You are on page 1of 35

34 (50).

SÛRE
KAF SÛRESİ

34 (50). KAF SÛRESİ


MEKKÎ, 45 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyetteki, ‫[ ق‬kaf] harfinden alan sûrenin iniş tarihi tam olarak bilinmese de,
içeriğinden Mekke döneminin ortalarında indiği anlaşılmaktadır.
Bir önceki sûre olan Mürselât sûresi'nin, Artık bundan [Kur’ân'dan] sonra hangi söze
inanacaklar? mealindeki son âyetinin devamı niteliğinde başlayıp gelişen sûrede Kur’ân ve
Peygamber ilişkisi açıklanmakta, âhirete ait bazı sahneler canlandırılmakta ve diğer sûrelerde
olduğu gibi geçmişte yaşamış olan inançsızların kötü sonları ibret olarak aktarılmaktadır.
Bilindiği üzere, öldükten sonra dirileceklerine ve yaptıkları her çeşit amelin hesabını
vereceklerine inanmak, Mekkeli müşriklerin işlerine gelmiyordu. “Bu olmayacak bir iş...
Olabileceğini akıl da kabul etmez. Her zerremiz toprakta darmadağın olduktan ve üstünden
binlerce yıl geçtikten sonra bu dağınık parçaların tekrar bir araya getirilmesi, vücudumuzun
yeni baştan düzenlenip-diriltilip ayağa kaldırılması olacak şey midir?” diye bu inancı
reddediyorlardı.
Yüce Rabbimiz bu sûrede de inançsızları ikna etmek için yine insanın hem içinden hem
de çevresinden kanıtlar göstermekte, ölümden sonra dirilmenin ve haşr'ın kesinlikle
gerçekleşeceğini bildirmektedir.
Kur’ân'da yapı ve içerik bakımından bu sûrenin ikizi diyebileceğimiz bir başka sûre de
Sâd sûresi'dir. Bu sebeple Kaf sûresi'nin anlaşılmaya çalışılması sırasında Sâd sûresi'nin de
okunması ve anlaşılmaya çalışılmasının büyük yarar sağlayacağı kanaatini taşımaktayız.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1. Kaf/100. Çok şerefli/çok büyük Kur’ân'a kasem olsun ki,
2-3. ama, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu
şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür”
dediler.
4. Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi
kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır.
5. Aksine, hakk kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için onlar
karmakarışık bir iş içindedirler.
6. Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, onu Biz hiç yarığı olmadan
nasıl bina etmişiz ve süslemişiz!
7. Ve Biz yeri yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç
açıcı-göz alıcı her çiftten bitkiler bitirdik;
8. Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak.
9. Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler
bitirdik.
10. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları da;
11. kullara rızık olmak üzere. Ve Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte
çıkış [diriliş] böyledir.
12. Onlardan önce Nûh'un kavmi, Ashâb-ı Ress ve Semûd yalanlamıştı.
13. Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri,
14. Ashâb-ı Eyke ve Tübba kavmi de. Bunların hepsi peygamberleri yalanladılar
da Benim azabım hakk oldu.
15. Peki Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır ama, onlar yeni bir
yaratılıştan kuşku içindedirler.
16. Ve and olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da
biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız.
17. Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tesbitçi tesbit edip dururken,
18. o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.
19. Ölümün sarhoşluğu gerçekten hakk ile gelmiştir de: –“(Ey insan!) İşte bu,
senin kaçıp durduğun şeydir.”–
20. Ve Sur da üflenmiştir. –“İşte bu, korkutulan gündür.”–
21. Ve herkes, kendisiyle beraber bir sâik [sürücü] ve bir şâhit bulunarak geldi.
22. Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık
bugün gözün keskindir.
23. Ve onun karîni [yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: “İşte yanımdaki hazır.”
24. “Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı kâfiri;
25. o hayrı alabildiğine engelleyen, zâlim ve şüpheci olanı.
26. O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte onu
şiddetli azaba atın.”
27. Onun karîni [yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu azdırmadım.
Fakat kendisi uzak bir dalâlet [kayboluş/sapıklık] içindeydi.”
28. (Allah) buyurdu ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit
göndermiştim.”
29. Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla zulmedici değilim.
30. Biz, o gün, cehenneme, “Doldun mu?” deriz. O da, “Daha var mı?” der.
31. Cennet de muttakîlere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır.
32-33. İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan, Rahmândan gaybda [tenhada,
kimsenin kendini görmediği yerlerde] iken haşyet duyan ve dönen bir kalp ile gelen [gönülden
bağlı olan] herkes için söz verilendir.
34. –“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür.”–
35. Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.
36. Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesilleri helâk
ettik. Öyle ki onlar beldeleri delik deşik ediyorlardı. Hiç kaçıp kurtulacak yer var mı?
37. Şüphesiz ki bunda kalbi [aklı] olan veya kendisi şâhit olarak kulak veren
kimse için elbette öğüt vardır.
38. Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattık. Ve
Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.
39. O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin doğmasından
önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbîh et,
40. ve geceden bir bölümde. Ve secdelerin artlarında da O'nu tesbîh et.
41. Ve sen bir seslenenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver;
42. o gün o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bu çıkış [diriliş] günüdür.
43. Gerçekten Biz, evet Biz, hayat veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnız Bizedir.
44. O gün yer onlardan çabuk yarılır. İşte bu, sadece Bize kolay bir haşrdır
[toplamadır].
45. Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen onların üzerinde zorlayıcı
değilsin. O halde sen, benim tehdidimden korkan kimselere Kur’ân ile öğüt ver.
TAHLİL:
1. Kaf. Çok şerefli/çok büyük Kur’ân'a kasem olsun ki,
KAF [100]: ‫[ ق‬kaf] harfinin tek başına iken herhangi bir anlamı yoktur. Hatırlanacak
olursa bu uygulama ilk olarak Kalem sûresi'nde ortaya çıkmış ve o sûrenin ilk âyetinde de ‫ن‬
[nun] harfi tek başına yer almıştı.
“Huruf-ı mukattaa” [kesik harfler] denilen bu harflerin her biri hakkında geçmişte çok
değişik yorumlar yapılmıştır. Bu görüşlerden bir kısmı Kalem sûresi'nin tahlilinin yapıldığı
sayfalarda okuyucuya arz edilmişti. O açıklamalar doğrultusunda ifade etmek gerekirse,
sûrenin başındaki ‫[ق‬kaf] harfi, Ebced hesabına göre “100” sayısını ifade ediyor olabilir.
(Ebced hesap tablosu ve açıklama Kalem sûresi'nde verilmiştir.)
Aklını kullanan Müslümanlar için bir uyarı olacağını düşünerek, konu hakkında mevcut
eserlerde yer alan görüşlerden kaf harfi ile ilgili olan bazılarını aktarıyoruz:
“O, yeryüzünü kuşatan ve kendisinden dolayı da semânın yeşil göründüğü yeşil
zümrütten bir dağdır. Semânın her iki yanı onun üzerindedir. Semâ ise onun üzerinde kubbe
şeklinde örtülmüştür. İnsanların ele geçirdikleri zümrütler bu dağdan düşenlerdir.” (İbn-i
Zeyd, İkrime ve ed-Dehhak)[BLOK11pt.]
“O, Kaf dağıdır. Zülkarneyn Kaf dağını gördü. (Vehb)[BLOK11pt.]
“O, Allah'ın isimlerindendir.” (İbn-i Abbâs)[BLOK11pt.]
“O, Kur’ân'ın isimlerindendir.” (Katâde, İbn-i Abbâs)[BLOK11pt.]
“O, Allah'ın Kadîr, Kâhir, Karîb, Kabıd, Kahhâr isimlerinin baş harflerdir.” (el-Kurazî)
[BLOK11pt.]
“O, ‫[فف‬kıf=dur] demektir. Yani, bizim verdiğimiz emir ve yasaklara uy, onları aşma
anlamında bir emirdir.” (Ebû Bekr el-Verrak)[BLOK11pt.]
“O, Peygamberin kuvvetidir.” (İbn-i Atâ)1[BLOK11pt.]
Görüldüğü gibi mantıkî bir dayanağı bulunmayan ve sadece adı geçen zatların şahsî
tercihlerini yansıtan bu görüşlerin herhangi bir ciddiyeti yoktur. Buna rağmen ciddiye alınarak
birçok eserde yer verilen bu görüşler, maalesef toplumlar tarafından da ciddiye alınmaktadır.
“Mukattaat” denen bu harfler sadece birer harf midir yoksa rakam mıdır; ne anlama
gelmekte veya neyi simgelemektedirler? Bununla ilgili gerçeklerin Peygamberimiz ve ilk
Müslümanlar tarafından bilindiği kanısındayız. Ne var ki, bu konuyla ilgili bilinenlerin bize
kadar ulaşamadığını düşünüyoruz. Kanaatimiz, bunun nedeninin muhtemelen hicrî I.
yüzyıldan sonra ortaya çıkan ihmal olduğu yönündedir.
Çok şerefli/çok büyük Kur’ân'a kasem olsun ki,
Bu âyette Kur’ân, Burûc/21'deki gibi Rabbimizin sıfatları arasında yer alan el-mecîd
sıfatıyla nitelenmiştir. ‫[ المجيييد‬mecîd] sözcüğü, “çok şerefli ve çok büyük” demek olup
Burûc/15'de bizzat Rabbimizin sıfatı olarak da yer almıştır.
Mecîd sözcüğü bu âyette;
a) “Çok büyük” olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de “çok büyük Kur’ân” olarak
anlaşılır. Kur’ân'ın “çok büyük” olarak nitelenmesi, insanlığa olan faydasının çok muazzam
olmasından dolayıdır. Ayrıca Kur’ân, azîm olan Allah'ın bir öğüdü olduğundan ve büyüğün
öğüdü de büyük olacağından bu sıfatla nitelenmiştir. Kur’ân aynı zamanda büyüklük, ululuk
delilidir de... Çünkü hiç kimse Kur’ân gibisini getirmeye muktedir olamamıştır, olamayacaktır
da... Dolayısıyla, bâtılın ona önünden-arkasından yaklaşması söz konusu değildir. O
değiştirilemez, buna güç yetirilemez.
b) “Çok şerefli” olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de “çok şerefli Kur’ân” olarak
anlaşılır. Zaten Kur’ân da, aradığını onda bulmak isteyen herkesin umduğu biçimde kerîmdir
[şereflidir]. Çünkü Kur’ân kendisine yapışan hiç kimseyi başka şeylere muhtaç etmez.
Kendisine başvuran herkesi aradığına kavuşturmak sûretiyle amacına ulaştırır. Bu nedenle
Kur’ân, muhtaç olana umduğunu verme anlamında da iyiliğin, keremin [şerefin] ve
cömertliğin zirvesidir.
Dikkat edilirse, 1. âyet bir kasem cümlesinin kasem bölümüdür. Ne var ki, görünürde
kasem cümlesinin kaseme cevap bölümü yoktur. Bu durum, kasem cümlesinin yarım
bırakıldığı izlenimini vermektedir. Çünkü, çok şerefli Kur’ân kanıt gösterilerek
güçlendirilmek istenen yargı, âyetin devamında mevcut bulunmamaktadır.
Dikkat çekicidir ki, gerek eskiler ve gerekse çağdaş Kur’ân uzmanları bu durumdan hiç
rahatsız olmamışlar, bir edebiyat mucizesi olan Kur’ân'da böyle eksikliklerin, anlam
1
bozukluklarının olamayacağına zihin yormadan, tıpkı bundan önceki kasem cümlelerinde de
eleştirdiğimiz “geçiştiriverme” alışkanlıklarına bağlı kalarak burada da 1. âyetin sonuna
noktayı koyuvermişlerdir. Öyle ki, çeşitli meal ve tefsirlerde kasem cümlesi, kasem vurgusu
imiş gibi değerlendirilmiş, buna karşılık kasemin cevabının ne olduğu hakkında ikna edici bir
açıklama yapılmayarak kasem cümlesinin ilk bölümü askıda bırakılmıştır.
Muhammed Esed gibi bazı çağdaş bilginler ise, çareyi kasem cümlesini bozmakta
bulmuşlar, kasem cümlesine “inşa cümlesi” [dilek kipi] nitelikli olarak “...düşün!” şeklinde
bir anlam yükleme cihetine gitmişlerdir. Bu anlayışta olanlar bize göre çok hatalı bir tutum
sergileyerek âyetlere; Asr sûresi'nde, “Zamanın akıp gidişini düşün!”; Tîn sûresi'nde, “İnciri
ve zeytini düşün!”; Duha sûresi'nde, “Aydınlık sabahı düşün!”; Fecr sûresi'nde, “Şafağı
düşün!” şeklinde anlamlar vermişlerdir. Böylece Kur’ân'ın eksik ve yanlış anlaşılmasına yol
açmışlardır.
Bazıları ise kaseme gizli bir cevap bulma yoluna gitmişler ve konumuz olan kasem için
“...kasem olsun ki, sen uyarcısın” veya “...kasem olsun ki, ölümden sonra dirilme ve dönüş
mutlaka olacaktır” şeklinde cevaplar takdir etmişlerdir. Hatta takdir edilen bu tür cevapların
bazı meal ve tefsirlerde âyetin orijinalinde varmış gibi gösterildiği bile olmuştur.
Doğrusu şu ki, edebiyatta cümlenin bir bölümünün söylenmemesi, gizli bırakılması
şeklinde anlam zenginleştirmeye yönelik bir uygulama vardır ve Arapça'da bu uygulamaya
“hazf sanatı” denmektedir. Ancak, bir örneğini Alak/11-12'de gördüğümüz, bir diğer örneğini
de bu sûrenin 3. âyetinde göreceğimiz “hazf sanatı” kasem cümlelerinde uygulanmaz. Çünkü
diğer cümle türlerinde anlama zenginlik katan bu sanat, kasem cümlesinde konunun eksenini
kaybettirir. Hele de kasem cümlesinin birinci bölümünün söylenip ikinci bölümünün
zikredilmemesi, kelâmı kelâmlıktan çıkarır. Burada takdir edilen cevaplar sûrenin başlangıç
bölümünü kısmen anlamlı hâle getirse de, kasemin cevabının bulunduğu pasajda ortaya
çıkmış olan anlam kargaşasına bir çare olamazlar. Bu sebeplerden dolayı burada hazf sanatı
uygulandığı görüşüne katılmıyoruz.
Bu konuyla ilgili gerçekçi bir çözüm üretebilmek, bilgi, samimiyet ve cesaretten oluşan
üç yönlü bir donanımı gerektirmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, sûrelerin oluşumu
Allah ve Peygamberimiz tarafından yapılmamış, Kur’ân sahabe tarafından toplanıp
kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla konumuz âyette olduğu gibi, bize göre sûrenin
düzenlenmesinden kaynaklanan bu tip hataların, bu incelikleri düşünecek kadar müsait ortama
sahip olmayan sahabeden kaynaklanması mümkündür. İşte, sözü edilen samimiyet ve cesaret
bu noktada lâzımdır ve tesbit edilen gerçekler açıklanmalıdır. Bunların geçmişte dile
getirilmemiş olması, susmayı gerektirmemektedir.
Bu durumda yapılacak şey, aynen Burûc sûresi'nde yaptığımız gibi, Kaf/45'in içinde
kaseme cevap formatında olan bir âyetin var olup olmadığını araştırmaktır. Yapılacak tetkik
sonunda 4, 18, 22 ve 37. âyetlerin kaseme cevap formatında oldukları görülecektir. Çözüme
giden yol, bu dört âyetin 1. âyetteki kasemin cevabı olup olamayacakları yönünden dikkatle
incelenmesinden geçmektedir. Bu inceleme yapıldığında ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır:
4. Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi
kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır.[BLOK12, çift taraflı]
Olumlu fiil cümlesi olan bu âyette normal şartlarda ‫[ ل‬le] ve ‫[ قييد‬kad] edatlarının
bulunması gerekirken, ‫[ ل‬le] edatı mevcut değildir. Ancak, kadim Arapça'da birçok örneği
olduğu ve Kur’ân'da da birçok uygulaması görüldüğü gibi, bazı durumlarda le edatının
kaldırılması söz konusu olabilmektedir. Diğer taraftan bu âyet kendi paragrafındaki anlam
bütünlüğünün bir parçasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla, bu âyetin bulunduğu paragraftan
alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem âyetin kendi anlamı, hem de bulunduğu
paragrafın anlamı bozulmaktadır. Sonuç olarak bu âyetin kasemin cevabı olarak
değerlendirilmesi uygun değildir.
18. (İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, hazır biri bulunmasın.
[BLOK12, çift taraflı]
Orijinali olumsuz bir fiil cümlesi olan bu âyet, dilbilgisi kurallarına göre kasem
cümlesinin cevap kısmını oluşturabilir. Ne var ki, bu âyet de 4. âyet gibi kendi paragrafına
aittir. Oradan alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem kendi anlamı, hem de
bulunduğu paragrafın anlamı bozulmaktadır. Bu nedenle, ilk örnekteki gibi, bu âyetin de
kasemin cevabı olarak değerlendirilmesi uygun düşmemektedir.
22. Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık
bugün gözün keskindir.[BLOK12, çift taraflı]
Bu âyet de dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek tüm koşulları
taşımaktadır. Ancak diğerlerinden farklı olarak anlam itibariyle bulunduğu pasaj ile bir uyum
göstermemekte, sanki orada gereksiz gibi durmaktadır.
37. Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve kendisi şâhit olarak kulak veren kimse için
elbette öğüt vardır.[BLOK12, çift taraflı]
Dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek bir cümle olmasına karşılık bu âyet
de bulunduğu pasajın anlam bütünlüğü ile uyum içindedir ve bu âyetin de başka bir yere
bağlanması pek uygun görünmemektedir.
Yukarıdaki saptamalar sonucunda kasemin cevabının 22. âyet olduğu anlaşılmaktadır.
Bu demektir ki, ilk mushafı hazırlayan sahabe, 1. âyetteki kasemin cevabı olan cümleyi 22.
sıraya yerleştirmiştir. Buna benzer bir başka tesbitimizi de inşallah Sâd sûresi'nin
incelemesinde sunacağız.
Bu durumda sûrenin 1. ve 22. âyetlerinden oluşan kasem cümlesi şu şekilde olmaktadır:
1. Kaf. Çok şerefli Kur’ân'a kasem olsun ki,[BLOK12, çift taraflı]
2 [22]. kesinlikle sen bundan [şerefli Kur’ân'dan] gaflet içinde [duyarsız] idin. Şimdi
senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir.[BLOK12, çift taraflı]
Bu hüküm tarihî gerçeklerle de örtüşmektedir. Çünkü Peygamberimiz, peygamber
seçilmeden evvel Kur’ân'dan habersiz ve tüm vahiyler hakkında da gâfildi [duyarsızdı,
ilgisizdi]. Yani, vahiy ve vahyin içeriği konusunda bilgi sahibi değildi, bu konularda kitap
okumamış ve yazmamıştı [kendisine peygamberlik verileceğini bilmiyor ve ummuyordu].
Kasem cümlesinde de belirtildiği gibi, bu hususların doğruluğuna şerefli Kur’ân âyetleri de
şâhittir, kanıttır:
De ki: “O çok büyük bir haberdir. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. Onlar birbirileriyle
tartışırken, benim Mele-i A‘lâ'ya [Kur’ân'a] dair bir bilgim yok idi. Ancak ben açıktan açığa
bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.” (Sâd/67-70)[BLOK11pt.]
İşte Biz böylece emrimizden olan rûhu vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir
bilmiyordun. Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola
iletiyoruz. Şüphesiz ki sen de doğru bir yola götürüyorsun. (Şûrâ/52)[BLOK11pt.]
Biz bu Kur’ân'ı sana vahyederek, kıssaların/hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysaki
sen, bundan önce kesinlikle gâfillerden idin [bunlara karşı duyarsız olanlardan idin].
(Yûsuf/3)[BLOK11pt.]
Ve sen bundan önce herhangi bir kitaptan okumuyordun; onu sağ elinle de
yazmıyorsun. Eğer öyle olsaydı, bâtılcılar mutlaka kuşku duyacaklardı. (Ankebût/48)
[BLOK11pt.]
Ve sen Kitab'ın sana verileceğini umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet
olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma]. (Kasas/86)[BLOK11pt.]
22. âyetin bulunduğu pasajdan alınıp 2. sıraya konulmasından sonra ise 22. âyetin yer
aldığı pasaj şu duruma gelmektedir:
20. Ve Sur da üflenmiştir. “İşte bu, korkutulan gündür.”[BLOK12, çift taraflı]
21. Ve herkes, kendisiyle beraber bir sâik [sürücü] ve bir şâhit bulunduğu hâlde
geldi.[BLOK, çift taraflı blok]
23. Ve onun karîni [yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: “İşte yanımdaki
hazır.”[BLOK12, çift taraflı]
24. “Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı kâfiri;[BLOK12, çift taraflı]
25. o hayrı alabildiğine engelleyen, zâlim ve şüpheci olanı.[BLOK12, çift taraflı]
26. O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte onu
şiddetli azaba atın.”[BLOK12, çift taraflı]
27. Onun karîni [yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu azdırmadım.
Fakat kendisi uzak bir dalâlet [kayboluş/sapıklık] içindeydi.”[BLOK12, çift taraflı]
28. (Allah) buyurdu ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit
göndermiştim.”[BLOK12, çift taraflı]
29. Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla zulmedici değilim.
[BLOK12, çift taraflı]
Gerek 1. âyetteki kasem cümlesi, gerekse 22. âyetin içinde bulunduğu pasaj, yukarıdaki
tertiple okunduğunda, Rabbimizin mesajı gâyet iyi anlaşılmakta, aksi takdirde ise her iki pasaj
da anlaşılamamaktadır.
22. âyetin 1. âyetten sonraki sıraya yerleştirilmesi sonucunda dikkatlerin Kur’ân'a
çekildiği görülmekte ve yapılmış olan açıklamadan anlaşılmaktadır ki, Kur’ân'ın
mucizeliğinin Peygamberimiz ile bir ilgisi yoktur.
Gerçekler böyle iken kâfirlerin buna verdikleri tepki ise şu şekildedir:
2-3. Ama, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu
şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür”
dediler.
Kur’ân'ın daha önce inmiş olan bölümlerinden de biliyoruz ki, Allah'ın, Elçisi
vasıtasıyla bildirdikleri, Mekke'nin azgın ve küstah ileri gelenlerinin mevcut düzenlerine ve
dümenlerine uygun düşmemiştir. Bu sebeple bu kodamanlar kendi düzenlerinin bozulmaması
için birçok sudan sebebin arkasına sığınarak Rabbimizin bildirilerine karşı çıkmışlardır. Kimi
zaman kendileri gibi beşerden bir peygamber gelmesini yadırgayarak, “Niye bir melek
gelmedi?” demişler, kimi zaman da “Öldükten sonra dirilmek mi olurmuş?” diyerek inkâr
içerikli bir şaşkınlık sergilemişlerdir.
Oysa hayret gösterdikleri durum, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuru ile
kabullenebileceği normal bir durumdur. Çünkü rahmân ve rahîm Allah, uyarıcı ve öğütçü
olarak kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, onları
her yönüyle anlayan ve kendilerinin tahammül derecelerini bilen bir kimseyi peygamber
seçmiştir. Yüce Allah kendi içlerinden birini seçip elçi yapmıştır ki, içinde bulundukları
yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa bu elçi onları bekleyen felâket konusunda dikkatlerini
çeksin ve aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen, mesajı ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine
örnek olsun, onlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini göstersin. Fakat âyetlerden, müşriklerin
peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip karşıladıkları, özellikle de bu uyarıcı
Peygamber'in duyurduğu yeniden dirilme konusuna hayret ettikleri anlaşılmaktadır.
Oysa ilk âyetten buraya kadar gelen vahiyler bize göstermektedir ki, “yeniden dirilme”
konusu, İslâm inanç sisteminin temeli niteliğindedir. Çünkü sadece Allah'a teslimiyeti ve
yalnızca Allah'ın mesajına uymayı öğütleyen İslâm, Rabbimizin hiç kimseye zerrece haksızlık
yapmayacağını, herkesin yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceğini söylemektedir. Yani, her
amele mutlaka karşılığı verilecek, iyiler ödüllerini alacak, kötülerin yaptıkları yanlarına kâr
kalmayacaktır. Ancak, bu karşılıklar bazan yeryüzünde verilecek, bazan da yolculuğun en
sonundaki kesin hesaba ertelenecektir. O hâlde kesin hesabın görüleceği bir başka dünya
[âhiret] mutlaka var olmak durumundadır. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, kesin
hesabın görülmesi için yeniden dirilme kaçınılmazdır.
4. Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi
kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır.
İnkârcıların 3. âyette nakledilen, Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak
bir dönüştür şeklindeki itirazları ve Allah'a dönüşü inkârları başka âyetlerde de dile
getirilmiştir:
Ve onlar, “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta
olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabb'lerine kavuşmayı [O'nun huzuruna varacaklarını]
inkâr ediyorlar. (Secde/10)[BLOK11pt.]
4. âyet, inkârcıların bu bahanelerine verilen cevaptır. İnkârcıların yeniden dirilmeyi
alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve bölümlerini ayrıntılarıyla
bilmemelerinden, yani bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Hayat ilminin bütün sırları
keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ama
Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:
De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve O her yaratmayı çok iyi bilir.” (Yâ-Sîn/79)
[BLOK11pt.]
Rabbimiz, öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğunu, varlıklarını nelerin
oluşturduğunu ve varlıkları oluşturan parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığını,
nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığını [varlıklarını koruduğunu], bu parçalar arasındaki
bağların neler olduğunu bilmektedir. Âyette bu bilgilerin korunduğu da bildirildiğine göre,
insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları, onların kaybolup gittikleri anlamına
gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez
gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.
5. Aksine, hakk kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için onlar
karmakarışık bir iş içindedirler.
Asr sûresi'nin tahlilinde genişçe açıklandığı gibi, ‫ق‬ّ ‫[ الح‬hakk] sözcüğünün asıl anlamı,
“uygunluk ve denk gelme” demektir.2 Özet olarak tekrarlamak gerekirse, Kur’ân'da hakk,
kesin mucizelerle sabit olan peygamberliği, Peygamberimizin doğruluğuna dair olan aklî
delilleri, indirilen Furkân'ı [Kur’ân'ı] ve mutlaka gerçekleşecek olan haşrı [âhirette dirilip
toplanmayı] ifade etmektedir.
Âyete göre inkârcılar, “hakk”ı, yani kendilerini yaratmış olan Allah'ın ilmini, gönderdiği
kitabını ve Peygamberini gelir gelmez yalanlamışlardır. Bu yalanlamalarının sonucu olarak da
pek karışık bir hâl içinde çalkalanmaktadırlar. Peygamberimize de bazan sihirbaz, bazan
kâhin, bazan şâir diyerek şaşkınlık içinde inkâr etmekte, ama aynı zamanda da ızdırap içinde
yüzmektedirler.
Herkes bilir ki, hakktan uzak yaşayanlar hevâlarına uyarak sıkıcı işlere tevessül ederler
ve bunun sonucunda da sürekli bunalım içinde yaşarlar. Vicdanları onları rahatsız eder durur,
toplum içinde mahcup ve ezik kalırlar.
KARMAKARIŞIK BİR İŞ: Âyetteki, ‫[ مريج‬merîc] sözcüğü, “bomboş, muhtelif, karışık,
sıkıntı veren” anlamlarına gelmektedir.3 Bu sebeple âyetten bir kaç tane güzel anlam çıkarmak
mümkündür:
* Müşrikler kendilerine gelen hakkı yalanlamışlardır, ama bu inkârları bir taraftan da
vicdanlarını rahatsız etmektedir. Çünkü cevabını kesin olarak bilmedikleri bir şeyi
yalanlamaları sonucu akıllarında, “Acaba var mı, ya varsa?” türünden sorular oluşmuştur ve
bu sorular içlerini sürekli rahatsız etmektedir. Dolayısıyla kararsız kalmışlar, sıkıntıya
düşmüşler, işleri karmakarışık hâle gelmiştir.
* Müşrikler çok yakından tanıdıkları hâlde, bazan şâir, bazan sihirbaz, bazan kâhin
dedikleri Peygamberimiz hakkında yaptıkları bu ithamların doğru olmadığını iyi biliyorlar ve
kendi aralarında bunu birbirlerine itiraf ediyorlardı. Yani, söylediklerine kendileri de
inanmıyor, tutarsızlıklarının farkında olarak bazan Peygamberimize yakıştıracak kötü sıfat
bulamıyorlardı.
2

3
* Peygamberimizin peygamber seçilmeden önce de herkesçe bilinen üstün meziyetleri
ve özellikleri vardı. Bu bağlamda o'nun; sahip olduklarıyla ilgili olarak kimseye minnet borcu
olmayan, güzel ahlâklı, emin [güvenilir-doğru] ve zihinsel yönden gâyet sağlıklı bir kişi
olması, aslında Allah'ın Elçisi olarak söylediklerinin doğruluğu konusunda yeterli bir delil
teşkil etmekte idi. Mekkeli müşriklerin o güne kadar her konuda olduğu gibi bu konuda da
Peygamberimizin sözlerine inanmaları gerekirken, böyle yapmayıp işi tam tersine çevirmeleri
ve kendi mantıklarına da ters düşen bir davranış içine girmeleri çok yanlıştı. Bu yanlış
yaklaşımlarının sonucunda kendileri de şaşkınlık içine düşmüş ve aralarında bir karışıklık
meydana gelmiştir.
6. Peki, onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, Biz onu hiç yarığı olmadan
nasıl bina etmişiz ve süslemişiz.
Bu gibi âyetlerde Rabbimizin ‫صبور‬ ّ ‫[ ال‬sabûr] sıfatının tecellileri görülmektedir: Yüce
Allah suçlarından dolayı insanları hemen kahredivermez; onlara sürekli ikna edici örnekler
verir, düşünüp anlayabilecekleri aklî deliller gösterir. İşaret ettiği enfüsî [kendinden] ve afakî
[çevresinden] kanıtlarla insanı doğru inanca yönlendirir. Rabbimizin bu âyette dikkat çektiği
kanıt semâ'dır.
Burada ‫سيييماء‬ّ ‫[ ال‬semâ=gök], akıl almaz derinlik ve büyüklükteki “kâinat”ı ifade
etmektedir. Büyüklüğü, güneşin parlaklığı sebebiyle gündüzleri çıplak gözle yeteri kadar
görülemeyen kâinat, geceleri milyarlarca yıldızın saçtığı ışıkla insanı büyüklüğü konusunda
hayrete düşürmektedir. Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu büyüklük, özellikle
teleskopla bakıldığında daha da baş döndürücü bir hâl almaktadır. 6. âyette ifade edilen semâ,
içinde güneşten binlerce defa daha parlak yıldızların, dünyadan binlerce defa daha büyük
gezegenlerin bulunduğu, bütün bu gök cisimlerinin uçan birer nesne gibi içinde yüzdükleri
muazzam kâinatı simgelemektedir.
Semâ'nın insanlığın gözü önüne serilen ilâhî bir kanıt olduğu, Kur’ân'da başka âyetlerde
de dile getirilmiştir:
Ki O, yedi göğü birbiri üzerine yarattı. Rahmân'ın yaratmasında bir çatlaklık,
uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kere
daha döndür! Gözün, âciz bir hâlde sana dönecektir. Ve o çok bitkindir. (Mülk/3-4)
[BLOK11pt.]
Ve gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette
kadirdir]. Ve O, çok iyi yaratandır, çok iyi bilendir. (Yâ-Sîn/81)[BLOK11pt.]
Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Fakat
insanların çoğu bilmezler. (Mümin/57)[BLOK11pt.]
Onlar, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah'ın, ölüleri
diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki O, her şeye gücü yetendir.
(Ahkâf/33)[BLOK11pt.]
Yukarıdaki âyetleri de dikkate alarak 6. âyetin takdirini şöyle yapmak mümkündür: “Bu
hayrete düşüren büyüklüğe, derinliğe rağmen kâinat düzeni o kadar sağlamdır ki, kâinatın
içindeki gezegen, yıldız, galaksi, gökada sistemleri, aralarında herhangi bir yarık, çatlak
olmadan birbirleri ile uyumlu ve kopmaz bir irtibat içindedir. Göklerin yapısının insanın
yapısından daha büyük olmasına rağmen, insandan daha karmaşık yapıda olan bu muhteşem
semâda hiçbir düzensizliğin olmaması, Bizim gücümüzün ne kadar büyük olduğunu
göstermektedir.”
Hâlâ yeni keşiflerin yapıldığı güneş sistemini içinde bulunduran samanyolu galaksisi,
bünyesinde güneş benzeri yaklaşık 100.000.000.000 yıldız barındırmaktadır. Gözlenebilir
evrende ise yaklaşık 10.000.000.000 galaksi olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamlar, bu
büyüklükler sadece evrenin gözlenebilir kısmı için söz konusu olup belki de kâinatın gerçek
boyutu karşısında okyanustaki bir damla gibidir. Dolayısıyla bu muhteşem varlık âlemini
yaratırken hiç yorgunluk duymadığını bildiren Allah'ın kudret ve azameti sonsuzdur. Bu
kudret ve azameti değil ölçmek, düşünmek bile insan aklının kapasitesini aşmaktadır. Hâl
böyle iken, “Öldükten sonra tekrar nasıl diriltilebiliriz?” diye yapılan inkâr, sağlıklı düşünen
aklın yapacağı bir şey değildir.
Sûrenin sonunda Kur’ân Araştırmaları Grubu'nun, Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize adlı
eserinden, “semâ”nın yapısı hakkında bir alıntı yer almaktadır.
7. Ve Biz yeri de yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç
açıcı-göz alıcı her çiftten bitkiler bitirdik;
Bu âyette geçen “dağlar” ve “yerin döşenmesi” konuları Şems ve Mürselât sûrelerinin
tahlilinde açıklandığı için burada tekrar detaylandırılmamıştır.
8. Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak.
Bu âyet, kendinden önceki [6-7.] âyetlerdeki fiillerin “mutlak” veya “lieclih” mef‘ulü
durumundadır. Bu mef‘ul türleri Türkçe'deki “durum zarfı”na karşılık gelmektedir. Bu
nedenle bu üç âyet [6-8. âyetler], bir cümle içinde toplanarak şu şekillerde takdir edilebilir:
1) Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, Biz onu Allah'a yönelen her kula,
gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak, hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz.
2) Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, Biz onu Allah'a yönelen her kula,
gönül gözünü açması ve ona öğüt olması için, hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve
süslemişiz.
3) Ve Biz, Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri de
yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü çeşit her çiftten bitkiler bitirdik.
4) Ve Biz Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açması ve ona öğüt olması için yeri de
yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü çeşit her çiftten bitkiler bitirdik.
8. âyetteki, Allah'a yönelen her kul ifadesi, aklını kullanıp tefekkür eden kişilerin
arasında ancak Allah'a yönelenlerin öğüt alabileceğini bildirmektedir. Bilindiği gibi, bilim
adına olduğu iddia edilen yaklaşımların pek çoğunda, yeryüzünde ve gökyüzünde milyarlarca
yıldan bu yana meydana gelmiş oluşumlar, –bir “yaratıcı” kavramının “bilim”le bağdaşmadığı
anlayışıyla– hep tesadüflerle izah edilmiştir. Oysa evrendeki değişim ve gelişim kanunlarının
tesadüflerle açıklanması, bu muhteşem düzenin, hesaplanması bile neredeyse imkânsız
küçüklükteki ihtimallere dayandırılması demektir ki, asıl bilimle [matematikle, mantıkla]
bağdaşmayan anlayış budur.
Aslında bu evren, her dilde okunabilen ve her vesile ile anlaşılabilen, herkese açık bir
kitaptır. Bu kitap, bakar kör olmamak şartı ile üst düzeyde bilgiye sahip kişiler tarafından da,
dağ başında medeniyetten uzak bir çoban tarafından da okunabilmektedir. Yani, Allah'a
yönelen ve aklını çalıştıran herkes, bu evrenin bilinçle tasarlandığını, belirli bir programa
bağlı olarak devam ettiğini anlayabilir ve böyle muhteşem bir düzeni de ancak yüce bir
Yaratıcının [Allah'ın] programlayabileceğini idrak edebilir.
9-11. Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla da kullara rızık olmak
üzere/kullara rızık olsun diye bahçeler ve biçilecek taneler, tomurcukları birbiri üzerine
dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık.
İşte çıkış [diriliş] böyledir.
6-8. âyetlerdeki kısa açıklamalardan sonra evren kitabının bazı sayfalarını gözler önüne
sermeye devam eden Rabbimiz, bu âyetlerde de yeniden dirilme konusunu gündeme
getirmiştir.
Çıkış'ın, tıpkı bereketli bir suyun gökten ölü toprağa indirilmesi sonucunda ölü topraktan
bitki ve ağaçların çıkması gibi olacağını bildiren Yüce Allah, bu tarifle inançsızlara diriltmeyi
sanki laboratuarda tatbikî olarak göstermektedir.
Bu âyetler, özellikle Arabistan gibi kurak iklim şartlarında yaşayan insanlara, tam
anlayacakları dilden hitap etmektedir. Zira Arabistan halkı yaşarken görmektedir ki, bazan beş
sene boyunca bir damla bile yağış düşmeyen bölgelerde, kavrularak ne bitki ne de hayvan
hiçbir canlının yaşayamayacağı hâle gelen topraklarda, azıcık da olsa yağmur yağması ile
otlar bitmekte, böcekler canlanıvermektedir.
Yüce Rabbimiz bu âyetlerde sanki şöyle demektedir: “Yerküreyi canlı yaratıkların
yaşaması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını gökyüzünün cansız suyu ile
birleştirerek bağ ve bahçelerde göz alıcı binbir çeşit bitkiyi yaratan, bu bitkileri tüm canlılar
için rızık ve hayat kaynağı kılan Allah hakkında ölümden sonra diriltmeye gücü yetmeyeceği
şeklinde bir düşünce beslemeniz akılsızca bir zandır. Siz, tamamen kuru ve cansız olan bir
bölgenin yağmur taneleri düşer düşmez hayat bulduğunu, ölmüş olan köklerin âniden
dirildiğini, binbir çeşit böceğin o ölü topraktan çıkarak koşuşmaya başladığını gözlerinizle
görüyorsunuz. İşte bu gördüğünüz, ölümden sonra dirilmenin imkânsız olmadığının apaçık
isbatıdır.”
Rabbimiz başka âyetlerde de yağmur ile ölü topraktan bitkilerin çıkmasını ölümden
sonra âhirette dirilmeye örnek olarak göstermiştir:
Ve ölü toprak onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da
ondan yiyorlar. (Yâ-Sîn/33)[BLOK11pt.]
Yine O'nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği
gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor.
Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır. (Rûm/24)
[BLOK11pt.]
Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir göz at; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl
diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir. (Rûm/50)
[BLOK11pt.]
O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat
verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. (Rûm/19)[BLOK11pt.]
Yukarıdaki âyetlerden başka, Nahl/65, Ankebût/63, Fâtır/9, Câsiye/5, Hadîd/17 âyetleri
de aynı anlamdadır.
Şerefli Kur’ân da, bereketli su gibidir. Ölmüş, kokuşmuş, yozlaşmış birey ve toplumlar
da bu bereketli suyla yeniden canlanabilirler.
12-14. Onlardan önce Nûh'un kavmi, Ashâb-ı Ress, Semûd, Âd, Firavun, Lût'un
kardeşleri, Ashâb-ı Eyke ve Tubba kavmi yalanlamıştı. Bunların hepsi peygamberleri
yalanladılar da Benim azabım hakk oldu.
Benzerleriyle daha önce de karşılaştığımız bu âyetlerde hem ibret, hem uyarı, hem de
Peygamberimize teselli vardır. Rabbimiz, kendilerine gönderilen peygamberleri
yalanlayanları imha ettiğini bildirmek sûretiyle peygamberlerini sahipsiz bırakmadığını,
güçlendirdiğini göstermiş ve Peygamberimizin durumunun kendisinden öncekilerden farklı
olmadığına dikkat çekmiştir.
Âyetlerde kendilerinden bahsedilen kişi ve toplumlar, muhtemelen ya Arabistan'da ya da
Arapların gidip geldikleri yollar üzerinde veya ilişki kurdukları ülkelerde yaşamışlardır. Bu
kişi ve toplumların [Ashâb-ı Ress, Ashâb-ı Eyke ve Tubba kavmi] sadece isimlerinin bildirilip
haklarında başka hiçbir bilgi verilmemiş olması, Kur’ân'ın indiği dönemde yaşamış olan
insanların onlardan ve hikâyelerinden haberdar olduklarını düşündürmektedir. Bu bilgilerin
günümüze dek ulaşamaması, muhtemelen ilk tarihî kaynakların bu bilgileri derleyip
koruyamamasından kaynaklanmaktadır.
Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, verilen örneklerden birinin bir kavim
değil, kişi oluşudur. Diğer örneklerin hepsi birer topluluğu işaret ederken, Firavun'un
doğrudan şahsı örnek gösterilmiştir. Bunun sebebi, Firavun'un kendininki dışında hiçbir
görüş, kanaat, hür düşünce ve inanç kabul etmeyerek milletine musallat olması, gittiği yanlış
yolda milletini peşinden sürüklemesi, dolayısıyla bütün bir kavmin sapkınlığının sorumlusu
olarak kabul edilmesidir. Çünkü bir toplum ancak kendi düşünce ve davranış hürriyetine
sahipse sorumlu tutulabilir. Firavun, diktatörlük yaparak milletini güçsüz bırakmış, onu
zavallı bir hâle getirmiş, topluca gidilen sapıklık yolunda milletinin günah yükünü de
omuzlarına almış ve “tek sorumlu” konumuna gelmiştir.
Ancak, sapıklığın sorumluluğunu tek kişinin yüklenmiş gibi göründüğü böyle bir
durumda bile bir toplumun sorumluluktan tümüyle kurtulması söz konusu değildir. Çünkü
böyle bir diktatörün kendilerini saptırmasına rıza göstermesi, ses çıkarmama âcizliği de o
toplumun cezalandırılması için yeterli olmaktadır:
Fakat ne zaman ki azabı kendilerinden kaldırdık, o zaman onlar sözlerinden
dönüverirler. Ve Firavun kavmine seslendi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan
akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, nerede ise meramını
anlatamayan, şu zavallı kişiden daha hayırlı değil miyim? Onun üzerine altın bilezikler
bırakılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar halinde melekler gelmeli değil miydi?”
Firavun kendi kavmini hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar fâsık bir
kavimdi. Nihâyet Bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık [cezalandırarak
adaleti sağladık]. Hepsini suda boğduk. Onları sonradan gelecekler için geçmiş ve örnek
kıldık. (Zuhruf/50-56)[BLOK11pt.]
12-14. âyetlerde bazı kişi ve toplumlara sadece isim vererek işaret edilmiş olmasından
maksat, bu toplumların hikâyelerini anlatmak değil, ölümden sonra diriliş haberini veren
peygamberleri yalanlayanların âkıbetlerini hatırlatarak kalplere etki etmektir. Örnek
gösterilenlerin ortak özelliği, hepsinin de kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış
olmalarıdır.
Ancak, örnek verilen toplumların işledikleri suçu sadece bir tek kendi peygamberlerini
yalanlamak olarak görmek doğru değildir. Şöyle ki: Bütün peygamberler kendi toplumlarına
Allah tarafından kendilerine bildirilen ortak haberi iletmişlerdir. Bu toplumlar, kendilerine
gelen peygamberleri, getirdikleri haberden dolayı yalanlamışlardır. Bu nedenle, yalanladıkları
aslında peygamberler değil, Allah'ın bildirdiği haberdir. Dolayısıyla; bir tek peygamberi
yalanlamak, bütün peygamberleri ve aslında Allah'ı yalanlamak anlamına gelmektedir.
12-14. âyetler, daha önceki 6 âyette âhiretin mümkün olduğu hakkında gösterilen
delillere ek olarak Arapların yakînen bildikleri bazı toplumların ortadan kaldırılışlarını da
kanıt göstermekte, böylece âhiretin gerçekleşeceğini “tarih” ile de isbat etmektedir. Çünkü
bütün peygamberlerin öne sürdükleri âhiret inancını yalanlayan, insanlıktan çıkmış, alçaklar
alçağı konumuna düşmüş inkârcıların çıkardıkları fesat, döktükleri kan ve ahlâksızlıkları
sebebiyle helâk edilmeleri, aslında insanın Allah tarafından yakından takip edildiğini, hesaba
çekilmeden bırakılmadığını, yaptıkları yüzünden bu dünyada da cezalandırılabileceğini
gösteren bir kanıttır.
Âyetlerde adı geçen toplumlardan Âd ve Semûd hakkında daha önceki sûrelerde detaylı
bilgi verilmişti. Nûh ve kavmi için ise ilerideki sûrelerde yeri geldiği zaman bilgi verilecektir.
Bunların dışında kalan toplumların kronolojik olarak sıralanması ilk kez bu sûrede yapılmış
olup Ress, Eykeliler, Tubba toplumları hakkında Kur’ân'da fazla ayrıntı verilmemiştir.
15. Peki, Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir
yaratılıştan kuşku içindedirler.
Rabbimiz, Fussılet sûresi'nde çok açık ve net olarak ortaya koyduğu ve şimdiye kadar da
birçok örneklerini gördüğümüz genel ilkesi gereği, bu âyette de yine afak ve enfüsteki
kanunlarından bir örnek vermiştir.
Onun hakk olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakda [dış dünyada], hem enfüslerinde
[kendi içlerinde] âyetlerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanık olmuş olması
yetmedi mi? (Fussılet/53)[BLOK11pt.]
İLK YARATMA: Âyette verilen örnek, ilk yaratma'dır. Bu örnek hem afakî hem enfüsî
olarak değerlendirilebilir ve iki şekilde anlaşılabilir:
1) İlk yaratma'dan, insanın dünyaya getirilmesi anlaşılabilir ki, bu takdirde örnek enfüsî
niteliktedir:
Ve o insan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi? Bakıyorsun ki o,
apaçık bir hasımdır. Ve kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek vurdu: Dedi ki: “Kim
diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!” De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları
diriltecek ve O her yaratmayı çok iyi bilendir.” (Yâ-Sîn/77-79)[BLOK11pt.]
2) İlk yaratma'dan; göklerin, evrenin ve ilk insanın yaratılışı anlaşılabilir ki, bu takdirde
örnek afakî nitelik arz eder:
Onlar, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah'ın ölüleri
diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki O, her şeye gücü yetendir.
(Ahkâf/33)[BLOK11pt.]
Hatırlanacak olursa Rabbimiz 6. âyette, Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki?
demişti. Burada da, Peki, Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? buyurmuştur. Bize göre bu
ifade, ilk yaratılanın gökler olduğuna işaret etmektedir.
Bu açıklamaların ışığı altında 15. âyetin takdiri aşağıda belirttiğimiz şekillerde
yapılabilir:
* Şu hâlde ilk yaratmada âciz mi kaldık? Yani, gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk
yaratılışla meydana getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki, ikinci bir yaratışı uzak
görüyorlar da, Bu uzak bir dönüştür diyorlar?
* İlk yaratışla kudretimiz tükenmiş de daha sonrasını yaratmaktan güçsüzlüğe mi
düşmüşüz? Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.
15. âyet aslında âhiretin akıl yoluyla [mantıkla] isbatı mâhiyetindedir. Çünkü gerek
insanın bu dünyada canlı olarak var olması gerçeği, gerekse yer, gök ve evrenin düzeninin
gözler önünde sürüp gitmesi Allah'ın bunları yaratmaktan âciz olmadığını açıkça isbat
etmektedir. Yüce Allah âdeta, “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın isbatıdır” demektedir.
Bu durumda, kıyâmeti koparttıktan sonra Allah'ın başka bir düzen kuramayacağını,
ölüleri tekrar diriltemeyeceğini söylemek mantıklı bir yaklaşım değildir. Çünkü Allah bunları
yapmaktan âciz olsa idi (hâşâ), önceden de yapamaz, gördüğümüz hiçbir varlığı yaratamazdı.
Şu hâlde; insanı ve evreni yoktan var eden Gücün yarattığı varlıklara bakarak, O'nun bu
varlıkların hayatlarını ellerinden aldıktan sonra onları tekrar yaratabileceği [diriltebileceği]
sonucuna varmak gâyet sağlıklı bir akıl yürütme biçimidir. Bunun aksini söylemek ise, yani
değişmez kanunlara dayanan muhteşem bir düzen içindeki evreni yoktan yaratmış olan
Gücün, yarattığı bu varlıkları yine Kendi koyduğu kanunlarla değiştirdikten [ölmelerini
sağladıktan] sonra başka bir düzen içinde tekrar yaratamayacağını [diriltemeyeceğini]
söylemek ise, –yaratıcının gücünde bir azalma, kaybolma olmadığına göre–, gerçeklere ve
gerekçelere dayanan mantıklı bir akıl yürütme olmadığından, tek kelime ile abestir.
16-18. And olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz.
Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağından ve solundan oturmuş, iki tesbitçi
tesbit edip dururlarken, o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında bir hazır gözetleyen
bulunmasın [o her ne söylerse onun yanında mutlaka hazır bir gözetleyen vardır].
Bu pasajda insanı saptıran gücün kaynağına dikkat çekilerek insanlar uyarılmış, sonra da
“insan” ile onu yaratan, yarattığı için tüm özelliklerini bilen, özgür bırakmış olmasına rağmen
onu sürekli kontrol eden “Yaratıcı” arasındaki ilişki konu edilmiştir. Bu ilişkinin derecesi ise,
Ve Biz ona şah damarından daha yakınız ifadesiyle açıklanmıştır.
Pasajda zımnen şöyle denmektedir: “Bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve
dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, Bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının
ona olan yakınlığından daha fazladır. Konuşmasını işitmek için bir mesafe kat edip yanına
gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Aynı
şekilde, ona müdahale etmemiz gerekirse, bir mesafe kat etmemiz söz konusu değildir.
Nerede olursa olsun, o, her zaman kontrolümüzdedir, istediğimiz zaman ona müdahale
ederiz.”
Bir taraftan Allah'ın insana, nefsinin kendisine neler fısıldadığını bilecek kadar, hatta
şah damarından bile yakın olduğu söylenmekte; diğer taraftan da insanın üzerine onun her söz
ve hareketini kaydeden iki adet kayıtçı ve denetçinin yerleştirildiği bildirilmektedir. Yüce
Rabbimiz herkesin ne yaptığını en ince ayrıntısına kadar bildiği halde acaba neden ayrıca
herkesin üzerine ne yapıp ettiklerini denetleyen ve kaydeden iki şâhit daha yerleştirmiştir?
Bize göre bunun manası; Allah'ın adaleti önünde hesaba çekilecek olan insanın, hesabını
önceki dünyada yaptıklarını gözler önüne serecek iki şâhit eşliğinde verecek olmasıdır.
İnsanın kendi vücudu, sözlerini, hareketlerini hatta düşüncelerini en ince ayrıntısı ile zapt edip
kayda alan bir teyp, bir disk gibidir. Hesap gününde bu kayıtlar açılarak ilân edilecek, her
insan dünyada iken söylediklerini kendi sesinden kendi kulağı ile duyacak, yaptığı işleri de
kendi organlarından kendi gözleri ile görecektir. Böylece yaptıklarını inkâr etmesi asla
mümkün olmayacaktır. Her şeyi bilmesine rağmen Yüce Allah, âhirette hesaba çektiği
kimseyi adaletin bütün şartları yerine getirilmiş bir şekilde ve her insanın bizzat kendisini
tanık olarak dinlemek sûretiyle yargılayacaktır. Herkesin dünyadaki söz ve hareketlerinin tam
ve eksiksiz kaydı bu nedenle gerekmektedir.
Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz.
Nefsin vesvesesi, insanın kendi içinden geçirdiği duygular, kuruntular, kararlar gibi,
gizli, içe dönük şeyleri ifade etmektedir. İnsanın içine [gönlüne], söylenenleri ve yapılanları
kaydetmekle görevli yetilerin bile farkına varamadıkları bir gizlilikte geliveren bu içsel, nefsî
şeyler, Allah'tan asla gizli kalamazlar. Çünkü Allah, yaratıcısı ve programlayıcısı olarak
insana, onun kendi nefsine olan yakınlığından daha yakındır. Zaten insana diri olmasını
sağlayan nefsi [canı] veren de Allah'tır.
HABL-İ VERÎD: Âyetteki, ‫[ حبل وريد‬habl-i verîd] tamlaması, uzun zamandan beri “şah
damarı” olarak kabul edilmektedir. Oysa bu deyimin esas anlamı anatomi bilimindeki “şah
damarı” değildir. Anatomi bilimindeki “şah damarı”, kalpten çıkıp baş ve boyun bölgesine
temiz kan taşıyan ana atardamarların ortak adıdır. Habl-i verîd ise, “vücuttakî kirli kanı
taşıyan ana toplardamar”dır.
Bu konuda klâsik kaynakların bazılarında şu bilgiler yer almaktadır:
el-Verîdan [iki toplardamar], boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki,
vetine [şahdamarına] bağlı olup baştan kalbe doğru girerler.4[BLOK11pt.]
Verîd, “boynun yüzündeki damar”dır ki, öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler
[şahdamarıdırlar].5[BLOK11pt.]
Verîd, “ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki, kanın akışı onda”dır.6[BLOK11pt.]
Verîd, “atardamardan başka kanı taşıyan damar”dır. Verîdân [iki toplardamar] ise,
“boynun önünde, boynun iki yüzünü kavramış iki damardır. Baştan dağılırlar ve vetîne
[şahdamarına] bağlıdırlar.”7[BLOK11pt.]
Allah'ın insana yakınlığı belirtilirken habl-i verîd ifadesinin kullanılmasında iki ince
nokta vardır:
1) Bilindiği gibi, atardamar, kanı kalpten vücuda dağıtmakta, yani kanı kalpten
uzaklaştırmakta; toplardamar ise vücuttakî kanı kalbe doğru götürmekte, yani kanı kalbe
yaklaştırmaktadır. Bu sebeple yakınlık ölçüsü olarak verîd [toplardamar] zikredilmiştir.
Nitekim habl-i verîd deyimi, Arap kültürünün yazıya geçmeden önceki hâlinde [kadim Arap
dilindeki şiirlerde], “Ölüm ona verîdden daha yakındır” örneğinde olduğu gibi “pek yakında”
anlamı ile yer almıştır.8

4
Sahibü'l-Keşşaf.
5
İbn-i Esir.
6
Râgıb. Ayrıca Râgıb, habl-i verîd'den maksadın “ruh” olduğunu da söylemiştir.
7
Nizameddin Nisâburî.
8
2) Habl-i verîd, “kullanılmış, siyah renkli, kirli kanı taşıyan toplardamar”a
denmektedir.9 Kalbin sağ kulakçığında toplanan bu kan oradan akciğerlere gönderilmekte,
akciğerlerde temizlendikten sonra tekrar kalbe dönüp vücuda pompalanmaktadır. Bu döngü
bir çeşit yeniden yaratma gibidir. Bize göre bu deyimin âyette ifade ettiği diğer incelik de
budur.
ALLAH'IN YAKINLIĞI: Kur’ân'ın buraya kadarki bölümünde, kendisini tanıttığı
ifadelerden öğrendiğimize göre Allah'ın zatının kullarına mesafe itibariyle yakınlığı söz
konusu değildir. Âyette geçen Allah'ın yakınlığı, mecâzî bir ifadedir. Bu ifade ile kasdedilen
mana, “insan üzerinde kudret yürütüp bir etki meydana getirme konusunda ona kendisinden
daha yakın, daha mâlik, daha çok tasarruf sahibiyiz, onun nefsindeki vesveseyi de ondan daha
iyi bilmekteyiz” demektir.
Allah'ın yakınlığı konusu, klâsik kaynakların bazılarında şu şekillerde
değerlendirilmiştir:
Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki
kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah
Teâlâ'nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da verilebilir: Kudretimizin eşsizliği
itibariyle Biz ona “habl-i verîd”den daha yakınız. Emrimiz onda, damarlarındaki kanın akışı
gibi cereyan eder.10[BLOK11pt.]
Biz ona daha yakınız ifadesi mecâzdır. Bundan maksat, Allah’ın ona ilmen yakınlığıdır.
“Allah her yerdedir” ifadesiyle de O’nun ilminin her yeri kuşatmış olduğu kast edilir. Zira
yakınlık mekân ve mesafe itibariyledir; Allah ise mekândan münezzehtir.11[BLOK11pt.]
Yani, “Biz onun halini, ona “habl-i verîd”den daha yakın olandan daha iyi biliriz”
demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecâz yapılmıştır. Çünkü o onun
gerekçesidir.12[BLOK11pt.]
HER NE SÖYLERSE: Her ne söylerse, “ağızdan ne çıkarsa, hayır veya şer her ne söz
söylenirse” demektir ki bu ifade ile sadece ağızdan çıkan sözler değil, dışa vurulan tüm
eylemler de kasdedilmiştir. Çünkü ağızdan çıkan bir hece, kişinin dışa vuran en küçük
eylemidir. Dolayısıyla insanın ne söylediğini, ne yaptığını gözetleyen tesbitçiler hiçbir sözü
ve hareketi kaçırmadan kaydederler.
Ancak, insana, her yakından daha yakın olan, insanın nefsindeki gizlilikleri ve içine
doğan her dürtüyü insandan daha iyi bilen Allah, insanları sadece irâdeleri ile bilinçli olarak
yaptıklarından sorumlu tutar:
Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama kalplerinizin
kazandıkları [bilinçli yapılmış eylemleriniz] nedeniyle sorumlu tutar. Allah bağışlayıcıdır,
yumuşak davranandır. (Bakara/225)[BLOK11pt.]
Buradan da, insanın bilinci yerinde değilken, irâdesi dışındaki sözleri ve hareketlerinin
kayda girmeyeceği, bunlardan insanın sorumlu tutulmayacağı anlamı çıkmaktadır.
İKİ TESBİTÇİ: Bu iki tesbitçinin ne oldukları, bir sonraki pasajda kendilerinden ‫سائق‬
[sâik] ve ‫[ شييهيد‬şehîd] olarak bahsedilmek sûretiyle açıklanmıştır. Ayrıca sâik, 23. ve 27.
âyetlerde karîn sözcüğü kullanılarak bir kez daha açıklanmıştır. Bu açıklamalara rağmen
âyetteki tesbitçiler'i, insanın sağında hayırları, solunda şerleri yazan melekler olarak anlayıp
anlatmak hem sözcükler açısından, hem melek kavramı açısından ve hem de pasajın anlamı
açısından yanlıştır.
SAĞINDAN SOLUNDAN: Âyette bahsi geçen iki tesbitçi ile ilgili olarak, “sağdaki
melek iyilikleri ve sevapları, soldaki melek kötülükleri ve günahları kaydeder” şeklinde ilginç
rivâyetler ortaya atılmış ve bu rivâyetlerde gerçek dışı anlatımlara yer verilmiştir.

10
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
11
Keşşaf sahibi.
12
Kadı Beydavî ve Ebu's-Suud.
Zıt anlamlı sözcüklerin birlikte kullanılmasının ifadeye anlam zenginliği kazandırdığını
ve bu tür ifadelerdeki sözcüklerin birlikte kullanımının o sözcüklerin kendi anlamlarından
daha başka bir anlam oluşturduğunu Nâs sûresi'nin tahlilinde “İns ve Cinn” başlığı altında
incelemiştik.
Burada da aynı durum söz konusu olup sağından, solundan ifadesi ile, sadece “sağ ve
sol” değil, “tüm yönler” kasdedilmiştir. Dolayısıyla bu tesbitçiler insanın sadece sağında ve
solunda değil; sağında, solunda, önünde, arkasında, altında, üstünde, içinde, dışında, yani
kalbindedirler. İnsanı sürekli kontrol altında tutarak söylediği ve yaptığı her şeyi kayda alıp
saklayan ve zamanı gelince sakladıklarını çıkarıp ortaya koyan bu tesbitçiler, Allah'ın insana
verdiği iki yeti olup bunlar bize göre İblis ve hâfızadır [bellektir]. Bu yetilere, “meleke”
demek mümkünse de “melek” demek doğru değildir.
19-23. Ölümün sarhoşluğu gerçekten/hakk ile gelmiştir de: –“(Ey insan!) İşte bu,
senin kaçıp durduğun şeydir.”– Ve Sur da üflenmiştir. –“İşte bu, korkutulan gündür.”– Ve
herkes, kendisiyle beraber bir sâik [sürücü] ve bir şâhit bulunarak geldi. Ve onun karîni
[yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: “İşte yanımdaki hazır.”
22. âyet, 1. âyetteki kasem cümlesinin cevabını teşkil etmesi sebebiyle, bize göre aslında
bulunması gereken yerde değerlendirildiğinden, ölüm sarhoşluğundan başlayıp haşr ile yüz
yüze gelişin ve hesap gününün dehşetinin anlatıldığı bu pasajın içine konulmamıştır.
19. âyette üçüncü şahıstan ikinci şahsa dönülerek iltifat sanatı yapılmış ve anlatım
muhataba yöneltilmiştir. Bu da bize muhatabın özel olduğunu anlatmaktadır. Muhatabın özel
olması demek, hitap edilen bu insanın genel anlamdaki insanları değil, sadece inkârcı,
yalanlayıcı insanları sembolize ediyor olması demektir. Zaten İblis ile olan tartışması ve
cehenneme atılması gibi pasajın bütününde anlatılan olaylar da bu insanın inkârcı, yalanlayıcı
olduğunu göstermektedir.
ÖLÜM SARHOŞLUĞU: ‫سكر‬ ّ ‫[ ال‬sükr] sözcüğü genelde, “içkinin verdiği sarhoşluk, zihin
bulanıklığı” olarak biliniyorsa da aslında “insanın herhangi bir sebeple zihinsel melekelerini
tam olarak kullanamadığı her türlü zihinsel uyuşukluk durumu”nu ifade eden bir kavramdır.
Buna göre, normal ve sağlıklı muhakemenin şaştığı veya ortadan kalktığı her türlü durum,
sükr hâlidir.
Konumuz olan âyetteki sükr ise, –daha önce Kâriah ve Kıyâmet sûrelerinde de tasvir
edildiği gibi– ölüm sarhoşluğunu, ölümle yüz yüze gelindiğinde meydana gelecek şoku ifade
etmektedir.
Sükr sözcüğü Kur’ân'da bu anlamı dışında, “gözlerin sihir ile bulanması” anlamında
Hicr/14-15'de, “şehvetten gözü dönmüşlük” anlamında Hicr/72'de, “kıyâmet korkusu”
anlamında da Hacc/1-2'de geçmektedir.
ÖLÜM SARHOŞLUĞUNUN HAKK İLE GELMESİ: Bu ifade ile ölümün canı söküp
aldığı başlangıç safhası kasdedilmiştir. Bu safha, daha evvel peygamber ve gönderilmiş kitap
aracılığı ile verilmiş olan kıyâmete dair bilgi ve haberlerin gerçekleşerek insanın gözünün
önüne geldiği safhadır. Bu safhada insan, âhiretin tamamen hakk olduğunu ve hayatın bu
ikinci safhasına mutlu olarak mı, yoksa bedbaht olarak mı giriyor olduğunu bilecektir.
Hatırlanacak olursa bu durum Kıyâmet sûresi'nde daha ayrıntılı olarak anlatılmıştı:
O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. Aslında
insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. Tüm mazeretlerini koysa bile de/Tüm perdelerini
koysa bile de. Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! Kuşkusuz onun
[yaptıklarının-yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. O
hâlde Biz onu [yaptıklarını-yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle!
Sonra, onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da sadece
Bizim üzerimizedir. (Kıyâmet/13-19)[BLOK11pt.]
KORKUTULAN GÜN: İnançsız insan bu dünyada –sorumsuz diğer canlılar gibi–
başıboş gezip dolaşmak istemekte, öldükten sonra yaptıklarının karşılığını göreceği başka bir
hayatın varlığını da istememektedir. Bu yüzden âhiret düşüncesinden âdeta kaçmakta, böyle
bir âlemin olacağını kabul etmeye asla yanaşmamaktadır. Ne var ki, ölüm sarhoşluğunun hakk
ile geldiği o gün [o ölüm ânı], gözler önüne serilen o ikinci âlemin ilk safhasıdır. İnançsızın
inanmaktan kaçtığı o âlem, o anda bütün gerçekliği ile inançsızın karşısına çıkmaktadır.
SÛR'UN ÜFLENMESİ: Sûr'un üflenmesi ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan,
toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan
yapılma bir borunun öttürülmesi gibi, o gün de sanki bir içtima borusunun veya sireninin
çalınacağını düşündürmekte ya da bir hakemin oyunu başlatan ve bitiren düdüğünün
öttürülmesini veya bir okulda dersin başladığını ve bittiğini bildiren zilin çalınmasını
çağrıştırmaktadır.
Sûr'un birinci defa üflenmesi ile bütün canlılar ölecek, ikinci defa üflenen Sur ile de
ölmüşler canlandırılarak kabirlerinden kaldırılacak ve Yüce Divan'da toplanmaya sevk
edilecektir.
Sûr'un üflenmesi konusu Kur’ân'da birçok yerde geçmektedir:
Ve Sûr'a üflenmiştir. Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp
yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir. Bir de bakarsın onlar kalkmışlar karşıda
bakıyorlardır. (Zümer/68)[BLOK11pt.]
Ve Biz o gün [kıyâmet günü] onları dalgalar hâlinde birbirlerine girer hâlde
bırakıvermişizdir. Sûr'a da üflenmiştir. Böylece onların hepsini bir araya toplayıvermişizdir.
(Kehf/99)[BLOK11pt.]
Ve Sûr'a üflenmiştir. Bir de bakmışsın ki kabirlerinden Rabb'lerine doğru akın ediyorlar.
(Yâ-Sîn/51)[BLOK11pt.]
Bu âyetlerden başka Müminûn/101, Hâkkah/13, En‘âm/73, Tâ-Hâ/102, Neml/87,
Nebe/18 âyetleri de sûra üfürülmesinden bahsetmektedir.
SÂİK ve ŞEHÎD: Klâsik eserlerde sâik'in, insanı önce mahşer meydanına oradan da
hakk ettiği yere sevk edip götüren melek; şehîd'in de amelleri yazan melek olduğu yönünde
açıklamalar yapılmıştır. Ancak bu yöndeki açıklamalar hem dayanaksızdır, hem de
Kur’ân'daki tanıtıma uymamaktadır.
Sâik ve şehîd, yukarıda 17. âyette bahsedilen iki tesbitçi olup bize göre bunlar İblis ile
insan hâfızası'dır. Bizim “İblis” dediğimiz sâik, burada ve 27. âyette karîn olarak
nitelenmiştir. Bu kavramla ilgili daha ayrıntılı açıklamanın “Karîn” başlığı altında yapılmasını
daha yararlı görüyoruz.
KARÎN: ‫[ قرين‬karîn] sözcüğü, “yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt [aynı yaşta olan
arkadaş]” anlamlarına gelir.13 Türkçe'deki “akran” sözcüğü de buradan gelmiştir.
Sözcüğün âyete göre en uygun anlamı, “yaşıt” anlamıdır. Çünkü karîn olarak nitelenen
bu varlık, Rabbimizin emri ile Yüce Divan'da o kişi aleyhinde tanıklık yaptığına göre, onun
ayrılmaz parçası denecek kadar o kişiye yakın olmalıdır. Ayrılmaz parça konumundaki bir
yakınlık ise, o kişi ile birlikte doğup onunla yaşamayı ve onunla birlikte ölmeyi, yani o kişi ile
yaşıt olmayı ifade etmektedir.
Bize göre bu karîn, “İblis”tir. Her kişi İblis'i ile doğar, yaşar ve ölür. Nitekim İblis de
mahşere kadar, yani kişi ile birlikte huzura çıkıp aleyhteki tanıklığını yapıncaya kadar
Rabbimizden izinlidir.
Karîn sözcüğü Kur’ân'da, 7'si tekil, 1'i de çoğul hâlde olmak üzere toplam 8 kez
geçmektedir. Hem karîn'i, hem de İblis'i daha iyi anlayabilmek için bu sûrede geçen iki âyet
dışındaki âyetlere de bakmakta yarar görüyoruz:
Onlardan bir sözcü der ki: “Gerçekten benim için karîn [yaşıt, yakın arkadaş] vardı.”
(Sâffat/51)[BLOK11pt.]
Ve her kim Rahmân'ın zikrinden yüz çevirirse, Biz ona bir şeytân musallat ederiz. Artık
o onun için karîndir [yaşıt, yakın arkadaştır]; ve şüphesiz ki onlar, onları yoldan çıkarırlar.
13
Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihâyet Bize gelince, “Keşke seninle
benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı” der. –Öyleyse bu ne kötü bir
karîndir [yaşıt, yakın arkadaştır]!– (Zuhruf/36-38)[BLOK11pt.]
Ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak
için harcayan kimseleri. Ve şeytân kimin için karîn [yaşıt, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü
bir karîndir! (Nisâ/38)[BLOK11pt.]
Ve Biz onlara bir takım karînler [yakın arkadaşlar] musallat ettik de onlar kendilerine
önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini güzel gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş
olan cinn ve insan toplulukları [herkes] hakkındaki Söz onlar için de hakk oldu. Doğrusu
onların hepsi de kendilerine yazık etmiş olanlardır. (Fussılet/25)[BLOK11pt.]
Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi, bu dünyadaki yaşamında kişiyi yoldan çıkaran
karîn [İblis], mahşerde yine devreye girecek ve neredeyse inançsız kişinin kendisini
suçlamasına bile meydan vermeyecek şekilde, İşte yanımdaki hazır! diyecektir. İnançsızın son
bir çırpınışla, yaptıklarının asıl suçlusu olarak İblis'i göstermesi karşısında da birçok âyette
anlatıldığı gibi kendini savunacaktır:
Ve iş olup bitince şeytân onlara şöyle diyecek: “Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaat
etmişti, ben ise size vaat ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu.
Ancak ben sizi çağırdım, siz de hemen geldiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın!
Ben sizi kurtaramam siz de beni kurtaramazsınız! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı
da kabul etmemiştim.” Şüphesiz zâlimlere, onlar için acı bir azap vardır! (İbrâhîm/22)
[BLOK11pt.]
24-26. “Haydi ikiniz, atın cehenneme o hayrı alabildiğine engelleyen, zâlim ve
şüpheci, o, Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmiş olan her inatçı kâfiri... Haydi, ikiniz
birlikte onu şiddetli azaba atın.”
Âyette geçen, ‫[ القيا فى جهّنم‬elkiyâ fî cehennem=ikiniz onu cehenneme atın] cümlesindeki
‫[ القيا‬elkiyâ=ikiniz atın] ifadesi, klâsik eserlerde Kur’ân dışı zorlamalarla değişik anlamlara
çekilmiştir. Kimileri bu ifadeyi, “Atın, atın!” anlamında yorumlamışlar, kimileri de “ikiniz”
şeklinde çevirip hitap edilenlerin ‘iki melek’ olduğunu düşünmüşlerdir. Halbuki Rabbimizin
elkiyâ [ikiniz atın] emrinin muhatapları, 21. âyette bildirilen sâik ve şehîd'dir.
Bu pasajda, Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı kâfiri! talimatı ile seslenilen,
yalanlayıcı kâfirle birlikte haşr alanına getirilmiş olan sâik [karîn=İblis] ile şâhit [insanın
hâfızası], dolayısıyla suçu işleyen organlarıdır. Bu demektir ki, inançsızı cehenneme atacak
olanlar; kişinin cehennemi hakk eden davranışlarda bulunmasına sebep olan İblisinin (yani,
kendisinin, nefsinin) ve bu davranışlarda bulunan organlarının tüm hareketlerini kaydetmiş
olan hâfızasının aleyhteki tanıklığıdır. Başka bir tanığa da, sebebe [sâike, güce] de ihtiyaç
yoktur. Çünkü insana şahdamarından daha yakın olan Allah, insanın bünyesine koyduğu
donanım [İblis ve hâfıza] ile, haşirdeki yargılama sırasında çıkacak tartışmaları ta en baştan
çözümlemiştir.
Gerek kalıpları ve gerekse geniş anlamları itibariyle, âyetteki sıfat özellikli sözcüklerin
Türkçe'deki bire bir karşılıklarının tek sözcükle ifadesi mümkün olamamaktadır. Bu sebeple
sıfat nitelikli sözcüklerin ayrıntılı olarak açıklanması yoluna gidilmiştir.
‫[ كّفار‬KEFFÂR=AŞIRI KÜFREDEN/AŞIRI NANKÖR]: ‫[ كفر‬küfr] veya ‫[ كفيران‬küfrân]
mastarlarından türemiş olması mümkün olan bu sözcük; küfr mastarından türemiş olduğunda
“alabildiğine inkârcı”; küfrân mastarlarından türemiş olduğunda ise “alabildiğine nankör”,
yani “kendine bağışlanmış onca bolluğa rağmen Allah'ın nimetlerini inkâr eden, şükrünü eda
etmeyen” anlamlarına gelir.14
‫[ مّنيياع للخييير‬MENN‘ÜN Lİ'L-HAYR=HAYRI ENGELLEYEN]: Bu ifadedeki hayr
sözcüğü, “mal-mülk” ya da “iman” manasına gelebileceği gibi, her iki mana için de
kullanılmış olabilir. Bu durumda mennâ‘ün li'l-hayr ifadesi, “kimseye mal-mülk vermeyen,
14
iyilik yapmayan, üstelik başkalarının yapmasını da aşırı derecede engelleyen, insanları
imandan şiddetle alıkoyan” anlamına gelir. 25. âyette bir bakıma şöyle denmektedir: “O
Allah'ı inkâr etti, inkârıyla da kalmayıp başkalarının hayrına [imanına] da engel olmaya
çalıştı.”
Bu sıfatın ve dolayısıyla âyetin daha iyi anlaşılabilmesi için Mâûn sûresi'nin
hatırlanmasında yarar vardır:
Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun
yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. Bu nedenle, şu namaz kılanların/şu destekçilerin vay
hâline! Onlar namazlarından/destek verişlerinden gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar, ve
mâûnu vermezler. (Mâûn/1-7)[BLOK11pt.]
‫[ معتد‬MU‘TED]: Bu sözcük, “zâlim, haddi aşan” anlamına gelir.15 Sözcüğün mennâ‘ün
li'l-hayr [hayrı engelleyen] ifadesi ile birlikte ele alınması durumunda, hayr sözcüğünün de
anlamı hesaba katılarak mu‘ted sözcüğü şu iki şekilde açıklanabilir:
1) Hayr sözcüğünün, “mal-mülk” anlamı ön plana alındığında mu‘ted'in de, malı-mülkü,
sosyal yardımı çokça engelleyen, yapması gerekeni kendisi yapmadığı gibi haddi aşarak
zâlimleşen, tefecilik ve hırsızlık gibi yollarla fakir-fukarayı soyup soğana çeviren bir insan
olduğu anlaşılır.
2) Hayr sözcüğünün, “iman” anlamı ön plana alındığında ise mu‘ted'in, imanı
engelleyen, bununla yetinmeyip haddi aşarak zâlimleşen, iman edenleri aşağılayan, onlara
eziyet eden, öldüren, öldürdüğü gibi iman edenlerin düşmanlarına da yardım edip barındıran
bir insan olduğu anlaşılır.
Mennâ‘ün li'l-hayr ve mu‘ted olan bir insanın, her işinde ahlâk sınırlarını yıkıp aşan,
kendi çıkarları ve istekleri uğruna her şeyi yapmaya, her şeyi yıkıp geçmeye hazır olan, haram
yolla mal biriktirip haram yollarda harcayan, insanların haklarına el uzatıp tecavüz eden, dili
bir ahlâk sınırı tanımadığı gibi eli de zulüm ve eziyetten geri kalmayan, iyilik yoluna engeller
çıkaran, bununla da yetinmeyip iyiliği benimseyenlere eziyet eden, iyilik için çalışanlara
kötülük yapan aşırı günahkâr bir insan olduğu anlaşılmaktadır.
‫[ مريب‬MÜRÎB]: Sözcük yapısı itibariyle Arapça'da farklı anlamları olan iki ayrı kalıba
da uygundur:
Bu kalıplardan birine göre sözcük, “şüpheci, şüphe ile dopdolu” anlamına gelmektedir.16
Bu anlama göre yukarıda özellikleri sayılmış olan kişi aynı zamanda âhiret ve mükâfaat
konusunda da şüphe içindedir. Dolayısıyla karşılığını alacağından şüpheli olduğu için
kimseye yardım yapmamakta, mal vermemektedir.
Kalıplardan diğerine göre ise sözcük, “şüpheler uyandırmak sûretiyle başkalarını da
şüphe içinde bırakan kimse”yi ifade etmektedir.17
Topluca bakıldığında Rabbimizin bu âyetlerde, insanı cehenneme götüren sıfatları sayıp
bildirdiği görülmektedir, ki bunlar; 1) Hakkı inkâr etmek, 2) Allah'a şükretmemek, 3) Hakka
ve haklıya karşı direnmek, 4) İyilik ve doğruluk yolunda engel olmak, 5) Kendi malından
Allah'ın ve kullarının hakkını vermemek, 6) Muamelelerinde haddi aşıp doğruluktan sapmak,
7) İnsanlara zulüm ve eziyet etmek, 8) Dinin temel prensiplerinden şüphe etmek, 9)
Başkalarının kalbine şüphe sokmak, 10) Allah ile beraber başka birini ilâhlığa ortak kılmaktır.
Bu sıfatları ortaya döküldüğünde inançsız insan korkup titremekte, yaptığı her kötülükte
arkadaşı ve yandaşı ile birlikte olmasından dolayı da onlardan gelebilecek suçlamaları
savuşturmaya çabalamaktadır.
27. Onun karîni [yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu azdırmadım.
Fakat kendisi uzak bir dalâlet [kayboluş/sapıklık] içindeydi.”

15

16

17
Bu pasajlardaki söz akışından ve 27-28. âyetlerin ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki,
karîn'den maksat, dünyada o kişi ile uyum içinde olan “İblis”tir ve o kişi ile İblis, Allah'ın
mahkemesinde birbirleri ile atışıp tartışacaklardır.
Mahkeme esnasında kötülükleri ortaya dökülen kişi, şeytânın peşini bırakmadığından
yakınarak asıl cezanın İblis'e verilmesini, İblis'in cezasının kendi cezasından kat kat fazla
olmasını talep edecektir.
Buna karşılık şeytân da (yani, karîn olan “İblis” de), İbrâhîm/22'de olduğu gibi, o kişiyi
günahkâr ve isyankâr yapmak için hiçbir zorlamada bulunmadığını, bu zavallı kişinin asıl
kendisi iyilikten şiddetle kaçan, kötülüğe tutkun ve yapışık birisi olduğu için Allah'ın
âyetlerinden, peygamberlerin sözlerinden hiçbirini benimsemediğini ve aksi yönde yapılan
ufacık bir davete bile koşarak geldiğini söyleyerek kendini savunacaktır:
Ve iş olup bitince şeytân onlara şöyle diyecek: “Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaat
etmişti, ben ise size vaat ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu.
Ancak ben sizi çağırdım, siz de hemen geldiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın!
Ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı
da kabul etmemiştim.” Şüphesiz zâlimlere, onlar için acı bir azap vardır! (İbrâhîm/22)
[BLOK11)
(İblis) dedi ki: “Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de yeryüzünde onlar için
süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka saptıracağım. Ancak içlerinden saflaştırılmış kulların
müstesnâdır.” Allah) buyurdu ki: “İşte bu üzerime olan dosdoğru yoldur. Sana uyan
azgınlardan başka, kullarımın üzerinde kesinlikle hiçbir gücün yoktur.” Şüphesiz ki cehennem
onların hepsine vaat edilen yerdir. Onun [cehennemin] yedi kapısı vardır. O kapıların her biri
için onlardan bir parça [grup] vardır. (Hicr/39-44)[BLOK11pt.](
Derler ki: “Bilakis, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz. O
ne kötü bir duraktır!” Derler ki: “Ey Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun
ateşteki azabını kat kat artır!” Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım
adamları niye göremiyoruz? Biz onları alaya aldık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
Şüphesiz ki bu hakktır; ateş ehlinin birbiriyle tartışması. (Sâd/60-64)[BLOK11pt.]
Bu tartışmalar başka sûrelerde de ayrıntılarıyla yer almıştır.
UZAK BİR SAPIKLIK: Âyette ‫[ ضللة‬dalâlet=sapkınlık]in bir de uzaklık ile nitelenmesi
dikkat çekicidir. Bu niteleme dall [sapkın] kimsenin doğru yoldan fazlasıyla sapmış ve
uzaklaşmış olduğunu ifade eder. Sapıklıkta/sapkınlıkta epeyce yol almış ve o yollarda
oyalanıp kalmış kimse, maksat ve hedeften epeyce uzak kalmış demektir. Dolayısıyla
buradaki uzaklık, sapıklığın süresinin uzunluğunu ifade etmektedir. Doğru yoldan sapan
kimse, saptığını anladığı anda girdiği yanlış yoldan dönerse, o kişi için maksat ve hedeften
fazla uzaklaşma söz konusu olmaz. Ancak unutulmamalıdır ki, doğru yoldan saparak yanlış
yolda uzun müddet giden kimse için artık semtler ve yönler belirsiz hâle gelir ve o kişi esas
hedefi göremez, ona ulaşamaz; “gerçek”ten uzaklaşır, kaybolur gider.
28-29. (Allah) buyurdu ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit
göndermiştim.” Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla zulmedici değilim.
Yani, Benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle size kitaplar ve peygamberler göndermiş,
sizi uyarmıştım. Azgınlık edenlere şiddetli azap edileceğine dair size tehditler göndermiştim.
Şeytâna tâbi olmanız durumunda size cehenneme gireceğinizi daha dünyada iken haber
vermiştim. Ama siz yine de ona tâbi oldunuz, Beni dinlemediniz. O nedenle şimdi hesap ve
ceza yerinde boşuna çekişmeyin. Burası çekişme yeri değildir. Daha önce her amelin karşılığı
belirlenmiştir. Her yapılan kaydedilmiştir, değiştirilmez. Herkes ancak yaptığından dolayı
cezalandırılır. Kimseye zulmedilmez; çünkü cezayı veren en âdil hüküm sahibidir.
28. âyetin ifadesinden, âhiretteki mahkemede çekişmenin men edildiği ve bunun
faydasız olduğu anlaşılmaktadır. Bu pasajdaki uyarının bir benzeri de Yâ-Sîn sûresi'nde yer
almıştır:
Ve ey günahkârlar! Bugün [şimdi] siz hadi ayrılın! Ey Âdemoğulları! Şeytâna tapmayın,
o, kesinlikle size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur, diye size ahd
vermedim mi? Ve o, kesinlikle sizden birçok nesilleri yoldan çıkardı. Ya o zaman aklınızı
kullanmıyor muydunuz? İşte bu, sizin vaat olunduğunuz cehennemdir. (Yâ-Sîn/59-63)
[BLOK11pt.]
ALLAH'IN SÖZÜ DEĞİŞMEZ: Âyette değişmeyeceği bildirilen ‫[ القول‬kavl=söz] nedir?
Bu soruyu kavl sözcüğünün bu âyette ifade etmesi mümkün olan iki farklı anlamı ele alarak
cevaplamak mümkündür:
1) Söz, kelimesi, âyette özel bir sözü, kararı, ilkeyi belirtmek için kullanılmıştır. Bu ilke
Kur’ân'da açıkça bildirilen bir ilkedir:
Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidâyetini verirdik. Velâkin Benden, “Bütün
cinnlerden ve insanlardan [herkesten] cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hakk
olmuştur. (Secde/13)[BLOK11pt.]
Ve şüphesiz ki Biz, Mûsâ'ya Kitab'ı verdik; hemen onda ihtilâfa düşüldü. Eğer
Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette aralarında hüküm verilmiş bitmişti.
Muhakkak ki onlar, bundan kuşkulu bir şüphe içindedirler. (Hûd/110)[BLOK11pt.]
Kur’ân'da başka âyetlerde de tekrarlanan bu ilke, cehennemin ins ve cinn [herkes]
tarafından doldurulmasına yönelik, Rabbimiz tarafından alınmış bir karardır. Ancak
Rabbimizin ins ve cinnin özgür irâdeleri ile yaptıkları seçimi esas aldığı dikkatten
kaçırılmamalıdır.
Rabbimizin bu kararı Kur’ân'da bazan el-kavl (İsrâ/16; Neml/82, 85; Kasas/51, 63; Yâ-
Sîn/7, 70; Sâffat/31; Fussılet/25; Ahkâf/18) olarak; bazan da kelimetü Rabbik (Hûd/119;
En‘âm/115; A‘râf/137; Yûnus/19, 33, 96; Mümin/6; Fussılet/45; Şûrâ/14; Sâffat/171; Tâ-
Hâ/129) olarak yer almıştır.
Bu âyetler ışığı altında, Allah'ın sözü değişmez ifadesinin takdiri şu şekilde yapılabilir:
“Benim katımda kararımı değiştirme prensibi yoktur. Sizin için verdiğim cehenneme atma
kararı geri alınamaz. Siz daha dünyada iken, yolunu sapıtanlara ve yolu saptıranlara âhirette
ne ceza verileceğini bildirdiğim o kanun da değiştirilemez. ‘Sizden hanginiz kötülük yaparsa
o cezasını bulacaktır.’, ‘Hanginiz doğru yoldan ayrılırsa vebalini yüklenecektir’ diye ikinizi
de uyarmıştım. Benim bu uyarıma rağmen ikiniz de suç işlemekten vazgeçmediniz. Şimdi
çekişmekle elinize ne geçecek? Doğru yoldan sapana, saptığından dolayı; doğru yoldan
saptırana da saptırdığından dolayı mutlaka ceza verilecektir. Bu sözden dönüş yoktur.”
2) ‫[ القول‬söz] kelimesi, âyette “cins isim” olarak kullanılmıştır. Bu kabule göre ifadenin
anlamı zımnen şöyle olur: “Benim katımda yalan söylenilemez. Benim huzurumda bir şeyler
uydurulamaz, iftira edilemez. Çünkü Ben âlimim, dolayısıyla azanı da, azdıranı da, az azanı
da, çok azanı da bilirim. Dolayısıyla sizin, ‘Beni şeytân azdırdı’ şeklindeki sözünüz de,
şeytânın ‘Ey Rabbimiz! Onu ben azdırmadım’ şeklindeki sözü de Benim nezdimde bir şey
ifade etmez.”
‫لم‬
ّ ‫[ ظ‬ZALLÂM]: Bu sözcük, “çok büyük zâlim” demektir. Ancak sözcüğün anlamından
yola çıkarak âyetteki ifadeyi, “Ben çok büyük zâlim değilim” diye anlamak doğru değildir.
Çünkü bu ifadenin mefhumu muhalifinden, “Ben çok büyük zâlim değilim, ama zâlimim”
manası çıkar. Oysa Allah'ın zâlimliği söz konusu olamaz. Tam tersine, Yüce Allah zâlimliğin
zıddı sıfatlara sahiptir. Dolayısıyla buradaki ifade şöyle anlaşılmalıdır: “Eğer Ben yaratıcı ve
Rabb olarak kendi beslediğim yarattığıma zulmedersem o zaman çok büyük zâlim olmuş
olurum. Bundan dolayı Ben Kendi kullarıma en ufak bir zulüm bile yapmam. Size verdiğim
ceza doğrudan doğruya, kendi kendinizi müstahak kıldığınız cezadır. Size hakk ettiğinizden
zerre kadar bile fazla ceza verilmeyecektir. Benim mahkemem, benzersiz bir adaletin
mahkemesidir. Bu mahkemede, suçu kesin şahadetlerle isbat edilmeden hiç kimse cezaya
uğratılmaz.”
30. Biz, o gün, cehenneme, “Doldun mu?” deriz. O da, “Daha var mı?” der.
Bu âyette, yine dehşet verici bir manzara canlandırılmaktadır. Tüm inkârcı ve
yalanlayıcılar, toplumlarına ayak bağı olanlar, mâlî yükümlülüklerini yerine getirmeyenler,
zâlimler ve şüpheciler küme küme cehenneme atılmakta iken cehenneme, “Doldun mu, yeter
mi?” diye seslenilir. Bu karşılıklı konuşmanın bir tarafı olan cehennem de, “Daha var mı?”
diye cevap verir.
Bu sahne, 28. âyetin tahlilinde değindiğimiz ve Rabbimizin Secde/13'de bildirdiği ilke
kararının âhirette nasıl gerçekleşeceğinin, verilmiş Söz'den [ilkeden] asla dönülmeyeceğinin
sembolik bir anlatımıdır.
Bu dehşet tablosunun tam karşısında ise başka bir tablo gösterilmektedir. Bu tablo,
muttakîlere yaklaştırılmış olan cenneti ve orada güzel bir şekilde ağırlanan ve arzu ettikleri
nimetlerle onurlandırılan müminleri göstermektedir.
İşte o tablo:
31-35. Cennet de muttakîlere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır. İşte bu, çokça yönelen ve
çokça koruyan, Rahmân'dan gaybda [tenhada, kimsenin kendini görmediği yerde] iken haşyet
duyan ve yönelen bir kalp ile gelen [gönülden bağlı olan] herkes için söz verilendir. –“Selâm
ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür.”– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda
daha fazlası da vardır.
Dikkat edilirse, bu sûreye kadar Kur’ân'da uygulanmış olan uyarı yöntemi bu sûrede de
uygulanmıştır: Bu pasaja kadar önce içe dönük ve çevreden gösterilen kanıtlarla insanların
ikna edilmesi yoluna gidilmiş, sonra da yalanlayıcıların mahşerdeki hâllerinden bir kesit
aktarılarak yalanlayıcılar tehdit edilmiştir. Bu pasajda ise projöktörler müminlere çevrilmiş,
onların cennetteki durumları gözler önüne serilmiş ve vaatlerin gerçekleşeceği bildirilmiştir.
Cennetin yaklaştırılması ifadesi, mekân olarak yakınlık anlamına gelmez. Bu ifade,
cennete girme imkânı verilenlerin giriş sıralarının geldiğini, cennete girmelerinin çok
yaklaştığını anlatmaktadır.
Bir önceki pasajda olduğu gibi, bu pasajda da çok özel ve çok güzel anlamları olan
sözcükler seçilmiştir. Anlam sahaları bir hayli geniş olan bu sözcüklerin ayrıntılı olarak
açıklanmasında yarar vardır:
‫[ اّواب‬EVVÂB], ‫[ حفيييظ‬HAFÎZ]: Evvâb sözcüğü, “çokça dönen, çokça yönelen”; hafîz
sözcüğü ise “çokça koruyan” demektir. Her ikisi de mübalâğa kalıbında birer sıfat olan evvâb
ve hafîz sözcükleri birlikte “çokça yönelen ve çokça muhafaza eden” [hiç unutmayan]
anlamına gelir.18
Pasajın anlamı da dikkate alınırsa, sözcükleri aşağıdaki gibi açmak mümkündür:
Evvâb sıfatı; “günahlardan pişman olup çokça dönmeyi ve çokça istiğfar etmeyi”;
“tefekkür ile Allah'a çokça dönmeyi, yönelmeyi”; “Allah'ın dışındaki varlıklara karşı aşırı
meyil göstermekten, hevâ ve heveslerine uymaktan çokça dönmeyi [kendini alıkoymayı]”;
“Allah'tan başkasını kabullenmemeyi ve Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el-etek
çekmeyi gerektirdiğinden, evvâb olan kimse arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat ve
rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği yola
tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a kulluk
yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.
Hafîz sıfatı ise; “tevbesini bozmaktan kendini çokça korumayı”; “Allah'ın zikrini hep
muhafaza etmeyi ve hiç unutmamayı”; “Allah'ı mükemmel sıfatları ile algılayıp O'nu asla
bırakmamayı gerektirdiğinden, hafîz olan kimse bütün varlığı ile Allah'a yönelen ve böylece
her şeyin O'nun sayesinde olup bittiğini, her şeyi O'nun var ettiğini gören kimsedir. Hafîz bu
noktaya vardığında, bolluk içinde ve nimetlere boğulmuş vaziyette bile olsa Allah'ı hiç
aklından çıkarmaz, hep zikreder.
Bu açıklamalara göre evvâb, hafîz ifadesi ile kasdedilen kişi; Allah'ın emirlerini,
farzlarını, haramlarını ve teslim ettiği emanetlerini koruyan, Allah tarafından kendisine
18
verilen hakkları göz önünde bulunduran, iman ettikten sonra Rabbine verdiği sözü
unutmayan, yanlış hareketlerden dolayı kaybolmasın diye kendi zamanını, gücünü, gayret ve
çalışmalarını gözeten, tevbe ettikten sonra onu bozmayıp tevbesinde duran, her zaman,
“Acaba ben hareket ya da sözlerimle Rabbime itaatsizlik ettim mi?” diye kendini hesaba
çeken kişidir.
Bu sözcüklerin ifade ettiği manalar, aynı zamanda daha önce ayrıntısı verilmiş olan
“muttakî” sözcüğünün de tefsiri mâhiyetindedir.
‫[ الخشييية‬HAŞYET]: Haşyet, bilgi ve idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının
doğurduğu hasret kalma, uzak kalma korkusudur.19
Haşyet sözcüğü ile ilgili ayrıntılı bilgi A‘lâ sûresi'nin tahlilinde verilmiştir.
GAYBDA RAHMÂN'A HAŞYET DUYMAK: Bu ifade, müminleri Allah katında
takdire lâyık hâle getiren iki temel özelliğe işaret etmektedir: A) Rahmân olan Allah'ın beş
duyu organıyla hissedilip algılanamamasına rağmen müminlerin Allah'a derin bir saygı
duymaları ve takvâlı davranmalarıdır. Müminlerin rahmân olan Allah'a karşı duydukları bu
haşyet, onların apaçık görülen ve müthiş güçleri olan başka varlıklara karşı duydukları
korkudan daha fazladır. B) Allah'ın “rahmet” sıfatını çok iyi bilmelerine rağmen müminlerin
Allah'ın bu sıfatına güvenerek günah işlememeleridir.
Bu bilgilerden yola çıkılarak “gaybda iken Rahmân'a haşyet duyan” ifadesi şöyle
açıklanabilir: “Allah'ın rahmân olduğunu bildiği hâlde, O'nun rahmetine güvenerek hiçbir
zaman günahkâr olmayan...”
Böyle bir kişi, “Rabbim beni affeder ama ben yine de yapmayayım” diye düşünür.
‫[ قلب منيب‬KALB-İ MÜNÎB]: “Bir tarafa yüz çevirip hep o tarafa yönelmek” anlamındaki
‫[ انابة‬inâbet] kökünden gelen ‫[ منيب‬münîb] sözcüğü20 ile, bir nevi pusula anlatılmak istenmiştir.
Çünkü pusulanın ibresi de daima manyetik kuzey ve manyetik güney kutupları
doğrultusundadır ve pusula hangi yöne çevrilirse çevrilsin, ibrenin yönü bu doğrultudan
sapmaz.
Kalb-i münîb ifadesi ile de, “her taraftan yüz çevirip Allah tarafına dönen ve hayatta
karşılaştığı her türlü acı-tatlı hâdiseler karşısında, yönelmiş olduğu Allah'ın yolundan hiç
sapmayan kalp [akıl]” kasdedilmiştir.21 Bu ifadenin anlamını Türkçe'de en iyi ifade eden
deyim “gönülden bağlanma” deyimidir. Allah katındaki asıl değer ve kıymet, sadece dil ile
ifade edilen bağlılık değil, O'na canı gönülden gösterilen samimi ve sürekli bağlılıktır.
Kalb-i münîb, 27. âyette bahsi geçen “uzak bir kayboluş [sapıklık]” ifadesinin tam
zıddıdır. İnançsızlar uzak bir sapıklık içindeyken, inançlılar Allah'a gönülden bağlıdırlar. Hata
ve kusur işlemiş olsalar bile hemen O'na dönmüşler ve O'ndan hiç uzaklaşmamışlardır.
34. âyette geçen ‫[ ادخلوهييا بسييلم‬udhuluhâ bi-selâm] ifadesine gelince, bu ifade selâm
sözcüğünün farklı anlamları kullanılarak iki şekilde açıklanabilir:
Selam'ın, “emniyet” anlamını öne aldığımızda, söz konusu ifade, “her çeşit üzüntü,
keder ve endişeden korunmuş olarak cennete girin” şeklinde anlaşılır.
Sözcüğün “esenleme” anlamı öne alındığında ise âyetteki ifadeyi, “gelin, bu cennete
girin; Allah ve melekleri tarafından size cennette selâm vardır” şeklinde anlayabiliriz. Bu
konunun detayları aşağıdaki âyetlerde mevcuttur:
(Takvâ sahipleri) o kimselerdir ki, melekler, onların canlarını hoş ve rahat hâlde alırlar.
“Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete...” derler. (Nahl/32)
[BLOK11pt.]
Söz olarak [onlara] Rahîm Rabb'den “selâm” (vardır). (Yâ-Sîn/58)[BLOK11pt.]

19

20

21
Rabb'lerine karşı takvâlı olanlar da cennete bölük bölük sevk edildi. Nihâyet oraya
vardıkları zaman kapıları açıldı ve bekçileri onlara, “Selâm sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak
içinde kalmak üzere haydi girin oraya!” dediler. (Zümer/73)[BLOK11pt.]
Ve ikisinin arasında bir perde vardır. Ve A‘râf üzerinde, hepsini simalarından tanıyan
kişiler vardır. Bunlar cennet yâranına [henüz cennete girmemiş fakat girmeyi arzu eden
kimselere] seslenirler: “Selâm size!” (A‘râf/46)[BLOK11pt.]
Ve iman edip sâlihâtı işleyenler, Rabb'lerinin izniyle içinde sürekli kalmak üzere
altından ırmaklar akan cennetlere girdirilirler. Oradaki selâmlamaları “selâm!”dır.
(İbrâhîm/23)[BLOK11pt.]
Ayrıca Yûnus/10 ve Hicr/46'ya da bakılabilir.
NE İSTERLERSE VAR, DAHA FAZLASI VAR: Muttakîlerle ilgili tabloyu anlatan
âyetlerin her kelimesinde, muttakîlere yönelik bir ağırlama ve onurlandırmanın göze çarptığı
son derece güzel bir tertip vardır. Meselâ, muttakîlerin cennete girmeleri, cennetin
muttakîlere yaklaştırılması şeklinde ifade edilerek sanki cennetin muttakîlerin ayaklarına
getirildiği izlenimi yaratılmıştır. Yüce Allah'ın cennetin kapısına gelmiş olanlara verdiği,
Selâm ile oraya girin! buyruğu, sanki ikramda bulunmak için davet ettiği misafirlerini kapıda
karşılayıp selâmlayan bir ev sahibinin davranışını andırmakta ve cennet ile yapılan ikrama
ayrı bir renk katmaktadır. Ayrıca Rabbimizin 32-33. âyetlerdeki, İşte bu, çokça dönen ve
çokça koruyan, Rahmân'dan gaybda [tenhada] iken haşyet duyan ve dönen bir kalp ile gelen
[gönülden bağlı olan] herkes için söz verilendir ifadesi ise, cennetin muttakîlere, sâlihâtı
işledikleri için karşılık [ücret] olarak verildiği anlamına gelmektedir. Rabbimizin cenneti
ücret olarak niteleyen bu beyanı, muttakîlerin cennet nimetleri üzerindeki tasarruf yetkisinin
tam olduğunu göstermekle kalmayıp bize göre iki incelik daha içermektedir: A) Bir nimete
bedel ödeyerek sahip olan bir kimsenin, bedel ödemeden sahip olan kimseye göre o nimetten
çok daha iyi yararlanmayı bileceği gerçeğiyle ilgilidir. Âyetlerde verilen dolaylı mesaj, cennet
nimetleri üzerindeki tasarruf yetkileri tam olan muttakîlerin bu nimetlerden tam ve mükemmel
biçimde istifade etmeyi bileceklerini vurgular niteliktedir. B) “Bedelsiz bir nimete kavuşan
kimsede oluşan endişenin; bağış sahibinin fikir değiştirip cayabileceği endişesinin ortadan
kaldırılmasıyla ilgilidir. İlgili âyetlerdeki dolaylı mesaj, muttakîlere verilen böyle bir
güvenceyi ifade eder niteliktedir. Böylece cennet, hukukî anlamda bir vaat olmaktan öteye
geçerek muttakîlerin mutlaka tahsil edecekleri bir alacak hâline gelmektedir. Yani muttakîler,
sâlihâtı işlemeleri dolayısıyla Allah'a verdikleri borçların karşılığını [ücretini] cennet
nimetleri ile geri almış olacaklardır.
35. âyetteki ‫[ مزيييد‬mezîd] sözcüğü, “ziyade, ilâve, fazlası” [artısı] demektir.22 Yani,
cennet ehline, kendi istediklerine ilâve olarak, onların düşünemedikleri, bilemedikleri, elde
etme arzusunu akıllarına getiremedikleri nimetler verileceği söylenmektedir. Böyle bir müjde
bir başka âyette daha verilmiştir:
İyi işi, güzel ameli güzelce yapanlar için daha güzeli ve daha fazlası vardır. Yüzlerine
kara bulaşmaz, zillet de. İşte bunlar cennet ehlidirler. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.
(Yûnus/26)[BLOK11pt.]
Cennet ehline istediklerinden fazla verilmesi, oradaki nimetlerin cennettekilerin hatırına
gelmeyecek ayrıntıda ve istedikleri miktardan fazla olduğu anlamına geldiği gibi, Allah'ın
orada bu dünyada yaratmadığı şeyleri yaratacağı anlamına da gelmektedir. Yani, cenneti hakk
edenler orada umduklarından ve bildiklerinden fazla ikram göreceklerdir.
24-26. âyetlerin tahlilinde Rabbimizin bu sûrede insanı cehenneme götüren nitelikler
olarak saydığı sıfatlar belirtilmişti. 31-35. âyetlerden oluşan pasajda ise Rabbimiz kişiyi
cennete lâyık kılan sıfatların bir kısmını saymıştır ki, bu sıfatlar da şunlardı: 1) Takvâ; 2)
Allah'a yönelmek [evvâb]; 3) Allah ile olan ilgiyi korunmak [hafîz]; 4) Allah'ı görmeden,

22
O'nun rahmetine kesin inanmakla birlikte O'na haşyet duymak; 5) Kalb-i münîb ile gelmek
[Allah'a gönülden bağlanmak].
36-37. Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesilleri helâk
ettik. Öyle ki, onlar beldeleri delik deşik ediyorlardı. –Hiç kaçıp kurtulacak yer var mı?–
Şüphesiz ki bunda kalbi [aklı] olan veya kendisi şâhit olarak kulak veren kimse için elbette
öğüt vardır.
12-14. âyetlerde, peygamberleri yalanlayan ve helâk edilen kişi ve kavimlerin isimleri
verilerek yapılan uyarı, işin önemine binaen burada farklı bir ifade ile tekrarlanmış ve
dikkatler yeniden tarihten ders alma konusuna çekilmiştir.
HAŞRDAN KAÇMA OLMAZ: İnsanları, önlerindeki o müthiş gün ve çetin azap
konusunda uyaran Allah, onları bu dünyada iken yakalayıp imha edeceği konusunda da
uyarmış ve Kur’ân'ın bir çok yerinde yaptığı açıklamalarla onlara kendilerinden önceki
kavimlerin durumlarını örnek göstermiştir.
36. âyet, Allah tarafından yakalanma zamanı gelenlerin, kuvvet ve ihtişamlarının onları
Allah'ın yakalamasından kurtaramayacağını, kimsenin bu âkıbetten kaçacak ve sığınacak bir
yer bulamayacağını anlatmaktadır. Kaçıp kurtulma çabasını gösterenler arasında geçmiş bazı
kavimlerin de bulunduğu, âyetteki, Öyle ki, onlar beldeleri delik deşik ediyorlardı ifadesinden
anlaşılmaktadır.
Bu cümlenin fiili olarak seçilmiş olan ‫[ نّقبوا‬nakkabû] sözcüğü, “delmek, gezmek, dağ
içindeki yol” anlamlarına gelen nekb mastarından türemiştir.23 Sözcüğün bu anlamlarına göre
âyetteki ifadenin taşıdığı anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1) Sözcüğün “delmek” anlamına göre: Belirtilen toplumun yerleri yarıp yol açtıkları ve
kayaları oyup evler yaptıkları anlaşılır ki, bu takdirde onların güçlerine işaret edilmiş olur.
Hatırlanacak olursa, Fecr/9'da da Semûd kavminin güç ve kudreti bu şekilde ifade edilmişti.
2) Sözcüğün “gezmek” anlamına göre: “Onlar hep yolculuk yaptılar ve bu esnada helâk
olan kavimlerinin izlerini, yok olup gidişlerinin alâmetlerini gördüler” demek olur ki, bu
durumda âyette kasdedilenlerin Mekkeli müşrikler olduğu anlaşılır.
3) Sözcüğün “dağ içindeki yol” anlamına göre: Âyette sözü edilen toplumun
yeryüzündeki diğer insanların temsilcileri veya idarecileri oldukları anlaşılır ki, örnek
gösterilen toplumun kuvvet ve saltanatlarının kendilerine sağladığı imkânlar vurgulanmış
olur.
Yukarıdaki üç anlam birleştirilecek olursa, ifadenin takdiri şöyle yapılabilir: “Öyle ki,
onlar sadece kendi memleketlerinde güçlü değillerdi. Hatta dünyanın diğer bölgelerine de,
başka memleketlere de girip çıkarlar, onlardan yaşam ve geçim araçlarını temin ederler ve
saldırıp istilâ ederek ülkelerinin dışında sömürgeler oluştururlardı. Sahip oldukları güçlerle
herkesi sindirirlerdi. Onlar zoraki sömürürlerdi.”
‫[ قلب‬KALP] SÖZCÜĞÜ: Konuşulan her dilde, ilk defa karşılaşılan bir takım manaları
veya maddeleri ifade etmek için bir lâfız, sözcük vaz'edilir. Vaz'edilen sözcükler ile sözcüğün
ifade ettiği mana veya maddeler arasında her zaman doğru ilgiler, ilişkiler olmayabilir.
Türetilen sözcük halk arasında yaygınlaştığında kimse o sözcük ile o sözcüğün ifade ettiği
mana veya madde arasındaki ilginin doğru veya yanlış olduğuna bakmaz ve herkes o sözcüğü
kullanır.
Meselâ, Kristof Kolomb Hindistan'a ulaştığını sanarak karşısına çıkan adalara Batı Hint
Adaları ismini vermiştir. Bu ismin coğrafî gerçeklere uymadığı bugün herkesçe bilinmesine
rağmen isim düzeltilmemiş, kullanılmaya devam edilmektedir. Bağırsakta sadece bir tane
olduğu zannedilerek “tek şerit” anlamındaki taenia solium diye adlandırılan parazit de
böyledir. Sonraları bu parazitin bağırsakta birden çok olduğu öğrenilmesine rağmen ismi
değiştirilmemiştir, kullanılmaya devam edilmektedir. Ya da, eskiden rahimdeki bir illetten
kaynaklandığı zannedilerek “rahim” anlamına gelen hysteria sözcüğü ile tanımlanmış olan bir
23
sinir hastalığı, artık kaynağının rahim olmadığının bilinmesine rağmen hâlâ bu isimle
anılmaktadır.
Bu durum Arapça için de aynen geçerlidir. Meselâ, “cinn” denilen görünmez doğaüstü
güçlerin varlığını kabul eden bâtıl inançlarla, bu cinnlerin etkisi altına girdiği sanılan bir
kimseyi tanımlamak için vaz'edilmiş olan ve “cinnlenmiş” anlamına gelen mecnûn sözcüğü,
bugün akıl hastalıklarının bâtıl inançlardaki cinnlerle hiçbir alâkası olmadığının bilinmesine
rağmen halk arasında hâlâ akıl hastaları için kullanılmaya devam etmektedir. Veya, güneş
sistemi'ndeki hareketlerin ve yörüngelerin bilinmediği dönemlerde, “güneşin ufkun üzerine
çıkması” anlamına gelen tuluu'ş-şems [güneşin doğması] ve “güneşin ufukta kaybolması”
anlamına gelen gurubu'ş-şems [güneşin batması] sözcükleri, artık bu olayların dünyanın kendi
ekseni etrafında dönmesinden kaynaklandığının öğrenilmesine rağmen, hâlâ aynen
kullanılmaktadır.
Demek oluyor ki, sözcük ile sözcüğün ifade ettiği mana veya madde arasındaki ilginin
yanlışlığı her dilde söz konusudur. Bu tip sözcükler ve terimler yaygın kullanıma ulaştıktan
sonra, bilim adamları bile sözcüklerin bina edildikleri temelin hatalı veya yanlış olduğunu
bildikleri hâlde bu sözcük ve terimleri kullanmaya devam etmişlerdir. Bu tip sözcüklerin
kullanılması da hiçbir zaman kınanmamıştır.
Bu uzun açıklamalarla söylemek istediğimiz şudur: Diğer diller gibi Arapça'da da,
sözcükler ile bunların ifade ettiği mana veya maddeler arasındaki ilginin yanlış olduğu
bilindiği halde yaygın olarak kullanılan sözcükler vardır. Bu tip sözcükler Kur’ân'da o
dönemde yaygın olan anlamları ile kullanılmıştır. Çünkü Arap diliyle inmiş olan Kur’ân,
insanların kolayca anlaması ve öğüt alması için indirilmiştir. Bundan dolayıdır ki, insanların
Kur’ân'ı anlamaları için sözcüklerin yaygın ve halkın anlayacağı anlamlarıyla kullanılması
kaçınılmazdır. Nitekim câhiliye dönemi Araplarının inançlarına göre “cinnler ülkesinin ismi”
olan ve halk arasında “harikulâde şeyler” için kullanıla n ‫[ ابقر‬ebgar] sözcüğü, “Ebgar ülkesi”
diye bir ülkenin tamamen hayalî olmasına rağmen, Kur’ân'da Rahmân/76'da, ‫ى حسان‬ ّ ‫[وابقر‬ve
ebgariyyin hisân=ve Ebgarlı halılar/harikulâde, nefis, şahane halılar] anlamında
kullanılmıştır.24
İşte kalb sözcüğü de bu duruma uygun olarak Kur’ân'da “kan pompalayan organ” olarak
değil; “aklın, düşüncenin ve tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan beyin” anlamında
kullanılmıştır. Yani, Kur’ân'a göre kalb, başta akıl olmak üzere insanı insan yapan özelliklerin
merkezidir, kısaca insanın özüdür.25
KALBİ OLANA İKAZ: Âyetteki, kalbi olan kimseler için ifadesindeki kalb sözcüğü,
yukarıda açıkladığımız gibi genel anlamda “insanın özü” demekse de, âyete özel anlamda
“akıl” manasına gelir. Yani, âyetteki ifade, “aklı olanlar için” demektir. Bu durum dikkate
alındığında âyetin dolaylı olarak şu anlama geldiği söylenebilir: “Bunda, kalb [akıl]
denilebilecek en ufak bir şeyi olan kimse için bir öğüt vardır. Bu durumda artık kim öğüt
almazsa, onun hiç kalbi [aklı] yok demektir.”
Gerçekten de tarihe bakarsak, ders almak, geçmiş olaylardan ibret almak, insanların hep
birbirine tavsiye ettiği ve yapılmasının gerekli olduğuna inandığı bir yöntemdir. Ama
kendisine geçmişten öğüt çıkarmak, âyette de işaret edildiği gibi, aslında kalbi [aklı] olan
insanlar için söz konusudur. Kalbi olmayan veya kalbi ölü olan [aklı çalışmayan] insan ne
öğüt alabilir ne de ibret... Kalbi [aklı] olan insan ise geçmişteki acı âkıbetler konusunda son
derece hassastır. Mezarlar ve örenler gibi etkileyici ve coşturucu yerler kalbi [aklı] olan insanı
etkiler; duygularını coşturur, hatıralarını canlandırır, ona ilham kaynağı olur. Ama kalbi [aklı]
olmayanlar, bu gibi yerler ve olaylar karşısında kör, sağır ve dilsizdirler:
(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler. (Bakara/18)
[BLOK11pt.]
24

25
Ve onları gördüğün zaman kalıpları senin hoşuna gider ve eğer konuşurlarsa sözlerine
kulak verirsin. Onlar sanki dayanmış keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine
sanırlar. Onlar düşmandırlar, onlardan hemen sakın. Allah onları öldürmüştür! Nasıl da
döndürülüyorlar? (Münafikûn/4)[BLOK11pt.]
And olsun ki, cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık; onların
kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır,
onlarla işitmezler. İşte bunlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte
onlar gâfillerin ta kendileridir. (A‘râf/179)[BLOK11pt.]
Hevâsını [kötü duygularını, tutkularını] kendisine tanrı edinen kişiyi gördün mü? Peki,
onun üzerine sen mi vekîl oluyorsun? Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (vahye kulak)
vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun?Gerçekte onlar hayvanlar gibidir,
hatta yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar [aşağıdırlar]. (Furkân/43-44)
[BLOK11pt.]
Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar sırf heveslerine uymaktadırlar.
Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık/şaşkın [aşağı] kim
olabilir? Kesinlikle Allah zâlim kavme yol göstermez. (Kasas/50)[BLOK11pt.]
Ve and olsun ki, Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık [size
vermediğimiz imkânları onlara vermiştik]. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık
[vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı.
Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de
onları sarıp kuşatıverdi. (Ahkâf/26)[BLOK11pt.]
Kur’ân son derece manidar örneklerle anlattığı kâfirlerin hâlini, bağırıp çığıran ve kendi
sesinden başka bir şey duymayan çobanın hâline benzetmiştir. Kuru gürültüyle hakk sözü
bastırıp boğarak galip gelmeyi çok iyi bilip uygulayan kâfirler, Kur’ân'a göre ancak sükûnet
ve ciddiyet içinde dinlemekle anlaşılabilecek sözleri dinlemeye değer ve anlamlı bulmazlar.
Onları kör, sağır, dilsiz ve yüreksiz olarak niteleyen Kur’ân, bu kâfirlerin kıyâmet günü de
böyle kör, sağır ve dilsiz olarak haşredileceğini bildirmiştir (bkz. Bakara/171 ve İsrâ/97).
YAHUT KULAK VEREN: Âyette geçen veya kendisi şâhit olarak kulak veren kimse
ifadesi, “dinleyen” demektir. Çünkü kulak vermek, “dinlemek”ten kinâyedir. Dinlemeyen
kimse, sanki kulağını tıkayıp onu dinlemekten alıkoymuştur. Kulağını serbest bıraktığında ise,
kulak vermiş ve dinlemeye başlamış demektir.26
Bu açıklamaların ışığı altında 37. âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Bunda, her şeyi
zekâsıyla bulup çıkaran, zekî, ezberleyen [öğüt alan] kalp [akıl] sahibi kimseler için yahut da
kulak verip uyarıcıyı dinleyen, böylece öğüt alan kimseler için bir öğüt var.”
Rabbimiz, rahmeti gereği, kendilerini kurtarmaları için insanlara iki nimet lütfetmiştir:
Akıl ve vahiy... İnsanlar bu iki nimeti değerlendirdikleri takdirde kendilerini
kurtarabileceklerdir:
Ve derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık, yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı
arasında olmazdık! (Mülk/10)[BLOK11pt.]
Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu belli olmadı mı ki: Eğer biz
dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların kalplerini
damgalarız/mühürleriz de onlar işitmezler. (A‘râf/100)[BLOK11pt.]
Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, onların, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle
işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki
kalpler kör olur. (Hacc/46)[BLOK11pt.]
38. Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattık. Ve
Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.
ALTI GÜN/ALTI DEVRE: ‫[ اليوم‬yevm] sözcüğü, Türkçe'ye “gün” olarak çevrilebildiği
gibi, “devir” olarak da çevrilebilir. Çünkü Arapça'da yevm sözcüğü, hem “gündüz ve geceden
26
oluşan 24 saatlik bir devir [gün]” anlamına, hem de genel olarak “devir [hangi müddet olursa
olsun, zamandan bir müddet]” anlamına gelir.27 Nitekim Secde/5'de, 1.000 senelik bir
yevm'den, Me‘âric/4'de ise 50.000 senelik bir yevm'den bahsedilmek sûretiyle, yevm
sözcüğünün belirli bir ölçüdeki “devir”i değil de genel anlamda bir “devir”i ifade ettiği
Kur’ân tarafından da teyit edilmiştir.
Eğer yevm sözcüğü, Kur’ân'a uygun olmayarak “24 saatlik gün” anlamında kabul
edilirse, evrenin ve yeryüzünün 6 “yevm”de yaratıldığını söyleyen Kur’ân âyetleri de
[A‘râf/54, Hûd/7, Yûnus/3, Furkân/59, Secde/4, Hadîd/4] yanlış anlaşılmış olur. Çünkü bu
takdirde söz konusu âyetlerden, evrenin ve yeryüzünün her biri 24 saat olan 6 günde
yaratılmış olduğu anlaşılır ki, daha güneşin ve dünyanın varlık âleminde olmadığı, yani gece
ve gündüzden oluşan 24 saatlik bir gün'ün evrende mevcut olmadığı bir dönemdeki yaratılışa
ait sürenin, güneş, dünya ve insanlar var olduktan sonraki döneme ait bir ölçü ile ifade edilmiş
olması mantıklı bir ihtimal gibi gözükmemektedir. Zaten bilim de, evrenin ve yeryüzünün
oluşumuna dair elde ettiği bulgular sonucunda kabul ettiği kuramlarla bu süreyi “milyarlarca
yıl” ile ifade etmektedir. Dolayısıyla âyetteki altı gün'ün, “altı devir” olarak anlaşılması
gerekir.
Yevm sözcüğünün buradaki anlamının “devir” olarak kabulü, bize Kur’ân'ın bir
mucizesini daha görme imkânı vermektedir. Bilindiği gibi günümüz itibariyle elde edilmiş
kozmolojik bulgular, evrenin [dolayısıyla dünyanın] bir takım evrelerden geçerek bugünkü
durumuna geldiğini göstermektedir:
Genişleyen evren modellerinin hemen hepsi, evrenin yaşam öyküsü üzerinde
uyuşmaktadır. ... Başlangıçta evren, sıcaklığı 10 16 K gibi olağanüstü yüksek proton, nötron,
elektron, pozitron ve nötrino gibi temel parçacıklardan oluşmuş, sonsuz yoğun bir ortamdı.
Bu ortama enerji egemendi. … Patlamadan 100 saniye kadar sonra sıcaklık 10 9 K'e düşmüş
ve temel parçacıklar daha ağır çekirdekleri oluşturmak üzere birleşmeye başlamıştır. ...
Bundan sonraki 1.000.000 yıl boyunca evren, fotonların kurtulup uzaya yayılamadığı yıldız
çekirdeği gibi sıcak ve mat bir yapıda kalmıştır. Bu zaman süresinde sıcaklık yavaş yavaş
3.000 K'e düşmüş, yoğunluk da 1.000 atom / cm 3 olmuştur. Bu noktadan sonra ışınım uzaya
kaçmaya başlamıştır. ... Uzayda yayılan madde, kütle çekimi kuvvetinin etkisiyle kümeler
biçiminde toplanmaya başlamıştır. Böylece ışınım çağı sona ermiş ve yıldız çağı olarak
adlandırılan yeni bir süreç başlamış, gökadaların ve yıldızların oluşumu gelişmiştir. ... Bu
modellerin kanıtlanmasına yönelik araştırmalar, evrenin en uzak geçmişine karşılık gelen en
uzak bölgelerinin incelenmesiyle sürdürülmektedir.28[BLOK11pt.]
Keza dünya da bugünkü durumuna bir gaz bulutuyla başlayan ve çeşitli evrelerden
oluşan bir süreç ile gelmiştir. İşte Kur’ân, evrenin ve dünyanın “altı yevm”de [devirde]
yaratıldığını bildirerek bugünkü bilimsel bulgularla varılan sonucu, yani oluşumun evreler,
devirler hâlinde gerçekleştiğini 14 asır önceden ilân etmiş ve bir mucizesini daha gözler
önüne sermiştir.
Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne,
“İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de, “Biz isteyerek geldik” dediler. (Fussılet/11)
[BLOK11pt.]
YAHUDİ İNANIŞININ REDDEDİLİŞİ: Yahudi inanışına göre âlemi yaratmaya Pazar
günü başlayan Allah, yaratma işini altı günde tamamlayarak Cuma günü bitirmiş ve
Cumartesi günü de arşının üzerine sırt üstü yatarak dinlenmiştir. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin
2:2'de yer alan bu efsanedeki, Allah'ın yedinci gün istirahat ettiğine dair olan ifade, Hıristiyan
papazları rahatsız etmiş olmalı ki, Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe ve Arapça yeni tercümelerinde
“istirahat etti” ifadesi, “serbest kaldı” şeklinde değiştirilmiştir. Ama King James'in meşhur
İncil'inde, “Ve O yedinci günde dinlendi” ifadesi, And he rested on the seventh day kelimeleri
27

28
Ana Britannica; c. 12, s. 28.
ile mevcuttur. Bu ifade, İncil'in Arapça tercümelerinde yer aldığı gibi, Yahudilerce 1954
senesinde Philadelphia'da yayınlanan İngilizce tercümede de aynen yer almaktadır.
Bu yanlış inanış, yukarıda da söylediğimiz gibi, bilim tarafından milyarlarca yıl ile ifade
edilen bir sürecin, ancak Sümerler veya Babillilere dayanan bir zaman ölçüsü [hafta] ile ifade
edilmesi şeklinde ortaya konmuş bir mantıksızlık ve bilime aykırılık içermekte olduğundan,
akıl ve bilim tarafından dışlanmış durumdadır. Rabbimiz de bu yanlış inancı 38. âyetteki, Ve
Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı ifadesiyle daha 14 asır önceden reddetmiştir. Yüce Allah
tarafından reddedilmesine, akıl ve bilim tarafından dışlanmasına rağmen bu yanlış inancın
hâlâ devam ediyor olması, bize göre, Tevrat'ta yer alan o âyet hükmünün iyi
anlaşılmamasından veya o âyetin tahrif edilmiş olmasındandır.
38. âyetteki ifade, Yahudilerin yanlış inançlarını reddettiği kadar, müşriklerin ölümden
sonra dirilmenin mümkün olmadığı yolundaki inançlarını da reddetmektedir. 15. âyette, Peki
Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir yaratılıştan kuşku
içindedirler ifadesiyle kınanan müşriklere, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılması
kanıt gösterilerek âdeta şöyle denmiştir: “Biz ilk yaratmadan dolayı yorulmadık ki, ikinci kez
iadeye, yeniden yaratmaya kadir olmayalım...”
Gerçekten de, gözlerimizin önündeki muhteşem evren ve hayret verici yaratıklar
düşünüldüğünde, bütün bunları yoktan var ederken hiç yorulmayan bir Güc'ün ölüleri de
diriltebilecek olması hiç de mantıksız bir kıyas değildir. Üstelik insanın yaratılışı, göklerin ve
yeryüzünün yaratılışına göre çok daha basit ve önemsiz bir şeydir.
Bu açıklamalardan sonra âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Yani, gerçek şu ki, bütün
kâinatı Biz altı günde yarattık. Onu yarattığımızdan dolayı da yorulmadık. Böyle olunca onu
yeniden yaratmaya gücümüzün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? Bu zavallı câhiller,
öldükten sonra dirilme haberini senden duyunca seninle alay etmeye ve sana deli demeye
başlarlarsa buna sabret, sükûnetle onların manasız sözlerini dinle ve açıklamakla görevli
olduğun hakikati onlara açıklamaya devam et.”
39-40. O nedenle onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin doğmasından önce,
batmasından önce ve geceden bir bölümde Rabbini hamd ile tesbîh et/arındır. Ve
secdelerin/boyun eğişlerin ardlarında da O'nu tesbîh et/arındır.
Bu âyetler, anlamları çarpıtılmak sûretiyle dinin yozlaştırılmasına malzeme yapılan
âyetlerdendir. Bu âyetlerde geçen ‫[ تسبيح‬tesbîh] v e ‫[ سجدة‬secde] sözcükleri maalesef gerçek
anlamları dışında yansıtılmış, böylece İslâm'la hiç alâkası olmayan bazı davranışlar, dinimizin
en önemli ibâdetleri hâline getirilmek istenmiştir.
Âyetlerdeki sözcük ve deyimlerin ne anlama geldiklerine geçmeden önce, dinimizin
nasıl yozlaştırılmak istendiğini göstermek açısından bu konudaki çarpık görüşleri sizlerle
paylaşmakta yarar görüyoruz:
Bu, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber (s.a.s)'e, namaz kılmasını emreden bir ifâdedir.
Böylece bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda namaz kıl
(Hûd/114) âyeti gibi olur. Âyetteki, Güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce... ifâdesi,
“gündüzün iki tarafı”na; Gecenin bir cüzünde de ... O'nu tesbîh et ifâdesi de, “geceye yakın
bir zaman”a bir işarettir.[BLOK11pt.]
Allah'a hamd ve O'nu tesbîh etmek'ten maksat, burada “namaz”dır. Nerede olursa olsun
Kur’ân-ı Kerîm'de hamd ve tesbîh için özel zamanlar ayrılmışsa, orada namaz kasdedilmiştir.
Güneşin doğuşundan önce ifadesiyle sabah namazı, Güneşin batışından önce ifadesiyle “iki
namaz: öğle ve ikindi namazları”, Geceleyin ifadesiyle de “akşam ve yatsı namazları, üçüncü
olarak da teheccüd namazı” kasdedilmiştir.[BLOK11pt.]
Bu ifâdeyle, “Sübhânallâh de!” manası kasdedilmiştir. Bu böyledir, zira belli bazı
lafızlar, Arapların dilinde, o lafızları söyleme anlamına gelir. Binâenaleyh, biz meselâ,
kebbera deriz, bununla “Allahu Ekber” demeyi kasdederiz. Selâmlama için selleme tabirini
kullanır, bununla, “esselâmü ‘aleykum” demeyi kasdederiz. Hamdele sözüyle,
“elhamdülillah”; hellele sözüyle “lâ ilâhe illallâh” demeyi ve sebbeha sözüyle de
“sübhânallâhi” demeyi kasdederiz.[BLOK11pt.]
Secdeleri yaptıktan sonra yapılması buyrulan tesbîhe gelince, bundan maksat, namazdan
sonra yapılan zikir de, farzdan sonra eda edilen nâfileler de olabilir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz.
Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Ebû Hüreyre, İbn-i Abbâs, Şâbî, Mücâhid, İkrime, Hasan Basrî,
Katâde, İbrâhîm Nehâî ve Ezvâî, “Bununla, namazdan sonra kılınan iki rekât namaz murad
edilmektedir” demektedirler. Abdullah b. Amr b. Âs ve bir rivâyete göre de İbn-i Abbâs,
bundan maksat, namazdan sonra zikirdir görüşündedirler.[BLOK11pt.]
İbn-i Zeyd de, “bu buyruktan maksadın, farzlardan sonraki nafileler” olduğu
düşüncesindedir. Ebû Hüreyre'nin Buharî ve Müslim'deki rivâyetine göre, birgün fakir
muhâcir sahabîlerden birkaçı Peygamberimizin huzurunda otururken dediler ki:[BLOK11pt.]
- Ey Allah'ın Resûlü! Zenginler büyük dereceler ele geçirdiler.[BLOK11pt.]
Peygamberimiz sordu:[BLOK11pt.]
- Ne oldu?”[BLOK11pt.]
Dediler ki:[BLOK11pt.]
- Bizim kıldığımız gibi o zenginler de namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi onlar da
oruç tutuyor, fakat onlar sadaka veriyor biz veremiyoruz, onlar köle azat ediyorlar biz azat
edemiyoruz.[BLOK11pt.]
Peygamberimiz bunun üzerine şöyle buyurdu:[BLOK11pt.]
- Ben size öyle bir şey söyleyeyim mi? Eğer siz onu yaparsanız, onların da yapmasının
dışında diğer insanlarla yarışırsınız. Bu da her namazdan sonra 33'er kere Sübhanallâh,
Elhamdülillâh ve Allahu Ekber demeye devam etmenizdir.[BLOK11pt.]
Birkaç gün sonra bu insanlar tekrar Peygamberimize gelerek dediler ki:[BLOK11pt.]
- Zengin kardeşlerimiz de bu sözü duymuşlar, onlar da bu işi yapmaya başlamışlar.
[BLOK11pt.]
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurdu:[BLOK11pt.]
- Bu Allah'ın dilediğine verdiği bir keremidir.[BLOK11pt.]
Bir rivâyette de bu kelimelerin sayısı 33'er yerine 10'ar olarak nakledilmiştir.29
[BLOK11pt.]
Hz. Zeyd b. Sâbit rivâyet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a) bize her namazdan sonra 33'er
kere Sübhânallâh ve Elhamdülillah, 34 kere de Allahu Ekber demeye devam etmemizi tavsiye
buyurdu. Daha sonra Ensâr'dan bir sahabî, “Birinin rüyamda, eğer 25'er defa bu kelimeleri
söyledikten sonra arkasından 25 kere de “Lâ ilâhe illallâh” dersen daha iyi olur dediğini
gördüm” deyince Peygamberimiz, “Pekiyi öyle yapmaya devam et!” buyurdu.30 Hz. Ebû
Sa‘îd-i Hûdrî şöyle diyor: “Allah'ın Resûlü'nün namazı bitirdikten sonra geri dönerken şöyle
dediğini işittim: “Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti amma yasifûne ve selâmun ale'l-mürselîn
ve'l-hamdu lillâhi rabbi'l-âlemîn.”31[BLOK11pt.]
Edbare's-sücûd tabiri ise, “secdeyi, yani namazı bitirdikten sonra, Allah'ı tesbîh ve
tenzîhi bırakma, bütün vakitlerinin de tesbîh ile geçmesi için, secdelerin peşinden tesbîhe
devam et” anlamındadır. Dolayısıyla bu ifâdeler, Cenâb-ı Hakk'ın, Unuttuğunda Rabbini an
(Kehf/24) âyetlerinin bildirdiği manayı ifâde eder. Bir işi bitirince hemen başkasına giriş ve
yalnız Rabbine yönel. Bu ifâde, “idbare's-sücûd” şeklinde de okunmuştur.32[BLOK11pt.]
Ve secdelerin arkalarında, yani namazlardan sonra; tesbîh her namazın arkasında
yapılır. Nâfile namaz mânâsına tesbîh ise sabah ve ikindi namazlarından sonra mekruhtur.
Secdelerin arkasından ifadesinin, “akşam namazının son sünneti”ne işaret olduğunu
söyleyenler de çoktur.33[BLOK11pt.]
29
Buharî, “Dualar Kitabı”, 17/25.
30
İmâm Ahmed, Neseî, Dârimî.
31
Cessas, Ahkâmü'l Kur’ân.
32

33
Çeşitli vesilelerle değindiğimiz “dinde dilin önemi” konusunun gerçekten çok mühim ve
öncelikli bir konu olduğu, yukarıdaki alıntılarla aşağıdaki açıklamaların karşılaştırılmasından
sonra bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
‫صييبر‬
ّ ‫[ ال‬SABR]: Gerek dinimizdeki önemi, gerekse anlam ve muhtevasının yanlış
bilinmesindeki yaygınlığı nedeniyle; 1. ciltte Müddessir/7 âyetinin tahlilinde ayrıntılı olarak
verilen ‫صبر‬ّ ‫[ ال‬sabr] sözcüğüyle ilgili açıklamayı burada da aynen tekrarlıyoruz:
Kur’ân'ın yetmişten fazla âyetinde geçen ‫صبر‬ ّ ‫[ ال‬sabr] sözcüğü, genel anlamıyla halk
arasında, “acıya katlanma, sıkıntı ve zorluklara karşı soğukkanlılıkla direnme” demektir.
Ancak Allah'ın Kur’ân'da sabırlı insanları övmesi ve onları hesapsızca ödüllendireceğini
bildirmesi, bu kelimenin anlamının daha derinlemesine incelenmesini ve açıklanmasını âdeta
zorunlu hale getirmektedir. Konuyu şu ana başlıklar altında inceleyebiliriz:
* Sabr, “aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmektir” [kararlı olmaktır].34
Bazı ibâdetler ve ahlâkî davranışlar insan nefsine zor gelebilir. Meselâ, cebindeki
parayla bir yoksula yardım etmektense eğlenmek, çalışmaktansa gezip tozmak insanın daha
çok hoşuna gidebilir. Ya da kış günlerinde sabah erkenden kalkmak, soğuk su ile abdest alıp
namaz kılmak yerine sıcacık yataktaki uyku insana daha cazip gelebilir. İşte bu gibi
durumlarda, insanların zor şartlarını kolay eden, üşenmeden namaz kılmalarını ve uzun yaz
günlerinde bitkinlik duymadan oruç tutmalarını, iyi ve doğru davranışlarda bulunmalarını
sağlayan güç, sabırdır.
* Sabr, “aklın ve dinin gösterdiği yolda, nefsin aşırı istek ve arzularına direnmek”tir.35
İnsanlar çoğu zaman nefislerine hoş gelen arzularını, akıl, din ve toplum kuralları doğru
bulmasa da tatmin etmek isterler. İşte sabr, nefislerin kuvvetli çekim gücüne karşı insanların
hiç tereddüt etmeden erdemli davranışları seçmelerini sağlayan güçtür.
* Sabr, “insanın elinde olmadan başına gelen ve büyük üzüntüler veren musibetlere
karşı koymak, bunların üstesinden gelmektir.36
Bazı sıkıntılar vardır ki, insanın irâde gücünü aşar. Meselâ, insanların kendilerinin veya
yakınlarının başına gelen felâketler, doğal âfetler bu türden sıkıntılardır. Bu tür sıkıntılar,
insanların doğal ruh hallerine hoş gelmeyen ve onları mutsuz eden olaylardır. Bu tür olaylar,
insanların hayatında maddî yıkımlar kadar manevî yıkımlara da yol açma riski taşırlar. İnsan
hayatını doğrudan etkileyen savaşlar veya sosyal karışıklıklar da aynı riskleri taşıyan sıkıntılı
ortamlardır. Böyle ortamlarda karşı karşıya kalınabilecek yokluklar, işkenceler ve ölüm
korkusu gibi nahoş durumlar insanın irâde gücünü zayıflatabilir ya da hepten yok edebilir. İşte
bu gibi durumlarda insanın irâdesini kaybetmesini önleyen, çektiği acılara rağmen Allah'a
isyan etmeden mücâdeleye devam edebilmesini ve ayakta kalabilmesini sağlayan güç,
sabırdır.
* Sabr, bütün peygamberlerin de ortak sıfatıdır.
Kur’ân âyetlerinden öğrendiklerimize göre, peygamberlerin hepsi de Allah'ın dinini
tebliğ ederlerken çeşitli sıkıntılara uğramışlar, eziyet görmüşler, yurtlarından çıkarılmışlar,
zindanlara atılmışlar, fakat daima sabretmişlerdir. Dolayısıyla her Müslüman Allah'ın
elçilerini örnek almalı, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek sabırlı olmalı ve bu konuda
Allah'tan yardım dilemelidir (peygamberlerle sabır ilişkisi Sâd/17-18'de ayrıntılı olarak yer
alacaktır).
Sabr konusundaki bir diğer husus da, onun ne olduğu kadar ne olmadığının da bilinmesi
gerektiğidir. Sabrın ne olduğu incelenirken ne olmadığının da belirlenmesi ve kısmî
benzerliklerden dolayı bazı hal ve tavırların sabırla karıştırılmaması gerekir.
“Sabretmek”, haksız yere mahkûmiyete, miskinliğe, uyuşukluğa, zillete [hor görülmeye,
aşağılanmaya] razı olmak; haksız tecavüzlere, insan onuruna gölge düşürecek saldırılara

34

35

36
katlanmak ya da bu tür davranışlara karşı sessiz ve pasif kalmak anlamına gelmez. Çünkü
meşru olmayan şeylere karşı sessiz kalmak, o davranışa ortak olmak demektir. Aksine sabr,
bu tarz kötülüklerle mücâdele etmek, onlara karşı çıkmak, hakk olan bir şeyi savunmak ve
korumak için kararlı olmak, hakkın galebesi için çaba göstermektir.37
İnsanın kendi gücü ve irâdesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da
karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabr değil, âcizliktir, tembelliktir,
korkaklıktır.
‫[ تسييبيح‬TESBÎH]:Daha önce ayrıntılı olarak açıklandığı için tesbîh sözcüğü ile ilgili
olarak burada sadece kısa bir hatırlatmayla yetinilecektir. (Ayrıntılı açıklama için bkz. c. 1.,
A‘lâ sûresi.)
‫[ تسبيح‬tesbîh] kelimesi, sözlük anlamı “havada ve suda hareket etmek, geçip gitmek,
yüzerek uzaklara gitmek” demek olan sebh kökünden türemiş bir kelimedir. Kur’ân'daki
anlamı ise, “Allah'ı O'na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, Allah'ı yüceltmek, O'nun her
türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile yüksek sesle
söylemek” demektir.38 (Bkz. c. 1, Kalem/29'un tahlili.)
Kısaca tesbîh, “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak” demektir.
İSMİN TESBÎHİ: Bir ismi tesbîh etmek [noksanlıklardan uzak tutup yüceltmek], aslında
o ismin sahibini tesbîh etmek demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yüceliği ve kutsallığı, o
ismin yüceliği ve arınmışlığı ile ifade edilir. Bir kısım âlimler, “İsim ile sahibi aynıdır”
demişlerse de, hepsi, ismin arındırılmasındaki maksadın sadece ismin sözlük anlamlarının
değil, asıl o sıfat ve isimlerin sahibinin arındırılmasına yönelik olduğunu kabul etmişlerdir.
Dolayısıyla, “ismin tesbîhi”nden maksat, kendisine yakışmayan isim ve sıfatların
Rabbimizden uzak tutulmasıdır.
Gerek Rabbimizin bazı varlıklarla nesep bağı olduğuna ilişkin bâtıl inançları, gerekse
hile, tuzak, intikam gibi konularda Rabbimize yakıştırılan isim ve sıfatları Rabbimizden
uzaklaştırmak, O'nun ismini ve dolayısıyla bizzat Kendisini her türlü eksiklik lekesinden uzak
tutmak “ismin tesbîhi” ifadesinin gereğini yapmak demektir.
Bu açıklamalar ışığı altında, Ve güneşin doğmasından önce, batmasından önce ve
geceden bir bölümde Rabbini hamd ile tesbîh et! ifadesi şu anlama gelmektedir: “O'nu, o
müşriklerin dediklerinden tenzih et; onların karşı koymalarından usanma! Tam aksine, onlara
Allah'ın azametini hatırlat ve O'nu şirkten, eş ve çocuklar edinmişlik iftirasından ve imkân
dâhilinde [akla yatkın] olan haşr'dan aciz olmaktan tenzih et!”
Bu işlerin güneşin doğumundan ve batımından önce ve gecenin evvelinde yapılmasının
emrediliş sebebi ise, Mekkelilerin bu vakitlerde toplanmalarından başka bir şey değildir.39
SECDELERİN SONUNDA: Pasajdaki bu ifade de rivâyetlerin baskın çıkması sonucu
hep terimleşmiş anlamıyla nakledilmektedir. Böylece, aslında tamamen aktiviteye dayalı olan
İslâm ilkeleri pasifleştirilmiş olmakta, bunun sonucu olarak da İslâmiyet, yaygın olarak
uygulanmakta olan zikriyle, salâvatıyla, tesbîhiyle âdeta sözel tekrarlamalardan beslenen
mistik bir tarikata dönüştürülmektedir.
Hâlbuki burada secde sözcüğünün, “boyun eğiş, teslim oluş” demek olan sözcük anlamı
kasdedilmekte ve bu âyetlerde Peygamberimize, “İslâm'a yeni girmiş kimselere tevhîdi öğret,
onlar kötü sıfatlardan Allah'ı arındırsınlar, Rabb'lerini doğru tanısınlar, şirk koşmasınlar”
talimatı verilmektedir.40
41-43. Ve sen bir seslenenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver; o gün o
çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bu çıkış [diriliş] günüdür. Gerçekten Biz, evet Biz, hayat
veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnız Bizedir.

37

38

39

40
Peygamberimize 39-40. âyetlerde verilen talimatlar, 41. âyette de devam etmektedir. Bu
âyetteki, Ve sen bir seslenenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver talimatı, “sen
kendini ölüme, kıyâmete hazırla!” anlamına gelmektedir.41 Bu talimat bir başka âyette, daha
farklı bir üslûpla tekrarlanmıştır:
Ve sana yakîn [ölüm] gelinceye kadar Rabbine kulluk yap. Nida edecek Allah'tır.
(Hicr/99)[BLOK11pt.]
Çağrıyı yapanın çağıracağı şeyin ne olduğu konusunda Kur’ân eksenli bir takım izahlar
yapılabilir:
Ey suçlular! Bugün [şimdi] siz seçilin. (Yâ-Sîn/59)[BLOK11pt.]
Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış oldukları şeyleri!
[Toplayın da] İletin onları cahîmin [cehennemin] yoluna doğru! Ve onları durdurup
tutuklayın, şüphesiz ki onlar sorumlulardır [sorguya çekileceklerdir]. (Sâffat/22-24)
[BLOK11pt.]
Ve Söz üzerlerine vaki olduğu [gerçekleştiği] zaman onlar için, insanların âyetlerimize
gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan, arzdan bir dabbe çıkardık. (Neml/82)
[BLOK11pt.]
Çağrıyı yapacak olanın Allah olduğu, Kaf/24, 30, Hâkka/30 ve Fussılet/47'den
anlaşılmaktadır. Allah'ın doğrudan veya dolaylı yaptığı bu çağrılara başka âyetlerden de
örnekler verilebilir.
YAKIN BİR YERDEN: Yakın bir yerden ifadesi, çağrıyı yapacak olan sesin herkes
tarafından duyulacağına, hiç kimseye saklı kalmayacağına bir işarettir.42
ÇAĞRININ DUYULMASI: 41. âyette yapılan kulak ver ihtarı dikkate alınarak 42.
âyetteki çağrının duyulacağını bildiren ifadenin takdiri şu şekilde yapılabilir: “Dinle, yani
dinlemezden önce onun meydana gelmesi konusunda uyanık ol, bekle! Çünkü duyma işi
mutlaka olacaktır. Sen ve onlar, bu hususta eşitsiniz. O hâlde bu demektir ki, onlar da
duyacaklar. Ne var ki, onlar dinlemeye hazır olmadan duyacaklar, böylece de yıkılıp yere
düşecekler; sen ise dinlemeye hazır olarak onu duyacaksın. Dolayısıyla bu, sende, mutlaka
olması gerektiği kadarıyla etkili olacaktır...”
Çağrının duyulmasını niteleyen ‫ق‬ ّ ‫[ الحيي‬el-hakk] sözcüğüyle, ‫[ يقييين‬yakîn=kesin bilgi]
kasdedilmiştir. Çünkü hakk, “yakîn”dir.43 Nitekim, “Ondan o sayha yakînen sudur etti, bir
yankı değildi” anlamında, “Zan ve tahmin değil, falanca kesinlikle kendi sesiyle seslendi”
denilir. Yani, insanlar o kıyâmet çağrısını hakk olarak [yakînen, kesin bilgi ile] işitecekler,
bunun bir vehim ve hayal olmadığını, gerçek olduğunu öğrenecekler. Böylece kendilerine
haber verilmiş olan kıyâmet gününün geldiğinden ve bu sesin o günü ilân ettiğinden hiç
şüpheleri kalmayacak şekilde emin olacaklardır.
DÖNÜŞ YALNIZ BİZEDİR: Bu bir tehdit ve korkutma ifadesidir. İnsan bir suç
işlediğinde sonuç olarak hâkim karşısına çıkacağını bilir, ama yargılamayı o suçu işlerken
kendisini görmeyen bir hâkimin yapacak olması, onu yapmak istediği kötü şeylerden
alıkoymaya yetmez. Bu nedenledir ki, Rabbimiz herkesi yargılayacak hâkimin bizzat Kendisi
olduğunu bildirmekte, insanlara her şeyi “bilen” ve “gören” bir “hâkim” karşısına
çıkacaklarını hatırlatarak onlardan korkup sakınmalarını istemektedir. İşte bu yüzden âyet
açık bir tehdit mesajıdır ve Rabbimiz bunu başka âyetlerde de dile getirmiştir:
Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardıysak, kurtulur-kurtulmaz yeryüzünde çeşitli
taşkınlıklar yaparlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu basit hayatın
menfaati olarak... Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Biz de bütün yapmış olduklarınızı haber
vereceğiz. (Yûnus/23)[BLOK11pt.]

41

42

43
Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O,
kulları için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur.
Hiç bir (suçlu) günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize
döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde
saklı olanı bilendir. (Zümer/7)[BLOK11pt.]
44. O gün yer onlardan çabuk yarılır. İşte bu, sadece Bize kolay bir haşrdır
[toplamadır].
‫[ حشر‬haşr], “toplamak” demektir.44 Kıyâmet gününde, ölmüş insanların kaybolup giden
parçaları bir araya toplanacak, canlar da bedenleriyle birleştirilecektir. Böylece, dağılmış,
paramparça olmuş ve çürümüş ümmetler yeniden bir araya gelmiş olacaktır. Dolayısıyla haşr
[toplama] konusu, hem insanların dağılmış olan parçalarının bir araya getirilmesini, hem de
dağılmış ümmetlerin bir araya getirilmesini ifade etmektedir.
İşte bu, sadece Bize kolay bir haşrdır [toplamadır] ifadesindeki ‫[ يسير‬yesîr] sözcüğünün
önüne konmuş olan ‫‘[ علينييا‬aleynâ] sözcüğü, ifadeye “Bu iş, başkasına değil, ancak Bize
kolaydır, başkalarının yapabileceği bir şey değildir” anlamını kazandırmıştır.45 Bu ifade,
kâfirlerin 3. âyette nakledilen, Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir
dönüştür şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Cevaptaki mesajın özü şöyle takdir edilebilir:
“Ölenlerin cesetlerinin toprağa, suya, havaya karışarak darmadağın olması, Bizim onları ayrı
ayrı derleyerek vücutlarını teker teker meydana getirmemize ve o vücutların içine kişiliklerini,
bilinçlerini daha önce o vücutta yaşadığı gibi yerleştirip insanları tekrar yaratmamıza bir engel
teşkil etmez. Çünkü bu iş Bizim için büyük zahmet ve emek isteyen bir iş değildir. Tam
tersine, bunların hepsi bir işaretimizle bir an içinde oluverir ve ilk yükümlü insandan
kıyâmete kadar dünyadan gelmiş geçmiş tüm insanlar kolaylıkla bir araya toplanıverir. Sizin
bu oluşumu bilemeyecek nitelikteki beyniniz bunu akıl dışı kabul etse bile, bu iş ve oluş,
evreni yaratanın gücünden uzak değildir.”
45. Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen onların üzerinde zorlayıcı
değilsin. O hâlde sen, Benim tehdidimden korkan kimselere Kur’ân ile öğüt ver.
ELÇİ ZORBA DEĞİLDİR: Bu âyet Peygamberimize hitap etmekle beraber kâfirlere de
şu ihtarı yapmaktadır: “Peygamberinizin sorumluluğu sadece ihtar etmekten ve aklını başına
alanlara Kur’ân ile hakikati anlatmaktan [tebliğden] ibarettir. Onun işi, inanmak istemeyenleri
zorla mümin yapmak değildir; o, insanlara bir zorlayıcı olarak gönderilmemiştir.”
Bir başka açıdan bakıldığında ise bu âyet bir taraftan kâfirleri tehdit ederken, diğer
taraftan da Peygamberimizin gönlünü almakta, o'nu teselli etmektedir: “Bu insanların sana
karşı uydurdukları sözlere asla kulak asma ve katiyen önem verme! Çünkü Biz, onların
sözlerini biliyor ve yaptıklarını görüyoruz. Bize yaptığın şikâyetler seni maksadından
alıkoymasın, sen verdiğimiz işle meşgul ol, onları cezalandırmak Bizim işimizdir. Onlar iman
ve küfür konusunda özgür bırakıldılar. Sen onların duygularına, yetilerine ve kudretlerine
hükmetmek için gönderilmedin, senin onları zorlayarak hidâyete erdirme gibi bir
yükümlülüğün yok. Sen sadece gerçeği tebliğ etmekle emrolundun. O halde sen sabret, sadece
iyiyi, doğruyu, güzeli onların gözleri önüne ser ve Rabbini tesbîh et [arındır], onları da Bize
bırak.”
Kâfirlere yapılan tehdit ise şudur: “Gönderdiğimiz Elçi hakkında yakıştırdığınız çirkin
sözler ve öne sürdüğünüz asılsız iddialar size çok pahalıya mal olacaktır. Biz söylediklerinizin
her cümlesini duyuyoruz, bunların cezasına katlanacaksınız.”
Daha önce Kalem/44 ve Müddessir/11-19'da da verilmiş olan bu açık mesaj, aşağıda 80.
âyeti verilen Nisâ sûresi gibi başka sûrelerde de karşımıza çıkacaktır:
Kim Elçi'ye itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onlara
bekçi olarak göndermedik. (Nisâ/80)[BLOK11pt.]
44

45
KUR’ÂN İLE ÖĞÜT VER: Bu ifade, “onların geriye kalanlarından o va‘îd [tehdid]
gününden korkanlara Kur’ân'ı okuyarak öğüt ver! Kur’ân'ı göz önüne al ve bu Kur’ân'da sana
haber verilen şeyleri hatırlatmak sûretiyle onlara öğüt ver!” demektir.
Bu âyet Peygamberimize kişisel görüşleriyle öğüt vermesini yasaklamıştır.
Peygamberimizin toplum idaresindeki yasa uygulamaları da ileride görüleceği gibi, yine
Kur’ân'a dayalıdır. Yani, Peygamberimizin Kur’ân dışı herhangi bir hüküm verme ve
uygulama yetkisi, serbestisi bulunmamaktadır.
Sûrenin Kur’ân ile açılıp Kur’ân ile kapanması, Kur’ân'ın önemine dikkat çekmek için
uygulanan bir yöntemdir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
ALINTILAR
Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize
(Kur’ân Araştırmaları Grubu)
GÖKYÜZÜNÜN TABAKALARI
Birbirleriyle uyumlu bir şekilde [tabakalar halinde] yedi göğü yaratmış olan O'dur.
Merhametli olanın yaratmasında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevirip gezdir.
Herhangi bir çarpıklık [çatlaklık] görüyor musun? (Mülk/3)[BLOK11, iki taraflı blok]
“Gök” diye çevirdiğimiz Arapça'daki semâ kelimesinin aynen Türkçe'deki “gök”
kelimesi gibi tüm dünyanın üstünü tarif ettiğini daha önce söyledik. Nasıl Türkçe'de, “gökteki
bulutlar” tamlamasında göğü dünyanın yakın üstü olarak, “gökteki yıldızlar” tamlamasında
ise göğü evrenin tümü olarak kullanıyorsak, aynı şey Arapça'daki semâ kelimesi için de
geçerlidir. Bu yüzden Kur’ân'ın göğün yedi kat olduğu açıklamasıyla, evrende yedi ayrı
tabakanın, yedi ayrı boyutun veya yedi ayrı çekim alanının olduğu düşünülebilir. Fakat
dünyanın atmosferini incelediğimiz zaman çıplak gözle sıradan bir yapıda olduğu
zannedilebilecek olan atmosferin, apayrı tabakalardan oluştuğunu fark ediyoruz. Âyette
“birbiriyle uyumlu bir şekilde” diye tercüme ettiğimiz tabaka kelimesi hem bu anlama, hem
de “tabakalar halinde” anlamına gelmektedir. Nitekim bu kelime Türkçe'ye de geçmiştir ve
“mutabık” kullanımıyla ilk anlamı, “tabaka” kullanımıyla ikinci anlamı ifade etmektedir.
Âyetin ifadesiyle atmosferimizin uyumlu, farklı tabakalardan oluştuğu gerçeği tamamen
mutabıktır. Peygamberimiz dönemindeki bilim seviyesiyle bu gerçeğin bilinmesi imkânsızdır.
Atmosferin bu şekilde tarifinin rast gele bir şekilde söylenen bir ifadeyle uyum göstermesi de
akla aykırıdır. Görüldüğü gibi Kur’ân'daki bu âyetin en azından bir işareti atmosferdeki
tabakalardır. Ayrıca tüm uzayda farklı tabakalar, farklı boyutlar olduğu da düşünülebilir.
[BLOK11, iki taraflı blok]
Allah'ın ayrı ayrı tabakalar yaratması ve bu tabakaların birbiriyle uyumu, atomun mikro
seviyesinden makro seviyesindeki evrenimize kadar gözlemlenebilen bir olgudur. Atomu
incelediğimizde de çekirdeğin etrafında elektronların oluşturduğu tabakalara, yörüngelere
rastlarız. Atomun içindeki bu yörüngelerin maksimum yedi tane olabilmesi, yediden fazla
yörüngeli atomun bulunmaması da ilginçtir.[BLOK11, iki taraflı blok]
Yedi sayısının diğer bir özelliğine de dikkat etmemiz gerekir. Arapça'da yedi sayısı aynı
zamanda çokluğu ifade etmektedir. yedi tabakalı gök tabiriyle “yedi adet gök” anlaşılabileceği
gibi, “birçok gök” de anlaşılabilir. Arapça'daki bu özelliği tarih boyunca birçok araştırmacı
belirtmiştir. Ayrıca Kur’ân'da Lokmân/21'de yedi deniz tabiri geçmesi, Tevbe/80'de
Peygamber'e hitaben, Onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları affetmeyecektir
denmesi; 7, 70 sayılarının Türkçe'deki 100 sayısı gibi çokluk ifade etmek için de kullanıldığı
kanısını güçlendirmektedir. 7 rakamının benzer şekilde kullanımına, eski Yunan'da ve
Roma'da da rastlayabiliriz.[BLOK11, iki taraflı blok]
ATMOSFER'İN TABAKALARI VE HİZMETLERİ[BLOK11, iki taraflı blok]
Atmosferi incelediğimizde birbirinden ayrı tabakalar halinde katmanlarının olduğunu
görüyoruz. Atmosferin bu katmanları dünyamızda hayatı olanaklı kılmaktadır. Bu
tabakalardan herhangi birinin yokluğu dünyadaki hayatı sekteye uğratacak ve canlılığın yok
olmasına sebep olacaktır. Evrenin her yerinde kusursuz sanatını gösteren Allah, atmosferde
yarattığı tabakalarda da sanatını göstermekte ve buna âyetlerle dikkat çekmektedir. Her tabaka
kendisine verilen görevi yerine getirmekte ve atmosferin katmanları arasında paylaştırılan iş
bölümüne uyumlu bir şekilde katılmaktadır. Atmosferdeki cansız atomların bilinçli bir varlık
gibi insana hizmet etmeleri, Allah'ın bizlere olan merhametinin bir sonucudur. Alıntıladığımız
âyette, Allah'ın merhametinin vurgulanması bu dediğimizi desteklemektedir.[BLOK11, iki
taraflı blok]
Atmosferin dünyamıza en yakın katmanı troposfer'dir (1). Bu tabakanın kalınlığı
kutuplarda 6 km.'ye kadar inmekte, ekvatorda 12 km.'ye kadar çıkmaktadır. Hava olayları
troposfer'in 3-4 km.'lik kısmında oluşur. Atmosferin gazlarının % 75'i bu katmandadır.
Troposfer'in üzerinde 50 km. kadar yüksekliğe uzanan stratosfer (2) vardır. Üçüncü olarak
ozonosfer (3), “ozon tabakası” olarak da anılır ve canlılar için öldürücü etki yapan mor ötesi
ışınları tutar. Bunun üzerinde mezosfer (4) vardır. Mezosfer'in üstünde termosfer (5),
termosfer'in üzerinde yeryüzünden 500 km. kadar yükseklikteki iyonosfer (6) vardır. Bu
tabaka radyo dalgalarını yansıttığı için yeryüzündeki haberleşmeyi mümkün kılmaktadır.
Atmosferin en üst katı ise ekzosfer'dir (7) ve 10.000 km.'ye kadar uzanır. Bu katmanda gaz
oranı iyice azalmış ve iyonlara ayrılmış durumdadır. Görüldüğü gibi atmosferi 7 tabakaya
ayırıp incelememiz mümkündür. Fakat bazı araştırmacılar eğer bu tabakalardan bir kaçını
birleştirip incelerlerse 7 sayısının değişmesi mümkündür. Fakat o zaman da âyetteki 7
sayısının çoğul ifadesi düşünülüp, âyetin mucizevî işaretinde bir değişiklik olmaz. 7 sayısının
böylece iki türlü değerlendirilmesi, hem “7 katman” izahıyla mutabık olmaktadır, hem de
itiraz olarak gelebilecek diğer sınıflandırmalara cevap vermektedir. Tek bir âyetin tek bir
kelimesinde bile sayılamayacak kadar incelik olduğu Kur’ân'ı iyice araştırdıkça ortaya
çıkmaktadır.[BLOK11, iki taraflı blok]
Her durumda atmosferin ayrı ve uyumlu tabakalardan oluştuğunu söylemek son
yüzyıllarda mümkün olmuştur. Kur’ân'ın indiği dönemlerdeki bilimsel seviye ile atmosferin
katmanlarının incelenmesi ve katmanların var olduğunun söylenmesi mümkün değildir.
Fussilet/12'de söylenen, Her göğe kendi iş ve oluşunu vahyetti ifadesi de, katmanların
incelenmesiyle anlaşılmakta ve her tabakanın ayrı bir görevle donatıldığı anlaşılmaktadır. Her
tabakanın üzerine düşen görevi yerine getirmesi sayesinde dünyamızda yaşayabiliyoruz.
[BLOK11, iki taraflı blok]
Diğer bir ilginç nokta da Kur’ân'da yedi gök tabirinin tam 7 kez geçmesidir. Bu geçişler
Bakara/29, İsrâ/44, Müminûn/86, Fussilet/12, Talâk/12, Mülk/3, Nûh/15. âyetlerde
gerçekleşmektedir.[BLOK11, iki taraflı blok]

You might also like