunun Mekkî sure üslûbu olmasının yanında, 3. ayetteki “Ve bu emniyetli
şehre ant olsun” ifadesi de Tin suresinin Mekkî olduğuna yeterli bir kanıttır. Zira aşağıda
açıklanacağı üzere, Mekke şehri için kullanılan “emniyetli şehir, güvenli belde” ifadesi, önüne
geldiği kelimeye yakınlık izafe eden “‫ هذا‬hâzâ [bu]” işaret sıfatı ile birlikte kullanılmıştır
[hâze’l-Beledi”l-Emin]. Bu da Peygamberimizin Mekke’de bulunduğunu göstermektedir.
Eğer sure, peygamberimiz Medine’de iken inseydi, Mekke şehri için, yakınlık izafe eden “‫هذا‬
haza [bu]” işaret sıfatının kullanılmaması gerekirdi.
Bu sureden önceki Büruc suresinde Firavun, Semud ve Ashab-ı Uhdud olayları kötü
örnekler olarak sunulmuş iken, bu surede dikkatler Filistin, Suriye ve Hicaz yöresine,
buralarda inmiş vahiylere ve sonuçlarına çekilmiştir.

28/ TİN [İncir] SURESİ

Rahman Rahîm Allah adına

Ayetlerin meali:

1-3- İncire, zeytine, Bereketli Dağ’a ve bu Güvenli Belde’ye kasem olsun ki,
4-6- Gerçekten Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra iman edenler
ve salihatı işleyenler hariç -çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var-
onu alçakların en alçağına döndürdük.
7- Öyleyse, bundan sonra dini sana ne yalanlatıyor?
8- Allah, hâkimlerin en hâkimi değil midir?

Ayetlerin Tahlili

1-6. Ayetler:

İncire, zeytine, Bereketli Dağ’a,


ve bu Güvenli Belde’ye kasem olsun ki,

1
gerçekten Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra iman edenler ve salihatı
işleyenler hariç -çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var- onu alçakların en alçağına
döndürdük.

Yukarıdaki altı ayetten oluşan kasem cümlesinin “kasem bölümü”nü oluşturan 1-3.
ayetlerde dört ayrı şeye kasem edilmek [dört şey kanıt gösterilmek] suretiyle insanların
tümünün “ahsen-i takvim” üzerine yaratıldığı, insanların iman edenleri ve salihatı işleyenleri
için kesintisiz bir ödülün var olduğu, iman edenler ve salihatı işleyenler dışında kalanların ise
“ ‫ اسفل سافلين‬esfel-i safilin”e döndürüldüğü bildirilmiştir.
Her kasem cümlesinde olduğu gibi, burada da 4-6. ayetlerde ileri sürülen yargıya kanıt
teşkil edecek şeylerin tam anlamıyla maksadı ifade eden, ciddî, somut şeyler olması
gerekmektedir. Dolayısıyla kasem cümlesinin mesajını doğru anlayabilmek için önce 1-3.
ayetlerdeki kanıtların iyi anlaşılması zorunludur:

Tin [İncir] ve Zeytin:

Herkesin bildiği iki meyve olan incir ve zeytin, burada insanın en güzel biçimde
yaratıldığına ve sonra da alçakların en alçağına döndürüldüğüne kanıt olarak gösterilmiştir.
Ne var ki, bu meyvelerin ileri sürülen yargıya sadece meyve olarak kanıt olamayacakları
konusunda da yine herkes ittifak hâlindedir. Şu hâlde, öncelikle “incir” ve “zeytin” sözcükleri
ile nelerin kastedilmiş olduğu anlaşılmalı, sonra da bu sözcüklerle kastedilen şeylerin 4 ve 5.
ayetlerdeki yargıya nasıl kanıt olabileceği araştırılmalıdır.
Tefsircilerin bir kısmı “incir” ve “zeytin” sözcüklerinin bilinen sözlük anlamlarından
yola çıkarak bunların cennet meyvesi olduklarını, dolayısıyla da kutsal olduklarını ileri
sürmüşlerdir. Bu kişiler, Müminun suresinin 20. ayetindeki “Sina dağından çıkan, yiyenlere
yağ ve çeşni veren bu ağaç gibi” ifadesini zeytin ağacının kutsallığına yormuşlar ve incir
hakkında da “incir cennet meyvesidir”, “incir basur ve romatizmayı tedavi eder”, “incir ağız
kokusunu giderir, saçları uzatır ve felci önler” gibi birçok rivayeti değerlendirmişlerdir.
Bu meyvelerin Akdeniz havzası ve Ortadoğu bölgesinde yetişen iki önemli ticaret malı
olmaları sebebiyle üzerlerine yemin edildiğini ileri sürenler olduğu gibi, incir ve zeytinin Leyl
suresindeki “erkek ve dişiyi yaratan şey”den, yani zeytinin dişi yumurtasından, incirin de
erkek menisinden kinaye olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Bu konuda da boş durmayan rivayetçilerden bir kısmı, “tin”den kasıt Şam,
“zeytin”den kasıt da Kudüs’tür derken, bir kısmı da “tin”den kasıt Nuh’un Cudi dağı üzerine
yaptığı mescit, “zeytin”den kasıt da Kudüs’tür demiştir.
Tasavvufçular ise bu iki meyvenin zahir [görünen] özelliklerinden yola çıkarak
batında [görünmeyen iç boyutta] taşıdığını ileri sürdükleri bazı anlamlar oluşturma yoluna
gitmişlerdir. Tasavvuf literatüründe incir ve zeytinin konumuna ilişkin bazı değerlendirmeler
aşağıdadır:
“İncir çok çekirdekli, zeytin tek çekirdeklidir. İncir kesret [çokluk âlemine] işaret
ediyor. Tek meyvede yüzlerce çekirdek barındırıyor. Zeytin ise tek çekirdeklidir. Zeytin bu
hâliyle ilk plânda Vahdet Âlemini [Teklik-Tevhit Boyutunu] çağrıştırıyor.”
“İncirin kullanımı ve fayda alanı dardır. Zeytinden çok yönlü istifade edilir: Sofrada
gıda olur. Yemeklere yağ olur. Hatta sabun olur da insanı ve eşyayı temizler. İncirin meyve ve
tatlı olmasının dışında çok boyutlu bir kullanımı yoktur. Kesrette hakikatten alacağınız çok
bir şey yoktur. Tek boyutta kalır, dar bir pencereden bakarsınız.”
“İncirden yedikleri için Âdem ve Havva dünya boyutuna düştüler. Kesret boyutu, en
alt boyuttur. Kesret, cennet yaşamından uzaklaşmak demektir. Kesret, aşağıların aşağısıdır.”

2
“Zeytin önce yeşildir. Yeşil Rızanın, Nübüvvet kemâlâtın rengidir. Sonra kızaracak,
aşkın rengi, sonra da hiçliğin rengi siyah… İncir kesret sembolü... İncir ilk günahı, ilk düşüşü
çağrıştırıyor.”
“Zeytin Vahdet sembolü… Varılacak bir hedefin timsali… İncir, tek düze, ikilemli bir
yaşam… Zeytin, aşamalı bir eğitimin, tedrici gelişimin simgesi...”

Bizim yaklaşımımız, öncelikle kasem cümlesinin öğelerinin parçalanmadan, bir bütün


olarak ele alınması yönündedir. “İncir” ve “zeytin” kesinlikle kasemin dışındaki öğeler olarak
düşünülmemeli, kasemden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışılmamalıdır. Aksine, “incir” ve
“zeytin” hakkındaki değerlendirme, bu sözcüklerin içinde yer aldığı cümlenin yapısı
incelenerek paragrafın temasından çıkartılacak ipuçlarına göre yapılmalıdır.
Buna göre birinci ipucu, sözcüklerin cümle içindeki kullanılış tarzından elde
edilmektedir: Sözcükler cümlede muarref [belirgin] olarak kullanılmıştır. Bu durumda, “incir”
ve “zeytin” sözcüklerinin birer “cins ismi” olarak değerlendirilip genel anlamlarıyla
anlaşılması isabetli olmamaktadır.
İkinci ipucu ise 1-6. ayetlerden oluşan paragrafın anlamından elde edilmektedir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, 1-6. ayetlerden oluşan paragraf bir kasem cümlesidir ve 1-3.
ayetlerde sayılanlar, 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtlarıdır. Ancak, kanıt olarak gösterilenlerin
ikisi yer [mahal, bölge] olup diğer ikisi “incir” ve “zeytin”dir. “İncir” ve “zeytin”in meyve
olarak 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtları olmasının mantığı bulunmadığına ve sözcükler
cümlede muarref olarak yer aldıkları için zaten meyve olarak değerlendirilemeyeceklerine
göre, diğer kanıtların birer yer gösterdiği dikkate alınarak “incir” ve “zeytin” sözcükleri ile de
bir yerin kastedilmiş olabileceğinin düşünülmesi gerekir. Bu ihtimal, Arap geleneklerine de en
uygun ihtimaldir. Çünkü Araplar bir şehri, o şehrin en ünlü kişisinin [genellikle kurucusunun]
adıyla adlandırdıkları gibi, bölge isimlerini de o topraklarda yetişen bitki adlarıyla
adlandırmışlardır. Dolayısıyla bize göre “incir” ve “zeytin” den kasıt, bu meyvelerin yetiştiği
bölgelerdir; ki, bu bölgeler Filistin ve Suriye’dir. İbni Teymiye, İbni Kayyım, Zemahşeri ve
Alusi de aynı görüştedir. Ayrıca meyvelerin anavatanı ve ilk yayıldığı bölge olarak doğu
Akdeniz ve Suriye’yi gösteren Ana Britannica Ansiklopedisi de bu görüşü desteklemektedir:

“Eski çağlar boyunca Ege Denizi ve Doğu Akdeniz çevresindeki bölgelere yayılan
inciri …” (cilt 16, s. 340)
“Bazı kaynaklarda anayurdunun Anadolu’nun güney kesimi ve Suriye olduğu ileri
sürülen bu bitki [zeytin] …” (cilt 32, s. 377)

Tur-i Sînîn

“‫طور‬ّ ‫ ال‬Et-tûr” sözcüğünün aslı “temel” demektir. Araplar evin temeline “‫طور اليّدار‬
tavaru’d-dar” demektedirler. Ancak bu sözcük, evin üzerine yapıldığı ilk temeli kapsadığı
gibi, apartman katlarından her birinin başlangıcı anlamındaki ara temeli [tavr] de kapsar.
Nitekim Türkçede “kademe”, “aşama” sözcükleriyle ifade edilen “‫ طور‬tavr” sözcüğü, Nuh
suresinin 14. ayetinde “‫ وقييد خلقنيياكم اطييوارا‬ve kad haleknaküm etvara [sizi aşama aşama
yarattık]” ifadesinde de bu anlamda kullanılmıştır.
“Temel” anlamı ekseninde “kaya” ve “ağaç” için kullanılan “tur” sözcüğü, daha sonra
“dağ” anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla daha meşhur olmuştur. Sözcüğün
bu yöndeki gelişimine uygun olarak araştırmacıların bir kısmı “tur” sözcüğünün genel
anlamda “dağ” demek olduğunu söylemişler, bir kısmı ise Musa peygamberin vahiy aldığı
özel dağın adı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten de “tur” sözcüğü, Kur’an’da yer aldığı
ayetlerde Musa peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olarak kullanılmıştır (Bakara 63, 93,
Nisa 154, Meryem 52, Ta Ha 80, Müminun 20, Kasas 29, 46, Tur 1, Tin 2).

3
Bizim görüşümüze göre de Musa peygambere Allah tarafından ilk hitabın yapıldığı
dağın adı olan “Tûr” sözcüğü, “Sina, Sena” gibi sözcüklerle birleştirildiğinde “Sina Dağı”
anlamına gelmektedir.

Güvenli Belde

Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, “Güvenli Belde”nin Mekke şehri olduğu
hakkında tam bir görüş birliği vardır. Çünkü kan dökülmesi yasaklanmış olan Mekke’nin
“Güvenli Kent” olduğu Kur’an ayetleri tarafından açıkça belirtilmektedir:

Bakara 125: Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve
bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından
kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e:
“Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için,
hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit
almıştık.

Kasas 57: Ve “Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan


atılırız” dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızk olarak, her
şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli,
haram/dokunulmaz bir yere [Mekke’ye] yerleştirmedik mi?
Fakat onların çoğu bilmezler.

Ankebut 67: Yoksa çevrelerinde insanların zorla kapılıp götürülmesine


rağmen orayı güvenli [haram/dokunulmaz] yaptığımızı
görmediler mi? Hâlâ batıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük
mü ediyorlar?

Ayrıca, Enfal suresinin 33. ayetinden de, peygamberimizin içinde yaşadığı dönemde
Mekke’nin “güvenli kent” olduğu anlaşılmaktadır.

Dört Kasem Maddesinin Birleşimi

“İncir” ve “zeytin”in “Sina dağı” ve “güvenli kent” gibi yer veya bölge bildiren
semboller olduğu, bu bölgelerin de incir ve zeytin meyvelerinin yetiştiği Filistin ve Suriye
olduğu yönündeki kabuller neticesinde, bu dört yerin insanın en güzel biçimde yaratılmasının
ve sonra da alçakların en alçağına döndürülmesinin kanıtı olması gerekmektedir. Ancak
kasem cümlesinin yargısı ile bu yargının kanıtları arasında olması lâzım gelen mantıklı ilişki
görünürde bulunmamakta, yargı ile kanıtlar birbirlerine uzak görünmektedir. Yargı, açık ve
net olarak anlaşıldığına göre, bu durumda yapılacak şey, kanıtların başka anlama gelip
gelmediğini araştırmaktır.
Bu amaçla, birer yer bildiren bu sözcüklerin başka ne anlamlara gelebileceği
düşünüldüğünde, akla ilk olarak bu sözcüklerin mecaz manalarına uzanmak gelmektedir.
Gerçekten de burada tüm dünya edebiyatlarında çok yaygın kullanılan bir sanat; “Mahalliyet
Mecaz-i Mürseli” söz konusudur. Kur’an’da yüzlerce örneği olan bu sanata göre “mahal
zikredilmekte ama aslında o mahalde yaşayanlar kastedilmektedir. Meselâ Yusuf suresinin 82.
ayetinde “‫ واسييئل القرييية‬ves’eli’l-garyete [o kente sor]” ifadesinde “kent” zikredilmiş ama
“kentin insanları” kastedilmiştir.
Buna göre, konumuz olan ayetlerde de yer [mahal] ismi zikredilmiştir ama kastedilen
o yerler değil, o yerlerde yaşayan insanlar, oralara gönderilen peygamberler ve oralarda

4
indirilen vahiylerdir. Zaten Kur’an’da adı geçen peygamberlerin birçoğu [İbrahim peygamber,
oğlu İsmail (as), İshak (as), torunu Yakup (as), Yusuf (as), Musa (as), Harun (as), Davud (as),
Süleyman (as), İsa (as) ve Muhammed (as)] o bölgelerde yaşamışlardır. Ayrıca bu
peygamberler vahiyle bu yörelerde muhatap olmuşlar; çevrelerindeki “inanarak ve salihatı
işleyerek a’lâ-yı ıllıyyine [yüksek erdemlere, dolayısıyla da cennetlere] ulaşan kimseler” ile
“vahye yüz dönerek esfel-i safiline [en aşağılık, en rezil konumlara, dolayısıyla cehenneme]
yuvarlanan kimseler de yine o yörelerde yaşamışlardır.

Ahsen-i Takvim:

“‫ الّتقويم‬Takvim” sözcüğü; “düzeltme, doğrultma, kıvamına koyma” demektir. “Ahsen-


i takvim” tamlaması da “en güzel doğrultuda, en uygun kıvamda” anlamına gelir. İnsanın
“ahsen-i takvim” üzerine yaratılması sözünden “insanın gerek fizikî yapısı, gerekse zihinsel
fonksiyonları itibariyle en güzel ve en mükemmel şekilde yaratıldığı” anlaşılmalıdır.
Gerçekten de insan, boyu bosu, vücut organlarının yerleri, kendisini koruyacak fiziksel
yetenekleri, doğruları bulacak akıl, fikir, izan, idrak, vicdan, merhamet, bellek, dikkat gibi
zihinsel donanımları ile en güzel, en mükemmel bir yapıda yaratılmıştır. Bu yapının eksiği,
kusuru yoktur. Bugüne kadar kimse vücudumuzdaki organların işlevleri ve yerleri konusunda
daha değişik işlev ve yer önerme cüretinde bulunamamıştır. Kısacası insan, fiziksel ve
zihinsel yapısıyla “ahsen-i takvim [en güzel şekil, kendisinden daha güzeli bulunmayan bir
şekil]” üzerine yaratılmıştır.

Esfel-i Safilin

Bu tamlama hem mekân zarfı hem de sıfat olarak kullanıldığı için, Türkçeye en uygun
ifadeyle “alçakların en alçağı” şeklinde çevrilebilir. Çünkü “alçak” sözcüğü, hem sıfat olarak
imansız insanın bir niteliğini dile getirmekte, hem de mekân zarfı olarak bir mekânın en altı
anlamına gelmektedir. (Lisanü’l-Arab, cilt 4, sf. 604, sefl mad.)
Eski tefsircilerin bir kısmı bu tamlamayı “cehennem” olarak anlamışlardır. Ne var ki,
tamlamanın kasem cümlesinin içinde yer alması, kasem cümlesindeki tez ve kanıtların da bu
dünyaya ait olması gerektiği gibi nedenlerle “esfel-i safilin” ifadesinin cehennemdeki ileri
derecedeki rezillik olarak anlaşılması isabetli olmaz.
Bazıları da Hacc suresinin 5. ve Ya Sin suresinin 68. ayetlerini delil göstermek
suretiyle, “esfel-i safilin” ifadesini “erzel-i ömür [yaşlılıktaki düşkünlük]” olarak
anlamışlardır:

Hacc 5: Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz,


[bilin ki] ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz Biz sizi
topraktan, sonra nutfeden sonra bir alakdan [embriyondan] sonra
yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır.
Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi
bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi olgunluk çağına erişmeniz
için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de
önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün
en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki
sönmüştür; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman,
harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.

Ya Sin 68: Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine
çeviririz. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?

5
“Esfel-i safilin” tamlamasını “erzel-i ömür” olarak anlayanların delil olarak
getirdikleri ayetlere bakıldığında, “erzel-i ömr”ün iyisiyle kötüsüyle, peygamberiyle
peygamber düşmanlarıyla, herkesin mukadderatı olduğu görülür. Oysa konumuz olan “esfel-i
safilin”, sadece imansız ve amelsizlere has bir konumu ifade etmektedir. Dolayısıyla eskilerin
her iki görüşü de bize göre doğru değildir.
Dikkat edilirse, 5. ve 6. ayetler aslında tek bir cümle olup 6. ayetteki istisna 5. ayetten
yapılmıştır. Buna göre, iki ayetten oluşan cümle şu şekilde takdir edilebilir: “Biz, en
mükemmel biçimde yaratılmış olan insanların iman eden ve salihatı işleyenlerini saygın,
onurlu [cennetlik], diğerlerini ise alçağın alçağı yaptık. Buna da peygamber gönderdiğimiz
yörelerin halkı tanıktır, kanıttır.”
Buradaki “esfel-i safilin” [alçakların alçağı, aşağıların aşağısı, aşağılıkların aşağılığı]
ifadesi, Rabbimiz tarafından farklı ayetlerde tefsir ve tebyin edilmiştir:

A’râf 179: Ve ant olsun ki, cehennem için cinnlerden ve insanlardan çok
sayıda kişi hazırladık [yarattık]. Kalpleri vardır bununla
kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları
vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha
aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.

Furkan 43, 44: Hevasını [kötü duygularını, tutkularını] kendisine tanrı edinen
kişiyi gördün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil olacaksın?
Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini
yahut akıllanacaklarını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar
gibidir, hatta yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar
[aşağıdırlar].

Kasas 50: Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sırf
heveslerine uymaktadırlar. Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın
kendi hevesine uyandan daha sapık/şaşkın [aşağı] kim olabilir?
Elbette Allah zalim kavme yol göstermez.

Ahkâf 26: Ve ant olsun ki, Biz size vermediğimiz imkânları onlara
vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık
[vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara
hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile
inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp
kuşatıverdi.

Kur’an ayetlerinden yola çıkarak “Esfel-i safilin” nitelendirmesinden ne anladığımızı


şöyle özetleyebiliriz:
İnsan “ahsen-i takvim” üzerine yaratılmıştır. Ne var ki, yaratılışındaki bu fiziki ve
psikolojik özellikleri kötü yolda kullanır da iman etmez, salihatı işlemez ve aklını kullanmaz;
tam tersine, hevasını ilâh edinir, hırsa kapılır, tamah eder, bencillik yapar, şehvete düşer,
tekasür hastalığına yakalanır, büyüklenir, istiğna, tuğyan ve yalanlama cihetine giderse,
aşağılıkların en aşağılığı durumuna gelir. Bu tür insanlar, kalplerine, kulaklarına damga
basılıp gözlerine perde çekilmek suretiyle hayvandan beter duruma getirileceklerdir. Bu
duruma gelen insan görünümlü varlıkların neler yapabildikleri, görmek isteyenler için
meydandadır: Bu kan emiciler, edindikleri ilâhlar uğruna doğayı katlederek insan, hayvan,
bitki, milyonlarca canlının yaşam hakkını yok sayarlar. Hemcinslerinin kanlarını son

6
damlasına kadar emerek kendi soylarını yok ederler. Öyle ki, kendi hırs ve tutkularını tatmin
uğruna hemcinslerine ve diğer canlı türlerine katliam düzeyinde şiddet uygularlar. Açlıklarını
giderme zorunluluğu duymadıkça başka canlılara zarar vermeyen vahşî hayvanların
yapmadığını bile yaparak zulmün şahikasına erişirler. İşte, Rabbimizin, aşağılıklar aşağısı,
alçaklar alçağı olabileceğini bildirdiği imansız, ahireti yalanlayan insanın rezillik
kompozisyonu budur.

Salihatı İşlemek

Asr suresinin tahlilinde açıklanan bu kavramı, önemine binaen kısaca tekrarlamakta


yarar görüyoruz.
Farklı kullanışlarıyla Kur’an’ın 62 ayetinde geçen “amilu’s-salihati” ifadesine meal ve
tefsirlerde verilen “Salih amel işleyenler” karşılığı yanlıştır. Doğru çeviri “salihatı işleyenler”
olmalıdır. Çünkü “salih amel işleyenler” ifadesi, “salihatı işlemek” kavramının “hasenat”
kapsamında görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Yanlışlık da tam buradadır. Çünkü “dışa
yansımayan iyi işler” anlamındaki “hasenat” ile “salihat” aynı şey değildir; ince ayrımlı bu iki
kavram birbirinden mutlaka ayrılmalıdır. Nitekim her iki sözcüğün zıt anlamları farklı olup
“hasenat”ın zıt anlamlısı olarak “seyyiat”, “salihat”ın zıt anlamlısı olarak ise “fasidat”
sözcükleri kullanılmaktadır.
“‫صالحات‬
ّ ‫ ال‬Salihat”, “‫ اصلح‬ıslah” sözcüğünden gelir ve “düzeltmek” anlamındadır.
“Salihatı işlemek” de bu anlama göre, “bozuk olan bir şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak,
düzeltmeye yönelik işler yapmak” demektir. Kur’an da toplumdaki yanlışları, bozuklukları
düzeltme faaliyetinde bulunanlara “muslih” demek suretiyle sözcüğü bu anlamda
kullanmıştır. (Bakara 11, 220, A’râf 56, 85, 170, Hud 117, Kasas 19)
Diğer taraftan Kur’an’da salihat ile diğer bazı kavramlar aynı ayet içinde zikredilmek
suretiyle bu kavramların birbirlerinden farklı manalara sahip olduğuna dikkat çekilmiştir:
“Salihat” kavramı Bakara suresinin 277. ayetinde “namaz kılmak, zekât vermek”, Hud
suresinin 23. ayetinde “edep ve gönülden Allah’a boyun eğmek”, Asr suresinin 3. ayetinde
“hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek” gibi kavramlar ile birlikte zikredilmiştir. Bu da göstermektedir
ki, “salihat” kavramı o kavramlarla bir ve aynı değildir.

“Salihatı işleme” kavramının tam olarak ne anlama geldiğini açığa çıkarmak için şöyle
denilebilir: “Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi iyi işler yapmak salihatı işlemek
değildir ama insanların bu iyi işleri isteyerek yapmalarını sağlamak için çaba sarf etmek
salihatı işlemektir.” “İyi işler” kavramının bireysel boyuttan toplumsal boyuta taşınması
durumunda, toplumsal yaşamın huzur ve mutluluğunu gölgeleyen adlî, idarî, siyasî, iktisadî
ve kültürel her türlü bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek çabaların ve uygulanacak
yöntemlerin de “salihatı işleme” kapsamında olduğu yargısına varılabilir.
“Salihat” ile “hasenat”, bu güzel davranışlarda bulunanlara verilecek ödüller
bakımından da Kur’an’da birbirinden ayrılmıştır. Rabbimiz her bir haseneye on karşılık
verirken, “amilu’s-salihat” ifadesinin geçtiği tüm ayetlerin devamında, salihatı işleyenlere
cenneti vaat etmektedir.
Sonuç olarak denebilir ki, salihatı işleyenlerin yaptıkları iş, “bozgunculuğa yönelik
işler” demek olan “fasidat”ı düzeltme, tüm bozuklukları, bozgunculukları bertaraf etme
faaliyetidir. Mâûn suresinde mükezziplerin [yalanlayıcıların] kendilerini her şeyin üstünde
görerek yetimi, yoksulu itip kaktıkları hatırlanacak olursa, Rabbimizin istemediği bu tip
davranışların yaşamasına izin veren bozuk düzenlerin düzeltilmesi anlamına gelen “salihat”ın
fonksiyonları daha iyi anlaşılacaktır.
Tin surenin 4. ve 5. ayetlerinde her şeyin kendisinin kontrolünde bulunduğu ve bu
kontrolün dışında kalmanın mümkün olmadığı mesajını veren Rabbimiz, ahsen-i takvim

7
üzerine yarattığı insana onu alçakların en alçağı yapabileceğini ihtar etmekte, 6. ayetinde ise
iman edenlerin ve salihatı işleyenlerin bu genellemenin dışında tutulduğunu bildirmektedir.
Böylece Rabbimizin Asr suresinde “iman etmeyenlerin ve salihatı işlemeyenlerin hüsranda
[ziyanda] olduklarına” dair daha önce yapmış olduğu beyanın ne anlama geldiği de daha iyi
anlaşılmış olmaktadır.
5. ayette üzerinde durulması gereken bir nokta da, “radednahü [onu çevirdik,
döndürdük]” ifadesindeki failin bizzat Allah’ın kendisi olması sonucu ortaya çıkan durumdur.
Aşağıda “Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması” başlığı altında daha geniş olarak
incelenecek olan bu konu, Kelâm ilminde “Kul, fiilini [iyi, kötü, hayır, şer, iman, küfür gibi
davranışlarını] kendisi mi yaratır yoksa bu fiilleri yaratan Allah mıdır?” sorusu ile gündeme
getirilmiştir. Bu soru ekseninde tartışılan konunun özü, insanların uğradığı kayıpların hangi
sebeple, Allah’ın dilemesi üzerine mi, yoksa insanların kendi tasarrufları sonucu mu meydana
geldiğidir.
Klâsik tertipteki Mushaf’ı başından itibaren ister orijinalinden isterse mealinden
okumaya başlayan birinin karşılaşacağı 14. ayet şudur:

Bakara 7: Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur;


gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azap da onlar içindir.

Bilinçli bir okuyucu bu ayetten “bazı insanların Allah’ın dilemesi sonucu kâfir
olduklarını, bu yüzden ne yapsalar kâfirlikten kurtulamayacaklarını, onları uyarmanın bir
yararı olmayacağını, bu kimselerin mutlaka cezalandırılacaklarını” anlayabilir ve Allah
tarafından kalpleri ve kulakları mühürlenmek, gözleri perdelenmek suretiyle kâfir kılınan bu
insanlara yine Allah tarafından azap edilmesindeki adalet mantığını sorgulayabilir.
Müslümanların çoğu farkında olmasalar da Kur’an’da bu anlama gelen daha birçok
ayet mevcuttur. Ayrıca Kur’an, kalplerin mühürlenme yanında daha başka şekillerde de etki
altında bırakıldığını bildirmektedir:

1- Kalplerin mühürlenmesi:

Bakara 7: Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur;


gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azap da onlar içindir.

En’âm 46: De ki: “Gördünüz mü / düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin


işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları
size Allah’tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz
ayetleri nasıl açıklıyoruz da onlar yine sırt çevirip engelliyorlar?

Casiye 23: “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere
kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü
üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan
sonra ona kim hidayet verecektir? Yine de öğüt alıp düşünmüyor
musunuz?

2- Kalplerin damgalanması:

Münafikun 3: Bu, onların iman etmeleri, sonra inkâr etmeleri dolayısıyla


böyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur
[mühürlenmiştir], artık onlar kavrayamazlar.

8
Nisa 155: Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine karşı
inkâra sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve
“Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri nedeniyle [onları
lânetledik.] Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine]
damga vurmuştur. Onların pek azı dışında, inanmazlar.

3- Kalplerin sıkışması:

En’âm 125: Ve sonra Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü
İslâm’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe
yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah iman
etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.

4- Kalplerin hastalanması:

Bakara 10: Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı. Yalan


söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır.

Tövbe 125: Ve kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu onların pisliklerine


pislik ilâve eder. Ve onlar, kâfirler olarak ölürler.

5- Kalplerin ölmesi:

En’âm 36: Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri [ise,] onları da Allah
diriltir. Sonra O’na döndürülürler.

En’âm 122: Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için
kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda
kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte,
kâfirlere yapmakta oldukları böyle süslü ve çekici gösterilmiştir.

6- Kalplerin paslanması:

Muttaffifin 14: Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas


tutmuştur.

7- Kalplerin katılaşması:

Bakara 74: Bundan sonra kalpleriniz katılaştı; taş gibi, hatta daha katı.
Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır,
öyleleri vardır ki yarılır, ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah
korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz [gafil]
değildir.

Zümer 22: Allah, kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir
nur üzerinedir, [öyle] değil mi? Fakat Allah’ın zikrinden [yana]
kalpleri katılaşmış olanların vay haline. İşte onlar, apaçık bir
sapıklık içindedirler.

8- Kalplerin Hakk’tan yüz çevirmesi [insiraf]:

9
Tövbe 127: Bir sure indirildiğinde, bazısı bazısına bakar [ve] “Sizi bir kimse
görüyor mu?” [der.] Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar,
kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların
kalplerini çevirmiştir.

9- Kalplerin taassubu [hamiyet]:

Fetih 26: Hani o inkâr edenler, hamiyeti, cahiliyet hamiyeti [gurur ve soy
değer anlayışlarını] kıldıkları zaman hemen Allah, elçisinin ve
müminlerin üzerine “[kalbi teskin eden] güven ve yatışma
duygusunu” indirdi ve onları “takva sözü” üzerinde “kararlılıkla
ayakta tuttu.” Zaten onlar, buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her
şeyi hakkıyla bilendir.

10- Kalplerin inkârı:

Nahl 22: Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise
inkârcıdır ve onlar müstekbir [büyüklenmekte] olanlardır.

Bu ayetlerin hepsi de Allah’ın insanların iradelerine müdahale ettiği ve onları sapıklık


içinde bıraktığı izlenimi uyandırmaktadır. Ancak işin aslı böyle değildir. Çünkü Nisa
suresinin 40. ayetinde zerre ağırlığınca bile haksızlık yapmayacağını ifade eden Yüce
Allah’ın, adalet konusunda normal bir insan aklı tarafından şüphe ile karşılanacak bir iş
yapması mümkün değildir. O hâlde bu görünümün bir izahı olmalıdır.
Konunun incelenmesine başlamadan önce yapılması gereken ilk iş, Rabbimizin bazı
özelliklerini hatırlamak ve onları konu boyunca unutmamaktır. Şöyle ki:
Yüce Rabbimiz zalim değildir. Yani kâfirliği ve müminliği kimseye mecburî kader
olarak yazıp da uygulattırmamaktadır. Aksine O insanları özgür bırakmış, dileyenin kâfir
dileyenin de mümin olabileceğini bildirmiş, hatta kâfirlerin bile iman etmesine imkân
sağlamak için tövbe karşılığında çok bağışlayıcı olduğunu ilân etmiştir. Ayrıca Allah,
kullarının kâfir olmalarını istemez, onların küfrüne razı değildir:

Zümer 7: Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve
eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiç bir
günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size
haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı
bilendir.

Zaten böyle olmasaydı, Allah elçiler göndermez, kitaplar indirmezdi. Çünkü


akıbetlerini baştan kendisinin kader olarak takdir ettiği insanların bu takdire uygun olarak
cehenneme gitmesi kaçınılmaz olurdu; böylece uyarılmalarına da gerek kalmazdı.
Konunun incelenmesinde yapılacak ikinci iş ise Kur’an’a başvurmaktır. Ancak bu
başvuru, Allah’ın gösterdiği ilkelere göre olmalıdır. Rabbimiz bir konunun iyi anlaşılması için
o konuyla ilgili tüm Kur’an ayetlerinin dikkate alınmasını ve bu ayetlerin özet olanından
detay olanına doğru sıralanmasını istemiş, hatta bu isteğini kesin bir talimat şeklinde
bildirmiştir:

10
Ta Ha 114: Hakk olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi
sana gelip tamamlanmadan evvel, Kur’an’ı [okumada] acele
etme ve “Rabbim, ilmimi artır!” de.

Hud 1: Elif, Lâm, Ra. Bu, Hakim ve her şeyden haberdar olan biri
tarafından ayetleri pekiştirilmiş, sonra da açıklanmış bir
Kitap’tır.

Dolayısıyla bizim de burada yapacağımız şey, konu ile ilgisi bulunan ayetlerin ifade
ettiği anlamları Kur’an üslûbu ile Kur’an’dan öğrenmek olacaktır.
Ancak konunun kavranabilmesi için önce “kalp, mühür, mühürleme, kalbin
mühürlenmesi” gibi kavramların, daha sonra da “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” ifadesinin ne
anlama geldiğinin aslına uygun şekilde bilinmesi gerekmektedir. Bu ifadeler ile ilgili
açıklamalar, İbn-i Manzur’un Lisanü’l-Arab ve Ragıb el-İsfehani’nin el-Müfredat adlı
eserlerindeki bilgiler esas alınarak yapılmıştır.

Kalp

“Kalp” sözcüğü “insanın ortası, özü” demektir. Bundan dolayı “yürek”e de “kalp”
denmiştir. Araplar “yürek”i, düşünce ve tefekkürün merkezi olarak bildikleri için zamanla
“akıl”a da “kalp” demeye başlamışlardır. “Akıl”ın “kalp” olarak isimlendirilmesi aslında
edebi sanatlardan “mahalliyet mecazı mürseli” yoluyla olmasına rağmen, “akıl” ve “kalp”
kelimeleri giderek eş anlamlı isimler olarak görülmüş ve böylece doğru bir temele dayanıp
dayanmadığına bakılmaksızın bu kullanım “kalp” ve “akıl” sözcüklerinin geçtiği diğer
dillerde de uygulama alanı bulmuştur. Bu sebepledir ki, Kur’an’da kalp sözcüğü kan
pompalayan organ olarak değil, aklın, düşüncenin, tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan
“beyin” anlamında kullanılmıştır.

Mühür, Mühürleme, Kalbin Mühürlenmesi

Mühür/hatem, “üzerinde bir kimsenin veya bir kuruluşun adının kazılı bulunduğu,
imza yerine geçen madenî, lâstik veya başka bir maddeden yapılmış alet, damga” demektir.

‫ الختم‬Mühürleme/hatm ise; “‫طبع‬


ّ ‫ ال‬tab’ [damgalamak, damga basmak]” demek olup
bu sözcük de “hilkat ve cibilliyette, yani yaratılışta şekil vermek anlamına gelir. “Tabiî,
tabiîlik, tabiat” sözcükleri, damgalamak, damga basmak anlamına gelen “tab” sözcüğünden
türetilmiştir. Zaman içinde insanların eşyaya şekil verme işlerine de “tab’“ denilmiş ve
madene şekil verme anlamında [kılıç yapımı, para basımı] gibi işler için de “tab’“ sözcüğü
kullanılır olmuştur. Daha sonra kitap, dergi, gazete basımlarına da “tab’“ denmeye
başlanmıştır ki, sözcüğün günümüzdeki yaygın anlamı da budur. Bu anlama gelen “matbuat
[basın]” ve “matbaa [basımevi]” sözcükleri de “tab’“ sözcüğünden türetilmiştir.
“‫طبييع‬
ّ ‫ ال‬Tab’ [damgalamak, damga basmak]” sözcüğü, “‫ الختييم‬hatm [mühürleme]”
sözcüğünden daha geniş bir anlam ifade etmesine rağmen, her iki sözcük de Kur’an’da eş
anlamlı olarak kullanılmıştır.
Mühürlemek sözcüğünün mecazî anlamı ise “Bir şey üzerine örtü örtmek, içine bir şey
girmemesi için kilitlemek” demektir. Sözcüğün bu anlamı, dolaylı olarak “aklın yollarının
tıkanması, iyi düşünmeye ve bilgilenmeye engel olunması, aklın işe yarar olmaktan
çıkarılması” demek olan “Kalbin mühürlenmesi” deyiminde de geçerlidir. Allah’ın kalpler
üzerine mühür vurması, sözcüğün bu mecazi anlamı doğrultusunda değerlendirilmelidir.

11
Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması

Yukarıda da belirtildiği gibi, konu ilgili Kur’an ayetlerinin yardımı ile incelenecek ve
Kur’an’dan öğrenilecektir. Ancak ayetlere geçmeden önce bu ayetlerle ilgili doğru
değerlendirme yapılmasını sağlayacak iki özelliğin hatırlatılmasında yarar görüyoruz:
Birinci özellik, ayetlerde zikredilen kişilerin belirgin olmasıdır. “Kalplerinin,
kulaklarının mühürlendiği belirtilip uyarının kendilerine fayda vermeyeceği, hiçbir zaman
inanmayacak olan inkarcıların hepsi de “‫ اّلذين‬ellezine” ism-i mevsulüyle ifade edilmiş olup
“muarrafât [tanınan, bilinen, belirli]” kişilerdir. Dolayısıyla ayetlerdeki “mühürleme” ile ilgili
ifadeleri kendi çevremizdeki inkarcı olarak bilinen kimseler için kullanmamız doğru değildir.
Çünkü iman etmedikleri için bize kalpleri mühürlüymüş gibi görünen bu kimselerin ileride de
iman etmeyeceklerini ve daima kâfir olarak kalacaklarını bilemeyiz. Bunu ancak Allah
bilebilir. Nitekim kalplerinin mühürlü olduğu ve asla iman etmeyecekleri bildirilen kişiler,
Allah tarafından peygamberimize bir lütuf olarak bildirilmiştir.
İkinci özellik; ayetlerin mucize özelliğidir. Aşağıda sunacağımız ayetler, Ebuleheb
örneğinde olduğu gibi, peygamberimize onlarla fazla oyalanmaması için ömür boyu iman
etmeyecekleri gelecekten haber verilerek bildirilmiştir. Bu sebeple de mucize özelliği taşıyan
ayetlerdir. Gerçekten de bu kişiler akıllarını başlarına almamışlar, kalpleri mühürlü yaşamışlar
ve cehennemlik olarak ölüp gitmişlerdir.
Allah’ın kalpleri damgalaması konusu Kelâm ilminde “Kulların Yaptığı İşlerin
Yaratılması” başlığı altında temel konulardan biri olarak ele alınmıştır. Üzerinde uzun
tartışmalar yapılmış olan bu konuda Mutezile, Kaderiyye, Cebriyye, Cehmiyye, Eşariyye ve
Maturidiyye gibi ekoller oluşmuş ve her mezhep kendine göre aklî ve naklî kaynaklar ileri
sürmüştür. İlgilenenler, Kelâm kitapları sayfalarında yapılan bu tartışmaları “Mevkıfu’l-Beşer
Tahte Sultani’l-Kader”, “Şerh-i Mevakıf”, “Şerh-i Makasıt”, “Şerh-i Akaid”, “Fıkh-ı Ekber”
“Aliyyü’l-Kari Şerhi” ve “Kitabu’t-Tevhid” adlı kitaplardan detaylı olarak okuyabilirler.
Bu konunun üzerinde ihtilaf ve tartışma olmayan birinci ilkesi, bir tek olan, ortağı ve
benzeri olmayan, ibadete lâyık tek yaratıcı olan Allah’ın, madde-enerji, canlı-cansız tüm
varlıkların yaratıcısı olduğu gibi, bu varlıkların yaptıkları işlerin de yaratıcısı olduğudur.
Bunlar ister uyumak, düşünmek, büyümek, kalp atışı gibi irade edilmeksizin [irade dışı]
yapılan işler olsun, isterse iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer gibi niteliklere sahip, insanın kendi
seçimiyle yapılan işler olsun, bütün fiillerin yaratıcısı Allah’tır.

Saffat 96: Oysa sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.

En’âm 102: İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin
yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şeyin
yönetenidir.

Rad 16: De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’tır”. De


ki: “Allah’tan başkalarını, o kendileri için bir fayda ve zarara
güç yetiremeyenleri yardım eden yol gösteren bir yakın [veli] mı
ediniyorsunuz?” De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Hiç
karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” Yoksa Allah’a, O’nun gibi
yaratan bir takım ortaklar buldular da, bu yaratış kendilerince
birbirine benzer mi göründü? De ki: “Allah, her şeyi yaratandır.
O, birdir. Her şeye üstün ve kahredicidir.”

Zümer 62: Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye kefildir.

12
Mümin 62: İşte, her şeyin yaratıcısı Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka
ilâh yoktur. Ne kadar da döndürülüyorsunuz!

Görüldüğü gibi, Yüce Allah, ilâhlığının olmazsa olmaz bir gereği olarak her şeyin ve
her işin asıl yaratıcısıdır. Dolayısıyla dalâleti de, hidayeti de yaratan Allah’tır. Ne var ki,
dalâlet ve hidayet şeklindeki bu iki yaratılandan herhangi birini tercih eden ve o yönde
davranışta bulunan ise insandır. Bu, her fiilin yaratıcısının Allah, her fiilin kasip ve failinin ise
insan olduğu anlamına gelmektedir. Allah kullarına kabiliyet ve imkânlar vermiş, onların
iradelerini özgür kılmıştır. Seçim yapabilecek bir ortamın olmaması hâlinde özgür iradenin bir
anlamı olmayacağı için de insana dalâlet ve hidayetin birlikte bulunduğu seçim yapılabilecek
bir ortam yaratarak iradesini ortaya koyma imkanı vermiştir. Yukarıda Zümer suresinin 7.
ayetinde de gördüğümüz gibi, Allah kullarının kötü eylemlerde bulunmalarını istememektedir.
Ancak özgür bıraktığı kulun seçimine de engel olmamaktadır. Her şeyi kendi bilgisi, kontrolü
ve tasarrufunda bulunduran Allah, kullarının kendi istekleriyle de olsa dalâleti seçmelerine
razı olmamakta, onlara verdiği seçme yetisini gözeterek memnun olmadığı hâlde kullarının bu
tercihlerine izin vermektedir.
Kur’an’da aslında kullar tarafından işlenmiş iyi ve kötü birçok fiilin faili olarak
Allah’ın görünmesi işte bu yüzdendir, yani Allah’ın kullarının işlediği fiillerin yaratıcısı
olması sebebiyledir. Yoksa Allah’ın cebir uygulayarak insanı o işi yapmaya mahkum
etmesinden değildir.
Aşağıdaki ayetlere bu anlayışla bakıldığında görülecektir ki, asıl failler insanlardır:

Yunus 100: Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme [imkânı]
yoktur. O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik
kılar.

En’âm 125: Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a
açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe
yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman
etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.

Enfal 53: Bu, bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar
Allah’ın ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı
nedeniyledir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.

Rad 11: Onun [insanın] önünden ve arkasından onu Allah’ın emriyle


gözetip koruyan izleyenleri [takipçileri] vardır. Gerçekten Allah,
kendi nefislerinde [özlerinde] olanı değiştirip bozuncaya kadar
bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa
kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç bir [biçimde
imkân] yoktur; onlar için O’nun astlarından yardım eden, yol
gösteren bir yakın [ bir veli] yoktur.

İsra 16: Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç
sahibi önde gelenlerine emrederiz, böylelikle orada
bozgunculuk yaparlar. Artık oranın üzerine söz hak olur da,
orayı kökünden darmadağın ederiz.

13
A’râf 94-101: Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı
yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk
ve sıkıntıyla yakalayıverdik.
Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar,
çoğaldılar ve “Atalarımıza da şiddetli sıkıntılar, refah ve
genişlikler dokunmuştu” dediler. Bunun üzerine, Biz de onları
kendileri bilinçli davranmazlarken apansız kıskıvrak
yakalayıverdik.
Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı,
gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden bolluklar açardık;
ancak onlar yalanladılar, Biz de onları kazanageldikleri
nedeniyle yakalayıverdik.
O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın
gelmeyeceğinden güvende miydiler?
Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara
zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
Onlar, Allah’ın tuzağından güvende miydiler? Allah’ın bir tuzak
kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası güvende
olmaz.
[Bütün bunlar,] Sakinlerinden sonra yeryüzüne mirasçı olanları
doğruya erdirme[ye veya ortaya çıkarmaya yetme]z mi? Eğer
biz dilemiş olsaydık onlara günahları nedeniyle bir musibet
isabet ettirirdik ve kalplerine damgalar vururduk da onlar
böylelikle işitmeyenler olurlardı.
İşte bu ülkeler, sana onların haberlerinden aktarıyoruz.
Gerçekten, onlara elçileri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama
daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman etmediler. İşte
Allah, inkâr edenlerin kalplerine böyle damga vurur/mühürler.

Yunus 74: Sonra onun ardından kendi kavimlerine elçiler gönderdik; onlara
apaçık belgeler getirmişlerdi. Ama daha önce onu yalanlamaları
nedeniyle inanmadılar. İşte Biz, haddi aşanların kalplerini
böyle damgalarız.

En’âm 25: Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp
anlamalarına [bir engel olarak] kalpleri üzerine kat kat örtüler
ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi apaçık belgeyi
görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana
geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: “Bu, öncekilerin
uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler.

En’âm 42- 46 : Ant olsun, senden önceki ümmetlere/toplumlara elçiler


gönderdik de onları dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve
sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye.
Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez
miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta
olduklarını çekici gösterdi [süsledi].
Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların
üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen

14
şeylerle sevince kapılıp şımarınca, onları apansız
yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.
Böylece zulmeden topluluğun kökü kesildi. Ve hamd, âlemlerin
Rabbi olan Allah’adır.
De ki: “Gördünüz mü / düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin
işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları
size Allah’tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz
ayetleri nasıl açıklıyoruz da onlar [yine] sırt çevirip
engelliyorlar?

En’âm125: Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a


açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe
yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman
etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.

Nahl 104-109: Allah’ın ayetlerine inanmayanları Allah hidayete ulaştırmaz ve


onlar için acı bir azap vardır.
Yalanı, yalnızca Allah’ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte
yalancıların asıl kendileri onlardır.
Kim imanından sonra Allah’a [karşı] inkâra sapıp da, -kalbi
imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç-
inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazap
vardır ve onlar içindir büyük azap.
Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli
bulmalarından ve şüphesiz Allah’ın da inkâr eden bir topluluğu
hidayete erdirmemesi nedeniyledir.
Onlar, Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini
damgaladığı/ mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta
kendileridir.
Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanlardır.

Muttaffifin 14: Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas


tutmuştur.

Bakara 88: Ve ‘Bizim kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir.’ dediler. Hayır;


Allah, inkârlarından dolayı onları lânetlemiştir. Bundan dolayı
pek azı iman eder.

Bakara 93: Hani sizden misak almış ve Tur’u üstünüze yükseltmiştik: “Size
verdiğimizi [Kitab’ı] kuvvetlice alın ve dinleyin.” Demişlerdi ki:
“Dinledik ve isyan ettik.” inkârları yüzünden buzağı [tutkusu]
kalplerine sindirilmişti. De ki: “İnanıyorsanız, inancınız size ne
kötü şey emrediyor?”

Nisa 155-159: Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine karşı


inkâra sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve
“Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri nedeniyle
[onları lânetledik.] Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona
[kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.

15
[Bir de] İnkâra sapmaları ve Meryem’in aleyhinde büyük
bühtanlar söylemeleri,
Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten
öldürdük” demeleri nedeniyle de [onlara böyle bir ceza verdik.]
Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara [bir]
benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa
düşenler, kesinlikle bir şüphe içindedirler. Onların zanna
uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin
olarak öldürmediler.
Hayır; Allah onu kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür,
hüküm ve hikmet sahibidir.
Ant olsun, Kitap ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak
kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit
olacaktır.

Münafikun 1-11: Münafıklar/ikiyüzlüler sana geldikleri zaman: “Biz gerçekten


şahadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah’ın elçisisin” dediler.
Allah da bilir ki sen elbette O’nun elçisisin. Allah, şüphesiz
münafıkların yalan söylediklerine şahitlik eder.
Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah’ın yolundan
alıkoydular. Doğrusu ne kötü şey yapıyorlar.
bu, onların iman etmeleri sonra inkâr etmeleri dolayısıyla
böyledir. böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar
kavrayamazlar.
Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır.
Söyledikleri zaman da onlara kulak verirsin. [Oysa] Sanki onlar
[sütun gibi] dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. [Bu
dayanıksızlıklarından dolayı da] Her çağrıyı kendileri aleyhinde
sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-
sakının. -Allah onları kahretti-; nasıl da çevriliyorlar.
Onlara: “Gelin Allah’ın Resulü sizin için mağfiret [bağışlanma]
dilesin,” denildiği zaman başlarını yana çevirdiler. Sen, onların
büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını
görürsün.
Senin onlar adına mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen
onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret
etmeyecektir. Şüphesiz Allah, fasık bir kavme hidayet etmez.
Onlar ki: “Allah’ın Resulü yanında bulunanlara hiç bir infak
[harcama]da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler,” derler.
Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Ancak münafıklar
kavramıyorlar.
Derler ki, “Ant olsun, Medine’ye bir dönecek olursak, gücü ve
onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-
çıkaracaktır.” Oysa izzet [güç, onur ve üstünlük] Allah’ın,
O’nun Resulü’nün ve müminlerindir. Ancak münafıklar
bilmiyorlar.
Ey iman edenler, ne mallarınız ne çocuklarınız sizi Allah’ı
zikretmekten alıkoymasın; kim böyle yaparsa, artık onlar
hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

16
Sizden birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye
[ecele] kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve
salihlerden olsam” demezden önce, size rızık olarak
verdiklerimizden infak edin.
Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi kesinlikle
ertelemez de. Ve Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Saff 5: Hani Musa, kavmine / halkına: “Ey kavmim, gerçekten benim


sizin için Allah’tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz
hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?” demişti. Ne zaman ki
onlar eğrilip-saptılar allah da onların kalplerini eğriltip
saptırdı. Ve Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez.

Tövbe 87 : [Savaştan] geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. onların


kalpleri de damgalandı/ mühürlendi. Bundan dolayı kavrayıp-
anlamazlar.

Tövbe 93: Yol, ancak o, ‘zengin oldukları halde [savaşa çıkmamak için]
senden izin isteyen, geride kalanlarla birlikte olmayı seçen’
kimseler aleyhinedir. Allah da onların kalpleri üzerine
damga/mühür basmıştır. Bundan dolayı onlar, bilmezler.

Yukarıdaki ayetler bize şu gerçeği anlatmaktadır: İnsanlar, kalpleri, kulakları Allah


tarafından damgalandığı için kâfir olmazlar; bilakis kâfir oldukları için kalplerini, kulaklarını
ilme ve uyarıya kapamak suretiyle kendi kendilerini damgalarlar. Çünkü kâfirler, kendi
akıllarına çok güvendikleri için Allah’ın uyarılarını dinlemez ve peygamberi küçümserler;
böyle yapmakla akıllarını da doğru kullanmamış olurlar. Yüce Allah ise insanların bu duruma
kendi hür iradeleri ile düşmelerine izin verir, böylece küfür yolunu seçmiş olan bu insanların
kalplerini mühürlemiş olur.
Zaten batıl inançlara dalan, kendini müstağni gören, zevk ve sefaya dalan, hevasını
ilâh edinen bu tür insanlar, kalplerini, kulaklarını tıkayarak gönüllerine başka bir inancın
girmesine izin vermezler. Saydığımız özellikleri nedeniyle kalplerini ve kulaklarını
mühürlediklerinden, peygamberle yan yana gelseler, Kitab’ı alıp okusalar bile ayetlerden
etkilenmezler. Çünkü kalpleri taşlaşmış hatta taştan daha beter bir katılık kazanmıştır:

En’âm 111: Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler
konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın
dilediği dışında- yine inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu
cahillik ediyorlar.

Fussılet 5: Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir
örtü/zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin
aranda bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz de
gerçekten yapıyoruz.”

İsra 45-47: Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında


görünmez/gizli bir perde kıldık.

17
Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını
engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen
Kur’an’da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ [ilâh olarak] andığın
zaman nefretle kaçar vaziyette gerisin geriye giderler.
Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli
konuşmalarında da o zalimlerin “Siz büyülenmiş bir adamdan
başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz.

Sebe 31: İnkâr edenler “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne


ondan önceki [indirile]ne” dediler. Sen o zulmedenleri, Rabbleri
huzurunda tutuklanmış, sözü [suçlamaları] birbirlerine karşı
evirip-çevirip birbirlerine atıp dururken bir görsen! Zaafa
uğratılan [müstazaf]lar, büyüklük taslayanlara “Eğer sizler
olmasaydınız, gerçekten bizler mümin [kimse]ler olurduk.”
derler.

Rad 31: Ve kendisiyle dağların yürütüldüğü veya kendisiyle yeryüzünün


parçalandığı veya kendisiyle ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an
mı olsaydı? Fakat emir bütünüyle Allah’ındır. İman edenler,
ümit kesip daha anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, elbette
insanlara toptan hidayet ederdi. O inkâr edenlerin kendi
sanatlarıyla kapılarını şiddetli çalan kesinlikle çalacak [onları
şok edecek], ya da yurtlarının yakınına konacak. Ta ki Allah’ın
vaadi gelinceye dek… Allah verdiği sözden caymaz / verdiği
sözün zamanını şaşırmaz.

A’râf 179: Ant olsun, cehennem için cinnlerden ve insanlardan çok sayıda
kişi hazırladık [yarattık]. Kalpleri vardır bununla kavrayıp
anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır
bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha
aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.

Maide 103: Allah Bahriye’den Saibe’den Vasiyle’den ve Ham’dan hiç birini


[meşru] kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan
düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez.

Muhammed 12: Şüphesiz Allah, iman edip salihatı işleyenleri, altından ırmaklar
akan cennetlere sokar. İnkârcılar ise, metalanırlar ve
hayvanların yemesi gibi yerler; ateş, onlar için kalacak yerdir.

Hicr 10-15: Ant olsun, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler


gönderdik.
Onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, mutlaka onunla alay
ederlerdi.
Böylece biz onu [alayı], suçluların kalplerine sokarız.
Onlar ona [indirilen kitaba] inanmazlar, oysaki evvelkilerin
sünneti geçmiştir.
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, oradan yukarı
yükselseler bile, mutlaka “Gözlerimiz döndürüldü, belki
büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir.

18
A’râf 146: Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden
engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar;
dosdoğru yolu [rüşd yolunu] da görseler, yol olarak
benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise onu yol
olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve
onlardan gafil olmaları dolayısıyladır.

Kâfirlerin bu durumlarına karşılık, iman edenler vahye kulak vermek suretiyle


kendilerini bilgilendirip geliştirirler; aklederek ve tefekkür ederek kendilerini doğruya
ulaştırırlar. Kur’an’da müminlerin bu durumuna dolaylı veya dolaysız işaret eden onlarca ayet
vardır.

7. Ayet:

Öyleyse, bundan sonra dini sana ne yalanlatıyor?

Bu ayetteki “sana” hitabı peygamberimize değil, 4. ayetteki “insan”adır. Böylece


üçüncü şahıstan [insan], ikinci şahısa [sen] geçilerek iltifat sanatı yapılmıştır. Böyle
yapılmakla genel olarak insanoğluna, özel olarak da kâfir olan insanlara seslenilmekte ve
“Öyleyse, bundan sonra dini sana ne yalanlatıyor?” denilmektedir.
Buradaki “‫ اليّدين‬din” sözcüğünü hem sözcük anlamında “karşılık” olarak, hem de
terim anlamında “şeriat [Allah’ın koyduğu yaşam ilkeleri, kuralları]” olarak anlamak
mümkündür. Zira bugüne kadar peygamberler vasıtasıyla insanlığa gönderilen mesajlarda
hem ahiret [karşılık] günü inancı vurgulanmıştır, hem de dünyaya ait yaşamın ilke ve kuralları
[şeriat] anlatılmıştır. Dolayısıyla insanın ahsen-i takvim [mükemmellik] üzerine yaratılmış
olma özelliği ile bu özellikten sapılması durumunda “esfel-i safilin”e [hüsrana, kayba, zarara]
sürüklenilmesi gerçeği, eski dinler tarafından da öğretilmiş bir durumdur.
Aslında bu ayette sorulan soru ile tüm insanlığa meydan okunmaktadır:
“Biz, mademki en mükemmel şekilde yarattığımız insanı, iman etmesi ve salihatı
işlemesi nedeniyle üstünlerin en üstünü; iman etmeyen ve salihatı işlemeyenleri de alçakların
en alçağı yapıyoruz [ki, buna peygamber gönderilen tüm yöreler tanıktır]; öyleyse karşılık
gününü ve Allah’ın koyduğu düzeni sana ne yalanlatıyor? Nasıl oluyor da
yalanlayabiliyorsun?”

8. Ayet:

Allah, hüküm verenlerin en iyi hüküm vereni değil midir?

Buradaki soru cümlesi mukadder bir olguya cevap niteliğindedir ve edebî yönden de
istifham-ı inkari sanatını sergilemektedir. Surede konu akışı içerisinde zihinlerde oluşan
“Bütün bunlar niye?” sorusuna yine soru ile cevap verilmiş ama soru edatı olumsuz cümlenin
başında kullanılarak anlam olumlu hâle döndürülmüştür.
Yani; “Allah, en iyi adalet ilkelerini koyan ve en iyi uygulayan, hiç kimseye
zulmetmeyen değil midir? O iman etmeyenleri, salihatı işlemeyenleri alçakların en alçağı
yaparak haksızlık mı yapmaktadır? Ya iman edip salihatı işleyenleri? Onları da üstünlerin en
üstünü yapmakla diğerlerine haksızlık mı etmektedir? Allah hiç haksızlık yapar mı?”
Bu ifadeleri destekleyen birçok ayetten iki tanesi aşağıdadır:

Kalem 35: Ya artık, Müslümanları günahkârlar gibi yapar mıyız?

19
Sad 28: Yoksa iman eden ve salihatı işleyenleri biz o yeryüzündeki
bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa o takva sahiplerini azgın
günahkârlar gibi mi yaparız?

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

20

You might also like