You are on page 1of 40

58 SEBE SURESİ

GİRİŞ:

Adını 15. ayette yer alan “Sebe’” sözcüğünden alan sure, Mekke’de 58. sırada
inmiştir. 6. ayetin Medeni olduğunu ileri sürenler olmuştur. [Süyuti; el-İtkan
Yerinde açıklayacağımız gibi, söz konusu ayetin paragraf ile uyumu bunun uzak bir
ihtimal olduğunu göstermektedir.
Surede kâfirlerin batıl inançları ve Resulullah ile tartışmaları yer almaktadır.
Diğer surelerde olduğu gibi bu surede de müminler övülmekte, gerek müminlerin ve
gerekse kâfirlerin akıbetleri ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunulmaktadır. Bu
açıklamalarda, şükredenlere Davud ve Süleyman peygamber örnek verilirken,
nimetlere nankörlük edenlere de Sebe’ toplumu örnek gösterilerek nankörlükleri
sonucu başlarına gelen sıkıntılar anlatılır.

1
MEAL:

RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA

1 - Hamd, göklerde olan şeyler, yerde olan şeyler kendisi için olan Allah
içindir. Ahirette de hamd yalnızca O'nun içindir. Ve O, Hakîm ve Habîr’dir.
2 - O [Allah], yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni
bilir. Ve O, Rahîm’dir, Gafûr’dur.
3, 4 – Ve o inkâr eden kimseler: “Bize o saat [kıyametin kopuş anı]
gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet [gelecektir]. Gaybı bilen Rabbime ant olsun
ki, o, iman eden ve salihatı işleyen kimselere -ki işte onlar kendileri için bir
mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır- karşılıklarını vermek için size mutlaka
gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha
küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.”
5 – Ve şu, ayetlerimi de aciz bırakanlar olarak çalışanlar [mucizelerden uzak
tutanlar]; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır.
6 - Kendilerine ilim verilmiş olan kimseler de görüyorlar ki, Rabbinden sana
indirilen şey, hakkın ta kendisidir. Ve o [indirilen şey; Kur’an], Azîz’in, Hamîd’in
yoluna kılavuz oluyor.
7, 8 – Ve inkâr eden kimseler şöyle dediler: “Siz çürüyüp, didik didik
parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir yaratılış içinde bulunacaksınız diye, size
haber veren bir kişiyi size gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa
kendisinde bir delilik mi var?” dediler. Bilakis, âhirete inanmayan kimseler, azap ve
uzak bir sapıklık içindedirler.
9 – Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir
bakmazlar mı? Biz dilesek kendilerini yere geçiririz. Yahut gökten üzerlerine
parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen [hakka gönül veren] her kul için bir
ayet vardır.
10, 11 - Ve Ant olsun ki, Biz Davud’a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları
verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve onun için demiri yumuşattık: Bol
bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir.- Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben
yaptıklarınızı en iyi görenim.-
12- Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı
[boyun eğdirdik]; ve Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Ve cinlerden eli
altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan kişileri [boyun eğdirdik]. Ve onlardan kim
Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık.
13 - Onlar, ona [Süleyman’a] mihraplar, timsaller [heykeller/resimler] ve
havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. -Ey Davud
ailesi! Şükür için çalışın! Ama kullarım içinde şükreden de çok azdır! -
14- Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara
değneğini yiyen dabbetülarzdan [arz canlısından] başka hiçbir şey delâlet etmedi.
[Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dâbbetülarz [yer canlısı/ kurt]
bildirdi/gösterdi [anlamalarına sebep oldu]. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya
çıktı ki: “Cinler o gaybı [Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü] bilmiş olsalardı, o
alçaltıcı azap [hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk] içinde
kalmazlardı.”
15- Ant olsun ki, Sebe' kavmi için iskan ettikleri yerde bir ayet vardı: Sağdan
ve soldan iki bahçe! -“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını
ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rab!”-

2
16 - Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim
[barajların] selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve
içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.
17 – Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve
Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız.
18 – Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta
şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik:
-Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin gelin!-
19 – Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve
nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen
didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette ayetler
vardır.
20 – Ve ant olsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını tasdik etti de müminlerden
ibaret bir kesimden başkası ona [İblis’e] uydular.
21 – Halbuki onun [İblis] için onlar üzerinde hiçbir sultan [kudret] yoktu.
Fakat Biz ahirete imanı olanı, ondan şek içinde bulunandan [yeterli bilgisi
olmayandan] ayırt edecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır.
22 - De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar,
göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde
[gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir
yardımcı da yoktur”.
23 – O’nun nezdinde şefaat, sadece O’nun izin verdiği kimseye fayda verir.
Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?" derler. Onlar:
"Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok büyüktür.
24 - De ki: “Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırır?” De ki: “Allah! Ve
şüphesiz ya biz, ya da siz kesinlikle bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir sapıklık
içindeyiz.”
25 - De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de
sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.”
26 - De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile
aramızı ayıracaktır. Ve O, Fettah’tır, Alîm’dir.
27 - De ki: “O'na ortaklar diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım!
Hayır… Hayır! Bilakis O, Azîz’dir, Hakîm’dir.”
28- Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik;
velâkin insanların çoğu bilmiyorlar.
29- Ve onlar, “Eğer siz doğrulardan iseniz bu vaat ettiğiniz ne zaman?” derler.
30- De ki: “Size günün miadı [belirlenmiş zamanı] vardır ki, ondan ne bir saat
geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”
31- Ve şu, inkâr eden kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’an’a inanmayız,
ondan öncekine de...” dediler. Sen o zulmedenleri Rableri huzurunda tutuklanmış,
sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler,
büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü'minler
olurduk” diyecekler.
32 - Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz
geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz”
derler.
33 - O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Bilakis
gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler
kılmamızı emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını

3
gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar
geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.
34 – Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın
varlık ve güç sahibi şımarık önde gelenleri: “Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz
şeyleri [mesajları] inkâr edicileriz” dediler.
35 - Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlâtça daha çoğuz ve biz azaba
uğrayacaklardan değiliz.”
36 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim dilediği kimseye rızkını genişletir ve
ölçülendirir. Fakat insanların çoğu bilmezler."
37 – Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlâtlarınız değildir.
Ancak kim iman eder ve salihatı işlerse, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı
kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.
38 – Ve şu, ayetlerimiz hakkında aciz bırakmak için yarışanlar; azap içinde
hazır edilenlerdir.
39 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim kullarından dilediği kimse için rızkını
hem genişletir ve onun için ölçülendirir. Ve siz her ne şeyden infak ederseniz
hemen O, arkasını getirir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
40 – Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere:
“Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
41 – Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis
onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler.
42 – Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o
zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp
durduğunuz ateşin azabını!” deriz.
43 – Ve kendilerine açık deliller halinde ayetlerimiz okunduğu zaman onlar:
“Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir
adamdır” dediler. Ve: “Bu [Kur'ân] uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir”
dediler. O küfretmiş olan kimseler kendilerine hak geldiği zaman: “Şüphesiz bu
apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” dediler.
44 – Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine
senden önce bir uyarıcı göndermedik de.
45 - Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara
verdiklerimizin onda birine/binde birine bile erememişlerdi. Buna rağmen elçilerimi
yalanladılar. Peki, Beni inkâr ediş nasıl oldu?
46 - De ki: “ Ben size sadece bir tek; Allah için ikişer ikişer, üçer üçer ve teker
teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınızda [Muhammed’de] delilikten bir şey
olmadığını, onun, sadece şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak bir uyarıcı
olduğunu düşünmenizi öğütlüyorum”.
47 - De ki: “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir [sizin Allah’a
yaklaşmanızdır]. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ve O, her şeye şahittir.”
48 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim, hakkı yerli yerine koyar. O, gaybları en
iyi bilendir.”
49 - De ki: “Hak [Kur’an/ Kur’an’ın içerdiği gerçekler] geldi. Ve batıl
başlatamaz ve geri getiremez.”
50 - De ki: “Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve
eğer hidayeti bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir.
Şüphesiz O, Semi’’dir [En İyi İşiten’dir], Karîb [Çok Yakın Olandır].”
51 – Ve sen onları korkuya kapıldıkları zaman bir görsen; artık kaçamak
yoktur. Ve yakın bir yerden yakalanmışlardır.

4
52 – Ve onlar: “O’na iman ettik” dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden el
sunmak [ulaşabilmek] nerede?
53 – Hâlbuki daha önce [dünyada] O’nu kesin inkâr etmişlerdi. Uzak bir
yerden gayba atıp tutuyorlardı.
54 - Artık tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle
arzularının arasına set çekilmiştir. Şüphesiz onlar endişe veren bir şüphe içinde
idiler.

5
TAHLİL:

1 - Hamd, göklerde olan şeyler, yerde olan şeyler kendisi için olan Allah
içindir. Ahirette de hamd yalnızca O'nun içindir. Ve O, Hakîm ve Habîr’dir.
2 - O [Allah], yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni
bilir. Ve O, Rahîm’dir, Gafûr’dur.

Bu ayetlerde, Rabbimizin gerçek ilâh olduğu; göklerdeki ve yeryüzündekilerin


O’nun olduğu; O’nun her şeyi en ince ayrıntısına kadar bildiği; yasalar koyduğu;
yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bildiği ortaya konulmakta
ve Allah’ın ‫ الّرحيم‬Rahîm ve ‫الغفور‬Gafûr olduğu açıklanmaktadır.
Rabbimiz sureye Kendisinden başka bir bilenin olmadığını ve olamayacağını;
dünya ve ahirette övgüye layık tek varlığın Kendisi olduğunu beyan ederek
başlamaktadır. Böylece insanların yerler ve göklerde araştırma yapıp bu gerçeği
yakından tespit etmeleri ve Kendisini bu tespitler doğrultusunda tanımaları gerektiği
mesajını vermektedir.
2. ayetteki “yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni”
ifadesiyle yerde ve gökte olup biten somut ve soyut olgulara dikkat çekilmiştir.
Yeryüzüne ne giriyor, oradan ne çıkıyor? Yani yerkürenin içine çevresinden ne
sokuluyor ve ondan dışarıya ne çıkıyor? Yeryüzüne giren somut şeyler su, tohum,
ceset gibi varlıklardır. Pınarlar, madenler, gazlar, petrol, tohumların filizleri gibi
şeyler de yeryüzünden dışarıya çıkmaktadır. Yeryüzüne semadan yağmur, kar,
yıldırım, ışık, ışın inmekte; buhar, ısı ve benzeri şeyler de yeryüzünden semaya
çıkmaktadır.
Yeryüzüne giren ve yeryüzünden çıkanın soyut ve manevî varlıklar olduğu
kabul edildiğinde ise: Dualar, kulluklar, küfürler, nankörlükler, isyanlar göklere
yükselmekte, gökten de yeryüzüne nur, rahmet, gazap ve azap yağmaktadır. Nice
ümitler, nice saltanatlar toprağa girmekte, yine nice idealler de yeşerip
gelişmektedir.
Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki pınarlara
koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu
sararmış gördüğünü, sonra da onu bir çöpe çevirdiğini görmedin mi? Şüphesiz, bunda kavrama
yeteneği olanlar [temiz akıl sahipleri] için kesinlikle bir öğüt/hatırlatma vardır. (Zümer/21)
Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla yalnızca Allah’ındır. Hoş kelimeler yalnızca
O’na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Şu, kötülüklerin plânlarını yapan kişiler; onlar şiddetli
azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur. (Fatır/10)

HAMD
“‫ الحمد‬- hamd”, bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve
yüceltme sözleriyle anmaktır. Bu anlamıyla “hamd”, verilen bir nimetten yararlanma
veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya
o yardımı yapanın [Yaratıcı’nın] sonsuz güç ve kuvvetine duyulan hayranlık
sebebiyle dile getirilen bir övgüdür.
Bu içeriğinden dolayı hamd şükürden farklıdır: Şükür bir nimete karşılık ve bir
eylemle yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan sadece söz ile de yapılır.
Hamd, ilk bakışta “methetme” olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd
değildir. Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık, hamd
tam bir samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri
sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O halde hamd yapılırken
nimetler sahibi Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de kendisine
şükredilmelidir.

6
Ve O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. İlkinde ve sonuncuda hamd
O’nundur, hüküm yalnızca O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz. (Kasas/70)
Sonrası da öncesi de sadece Bizimdir. (Leyl/13)

Ayette “Ahirette de hamd yalnızca O'nun içindir” buyrularak kulların ahirette


de sadece Allah’a hamd edeceklerine dikkat çekilmiştir. Bu durum başka ayetlerde
de dile getirilmiştir:

Onlar da: "Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve cennette bizi istediğimiz
yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!-
(Zümer/74)

Onların oradaki duaları “Allah’ım, Sen her türlü eksiklikten münezzehsin!”dir. Ve onların
oradaki selâmlaşmaları, “selâm!”dır. Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun!”dur.
(Yunus/10)

3, 4 – Ve o inkâr eden kimseler: “Bize o saat [kıyametin kopuş anı]


gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet [gelecektir]. Gaybı bilen Rabbime ant olsun
ki, o, iman eden ve salihatı işleyen kimselere -ki işte onlar kendileri için bir
mağfiret ve kerim bir rızk olanlardır- karşılıklarını vermek için size mutlaka
gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha
küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.”

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada
ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir
tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)

Rabbimiz, dünya ve ahirete ait kendi tasarruflarını açıkladıktan sonra bu ayette


de kâfirlerin kıyameti inkâr etmeleri durumuna değinerek onlara “kaçışın,
kurtuluşun” olmayacağını, özellikle de inananların ahirette karşılıklarını, ödüllerini
almaları için kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ihtar etmektedir. Metinden
anlaşıldığına göre bu ihtar müşriklere bir cevap niteliğindedir.

Şüphesiz ki o saat [kıyamet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye
neredeyse gizleyeceğim.” (Ta Ha/15)

İnsanlar sana o saatten [kıyametin saatinden] soruyorlar. De ki: “Kesinlikle ona ait bilgi,
Allah’ın münafık erkekleri, münafık kadınları, müşrik erkekleri, müşrik kadınları azap etmesi için ve
mümin erkeklerin mümin, kadınların da tevbelerini kabul etmesi için Allah katındadır.” Ne bilirsin,
belki de saat yakındadır. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Ahzab/63, 73)

Ayette ayrıca ahiretin mümkün olduğunu gösteren bir delile de değinilmiştir.


Her akıllı insan, hak hukuk gereği olarak iyi insanların iyiliklerinin karşılığını,
kötülerin de kötülüklerin karşılıklarını almasını gerektiğini kabul eder. Ne var ki, bu
hak-hukuk alımı dünyada her zaman gerçekleşmeyebilir. Bazen iyiliklerin karşılığı
dünyada alınamaz, bazen de kötüler bir yolunu bulup cezalarını çekmeden
ölebilirler. Bu durumda, iyilerin iyi amellerinin karşılığının kaybolması, kötülere de
yaptıklarının yanlarına kar kalması söz konusu olmaktadır. Bu hakkaniyete ters
olur. Öyleyse ak ve hukukun gerçekleşeceği bir yer ve zaman olmalıdır. İşte, burada
bu konu üzerinde durulmuştur.

Bu ayetlerde bir konu daha açığa çıkmaktadır. İman etmiş ve salihatı işlemiş
olanların hayırlı sonlarına “-ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir
rızık olanlardır-” denilerek vurgu yapılmıştır.

7
“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarına göre bu ayetin iniş nedeni şöyledir:

Ayette konu edilen kâfirlerden başta geleni Ebu Süfyan’dır. O, Mekke kâfirlerine “Lat ve
Uzza’ya yemin olsun ki, saat [kıyamet] ebediyen gelmeyecektir” demiştir. Ebu Süfyan putlar adına
yemin edince, Peygamber de Allah adına yemin etti. Bunun üzerine bu ayet indi. (Mukatil)

Merhum Mukatil [Vefatı: H. 150], bilindiği üzere ilk tefsir yazan zattır. Bu
nedenledir ki, ayetler ile ilgili çok sınırlı ve sübjektif bilgileri aktarmıştır. Ayetleri
belirli bir şahsa ve olaya tahsis etmeden tüm zamanların insanlarına uyarlamak en
uygun olanıdır. Konumuz olan pasajdaki ayetler kıyameti inkâr edenlerin tümüne
bir cevaptır.

Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah bunu hakk olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk
baştan yaratır, sonra iman eden ve salihatı işleyen kimseleri kıst [nasipleri, hakları olan payları] ile
karşılık vermek için geri döndürür. Şu küfretmiş olan kimseler, küfretmeleri nedeniyle, kaynar sudan
bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır. (Yunus/4)

Ve "O [azap] gerçek mi?" diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime ant olsun
ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz âciz bırakanlar değilsiniz.” (Yunus/53)

Şu inkâr eden kimseler, katiyyen diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine,


Rabbime kasem olsun ki kesinlikle diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size
haber verilecektir. Ve bu, Allah'a göre çok kolaydır”. (Teğabün/7)

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu
görecek. (Zilzal/6, 7)

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç
şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o
[şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da
yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır.
Yavrucuğum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret.
Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlar için avurdunu şişirme [suratını asma] ve
yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve
yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir”
demişti. (Lokman/16)

Ve sen hangi işi yaparsan yap, Kur'an'dan onun hakkında ne okursan oku ve siz ne işte
çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, Biz sizin üzerinizde şahidiz. Yerde ve
gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinizden uzak kalmaz. Ve bundan küçüğü ve daha büyüğü
ancak apaçık bir kitaptadır. (Yunus/61)

Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi kaydedip muhafaza
eden bir kitap da vardır. (Kaf/4)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada
ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir
tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En'am/59)

Ayetin sonunda “açık bir kitaptadır” ifadesi yer almaktadır. Aynı ifade
Yunus/61’de de vardı. Lokman/16’da “Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen
kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya
da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla
haberdar olandır” şeklindedir. Bu, Allah’ın bilgisi demektir ki, biz bunu “Levh-ı
mahfuz” olarak nitelemekteyiz.

8
Ve "O [azap] gerçek mi?" diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime ant olsun
ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz aciz bırakanlar değilsiniz.” (Yunus/53):

Cehennem ashabı ve cennet ashabı eşit olmaz. Cennet ashabı kurtulanların ta kendileridir.
(Haşr/20)

Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi mi kılarız?
Yoksa o takvâ sahiplerini azgın günahkârlar gibi mi kılarız? (Sâd/28)

Yoksa o, kötülükleri işleyen kimseler, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerini, iman eden ve


salihatı işleyen kimseler gibi kılacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! (Casiye/21)

5 – Ve şu, ayetlerimi de aciz bırakanlar olarak çalışanlar [mucizelerden uzak


tutanlar]; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır.

Yukarıda inanmış ve salihatı işlemiş olanların kavuşacakları nimetler


açıklandıktan sonra, bu ayette de müşriklerden Allah ile yarışa kalkanlar, bunca
ayeti inkara yeltenenler, Allah’ın yeryüzündeki binlerce ayetini, sayısız nimetlerini
başkalarından saklayarak insanların inanmalarını engelleyenler, böyle yaparak
kendilerinin galip geleceği hesabını yapanlar tehdit edilmiştir. Bu inkârcı ve
bozguncular mutlaka elem verici bir azap ile cezalandırılacaklardır.
Kur’an’dan ve dinler tarihinden öğrendiğimize göre, toplumlardaki bazı çıkarcı
kişi ve guruplar, çıkarlarından olmamak için Allah’a karşı savaş açmışlar, Allah’ın
mesajlarının toplumlara ulaşmaması, ulaşırsa anlaşılmaması, anlaşılırsa da
uygulanmaması için her türlü mücadeleyi vermişlerdir. Özellikle de Kur’an’a karşı
Mekke’de malûm müşrikler, Medine’de de münafıklar bu konuda çok çaba
harcamışlardır.

6 - Kendilerine ilim verilmiş olan kimseler de görüyorlar ki, Rabbinden sana


indirilen şey, hakkın ta kendisidir. Ve o [indirilen şey; Kur’an], Azîz’in, Hamîd’in
yoluna kılavuz oluyor.

Bu ayette, insanlardan bilgi sahibi olanların diğerleri gibi Allah’ın ayetlerini


örtmek için yarışmadıkları, onların peygambere vahyedilenlerin hakk olduğunu ve
insanları Allah yoluna kılavuzladığını bildikleri nakledilmektedir.
Ayette “ilim sahipleri”nin kim olduğu açıklanmamıştır. Ancak Kur’an’dan
anlaşıldığına göre denebilir ki, Kur’an’ın konu ettiği ilim sahipleri başta o günkü
Yahudi ve Hıristiyanların bilgili, bilge insanları olmak üzere tüm zamanların bilgili
insanlarıdır. Nitekim bugün de Kur’an’ı inceleyen her bilgin, o dönemdeki gibi
onun hakkın ta kendisi olduğunu kolayca anlayabilmektedir.

Allah, melekler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah’tan başka ilah diye
bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, Aziyz, Haliym’den başka ilah diye bir şey yoktur. (Al-i
Imran/18)

Ve Biz onu [Kur’an’ı] sadece hakk ile indirdik, O da sadece hakk ile indi. Ve Biz seni yalnızca
müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık.
Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça ayırdık ve Biz onu
indirdikçe indirdik!
De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim
verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü
kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların huşûunu [alçak
gönüllüğünü] artırır. (İsra/105- 109)

9
Ondan [Söz’den; vahiyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona
[Söz’e; vahye, Kur’an’a] da inanırlar.
Ve onlara o [Söz; vahiy, Kur’an] okunduğu zaman onlar: “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz
o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [Müslümanlardık]”
dediler.
İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü
iyilikle savarlar ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler.
Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim
için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.
(Kasas/52- 55)

Ve O, size Kitab’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı/hak batıl ayrılmış olarak indirdiği halde, Allah’tan başka
bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’] şüphesiz
Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından
İndirildiğini bildikleri hususunda]sakın şüphecilerden olma. (Enam/114)

Konumuz olan 6. ayet, Yunus/94, 95’teki “Artık, sana indirdiğimiz şeylerin bir
kısmından “şekk”te idiysen [“kesin bilgi”n yok idiyse], hemen senden önce kitap
okuyan kimselere sor! Ant olsun ki, sana Rabbinden hakk gelmiştir. O hâlde sakın
şüphe edenlerden olma! Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra
hüsrana uğrayanlardan olursun” ifadelerini de açığa kavuşturmaktadır. Zira bilgi
sahiplerine sorulursa onlar Kur’an’ın hakk ve hakka kılavuz olduğunu
bildireceklerdir.

6. ayetin Medeni olduğu ve Abdullah b. Selam ya da Medine'de Kur'an'ın


Allah’tan indirilme hak kitap olduğuna ve elçinin peygamberliğine şahit olan
Yahudilerden müslüman olan başkaları hakkında indiği rivayet edilir. (Süyuti; el-
İtkan)

Bilgi insana gerçeği gösterir ve onun anlaşılmasına yol açar. Bilgi, gözü açar,
derinlemesine görmeyi sağlar ve metnin özelliklerini ortaya çıkarır. Düzenbazlar,
hile ve düzenleri ile ancak cahil insanları kandırabilirler. Bilgili insanları ise kolay
kolay kandıramazlar ve saptıramazlar. Tarafsız bilgin kişi, okuduğuna, duyduğuna
duygusal bağlardan bağımsız olarak yaklaşır, onu inceler ve niteliği ile ilgili bir
karara varır. Gözlerine cemaat, mezhep, tarikat veya farklı bir dine mensup olmanın
gözlüklerini takanlar ise gerçeği göremezler, hakikati kavrayamazlar.

7, 8 – Ve inkâr eden kimseler şöyle dediler: “Siz çürüyüp, didik didik


parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir yaratılış içinde bulunacaksınız diye, size
haber veren bir kişiyi size kişiyi gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu,
yoksa kendisinde bir delilik mi var?” dediler. Bilakis, âhirete inanmayan kimseler,
azap ve uzak bir sapıklık içindedirler.

Bu ayetlerde, öldükten sonra dirilmeye inanmayan kâfirlerin Peygamber’e


karşı tavırları sergilenip bir başka tezleri nakledilmektedir. Yukarıda belirtildiği
üzere bu inkârcılar “kıyamet bize gelmeyecek” iddiasında bulunmakta ve Allah’ın
ayetlerine karşı mücadele etmeye çalışmaktaydılar.
Bu pasajda ise bu inatçı, çıkarcı inkârcıların ahirete ait korkunç tabloları tasvir
eden ve diriliş gerçeğini afak ve enfüsten sayısız delille ortaya koyan, pekiştiren ve
defalarca tekrarlayan ayetler karşısındaki çırpınışları ile Kur’an ve Resulullah’a
yönelen insanları alay, inkâr ve çarpıtma yoluyla ayetlerin etkisinden
uzaklaştırmaya çalışmaları dile getirilmiştir.

10
Yine onlar, “Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak dehr
[geçen uzun zaman] helak eder.” dediler. Hâlbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar,
sadece zan yürütüyorlar. (Casiye/24)

Evet, onlar, ahirete inanmayan, azap ve uzak bir sapıklık içinde olan
kimselerdir.

9 – Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir


bakmazlar mı? Biz dilesek kendilerini yere geçiririz. Yahut gökten üzerlerine
parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen [hakka gönül veren] her kul için bir
ayet vardır.

Bu ayette “Siz çürüyüp lime lime parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir
yaratılış içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size gösterelim mi?
O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” ifadeleriyle
ahireti inkâr eden ve böylece düşünce olarak uzak bir sapıklığa düşen inkârcılara
gönderme yapılıp “Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan
şeylere bir bakmazlar mı?” denilerek yer sarsıntısı, sel, yangın, tufan, boran, meteor
veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar gibi jeolojik ve kozmik olaylarla tehdit
edilmişlerdir. Gökten ve yerden, aklı başında olan, gerçeğe yönelen her kişi için
kesin kanıtlar olduğu bildirilerek insanlardan akıllarını başlarına almaları
istenmiştir.
Bu ayetlerde, akıllı bir insanın gökleri ve yeri gözlemleyerek, öldükten sonra
dirilme ve âhiret hayatına kesinlikle iman edeceğine vurgu vardır.
Ayetin sonundaki “Şüphesiz bunda yönelen [hakka gönül veren] her kul için
bir ayet vardır” ifadesinden, “akıllı, bilgili insan bilir ki, bu düzenin kendisi, bu
dünyayı yaratan ve bugün idare eden varlığın başka bir dünyayı da yaratmaya kadir
olduğuna şahitlik eder. Eğer yeni bir dünya yaratmak O’nun için zor olsaydı, bugün
bu yaşanan dünya da var olmazdı.

Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet, [elbette
kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. (Ya Sin/81)

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama


insanların çoğu bilmiyorlar. (Mü’min/57)

Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?


O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış sonra da düzene koymuştur.
Ki, ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/36-
40)
10, 11 - Ve Ant olsun ki, Biz Davud’a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları
verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve onun için demiri yumuşattık: Bol
bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir.- Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben
yaptıklarınızı en iyi görenim.-

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, kendisine şükreden, sahip olduğu nimetlerin


karşılığını nimet cinsinden ödeyen iki seçkin kulunu örnek göstermiştir. Bunlar
Davud ve Süleyman peygamberlerdir. Hatırlanacağı üzere, Neml/15’te Davud ve
Süleyman peygamberler kendilerine verilen ilim için hamd eden iki iyi kul olarak
tanıtılmıştı. Konumuz olan 10 ve 11. ayetlerde yine Davud’a (as) değinilerek ona

11
verilen fazl ve lütuflar bildirilmektedir. Davud’un (as) dağlardan yararlanması,
kuşları yararına kullanması ve demiri işlemesi bunlardandır. Davud peygamber
hakkındaki detaylar Sad ve Neml surelerinde verilmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.
334-337, c.4, s.119)
Davud, Beytüllahim'de yaşayan Yuda kabilesinden sıradan bir gençti.
Filistinlilere karşı açılan bir savaşta, İsrail'in en büyük düşmanı olan Calût'u öldürdü
ve birdenbire İsrailoğulları arasında değeri yükseldi. Bu olayla birlikte önemi
artmaya başladı, öyle ki Talut [Seul]'un ölümünden sonra ilk önce Hebron'da
[bugünkü el-Halil’de] Yuda kralı seçildi, daha sonra da bütün İsrail kabilelerinin
kralı oldu. Kudüs'ü aldı ve orayı İsrail krallığının başşehri yaptı. Onun liderliğinde
tarihte ilk defa, sınırları Akabe körfezinden Fırat nehrinin batı kıyılarına kadar
uzanan Allah'a ibadet eden bir krallık kurulmuş oldu
Ayetin sonunda tüm insanlara hitap edilerek “Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle
Ben yaptıklarınızı en iyi görenim” denilmiştir. Bu hitapla Allah’ın lutuf ve fazlına
mazhar olmak için Davud (as) gibi salihatı işleyen birileri olmak gerektiği mesajı
verilmektedir.
Kur’an’a bakıldığında Davud (as)’a şu nimetlerin verildiği görülür:
a- Bilgi (Neml/15).
b- Kuvvet (Sâd/17).
c- Dağların boyun eğdirilmesi (Sebe'/10).
d- Tövbesinin kabulü (Sâd/24-25).
e- Hükümranlık (Sâd/26).
f- Demiri işleme (Sebe’/10).
g- Zebur (Nisa/163).
h- Fasl-ı hıtap (Sebe’/20)
ı- Hikmet (Sebe’/20)

Ayetteki “Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede
ölçülendir” ifadesinden, saldırı amaçlı değil, sadece savunma amaçlı bir yol
tutulması istendiği anlaşılmaktadır. Bu da insan hayatını korumaya yönelik hayırlı
bir yoldur. Ayrıca ayette herkesin meslek sahibi olması gerektiğine bir işaret de
vardır. Herkes elinin emeğini yemeli, hayatını alın teri ile kazanmalıdır.

Bu, Allah'ın Davud'u (a.s) demiri kullanmada usta kıldığını ve özellikle korunma amacıyla ona
zırh yapma sanatını öğrettiğini gösterir. Bu gerçek, arkeolojik ve tarihi araştırmalarla da
desteklenmektedir. Çünkü bu araştırmalara göre demir devri M.Ö. 1200 ile 1000 yılları arasında
başlamıştır ve bu da Davud'un (a.s) yaşadığı dönemdir. İlk önce Suriye ve Anadolu'da M.Ö. 2000-
1200 yılları arasında yaşayan Hititler, demiri eritip şekil vermek için bir metot icat etmişler, fakat
bunu diğer insanlardan gizlemişler, bu nedenle de demir yaygın bir kullanıma geçmemiştir. Daha
sonra Filistiler bunu keşfetmiş fakat yine bir sır olarak saklamışlardı. Hükümdar Seul'den [Talut]
önce İsrailoğulları'nın Hititler ve Filistiler'e defalarca yenilmesinin nedeni, karşısındakilerin
savaşlarda demiri kullanmasıydı.
M.Ö. 1020'de Talut, Allah'ın emri ile İsrailoğulları'nın hükümdarı olduğunda (M.Ö. 1004-965)
sadece tüm Filistin'i ve Ürdün'ü değil, Suriye'nin bir bölümünü de İsrail krallığına kattı. İşte o zaman
Hititlerin ve Filistilerin bu kadar gizledikleri zırh yapımı sırrı açığa çıktı ve demirden günlük ucuz
eşyalar bile yapılmaya başlandı. Filistinin güneyinde demir madenleri bakımından zengin bir bölge
olan Edom'da yapılan yeni arkeolojik kazılar, demir eritme ve şekil verme işleminde kullanılan
ocakları açığa çıkarmıştır. Akabe Körfezi'nde, Elat'ın yakınlarında, Süleyman (a.s) zamanında bir
liman olan "Ezion-Geber"de yapılan kazılarda açığa çıkan bir ocağın, bu günkü modern eritme
fırınlarında kullanılan ilkelere uygun bir şekilde inşa edildiği sanılmaktadır. O halde Davud'un (a.s)
bu keşfinin ilk önce savaş gayesi ile kullanılmış olması doğaldır. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar
hükümdarlığının çevresinde yaşayan Kenanlılar halkını rahatsız ediyorlardı. Kitab-ı Mukaddes'de
Davud'un (a.s) savaşta kullanılmak üzere demiri eritme ve kullanmada usta olduğunu belirtir. (Bkz.
Yeşu, 17: 16 Hakimler, 1: 19, 4: 2-4) (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

12
Konumuz olan pasajda ayet grubunda geçen “Ve onun için demiri yumuşattık”
ifadesi, başka anlamlar da içermektedir. Zira ayette yer alan “hadid” sözcüğünün
birçok anlamı bulunmaktadır. Bir metal ismi olan “demir”, bu anlamlardan sadece
birisidir. Sözcüğün devamında “zırh yapımı”ndan söz edildiği için akla ilk olarak
sözcüğün “demir” anlamı gelmektedir. Biz, Allah’ın kesin olarak ne murat ettiğini
Kendisine havale ederek bu sözcük üzerinde bir tahlil yapmayı uygun görüyoruz.

HADİD: “Hdd” kökünden türemiş “mübalağa ismi fail” kalıbında bir


sözcüktür. Sözcüğün gerçek anlamını tespit edebilmek için önce kök anlamının
bilinmesi gerekir. Temel lügatlere göre:
“Hadd”, “birisi diğerine karışmasın ya da biri ötekine tecavüz etmesin diye iki
şey arasındaki ara” demektir.
“Hadd”, “herhangi bir şeyin son noktası” demektir.
“Hadd”, “”defetmek, savmak, engel olmak” demektir.
“Hadd”, “suçluyu edeplendirmek” demektir.
“Hadd”, “insana bulaşan öfke, yeğnilik [hiddet]” demektir.
“Hadd”, “bir şeyi başka bir şeyden ayırabilme” demektir.
“Hadid”, bilinen “demir cevheri” demektir.
“Haddad”, “demirci, kapıcı, “hapishane gardiyanı” demektir. (Lisanü’l-Arab,
c: 2, s: 353-356; Tacu’l-Arus, c: 4, s: 410-413, hdd mad.)

Görüldüğü üzere, sözcüğün birçok anlamı vardır. Demir cevherine “Hadid”


denilmesi de onun sertliğinden, bir şeylere engel oluşundandır.
Biz burada sözcüğü “bir şeyi başka bir şeyden ayırma” anlamıyla ele alacağız.
Bu durumda sözcüğün ayetteki anlamı “bir şeyi bir diğerinden iyice ayırabilen;
keskin görüşlü, ince zekâlı” demek olur. Nitekim daha evvel Kaf suresinde de bu
anlamıyla sunulmuştu.

Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün
keskindir. (Kaf/22)

Sözcüğün bu anlamı ön plana alındığında, konumuz olan ayetten “Davud’a


demirin yumuşatılması” anlamından başka, Davud’a (as) keskin zekâ, en karmaşık
şeyleri bile ayırabilme yetisinin verildiği de anlaşılabilir. Hatta diğer anlamlar da
itibara alındığı takdirde, Davud’un (as) “karşısındaki tüm sertlikleri yumuşattığı”
anlamı dahi çıkarılabilir.
Sözcüğü bu anlamlara taşıdığımızda da, “Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede
ölçülendir” ifadesi, “bu yetenekler ile kendini koru, kimseden kendine zarar
getirtme” anlamında olur.

FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri


birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitabeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını
insanlara daha rahat iletirler, çevreyle daha iyi iletişim kurarlar. Kimilerinin de
hitabetleri zayıftır; ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar
mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.
Âyetteki ‫[ فصططل الحطططاب‬fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd
peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve
muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir. Bu deyim
ayrıca hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de
ifade etmektedir. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.343)

13
12- Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı
[boyun eğdirdik]; ve Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Ve cinlerden eli
altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan kişileri [boyun eğdirdik]. Ve onlardan
kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık.
13 - Onlar, ona [Süleyman’a] mihraplar, timsaller [heykeller/resimler] ve
havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaparlar. -Ey Davud
ailesi! Şükür için çalışın! Ama kullarım içinde şükreden de çok azdır! -

Bu ayetlerde, “şükreden” kullara örnek olarak gösterilen Süleyman peygamber


ve ona verilen nimet ve lütuflar konu edilmektedir. Ayetlerden anlaşıldığına göre,
Süleyman peygambere verilen nimetler arasında yelkenli gemilerde ve yel
değirmenlerini çalıştırmakta rüzgârdan yararlanmak, bakırı eritip döküm yaparak
muhtelif araç gereç yapmak, uzak yerlere çabucak gidip gelmek; yabancı, hünerli
işçilerden zanaatçılıkta, ustalıkta, istihkâm işlerinde ve mimarlıkta yararlanmak gibi
işler ve hünerler vardır.
Bir önceki pasajda, babası Davut peygamberin demiri işlediği ve ondan
yararlandığı dile getirilmişti. Bu pasajda ise oğlu Süleyman peygamberin bakırdan
yararlandığı konu edilmektedir. Bu iki peygamber-hükümdarın demir ve bakır gibi
metalleri işleme yeteneğiyle donatılmış olması, onlara verilen iktidar nimetinin
büyüklüğünü göstermektedir.
Ayetteki “Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık” sözünün Süleyman
peygamberin yaşadığı bölgede bakır madeni olmadığını; bu madeni gemilerle
uzaklardan, özellikle de Kıbrıs’tan getirttiğini ifade ediyor olması mümkündür.
Zaten “Kıbrıs” sözcüğü de “bakır” anlamındadır.
12. ayetin sonunda “Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa,
ona çılgın ateşin azabından tattırdık” ifadesi, 14. ayetin sonundan da anlaşılacağı
üzere Süleyman peygamberin onlar üzerinde mutlak hükümranlığını, yabancıların
onun için kerhen çalıştıklarını ifade etmektedir.

SÜLEYMAN PEYGAMBERİN CİNLERİ

Bu pasajda konu edilen cinler halk kültüründeki cinler değildir. Daha evvel
Sâd Suresinin tahlilinde “Süleyman Peygamberin Emrindeki Şeytanlar/Cinler”
(Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.392- 397, c.3, s.191) başlığı altında da açıkladığımız gibi,
sözü edilen cin taifesi Süleyman peygamberin babası Davut peygamberin hünerli
zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba
ve emrindeki hünerli kişilerdir.
Süleymân peygamberle ilgili bu âyetlerdeki gerçek ve ibret verici bilgiler bazı
kimseler tarafından yine saptırılmış ve birçok asılsız, gerçek dışı hikâye ortaya
çıkmıştır. Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen
efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, Kur’ân'daki tanımı dışında, halk
kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa
Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka
bulunmamaktadır.
Hatırlanacak olursa, Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân”
konusuna da değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan
açıklamalarda şeytanın sözlük anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek
olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü
kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleyman

14
peygamber kıssasında sözü edilen şeytanlar da bu tip şeytanlardır. Yani, Süleyman
peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun
aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.
Süleyman peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl
peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve
Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Eldeki Tevrât'ın muharref
olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî
bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler
de tarihin temel kaynakları arasındadır. Dolayısıyla bu konunun eldeki Kitab-ı
Mukaddes'ten de incelenmesinde yarar vardır.
Kitab-ı Mukaddes, Süleyman peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası
Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşlık yapan Sur
kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu
kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinlerin hünerli
zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak
değerlendirdiğimiz Tevrât'ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu
âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar,
Süleyman’a (as) hizmet eden cinleri halk kültüründeki hayalî cinler olarak
açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.
Süleyman peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen,
o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytan
nitelikli cinler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleyman peygamber,
bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar
sürdürmüştür.

14- Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara


değneğini yiyen dabbetülarzdan [arz canlısından] başka hiçbir şey delâlet etmedi.
[Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dâbbetülarz [yer canlısı/ kurt]
bildirdi/gösterdi yani anlamalarına sebep oldu]. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü,
ortaya çıktı ki: “Cinler o gaybı [Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü] bilmiş
olsalardı, o alçaltıcı azap [hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk]
içinde kalmazlardı.”

Bu ayetin yanlış anlaşılması İslam toplumunda birçok hurafenin oluşmasına


neden olmuştur. Hâlbuki ayetin doğru anlaşılabilmesi Kur’ân metotları çerçevesinde
mümkündür. İsrailiyat kültürü ve hurafelerin baskısı, ayetin gerçek manasına
ulaşmayı engellemektedir. Ayetin doğru anlaşılması için Sebe’/10’dan itibaren
Dâvud (as) ve oğlu Süleyman (as)’ı konu alan âyetlerden oluşan paragraf bütün
olarak ele alınmalı ve aynı konuların biraz daha ayrıntılı olarak ortaya konduğu
Enbiya/78-82, Sâd/30-40 ve Bakara/102 ile bir bütünlük içerisinde
değerlendirilmelidir.
Şimdi konuyu ve ayeti anlamaya çalışalım:
Ve Ant olsun ki, Biz Davud’a tarafımızdan bir fazlalık verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber
dönün! Ve kuşları da...” Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede
ölçülendir.- Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.-
Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı [boyun eğdirdik]; ve
Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Ve cinlerden eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte
olan kişileri [boyun eğdirdik]. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın
ateşin azabından tattırdık.

15
Onlar, ona [Süleyman’a] mihraplar, timsaller [heykeller/resimler] ve havuzlar gibi çanaklar ve
sabit kazanlardan her ne isterse yaparlar. -Ey Davud ailesi! Şükür için çalışın! - Ama kullarım içinde
şükreden de çok azdır! -
Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara değneğini yiyen
dabbetülarzdan [arz canlısından] başka hiçbir şey delalet etmedi. [Onun öldüğünü onlara sadece
değneğini yiyen dâbbetülarz [yer canlısı/ kurt] bildirdi/gösterdi yani anlamalarına sebep oldu]. Ne
zaman ki yüz üstü yere düştü ortaya çıktı ki: “Cinler o gaybı [Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü]
bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap [hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk] içinde
kalmazlardı.” (Sebe/10-14)

Davud ve Süleyman'ı da (hatırla). Hani onlar ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Hani kavmin
koyunları içinde yayılmıştı, biz onların hükmüne şahittik [kavmin yasalarının ne olduğunu
biliyorduk].
Biz onu Süleyman’a hemen iyice kavratmıştık. Ve hepsine yasa ve ilim vermiştik. Davud’la
beraber tespih etsinler diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve Biz Fail’lerizdir.
Ve Biz, sizin kötülüğünüzden sizi korumak için, sizin için zırh yapımını ona öğrettik. Artık
siz şükreder misiniz?
Ve Süleyman’a, İçinde bolluklar oluşturduğumuz toprağa doğru onun emriyle akıp giden
kasırga halindeki rüzgarı (boyun eğdirdik). Ve Biz her şeyi bilenleriz.
Ve Şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da. Ve
Biz onlar için koruyucular idik.” (Enbiya/78-82)

Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. [O] ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendi.


Hani kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu;
“Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.” –Sonunda onlar
perdenin arkasına girdiler.–
“Geri getirin onları bana!” [dedi]. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
And olsun ki Biz Süleymân'ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek
saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; “Ey
Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan
bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi.
Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm
dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik.
İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.
Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. (Sâd/30- 40)

Ve onlar [Yahudiler] Süleyman mülküne dair şeytanların okuyup durdukları şeylere uydular.
Hâlbuki Süleyman kâfir değildi. Ama o şeytanlar kâfir idiler; … (Bakara/102)

Bu ayetlerden öğrendiğimize göre, Süleyman peygamberin emrinde yapı inşa


eden, dalgıçlık eden, heykeller ve mihraplar yapan, demir ve bakır madenlerini
işleyen işçiler/zincire vurulmuş köleler vardır. Cinler/şeytanlar olarak ifade edilen
bu işçiler/köleler bu işleri metazori yapmaktadırlar. Ellerinde olsa yapmayı
istemeyecekleri bu işler onlara bir azap gibi gelmektedir. Bu nedenle Süleyman
peygamber ile sürekli çatışma halindedirler. Elinden kurtulabilseler baş
kaldıracakları halde, güçleri yetmediği için korkularından takıyye yapmaktadırlar.
Elebaşları Mısır’a kaçmıştır. Bu konu ile ilgili ayrıntılar, tarih bilgisi olarak Kitabı
Mukaddes’in III. Krallar, II. Tarihler bölümlerinden bakılabilir.
Bu konuyla ilgili tarih kitaplarından da yararlanılmalıdır. Çünkü bu ayet tarihi
olayların tamamını değil, İsrailoğulları tarafından yanlış bilinen bazı noktaların
hakikatini bildirmektedir. Konu, tarihi belge niteliği taşıyan Ahdi Atik kitabından
da [dinî olarak değil, tarihî olarak] incelenmelidir. Orada ll. Krallar ve 1. Tarihler
bölümünde yeterince bilgi verilmektedir. Dâvûd’a (as) Allah ilim ve hikmet
vermiştir. Davûd (as), demiri işlemeyi, dağları delmeyi, dağları aşmayı, zırh
yapmayı öğrenmiştir. Bu ayetler tarihî bilgilerle birlikte ele alınmalıdır ki, iyi
anlaşılabilsin.

16
Meselenin tarihsel yönü ise şöyledir:
Süleyman (as) İsrail oğullarının dışındaki Hittîler, Amorîler, Perizzîler,
Hivîler, Yebusîler gibi kavimlerden angaryacı köleler edindiği, dışarıda hünerli
işçiler getirtip çalıştırdığı, bu yabancı işçi/kölelerin Süleyman’ın ölümünden sonra
oğlundan babasının vurduğu ağır boyunduruktan kendilerini kurtarmasını talep
ettiği belirtilmektedir.
Bunlardan kesin olarak anlaşılan şudur: Süleyman’a (as) hizmet eden cinler ve
şeytanlar, onun kendi hükümdarlığına hizmet etmeye zorladığı bir takım
yabancılardır. Bu konuyu cinn, melek ve şeytan kavramını ele aldığımız
çalışmalarımızda detaylı olarak açıklamıştık.
Konumuz olan ayette bir de “Dâbbetülarz” tamlaması geçmektedir.
“Dâbbetülarz”ın kıyamet alameti, kıyamet habercisi olduğu spekülasyonuna karşı,
Neml/82’yi tahlil ederken “Dabbeh” adıyla özel bir başlık altında bu kavramı
incelemiş ve Sebe’/14’te geçen “Dâbbetülarz” kavramının orada sunduğumuz
ayetlerdekinden ayrı olduğunu, onlarla ilgisinin olmadığını, bu ayettekiyle ilgili ayrı
bir çalışma yapılması gerektiği üzerinde durmuştuk. (Tebyinü’l Kur’an; c.4, s. 173-
183)
Burada da oradaki “Dâbbeh” kavramı üzerinde durmayıp konumuz olan
Sebe’/14’te tamlama halinde bulunan “dâbbetü’l-arz” ifadesi üzerinde duracağız ve
âyeti kelime kelime analiz edeceğiz:

“DÂBBETÜLARZ” NEDİR?

Yerli ve yabancı meal ve tefsirlerde bu ifadeye şu anlamların verildiği


görülmektedir:
* “... asasını yemekte olan bir ağaç kurdu ...”
* “... değneğini yiyen bir ağaç kurdu ...”
* “... bir güve böceği yere dayandığı asasını yiyordu.”
* “... ağaç kurdu ...”
* “... değneğini yiyen bir yer yaratığı ...”
* “... değneğini kemiren bir yer yaratığı ...”
* “... kemirgen beyaz karınca [termit] ...”

Dil/Edebiyat uzmanları, dünyadaki tüm dillerde sanatsal/müteşabih anlatımlar


bulunduğunu dile getirmektedir. O nedenle bir ibarede sözcüklerin hakikat
anlamlarının kabul edilmesine bir mania /engel olduğu zaman o sözcüklerin sanatsal
anlamları, yani metafor, mecaz, kinaye gibi ikincil anlamları dikkate alınır. Bu
ayette de böyle olmalıdır.
Bu sanatsal anlatım doğrultusunda, Süleyman peygamberin asası onun
hükümdarlığını; asayı yiyen kurt ise Süleyman peygamberin hükümdarlığını
[ülkesini] parçalayan dirayetsiz, basiretsiz oğlu [halefi] Rehoboam’ı simgeler.
Tarihi kayıtlara göre, Süleyman’ın oğlu Rehoboam zevk ve sefaya dalıp bilgili
ve tecrübeli danışmanlarını dinlememiş, kendisi gibi eğlence düşkünü arkadaşlarına
uymuştu. İşte, Süleyman’ın (as) saltanatı, mülkü, devleti bu yüzden yıkılmıştı.
Nitekim Süleyman’ın (as) mülkünden sonra da nice padişahlıklar, krallıklar,
çarlıklar, şahlıklar rüşvet, işret ve lüks yaşam yüzünden yıkılıp gitmişlerdir.
Anadolu’da bu tür olaylar “kurt uylamış” deyimiyle ifade edilmektedir. Bu
deyimle çok büyük bir ağacın [ülkenin] sonunun yaklaştığı anlatılmak istenir.
Küçük şeyler büyük sonuçları meydana getirir.
İngilizlerde de şöyle bir deyim vardır:

17
Mıh düştü nal düştü,
Nal düştü at düştü,
At düştü süvari düştü,
Süvari düştü ordu düştü,
Ordu düştü kral [ülke]düştü.

Bu ifade kısaltılırsa “Küçük bir çivi ülkeyi yok etti” denebilir.

Ayetteki anlatımın mecaz olduğunu daha iyi anlayabilmek için mevcut


meallerdeki anlamlar esas alınarak şu sorular sorulabilir:
* Süleyman peygamber, söylentilerde olduğu gibi, namaz kılarken ölmüş
olabilir mi?
* Namazda nasıl oluyor da değneğe dayanıyor?
* Süleyman peygamber hükümdar mı, yoksa işçilerin çalışıp çalışmadığını
denetlemekle görevli bir eleman mıdır? Koskoca bir hükümdarın başka işi gücü yok
mudur ki işçilerin başında beklemektedir?
* Bir böcek bir değneği ne kadar sürede kemirebilir? Bu süre içersinde bir
insanın yeme, içme, uyuma ve diğer zaruri ihtiyaçlarını gidermesi nasıl mümkün
olabilir?
* Ölmüş bir adamın günlerce kokmadan beklemesi mümkün müdür? Hele hele
Ortadoğu’nun sıcak ikliminde buna imkân var mıdır?
* İşçilerin başında bekleyen bir maket olabilir mi?
Görüldüğü gibi, ayet zahir anlamıyla değerlendirildiğinde ister istemez akla bu
tür sorular gelmektedir.
Bütün bu soruların bizi götürüp bırakacağı yer, “Yoksa ayette müteşabih bir
ifade, mecaz ve kinayeli bir anlatım mı var?” sorusudur.
Şimdi ayetin bizce hazırlanan mealine bakalım:

14- Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara


değneğini yiyen dabbetülarzdan [arz canlısından] başka hiçbir şey delalet etmedi.
[Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dâbbetülarz [yer canlısı/kurt]
bildirdi/gösterdi [anlamalarına sebep oldu]. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü,
ortaya çıktı ki: “Cinler o gaybı [Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü] bilmiş
olsalardı, o alçaltıcı azap [hasret, gurbet, esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk]
içinde kalmazlardı.”

Ayette geçen şu kavramlara özellikle dikkat edilmelidir:


KAZA: Bu terimin doğru anlaşılması çok önemlidir. Kaza, kaderin
gerçekleşmesidir. Kader ise yaratılan varlıkların hiçbir dahl ve tesiri, istek ve tercihi
olmadan Allah’ın tüm yarattıkları için kararlaştırdığı şeylerdir. Mesela insanlar için
doğumları, ölümleri, ırkları, cinsiyetleri, renkleri, ömürleri kader iken, Ay ve Güneş
için yörüngeleri; elementler için de yapı ve özellikleri kaderdir. İnsanların kendi
akıl, fikir ve iradeleriyle yapmış oldukları iyi-kötü, güzel-çirkin iş ve davranışlar
onların kaderi değil, amel ve tercihleridir.
Bu anlamda “kader”in yani “kararlaştırılmış hükm”ün infazına,
gerçekleştirilmesine “kaza” denir. Konumuz olan ayette ifade edilen kaza ise
“Süleyman için kararlaştırılmış olan ölümün gerçekleşmesi”dir.
GAYB: Ayetteki bu sözcüğün başında “ ‫ال‬el” takısı bulunmaktadır. Bu takı
âyetin siyak ve sibakının delaletiyle istiğrak için olmayıp özelleştirme içindir. Yani
cinlerin bilmediği gayb genel olarak tüm gayb değil, sadece “Süleyman’ın

18
ölmüşlüğü”dür. Yani “... onun öldüğünü bilselerdi ...” demektir. Zaten genel gaybı
kimsenin bilemeyeceği bilinmektedir. Bu nedenle, bu âyet halk kültüründeki
cinlerin genel olarak gaybı bilip bilmediği konusunda ele alınmamalıdır.
Ayette dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, Süleyman (as)’ın öldüğünün
“Dabbetülarz” tarafından cümle âleme değil, sadece cinlere [emrinde çalışan
yabancı işçilere/kölelere] bildirilmiş olduğudur. Buradan, onların dışında zaten
herkesin Süleyman (as)’ın öldüğünü bildiği anlaşılmaktadır.
Demek oluyor ki, Süleyman (as)’ın öldüğünü öğrenen cinler buna sevinmişler,
bayram edip bu ölümü kutlamışlardır. Eğer Süleyman (as)’ın öldüğünü daha evvel
öğrenmiş olsalardı, çalışmalarını bırakıp isyan ederler, böylece kendilerini
kölelikten, angaryacılıktan kurtarırlardı. Nitekim öğrendiklerinde de öyle olmuştur.
Ayette verilen temel mesaj ise şudur:
“Süleyman gibi güçlü bir iktidara sahip olanlar da ölecekler, onların da
mülkleri sona erecektir. O iktidar, o haşmet ve o debdebe gelip geçecektir.”
Süleyman'ın değneğini iktidara benzetirsek, “Bir kurt bile onu kemirip
çökertebilecektir.” Küçük zannedilip üzerine gidilmeyen siyasî ve sosyal olaylar
toplumu yer, kemirir ve sonra da koca iktidar yıkılıverir.

Bu konuyla ilgili nakiller şöyledir:


İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ahmed İbn Mansûr... İbn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuş: Allah’ın nebîsi Süleyman (a.s.) namaz kıldığında gözünün önünde yeşermiş bir
ağaç görürdü ve ona ‘senin adın ne?’ derdi. O da ‘şudur’ derdi. ‘Niçin yaratıldın?’ diye sorup da
ondan ‘fidan olarak...’ diye cevap alırsa fidan olarak diktirir, eğer ‘tedavi için...’ diye cevap alırsa
koparttırırdı. Bir gün namaz kılarken önünde yine bir ağaç gördü. Ona ‘senin adın ne?’ dedi. O
‘harrâb [bir nevi keçi boynuzu]...’ dedi. ‘Sen ne içinsin?’ deyince, o ‘şu evin tahribi için...’ dedi.
Süleyman (a.s.) bunun üzerine dedi ki: ‘Allah'ım, cinlere benim ölümü gösterme ki, insanlar cinlerin
gaybı bilmediklerini öğrensinler. Kendisine bir değnek yonttu ve üzerine dayandı. Bir yıl onun
üzerinde durdu. Cinler işini yapmaya devam ediyorlardı. Bir kurt değneği yedi ve bunun üzerine
ölümü açığa çıktı. Yine insanlar öğrendiler ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, bir yıl boyu ağır
zahmete dayanmazlardı. Saîd İbn Cübeyr der ki: İbn Abbâs bu âyeti şöyle okurdu ve mânâ verirdi:
Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilir olsalardı (bir yıl boyunca) horlayıcı azap içinde
kalmazlardı. İbn Abbâs der ki: Cinler kurda teşekkür ettiler, ona su getirirlerdi. İbn Ebu Hatim de bu
haberi İbrahim İbn Tahmân kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki, bunun ref'inde hem garîblik, hem de
münkerlik vardır. Ancak mevkuf bir haber olması gerçeğe daha yakındır. Atâ İbn Ebu Müslim el-
Horasânî'nin pek çok garîb rivayetleri olduğu gibi, bazı hadîsleri de münkerdir. (İbn Kesir)
Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan, Mürve el-Hemedanî
kanalıyla da Abdullah İbn Mes'ûd'dan ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki;
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Süleyman (a.s.) bir yıl, iki yıl, bir ay, iki ay Beyt el-Makdîs'e
çekilirdi. Bundan daha çok veya daha az çekildiği de olurdu. Yiyeceğini ve içeceğini mabede
getirirdi. Vefat ettiğinde yiyeceğini mabede götürmüştü. Bunun başlangıcı şöyle olmuştu: Her gün
sabah olunca mukaddes evde bir ağaç yetişirdi. Süleyman peygamber gelir ve ağaca ‘senin adın
nedir?’ diye sorardı. Ağaç da ‘adım şu ve şudur’ derdi. Eğer dikilecek bir fidansa fidanlığını, eğer
deva için bir otsa hangi derdin devası olduğunu söylerdi. Bu durum böylece devam edip gitti.
Nihayet harrûbe denilen bir ağaç bitti. Süleyman peygamber ona ‘senin adın nedir?’ dedi. Ağaç
‘benim adım harrûbedir’ dedi. Süleyman peygamber ‘ne için bittin?’ deyince, o ‘bu mabedi yıkmak
için bittim’ dedi. Süleyman peygamber ‘ben diri iken -Allah dilemedikçe- onu kimse yıkamaz’ dedi.
‘Öyleyse benim helak oluşum ve mukaddes evin harap oluşu senin yüzünden olacaktır’ diyerek onu
çekip bir duvarın içine dikti. Sonra mihraba girdi, namaz kılmaya başladı, asasına dayanmıştı. O
sırada vefat etti. Şeytanlar onun vefat ettiğini bilmiyorlardı. Onlar Süleyman peygamberin çıkıp da
kendilerini cezalandırmasından korkarak ve asasına dayanmış vaziyette olduğu için diri sanıp
çalışıyorlardı. Şeytanlar mihrabın etrafında toplanırlardı. Mihrabın önünde ve yanında ayrı delikler
vardı. Süleyman (a.s.) atmak istediği şeytana ‘sen surdan girip öbür taraftan çıkacak güçte misin?’
derdi. Şeytan da oradan girip öbür taraftan çıkmak için giderdi. Şeytan oradan girip geçerken mihrap
da Süleyman (a.s.)'a bakacak olursa mutlaka yanardı. Bir seferinde şeytan oradan geçti ve Süleyman
(a.s.)'ın sesini duymadı. Sonra döndü yine duymadı. Tekrar döndü evin içine girdi ve yanmadı. Baktı

19
ki, Süleyman (a.s.) düşüp ölmüş. Çıkıp halka onun öldüğünü haber verdi. Onlar da Süleyman (a.s.)'ın
mihrabını açıp oradan kendisini çıkardılar. Habeş dilinde “ ‫ منسات‬minsete” âsâ demektir. Asasını
kurdun yediğini gördüler. Ne zaman öldüğünü de bilemediler. Sonra o kurdu âsânın üzerine
koydular, bir gün ve gecede asadan bir miktar yedi. Buna göre hesap ettiler ve baktılar ki, o, bir yıl
önce ölmüş. Onlar bir yıl boyunca Süleyman (a.s.)'ın ölümünden sonra da işlerine devam etmişlerdi.
İşte, böylece cinlerin gaybı bildiklerine dâir sözlerinin yalan olduğunu insanlar anladılar. Şayet onlar
gaybı bilir olsalardı, Süleyman peygamberin ölümünü de bilirlerdi ve bir yıl boyunca onun için
çalışıp yorulmazlardı. İşte Allah Azze ve Celle'nin “Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü
onlara ancak değneğini yiyen canlı farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı
bilselerdi, horlayıcı azap içinde kalmazlardı” kavlinin mânâsı budur. Allah Teâlâ insanlara onların
durumunu açıklayarak yalan söylediklerini beyan ediyor. Sonra şeytanlar kurda dediler ki: ‘Eğer sen
yemek yiyeceksen, sana en güzel yemekleri getiririz. Eğer sen şarap içeceksen en güzel içecekleri
sana sunarız. Ancak biz sana su ve çamur taşırız. Râvî der ki: Nihayet onlar o kurda su ve çamur
taşıdılar. Görmez misiniz, ağacın kovuğunda bulunan çamuru? Şeytanlar sırf ona teşekkür için bu
çamuru taşımaktadırlar. Bu haber -Allah bilir ya- ancak Ehl-i Kitâb bilginlerinin söyledikleri
sözlerden [İsrâilîyyât] ibarettir. Bu türden sözler üzerinde dikkatle durulmalıdır. Hakikate uygun
olanları doğrulanır. Hakikate aykırı olanlar da yalanlanır. Geriye kalanlar ise ne doğru kabul edilir,
ne de yalan sayılır. İbn Vehb... Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den nakleder ki; o, “Ölümünü
onlara ancak değneğini yiyen canlı fark ettirdi” kavli hakkında şöyle demiş: ‘Süleyman (a.s.) ölüm
meleğine ‘benim canımı almakla emrolunduğun zaman, bunu bana bildir!’ dedi. Ölüm meleği ona
gelip dedi ki: ‘Ey Süleyman! Senin canını almakla emrolun-dum. Senin yirmi dört saatten az bir
zamanın kaldı. Süleyman (a.s.), şeytanları çağırıp kendisi için camdan bir köşk yaptırdı ve köşke
kapı yapmadı. Ayağa kalktı, asasına dayanıp namaz kılmaya başladı. Râvî der ki: Ölüm meleği onun
yanına girdi ve o asasına dayanmış halde iken ruhunu aldı. Süleyman peygamber ölüm meleğinden
korktuğu için böyle yapmış değildi. Cinler onun önünde çalışıyor ve onun diri olduğunu zannederek
kendisine bakıp işlerine devam ediyorlardı. Allah Teâlâ ağaç kurdunu göndererek asanın içine
girdirdi ve kurt âsâyı yedi. Asanın içini yiyip bitirince, değnek dayanamaz oldu ve Süleyman düştü.
Cinler bunu görünce kalkıp etrafına koşuştular. İşte, yukarıdaki ayetin kastettiği anlam budur. Asbağ
İbn Ferec der ki: Başkasının bana anlattığına göre, ağaç kurdu bir yıl boyunca ağacın içinden yiyordu
ve o düşmemişti. Seleften başkası da böylece zikretmiştir. Allah en doğrusunu bilendir. (İbn Kesir)

15- Ant olsun ki, Sebe' kavmi için iskân ettikleri yerde bir ayet vardı: Sağdan
ve soldan iki bahçe! -“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin
[karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rab!”-

Yukarıda Allah’a şükretme çağrısı yapılmış, Davud ve Süleyman


peygamberler de “nimetlere şükreden kullar” olarak tanıtılmıştı. Sonra da onların
şahsında şükrün [nimetin karşılığını ödemenin] önemi belirtilerek herkesin
şükredemediğine dikkat çekilmişti.
15-21. ayetlerden oluşan pasajda ise şükretmeyip nankörlük eden bir toplum ve
akıbeti örnek gösterilmektedir. Bu topluma sağdan soldan iki cennet verilmiş, yani
dünya hayatı onlara çok kolaylaştırılmış, kendilerine bol bol nimetler verilmiş ve
bunların karşılığında kendilerine “Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin
[karşılığını ödeyin]!” denilmişti. Yani “size bu nimeti veren bağışlayıcı Rabb’i
sakın unutmayın! Size verilen nimetlerden işsizlere, aşsızlara Allah’ın hakkı olarak
belirli bir pay ödeyin!” denilmişti.

SEBE’ ÜLKESİ

Daha evvel Neml suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c.4. s.135) Sebe’ ile
ilgili olarak şu ansiklopedik bilgiler verilmişti:

Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki
Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi.
Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca
Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da

20
Arabistan'da Yemen ve Hadramut, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın meşhur
başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç
kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Suriye,
Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile
meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin
kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de
ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış
olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunanlı tarihçiler Sebe’
ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. (Ansiklopediler)

Sebe Krallığı, Güneybatı Arabistan'da yerleşik bulunuyordu ve en parlak dönemlerinde [M.Ö.


ilk bin yılda] yalnızca Yemen'i değil, Hadramevt'in geniş bir bölümünü, Mahrah topraklarını ve
şimdiki Habeşistan'ın büyük bir bölümünü de içine alıyordu. Sebeliler, başkent Ma’rib'in -bazan
Mârib olarak okunuyordu- çevresinde, yüzlerce yıllık bir zaman kesiti içinde, günümüze kadar ayakta
kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla tarihte büyük bir ün yapmış olan olağanüstü barajlar, bentler ve
suyolları şebekeleri inşa etmişlerdi. Sebe ülkesi, bütün Arap Yarımadası'nda dillere destan olan
muazzam gelişmesini bu büyük barajlara borçluydu. (H. 334'de ölen coğrafya bilgini Hemedânî bu
barajlar şebekesinin suladığı toprakların Doğuya, Rub‘u'l-Hâlî sınırları çevresindeki Sayhad çölüne
doğru uzandığını nakleder.) Ülkenin zenginleşmesi, halkının ticarî faaliyetlere yoğun ilgisinden ve
Ma’rib'den Kuzeyde Mekke, Medine ve Suriye'ye, Doğuda Arap Denizi kıyılarındaki Zufâr'a doğru
ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin'e bağlanan deniz yolları ile birleşen “baharat yolu”nu kontrol
etmelerinden ileri geliyordu. Yukarıdaki pasajın değindiği dönem, tabii, 27:22-44'de sözü edilenden
daha sonraki bir zamana tekabül eder. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

16 - Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim


[barajların] selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve
içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.
17 – Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve
Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız.

Verilen nimetlere karşılık Sebeliler şükretme görevini ihmal ettiler ve Allah'ın


verdiği nimeti inkâr ettiler. Allah Arim [baraj] selini göndererek onları cezalandırdı.
Sel, bütün sulama sistemini bozdu. Bahçelerini, ülkelerini, içinde çok dikenli, acı
meyveli, bir nevi meyveli misvak, sidr ve ılgın gibi küçük, bodur ağaçlar bulunan
kötü manzaralı, tarıma elverişsiz bir araziye çevirdi. Böylece baraj seli nedeniyle
bütün ülke harap oldu. Sidir ağacı, Türkiye’nin Toros dağlarında da yetişen ve çam,
köknar ailesinden olan “Sedir” ağacıyla karıştırılmamalıdır. Sidir ağacı, meyvesiz,
dikenli, bodur bir çöl bitkisidir. Kayda değer bir gölgesi bile olmayan bu bitkiye
“Arabistan Kirazı” da denir.

“ ‫العرم‬ARİM” SÖZCÜĞÜ

Bu sözcük, “vadinin kendisiyle engellendiği set” anlamındaki “ ‫عرمة‬arimet”


sözcüğünün çoğuludur. (Lisanü’l Arab; c. 6, s. 214, “arm” mad.)

Ayetteki “Arim” sözcüğü ile ilgili olarak klasik eserlerde şu bilgiler


verilmiştir:

1- Bu, o şeddin harap olmasına sebep olan köstebeklerdir. Çünkü Belkıs, aralarında yollar
bulunan dağlara yöneldi. Böylece de, o yolların (çıkış noktalarına), geçitlerine setler yaptı. Derken,
yağmur suları ve kaynak suları oralarda toplandı ve âdeta bir deniz haline geliverdi ve buralara,
sırayla birbirinin üzerinde olmak üzere üç kapı, kapak yerleştirdi. Öyle ki, bu kapıların ancak biri
açıldıktan sonra diğeri de açılıyordu. Derken köstebekler o seddi deldiler. Böylece de o setler harap
oldu ve biriken sular, onların aleyhine bir tehdit oluşturmaya başladı.

21
2- Arim, seddin adıdır. Bu sed de, Arîm'in toplanması demektir. Arim ise taşların bir araya
gelmesidir.
3- Arim, kendisinden o suyun kaynaklanmış olduğu vadinin adıdır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Arim seli, cahiliyye döneminde söylenen rivayetlerle, eski Arapça kitapların üzerine bina
edildiği olaylardan biridir. Sel mağduru çoğu Yemen kabileleri, Arap yarımadasının kuzeyine, doğu
sahillerine, Şam ve Irak beldelerine hicret ettiler. Hicret edenler arasında Yesrib'e [Medine-i
Münevvere] yerleşen Evs ve Hazreç, Şam ülkesinde devlet kuran Gassaniler, Irak ülkesinde devlet
kuran Lahmiyyun, Amman'da devlet kuran Benu Abdulkays da bulunmaktadır. Tarihçiler bu
felaketin Nebevi bi'setten yaklaşık dört yüz sene önce gerçekleştiğini tahmin ederler. (Derveze; et
Tefsirü’l Hadis)

el-Kuşeyrî dedi ki: Bunların "Himar [eşek]" lakaplı bir başkanları vardı. Bunlar İsa ile
Muhammed (sav) arasındaki fetret döneminde idiler. Denildiğine göre, bunun bir oğlu vardı ve öldü.
Bunun üzerine başını semaya doğru kaldırıp tükürdü ve kâfir oldu. İşte bundan dolayı "Himar'dan
daha kâfir" tabiri kullanılmaktadır. el-Cevherî dedi ki: "Himar'dan daha kâfir" deyimi şuradan
gelmektedir: Ad kavmine mensub bir adamın birkaç oğlu vardı. Bu da çok büyük bir küfür ile kâfir
oldu. Onun topraklarından kim geçerse, mutlaka o kişiyi küfre davet ederdi. Çağrısını kabul ederse
onu bırakır, değilse öldürürdü. Daha sonra Arim seli onların bahçelerini alıp götürünce, ileride
açıklanacağı üzere- etraftaki ülkelere dağıldılar. Bundan dolayı darbımeselde “Sebeliler gibi
darmadağın oldular” denilmektedir. Denildiğine göre Evs ve Hazrecliler de onlardandır. (Kurtubi; el-
Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

ez-Zeccac dedi ki: Arim, üzerlerinde kapatılmış bulunan seddi oyan farenin adıdır. Kendisine
"el-Huld" denilen de odur. Katade de böyle demiştir: Selin olmasına kendisi sebep teşkil ettiğinden
sel ona nispet edilmiştir.
İbnu'l-Arabî de: Arim fare isimlerinden bir isimdir, demiştir.
Mücahid ve İbn Ebi Necih de şöyle demişlerdir: Arim Yüce Allah'ın seddi, içine göndermiş
olduğu kırmızı bir sudur. Bu su, seddi çatlatmış ve yıkmıştır.
Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Arim çok şiddetli yağmur demektir. "Re" harfi sakin
olarak "arm" de denilir.
ed-Dahhak'tan rivayete göre; bunlar İsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki
fetret döneminde yaşamışlardı.
Amr b. Şurahbil de şöyle demektedir: Arim sed demektir. el-Cevherî de böyle demiştir. el-
Cevherî'nin dediğine göre bunun kendi lafzından tekili yoktur. Tekilinin "arime" olduğu da
söylenmektedir.
Muhammed b. Yezid dedi ki: İki şey arasında engel teşkil eden her bir şeye arim denilir. Engel
[sed] diye adlandırılan şey de budur ve bu "Arime"nin çoğuludur.
en-Nehhas dedi ki: İki dağ arasında toplanan yağmur suyunun önünde eğer bir engel varsa,
buna arim denilir. Mısırlıların "Hibs" adını verdikleri engel budur. Onlar istedikleri vakit bu engeli
kaldırırlar. Bahçeleri yeteri kadar su aldığı vakit yine burayı tıkarlardı. (Kurtubi; el-Camiu li
Ahkami’l-Kur’an)

Metindeki "seyle’l-arim" ifadesinde kullanıldığı gibi, 'arim' kelimesi "baraj, set" anlamına
gelen ve Güney Arapçasında kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan
kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela, Yemen'in
Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Me'arib seddinin tamirinden sonra yazdırdığı M.S 542 ve 543
tarihli bir kitabede bu kelime tekrar tekrar baraj [set] anlamında kullanılmıştır. O halde Seyle’l-arim,
bir set yıkıldığında meydana gelen sel felaketi anlamına gelir. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

Bu felaketin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat Ma’rib Barajının ilk yıkılışının
muhtemel tarihi M.S. 2. Yüzyıl olabilir. Bu olaydan sonra Sebe Krallığı büyük ölçüde harap oldu ve
bu da güneyli [Kahtân] birçok kabilenin Yarımada'nın kuzeyine doğru göç etmelerine yol açtı.
Ardından, barajlar ve kanallar şebekesi belli ölçüde onarıldı, fakat ülke eski refah düzeyine bir daha
ulaşamadı ve İslam'ın zuhurundan 20-30 yıl önce de bu büyük baraj tamamen çöktü. (Muhammed
Esed; Kur’an Mesajı)

22
Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, “arim” sözcüğü “barajlar, bentler,
sedler” demektir. Tarihin bir döneminde Yemen’deki bu barajlar yıkılmış, boşanan
sel suları ülkeyi tamamen mahvetmiştir.
Ayetteki “şükretmemek" ifadesinden bu toplumun sahip olduğu nimetlerin
karşılığını Allah’a ödemedikleri, yani işsizlere iş, aşsızlara aş vermedikleri,
yetimleri kerimleştirmedikleri, infakta bulunmadıkları anlaşılmaktadır.
Demek oluyor ki, bu kavmin ileri gelenleri “hep bana” demişler, tekasür
hastalığına tutulmuşlar, işin sonunu hesap etmemişlerdir. Gelir dağılımındaki
olumsuzluk toplumdaki bir kesimin nefretine, kıskançlığına ve hıncına neden
olmuş, bu da ilahi bir ceza olarak barajın yıkılmasına ve toplumun perişanlığına
neden olmuştur. Kendi yaptıklarının bir sonucu olarak cennet olan ülkeleri
cehenneme dönmüştür. Bu durum bize Tekasür suresinde verilen ilahî mesajı
hatırlatmalıdır:

“Hayır… Hayır… Eğer ki ılme’l-yakîn /kesin bilgi ile bilirseniz, cahîmi [çılgınca yanan ateşi]
mutlaka görürsünüz.” (Tekasür/5, 6)
Biz Tekasür/5, 6’da sözü edilen “cahîm”in âhiretteki cehennem değil,
dünyadaki cehennem olduğu kanısındayız. Şöyle ki: Bu dünyevî cehennem, Tekâsür
ile eğlenmenin ve zevklenmenin sonucunda ortaya çıkan perişanlıktır, ıstıraptır,
sıkıntıdır, bunalımdır; yanan ateştir.
Kur’ân'da “cahîm” sözcüğünün dünyadaki alevli ateş için de kullanıldığını
gösteren bir başka örnek de Saffat/97’dir.
Dediler ki: “Şunun için bir bina yapın da bunu çılgınca yanan ateşin ortasına [cahîme] atın!”
(Saffat/97)
İbrahim peygamberin karşıtları tarafından ateşe atılmasının anlatıldığı bu
ayette geçen ve “çılgınca yanan ateş” olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali de
“cahîm”dir.
Yukarıdaki bilgiler ve vardığımız sonuçlar esas alındığında, insanlığa sunulan
evrensel mesaj şu şekilde açıklanabilir:
“Eğer çokluk yarışı yapmanın, gösterişin, lüksün ve bunlardan zevk almanın,
bunlarla eğlenerek oyalanmanın ne demek olduğunu, bunların nelere mal olduğunu
bilimsel bir gerçekle bilseydiniz, o zaman karşınızda cahîmi, cehennemi,
perişanlığı, acıları, feryatları, sıkıntıları görürdünüz; bu davranışlarınızla kendiniz
için, çevreniz için, ülkeniz için, dünya için bir cehennem hazırladığınızı fark
ederdiniz.”
Dünyadaki cehennemleri görmek ve insanlara cehennem sıkıntısı veren bu
faciaların oluşma sebeplerini belirlemek için gerek kendi hayatımızda ve gerekse
çevremizdeki insanların veya toplumların hayatlarında görülen bazı trajik olayları
iyi analiz etmek, “neden” diye sorarak problemin ana kaynağını doğru teşhis etmek
gerekmektedir: Dünyadaki bu tür cehennemlerin sayıca fazlalığı, bunlara neden
olan sebeplerin fazla olduğu göstermez.. Bilinmelidir ki, bütün bu cehennemlerin
tek bir sebebi vardır: Çoğaltma yarışı ve çokluktan zevk almak, çoklukla
oyalanmak, çoklukla eğlenmek, çok, daha çok yapabilme istek ve gayretleri...
Tekâsür hastalığına yakalanarak tekâsür ateşini yakmış olanlar, bir taraftan bu
ateşi söndürmemek ve daha da büyütmek için ellerinin uzandığı her yerden haklı
haksız toplayıp sömürür ve semirirlerken, diğer taraftan da topladıklarını
kaptırmamak için aynı kaynaktan beslenmek isteyen rakiplerini sabote ederler,
yalan ve iftiralar ortaya atarak onlarla mücadele ederler. Sonunda durum öyle bir
hâl alır ki, hem tekâsür ateşini yakmış olanlar hem de bunların beslendiği,
sömürdüğü suçsuz günahsız insanlar ateşin içinde kalırlar. Kaldıkları o şey bir
dünya cehennemidir. Suçsuz ve günahsız insanların cehennemi ezilmek,

23
sömürülmek, çaresiz bırakılmak şeklinde gerçekleşirken, bizzat ateşi yakanların
cehennemi ise topladıklarını başka tekâsür hastalarına kaptırmamak, korumak ve
daha da arttırmak için kaygı ve hasret duyarak huzursuzluk çekmeleridir. Bu
özellikteki birey ve toplumlar sürekli kendilerine düşman yaratarak geceleri
uyuyamaz hâle gelirler ve böylece içinde yaşadıkları ortamı bizzat kendi elleriyle
cehenneme çevirirler. (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s. 296-299)

18 – Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta


şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik:
-Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin gelin!-
19 – Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve
nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen
didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette ayetler
vardır.

Sebe toplumuna iki cennetten başka, rahat, güvenli yollar, yakın mesafede
komşu kentler, köyler de verilmişti. Bu nedenle çevre kentlerle de gayet barışçı
ilişkileri vardı. Bu yüzden ticaretlerini de güven içinde yapabilmekteydiler. Ne var
ki, bu nimetlerin değerini bilmediler, şükretmediler. Taşkınlıklarıyla “Rabbimiz!
Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler. Yani kendi elleriyle belalarını istediler
ve cezalandırıldılar. Oradan sürüldüler
Sebe’ ülkesinin diğer bir özelliği de “güven ve emniyet” içinde olması idi.
Ayrıca bu ülke, sırt sırta, birbirine yakın, bakınca diğerini görebilen kasaba ve
şehirlerden oluşmuştu. “O bereket verdiğimiz memleketler” ifadesinden, bu
şehirlerin aynı zamanda bereketli, verimli, temiz ve manevî değeri olan şehirler
olduğunu anlıyoruz. Ayetteki “o bereket verdiğimiz ...” ifadesiyle Kur’an’da Suriye
ve Filistin bölgeleri kastedilir. (A’raf/137, Enbiya/71, 81)

Sebelilerin Efsanelen İşleri:


Yani, "Sebeliler her yönden o kadar darmadağın oldular ki, artık onların bu dağınıklığı herkes
tarafından bilinir oldu. Bugün bile Araplar bir topluluğun tamamen dağılışından bahsetmek isteseler
Sebelileri örnek gösterirler. Allah nimetlerini onlardan geri aldığında, çeşitli Sebe kabileleri
yurtlarından ayrılıp Arabistan'ın başka bölgelerine göç etmeye başladılar. Benû Gassân, Suriye ve
Ürdün'e; Evs ve Hazreç Yesrib'e; Huzaa da Cidde yakınlarındaki Tihane'ye yerleşti. Ezd kabilesi
Umman'a gitti. Beni Lahm, Cuzam ve Kinde kabileleri de başka yerlere göç etmek üzere yurtlarını
terk etmek zorunda kaldılar. Böylece Sebeliler artık millet olmaktan çıktılar ve sadece bir efsane
oldular." (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

19. ayetin sonundaki “Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette
ayetler vardır” ifadesi ile Allah nimet verdiğinde şımarmayan, Allah'ı unutmayan,
Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyen fert ve toplumların bu tip tarihi
olaylardan ibret alacakları, tarihi tekerrür ettirmeyecekleri açıklanmaktadır.

Ayetteki “Seferlerimizin arasını uzaklaştır” ifadesi, Yahudilerin Bakara/61’de


nakledilen “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, artık bizim için
Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından,
sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” şeklindeki sözlerine
benzemektedir. İsraillilerin bal börek, baklava kaymakla beslenirken “soğan
sarımsak” talebinde bulundukları gibi, Sebeliler de kendi elleriyle, ayaklarıyla
felaketi davet etmişlerdir.
Anlaşıldığına göre, Sebe toplumunun “Seferlerimizin arasını uzaklaştır”
şeklindeki sözleri, inançlarının bozukluğundan dolayı dile getirilmiş bir taleptir. Bu

24
ukalaca talep, bir kimsenin kendisini dövemeyeceğini sandığı birine “Haydi
vursana! Erkeksen gelsene!” demesi gibi bir şeydir. Bu ifadeyi ya doğrudan
kullanmışlar ya da hal ve tavırlarıyla bu anlama gelecek hareketlerde
bulunmuşlardır. Yani elleriyle ayaklarıyla belalarını istemişlerdir.

20 – Ve ant olsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını tasdik etti de müminlerden
ibaret bir kesimden başkası ona [İblise] uydular.
21 – Hâlbuki onun [İblis] için, onlar üzerinde hiçbir sultan [kudret] yoktu.
Fakat Biz ahirete imanı olanı, ondan şek içinde bulunandan [yeterli bilgisi
olmayandan] ayırt edecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır.

Bu ayetlerde, İblis’in hiçbir zorlama gücü olmadığı halde Sebe’ toplumunun


İblis’e uyarak azdıkları, şımardıkları ve bunun sonucunda da cezalandırıldıkları
bildirilmektedir. Ayette Rabbimizin bize daha evvel temsili anlatımlarla verdiği
bazı mesajlara da gönderme yapılmaktadır:

(İblis) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru
yoluna oturacağım; sonra yine and olsun ki, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A’raf/16, 17)

Ve hani Biz bir vakit meleklere; “Âdem'e secde edin” demiştik de İblis'ten başka hepsi secde
etmişlerdi. O; “Ben bir çamur olarak [madde olarak] yarattığın kimseye mi secde ederim?” demişti.
(İsra/62)

(İblis) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım;
ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna” dedi. (Sad/82, 83)

O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka
ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka
azdıracağım!” (Hıcr/39, 40)

Görüldüğü üzere, yukarıdaki ayetlerde, İblisin çok az bir grubu hariç,


insanların tamamını azdırıp şükredici olmamalarını temin edeceği nakledilmiştir.
Sebe’ halkının akıbeti şeytanın bu işlevine çok güzel bir örnektir. Çünkü bu halk
şükretmeyip nankörlerden olmuş ve bu haliyle de şeytanı doğrular bir duruma
düşmüştür.
20. ayette “müminlerden ibaret bir kesimden başkası” ifadesine göre, Sebe’
toplumu içindeki inananlar küçük bir azınlıktan ibaretti. Merhum Mevdudi’nin bu
konuyla ilgili tespitleri şöyledir:

Tarih, eski çağlarda Sebeliler arasında sadece Allah'a ibadet eden küçük bir topluluğun
yaşadığını göstermektedir. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Yemen'de bulunan kitabeler
bu küçük unsurun varlığına işaret etmektedir. Yaklaşık olarak M.Ö. 650 yıllarına ait kitabeler, Sebe
krallığı içinde, sadece Zu-Semevî veya Zû-Semâvi'ye, yani Rabbu’s-Sema’ya [Göklerin Rabbine]
ibadete hasredilmiş evler bulunduğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu ilahtan “Meliken Zû-Semavi
[Göklerin sahibi olan Melik] diye bahsedilmektedir. Sebelilerin bu mirası Yemen'de yüzyıllarca
yaşamaya devam etmiştir. M.S. 378 tarihli bir kitabede "Bu mabet, ilah Zû-Semavi'ye aittir” ifadesi
bulunmaktadır. M.S. 465 tarihli bir kitabede de şöyle bir ifade yer alır: "Bi-nasr ve riza ilahin bel
semin ve ardin [Göklerin ve yerin sahibi olan İlah’ın yardım ve rızasıyla]” . M.S. 458 tarihli başka
bir kitabede ise Rahman kelimesi, “Bi-rıza Rahmanen [Rahmanın yardımıyla]” şeklinde
kullanılmaktadır. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

İblis’in bir toplumu nasıl nankörleştirdiği, şu başlıklar altında sıralanabilir:


* Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emrederek ve önererek,

25
* Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmedikleri şeyleri söylemelerini
emrederek,
* Fakirlikle korkutarak,
* Kuruntulara düşürerek,
* Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emrederek,
* Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayarak,
* Vesvese verip zihin bulandırarak,
* Yaptıkları ameller ile şımartarak,
* Azdırarak,
* İçki, uyuşturucu, kumar ve lüks yaşamla aralarında düşmanlık ve kin
sokarak,
* Allah'ı anmaktan ve namaz-niyazdan onları geri bırakarak...

Merhum Mevdudi, Sebelilerin nankörlüğünü örnek olarak karşımıza getiren


15- 21. ayetler bağlamında Sebe kavmiyle ilgili şu değerli bilgileri vermektedir:

Yunan ve Roma tarihçileri ve coğrafya bilgini Theophrastus (M.Ö. 288) de, İsa'dan öncesinden
itibaren, çağlar boyunca Hıristiyan tarihinin yanı sıra kavimden de bahsetmektedirler.
Bu kavmin yurdu bugün Yemen denilen Arabistan yarımadasının güneybatı köşesiydi.
Yükselişi M.Ö. 1100 yıllarında başlamıştır. Davud ve Süleyman Peygamberler zamanında Sebeliler,
zenginlikleriyle dünyaca meşhur bir kavimdi. Başlangıçta güneşe tapıyorlardı. Daha sonra,
kraliçelerinin Hz. Süleyman zamanında imana gelmesinden (M.Ö. 965-926) sonra muhtemelen çoğu
Müslüman oldu. Fakat zamanı tam tesbit edilemeyen daha sonraki bir dönemde tekrar Elmaka [Ay
Tanrısı] , Ester [Venüs] , Zat Hamim, Zat Bed'an [Güneş Tanrısı] Hermeten veya Herimet gibi
birçok tanrı ve tanrıçaya tapmaya başladılar. Baş tanrıları Elmeka'ydı. Krallar ülkede onun temsilcisi
olarak hüküm sürüyorlardı.
Yemen'de yapılan kazılar sonucu, bu tanrılar ve özellikle de Elmaka için her tarafta mabetler
yapıldığını ve her önemli olayda bu tanrılara kurbanlar sunulduğunu gösteren birçok yazıtlar ortaya
çıkarılmıştır.
Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, bu kavmin tarihine ışık tutan yaklaşık 3000
kadar kitabe bulunmuştur. Bunların yanı sıra, Arap ravilerinin ve Romalı, Yunanlı tarihçilerin
verdikleri bilgiler de kullanılırsa, bu kavmin ayrıntılı bir tarihi hazırlanabilir. Bu bilgilere dayanarak
aşağıdaki dönemlerin bu kavmin tarihinde önemli dönemler olduğunu söyleyebiliriz:
1- M.Ö. Yedinci Yüzyılın yarısından önceki dönem: Sebe kralları bu dönemde Mukarrib diye
anılıyordu. Bu, kralların kendilerinin insanlarla tanrılar arasında bir bağ olduğunu iddia ettiklerini
veya başka bir deyişle rahip-krallar olduklarını ifade eder.
Başkentleri, bugün Heribe denilen ve Me'arib'in bir günlük yol batısında kalıntıları bulunan
Sirve idi. Büyük Me'arib barajının temelleri bu dönemde atılmıştı; daha sonraki dönemlerde gelen
krallar bu barajı zaman zaman genişletmişlerdir.
2- M.Ö. 650-M.Ö. 115: Bu dönemde Sebe kralları, dinsel yönetimin yerini laik krallık
yönetimine bıraktığını gösteren Melik adını aldılar ve Mukarrib adını kullanmaz oldular. Sirve'yi
bırakıp Me'arib'i başkent yaptılar ve onu her yönden geliştirdiler. Bu şehir denizden 3900 fit
yüksektedir ve San'a'nın yaklaşık 60 mil doğusundadır. Bugün bulunan harebeleri bile, bir zamanlar
çok gelişmiş bir kavmin merkezi olduğuna şahitlik etmektedir.
3- M.Ö. 115-M.S. 300: Bu dönemde Sebe krallığı, Sebe kavminin ileri gelen kabilelerinden
biri olan Himyerilerin yönetimi altına girdi. Onlar Me'arib'i bırakıp, daha sonraları Zafar diye bilinen
Reydan'ı başkent yaptılar. Bu şehrin kalıntıları bugünkü Yerim şehri yakınlarındaki bir tepe üzerinde
hâlâ mevcuttur. Bu tepeye yakın bir yerde, belki de bir zamanlar bütün dünyaca zafer ve büyüklüğü
ile tanınan o büyük kavmin torunları olan Himyer adında küçük bir kabile yaşamaktadır. Aynı
dönemde krallığın bir bölümü için ilk defa Yemenet ve Yemenat kelimeleri kullanılmaya
başlanmıştır. Bu kelime daha sonraları Yemen'e dönüşmüş ve Asir'den Aden'e ve Babü'l-
Mendeb'den Hadramevt'e kadar uzanan bütün toprakların adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu
dönemde Sebelilerin gerileyişi de başlamıştır.
4- M.S. 300'den İslam’ın doğuşuna kadar olan dönem: Bu, Sebelilerin çöktüğü dönemdir. Bu
dönemde Sebeliler, dış müdahalelere meydan bırakan iç savaşlara dalmışlardı. Bu, onların ticaret ve
tarımlarının gerilemesi, hatta siyasal özgürlüklerinin bile kaybedilmesi ile sonuçlandı. Himyeriler ve
diğer kabileler arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanan Habeşiler, Yemen'i işgal ettiler ve M.S.

26
340'tan M.S. 378'e kadar yönettiler. Daha sonra siyasal özgürlüklerini kazanmalarına rağmen büyük
Me'arib barajında çatlaklar görülmeye başladı ve bu çatlaklar, Sebe’/1’de değinilen selin yol açtığı
büyük bir felaketle sonuçlandı (M.S. 450-451). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine dek baraj tamir
edildi, fakat ne dağılan insan topluluklarını geri getirebildi, ne de bozulan tarım ve sulama sistemi
eski haline döndürülebildi. M.S. 523'te Yemen'in Yahudi kralı Zu-Nuvas Necran Hıristiyanlarını
katletti. Kur'an-ı Kerim'de bu olaya Ashab-ı Uhdud diye değinilmektedir (Büruc/4). Bunun
intikamını almak için Habeşistan'daki Hıristiyan krallığı Yemen'i işgal etti ve bütün toprakları ele
geçirdi. Daha sonra Yemen'in Habeşli yöneticisi Ebrehe, Kâbe’nin merkezi durumuna bir son
vermek ve bütün Batı Arabistan'ı Bizans-Habeş etkisi altına almak için, Hz. Muhammed'in (s.a)
doğumundan bir kaç gün önce, M.S. 570 veya 571'de Mekke üzerine yürüdü. Habeşistan ordusu,
Kur'an'da Ashabü'l-Fil adı altında anlatıldığı şekliyle tamamen helak oldu. En sonunda M.S. 575'de
Yemen, İran'lıların eline geçti. Yemen meliki Bazan, İslamı kabul edince onların yönetimi de M.S.
628'de sona erdi.
Sebe halkı zenginliğini iki şeye borçluydu: Tarım ve ticaret. Tarımlarını, daha önceden Babil
hariç hiçbir yerde bilinmeyen bir sulama sistemi ile geliştirmişlerdi. Ülkelerinde doğal akarsular
yoktu, yağmurlu mevsimlerde tepecikler arasına inşa ettikleri setler sayesinde küçük gölcüklerde su
toplanır ve ülkenin her tarafında yapılan bu gölcüklerden tarlalarına su taşımak için kanallar inşa
ederlerdi. Bu, Kur'an'da da değinildiği gibi bütün ülkeyi verimli bir bahçe haline getirmişti. En
büyük su deposu, Me'arib yakınındaki Cebel Belek'in girişine inşa edilen baraj sayesinde biriken
göldü. Fakat Allah nimetlerini onlardan geri alınca, en büyük baraj M.S. beşinci yüzyılın ortalarında
yıkıldı ve meydana gelen sel birbiri arkasına ülkedeki bütün barajları yıktı. Bu da bütün sulama
sisteminin bir daha tamir edilemeyecek şekilde bozulmasıyla sonuçlandı.
Allah, Sebelilere ticaretle ilgili olarak da yararlanabilecekleri çok avantajlı bir coğrafi mekân
ihsan etmişti. Bin yıldan fazla Doğu ile Batı arasındaki ticaret araçlarını tekellerinde tuttular. Bir
taraftan limanlarına Çin'den ipek, Endonezya ve Malabar'dan baharatlar, Hindistan'dan dokuma ve
kılıçlar, Güney Afrika'dan zenci köleler, maymunlar, devekuşu tüyleri, fildişi geliyor, diğer taraftan
bu malları daha sonra Roma ve Yunanistan'a nakledilmek üzere Mısırlı ve Suriyeli tacirlere
satıyorlardı. Bunun yanı sıra Sebeliler, Mısır, Suriye, Roma ve Yunanistan'da büyük revaç bulan
buhur, anbar, mür ve daha başka parfümler üretiyorlardı.
Bu uluslararası ticaret için iki önemli yol vardı: Kara yolu ve deniz yolu. Deniz ticareti bin
yıldan fazla Sebelilerin kontrolünde kaldı, çünkü Kızıldeniz'in esrarengiz muson rüzgârlarını,
dalgalarını, kayalıklarını, emin limanlarını sadece onlar biliyorlardı ve başka hiçbir kavim bu
tehlikeli sularda denizcilik yapmayı göze alamıyordu. Bu deniz yolu ile Sebeliler ticaret mallarını
Ürdün ve Mısır limanlarına götürüyorlardı. Aden ve Hadramevt'ten gelen kara yolları Me'arib'de
birleşiyor, oradan da Mekke, Cidde, Yesrib, El'ula, Tebuk ve Eyle'den Petra'ya giden bir yola
uzanıyor, bu yol kuzey ucunda Mısır ve Suriye'ye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu kara yolu
boyunca Kur'an'da zikredildiği gibi Yemen'den Suriye sınırlarına kadar uzanan ve ticaret
kervanlarının gece gündüz uğradığı birçok Sebe kolonisi kurulmuştur. Bu kolonilerin işaretlerine
bugün hâlâ Sebe ve Himyeri kitabelerinin bulunduğu bu yol üzerinde rastlanmaktadır.
Hz. İsa'dan sonraki birinci yüzyıldan sonra Sebelilerin ticareti kötüye gitmeye başladı.
Ortadoğu'da Yunan, daha sonra da Roma krallıkları kurulduktan sonra halk Arap tacirlerinin
kurdukları tekel nedeniyle oryantal mallar için çok yüksek fiyatlar talep etmelerinden şikâyetçi
olmaya ve yöneticileri onların deniz ticaretindeki tekeli kırmaya teşvik etmeye başladılar.
Bunun üzerine başlangıçta Mısır'ın Yunanlı yöneticisi II. Batlamyus (M.Ö. 285-246) yaklaşık
olarak yedi yüzyıl önce Firavun Sesostris tarafından kazılan Nil-Kızıldeniz kanalını tekrar açtı.
Bunun sonucu olarak ilk Mısır donanması ilk defa bu kanaldan Kızıldeniz'e girdi, fakat Sebelilere
karşı fazla başarı kazanamadı. Mısır, Romalıların eline geçince, Romalılar, Kızıldeniz'e daha güçlü
bir ticaret filosu gönderdiler ve bu filoyu arkadan başka bir donanma ile de desteklediler. Sebeliler
bu güce karşı koyamadılar. Romalılar her limanda kendi ticaret kolonilerini kurdular, gemiler için
erzak depoladılar ve mümkün olan her yere askeri kuvvetlerini de yerleştirdiler. En sonunda Aden,
Romalıların askeri yönetimi altına girdi. Bu hususta Roma ve Habeşistan krallıkları Sebelilere karşı
gizli ve ortak planlar kurdular ve en sonunda bu kavmi siyasal özgürlüğünden de mahrum bıraktılar.
Deniz ticareti yolundaki denetimlerini yitiren Sebelilere sadece karayolu ticareti kaldı, fakat bir
çok faktör birleşerek yavaş yavaş bu ticareti de ellerinden çıkarmalarına sebep oldu. İlk önce
Nebatiler, Petra'dan El-Ula'ya kadar bütün Hicaz ve Ürdün kolonilerini Sebelilerin elinden aldı.
Daha sonra M.S. 106'da Romalılar, Nebati krallığına bir son vererek Hicaz'a dek bütün Suriye ve
Ürdün yerleşim bölgelerini ele geçirdi. Bundan sonra Habeşistan ve Roma, iç karışıklıklardan
yararlanarak Sebelilerin ticaretini tamamen mahvetmeye çalıştılar. İşte bu nedenle Habeşistan, en
sonunda bütün bölgeyi ele geçirinceye dek defalarca Yemen'e saldırmıştır.

27
Böylece Allah'ın gazabı, bu kavmin zafer ve zenginliğin doruğundan bir daha yükselmeye
muktedir olamayacakları hiçliğe inmelerine neden olmuştur. Bir zamanlar Yunanlılar ve Romalılar
bu kavmin efsanevi zenginliğini duyup kıskanırlardı. Strabe şöyle diyor: "Sebeliler altın ve gümüş
kaplar kullanıyorlardı, evlerinin tavanları, duvarları ve kapıları bile fildişi, altın, gümüş ve değerli
taşlarla süslüydü." Pliny şöyle der: "Roma'nın ve İran'ın bütün zenginlikleri Sebelilerin ellerine
akıyor. Onlar bugün dünyanın en zengin halkı ve verimli toprakları, bahçeler, bitkiler ve hayvanlarla
dolu." Artemidorus ise şöyle der: "Bu insanlar lüks içinde yüzüyorlar. Yakacak olarak tarçın ağacı,
sandal ağacı ve başka güzel kokulu ağaçlar yakıyorlar." Aynı şekilde Yunan tarihçileri de Sebelilerin
sahip olduğu sahillerden geçerken gemilerin içinden bile bu toprakların güzel kokusunu duyan
yolculardan bahsederler. Tarihte ilk defa Sebeliler bir gökdelen inşa etmişlerdir. San'a'da bir tepenin
üzerine inşa edilen ve Gumdan kalesi denilen bu gökdelenin Arap tarihçilerine göre yirmi katı vardı
ve her kat 36 fit yüksekliğe sahipti. Sebeliler Allah kendilerine nimetlerini bol bol ihsan ettiği sürece
böyle bolluk ve eğlence içinde yaşadılar. En sonunda nankörlükte bütün sınırları aştıklarında, her
şeye gücü yeten Allah, yüzünü onlardan çevirdi. Onlar da sanki daha önceden hiç var olmamış gibi
helak oldular. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

22 - De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar,


göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde
[gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir
yardımcı da yoktur”.
23 – O’nun nezdinde şefaat, sadece O’nun izin verdiği kimseye fayda verir.
Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?" derler. Onlar:
"Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok büyüktür.
24 - De ki: “Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırır?” De ki: “Allah! Ve
şüphesiz ya biz, ya da siz kesinlikle bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir sapıklık
içindeyiz.”
25 - De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de
sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.”
26 - De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile
aramızı ayıracaktır. Ve O, Fettah’tır, Alîm’dir.
27 - De ki: “O'na ortaklar diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım!
Hayır, hayır... Bilakis O, Azîz’dir, Hakîm’dir.”

Bu ayet gurubunda, Allah’a ortak olduklarını iddia ettikleri ilahlarını er


meydanına çağırmaları için inkârcılara meydan okunmakta, bu inkârcıların
inançlarındaki yanlışlıklar ve tutarsızlıklar bir bir ortaya konmaktadır.
Bu bağlamda; müşrikler tarafından Resulullah’a yöneltilen sorulara cevap
verilerek bu sözde ortakların yerde ve göklerde zerre kadar ağırlığa malik
olmadıkları; Allah’ın onlardan hiçbirini yardımcı ve destekçi edinmediği; şefaatin
[yardım ve desteğin] sadece Allah’ın izin verdiği kişilere fayda vereceği;
inkârcıların kıyamet günü gerçeği itiraf edecekleri ama bunun hiçbir işe
yaramayacağı; aslında rızkı verenin Allah olduğunu kendilerinin de bilip kabul
ettikleri, buna rağmen çelişkili davrandıkları hatırlatılmakta ve ahiretin mutlak
surette gerçekleşeceği bildirilmektedir.
İnsanlar Allah’a genellikle ilahları ve rableri olduğu için değil, ihtiyaçlarının
karşılanması veya sıkıntılarının giderilmesi talebiyle ibadet ve dua ederler.
Konumuz olan 22. ayette “De ki: Allah’ın astlarından yanlış inandığınız kimselere
yakarın! Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar
için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için
onlardan bir yardımcı da yoktur” diye buyrularak zararları Allah’tan başka
kimsenin defedemeyeceği inancı oluşturulmak istenmiştir.
Bunu başka bir ayette şöyle görmüştük:

28
Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O’ndan başka giderecek biri yoktur.
Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O’nun fazlını geri çevirecek biri yoktur. O, onu [lütfunu]
kullarından dilediğine isabet ettirir. Ve O [Allah] çok yarlıgayıcı, çok merhametlidir. (Yunus/107)

Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabb’lerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara
kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir gurup, Rabblerine şirk koşarlar.
(Rum/33)

O [Allah], geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneş’i ve Ay’ı emre amade
kılmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk kendisinin olan sizin
Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip
olamazlar. Onları çağırırsanız onlar, çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler,
Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan [Allah] gibi
[kimse] haber veremez. (Fâtır/13)
Ve eğer seni yalanladılarsa hemen de ki: “Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir.
Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yunus/41)

De ki: “Ey kâfirler!


Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibadeti yapmam.
Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibadeti yapmazsınız.
Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibadeti
yapıcı değilim.
Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibadeti yapıcı
değilsiniz.
Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” (Kâfirûn/1-6)

Ve Saat’in dikildiği günde, işte o gün ayrılırlar.


Şimdi iman etmiş ve salihatı işlemiş kimselere gelince, artık onlar bir bahçe içinde
neşelendirilirler.
Şu küfredenlere, ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanlara gelince, işte onlar azap
içinde hazır bulundurulurlar. (Rûm/14- 16)

22. ayette konu edilen “sözde ilah”ların neler olduğu ise başka ayetlerde
bildirilmektedir: Bunlar azizler, bilginler, rahipler, hahamlar, Meryem oğlu Mesih
ve bu nitelik verilen şeylerdir. İnsanı insana kul eden herkes bu kavramın
kapsamına girmektedir. Hatta hürmetine Allah’a yalvarıp durulan türbeler ve
yatırlar da bunun içine girerler. Toplumumuzda birçok kimseden “Falanca türbeye
gittim, filanca hazretlerine yalvardım, adakta bulundum, çocuğum oldu, kızım
kocaya gitti, borçlardan, sıkıntılardan kurtuldum” şeklinde sözler duyulduğu
herkesin malumudur.

İşte onlar [ilâh olduğunu iddia ettiğiniz şeyler]; hangisi Rabblerine daha yakın olmak için
vesile arayarak yalvaran ve O'nun merhametini uman ve O’nun azabından korkan kimselerdir.
Gerçekten senin Rabbinin azabı korkunçtur. (İsra/57)

Onlar, Allah’ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı kendilerine Rabler
edindiler.. Oysa onlar sadece bir tek olan İlah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka
ilâh diye bir şey yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir. (Tövbe/31)

25. ayette konu edilen “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu


tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız” şeklindeki
ifade daha evvel İsra/15’te de geçmişti.

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak
kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber
göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/15)

29
Pasajın tamamı dikkate alındığında, Allah’a kulluk ve ibadetin ille de
ihtiyaçların karşılanması veya sıkıntılardan kurtulmak için değil, O’nun ilahlığı ve
rabbliği gereği yapılmasına dikkat çekilmiştir.

28- Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak


gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar.

Müşrikler için yaptırılan açıklamalardan sonra teselli ve motive edilmek için


peygamberimize “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar” diye hitap edilmiş ve onun sadece
yaşadığı kente ve yaşadığı çağın insanlarına değil, kıyamete kadar tüm insanlığa
elçi olduğu bir kez daha vurgulanmıştır. Burada vurgu Resulullah’ın kendi zatına
olmayıp görevinedir:

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden
başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim.
O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan
Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A’raf/158)

Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)

De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?”. De ki: “Benimle sizin aranızda Allah
tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur'ân vahyolundu. Allah’la
beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem”.
De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.”
(En’am/19)

Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan’ı [Ayırıcı’yı] indiren ne cömerttir [ne bol nimet
verendir]! (Furkan/1)

Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman ediciler değildir. (Yusuf/103)

İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe
olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir
grup da cehennemdedir. (Şura/7)

Yüce Allah, elçisini, insanlara teşvik olsun diye müjde vermesi, tedbirli
olsunlar diye uyarı yapması için göndermiştir:
Ey peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendi izniyle Allah'a bir
davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri
için Allah’tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere, münafıklara itaat da etme, onların
ezalarını bırak. Ve sen Allah'a tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter. (Ahzab/45-48)

De ki: “Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir
zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim.
Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme
müjdeleyenim.” (A’raf/188)

Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tur’un [dağın] yanında da değildin. Bilakis senden önce
kendilerine uyarıcı [peygamber] gelmeyen bir kavmi uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından
dolayı başlarına bir musibet geldiğinde hemen, “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber
gönderseydin de, ayetlerine uysak ve müminlerden olsak” diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye
Rabbinden bir rahmet olarak… [orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik].
(Kasas/46)

30
Şüphesiz Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik [elçi yaptık]. Her ümmetin
de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir. (Fâtır/24)

Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı
göndermedik de. (Sebe'/44)

Babaları uyarılmamış bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi kendisiyle uyarasın
diye Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin] indirdiği çok hikmetli Kur’an’a ant olsun ki
sen, o gönderilenlerdensin [elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin. (Ya Sin/2- 6)

29- Ve onlar “Eğer siz doğrulardan iseniz bu vaat ettiğiniz ne zaman?” derler.
30- De ki: “Size günün miadı [belirlenmiş zamanı] vardır ki, ondan ne bir saat
geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”

Bu ayetlerde Mekkeli müşriklerin “Bu vaat edilen [tehdit; dirilme, haşr,


yargılama ve cezalandırma] ne zaman?” şeklindeki sorularına karşılık verilmektedir.
Müşrikler vahiyle bildirilen kıyamet olgusunu sık sık gündeme getirir ve onun ne
zaman gerçekleşeceğini öğrenmek isterlerdi. Rabbimiz bu sorularına karşılık
vermekle beraber kıyametin zamanını gizleyerek onun gerçekleşme zamanının
müşriklerin arzularına göre olmadığını, bu zamanın belli olduğunu,
geciktirilmesinin veya erkene alınmasının söz konusu olmadığını bildirmektedir.

Sana, Saat'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin
katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size
ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi
Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’raf/187)

O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan
korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar
kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler. (Şûra/18)

Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar
sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. (En’am/116)

O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan
korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar
kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler. (Şura/18)

Günahlarınızdan sizi yarlıgasın ve sizi adı konmuş bir ecele [vadeye kadar ertelesin. Kuşkusuz
Allah’ın eceli [takdir ettiği vade] gelince ertelenmez. Eğer bilseydiniz. (Nuh/4)

Ve Biz onu sadece belli bir süreye kadar erteliyoruz.


O gün geldiğinde O’nun [Allah’ın] izni olmadan hiç kimse konuşmaz. İşte o gün onlardan
[insanlardan] bir kısmı bedbaht ve [bir kısmı da] mutludur. (Hud/104- 105)

31- Ve şu, inkâr eden kimseler, “Biz kesin olarak bu Kur’an’a inanmayız,
ondan öncekine de...” dediler. Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış,
sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Za’fa uğratılan kimseler,
büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü'minler
olurduk” diyecekler.
32 - Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz
geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz”
derler.
33 - O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Bilakis
gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler

31
kılmamızı emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını
gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar
geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.

Bu ayetlerde Kur’an’a ve Allah’ın ondan evvel gönderdiği kitaplara


inanmayanların ahiretteki halleri nakledilmektedir. Burada konu edilen kâfirler,
öncelikle Mekkeli müşrikler olmakla beraber, ayetlerin mesajı tüm zamanların ve
mekânların kâfirlerini de kapsamı içerisine almaktadır. Ahirete ilişkin bir sahneyle
verilen bu mesaj, inkârcıların azabı görür görmez birbirlerini suçlayacakları
şeklindedir.
Bu ahiret sahnesinde iki insan tipine yer verilmiştir: Bunlardan birincisi, zayıf
düşürülüp güçlü sayılanlara uyan [Liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına
körü körüne tabi olan ve onlara karşı hiçbir nasihatçiyi dinlemeye hazır olmayan
sıradan] kimselerdir. İkincisi ise kendi güçlülüklerine, büyüklüklerine inanmış
önder, öncü kimselerdir.
Zayıf düşürülmüş olanlar, büyüklük taslayanlara:
“Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü'minler olurduk” derler.
Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülmüşlere:
“Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz
suçlular oldunuz” derler.
Büyüklük taslayanların bu mazeretini şöyle yorumlayabiliriz: Onlar, suçu
kendilerine yıkmaya çalışan sözde zayıf düşürülmüşlere itiraz edip kendilerinin işin
bahanesi olduğunu, aslında diğerlerinin inançları ve yaşam tarzları konusunda etkili
olmadıklarını dile getirmektedirler.
Zayıf düşürülenler ise“Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı
inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz” diyerek onları
suçlamaya devam etmektedirler.
Ahirette liderler ile onlara tabi olanlar arasında geçeceği belirtilen tartışmalara
birçok surede yer verilmiştir:

(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız- tanımadığınız] ateş içindeki
ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder].
Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi
saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. (Allah) “Herkese kat kattır, fakat siz
bilmiyorsunuz” dedi [der].
Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı
azabı tadın” dediler [derler]. (A’raf/38, 39)

Onlar, toplu olarak Allah için ortaya çıktılar. Sonra da zayıf olan kişiler, büyüklük taslayan
kişilere: " Şüphesiz bizler, sizlere uyan kimseler idik. Peki şimdi siz, Allah'ın azabından bir şeyi
bizden savar mısınız?" dediler. Onlar: "Allah, bize kılavuz olsaydı biz kesinlikle size kılavuz
olurduk. Bizler sızlansak ya da sabretsek birdir. Bizim için kaçacak herhangi bir yer yoktur” dediler.
(İbrahim/21)

Haklarında Söz gerçekleşen kimseler; “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir.
Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece
bizlere tapmıyorlardı” derler. (Kasas/63)

O gün yüzleri ateş içinde çevrilirken “Ah keşke Allah’a itaat etseydik ve Elçi’ye itaat
etseydik!” derler.
Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar
yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile
lânetle.” (Ahzab/66- 68)

32
Ve ateş içinde tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: “Şüphesiz bizler size uyan
kimseler idik. Şimdi siz bizden, ateşten bir bölümü savabiliyor musunuz?" derler.
Büyüklük taslayanlar: “Şüphesiz hep onun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında hükmünü
vermiştir” dediler. (Mümin/47, 48)

Müstaz’aflık bir mazeret değildir. Allah’ın arzı geniştir:

Şu, kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri kimseler; Onlar


[melekler], "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik." derler.
Onlar [Melekler]: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık,
erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayanların haricindeki işte
bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisa/97, 98)

Sonra da hepsi pişmanlıklarını gizlerler. Ne var ki, iş işten geçmiştir. Son


halleri “Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar
geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar” ayetindeki
gibidir. Bu ifade aynı zamanda onların kendi amellerinin cinsiyle
cezalandırılacaklarını da göstermektedir. Şöyle ki, dünyadayken boyunları halkalı
idiler, ahirette de boyunlarına demir halkalar takılacaktır.
Bu tasvir Ya Sin suresinde de geçmektedir:

Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki onlar çenelerine
kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır.
Ve biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz kendilerini
sarmışızdır. Artık onlar görmezler.
Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. (Ya Sin/8–10)

Ya Sin/8’de geçen “ ‫مقمحططون‬mukmehûn” sözcüğünün mastarı olan “ ‫إقمططاح‬


ikmah”, “başı kaldırıp gözü yummak” demektir. Rabbimiz bu sözcükle inatçı
kâfirlerin bir tiplemesini yapmış, bu tiplerin yapılan daveti reddettiklerini gösterir
anlamda başlarını arkaya doğru kaldıran kibirli insanlar olduklarını bildirmiştir. Bu
tipe giren kişilerin onca delili görmemelerine, incelememelerine ve kabul
etmemelerine sebep olan kibir ve inatları ise boyunlarının içindeki demir halka ile
simgeleştirilmiştir.
İnanmayacak olanların gerçekleri göremez, geçmişten ders almaz, geleceği
düşünmez olarak burunlarını havaya dikmiş durumları, bir başka ayette de şöyle dile
getirilmiştir:
Biz onlara karinleri [bir takım yakınları, yani İblislerini] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar
da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve insten [herkesten],
kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan Söz, onların üzerine hakk oldu.
Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. (Fussılet/25)

Fussılet/25’ten de anlaşılacağı gibi, inanmayacak olanların önlerindeki ve


arkalarındaki set, aslında çevrelerindeki bir takım yakınların [İblislerinin] olan biteni
onlara süslü göstermeleri ve onların da tutkuları yüzünden bu süse yatkın olmaları
durumudur. Buradan da onların süslü gösterilen mallar, makamlar, oğullar sebebiyle
burunlarını havaya kaldırıp gerçekten uzaklaşmamaları ve tutkularından kurtulup
akıllı davranmaları hâlinde kendilerini kurtarabilecekleri anlaşılmaktadır.

34 – Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın


varlık ve güç sahibi şımarık önde gelenleri: “Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz
şeyleri [mesajları] inkâr edicileriz” dediler.

33
35 - Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba
uğrayacaklardan değiliz.”

Bu ayetler Resulullah’ı teselli ederken aynı zamanda değişmez bir gerçeği de


ortaya koymaktadır: İlahi mesajlara karşı çıkanlar, daima düzenlerinin
bozulmasından korkan şımarık zenginlerin ileri gelenleri, makam ve mevki
sahipleridir. Bu, ilk kez Resulullah ile yaşanan bir olay değildir; öteden beri devam
edip gelen bir olgudur. Bu tür kimseler, maddî anlamda başarılı bir hayatın insanın
“doğru yolda olduğu”nu gösteren bir kanıt olduğu fikrindedirler. “Biz sizin
kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri [mesajları] inkâr edicileriz” diyen bu kimseler,
meseleye “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğrayacaklardan değiliz”
şeklinde bakmaktadırlar. Bakış açıları bu olan kişilerin doğruyu bulamamaları bu
nedenledir.

‫المترف‬MÜTREF: Bu sözcük, “nimet ve rahat yaşamın şımarttığı, azdırdığı


kişi” demektir. (Lisanü’l-Arab; c. 1, s. 605, “trf” mad.)

İlahî mesajları tebliğ etmeye girişen peygamberlere ilk karşı çıkanların daima
servet, nüfuz ve yetki sahibi zenginlerin [mütref, mele, ekâbir] olması, Kur’an’ın
birçok kez dile getirdiği bir olgudur:

Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler. (Şuara/111)

Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir
beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak
takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da
görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler. (Hud/27)

Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere
dediler ki: “Siz, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor
musunuz?” [Onlar da,] “Kesinlikle biz o'nunla gönderilene inananlarız [inanıyoruz]!” dediler.
O büyüklük taslayan kimseler, “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle inkâr edenleriz [ediyoruz]!”
dediler. (A’raf/75- 76)

Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı
ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? (En’am/53)

Ve Biz böylece, her kentte ileri gelenleri, orada hileler çevirsinler diye oranın suçluları yaptık.
Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar. (En’am/123)

Ve Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine
emrederiz de onlar orada fasıklık ederler. Artık oranın üzerine Söz hakk olur da Biz orayı kökünden
darmadağın ederiz. (İsra/16)

Onlar, kendilerini hayırlarda koşturalım diye, kendilerine maldan ve oğullardan bir şeyler
vermekte olduğumuzu mu sanıyorlar? Bilakis, işin farkına varamıyorlar. (Mü'minûn/55- 56)

Öyleyse onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah, bunlarla, onları basit
yaşamda cezalandırmak, onlar kafir iken benliklerini çıkarmak istiyor. (Tövbe/55)

Benimle, tek olarak yarattığım kişiyi baş başa bırak!


Hesapsız bir mal verdim ona.
Şahitler olarak oğullar verdim.
Alabildiğine imkânlar döşedim onun için.
Tüm bunlardan sonra hırs ile Benim daha da arttırmamı istiyor.
Hayır… Hayır… Olmaz öyle şey! O bizim ayetlerimize karşı bir inatçı kesildi.

34
Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım. (Müddessir/11- 17)

36 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim dilediği kimseye rızkını genişletir ve


ölçülendirir. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Bu ayette şımarıklara cevap verilmektedir. Kendilerini şımartan nimetler Allah


tarafından verilmektedir ama onlar bunun niçin verildiğini bilmemektedirler. Allah
dilediğine döşeyiverir, dilediğine de ölçülü, sınırlı verir. Bu bir imtihan vesilesidir;
şımarma aracı değildir. Mal ve evladı çok olan seviliyor da az olan sevilmiyor diye
bir durum söz konusu değildir. İnsanların yaşam şartlarındaki bolluk ya da darlık
Allah’ın meşietinden [dilemesinden] kaynaklanmaktadır. Ayetin son cümlesi olan
“Fakat insanların çoğu bilmezler” ifadesi, insanların bu dünyada rızık ve nimetlerin
paylaştırılma esasının hikmetini anlamadıklarına işaret etmektedir.

Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette ahiret, dereceler
bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür. (İsra/21)

37 – Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir.


Ancak kim iman eder ve salihatı işlerse, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı
kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.
38 – Ve şu, ayetlerimiz hakkında aciz bırakmak için yarışanlar; azap içinde
hazır edilenlerdir.

Bu ayetleriyle Rabbimiz, tüm kullarını akıllarını başlarına almaları için


uyarmaktadır. Mal, mülk, makam, mevki, Allah katında “iyi” olmak için birer ölçüt
değildir. Ancak inanan ve salihatı işleyenler, ödüllerini ve yaptıklarının
karşılıklarını kat kat alıp güven içinde safa süreceklerdir. Allah’ın ayetlerine karşı
direnenler ise azap içinde bekletileceklerdir.
İnsanları Allah’a yaklaştıran şey mallar ve evlatlar değil, bilakis iman etmek ve
salihatı işlemektir. Salihatı işlemenin yollarından bir tanesi de malları Allah yolunda
infak etmek, evlatları bu uğurda yetiştirmektir. Böyle olunca mallar ve evlatlar da
Allah’a yaklaştırıcı birer araç olurlar.
32. ayetteki “kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır”
ifadesiyle iyiliğin karşılığının kat kat artırılacağı vurgulanmaktadır. Bu artışın ne
oranda olacağı ise başka ayetlerde belirtilmektedir:

Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse,
artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (En’am/160)

Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz
adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah Vâsi’’dir, Alîm’dir.
(Bakara/261)

39 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim kullarından dilediği kimse için rızkını


hem genişletir ve onun için ölçülendirir. Ve siz her ne şeyden infak ederseniz hemen
O, arkasını getirir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Bu ayette 37. ayet biraz daha açılarak Allah’ın -bir imtihan vesilesi olarak-
rızkı dilediğine döşediği, kimine de ölçülü verdiği bildirilmektedir.

İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse:
"Rabbim beni üstün kıldı" der.

35
Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı" der. (Fecr/15, 16)

Verilen nimetlerin infakı halinde Rabbimiz hemen onu takviye etmekte,


arkasını getirmektedir. Çünkü Yüce Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır, onun
verdiği en hayırlı olandır. Ki O, zamanında verir, ölçülü verir, geri almaz, başa
kakmaz, hesapsız verir.

Sen Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; Sen ölüden diri
çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğine de hesapsız rızık verirsin. (Al-i Imran/27)

Ve insanların malları içinde artsınlar diye ribadan verdikleri, Allah yanında artmaz. Allah'ın
yüzünü [rızasını] dileyerek zekâttan verdikleriniz... İşte o kimseler, kat kat arttıranların ta
kendileridir. (Rum/39)

Bu ayetler aynı zamanda dünya hayatında yapılan harcamaların Allah’a itaat


yolunda olması halinde, harcananın mislinin dünyada verileceğine de işaret
etmektedir. Eğer dünyada verilmezse ahirette mutlaka verilecektir.

40 – Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere:


“Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
41 – Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis
onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler.
42 – Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o
zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp
durduğunuz ateşin azabını!” deriz.

Bu ayetlerde mahşer günündeki hesap verme aşamalarından bir sahne


yansıtılmaktadır. O gün Allah akılsızların Allah’ın astlarından kulluk ettikleri
meleklere [güçlere]: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecek, onlar da “Seni tenzih
ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu
onlara inananlardı” diyerek işin gerçeğini açıklayacaklardır. Bilindiği gibi, ilk
çağlardan beri her dönemde müşrikler kendi hayallerindeki melekleri tanrı ve
tanrıça edinmişler ve putlarını yapıp onlara tapmışlardır. Birisi yağmur tanrısı,
diğeri rüzgâr tanrısı, bir diğeri zenginlik tanrıçası, bir diğeri bereket tanrısı, bir
diğeri sağlık tanrısı, bir diğeri de ölüm tanrısı olarak kabul edilegelmiştir.
Bu sahne böyle yaşanınca Rabbimiz de “Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve
zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o
kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” diyecektir.

Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi
saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der. (Furkan/17)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın
astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [İsa], Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi
söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim
nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri bilen yalnız
Sensin, Sen! (Mâide/116)

Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana
yakarırlar. (Nisa/117)

Ayette konu edilen “zulmetmiş kişiler” şirk koşanlardır:

36
Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç
şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

125- Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de
saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle Allah, ricsi
[pisliği; zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine kılar [bırakır, atar]. (En’am/125)

43 – Ve kendilerine açık deliller halinde ayetlerimiz okunduğu zaman onlar:


“Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir
adamdır” dediler. Ve: “Bu [Kur'ân] uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey
değildir” dediler. O küfretmiş olan kimseler kendilerine hak geldiği zaman:
“Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” dediler.
44 – Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine
senden önce bir uyarıcı göndermedik de.
45 - Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara
verdiklerimizin onda birine/binde birine bile erememişlerdi. Buna rağmen
elçilerimi yalanladılar. Peki, Beni inkâr ediş nasıl oldu?

Bu ayet gurubu, Mekkeli kâfirlerin durumunu ve Resulullah’a karşı


takındıkları tavrı ortaya koymaktadır. Müşrikler, ellerinde herhangi bir kanıt
olmadan, okuyup inceleyebilecekleri, yani atalarından devraldıkları bâtıl inanç ve
uygulamaları desteklemek için başvuracakları bir kitap yok iken, herhangi bir
elçiden öğrenilmiş bilgi olmadan “Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı
tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır” ve “Bu [Kur'ân] uydurulmuş bir
iftiradan başka bir şey değildir”, “Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey
değildir” deyip durmuşlardır. Geçmiş kavimler de elçileri yalanlamışlardı ama o
kavimler bunların tanık olduğu ayetlerin [mucizelerin] onda birini bile
görmemişlerdi. Böyle olmasına rağmen yine de yalanlamaktadırlar. Bu durumları,
atalarının yoluna ne ölçüde bağlı olduklarının da bir ölçüsüdür.
Atalar dinine bağlı kalmak, o toplumun değişmesinin, gelişmesinin önündeki
en büyük engel, ayaklara takılmış prangalardır. Rabbimiz elçi göndererek, kitap
indirerek bu zincirleri çözmeyi, insanları özgürleştirmeyi, değişimi ve gelişimi
amaçlamıştır.

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri
kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri,
üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o
Ümmî Peygamber’e, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na
yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir. (A’raf/157)

Atalar dinine, geçmişin yanlış uygulamalarına bağlı kişi ve toplumlar tarih


sahnesinde varlıklarını sürdürememişler, helak olup gitmişlerdir. Bu, Allah’ın
değişmez sünnetidir:

Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler, “Bu bir sihirbazdır, çok
çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak [çok tuhaf]
bir şey!” dediler.
Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler [ve dediler ki]: “İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin.
Bu, gerçekten, istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka bir] dinde işitmedik, bu
ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim
Zikrimden bir kuşku içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– (Sad/4- 8)

37
45. ayetteki “Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Hem bunlar,
onlara verdiklerimizin onda birine/binde birine bile erememişlerdi. Buna rağmen
elçilerimi yalanladılar. Peki, Beni inkâr ediş nasıl oldu!” şeklindeki ifade ciddi bir
tehdit içermektedir. Bu tehdidi şöyle anlayabiliriz: “Onlar kendilerinden ekonomik
açıdan, sosyal açıdan daha güçlü olanların helak edildiğini görmediler mi? Onlar
inkârları, yalanlamaları yüzünden helak edilmişlerdi. Bunlar kurtulabilirler mi?
Yalanlarlarsa yalanlasınlar! Kendileri bilirler... Geçmişte inkâr edenlerin sonu nasıl
oldu, bir düşünsünler!”
Burada müşriklerin Allah’ın elçisine karşı takındıkları tavır konu edilmektedir:

Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım
[sancılıyım; fikir sancısı çekiyorum]’ dedi. (Saffat/86)

Onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi
tehdit edip durduğun azabı hemen getir!" dediler. (Ahkaf/22)

Yoksa Biz onlara bir sultan [delil] indirmişiz de o [delil], onların O'na [Allah’a] ortak
koştukları şeyleri mi söylüyor? (Rum/35)

Yoksa Biz kendilerine bundan önce bir kitap verdik de şimdi onlar, ona mı tutunuyorlar?
(Zuhruf/21)

Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı?
Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı
bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine fayda vermedi. (Mü’min/
82)

46 - De ki: “ Ben size sadece bir tek; Allah için ikişer ikişer, üçer üçer ve teker
teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınızda [Muhammed’de] delilikten bir şey
olmadığını, onun, sadece şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak bir uyarıcı
olduğunu düşünmenizi öğütlüyorum.”
47 - De ki: “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir [sizin Allah’a
yaklaşmanızdır]. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ve O, her şeye şahittir.”
48 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim, hakkı yerli yerine koyar. O, gaybları en
iyi bilendir.”
49 - De ki: “Hak [Kur’an/ Kur’an’ın içerdiği gerçekler] geldi. Ve batıl
başlatamaz ve geri getiremez.”
50 - De ki: “Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve
eğer hidayeti bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Şüphesiz
O, Semi’’dir, Karîb’dir.”

Bu ayet gurubunda; mesnetsiz, bilgisiz ve güçsüz olmalarına rağmen atalarının


dinine bağlı kalıp Allah’ın ayetlerini, elçiyi yalanlayanlara çok sayıda mesaj
verilmektedir. Rabbimiz, elçisine öncelikle görevini hatırlatarak müşriklere
kendisinin uyarıcıdan başka bir şey olmadığını, onlardan karşılık olarak herhangi bir
ücret talep etmediğini, talebinin onların iyiliğe erişmeleri olduğunu, kendi ücretinin
Allah’a ait olduğunu; çıkar hesaplarından ve önyargılardan soyunarak Allah için
samimiyetle ikili, üçlü veya dörtlü gruplar halinde kafa kafaya vererek etraflıca bu
hususları düşünmelerini öğütlemesini buyurmaktadır.
Bunlardan başka, Allah’ın hakkı yerli yerine koyduğu, gaybleri bildiği, hak
gelince batılın kaybolup gittiği ve tekrar geri gelmeyeceği, elçinin kendisinin dahi
bu ilahi mesaj sayesinde doğru yolu bulduğu bildirilmektedir. Rabbimiz “De ki”

38
hitabıyla elçisinden bütün bu hususları insanlara bildirmesini istemekte ve bu tebliği
ona bir görev olarak yüklemektedir.
Ayetteki “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir [sizin Allah’a
yaklaşmanızdır]. Benim ecrim ancak Allah'a aittir” ifadesi, "Ben sizin
kurtuluşunuzdan başka hiçbir şey istemiyorum, benim ücretim sizin ıslah
olmanızdır" anlamındadır. Bu husus başka ayetlerde şöyle ifade edilmiştir:

Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.


De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine
doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.” (Furkan/56, 57)

İşte bu, Allah iman eden, salihatı işleyen kullarına müjdelediği şeydir. -De ki: “Ben onun
üzerine [bu tebliğime karşı] sizden yakınlıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.”- Ve her
kim bir iyilik/ güzellik yaparsa biz onun için onda iyiliği/güzelliği artırırız. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayıcıdır, karşılığını verendir. (Şura/23)

Yusuf/104, Şuara/109, 127, 145, 164, 180, Sebe/47, Ya Sin/ 21, Sad/86,
Yunus/72, Hud/29, 51, Şûra/23, Kalem/46, Tur/40 ayetlerinden de görmekteyiz ki,
Rabbimiz hiçbir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret
istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi
mümkün değildir. Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret
istememeleri, elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir
çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını
bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza
çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze
almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar.
Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması
mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve
önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların
geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa
Kur’an’dan öğrendiğimize göre, peygamberimiz sadece bu tür önyargıları kökünden
baltalamakla kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde
etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.
Bütün bu bilgilerin ışığında meseleyi şöyle özetleyebiliriz:
Peygamberimizin elçilik görevini yerine getirmekten tek beklentisi, Allah'ın
ona vereceği ödül, insanların doğru yolu bulmaları ve Allah'a yaklaştıran sevgi
olacaktır.

Sana iyilikten-güzellikten isabet eden şeyler, işte Allah’tandır. Sana kötülükten isabet eden
şeyler de senin kendindendir. Ve Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. Şahit olarak da Allah
yeter. (Nisa/79)

49. ayetteki “Hak [Kur’an/ Kur’an’ın içerdiği gerçekler] geldi. Ve batıl


başlatamaz ve geri getiremez” ifadesi, Enbiya/18’le daha da açılmıştır:

Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl] yok
olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun! (Enbiya/18)

Ve de ki: “Hakk geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olup gider.” (İsra/81)

51 – Ve sen onları korkuya kapıldıkları zaman bir görsen; artık kaçamak


yoktur. Ve yakın bir yerden yakalanmışlardır.

39
52 – Ve onlar: “O’na iman ettik” dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden el
sunmak [ulaşabilmek] nerede?
53 – Hâlbuki daha önce [dünyada] O’nu kesin inkâr etmişlerdi. Uzak bir
yerden gayba atıp tutuyorlardı.
54 - Artık tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle
arzularının arasına set çekilmiştir. Şüphesiz onlar endişe veren bir şüphe içinde
idiler.

Bu ayetlerde Resulullah’a hitap edilerek yalanlayıcıların iş işten geçtikten


sonraki yeis ve beis halindeki durumları ortaya konmaktadır:
Onlar yakalanmış ve tutuklanmışlardır. Artık “inandık, inandık!” diye feryat
etmektedirler. Ne var ki, her şey bitmiş, iman etmenin işe yaramayacağı bir dönem
başlamıştır. Önceki yalanlayıcılara da yapıldığı gibi, arzu ve istek defteri kapatılmış,
sıra hesabın alınmasına gelmiştir.
Müşriklere yönelik tehditler içeren bu ayet grubunda önce kıyamet gününe,
sonra da müşriklerin düşeceği kötü duruma değinilmektedir. “Hâlbuki daha önce
[dünyada] O’nu kesin inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı”
ifadesine göre, Rabbimiz onların uzak bir yerden, yani dünyadan cahilce atıp tutarak
ahireti yalanladıklarına işaret etmektedir. Onların bu hallerini Secde/12’deki “Ey
Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, biz
artık kesin bir şekilde inanıyoruz” şeklindeki pişmanlıklarıyla birlikte
değerlendirdiğimizde, henüz dünyadayken gayb [ahirette kendilerini bekleyen
gelecek] hakkındaki bu yaklaşımlarının nasıl bir atıp tutma olduğu daha iyi
anlaşılmaktadır.
“Artık tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzularının
arasına set çekilmiştir” ifadesi, peygamberleri yalanlayan geçmiş kavimlerin
başından geçen hallere bir atıftır. Allah'ın azabı üzerlerine çöktüğünde bu toplumlar
da iman etmeyi istemişler, ancak bu istekleri kabul edilmemişti:

Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz
şeyleri inkâr ettik” dediler.
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. -Allah’ın, kulları
hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu]... -İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler [kaybettiler,
zarara uğradılar].” (Mü’min/84, 85)

Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde, "Rabbim, terk ettiğim şeylerde salihi işlemem için
beni geri döndür” dedi. Hayır… Hayır… Bu, şüphesiz onun söylediği bir sözdür. Onların tekrar
diriltilecekleri güne kadar onların arkalarında bir engel vardır. (Mü’minun/99, 100)

Kur’an’ın bu konudaki mesajlarından anlaşılan, inkârcıların yeniden


dirildikleri andan itibaren bu dünyaya dönme veya yeniden iman edecekleri bir
hayatı yaşama arzularının kesinlikle yerine getirilmeyeceğidir.
Allah doğrusunu en iyi bilendir.

40

You might also like