You are on page 1of 13

82/İNFİTAR SURESİ

GİRİŞ:

İnfitar suresi Mekke’de 82. sırada inmiş olup adını birinci ayetteki “ ‫انفطرت‬
infatarat [çatladı]” fiilinden almıştır. Ancak surenin ismi bu fiilin mastarı olan “
‫ النفطار‬İnfitar” şeklinde olup “çatlamak” anlamındadır.
Surede öncelikle insanın sorgulanacağına vurgu yapılmakta, sonra da Allah’ın
insanlara verdiği en önemli nimetlere [beden mükemmelliğine] dikkat çekilmektedir.
Ayrıca insanların ahirette “iyiler” ve “kötüler” diye ikiye ayrılacağı bildirilip
nankörler kınanmakta ve verilen nimetlerin hesabının kendilerinden sorulacağı ihtar
edilmektedir.
Bunların dışında, kıyamet gününün büyüklüğüne, dehşetine, insanların o gün
hiçbir güç ve kuvvetlerinin olmayacağına, o gün egemenliğin sadece Allah'a ait
olacağına değinilerek ahirete imanın gerekliliği iyice pekiştirilmektedir.
Suredeki konu bütünlüğü, surenin bir defada bütün olarak indiğini
göstermektedir.

1
MEAL

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1 - 5- Gök çatladığı zaman, yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman, denizler yarılıp


akıtıldığı zaman, kabirler altüst edildiği zaman; kişi, önünden gönderdiği ve geri
bıraktığı şeyleri öğrenmiştir.
6- 8- Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni yaratan sonra da sana bir düzen
içinde biçim veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir surette seni tertip eden
Rabbine karşı seni aldatan şey nedir?
9- 12- Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde, yaptığınız şeyleri
ezberleyen, saygın yazıcılar olmasına rağmen, Din’i yalanlıyorsunuz.
13- Şüphesiz ki “Ebrar”, elbette naîmin [mutluluk cennetinin] içindedirler,
14 – 16- “Facirler” de kesinlikle cahimdedirler [cehennemdedirler]. Din Günü
ondan kaybolmamak üzere oraya yaslanacaklardır.
17- 19- Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra bir kere daha, Din
Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? O gün [din günü], kimse kimseye malik
olmaz [efendilik yapamaz]. Ve o gün buyruk, Allah’a aittir.

2
TAHLİL:

1 -5- Gök çatladığı zaman, yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman, denizler yarılıp
akıtıldığı zaman, kabirler altüst edildiği zaman kişi, önünden gönderdiği ve geri
bıraktığı şeyleri öğrenmiştir.

Bu ayet gurubunda, insanın kıyamet sonrasında, dünyada yaptıklarının,


yapması gerekirken yapmadıklarının ve sonradan kendi adına yapılanların hepsini
öğrendiği bildirilmektedir.
Pasajda evrenin kıyameti ile ilgili dört oluşum ortaya konmuştur: Bunlardan
ikisi gökyüzüne, ikisi de yeryüzüne aittir.
Bütün evrenin değiştirileceği ve insanın mükellefiyetinin sona ereceği bu
aşamalardan sonra artık iman etmek hiçbir işe yaramayacaktır:
Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı ayetlerinin
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman
etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki:
“Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.” (En'am/158)

Bu konuya ait detay daha evvel “İman-ı Yeis” başlığı altında sunulmuştu.
(Tebyinü’l Kur’an; c.1 , s.616, 617)

Kıyamet sahneleri açıklanırken daha evvel Tekvir suresinde “denizler


kaynatıldığı zaman” ifadesi geçmişti. Burada ise denizlerin kıyamet günündeki
durumu “denizler yarılıp akıtıldığı zaman” diye açıklanmaktadır. İki açıklamayı
beraber değerlendirirsek, kıyamet anında oluşan depremler nedeniyle yerkabuğu
altındaki magmanın denizleri kaynatacağı, denizlerin yarılıp yataklarından taşarak
karaları kaplayacağı ve hayat diye bir şey bırakmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu ayetlerde ifade edilen olaylar şu ayetlerde de bulunmaktadır:
Ve o gün gökyüzü bulutlar ile yarılır ve melekler ardı arkasına indirilir.
İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün
olmuştur.
Ve o gün, o zalim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol tutsaydım!
Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir’den o
saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkan/25- 29)

Sûr'a bir tek üfleme üflendiği, yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine
çarpılarak darmadağın olduğu zaman, işte o gün, “o olay” olmuştur. Ve gök yarılmıştır, artık o, o gün
dayanaksızdır. Melekler onun [semanın] çevresindedirler. O gün Rabbinin Arşını da bunların
fevkınde, Biten, [yok edilenlerin yerine getirilenler] taşır. (Hakka/16)

Sonra da gök yarılıp zeytinyağı gibi bir gül olduğu zaman... (Rahman/37)

Gökyüzü de açılıp kapı kapı oluvermiştir.


Dağlar da yürütülüp serap oluvermiştir. (Nebe/19)

Gök bile onunla [o günün şiddeti ile] parçalanır. O'nun vaadi gerçekleşmiştir. (Müzzemmil/18)

Denizler kaynatıldığında… (Tekvir/6)

Ayetlerdeki kıyamet sahnelerini anlatan fiiller “mutavaat” kalıbıyla verilmiştir.


Buradan anlaşılan o ki, bu olaylar kendi kendine olmamakta, Allah’ın plan ve
programı çerçevesinde gerçekleşmektedir. Evren tamamen Yüce Allah’ın yaptığı bu
programa uymaktadır.

3
İnsanoğlu kıyamet günü diriltildiğinde dünyada iken yaptıklarını ve yapması
gerekirken yapmadıklarını öğrendiği gibi, ölürken de bunlar ile haberdar
edilmekteydi. Biz bunu En’am suresin sonunda “Vefat” adıyla özel olarak
detaylandırmıştık.
O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir.
Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir.
Tüm mazeretlerini koysa da bile/ Tüm perdelerini koysa da bile.
Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme!
Kuşkusuz onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim
üzerimizedir.
O halde Biz onu [yaptıklarını - yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun toplanmasını
izle!
Sonra, onun [yaptıklarının - yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da sadece
Bizim üzerimizedir. (Kıyamet/13- 19)

Konumuz olan ayetlerdeki “kabirler altüst edildiği zaman” ifadesi, “kabirler


altüst edilip içindekiler canlı olarak çıkarılacağı zaman” demektir. İçlerindeki ölüler
diri olarak çıkartılmak suretiyle kabirlerin altı-üstüne getirilir.
Hâlâ o [insan], kabirlerde olanların dışa atıldığı [ölülerin diriltildiği], göğüslerde olanların
derlenip toparlandığı zaman, hiç şüphesiz o gün, Rabblerinin onlara gerçekten haber verici olduğunu
bilmez mi? (Adiyat/9 – 11)

Gökyüzünün yapısı ve düzeni bozulduğunda, yıldızlar da ister istemez


yeryüzüne (doğru) düşecektir.
O gün, Allah’ın her benliği kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle
değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır.
O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş
kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (İbrahim/48- 51)

Sana dağlardan soruyorlar, de ki: “Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları
dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin.” (Ta Ha/105, 106)

Yeryüzü sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü, ağırlıklarını çıkardığı zaman… (Zilzal/1, 2)

6- 8- Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni yaratan sonra da sana bir
düzen içinde biçim veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir surette seni tertip
eden Rabbine karşı seni aldatan şey nedir?

Kıyamette / ölürken insanın mutlaka aklını başına toplayacağı; yaptıklarını ve


yapması gerekirken yapmadıklarını iyice bildiği açıklandıktan sonra, bu ayetlerde de
insanoğluna nankörlüğünün, vurdumduymazlığının, münkirliğinin nedeni
sorulmaktadır: “Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni yaratan sonra da sana bir
düzen içinde biçim veren sonra da seni dengeleyen, dilediği bir surette seni tertip
eden Rabbine karşı seni aldatan şey nedir?”
İnsana yöneltilen bu soru ondan açıklayıcı bir cevap almayı değil, zaten
açıklanan bir sürü nimete rağmen ne denli nankörlük yaptığını göstermeye yöneliktir.
Ayetlerdeki ifadelerden anlaşılacağı üzere, ayette “Ey insan!” diye
seslenilenler, “ölümden sonra diriliş” hakikatini inkâr edenlerdir.
“İbn Abbas dedi ki: Burada "insan" Velid b. Muğire'dir. İkrime ise Ubey b. Halef’tir, demiştir.
Buyruğun Ebu'1-Esed b. Kelede el-Cumahî hakkında indiği de söylenmiştir.” (Kurtubi; el Camiu li
Ahkami’l Kur’an)

4
Ata'nın rivayetine göre İbn Abbas, "Bu ayet Velid b. Muğîre hakkında nazil olmuştur" derken,
Kelbi ve Mukatil, bu ayetin İbnu'l-Esed b. Kelde b. Useyd hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.
Zira bu kimse Hz. Peygamber (s.a.s)'e vurmuş, Cenâb-ı Hak da bu kimsenin cezasını hemen vermemiş
ve bu ayetini indirmiştir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Ayetteki “Rabbine karşı seni aldatan şey nedir?” sorusunun tek cevabı vardır.
O da, bu tür insanların ahmaklığı, cahilliği ve aptallığıdır. Zira ahiretin ebedi hayatı
karşısında bu dünyadaki geçici zevkleri tercih ederek yanlış bir hayat yaşamanın
kabul edilebilir hiçbir mazereti yoktur.
Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah’ın vaadi gerçektir. Onun için bu basit yaşam sizi aldatmasın.
Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah ile aldatmasın. (Fatır/5)

Ve O, göklerdeki ve yerdeki Allah’tır. O, gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de


bilir. (En’am/3)

Ve hani Allah size iki taifeden birinin kesinlikle sizin olacağını vaat ediyordu. Siz ise şanı ve
şerefi olmayanı istiyordunuz. Hâlbuki Allah, kelimeleriyle hakkı yerine oturtmak ve suçluların hoşuna
gitmese de gerçeği ortaya çıkarmak ve batılı yok emek için kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu.
(Enfal/7, 8)

Ve beğenmediklerini Allah için kılarlar. Ve dilleri, en güzelin kendilerine ait olduğunu, yalan
yere söyler durur. Hiç şüphesiz onlar için ancak ateş vardır ve onlar, önden itileceklerdir. (Nahl/62)

“O halde içinde sürekli kalanlar olarak cehennemin kapılarına girin!” denir. İşte, büyüklük
taslayanların yeri ne kötüdür! (Nahl/29)

Ad ve Semûd’u da [kavimlerini de helak ettik]. Bu [Onların helaki], onların meskenlerinden


[yurtlarından] size kesinlikle besbelli olmuştur. Ve şeytan onlara kendiişlerini süsledi de onları yoldan
alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. (Ankebut/38)

Kur’an’a baktığımızda, Allah’ın rahmeti gereği mühlet vermesini, Allah’ın


rahmeti gereği mühlet vermesini, değerlendirmeyip, aksine buna aldananların
varlığını görmekteyiz. Hâlbuki Rabbimiz mühlet vermesine rağmen, aşağıda A’raf
suresinden yapılan alıntıda görüleceği gibi tedricen azabı yaklaştırmaktadır.
Ve Bizi, ayetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları
alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep
olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsra/59)

Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi
elçi gönderdi?” demeleri engel olur. (İsra/94)

Ve kendilerine doğru yol [kitap, elçi] geldiği zaman insanların iman etmelerine ve
Rabblerinden günahlarının bağışlanmasını istemelerine sadece “evvelkilerin sünnetlerinin kendilerine
gelmesi ya da önlerine azabın gelmesi” engel oldu. (Kehf/55)

O halde Bana bırak bu sözü [ilâhî mesajı] yalanlayanları! Biz onları bilmedikleri yerden
yakalayacağız. Ve Ben, onların iplerini uzatırım [süre tanır, mühlet veririm], çünkü benim
fendim/tuzağım zordur/sağlamdır. (Kalem/44, 45)

Bazı insanlar Allah’ın rahmeti gereği mühlet vermesini değerlendirememiş,


dünya hayatının nimet ve şaşaasına aldanıp şımarmışlar ve fırsatı heba etmişlerdir.
A’raf suresindeki şu ayetler Rabbimizin insana mühlet vermesinin nedenini
açıklamaktadır:

5
Ve ayetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri yönden derece derece [yavaş yavaş] helâke
yaklaştıracağız.
Ben onlara mühlet de veririm. Muhakkak ki Benim planım pek çetindir. (A’raf/182, 183)

Bu ayetlerde de görüldüğü gibi, Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar, kendileri


farkına varamayacak şekilde yavaş yavaş helâke sürüklenmektedirler. Bu
yalanlayıcılar günah işledikleri zaman hemen cezalandırılmazlar; çünkü Allah onlara
mühlet vermiştir. Buna karşılık, hemen cezalandırılmamaları sebebiyle şımarırlar ve
içinde bulundukları durumun aslında kendileri için bir tuzak olduğunu fark etmezler.
Öyle bir tuzak ki, hemen cezalandırılmadıklarını gördükleri için tutkularının peşinde
koşmaya başlarlar, Allah’ı hiç düşünmez olurlar, hesap vereceklerini unuturlar ve
bulundukları ortamı terk edemez olurlar. Bu hallerinden dolayı da, hiç farkına
varmadan yaptıkları işlerin tutsağı olarak kendi kötü sonlarını hazırlamış olurlar.
İşte, Allah’ın plânı, tuzağı budur. Üstelik bu plân, içine düşen kişinin helâke
sürüklendiğini anlayamaması sebebiyle çok da çetindir.
Yalanlayıcılara hazırlanmış olan bu plân, En’am suresinde de dile getirilmiştir:
Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık.
Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle sevince kapılıp şımarınca, onları apansız yakalayıverdik. Artık
onlar umutları suya düşenler oldular.
Böylece zulmeden topluluğun kökü kesildi. Ve hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır.
De ki: “Gördünüz mü / düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve
kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah’tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz ayetleri nasıl
açıklıyoruz da onlar [yine] sırt çevirip engelliyorlar?
De ki: “Ne dersiniz, Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zalimler kavminden
başkası mı helâk olur?”
Biz elçileri ancak rahmetimizin müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz.
Artık kim iman eder ve düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.
Ve ayetlerimizi yalanlayanlara, yapmakta oldukları fasıklıklar yüzünden azap dokunacaktır.
(En’am/44–49)

Konumuz olan ayetlerdeki “seni yaratan sonra da sana bir düzen içinde biçim
veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir surette seni tertip eden” ifadesi, “senin
her şeyini yerli yerinde yaratan” demektir.
Nefse ve onu düzenleyene;
-ki O, ona fücurunu ve takvasını ilham etti- [ant olsun ki,] (Şems/7, 8)

ki O, yarattı ve sonra düzene koydu (A’la/2)

Arkadaşı konuşarak ona “Seni topraktan, sonra seni bir damla sudan yaratan, daha sonra da
seni olgun insan haline getireni mi inkâr ediyorsun? Fakat ben; O, benim Rabbim Allah’tır. Ve ben
Rabbime kimseyi ortak koşmam. Kendi bağına girdiğin zaman: “Maşallah, la kuvvete illa billah
[Allah ne isterse o olur. Allah’tan başka hiçbir güç yoktur]” deseydin ya! Sen her ne kadar beni, malca
ve evlatça kendinden az görüyorsan da, belki Rabbim, bana, senin bağından daha hayırlısını verir.
Seninkinin üstüne de gökten felaketler gönderir de o [senin bağ], kaygan bir toprak haline geliverir.
Yahut bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha onu aramaya güç yetiremezsin” dedi. (Kehf/37)

Merhum Seyyid Kutub, insanın anatomik ve fizyolojik yapısındaki mucizevî


dengeyi çok güzel açıklamıştır. Bu açıklamanın bir kısmını sunuyoruz:
İşte, insanın engin kerem sahibi olan Rabbi onu bu güzel sitemle uyarmaktadır. Bu güzellikle
ona hatırlatmaktadır. Fakat buna rağmen insan yanlış şeylere dalmaktadır. Kendisini yaratan, belini
doğrultan ve dengede tutan Rabbine karşı edepsizlik yapmaktadır.
İnsanın bu kadar güzel, düzgün, dengeli, şekil ve görev açısından mükemmel biçimde
yaratılması gerçekten uzun uzun düşünmeyi, çok çok şükretmeyi, son derece edepli terbiyeli
davranmayı ve kendisine bu güzel yaratılışı lütfunun, ihsanın ve korumasının gereği olarak bahşeden

6
engin kerem sahibi rabbine derinden sevgi beslemeyi gerektirir. Çünkü yüce Allah insanı dileseydi
başka bir şekilde de yaratabilirdi. Fakat O her şeye rağmen insan için bu güzel, düzgün ve dengeli
şekli seçmiştir.
Şüphesiz insan, yapısı gerçekten güzel ve düzgün, özü itibariyle dengeli bir yaratıktır. İnsanın
bünyesindeki yaratmanın Hayret verici güzellikleri onun anlama kapasitesinin çok üstündedir. İnsanın
etrafında gördüğü her şeyden daha Hayret vericidir.
Bu güzellik, düzgünlük ve denge insanın hem bedensel yapısında, hem akli yapısında hem de
ruhsal yapısında gözlenebilmektedir. Ve bütün bunlar insanın bünyesinde şahane bir güzellik ve
düzgünlük içinde dizilmiştir, uyum içine girmiştir.
İnsanın organik yapısının mükemmelliğini, inceliğini ve sağlamlığını ortaya koymak amacı ile
yazılmış çaplı kitaplar vardır. Bu yaratığın bünyesindeki Hayret verici güzellikleri burada geniş
biçimde verme imkânımız yoktur. Biz burada yalnız bazılarına değinmekle yetineceğiz.
İnsanın bedensel yapısını meydana getiren en genel sistemlerin her biri hayret verici
güzelliktedir. İnsanların karşılarında durup dehşete kapıldığı insan yapısı ile sanat ve sanayi
güzelliklerinin bütün hayret verici ürünleri asla karşılaştırılamaz. Bunlar: İskelet sistemi, kas sistemi,
cilt sistemi, sindirim sistemi, kan dolaşımı sistemi, solunum sistemi, üreme sistemi, bezler sistemi,
sinir sistemi, boşaltım sistemi, tat alma sistemi, koklama, işitme ve görme sistemleridir. İnsanlar insan
yapısı sanatlara yönelmekte fakat incelikleri, derinlikleri ve büyüklükleri her türlü takdirin üstünde
olan bu sistemleri unutmaktadırlar! "İngilizce yayınlanan Bilimler Dergisinde deniyor ki: İnsan eli
eşsiz, Hayret verici doğal güzelliklerin başında yer almaktadır. Sadeliği, gücü ve hızlı uyum sağlaması
yönünden insan elinin işlevini görecek bir makineyi yapmak gerçekten çok zordur, hatta imkânsızdır.
Mesela bir kitap okumak istediğinde onu elinle rahatlıkla alıyorsun. Sonra onu okumaya en uygun
biçimde indiriyorsun. İşte onu doğru biçimde ve otomatik olarak yerleştiren bu eldir. Kitabın bir
sayfasını çevirmek istediğinde parmaklarını yaprağın altına koyuyor ve üzerine basıyor. Hem de
kâğıdı çevirerek derecenin ne altında ne de üstünde bir biçimde. Sonra yaprağın çevrilmesiyle baskıya
son veriyor. Kalemi tutan ve onunla yazı yazanda eldir. İnsanın günlük hayatında kaşıktan bıçağa ve
daktiloya varıncaya kadar tüm adet ve edevatı kullanan. Pencereleri açıp kapatan ve insanın her
istediğini kaldırıp taşıyan da eldir. Her iki el yirmi yedi kemikten ve on yedi kas sisteminden
oluşmaktadır."
"İnsan kulağının [orta kulak] küçük bir kesimi yaklaşık dört bin kadar ince ve karmaşık
kıvrımdan meydana gelen, şekil ve hacim bakımından hayret verici bir düzene sahip bir kompleksten
oluşmaktadır. Bu kıvrımların bir musiki aletini andırdığını söylemek mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki,
bunlar gök gürültüsünden ağaç hışırtısına kadar meydana gelen her sesi ve gürültüyü herhangi bir
şekilde alıp beyne aktaracak biçimde hazırlanmıştır. Ayrıca orkestradan veya kendi düzenli bütünlüğü
içinde her müzik aletinin çıkardığı tüm sesleri birbirinden şahane biçimde ayarlayacak yapıdadır."
"Gözdeki görme duyusunun merkezi, ışığı karşılayan yüz otuz milyon sinir uçlarından
meydana gelmiştir. Kirpiklerle beraber göz kapakları onu, gece gündüz korumaktadır. Göz kapağının
hareketi refleks halindedir ve gözü topraktan, mikroplardan ve yabancı maddelerden korumaktadır.
Kirpikler meydana getirdikleri gölge ile güneş ışınlarının keskinliğini kırmaktadırlar. Göz
kapaklarının hareketi, bu korumanın yanında gözün kurumasını da engellemektedir. Gözü kuşatan ve
gözyaşı adı verilen salgıya gelince bu göz için en güçlü en etkili temizleyicidir."
"İnsandaki tat alma cihazı dildir. Dilin bu eylemi içinde epitelyum hücreleri bulunan tat alma
hücrelerinin dilin üzerinde oluşturduğu kaygan dokularla gerçekleşir. Bu dokuların değişik şekilleri
vardır. Bunların bir kısmı ipliksi, bir kısmı mantarsı, bir kısmı ise mercimeksidir. Bu dokular, tat alma
sinirlerini ve dilin damarlarını beslemektedir. Yeme esnasında tat alma sinirleri etkilenmektedir ve bu
etkiyi beyne iletmektedir. Bu cihaz ağzın girişindedir. Böylece insanın zararlı olduğunu hissettiği bir
şeyi hemen dışarı atması mümkün olmaktadır. İnsan bu cihazla acı ve tatlıyı, soğuk ve sıcağı, tuzlu ve
tuzsuzu, zehirli ve benzeri şeyleri hissetmektedir. Dil, küçük, ince tat alma hücrelerinden dokuz binini
ihtiva etmektedir ve bu hücrelerin her biri birkaç sinirle beyine bağlıdır. Buna göre sinirlerin sayısı
kaçtır, hacimleri nedir, tek olarak nasıl çalışırlar, beyinde duyuyu nasıl toplayıp oluştururlar,
bilmiyoruz."
Vücudun her tarafını bütünüyle kuşatan sinir sistemi, vücudun her tarafından geçen ince ve
kendisinden daha çok başkalarına bağlı olan ince, küçük duyarlılık hücrelerinden oluşmaktadır.
Bunlarda, merkezi sinir sistemine bağlıdırlar. Vücudun herhangi bir tarafı etkilendiğinde isterse bu
etkilenme insanı kuşatan havanın sıcaklığında ufak bir değişme olsun bu durumda sinir hücreleri bu
duyguyu vücuda yayılmış olan merkezlere iletirler. Bunlar da duyuyu beyne iletirler. Böylece beynin
gerekli tepkiyi göstermesi sağlanır. Sinirlerdeki işaretlerin ve uyarıların hızı saniyede yüz metreye
ulaşır."
"Sinir sistemine baktığımızda onun bir kimya laboratuarındaki bir işlemi andırdığını görürüz.
Yediğimiz yemeklere baktığımızda onların hayret verici maddelere dönüştüğünü fark eder ve orada

7
meydana gelen işlemin gerçekten hayret verici olduğunu kesin anlarız. Çünkü burada midenin kendisi
dışında hemen hemen her şey yenir.
Önce bu kimya lâboratuarına bir kaç çeşit basit yiyecek maddelerini koyalım ve bu konuda
lâboratuarın kendisine ait düzenini hiç göz önünde bulundurmayalım. Sindirme kimyasının onları
nasıl ayrıştırdığını düşünmeyelim. Biz birkaç et parçası, fasulye buğday ve kızartılmış balık yiyoruz.
Sonra da bir miktar su içiyoruz.
Mide bu karışımın arasındaki yararlı maddeleri seçip almaktadır. Yemeğin her çeşidini
ezmekte ve onları kimyasal bölümlerine ayırmaktadır. Geri kalanını yeni proteinlere
dönüştürmektedir. Bunlar değişik hücrelerde gıdalar haline gelmektedir. Sindirim sistemi bu sırada
kalsiyum, kükürt, iyot, demir ve diğer bütün zaruri maddeleri seçmektedir. Ve bu sırada öz maddelerin
zayi olmamasına özen göstermekte, hormonların üretilmesine imkân sağlamakta ve hayat için gerekli
olan tüm ihtiyaçların düzenli ölçüler içinde ve her zaruri ihtiyacın hazır hale gelmesine dikkat
etmektedir. Açlık gibi herhangi bir geçici durumu karşılamak amacı ile yağ ve diğer ihtiyati maddeleri
depo etmektedir. Bütün bunları insan düşüncesinden ve onun yorumundan habersiz yapar. Biz
sayılamayacak derecede çok olan bu maddeleri bu kimyasal lâboratuara döküyoruz ve yaklaşık olarak
bütünü ile yaptığımız işlerden sarfınazar ediyor, gerisine karışmıyoruz. Böylece hayatımızın devamı
için gereken otomatik bir işlem saydığımız bu faaliyete sırtımızı dayamış oluyoruz. Bu yiyecekler
sindirilip ve yeniden hazırlanıp sürekli olarak milyonlarca hücreye dağıtılır. Bu hücrelerin sayısı
yeryüzündeki bütün insanların sayısından fazladır. Her hücreye ulaştırılması gereken bu kesin
maddelerin sürekli ve tek tek her hücreye ulaştırılması gerekmektedir. Ve bu belli düzenin ihtiyaç
duyduğu maddelerin dışında başka şeylerin ona götürülmemesi gerekir. Bu kesin maddelerinde kemik,
tırnak, et, saç, göz ve diş yapacak olan her hücreye kendisine has besinlerin ulaştırılması gerekir.
Demek ki burada insan zekâsının icat ettiği en mükemmel laboratuarda daha çok maddelerin
elde edildiği bir kimya lâboratuarı bulunmaktadır. Yine burada şu ana kadar dünyanın tanıdığı nakil ve
dağıtım düzenlerinin çok ilerisinde bir dağıtım düzeni vardır. Burada her şey son derece düzenli bir
şekilde gerçekleşmektedir."
İnsanın diğer bütün cihazları hakkında da çok şey söylenebilir. Fakat bu cihazlar açık seçik
olmalarına rağmen herhangi bir şekilde hayvanların da sahip olduğu cihazlardır. İnsanın kendisine has
özellikleri ise eşsiz olan akli ve ruhi özellikleridir. İşte bu surede özellikle üzerinde durulan konu
budur. Şöyle ki "Ey insan!" çağrısından sonra, "O, seni yaratan, belini doğrultan ve seni dengeli
kılan" demektedir.
İşte bu mahiyetini bilmediğimiz, kavramadığımız özel akli kavrayış. Çünkü akıl anladığımız
şeyleri anlamamızı sağlayan araçtır. Fakat akıl kendisini kavrayamaz. Nasıl kavradığını da idrak
edemez.
Bütün bu algılanan imajların ince ve dakik bir şekilde dizilmiş olan sinir sistemi yolu ile beyne
ulaştığını varsayıyoruz. Fakat bunlar nereye saklanmaktadır? Eğer bu beyin doğru bir bant şeridine
benzetilse insan ortalama ömrü olan altmış senede onca tabloları, kelimeleri, olguları, duyguları
yığınlarca malumatı kaydetmek için milyarlarca metre şeride ihtiyaç duyacaktı. Ancak bu durumda
onları bir süre sonra hatırlayabilirdi. Nitekim insan bu olayları onlarca sene sonra, niye yıllar geçtikten
sonra rahatlıkla hatırlayabilmektedir! Sonra akıl tek tek kelimelerden, tek tek olgulardan, tek tek
olaylardan ve tek tek tablolardan bütün bir kültürü oluşturmak için nasıl onları bir bütünlük içine
sokuyor? Sonra onları malumat yığınından sistemli bilgiye nasıl dönüştürüyor? Anlaşılabilecek
şeylerden anlayışa, deneyimlerden kesin bilgiye nasıl ulaşıyor?
Bu, insanın en belirgin özelliklerinden biridir. Fakat bununla beraber bu özellik insanın en
büyük özelliği değildir. En üstün ayırıcı vasfı olmadığı gibi. İnsanda Allah'ın ruhundan gelen, hayret
verici bir ateş parçası da vardır. Bu insanın kendine has olan ruhudur. Bu ruh insanı varlığın
güzelliğine ve varlığı yaratanın güzelliğine götürür. Ve ona hiçbir sınırı olmayan mutlak varlık ile
temasa geçişinden kaynaklanan güzel ve mutlu anlar bağışlar. Tabi ki bu, evrendeki güzelliğin
kaynakları ile temasa geçtikten sonra gerçekleşebilir.
Bu, insanın mahiyetini anlayamadığı ruhtur. İnsan kavrayabileceği somut gerçekleri daha
yeterince kavrayamadığı halde bunu nasıl kavrayabilir, nasıl tanıyabilir? İnsan bu ruh sayesinde
yeryüzünde yaşadığı halde sevincin ve üstün saadetin kaynağına erişebilir. Bu ruh onu yüceler âlemi
ile temasa geçirir. Onu cennetlerdeki sonsuz hayata kendisi için belirlenen güzel hayata hazırlar. Bu
mutlu dünyada ilahi güzelliğe bakmaya hazırlar.
İşte, bu ruh... Yüce Allah'ın insana en büyük hediyesidir, bağışıdır. İnsanı insan yapan da
budur. Allah'ın adı ile kendisine hitap ettiği de budur. "Ey insan!" Utandırıcı şekilde kendisini
kınaması da bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. "Engin kerem sahibi Rabbine karşı seni aldatan
nedir?" İşte bu Yüce Allah'tan insana doğrudan yöneltilmiş bir sitemdir. Çünkü Yüce Allah ona
seslenmekte, o ise kendisinin önünde günahkâr, kusurlu ve gururlu bir şekilde durmaktadır. Allah'ın

8
yüceliğini takdir etmemekte ve O'nun huzurunda edebini takınmamaktadır. Sonra Allah ona büyük
nimetini hatırlatmakta, sonra da bu konudaki eksiklerini, edepsizliğini ve gururunu dile getirmektedir.
Bu gerçekten karşısında ezilinmesi gereken bir sitemdir. İnsan kendi gerçeğini, gerçek bilgi
kaynağını ve Rabbinin huzurundaki gerçek konumunu düşündüğünde bu sitemin dehşetini
kavrayacaktır. Rabbi ona bu şekilde seslenmekte ardından ona bu şekilde serzenişte bulunmaktadır:
"Ey insan! Seni engin kerem sahibi Rabbine karşı aldatan nedir? O, seni yaratan, belini
doğrultan ve seni dengeli kılan, dilediği biçimde sana şekil veren Rabbine…”
Ardından bu gururun ve kusurların sebebi ortaya konuyor. Bu ise hesap gününü yalanlamaktır.
Yüce Allah hesabın gerçek mahiyetini bildirmekte ve her işin karşılığının farklı olacağını, pekiştirici
ve kesin bir biçimde ortaya koymaktadır. (Seyyid Kutup; Fizılali’l Kur’ân)

9- 12- Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde, yaptığınız şeyleri


ezberleyen, saygın yazıcılar olmasına rağmen, Din’i yalanlıyorsunuz.

Bu ayetlerde önce müşriklerin kör kabullerden oluşan inançları reddedilmekte,


sonra da “Aslında siz, şüphesiz üzerinizde, yaptığınız şeyleri ezberleyen, saygın
yazıcılar olmasına rağmen, Din’i yalanlıyorsunuz” denilerek yaptıklarının bir bir
kayıt altına alındığı, bunun idrakinde olmadıkları için de Din’i düşünmeden
yalanladıkları uyarısı yapılmaktadır. İnsanın yapısında sayısız yazıcı [hafıza, bellek]
hücresi bulunmasına ve işlediği her davranışın kaydedilmesine rağmen “din”i
yalanlaması insanın yaratılış üzerinde yeterince düşünmemesinden
kaynaklanmaktadır. Allah insanı yaratıp da başıboş deve gibi salıvermemiştir. Bunun
tersini düşünmek yaratılış üzerinde akıl yormamak demektir. Konumuz olan
ayetlerde bir bakıma inkârcılara “İster kabul edin, ister etmeyin, gerçek böyledir. Her
insan üzerinde kayıt yapan hücreler vardır; onlar iyi ya da kötü ne yapıyorsanız her
şeyi kaydetmektedirler. Onlardan asla kaçamaz ve gizlenemezsiniz. Gizli, aşikâr
hepsi önünüze konacaktır” mesajı verilmektedir.
Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?
O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış sonra da düzene koymuştur; ki, ondan da
iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/36-
40)

Hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın [mutlaka her insanın
üzerinde bir takım koruyucular vardır].
Onun için insan neden yaratılmış olduğuna bir baksın. (Tarık/4, 5)

Ve and olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona
şah damarından daha yakınız.
Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tesbitçi tesbit edip dururken, o [insan] hiçbir
söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/16- 18)

Ayette geçen “Din”, Maun suresinde konu edilen “Din” olup Fatiha suresinde
de geçen “Yevmi’d-Din [Din günü, hesaplaşma günü]” kast edilmiştir.
“Din’i yalanlamak” konusu Maun suresinin tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1,
s:304, 305 ) açıklandığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
Daha önce de değindiğimiz gibi, ayetteki “… şüphesiz üzerinizde, yaptığınız
şeyleri ezberleyen, saygın yazıcılar …” ifadesiyle insanın yaratılıştan kendi
bünyesinde hafıza hücrelerinin var olduğu ve her şeyi kayıt altına aldığı
bildirilmektedir.
Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; işte o: “Keşke kitabım bana verilmeseydi,
hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı. Malım bana hiç fayda vermedi.

9
Gücüm [otoritem] de benden yok olup gitti” der. (Hakka/25)

Kitabı kendisine arkasından verilen kişiye gelince de o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe
girecektir. Şüphesiz o, yakınları içinde sevinçli idi. Şüphesiz o, asla dönmeyeceğine kani idi.
(İnşikak/10)

Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü
açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine
karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)

Ve onlar, saf halinde Rabbine yayılmışlardır: “Şüphesiz sizi ilk önce yarattığımız gibi Bize
geldiniz. Aslında siz, sizin için buluşma zamanı kılmayacağımıza batılca inanıyordunuz.”
Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah
bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar,
yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/48, 49)

Gaybın anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez.
Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki
bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş
ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O,
yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize
koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla
yapmadan, onu vefat ettirirler. (En'âm/61)

13- Şüphesiz ki “Ebrar”, elbette naîmin [mutluluk cennetinin] içindedirler,


14 – 16- “Facirler” de kesinlikle Cahim’dedirler [cehennemdedirler]. Din
Günü ondan kaybolmamak üzere oraya yaslanacaklardır.
17- 19- Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra bir kere daha, Din
Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? O gün [Din günü], kimse kimseye malik
olmaz [efendilik yapamaz]. Ve o gün buyruk Allah’a aittir.

Amellerin kayıt altına alınmasının sonuçları bu ayetlerde de yine karşıtlık


metodu ile açıklanmaktadır. “Ebrar”dan olanlar “Naim” cennetlerine; “Füccar”dan
olanlar ise cehenneme gidecektir.
Ebrar ve Füccar terimleri ile ilgili Abese suresinde yaptığımız açıklamaları
burada da naklediyoruz:

BİRR VE EBRAR KAVRAMLARI

“Takva” sözcüğünün anlamdaşı durumunda olan Birr” sözcüğü, “her türlü


hayır ve iyilik işlerinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik” demektir.
Sözcük, bu geniş anlam alanıyla her türlü iyiliği, ihsanı ve hayırlı davranışı
kapsamaktadır.
“Birr”, Kur'an'da şöyle tanımlanmıştır:
Yüzlerinizi doğuya ya da batıya çevirmeniz “birr” değildir. Ama “birr”, Allah'a, ahir [son]
güne, meleklere, Kitap'a, peygamberlere inanmak; sahip olduklarından akrabalara, yetimlere,
yoksullara, yolcuya, dilenenlere ve boyundurukları çözmeye [hürriyeti olmayanların hürriyetlerine
kavuşmaları için], Allah sevgisi için vermek, namazı kılmak, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde,
sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte içtenlikli
olanlar bunlardır. İşte bunlar takvalıların ta kendisidir. (Bakara/177)

“Birr” sözcüğü isim olarak kullanıldığı gibi, ism-i fail olarak da kullanılır ve
bu takdirde “çok çok iyilik yapan” anlamına gelir. Meselâ müminler çok çok iyilik

10
yaparak “birr”in bizzat kendisi hâline gelirler. Kur'an böyle kimseleri “berr”
sözcüğünün çoğulu olan “ebrar” sözcüğü ile tanımlamış ve bu sözcüğü “müttekîn
[iyiler, Allah'a saygılı insanlar]” anlamında kullanarak “muttekin”e sunulan
nimetlerin “ebrar”a da sunulacağını bildirmiştir:
Ama Rabblerinden sakınanlara gelince, onlar için, Allah katından bir konak olarak, altlarından
ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler [bahçeler] vardır. Ve Allah katındaki, ebrar için
daha iyidir. (Âl-i Imran/198)

Hayır… Hayır… Ebrar’ın [iyilerin, yardımseverlerin] kitabı [yazgısı] kesinlikle ılliyyinde


[yüksekte, cennette]’dir.
Kim bildirdi sana, ılliyyinin ne olduğunu? O, rakamlanmış [yazılmış] bir kitaptır [yazgıdır]!
Yaklaştırılmışlar, ona tanıklık ederler.
Evet, ebrar [iyiler, yardımseverler], elbette, nimetler [mutluluk] içindedirler, tahtlar üzerinde,
seyrederler. Yüzlerinde mutluluğun aydınlığını tanırsın. Mühürlü, saf bir içkiden içirilirler, Mührü
misktir; yarışanlar, ancak bunda yarışa girmeliler! Ve onun karışımı Tesnim'dendir;
yakınlaştırılmışların içeceği bir kaynak [pınar]. (Mutaffifin/18- 28)

Sosyal hayatın kurulması ve sağlıklı işlemesi açısından çok önemli olan ve


âdeta insanlar arasındaki kaynaşmanın harcı olan “birr”, takva sahibi müminlerin
olmazsa olmaz bir özelliğidir. Bu özelliğe bizzat “takva” denmese de, “takvalı olma
hâli” denebilir. Zaten Rabbimiz de bize bu özelliğe sahip kişiler ile, yani “ebrar
[iyiler, yardımseverler]” ile beraber ölmeyi istememizi tavsiye etmektedir:
“Rabbimiz! Evet, 'Rabbinize inanın!' diye imana çağıran bir sesleniciyi duyduk ve hemen
inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi sil ve canımızı ebrar [iyiler,
yardımseverler] ile birlikte al.” (Âl-i Imran/193)

FÜCUR VE FÜCCAR KAVRAMLARI

“Fücur” sözcüğü sözlükte “yarmak, bir şeyi genişçe yarıp açmak” olarak tarif
edilmiştir. Kur'an, bu eylemin olumlusu için “fecr”, olumsuzu için “fücur”
sözcüklerini kullanmıştır.
Kur'an'ın olumsuz anlamda kullandığı “fücur” sözcüğü, gerek dil bilimciler ve
gerekse din bilginleri tarafından “Şakku setri’d-diyanet [diyanet örtüsünün yırtılması,
çatlaması]” olarak ifade edilmiştir. Bu şekilde din-iman örtüsünü yırtıp atanlara
“facir” denir. Bu sözcüğün çoğulu da “füccar” veya “fecere” şeklinde ifade edilir:
Ama insan, önünde [yaşadığı sürece] kötülük yapmak ister de, “Diriliş Günü ne zamanmış?”
diye sorar. (Kıyamet/5, 6)

Sen onları bırakırsan, kuşkusuz onlar, kullarını saptıracaklar; yalnızca ahlâksız ve çok
inkârcıdan başkasını doğurmayacaklar. (Nuh/27)

İmanın dışa yansıması nasıl ki “takva” ya da “amel-i salih” ise, küfrün dışa
yansıması da “fücur”dur. Yani fücur işlemek, gerçek imana sahip olmayanların bir
karakteridir. Çünkü Allah inancı, insanın haram-helal, hayır-şer, cennet-cehennem
gibi kategorilerin bilincinde olmasını sağlar. Dolayısıyla bu bilinç insanın fücur
işlemesine engel olur. Zaman zaman hataya düşen insan için daima “tövbe etme”
imkânı vardır. Ancak insan aynı hatayı tekrarlamamak şartı ile Allah'ın affediciliğine
sığınmalıdır. Tövbeden sonra sözünde durmamak, yalan söylemek tam anlamıyla
fücur işlemektir.

11
Sınırları dinle belirlenmiş davranışlara karşı çıkmak, din adına kural
tanımamak, dinle getirilen kısıtlamaları kabul etmemek, dolayısıyla her türlü irili
ufaklı günahı işlemek facirlerin en belirgin özelliklerindendir. Bu insanlar dünyada
yaptıklarının hesabını vereceklerine inanmadıklarından ya da Allah'a döneceklerini
düşünmediklerinden, her türlü fücuru işlemekten çekinmezler.
Kur'an, fücuru işleyenlerin kâfir ve cehennemlik olduklarını bildirmiştir:
Füccar [inançsızlar] ise kesinlikle Cahim’de [Cehennem'de] olacaklar. (İnfitar/14)

Hayır… Hayır… Füccar’ın [inançsızların] kitabı [yazgısı] siccindedir [Zindan


Cehennemi'ndedir]. -Ve kim söyleyecek sana, siccinin [Zindan'ın] ne olduğunu?- O, rakamlanmış
[yazılmış] bir kitaptır [yazgıdır]! Vay haline, o gün, yalanlayanların; ki onlar, Karşılık Günü'nü
yalanlayanlardır. Gerçekten de, onu sınırları aşan günahkârdan başkası yalanlamaz. (Muttaffifin/7-12)

Yoksa inanan ve iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutarız? Ya da
takvalıları “yoldan çıkanlar [füccar]” gibi mi tutarız? (Sad/28)

İslâm dışı yaşayan, Allah'a teslim olmayan, din-iman tanımaz kimseler olan
fücur ehli, takva karşıtı olan davranışları sonucunda, kendilerini oradan hiç kimsenin
kurtaramayacağı cehenneme girecek, kesinlikle müminler [muttakiler] ile bir
tutulmayacak, onlarla aynı kefeye konulmayacaktır:
İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe
olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir
grup da cehennemdedir. (Şûra/7)

Ve Saat’in dikildiği günde, işte o gün onlar, ayrılırlar.


Şimdi iman etmiş ve salihatı işlemiş kimselere gelince; artık onlar, bir bahçe içinde
neşelendirilirler.
Şu küfreden, ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayan kimselere gelince; işte onlar azap
içinde hazır bulundurulurlar. (Rurn/14- 15)

O gün [buluşma günü], onlar, meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah'a karşı gizli
kalmaz. -‘Bugün mülk kimindir?’, Sadece tek ve kahhar olan Allah'ındır!’-
Bugün her kişi kazandığı ile karşılıklandırılacaktır. Bugün zulüm diye bir şey yoktur. Şüphesiz
Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Mu'min/16-17)

Son ayetteki “... O gün [Din günü], kimse kimseye malik olmaz [efendilik
yapamaz]. Ve o gün buyruk Allah’a aittir” ifadesinde asiler için büyük bir tehdit
bulunmaktadır:
Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar. (Şuarâ/214)

İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün
olmuştur. (Furkan/26)

Hamd/övgü, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü'nün sahibi Allah'adır. (Fatiha/2- 4)

Ve ant olsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız / teker teker Bize
geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna
inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun aranızda kesilme olmuş ve yanlış
inandığınız şeyler kaybolmuştur. (En’am/94)

Ve o gün O [Allah], onlara seslenip der ki: “Yanlış olarak inandığınız Benim ortaklar hani,
nerede?”

12
Ve Biz her ümmetten bir şahit çekip çıkardık da “Haydi, kesin delilinizi getirin!” dedik. Artık
bildiler ki, hakikat Allah’a aittir ve uydurageldikleri şeyler kendilerinden ayrılıp kaybolmuştur.
(Kasas/74,75)

Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir
kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı
güne takvalı davranın. (Bakara/48)

Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin
bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Ve kâfirler, zalimlerin ta
kendileridir. (Bakara/254)

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

13

You might also like