You are on page 1of 630

1

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

HADİS FAALİYETİ.

EHL-İ SÜNNET VE KÜTÜB-İ SİTTESİ.

BUHÂRİ

MÜSLİM

NESÂİ

EBU DÂVUD

TİRMİZİ

İBNU MÂCE

EBÛ HANİFE

İMAM MÂLİK

İMAM ŞÂFİİ

AHMED İBN HANBEL

ALLAH’A, KUR’AN’A, PEYGAMBERLERE VE MÜSLÜMANLARA SALDIRI VE


İFTİRA İÇEREN KÜTÜB-İ SİTTE’DEKİ HADİSLERDEN ÖRNEKLER VE
ELEŞTİRİLMELERİ

KUR’AN HAKKINDA UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ KUR’AN TAHRİF


EDİLMİŞTİR İDDİALARI

KUR’AN’IN PEYGAMBERDEN SONRA TOPLANMIŞ OLDUĞUNU İDDİA


ETMELERİ

KUR’AN’IN OKUNUŞUNU TAHRİF ETMEK İÇİN UYDURDUKLARI HADİS


ÖRNEKLERİ

VAHYİN İNİŞ SIRASIYLA İLGİLİ OLARAK UYDURDUKLARI ÇELİŞKİLİ


HADİSLER

RESÛLULLAH’IN NEYİ VASİYET ETTİĞİ HUSUSUNDA UYDURDUKLARI


ÇELİŞKİLİ HADİSLER KUR’AN’IN ÜCRETLE OKUNUP-OKUNAMAYACAĞI
KONUSUNDA VE RÜKYE İLE İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ
2
CİN’LERİN KUR’AN DİNLEMELERİYLE İLGİLİ OLARAK
UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

KUR’AN’I ANLAMA ANLAYIŞLARI VE KUR’AN’IN NASIL OKUNMASI


GEREKTİĞİ KONUSUNDAKİ RİVAYET ÖRNEKLERİ
İSLAMİ DEĞERLERE, PEYGAMBERLERE ŞAHISLARA, KAVİMLERE V.S. ye
HAKARET İÇERİKLİ SALDIRI ve İFTİRALARINA AİT RİVAYET ÖRNEKLERİ

ŞEHİT VE ŞEHİTLİK KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

TEDAVİLER KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ GÖZ


YANİ NAZAR DEĞMESİ HAKKINDA DA BİR TAKIM ASILSIZ RİVAYETLER
UYDURMALARI

PEYGAMBERLER VE YAKINLARI HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

PEYGAMBERİN EHLİ BEYTİ YANİ HANE HALKININ KİMLER OLDUĞU


KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

ŞEHİT VE GAZİLER İLE HİCRET VE SAVAŞ KONULARINDA UYDURDUKLARI


HADİSLERDEN ÖRNEKLER

CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER HAKKINDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

KEVNİ KONULAR HAKKINDA UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ


HADLER VE KISAS HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

KÖLELERİN DURUMU KONUSU

HAYVANLARLA İLGİLİ OLARAK UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

İMAN VE AMELLER HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

SAÇ, SAKAL VE SÜSLENME KONULARINDA UYDURDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

KABİLE, ŞEHİR, ŞAHIS İLE MEMURLAR VE HİLAFET KONULARINDA


UYDURDUKLARI HADİSLERDEN ÖRNEKLER.263 RESİMLER VE SURET
YAPMA KONUSUNDA UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ ŞİİR
KONUSUNDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN ÖRNEKLER FAL VE GAYB İLE
İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ CENAZELER VE KABİRLER
KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

EKONOMİ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLER


3
Arazi ve Arsalar hakkında uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler

Faiz ve Alım-Satım Konusunda uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler

ZEKÂT KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

ABDEST VE GUSÜL KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

NAMAZ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

REKAT SAYILARIYLA İLGİLİ RİVAYETLERİNDEN ÖRNEKLER KUR’AN’A


GÖRE NAMAZ

ORUÇ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ HACC


KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

_________________________________________________

KİTAPTAKİ KISALTMALAR ŞUNLARI GÖSTERİR:

K.S. : Kütüb-i Sitte Prof. Dr. İbrahim CANAN


Akçağ Yayınları.

ÖTÜKEN : Ötüken Neşriyat A.Ş:

BUHARİ : Sahih-i Buhâri ve Tercemesi, mütercim


Mehmet SOFUOĞLU
Ötüken Neşriyat A.Ş:

EBÛ DÂVÛD : Sünen-i Ebû Dâvûd Terceme ve Şerhi,


Hazırlayanlar; Necati YENİEL, Hüseyin
KAYAPINAR. Şamil Yayınevi.

MÜSLİM : Sahih-i Müslim terceme, Ahmed


DAVUDOĞLU
Sönmez Neşriyat A.Ş.
SÖNMEZ
NEŞRİYAT : Sönmez Neşriyat A.Ş.

H. : Hadis
C. : Cilt
R. : Rivayet
S. : Sayfa

BÖLÜM 1
ÖNSÖZ
4
Zamanımızda, dünyada kendisine Müslüman diyen ve kendilerine ait elli
kadar devletleri bulunan bir milyardan fazla insan bulunmaktadır. İsmen
kendilerini Müslüman olarak tarif etmelerine ve dini kitaplarının Kur’an olduğunu
söylemelerine rağmen, aralarında inanç yönünden büyük farklılıklar ve derin
ayrılıklar mevcuttur. Bu ayrılıkları nedeniyle çeşitli mezheplere ve fırkalara
bölünmüşlerdir. Bölünmüş olan bu gruplardan her birisi kendi mezhebine dayalı
olarak bağlısı olmadığı diğer fırka veya mezhep bağlılarını dini açıdan yalanlayıp,
hatta tekfir etmektedir. Bu durum günümüzde de öyle olduğu gibi, asırlardan beri
süregelen bir olaydır. Olay bununla da bitmemektedir, aynı fırka veya mezhebi
benimsediğini söyleyen herhangi iki şahıs bir araya geldiğinde, inanç yönünden bir
birlerinden farklılıklar gösterip, tartışma içerisine girerek birbirlerini tekfir
edebilmektedirler. Ve dini tartışma içerisine girip ayrılığa düşen şahısların halktan
kimseler olması veya fırka ve mezheplerin dini temsilcileri olması durumu
değiştirmemektedir. Ve hatta bunlardan herhangi tek bir şahıs dahi kendi nefsinde
çelişkili olup, dinle ilgili olarak sabah söylediğine akşam, akşam söylediğine
sabahleyin aykırı sözler söyleyip kendi kendisiyle çelişkiye düşebilmektedir. Bu gibi
hususlar normal olmayan ilginç durumlar olduğu gibi, muhakkak bir nedeni
olmalıydı. İşte bu nedenin dayalı olduğu öğretiyi merak ederek araştırıp ortaya
koymayı amaçladım. Bu amaçla ilgili olara1991yılında başladığım çalışmamı 2000
yılının sonunda tamamladım. 10 yıllık çalışma ve araştırmam neticesinde iki kitaplık
bir çalışma meydana getirmiş oldum. Bu kitabın hareket noktası, gruplar, mezhepler
ve meşhur fertler tarafından İslam dini adına söylenmiş birçok söz ve öğretinin
kaynaklara dayalı örneklerini göstermek suretiyle kendi içlerindeki ve aralarındaki
çelişkileri göstermek ve bu örnekleri Kur’an açısından ele alıp, Kuran’a aykırı
olarak ihtiva ettikleri hususları göstermektir.

Kuran’ın İslam öğretisine rıza göstermeyen çeşitli fert ve topluluklar, Allah’ın koruması
nedeniyle Kur’an’ı değiştiremeyince İslam’a saldırmak için başka yollara başvurdular. Bu
yolları başlıca şöyle sıralıya biliriz:

1. Peygamber adına yalan hadisler uydurmak,


2. Uydurulan hadislere dayalı mezhepler meydana getirmek,
3. Tasavvuf adı altında faaliyette bulunmak suretiyle sofistlik
Yapmak,
4. Felsefe yoluyla saldırmak,
5. Kur’an ayetlerine yanlış ve batini manalar vermek.
6. Ayrıca İslam’a, İslam’da olmayan Irkçılık, Babadan oğul'a
Saltanat, diktatörlük gibi kavramlar ve oluşumlar isnat etmek
ve bunları İslam’a karşı kullanmak.

Bunları anlatırken geniş kitlelere yayılmış olanlarına ağırlık verecek, diğerlerine ise kısaca
yer vermeye çalışacağım.

HADİS FAALİYETİ :
Bu faaliyet hicri üçüncü asırdan itibaren başlıca iki dalda gelişme gösterdi. Bunlar Kütüb-i
Sitte adı altında ehli sünnetin kabul ettiği rivayetler ile Kütüb-i Erbaa adı altında
İmâmiyye Şiasının kabul ettiği rivayetlerdir. Bunların durumu şu şekildedir:
5
A- EHLİ SÜNNET VE KÜTÜB-İ SİTTESİ:Kütüb-i sitte’nin kelime
manasından kastedilen, altı kişinin hadis kitapları şeklinde olup, bu şahısların kitaplarında
35647 hadis bulunmaktadır. Bu hadisler ayrı ayrı olmayıp, her biri bazen on beş yirmi
kerelik tekrarlar halindedirler. Ayrıca bir şahsın kitabında yer alan bir hadis diğer bir
şahsın kitabında ya aynen ya da biraz değişiklikle, büyük çoğunlukla yer almaktadır. Öyle
ki tekrarlar dikkate alınmasa 35647 hadis 4000 hadisi bile bulmamaktadır. Bu 4000 hadis
bir kitaba sığdırılabilecekken, gerek tekrarlar suretiyle, gerekse şerhlerle büyük bir
külliyata dönüştürülmüş. Öyle ki inceleme yaptığımda her biri yüzlerce sayfalık 57 cilde
bakmak zorunda kaldım. Ayrıca dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi de bu hadis uydurma
faaliyetinin iddia ettikleri gibi fertler tarafından din gayretiyle yürütülmüş bir hareket
olmayıp, birbirlerine çağdaş kimseler tarafından ve bağlantılı olarak yürütülmüş sistemli
bir hareket olduğudur. Şöyle ki:

1- Buhâri (Hicri 194-256) tekrarlarıyla birlikte 9082 hadis.


2- Müslim(Hicri 204-261) “ “ 7275 “
3- Nesai (Hicri 215-303) “ “ 5724 “
4- Ebû Dâvud (Hicri 212-275) “ “ 5274 “
5- Tirmizi (Hicri 209-279) “ “ 3951 “
6- İbnû Mace (Hicri 209-273) “ “ 4341 “
TOPLAM 35647

Ayrıca diğer bir hususta bu şahısların Arap asıllı olmayıp, Buhara, Merv, Horasan
tarafında yaşayan kimseler oldukları ve İslam'ın yayılmasını engellemek için Kur’an
öğretisine karşı bir ekol oluşturmuş olmaları hususudur. Arap asıllı değildirler derken ırkı
söz konusu ettiğim zan edilmesin. Ancak şunu demek istiyorum ki, ne sahabeler nede
tabiin tarafından ortaya atılmış bir hareket olmadığı gibi, Araplar arasında o döneme kadar
hadis öğretisi söz konusu değildi. İslam derken sadece Kur’an öğretisi anlaşılıyordu. Zira
hadis rivayeti konusunda yasaklarda mevcuttu, ondandır ki bu hareket Mekke ve
Medine’nin çok uzağında hicri üçüncü asırda geliştirildi. Hadis diye peygamber adına
uydurdukları iftiralara delil olarak yine kendilerince uydurulmuş ravi senetlerini
gösterdiler. Kur’an’ı ölçü olarak kabul etmediler. Bunlara sormak gerekir! Hadis metnini
uyduran insanların senedi de uydurmamaya verilmiş bir sözlerimi var? Yada senedin
uydurulmamsına mani olan şey nedir ki, ravi zinciri şeklinde uydurulmuş sened hadisin
sağlamlığına delil olabilsin? İş bununla da bitmiyor. Kur’an’ı ölçü olarak kabul
etmedikleri gibi, uydurdukları rivayet iftiralarının Kur’an’ı nesh edebileceğini, yani
ayetleri iptal edebileceğini iddia ettiler. Ve bu iddia çerçevesinde mezhepler geliştirdiler.
Çok ilginçtir, geliştirmiş oldukları dört mezhebin imamları da Arap asıllı değildirler. İddia
ettiklerine göre bu imamlar adına oluşturulan mezheplerden birine bağlı olmak İslâmi bir
mecburiyetmiş. Ayrıca yukarıda belirttiğim, gibi iddia ettiklerine göre hadisin doğruluk
güvencesi ancak ve ancak isnat ettiği ravi senedidir. Bu senet uydurmalarını da ağırlıklı
olarak 5374 hadis ile hayali bir şahıs olan Ebû Hüreyre’ye isnat ettiler. Ebû Hüreyre’nin
kelime manası “kedinin babası” demektir, ve güya bu bir şahsın takma adı imiş. Böyle bir
şahıs bilinmediği gibi ne kendi adı, nede babasının adı bilinmemektedir. Adı hakkında 30
değişik rivayet olup adının ne olduğu tespit edilememiştir. Babasının adıyla ilgili de çeşitli
rivayetler yapılmaktadır El-Kuta El-Halebi bunları kırk dört değişik rivayete
çıkarmaktadır. Ve bu iddiaların hepsi bir yakıştırmadan öteye gidemez, zira böyle bir
şahıs kanaatimce hiçbir zaman yaşamamıştır. Hadis ekolünü kuran bu ekip, bu şekilde
6
hayali bir şahsa hadislerini dayandırmakla bu yönden yalanlanmalarının yolunu
kapatmak istemişlerdir. Zira gerçek bir şahsa isnat etmeleri halinde birilerinin çıkıp ta
bizim dedemizin dedesinden duymadığımızı sen kimden duydun deyip onları yalanlıya
bilirlerdi. Benim kanaatimce hiçbir zaman böyle bir şahıs yaşamamıştır. İşte hadislerinin
gerçek olduğuna dair verdikleri en büyük güvencelerden biri bu hayali şahsiyettir. Kaldı ki
senedin hadisin sahihliğiyle (gerçek olmasıyla) ilgili hiçbir manası olamaz. Hadis metnini
uyduranlar kolayca senedi de uydura bilirler. Falan, falana söyledi şeklindeki bir
uydurmanın zorluğu veya imkansızlığı nedir ki hadisin sahihliğine güvence olabilsin.
Buhâri’nin altıyüzbin hadisi senedleriyle birlikte ezbere bildiğini ve kitabına aldığı
hadisleri bunlar arasından seçtiğini iddia etmişlerdir, bundan da anlaşılmaktadır ki
senedleriyle birlikte yüz binlerce hadis uydurması mevcuttur ve hadisleri uyduranlar
senedlerini de uydurmuşlardır. Bu onların kendi ifadeleridir. Öyleyse senedli olmalarına
rağmen güya sahih görmemiştir ve dolayısıyla hadis metniyle beraber senedlerinde
uydurulduğunu itiraf etmiş olurlar. Bu mantık kitabına aldığı hadisler içinde geçerlidir. Bir
hadisin ne şekilde olursa olsun sened ihtiva etmesi onun sahih olduğuna delil teşkil
edemez. Bu konuda daha birçok eleştiriler getirmek mümkündür. Kitabın çok hacimli
olmasını amaçlamadığımdan bu kadarla yetiniyor ve işin esasına değinmek istiyorum. Bu
kadar yoğun bir şekilde asırlardan beri insanlara din diye takdim ettikleri ve Kur’an’dan
üstün tuttukları hadislerin içeriği nedir ve bunları öneren imamları kimlerdir, bunları
belirtecek olursam:

BUHARİ: Künyesi “ Şeyhu’l İslam ve İmâmul-Huffaz Ebû Abdullah Muhammed İbnû


İsmail, İbnû İbrahim, İbni’l Muğire, İbni’l-Berdizbe el-Buhâri el-Cu’fi” (H.194-256).
Doğum yeri Buhara olup ölüm yeri de Semerkant’ın Hertenk köyüdür. Görüldüğü gibi
yaşayıp öldüğü yer Arabistan’ın çok dışındadır. Kendisinden Müslim ve Tirmizi hadis
almışlardır. Tirmizi ile Ebû Dâvud (ö.316) talebeleridir. Müslim kendisine “Müsaade et,
ayaklarını da öpeyim, ey üstadlar üstadı, ey muhaddislerin seyyidi, İlel’de hadis hadis
doktoru” demişti. Sahihinin en meşhur nüshaları Nesefi Nüshası ve Firebri Nüshasıdır.
Nüshalar arasında farklılıklar vardır. Bazen “Babun” şeklinde kalıp hiçbir fıkhı hüküm
ifade etmeyen başlıkların yer alması, bazen başlık olduğu halde arkadan hadis
kaydetmeden bir başka bab başlığına geçmesi. Sonrakiler tarafından bu boşluk
doldurulmuştur. Meşhur Çağdaşları, Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Main, Ali İbnu’l
Medeni, Salih Cezere, Nesefi, Firebri.
Buhari hadisleri kitabına yazarken sahih olmaları konusunda Allah’a danışmış olduğu
garantisini de vermektedir. Bu hususla ilgili olarak şöyle demiştir. “Herhangi bir hadisi
Sahih’e dahil etmezden önce yıkanıp iki rekat namaz kılarak, Allah’a istihârede Bulunup
manevi bir işaret aramış, ondan sonra hadisin sıhhatine hükmetmiştir”. “Bu şekilde sıhhati
nazarımda sübût bulmayan hiçbir hadisi Sahih’e almadım”der. Ayrıca Sahihini 16 yılda
altıyüzbin hadisten seçerek tekrarlarıyla birlikte 9082 hadis yazmıştır, iddiası da vardır.
Şöyle bir hesap yaparsak bu sözlerin herhangi bir gerçeği ifade etmediği ortaya çıkar.
Altıyüzbin hadis için, altıyüzbin defa yıkandığını ve her bir hadis içinde iki rekat namaz
kıldığını söylemekle, böylece (600.000.- : 16.- ) : 365 = 103 kere her gün yıkanmıştır.
Ayrıca (600.000.- X 2.- ) : (16.- X 365.- ) = 205 rekat namaz kılmıştır. Her rekatı üç
dakika da kılsa 3 X 205 = 605 dakika, bu da yaklaşık on saat demektir. Günde 103 kere
yıkanıp on saat Namaz kıldığını ve bunu 16 sene devam ettirdiğini iddia etmek ciddiyetten
uzak bir iddiadır. Zira değil günde 103 kere yıkanmak hiç uyumasa bile en az saatte dört
defa giyinip soyunması demektir.
7
MÜSLİM : Künyesi, “El-İmam el-Hâfız Hüccetül- İslam Ebu’l Hüseyn, Müslim
İbnul-Haccâc el el-Kuşeyri, en Nişâburi” (H.204-261) Horosanın Nişabur kentinde doğup
ölmüştür. Müslim, Sahihini bizzat işiterek aldığı üçyüzbin hadisten seçtiğini ifade eder.
Tekrarları nazara alınmadığı takdirde kitabında 3033 hadis mevcuttur. Rivayete göre, bir
hadis ararken dalgınlıkla bir sepet hurmayı yemiş ve hastalanarak ölmüştür. Kitabında
yazmış olduğu hadislerin, bazı senedlerinin ricâlinde şahıslar sayıca farklıdır. Bazı
metinlerde elfaz değişmektedir.

NESAİ : Künyesi. “El-Hafız el-İmam Şeyhûl-İslâm Ebu Abdurrahmân İbnu Şuayb İbnu
Ali İbnu Sinân Bahr el Horâsani el, Kâdi” (H.215-303). Aslen Horosanın Nesâ
şehrindendir, orada doğmuştur. Tahsiline Belh şehrinde başlamıştır. Kitabının adı Kitab’ı
el-Müctebâ Mine’s-Sünen (es-Sünenu’s-Suğra)dır. Tekrarlarıyla beraber 5724 hadis ihtiva
eder. Şafii fukuhasındandır.

EBÛ DÂVUD: Künyesi, “El-İmam es-Sebt, Seyyüdü’l Huffâz Süleyman İbnul-Eş’es İbni
İshâk es-Sicistani” (H 212-275). Doğum yeri Horasan Bölgesinin Sicistân şehridir. Kitabı
hakkında “ Ben Resûlullah’a nispet edilen Beşyüzbin hadisten şu Sünen’i seçtim.
Kitabımın içerisinde 4800 hadis mevcuttur.” der. Ebû Dâvud Sünen’ini kendisinden
yüklenip rivâyet izni alan yedi kişi mevcuttur. Bunlardan dört tanesi yaygınlık
kazanmıştır. Nüshalar arasında farklar mevcuttur.

TİRMİZİ: Künyesi “Muhammed b. İsâ b. Sevre b. Musa b. Ed-Dahhâk es Sülemi el-Bûği


ed-Tirmizi” Tirmizi Orta Asya şehirlerinden Termiz, Türmiz şeklinde de telaffuz edilen,
Tirmiz şehrine nispettir. Tahsilini memleketinde ve Horasan’da yapmıştır. Buhari’nin en
meşhur talebesidir. Bir müddet Buhara’da hadis okutmuş. İlelu’l-hadisi Semerkant’ta
tasnif etmiştir. Anadan doğma âmâ olduğu rivayet edilmekte. Tekrarlarıyla birlikte 3951
hadis yazmıştır.

İBNÛ MACE: Künyesi, “Muhammed b. Yezid b. Abdullah er-Raba’i el-Kazvini” (209-


273). Tahran yakınlarındaki Kazvin şehrinde doğmuştur ve ölüm yeri de Kazvin’dir.
Tekrarlarıyla birlikte 4341 hadis yazmıştır. İbnu Mace’nin Süneni hicri yedinci asırdan
itibaren Kütüb’i Sittenin altıncı kitabı olarak benimsenir. Bazıları altıncı Kitab olarak
Muvatta’yı görmüştür.

Görüldüğü gibi Kütüb’i Sittenin hiçbir yazarı aslen Arap olmadıkları gibi, seyahat amaçlı
olsa dahi Mekke ve Medine taraflarına gittikleri pek bilinmemektedir. Bir iki tanesinin
Mekke ve Medine taraflarını gidip gezdikleriyle ilgili kayıt varsa da bence uydurmadır.
Zira böyle bir şey vuku bulmuş olsaydı Hac ve Umre yaptıklarıyla ilgili kayıtlarda mevcut
olacaktı böyle bir şeye rastlamadım. Bunların öğretileri üzerine bir fıkıh oluşturularak
mezhepler meydana getirilmiştir. Ehli Sünnet adı altında oluşturulan dört mezhebin
İmamları da aynı şekilde Arap asıllı değillerdir. Bu şahısların ismi etrafında oluşturulan
bütün fıkıh bu İmamlara mal edilmiştir yada adı kullanılmıştır. Öyle ki İmam Ebû
Hanife’den hiçbir Kitab intikal etmemiştir, buna rağmen mezhebinin fıkhı ona
dayandırılmıştır. Bundan dolayı konular işlendiğinde falan şahıs şu sözü söyledi veya şunu
yaptı derken o sözün veya fiilin o şahsa ait olabileceği gibi, onun adına uydurulmuş
olabileceğinin de dikkate alınması gerekir. Zira Allah’a ve Peygambere iftira edip yalan
söz uyduran kimselerin, başkaları adına da yalan söz ve iftiralar uydurmaları gayet
mümkündür. İnsanlar nasıl ki öbür semavi kitapları değiştirdiyseler, Allah, Kûran’ı
8
korumamış olsaydı onu dahi değiştirmeye çaba sarf edeceklerdi. Bundan dolayı
amacım bizzat şahıslar olmayıp, asırlardan beri süre gelen uydurma rivayetler ve
onları gerçek manada uydurmuş olanlardır.
Konumuza dönüp, dört mezhep imamı konusunda, geçerli kaynaklara dayalı olarak bilgi
verecek olursam:

EBÛ HANİFE: Numan b. Sabit (H.80-150), Arap olmadığı kesin olmamakla beraber,
Türk veya İran asıllı olduğu hakkında farklı rivayetler mevcuttur. Onun Tirmizli bir Türk
kabilesine mensup olduğu söylenmekle beraber M. Ebu Zehra’ya göre ise Farslıdır.
Abdulbaki Gölpınarlı’ya göre de Ebû-Hanife Nu’man b. Sabit’in babası, Zerdüşt
dinindeyken İslam'ı Kabul eden Kâbül’lü Zevtâ’dır, bu şahsın adının Tâvus yahut
Merzubân olduğunun rivayet edildiği şeklindedir.
Fıkıh öğretisini öğrencileri oldukları iddia edilen Ebu Yusuf (H.113-182) ve Muhammed
b. Hasan eş-Şeybani’ye (H.135-189) isnat ettirilmiştir. Ebû Hanife’nin bizzat kendisi
tarafından kaleme alınmış eseri yoktur. Sünnet konusunda onun hakkında dendiğine göre
ravisi güvenilir olduğu zaman Muhaddislerin çoğunluğunun eğilimine aykırı biçimde
Mürsel hadisi delil olarak değerlendirmekteydi. Muhaddislerce zayıf karşılanan ve
kendisiyle amel edilemez diye değerlendirilen bir çok hadisi delil olarak ileri sürme yoluna
gitmiştir. Hanefiler şöyle söylemektedirler: “ Kur’an, mütevatir veya meşhur sünnetle
nesh edile bilir. Sadece ahad hadisle nesh edilemez”. böylece hadislerin Kur’an’ı nesh
edebileceğini yani iptal edebileceğini fıkıhlarına esas Kabul etmişlerdir. ( Bak. Dr.
İsmail Hakkı Ünal. İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis
Metodu. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları No.327 Baskı-1994 Sayfa 213 )

İMAM MALİK: ( H.93-179) Bazıları aslen Yemenli olduğunu söylerken, bazı siyer
yazarları İmam Malik ve ailesinin Arap olmadığını söylemişlerdir. Büyük atası Ebû
Amir’in, Beni Teym kölelerinden olduğu söylenmiştir. İmam Malik, üstadının özellikle
İbni Hürmüz olduğunu belirtir. “Yedi, sekiz yıl yalnız ondan okudum, başkalarını bu işe
hiç karıştırmadım” der. Hürmüz adı Acem asıllı olanların kullandığı bir isimdir. Bir
rivayette de “ On üç yıl oturup İbni Hürmüz’den ders okudum”der. (16 yıl rivayeti de
vardır) Ondan öğrendiklerini, başka bir kimseden almadığını söyler. İmam Malik üstadı
İbni Hürmüz’den aldıklarının tamamıyla tesiri altında kalmış denebilir. Medarik’de Şöyle
denir: “ Malik derki, İbni Hürmüz’ü şöyle derken işittim” ifadeleri bunu açıkça ortaya
koyar. Meşhur Kitabı Muvatta da 1826 hadis mevcuttur. Sünnet Kur’an ile Tearruz
ederse, Bazı hallerde Kur’an’ı sünnete takdim eder, bazı hallerde sünneti Kuran’a
hakim kılar. Böylece sünnetin Kur’an’ı iptal edebileceğini Kabul etmiştir. ( Bak,
İmam Malik , Hayatı-Görüşleri- Fıkıhta yeri, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hilal Yayınları
1984 sayfa 283.)

İMAM ŞAFİİ: Ebû Abdullah Muhammed bin İdris bin Abbas Şafii (H.150-204).
Suriye’de (Filistin) doğduğunu söyleyenler olduğu gibi ayrıca Askalan’da (gazze
yakınında) Hatta Yemen’de doğduğunu söyleyenlerde vardır. Kureyş kabilesinden
olmadığı halde, “kölelik yönünden kureşli sayılmıştır. Zira atası Ebu Lehebin kölesi imiş”
rivayet edilmiştir. Ömer, atası Şafii’yi Kureyş kölelerine katmamış, Osman onu bunlara
katmış. İmam Şafii, Huzey kabilesinin yanında yaklaşık on yıl kalarak, kendilerinden Arap
dili ve şiirini öğrendi. Ana dili Arapça olmayıp Arapçayı sonradan öğrendiği
anlaşılmaktadır. Hocası İmam Malik’tir. El-Risale ve El-Üm isimli kitapları vardır. Şafii
derki: “Fıkıh öğrenmek isteyen Ebu Hanife’nin iyalidir. Siyer isteyen Muhammed b.
9
İshak’ın iyalidir. Hadis isteyen Malik’in iyalidir. Tefsir isteyen Mukatil b.
Süleyman’ın iyalidir” diyerek tavsiyede bulunur. Ebu Hanife ve İmam Malik’ten
bahsettik, diğer ikisi ise: Muhammed b. İshak : (H.85-151). Bilhassa Siyer Meğazi
çalışmaları vardır. Siyerin dışında müstakil olarak Kitâbu’ssünen telif etmiştir. İbrahim b.
Sa’d ez Zuhri ondan sadece ahkama dair 17 bin hadis rivâyet etmiştir. Yahya’l-Kattan
onun hakkında “kezzab” yani yalancı demiştir. Ayrıca, hakkında Şiiliğe meyyal olduğu ve
kaderi olduğu rivayetleri de vardır. Yalnız ahkama dair 17 bin hadis söylemesi “ne kadar”
yalancı olduğuna dair kuvvetli bir delildir. (Bak. İlk üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis.
Dr. S. Kemal Sandıkçı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 299. Baskı 1991 s. 45-46 )
Diğer tavsiye ettiği: Mukatil b. Süleyman Şiânın Zeydiye Mezhebindendir. Şafii onun
kitaplarını okudu, inceledi ve neticede onları da okumağa teşvik etti. Onu bu hususta imam
addetti. Bu maddede kendisine başvurulan bir âlim saydı. (Bu konuda bak. İmam Şafii.
Osman KESKİOĞLU. Diyanet Başkanlığı yayınları 1987 s. 46 ).
Şafii’nin kendiside Harun Reşid zamanında Şiilikle itham edilmiş ve takibata uğrayarak,
Harun Reşid’in huzuruna bu konuda çıkarılmıştır.
Kur’an ve Sünnet Konusundaki görüşü:
Şafii’nin bu konudaki görüşü, Sünnetin Kuran’la nesh edilemeyeceği şeklindedir.
Resûlullah’ın sünnetini ancak Resûlullah’ın sünneti nesh edebilir. Kur’an bir sünneti
nesh edemez, nesih olayı olması için bunu başka bir sünnetin ilân etmesi gerekir der.
Kuran’ın sünnetle nesh edilip nesh edilemeyeceği konusuna gelince, her ne kadar
Kur’an’ı ancak Kur’an nesh eder diyorsa da , uygulama konusunda durum hiçte
öyle değildir. Örneğin, Kuran’a rağmen, zina olayında Recim cezasını kabul etmekle,
sünnetin Kur’an’ı nesh edebileceğini açıkça beyan etmiş olur. Yani kısaca iddiası;
Kur’an sünneti iptal edemez fakat sünnet Kur’an’ı iptal eder şeklindedir. (Konu
hakkında bak: İmam Şafii. Osman KESKİOĞLU s.238-239. Büyük Şafii İlmihali, Yazan
Halil Gönenç. Hilâl Yayınları 1979, 2. Baskı s. 375.)

AHMED İBN-HANBEL: (H. 164-241) : Anası O’na gebe olarak Merv’den Bağdat’a
geldi. Merv’de doğduğunu söyleyenler var. Kendisinden yapılan rivayette Bağdat’ta
doğduğu söylenmiş. Merv asılı olup Arap değildir. ( Yazılarımda Arap değildir derken,
bununla o devirlerde ilk etapta Kuran’ın yayıldığı coğrafyaya yakınlığa veya uzaklığa
dikkat çekmek suretiyle Kur’an dışı bazı kültürlerin etkinliğine dikkat çekmek içindir.
Yoksa İslam dini evrensel olup, herhangi bir ırktan olmak veya olmamak avantaj veya
dezavantaj değildir.)
Kitabı “Müsned”de yaklaşık 40.000.- hadis vardır. Kur’an’ı esas alıp sünneti terk edenlere
red için Kitab bile yazmıştır. Ona göre Kuran’ın batını vardır. Halbuki Kuran’a batın bilgi
isnat etmek küfürdür. Zira Kur’an açık manalı bir kitaptır.
Ahmed, Sünnetin Kuran’a hakim olduğunu, fakat Kuran’ın sünnete hakim olmadığı
ve sünnetin Kur’an’ı nesh yani iptal edebileceği iddiasındadır. Şöyle ki : “Ahmed’e
göre sünnet beyan bakımından Kuran’a hakim sayılır, onun ahkamını takrir eder. Şatıbi
sünnetin Kur’an’a hakim olmasını şöyle açıklar. Ulemaya göre sünnet, kitaba hakimdir,
Kitab hakim değildir, çünkü kitabın iki ve daha ziyade şeye ihtimali vardır.”
demekte.“gerek iman itimade, gerek amel ve akla dair olsun, Hadisler arasında bir fark
yapmazdı.” ( Konu hakkında bak.Ahmed İbn-i Hanbel. Hilâl Yayınları 1984 s.242-255
Prof. Muhammed Ebu Zehra. Terc. Osman KESKİOĞLU .)

Bütün korkuları Kuran’ın İslam dini öğretisine esas alınmasıdır. Zira Kur’an esas
alınmış olsa ve Peygamber adına ileri sürmüş oldukları sözler Kur’an ölçüsüne
10
vurulsa, bütün iftira ve yalanları hemen ortaya çıkar ve sünnet diye ileri sürmüş
oldukları sözlerden geriye pek bir şey kalmaz. Bu hususu onlarda kabul eder
mahiyette şu şekilde itiraf etmektedirler.
“İmam Ahmed’e gelince, o İmam Şafii’nin usulüne uygun hareket eder. İbni
Kayyım, Ahmed’in ve Şafii’nin görüşlerini destekleyerek şöyle der: Eğer bir
kimsenin kitabın zahirinden anlayışına göre Hz. Peygamber Aleyhisselamın
sünnetleri red olunacak olursa o zaman sünnetlerin çoğu red olunur ve sünnet batıl
olur.” (Ahmed ibn-i Hanbel, Hilal Yayınları S.247 )

Bu ifadeler bile, Sünnetle Kuran’ın ne kadar bir birleriyle bağdaşmayan bilgiler


ihtiva ettiğini belirtmeye kafidir.

Sonuç olarak, İmam Ahmed birçok sözlerinde belirtmiştir ki, İslam dinini öğrenilmesi,
aynı zamanda Kur’an’a hakim olan! sünnetle mümkündür. Kur’an bilgisi sünnet
yoluyla olur, Kur’an sünnete hakim olamaz. Bu din sünnet yoluyla öğrenilir. İslam
fıkhının en kestirme ve en işlek yolu sünnetten geçer. Sünnetin beyanından
yararlanmaksızın sadece Kur’an’dan öğrenmeğe çalışanlar, doğru yolu şaşırırlar,
hak yolu şaşırırlar iddiasındadır. 750 bin hadis arasından seçtiği rivayet edilen. Müsned
teki hadislerin 10 bini tekrarlanmış hadislerdir. Hadislerin sahihliğine ölçü olarak Kur’an’ı
değil de kendi Müsned ini kabul ve ve tavsiye eder, Şöyle ki: “Resulullah’ın hadislerinden
olup olmadığı konusunda anlaşmazlığa düştüğünüz rivayetlerle ilgili olarak Müsned’e
başvurun. Orada bulduysanız delil, bulmadıysanız delil olmaz .” demiştir. Mahiyeti ne
olursa olsun, Kur’an’ı hadise tabi kılar, şöyle ki : “hatta ona göre haberi, vahid olan
Hadisler bile, Kuran’ın umumini tahsis eder.” (Ahmed İbn-i Hanbel. Hilâl Yayınları
s.245 )

Görüldüğü gibi dört mezhep imamı da fıkıhlarına hadisleri esas almaktadırlar. İttifakla
hadislerin Kur’an ayetlerini iptal edebileceğini fakat Kuran’ın hadisleri iptal edemeyeceği
iddiasındadırlar. Bu da başka bir ifadeyle, Allah’ın Kuran’la bildirdiği İslam’a, öncelikle
hadislerle peygamberin karşı çıktığı ve peygamberin sözünün Allah sözünden daha üstün
olduğu manasındadır. Bu ise İslam dinine saldırı ve peygambere büyük bir iftiradır.
Şimdi hadis adı altında, peygambere yaptıkları iftiraları ve bu iftiralara dayalı
olarak kabul edilen İslam Dini anlayışlarını örneklerle belirtmeye çalışacağım ve
görülecektir ki öğretmek istedikleri İslam olmayıp, Kuran’ın İslam öğretisini
engellemek gayretleridir. Zira görüleceği gibi birçok konuda Kur’an’a aykırı ve bol
bol çelişkili rivayetlerde bulunmak suretiyle, İslami değerlere, Müslüman
şahsiyetlere ve Allah’a karşıda saygısızlık etmekten geri durmamışlardır. Bunların
öğretileri esas alındığında hiçbir İslam farzının uygulanması mümkün olmadığı gibi,
İslam'ı ve Tevhidi anlamakta mümkün değildir. Bu öyle bir saldırıdır ki planlı ve
kasıtlı olarak yapılmıştır. Çünkü önerdikleri sistem ve öğreti bundan başka bir
ifadeyle izah edilmeyeceği gibi, kendileri zaman içerisinde açıkça bu amaçlı bir ekip
çalışması ortaya koymuşlardır. Şia ve Vahhabilik’tede durum bundan farklı
olmayıp, sistem olarak ehli sünnettirler. Sırası gelince bunları da örneklerle izah
etmeye çalışacağım.

ALLAH’A, KURAN’A, PEYGAMBERLERE VE MÜSLÜMANLARA SALDIRI VE


İFTİRA İÇEREN KÜTÜB-İ SİTTE’DEKİ HADİSLERDEN ÖRNEKLER VE
ELEŞTİRİLMELERİ
11

ALLAH’A KARŞI İFTİRA VE SAYGISIZLIK ETMELERİ VE BU KONUDA


UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ:

1- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “ Resûlullah a.s.v. buyurdular ki :


“ Cehennem içerisine âsiler atıldıkça: “ Daha var mı?” demekten geri durmaz. Bu hal,
Rabbu’l-İzze’nin cehennemin içine ayağını koyup, iki yakasını dürüp birleştirmesine kadar
devam eder. işte o zaman Cehennem: “Yeter, yeter. İzzet ve keremine yemin olsun yeter”
der. Cennette fazlalık devam eder. Allah, ona mahsus yeni bir halk yaratır ve bunları
cennetin fazla kısmına yerleştirir.
(Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, Akçağ Yayınları 1992 - Ankara. Cilt 14 s.445
Hadis sırası 5226, Alıntıları: Buhari, Tefsir, Kâf 1. Eymân 12. Tevhit 7, Müslim, Cennet
37, ( 2848), Tirmizi, Tefsir, Kaf, (3268) )

( Not: Bundan sonra İbrahim Cananın Kütüb-i Sitte isimli 18 ciltlik hadis kitapları kaynak
gösterildiğinde, kaynak ismi K. S . Olarak kısaltılacak ve önüne sıra numarası yazılacak.
Örneğin K.S. 5126 gibi.)

HADİSİN TENKİDİ: Yıllarca inanç sistemlerini inceledim bunlardan başka İlahı’nı


cehenneme layık görenine hiç rastlamadım. Putperestler dahi, taptıkları putlarına böyle
bir şeyi yakıştırmazlar, tercümeyi yapan İbrahim CANAN, asıl metinde geçen
cehennemin içine ifadesini tam tercüme etmeyerek, (belli ki, ifade ona da ağır gelmiş)
cehennemin üzerine ifadesini kullanmış. Halbuki asıl metinde “aleyhe” değil, ifade “fiyhe”
yani “içerisinde” şeklindedir.

Bunlar, Allah’ı tecsim ederek ona ayak isnat ettiler ve bu ayağı da cehenneme koydular.
Cennet için ise doldurulmak üzere imtihansız halk yaratılacağını iddia ettiler. Cehennemin
boşluğunu Allah’ın ayağıyla, Cennetin boşluğunu ise hiç dünyaya gelmemiş halkla
doldurmak öylemi! Allah, bunların bu küfründen münezzeh ve yücedir. Allah’a ayak isnat
etmeleri teşbih değil tecsimdir. Zira cehennem cisimdir ve cisimlerin doldurulması ancak
cisim ile olur.

Allah’ın, cehennemi neyle dolduracağına dair Kur’an’dan mealen:

- Eğer Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa, işte ihtilaf edip
durmaktadırlar. 11/118

- Ancak Rabbının merhamet ettikleri, (Bu ihtilaftan) istisna teşkil ederler. Zaten
Allah, onları bunun için yaratmıştır. Ve böylece, Rabbının “muhakkak cehennemi
hep cin ve insanlarla dolduracağım” sözü yerine gelmiş olacaktır. 11/119

- Dileseydik, herkese hidayetini verirdik, (herkesi doğru yola getirirdik). Fakat


(hikmetim uyarınca) benden (çıkan) şu söz gerçekleşecektir: “mutlaka cehennemi,
cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağım.” 32/13

Görüldüğü gibi, cehennemin doldurulması konusunda uydurdukları hadis Kur’an’a ters


düşmektedir.
12
2- Hz. Ebû Hüreyre r.a. Anlatıyor: “Resûlullah a.s.v. buyurdular ki: Sizden biri
kardeşiyle dövüşünce yüze vurmaktan sakınsın.” (Buhari, Itk 20, Müslim, Birr, 112,
(2612). )

Müslim’in ifadesinde şu ziyade var. “... Zirâ Allah Âdem’i kendi sûretinde yaratmıştır.”
( K.S. 3483 Cilt 10 Baskı 1990)

3- Yine Ebu Hüreyre r.a. Anlatıyor: “Resûlullah a.s.v. Buyurdular ki: Allah’u teala
hazretleri, Hz. Adem a.s.mı kendi sureti üzere ve boyunu da atmış zira olarak yaratınca:....
(K.S. 3382 C.10 S.177 B.1990, alıntısı Buhari, İstizan 1, Müslim, Cennet 28 (2841) ).

4- İbnu Abbâs r.a. Anlatıyor: Resûlullah a.s.v. Buyurdular ki : Bu gece Rabb’imden bir
(melek, elçi olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle demiştir: “Rabbim bana en güzel bir
surette geldi” -ve : Ey Muhammed.” dedi.
“Buyur Rabbim, emrindeyim.” dedim.
“Mele’i A’la (da bulunanların) nelerde yarıştıklarını biliyor musun dedi.
“Hayır” dedim. Bunun üzerine elini omuzlarımın arasına koydu. Hatta onun serinliğini
göğüslerimde hissettim.......” (K.S. 4668 C.13 B 1992 alıntı: Tirmizi, Tefsir Sâd,
(3231,3232) ).

5- Hz. Übey İbnu Ka’b r.a. Anlatıyor: Resûlullah a.s.v. Buyurdular ki: “Hakk’ın musafaha
ettiği ilk kimse Ömer’dir. İlk selam verdiği kimsede o olacaktır.” (K.S.6012 C.16 B. 1993)
Alıntı İbn!i Mace 104.

HADİSLERİN TENKİDİ: Allah’a insan şeklin de suret iddia ettiler, öyle bir
benzerlikten dolayı yüze vurulmamasını tavsiye ettiler. Aslında istedikleri saygı gayreti
değildir. Allah’ın yüzü ile insanın yüzünün aynı olduğunu vurgulamak için yüze
vurulmamasını tavsiye etmişlerdir. Allah’ın eline serinlik atfetmeleri de tecsim
vurgulamasıdır, aynı şekilde Allah’ın Ömer ile tokalaştığını ve onun elinden tutup cennete
koyduğu iddiası da apaçık tecsimdir. Allah’ı tecsim etmek yani cisim saymak apaçık
küfürdür.
Ayrıca Ömer’i Peygamberimiz dahil tüm Peygamberlerden ve Müslümanlar dan üstün
olarak rivayet etmeleri, karışıklık çıkarma amaçlı bir yalan uydurmasıdır, yoksa Ömer’i
sevdiklerinden falan değildir.

6- Hz. Ebu Hüreyre r.a. Anlatıyor: Resûlullah a.s.v. buyurdular ki:


“Üzümü Kerm diye isimlendirmeyin. “Vay şu dehrin mahrumiyet ve hüsranına” diye
kahırlı söz söylemeyin. Zira Allah’ın kendisi dehr (zaman) dir.”(K.S. 5938 C.16 B.1993
Alıntıları, Buhari Edep 101, Müslim Elfaz 516, (2246, 2247), Ebu Davud, edeb 81 (4974),
Muvatta, Kelam 3.(2.984).)

HADİSİN TENKİDİ: Allah hiçbir şekilde zaman olarak tavsif edilemez, zira zamanın
kendisi yaratıktır. Geçer ve noksanlaşır, bağlı olduğu olaya ilişkin tükenir. Yoktan var
edilmekte ve vardan yok edilmektedir. Dün yok olmuştur, yarın yaratılmakla yoktan
varlığa gelecektir. Var iken yok olan, yokken var olan hiçbir şekilde İlah olmaz, zira bu
hususlar noksanlık ve acizliktir. Allah ise hiçbir şekilde zamanın bu özelikleriyle noksan
ve aciz değildir. Zira Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.
13
Zaman konusunda Kur’an’dan mealen:

-İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi
mi. 76/11

Görüldüğü gibi zaman gelip geçici bir şeydir, Allah zaman olarak tavsif edilemez, hadis
diye iddia ettikleri Kur’an’a aykırıdır.

7- Sahiheyn (Buhari ve Müslim) ve Tirmizi de Ebu Hüreyre’den gelen diğer bir hadiste
Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâla hz.şöyle buyurdu: “Ben, kulumun benim hakkımdaki zannına göreyimdir.”
(K.S.5849 C.16 B.1993 alıntıları Buhari, Tevhit 35, Müslim, Zikr 1, (2675), Tirmizi, Züht
51, (2389) )

HADİSİN TENKİDİ : Kullar, Allah hakkında iyi veya kötü zanda bulanabilirler. Bir
kimsenin Allah hakkında iftira en kötü zanda bulunması mümkündür, o taktirde iddia
ettikleri hadise göre Allah kötüdür manası çıkar ki, Allah’ı öyle bir şeyden tenzih ederiz.
Allah kullarının zannına göre değil, kendi zatına göredir. Zan kendi başına hakikatten
hiçbir şey ifade etmez. Bununla ilgili olarak Kuran’da şöyle bildirilmiştir. Mealen:

-Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey
kazandırmaz. Muhakkak ki Allah onların ne yaptıklarını bilir.10/36

-Allah’ı gereği gibi bilemediler. Halbuki Kıyamet günü yer, tamamen O’nun avucu
içindedir, göklerde sağ elinde dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzak ve
yücedir.39/67

-Allah’a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar Rab’lerine sunulacaklar,
şahitler de: “İşte Rab’lerine karşı yalan söyleyenler bunlardır.” diyecekler. İyi bilin
ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir. 11/18

-Bak nasıl Allah’a yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter. 4/50

Görüldüğü gibi uydurdukları hadis, Kur’an’a aykırıdır ve Allah’a karşı bir iftira ve
isyandır.

8- İbnu’l -Museyyib, Ata İbnu Zeyd el- Leysi, Ebu Hureyre r.a. den naklen anlatıyor:
Resûlullah’a atfen mahşerde içlerinde münafıkların da olduğu halde (yalnız) bu ümmet
kalacak, derken Allah Tebareke ve Teala onlara evvelce tanıdıklarından başka bir surette
tecelli edecek ve:
-Ben sizin Rabb’inizim, diyecek. Onlar (Allah’ı tanımadıkları için)
“Biz senden Allah’a sığınırız! Rabbımız geldiği zaman biz onu tanırız” diyecekler. Bunun
üzerine Allah Teala hazretleri (karşılarında) onların tanıdıkları suretiyle tecelli edecek ve :
“Ben sizin Rabb’inizim” buyuracak. Onlarda:
“Evet, bizim Rabbımız sensin” diyerek ona tabii olacaklar......(K.S.5072 C.14 B.1992
alıntılar Buhari, Rikak 52, Ezan 129, Tevhit 24, Müslim, İman 299, (182), Tirmizi, Cennet
20, (2560) ) (Sahih-i Müslim,Ahmed Davudoğlu, Sönmez neşriyat A.Ş. C.2 299/665 )
14

HADİSİN TENKİDİ: Birinci seferki, Allah’ın tecelli ettiği iddialarında, Allah’ın


kendisine uygun gelmeyen ve münafıklar içlerinde olduğu halde tüm Muhammed
ümmetinin onu tanımayacakları bir surette tecelli ettiğini iddia etmeleri, Allah’a bir
saygısızlığı ifade eder. Zira Allah’ın, hem müminler, hem de münafıklar tarafından
reddedilecek, (haşa O’ndan) çirkin bir surette tecelli ettiğini iddia etmişlerdir. Öyle ki,
inancı ve ameli ne olursa olsun Allah’ı kimse beğenmemiş demektedirler. Ayrıca bu
hususu vurgulamak için rivayet yalanlarına münafıkları da dahil etmişlerdir. Ayrıca,
Allah’ın suretten surete şekil değiştirme ile tecelli edip göründüğünü iddia etmeleri
tecsimdir. O tecsim edilmekten yani yaratıklara benzetilmekten onlarla bir sayılmaktan
münezzehtir.

9- İbnu-l Museyyib, Ata İbnu Zeyd el-Leysi, Ebu Hureyre r.a. Den naklen anlatıyor:
Resûlullah’a atfen, insanlar Resûlullah a.s.v.’e “ Ey Allah’ın Resulü: Kıyamet günü
Rabb’imizi görecek miyiz?” diye sordular. O da: “Siz bulutsuz dolunay gecesinde Ay’ı
görmekte şüpheye düşer misiniz?” diye cevap verdi. Onlar :
“ Hayır! Ey Allah’ın Resulü.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine:
“Şunu bilin ki siz Rabb’inizi böyle göreceksiniz....(K.S. 5072 C.14 Alıntılar Buhari, Rikak
52, Ezan 129, Tevhit 24 Müslim, İman 299, (182), Tirmizi, Cennet 20, (2560) )

10- Ebu Zerr r.a. anlatıyor: “Resulullah a.s.v. a’ “sen Rab teala yı hiç gördün mü?” diye
sordum. “Nurdur, ben O’nu nasıl görürüm” buyurdular.”( K.S. 5159 C.14 alıntılar,
Müslim, İman 291.(178): Tirmizi, Tefsir, Necm,(3278). )

HADİSLERİN TENKİDİ: Son hadiste Allah’ın görülmeyeceğini tahdis etmeleri,


görüleceği hususunda tahdis ettikleri evvelki diğer iki hadisle çelişkilidir. Zaten
metotlarının ana temellerinden biride budur. Bir konuda bir hadis rivayet ederken o hadise
aykırı bir veya birden fazla hadis, tahdis etmeye özenle gayret gösterirler, böylece çelişkili
hadisleri işlerine geldiği yerde kullanmak, hem de zihinleri iyice karıştırmak için bunu
yaparlar.

KURAN HAKKIN DA UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

I- KUR’AN TAHRİF EDİLMİŞTİR İDDİALARI:

11- Aişe (r.anha)nın azatlısı Ebu Yunus şöyle demiştir: -Aişe (r. anha) kendisi için bir
Mushaf yazmamı emretti ve, “ Namazlara ve orta namazına devam edin ” ayetine gelince
bana haber ver dedi. Ben de o ayete varınca kendisine haber verdim. Bana o ayeti
namazlara , Orta namazına ve ikindi namazına devam edin, Allah için tevazu halinde
namaz kılın” şeklinde yazdırdı. Sonra da:
“Ben bunu Resûlullah s.a.v. den duydum” dedi. (Sünen-i Ebû Dâvud terceme ve şerhi,
şamil yayın evi 1998. Doç. Dr. İ. Lütfi Çakan K. Salat (2), Bab 5 H. 410 sayfa 148 C.2)

HADİSİN TENKİDİ: Bu hadis uydurmasıyla, Kuran’da noksanlık olduğunu iddia


etmişlerdir. Zira bahsi geçen ayette ikindi ifadesi mevcut değildir. Şöyle ki, Kur’an’dan
mealen

-Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzuruna
15
durun. 2/238

Olarak ifade edilmiştir. Amaçları Kur’an’a olan itimadı sarsmak için zihinleri
bulandırmaktır. Bu hususta başka hadis uydurmalardı vardır. Örneğin:

12- Ubey İbnu Ka’b (r.a.)’ın anlattığına göre, Resûlullah (a.s.v.) kendisine: “Allah, sana
Kur’an okumamı emretti” demiş ve Lem yekunullezine kefere’yu ve bu sureden olmak
üzere şunu okumuştu: “Allah indindeki din muvahhid İslam dinidir, ne Hıristiyanlık, ne
Yahudilik nede Mecusilik değildir. Kim bir hayır yaparsa asla zayi olmayacaktır”. Ubey
İbnu Ka’b: “ Bana şunu da okudu” dedi: “Adem oğlunun bir vadi dolu malı olsa ikincisini
de arar. İkinciyi de elde etse üçüncüsünü de arar. Ademoğlunun iç boşluğunu ancak toprak
doldurur. Allah tevbe edenleri affeder.” (K.S.943 C.4 B. 1988. Alıntısı, Tirmizi, Menakıp (
3894). )

HADİSİN TENKİDİ: Tırnak içindeki ifadeler kendilerince uydurulmuş sözlerdir.


Kur’an’da bu şekilde ayetler mevcut değildir. Dolayısıyla Kur’an dışında ayet iddia
etmişlerdir.

13-......Ebu’d- Derda:
--Abdullah ibn Mesûd “ Ve’l - leyli iza yağşa..”yı nasıl okuyor diye sordu.
Ben kendisine (Alkame)
-- “Ve’l leyli izâ yağşa ve’n -nehari izâ tecelli ve’ zekeri ve’l ünsâ”
şeklinde okudum.
Ebu’d- Darda:
--Vallahi Resûlullah beni böyle okutmuştur. Ben Resûlullah tan ağız ağıza böyle öğrendim
dedi. ( Sahih- i Buhari, Ötüken yayınları, Mütercim, Mehmet SOFUOĞLU, cilt 8 B.1987
Kitabu Fedailü Ashâbi’n-Nebi Rivayet 82 s.3521)

HADİSİN TENKİDİ: Böylece Leyl süresi (92/3) Ayette geçen yaratma kelimesinin
fazlalık olduğunu, Kur’an’dan olmadığını iddia etmişlerdir. Yani, Kur’an’a ekleme
yapılmış olduğunu iddia etmişlerdir.

Yine rivayet ettiler ki:

14- ........ Said ibn Cubeyr şöyle demiştir: Bizler muhakkak İbn Abbas’ın Yanında
bulunduk: O şöyle dedi: Bana Ubeyy İbn Ka’b tahdis edip şöyle dedi: Resûlullah (s):.......
“ Gemiye gelince, o denizde iş yapan yoksulların dı. Onun için ben onu kusurlu yapmak
istedim ki, arkalarında her sağlam gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardı” (el-Kehf
79). “Verâehum (= Arkalarında)” sözünü “ Emenehum melikun” (= Önlerinde bir melik
vardır ) şeklinde okumuştur. (Buhari, Kitabu’ş-şurut 15 Cilt 6 s. 2551 Ötüken 1987 ).

HADİSİN TENKİDİ: Bu hadis rivayetleriyle Kur’an’da geçen (18/79) “Verâehum”


(=Arkalarında) kelimesini. “Emenehum” (=Önlerinde) şeklinde olduğunu iddia etmekle
yine Kur’an’da tahrifat olduğunu iddia etmişlerdir. Bu kabil örnekler uydurmuş oldukları
hadislerde epey vardır, böylece elde mevcut Kuran’ın orijinal olmadığını iddia etmek
suretiyle insanlarda şüphe meydana getirmek istedikleri açıktır. Böyle bir iddia Kuran’ın
Allah tarafından korunmuş olduğunu inkar manasında olduğu ve bu itibarla da Kur’an’ı
inkar etmek olduğu meydandadır. Gerçeklere de aykırıdır, zira dünyada iki ayrı kelime
16
ihtiva eden iki Kur’an mevcut değildir.

II- KURAN’IN PEYGAMBERDEN SONRA TOPLANMIŞ OLDUĞUNU İDDİA


ETMELERİ:

15- ............ Zeyd İbn Sabit el-Ensâri ye atfen yaptıkları rivayette: Ebu Bekir ve Ömer’in
görevlendirmesiyle Zeyd diyor ki, “Ben kalktım, Kuran’ın ardına düşüp gereği gibi
araştırdım ve onu yazılı bulunduğu deri parçalarından, kürek kemiklerinden, hurma
dallarından ve hâfızların ezberlerinden bir yerde topladım. Ve et-Tevbe Sûresinden iki
ayeti, Ebû Huzeyme el-Ensâri’nin yanında buldum. O iki âyeti ondan başka kimsenin
yanında bulmadım.
Neticede içlerinde Kur’an toplanılan bu sahibeler, Allah kendisini vefât ettirinceye kadar
Ebû Bekr’in yanında kaldı ..........................(Buhari, Kitabu’l-Tefsir 199 Cilt 9 s. 4423-
4424 Ötüken 1987)

16-............ Ebû İshak şöyle dedi: Ben el-Berâ ( R )’ dan işittim, şöyle diyordu: “
Mü’minlerden oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar müsâvi olmaz...
“ Ayeti indiği zaman, Resûlullah (S) Zeyd’i çağırdı. Zeyd bir kürek kemiği ile geldi ve o
ayeti yazdı..... (Buhari, Kitabu’l-Cihâd ve’s-siyer 47 cilt 6, s.2674. Ötüken 1987 )

HADİSİN TENKİDİ: Kuran’ın, Peygamber zamanında kitap halinde mevcut olmadığı,


sonradan rast gele bir araştırmayla, hurma dallarından, deri parçalarından, taş levhalardan,
kürek kemiklerinden, hafızların ezberlerinden toplanmış bir kitap olduğu hususunda
müteaddit rivayetler uydurmuşlardır. Öyle ki, Kur’an bu dedikleri şeylere yazılı bir Kitab
olmuş olsaydı, bir ambarı doldurması gerekirdi, bu iddiaları Kur’an’a bir iftira ve
saygısızlığın ifadesidir. Allah, Kur’an’da Kitab indirmiş olduğunu ayetlerle bildirmiştir.
Kur’an Kitab halinde Peygamber zamanında mevcut değil idiyse insanlar Kitab mevcut
olmadığı halde, ayetlerde niçin Kur’an’dan Kitab olarak bahsediliyor diye sorarlardı.
Peygamber zamanında Kur’an Kitab olarak mevcut idi, ve iddia ettikleri gibi, taş
parçalarına , hurma dallarına v.s. yazılmıyordu. İnce ceylan derileri üzerine yazılan bir
Kitab halindeydi. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Andolsun Tûr’a (52/1)


- Satır satır yazılmış Kitab’a (52/2)
- Yayılmış ince deri üzerine (52/3)

İfadeleri Kuran’ın nasıl yazılmış bir Kitab olduğunu belirtir. Ayetler peygambere inmişti,
eğer Kur’an ince deri üzerine yazılıp tespit edilmemiş olsaydı bu ayetleri duyanlar, siz
hangi ince deri üzerine yazılmış kitaptan bahsediyorsunuz diye sormaz mıydılar! Kuran’ın
peygamber zamanında özenle yazılmış olduğuna dair diğer bir örnek, Kur’an’dan mealen:

- Hayır, o ayetler bir mesajdırlar. (80/11)


- İsteyen onları idrak eder. (80/12)
- Onlar, değerli sayfalardadır. (80/13)
- Yüksek ve temiz sayfalarda. (80/14)

Bu örneklerden anlaşıldığı üzere, Kuran’ın sonradan rast gele, taş parçalarından,ağaç


kabuklarından, kürek kemiklerinden toplanmış bir kitab olduğu yolundaki rivayetler
17
Kur’an’a uymamaktadır, ve aslı yoktur.
Rivayetler uydurulurken, daha öncede belirttiğim gibi bazen kasıtlı, bazen de tutarsızlık
şeklinde bir çok çelişkilere düşülmüştür. Fert ve kişilere kabul ettirmek ve sıkıştıklarında
kendilerini kurtarmak için bazen doğrulara da yer vermişlerdir. Öyle ki bir konu hakkında
bir rivayet uydurduklarında, muhakkak ona muhalif bir veya birden fazla rivayet
uydurmaya özen göstermişlerdir. Sık sık bu tür çelişkili ifadeleri yan yana yazarak
okuyucunun bu hususa dikkatini çekmeye çalışacağım. Zira hadis uydurma sistemlerinin
kökü budur. Örneğin, Kur’an’ın sonradan rast gele toplanmış bir kitap olduğunu söylerken
başka bir yerde, peygamberin onu Mushaf halinde bıraktığını rivayet etmek onlar için
gayet normal bir durumdur. şöyle ki, uydurdukları diğer bir rivayette şöyle diyorlar:

17- ......Abdülaziz İbn Rufey’ şöyle dedi: Ben Şaddat İbn Ma’kıl ile beraber İbn Abbas’ın
yanına girdim. Şaddat İbn Ma’kıl, Abbas’a:
-Peygamber (s) bir şey bıraktı mı? diye sordu.
İbn Abbas:
- Mushaf ‘ın iki yanını kuşatan ciltler arasında bulunandan başka bir şey bırakmadı, dedi.
Biz yine beraberce Muhammed İbnu’l -Hanefiyye’ nin yanına girdik ve ona’da aynı suali
sorduk. Muhammed İbnu’l Hanefiyye de:
- İki kapak arasında bulunandan başka bir şey bırakmadı, dedi. (Buhari,Kitâbu Fedail’l
-Kur’an 39 Cilt 11 sayfa 5112 Ötüken 1988)

Bu hadis evvelki hadislerle çelişkili olduğu gibi, Kur’an’ın Peygamber zamanında kitap
halinde mevcut olduğunu ve Peygamberin hiçbir rivayet bırakmadığını itiraf etmişlerdir.

Diğer bir rivayette de şöyle demektedirler:

18-.......Enes İbn Mâlik el -Ensâri den rivayet ettiler ki:........ “Peygamber hücrenin
perdesini açtı da, bizlere bakmaya başladı. Kendisi ayakta duruyor ve yüzü de Mushaf
yaprağı gibi parlıyordu......”
(Buhari, kitabu’l -Ezân 72 cilt 2 sayfa 707 - 708 Ötüken 1987)

Bu rivayette de peygamberin zamanında Mushaf’ın yani kitap halinde Kur’an’ın, parlak


sahifelere yazılı olarak mevcut olduğunu itiraf etmişlerdir. Zira var idi ki peygamberin
yüzünü onun sahifelerine benzetmişlerdir.
Ayrıca, görüldüğü gibi 15 ve 16 no lu örneklerde verdiğim rivayetler. 17 ve 18 no.lu
örneklerde belirttiğim rivayetlerle çelişki halindedirler.

III - KURAN’IN OKUNUŞUNU TAHRİF İÇİN UYDURDUKLARI HADİS


ÖRNEKLERİ

19- .......Ben Abdullah İbni Mes’ûd’dan işittim, şöyle diyordu: Ben bir kimsenin bir ayeti,
benim peygamberden işittiğim okuyuşun hilâfına okuduğunu işittim. Hemen elinden
tuttum ve onu Resûlullah’a getirdim. Resûlullah (S) : “Her ikinizde güzel okudunuz”
buyurdu. Şu’be dedi ki: Ben Resûlullah’ın şunu da söylediğini zannediyorum: “(Kur’an
hakkında) sakın ihtilaf etmeyiniz. Çünkü sizden evvelki ümmetler kitaplarında ihtilaf
ettiler de bu yüzden helak oldular” (Buhari, Kitab’ul-husûmat cilt 5 sayfa 2228 Ötüken
1987)
18
20-........ O da İbn Abbâs (R)’tan tahdis etti ki, Resûlullah (S) şöyle buyurmuştur:
“Cibril bana Kur’an’ı bir okunuş üzerine okuttu. Ben de durmadan bunun artmasını
istedim. Tâ yedi türlü okunuşa erişinceye kadar bu dileğimde ısrar ettim”. (Buhari, Kitâbu
Bed’i’l-Halk 29 Cilt 7 Sayfa 3035 Ötüken 1987.)

Yukarıdaki rivayette Kur’an’ın, bir okunuş üzerine Cebrail tarafından indirildiği ve


peygamberin ısrarıyla yedi okunuşa çıkarıldığı belirtilmiştir. Buna rağmen şöyle de tahdis
etmekten çekinmediler:

21- “ Übeyy b Ka’b’den (rivayet edilmiştir.) Dedi ki: Resûlullah (s.a.v.) Cebrâil’e rastladı
ve :
Ey Cibril, ben ümmi bir kavme gönderildim. Bunların arasında koca karılar, ihtiyar
erkekler, oğlanlar, kızlar, hiç kitap okumayan adamlar var, dedi.
Cibril o zaman :
- Ey Muhammed, muhakkak’ki, Kur’an yedi harf üzerine nâzil olmuştur, demiştir.”
(Kur’an’ı Kerimin faziletleri ve Okuma Kâideleri. Dr. İsmail Karaçam, Marmara ünv.
İlahiyat Fakl. Yayınları No 7 sayfa 21 alıntısı, et- Tirmizi, Sahihu’t -Tirmizi bi şerhı’l
-İmam İbni’l Arabi, VI.63. Mısır 1934)

BÖLÜM 2

Tirmizi’nin bu rivayetinde ise Meğer ki Kur’an zaten yedi okunuş üzerine inmiş ve
Peygamberin bundan haberi yokmuş, bu ise bir çelişkidir.

İşin ilginç yanı Kur’an harekeli olup, bir okunuştan başka okunmasına imkan yoktur.
Sonradan harekelendi iddiaları uydurmadır. Rivayetlere tabii olan kimseler dahi yedi harf
iddialarının ne manaya geldiğini bundan dolayı bilememektedirler. Dr İsmail Karaçam,
yukarda bahsi geçen eserin de bu konuda şöyle demektedir:

“Yedi harf ile ilgili haberlerin çok yoğun olmasına her sınıftaki İslam bilginlerinin bu
konuda fikir yürütmüş olmasına rağmen, “yedi harf”in manası üzerinde bir fikir birliğine
varılmamıştır. “Kur’an ilimleri” ile ilgili bir çok eserde verildiğine göre, üzerinde en çok
ihtilaf edilen konu budur. Aynı kaynakların haberlerine nazaran Ebû Hatim b. Hıbbân
(354/965) bu konuda 35 ihtilafın varlığına haber vermiş, hatta bunların tamamının 40
kadar olduğu söylenmiştir. Biz bunlardan --- ancak--- birkaç tanesini örnek olarak
sunacağız:

1- Alimlerin çoğunluğuna göre, “Yedi harf”den maksat, Arap kabilelerinden meşhur


yedisinin lehçeleridir. Fakat yinede bu kabilelerin hangileri olduğu hakkında ihtilaf
vardır....

2- “Yedi harf” tabiri, medlûlü müşkül,manası itibariyle müteşabih bir deyimdir. Bu tabirin
müşkül olmasının sebebi de, “el- Ahruf” kelimesinden gelmektedir. Çünkü “Harf”
kelimesi bir çok manalara delalet eden müşterek lafızdır. Müşterek lafız olması hasebiyle
de, hangi mananın kastedildiği --kat’i olarak-- anlaşılmaz.
Dr. İsmail Karaçam böylece devam ederek birkaç örnek daha veriyor. (sayfa 22)

Şimdi dense ki, mahiyeti belli olmayan bu tür rivayetleri neden uydurdular? Nedeni ; Bir
19
şeyin hatalı söylenmesine mazeret kabul edilmişse ve bu mazeret belli değilse, o
zaman yapılacak bütün hata ve bozuk uygulamalar bu belirsiz mazerete mal edilebilir.
Böylece Kur’an’a bu yönden yapılacak bütün saldırıları meşru göstermeyi
amaçlamaktadırlar.

Yapılan yanlış okuyuşlara yapılacak itirazları engellemek içinde şu şekil de rivayet


uydurmuşlarıdır:

22- Ebu Hureyre (r.a) hz.anlatıyor: “Resûlullah ( a.s.v.)şöyle buyurdular: “ Kûr’an


hakkında münakaşa küfürdür” (K.S 1158 C.5 S. 271 alıntısı, Ebû Dâvûd, Sünnet 5,
(4603) )

Bu gibi hadis uydurmalarıyla, Kur’an’ın ihtilaflı okunabileceğini ve bu okunuşlar elde


mevcut Kur’an’a uymasa dahi müdahale etmemek gerektiğini. Hatta münakaşa etmenin
küfür olduğunu söylemektedirler. Kur’an kelimeleri çeşitli şekilde okunamaz, harekeli
olarak nasıl inmişlerse yalnız ve yalnız o şekilde okunurlar. Ve bir okunuşla inmişlerdir.
Değişik okumak kelimeyi değiştirmek demektir, bu ise Allah’tan başkası için mümkün
değildir. Kur’an’dan, mealen:

- Rabının kitabından sana vahye dileni oku; O’nun sözlerini değiştirecek kimse
yoktur, O’ndan başka sığınılacak bir kimsede bulamazsın. 18/27

- Elif, lam, ra. Bu kitap; Ayetleri kesinleştirilmiş sonrada hakim ve habir olan Allah
tarafından uzun uzadıya açıklanmıştır. (11/1)

Daha önce metotlarının zıt rivayetler uydurmak olduğunu belirtmiştim. Bu konuda da


şöyle rivayetleri vardır:

23- .......Enesten naklen........


“-Sizler Zeyd ibn Sabit ile Kur’an’dan herhangi bir şeyde ihtilaf ettiğiniz zaman, Kur’an’ı
Kureyş lisanı ile yazınız. Çünkü Kur’an Kureyş lisanı ile nazil olmuştur,dedi.
Onlar da işte böyle yaptılar.( Buhari. Kitabu’l Menâkıb 15 cilt 7 sayfa 3309, ötüken 1987)

Bu hadis ile Kur’an’ın bir lisan üzerine indiğini ve yanlışlıklara ihtilaf edilebileceğini
rivayet etmekle, yedi lisan üzerine indiğin ve değişik okunabileceği konusundaki
rivayetlerle çelişkiye düşmüşlerdir.

IV - VAHYİN İNİŞ SIRASIYLA İLGİLİ OLARAK UYDURDUKLARI ÇELİŞKİLİ


HADİSLER

24- Hz Âişe’den naklen ...............”(Peygambere ilk gelen Vahiy âlak suresi 1-5 tir)” (K.S.
5563 C 15 S. 389 - b 1992, alıntıları Buhari, Bed’ü’l- Vahiy, Enbiya 21, Tefsir, Alâk
Ta’bir 1; Müslim, İman 252, (160); Tirmizi, Menakıb 13, (3636). )

25- Yahya İbnu Ebi Kesir anlatıyor: “Ebu Seleme İbnu Abdurrahman a Kur’an’dan ilk
inenin ne olduğunu sordum. “ Ya eyyühe’l - Müdessir (Ey örtüsüne bürünmüş) : (Suresi)
dir !” dedi......... (K.S. 5564 C. 15 S. 391 alıntıları, Buhari, Bed’ü’l - Halk 6, Tefsir,
Müdessir, tefsir, Alak, Edeb 118 ; Müslim, İman 257, (161) )
20
Yukarıdaki iki rivayet birbiriyle çelişkilidir.

V - RESÛLULLAH’IN NEYİ VASİYET ETTİĞİ HUSUSUNDA UYDURDUKLARI


ÇELİŞKİLİ HADİSLER

26- imam Malik’e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (a.s.v) şunu söylemiştir: “ Size iki şey
bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab ı ve
Resûlün Sünneti. (Muvatta, Kader 3, (2, 899), K.S. 53 C. 2 S. 328 - 1988)

27- Yezid İbnu Erkam (r.a) anlatıyor : Hz. Peygamber (a.s.v) buyurdular ki “Size
uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri
diğerinden daha büyüktür. Bu. Allah’ın Kitabıdır. Semadan arza uzatılmış bir ip
durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehli Beytimdir. Bu iki şey, cennette Kevser
havuzunun başında bana gelip (hakkınız da bilgi verinceye kadar) birbirlerinden
ayrılmayacaktır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz
düşünün” (K.S. 54 C. 2 S. 328-329 B. 1998 alıntısı Tirmizi, Menakıb 77.(3790) )

28- ..........Bize Talha İbnu Musarruf tahdis edip şöyle dedi: ben Abdullah İbn Ebi Evfâ ( R
)’ya:
- Peygamber (S) vasiyet etti mi diye sordum.
O:
- Hayır ( vasiyet etmedi ), dedi.
- Bunun üzerine ben :
-Öyleyse insanlar üzerine vasiyet etmek nasıl farz yazıldı, yahut insanlar nasıl vasiyet
etmekle emr olundular? Dedim.
-Abdullah İbn ebi Evfâ :
-Resûlullah, Allah’ın kitabı na tutunmak ve onunla amel etmeyi vasiyet etti, dedi. (Buhari,
Kitabu’l -Vesâyâ 3 cilt 6 sayfa 2583, ötüken 1987 )

29-......... Resûlullah’a atfen Veda Hüdbesinde : “Mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum
ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmayacaksınız. O emanet Allah’ın kitabı
Kur’an’dır.” (Buhari. Kitabu’l - Hac cilt 4 sayfa 1648, Ötüken 1987)

Görüldüğü gibi, örneklerdeki 26 ve 27 ki rivayetler Kendi aralarında çelişkili oldukları


gibi, 28 ve 29. Rivayetlerle de çelişkilidirler. Biz ancak Kur’an’dan sorumluyuz, onun için
28 ve 29. rivayetler gerçeğe uygundur.
Sünnet diye uydurdukları rivayetler bir birleriyle çelişkili olduğundan, doğru yolu onlarla
bulmak mümkün değildir. Ayrıca Kur’an yeterli olup öyle bir şeye ihtiyaçta yoktur.
Ehlibeyt ise, onlarda bizim gibi ancak Kur’an’a uymakla doğru yolu bulabilirler, kaldı ki
bin seneden fazla bir zamandır, ehlibeytten bir kimseyi müşahhas olarak dünyada kimse
görmediği gibi, onları gören kimseyi de gören olmamıştır. Onun için Kur’an’la birlikte
ehlibeyt rehberliği diye bir şey olmadığı gibi, böyle bir şeye ihtiyaçta yoktur. Aksine
iddialar gerçeklere uymayan hususlardır.

VI- KURAN’IN ÜCRETLE OKUNUP-OKUNAMAYACAĞI KONUSUNDA VE


RÜKYE İLE İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

30- İmrân İbnu Husyen (r.a.)’ın anlattığına göre, İmrân, Kur’an okuyan, arkasından da
21
buna mukabil halktan dünyalık talebeden birisine rastlamıştı, ‘ İnnâ lillahi ve innâ
ileyhi râci’un, deyip arkasından şu açıklamayı yaptı: “Hz. Peygamber (a.s.v.)’in şöyle
söylediğini işittim: “Kim Kur’an okursa (isteyeceğini) Allah’tan istesin. Zira bir takım
insanlar zuhur edecek, onlar Kur’an okuyup, okudukları mukabilinde halktan (dünyalık)
isteyecekler. (K.S. 434 C.3 S.243 B.1988, alıntısı Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’an 20,2918 )

31- Ubade İbnu’s-Sâmit r.a. Anlatıyor: “Ben ehl-i Suffa’dan bir kısım insanlara yazı ve
Kur’an öğretmiştim. Onlardan bir adam bana bir yay hediye etti. Ben de: “(Bu yay) benim
için (büyük) bir mal değil, onunla Allah yolunda atış yaparım, gidip Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’a soracağım” dedim. Gidip sordum:
“Ey Allah’ın Resûlü! dedim. Kendilerine yazı ve Kur’an öğrettiğim kimselerden biri bana
bir yay hediye etti. Bu benim için bir mal da değil. Ben onunla Allah yolunda atış
yaparım! dedim. a.s.v. bana : “Eğer ateşten bir takı takınmayı seversen kabul et! diye
cevap verdi.” (K.S. 5787 C.16 s.249 B.1993 alıntısı, Ebu Dâvud, Büyû’ 37, (3417) )

30 ve 31. Rivayetlerde, Kur’an okumaktan, Kur’an ve Yazı öğretmekten ücret alınmasının


kesin olarak haram olduğunu rivayet ettiler. Buna rağmen şu şekilde bir başka rivayette
bulundular:

32- İbnu Abbâs r.a. Anlatıyor: “Resûlullah a.s.v. Buyurdular ki: “Üzerine ücret almada en
haklı olduğunuz şey Kitabullah’tır.” ( K.S. 5171 C.14 S. 506-507 B.1992, alıntısı Buhâri,
İcâre 16, Tıbb 34. )

Bu rivayette , üzerine ücret almada en meşru olan şeyin Kur’an olduğunu tahdis etmeleri
açık bir çelişkidir.

33. Resûlullah’a atfen: Câbir şöyle demiş “ Benim bir dayım vardı. Akrebe karşı rukye
yapardı. Derken Resûlullah rukyeyi yasak etti, Müteakiben ona gelerek:
- Ya Resûlullah! Gerçekten sen rukyeyi yasak ettin mi? Ben akrebe karşı rukye yapıyorum
dedi. Bunun üzerine: “Sizden her kim din kardeşine fayda verebilirse bunu yapsın!”
buyurdular. (Sahih’i Müslim, Terc. Ahmet Davudoğlu, sönmez Neşriyat A.Ş. Cilt 9
62/624)

<33.> Rivayet kendi içeriğinde çelişkilidir, mademki rukye yapmanın bir mahzuru yok
idiyse bunu peygamber neden yasakladı? Rukye, bir hastanın iyileşmesi için, onun üzerine
okuyup üflemeye, muska ve efsûn yapmaya veya hastanın üzerine tükürmeye denir. Rukye
yapanlar Kur’an ayetleri okudukları gibi, başka sözlerde söylerler. Örneğin:

34..... Hârice b. Es-Salt, amcasından rivayet ettiğine göre: O (Hâricenin amcası) bir kavme
uğradı. Kavimdekiler onun yanına gelip;
Şüphesiz sen ozat (Hz. Peygamber)’ın yanından bir şey getirmişsindir, bizim için şu
adama rukye yap, dediler ve kendisine iplerle bağlı bir adam getirdiler.
Hâricenin amcası sabahlı akşamlı üç gün adama Fâtiha sûresini okudu. Sûreyi her
bitirişinde tükürüğünü biriktiriyor sonrada tükürüyordu. Adam sanki kösteğinden
kurtulmuş gibi oldu, (iyileşti) (Delinin arkadaşları) rukye yapan zata (ücret olarak) bir şey
verdiler. Adam, Resûlullah (s.a.)’a gelip durumu haber verdi.
Efendimiz (s.a.)
“Ye, ömrüne yemin ederim ki, kimileri bâtıl bir rukye ile yerler, sen ise hak bir rukye ile
22
yersin.” buyurdu. (Ebu Davud, cilt 12 s.496 rivayet 3420 Şamil Yayınevi 1991; Ahmet
b. Hanbel V. 221)

Kur’an, içindeki bilgilerden istifade etmek suretiyle, doğru yolu gösteren , nasihat eden,
uyaran, İslam dini için gerekli bütün bilgileri ihtiva eden bir kitaptır. O ne ölülerin üzerine
okunmak için, nede okunup üflendiğinde hastaları iyileştiren bir kitab değildir.
Hele Kur’an’ın okunup, ondan sonra şifa verir diye hastaya tükürülmesi rivayeti Kur’an’a
saygısızlık kastıyla uydurulmuştur.

Kur’an’ın bir rukye kitabı olmadığı hususunda, Kur’an’dan örnek verecek olursam,
mealen:

- Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yâhut arzın parçalandığı, yâhut ölülerin


konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (bu Kitab olurdu) Fakat bütün işler Allah’a
aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidâyete
erdirirdi? Allah’ın va’di gelinceye kadar devamlı olarak inkar edenlere,
yaptıklarından dolayı, ya ansızın büyük bir belâ gelecek, ya da o belâ evlerinin
yakınına inecek, Allah, vadinden aslâ dönmez. 13/31

Görüldüğü gibi Kur’an okunduğunda ne dağlar yürür, ne yer parçalanır, ne de ölüler


konuşur. Onun için Kur’an’dan bir rukye kitabı olarak bahsetmek, Kur’an’ın iniş nedenini
esas amacından saptırmaya yönelik kasıtlı bir harekettir.

VII- CİN’LERİN KUR’AN DİNLEMELERİYLE İLGİLİ OLARAK


UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ :

Alkame anlatıyor: “İbni Mes’ud (r.a.)’a dedim ki ’


-Sizden kimse, cin gecesinde Hz. Peygamber (a.s.v.)’e refâkat etti mi?”
“-Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak bir gece Onunla (a.s.v.) beraberdik.
Bir ara onu kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: “Yoksa
uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en kötü bir
gece geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından geliyor.”
“-Ey Allah’ın Resulü, biz seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi
mümkün en fena gece geçirdik” dedik.
- “Bana cinlerin davetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’an’ı Kerimi okudum”
buyurdular. Sonra bizi götürerek cinlerin izlerini, Ateşlerinin kalıntılarını gösterdi.............
(K.S. 786 C.4 S.243 B.1988. Alıntıları, Müslim, salat 150(450); Tirmizi, Tefsir, Ahkâf,
(3254); Ebu Dâvud, Tahâret 42,(85). )

36- Ma’n İbnu Abdurrahman anlatıyor: “Babam merhumu dinledim. Diyordu ki:
“Mesruk’a sordum: “Kur’an’ı dinledikleri gece, cinler(n geldiğini) Resûlullah a.s.v.’a kim
haber verdi?” Bana şu cevabı verdi: “Babam, yani İbnu Mes’ud bana bildirdi ki: “Onların
yani cinlerin geldiğini bir ağaç haber verdi.” (K.S. 5589 C.15 S.441 B. 1992, Alıntıları
Buhâri, Menâkıbu’l-Ensâr 32; Müslim, Sâlat 153,(450). )

Cinlerin Kur’an dinlemeleriyle ilgili olarak uydurmuş oldukları yukarıdaki sözlerin


yanında, bu sözleri sanki hiç söylememişçesine şöyle demeleri gerçekten ibret vericidir:
23
37- İbnu Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (a.s.v.) Cinlere Kur’an
okumadığı gibi, onları görmedi de..........) (K.S. 846 C.4 S.343 B.1988. Alıntıları, Buhari,
Tefsir, Cinn 1, Ezan 105; Müslim, Salat 149,(449); Tirmizi, Tefsir, Cinn,(3320). )

<37.> Rivayetin devamın da uzunca anlatım ve ifadelerin içinde, Cinlerin Peygamberin


haberi olmadan peygamberden Kur’an dinlemiş olduklarını söylemeleri Kur’an’a uygun
olmasına rağmen, insanların kafalarını karıştırma metotlarının gereği olarak uydurmuş
oldukları 35 ve 36. Rivayetlerdeki ifadelerle 37. Rivayetteki ifadelerin ayrılık ve çelişkisi
dikkat çekici olup, onların zihniyetini yansıtmaktadır.

Cinlerin Kur’an dinlemesiyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- De ki! Bana vah yolundu ki, Cinlerden bir topluluk Kur’an dinlediler de şöyle
dediler: “Biz hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik. 72/1

Yukarıda meali yazılı ifadeler, Cin sûresinde geçmekte olup, buna göre Cinlerin Kur’an
dinlediğiyle ilgili olarak, peygamberin ancak vahiyle haberi olmuştur. Bundan dolayı
rivayetçilerin uydurmuş oldukları, peygamber kayboldu ve ona ağaç bildirdi gibi sözler,
saygısızca uydurulmuş alayvari boş sözlerdir.

VIII- KUR’AN’I ANLAMA ANLAYIŞLARI VE KUR’AN’IN NASIL OKUNMASI


GEREKTİĞİ KONUSUNDAKİ RİVAYET ÖRNEKLERİ

38-............ Ebû Hureyre şöyle diyordu: Resûlullah ( S ): “Allah, Peygambere Kur’an’ı


teganni etmesi karşılığı kadar hiçbir şey için mükâfat vermemiştir” buyurdu.
Râvi Ebû Seleme’nin bir arkadaşı ona “Yeteğenne bihi” sözüyle “Yecheru bihi (= Demek
istiyor)” dedi (; aslında: İstima’ etmemiştir” fakat bundan mûrad bol mükâfattır). (Buhari,
Kitabu Fadaili-Kur’an, Hadis 43 S. 5116 C.11 Ötüken 1988 ).

Teganni etmek şarkı makamıyla söylemek demektir, yani Kur’an’ın şarkı sözü gibi
söylenmesi gerektiğini rivayet etmişlerdir. Bu ise Kur’an’ın okunuşuyla ilgili olarak,
Kur’an’da bildirilen şekle uymamaktadır.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Ey örtüsüne bürünen. 73/1


- Geceleyin kalk, yalnız gecenin birazında (uyu). 73/2
- Gecenin yarısın da (kalk) yâhut bundan biraz eksilt. 73/3
- Veyâ bunu artır ve ağır ağır Kur’an oku. 73/4

Görüldüğü gibi, Kur’an’ın ağır ağır yani güzel, tane tane ve açık okunması istenmiştir.
Zira “Tartil” kelimesi bu manaya gelmektedir. Bu itibarla, Kur’an teganni edilemez! O
şarkı sözü değildir. Rivayet uydurma olup, Kur’an’a uymamaktadır.

39- Ammâr İbnu Yâsir (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (a.s.v.) buyurdular ki: (Kur’an’ı
Kerimde zikri geçen) sofra gökten ekmek ve et olarak indirildi. Bu mucizeye mahzar
olanlara, ihânet etmemeleri ve ertesi gün için, o yiyeceklerden ayırmamaları emredildi.
Ancak onlar bunu dinlemediler, hem ihânet ettiler hem de yemeklerden ayırıp ertesi gün
24
için sakladılar. Bunun üzerine ceza olarak maymun ve hınzır sûretine çevrildiler”.
(K.S. 597 C.3 S.465 B.1988. Alıntısı, Tirmizi, Tefsir, Maide, (3063) ).

Bu rivayet Kur’an’a uymadığı gibi. İsa Peygamberin ‘ Havarilerine hakaret kastıyla


uydurulmuştur. Havarinin kelime manası: Seçilmiş halis kimse olup, Peygamberlere
taraftar çıkıp yardım edenler hakkında kullanışı ile şüyu’ bulmuştur.

İsa Peygamberin havarileri ve onlara inen sofrayla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ve Ben, Havarilere: “Bana ve elçime iman edin” diye vah yetmiştim. Onlar : “Biz
iman ettik, Sen şahit ol ki, biz Müslümanlardanız!” dediler. 5/111

- Havariler demişlerdi ki: “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra
indirebilir mi?” (İsa) : “Eğer mü’min iseniz Allah’tan korkun” demişti. 5/112

- “ İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalbimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini
bilelim ve bizzat görenlerden olalım.” dediler. 5/113

- Meryem oğlu İsa da: “Allah’ım, Rabb imiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir
ki bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için (o gün) bir bayram olsun ve ( o olay ),
senden bir delil olsun. Bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin en hayırlısısın.” dedi.
5/114

- Allah buyurdu ki: “Ben onu sizin üzerinize indireceğim, ama ondan sonra sizden
kim küfür ederse, ben ona alemlerden hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım.”
5/115

Görüldüğü gibi, İsa peygamberin Havarileri Allah’ın vah yetmesiyle iman etmiş kimseler
olup, İsa peygamberin yardımcılarıydılar. Onların sofradan yemek çalmış olmaları söz
konusu olmadığı gibi, maymuna ve hınzıra çevrilmiş olduklarının rivayet edilmesi bir
iftiradır.

40- Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor:...............Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: Hz. Adem’in
yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Adem (a.s) ona :
“ - Yani benim ömrümden kırk yıl geride kalmadı mı?” dedi. Melek :
“ - İyi ama, dedi, sen onu oğlun Davud’a vermedin mi?” Adem inkar etti zürriyetide inkar
etti.........( K.S. 614 C.3 S. 488 B. 1998 alıntısı, Tirmizi, Tefsir, A’raf, (3078) 9.)

Tahdis edilen rivayette, Adem peygamberin ömür süresinden hibe yaptığı ve dolayısıyla
ömür süresini bildiği iddia edilmiştir. Bu iddia Kur’an’a uymamaktadır.
Bu hususta Kur’an’dan mealen:

-Eğer Allah, insanları yaptıkları (her) haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı
bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Süreleri geldiği zamanda bir
saat dahi ne geri kalırlar, nede ileri geçerler. 16/61

- Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır ve


rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede
25
öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır. 31/34

Görüldüğü gibi rivayet edilen hadisin aslı yoktur. Zira ecel takdir edilmiş kesin bir süredir,
herkesin eceli kendisine aittir. Sürüleri geldiği zamanda bir saat dahi ne geri kalırlar ne de
ileri geçerler. Hiç kimsede nerede öleceğini bilmez.

41- Yine İbn’u Âbbâs (r.a)’nın anlattığına göre, kendisine Cenâbı Hâkkın şu mealdeki
kelamından sorulmuştur : “ Bilin ki onlar, Kur’an okunurken gizlenmek için iki büklüm
olurlar. Bilin ki elbiselerine büründüklerinde bile Allah onların gizlediklerini ve açığa
vurduklarını bilir. Çünkü O kalplerdeki olanı bilendir.”
(Hud 5)
İbnu Abbas (r.a) şu açıklamayı yapmıştır : “ Bunlar helada soyununca avret mahallerinin
açılıp, o manzaralarının semaya ulaşmasından, keza hanımlarıyla cinsi mukarenet
sırasında soyununca çıplak hallerinin semaya ulaşmasından korkup haya duyan ( Bu
yüzden kendilerine sıkıntı veren ) kimseler hakkında nazil olmuştur. (K.S. 660 C. 4 S. 29-
30 B. 1988 alıntısı Buhari, Tefsir Hud 1.)

Hud Suresi 5. Ayetinde, Kur’an’dan kaçmak için peygamberden gizlenip saklanan


kimseler tenkit edilmiştir. Allah kendisinden hiç bir şeyin gizlenemeyeceğini belirterek bu
şahısları tenkit etmiştir. Rivayette ise bu şahıslar, Allah’tan haya duyan şahıslar olarak
tarif edilmiş ve kendilerince övmüşlerdir. Bu anlayışlarının Kur’an’la ilgisi olmadığı gibi,
Allah’a karşı İslam da bu şekilde bir tesettür anlayışı olmayıp, Allah tan hiç bir şeyin
gizlenemeyeceği de açıktır. Haya anlayışları buysa o zaman bilsinler ki, Allah’tan hiçbir
şey gizlenemez.

Hud suresinin bu iddialarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuda Kur’an’dan mealen :

- İyi bilin ki, onlar O’ndan gizlenmek için göğüslerini büker (Allah’ın Resulünü
görmemek, Kur’an’ı dinlememek için sırtlarını çevirir)ler. İyi bilin ki onlar,
örtülerine büründükleri zaman dahi ( Allah onların) içlerinde gizlediklerini ve açığa
vurduklarını hep bilir. Çünkü O göğüslerin özünü bilendir. 11/5

Ayet İslam dan kaçanlar hakkında inmişken, ayetle hiç ilgisi olmayan uydurma bir nüzul
sebebi rivayet edilmiş olduğu açıktır.

42- İbnu Abbas (r.a) anlatıyor : “Resulullah (a.s.v)’ın arkasında çok güzel bir kadın namaz
kılıyordu. Cemaatten bazıları onu görmemek için ön safa kaçıyor, bazıları da en arka safa
geliyor, rüku ya vardığı zaman koltuğunun altından ona bakıyordu. Bu durum üzerinde
Cenabı Hakk şu ayeti indirdi : “ And olsun, sizden öne geçenleri de biz biliriz, geri
kalanları da biz biliriz” (Hicr,24), (K.S. 671 C.4 S.39 B. 1988 alıntısı, Nesâi, İmamet
(2,118);Tirmizi, Tefsir, Hicr, (3122). )

Sahabedeler hakkında saygısızca uydurulmuş bu nüzûl sebebi rivayeti uydurmasının, Hicr


Suresiyle hiçbir ilgisi yoktur. Hicr 23-24-25 ayetlerini mealen yazarsak iftira ettikleri
ortaya çıkar. Şöyle ki :

-Biziz, elbette biz ki, yaşatır ve öldürürüz : Gerçek vâris olanda biziz. 15/23
-And olsun, sizden önce geçenleri de bildik, sonra gelenleri de bildik. 15/24
26
-Gerçekten onları toplayacak olan, Rabbin dir. O, hikmet sahibidir, bilendir.
15/25

Allah bu ayetlerle, yaşatıp öldürdüğünü, gerçek olarak mülkün kendisine ait olduğunu,
ölüp gidenleri bildiği gibi gelecek olanları ; sonraya tehir edilmiş olanları bildiğini. Ölüp
gidenlerle gelecek olanları bir araya toplayacağını bildirmiştir. Bu itibarla bu ayetlerin
onların sapık nüzûl sebebi uydurmalarıyla bir ilgisi yoktur.

Hz. Enes (r.a), “ Rabbine and olsun ki hepsini yaptıklarından sorumlu tutacağız” (Hicr 92-
93) ayetiyle ilgili olarak: “Onlar ‘ La ilahe İllâllah’ demekten sorumlu olacaklar”
demiştir.”
(K.S. 675 C.4 S. 43 B. 1998 alıntıları, Tirmizi, Tefsir, Hicr, (3126); Buhari hadisi bab
başlığı olarak kaydetmişti.) )

Bu ayetler, Kur’an’ın bir kısmını kabul edip, bir kısmını red eden kimseler hakkında
inmişlerdir. şöyle ki Hicr 89-90-91-92-93-94 ayetlerinin meallerini yazarsak durum açıkça
anlaşılır. şöyle ki

-De ki: Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım. 15/89


-Tıpkı o bölücülere indirdiğimiz (azâb) gibi, 15/90
-Onlar ki Kur’an’ı parça parça ettiler. 15/91
-Rabb’ın hakkı için biz onların hepsine mutlaka soracağız: 15/92
-Yaptıkları şeylerden. 15/93
-O halde sen emr olunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma. 15/94

Görüldüğü gibi ayetler müşrikler hakkında indirilmişken, Müslümanlar hakkında indiği


rivayet edilmiş olup, rivayet asılsız bir iftiradır.

44- Ebu Sa’id el Hudri’den, Resûlullah’a atfen: “(sağcılar) ...........ve kadri yükseltilmiş
döşeklerdedirler” (Vâkıa,24) mealindeki ayet hakkında, Resûlullah’ın şunu söylediğini
nakleder:” bunların yüksekliği sema ile arz arasındaki mesâfe kadardır. İkisi arasındaki
uzaklık ise beş yüz yıllık yürüme mesafesidir.” (K.S. 809 C.4 S.287 B. 1988 alıntısı,
Tirmizi, 2543)

Sema ile arz mesafesinin beş yüz yıllık yürüme mesafesi olduğunu ve cennet döşeklerinin
yüksekliğine denk olduğunu rivayet etmelerinin hiçbir tutarlı tarafı yoktur, değil beş yüz
senelik yürüyüşle semayı kat etmek, kişi günde yüz km yürüse 3500 yılda güneşe dahi
varamaz. Cennet döşekleriyle alay etmek için bu rivayeti uyduran bilse ki sema ne kadar
yüksektir. Cennet döşeklerinin beş yüz yıllık yol yüksekliğinde olduğu iddiası da keyfi bir
iddiadır.

45- Hz. Âişe (r.a) diyor ki: “Resulullah (a.s.v) ölmezden önce bütün kadınlarla nikah
kendisine helal kılındı.” (K.S. 751 S.198 C.4 B 1998 alıntısı Tirmizi, Tefsir, Ahzab,
(3214); Nesai, nikah 2(6.56) 9.)

Bu rivayet, Ahzab sûresinin 52. Ayetine uymamaktadır. şöyle ki mealen :

-Bundan sonra artık sana (başka) kadınlar(la evlenmek), bunları başka eşlerle
27
değiştirmek helal değildir. İsterse güzellikleri çok hoşuna gitsin, (artık
başka kadınlar alamazsın); yalnız elinin altında bulunan (câriye)ler hariç, Allah her
şeyi gözetleyicidir. 33/52

Bu itibarla rivayetin aslı yoktur.

46- Esma bin tu Yezid (r.a) anlatıyor: “ Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: “Allah’ın İsmi
Azam ı şu iki ayettedir:
1- “İlahınız, tek olan İlahtır, O’ndan başka ilah yoktur. O Rahman ve Rahimdir” (bakara
163)
2-Al-i İmran sûresinin baş kısmı: Elif lam mim. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. O
Hayy ve kay yumdûr” (Âl i İmrân 1-3). (K.S. 1793 C.6 S. 556 b. 1989 alıntısı, Ebû Dâvud,
Salât 358 (1496) Tirmizi Da’avât 65, (3472). )

Yaygın bir şekilde, bir çok kimse tarafından şu iddiada bulunulmuştur. Allah’ın isimleri
arasında bir tanesi vardır ki, bu O’nun en büyük ismidir. Kim Allah’ın bu ismini
söyleyerek, Allah tan bir şey isterse muhakkak o dua kabul olur, velev ki taşın altın
olmasını istesin, veya ölüleri kaldırmak istesin derhal yerine gelir. Ve bu ismin hangisi
olduğu hususunda bir çok rivayetler uydurulmuş ve iddialarda bulunulmuştur. Bu
iddiaların hepsi Allah’a bir iftiradır. Zira Allah’ın bütün isimleri yüce ve güzeldir. Allah
duaları kabul ederken şahsın durumuna bakar, dua eden şahıs, duasının kabul edilmesine
layıksa Allah duasını kabul eder. Yoksa iyi işler yapmayan veya kafir olan bir şahıs,
Allah’ın bütün isimlerini duasında tekrarlasa dahi, Allah onun duasını kabul etmez. Bu
konuda Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

-O dur ki kullarından tövbeyi kabul eder, kötülüklerinden geçer ve yaptıklarınızı


bilir. 42/25

-İman eden ve iyi işler yapanların duâsını kabul eder, lütuf ve kereminden onlara
(istediklerinden) fazlasını verir. Kafirlere gelince: onlara da çetin bir azab vardır.
42/26

-De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız,
nihâyet en güzel isimler O’nun dur. Salatında pek bağırma, pekte (sesini) gizleme, bu
ikisinin arasında bir yol tut. 17/110

- En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na onlarla (o güzel isimlerle) dua edin ve
Onun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın; Onlar yaptıklarının cezasını
çekeceklerdir. 7/180

Görüldüğü gibi, ismi âzam konusunda tahdis edilen rivayet uydurma olup, Kur’an’a
uymamaktadır. Sadece bu tür rivayetlerle insanları asırlarca boş hayaller peşinde
sürüklemiş ve gerçeklerden kopmalarına sebep olmuşlardır. Bu iddialarda bulunan
kimseler, Allah’ın İsimleri hakkında eğriliğe sapan kimselerdirler.

47- ..........Abdullah ibn Mesûd ( r ) şöyle demiştir: Peygamber (S) Mekke de iken Ve’n
-Necmi Sûresini okudu da bunun sonunda secde yaptı. Onunla beraber olanlarda, bir
ihtiyar müstesna (mü’min ve müşrik) hep secdeye vardılar. O ihtiyar kimsede bir avuç
28
çakıl veya toprak alıp alnına götürdü ve: bu kadarı bana yeter, dedi. İşte o kimse ki, ben
onu bundan sonra ( Bedirde) kafir olarak öldürülmüş olarak gördüm.( Buhari, Ebvâbu
Sucûdil- Kur’an 1. Cilt 3 sayfa 1044 Ötüken 1987)

48- .........Ata, İbnû Kuseyt’a şöyle haber vermiştir: Kendisi Zeyd ibn Sâbit e, Ve’n Necmi
sûresinin sonunda ki Sucûddan sormuş. Zeyd te Peygamberin huzûrunda Ven -Necmi
sûresini okuduğunu ve Peygamberin bu sûrede secde etmediğini söylemiştir. (Buhari,
Ebvâbu Sucûdil -Kur’an 6.cilt 3.sayfa 1044 Ötüken 1987)

Yukarıdaki iki rivayet birbirine aykırı olup, birbirini iptal etmektedirler.


Müşriklerin Ve’n Necmi sûresi, peygamber tarafından okunurken, secde ettikleri
konusunda uydurulmuş olan 47 no lu örnekteki rivayetle, benzeri rivayetler etrafında
Ğaranik hadisesi adı altında daha bir çok sözler söylenmiş ve uydurulan rivayetlerle ilgili
olarak bir çok meşhur kimseler bu konuda fikir beyan etmişlerdir. Günümüzde de bu husus
“Şeytan ayetleri” adı altında konu edilmiştir. Bu iddiaları ortaya koyup cevaplandıracak
olursak, şöyle ki :
Kur’an tutarsız manalara gelmeyen, apaçık Arapça bir dille, hiçbir Batıni veya çelişik
ifade ihtiva etmeyen, kelimelerinin değiştirilmesi Allah’tan başkası için mümkün olmayan
bir korunmayla korunmuş olup, peygamberde ancak bu Vahyi tebliğ ediyordu. Zira ona
şöyle vahye dilmişti, Kur’an’dan mealen:

- Rabının kitabından sana vahye dileni oku; O’nun sözlerini değiştirecek kimse
yoktur, O’ndan başka sığınılacak bir kimsede bulamazsın. 18/27

Görüldüğü gibi, O na Rabbının kitabından sana vahye dileni oku diye emredilmişti ve
okunması istenende asla değiştirilemezdi. Bizzat, peygamberin kendiside vahyi aynen
bildirme hususunda, Allah tarafından sağlamlaştırılmıştı. Zira müşrikler gelen vahyin
dışında çeşitli tuzaklar kuruyorlardı. Onlara uymaması için Peygamber bu konuda sebatkar
bir kimse olarak sağlamlaştırılmış ve gelen vahye her ne suretle olursa olsun kendi sözünü
vahiy diye bildirmesi Allah tarafından engellenmişti, şöyle ki: Kur’an’dan mealen;

-Az daha onlar, seni, sana vah yettiğimizden ayırarak, ondan başkasını bize iftira
etmen için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirlerdi. 17/73
-Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, azda olsa onlara meyl edecektin. 17/74
-O takdirde de sana hayatında, ölümünde kat kat (azab)ını tattırırdık. Sonra bize
karşı bize bir yardımcıda bulamazdın. 17/75

Eğer peygamberin ağzından vahiy olmadığı halde, vahiy diye tek bir söz çıkmış olsaydı,
Allah onu düşman kabul edecekti. Hayatında ve ölümünde kat kat azab tattıracak ve
Allah’ın azabından kurtulma hususunda hiçbir yardımcıda bulamazdı. Allah böyle bir
olayın vuku bulmadığını bu konuda peygamberin yüksek bir şahsiyetle donatılarak
sağlamlaştırıldığını bildirmek suretiyle vahye şüpheyle bakılmasını bertaraf etmiştir.

- Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyl edecektin. 17/74

İfadesiyle belirtilen ayetin meali üzerinde düşündüğümüzde, Allah tarafından sebatkar


kılınmayla peygamberin birazcık dahi de olsa vahyin dışına kaymadığı manası açıkça
anlaşılır.
29

Tarih boyunca Kur’an’a ve peygambere bir çok saldırılar yapılmıştır, bunlardan bir tanesi
de Ğaranik olayı diye adlandırılan iftiradır. Kur’an karşısında acze düşen kafirler, Kur’an
ile hiçbir alakası olmayan ve bizzat Kur’an’a muhalif olan uydurma rivayetleri Kur’an
gibi, hatta ondan üstün kabul ederek, İslam'a saldırıda bulunmuşlardır. Böyle yapmalarına
delil olarak ta, kendilerine büyük İslam alimi denilen bir takım meşhur kimselerin bu
rivayetleri uydurmuş veya onaylamış olmalarıdır. Gerçekte bu rivayetleri uyduran veya
onaylayan kimselerin, bu rivayetleri ele alıp İslam'a saldıran kafirlerden hiçbir farkları
yoktur. Taraflardan biri kendisine Müslüman deyip, İslam'a iftira yoluyla saldırmakta.
Diğer taraf ise bu iftirayı ele alıp kendisine Müslüman demeden İslam'a saldırmaktadır. Bu
şeytani ittifakın bir örneği de belirttiğim gibi Ğaranik olayı iftirasıdır. Şöyle iddia
etmektedirler;

Önce konuyla ilgili olarak, Necm Sûresinin bazı ayetleri şu şekildedir, mealen:

-Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ yı? 53/19


-Ve üçüncüleri olan öteki Menât ı. 53/20
-Demek erkek size, dişi Allah’a mı? 53/21
-O halde bu insafsıca bir taksim! 53/22
-Bunlar (putlar)sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah
onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin alçak hevesine
uyuyorlar, halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir. 53/23

Necm suresinden mealen yazdığım yukarıdaki ifadelerde görüldüğü gibi, putperestlerin


taptığı Lat, Menat ve Uzza putları reddedilmekte ve bunları ilah olarak kabul edenlere ağır
tenkitler yöneltilmektedir. Putperestler Meleklere, Allah’ın kızları diyorlardı. Haliyle haşa
Allah’ın kızları olmuş olsaydı onlarda ilah olacaklardı. Putperestler bu mantıkla hareket
ederek Lat, Menat ve Uzza putlarını Allah’ın kızları dişi melekler telakki ederek onlara
tapmışlardır. Halbuki kendilerine bir kız çocuğu olsaydı büyük üzüntüye kapılıp, halk
içine çıkmaya utanır veya o kız çocuğunu diri diri toprağa gömerlerdi. Erkek çocukları
olduğu zamanda büyük sevinç duyarlardı. Allah bu zihniyette olan putperestlere, “Demek
erkek size, dişi Allah’a mı? O halde bu insafsızca bir taksim” demek suretiyle, kendileri
için istemediklerini Allah’a isnat eden zalim iftiracılar olduklarını vurgulamıştır. Allah
çocuk edinmekten münezzehtir. Durum böyle iken, Rivayetler dininin mensubu bir kısım
meşhur kimseler iddia etmektedirler ki, Necm Sûresinin ayetleri inerken peygamber
(haşa), Allah tarafından vahye dilmemesine rağmen, şeytanın İlkaysıyla Lat, Menat ve
Uzza putları için “Tilke’l garânikat-el ulâ ve inne şafaatehünne le tercâ” yani “Bunlar,
dolgun beyaz vücutlu güzel dilberler ve rütbeleri yüksek ilahelerdir. Onların şefaati
muhakkak beklenmelidir.” dediğini iddia etmişlerdir. Ğarânik kelimesi Arapça da mana
itibariyle, Kuğu kuşu, örülmüş saç topu manalarına gelmekle beraber, bir manası da,
bedeni beyaz, dolgun vücutlû güzel dilberler manasına da gelir. Bura da kastedilen mana
budur. Zira putperestler ilahelerini dişi melekler olarak telakki ediyorlardı. Şimdi bu
iftirayı asıl Necm sûresinin ayet mealleri arasına, parantez içinde ayırarak koyarsak nasıl,
mantıken uyum sağlaması imkansız bir durumla karşılaştığımızı görürüz, Şöyle ki:

- Gördünüz mü o lât ve Uzzâ’yı. 53/19


- Ve üçüncüleri olan öteki Menât’ı 53/20
(Bunlar dolgun vücutlu güzel dilberler ve rütbeleri yüksek ilahelerdir. Onların
30
şefaati muhakkak beklenmelidir.)
- Demek erkek size, dişi Allah’a mı? 53/21
- O halde bu insafsızca bir taksim. 53/22
- Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah
onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin alçak
hevesine uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.
53/23

Övgü ve yerginin tamamen zıt manada ve bir arada ifadelendirilmesinin ortaya koyduğu
bu çok çelişik durum, fazlaca izah gerektirmeyecek şekilde açıktır. Değil bir peygamber
sıradan bir kimse dahi bu tür ifadeleri bir arada kullanırsa onun delililiğine hükmedilir.
Peygamber deli olmadığı gibi, haşa ki böyle bir söz söylemiş olsun.

Denilse ki, hal böyle olunca, bu iddia nereden ortaya çıktı. Rivayetler dinine mensup çok
sayıda meşhur kimseler bu rivayetlerine mesnet olarak neyi iddia etmektedirler. Konu
şudur:

- (Ey Muhammed) Senden önce hiçbir resul, hiçbir nebi göndermedik ki, o bir
temennide bulunduğu zaman, şeytan onun temennisine bir şey sokmuş olmasın,
Fakat Allah, şeytanın soktuğu şeyi iptal eder; sonra da ayetlerini sağlamlaştırır.
Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hikmet sâhibidir. 22/52

Yukarıda mealini yazmış olduğum, Hac sûresinin 22. Ayetini ele alarak demektedirler ki:
“Resûlullah, kafirlerin hidayete ermelerini o kadar çok istiyordu ki, onların hoşuna
gidecek ve İslam'a yaklaşmalarını sağlayacak vahiylerin gelmesini arzu ediyordu. Bu
arzusu içerisinde ve Kureyşlilerin bir toplantısında iken Necm sûresi nazil oldu ve kendisi
onu okumaya başladı. “Gördünüz mü o Lat ve Uzzâ’yı, Ve üçüncüleri olan öteki Menât’ı”
sözlerine gelince ağzından şu kelimeler dökülü verdi. “ Bunlar, dolgun beyaz vücutlu
güzel dilberler ve rütbeleri yüksek ilahelerdir. Onların şefaati muhakkak beklenmelidir.”
Bundan sonra, Resûlullah sûrenin diğer ayetlerini normal olarak okumaya devam etti ve
sûrenin sonunda secde etti. Onunla birlikte Müslümanlar ile müşrikler beraber secde
ettiler. Mekkeli kâfirler dediler ki, artık bizimle Muhammed arasında her hangi bir fark
kalmamıştır. Bizde zaten aynı şeyi diyoruz. Kainatı yaratan Allah’tır, fakat ilahelerimiz
Allah katında bizim için şefaatte bulunacaklardır. Bilahare akşam Cebrâil gelerek
peygambere putları övücü sözleri getirmediğini bildiriyor. Bu olay peygamberi çok üzüyor
ve tedirgin ediyor. Taki Hac sûresinin 52. Ayeti indi. Bu ayette Resûlullah teselli edildi.
Kendisinden önceki Peygamber ve Resûllerin aynı hataya düştüklerini. Arzlarına şeytanın
müdahale ederek karıştığını, fakat şeytanın bu karıştırdığını Allah’ın iptal ettiğini ve
sonrada ayetlerini sağlamlaştırdığını vahiyle bildirdi. Bunun üzerine peygamber
rahatlıyor.” İşte iddiaları budur.

Bu uydurma rivayet, İbn Cerir’in tarihinde ve diğer birçok müfessirlerin tefsirlerinde, İbn
Sa’d’ın “Tabakât’ında, Vahidi’nin “Esbâb-ün Nuzül” ünde, İbn İshâk’ın “Siyeri”inde,
Musa bin Ukbe’nin “Meğazi’sinde, İbn Ebi Hâtim, İbn Munzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve
Taberâni’nin hadis kitaplarında yer almıştır. Başka bir çok kitaplarda konu olarak yer
almış ve üzerinde konuşulmuştur.
Hâfız İbn Hacer (Meşhur mühaddis); Ebu Bekr Dessâs (tanınmış Fakih unvanlı);
Zemahşeri (Müfessir); ve İbn Cerir gibi tarihçi müfessir ve Fıkıhçı iddialı meşhur kimseler
31
bu rivayetin doğru olduğunda ısrar etmişlerdir. Muhalif olanlar da bunu tam
manasıyla eleştirmemişlerdir. Muhaliflerin bir grubu bunu reddediyor zira, bunun
kaynakları veya senetleri zayıftır demektedirler. Demek ki bu kimseler de, senetlerin
kuvvetli olması halinde bu rivayeti aynen kabul edeceklerdi. Örneğin, İbn Kesir bu
hususta şunları yazmıştır. “Bu hikâye hangi senetlerle rivâyet olunmuşsa hepsi, mürsel ve
münkat’ı dırlar.” Beyhâki de diyor ki: “ Nakil itibariyle bu hikâye ispatlanmış değildir”.
İbn Huzeyme; Kadı İyâz gibi kimseler de aynı fikirdedirler. Mesela: Kadı Iyâz’ın
reddetmesine sebep, Kütüb-i Sitte de yer almaması ve senedinin zayıf olmasıdır. Halbuki,
47 örnekte görüldüğü gibi, Buhari Ğaranik kelimesini rivayet etmemekle birlikte Ve’n-
Necm süresi okunurken müşriklerin secde ettiğinden bahisle dolaylı olarak değinmiştir.

Bunların esas problemi, Tevhidi ve Kur’an’ı anlamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.


Peygamber hakkındaki kanaatleri de içinde bulundukları durum gibidir. Değil mi ki
diyorlar, Cebrail bilahare haber verince peygamber yaptığı yanlışın farkına vardı. Bu
anlayışları onların durumunu göstermesi bakımından çok manidardır. Zira değil bir
peygamber, herhangi bir Müslüman dahi, Allah’a şirk koşmanın manasını bilir ve anında
farkına varır. Bunların güya karşı olanları emin oldukları ravilerin söylenmesi halinde,
Allah’a şirk koşmakta bir an bile tereddüt etmeyecek kimselerdir. Değil mi ki, bu kimseler
kendilerine Allah’ın (haşa) ayağını Cehenneme soktuğu rivayet edilince kabul edip, buna
iman ettiler. Bunlara sormak lazım ilahları Allah’mı yoksa raviler mi. Red veya kabul
gerekçelerine bakılırsa ravileri ilah edinmişlerdir. Hem bunlara sormak gerekir. Yalan yere
rivayet metinleri uyduran kimselerin, ravilerini de uydurmamaya verilmiş bir sözleri veya
bir garantileri mi var. Yalan yere her çeşit rivayet uyduran kimselerin, ravileri de
uydurduklarını bir çocuk dahi anlıya bilirken. Bunlar o kadar dahi akıllarını kullanamayan
ve Kalpleri, Allah tarafından mühürlenmiş, kör ve sağır kimselerdirler. Kendilerine
Müslüman deyip, Ğaranik rivayeti iftirası gibi gibi bir çok rivayetler uydurup veya bunlara
taraf olup, İslam'a saldırmakta hiçbir mahzur görmezler. Fakat, bazen aynı şeyi kendisine
Müslüman demeyen bir kimse ele alıp İslâm’a saldırırsa görünüşte güya çok kızarlar,
sanki kendilerinin yaptıkları farklıymış gibi.

Şimdi iddialarını bir başka açıdan ele alıp çürütmek istediğimizde deriz ki: İsra sûresi 74.
Ayette gördüğümüz gibi, peygamber Allah’ın kendisini sebatkar kılması sayesinde, azda
olsa dahi vahyin dışına çıkmadığı, ağzından vahiy diye vahiy olmayan tek bir kelime dahi
çıkmadığı, daha önce belirttiğim gibi açıktır. Şimdi şöyle bir mantık yürütelim, peygamber
Ğaranik rivayeti iftirasındaki bozuk ifadeleri sarfetmiş olsaydı, İsra sûresi 74. Ayeti
geçersiz olacaktı, bu İslamiyet te öyle mühimdir ki, bir tek ayetin geçersiz boş olması,
Kur’an’ın tamamının, Allah sözü olmayıp, kul sözü olduğu manasına gelirdi. İsra sûresi
74. Ayetinin bu iddia edilen iftira olayından önce veya sonra inmesi bir şey değiştirmez.
Peygamber zamanın da iman eden ve vefatından sonra yaşayan binlerce sahabe aklı
başında sağlam mantıklı kimselerdirler. Bu kadar büyük bir çelişkiyi hemen görürlerdi. Ne
bu gün nede o gün tek bir Müslüman bulmak mümkün olmazdı. Tam tersine bu gün
olduğu gibi o gün de Müslümanlar bulunduğuna göre böyle bir olay vuku bulmamıştır.
Böyle bir olayın vuku bulmadığına dair, Kur’an’dan başka örnekler verecek olursak, şöyle
ki; mealen:

- Batmakta olan yıldıza an dolsun ki. 53/1


- Arkadaşınız sapmadı, azmadı. 53/2
- O havadan konuşmaz. 53/3
32
- İlla ki O, kendisine (Allah tarafından) vahye dilen bir vahiyden başka bir şey
değildir. 53/4
- Ona, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti. (Cibril) 53/5
- Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O
halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?
Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir. 41/40
-Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna
katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. 41/41
- Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan
indirilmiştir. 41/42

BÖLÜM 3

Ğaranik hadisesi rivayetinin gerçek olmadığına dair bir başka açıdan bakacak olursak:
Evvelce belirttiğim gibi, bu uydurma rivayeti, Hac sûresi 52. Ayetiyle
ilişkilendirmektedirler. Bu konuda büyük bir mana sapması içerisindedirler, Şöyle ki:

- (Ey Muhammed) Senden önce hiçbir resûl, hiçbir nebi göndermedik ki O bir
temennide bulunduğu zaman şeytan onun temennisine bir şey sokmuş olmasın. Fakat
Allah, şeytanın soktuğu şeyi iptal eder; sonra da ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, her
şeyi hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir. 22/52

Yukarıda mealini yazmış olduğum, Hac sûresi 52. Ayetinde, dikkat edilirse temenniden
bahsedilmektedir. Temenni de istek, dilek veya arzu demektir. Fiiller ise istek veya arzu
olmayıp hayata geçirilmiş olaylardır. Başka bir deyişle olması istenen olaylar arzu halinde
kaldıkça temenni olarak adlandırılırlar. Eğer o temenni yerine gelirse, artık o temenni
olmayıp yapılmış bir iştir. Eğer peygamber onların iddia ettiği gibi öyle bir şey söylemiş
olsaydı ki bu mümkün değildir, bu arzu olmayıp yapılmış bir iş olacaktı. Onun için Hac
sûresi 52. Ayette bahsedilen temenniyle böyle bir iftira rivayeti ilişkilendirmek mümkün
değildir. Zira rivayette bir temenniden değil yapılmış bir işten bahsedilmektedir.

Denilse ki o zaman Hac sûresi 52. Ayette vurgulanan ve Resûlullahtan önceki resûl ve
nebilerin de yaşamış olduğu, şeytanın temennilerine bozukluk karıştırma olayının manası
nedir? Ben derim ki Kur’an bütün misalleri açık bir şekilde ihtiva eden bir kitab
olduğundan, bu soruya cevap teşkil eden örnekleri onda bulabiliriz. Şöyle ki, Kur’an’dan
mealen:

- Surat astı ve döndü. 80/1


- Yanına kör bir kimse geldi diye. 80/2
- Ne bilirsin belki o arınacak. 80/3
- Yâhut öğüt dinleyecek de öğüt, kendisine yarayacak. 80/4
- Kendisini öğütten müstağni gören kimse gelince. 80/5
- Sen ona yöneliyorsun. 80/6
- Onun arınmasından sana ne? 80/7
- Fakat koşarak sana gelen. 80/8
- (Allah’tan) korkarak gelmişken. 80/9
- Sen onunla ilgilenmiyorsun. 80/10
- Bir daha bundan sakın; zira Kur’an bir öğüttür. 80/11
33
- Dileyen onu düşünüp öğüt alır. 80/12
- (Ey Muhammed) Sen, keyfince istediğini doğru yola iletemezsin. Fakat Allah,
istediğini doğru yola iletir. O, hidayete gelecek olanları daha iyi bilir. 28/56

Peygamberin, hidayete layık olmayan kimsenin hidayet etmesinde; kişi hidayete ilgisiz
olmasına rağmen ısrar etmesi ve o kişinin hidayete ermesi halinde, bundan hoşlanmış
olacağı ile hidayete layık olanla; o kişinin hidayetle ilgilenmesine rağmen, ilgilenmemesi.
Şeytanın, Peygamberin insanların hidayete erme temennisine attığı bir yanlış arzudur.
Allah bu arzuyu iptal ederek, doğruyu göstermiştir. Dikkat edilirse peygamberin temennisi
gerçekleşmemiş yani fiile dönüşmemiştir. Allah’ın istediği gerçekleşmiştir.

Diğer bir örnek, Kur’an’dan mealen:

- İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misâl var; onlar,
kavimlerine demişlerdi ki: “ Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizin(n taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar
sizinle bizim aramızda düşmanlık ve nefret belirmiştir.” Yalnız İbrâhim’in babasına:
“Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat senin için Allah’tan (gelecek) hiçbir şey(i
önlemeğ)e gücüm yetmez” demesi hariç. (Bu söz size misâl değildir. Zira kâfire
mağfiret dilenmez. Yine onlar demişlerdi ki): “Rabb’imiz, sana dayandık, sana
yöneldik. Dönüş(ümüz) sanadır.” 60/4

Örnekte görüldüğü gibi, İbrahim peygamberin güzel arzuları arasına, şeytan putperest olan
babasının affedilmesini talep arzusu katmıştır. Allah, bu hususu örnek almamamızı
belirtmiştir. İbrahim peygamberin bu temennisi gerçekleşmemiştir, iptal olmuştur.

Diğer bir örnek, Kur’an’dan mealen:

- Nûh seslendi: Rabb’im dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin sözün elbette haktır
ve sen hâkimlerin hâkimisin.”
11/45
- (Allah): “Ey Nûh, dedi, o senin âilenden değildir. Çünkü (onun ameli) iyi olmayan
bir ameldir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana câhillerden olmamanı
öğütlerim.” 11/46
- (Nûh) dedi ki: “Rabb’im, bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım,
Eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan ziyâna uğrayanlardan olurum! 11/47

Burada da, Nûh peygamberin, Allah’ın gazabına uğramış oğlunun Affını ve Tufandan
kurtulmasını Allah’tan dilemesi. Kendisinin ve yanındaki Müminlerin kurtulması sevinç
ve arzusu arasına, şeytanın attığı bir yanlış temennidir. Allah bu temenniyi kabul
etmemekle ve Nûh peygambere ihtar etmekle, şeytanın attığını iptal ediyor. Ve Allah
doğruyu göstererek ayetlerini sağlamlaştırmıştır.

Diğer bir örnek, Kur’an’dan mealen:

- (Lût kavminin oturduğu Sedom) şehr(inin) halkı, (Lût’un genç konuklarını duyup )
keyif içinde (koşarak) geldiler.
15/67
34
- (Lût onlara): “Bunlar benim konuğumdur, dedi, beni mahcup
etmeyin!” 15/68
- “(ne olur), Allah’tan korkun, beni rezil etmeyin!” 15/69
- “Seni âlemlerden (başkalarının keyfine engel olmaktan) men etmemiş miydik?”
dediler. 15/70
- Dedi ki:”Eğer yapacaksanız, işte kızlarım.” 15/71
- (Ey Resûlüm), senin ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.
15/72
- Güneşin doğma zamânına girerlerken korkunç ses onları yakaladı. 15/73
- (Şehrin) üstünü altına getirdik ve üzerlerine de çamurdan pişmiş taşlar yağdırdık.
15/75

Lût peygamberin konuklarını, cinsi sapık insanların elinden kurtarma arzusu güzel bir
temennidir. Fakat buna karşılık kızlarını teklif etmesi, şeytanın onun güzel arzusuna kattığı
bir yanlış temennidir. Zira kızları da o cinsi sapık kimselere layık değildiler. Allah o zalim
kavmi helak etti ve Lût peygamberin kızlarına da el süremediler. Zaten konuklara da el
sürmeleri mümkün değildi. Onlar, onları mahvetmeye gelmiş olan, Allah’ın elçileriydiler.
Böylece Lût peygamberin yanlış temennisi iptal edildi ve Allah’ın kavme gazap emri
yerine getirilmekle de. Allah ayetlerini sağlamlaştırdı.

Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, Hac Sûresi 52. Ayeti, onların Ğaranik olayı diye
iddia ettikleri uydurma rivayetle hiçbir ilgisi yoktur.

49- ........ Ma’kıl b. Yesar’dan (rivâyet olunduğuna göre) Peygamber (s.a.) “ölülerinizin
üzerine yâsin okuyun.” buyurmuştur.
Bu (lafız ravi) ibnü’l- Ala’nın lafzıdır. (Ebu Davud, cilt 11 R.3121 S.497 Şamil 1991; İbn
Mâce, cengiz, 4. )

Bu uydurma rivayete dayanarak, asırlarca insanlar ölülerinin mezarları başında Kur’an


okumuşlardır. Ve Kur’an yaşayanlara hitap eden bir kitap değil de, ölülere okunan bir
kitap olarak telakki edilmiştir. Öyle ki yıllarca namaz kılan bir kimse bile yaygın şekilde
toplumsal olarak, her rekatta okuduğu Fatiha Sûresinin dahi manasını merak etmez hale
düşmüştür. Fakat buna rağmen, ölüsünün başında Kur’an okumak veya okutmak suretiyle,
ölüsüne, içki içme, kumar oynama , oruç tut, ahret hayatı hayatı gerçektir gibi ifadelerle,
ayetleri tebliğ etmiştir. Sanki ölüsü kumar oynayabilecektir veya ölmemiştir de ahretten
şüphesi olmasın gibi şuursuz bir davranış içine girer. Kendisinin öğrenmesi gereken
Kur’an bilgilerini ölüsüne öğretmeye çalışır. hal bu ki, ölü kendisine yaşayanlar tarafından
yapılan hiçbir hitabı duymadığı gibi. Okunan Kur’an nedeniyle de hiçbir sevap alamaz.
Zira, İslam da ameller şahsidirler. Hiç kimse başkası için amel işleyemez. Örneğin: Kim
Kur’an okuyorsa ve Kur’an’a göre yaşayıp dinliyorsa, Allah tarafından kabul edilmesi
halinde sevabı o şahsa aittir. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 27/53

Evet, görüldüğü gibi insana ancak bir fiil kendi çalıştığı vardır.

Ölülerin yaşayanları duyduğu iddiasına gelince. Böyle bir şey İslam inancına göre
mümkün değildir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:
35

- Allah, eceli gelenlerin ruhlarını ölümleri anında, eceli henüz gelmeyenlerin de


uykularında alır. Haklarında ölüme hükmettiklerini tutar, diğerlerini belli bir süreye
kadar salıverir. Bunda, düşünebilen kimseler için, muhakkak ibretler vardır.
39/42

Ayet mealinde görüldüğü gibi, ölüm ve uyku aynı şeydir. Şimdi şöyle düşünelim, her ne
kadar ölmemiş olan bir kimse, ölüm halini bilmiyorsa da. Uyku uyumuş bir kimse uyku
halini bilir. Uyuyan bir kimse için şu kesindir ki, uyanmadığı müddetçe, baş ucunda
bulunan kimselerin kendisine yapacakları seslenmeleri duymaz. Duyması halinde uyanmış
demektir. İşte ölüler içinde aynı durum söz konusudur. Dirilmedikleri müddetçe dünyada
yaşayanlar tarafından kendilerine yapılacak hiçbir seslenmeyi duymazlar. Dünya hayatıyla
yaşayanlarla, kendileri arasındaki irtibat veya başka bir ifadeyle iletişim kesin olarak
kesilmiştir. İslam Dinine mal ederek, ölülerin dünyada yaşayanları duydukları konusunda
uydurulmuş her rivayet Kur’an’a uymayan boş bir iddiadır.

50-........... Bana ibnu Vehb tahdis edip şöyle dedi: Bana Yûnus ibn Yezid, ibn Şihâb’dan;
o da Ubeydullah ibn Abdillah’tan; o da ibn Abbâs’tan haber verdi. İbn Abbâs ( R ) şöyle
demiştir: Peygamber (son hastalığında) ağrısı şiddetlenince : “Yazı yazacak şey getiriniz,
size öyle bir kitap yazayım ki, ondan sonra hiç dalâlette kalmayasınız” buyurdu. Umer
( R ): Peygamberin hastalığı ağırlaştı. Bizim elimizde de Allah’ın Kitâbı vardır. O bize
yeter, dedi. Bunun üzerine oradaki sahâbiler ihtilafa düştüler. Sözleri birbirine karıştı.
Resûlullah ( S ): “Yanımdan savulun; benim yanımda nizâlaşmak olmaz” buyurdu. İbn
Abbâs, bu sözleri râvi Ubeydullah ibn Abdillah’a nakl ettikten sonra odadan çıkmaya
davranıp: Âh ne büyük musibettir ki, Resûlullah ile yazmak istediği kitap arasına perde
oldu” diyerek dışarı çıktı. (Buhari, Kitâbu’l-İlm 55 Cilt 1 S.267 Ötüken 1987)

Bu rivayet, Peygambere karşı uydurulmuş büyük bir iftira. Ve insanların Kur’an’a olan
güvenini sarsmak için uydurulmuş, Kur’an’a yönelik düşmanca bir saldırıdır.

Kur’an ayetlerinin indiği dönemden bu tarafa, kafirler her zaman Kur’an’dan başka bir
kitap hasretiyle yaşamışlardır. İşte peygamber son hastalığında, Kur’an’dan başka bir kitap
yazmak istedi rivayeti uydurması, bu arzularının tipik bir örneğidir. Bu arzularına
Kur’an’dan örnek verecek olursak; mealen:

- Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar:


“Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu kendi
tarafımdan değiştirmek imkânsızdır. Ben sâdece bana vahy olunana uyarım. Şâyet
ben Rabb’ime karşı gelirsem, büyük günün azâbından korkarım.” 10/15

Bu itibarla, peygamberin Kur’an yerine yeni bir kitap yazmak istediği yolundaki rivayetin
aslı yoktur. Zaten bu kadar hadis adı altında rivayetler uydurmaları da bu arzuları
nedeniyledir. Zira bunlar hiçbir zaman Kur’an’a razı olmamışlardır. Kur’an’a rakip bir
kitap meydana getirmek, kalplerinde ki köklü bir hasrettir. Uydurdukları rivayetler,
Müslümanlar faydalansın diye değildir. Eğer düşünülürse, rivayetler Kur’an’ı nesh eder
yani iptal eder demeleri çok manidardır. Neyle, neyi yok ve iptal etmek istedikleri gayet
açıktır.
36
Yine bu rivayette, Ömer’in diliyle, “Bizim yanımızda Allah’ın Kitab’ı vardır. O bize
yeter.” ifadesi geçiyor ki, Kur’an yönünden gerçeği de öyledir. Peygamberin son
hastalığında, Kur’an elde mevcut idiyse ve bunu kendi ağızlarıyla rivayet ediyorlarsa,
Peygamberin vefatından sonra, Kur’an’ın ordan, burdan derlendiğini nasıl oluyor da
rivayet ediyorlar? (Bak, örnek 15 ) Bu da işlerine geldiği zaman her çeşit ifadeyi aradaki
çelişkilere bakmadan kullanabildiklerinin açık bir göstergesidir.

51- Bize Abdullah ibn Mesleme, Mâlik’ten; o da Nâfi den; o da Abdullah ibn Umer
( R )’den Resûlullah ( S )’ın, Kur’an (metni) ile düşman arâzisine sefer edilmesini
nefyettiğini tahdis etmiştir. (Buhari, Kitâbul’l-Cihâd ve’s-Siyer Cilt 6 Sayfa 2792 H.195
Ötüken (1987) )

Bu rivayetle, güya Kur’an’a saygısızlık edilmesini önleme gayesi güdüldüğü belirtilmek


istenmişse de, işin aslı Kur’an vahyinin tebliğ edilmesini önlemektir. Zira Kur’an vahyinin
yazılı olarak, kafirlere tebliğinde bir mahzur yoktur. Süleyman peygamberin Sebâ
melikesine gönderdiği mektup, o sıra Sebâ halkı Müslüman olmamasına rağmen, Allah’ın
adıyla başlıyordu ve bu ifadeler Kur’an’da ayet olarak mevcuttur. Şöyle ki, mealen:

- (Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Sebâ melikesi Belkis) müşâvirlerine dedi
ki. “Ey ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı.” 27/29
- O, Süleyman’dan (geliyor) ve ‘Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.
27/30
- “Bana karşı büyüklük taslamayın ve bana teslim olarak gelin ‘ (diye yazıyor)”.
27/31

Bir tebliğ mektubu, Allah adıyla başlanarak gayri mislim lere gönderile biliyorsa. Ayetleri
yazıp tebliğ etmenin de bir mahzuru yoktur. Zira, Allah en üstündür, adı da en üstün
zikirdir. Allah adı Kur’an’ın bir sözü olarak Kur’an’da yer almaktadır ve Kur’an’da
Allah’ın adından daha üstün bir kelime yoktur. Allah adı yazılıp kafirlere gönderile
bildiğine göre Kur’an ayetleri de gönderile bilir. Bu itibarla uydurulan rivayetin aslı
yoktur.

52- ...........Ebû Hureyre, Nebi (s.a.)den naklen O’nun şöyle buyurduğunu haber verdi:
“Orada temiz olmayı arzu eden ve seven kişiler vardır” ( Tevbe ( 9 ), 108 ) âyeti,
Kubâ’daki Müslümanlar hakkında nâzil olmuştur”. Ebû Hureyre “ su ile
taharetlenmelerinden dolayı bu âyet onlar hakkında nazil oldu” dedi. (Ebû Dâvut,
K.Tahâre 1, Bâb 23, Cilt 1 Sayfa 86 H.44, Şamil 1987; Tirmizi, Tefsirü’l-Kurân et-Tevbe
10; İbni Mâce, tahare,28 )

Bu rivayette de İslam'a ve İslam öğretisine bir saldırı ve öğretide amaç saptırması gayesi
güdülmüştür. Öyle ki ayette İslami temizlik kastedilmişken, bunu tuvalette temizlenmeyle
özdeşleştirmeye çalışmak, İslami değerlere karşı açık bir saygısızlıktır. Tevbe sûresi 108.
Ayette şöyle denmiştir, mealen:

( Peygamberin, Dırar mescidin de namaz kalmasını önlemek için, Allah, Tevbe 108.
Ayeti indirerek)

- Orada aslâ namaza durma, Tâ ilk günden takvâ üzerine, kurulan mescit, elbette
37
içinde namaza durmana daha uygundur. Onda temizlenmeyi seven erkekler
vardır. Allah da temizlenenleri sever. 9/108

Ayet mealinde görüldüğü gibi; ayette, “takvâ” konu edilmekle her çeşit kötülükten
temizlenmeyi seven kimselerden bahsedilmiş olunmaktadır. Uydurma rivayette bu sevgi,
kasıtlı şekilde, tuvalette suyla temizlenme olarak anlatılmıştır.

İSLAMİ DEĞERLERE, PEYGAMBERLERE, ŞAHISLARA, KAVİMLERE, V.S.


ye HAKARET İÇERİKLİ SALDIRI ve İFTİRALARINA AİT RİVAYET
ÖRNEKLERİ

53- Ebû Seleme’nin yaptığı diğer bir rivayette şöyle gelmiştir: “Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)’nin yanına girmiştim. Yanımda Hz. Aişe’nin süt kardeşi vardı. Kendisine,
Resûlullah (aleyhissalatu vesselam)’ın cenâbetten nasıl yıkandığını sorduk. Bir sa’
miktarında bir kap getirtti ve onunla yıkandı. Aişe ile aramızda bir perde vardı.
(Yıkanırken) üzerine üç kere su döktü ve dedi ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
zevceleri, saçları kulak memesi civarında olması için saçlarının başlarını alırlardı.” (K.S.
3760 C.10 S.542 Akçağ-1990, alıntıları; Buhari, Gusl 2, Müslim Hayz 41,42, (319-320);
Muvatta, Tahâret 68, (1,44,45); Ebu Dâvud, Tahâret 97, (238); Nesâi, Tahâret 144, (1,127)
)

İddia ettiklerine göre, bir tanesi ki kim olduğu belli değil, iki kişi Aişe’ye giderek
Peygamberin cünüplükten nasıl yıkandığı konusunda soru sormuşlar. Güya, Aişe
yıkanarak onlara öğretide bulunmuş. Arada perde vardı demeleri ise lafı
dallandırmalarından başka bir şey değildir. Zira yıkanan görünmeyecekse, yıkanmak
suretiyle tarifte bulunmanın bir manası yoktur. Görünmesi halinde yıkanarak tarifte
bulunması mümkün olur. Nitekim, başına üç kere su döktü demeleri ve saçın kısalığından
bahsetmeleri bunu ima etmek içindir. Olay iddiaları sırf başa su dökülmesi olayı da
değildir, zira cenâbetten yıkanmada bütün vücudun yıkanması söz konusu olduğundan asıl
anlatmak istedikleri, Aişe’nin bu yıkanmayı tatbiki olarak gösterdiğidir. Aişe’ki,
müminlerin annesidir. Ona yapılmış bir iftira bütün müminleri derinden yaralar. Yıkanma
merak ediliyorsa, neden gidip kendisinden bayan sahabeler sormadı da, erkek sahabeler
gidip sorsun. Kaldı ki yıkanmayı bir çocuk bile anlaya bilirken, Aişe yıkanmayı niçin
tatbiki olarak erkeklerin önünde göstersin ki? Kaldı ki, belli bir yaştan sonra, İslam dinine
göre çocuklar dahi öz anne babalarını çıplak olarak göremezler. Bu konuda daha birçok
şey yazılabilir. Fakat konu üzücü olup uzatmak istemiyorum. Zira hakaret kastıyla bu
rivayeti uydurdukları çok açıktır.

İslam ahlakıyla ilgili olarak, Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Ey müminler, ellerinizin altında bulunan (köleler, cariye)ler, ve sizden henüz


erginliğe ermemiş (çocuk)lar. Üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler:
Sabah namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkar(ıp yat)acağınız vakit ve
yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzü açabileceğiniz üç vakittir. Bunların
dışında (köle, cariye ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı) ne size,
ne de onlara bir günah yoktur. (Onlar sizin) yanınızda dolaşırlar, birbirinizin yanına
girip çıkarsınız. Allah ayetlerini size böyle açıklar, Allah bilendir, hikmet sahibidir.
24/58
38

Görüldüğü gibi, bir müminin, üstünün açık olabileceği üç vakitte, müminlerin odalarına,
köleleri, cariyeleri ve bülüğ çağına ermemişlerse dahi, yeğenleri ve diğer mümin çocukları
izin almadan yanlarına giremezler. Kendi öz çocukları da Ergenlik çağına (bülüğe)
ermeleri halinde, onların da izin almaları gerekir. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen :
- Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman, kendilerinden öncekilerin izin
istedikleri gibi (kendileri de ) izin istesinler. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor,
Allah bilendir, hikmet sâhibidir. 24/59

Bu duruma göre ergenlik çağına ermiş bir çocuk kendi öz anne ve babasını çıplak olarak
göremez, dolayısıyla kendi öz anne ve babasından tatbiki olarak yıkanmayı öğretmelerini
isteyemez. Bu itibarla, Aişe anamız hakkın da uydurulan rivayetin, İslam dininde yeri
yoktur. Ancak ona yapılmış bir iftiradır. Bu tür iftiralar epey yapılmıştır, Şöyle ki:

54- Ebu’s-Semh (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a hizmet


ediyordum. Yıkanmak isteyince:
“Bana enseni dön! derdi. Ben de ensemi dönerdim. Böylece ona perde olurdum.” (K.S.
3764 C.10 S.545 B.1990, alıntısı; Nesâi, Tahâret 143, (1,126) )

Bir kimse, şahısla bir cepheden perdelenirse, öbür üç cephesi açıkta kalır. Üç cephesi
kapalıysa biz buna oda diyoruz, ya kapı takarız, yada en azından bir bez perde ile örteriz.
Kaldı ki, şahıs, şahsa bir cepheden dahi tam olarak perde olamaz, cüsse farkından dolayı
ve biraz kıpırdama ile dahi sütre açılır. Hem peygamber yıkanırken hizmetçide olsa
başkasının onun yanında ne işi var? Onun için bu rivayet peygambere bir iftiradır.

55-......... Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâni’nin himâyesinde bulunan Ebû Murre haber
vermiştir. O da Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hani’den işitmiştir ki, o şöyle diyordu: Ben fetih
yılı Resûlullah’ın yanına gittim ve O’nu yıkanır hâlde buldum. Fatıma da O’nu
perdeliyordu. “Bu kadın kimdir?” diye sordu. Ben Ümmü Hâni’im dedim. (Buhari,
Kitâbu’l-Gusl 31 s.387 cilt 1, Ötüken 1987)

Bu rivayette aynı şekilde bir iftiradır.

56- ........... Huzeyfe ( R ) şöyle demiştir: Ben kendimi bildim ki, ben peygamber ile
berâberce yürüyorduk. Derken Peygamber bir kavmin bir duvar arkasındaki
süprüntülüğüne geldi ve herhangi birimizin dikilmesi gibi dikilip işedi. Ben de ondan
uzaklaştım. Kendisi bana işâret etti. Ben de yanına vardım ve işemesini bitirinceye kadar
topuğunun yanında dikildim. (Buhari, Kitâbu’l-Vudu 88 s.352, c.1 Ötüken 1987)

İşerken arkadaşlar istemese de çağırıp seyrettirmek lazım demek istiyorlar. Peygamber bu


kabil bir ahlaktan uzaktır ve bu rivayetin İslam dininde yeri yoktur.

57- Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı işittim,
şöyle demişti: “İki kişi (asıl metinde iki adam) beraberce helaya gidip, avretleri açık kaza-
yı hacet ederken konuşmasınlar. Zirâ Allah Teâla Hazretleri, bu hale gadap eder. (K.S.
3556 C.10 S.375 B.1990, alıntısı; Ebu Dâvud, Tahâret 7, (15). )

Uydurdukları bu rivayette, iki kişinin ki, bunlar herhangi iki kişi olabilirler. Beraberce
39
tuvalete gidip avretlerini açabileceklerini, bunun bir mahzuru olmadığı, fakat
konuşmalarının büyük günah olduğunu rivayet etmeleri, İslam ahlakına aykırıdır, ve bu
rivayet asılsız bir iftiradır. Daha önceki örneklerde belirttiğim gibi, Kur’an’a göre İslam
dininde, müminlerin öz çocukları bile, anne veya babalarının odalarına onlar soyunukken
giremezler. Anlaşılacağı üzere izin istemek tesettür olayının sağlanması içindir. Anne veya
baba soyunuksa, odada tek başlarına iseler dahi, çocuklar odaya girmeden önce
örtünmeleri gerekir. Ondan sonra izin verebilirler. Buna rağmen Kütüb-i Sitte’de İslami
tesettüre karşı rivayetler uydurulmuştur. Yukarıdaki örnekten başka örnek verecek olursak,
Şöyle ki:

58- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissâlatu vesselâm
buyurdular ki: ............. Kim helâya giderse (imkân nispetinde) tesettürde bulunsun, (kuytu
bir yer) bulamazsa, hiç olmazsa kum (taş vs., den) bir tümsek yapıp ona arkasını dönsün,
zira şeytan, insan oğlunun makatlarıyla (oturak kısmıyla oynar. Kim bunu yaparsa en
güzelini yapmış olur, yapmayana bir beis (zararı) yok. (K.S. 3558 C.10 S.376 B.1990,
alıntısı Ebu Dâvud, Tâharet 19, (35). )

Görüldüğü gibi, gizlenmeden açıkta tuvalet ihtiyacını görmenin bir mahzuru olmadığı
tahdis ettiler.

59- ............. Sehl ( R ) şöyle demiştir: (Bâzı kereler) bir takım erkekler, bellerindeki
fûtaları çocuklar gibi boyunlarına bağlamış olarak Peygamber’le birlikte namâz kılarlardı
da. (cemâate gelen ) kadınlara: Erkekler doğrulup oturmadıkça başlarınızı secdeden
kaldırmayınız, denirdi. (Buhari, Kitab’ul-Salât 14 S.458 C.1 Ötüken 1987 )

Bura da da erkek sahabelerin secdeye gittiklerinde avretlerinin açıldığını, bayanların


görmemesi ihtar edilmekle beraber, erkeklerin, bir birinin gösterilmesi ayıp olan yerlerini
görmelerinin bir mahzuru olmadığını rivayet etmeleri. İslami tesettüre aykırı asılsız bir
iddiadır.

60- ... Amr b. Selime dedi ki, Biz halkın Peygamber (s.a.)’i (ziyârete) gidip geldikleri (yol
üzerinde bulunan) bir yerleşim bölgesinde idik. (İnsanlar ziyâretten) dönerlerken bize
uğrarlar ve “Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu.” diye konuşurlardı. Ben zeki bir çocuktum.
Bu sebeple Kur’an’ı Kerimden pek çok (âyetler) ezberledim. Babam (bir defa)
kabilesinden bir heyet içerisinde Peygamber (s.a.)’e elçi olarak gitmişti. (Resûlullah-s.a.-)
onlara namazı öğretip: “Kur’an’ı Kerimi)” “en çok bileniniz size imam olsun” buyurdu.
(içlerinde) ezberinde en çok Kur’an-ı Kerim bulunan kimse olduğum için, Kur’an-ı Kerimi
en çok bilenleri ben idim. Beni öne geçirdiler, onlara üzerimde sarı küçük bir hırkam
olduğu halde imamlık yapıyordum. Secdeye vardığım zaman hırka vücudumdan sıyrılıp
kısalıyordu. Kadınlardan biri “İmamınızın avret mahallini bizden gizleyiniz” dedi ve bana
Umman kumaşından bir gömlek satın alıverdiler. Müslümanlıktan sonra onun kadar hiçbir
şeye sevinmiş değilim. Onlara yedi, yahut sekiz yaşında iken imamlık yapıyordum. “Ebû
Dâvud, K. Salât (2), Bâb 60 Cilt 2 S.424 H.585 Şâmil-1988. Buhari, Ezan 54; Tirmizi, salâ
60; Nesâi, imâme 3,5,11,43; Kıble 16; İbn Mace, ezan 5; ikâme 46; )

Daha önce ki örnekte, namaz kılan cemaat erkeklerinin secde ederken avret mahallerinin
açıldığını rivayet etmişlerdi, bu örnekte ise secdede avret yeri açılan çocuk imam icat
ediverdiler. Her halde bu rivayeti bu şekilde uydurmalarının nedeni, yetişkin imamın avret
40
yerinin açıldığı rivayetini kolay yutturamayacaklarını düşünmeleri
nedeniyledir.

61-........Bana Ukeyl, İbn Şihâb’dan; o da Urve’den; o da Âise (R)


‘den tahdis etti (ki o şöyle demiştir): Peygamberin zevceleri geceleyin hâceti def’e
çıktıklarında (Medine’nin kenârında olan) Menâsı’a kadar giderlerdi. O (Menâsı denilen
yer) açık bir yerdir. Umer, Peygambere: Kadınlarını perde arkasına koy (yâni evden
çıkmalarını menet),der idi de, Resûlullah ( S ) onun dediğini yapmıyordu. Nihâyet
Peygamberin zevcesi Sevde bin tu Zem’a gecelerden bir gece yatsı namâzı vaktinde
dışarıya çıktı. Sevde uzun boylu bir kadı idi. Umer, hicap emrinin indirilmesine çok arzu
duyduğu için, ona: Yâ Sevde, bilmiş ol ki, biz seni muhakkak tanıdık, diye bağırdı.
Bundan sonra Allah “Hicap Âyeti’ni indirdi. (Buhari, Kitâbu’l-Vudû 12, C.1 S.298
Ötüken 1987)

Bu rivayette de, yine Peygamberin zevcelerine ağır iftiralar vardır. Ayrıca iddialarına göre
Ömer ayıbı bilmekte ve önemsemekte Peygamberden daha ileri bir seviyede idi. Ve
Peygamberin zevceleri gece Medine’nin kuytu bir yerine değil, açık bir yer olan Menâsı’a
defi hacet için giderlermiş. Kadın olsun, erkek olsun hiç kimse, eğer defi hacet ihtiyacı
varsa, gündüzden geceye, geceden gündüzü bekleyemez. Hatta sıkışan bir insan için birkaç
dakika beklemek dahi bir sorun olabilir. Hal böyle olunca, gündüz defi hacet ihtiyacını
giderecek gizli yeri olan kimse, gece oldu diye neden şehrin ta açık yerlerine kadar gidip
defi hacetini görsün. İnsan gecenin herhangi bir saatinde sıkışa bilir. Yatağından kalkıp
defi hacet için şehirde seyahat etmenin ne manası vardır. Hele her çeşit zarar verebilecek,
fırsat kollayan kafir ve münafıkların olduğu bir ortamda. Onun için ne böyle bir davranışın
pratiği vardır, nede böyle bir olay vuku bulmuştur. Ancak hakaret kastıyla uydurulmuş bir
rivayettir.

Peygamber zevcelerinin gizlenme derecelerine bir örnek verecek olursam, Kur’an’dan


mealen:

- Ey peygamberin kadınları! Siz başka kadınlardan herhangi bir kadın gibi


değilsiniz. Eğer (Allah’ın azabından) sakınıyorsanız, ince, yumuşak konuşmayın ki
kalbinde hastalık olan biri, kötü ümide kapılmasın, sözü ciddi ve güzel söyleyin.
33/32

Görüldüğü gibi, değil Peygamber zevceleri kendilerini haşa teşhir etsin, nasıl konuşmaları
gerektiği dahi Kur’an vahyiyle bildirilmiştir.

Bu konuyla ilgili olarak Kur’an’dan bir örnek daha verecek olursam, mealen:

- Ey iman edenler! Hazırlanmasını beklemeyeceğiniz bir yemeğe çağrılmanız hariç,


izin verilmeden Peygamberin evlerine girmeyin, Fakat çağrıldığınız zaman girin,
Yemek yediğiniz zaman, hemen dağılın, sohbete dalmayın, Çünkü bu durum,
Peygamberi üzüyor. O (sizi evden çıkarmaktan) utanıyor. Halbuki Allah, hak olan
bir şeyden utanmaz, Peygamberin hanımlarından bir eşya istediğiniz zaman bir
perdenin arkasından isteyin. Bu durum, sizin kalpleriniz ve onların kalpleri için
daha temizdir. Resûlullah’a eziyet etmeniz, ondan sonra onun hanımlarıyla
evlenmeniz asla caiz değildir. Şüphesiz bu durum, Allah katında büyük bir günahtır.
41
33/53

Bu duruma göre, Sahabelerin bir eşyayı dahi, Peygamberin hanımlarından yüz yüze
isteyemeyeceği düşünülürse, yapılmış olan rivayetin ve benzeri rivayetlerin asılsız bir
iftira olduğu anlaşılır.

62- Bize Müsedded Yahyâ ibn Said’den: o da Humeyd’den; o da Enes’ten tahdis etti: Enes
ibn Mâlik (R ) şöyle demiştir: Umer (R ):
- üç şey hakkındaki dileğim Allah’ın vahyine uygun geldi, yâhut Rabb’im bana muvafakat
etti. Ben: Yâ Resûlullah! Makaamu İbrahim’den bir namâz yeri edinseniz! dedim. (Bu
lafızla âyet indi.) yine ben: Yâ Resûlullah! Yanınıza iyi ve kütü kimseler giriyor.
Müminlerin anaları olan kadınlarınızın örtünmelerini emretseniz! dedim. Bunun üzerine
Allah Hicap (el-Ahzâb: 59) âyetini indirdi. (Buhari, Kitâbu’t-Tefsir C.9 H.10 S.4182,
Ötüken 1987 )

Bu rivayette de, yine bir iftira mevcuttur. İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor. Allah’ın
öğretmesiyle, Peygamber mi insanlara iyi ahlakı öğretip örnek oluyordu, yoksa insanlar mı
peygambere iyi ahlakı öğretiyorlardı. Rivayetler dininin mensuplarına göre insanlar
peygambere öğretiyorlardı. Halbuki ahlak konusunda Kur’an’da onun için şöyle denmiştir;
Kûr'an'dan mealen

- Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun! 68/1


- Sen, Rabb’inin nimetiyle cinlenmiş değilsin. 68/2
- Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. 68/3
- Ve sen, büyük bir ahlâk üzerindesin. 68/4
- Andolsun Allah’ın Elçisinde sizin için, sizden Allah’ı ve ahret'i arzu eden ve Allah’ı
çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır. 33/21

Yaptıkları iftiralarda diğer bir hususta, özellikle erkeklerin, Peygamber eşlerinden,


cenabetten yıkanma, hayız v.s. gibi konularda gidip soru sorduklarını iddia etmeleridir. Bu
gibi konuları gidip soracak bayan sahabe yok muydu? Erkek sahabeler gidip
Peygamberden veya bu konuda bilgisi olan diğer erkek sahabelerden soramaz mıydılar?
Eğer bu gibi hususlar düşünülse asıl maksatlarının bir şeyi sormak değil, Peygamber
eşlerine iftira etmek olduğu kolayca anlaşılır. Şimdi bu tür rivayetlerinden başka örnekler
verecek olursam:

63- ........... Bize Mâlik, Hişâm’dan; o da babası Urve’den; o da Peygamber’in zevcesi


Âişe’den haber verdi (şöyle demiştir): Peygamber (S ) cünüplükten yıkandığı zamân
ellerini yıkamaktan başlardı. Sonra namâz için ab dest alır gibi ab dest alırdı. Sonra
parmaklarını suya daldırır ve onlarla saçlarının diplerini hilâl lardı. Sonra iki eliyle başı
üzerine üç avuç su dökerdi. Ondan sonra suyu bütün bedeni üzerinden akıtırdı. (Buhari,
Kitâbu’l-Gusl C.1 H.1 S.370, Ötüken 1987 )

64-.............. İbn Abbâs’tan; o da Peygamber’in zevcesi Meymûne’den tahdis etti.


Meymûne (R ) şöyle demiştir: Resûlullah (S ) yalnız ayaklarını yıkamayarak namâz için
ab dest alışı gibi ab dest aldı. Bacak aralarını ve oralarına isâbet eden yıkanacak şeyleri de
yıkadı. Sonra kendi üzerine su döktü. Sonra ayaklarını yerinden ayırıp yıkadı. Onun
cünüplükten dolayı yıkanması işte budur. (Buhari, Kitâbu’l-Gusl C.1 H.2 S.370, Ötüken
42
1987)

65-............ Bana Eflâh, el-Kaasım’dan; o da Âişe’den haber verdi. Âise (R ): Peygamber


(S ) ile ben bir kaptan yıkanırdık, ellerimiz, o kabın içinde gidip gelirdi, demiştir. (Buhari,
Kitâbu’l-Gusl C.1 H.14 S.377, Ötüken 1997)

66-............ Bize Şu’be, Hammâd’dan; o da babası Urve ibn Zubeyr’den; o da Âişe’den


tahdis etti. Âise (R ): Resûlullah (S ) cünüplükten dolayı yıkandığı zamân ellerini yıkar idi,
demiştir. (Buhari, Kitâbu’l-Gusl C.1 H.15 S.377, Ötüken 1997 )

Böylece yıkanan bir kimsenin ellerini de yıkadığını öğrenmiş olduk, bu bilgi kaybolsaydı
halimiz nasıl olacaktı. Elleri olup ta, elini yıkamadan vücudunu yıkayan tek bir insan var
mıdır veya üç avuç suyla yıkanmak nasıl mümkün olur? Maksatları iftira etmek değil mi,
dillerine ne gelirse düşünmeden söylerler.

67-.............İbn Abbâs şöyle demiştir: Meymûne (R ) şöyle dedi: Ben Resûlullah için
yıkanacağı suyu koydum. Kendisi elleri üzerine su boşalttı ve onları ikişer defa veyâ üçer
defa yıkadı. Sonra sağ eliyle sol eli içine su boşalttı da bu su ile hayâlarını yıkadı. Sonra
elini toprakla sürttü. Sonra ağzını çalkaladı ve burnuna su çekti. Sonra yüzünü ve ellerini
yıkadı, başını da üç defa yıkadı. Sonra bedeni üzerine su döktü. Sonra yerden ayrıldı da
ayaklarını yıkadı. (Buhari, Kitâb’l-Gusl C.1 H.18 S.378, Ötüken 1997 )

68-.............Bize A’meş, Sâlim ibn Ebi’l-Ca’d’den; o da İbn Abbâs’tan; o da


Meymûne’den tahdis etti ki (o şöyle demiştir): Peygamber (S ) cünüplükten dolayı
yıkandı. Şöyle ki: Eliyle hayalarını yıkadı. Sonra elini duvara sürttü. Sonra elini yıkadı.
Sora namaz abesti gibi abdest aldı. Nihayet yıkanmasını bitirince ayaklarını yıkadı.
(Buhâri, Kitâbu’l-Gusl C.1 H.13 S.376, Ötüken 1997 )

Burada da yıkanırken elleri duvara sürtüp duvarı kirletmeyi rivayet ediyorlar.

69-..............Bize İbrahim, o da Esved’den; o da Âişe’den (R ) tahdis etti ki (o şöyle


demiştir): Ben, Peygamber ile birlikte her ikimizde cünüp iken iken bir kâbdan yıkanırdık.
(Hayız olduğumda) O bana emrederdi, bende fûtamı bağlardım. Ben hayızlı iken
Peygamber tenini tenime dokundururdu. Kazâ O (mescide) itikafta iken, ben de hayızlı
olduğum hâlde başını (itikâf yerinden dışarıya) çıkarırdı da, ben de yıkar idim. (Buhari,
Kitâbu’l-Hayz C.1 H.14 S.400 Ötüken 1997)

Bu rivayette de, Âişe’nin erkeklere sevişmeyi anlattığı iftirasında bulunuyorlar, aynı


iftirayı ( aynı kaynak s.401 deki rivayetle) Meymûne hakkında uyduruyorlar. Aslında bu
tür rivayetleri yazmak ağırıma gidiyor; yüzlerce senedir yazılıp insanlara anlatılan bu
yalanları eleştirmek için, istemezsem de yazmak zorunda kaldım. Kitabın başında
belirttiğim gibi, uydurmuş oldukları dört bin civarındaki rivayetlerini tekrarlar yapmak
suretiyle 35647 rivayete çevirerek ciltler dolusu külliyat haline getirmişler. Bundan dolayı
konuları anlatırken fazla detaylara girdiğim de zannedilmesin, konunun özünü bozmadan
fazla detaylara girmekten kaçındım, yoksa merak edipte ortaya koydukları külliyata bakan
bir kimse eleştiri konusu olabilecek daha başka birçok rivayet bulabilir, verdiğim tipik
rivayetlerin az bir kısmı biraz benzer olmakla beraber tıpatıp aynı olmayıp içeriğinde
konuyu ilgilendiren farklılıklar vardır. Onlar ciltler doldurdular, ben ise ciltlerle ortaya
43
koyduklarını bir kitap halinde tam olarak ortaya koyup eleştirmeyi hedefledim,
başardığıma da inanıyorum.

70- ............. El-Kaasım şöyle diyor:Ben Âişe’den işittim, şöyle diyordu: Biz ancak Hac
etmeği düşünerek yola çıktık. Şerif mevkiine geldiğimiz zamân ben hayz oldum..............
(Buhari, Kitâbu’l-Hayz C.1 H.1 S.397, Ötüken )

71-.............Bana Hişâm, Urve’den haber verdi ki, Urvetu’bnu’z-Zubeyr’e: Hayızlı kadının


bana hizmet etmesi yâhut kadının cünüp iken yanıma gelmesi câiz midir? diye sorulmuş.
Urve de : Bana göre bunun hepsi câiz, öyle olan da, böyle olanda bana hizmet eder.
Bundan dolayı hiçbir taraf için beis yoktur. Bana Âişe haber verdi ki, kendisi hayızlı ve
hücresinde ikamet ederken, Resûlullah da mescide itikâf ettiği zamân, Resûlullah başını
uzatır, o da Resûlullah ın başını tarardı. (Buhari, Kitabu’l-Hayz C.1 H.3 S.398, Ötüken
1997 )

Kendi kendilerini yalanlamak üzere birde şöyle bir rivayet uydurdular.

72-............Zerrate şöyle demiş : Âise (r.anhâ)’dan, şöyle demiştir:


“Ben hayızlı olduğum zaman ( Resûlullah’ın) yatağından bir hasır üzerine iner ve
temizleninceye kadar Resûlullah (s.a)’a yaklaşmazdım.” (Ebû Dâvûd, K.Tahâre (1), Bâb
106 Cilt 1 H.271 s.479, Şamil 1987)

Böylece bu konuda da kendi kendilerini tekzip etmiş oldular. Zaten rivayet


uydurmalarında en sık başvurdukları metotları zıt ve ihtilaflı rivayetler uydurmaktır, bunu
da bir konuda sıkıştıklarında veya işlerine geldiğinde kullanmak üzere veya ortalığı
karıştırmak için planlı tasarlamışlardır. Sık sık bu tür zıt rivayetlerine örnekler vermeğe
çalışacağım. Şimdi iftira rivayetlerini sıralamaya devam edecek olursam:

73- ...........Enes Bin mâlikten rivayet: Uhud harbinde, Yemin olsun ki, Âişe binti Ebi
Bekir, ile Ümmü Süleym’i paçalarını sıvamış halde gördüm, Baldırlarının bileziklerini
görüyordum. Su tulumlarını sırlarında taşıyor gâzilerin ağızlarına boşaltıyorlardı.
( Müslim, cilt 8 139/655 ter. Ahmed Davudoğlu, Sönmez neşriyat a.ş

Bura da da savaş heyecanıyla kamufle ederek, Âişe’nin ve Ümmü Süleym’in baldırlarını


gösterdiği iftirası rivayet edilmiştir.

74- Müslim’in bir diğer rivayetinde : “ Hz. Âise radıyallahu anhaya bir zat misafir oldu.
Adam sabahleyin elbisesini yıkamaya başladı. Hz. Âise ona :
“ Sana (meni) bulaşan yeri (gördüysen) orasını yıkaman kâfi idi. Göremediğin takdirde
etrafını yıkardın. Ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ın elbisesinden ( meni
bulaşığını ) ovalamak suretiyle çıkardığımı biliyorum. O, ( Birde yıkamaksızın ) onun
içinde namaz kılardı”.......... (K.S 3517 C. 10 S. 345 Akçağ 1990 alıntısı Müslim, Tahâret
105, 109 (288,290) )

Güya Âişe’ye bir adam misafir olmuşta, Âise adama menisini nasıl yıkayacağını izah
etmiş. Biz Âişe’yi böyle bir iftiradan tenzih ederiz. Özellikle cinsel konularda, Âise
hakkında rivayetler uydurmuşlardır. Bu da, Âişe’nin şahsında Peygambere ve Ebu Bekr’e
olan kinlerini göstermektedir.
44

75-.........Biz Amr İbn Meymûn, Süleyman İbn Yesâr’dan tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben
Âişe’ye elbiseye isâbet eden meniden sordum. Âişe: Ben onu Resûlullah’ın elbisesinden
yıkardım da, yıkama izi yer yer ıslaklıklar elbisesinde göründüğü halde çıkardı, dedi
(Buhari, c. 1 Kitabu’l-Vudu 93 s. 354 Ötüken 1997 )

Bu da önce ki benzerleri gibi iftira içeren bir rivayettir. Erkekler menilerini nasıl
yıkayacaklarını Âişe’den başka soracak kimse bulamadılar mı, kaldı ki ahmaklar bile
meninin nasıl yıkanacağını bilirler.

76-.........Ben Urve ibnu’z-Zubeyr’den işittin, Peygamber (S) Âişe’ye ( R )’ye:


-”Ebû Bekr’e emret de insanlara namâzı kıldırsın” buyurmuş.
- Ebû Bekr pek yufka yürekli bir adamdır. Ne zamân Senin makamına dikilirse kalbi
incelir, demiş.
Peygamber evvelki emrini tekrar buyurmuş, Âise de “Ebu Bekr hüzünlü bir adamdır”
sözünü tekrarlamış.
Şu’be ibnü’l Haccâc yukarıdaki senedle dedi ki: Peygamber üçüncü yahut dördüncü
defasında:
- Şüphesiz sizler, Yusuf Peygamber’in karşılaştığı kadınlarsınız. Ebû Bekr’e emredin de
namâzı kıldırsın.” buyurdu. (Buhari, Kitabu’l Enbiyâ 59 C.7 S.3148-3185, Ötüken-1987)

Burada da, Âişe’ye ne tür bir iftirada bulunduklarını belirtmek için, Yusuf Peygamberin
karşılaştığı kadına, Kur’an’dan örnek vereceğim, mealen:

-Yusuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları
kilitleyip: “Haydi gelsene!” dedi. (Yusuf): “Allah’a sığınırım dedi, efendim bana
güzel baktı ( ben nasıl onun İyiliği’ne karşı hıyanet ederim), zalimler iflah olmazlar!:
12/23
- And olsun, kadın onu arzû etmişti, eğer Rabb’inin doğruyu gösteren delilini
görmeseydi Yusuf da onu arzû etmişti. Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan
çevirmek istedik; çünkü o, ıhlâsa erdirilmiştir (seçkin) kullarımızdandır. 12/24

Görüldüğü gibi, Yusuf Peygamberin karşılaştığı kadın evli olmasına rağmen, Yusuf
peygambere zina teklifinde bulunmuştur. Peygamber nasıl olur da Âişe’yi böyle kadınlara
benzetir, bu ağır bir ithamdır.

77- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ebu’l-Ku’ays’ın kardeşi Eflah, örtünmeyi
emreden ayet indikten sonra yanıma girmek için izin istedi. Ben:
“Allah’a yemin olsun, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmdan izin istemedikçe ben ona
girme izni vermeyeceğim! Çünkü o’nun kardeşi Ebu’l-Ku’ays beni emziren kimse
değildir. Beni Ebu’l-Ku’ays’ın hanımı emzirdi! dedim. Derken yanıma Aleyhissalâtu
vesselâm girdiler.
“ Ey Allah’ın Resûlü dedim, Ebu’l-Ku’ays’ın kardeşi Eflah yanıma girmek için izin istedi.
Ben sizden sormadıkça izin vermekten imtina ettim! dedim. Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm: “amcana izin vermekten seni alıkoyan sebep ne?” buyurdular. Ben :
“ Ey Allah’ın Resûlü! dedim. Beni emziren erkek değil. Beni onun hanımı emzirdi”
dedim. Resûlullah yine:
“Sen onun girmesine izin ver. Zira o senin amcandır, Allah iyiliğini versin” buyurdular.
45
(K:S 5670 C.16 s.28 alıntısı, Buhari, Humus 4, Şehadet 7, Nikah 20; Müslim, Radâ’2.
(1444); Muvatta, Radâ 2, (2.601,602); Tirmizi, Radâ’1, (1147); Ebu Dâvud, Nikah 7,
(2055); Nesâi, Nikâh 49,(6,99). )

78-..........Bize Şu’be, el-Eş’as’tan; oda babası Ebû’s-Sa’sâ Selim İbnu’l-Esved’den; o da


Mesrûk’tan; o da Âise’(R )’den tahdis etti ki, Âişe’nin yanında bir adam varken
Peygamber (S ) içeri girdi. Peygamber bunu hoş görmediğini belli eder gibi yüzünün rengi
değişti. Bunun üzerine Âise:
- Bu benim (süt) kardeşimdir! dedi.
Peygamber de:
-”Süt kardeşlerinizin kim olduğuna iyi dikkat ediniz. Çünkü süt, ancak açlıktandır
buyurdu. (Buhari, Kitâbu’n-Nikâh, 40 S.519 C.11 Ötüken 1988 )

İddia ettiklerine göre süt amca, süt kardeş gibi kimselerin, serbestçe bayanların yanına
girebileceğini rivayet ettiler. Bunun böyle olmadığını Kur’an’dan örnekler vererek
gösterecek olursam, mealen:

- Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve


iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir
etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları,
kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları,
kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında
bulunan cariyeleri , erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsi güçten düşmüş)
hizmetçiler, yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan
başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere
vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.
24/31

Görüldüğü gibi ziynet eşyalarının gösterilebileceği kimseler arasında, süt kardeş veya süt
amca bildiril memeştir. 24 Nur 31 de belirtilen kardeş lafzı öz kardeşler hakkındadır. Zira,
Kur’an’da süt kardeşlerden bahsedilirken “süt kardeş” olarak ayrı bir şekilde
belirtilmişlerdir. Bunlar nikah yönünden yasaklanmışlardır, fakat nikahlarının haram
oluşu, onlara öz kardeş hususiyeti vermemektedir. Yani mümin bayanlar için gizlenme
konusunda diğer süt kardeş olmayanlardan bir farkları yoktur. Buna benzer olarak dikkat
edilirse, Peygamberin zevceleri, Kur’an’da müminlerin anneleri olarak belirtilmişlerdir.
Peygamberden sonra müminlerin onları nikahlamaları ebediyen haramdır. Buna rağmen
müminler onlardan yüz yüze eşya dahi isteyemezler, ancak bir perde arkasından olursa,
yani aralarında bir perde varsa isteye bilirler. Demek ki bazı akrabalıklar vardır ki
gizlenmeyi ortadan kaldırmaz. Müminlere anne olmak gizlenmeyi ortadan kaldırmıyorsa,
nasıl olurda süt kardeş olmak, hele kavramı dahi İslamiyet te olmayan, süt amca diye
uydurdukları akrabalık, gizlenmeyi ortadan kaldırsın. Şimdi bu hususlara ait Kur’an’dan
örnek verecek olursam, mealen:

- Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kardeşleriniz,


halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt
kardeşleriniz, karılarınızın anaları , birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde
bulunan üvey kızlarınız, -eğer onlarla henüz birleşmemişseniz (kızlarını almaktan
ötürü) üzerinize bir günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve
46
iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Şüphesiz Allah,
çok bağışlayan çok merhamet edendir. 4/23

Dikkat edilirse süt kardeşler, ismen süt kardeş olarak belirtilmiştir. Öz kardeşler sadece
kardeşleriniz olarak isimlendirilmiştir. 24 Nur 31 de süt kardeşlere ruhsat verilmemiş, 4
Nisa 23 te ise nikahlanmaları yasaklanmıştır.

Kûr'an'dan mealen:

- Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir; onun eşleri


onların anneleridir; akraba olanlar, miras hususunda, Allah’ın Kitabında
birbirlerine müminler ve muhâcirlerden daha yakındırlar. Dostlarınıza yapacağınız
uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu Kitab’ta yazılı bulunmaktadır.
33/6

BÖLÜM 4

Görüldüğü gibi, Peygamberin eşleri müminlerin anneleridir. Fakat, müminlere anne olma
vasıfları gizlenmelerini ortadan kaldırmaz, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Hazırlanmasını beklemeyeceğiniz bir yemeğe çağrılmanız hariç,


size izin verilmeden Peygamberin evlerine girmeyin, Fakat çağrıldığınız zaman girin,
Yemek yediğiniz zaman, hemen dağılın, sohbete dalmayın, çünkü bu durum,
Peygamberi üzüyor. O, (sizi evden çıkarmaktan) utanıyor. Halbuki Allah, hak olan
bir şeyden utanmaz, Peygamberin hanımlarından bir eşya istediğiniz zaman bir
perdenin arkasından isteyin. Bu durum, sizin kalpleriniz ve onların kalpleri için
daha temizdir. Resûlullah’a eziyet etmeniz, ondan sonra onun hanımlarıyla
evlenmeniz ebediyen caiz değildir. Şüphesiz bu durum, Allah katında büyük bir
günahtır.
33/53

Bu itibarla, süt amca ve süt kardeş konusunda rivayet edilen hadisler, uydurma olup aslı
yoktur.
Süt çocukluğu konusunda iddiaları da, Kur’an’da belirtilenden çok değişiktir. Kûr’an’da
çocuk en fazla iki yıl emzirilir, yani iki yaşından sonra öz annesi dahi onu emziremez.
Fakat onlar adamlarında emzirilebileceğini rivayet ettiler.
Emzirme ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Anneler, çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için- tam iki yıl
emzirirler. Onların uygun biçimde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun
babasına aittir. Herkes ancak gücü ölçüsünde bir şeyle mükellef tutulur. Ne anne
çocuğu yüzünden, ne de çocuğun ait bulunduğu baba, çocuğu yüzünden zarara
sokulmasın. Mirasçının da aynı şeyi yapması gerekir. Eğer (ana, baba) anlaşıp
danışarak (çocuğu memeden) kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur.
Çocuklarınızı (süt annesi tutup) emzirmek isterseniz, vereceğinizi güzelce verdikten
sonra yine üzerinize bir günah yoktur (emzirirseniz) Allah’tan korkun ve bilin ki,
Allah yaptığınız her şeyi görmektedir. 2/233
47
Çocukların en fazla iki yaşına kadar emzirtilebileceği açıktır, buna rağmen şu
rivayette bulundular:

79-.............. Aişe’den naklen rivayet:


Ebû Huzeyfe’nin âzâdlısı Sâlim, evlerinde Ebû Huzeyfe ile ailesinin yanında
bulunuyormuş derken, Sehle binti Süheyl, Peygambere gelerek:
- Sâlim artık erkeklik çağına geldi; ve erkeklerin akıl ettikleri şeylere akıl erdirmeye
başladı ama yanımıza giriyor. Zannediyorum ki, bundan Ebû Huzeyfe’nin hatırına bir şey
geliyor; demiş.
Bunun üzerine peygamber ona:
“Salim’i emzir, ona haram ol da Ebû Huzeyfe’nin hatırına gelen şey gitsin!” buyurmuş.
(Sehle bunu yapmış ve) dönerek:
- Ben onu emzirdim; Ebu Huzeyfe’nin hatırına gelen şey de gitti; demiş. (Müslim, 27/371
Cilt 7 Ahmet DAVUTOĞLU, Sönmez Neşriyat A.Ş.)

Salim’in yaşı konusunda yine Müslim’de şu ifadeler geçmektedir.

- Koskoca adam olduğu halde onu nasıl emzireyim dedi. “Resûlullah gülümseyerek onun
koskoca adam olduğunu biliyorum.” cevabını verdi. (Müslim, 26 C.7 Sönmez Neşriyat ).
- Sehle; ama o saçlı sakallı (adam)dır, dedi. (Müslim, 30/373 C.7 Sönmez Neşriyat ) .

80 ............. Âise (Radıyallâhu anhâ)’dan; Şöyle demiştir: (Ebû Huzeyfe’nin karısı) Sehle
binti Süheyl (Radıyallâhu anhüm) Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’e gelerek:
- Yâ Resûlullah! (Evlatlığımız) Sâlim’in yanıma girmesinden dolayı (kocam) Ebû Huzeyfe
(bin Utbe)’nin yüzünde cidden bir hoşnutsuzluk görüyorum, dedi. Bunun üzerine
Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) (Sehle’ye:)
- “Sen Sâlim’e süt emzir” buyurdu. Sehle:
- O, yetişkin bir adam olduğu halde ben nasıl onu emzireyim? dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) gülümsedi ve: - “Ben onun yetişkin bir adam
olduğunu şüphesiz biliyorum.” buyurdu. Sehle (Radıyallahu anhâ) (gidip bu işi) yaptıktan
sonra Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’e )’e gelerek:
Ben (Sâlim’e süt emzirdikten) sonra (kocam) Ebû Huzeyfe (Radıyallahu anh)’ ın yüzünde
bir hoşnutsuzluk görmedim, dedi. Sâlim (onun sütünü emmeden önce ) Bedir savaşına
katılmış idi.” (İbn’i Mace, H.1943, Sünen-i İbn-i Mace, S.412 C.5 Baskı 1992 Kahraman
Yayınları. )

Görüldüğü gibi süt emzirmeyle ilgili iddiaları ve rivayetleri İslam la ilgisi olmayan sapık
iddialardır. Hangi kadın göğsünü açıp bir adama kendini emzirirde, bunun adına süt
çocukluğu denir. Kur’an öğretisine karşı o kadar kin ve nefret doludurlar ki, dillerine ne
gelirse söylemekten çekinmemişlerdir.

Diğer bir rivayet çeşitleri de , İslamiyet’teki, erkeklerin birden fazla kadını nikahlama
ruhsatıyla ilgilidir. Bu rivayetlerini sıralarken kendilerince alay etmek amacındadırlar. Zira
sarf ettikleri ifadelerden bu anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerine konu olarak ta Peygamberleri
ele almışlardır, örneğin:

81- Hz. Enes radıyallâhu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalatu vesselâm, hanımlarına
gece ve gündüz aynı saatlerde ziyarette bulunurdu. Onlar on bir tane idiler. Enes’e: “Buna
48
tâkat getirebiliyor muydu? denmişti. O : “Biz ona otuz kişinin gücü verildiğini
konuşurduk” diye cevap verdi.” (K.S. 5713 C.16 S.69 alıntısı, Buhari, Gusl 12; Nesâi,
Nikâh 1, (6,53,54). )

82- Bize Müseddet tahdis etti. Bize Yezid ibn Zurey’ tahdis etti. Bize Said ibn Ebû Arûbe,
Katâde’den; o da Enes (R)’den tahdis etti ki, Peygamber (S)’in dokuz kadını olduğu hâlde,
tek bir gece içinde kadınların hepsi üzerine dolaşırdı.
Ve yine bana Halife ibn Hayyât şöyle dedi: Bize Yezid ibnu Zurey’ tahdis etti: Bize Said,
Katâde den tahdis etti ki, onlara da Enes, Peygamberden olmak üzere bunu tahdis etmiştir.
(Buhari, Kitâbu’l-Nikâh H.6 C.11 S.5163 Ötüken 1988 ).

Görüldüğü gibi iki rivayet birbirleriyle çelişkilidir, birinde on bir eş derken, diğerinde
dokuz eş denmiştir. Güya Peygamber Enes’e söylemiştir, peki Enes on birle, dokuzu
ayıramıyorsa bunu nasıl tahdis etti. Farz edelim ki, ayrı ayrı zamanlar için tahdis etmiş
olsunlar, yani Peygamber iki eş için evlenmiş veya boşanmış olsun. Buna rağmen
rivayetlerin herhangi bir temele dayalı ciddiyetleri yoktur. Aile yaşantısı içerisindeki bazı
şeyleri insan kendi öz anne babasına söylemezken. Peygamber gibi bir insan aile sırlarını
neden gidip Enes’e söylesin. Şimdi bu tür iftiralarını yazmaya devam edecek olursam:

83- Hz. Ebu Hureyre radıyallâhu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Süleyman aleyhisselâm (bir gün)
“Bugün, kesinlikle doksan kadınıma uğrayacağım. Hepsi de Allah yolunda cihad edecek
bir yiğit doğuracak! dedi (veya melek) ona:
“İnşaallah de bari!” uyarısında bulundu. Ama Hz. Süleyman inşaallah demedi.
Söylediği gibi, o gün, bütün hanımlarına uğradı. Kadınlarından sadece biri hâmile kaldı. O
da yarım insan doğurdu.”
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sözüne devamla:
“Nefsimi elinde tutan Zât’a yemin olsun! Eğer Süleyman aleyhisselâm “inşallah!” demiş
olsaydı hepsi de Allah yolunda atlı olarak cihad eden çocuklara sahip olacaktı” buyurdu.”
(Buhari, Enbiya 40, Eymân 23,(1654); Nesâi, 39,40,(7,25); K.S. 5825 C.16 S.299 Akçağ
1993 )

84-............. El-A’rac’dan; Ebû Hureyre (R)’den tahdis etti ki, Peygamber (S) şöyle
buyurmuştur: “Dâvud’un oğlu Süleymân: Ben bu gece yetmiş kadını dolaşacağım da
onlardan her biri Allah yolunda mücahide edecek birer süvâri oğlana gebe kalır, diye kesin
konuştu. Arkadaşı olan melek ona: İnşâallah de, dedi. O diliyle inşâallah demedi. O
hakikaten o kadınları dolaştı, fakat içlerinden yalnız biri iki şıkkından biri düşük bir
oğlana hâmile kalmıştır”.
Peygamber: “Eğer Süleymân İnşâallah deseydi, elbette o çocukların hepsi Allah yolunda
cihâd ederlerdi” buyurdu..........
(Buhari, Kitâbu’l-Enbiyâ 97 C.7 S.3237 Ötüken 1987 )

85-.............. Bize Vuheyb, Eyûb’dan; o da Muhammed ibn Sirin’den; o da Ebû Hureyre


(R)’den şöyle tahdis etti: Allah’ın Peygamberi Süleymân Aleyhisselâmın atmış tâne kadını
kadını vardı. “Ben bir gecede kadınların üzerine dolaşırım da onlardan her bir kadın
muhakkak Allah yolunda savaşacak birer süvari oğlan çocuğu doğurur” diye (İnşâallah
demeden) yemin sözü söyledi. Hakikaten kadınları üzerine dolaştı. Fakat kadınlardan
49
hiçbiri doğurmadı, yalnız bir kadın eksik doğumlu bir oğlan çocuğu doğurdu.
Allah’ın Peygamberi Muhammed (S) : -”Eğer Süleymân Peygamber inşâallah diyerek
yemininden bir istisna yapsaydı, kadınlardan her bir kadın muhakkak gebe kalır ve Allah
yolunda savaşacak birer süvâri doğururdu” buyurdu. (Buhari, Kitâbu’t-Tevhit 95 C.16
S.7340 Ötüken 1989 ).

Görüldüğü gibi, Peygamberlere iftira ve saygısızlık kastıyla tahdis edilmiş olan bu


rivayetler aynı zamanda çelişkilidir. Zira, iddia etmiş oldukları kadın sayıları ihtilaflıdır.
Din yönünden Süleyman peygambere ağır sözler içermektedirler, öyle ki bir peygamber
olmasına rağmen, Allah adına konuşup, İnşâallah dememekte direnen bir kimse seviyesine
indirmektedirler. Bu ise bir peygamber hakkında sarf edilen çok ağır iftiradır. İnşâallahın
kelime manası, Allah isterse demektir. Böyle bir şeyi red etmek, Allah istemezse de
demek olur ki, bu ise Allah’a şirk koşmak demektir. Süleyman peygamber ise bir müşrik
değildi, bu itibarla bu rivayetlerde bir uydurmadır.

86-........... Âise (R) şöyle demiştir: Fâtıma yürüyerek yönelip geldi. Fâtıma’nın yürüyüşü
tıpkı Resûlullah’ın yürüyüşü gibidir. ............(Buhari, Kitâbu’l-Menâkıb 126 C.7 S.3393
Ötüken 1987 )

Bir bayanın erkekler gibi yürümesi övünülecek bir şey değildir. Rivayet aslı olmayan bir
iftiradır. Hele, rivayeti Peygamber açısından rivayet etmeleri ise peygambere açıkça
saldırıdır, zira erkeklerin bayanlar gibi yürümesi de İslam Dininde kabul edilemez.

87-................ Hz. İbrahim zalim birinin diyarına (Mısır’a) beraberinde Sâre de olduğu
halde gelmişti, Sâre güzel bir kadındı. Sâre’ye: “Bu cebbâr herif, bilirse ki sen karımsın,
senin için bana galebe çalar. Eğer sana soracak olursa, kız kardeşim olduğunu söyle!
Çünkü sen, zaten İslâm yönünden kardeşimsin, din kardeşiyiz. Ben yeryüzünde senden ve
benden başka bir Müslüman bilmiyorum” dedi.
Bunlar zâlim kralın memleketine gelince, adamlardan biri bunları gördü. Hemen gidip:
“Senin memleketine öyle güzel bir kadın girdi ki, sizden başkasının olması münasip
değildir” dedi. Kral derhal adamlar gönderip, Sâre’yi yanına getirtti. Hz. İbrahim namaza
durdu. Sâre adamın yanına girince, kral (onu ayakta karşıladı, fakat) elini ona uzatamadı.
Eli şiddetli şekilde tutuldu. Sâre’ye :“Elimi salması için Allah’a dua et! Sana zarar
vermeyeceğim!” dedi. Sâre de dediğini yaptı. Ama kral tekrar Sâre’ye sataşmak istedi. Eli,
öncekinden daha şiddetli tutulup kaldı. Sâre’ye aynı şekilde ricada bulundu. O da kabul
etti. (Adam normal hale dönünce tekrar) sataşmak istedi. Eli önceki iki seferden daha
şiddetli şekilde tutuldu. Sâre’ye yine: “Allah’a dua et, elimi salsın sana zarar
vermeyeceğim!” diye rica etti. Sâre dua etti, adamın elleri açıldı. Kral kadını getiren adamı
çağırdı ve ona: “Sen bana insan değil bir şeytan getirmişsin. Bunu diyarımdan çıkar!”
dedi. Sâre’ye, Hâcer’i bağış olarak verdi. “Sâra yürüyerek geldi. İbrahim onu görünce
“Nasılsın, ne haber?” dedi. Sâre: “Hayır var! Allah cebbârın elini tuttu (bana) bir hâdim
verdi!” dedi.” .................. (K.S. 5212 C.15 S.6-7 Akçağ 1992 alıntısı, Buhari, Enbiyâ 9,
Büyû’ 100, Hibe 36, Nikâh 6; Müslim, Fezâil 154, (2371); Ebû Dâvud, Talâk 16, (2212);
Tirmizi, Tefsir, Enbiya, (3165).)

İddia ettiklerine göre, İbrahim peygamber neyle karşılaşacağını bile bile, kralı zalim olan
bir memlekete gitmiş. Kendisinin de önceden tahmin ettiği gibi, karısı “Sâra” kral
tarafından kendisinden istenmiş ve karısını krala teslim etmiştir. Canının kurtulmasına
50
sebepte karısını kız kardeşi olarak tanıtması imiş. Güya da, İbrahim peygamber
kendisinden ve karısından başka yer yüzünde bir Müslüman bilmiyormuş. Bu İbrahim
peygamber gibi bir kimseye karşı hayasızca yapılmış bir iftira ve saygısızlıktır. O İbrahim
peygamber ki, Allah rızası için bir kavmin karşısına tek başına dikildi. O’nu ateşe
attıklarında dahi çekinmeyecek kadar cesur bir kimse idi. Nasıl gidip namusunu zalim bir
krala teslim eder. Allah’ın arzı geniştir, madem ki durumu önceden biliyordu o zaman,
zalim kralın memleketine uğramaz, başka bir yere giderdi. Deseler ki zaten hiçbir şey
olmadı, ne mahzuru var ki? İslam'a göre durum hiçte öyle değil zira İslam da mümin
kadınlara sataşma şiddetle yasaktır ve tesettür olayı vardır ve söyledikleri tesettüre
aykırıdır. Öyle ya, kral ve adamları tesettüre rağmen Sâre’nin güzelliğini nasıl gördüler?
Bu demek oluyor ki, iddialarına göre İbrahim peygamber ya karısını tesettürsüz
gezdiriyordu yada tesettürünün açılmasına ve kendisine sataşılmasına aldırmıyordu. Ben
İbrahim peygamberi böyle bir şeyden tenzih ederim. O İbrahim peygamber ki Allah O’nu
dost edinmişti. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru
İbrahim’in dinine tabi olandan daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.
4/125

Diğer bir hususta, olayı uydurmak için sarf ettikleri, güya İbrahim peygamberin karısına:
“Ben yeryüzünde senden ve benden başka bir Müslüman bilmiyorum.” ifadesi de,
Kur’an’a uymayan ve yalancı olduklarını belgeleyen bir sözdür. Zira kendisine hicretten
önce Lût peygamber iman etmişti. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (kavmine) dedi ki: “Ben Rabb’ime hicret
ediyorum; zira O, daima gâliptir; hikmet sâhibidir”. 29/26

Bu itibarla, İslam Dininde ki gerçeklere uymayan bu rivayetlerin aslı yoktur.

88-.............. (İbn ebi Leyle’den naklen, dedi ki:)..... Bize Ali şöyle tahdis etti: ...................
Müteakiben biz yataklarımıza girmiş hâlde iken Peygamber bize geldi. Biz hemen
yatağımızdan kalkmağa davrandık. Peygamber (S) :
- “Yerinizde durunuz!” buyurdu ve (ikimiz arasına oturdu) hattâ ben göğsümün üzerine
dokunan iki ayağının serinliğini hissettim........
......... (Buhâri, Kitâbu’l-Humus 21 C.6 S.2899 Ötüken 1987 )

Bu konuda daha önce belirttiğim gibi, İslam’da yatak odalarına izinsiz girilemez. Bu
itibarla, peygamberin, kızının ve damadının yatak odalarına izinsiz ve aniden girdiği
yolundaki bu rivayet asılsız bir iftiradır. Hele, yatağa girip aralarına oturması olacak şey
değildir.

89- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz
buyurdular ki: (Tahâret maksadıyla) taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir. Safa ile
Merve arasında say tektir. Öyle ise sizden biri (tahâret için) taş kullanacaksa bunu da tek
kılsın.” (K.S. 1493 C.6 S.23 Akçağ 1989 alıntısı, Nesâi, Hacc 202, (5,254) )

Müslümanlarca tavaf edilen, Kabe tavafı ile Sefa ve Merve sa’yi’ni. Tuvalette temizlik
için kullandıkları taş ile ve şeytana atılan taşla ilişkilendirmek ve birbirlerine emsal
51
göstermek açık bir saygısızlıktır. Bu itibarla bu rivayette hakaret kastıyla uydurulmuş
asılsız bir rivayettir.

90- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, mescide
otururken, bir bedevi girip iki rekat namaz kıldı. Sonra da şöyle dua etmeye başladı:
“Allah’ım bana da, Muhammed’e de rahmet et. Bizden başka kimseye rahmet etme!”
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm atılıp: “Geniş alanı daralttın!” dedi. Derken adam
hemen kalkıp mescidin içine akıtmaya başladı. Halk ta hemencecik üzerine yürüdü.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm onları yasaklayıp: “Kolaylaştırıcılar olarak
gönderildiniz, zorlaştırıcılar olarak gönderilmediniz. Üzerine bir kova su dökün!” ferman
buyurdular.” (K.S. 3509 C.10 S.340 Akçağ 1990 alıntısı, Buhari, Vudû 58; Ebû Dâvud,
Tahâret 138, (380); Tirmizi, Tahâret 112, (147); Nesâi, Tahâret 45, (1,48,49, ) )

91- .... Abdullah b. Ömer (r.a.)’den, şöyle demiştir:


“Ben Resûlullah (s.a.) zamanında bekâr bir genç idim ve Mescid de gecelerdim. Köpekler
mescide girerler çıkarlar, bevlederler, sahabiler de bundan dolayı hiçbir şey (su)
dökmezlerdi.” (Ebû Dâvud K. Tahâre (1), Bâb 137 H.382 C.2 S.97 Şamil 1988, diğer
tahdis edenler, Buhari, tabir 36, fedaili ashabın-Nebi 19; Müslim, fedaili’s-sahâbe 140 )

Peygamber mescidini, insanların ve köpeklerin tuvalet olarak kullandığını rivayet etmeleri,


İslam dinine ve Müslümanlara duydukları kinin açık ifadesidir. İslam dininde, Allah’ı
anma ile temizlik birlikte emredilmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla


- Ey elbisesine bürünen, 74/1
- Kalk, uyar. 74/2
- Rabb’ini tekbir et(O’nun büyüklüğünü an), 74/3
- Elbiseni temizle, 74/4
- Pislikten kaçın. 74/5

İslam dininde iç ve dış temizliğe büyük önem verilmişken, bu tür aykırı rivayetler
uydurmaları, Kur’an’a uymadığı gibi yaptıkları aynı zamanda hayasızlıktır.

92- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “İbrahim (aleyhisselâm) Kaddûm nâm-bazısı da şeddesiz olarak Kadûm
demiştir- mevkide seksen yaşında olduğu halde sünnet oldu.” (K.S. 2150 C.7 S.531 Akçağ
1988 alıntıları, Buhari, İsti’zân 51, Enbiya 8; Müslim, Fedâil 151,(2370). )

Yukarıda ki, metinde de her ne kadar, Kadûm nam mevkide İbrahim peygamber sünnet
oldu falan diyorsa da, Metnin aslında, İbrahim peygamber seksen yaşında keserle sünnet
oldu şeklindedir. Kaddum keser demektir, “bil Kaddum“, keser ile manasınadır.

93- Useym İbnu Kesir İbni Küleyb an ebihi an ceddihi’nin anlattığına göre (ceddi Küleyb)
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a gelerek: “Müslüman oldum! der. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm; “Üstünden küfür saçını at!” der ve tıraş olmasını söyler. Useym’in
babası dedi ki: “Bana bir başka (sahabe)nin bildirdiğine göre Aleyhissalâtu vesselâm,
beraberinde olan bir diğerine de; “Üzerindeki küfür tüyünü at ve sünnet ol!” buyurmuştu.”
(K.S. 3817 C.11 S.33 Akçağ 1991 alıntısı, Ebû Dâvud, Tahâret 131,(356) )
52

Bu uydurma rivayetleriyle de, Müslümanların sünnet olması gerektiğini rivayet ettiler.


Rivayetlerine delil olarak ta peygambere isnat ettikleri hadiste. İbrahim peygamberin
seksen yaşında keserle sünnet olduğu rivayeti ile Müslüman olan bir kimsenin derhal
sünnet olması gerektiği rivayetidir. İbrahim peygamber için söyledikleri alay etmekten
başka bir şey değildir. Sünnet olayının yaygın bir şekilde uygulandığı toplumlarda dahi,
bir kimseye baban seksen yaşında balta veya keserle sünnet oldu deseler bunu hoş
karşılamaz alay olarak kabul eder. Böyle bir iddiayı İbrahim peygambere yakıştırdılar.
bununla da yetinmediler, kızlarında sünnet olması gerektiği yolunda iddia ve rivayetlerde
bulundular. Ayrıca sünnetin kendilerince ne kadar iyi bir şey olduğu konusunda şu tür
izahlarda bulundular:

94- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Fıtrat beştir: Sünnet olmak, etek tıraşı olmak, bıyığı kesmek, tırnakları
kesmek, koltuk altını yolmak.” ( K.S. 2147 C.7 S.523 Akçağ 1988 alıntısı, Buhâri, Libas
63, 64, İsti’zan 51; Müslim, Taharet 39,(257); Muvatta Sıfatu’n Nebiyy 3,(2,921); Tirmizi,
Edeb 14,(2757), Ebû Dâvud, Tereccül 16, (4198); Nesai, Taharet 10,11,(1,14,15,) )

Böylece sünnet olmayı fıtrattan saydılar.


Kızların sünneti için ise:

95- Ümmü Atiyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın Medine de kızları sünnet
ederdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ) (kadını çağırarak ) kendisine: “ Derin kesme.
Zira derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir, koca için daha makbuldür” diye
talimat verdi.” (Ebû Dâvud, Edeb 179, (5271). ) Rezin rivayetinde Resûlullah şöyle
buyurur: “Kızları sünnet ederken üstten kes, derin kesme, bu şekilde kesilmesi yüze daha
çok parlaklık , kocaya daha çok haz verir.” (K.S.2153 C.7 S.534 Akçağ 1988 )

Ehli sünnetçe, Kelime-i Şehadet te olduğu gibi, Müslüman ile kâfiri birbirinden ayıran
âlamet olarak kabul edilen sünnet ameliyesi, bazı Sünni önderlerce vacip ve hatta farz
denecek kadar mühim bir emir kabûl edilmiştir. Şafiiler. “Bülüğ yaşına ermezden önce
çocuğu sünnet etmek velisine vâciptir.” derler. Bir kısım önderleri de, sünnet olmadıkça,
mühtedinin Müslümanlığının noksan olacağına, sünnetsizin namazının câiz olmayacağına,
kestiğinin yenilemeyeceğine, Kabe’yi tavaf edemeyeceğine hükmetmiştir. Hadiste bu
hususta “İslama girince küfür tüyünü at, sonra sünnet ol” diye emreder iddiasındadırlar.
Hülâsa bazı alim kabul ettikleri kimselere göre: “Hayatına mâl olacak dahi olsa.” yaşlı
kişinin bile sünnet olması gerektiği hükmünü verecek kadar bu meseleye ehemmiyet
verilmiştir. Muhtar olan zamanda doğumun yedinci günüdür derler.

KIZLARIN SÜNNETİ: Kızlarında sünnetinden bahseden bir hadiste: “Hıtân, erkekler


için sünnet, kadınlar için mekrüme (şeref verici) dir.” denmektedir. Ebu Hanife, hadisin
zahirine bakarak, sünnet erkekler için mendûb, Şafii ise her ikisi için de vacip hükmünü
çıkarmıştır. Her hâl’u kârda sünnet mevzûunda kadınlarla ilgili olarak da farklı görüşler
ileri sürülmüştür. Bir kısım kimseler, bu meyânda, Maşrık kadınları ile Mağrib
kadınlarının fizyolojik bakımından farklı olduklarını kâbul ederek, Maşrık kadınlarındaki
yaratılıştan
gelen fazlalık sebebiyle sünnetle yükümlü olduklarına hükmetmişlerdir. Kızların sünnet
edilmesi hakkında, Aliyyu’l Kâri şöyle der: “Kadının yüzünü taze kılar ve güzelliğini
53
arttırır. Şehveti teskin eder, cimayı lezzetli ve câzip kılar, kocanın karısına karşı
sevgisini arttırır.” Ebû Dâvud’un da bu konuda söylediği rivayette: “Medine’de bir
kadın(ki ismi Ümmü Atiye’dir) kızları sünnet ediyordu, Peygamber ona. “Fazla derin
kesme, böyle yapman hem kadın için ahzâ (en ziyâde haz ve lezzet vesilesi) hem de kocası
için daha hoştur”der.” ifadesinde bulunuyorlar. Sünnet olayına o kadar ehemmiyet
veriyorlar ki, onu Kelime’i Şehadet’le özleştirerek, Müslüman la kafiri birbirinden ayırma
ölçüsü âlameti olduğunu, hatta hayatına mal alacaksa dahi bir kimsenin sünnet olması
gerektiği şeklinde ısrar etmeleri ve sünnetin çok iyi bir şey olduğu yolunda övgüler ileri
sürmelerine asıl temel neden ise. İslam Dininde bu tür ameliyelerin şiddetle yasaklanmış
olmasından dolayıdır. Zira bu tür ameliye, Allah’ın yarattığını değiştirme manasındadır.
Allah’ın yarattığını değiştirenler ise Kur’an’da şeytanın payı olarak nitelendirilmişlerdir.
Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine
bağışlar. Allah’a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116

- O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp birtakım dişilerden başkasına


çağırmıyorlar ve onlar, inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. 4/117

- (O şeytan)ki Allah ona lânet etti ve o da, “Elbette senin kullarından belirli bir pay
alacağım.” dedi.” 4/118

- Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara


emredeceğim: hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah’ın
yaratışını değiştirecekler!” Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa, muhakkak ki
açık bir ziyâna uğramıştır. 4/119

- (Şeytan) onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın onlara va’di, aldatmadan başka
bir şey değildir. 4/120

- İşte onların varacağı yer cehennemdir. Aslâ cehennemden kaçmak (imkânı)


bulamazlar. 4/121

Görüldüğü gibi, bu konuda şeytanın kendisine, Allah’ın yarattıklarından pay alma


tanımlaması; metodu, Allah’ın yarattığını değiştirme yolunda vereceği emirlerdir. Kim
şeytanın bu emrini yerine getirirse şeytana pay olmuş olur. İsterse yaptığı değişiklik
hayvanların kulaklarını yarma şeklinde olsun fark etmez. Allah, yaratılışı değiştirme olayı
çerçevesinde hayvanların kulaklarının yarılmasına müsaade etmiyor. Nasıl olurda sünnet
veya başka bir şekilde insanlar üzerinde değişiklik yapılmasına müsaade etmiş olsun.
Yaratılışı değiştirme olayı, hiçbir ihtiyaç, hastalık gibi zaruretler olmadan, yaratılış üzerine
yapılacak değişiklikleri kapsar. Zira, bir koyun kesilip yenile bilir bu yaratılışı değiştirme
manasında değildir. Veya bir kimsenin çürümüş dişi çekile bilir; çürümüş böbreği alına
bilir, bütün bunlar zaruret veya tedavi amaçlı ameliyelerdir. Saç sakal veya tırnağı
kesmekte öyledir, yaratılışı değiştirme manasında değillerdir. Zira tırnağı kesmekle,
parmağı kesmek arasında belli bir fark vardır, biri ihtiyaç içerikli ve geçici, diğeri
sakatlayıcı ve kalıcıdır. Bu zamanda sağlıklı genler üzerinde meydana getirilen veya
getirilmesine çalışılan değişiklikler yaratılışı değiştirme olayı kapsamına giren işlemlerdir.
Ayrıca, nasıl ki bir kimse tipi değişsin diye hayvanların kulaklarını yararsa veya sağlıklı
54
dişini çeker veya törpülerse, vücudunun her hangi bir yerinden sağlıklı bir organı daha
güzel olur diye keser veya vücudunun her hangi bir yerinden bu bağlamda bir parça et
veya deri keserse, kısırlaştırma veya hadım yaparsa, deriyi tahrip ederek döğme yaparsa,
küpe için kulak delerek kulağın yapısını değiştirmek v.s. Gibi ameliyelerde bulunursa,
bütün bu tür şeyler yaratılışa müdahale etmek suretiyle, Allah’ın yarattığını değiştirmedir.
Bütün bunlar, Allah’a ortak koşmayla eş anlamlıdır. Bunları yapan şeytana pay olduğu
gibi, asla cehennemden ebediyen kurtuluş imkanı bulamaz. Sünnet olmak yaratılışa
müdahale etmenin onu değiştirmenin tipik bir örneğidir. Zira küçük, büyük, kadın, erkek,
sağlıklı bir kimseden bu şekilde parça et koparmanın başka bir izahı yoktur.

Bu itibarla sünnet konusunda uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

ŞEHİT VE ŞEHİTLİK KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

Şehit ve Şehitlik olayını tahkir ile şehitlik kavramını saptırmak için de bazı hadisler
uydurmuşlardır. Örneğin: Onlara göre ishalden ölen şehittir veya kusan bir şehit sevabı
almaktadır, iddialarında bulunmuşlardır. Tahdis ettikleri rivayetlerde şu şekilde
demektedirler:

96- Cabir İbnu Atik’ten, Rasûlullah’a atfen:........................ “Bilesiniz: Tâundan ölen


şehittir, boğularak ölen şehittir, yeter ki seferi taatte olsun, Zatülcenp’ten ölen şehittir.
İshalden ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, yıkık altında ölen şehittir, çocuk karnında ölen
şehittir.” (K.S. 5431 C.15 S.254-255 alıntısı, Muvatta, Cenâiz 36,(1,233,234); Ebû Dâvud,
Cenâiz 15,(3111); Nesâi, Cenâiz 14,(4,13,14). )

Saydıkları bu hastalık veya kazalardan ölenler şehit oluyor da, niçin diğer kaza ve
hastalıklardan ölenler şehit olmuyor. Örneğin: Minareden düşen bir müezzini veya canavar
saldırısıyla ölen bir kimseyi, kanserden veya yüzlerce diğer bir hastalıktan ölen bir
kimseyi şehit olarak tanımıyorlar. Zira saydıkları şeyler şehitlikle, ishalden ölmeyi
özdeşleştirmelerini kamufle etmek için rast gele uydurdukları şeylerdir. Maksatları,
şehitlikle ishalden ölmenin aynı olduğunu vurgulamaktır, böylece kendilerince şehit
olmayı küçümsemek amacındadırlar. Halbuki Şehitlik İslam dininde büyük bir mertebe
olup, ancak Allah yolunda mücadele ederken katl olunan kimseler bu mertebeye
erişebilmektedirler. Bunların haricinde hiç kimseye bu isim verilemez.

Bu konuyla ilgili olarak, yukarıdaki rivayetleri gibi başka tipik rivayetleri de vardır.
Örneğin:

97- ............. Ümmü Haram (r.anhâ)’dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: “Denizde başı dönerek kendisine kusma arız olan kimse için bir şehit,
boğulan kimse için de iki şehit sevabı vardır. (Ebû Dâvud, K. El_Cihâd (15). Bâb, Hadis
2493 C.9 S.466 Şamil 1989 )

Demek istiyorlar ki, Allah yolunda savaşmaya veya mücadele etmeye ve bu yolda şehit
olmaya ne gerek var, bir gemiye binildiğinde deniz tutmasından kusmak bile şehit sevabı
almaya yeterlidir, hele o kimse boğulmuşsa onların iddiasına göre iki şehit sevabı
alıyormuş. İşin ilginç yanı, evvelki yazmış olduğum rivayetlerine benzer şekilde burada da
tiksindirici olması hesabıyla, kusmuğu şehitlik olayına konu etmeleridir. Bu iftiralarıyla da
55
yetinmediler, Mücahide ait atın, mücahitten iki misli daha değerli olduğu rivayetlerini
uydurdular. Şöyle ki:

98-.......... İbn Ömer’den, demiştir ki:


Resûlullah (s.a.) Mücahid ve atı için birisi kendisine ikisi de atına (olmak üzere ganimet
mallarından) üç pay vermiştir. (Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 143 Hadis 2733 C.10
S.345 Şamil 1990, diğer rivayet edenler, Buhari, cihâd 51; Meğazi 38; Müslim, cihâd
57;Tirmizi, siyer 6,8; Muvatta, cihâd 21. )

99-... (Ebû Umre’nin) babasından rivayet etmiştir ki: Biz dört kişi, yanımızda bir(er) atla
Resûlullah (s.a.)’nin yanına gelmiştik. Bizden herkese bir hisse, her bir at için de iki hisse
ayırdı. (Ebû Dâvud,K.el-Cihâd (15), Bâb 143 Hadis 2734 C.10 S.347, Şamil 1990. )

Böylece ganimet dağıtımıyla kamufle ederek, bir atın iki mücahit değerinde olduğu
iftirasında bulundular. İslam da atlarda ganimetten pay alır diye bir şey yoktur.

Bir de rivayet ettiler ki, Peygamberin rüyasında görmüş olduğu sığırlar Uhud şehitlerini,
kolunda görmüş olduğu iki altın bilezik ise yalancı peygamberleri remz (temsil)
ediyormuş, şöyle ki:

100- ................ Bize Ebû Usâme, Bureyd’den; o da dedesi Ebû Burde’den; o da Ebû Mûsâ
el-Eş’ari’den zannediyorum ki, o da peygamberden tahdis etti. Peygamber (S) şöyle
buyurmuştur: “Ben ru’yâda kendimi Mekke’den hurmalıkları olan bir arâziye hicret
ediyorum gördüm. Düşüncem, o hurmalık arâzinin el-Yemâme yâhud da Hecer olduğuna
gitti. Bir de gördüm ki, o, Câhiliyet’te Yesrib denilen Medine’dir. Ben orada birtakım
sığırlar gördüm. Allah en hayırlıdır (Allah’ın onlar için yapacağı en hayırlıdır). Sonra
gördüm ki, o sığırlar, Uhud günü şehit edilen mü’minlerdir................ (Buhâri, Kitâbu’t-
Ta’bir 49 C.15 S.6903 Ötüken 1989 )

101- ............... Ebu Hüreyre şöyle haber verdi: Resûlullah şöyle buyurdu:
- “Ben uyurken ru’yâmda iki kolumda iki altın bilezik gördüm, bunların hâli beni
kederlendirdi. Sonra ru’yamda bana bu bileziklere üflemekliğim vahye dildi. Ben de
bunlara üfledim; ikisi de uçtu. Ben de bu iki bileziği benden sonra çıkacak iki yalancı
peygamber ile tevil ettim. Bunlardan birisi Esved el-Ansi’dir, öbürü de Müseylime’dir.”
(Buhâri, Kitâbu’l-Mağazi 370 C.9 S.4069 Ötüken 1987. )

Görüldüğü gibi, rüya tefsiri adı altında yapmış oldukları rivayetlerde. Uhud şehitlerini
sığırlara, yalancı peygamberleri altın bileziklere benzetmişlerdir. Bu durum Uhud
şehitlerine karşı bir saygısızlık olduğu gibi. Yalancı peygamberleri altın bileziklere
benzetmekle de kimleri çok sevdiklerini ifadelendirmişlerdir. Zaten bir çok iftira ve
hezeyanları peygambere mal etmeleri ve bunlar olmazsa İslam dini anlaşılamaz demeleri,
kendilerince peygamberlik iddia etmelerinden başka bir şey değildir. Yaptıkları bir kısım
rivayetlerle de, gazilerin veya gurbetten dönen Müslümanların geceleyin evlerine
gitmemeleri gerektiği konusundadır. Şu şekilde demektedirler:

102- Enes b. Malik’ten rivayet, Resûlullah ailesi nezdi ne geceleyin gelmezdi. Onlara ya
sabah yahut akşamleyin gelirdi. (Müslim 180/144 C.9 Sönmez Neşriyat A.Ş. )
56
103- ........... Cabir şöyle demiş; Resûlullah erkeğin gurbeti uzadığı zaman ailesinin
yanına geceleyin gelmesini yasak etti. (Müslim, 183/146 C.9 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

104- ............. Cabir şöyle demiş: Resûlullah erkeğin seferden geceleyin gelerek ailesinin
yanına dalmasını onların hıyânetini anlamak istemesini yahut kusurlarını araştırmasını
yasak etti. (Müslim 184/146 C.9 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

Bu yalan rivayetleriyle Müslüman aileleri şüphe altında bırakmayı amaçlamaktadırlar.


Hangi erkek vardır ki, gurbetten memleketine gelmiş olsun da, o devirde sabaha kadar
evine gitmeyip çölde beklesin veya bu devirde dahi gidip bir otel de gecelesin ve evine
gitmesin. O nasıl evdir ki bu derece bir erkeğin evinden korkusu olsun, deve kuşu gibi
başını kuma gömsün de evine gitmesin. Kaldı ki bir karı kocadan müteşekkil aileler yok
denecek kadar azdır. Çoğunlukla, İslam aileleri, ana baba, dede, nine ve çocuklardan
teşekkül eder. Komşularında bir birine gözcülüğünü katarsak bir kadın kötülük yapmak
taraftarı olsa dahi, istisnalar hariç, İslam toplum yapısında fırsat bulması pek mümkün
değildir. Ayrıca İslam aile yapısı ideal bir yapıdır. Kitle olarak, Müslüman erkek
ailesinden tedirgin olmadığı gibi, Müslüman kadınlarda kötü değildirler. Bu tür rivayetler
iftiradan başka bir şey değildir.
Yapmış oldukları başka bir rivayet bu rivayetleriyle çelişkili olduğu gibi, saygısızlık
içermektedir. Şöyle ki:

105-............ Resûlullah’a atfen: (Gaza dönüşü) “Ağır olun! Taki dağınık saçlı kadının
taranması, kocası evde olmayanın kasıklarını tıraş edebilmesi için şehre geceleyin yâni
yatsı zamanı girelim” buyurdular ve şunu ilâve ettiler:
“Medine ye vardığın zaman cimâ etmeye bak, cimâ etmeye”. (Müslim 57/410 C.7 Sönmez
Neşriyat A.Ş. )

Önceki üç rivayetle bu rivayet çelişkilidir. Zira bu rivayette gece vakti evlere girilmesi
gerektiğini tahdis etmişlerdir. Ayrıca peygambere ve sahabelere saygısızlık içermektedir.
Nasıl olur ki savaş dönüşü büyük ihtimalle, Peygamber yanında iki kayın pederi Ebu Bekir
ve Ömer ile damadı Ali varken. Orduda kiminin babası, kardeşi, amcası, dayısı, komşusu
ve arkadaşı katledilip şehit edilmişken. Biraz sonra Medine’de bir çok evde savaşta
katledilmiş olanlar için, dul kalan kadınlar ve yetimleri ağlaşacakken. Bir peygamber,
ordusundakilere böyle sözler söylesin, gidin bol bol cinsi münasebette bulunun sözlerini
sarf etsin, bu olacak şey midir? Bu tür sözler, peygamberi ve sahabeleri hafife almak için
uydurulmuş hayasızca sözlerdir.

Peygambere saygısızlık için uydurdukları başka bir rivayette şöyle demişlerdir:

106-..... Hukeyme bint Umeyme annesi Umeyme bint Rukayka’nın şöyle dediği rivâyet
etmiştir:
“Nebi (s.a.)’in sedirinin altında hurma ağacından yapılmış bir kap vardı. Geceleyin ona
küçük abdest bozardı.” (Ebû Dâvud, K.Tahâre (1), Bâb 13-14 H.24 C.1 S.52 Şamil 1987,
diğer rivayet eden, Nesai, tahâre 6, )

Daha önce yazmış olduğum rivayetlerde görüldüğü gibi. Peygamber eşlerinin abdest
bozmak için, geceleyin Medine dışına gittiklerini tahdis etmişlerdi. İşlerine geldiği zaman
peygamber sedirinin altına oturağı koyu verdiler. Bu kadar bol ve çeşitli yalan uydurmak
57
için epey emek vermiş olmalılar, utanma denen olayla da bir ilgileri olmadığı kesin.
Bunların yazdıklarına bakan kimse, o devirde Arap evlerinde tuvalet olmadığı zannına
kapılabilir, halbuki, Kur’an’da belirtilen abdest bozulmasının şartlarından bir tanesi
tuvaletten gelmiş olma olayıdır, bundan da kolayca anlaşılır ki o devirde Arap evlerinde
tuvalet mevcut idi. (Bak, 4 Nisâ 43, 5 Maide 6

Bir başka rivayette şöyle dediler:

107- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “ Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
namaz için evinden çıkıp (namaz mahalline gelerek ) tekbir getirdi, sonra ashaba (bekleyin
diye) işaret buyurdu. Hemen gidip gusletti geldi. Saçlarından su damlıyordu. Onlara
namaz kıldırdı. Namazdan çıkınca:
“Yanınıza cünüp olarak gelmiştim. Namaza duruncaya kadar da durumu hatırlayamadım.
(Tam kılacağım anda hatırladım)” buyurdular.” (K.S. 6349 C.17 S.69 Akçağ 1993 alıntısı,
İbnu Mace 1220, )

Değil bir peygamber, bir cami imamı dahi böyle bir olay yapsa ne kadar zor durumda
kalacağı açıktır. Öyle ki cemaati namaz için saf tutmuş kendiside namaz için tekbir
almışken, dolayısıyla hem kendisi hem de cemaat tekbir almakla namaza başlamışken,
namazı iptal edip cemaate dönerek hele bekleyin cenabetimden yıkanıp geleyim demesi
halkın alay konusu olması demektir. Bu rivayeti uydurmalarından amaçta budur.

Musa peygamber hakkında yapmış oldukları saygısızca bir rivayette şöyle


demişlerdir:

108- .......... Bize Abdurrezzâk, Ma’merden; o da hemmâm ibn Münebbihten; o da Ebû


Hureyre’den tahdis etti. Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: “İsrail oğulları çıplak olarak,
birbirlerine baka baka yıkanırlardı. Mûsâ ise yalnızca yıkanırdı. İsrâil oğulları: Allah’a
yemin olsun, Mûsâ’yı bizimle birlikte yıkanmaktan menşeden, ancak O’nun kasığının
çıkık olmasıdır, derlerdi. Mûsâ bir defa yıkanmağa gitti, elbisesini de bir taşın üstüne
koydu. Akabinde taş elbisesini alıp kaçtı. Mûsâ: Ey taş elbisemi, ey taş elbisemi! diyerek
taşın arkasından koştu. Nihâyet İsrâil oğulları onu (çırılçıplak) gördüler de: Vallâhi
Mûsâ’da hiçbir kusur yokmuş, dediler. Ve Mûsâ elbisesini aldı da taşı dövmeğe başladı.”
Ebû Hureyre: Vallâhi o taşta muhakkak altı yâhut yedi dövme izi kalmıştır, dedi... (Buhâri,
Kitâbu’l-Gusl 30 C.1 S.386 Ötüken 1987 )

Kavmi, kasığı çıkık dedi diye taş neden Musa Peygamberin elbisesini kaçırsın ki? Böyle
bir olay ancak Allah’ın emriyle olabilecek bir mucizedir, böylece Allah peygamberini
çırılçıplak kavminin önünde teşhir etsin? İslam dinine göre olacak bir olay değildir. Kaldı
ki çırılçıplak beraber yıkanıyorlar dedikleri kimselerde öyle anlaşılıyor ki Müslüman
Yahudiler idi, bu İslamdaki tesettür olayına aykırıdır. Maksatları, bir rivayet uydurup
Musa peygamberin kavmi önünde çırılçıplak gezindiğini iddia etmektir. Birde
kendilerince komiklik yapıyorlar, güya Ebu Hüreyre Allah’ın adını anarak yeminle demiş
ki, o taşta muhakkak altı yedi tane dövme izi varmış.

Başka bir rivayette şöyle demişlerdir:

109- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


58
buyurdular ki:
“ Eğer Beni İsrail olmasaydı, et kokuşmazdı. Eğer Havva olmasaydı kadınlar kocalarına
hiçbir zaman ihânet etmezdi.” (K.S. 5003 C.14 S.260 Akçağ 1992 alıntıları, Buhari,
Enbiya 1,25; Müslim, Radâ’63,(1470) )

Beni İsrail ve Etin kokması öylesine söylenmiş asılsız bir sözdür. Asıl söylemek
istedikleri, Havva’nın kadın ihanetinin sebebi olduğu yolundaki iftiradır. Bu sözlerine
gerekçe olarak iddia ettiklerine göre, güya Adem’in yasak ağacın meyvesinden yemesini
Havva anamız teşvik etmiş. hal bu ki, Adem babamızın yasak ağacın meyvesinden
yemesini teşvik eden ve her ikisini kandırıp yasak ağacın meyvesinden yemelerine sebep
olan, Havva anamız olmayıp şeytanın kendisidir. Böylece Havva anamızı şeytan yerine
koymuş oluyorlar, dolayısıyla kadınları da böyle görüyorlar, unutmasınlar ki onları
doğuranda bir kadındır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

-Andolsun biz, daha önce de, Adem’e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o,
(ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık. 20/115

- Bir zaman biz meleklere: Adem’e secde edin! Demiştik. Onlar hemen secde ettiler;
yalnız İblis hariç. O, diretti. 20/116

- Bunun üzerine: Ey Adem! Dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir
düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin! 20/117

- Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak. 20/118

- Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın. 20/119

- Şeytan ona vesvese verdi ve “Ey Adem! Seni ebedilik ağacına ve son bulmayacak
bir devlete delâlet edeyim mi? dedi. 20/120

- Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini
cennet yaprağı ile örtmeğe çalıştılar. (Bu suretle) Adem Rabbine âsi olup yolunu
şaşırdı. 20/121

- Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti. 20/122

(Ayrıca bak. 2 Bakara 34-35-36-37. Ayetler. )

Görüldüğü gibi, uydurmuş oldukları rivayet, Kur’an’a uymamaktadır.

Ayrıca, İnsanlarla yetinmediler Cinlere dahi saldırıda bulunmayı ihmal etmediler. Öyle ki,
Cinlerin içinde Müslüman olanları da vardır. Şöyle rivayet ettiler:

110-............. Bana dedem Said ibn Amr, Ebu Hüreyre (R)’den haber verdi: Ebû Hureyre
Peygamber’in berâberinde abdest alması ve istincâ’ suyu için küçük bir kırba taşırdı. Bir
keresinde Peygamber hâcetini yerine getirmek için çıktığında Ebu Hüreyre arkası sıra
kırba ile O’nu takip ederken, Peygamber:
- “Kimdir o?” diye sordu.
59
Ebû Hureyre:
- Ben Ebû Hureyre! diye cevâp verdi.
Peygamber:
- “Benim için istincâ edeceğim birkaç taş ara, sakın bana kemik ve hayvan gübresi
getirme” buyurdu. Ebû Hureyre dedi ki: Ben elbisemin kenârında birkaç taş naklederek
kendisine getirdim ve onları yanı başına koydum. Sonra yanından ayrıldım. Nihâyet
hâcetini bitirdikten sonra Peygamber’in berâberinde yürüdüm. Yolda kendisine:
- Kemik ve hayvan gübresi ile temizlenmekte ne var ki? diye sordum.
Peygamber:
- “Bu ikisi cinlerin taâmındandır. Şu muhakkak ki, bana Nasibin cinlerinin bir hey’eti
geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık istediler. Ben de onlar için Allah’a: Cinlerin
uğrayacakları her kemik ve tezek makûlesi üzerinde kendileri için muhakkak bir taâm
bulmalarına duâ ettim” buyurdu. (Buhâri, Kitâbi’l-Ensâr 80, C.8 S.3610 Ötüken 1987 )

Cinler, yapıları bizden değişik fakat bizim gibi imtihan edilerek, Cennet ve Cehennemle
muhatap olan kimselerdir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Bir zamanlar, cinlerden bir grubu, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona
geldiklerinde (bir birlerine): “Susun, (dinleyin)” dediler. (Okuma) bitirilince de
uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler: 46/29

- “Ey kavmimiz, dediler, biz Mûsâ’dan sonra indirilen, kendisinden öncekini


doğrulayan, Hakka ve doğru yola götüren bir Kitap dinledik.” 46/30

- “Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine uyun, O’na inanın ki (Allah) günahlarınızdan


bir kısmını bağışlasın ve sizi acı azaptan korusun.” 46/31

Görüldüğü gibi, Cinlerden mümin ve takvalı kimseler vardır ve onlar tezek veya çöpten
kemik yemeye layık kimseler değildirler. Buna rağmen güya, Müslüman cinlerden bir
heyet gelerek peygamberden azık istemişler, peygamberde onların yerlerden toplanmış
kemik ile tezek yemeleri için dua ediyormuş. Çok ilginçtir, Cinler tezeğe razı olduysalar,
acaba ondan önce ne yiyorlardı? Biz Müslüman Cinleri böyle bir iftiradan tenzih ederiz.
Onlar temiz ve güzel rızıklara layıktırlar. Kaldı ki yanında su kırbası varken, peygamber
neden suyla taharetlenmedi, bundan da iftira ettikleri bellidir.

Yapmış oldukları diğer bazı rivayetlerle, Peygamber ve Ebû Bekir’in hicret etmek için iki
kişi olarak Mekke’den çıktıklarını rivayet ettiler. Buna rağmen şöyle rivayetlerde
bulundular.

BÖLÜM 5

111- ............ Amr b. Şuayb’ın dedesi (Abdullah b.Amr) den; demiştir ki: “Resûlullah (s.a.)
(şöyle) buyurdu”: “Tek yolcu şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç (yolcu) ise, cemaattir.
“(Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 79 H.2607 C.10 S.114 Şamil, diğer rivayet edenler,
Muvatta istizân, 35, Tirmizi, cihâd, 4. )

112- Amr İbnu Şu’ayb an ebihi an ceddihi (radıyallahu anh) tarikinden naklediyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir atlı bir şeytandır, iki atlı iki
60
şeytandır, üç atlı bir gruptur.” (K.S. 2184 C.8 S.20 Akçağ 1989 alıntıları, Muvatta,
İsti’zân 25,(2,978); Ebû Dâvud, Cihâd 86, (2607); Tirmizi, Cihâd 4, (1674). )

Peygamberle, Ebu Bekir’in iki kişi olarak hicret ettiklerini şu şekilde rivayet ettiler:

113- Bera İbnu’l- Âzib radıyallahu anh anlatıyor: “Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh, evinde
babama uğradı. Ondan bir semer satın aldı. (Babam) Âzib’e: “Benimle oğlunu gönder, onu
evime kadar götürüversin!” dedi. Babam bana: “Haydi onu götürüver!” dedi. Ben de
götürüverdim. Babam onunla beraber çıktı, bedelini alacaktı. Babam, Ebu Bekr’e: “Ey
Ebu Bekr! Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmla (hicret ettiğin) gece ne yaptınız?” diye
sordu. “Evet o gece yürüdük, Ertesi günü de öğle vaktine kadar yürüdük. Yolumuz tenha
idi hiç kimseye rastlamadık.................... (K.S. 5775 C.16 S.199 Akçağ 1993 alıntıları,
Buhâri, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Lukata 11, Menâkıb 25, Eşribe 12; Müslim, Zühd 75,
(2009). )

Peygamberin ve Ebu Bekr’in iki kişi olarak, hatta yolda hiç kimseye rastlamamak kaydıyla
hicret ettiklerini rivayet ettiler, bunun yanında da iki kişi olarak seyahat edenlerin iki
şeytan olduğu rivayetlerinde bulundular. Yapmak istedikleri hakaretin ağırlığı gayet
açıktır. Yoksa tek başına veya iki kişi olarak seyahat eden niçin iki şeytan olsun. İslam
dininde, İman şartları arasında en az üç kişi olarak seyahat edilecek diye bir şey yoktur.

Güneş ve Aya’da saldırmayı ihmal etmeyerek şöyle bir rivayette bulundular.

114- ............ Ebu Hureyre’den, Rasûlullah’ın (S.A.V.) “Güneş ve Ay, kıyamet günü
dürülüp sarılarak ateşe atılmış iki öküzdürler.” dediğini rivayet etti. (İbn Kuteybe, Te’vilu
Muhtelifi’l Hadis, S.189 Kayıhan Yayınları 1989 alıntısı, Buhari 59/4 )

Güneş ve Ay’ın büyük faydaları ortadayken, onlara bula bula cehennemde yer buldular.
Bu nankörlüğün tipik bir örneğidir. Yoksa güzel ve iyi olan her şeye karşı olacaklarına
dair verilmiş bir ahitlerimi var? Rivayet uydurma olup aslı yoktur.

TEDAVİLER KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

Tıbbi Nebevi adı altında uydurdukları rivayetlerde, Okuyup üflemeyi, hastaya tükürmeyi,
dağlamayı ve hurma gibi birkaç meyveyi konu etmişlerdir. Şöyle ki:

115- ........... Bize Muhammed ibn Adiyy, Hişâm ibn Hassân’dan; o da ikrame’den tahdis
etti ki, İbnu Abbâs (R): Peygamber (S) ihrâmlı olduğu hâlde kendisinde bulunan bir baş
ağrısı hastalığından dolayı “Lahyu Cemel” denilen bir su yanındaki menzilde başından kan
aldırma tedavisi yaptırdı, demiştir. (Buhâri, Kitabu’t-Tıbb H.21 C.12 S.5734-5735 Ötüken
1988 )

116- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Ebu Hind, Rasûlullah’ı bıngıldak kısmından
hacamat etmişti. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ey Beni Beyâza, Ebu Hind’i evlendirin, onunla
evlenin!” buyurdu ve şunu ilave etti: “Eğer tedavi için başvurduğunuz şeylerin birinde
hayır varsa bu hacâmattır.” (K.S. 5662 C.16 S.13 Akçağ 1993 alıntısı, Ebû Dâvud, Nikâh
27, (2102). )
61
117- Ebu Keşbe el-Enmâri radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm başından ve iki omuzu arasından hacamat olur ve:
“Kim bu kandan akıtırsa, herhangi bir hastalık için, bir başka ilaçla tedavi olmasa da zarar
görmez!” buyurdu.” (K.S. 4012 C.11 S.314 alıntısı, Ebu Dâvud, Tıbb 4,(3859); İbni Mâce,
Tıbb 21, (3484). )

118- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


hacamat oldu ve hacamatı yapan hacamatçıya ücretini ödedi ve ayrıca burun damlası
kullandı.” (K.S. 4006 C.11 S.304 Akçağ 1991 alıntısı, Buhâri, Tıbb 9; Müslim, Selam 76,
(1202); Ebu Dâvud, Tıbb 8,(3867); Tirmizi, Tıbb 9,(2048) )

119- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ (âzatlısına): “Ey Nâfi bana kan galebe çaldı, benim
için bir haccâm getir, getireceğin haccâm genç olsun, yaşlı veya çocuk olmasın” dedi.
Devamla İbnu Ömer dedi ki: “Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın: “Aç karnına
hacamat olma idealdir, aklı arttırır. Hafızayı güçlendirir. Hafız olmak isteyenlerin hıfzetme
kabiliyetini arttırır. Hacamat olmak isteyen Allah’ın adıyla Perşembe günü hacamat olsun.
Cuma, Cumartesi, Pazar günlerinde hacamat olmaktan kaçının. Pazartesi ve Salı günüde
hacamat olunuz. Çarşamba günü hacamat olmaktan kaçının............ (K.S. 7038 C.17 S.448
Akçağ 1993 alıntısı, İbnu Mace 3488 )

120- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: Kim hacamat olmak isterse. Ayın veya 19 veya 21’ini arasın. Sakın, kan fazlalaşmak
suretiyle birinize galebe çalıp onu öldürmesin.” (K.S. 7037 C.17 S.447-448 Akçağ 1993
alıntısı, İbnu Mace 3501 )

Görüldüğü gibi, hacamat yani kan aldırma hakkında, bütün hastalıkların tedavisi olduğu,
yapılması lazım gelen günleri ve hacamatçıya ücret ödenmesi gerektiği yolunda rivayetler
uydurarak bunu insanlara çok büyük bir tedaviymiş gibi tavsiyede bulunmuşlardır. Buna
rağmen kendi kendilerini yalanlayan şu rivayetleri de uydurmaktan geri durmamışlardır:

121-............ Râfi’b. Hadic (r.a.), Rasûlullah (S.a.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“-Hacamat edenin ücreti pistir, köpeğin satışı karşılığında alınan para pistir, fahişenin zina
karşılığı aldığı ücret pistir. (Ebu Dâvud, K.el-İcâre (22) Bab 38 H.3421 C.12 S.497 Şamil,
diğer rivayet edenler; Müslim, müsakât 40,41; Tirmizi, büyû 46; Nesai, sayd 15. )

122- Resûlullah’a atfen: “Kazancın en kötüsü, fahişenin mehri, köpeğin parası ve


haccamın kazancıdır.” (Müslim 40/17 C.8 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

123- Resûlullah’a atfen: Köpeğin parası habistir; Fahişenin mehri habistir; haccamın
kazancıda habistir.” (Müslim, 41/17 C.8 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

124-........... Ebû Cuhayfe’nin oğlu Avn şöyle demiştir: babam Ebû Cuhayfe bu köleye
emretti de, onun kan alma âletleri kırıldı. Ben babamdan bu kırmayı sordum. O şöyle
cevap verdi: Peygamber (S) köpek bedelinden, kan alma ücretinden nehyetti..........
(Buhâri, Kitabu’l-Buyû 38 C.4 S.1929 Ötüken 1987 )

Hacamatın serbest, hacamat ücretinin yasak olduğu şeklinde rivayet ettiklerinin


anlaşılmaması gerekir, zira diğer bir rivayette hacamatçılardan uzak durulması gerektiği
62
rivayet edilmiştir, Şöyle ki:

125-......... Haccâm çağrılınca Ömer şöyle dedi:


- Resûlullah (s.a.)’ı şöyle derken işittim:
“-Ben teyzeme, kendisi için bereket olacağını umarak bir köle hediye ettim ve ona; köleyi
hacamatçıya, kuyumcuya ve kasaba verme dedim.” (Ebû Davud, K. El- İcâre (22) Bab 41
H.3430 S.507 Şamil 1991 )

Böylece çok övdükleri bir konuda kendi kendilerini yalanlamış oldular.

Yine rivayet ettiler ki:

126- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Sa’d İbnu Mu’âz radıyallahu anh kolundaki
(can) damarından isabet aldığı zaman Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm onu elindeki
uzunca bir demir çubukla bizzat dağladı. Ancak yarası tekrar şişti. Resûlullah ikinci sefer
dağladı.” (K.S. 4018 C.11 S.324 Akçağ, alıntısı Müslim, Selam 75,(2208); Ebû Dâvud,
Tıbb 7,(3868) )

127- Tirmizi nin Hz. Enes’ten yaptığı bir rivayette, Enes radıyallahu anh der ki:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Sa’d İbnu Zürâreyi sivilce sebebiyle dağladı.” (K.S.
4019 C.11 S.325 Akçağ 1991, alıntısı Tirmizi, Tıbb 11,(2051) )

128- İmrân İbnu Husayn radıyallahu anhumâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
bizi dağlama yapmaktan nefyetti. Ancak biz, (ona başvurmaya zorlu yan) durumlarla
karşılaştık. Birçok defalar dağlama yaptık, rahatsızlığımızdan kurtuluş bulamadık.” (K.S.
4020 C.11 S.325 Akçağ 1991 alıntısı, Tirmizi, Tıbb 10,(2050); Ebû Dâvud, Tıbb 7, (3865)
)

129- İmran İbnu Huseyn radıyallahu anhumâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm: “Ümmetimden yetmiş bin kişi (Mahşer’de) hesaba çekilmeden cennete
girecektir!” buyurdular. Kendisine: “Ey Allah’ın Resûlü! Bular kimlerdir?” diye sual
edildi.
“Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye baş vurmayanlar, teşâ’üm’e (uğursuzluğa)
inanmayanlar ve Rablerine tevekkül edenlerdir!” buyurdu............... K.S. 4034 C.11 S.350
Akçağ 1991 alıntısı, Müslim, İman, 371, (218). )

Dağlama konusundaki rivayetlerinin çelişkili olduğu açıktır.

Yine rivayet ettiler ki:

130- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:
“Uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk çıkarmak
şirktir........ (K.S. 4093 C.11 S.464 Akçağ 1991, alıntısı Ebû Dâvud Tıbb 24,(3910);
Tirmizi, Siyer 47, (1614). )

131- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Ne sirayet (bulaşma), ne de uğursuzluk vardır.......... (K.S. 4094 C.11 S.465 Akçağ
63
1991 alıntısı, Buhâri Tıbb 44,54; Müslim, Selam 113,(2224); Ebû Dâvud, Tıbb 24,
(3916); Tirmizi, Siyer 47, (1615). )

Görüldüğü gibi, kesinlikle uğursuzluk diye bir şey olmadığını hatta bir şeyde uğursuzluk
telakki etmenin şirk olduğunu, ayrıca hastalık bulaşması diye bir şey olmadığını rivayet
ettiler. Bu iddialarının yanında birde şu rivayetleri tahdis ettiler:

132- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam dedi ki: “Ey Allah’ın resûlü! Biz bir
evdeydik, oradayken sayımız çok, malımız bol idi. Sonra başka bir eve geçtik. Burada
sayımız da azaldı, malımız da.”
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Burayı zemim (addederek) terkedin! buyurdular. (K.S.
4099 C.11 S.472 Akçağ 1991, alıntısı, Ebû dâvud Tıbb 24, (3924). )

Burada kabul edilen ‘zemimlik’ uğursuzluk manasında kullanılmıştır, yoksa evin sağlık
şartları bakımından elverişsiz olması değildir, zira mallar, bağ, bahçe olabildiği gibi, altı,
gümüş v.s. De olabilir, mal deyimi genel bir ifadedir ve ayırım yapılmamıştır.
Zaten başka bir rivayette uğursuzluğu açıkça kabul etmişlerdir, şöyle ki:

133-.......... Bana Mâlik, İbn Şihâb’dan; o da Umer’in iki oğlu Hamza ile Sâlim’den;
onlarda babalarından olmak üzere tahdis etti ki, Resûlullah (S): “Uğursuzluk kadında,
evde ve atta olur” buyurmuştur.(Buhari, Kitâbu’n-Nikâh 31 C.11 S.5187 Ötüken 1988 )

Böylece adetleri üzere yine kendi kendilerini yalanlamış oldular.

Kur’an’a göre, insanların başına bir musibet geldiğinde bu onların işlemiş olduğu işler
yüzündendir. Yoksa onların kullanmış oldukları ev, elbise, binek v.s. İle ilgisi yoktur,
buna göre uğursuzluk veya günlerin birbirinden farkı yoktur. Zamanın kendisi uğursuz
sayılamaz, zaman belalı gelmişse bu işlenmiş olan işlerden o işi işlemiş olanlar
yüzündendir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir.
(Allah, işlediklerinizin) birçoğunu da affeder. 42/30

Yine rivayet ettiler ki:

134- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün)
aramızda doğrulup:
“(Hastalık nev’inden) hiçbir şey hiçbir şeye sirayet etmez!” buyurmuşlardı ki bir bedevi:
“Ey Allah’ın resûlü! Nasıl olur? Bir deve sürüsüne kuyruğu ile haşefesini uyuzlaşmış bir
deve gelince hepsini uyuzlu yapar! dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Pekalâ birincisini kim
uyuzladı? Ne sirayet, ne safer vardır......... (K.S. 4836 C.14 S.17 Akçağ 1992 alıntısı,
Tirmizi, Kader 9, (2144). )

Rivayet ettikleri bu hadislerle hastalık bulaşması diye bir şey olmadığını rivayet ettiler. Bu
ise gerçeklere uymayan bir husustur, ilk deveye kim bulaştırdı demek, ilk deveyi kim
doğurdu demeye benzer, bunun ise bir mantığı yoktur, ilklerin başlaması ilk aşama olarak
kendi başlarınadır. Bazı hastalıkların bulaştığı tıbben sabittir. Kendileri de bu rivayetlerini
yalanlayan aşağıdaki rivayeti tahdis ettiler:
64

135-............ İbn Abbâs dedi ki, Resûlullah (S)’ten işittim şöyle buyurdu: (Veba hastalığı
hakkında) “Bu hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zamân oraya girmeyiniz. Hastalık
sizin bulunduğunuz yerde vâkı’ olursa, oradan kaçmak için sakın o yerden dışarı
çıkmayınız!” Abdullah - Bunun üzerine Umer, Allah’a hamdetti, sonra ayrıldı, demiştir.
(Buhâri, Kitâbu’l-Tıbb 44 C.12 S.5757 Ötüken 1988. )

Yukarıdaki iki rivayet birbirleriyle çelişkili olduğu gibi, kendi içerisinde de çelişkili olan
şu rivayeti tahdis ettiler:

136-............ Bize Said ibnu Minâ tahdis edip şöyle dedi: Ben Ebû Hureyre (R)’den işittim,
şöyle diyordu: Resûlullah (S): “Hastalığın (sâhibinden bir başkasına) kendi kendine
sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş (ötmesinin te’siri ve kötülüğü)
da yoktur. Safer ayında uğursuzluk yoktur. (Bunlar Câhiliyet hurâfeleridir.) Fakat ( ey
mü’min) sen cüzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’t-Tıbb 27
C.12 S.5740 Ötüken 1988 )

Madem ki hastalık bulaşması yoktur Cüzâmlıdan kaçmanın manası nedir ki, bu açık bir
çelişkidir.

137- Sa’id İbnu Ebi Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Kim her sabah acve hurmasından yedi tane yerse o gün geceye kadar ona
ne zehir ne de sihir zarar verir. K.S. 3987 C.11 S.270 Akçağ alıntıları, Buhâri, Tıbb 52,56,
Et’ime 43; Müslim, Eşribe 154,(2047); Ebû Dâvud, Tıbb 12, (3875,3876). )

Bu öyle bir iddiadır ki, boş bir iddia olduğu basit bir deneme ile hemen anlaşıla bilir. Değil
yedi acve hurması, kişi yedi sepet acve hurması yerse kendisine verilecek biraz güçlü bir
zehirin etkisinden kurtulamaz. Zira acve hurmasının öyle bir etkisi olsaydı ilaç olarak
eczanelerde satılacak ve kimse zehirlenme yoluyla ölmeyecekti, fakat gerçekler bu
iddianın aksi yöndedir. Bu rivayete inanan bir kimseye, haydi yedi adet acve hurması ye,
bizde sana istediğimiz bir zehir verelim ve sana tesir etmediğini ispatla dersek, sanmam ki
dünyada bunu göze alacak aklı başında bir kişi çıksın.

138- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Ölüm dışında hiçbir hastalık yoktur ki çörek otunda onun için bir deva
bulunmasın.” (K.S. 3986 C.11 S.268 Akçağ 1991 alıntısı, Buhari, tıbb 7; Selam 89,
(2215); Tirmizi, Tıbb 5,(2042), 22,(2071). )

Çörek otunun her hastalığın ilacı olduğu yolundaki iddia, acve hurması için uydurulan
türden boş bir iddiadır, Bir çok araştırmalara rağmen kanser gibi bazı hastalıkların ilacı
bilinemezken, böyle bir iddia gerçeklere uymamaktadır.

140- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor:”Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı işittim,


diyordu ki:Rukyelerde, temimlerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi
şirk vardır....”.... (K.S. 4035 C.11 S.353 Akçağ 1991, alıntısı, Ebû Dâvud, Tıbb 127,
(3883). )

141- Hz. Ebu Sa’ad radıyallahu anh anlatıyor:”Biz,Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın


65
çıkardığı askeri) bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir câriye gelip:
“Obamızın efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda
yoklar. Sizde rukye yapan biri var mı?” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda
mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyu verdi. Adam
iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona :”Yahu sen rukye bilir
miydin?” dedik. “Hayır, ben sadece Fatiha okuyarak rukye yaptım” dedi. Biz kendisine
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a sormadan (bu verdiklerine) dokunma!” dedik.
Medine’ye gelince, durumu ona söyledik. Aleyhissalâtu vesselâm “Fatiha!nın rukye
olduğunu (tedavi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları
paylaşın, bana da bir hisse ayırın! buyurdular.” (K.S. 4033 C.11 S.346 Akçağ 1991 alıntısı
Buhâri, Tıbb 39, 33,İcâre 16, Fedâilu’l-Kur’an 9; Müslim, Selam 66,(2201); Ebû Dâvud,
Tıbb 19,(3900); Tirmizi, Tıbb 20, (2064,2065). )

Rivayetlerinin çelişkili olduğu açıktır. 140. Rivayette rukye yapmak şirk olarak
sayılmışken. 141. Örnekte ki rivayette güya, Resûlullah fatihayla rükne yapılmasını tasvip
etmiş, hatta Fatiha’nın rukye olduğunu söylemiş ve ücret olarak alınmış olan koyunlardan
pay istemiştir. Kesin olarak! Kur’an ayetleri hastaların üzerine okunup üflenmek için
inmemiştir. Bu yönden şifa verme hususunda tesirleri yoktur. Böyle olduğu da denemeyle
kolayca anlaşıla bilir. İnsanlar, Kur’an ayetlerini, baş ağrısı, karın ağrısı v.s. gibi
hastalıklara okuyup üflerler, bu tip hastalıklar kendi kendilerine vücut direnci yoluyla
geçebilen hastalıklardır. Eğer ki böyle bir iddia gerçek olmuş olsaydı, yani örneğin, Fatiha
rukye olmuş olsaydı sakat bir kimseye okunduğunda da tesir etmesi gerekirdi. hal bu ki
sakat olan bir kimseye kıyamete kadar okunup üflense şifa yönünden tesir meydana
gelmez, bu durum Kur’an’ın bir zaafı değildir. Zira Kur’an’ın iniş amacı bu değildir. Her
gün milyonlarca kişi defalarca Fatiha Sûresini okumaktadır. Buna rağmen
hastalandıklarında doktora gitmek zorunda kalmaktadırlar. Bundan da yapılan iddiaların
tıbbi şifa yönünden gerçeklere uymadıklarını anlamak mümkündür.

Yapmış oldukları tedavi ile ilgili bazı rivayetler de okuyup üfleme yerine, okuyup
tükürmeyi tahdis etmişlerdir. Amaçları saygısızlık etmektir, yoksa, Kur’an okumayla
hastaya tükürmenin bir ilgisi yoktur, Şöyle ki:

142- Hârice b. Es-Salt, amcasından rivayet ettiğine göre: O (Hârice’nin amcası) bir kavme
uğradı. Kavimdekiler onun, yanına gelip;
- Şüphesiz sen o zat (Hz. Peygamber)’in yanından hayırlı bir şey getirmişsindir, bizim için
şu adama rukye yap, dediler ve kendisine iplerle bağlı deli bir adam getirdiler.
Harice’nin amcası sabahlı akşamlı üç gün adama Fatiha Sûresini okudu. Sûreyi her
bitirişinde tükürüğünü biriktiriyor sonra da tükürüyordu. Adam sanki kösteğinden
kurtulmuş gibi oldu, (iyileşti). (Delinin arkadaşları) rukye yapan zata (ücret olarak) bir şey
verdiler. Adam, Resûlullah (s.a.)’a gelip durumu haber verdi.
Efendimiz (s.a):
“-Ye, ömrüme yemin ederim ki, kimileri bâtıl bir rukye ile yerler, sen ise hak bir rukye ile
yersin.” buyurdu. (Ebû Dâvud, K. el-icâre (22) Bab 37 C.12 S.496 R.3420 Şamil 1991 ).

143-.......... Bize Sufyân ibn Uyeyne, Abdu Rabbih ibnu Sa’d’den; o da Amre bin tu
Abdirrahman dan haber verdi ki, Âise (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) rukye
tedâvisinde şu duâyı söylerdi: “Allah’ın ismiyle. Şu bizim yurdumuzun toprağı ve
bâzımızın tükürüğüdür. Bunlardan Rabb’imizin izniyle hastamız şifâlanır!” (Buhâri,
66
Kitabu’l Tıb 61 C.12 S.5769 Ötüken 1988 )

Putperestler taştan topraktan yaptıkları putlardan medet umarlardı, kim bilir, belki de
tükürükten medet ummak onların bile aklına gelmemiştir. Peygamberi bunların
iftiralarından tenzih ederim. Kur’an’la, tükürüğü bir olayın tamamlayıcı unsurları olarak
düşünmek, Kur’an’a açıktan açığa yapılmış bir saygısızlıktır. Bütün bu gibi şeylerle esas
olarak yapmak istedikleri, Kur’an’ın iniş amacıyla ilgili olarak insanları yanlış
yönlendirmek ve Kur’an’ı onların gözünden düşürmektir, yoksa Kur’an’ın okunup
hastalara üflenmesiyle veya tükürükle hiçbir ilgisi yoktur, neyi, neyin seviyesine
indirmeye çalıştıkları çok düşündürücüdür.

Kur’an’ın, bunların iddia ettikleri gibi bir tedavi kitabı olmadığı konusunda Kur’an’dan
mealen:

- Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yâhut arzın parçalandığı, yâhut ölülerin


konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (bu Kitâb olurdu). Ama bütün işler Allah’a
aittir. İman edenler hâla anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, bütün insanları yola
iletirdi? Yaptıkları (küfür ve kötü işler) yüzünden inkar edenlerin, başlarına âni bir
belâ gelecek, yâhut (o belâ) evlerinin yakınına konacak, Allah’ın va’di gelinceye
kadar bu böyle sürüp gidecektir. Allah, va’dinden aslâ dönmez. 13/31

Kur’an okunduğunda ne dağlar yürütülür, ne yer parçalanır, nede ölüler konuşturulabilir.


Ancak hidayet bulmak için onun ayetlerinden istifada edilir. Yoksa, Kur’an ayetlerinin
okunup hastaya üflenmesinin hastaya sağlayacağı hiçbir yarar yoktur. Bu gibi iddialar,
Kur’an’ın iniş amacını saptırmaya yönelik iddialardır.

GÖZ YANİ NAZAR DEĞMESİ HAKKINDA DA BİR TAKIM ASILSIZ


RİVAYETLER UYDURMALARI

144-............ Ebû Hureyre (R): Resûlullah (S) : “Göz değmesi haktır (sâbittir)” buyurdu ve
döğme yapmaktan nehyetti, demiştir. Buhari, Kitâbu’l-Libâs 154 C.13 S.5952 Ötüken
1989, diğer rivayet edenler Müslim 2187; Ebû Dâvud 3879; Bak, K.S. 4042 )

145-............ Bize ez-Zuhri, Urve ibnu’z-Zubeyr’den; o da Ebû Seleme’nin kızı


Zeyneb’den; o da annesi Ümmü Suleym(R)’den şöyle haber verdi: Peygamber (S), zevcesi
Ümmü Seleme’nin evinde, yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu gördü de: “Bu kız
çocuğuna rukye tedâvisi yapınız! Çünkü bunda nazar değmesi vardır” buyurdu. (Buhâri,
Kitâbu’t-Tıbb 54 C.12 S.5765 Ötüken 1988 )

İddialarınca bir kimse yalnızca bakmak suretiyle, bir canlıya veya bir eşyaya baktığında
onu fiziksel olarak etkiliye bilir ve ona zarar verebilir. Buna inanan bir çok kimse başına
gelen her çeşit felaketi veya istemediği bir durumu göz değmesine bağlamaktadır. Öyle ki:
Hastalansa, bir yakını ölse, işi istediği gibi gitmese veya malına bir zarar gelecek olsa,
kendisine nazar değdiği kanaatinde ve inancındadır, hatta kendisine nazar değdirdi diye,
hiç ilgisi olmayan ve olması da mümkün olmayan kimseleri suçlama yoluna gider. Bu
inançta olan kimseler, önlem olarak nazar boncuğu ve nazarlık diye adlandırdığı cam
parçalarından ve hatta eşek veya at nalından medet ummakta, bunları kendi üzerine,
yakınlarının üzerine veya mallarının üzerine asarak nazar değmesinden koruyacaklarına
67
inanmakta ve dolayısıyla bunları putlaştıra bilmektedir. Veya nazarın kendi yerine
bunlara değeceğine inanan kimseler de vardır, güya nazar değdirecek şahsın nazarı bunlara
isabet edecek, böylece kendisinin veya malının nazardan korunacağı inancında olan bazı
kimselerde bunları kullanmaktadırlar. Bu inançlar o kadar yaygın durumdadırlar ki, ülke
çapında nazar boncuğu veya çeşitli nazarlıklar imal eden bir sanayi mevcut olduğu gibi,
kitleler tarafından bunlara büyük bir talep vardır. Bütün bu inançlar İslam dininde yeri
olmayan inançlardır, hiç kimsenin bakışında öyle bir etki olmadığı gibi, cam veya başka
şeylerin, insanları bu iddia çerçevesinde koruma özelliği de yoktur.

Kendilerine İslam alimi diyen bir takım kimseler, nazarın varlığıyla ilgili olarak şu ayetleri
delil getirmektedirler. Mealen:

-O inkâr edenler, zikri (Kur’an’ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle


devireceklerdi. “O delidir” diyorlardı.
68/51

Ayette kafirlerin kin ve kızgınlıkları müteşabih olarak anlatılmıştır. Yani kaşlarını çatarak,
sert sert baktıkları vurgulanmıştır. Nazara inanların ortak görüşü, kendilerine ait olan bir
şeyin kıskanıldığı ve dolayısıyla kendilerine nazar değdiği şeklindedir. Ayette ise
kafirlerin Kur’an’ı kıskandıkları veya Peygamberi kıskandıkları vurgulanmamıştır, tam
tersine, kafirler kin ve öfkeleriyle, Kur’an’ı tebliğ eden peygamber için deli ifadesini
kullanmışlardır. Bu yönden nazara inananların inancıyla mealini yazmış olduğum bu ayeti
bağdaştırmak mümkün değildir. Diğer bir hususta, ayette kafirlerden kitle olarak
bahsedilmiştir, eğer iddia edildiği gibi bir nazar değdirme olayı olmuş olsa, bu kafirlerin
tamamının nazar değdire bilme özelliğine olup, nazar değdire bildikleri neticesine varılır
ki bu da saçma bir iddi olmuş olur. Kaldı ki nazara inananlar bu özelliği, kafir olsun,
Müslüman olsun ancak bazı özel kimselere isnat etmektedirler. Bu itibarla ayeti nazar
değdirme olayı ile bağdaştırmağa imkan yoktur ve dolayısıyla İslam dinine göre nazar
değdirme olayı da yoktur.

Nazar değdirme olayı iddialarına delil gösterdikleri bir diğer ayette ‘Yusuf Sûresi 67.’
ayetidir, mealen:

- Ve deki: “Oğullarım, (Mısır’a) bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin
ama ben(ne yapsam) Allah(ın takdir)inden hiçbir şeyi sizden savamam, Hüküm,
yalnız Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim, tevekkül edenler de O’na tevekkül
etsinler!” 12/67

Ayet içinde geçen, ayrı ayrı kapılardan şehre girilmesi olayını nazar değmesine
bağlamaktadırlar. O zaman şu soruyu sormak lazım, hep beraber bir kapıdan girdiklerinde
kardeş olduklarını bilip onları kıskanmak suretiyle kim nazar değdirecekti, öyle ki
birbirleriyle akrabalıkları olmayan bir kafile olarak yorumlanmaları da mümkündür. farz
edelim ki kapıda kardeş oldukları bilindi ve kıskanılmak suretiyle onlara nazar değdirme
olayı mümkün hale gelmiş olsun, aynı olay şehirde gezinmeleri halinde de mümkündür,
nitekim hep birlikte gidip zahire istemişlerdir. Kapıda kendilerine nazar değdirilebiliyorsa
şehirde de toplu olarak gezdiklerinde kendilerine nazar değdirile bilir. Halbuki ayette şehri
gezdiklerinde, şehir içinde de ayrı ayrı gezmeleri bildirilmemiştir, hatta şehirden çıkmaları
durumunda, hem de zahire yükleri de tam da doluyken ayrı ayrı kapılardan çıkmaları da
68
söylenmemiştir. Bu itibarla, bu ayetin nazarla hiçbir ilgisi yoktur. Olsa olsa, şehre
ayrı ayrı kapılardan girmelerinin istenmesi, bir kısmı şehre girmekten engellense diğerleri
girebilsin ihtimaliyle ilgili olabilir, bu da makul bir davranıştır. Böyle bir önlem mahzurlu
olmamakla beraber, Allah’ın istemesi halinde, Allah’ın hükmünü hiçbir önlemin geri
çeviremeyeceği ve Allah’a tevekkülün gerekliliğini vurgulanmıştır.

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, İslam inancında nazar değdirme olayı diye bir şey
yoktur, bu konuda uydurulan rivayetler Kur’an’a uymamaktadır.

PEYGAMBERLER VE YAKINLARI HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

146- İbnu Abbas (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) :”Ey
Allah’ın Resûlü, saçların ağardı yaşlandın” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu Vesselâm):
“Beni, Hûd, Vâkı’a, Mürselât, Ammeyetesâelun ve İzâ’ş-Şemsü Küvviret sûreleri
ihtiyarlattı” cevabını verdi”. (K.S. 659 C.4 S.29 Akçağ 1988, alıntısı, Tirmizi, Tefsir,
Vâkı’a. (3293). )

147- ............ Usmân ibn Abdillah ibn Mevheb: Ben Ümmü Seleme’nin yanına girdim. O
bizlere Peygamber (S)’in saçlarından bir miktar boyanmış saç çıkarıp gösterdi, demiştir.
(Buhari, Kitâbu’l-Libâs 113 C.13 S.5929 Ötüken 1989 )

148- ......... Ebu Cuhayfe (şöyle demiş):


-Ben Resûlullah’a beyaz gördüm ihtiyarlamıştı, Ali’nin oğlu Hasan’a benziyordu. (Müslim
107/127 C.10 Sönmez Neşriyat).

Yukarıdaki üç rivayette, Peygamberin yaşlanmış olduğu ve saçlarının beyazlandığını,


beyazlanmış olan saçlarını boyadığı tahdis edilmiştir. Diğer başka rivayetlerde ise şöyle
demektedirler:

149-......... Sâbit el- Bunâni şöyle dedi: Enes’e Peygamber’in sakalını boyaması (vâki’ olup
olmadığı) soruldu da, Enes (R):
- Şu muhakkak ki, Peygamber (S) saç sakal boyayacak dereceye ulaşmadı. Eğer ben
O’nun sakalındaki beyaz kılları saymak isteseydim muhakkak sayardım, dedi. (Buhâri,
Kitâbu’l-Libâs 111 C.13 S.5928 Ötüken 1989 )

150- Enes’e Peygamberin saçının ağarıp ağarmadığı sorulmuş da:


- Allah onu beyazlıkla lekelemedi, demiş. (Müslim 105/126 C.10 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

Bu iki rivayetle diğer üç rivayet arasında açık bir çelişki vardır. Peygamberden hadis
rivayet ettiklerini iddia eden bu kimseler, peygamberin şimali hakkında dahi ihtilaf edecek
kadar onu tanımamaktalar. Onu tanımadıklarına dair diğer hadis örnekleri:

151- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm altmış üç
yaşında vefat etmiştir.” (K.S. 5529 C.15 S.346 Akçağ 1992 alıntıları, Buhari, Menâkıb 10;
Müslim, Fezâil 115,(2349); Tirmizi, Menâkıb 28,(3655). )

152- ... İbni Abbâs’tan naklen: “Resûlullah, Mekke’de on öç yıl kalmış ve altmış üç
69
yaşında vefat etmiştir.” (Müslim 117/135 C.10 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

153-........ İbni Abbâs rivayet etti ki: “Resûlullah altmış beş yaşında vefat etmiştir.”
(Müslim 122/138 C.10 Sönmez Neşriyat )

Görüldüğü gibi peygamberin yaşı konusunda ki hadisler çelişkili olup, İbni Abbâs’tan
peygamberin vefat yaşını 63 ve 65 olarak rivayet etmeleri ilginçtir.

154- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah yüzüğünü sağ eline takardı.” K.S.
2100 C.7 S.474 Akçağ 1988 alıntısı, Ebû Dâvud, Hâtim 5,(4226); Nesâi, Ziynet 49,
(8,175). )

155- İbnu Ömer (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


yüzüğünü sol eline takardı ve kaşını avucunun içine getirirdi. İbnu Ömer de böyle
yapardı.” (K.S. 2102 C.7 S.474 Akçağ 1988 alıntısı, Ebu Dâvud, Hâtim 5,(4227,4228). )

156-............. Bize Sufyân el-A’meş’ten; o da Ebû Vâil’den; o da Abdullah ibn Mes’ûd


(R)’dan tahdis etti ki, Peygamber (S): “sizden hiçbiriniz sakın benim Yûnus’tan hayırlı
olduğumu söylemesin” buyurmuştur. (Buhari, Kitabu’l-Enbiy3a 86 C.7 S.3224 Ötüken
1987. )

157-.......... Bize Şu’be, Katâde’den; o da Ebû’l-Âliye’den; o da İbn Abbâs (R)’tan tahdis


etti ki, Peygamber (S) : “Hiçbir kul için: Ben muhakkak Yûnus ibn Mettâ’dan hayırlıyım,
demesi uygun değildir” buyurmuş ve Yûnus’u babası Mettâ’ya nispet etmiştir. (Buhari,
Kitâb’l-Enbiyâ C.7 S.3225 Ötüken 1987. )

158- .......... Ben Humeyd ibn Abdirrahmân’dan; o da Ebû Hureyre (R)’den işittik ki,
Peygamber (S): “Hiçbir kul için: Ben Yûnus ibn Mettâ’dan hayırlıyım demesi yakışmaz”
buyurmuştur. (Buhari, Kitâb’l-Enbiyâ C.7 S.3226 Ötüken 1987.)

159-... Resûlullah’a atfen: Beni Musa’ya üstün tutmayın” (K.S. 4337 C.12 Akçağ,
alıntıları Buhari Enbiya 34-35; Müslim 2373; Ebu Davud 4671; Tirmizi 3240. )

160-...Resûlullah’a atfen: “Peygamberlerden birini diğerine üstün tutmayın.” (K.S. 4346


C.12 Akçağ, alıntısı Ebu Dâvud, sünnet 14(4668) )

Yukarıdaki rivayetlerle benzeri rivayetlerde hiçbir peygamberle diğer peygamberler


arasında derece farkı iddia edilmemesi ısrarla vurgulanmıştır, buna rağmen şöyle rivayet
ettiler:

161-......... Resûlullah’a atfen:


“Yaratılmışların en hayırlısı (Hayru’l-Beriyye) İbrahim peygamberdir.” (K.S.4335 C.12
Akçağ, alıntısı Müslim 2369; Tirmizi 2349; Ebu Dâvud 4672 )

162- ......... Ubeydullah’tan; o da Said ibn Ebi Said el-Makburi’den işitmiştir ki, Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber’e
- İnsanların (Allah katında) en çok kerem ve ihsâna nâil olanı kimdir? diye soruldu.
Peygamber (S)
70
- “İnsanların en kerimi, en muttaki olanıdır” buyurdu.
Soranlar:
-Ey Allah’ın Peygamberi, biz Senden amel cihetiyle en kerim olanı sormuyoruz, dediler.
Bunun üzerine Peygamber:
- “İnsanların en kerimi Allah’ın Peygamberi Yusuf’tur.......... “buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-
Enbiy3a 48 C.7 S.3174 Ötüken 1987. )

Yukarıdaki rivayetlerle diğer rivayetlerin aksine, çelişkili olarak peygamberler arasında


fark gözetilmiş ve İbrahim peygamberle, Yusuf peygamber, ayrı ayrı diğer
peygamberlerden üstün sayılmıştır ve buna rağmen şöyle demişlerdir:

163-.......... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Bir keresinde Rasûlullah’ın sofrasında et
yemeği getirildi ve kendisine bir kol kaldırılıp sunuldu. Çünkü Rasûlullah etin bu kısmını
severdi. Ondan ön dişleriyle bir lokma kopardı. Sonra şöyle anlattı:
“Ben kıyâmet gününde bütün insanların seyidiyim, efendisiyim.......” dedi. (Buhâri,
Kitâbu’t-Tefsir 233 C.10 S.4514 Ötüken 1988 ).

164- Resûlullah’a atfen: “Ademoğlunun Allah’a en kerim olanı da benim, Bunda fahr
yok!” (K.S. 4347 C.12 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Menâkıb 2(3614) )

165-..... Resûlullah’a atfen: “Kıyamet günü geldi mi, ben peygamberlerin imamı, hatibi ve
(onlar arasında) şefaat (etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok.” (K.S. 4348
C.12 Akçağ, alıntısı Tirmizi 3617. )

Böylece tahdis ettikleri rivayetlerle tekrar çelişki meydana getirmiş olmaktadırlar. İddia
ettikleri bu konularla ilgili olarak Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Andolsun biz, Adem oğullarına çok ikrâm ettik, onları karada ve denizde taşıdık.
Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yaratıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.
17/70

Yukarıda mealini yazdığım ayette görüldüğü gibi hiçbir insan yaratılmışların en üstünü
değildir. Ancak insan oğlu yaratılmışların bir çoğundan üstün yaratılmıştır. Bu itibarla
İbrahim peygamber veya başka bir Adem oğlu için yaratılmışların en üstünüdür demek
Kur’an’la bağdaşmaz. Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Allah’a, bize indirilene, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yâkub’a ve torunlara


indirilene; Mûsâ’ya, İsâ’ya ve peygamberlere Rab’leri tarafından verilene inandık;
onlar arasında ayırım yapmayız, biz O’na teslim olanlarız.” 3/84

Yukarıda ki ayet mealinde görüldüğü gibi peygamberler arasında ayırım yapılmaması


emredilmiştir . Yani bir kısmı kabul edilip bir kısmı red edilemez, aynı zamanda, Allah
tarafından peygamberlere indirilmiş olanların tamamına ayırım yapılmadan inanmak
şarttır, bu hususlar Allah’a iman etmeyle birlikte sayılmıştır. Tabi ki, Allah tarafından
indirilenden kasıt gerçek manada indirilmiş olanlardır, örneğin, kullar tarafından
uydurulup, Allah’ın indirdiğine katılmış olan hususlar değildir. Bu hususun tespiti içinde
Kur’an ölçüsünün rehberliği şarttır.
71
Kabul veya red yönünden peygamberler arasında İslam'a göre ayırım yapılmamakla
beraber, Peygamberler arasında derece farkı vardır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, göklerde ve yerde olan kimseleri daha iyi bilir (O, peygamber olmağa kimi
lâyık görürse onu seçer). Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kimine üstün
kıldık, Dâvûd’a da Zebûr’u verdik. 17/55

görüldüğü gibi peygamberler arasında derece farkı olmadığını söylemeleri Kur’an’la


bağdaşmamaktadır.

166- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a:
“Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle!” denilmişti. Şu cevabı verdi:
“Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak değil!” (K.S. 5347 C.15 S.144 Akçağ
1992, alıntısı Müslim, Birr 87, (2597). )

167-... Aişe’den naklen: Resûlullah’ın yanına iki adam girdi, ve onunla ne olduğunu
bilmediğim bir şey konuştular da gadaplandırdılar, O da kendilerine lânet ve sitem etti.
Çıktıkları vakit ben:
- Yâ Resûlullah! Şu iki adamın kazandığı hayırdan kim bir şey kazanabilir, dedim:
“Ne o?” buyurdu.
- Sen onlara lanet ve sitem ettin! Dedim.
“Sen benim Rabb’ime konuştuğum şartı bilmiyor musun? Allah’ım! Ben ancak bir
beşerim, Müslümanlardan hangisine lânet ve sitem edersem bunu onun için bir zekât ve
ecir kıl, dedim” buyurdular. (Müslim, 88/553 C.10 Sönmez Neşriyat )

İki rivayet çelişkili olduğu gibi. Müşriklere lânet söz konusu olunca, Peygamber rahmet
peygamberidir, kimseye lânet etmez. Fakat Müslümanlara ise lânet eder. Güya bu onlar
için bir zekat oluyormuş. Gerçekte ise istedikleri söz kalabalığı yaparak, peygamberi
Müslümanlara lânet ettirmekten başka bir şey değildir.

PEYGAMBERİN EHLİ BEYTİ YANİ HANE HALKININ KİMLER OLDUĞU


KONUSUNDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

168- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Şu âyet indiği zaman (meâlen):”... Ey
peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb 33),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazına giderken, altı aya yakın bir müddette,
Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ)’nın kapısına uğrayıp:
“Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt” Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor!”
buyurdu.” (K.S. 4495 C.12 S.418 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Tefsir, Ahzâb 3204 )

169- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ), üzerinde
siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı. O sırada Hasan
geldi onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da soktu. Sonra Fatıma geldi, onu
da soktu. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına soktu. Sonra da:
“Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb 33 )
buyurdu”. (K.S. 4496 C.12 S.418 Akçağ, alıntısı Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 61,(2424). )
72
170- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın evinin kapısında iken şu âyet nazil oldu:” ... Ey peygamber ailesi! Allah
günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzâb 33). Evde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve:
“Allah’ım, işte bunlar benim ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden
tertemiz kıl!” buyurdu. Ben atılıp:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben ehl-i beyt ten değil miyim? Dedim. Bana:
“Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resûlullah’ın zevcesisin!” diye cevap verdi.
(K.S. 4494 C.12 S.416 Akçağ, alıntısı, Tirmizi, Menâkıb, (3870). )

171- Yezid İbnu Hayyân, Zeyd İbnu Erkâm (radıyallahu anh)’tan naklen anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teâlâ’nın
Kitabı’dır. O, Allah’ın (sema-arz arasına uzanmış) ipi olup, kim ona tutunursa hidayet
üzere olur, kim de onu terk ederse dalâlete düşer. İkincisi itretim, Ehl-i Beytim’dir.” Biz,
Zeyd İbnu Erkam’a sorduk:
“Kadınları da Ehl-i Beyt’inden midir?”
“Hayır! Dedi, Allah’a yemin olsun, kadın bir müddet erkekle beraber olur. Sonra (kocası)
onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın Ehl-i
Beyt’i aslı ve kendisinden sonra sadaka haram olan asabesi’dir.” (K.S. 4497 C.12 S.419
Akçağ, alıntısı Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 37,(2408). )

Görüldüğü gibi ısrarla, Peygamber eşlerinin, Peygamberin Ehl-i Beyti olmadıklarını,


Peygamberin Ehl-i Beytinin, Damadı ve Amca oğlu Ali’nin, Ali’nin eşi, kızı Fâtıma ve
Torunları Hasan ve Hüseyin’in oldukları rivayet edilmiştir. Buna delil olarak Ahzâb 33
âyetini göstermektedirler.

Kavram olarak Ehl-i Beytin manası, akrabalık bağıyla birlikte, aile reisinin geliriyle
geçinen ve bir eve bağlı olarak yaşamlarını sürdüren kimseler manasına gelir. Bir aile
reisinin ehl-i beyti, kendisiyle akrabalık bağı olan, onunla bir çatı altıda yaşayan, gelir ve
giderlerini karşıladığı kimselerdirler. Ehl-i Beyt’in Türkçe’deki karşılığı Hane Halkı
demektir. Bu itibarla bir kimsenin amca oğlu damadı dahi olsa, hiçbir zaman, ayrı bir eve
ve gelir gidere sahip olması halinde onun ehl-i beyti kapsamına girmediği gibi, evlenip
baba ocağını terk eden kızlar de artık kocalarının ehl-i beyti dirler, zira, baba evinden
ayrıldıkları andan itibaren geçimlerinden, babaları değil , kocaları sorumludur. Fâtıma’da,
Ali’nin eşi olarak, Ali’nin ehl-i beyti idi, zira Ali’de kendi başına bir aile reisi idi.
Kendisine ait evi, geliri ve gideri olan bir kimse olarak, peygamberin ehl-i beyt’i kavramı
kapsamına girmesi mümkün değildir. Peygamberin ehl-i beyti, eşleri ve onunla birlikte bir
çatı altında , bir aile olarak yaşamlarını sürdüren ve geçimlerinden sorumlu olduğu
çocuklarıdırlar. Ehl-i Beyt kavramının kapsamı bu olmakla birlikte, ayrı bir hane halkı
olarak yaşayan çocukların durumu nedir diye sorulsa, onlar ehl-i beyt olarak değil de, ehil
olarak çok daha üstün bir yakınlık konumundadırlar, örneğin, evlilik yoluyla ehl-i beyt
kapsamına giren eşler, boşanma olması halinde ehl-i beyt’lik vasıflarını kaybederler.
Nesep yoluyla gelen ehillik ise yaratılıştan gelen bir durum olması nedeniyle insani
tasarruflarla kopması mümkün olmayan bir akrabalık bağıdır. Bundan dolayı, ehl-i beyt’lik
yoluyla kazanılan akrabalık bağından çok daha üstün bir bağdır. Zira birisi geçici
olabilecek bir konumda diğeri ise kalıcıdır, bundan dolayı ehilliği, ehl-i beyt’likle
tanımlamak, kalıcı vasıflar taşıyanı, geçici vasıflar taşıyan ile değiştirmektir, bu ise doğru
73
ve üstün bir tanımlama olmaz. Bundan dolayı, Ali’nin, Fâtıma’nın, Hasan ve
Hüseyin’in peygambere olan akrabalık bağları, ehl-i beyt’lik dışında olan ve insani
tasarruflarla kopması mümkün olmayan, Peygamber Ehli olma durumudur ve bu durum
üstün bir bağdır. Onlara ehl-i beyt’demek yaratılıştan gelen bu durumlarının yok
sayılmasıdır, bu ise iyi bir şey değildir. Biz onları peygamberin “Ehli” oldukları için çok
seviyoruz.

Ehl-i Beyt tanımıyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

-Ey peygamber! eşlerine söyle: “Eğer siz, dünyâ hayatını ve onun süsünü istiyorsanız,
gelin size müt’a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım” 33/28

-”Eğer Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah, içinizden
güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” 33/29

-Ey peygamberin kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun için azab iki
kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır. 33/30

-Fakat sizden kim Allah’a ve Resûlüne itâate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da
mükâfatını iki kat veririz ve (çenette) onun için bol rızık hazırlamışızdır. 33/31

-Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
(Allah’ın buyruğuna karşı gelmekten) korunursanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile)
söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel, (kuşkudan
uzak bir biçimde) söz söyleyin. 33/32

-Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliyle (çağı kadınları)nın açılıp saçılması gibi
açılıp saçılarak (kırıta kırıta) yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve
Resûlüne itaad edin, Ey Ehl-i Beyt (ey peygamberin ev halkı), Allah sizden, kiri
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 33/33

-Sizin evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, Şüphesiz Allah


lâtiftir, haber alandır. 33/34

Görüldüğü gibi, peygamberin ehl-i beyti olarak eşleri tanımlanmış ve onlara hitap
edilmiştir. Peygamberlerin eşleri ve Ehl-i Beyt’lik konusunda bir örnekte, Kur’an’dan Hûd
Sûresi 71,72,73, ten gösterebiliriz, mealen:

-(İbrâhim’in) karısı, ayakta duruyordu. (Bunu duyunca) güldü. Biz ona İshâk’ı
müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakûb’u. 11/71

-(İbrâhim’in karısı) “Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir pir iken doğuracak
mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!” 11/72

-(Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve


bereketleri sizin üzerinizde ey Ehl-i Beyt! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur.” 11/73

BÖLÜM 6
74
Bu itibarla, Ehl-i Beyt konusunda tahdis etmiş oldukları rivayetler Kur’an’a aykırı
olup, uydurmadırlar.

172- ....Ebû Hureyre’den rivayet: Cibril, Peygambere gelerek.


-Ya Resûlullah! İşte Hadice sana yönelmiştir.Beraberinde bir kap vardır ki, içinde katık
yahut yiyecek veya içecek vardır.Sana geldiği vakit ona Rabbi’nden ve benden selâm
söyle! Hem kendisini Cennette kamıştan bir evle müjdele! O evde ne gürültü olacak ne de
meşakkat! dedi. (Müslim 71/287 Cilt 10 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

Peygamberin eşi Hadice’ye Cennetten, beğene beğene kamıştan bir evi layık
gördüler.Akılları sıra alay etmek istedikleri bellidir.

173-...Câbir b. Abdillah’dan, demiştir ki:”Peygamber Sallallâhu aleyhi vesellem abdest


bozmak istediği zaman kendisini hiçbir kimse göremeyecek kadar (gözlerden
uzaklaşıp)giderdi.(Ebu Dâvud, K.Tahâre (1), Bâb2 s.12 c.1 Şamil 1987, diğer rivayet
edenler. İbni Mace tahare 22)

174-... Hz. Âişe’den rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.) küçük
abdest bozdu. Arkasında su kabı ile ayakta bekleyen Hz. Ömer (suyu uzatınca),
- Bu nedir yâ Ömer? buyurdu.
- Temizleneceğiniz sudur, dedi.
Nebi (s.a.) de cevaben,
- “Ben her bevledişimde su ile temizlenmekle emrolunmadım. Eğer böyle yapsaydım
(ümmetime her abdest bozmadan sonra) su ile taharetlenmek sünnet olurdu.” buyurdu.
(Ebu Davud K.Tahâre (1) Bâb 22 C.1 S.81 Şamil 1987, diğer rivayet eden, İbn Mâce,
tahâre 20 )

İslam Dininde temizlik için esas olan suyla temizliktir. Abdest ve Gûsül için Teyemmüm,
suyun bulunmaması halinde ruhsat olarak verilmiştir, suyun mevcut ve kullanılabilir
olması halinde, İslam Dinine göre hiç kimse başka bir şeyle temizlik yapamaz.
Teyemmümden esinlenerek, zaruret olması halinde başka bir temizlik vasıtasıyla temizlik
yapılması. Ancak başka bir çare olmaması halinde mümkün olabilir, bundan dolayı İslam
Dininde taharet taşı diye bir şey yoktur. Ancak zaruret varsa mümkündür, zira, Allah
hiçbir nefse yüklenemeyeceği bir yük yüklememiştir. Kur’an’dan mealen:

- Biz, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz. Katımızda hakkı söyleyen
bir kitap vardır. Onlara aslâ haksızlık yapılmaz. 23/62

Ayrıca her iki rivayet bir biriyle çelişkilidir. Birincisinde Peygamberin, kimsenin
göremeyeceği şekilde uzaklaştığını rivayet ettiler. Diğer rivayette ise Ömer’in ve Aişe’nin
huzurunda bevlettiğini rivayet etmeleri bir çelişki ve saygısızlıktır.

175-....... Muhammed b. El-Kâsım’ın azatlı kölesi Yunus b. Ubeyd dedi ki; Muhammed b.
El-Kasım Resûlullah (s.a.) bayrağının nasıl olduğunu sormak üzere beni el-Bera b. Âzib’e
gönderdi. (el-Bera b. Âzib de), “Bayrak Nemire kumaşından, siyah renkli ve kare şeklinde
idi.” diye cevap verdi. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 69 C.10 H.2591 S.93 Şamil,
ayrıca, Tirmizi Cihad 10. )
75
176-............ Cabir (r.a.)’den merfu’ olarak rivâyet olunduğuna göre Peygamber (s.a.)
Mekke’ye girdiğinde sancağı beyazdı. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 69 C.10 H.2592
Şamil 1990, ayrıca Tirmizi, cihad 9,10; Nesâi, menâsik 106; İbn Mâce cihâd 20. )

177- .... Simak’ın haber verdiğine göre, kavminden bir kimse, “Ben peygamber (s.a.)’in
bayrağını sarı renkli olarak gördüm” demiştir. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 69 C.10
H.2593 S.96 Şamil 1990. )

Bu kimseler gözün açıkça gördüğü bayrak gibi şeyler konusunda bile bu şekilde çelişkili
rivayetlerde bulunabiliyorlarsa bu öbür rivayetlerinin durumu hakkında da dikkat çekici
bir husustur.

178-. .... İbn Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) ihrâma girerken
başı(nın saçları)nı bal ile toplamıştır. (Ebû Dâvud, K. El-Menâsik (11), Bâb 12 C.6 H.1748
Şamil 1988. )

Görünürde güya peygamberi övüyorlar, hal bu ki saçlara bal sürüp açık havaya çıkmak,
hele sıcak iklimlerde, hiçte akıllıca bir iş değildir. Bu şekilde saçına bal sürenin saçları toz
toprak dolduğu gibi, ne kadar sinek ve sinek türü böcek varsa onlara davetiye çıkarmış
olur. Peygamber böyle aptalca bir hareket yapmaktan uzaktır. Bu rivayet sadece onu
uydurmuş olanın aptallığını temsil eder.

179-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve
Sellem:
“Birisi bana selâm verdiği zaman ona karşılık vermem için Allah ruhumu bana iâde eder.”
buyurmuştur. (Ebû Dâvud, K. El-Menâsik (11), C.8 S.39 H.2041 şamil 1989. )

Daha önce Kur’an’dan örnek vererek, ölen bir kimsenin, ameliyle ilgili olmadan,
Dünyadan, kıyamete kadar artık hiç bir şey duyamayacağını belirtmiştim. Kaldı ki, günde
milyarlarca defa peygambere selam edildiği bir zamanda, bu durum peygamberin, ruhunun
hiç bedeninden ayrılmadığı manasına gelmektedir. Eğer ki öyle bir durum olmuş olsaydı,
Müslümanlar gidip onu mezara koymazlardı. Ona sürekli selâm etmek suretiyle canlı
kalmasını sağlar ve aralarında tutma yoluna giderlerdi. Fakat gerçekler bu rivayetin aksi
yönündedir, dolayısıyla bu da uydurma bir rivayettir.

180-.... Bize İbrahim ibn Mûsâ tahdis etti. Bize İsâ ibn Yûnus, Hişâm’dan; o da babası
Urve’den haber verdi ki, Âise (R) şöyle demiştir: Benû Zureyk Yahûdilerinden Lebid
ibnu’l-A’sam denilen bir adam Rasûlullah’a sihir yaptı. Hattâ bâzı işi işlemediği hâlde
kendisine onu yaptığı hayâli gelirdi. Nihâyet günün birinde yâhud gecenin birinde benim
yanımda iken kendisi duâ etti, yine duâ etti. Sonra şöyle dedi:
- “Yâ Âişe! Kendisinden fetva istediğim şey hakkında Allah’ın bana fetvâ verdiğini bildin
mi? Bana iki adam geldi (Cibril ve Mikâil) Bunlardan biri baş ucumda, diğeri de ayak
ucumda oturdu. Akabinde bunlardan biri arkadaşına:
- Bu zâtın hastalığı nedir? diye sordu.
O da:
- Sihirlenmiştir, diye cevap verdi.
Öteki:
- Buna kim sihir yapmıştır? dedi.
76
Öbür melek:
- Lebid ibnu’l-A’sam, diye cevâp verdi.
Sonra:
- Bu sihir hangi şeyde yapılmıştır? diye sordu.
O da:
- Bir tarak, saç sakal tarantısı ve erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı ile, diye cevâb
verdi.
- Nerede yapılmış? suâline de:
- Zervân Kuyusu’nda -Bir rivayette: Zû Ervân Kuyusu’nda- diye cevâb verdi”.
(Âise dedi ki:) Sonra Resûlullah (S) sahâbilerden birtakım insanlarla berâber çıkıp bu
kuyuya gitti. Oradan dönüp gelince bana:
- “Yâ Âise! O kuyunun suyu kına suyu gibi kırmızımtırak yâhud etrafındaki hurma
ağacının uçları şeytanların başları gibidir” buyurdu.
Ben kendisine:
- Yâ Rasûlullah! Sen o sihri oradan çıkarmadın mı? diye sordum.
Rasûlullah:
- “(Hayır çıkarmadım.) Çünkü Allah bana şifâ ve âfiyet vermiştir. Ben o sihri çıkarmakla,
halk arasında sihir şerrini yaygınlaştırmamı istemedim” buyurdu.
Âise: Rasûlullah o kuyunun kapatılmasını emretti de kuyu gömüldü, demiştir. (Buhâri,
Kitâbu’t-Tıbb 77 C.12 S.5784-5785 Ötüken 1988, ayrıca Müslim, Selâm 43,(2198) )

181- Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a
sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Sonunda Cebrail aleyhisselâm gelerek:
“Seni Yahudilerden bir adam sihirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı” dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ali (radıyallahu anh)’yi (bu maksatla oraya)
gönderdi. Ali (radıyallahu anh) düğümü oradan çıkarıp çözdü. (Sihir çözülünce)
Aleyhissalâtu vesselâm, bağdan kurtulmuş gibi kendine geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunu, o yâhudiye zikretmedi ve onun yüzünü de hiç görmedi.” (K.S. 2240 C.8
S.100 Akçağ 1989, alıntısı Nesâi, Tahrim 20, (7,112-113). )

182-. ... Âise (R) şöyle demiştir: Rasûlullah’a sihir yapılmıştı. Hattâ kendisi kadınlarına
(cinsi münâsebet için) yanaşmamış hâldeyken, onlara yanaşır olduğunu düşünür,
zannederdi.
Râvi Sufyân: İşte böyle olduğu zaman bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir,
demiştir. ............. (Buhâri, Kitabu’l-Tıbb 79 C.12 S.5788 Ötüken 1988. )

Rivayetlerin çelişkili oldukları açıktır, bir rivayette büyü kuyudan çıkarılmadı kuyuya
gömüldü derken, diğer rivayette çıkarılıp çözüldü demeleri bil çelişkidir.

Görüldüğü gibi, peygamberin sihirlenmiş olduğunu ısrarla tahdis ettiler ve bu iddialarını


daha başka rivayetlerle de tekrarladılar, hem de peygamberin en şiddetli sihirle sihirlenmiş
olduğunu iddia ederek. Bu öyle bir iddiadır ki, kesinlikle, Allah ve Peygamber
düşmanlarını belirleyen en açık kıstaslardan (ölçütlerden) biridir. Tarih boyunca, İslam
dinine karşı delil getiremeyen, müşrik ve kafirler, dini tebliğ eden peygamberlere karşı,
onlar sihirlenmiş kimselerdir; delidirler v.s. Deme iftirasına sarılmaktan başka, sözle
saldırı için kendilerince geçerli başkaca bir çare bulamamışlardır ve bu gibi şeyleri
defalarca tekrarlamışlardır. Şimdi bu gibi kimselerin durumu hakkında Kur’an’dan örnek
verecek olursam. Mealen:
77

- Kur’an okunduğu zaman seninle âhrete inanmayanların arasına kapalı bir perde
çekeriz. 17/45

- Ayrıca, onu anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve kulaklarına bir ağırlık
veririz. Sen, Kur’an’da Rabbinin birliğini yâd ettiğinde (tek İlâh inancından
hoşlanmadıkları için) arkalarını dönüp kaçarlar. 17/46

- Biz onların, seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli


konuşurken de o zâlimlerin: “Siz sihirlenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!
dediklerini gayet iyi biliyoruz. 17/47

- İşte bak; senin için nasıl misâller verdiler! (Onun için öyle) saptılar ki. Artık bir
daha yol bulamazlar. 17/48

- Onlar (bir de) şöyle dediler: “Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyiyor,
çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle berâber uyarıcı bir melek indirilmeli değil mi?”
25/7

- “Yahut kendisine (gökten) bir hazine atılmalı, yâhut kendisinin bir bahçesi olmalı
da ondan (hiç zahmet ve meşakkat çekmeden) yemeli değil mi?” Ve zâlimler: “siz
başka değil, sâdece sihirlenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler. 25/8

- Bak, senin için nasıl misâller verdiler de saptılar. Artık bir daha yolu bulamazlar.
25/8

Görüldüğü gibi, Peygamberin sihirlenmiş olduğu iftirasını ancak zalimler ve doğru yolu
bulamayanlar yapmışlardır. Bunlar öyle kimselerdir ki, peygamberlik olayını yanlış
değerlendirdikleri gibi, Kur’an’ı anlamaktan kesinlikle uzaktırlar, böylece doğru yolu
bulamazlar. Bir kimse çıkıp ta, kul sözü, Allah sözünü iptal eder diyebiliyorsa, böyle bir
kimsenin durumu ibretle düşünülecek bir durumdur. Böyle kimseler, İslam dini açısından
mahvolmuş kişilerin ta kendileridir. Sihirlenmiş iftirasını, Firavun da Mûsa peygambere
yapmıştı. Kur’an’dan mealen:

- Andolsun, biz Mûsa’ya açık açık dokuz âyet (mucize) vermiştik. İşte İsrail
oğullarına sor: O (Mûsa) onlara gelmiş, Fir’avn ona: “Ey Mûsa, ben seni sihirlenmiş
sanıyorum” demişti. 17/101

- (Mûsa) dedi ki: “(Ey Fir’avn) bunları, ancak göklerin ve yerin Rabb’inin, benim
doğruluğumu gösteren) deliller olarak insanlara indirdiğini pekâlâ bildin. Ben de
sanıyorum ki, ey Fir’avn, sen mahvolmuşsun.” 17/102

Görüldüğü gibi, peygamberlere sihirlenmiş iftirasında bulunmanın karşılığı mahvolmaktır.


Böyle kimseler hidayete yol bulamazlar.

183- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a siyah bir
bürde (hırka) yaptım, bunu giydi. İçinde terlediği zaman ondan yün kokusu hissetti. Bunun
üzerine o hırkayı çıkarıp attı. Aleyhissalâtu vesselâm güzel kokudan hoşlanırdı.” (K.S.
78
5296 C.15 S.87 Akçağ 1992 alıntısı, Ebû Dâvud, Libâs 22 (4074). )

184- ibnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Hz. Mûsa aleyhisselâmın Rabbi Teâlâ hazretleriyle konuştuğu gün, üzerinde yünden bir
şalvar, yünden bir cübbe, yünden bir kisâ, yünden küçük bir serpuş (takke) vardı.
Ayağında da ölü eşek derisinden mamul bir ayakkabı vardı.” (K.S. 5299 C.15 S.89 Akçağ
1992 alıntısı, Tirmizi, Libâs 10, (1734). )

Kendilerince yünlü elbise pis kokuludur ve Mûsa peygamber, pis kokulu elbise içinde
Allah’la konuşmuştur demeleri saldırı amaçlı bir iftiradır. Kaldı ki yünlü elbiselerde pis
koku söz konusu değildir. Hangimiz yünlü elbise giymişte pis kokusundan dolayı çıkarıp
atmıştır. Tam tersi, yüksek kalitesinden dolayı yünlü elbiseler diğer elbiselerin çoğundan
daha pahalıdırlar. Onun için bu rivayet kasıtlı uydurulmuş olup aslı yoktur.

185- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, sıhhati
yerinde iken şöyle diyordu: “Hiçbir peygamber, cennetteki makamını görmeden
kabzolunmaz. Bundan sonra hayatı devam ettirilir veya öbür dünyaya gitme hususunda
muhayyer bırakılır.” ............. (K.S. 5405 C.15 S.222-223 Akçağ 1992 alıntıları, Buhari,
Megazi 83,84, Tefsir, Nisa 13, Marda 19, Da’avât 29, Rikâk 41; Müslim, Fezâil 87,
(2444); Tirmizi, Da’avât 77, (3490); Muvatta, Cenâiz 46, (1,238,239). )

İddia ettiklerine göre, Peygamberler ecelleri geldiğinde, ölüp ölmemekte serbesttirler.


İsterlerse yaşamaya devam ederler. Bu rivayet Kur’an’a aykırıdır, mealen:

- Allah, eceli geldiği zaman hiçbir nefsi ertelemez, Allah, yaptıklarınızdan


haberdardır. 63/11

Görüldüğü gibi, rivayet Kur’an’la çelişmekte olup, aslı yoktur. Diğer bir hususta,
mademki peygamberler iddia ettiklerine göre ölüp ölmemekte serbesttirler, niçin Mûsa
peygamberin ölüm meleğinin gözünü çıkardığını rivayet ettiler. Şöyle ki:

186- .............. Ebû Hûreyre (R) şöyle demiştir: Ölüm meleği Mûsâ Peygamber’e
gönderildi. Melek Mûsâ’ya gelince, Mûsâ, meleğe bir tokat vurdu. Melek Rabb’ına döndü
ve:
- Sen beni ölmek istemeyen bir kula gönderdin, dedi.
Allah, meleğe gözünü iâde etti ve tekrar Mûsâ’ya dön (dedi)..........
(Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz 95 C.3 S.1261 Ötüken 1987. )

Mûsa peygamber madem ki ölüp, ölmemekte serbestti, niçin ruhunu almaya gelen ölüm
meleğinin gözünü çıkarsın? Biz Mûsa Peygamberi ve Ölüm meleğini böyle bir olaydan
tenzih ederiz, böyle bir olay olmamıştır. Ölüm meleğinin gözünü çıkarmak, bu rivayeti
uyduranların içinde ki bir hasrettir, buna da asla güçleri yetmez.

Kur’an öğretisinden insanları uzaklaştırmak için, İsa peygamber gelecek, Mehdi gelecek
gibi rivayetlerle, gerek fertleri, gerekse kitleleri, Kur’an öğretisine karşı pasif duruma
getirdiler. Böylece insanlar ellerinde Kur’an, Mehdi veya İsa Peygamber beklentisi içine
girdiler. Ellerinde Kur’an bulunması onlar için yeterli olmadı, sanki Mehdi veya İsa
79
Peygamber gelecek olsa dahi, Kur’an dışında bir öğretide bulunacak veya ondan
daha üstün bir söz söyleyecekte insanlar hidayet bulacak. Reçetesi elinde olmasına
rağmen, mevcut olmayan doktoru arayan şaşkın hastalara benziyorlar. İddia ettiklerine
göre, kıyamete yakın bir zamanda, 40 gün veya 40 yıl kala, dünya kötülüklerle dolmuşken,
kimine göre İsa Peygamber, kimine göre de Mehdi gelecek ve onun gelmesiyle insanlar
hidayet bulacaktır. Şimdi bu konudaki rivayetlerinden örnekler verecek olursak:

187-............. Ez-Zuhri tahdis edip şöyle dedi: Bana Said ibnu’l-Müseyyeb haber verip
şöyle dedi: Ebû Hureyre (R) Rasûlullah (S)’ten şöyle buyurduğunu işitti: “Meryem oğlu
İsâ sizin içinize, hükmünde âdil bir hâkim olarak inmedikçe, sâlibi kırmadıkça, domuzu
öldürmedikçe, cizye vergisini kaldırmadıkça ve mal hiçbir kimse kâbul etmeyecek
derecede dolup taşıncaya kadar kıyâmet kopmaz”. (Buhari, kitâbu’l-Mezâlim ve’l-Gasp 37
C.5 S.2294 Ötüken 1987 ).

188- Said ibnu’l, Müseyyeb, Ebû Hureyre (R)’den şöyle dediğini işitmiştir: Rasûlullah (S)
şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak ileride Meryem
oğlu İsâ sizin içinize adâletli bir hakem olarak inecektir. O zamân o, salibi kıracak,
domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak, mal o kadar çoğalacak ki, hiçbir kimse mal
kabûl etmeyecek. Nihâyet bir tek secde dünyâ ve dünyâdaki her şeyden daha hayırlı
olacaktır”. Bunun ardından Ebû Hureyre (R) şöyle derdi: İster şu âyeti okuyunuz: “Ehli
kitâbdan hiçbiri hâriç olmamak üzere, ölümünden evvel, and olsun ona (İsâ’ya) mutlaka
imân edecek, o da kıyâmet günü kendileri aleyhine bir şâhit olacaktır.” (en-Nisâ 159)
(Buhari, Kitâbu’l-Enbiyâ 118 C.7 S.3263 Ötüken 1987 ).

189- Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma’nın evlatlarındandır.” (K.S.
5007 C.14 S.276 Akçağ 1992 alıntısı, Ebû Dâvud, Mehdi 1,(4290). )

190- İbnu Mes’ûd radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah, o günü uzatıp, benden bir kimseyi o
günde gönderecek.” İbnu Mes’ûd: “Resûlullah yahut da şöyle buyurmuştu der: “...Ehl-i
beytimden birini, ki bu zatın ismi benim ismime uyar, babasının ismi de babamın ismine
uyar. Bu zat, yeryüzünü, -eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine- adalet ve
hakkâniyetle doldurur.” (K.S. 5006 C.14 S.275 Akçağ 1992 alıntısı, Ebû Dâvud, Mehdi 1,
(4282); Tirmizi, Fiten 52, (2231,2232). )

191- Hz. Enes İbnu Mâlik radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:.........Mehdi, Hz. İsa’dan başkası değildir.” (K.S. 4039 C.17 S.547 Akçağ
1993 alıntısı, ibn-i Mace 7219 )

İsâ peygamber bir şahıstır, Mehdinin de var olduğunu farz edersek, o da ancak bir şahıs
hüviyetindedir. İkisinin ayrı şahıslar veya aynı şahıs olmaları bu gerçeği değiştirmez.
Yani, hangi şekilde rivayet uydurulursa uydurulsun onların insan oldukları gerçeğini
değiştirmek mümkün değildir, zira dayandırıldıkları köken rivayetler de yapılan iddia
insana dayandırılmıştır. Şimdi hal böyle olunca tekrar dünyaya gelmeleri veya dünyada
olup ta insanlarla irtibatlı olacak şekilde açığa çıkmaları ancak kendi ömür süreleriyle
sınırlı olacaktır. Yani her ölümlü gibi, bir yaşam süresi sürdürüp öleceklerdir.
80
Peygamberimizin vefatından sonra birçok nesiller, Mehdi veyâ İsâ peygamberle irtibat
kurmadan ölüp dünyadan ayrıldılar. Mehdi veya İsâ peygamberin geleceğini farz edersek,
yaşamlarını sürüp öldüklerinde, onlardan sonrada birçok nesillerin onlarla irtibat
kurmadan yaşam sürmeyeceğini, İslam'a dayalı olarak hiçbir kul iddia edemez, zira bizim
inancımıza göre Allah’tan başka hiç kimse kıyametin saatini bilemez. Mehdi veya İsâ
peygamberle irtibat kurmadan yaşam süren nesiller açısından İsâ peygamber veya
Mehdinin gelip gelmemesinin, bir manası olmadığı gibi, İsâ peygamber veya Mehdinin
gelip gelmemesinin, Kur’an mevcut olduğundan İslami yaşam açısından da bir manası
yoktur. Onun içindir ki tüm nesillerin yollarını bulabilmek için Kur’an’a yapışmaktan ve
onu anlayıp önder kabul etmekten başka çareleri yoktur. Kim Kur’an’ı ardına atıp, başka
bir kurtarıcı ararsa veya böyle bir kurtarıcı beklentisi içerisine girerse asla yolunu
bulamaz. Onun içindir ki, ne Mehdi diye bir kimse vardır, nede İsâ Peygamber tekrar
dünyaya gelecektir. Böyle bir beklenti boş hayalden başka bir şey değildir.

Kendilerine İsâ peygamberin tekrar dünyaya geleceğiyle ilgili olarak Nisâ 159’u delil
göstermektedirler, şöyle ki, mealen:

- Andolsun, Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak
olmasın. Kıyâmet günü de O, (İsâ) onların aleyhine şâhit olacaktır. 4/159

Mealini yazmış olduğum Nisa 159 cu âyetini İsâ Peygamberin tekrar dünyaya geleceği
şeklinde anlamak mümkün değildir. Zira Âyet mealinden de kolayca anlaşılacağı üzere,
tüm kitap ehlinin, yani hem Hıristiyanların, hem de Yahudilerin ölmeden önce Ona yani
İsâ Peygambere İman edecekleri belirtilmiştir. Bu olay İsâ Peygamberin tekrar dünyaya
gelmesiyle ilgili ise, onunla beraber yaşam sürmeden bu güne kadar ölüp giden Ehli
Kitaptan kimselerin durumu nasıl izah edilebilir. Ehli Kitaptan nesillerdir birçok kimse
yaşadı ve öldü, halen İsâ peygamber dünyaya gelmiş değildir. Halbuki âyette genelleme
yapılmıştır, hepsi kesinlikle inanacak ifadesi kullanılmıştır. Onun için Ehli Kitaptan
kimselerin, İsâ peygambere iman etmelerinin, İsâ peygamberin tekrar dünyaya gelmesiyle
bir ilgisi yoktur. Diğer bir hususta iman etmelerine rağmen onların aleyhine şahitlik
yapacak olmasının âyette belirtilmiş olması hususudur. Yani tamamı iman edecek buna
rağmen İsâ peygamber onların aleyhine şahitlik edecektir. Eğer rivayetlerde iddia ettikleri
gibi, İsâ peygamber tekrar dünyaya gelip te Ehli Kitabın tamamı ona iman edecekse, o
zaman bu demektir ki yalnız gelmeyecek, ölmüş olan tüm ehli kitabı da beraberinde
getirecektir, hepsi birlikte içtima edip ona iman edecekse ve dünya adaletle dolacaksa
böylesine iyi insanların aleyhine nasıl şahitlik yapmak mümkün olur. Bundan dolayı
durum rivayet ettikleri ve anlattıkları şekilde değildir. Ehli Kitaptan kimselerin bu şekilde
iman etmeleri, ölüm geldiğinde, İman edilip te geçerli olmayan imandır. Şimdi bu şekilde
iman etmeyle ilgili olarak Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- İsrâil oğullarını denizden geçirdik, Fir’avn ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak


için onların arkalarına düştü. Nihâyet boğulma kendisini yakalayınca (Fir’avn):
“Gerçekten İsrâil oğullarının inandığından başka İlâh olmadığına inandım, ben de
Müslümanlardanım!” dedi. 10/90

- “Şimdi mi? Oysa daha önce isyân etmiş, bozgunculardan olmuştun.” (denildi) 10/91

- “Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizin dibinden) kurtarıp


81
(sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olsun, Ama
insanların çoğu âyetlerimizden gafildir.” 10/92

Görüldüğü gibi, son anda iman etmek veya tevbe etmek, Kur’an açısından geçersizdir.

Kur’an’dan mealen:

- (İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabb’inin gelmesini ya da Rabb’ini


bâzı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabb’inin bâzı âyetleri geldiği gün,
daha önce inanmamış ya da imânında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık
inanması bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, biz de beklemekteyiz.” 6/158

- Allah’a göre, şu kimselerin tövbesi makbûldür ki, câhillikle bir kötülük yapıp
hemen ardından tevbe ederler. İşte Allah onların tövbesini kabûl eder, Allah
bilendir, hikmet sahibidir. 4/17

- Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: “Ben şimdi tevbe ettim.”
diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur (öylelerinin tövbesi makbûl değildir).
Onlar için acı bir azab hazırlamışızdır. 4/18

İşte Nisa 159 da bahsedilen durum da bu şekildedir. İsâ peygamberin tekrar dünyaya
geleceğiyle ilgili değildir. Zira İsâ peygamber Vefat etmiş olup, iddia ettikleri gibi tekrar
dünyaya gelecek değildir.

Kur’an’dan mealen:

- “Biz Allah’ın elçisi, Meryem oğlu İsâ Mesih’i öldürdük!” demelerinden ötürü...
Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat (İsâ) onlara benzer gösterildi. Onun
hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta
bir bilgileri yoktur. Sâdece zanna uyuyorlar. Onu yekinen öldüremediler (onu
öldürdüklerini kesinlikle bilemediler). 4/157

- Hayır Allah onu (İsâ’yı) Kendisine yükseltti. Allah daima üstündür, hikmet
sahibidir. 4/158
( ayrıca bak 4/155-6).

Görüldüğü gibi, Kitap Ehli, İsâ peygamberi öldürememiş ve onu asamamışlardır. Allah
onu kurtarıp, Kendisine yükseltmiştir. İşte ihtilafta burada başlamaktadır, acaba Allah, İsâ
peygamberi vefat ettirmeden canlı olarak mı, Kendisine yükseltti, yoksa vefat ettirerek mi.
Rivayetlerde iddia ettiklerine göre vefat ettirmeden Kendisine yükseltmiştir, vefat ancak
dünyaya tekrar geldikten sora vuku bulacaktır iddiasındadırlar. Böyle bir iddia ise
Kur’an’a uymamaktadır, mealen:

- Allah demişti ki: “Ey İsâ, ben seni vefat ettireceğim, ve bana yükselteceğim, seni
inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları ta kıyamet gününe kadar inkar
edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz
şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” 3/55
82
Görüldüğü gibi, İsâ Peygamber vefat ettirildikten yani Allah’ın Emriyle öldükten
sonra, Allah onu (İsâ’yı) Kendisine yükseltti. Bu duruma göre O’ da ölen herkes gibi,
şimdi ölü bulunmaktadır. Tekrar dünyaya gelmek üzere hayatta bulunmamaktadır. Bunun
böyle olduğunu Maide 116-117 ayetlerden de görüp anlamak mümkündür, mealen:

- Ve yine Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sen mi insanlara: “Beni ve Annemi,
Allah’tan başka iki ilâh edinin” dedin? “Haşa, dedi Seni tenzih ederim; Hakkım
olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söylediysem Sen onu şüphesiz
bilirdin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü
gaypları bilen yalnız Sensin, Sen!” 5/116

- “Ben onlara: benim ve sizin Rabb’iniz olan Allah’a kulluk edin, diye senin bana
emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece
onları kolladım, fakat Sen beni vefat ettirince onları gözetleyen (yalnız) Sen oldun.
Sen her şeyi görensin!” 5/117

Görüldüğü gibi, İsâ peygamberin vefatından sonra da, insanlar yine onu ve annesini,
Allah’a ortak koşmaya devam edeceklerdir. O zaman İsâ peygamberin tekrar dünyaya
gelip, salibi yani haçı kıracağı ve domuzu öldüreceği rivayetinin aslı yoktur. Haçı
kırmasının manası artık hiç kimse onu ve annesini, Allah!a ortak koşmayacak
manasındadır. Böyle bir iddia ise Maide 116 ve 117. Ayetlere uymamaktadır. Zira bu
âyetlerde, İsâ peygamberin vefatından sonra da insanların onu ve annesini. Allah’a ortak
koştukları vurgulanmıştır. Bu da, İsâ peygamberin tekrar dünyaya gelip Hıristiyanlıktaki
bozuk inancı düzelteceği, dolayısıyla haçı kıracağı iddiasının asılsız olduğunun açık
delilidir.

Ayrıca Mehdinin peygamberin zürriyetinden ve Fâtıma’nın evlatlarından olduğunu rivayet


etmeleri ile, İsâ peygamberle, Mehdinin aynı şahıs olduğunu söylemeleri bir çelişki ve
Kur’an’ı inkardır. Zira, İsâ peygamberin babasız olarak, peygamberimizden önce dünyaya
geldiği, Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Uydurdukları rivayette bunun aksini iddia
etmektedirler.

Anlaşılacağı üzere, İsâ peygamber vefat etmiş olup, tekrar dünyaya tebliğ ve irşat için
gelmeyecektir. Mehdi diye bir kimsede mevcut değildir. Mehdi diye bir kimsenin mevcut
olmadığını, bu kitabın devamı olan ikinci kitabımın, İmâmiyye şiasını anlattığım
bölümünde daha detaylı bir şekilde izah ettim.

İnsanları, Kur’an’a karşı şüphede bırakmak için şu rivayeti uydurdular:

192- .............. Bize Hişâm ibn Yûsuf, Ma’mer ibn Râşid’den; o da ez- Zuhri’den; o da
Ubeydullah ibn Abdillah’tan haber verdi ki, İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber
(S)’in vefâtı yaklaştığı zamân, evde içlerinde Umer ibnu’l-Hattâb’ın da bulunduğu bir
takım adamlar varken, Rasûlullah (S) :
- “Gelin size, ondan sonra hiç sapmayacağınız bir yazı yazayım” buyurdu.
Umer:
- Peygamberin hastalığı ağırlaştı, Yanınızda Kur’an vardır. Bize Allah’ın Kitâbı yeter,
dedi.
Bunun üzerine evdeki sahâbiler ihtilâf ettiler ve münâkaşa edip çekiştiler. Onlardan kimi:
83
“Yazacak bir şey yaklaştırın da Rasûlullah sizler için ondan sonra sapmayacağınız bir
yazı yazsın” diyor; kimi de Umer’in dediği sözü söylüyordu. Nihâyet onlar Peygamberin
yanında gürültü ve ihtilâfı çoğalttıkları zamân, Peygamber onlara:
-”Yanımdan kalkın (benim yanımda çekişme lâyık olmaz)!” buyurdu.
Râvi Ubeydullah ibn Abdillah şöyle dedi: İbn abbâs bu hadisin sonunda:
- Âh! Ne büyük musibet ki, gürültü etmeleri ve ihtilâf eylemleri yüzünden o musibet,
Rasûlullah ile sahâbiler için yazmak istediği bu yazı arasına perde oldu! dedi. (Buhari,
Kitâbu’l-İ’tisâm bi’l-Kitâbi ve’s-Sünnetti 93 C.16 S.7236-7237 Ötüken 1989 ).

Bu uydurma hadisle, Kur’an’ın ihtilafları önlemekte yetersiz kalacağını vurgulamak


istedikleri açıktır. Bu da Kur’an’a açık bir saldırıdır. Ayrıca peygamberin vefatı
zamanında Kur’an’ın elde mevcut olduğunu söylemekle, Kur’an’ın peygamberin
vefatından sonra ordan burdan derlendiğini tahdis ettikleri birçok rivayetleriyle de
çelişkilidir. Kur’an’a saldırı amaçlı çeşitli rivayetler uydurmuşlardır, Kur’an’ı anlamış
olsalardı bu tür iftiralarda bulunmaktan dolayı utanmaları gerekirdi, nasıl mûazzam bir
kitapla karşı karşıya olduklarını bilmiyorlar.

Bu konu da örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Bu (Kur’an) insanlara bir açıklama, (Allah’tan) korkanlara yol gösterme ve


öğüttür. 3/138

- Andolsun biz Kur’an’da insanlara her çeşit misâli türlü biçimlerde anlattık, ama
insanlardan çoğu küfürde direttiler. 17/89

- Allah, size Kitâbı açıklanmış olarak indirmiş iken ben O’ndan başka bir hakem mi
arayayım? Kendilerine Kitap verdiklerimiz, O (Kur’â)nın, gerçekten Rabb’in
tarafından indirilmiş olduğunu bilirler, onun için hiç kuşkulananlardan olma. 6/114

Peygamberin Ay’ı iki parçaya ayırdığını rivayet ederek, Delil olarak, Kamer Sûresinin 1.
Âyetini gösterdiler, şöyle ki:

193-........... Bize Şeybân, Katâde’den tahdis etti ki, Enes ibn Mâlik (R): Mekke ahâlisi
Peygamberden kendilerine bir mucize göstermesini istediler. Peygamber (S) de onlara
Ay’ın ayrılmasını gösterdi, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’t-Tefsir 388 C.10 S.4813 Ötüken
1988. )

194-............ İbn Mes’ûd (R) şöyle demiştir: Rasûlullah zamânında Ay, iki parçaya ayrıldı.
Bir parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde idi. Bunu üzerine Rasûlullah (S):
- “Şahit olun” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’t- Tefsir 385 C.10 S.4812 Ötüken 1988 )

195-............ İbn Abbâs (R): Peygamber (S) zamânında Ay yarıldı, demiştir. (Buhari,
Kitâbu’t-Tefsir 387 C.10 S.4812 Ötüken. )

Yapmış oldukları rivayetlerde, Ay’ın iki parçaya ayrıldığını, bir parçası dağın üstünde, bir
parçası da önünde yer aldığını iddia etmişlerdir. Yer kürenin yarıçapı 6366 km dir. Ay’ın
yarıçapı da 1738 km dir. Hacim olarak ta Ay’ın hacmi Yer kürenin 50 de biri kadardır.
Böylesine büyük bir hacme sahip olan Ay’ın dünyada mevcut olan bir dağ tarafından,
84
dağın üstünde ve önünde olmak üzere ikiye ayrılamayacağı açıktır. Ay’ın gelip iki parça
halinde Dünyaya indiğini kabûl etsek dahi, yarısı hangi dağın önünde durursa dursun
dağın gözükmesi imkansızdır. Zira Ay’ın yarıçapı 1738 km’dir.Böyle bir durumda Ay
dağın önünde yer aldı denmez. Ay ülkeleri kapattı denir. Böylece gerçek olan bir olayı
yalan rivayetler uydurmak suretiyle çarpıtmışlardır. Kendi ifadeleriyle, Ay’ın yarılması
olayı, Mekke’de hicretten beş sene kadar önce olmuştur, yine kendi ifadeleriyle,
kendilerinden rivayette bulundukları, Enes’de, İbn Abbâs da o tarihte henüz doğmamış ya
da bebek denecek yaşta idiler.Buna rağmen bu iki şahıs adına rivayet uydurmaktan
çekinmemişlerdir.
Olayın aslı ise şu şekildedir: Ay’ın yüzeyi 2000-3000 metre derinlikte ve uzunlukları çok
fazla çatlaklar ihtiva etmektedir.Yer küreden bakıldığında tam karşıda oldukları için
dünyadan derinliklerini ölçmek güçtür. Fakat kesin bir gerçektir ki nasıl bir karpuz derince
çatlarsa Ay’da bugün o şekilde çatlak vaziyettedir. Ve Peygamber’in yaşadığı devirde bu
çatlakların mevcudiyetini tespit edecek cihazlar insanların elinde mevcut değildir.Dünya
dışında olmuş olan bu olayı Kur’an’ın haber vermiş olmasının büyük bir önemi vardır.
Kur’an’ın Allah kelamı olmadığına inanan kimselere sormak lazımdır.O zaman
peygamber bu olayı nasıl bildi?

Bu husus Kamer sûresinde şöyle belirtilmiştir, meâlen:

-(Kıyamet) saat(i) yaklaştı, Ay çatladı.54/1

-Bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve “süregelen bir büyüdür” derler.54/2

-Yalanladılar, nefislerinin arzû ve heveslerine uydular. Hal bu ki her iş, yerini


bulacaktır.54/3

-Andolsun, onlara (bâtılda kalmalarını) önleyecek (ibret verici olayları anlatan)


haberler geldi.54/4

-Bunlar üstün bir hikmettir! Fakat uyarılar fayda vermiyor.54/5

Evet, Kur’an, Ay’ın çatlak olduğunu haber veriyor.

Şimdi de şu ifadelere bakalım:

“Ay’daki ovaların en önemlileri Fırtınalar denizi, Soğuk deniz, Dinginlik denizi ve


Yağmurlar Denizi’dir. Ovaların ilgi çekici taraflarından birisi, yarıklardır. Ovalarda yer
yer nehir yatağını andıran büyük yarıklar vardır. Güneş ışığı diplerine kadar inemediği ve
yerküreden bakıldığında tam karşıdan görülükleri için, yarıkların derinliklerini ( bugünkü
cihazlara rağmen) ölçmek güçtür. Ancak Ay’da 2-3 km derinlikte büyük çatlaklıklara
rastlanmıştır.Bunların uzunlukları da çok fazladır. İncelemeler çatlaklardan bazılarının
kenarlarının sarp, bazılarının da meyilli olduğunu göstermiştir.” (Ortaokul Fen bilgisi 1
Yazanlar Ömer BAYIN- Şükran GÜNEY- A. Rıza ÖZGEN, Milli Eğitim basımevi -
İstanbul 1987 sayfa 74, M.E.G.S.B. Yayınları 106, Ders kitapları Dizisi 88.)

Görüldüğü gibi olay gerçek olup, rivayetçilerin anlattığı şekilde değildir.


85
196-......Ebû Hureyre (R) şöyle dedi: Peygamber (S) şöyle buyurdu:
“Peygamberlerden hiçbir Peygamber yoktur ki, ona mucizelerden (kendi zamânındaki)
insanların inandıkları kadar verilmiş olmasın. Mucize olarak bana verilen ise, ancak
Allah’ın bana vahyettiğidir. Bunun için kıyamet gününde ben, peygamberlerin en çok
Tâbi’i bulunanı olacağımı ümit ederim.”(Buhari Kitâbu Fedâili’l-Kur’an 3 C.11 s.5076
Ötüken 1988)

Bu rivayetle, Ay’ın Resûlullah tarafından ikiye ayrıldığı rivayeti çelişkilidir. madem ki,
mucize olarak Resûlullah’a yalnız Allah’ın vahyettiği verilmiştir, o zaman Ay’ı ikiye
ayırdığı ve bir parçasını dağın önüne getirdiği nasıl izah edile bilir.

197-......Ebû Hureyre (r.a.)’den Resûlullah(s.a.)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:


“Babalarınızın, annelerinizin ve putların adları ile yemin etmeyiniz.
Sadece, Allah’ın adı ile yemin ediniz. (Allah’ın adı ile de ancak (sözünüzde) doğru
olduğunuzda yemin ediniz.”(Ebû Dâvud, K.el-Eymân ve’n-Nüzûr (21) Bab 4 H.3248 c.12
s. 186 Şamil 1991)

198-...Said b. Ebi Ubeyde’den Şöyle dediği rivayet edilmiştir:


İbn Ömer (r. Anhüma), ”Kabe’ye yemin ederim ki hayır” diye yemin eden bir adamı
duyup ona:” Ben Resûlullah (s.a.)’ın; Allah’tan başkasına yemin eden (O’na) ortak
koşmuştur, buyurduğunu işittim.”dedi.(Ebû Dâvud, K.el-Eymân ve’n-Nüzûr (21) Bab 4
C.12 H.3251 S.191 Şamil 1991 ayrıca,Tirmizi, Nüzûr 9.)

Görüldüğü gibi, Allah’tan başkası adına yemin edilmeyeceği, yemin edilmesi halinde
bunun, Allah’a şirk koşma olduğunu rivayet ettiler. Bu rivayetlerinin yanında birde şu
rivayette bulundular:

199-....Talha b. Ubeydullah(r.a.)- bedevinin kıssasını (anlatan) hadiste; Hz. Peygamber


(s.a.)’in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
“Babasına yemin ederim ki doğru söylüyorsa kurtuldu.Babasına yemin ederim ki, doğru
söylüyorsa Cennete girdi.” (Ebû Dâvud, K. el-Aymân ve’-Nüzûr(21) Bab 5 H. 3252 c.12
s.193 Şamil 1991.)

Bu rivayetle de Peygamberin, bedevinin babası üzerine yemin ettiğini iddia etmişlerdir. Bu


rivayetle evvelki iki rivayet çelişkili olduğu gibi, Peygambere dolayısıyla, şirk isnat etme
iftirasında bulunmaktan çekinmemişlerdir. Zira, Allah’tan başkası adına yemin etmenin,
Allah’a şirk koşma olduğunu ifade ettiler. Buna rağmen, Peygamberin bedevinin babası
üzerine yemin ettiğini iddia ettiler. Peygamber onların yapmış oldukları iftiralardan
münezzehtir.

Yemin etmenin manası, bir konuda yemin eden kimse doğru olduğuna veya sözünü yerine
getireceğine dair kefil, yani koruyucu, gözetleyici, şahit göstermesi demektir. Ayrıca sözü
kuvvetlendirmek, garanti etmek olduğu gibi, verilen sözü pekiştirmek veya önemini
belirtmek için sözü vurgulamaktır. Yani bir kimse Allah adına bir olayla ilgili olarak
yemin ettiği zaman, Allah’ı o olaya kefil göstermiş olmaktadır. Allah bir şey üzerine
kasem ettiği zaman olayın kesin ve çok yüksek önemini vurgulamaktadır.

Yemin kelime olarak sağ taraf, bundan da sağ el, bundan da kesin söz manası çıkar.
86
Bundan dolayı üzerine yemin edilenin yeminden dolayı İlâhlaştırılması söz konusu
değildir. Zira, Allah yaratıklar üzerine kasem yani yemin etmektedir, bundan anlaşılması
gereken konunun önemi ve kesinliğidir. Yoksa, Allah hiç kimseyi kendisine ortak etmez.
Kullar ise Allah adına yemin ettiklerinde O’nu kefil göstermiş olmaktadır. Kefalet eşittir
İlâhlık manasında değildir. Bundan dolayı, Allah adına yemi eden, yeminini yerine
getirmediğinden dolayı kafir olmaz, fakat bilerek ve tasarlayarak yapılan yeminlerin
sorumluluğu vardır, lağveden yani kesinlik kastıyla değil de öylesine, ağızdan kaçırmak
suretiyle yemin sözü söylenmişse, Allah böylesine yemini affetmiştir. Allah yaratıklar
üzerine kasem etmektedir. Bizim yeminlerimizde, bazı ayetlerde kendi adı üzerine yemin
etmemizi emretmektedir. Kendim yemin ettiğimde Allah adına yemin ederim, çok gerekli
değilse yemin etmem. Ayrıca şunu belirteyim ki bile bile Allah adına yalan yere yeminde
edilemez ve her ne kadar, Allah yaratıklar üzerine yemin ediyorsa da, Kur’an’da kulların
Allah’tan başkası adına yemin örneği yoktur. Bundan dolayı kulların, Allah’tan başkası
adına yemin etmemeleri gerektiğini Kur’an öğretisinden anlamak mümkündür.

Bu konularla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

-Antlaşma yaptığınız zaman Allah’ın ahdini tam yerine getirin (verdiğiniz sözü
tutun), pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Çünkü Allah’ı üzerinize kefil (şahit)
yaptınız. Allah yaptıklarınızı bilir. 16/91

Yukarıdaki ayet mealinde, yeminle kefalet ilişkisini görmek mümkündür.

-Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki adalet
sahibi kişi aranızda şahitlik etsin. Yahut seferde iken başınıza ölüm musibeti
gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi (şahit olsun). Eğer şüpheye düşerseniz o iki
şahidi namazdan sonra alı kor. “Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın
almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şahitliği
gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkarlardan oluruz”
diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz.5/106

-Eğer onların (yalancılıkla) günah işlediklerinin farkına varırsınız, hakkı yenilen


taraftan o iki kişinin yerine geçecek daha layık iki kişiyi seçin. “Şahitliğimiz onların
şahitliğinden daha gerçektir, biz hiçbir zaman kimsenin hakkını yemiş değiliz. Böyle
bir durumda biz zalimlerden oluruz” diye Allah’a yemin etsinler.5/107

Yukarıdaki iki âyet mealinde görüldüğü gibi, Allah adıyla yemin edilmesi emredilmiş,
şahitlerin nasıl kimseler olmaları gerektiği konusunda bilgi verilmiş ve vasiyet konusunda
bile bile yalan yere yemin etmek zulüm derecesinde bir günah olarak tanımlamıştır.
Bazen de insan, durum olur, kendisine helal olan bir yemeği yemeyeceğine veya yapması
gereken bir işi yapmayacağına yemin eder, bu gibi durumlarda düşünerek söylemişse ve
yeminini bozmuşsa bu durumda kefâret vermesi gerekir. Lağv olarak, yani söz arasında
kasıtsız olarak öylesine yemin etmişse, örneğin: Söz arasında, yalan söyleme kastı
olmadan sözü pekiştirmek için nadir de olsa, Vallahi deyiveririz, bu gibi yeminleri Allah
af etmiştir. Bu hususlarla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

-Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram
kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez. 5/87
87

-Allah’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine iman etmiş
olduğunuz Allah’tan korkun. 5/88

-Allah sizi, yeminlerinizdeki lağvden (kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden) ötürü


sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar.
Bunun keffâreti (geleceğe bağlı olarak yaptığınız bir yemini bozduğunuz takdirde
bunun cezâsı): Âilenize yedirdiğiniz orta derecesinden on fakiri yedir(ip doyur)mak,
yâhut onları giydirmek, ya da bir boyun (köley)i hürriyete kavuşturmaktır. Bunu
bulamayan (bunları yapmaya gücü yetmeyen) kimse, üç gün oruç tutsun. İşte yemin
ettiğiniz zaman yeminleriniz(i bozman)ın cezâsı budur. Yeminlerinizi koruyun.
Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki, şükredersiniz. 5/89

Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet meallerinde, yemin kavram olarak söylenmiş, ne üzerine
yemin edildiği belirtilmemiştir, buna rağmen keffârete konu edilmiştir. Bundan da anlaşılır
ki, kullar yemin ederken muhakkak Allah adı ile yemin etmelidirler.
Şimdi, Allah’ın, bir durumun önemiyle ilgili olarak, yaratıklar üzerine yemin etmesinden
örnekler verirsek, Kur’an’dan mealen:

-Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim. 56/75

-Bilirseniz, bu, büyük bir yemindir.56/76

-O, elbette şerefli bir Kur’an’dır. 56/77

-Korunmuş bir kitaptadır. 56/78

-Ona temizlenenlerden başkası dokunmaz. 56/79

-(O), alemlerin Rabbinden indirilmiştir. 56/80

-Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz? 56/81

-(Kur’an’dan istifade edeceğiniz yerde) rızkınızı yalanlamanızdan ibaret mi


kılıyorsunuz (sizin ondan elde ettiğiniz nasip, sadece onu yalanlamanız mıdır? Başka
türlü ondan istifade edemez misiniz)? 56/82

Ayrıca, Allah kendi zatı üzerine de yemin etmektedir, şöyle ki Kur’an’dan mealen:

-Kafirlere ne oluyor ki sana doğru koşuyorlar? 70/36

-Sağdan, soldan, ayrı ayrı gruplar halinde. 70/36

-Onlardan her biri, nimet cennetine sokulacağını mı umuyor? 70/38

-Hayır! Öyle şey yok! Biz onları bildikleri şeyden yarattık. 70/39

-Yoo, doğuların ve batıların Rabb’ine yemin ederim ki bizim gücümüz yeter: 70/40
88

-Onları, kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştirmeğe. Bizim önümüze geçilmez


(bize engel olunamaz). 70/41

-Bırak onları, kendilerine va’dedilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın oynasınlar.


70/42

BÖLÜM 7

-O gün (kabirlerinden) hızlı hızlı çıkarlar. Onlar dikilen (hedef)lere doğru koşar gibi
(koşarlar). 70/43

-Gözleri düşük, yüzlerini zillet bürümüş bir durumda . İşte onlara va’dedilen gün,
bugündür. 70/44

Yemin konusuna da bu şekilde deyindikten sonra, tekrar hadis rivayetleri konusuna


dönersem, şöyle ki :

200- Buhari’nin Bâb başlığı olarak, Tirmizi’nin Mus’ab ibn Sa’d’dan rivayet ettiği hadis:
“İnsanlar içinde belâsı en şiddetli olanlar peygamberlerdir. Sonra sırasıyla fazilette ilk
olan, sonra ilk olandır”. (Buhâri, Kitabu’l-Merdâ ve’n_Tıbb, 3- Baâb başlığı C.12 S.5690
Ötüken 1988. )

201- ........... Bize Şu’be, el-A’meş’ten; o da Mesrûk’tan haber verdi ki, Âise (R): Ben
Rasûlullah(S)’tan ziyâde hastalığı şiddetli olan hiçbir kimse görmedim, demiştir. Buhâri,
Kitabu’l-Merdâ ve’n-Tıbb 6 C.12 S.5689 Ötüken 1988. )

Ve yukarıda yazılı rivayetler gibi birçok rivayette, âmel yönünden en iyi olanlara, en
şiddetli bela ve musibet gelir iddiasındadırlar. Hal bu ki, Kur’an’da tam tersi durum söz
konusudur, gelen musibetlerin şiddeti işlenmiş olan fanalıklar nedeniyledir, iyilikler
nedeniyle değildir. Durum böyle olunca, hem peygamberler, hem de iyi kimseler onların
yapmış oldukları iftiradan uzaktırlar. Ayrıca onların bu rivayetlerinde Müslümanları iyilik
yapmaktan ürkütme amacı da vardır. İyilik yaparsan veya iyi olmaya çalışırsan başına
belalar gelir demeleri, Müslümanları sevap işlemekten uzaklaştırma amacı iledir.
Durumun, hiçte iddia ettikleri gibi olmadığına dair, Kur’an’dan örnek verecek olursak,
mealen:

- Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir.
(Allah, işlediklerinizin) birçoğunu da affeder. 42/30

Görüldüğü gibi uydurmuş oldukları, yulardaki rivayetler Kur’an’a uymamaktadır. Zira


işlenenlerin bir çoğunun affedildiğine deyinilmesi, işlenenlerin ve dolayısıyla affedilmeyip
musibete neden olan âmellerin günahlar olduğu açıkça ortaya çıkar. Çünkü af günahlar
için söz konusudur.

202- Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissâlatu vesselâm
buyurdular ki: “Muhakkak ki, Allah bu ümmet için, her yüz senenin başında, kendisine
dini tecdid edecek kimse(ler) gönderecektir.” (K.S. 5577 C.15 S.427 Akçağ 1992 alıntısı,
89
Ebû Davud, Melahim 1, (4391). )

Bu rivayetlerle, üstü örtülü olarak, her yüz senenin başında peygamber geleceğini iddia
etmişlerdir. Bu iddia, İsa peygamber veya Mehdi geleceği yolundaki iddiaların bir
benzeridir. Böylece, İslam dininin öğrenilmesinde, esas olanın, Kur’an değil de, özel
şahıslar olduğunu vurgulamak istemektedirler. Hal bu ki, Nübüvvet sona ermiş olup, İslam
dininin öğrenilmesinde esas olan tek kaynak Kur’an’dır. Tebliğ görevini de, Kur’an’ı
öğrenen her Müslüman yerine getirebilir. Kıyamete kadar, en takvalısı dahil olmak üzere,
bütün Müslümanların, bütün müminlerin ve İslam dinini öğrenmek isteyen herkesin. İslam
dinini öğrenmek konusunda tek bilgi kaynağı Kur’an’dır. Kur’an bilgisi dışında ne özel bir
şahıs nede özel bir bilgi kaynağı vardır.

Kur’an’dan mealen:

- Bir zamanlar, cinlerden bir grubu, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona
geldiklerinde (birbirlerine) : “Susun (dinleyin)” dediler. (Okuma) bitirilince de
uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler. 46/29

Görüldüğü gibi, Kur’an dinlemek ve böylece onu öğrenmek, uyarıcı olmak için yeterlidir.
Bu her devirde yapılabilir, zira Peygamber ve Cinler, Kur’an’ın okunması ve işitilmesi
dışında bir birleriyle karşılıklı görüşmemişlerdir. Peygamber, cinlerin Kur’an
dinlediğinden habersizdi. Cinlerin, Kur’an dinledikleri kendisine vahiyle bildirilmiştir.
Eğer karşılıklı olarak, birbirlerinden haberdar olmak suretiyle görüşmüş olsalardı,
Cinlerin, Kur’an dinledikleri, peygambere vahiyle bildirilmeyecekti. Bu olay, sadece
Kur’an dinlenilmesinin, İslam dininin öğrenilmesi ve uyarıcı olmak için yeterli olduğunun
kesin kanıtlarındandır. Dinleme olayıyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- De ki: Bana vah yolundu ki, Cinlerden bir topluluk Kur’an dinlediler de şöyle
dediler: “Biz hârikulâde (acaib) bir Kur’an dinledik. 72/1

- (O), doğru yola iletiyor, ona inandık. Artık Rabb’imize hiç kimseyi ortak
koşmayacağız. 72/2

Dini öğrenme ve öğretme işinin, Peygamberler dışında ki, özel şahıslarla ilgili olmayıp,
öğrenmiş olan her şahısla ilgili olduğuna dair.

Kur’an’dan mealen:

- Bütün müminlerin, toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her topluluktan bir grubun
dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman onları ikaz etmek
için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. 9/122

Dikkat edilirse, mealini yazdığım âyette, her topluluktan bir grup denmiş olup, özel
şahıslar söylenmemiştir. Bu itibarla da uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

ŞEHİT VE GAZİLER İLE HİCRET VE SAVAŞ KONULARINDA


UYDURDUKLARI HADİSLERDEN ÖRNEKLER
90

203- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm )


buyurdular ki: “Kim gazve yapmadan ve gaza yapmayı temenni etmeden ölürse nifaktan
bir şube üzerine ölmüş olur.” (K.S. 1029 C.5 S.70 Akçağ, alıntısı, Müslim, İmâret 158,
(1910); Ebû Dâvud, Cihâd 18, (2502); Nesâi, Cihad 2,(6,8). )

204- Ebu’n-Nadr merhum Abdullah İbnu Ebi Evfâ (radıyallahu anh)’dan naklen anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde, güneşin
meyletmesini bekledi. Sonra kalkıp yanındakilere şöyle dedi: “Ey insanlar, düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız
sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir. ................... (K.S. 1031 C.5 S.71 Akçağ,
alıntıları, Buhâri, Cihâd 156,22,32,112, Temenni 8 ; Müslim, Cihâd 20,(1742), Ebû
Dâvud, Cihâd 98,(2631). )

205. ........ Bize Ebû İshâk, Mûsa İbn Ukbe’den, Umer ibn Ubeydullah’ın himâyesinde
olan Ebu’n-Nadr Sâlim’den tahdis etti. Bu Ebn’n Nadr,efendisi Umer’in kâtibi idi. Ebu’n-
Nadr şöyle dedi:Abdullah ibn Ebi Evfâ (R), efendisi ve kureyş ileri gelenlerinden olan
Umer ibnu Ubeydullah’a bir mektûb yazdı da bu mektûbu ben okudum. Bu mektûbun
içinde Rasûlullah (S)’ın: (Ey insanlar!) Düşmanla karşılaşmak (harbetmek) temenni
etmeyiniz! Fakat Allah’tan harb felâketinden selâmette kılmasını isteyiniz” buyurduğu
hadisi vardı. (Buhâri, Kitâbu’t-Temenni 12 C.15 S.7090 Ötüken 1989. )

Görüldüğü gibi rivayetler çelişkili olup, işlerine geldiği gibi uydurmuşlardır. Birinci
rivayette savaş temennisi mecburi tutulmuşken, diğer iki rivayette tam tersi olarak, savaş
temennisi kaçınılması gereken bir husus olarak tahdis edilmiştir.

206-. ... Ebû Said el-Hudri (r.a.)den rivâyet edildiğine göre, bir bedevi Peygamber (s.a.)’e
hicreti sormuş da Peygamber (s.a.):
“Yazık sana, hicret zor iştir. Senin develerin var mı?” buyurmuş. (O kimse de)
- Evet diye cevap vermiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);
“-Peki onların zekatını veriyor musun?” buyurmuş. (O şahıs da );
- Evet diye karşılık vermiş. (Resûlü Ekrem de).
“- Sen şehirlerden uzakta (Allah’ın emirlerini yerine getirmeye) çalış. Allah senin
amelin(in sevabından hiçbir şeyi zâyi etmeyecektir.” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, K.el-
Cihâd (l5), Bâb 1 H.2477 C.9 S.437 Şamil 1989, diğer rivayet edenler, Buhâri, zekât 36,
hibe 35, menakıb’ül-ensar 45, edep 95; Müslim, imâre 87; Nesâi bey’at 11; )

Bu rivayette hicretin mecburi olmadığı rivayet edilmiştir.

207- Ya’la İbnu Ümeyye anlatıyor: “Fetih günü babam Ümeyye’yi getirip: “Ey Allah’ın
Resûlü! Babamla hicret şartı üzere bey’at yap!” dedim. Ama O:
“onunla cihad etme şartı üzerine bey’at yaparım, artık hicret sona ermiştir” cevabını
verdi.” (K.S.. 5778 C.16 S.202 Akçağ 1993, alıntısı Nesâi, Bey’at 15,(7,145). )

Bu rivayette ise hicretin sona erdiğini rivayet etmişlerdir.

208-. ... Maviye (b. Ebi Süfyan)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)’ı; ‘tevbe (vakti) sona
ermedikçe hicret (vakti) de sona ermez. Güneş battığı yerden doğmadıkça da tevbe sona
91
ermez” buyururken işittim. (Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 2 H.2479 C.9 S.440
Şamil 1989, )

Bu rivayette de, hicretin sona ermediğini, hatta güneş batıdan doğmadıkça da sona
ermeyeceğini tahdis etmeleri bir çelişkidir. Anlaşılan odur ki, esas maksatları hicret
kavramını belirsiz ve tartışmalı hale getirmektir. Zira , hicretin İslam'da büyük bir önemi
vardır. Hicret, Allah’a en iyi şekilde kulluk etmek için, müsait olmayan bir mekandan,
daha müsait bir mekana göçmek veya Müslümanların bir araya gelip toplum oluştura
bilmelerinin ilk şartıdır. İşte bu kadar büyük önemi olan hicret kavramını belirsiz hale
getirmek için müteaddit rivayetler uydurmuşlardır. Bunlardan bir tanesi de,hicretin,
Allah’ın yasakladığı şeyi terk etme manasında olduğunu iddia ettikleri rivayettir, şöyle ki:

209- Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anh) hazretleri. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri. Muhâcir de
Allah’ın yasakladığı şeyi terk edendir. (K.S. 33 C.2 S.250 Akçağ 1988, alıntıları, Buhari,
İman 4; Müslim, iman 64,(40); Ebû Dâvud, Cihâd 2,(2481); Nesâi, İman 9, (8,105). )

Daha öncede belirttiğim gibi en sık kullandıkları yöntem, bir konu hakkında birbirlerine
zıt ve çelişkili rivayetler uydurmaktır. Böylece, kavram ve konuları tartışmalı ve belirgin
olmayan bir hale getirmeyi amaç edindikleri gibi, ortam ve duruma göre bu zıt
rivayetlerden işlerine geleni kullanmaktır. Asırlardır, İslam Dini adına birçok ayrılıkların
meydana gelmesi ve birçok tartışmaların yapılmasının ana temeli, bunların ortaya atmış
oldukları bu kargaşa fitnesidir.

210-. ... Üsame b. Zeyd’den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bizi bir seriyye olarak el-Hurakat
(denilen kabileler) üzerine gönderdi. Onlar (bizim kendilerine yaklaşmakta olduğumuzu,
bizim kendilerine saldırıya geçeceğimizi) hissederek kaçtılar (bunlardan) bir adama
yetiştik. Biz üzerine çullanınca adam, “Lâ ilahe illallah (Allah’tan başka başka ilah
yoktur)” deyiverdi. Biz ona, öldürünceye kadar (kılıçlarımızla) vurduk. Sonra bunu
peygamber (s.a.)’e anlattım.
-”Kıyamet gününde (bu adamın söylediği) lâ ilahe illallah (kelimesi) karşısında senin için
(yardımcı olabilecek) kim vardır?” buyurdu. Ben de:
Ey Allah’ın Resûlü o bunu ancak silah korkusuyla söyledi, dedim.
-”Biri onun kalbini yarsaydın da (kalbinin) bu sözü korkudan dolayı söyleyip
söylemediğini (iyice bir) bilseydin. (Yarın) kıyamet gününde “lâ ilâhe illallah” (sözü)
karşısında senin için ( yardımcı olabilecek) kim vardır?” buyurdu. Bu sözü (tekrar tekrar)
söylemeye o kadar devam etti ki (daha önce) Müslüman olmayıp ta o gün Müslümanlığa
(yeni) girmiş olmamı arzu ettim. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 95 H.2643 C.10
S.174 Şamil 1990, diğer rivayet edenler; Buhari, meğâzi 45, diyât 2; Müslim, imân 158;
İbn Mâce, fiten 1: )

Bu rivayette, savaş anında, müşriklerin arasında bulunup ta kelimeyi tevhidi söyleyenin


öldürülemeyeceğini tahdis etmişlerdir.

Birde şöyle rivayette bulundular;

211-. ... Cerir b. Abdillah’dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Hasemin kabilesine (baskın
92
yapmak üzere) bir seriyye gönderdi. O kabileden bazı kimseler (Müslüman
olduklarını belirtmek) için secde ederek korunma yoluna başvurdular. Bu (durum) onları
öldürmeyi (daha da) hızlandırdı. (Cerir b. Abdillah rivayetine devam ederek) dedi ki:
Durum Peygamber (s.a.)’e ulaşınca onlar için yarım diyet (ödenmesini) emretti ve;
- “Ben müşrikler arasında ikamet eden her Müslüman’a uzağım” buyurdu. ........... (Ebû
Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 95 H.2645 S.178 C.10 Şamil 1990, diğer rivayet edenler,
Tirmizi, siyer 41; Nesâi, kasâme 27. )

Bu rivayette ise, savaş anında müşriklerin arasında ikamet eden Müslümanların


öldürülebileceğini rivayet etmişlerdir. İki rivayet bir biriyle çelişkili olduğu gibi, son
rivayet kendi içinde çelişkilidir. Şöyle ki, Peygamber bu gibi kimselerden uzak olduğunu
belirtmişse, neden onlar için yarım da olsa diyet ödesin? Bu bir çelişkidir, ayrıca Kur’an’a
uymamaktadır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Her kim bir mümini kasden öldürürse onun cezâsı, içinde ebedi kalmak üzere
(gideceği) cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir
azâb hazırlamıştır. 4/93

- Ey müminler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin, size
selâm verene, dünyâ hayâtının geçici menfaatini gözeterek: “Sen mü’min değilsin!”
demeyin. Çünkü Allah’ın yanında çok ganimetler vardır. Önceden siz de öyle idiniz,
Allah size lütfetti. O halde iyice anlayın (dinleyin, peşin hüküm vermeyin). Çünkü
Allah yaptıklarınızı haber almaktadır. 4/94

Görüldüğü gibi, kim bir mümini kasden yani müteammiden katlederse, öldürenin cezası,
Allah’ın gazabı ile lanetine uğramak ve büyük azab içerisinde cehennemde ebedi
kalmaktır.

212-....... Yahya (b.Main) Hz. Aişe’den naklen (şöyle) demiştir. (Müslümanlar, Bedir
savaşına çıktıklarında) Bir müşrik Hz. Peygamberle birlikte savaşmak için yanına vardı.
(Hz. Peygamber de onun bu teklifini reddederek), - “geri dön” dedi. (Hadisin bundan)
sonra (ki kısmını Yahya b. Main ile Müseddet) aynı lafızlarla rivayet ettiler. (Bu iki
ravinin ittifakla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber o müşrike şöyle) buyurmuştur: -
“Biz bir müşrikten yardım istemeyiz.” (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 143 H. 2732
s.343-344 Şamil 1990, diğer rivayet edenler Müslim, cihâd 142, 150 ; Tirmizi, siyer 10 ;
İbn Mace , cihâd 27.

Bu rivayette, müslümanlar la müşriklerin savaşta ittifak edemeyeceğini rivayet etmişlerdir.

213- Zuhri anlatıyor:”Resûlullah (Aleyhissalâtu vesselâm), kendisiyle birlikte savaşmış


olan Yahudilerden bir gruba, ganimetten pay ayırdı”. (K.S. 1107 C.5 S.194 Akçağ, alıntısı,
Tirmizi, Siyer 10,(1558). )

Bu rivayette, müşriklerle, müslümanların ittifak edebileceğini rivayet etmekle çelişkiye


düşmüşlerdir.

214-...Yezid İbn Hürmüz demiştir ki:


Necdetü’l-Harûri, İbn Abbas’a (bir mektup) yazarak ona “Kadınlar Rasûlullah (s.a.)’le
93
birlikte savaşa katılırlar mıydı? Rasûlullah (s.a.) onlara (ganimetten) bir pay ayırır
mıydı?” diye sordu. (yezid b. Hürmüz rivayetine devam ederek şunları) söyledi: ibn
Abbas’ın Necdet’e (gönderdiği) mektubunu ben (bizzat kendi ellerimle ve şu şekilde)
yazdım:”Kadınlar da Rasûlullah (s.a.)’la birlikte savaşa katılırlardı. (ganimetlerden) pay
(ayırmay)a gelince (işte bu) yoktu, fakat onlara razh (az bir miktar) verilirdi. (Ebû Dâvûd,
K.el-Cihâd (15), Bâb 141 C.10 s.339 Şamil 1990. )

Bu rivayette kadınlara ganimetten pay verilmeyeceğini tahdis ettiler.

215-...Haşrec b. Ziyad’ın baba annesi (Ümmü Ziyad el-Eşçiyye)nden demiştir ki; kendisi
Rasûlullah (s.a.) ile birlikte (Hayber savaşına katılan) altı kadının altıncısı olarak Hayber
savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine ) şöyle devam etti: Bizim de erkeklerle
birlikte savaşa çıktığımız haber olarak Resûllah (s.a.)’e erişince bize (emir) gönderip
(yanına çağırdı) biz de (emre uyup huzuruna) vardık. Kendisinde öfke (alametleri) gördük.
(Bu savaşa)
-”Kiminle ve kimin izniyle çıktınız?” dedi. Biz de “Ey Allah’ın Resulü biz yün eğirerek
(savaşa) çıktık. Bununla Allah yolunda hizmet edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda yaralıları
(tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var, (ganimetlerden) hisse alırız (halka buğday ve
arpadan yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz” dedik. (Bu hadisi Hz. Ümmü Ziyad
‘dan naklen Haşrec, sözlerine devam ederek şunları) söyledi (Bu konuşmadan sonra)
“Kadınlar kalktılar” (gittiler, Hz. Ümmü Ziyad sözlerine devam ederek bana) “Allah,
peygamberine Hayber’in (kapılarını) açınca bize de erkekler gibi (ganimetten) pay verdi”
dedi. Ben de ona: “Ey nineciğim (Hz. peygamberin size verdiği) bu şey ne idi?” dedim.
“Hurma” (idi) diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, k.el-Cihâd (15), Bâb 141 C.10 s.340 H.2729
Şamil 1990)

Bu rivayette ise, evvelki rivayetin aksine, Kadınlara ganimetten erkekler gibi pay
verilmesi gerekir demekle çelişkiye düşmüşlerdir.

Tahdis ettikleri bir rivayette, Peygamberin, Allah’tan üç dilekte bulunduğunu ve bu


dileklerin içerik olarak.

1- Allah’ın Muhammed ümmetine kendi dışında bir düşman musallat etmemesini,


dolayısıyla musallat edecekse kendi içinden bir düşman musallat etmesini.

2- Allah’ın, Muhammed ümmetini toptan suda boğmamasını, dolayısıyla diğer helak


şekilleri için talepte bulunmadığını. Örneğin, Peygamber, Allah’tan, toptan helak edici her
türlü felaketten korumasını isteye bilirdi.

3- Allah’tan, ümmetinin kendi aralarında savaşmamasını talep ettiğini ki, bu birinci şıktaki
taleple çelişkilidir. Ayrıca, Allah’ın bu duayı red ettiğini de tahdis etmişlerdir.

Rivayet şu şekildedir:

216- Hz. Mu’âz İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor: “Bir gün, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm , bir namaz kılmış ve namazı çok uzatmıştı. Namazdan çıkınca biz: “Ey Allah’ın
Resûlü! Bu gün namazı çok uzattınız!” dedik. Şu açıklamayı yaptılar: “Ben bugün, bir
ümit ve korku namazı kıldım. Ben (namazda) aziz ve celil olan Allah’tan ümmetim için üç
94
şey talep ettim. Allah bunlardan ikisini verdi, birini vermedi. Ben Allah’tan
ümmetime, kendileri dışında bir düşman musallat etmemesini talep ettim, bu talebimi
kabul etti. Allah’tan ümmetimi (eski ümmetler gibi) toptan suda boğarak helak etmemesini
talep ettim. Allah bunu da kabul etti. Allah’tan ümmetimin kendi aralarında
savaşmamalarını talep ettim Allah bunu reddetti.” (K.S. 7187 C.17 S.526 Akçağ 1993
alıntısı, İbn-i Mace 3950 )

Peygamberin, ümmeti için böyle bir duada bulunduğunu iddia etmek, hem peygambere bir
iftira hem de İslam düşmanlarının Müslümanlara olan kinlerinin açık bir göstergesidir.
Hadis diye uydurdukları rivayette kendi içinde çelişkili olduğu gibi, gerçeklere de
uymamaktadır, şöyle ki: Peygamber hem, Allah’tan ümmetinin yalnız kendi aralarında
savaşmalarını talep edecek (Zira kendi dışlarında bir düşman musallat etmemesini,
Allah’tan istemesi kendi aralarında düşman olabilirler manasını içermektedir). Buna
rağmen üçüncü duasında kendi aralarında savaşmamaları yolunda duada bulunacak, bu bir
çelişkidir. Diğer bir husus, birinci duanın kabul olunduğunu belirtmişlerdir, yani
Muhammed ümmetine dışından, Allah bir düşman musallat etmemek üzere duayı kabul
etti diye belirtmişlerdir. Bu dua kabul oldu ise asırlardır Müslümanlara saldıran çeşit çeşit
kafirlerin saldırıları nasıl izah edilebilir. Peygamber bir dua kabul oldu dediyse muhakkak
kabul olmuştur. O zaman bu rivayet peygambere bir iftiradır.
Müslümanların dikkatini dış düşmanlardan çevirip, kendi içlerinde, kendilerine
döndürmeyi amaçlayan bu rivayetler. Müslümanların dışa karşı kendilerini savunmalarını
kırmayı amaçlamaktadır. Bundan dolayı bir çok rivayet uydurmasıyla, şehitlik kavramını
belirsiz hale getirmek için yoğun çabalara girmişlerdir. Şöyle ki:

217- .... Cabir b. Atik(in Atik b. El-Harise) bildirdiğine göre, Rasûlullah (s.a.) (Bir gün)
Abdullah b. Sabit’i hasta iken ziyarete gelmiş te onu baygın bir halde bulmuş, bunun
üzerine Rasûlullah ona seslenmiş (fakat o baygın olduğu için) karşılık ver(e)memiş. Bunu
üzerine Rasûlullah (s.a.)
“-İnalillahi ve inna ileyhi râci’un. Ey Ebu’r-Rabi biz(im) senin yanında (yapabilecek bir
şeyimiz yok. Çünkü Allah’ın kaza ve kaderine) mağlup olduk” dedi. Bunun üzerine
kadınlar feryad edip ağlaştılar. İbn Atik de onları susturmaya çalıştı. Derken Rasûlullah
(s.a.) “Onları(kendi hallerine) bırak. (Çünkü sesleri fazla çıkmıyor, Fakat vacib olunca)
hiçbir kadın ağlamasın” buyurdu. (Orada bulunanlar) “Ey Allah’ın Resûlü vacib olmak
nedir?” dediler. “Ölmektir” buyurdu. (O sırada Abdullah b. Sabit’in) kız kardeşi (onun
hakkında ey kardeşim):
“Ben senin şehit olacağını ümit ediyordum. Çünkü sen (ahiret için) gereken ihtiyaçlarını
hazırlamıştın.” diye söylenmeye başladı. Rasûlullah (s.a.) de
“-Aziz ve celil olan Allah ona niyeti ölçüsünde şehit sevabı verecektir. (buyurdu ve) siz
neyi şehitlik sayıyorsunuz?” diye sordu. (Onlar da)
“-Allah yolunda katlolmayı” dediler. Rasûlullah (s.a.)’da.
“-Allah yolunda katlonunmaktan başka yedi (tane daha) şehitlik vardır. Taundan ölen
şehittir. Boğularak ölen şehittir. İshalden ölen şehittir. Yanarak ölen şehittir. Göçük altında
kalarak ölen şehittir. Doğum üzerine ölen şehittir.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, K. El-Cenaiz
73; Müslim, imare 164,165; Tirmizi, cenaiz 65; İbn-i Mace, Cihad 17, K.S.5431)

218- İbnu Abbâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Gurbette ölmek şehitliktir.” (K.S.6498 C.17 S.151 Akçağ 1993 alın tası İbn-i Mace
1614 ).
95

219- Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Kim hasta halde ölürse şehit olarak ölmüştür ve kabir azabından
korunmuştur, sabah akşam cennetten rızıklandırılır.” (K.S.6499 C.17 S.151 Akçağ, alıntısı
İbn-i Mace 1615.)

Görüldüğü gibi, şehitlik kavramını saptırmak için birçok hususları şehitlik olarak
tanımlamışlardır. Öyle ki, İshalden ölen bir kimse için şehit dedikleri gibi, herhangi bir
hastalıktan ölene de şehit demişlerdir. Hatta gurbette ölmeye de şehitlik demişlerdir. Bu
tanımlamalara göre, Müslüman olan bir kimsenin şehit olarak ölmemesi imkansız hale
gelmiş olmaktadır, dolayısıyla Müslüman olarak ölen herkes şehittir iddiasındalar. Zira
insanlar ya bir kaza geçirerek veya hastalanarak, evinde veya gurbette ölmektedirler, hasta
hane de ölme olayını rivayetlerine eklememelerinin nedeni, hasta hane diye bir şeyin
varlığından pek haberdar olmamalarından olsa gerektir. Hal böyle olunca şehit olmak için,
Allah yolunda savaşıp katl olunmanın mecburiyeti kalmamış olmaktadır. Bu iddiada
olanlara o zaman şunu sormak lazım, örneğin: alkol veya uyuşturucu alması nedeniyle
veya zina edip zührevi hastalık kapan bir kimse bu hastalıktan öldüğünde, günah işlediği
anda ölmesi de gerekmez, faraza altı aylık bir tedaviden sonra ölürse şehit mi olmuş
olmaktadır? Bu gibi iddialar, Kur’an’dan çok uzak iddialardır. Kur’an’da şehitlik
konusunda şöyle denmektedir, mealen:

- Allah, müminlerin mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın


almıştır. Allah yolunda savaşırlar, katlederler ve katledilirler. Bu , Allah’ın üzerine
bir borçtur. Gerek Tevrat’ta, gerek İncil’de, gerek Kur’an’da (Allah, yolunda
çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir) Allah’tan daha çok ahdini yerine getiren
kim olabilir? O halde O’nun la yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. İşte bu,
(gerçekten) büyük kurtuluştur. 9/111

Görüldüğü gibi, Allah’ın şehitlik vadi kendi yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşıp
katlonunanlaradır. Yoksa evinde ishalden ölenlere değildir.

220- Talha İbnu Ubeydullah radıyallahu anh anlatıyor: “Beli (kabilesinden) iki kişi
Aleyhissalâtu vesselâm’ın yanına geldiler. İkisi beraber Müslüman olmuştu. Biri gayret
yönüyle diğerinden fazlaydı. Bu gayretli olanı, bir gazveye iştirak etti ve şehit oldu.
Öbürü, ondan sonra bir yıl daha yaşadı. Sonra o da öldü.” Talha (devamla) der ki: “Ben
rüyamda gördüm ki: “Ben cennetin kapısının yanındaydım. Bir de baktım ki yanımda o iki
zat vardır. Cennetten biri çıktı ve o iki kişiden sonradan ölene (cennete girmesi için) izin
verdi. Aynı vazifeli zat, bir müddet sonra yine çıktı, şehit olana da (içeri girme) izni verdi.
Sonra, adam benim için geri geldi ve: “Sen dön, senin cennete girme vaktin henüz
gelmedi!” dedi. Sabah olunca Talha bu rüyayı halka anlattı. Herkes bu rüya(da şehit olan
zâtın sonradan cennete girmesine) şaştı. Bu, Resûlullah’a kadar ulaştı, rüyayı ona
anlattılar. (Dinledikten sonra) Aleyhissalâtu vesselâm:” Burada şaşacak ne var?”
buyurdular. Halk: “Ey Allah’ın Resûlü!” Bu zat (din için) çalışmada öbüründen daha
gayretli idi ve şehit de oldu. Ama cennete öbürü ondan evvel girdi” dediler. Bunun üzerine
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Berikisi ondan sonra bir yıl hayatta kalmadı mı?”
dedi. “Evet!” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ve o ramazan idrak edip oruç tutmadı mı,
bir yıl boyu şu şu kadar namaz kılmadı mı?” Halk yine: “Evet!” deyince, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm: “Şu halde ikisinin arasında bulunan mesâfe gök ile yer arasındaki
96
mesafeden fazladır!” buyurdular. (K.S. 7173 C.17 S.517 Akçağ 1993, alıntısı İbn-i
Mace 3925. )

221-. ... Ubeyd b. Halid es-Sülemi’den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) iki adam arasında
kardeşlik kurmuştu. Bunlardan biri (Allah yolunda) öldürüldü. Bir hafta ya da haftaya
yakın bir zaman sonra da öbürü öldü. Onun cenaze namazını kıldık. Rasûlullah (s.a.) (bize
onun hakkında) “-Nasıl dua ettiniz?” diye sordu. Biz de;
-Ey Allah’ım! Onu bağışla ve kardeşi(nin derecesi)ne eriştir diye dua ettik. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.); (ilk ölenin) namaz(lar)ından sonra (ikinci ölenin kıldığı) namaz(lar), -
(ilk ölenin) oruç(lar)ından sonra (ikincinin tuttuğu) oruç(lar)ı - (ilk ölenin hayırlı)
amel(ler)inden sonra (ikinci ölenin işlemiş olduğu hayırlı) amelleri nerede. İkisi arasında
gök ve ile yerin arası kadar (fark) vardır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, K. El-Cihâd (15), Bâb 27
H.2524 C.9 S.520,521 Şamil 1988, diğer rivayet eden, Nesâi cenaiz 77. )

Bu rivayetlerle, Allah yolunda cihad etmeyenlerin, Cihad eden ve şehit olanlardan daha
üstün olduğunu iddia ettiler. Şehit olmayan, daha fazla namaz kılması, oruç tutması ve
sevaplar işlemesi halinde, bu amelleri dolayısıyla. Onunla şehit olan arasında gök ile yerin
arası kadar derece farkı var dediler. Bu uydurma rivayetlerle Müslümanları Allah yolunda
cihattan caydırmak istedikleri açıktır. Söylediklerinin doğru olmadığıyla ilgili olarak,
Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, size ne oldu ki: “Allah yolunda topluca savaşa çıkın! Dendiği
zaman yere çakılıp kaldınız? Yoksa âhireti bırakıp ta dünya hayatına mı razı
oldunuz? Hal bu ki dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır. 9/38

Görüldüğü gibi, topluca savaşa çıkıldığında, (sakatlık v.s. Gibi mazereti olmadan) savaşa
katılmamak demek, O kişinin dünya hayatına razı olduğu ve ahiret hayatını kayıp ettiği,
yani cehennemlik olduğu manasındadır. Böyle bir durumda, kıldığı namaz veya tuttuğu
oruçlar onu Allah’ın azabından kurtaramaz. Topluca savaşa çıkılmaya ihtiyaç olmayan
durumlar da, yine, Allah yolunda cihad edenler, etmeyenlerden üstündür, şöyle ki,
Kur’an’dan mealen:

- Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, mallarıyla canlarıyla Allah


yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, mallarıyla canlarıyla cihad edenleri, derece
bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine de güzellik
va’detmiştir ama mücahitleri, oturanlardan çok daha büyük ecirle üstün kılmıştır.
4/95

Bu itibarla uydurdukları rivayetler, Kur’an’a uygun olmayıp, asılları yoktur.

222-. ... Abdullah b. Amr’dan; demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)’e gelerek;
- Ey Allah’ın Resûlü ben cihada çıkabilir miyim? dedi. (Peygamber (s.a.)’de );
“- Senin annen baban var mı?” diye sordu. (O kimse de);
- Evet diye cevap verdi (Bunan üzerine peygamber);
“- Öyleyse onların hizmetinde (bulunarak) cihâd et!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd
(15), Bâb 31 H.2529 C.10 S.8 Şamil 1990, diğer rivayet edenler, Buhâri, cihâd 138, Edeb
3, Tirmizi cihâd 2; Müslim, birr 5. )
97
223- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, dedim, cihâdı
amellerin en faziletlisi görüyoruz, biz de cihâd etmeyelim mi?” Şu cevabı verdi:
“Ancak, cihâdın en Efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur. Sonra şehirde kalmaktır”. Hz.
Aişe der ki: “Bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım. (Buhari, Hac 4, Cezâu’s-Sayd
26, Cihâd 1; Nesâi, Hacc 4,(5,113); K.S. 1163 C.5 S.278 Akçağ ) (“Sonra şehirde kalmak”
cümlesi Buhari’de yok. )

Bu iki rivayette de müminleri cihâd dan uzaklaştırmayı ve cihâdın kavram olarak manasını
karıştırmayı amaçlamışlardır, yoksa Hac ile Cihâd ayrı hususlardır, hele şehirde oturmanın
ne Hacla nede Cihâd’la bir ilgisi yoktur. Bu rivayetleri uydurmalarının esas amaçlarından
biri de müslümanların, kendi putperest toplumlarına karşı savaşmalarını engellemek
içindir. Bu onların barışçıl, müslümanların saldırgan olduğundan değildir, kendileri
saldırıp savaşa sebebiyet verdiklerinde karşılarında zayıf bir müslüman ordu olmasını
istemelerindendir, yoksa İslam dininde asla saldırganlık yoktur.

Müslümanların kendileriyle değil de, ehli kitapla savaşmalarını teşvik için uydurdukları
aşağıdaki rivayet kimlikleri açısından manidardır, Şöyle ki:

224- . ......... Sabit b. Kays Şemmas’dan; demiştir ki: Ümmü Hallad diye anılan bir kadın
(yüzü) peçeli olarak Peygamber (s.a.)’e gelip şehit düşen oğlu(nun Allah yanındaki
durumu)nu sordu. Peygamber (s.a.)’in (orada bulunan) Sahâbelerinden birisi (o kadına
hitaben);
“- Oğlunu sormaya yüzün kapalı olarak mı geldin?” dedi. O da;
- Oğlumu kaybettiysem de utanma duygumu hiçbir zaman kaybetmeyeceğim, diye karşılık
verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
“- Senin oğlun için iki şehit sevabı vardır” buyurdu. Kadın ;
- Ya Rasûlullah bu niçindir? diye sordu. (Hz. Peygamber de)
“- Çünkü onu kitab ehli öldürdü” cevabını verdi. (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 8 C.9
H.2488 S.457 Şamil 1988.)

Evet, yüzünü örttü diye suçlanan bir şehit anası ve Ehli kitab katletti diye, kendisine iki
şehit sevabı verilen şehit iddiası, yani demek istiyorlar ki, Ehli kitapla savaşmak sevap
yönünden iki misli daha fazladır. Bu tür iddialar İslam dininden uzak iddialardır.

225- ............ İbn Ömer’den demiştir ki:


Rasûlullah (s.a.) mücahit ve atı için birisi kendisine ikisi de atına (olmak üzere ganimet
mallarından) üç pay vermiştir. (Ebû Dâvûd K.el-Cihâd (15), Bâb 143 C.10 H.2733 S.345
Şamil 1990, diğer rivayet edenler, Buhâri Cihad 51; Meğazi 38; Müslim Cihad 57; Tirmizi
Siyer 6,8. )

226- ... (Ebû Umre’nin) babasından rivayet etmiştir ki: Biz dört kişi, yanımızda bir(er) atla
Rasûlullah (s.a.)’in yanına gelmiştik. Bizden herkese bir hisse, her bir at için de iki hisse
ayırdı.” (Ebû Dâvûd K.el-Cihad (15), Bâb 143 C.10 H.2734 S.347 Şamil 1990 )

227- Ümmü Harâm (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Deniz tutması sebebiyle (gemide) kusan kimseye şehit sevabı verilir.
Boğularak ölene de iki şehit sevabı vardır”. (K.S. 1151 C.5 S.260 Akçağ, alıntısı Ebû
Dâvûd Cihad 10,(2493) )
98

Mücahidin atı, mücahit ten iki kat daha değerlidir ve deniz tutmasından kusana bir şehit
sevabı, boğularak ölene iki şehit sevabı verilir şeklinde uydurdukları rivayetlerin aslı
olmayıp, hakaret kastıyla uydurulmuşlardır.

228-. ... Necde b. Nüfey’den; demiştir ki: İbn Abbas’a şu;


“Eğer topluca (savaşa) çıkmazsanız (Allah) size (acı bir şekilde) azab eder... (malindeki,
Tevbe 39 ) âyeti sordum da;
- Onlardan yağmur kesildi. (Yağmur kesilmesi) onların azabıydı diye cevap verdi. (Ebû
Dâvûd K.el-Cihad (15), Bab 18 H.2506 S.489 Şamil 1988. )

Bu rivayette, topluca (seferberlik) savaşa katılmak istemeyenlere cesaret vermek için 9


Tevbe 39 da yapılan tehdidi basit bir yağmur kesilmesi şeklinde göstermeyi
amaçlamışlardır.

Kur’an’da ise şöyle denmiştir, mealen:

- Ey iman edenler, size ne oldu ki: “Allah yolunda topluca savaşa çıkın!” dendiği
zaman yere çakılıp kaldınız? Yoksa âhireti bırakıp ta dünya hayatına mı razı
oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır. 9/38

- Eğer topluca (savaşa) çıkmazsanız, (Allah) size acı (bir şekilde) azab eder ve
yerinize sizden başka bir topluluk getirir. O’na hiçbir zarar veremezsiniz, Allah her
şeyi yapabilendir. 9/39

Görüldüğü gibi, topluca yapılan savaşa (mazeretsiz) katılmayanlara yapılan tehdit. Dünya
ve Ahirette mahvolacakları şeklindedir. Bu itibarla yapmış oldukları rivayetin aslı yoktur.

Rivayet ettiler ki: “Facir veya büyük günahlar işleyen her emirin komutasında cihad etmek
mecburidir. Bir kavme İslam Dinini tebliğ etmeden ansızın saldırmak caizdir. Kuşatılan
bir kale halkına isteseler bile, Allah’ın hükmü uygulanamaz, kul hükmü uygulanır.”

Bu tür rivayetlerinin İslam Dininde yeri olmayıp, Peygambere karşı iftirada


bulunmuşlardır. Böyle yapmalarının nedeni ise, Müslüman adı takınarak insanlara zulmen
saldırdıklarında, bunun meşru bir hareket olduğu hususunda kendilerine gerekçe uydurmak
içindir. Bu konuda uydurdukları rivayet örnekleri:

229-. ... Ebû Hureyre (r.a.)’den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“İyi olsun facir olsun her devlet reisi ile birlikte cihad üzerinize (düşen) kaçınılmaz bir
görevdir.......... (Ebû Dâvûd K.el-Cihâd (15), Bâb 34 C.10 H.2533 S.14 Şamil 1990. )

Facir yahut büyük günah işleyen kimselere itaat etmemek lazım olduğuna dair Kur’an’dan
mealen:

- Rabb’inin hükmüne kadar sabret ve onlardan hiçbir günahkara, yahut hiçbir


kafire itaat etme. 76/24

- Nefsini, sabah akşam rızasını isteyerek Rab larına yalvaranlarla bir tut . Dünya hayatının
99
süsüne kanarak gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi zikretmekten gâfil kıldığımız
kendi nefsinin arzusuna uyan ve işi aşırılık olan kimseye itaat etme.
18/28

Görüldüğü gibi, İslâm'da günahkara itaat etmek yasaktır. Onlarsa “Facir” kimseye itaate
çağırıyorlar. Zira rivayetin Arapça aslında itaat edilmeye çağırdıkları kimseyi “Facir” olsa
dahi diye belirtmişlerdir. Facir ler hakkında ise Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen:

- Şerefli katipler, 82/11

- Her yaptığınızı bilirler. 82/12

- İyiler mutlaka nimet içindedirler, 82/13

- Facirler de yakıcı ateş içindedirler, 82/14

- Ceza günü oraya girerler. 82/15

- Onlar oradan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak değillerdir. 82/16

Facirler, Cehennemde ebedi kalacak olan büyük günah sahibi kimselerdirler. Bunlar öyle
kimselerdir ki, yer yüzünde fesat çıkarırlar.

Kur’an’dan mealen:

- Yoksa, iman edenleri ve salih amel işleyenleri, yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi
tutacağız? Yahut ta Allah’tan korkanları facirler gibi mi tutacağız? 38/28

Görüldüğü gibi, “Facirler”, Allah’tan korkmayan kimselerdirler. Allah’tan korkmayana ise


itaat olmaz. Zira o kimse zalimlik yapar. Zalime uymak zulme iştirak etmektir. Nûh
peygamber, duasında “Facirlerle”, “Kafirleri” denk tutmuştu. Kur’an’dan mealen:

- Nûh dedi ki: “Rabb’im, yeryüzünde kafirlerden tek kişi bırakma,” 71/26

- “Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; yalnız facir, kafir (kimseler)
doğururlar. 71/27

Bu itibarla uydurdukları rivayet Kur’an’a uygun olmayıp, buna göre bir mümin kimse bir
facire itaat edemez.

230-. ... İbn Avn dedi ki: Ben Nâfi’ye bir mektup yazarak, ona harb den önce müşrikleri
(İslam'a) davet etmeyi sordum, o da bana: “İslamın başlangıcında idi. (Nitekim daha
sonraki tarihlerde) Allah’ın peygamberi Müstakil oğullarına, gafil bulundukları,
hayvanlarının suya götürüldüğü bir sırada baskın yaptı. Savaşabilecek olanlarını öldürdü,
zürriyetlerini de esir aldı. Haris’in kızı Cüveyriye’yi de o gün aldı. Bu hadisi bana (o
sırada) kendiside o ordunun içinde olan, Abdullah (b.Ömer) rivâyet etti, diye mektup
yazdı. (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 91 H.2633 C.10 S.158-159 Şamil 1990, diğer
rivayet edenler, Buhari İtk 13; Müslim Cihad 1. )
100

Bu rivayetleriyle İslam’dan haberi olmayan kimselere aniden saldırı yapılabileceğini iddia


etmişlerdir. Hal bu ki değil İslam’dan haberi olmayana, haberi olup ta İslam'ı kabul
etmemiş olan kimselere dahi, eğer kendileri savaş açmamışlarsa, haksızcasına
Müslümanlar onlara savaş açamazlar. Kur’an’dan mealen:

- Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü
Allah haksız yere saldıranları sevmez. 2/190

Hatta, Müslümanlığı kabul etmemiş olanlar savaş istemeyip, barışa yanaşırlarsa,


Müslümanlar da barışa yanaşmak zorundadırlar.

Kur’an’dan mealen:

- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a dayan, çünkü O, işitendir
bilendir. 8/61

Görüldüğü gibi hiçbir kavme, dolayısıyla hiçbir şahsa veya şahıslara da Müslümanlar
haksız yere saldırıda bulunamazlar, hatta barış taraftarı olmak zorundadırlar. Bu itibarla
uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.

Kendileri de bu rivayetlerini yalanlayan bir rivayet uydurdular. Fakat bu rivayetin


sonunda, Allah’ın hükmü yerine kul hükmü uygulanması gerektiğini iddia ederek, kendi
nefisleri üzerine kafir olduklarına şahitlik ettiler. Zira, Kur’an öğretisine göre Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir.

Bu husustaki rivayetleri şöyledir:

231-. ... Süleyman b. Büreyde babası (bireyde) den; şöyle demiştir: Rasûlullah bir
seriyenin yahut da bir ordunun başına bir kumandan gönderdiği zaman ona kendi nefsi
hakkında Allah’tan korkmayı, (yine ona) yanında bulunan Müslümanlar hakkında hayrı
tavsiye eder ve (şöyle) buyururdu: “Müşriklerden olan düşman(lar)ınla karşılaştığınız
zaman, onlara şu üç yoldan birine çağırınız. Bunlardan hangisinde sana icabet ederlerse
onu kabul et ve kendilerini bırak. Onları (önce) İslam’a çağır, eğer icabet ederlerse (bunu)
onlardan kabul et ve kendilerini (serbest) bırak. Sonra onları ülkelerinden muhacirlerin
ülkesine göçe davet et ve bunu yaptıkları takdirde, muhacirler için (tanınmış) olan
(haklar)ın onlar için de (tanınacağını) muhacirlerin üzerine (getirilmiş) olan
(yükümlülükler)in onların hakkında da (geçerli) olduğunu kendilerine bildir. Eğer (bunu)
kabule yanaşmazlar da kendi yurtlarını tercih ederlerse, onlara müslüman bedeviler gibi
olacaklarını, kendilerine Allah’ın müminler üzerine cereyan eden hükmünün
uygulanacağını, Müslümanlarla birlikte cihad etmeleri dışında harac ve ganimetten hiçbir
hisselerinin olamayacağını bildir. Eğer İslâm'ı kabul etmezlerse onları cizye vermeye
çağır. Eğer buna yanaşırlarsa (bunu) onlardan kabul ve kendilerini (serbest) bırak. Eğer
kabul etmezler artık Allah’tan yardım dileyip onlarla savaş, eğer bir kale halkını
kuşattığında senden kendilerine, Allah’ın hükmünü uygulamanı isterlerse (bunu) onlara
uygulama. Çünkü siz Allah’ın onlar hakkındaki hükmünün ne olduğunu bilemezsiniz.
Yalnız onlara kendi hükmünüzü uygulayınız. Sonra onlar hakkında dilediğiniz hükmü
veriniz.” (Ebû Dâvûd, k.el-Cihad (15), Bâb 82 H.2612 C.10 S.122-123 Şamil, diğer
101
rivayet edenler, Müslim, Cihad 3 ; Tirmizi, siyer 47; İbn Mâce, 38. )

İslam'ın başlangıcında, peygamberin başında olmadığı bir ordu teşekkülü mümkün


olmadığından, bu rivayet Medine dönemi veya Medine döneminin Mekke’nin fethinden
sonra ki dönemiyle ilgili olarak uyduruluştur. Hal böyle olunca müşrikleri üç yoldan birine
çağırmak nasıl şart olur. Örneğin yeni bir ülke İslam topraklarına katılırsa ve halkı
Müslümanlığı kabul ederse niçin ve nereye göç ettirmek mümkün olur. Göç veya başka bir
ifadeyle hicret, şartların zorlamasıyla İslam'ın yaşanmasına uygun olmayan yerden uygun
yere veya İslam toplumu oluşturmak amaçlı bir olay için bir yerden uygun bir yere
gitmektir. Yoksa sırf hicret için hicret değildir. İslam'a ait bir toprak içerisinde hicretin
manası nedir? Bir evvel ki rivayette tebliğsiz ani saldırıyı meşru kabul etmişlerdi. 231
no.lu örnekteki rivayette üç şart vardır diye rivayette bulunmaları bir çelişkidir.

Hüküm konusunda ki iddialarına gelince, bu da Kur’an’a uymamaktadır. Zira İslam'da


hüküm yalnız ve yalnız Allah’a aittir; Allah’tan başkası hüküm koyamaz, bundan dolayı
kul hükmü uygulanır diye bir şey İslam da mümkün değildir. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

- O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. İlkte de, sonda da (dünyada da,
ahirette de) hamd O’na mahsustur; Hüküm de O’nundur ve O’na
döndürüleceksiniz. 28/70

- Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların,


Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer
dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felakete uğratmak istiyor
olmasındandır. Zaten insanların çoğu yoldan çıkmışlardır. 5/49

- Gerçekten Tevrat’ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nûr vardır. (Allah’a) teslim
olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi, Rablerine teslim olmuş,
bilginler de Allah’ın kitabından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrat’a Şahit
tiler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun, Ayetlerimi az bir fiyata
satmayın (Ve bilin ki) kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta
kendileridir. 5/44

Görüldüğü gibi, Kur’an öğretisine göre hüküm ancak ve ancak Allah’a aittir. İslam dinine
göre, Allah’tan başka kimse hüküm koyamaz ve Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmek
mecburidir. Aksini yapanlar Kur’an’da kafirlerin ta kendileri olarak tanımlanmışlardır. Hal
böyle olunca, Allah’ın hükmüyle değil, kendi hükmünle hükmet diye rivayet uydurmak
apaçık küfürdür.

CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER HAKKINDA


UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

232-........... Ebû Zerr (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): “Bana Rabb’ım tarafından gelen
(Cibril) geldi de: Ümmetimden her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak tanımayarak ölürse, o
kimse cennete girer, diye haber verdi -veyâ bununla beni müjdeledi-” buyurdu. Ben:
- (Yâ Rasûlullah!) O adam zinâ ettiği ve hırsızlık yaptığı takdirde de (yine cennete girer)
102
mi? dedim.
- “(Evet) zinâ ettiği ve hırsızlık yaptığı takdirde de” (Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz 1 C.3 S.1174
Ötüken 1987. )

233-.............. Abdullah ibn Mes’ûd (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): “Allah’a bir şeyi
ortak sayarak ölen kimse cehenneme girer” buyurdu. Ben de: Allah’a hiçbir şeyi ortak
kılmayarak ölen kimse cennete girer, dedim. (Buhâri, Kitabu’l-Cenâiz 2 C.3 S.1175
Ötüken 1987)

234- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki:
“Beni gören veya beni göreni gören bir müslümana ateş değmeyecektir. (K.S.4364 C.12
S.242 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Menâkıb, (3857). )

Bu tür rivayetlerle, bir kimsenin yalnız iman etmiş olmasından dolayı cennete gireceğini,
kesinlikle cehenneme girmeyeceğini iddia etmişlerdir. Böylece müslümanların iyi veya
kötü amel işlemiş olmalarının önemi yoktur demekle, müslümanlar arasında fesadın
yayılmasını amaçlamışlardır. Bunun yetinmeyerek bu rivayetlerine ters düşen başka
rivayetler uydurmak suretiyle, iyi ve kötü amel kavramlarını belirsiz hale getirmek ve
müslümanları bu konuda şaşkın bir duruma sokmak için çaba harcamışlardır. Zaten onların
ana metodu kavramları bozabilmek için bir konu hakkında çelişkili rivayetler uydurmaktır.

Allah’ın affıyla umutlandırmak suretiyle, insanları dini görevlerinden uzaklaştırmak


isteyenlere karşı Allah, Kur’an’da şöyle demektedir, mealen:

- Ey insanlar! Rabb’inize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın


babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın va’di haktır.
Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı (şeytan), Allah’ın affına güvendirerek
sizi aldatmasın. 31/33

- Ey insanlar, Allah’ın va’di gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o


aldatıcı (şeytan), Allah(ın affına güvendirmek sûreti) ile sizi aldatmasın. 35/5

Görüldüğü gibi, Allah, şirk koşmayan herkesi ne kadar kötü amel BÖLÜM 8

işlemiş olursa olsun muhakkak affedecek demek şeytan aldatmasıdır.

Allah’ın, her şirk koşmamış olanı muhakkak bağışlayacağım diye verilmiş bir sözü yoktur.
Ancak şirk işlemiş olanlar hariç olmak üzere, istediklerimin günahını bağışlarım demiştir.
Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği


kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.
4/48

- Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine
bağışlar. Allah’a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116
103

Görüldüğü gibi, Allah her şirk koşmayanın değil de, şirk koşmayanlardan dilediğinin
günahını bağışlayacağını va’d etmiştir.

- De ki: “Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok
esirgeyendir.” 39/53

- “Size azab gelip çatmadan Rabb’inize dönün, O’na teslim olun. Sonra size yardım
edilmez.” 39/54

- “Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azab gelmezden önce
Rabb’inizden size indirilenin en güzeline (Kur’an’a) uyun.” 39/55

Evet, görüldüğü gibi, Allah’ın af vadine muhatap olan zümreden olmak için, Allah’a
dönülüp teslim olunacak. Bunun içinde Kur’an’a uymak şarttır. Yani kişi yaşantısını
Kur’an’a göre düzenleyecektir. Yoksa, Kur’an’da gösterilen yolu boş verip günahlara
dalarak, Allah’ın rahmetini ummak boş bir hayaldir. Böyle bir iddiada bulunan ancak
Kur’an ile alay etmiş olur ki, kendisi kaybeder. Şöyle ki, yukarıda mealleri yazılı ayetlerin
devamında; mealen:

- Ki nefisler demesin: “Allah’tan yana yaptığım eksikliklerden dolayı bana yazıklar


olsun! Ben gerçekten (Kur’an ile) alay edenlerden idim.” 39/56

Kim günaha batarsa, o mahv olmuştur. Cehennemde ebedi kalacaktır. Kurtulanlar ise
inanıp yararlı iş işleyenlerdir, onlarda Cennette ebedi kalacaklardır. Şöyle ki, Kur’an’dan
mealen:

- Evet kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar, ateş
(cehennem) halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. 2/81

- İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennet halkıdır, orada ebedi
kalacaklardır. 2/82

Kur’an’da hal böyleyken, buna rağmen şu rivayeti uydurdular:

235- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Resûlullah ((aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Mü’min, Allah indindeki ukûbeti bilseydi, cennetten ümidini keserdi. Eğer
kafir Allah’ın rahmetini bilse idi, cennetten ümidini kesmezdi”. (K.S.1682 C.6 S.355
Akçağ 1989, alıntısı Müslim Tevbe 23, (2755); Tirmizi Da’avât 108, (3536). )

Böylece, Müminleri Allah’ın rahmetini ummaktan dışladılar, kafirlerin ise cennete


girebileceğini imâ ettiler. Zira, ümit kesmemek bir ihtimal varsa mümkündür. İhtimal
olması halinde kafirlerinde cennete gire bilmesi mümkün demektir. Bu ise Kur’an’a
uymayan bir iddiadır. Rahmet edilecek olanlar konusunda Kur’an’dan mealen:

- İşte bu (Kur’an) bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. O’na uyun ve Allah’tan
korkun ki size merhamet edilsin. 6/155
104

İslam Dinine göre kafirler, Allah’tan korkmadıkları gibi, Kur’an’a da uymazlar. Bu itibarla
Allah’ın rahmetini ummaya hakları yoktur, Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenle -İşte onlar- benim rahmetimden
ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için acıklı bir azap vardır. 29/23

236- Bir diğer rivayette: “Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme
girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez.” (K.S. 5219
C.15 S.24 Akçağ 1992 alıntısı, Müslim iman 147; Ebû Dâvûd Edep 29,(4091); Tirmizi
Birr 61, (1999). )

237-.......Bize Ebû Avâne, Abdurrahmân İbnu’z-Esbahâni’- den; o da Ebû Sâlih


Zekvân’dan; o da Ebû Said (R)’den şöyle tahdis etti........
Resûlullah, kadınlara:
- “İçinizden hiçbir kadın yoktur ki, çocuklarından üç tânesini âhirete kendisinden önce
yollasın da bunlar cehenneme karşı onun için bir perde olmasın!” buyurdu.
Bunun üzerine kadınlardan biri:
- Yâ Rasûlullah! İki tânesi de öylemi? Dedi.
Ebû Said: Kadın “İki tâne” sözünü iki defa tekrar etti, dedi. Sonra Rasûlullah üç kere
tekrar ederek:
- “İki tâne de, iki tâne de, iki tâne de öyledir” buyurdu. (Buhari, Kitâbu’l-İ’tisam bi’l-
Kitâbi ve’s-Sünneti 41 C.16 S.7194 Ötüken 1989)

Bu tür rivayetlerle, müslüman olsun, kafir olsun herkesin cennete gireceğini çokça iddia ve
insanlara umut verdiler. Bu tür rivayetlerini dikkate almadan da şu rivayetlerde
bulundular.

238- Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Kim namazı kılar, zekatı verir ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölürse, ona mağfiret
etmek Allah üzerine bir hak olur. Hicret etse veya doğduğu yerde ölse de!” ..........
(K.S.4662 C.13 S.243 Akçağ 1992 alıntısı, Nesâi, Cihâd 18,(6,20). )

Bu rivayette, genelleme dışına çıkarak, namaz kılma ve zekat verme ile şirk koşmamayı
şart saydılar. Yalnız bu rivayette içerik olarak asıl amaçları hicret etmeyi önemsiz
göstermektir. hal bu ki, Kur’an’da gerektiğinde gücü yetip te hicret etmeyenler hakkında
şöyle denmiştir, mealen:

- Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne işde idiniz”
dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de:
“Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı
cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş(yeri)dir. 4/97

- Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü


yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. 4/98

Demek ki, hicret etmek, iddia ettikleri gibi keyfe bağlı bir olay değildir. İslam da, hicretin
105
şartları oluştuğunda, gücü olup ta aksine davrananların barınağı cehennemdir.

238- Ebu Miczel rahimehullah anlatıyor: “Hz. Muâviye radıyallahu anh, İbnu’z-Zübeyr ve
İbnu Amir (radıyallahu anhüm)’in yanlarına geldi. İbnu Âmir ayağa kalktı, İbnu’z-Zübeyr
oturdu (kalkmadı). Hz. Muâviye radıyallahu anh, İbnu Âmir’e:
“Otur, zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)’ın: “İnsanların kendisi için ayağa
kalkmalarından hoşlanan kimse ateşteki yerini hazırlasın” buyurduğunu işittim” dedi.”
(K.S. 3320 C.10 S.116 Akçağ 1990, alıntıları Ebû Dâvûd, Edeb 165, (5229); Tirmizi, Edeb
13, (2756). )

239- Nesâi’nin bir rivayetinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Üç kişi vardır, cennete
girmeyecektir: Anne babasının hukukuna riayet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse;
verdiğini başa kakan kimse.” (K.S. 5876 C.16 S.348 Akçağ 1993, alıntısı Nesâi, Zekat 69,
(5,81). )

240- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam ölmüştü, diğer biri, Rasûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’ın işiteceği şekilde onun için şöyle söyledi: “Cennet mübarek
olsun!” Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sordu: “Nereden biliyorsun? Belki de o
mâlâyâni (lüzumsuz, boş) konuştu veya kendisini zengin kılmayacak bir miktarda cimrilik
etti!” (K.S. 5912 C.16 S.377 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Zühd 11. (2217). )

241- Ebû Dâvûd’da Hârise radıyallahu anhtan gelen bir rivayette, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm şöyle buyurmuştur: “Cennete ne zengin cimri, ne de kaba merhametsiz girer.”
(K.S. 5142 C.14 S.458 Akçağ 1992, alıntısı Ebû Dâvûd, Edeb 8, (4801). )

242- Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir.”
Müslim’in rivayetinde “nenmâm cennete girmeyecektir” şeklinde gelmiştir. (K.S. 4328
C.12 S.128 Akçağ, alıntıları, Buhari, Edeb 50, Müslim, İman 169,(105); Ebû Dâvûd, Edeb
38,(4771); Tirmizi, birr 79,(2027). )

243- Hz. Câbir ve Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz.
Mücâhir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.” (K.S. 4327 C.12 S.126 Akçağ,
alıntısı Müslim, Zühd 52(2290), Buhari’de ikinci kısım mevcuttur Edep 60. )

Günahı gizli işlemek şartıyla ne yapılırsa yapılsın affedilmiştir diyorlar. Bu da Allah’ın


görmesi mühim değildir, yeter ki kullar görmesin manasındadır. hal bu ki, insanlardan
gizlenip Allah’tan utanmayanlar hakkında Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen:

- Kendilerine hâinlik edenleri savunma; zira Allah, daima hainlik yapıp günah
işleyen kimseleri sevmez! 4/107

- (Kötü fiillerini) insanlardan gizliyorlar da Allah’tan gizlemiyorlar. Oysa geceleyin


O’nun istemediği şeyi kurarlarken O, onlarla berâberdir. Allah, onların yaptıkları
her şeyi kuşatmıştır (Hiçbir şeyi O’ndan gizleyemezler). 4/108
106
- Haydi siz dünya hayatında onları savundunuz (diyelim); ya kıyamet günü
onları Allah’a karşı kim savunacak, ya da kim onlara vekil olacak? 4/109

Demek ki bu rivayetleri de Kur’an’a uymayan boş iddiadır.

244- Ebu Osmân en-Nehdi anlatıyor: “Sa’d İbnu Ebi Vakkâs radıyallahu anh’ı dinledim.
Demiştir ki: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“İslâmda bir kimse asıl babası varken bir başkasının babası olduğunu söylerse ve bu
iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır.” (K.S.
5323 C.15 S.122 Akçağ, alıntıları Buhari, Ferâiz 29, Megâzi 56; Müslim İman 114,(63);
Ebû Dâvûd, Edeb 119,(5113). )

245- Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “İçki müptelası cennete giremez.” (K.S. 7004 C.17 S.432 Akçağ 1993,
alıntısı İbn-i Mace 3376. )

246- Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Mü’mine zarar veren veya hile yapan melûndur.” (K.S. 5886 C.16 S.358
Akçağ, alıntısı Tirmizi Birr 27, (1942). )

Görüldüğü gibi bu konuda örneğini vermiş olduğum ilk hadis örneklerinde, Müslüman
olan herkesin muhakkak Cennete gireceğini, Kesinlikle Cehenneme girmeyeceğini, hatta
kafirlerin dahi Cennete girmeyi umabileceğini iddia etmişlerdi. Buna rağmen, sonraki
örneklerde ise Müslüman olup ta günah işleyen kimselerin Cehenneme gireceklerini hatta,
hiç Cennete girmeyeceklerini rivayet etmeleri açık bir çelişkidir. Kur’an gerçeklerini
anlatma kaygıları olmadığı için, daha öncede dikkat çektiğim gibi, bu gibi çelişkili
rivayetler uydurarak, havaya ve ortama göre işlerine gelen rivayeti halka söyleme ortamı
kendilerine sağlarlar. Hani nasıl derler, gerçeklere göre değil de, nabza göre şerbet
vermeye çalışırlar, takdim ettikleri şerbetin İslami ölçülere göre zehirli olup olmaması
onların umurunda bile değildir.

Bu konudaki rivayetlerine başka açıdan örnekler verecek olursam, şöyle ki:

247- İbnu Mes’ûd (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm )


buyurdular ki: “Çocukları diri olarak toprağa gömen de gömülende ateştedir.” (K.S. 858
C.4 S.373 Akçağ, alıntısı Ebû Dâvûd, Sünnet 18,(4717). )

248- Ebû Dâvud’un bir diğer rivayetinde geldiğine göre, “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’a: “Ey Allah’ın Resûlü, kim cennete girecektir?” diye sorulmuş, o da şu cevabı
vermiştir: “Peygamber cennetliktir, şehit cennetliktir, Çocuk(ken ölen) cennetliktir, diri
diri gömülen çocuk cennetliktir. (K.S. 1024 C.5 S.57 Akçağ, alıntısı Ebû Dâvûd, Cihâd 27,
(2521). )

Bu iki rivayet çelişkilidir, diri olarak gömülen çocuk birinde Cennetlikken, öbüründe ise
Cehennemlik olarak belirtilmiştir.

Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir, ölen küçük çocukların İslam dinine göre durumu nedir?
İslam dinine göre daha sorumluluk yaşına gelmeden ölen, Müslüman veya Kafir çocuğu
107
ayırımı var mı? İnsanların dünya hayatında ki yaşam süreleri bir birinden farklı olduğu
gibi, gelişme açısından davranış kabiliyetleri de genelde bu yaşam süreleriyle ilgilidir.
Örneğin yeni doğmuş bir bebekle, yetişkin bir insanın davranış kabiliyetleri bir birlerinden
farklıdır. İnsan uzun yıllar yaşadığı gibi, bebekken, hatta doğar doğmaz veya daha anne
karnındayken ölebilmektedir. Ve İslam dininde her nefsin sorumluluğu sahip olduğu güce
göredir. Allah hiçbir nefse yüklenemeyeceği yükü yüklemez. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

-Biz, hiçbir nefse gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz. Nezrimizde hakkı söyleyen
bir kitap vardır, ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. 23/62

İslam dinine göre bir insanın sorumlu olması için, İlâhi mesaja muhatap olmuş ve İlâhi
mesajdan öğüt alabilecek bir ömür müddetine sahip olması gerekir. Kur’an’dan mealen:

- İnkar edenlere gelince de cehennem ateşi vardır. (Orada) onlara ne (ölümle)


hükmedilir ki, ölsünler ve ne de onlardan cehennem azâbı biraz hafifletilir. İşte Biz,
nankör kafirleri böyle cezalandırırız. 35/36

- Onlar orada: “Rabb’imiz bizi çıkar (önce) yaptığımızdan başkasını yapalım” diye
feryâd ederler. “Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre yaşatmadık mı sizi?
Size uyarıcı da geldi (fakat inanmadınız). Öyle ise tadın (azâbı), zalimlerin yardımcısı
yoktur.” 35/37

İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürüldüler. Oraya geldikleri zaman,


cehennemin kapıları açıldı, cehennemin bekçileri onlara şöyle dedi: “Kendi
aranızdan, Rabb’inizin ayetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız
hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?” “Evet, geldi dediler, ama kafirlere azap sözü
hak oldu.” 39/71

- “O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin


yeri ne kötüymüş!” denildi.
39/72

- Kim Rabb’ine suçlu olarak gelirse onun için cehennem vardır; orada ne ölür ne de
yaşar. 20/74

Cehennem halkı öyle kimselerdir ki, Allah tekrar onları dünyaya gönderip, İman edip iyi
ameller işlemelerine fırsat verse, İman etmeyip tekrar eski yaptıklarına döneceklerdir. Zira
onlar yalancıdırlar. Kur’an’dan mealen:

- Onların, ateşin başında durdurulmuş iken: “Ah ne olurdu keşke biz (dünyâya) geri
çevrilseydik de Rabb’imizin ayetlerini yalanlamasaydık, iman edenlerden olsaydık!”
dediklerini bir görsen! 6/27

- Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü. Geri gönderilselerdi yine
men’olundukları şeyi yapmağa dönerlerdi, çünkü onlar yalancılardır. 6/28

- Kim yola gelirse kendisi için yola gelmiş olur, kim de saparsa kendi aleyhine sapar.
108
Hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü taşımaz (herkes kendi günahını
çeker). Biz, elçi göndermedikçe azab edecek değiliz. 17/15

Görüldüğü gibi, bir insanın sorumlu olması için, Allah tarafından bir elçinin getirdiği
vahye muhatap olması, bu vahyi normalde öğrenebilecek durumda olması ve öğüt alması,
dolayısıyla düşünebilmesi için yeterli bir ömür müddetine sahip olması gerekir. Bunun
böyle olmasının nedeni, insanların Allah’a karşı bir bahânelerinin olmaması içindir.
Kur’an’dan mealen:

- Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçilere de


(vahyetmiştik). Ve Allah, Musa ile konuştu. 4/164

- (Bunları) Müjdeleyici ve uyarıcı olarak (gönderdik) ki, peygamberler geldikten


sonra insanların, Allah’a karşı bahaneleri kalmasın. Allah üstündür, hikmet
sahibidir. 4/165

Görüldüğü gibi, dini sorumluluk yüklenmemiş çocuklar, müslüman çocuğu olsun veya
olmasın cehenneme girmeyeceklerdir.

Cehennemde olmadıklarına göre cennette olabilirler mi. Kur’an’dan mealen:

- Kim de O’na (Allah’a) iyi işler yapmış bir mümin olarak gelirse, işte onlar içinde
yüksek dereceler vardır. 20/75

- Altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri. Orada sürekli olarak kalırlar. İşte
(günahlardan) arınanların mükâfatı budur! 20/76

- İman edenler ve iyi iş işleyenler ise, onları (Ağaçları) altından ırmaklar akan
cennetlere sokacağız. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Onları koyu gölgeliklere
sokacağız. 4/57

- (Allah’ın azâbından) korunanlara da: “Rabb’iniz ne indirdi?” dendi. “Hayır


(indirdi) dediler. Dünyâda güzel iş yapanlara güzellik vardır, (onlar için) âhiret
yurdu ise daha hayırlıdır. Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir. 16/30

- Adn cennetleri(ne), altlarından ırmaklar akan o cennetlere girerler. Orada onlar


için diledikleri her şey var. İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükâfatlandırır. 16/31

Yukarıdaki ayet meallerinde görüldüğü gibi ve Kur’an’daki daha bir çok ayette, cennet
ehlinin vasıfları olarak, iman etme ile birlikte salih amel işleme ve dolayısıyla takva
gösterilmiştir. Bunun içinde yeterli yaşam süresi içinde, İlâhi vahyi kabul ve ona uygun
davranıp imtihanı kazanmak gerekir.

Şimdi çocukların durumunu incelerken, daha anne karnındayken veya doğar doğmaz ölen
bir çocuğun durumunu ele alarak, o açıdan diğer dini yönden mükellef olmamış çocukları
dikkate alalım. Böyle bir kimsenin yukarıda bahsi geçen cennet ehline ait vasıflara sahip
olamayacağı açıktır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:
109
- Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı(ğı zaman) hiçbir şey
bilmiyordunuz, size işitme (duyusu) gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz. 16/78

Bu durumda ölenlerin kendi tercihleri olarak işlenmiş iyi veya kötü amelleri yoktur. Zira
tercih bilmeyi gerektirir, bunlarsa bir şey bilmemektedirler. Dini sorumluluk yaşına
gelmemiş veya dini teklif altına girmemiş akıl özürlülerin durumu da bunlar gibidir. Bu
durumda ölenlerin kafir veya müslüman çocukları olmaları arasında fark yoktur.
Dolayısıyla günahları da yoktur. Kur’an’dan mealen:

- Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 81/8

- “Hangi günah(ı) yüzünden öldürüldü?” diye. 81/9

Onları diri diri toprağa gömenleri eleştiri mahiyetinde ki bu ayetler, aynı zamanda bu
çocukların günahsız olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla kafir çocukları olmalarına
rağmen günahları yoktur.

Bu durumda. Cennetle mükafatlandırılanlardan veya cehennemle cezalandırılanlardan


değillerse, o zaman bahsi geçen çocuklar veya onların konumunda olanlar nerededirler?

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Çevrelerinde, ebedi yaşama erdirilmiş çocuklar dolaşırlar; 56/17

- Kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehleri onlara sunarlar. 56/18

- Cennetin gölgeleri, üzerlerine yaklaşmış devşirmeleri (meyveleri) da aşağı


eğdirildikçe eğdirilmiştir. 76/14

- Yanlarında gümüşten kaplar, billûr kupalar dolaştırılır. 76/15

- Gümüşten kadehler ki onları türlü ölçü ve biçimlere koymuşlardır. 76/16

- (Bu), orada bir çeşmedir ki adına sel sebil denir. 76/18

- Çevrelerinde de ebedileşmiş çocuklar dolaşır ki, onları görsen, kendilerini saçılmış


inci sanırsın. 76/19

- Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün. 76/20

Cennet ehline hizmet eden bu çocuklar Kur’an’da tanımlanırken “Vilden” yani doğumla
çoğalmış olarak belirtilmişlerdir, ayrıca “ebedileşmiş” olmalarının belirtilmesi de, onların
önceden ölümlü oldukları ve ölümü tattıklarını belirtir. Ebedileşmiş olmaları sonradan
kazandıkları bir vasıftır. Durum böyle olunca, bence anlaşılan odur ki, cennet ehline
hizmet eden bu çocuklar, din teklifine muhatap olmadan ölen çocuklardır. Ayrıca,
yetişkinlik yaşına kadar yaşam sürmelerine rağmen akıl özürlü olup dini teklif altına
girmeyenleri de bu çocuklar konumunda düşünmemiz mümkündür. Ancak yaşamlarının
ancak belirli bir süresinde akıl özürlü olanlar, özürlü olmadıkları yaşam sürelerinde ki
110
amelleriyle yükümlüdürler.

İslam inancına göre ölenler yaşları ne olursa olsun ikinci bir sefer tekrar imtihan için
dünyaya dönmezler. Dini teklif altına girmek suretiyle sorumluluk almamış olan bu
kimselerin günahkarlıkları olmadığı gibi, yetişkin insanların bilerek işledikleri amelleri
gibi iyi amelleri de yoktur. Bundan dolayı cennetteki konumları dünyadaki yaşamlarına
uygundur. Dünya yaşamında çiçek neyse, küfür ve günaha bulaşmamış bu masum
çocuklar da onlar gibidir. Onlar, Ahrette de cennetin güzel süslerindendirler, Allah onların
bu durumlarını saçılmış inci benzetmesiyle bize bildirmiştir. Böylece de cennet ehli
çocuksuz kalmamış olmaktadırlar.

Ölenlerin ikinci defa dünyaya imtihan edilmek üzere dönmeyecekleriyle ilgili olarak,
Kur’an’dan mealen:

- İnkar edenlere de bağrılır: “Allah’ın (size) kızması, sizin kendi kendinize


kızmanızdan daha büyüktür. Zira siz imana çağrıldınız da inkâr ederdiniz!” 40/10

- Dediler ki: “Rabb’imiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahımızı itirâf
ettik, Şimdi (şu ateşten) çıkmak için (bize) bir yol var mı (acaba)?” 40/11

- Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz, o sizi diriltti; yine öldürecek, yine
diriltecek; sonra O’na döndürüleceksiniz. 2/28

Görüldüğü gibi Kur’an’da iki ölüm ve iki diriliş bildirilmiştir. İlk ölüm dayaya gelmeden
önce , Ruh’un dünyaya gelmeden önceki bedensiz halidir. Daha önce Kur’an’dan örnek
vererek uyku ve ölüm bağıntısından bahsetmiştim. Uyku ve Ölüm Ruh’un yok olması
değil, bedenden ayrılmasıdır. Ruhla beden canlılığı da aynı şey değildir, zira insan
uykudayken kıpırdar, Ölmüş halde de tırnaklar ve saç uzar, fakat bedende Ruh mevcut
değildir. Bundan dolayı konunun anlaşılması açısından bedenin canlılığını ve Ruh’un
varlığını karıştırmamak lazımdır. Örneğin aniden kopan bir el veya ayak kısa bir müddet te
olsa hareket edebilir bu onun bir parça canlılık taşıdığını gösterir, buna rağmen koptuğu
bedenin benliğinde bir noksanlık meydana gelmez. Bundan dolayı Ruh’la canlılığın ayrı
şeyler olduğu görülebilir. İkinci ölüm dünya hayatından ayrıldığımızda bildiğimiz ölüm
halidir. Birinci diriliş dünyaya geldiğimiz haldir. İkinci diriliş, Ahrette dirildiğimiz haldir.
Bundan dolayı, Kur’an’a göre, ikinci bir diriliş haliyle imtihan için tekrar dünyaya
dönülüp dirilme yoktur. Tenasüh veya Reenkarnasyon inancı Kur’an’a göre geçersizdir.

Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir, madem ki İslam dini açısından dünya imtihanı bir
seferle sınırlıdır, o zaman yetişkin olarak yaşam süren akıl özürsüz her insan dini tebliğ
almakta veya alabilecek durumda mıdır. Yoksa, bazı insanlar dünyanın ücra veya bazı
yerlerinde dini tebliğden uzak ve habersiz olarak yaşam sürüp ölmekte midirler?

Kur’an’ı esas alarak konuya bakacak olursak, her ümmete muhakkak bir uyarıcının (Nezir,
başka bir ifadeyle peygamber) gönderildiğini görürüz. Kur’an’dan mealen:

- Biz seni gerçek ile birlikte müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Her ümmet
içinde mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur. 35/24
111
- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında
adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez. 10/47

- Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve Tâğût’tan sakının” diye (emretmeleri için)
her ümmete peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti.
Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün,
yalanlayanların sonu nasıl olmuştur! 16/36

Peygamberimiz ise alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.bunun manası, gelmesiyle


birlikte bütün alemlerin peygamberi olduğudur, bundan dolayı bütün alemler Kur’an’a
uymakla yükümlüdür. Peygamberimizden sonra peygamber gelmeyeceğinden, kendisine
ulaşmanın tek yolu getirdiği Kur’an’a uymaktır. Peygamberler din tebliğinde, yanlış
tebliğden masum idiler, onların dışında olan bizler böyle bir vasfımız olmadığından
söylediğimiz bütün dini sözlerin Kur’an ölçüsüne göre denetlenerek, uygun olduğu
görüldükten sonra kabul edilmesi gereklidir, uygun değilse İslam dini açısından geçerliliği
olmadığından red edilmesi gerekir. İslam dinini anlaşılmasında tek kaynak ve tek ölçü
Kur’an’dır.

Kur’an’dan mealen:

- (Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. 21/107

Peygamberin getirmiş olduğu tebliğden istifade edip, hidayet bulmak için, Kur’an’dan
mealen:

- Tâğût’a ibadet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele


kullarımı: 39/17

- Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini
doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklıselim sâhipleridir. 39/18

- O’dur ki size âyetlerini gösteriyor ve sizin için gökten rızık indiriyor. Ancak
(Allah’a) yönelen öğüt alır. 40/13

- Kafir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbi’nden bir âyet (mucize) indirilmeli değil
miydi? De ki: Kuşkusuz Allah dilediğini saptırır. Kendisine yönelenleri hidayete
erdirir. 13/27

- “Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye Nuh’a tavsiye ettiğini sana
vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size din kıldı.
Fakat kendilerini çağırdığın bu(din), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. 42/13

- Hiçbir musibet, Allah’ın izni olmadıkça isabet etmez. Kim Allah’a iman ederse,
Allah da onun kalbine hidayet verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. 64/11

Bir insanın hidayet bulması için, Allah’a yönelmesi, doğru yolu arzu etmesi gerekir. Allah,
kendisine iman edenin kalbine hidayet verir. Bunun için insanın, dünyanın neresinde
112
olduğu veya hangi devirde yaşadığı mani teşkil etmez.

Daha öncede Kur’an’a dayalı olarak belirttiğim gibi, insan fıtrat yani yaratılış olarak
muvahhid tir. Allah’ın tek İlâh olarak Rabb’i olduğu gerçeğinin üzerini örtmeyip, buna
iman eden kimse, Allah’ın hidayet vermesiyle kalbinde hidayet bulur. Rabb’inin kim
olduğunu ve hayat gerçeğinin manasını amel olarak öğrenme olayına giriştiğinde, örneğin,
kendisini kimin yarattığını, dünyaya nereden geldiğini, dünyada bulunmasının amacını ve
öldükten sonra nereye gideceğini merak ederek öğrenmeyi araştırdığında, doğrulardan
hoşlanıp benimseme isteğinde bulunması halinde, Allah onun kalbine hidayet ederek,
Vahiyden istifade etmesinin yollarını açar.

İnsanın fıtrat en hanif yani Allah’ı bir tek İlâh olarak kabul etmeye uygun yaratıldığı
hususunda, Kur’an’dan mealen:

- Sen yüzünü, Allah’ı birleyici (hanif) olarak doğruca dine çevir. Allah’ın
yaratmasına (fıtratına) ki, Allah insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın
yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
30/30

Bu konuyla ilgili olarak İbrahim peygamberi örnek gösterecek olursak, Kur’an’dan


mealen:

- İbrahim, babası Âzer’e demişti ki: “Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu
ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.” 6/74

- Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (iç yüzünü) gösteriyorduk ki,
kesin inananlardan olsun. 6/75

- Üzerine gece basınca (İbrahim) bir yıldız gördü; “Budur Rabb’im” dedi. Yıldız
batınca: “Batanları sevmem”, dedi. 6/76

- Ay’ı doğarken görünce: “Budur Rabb’im” dedi. O da batınca “Rabb’im beni doğru
yola iletmezse, muhakkak sapıklığa düşmüş topluluktan olacağım” demişti. 6/77

- Güneşi doğarken görünce: “Budur Rabb’im, bu daha büyük” dedi. (O da) batınca
dedi ki: “Ey kavmim, ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” 6/78

- Ben hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben
müşriklerden değilim. 6/79

Böylece hidayet buldu, Allah ona peygamberlik verdi ve onu dost edindi. Kur’an’dan
mealen:

- İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in, Allah’ı bir
tanıyan (hanif) dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah
İbrahim’i (kendine) dost edinmişti. 4/125

Hidayet bulmayanların durumuna gelince, bunlar hidayeti istemeyip hidayete götüren


113
gerçeklere gözünü kapatıp, bu gerçeklerin üzerini örten kimselerdir. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Gece ve gündüzün değişmesinden ve Allah’ın, göklerde ve yerde yarattığı şeylerde


(Allah’ın azabından) korunan bir topluluk için nice deliller (ayetler) vardır. 10/6

- Bize kavuşmayı ummayan, dünya hayatına razı olup onunla yetinenler ve


ayetlerimizden de gâfil olanlar, 10/7

- İşte kazandıkları işlerden dolayı onların varacakları yer, ateştir! 10/8

- Dünya hayatından sâdece (görünen) dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar
tamâmen gafildirler. 30/7

- Kendi nefislerinde hiç düşünmediler mi ki Allah, gökleri, yeri ve aralarındakileri


ancak hak ile ve belli bir süre ile yaratmıştır. İnsanlardan çoğu, Rab’lerine
kavuşmayı inkâr etmektedirler. 30/8

Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her


ayeti görseler de ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama
azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu onların ayetlerimizi
yalanlamalarından ve onlara karşı gâfil olmalarındandır. 7/146

Görüldüğü gibi, hidayet bulmayanların, hidayet bulmamalarının nedeni bilgi kaynaklarının


noksanlığından değil de, hidayeti bulmak istememelerindendir. Bunlar öyle kimselerdir ki,
Allah’a kavuşmayı ummazlar, dünya hayatına razı olup onunla yetinerek, ayetleri boş
verirler. Yer yüzünde büyüklenip, ayetleri yalanlayarak umursamazlar.

İnsanın bizzat kendisi, yer gök ve bunlar arasında bulunanlar bir harikalar alemidir. İnsan
nereye dönüp baksa kendisini hayretlere düşürecek bir olayla karşılaşır, yeter ki bakmasını
bilsin. Bizzat yaratıkların var olmasının varlığı bir harika olaydır. Varlık üzerinde
derinleşerek bakanların hayretler içinde kalacağı bir çok olaylar olduğu gibi, dikkatlice
biraz bakanların da hayretler içinde kalacağı olaylar mevcuttur. Örneğin: çok kolay bir
şekilde, gözün ve tırnakların yaptıkları işe, yapılarına ve yerleşim yerlerine bak, hayretler
içinde kalmamak mümkün mü? Başını kaldır ve gökyüzüne bak, güneşin, ayın ve
yıldızların yaptıkları işe ve yerleşim yerlerine dikkat et, hayretler içerisinde kalırsın. Hele
alemin yaratılışını ve var olmasını imkanlar nispetinde derinlemesine incelediğinde
sonsuza kaçan bir hayretler zinciriyle karşılaşırsın. Alemde hiçbir şey boş, manasız
sebepsiz değildir. Hele hayatın kendisi! Biz kimiz, nerden geldik, bu dünya ve içerisinde
bulunduğu alem neresidir, ölüp te buradan ayrıldığımızda nereye gitmekteyiz, ölü
bedenlerin genelde mezara taşındığını herkes bilebilir, fakat konu bu değildir zira biz
bedenden ibaret değiliz, bedenle birlikte ruh denen bir varlığımız vardır, mahiyetini
bilmediğimiz bu varlığın ölüm halinde bedende mevcut olmadığını gözlemlerimizle göre
bilmekteyiz. Ölü bedenle bir arada, canlı haldeki gibi mezara gitmediği kesin ulan bu
varlık, ölüm olayı meydana geldiğinde ne olmakta veya hangi konuma girmektedir, biz
bunu duyularımızla ve gözlem araçlarımızla görememekteyiz. O zaman bu dünya
hayatının ötesinde ne vardır ve bizi ne beklemektedir, biz aleme baktığımızda manasız
hiçbir şey bulamıyoruz, hayatımızın bir manasının olmaması mümkün değildir. Bütün
114
bunların sahipsiz ve başıboş olması da mümkün değildir. Hele büyük bir düzene
sahip olan alemde, bir adaletin olmaması da mümkün değildir, örneğin bir çok zalim bu
dünyada ceza görmeden, zulmünü sürdüre sürdüre ölüp gitmekte, birçok iyi kimsede, bu
dünyada iyiliğinin karşılığını tam görmeden iyilik yapmayı sürdürerek ölüp gitmektedir.
Ne zalimin cezasız nede iyi kimsenin mükafatsız kalmaması adaletin gereğidir. O zaman
bu adalet nerede ve kimin tarafından gerçekleştirilmektedir. İnsan bu şekilde, Allah’ın
varlığının ve birliğinin, ahret hayatı denen olayın işaretlerini bulabilir. İlâhın tek olması ve
Takdir ettiği Adaletinde tek olması şarttır. İlâh, birden fazla olursa alemde üstün gelme
mücadelesini yansıtan bir çatışma baş gösterirdi, fakat böyle bir şey görememekteyiz.
Takdir ettiği adalet birden fazla olmuş olursa, iyi ve kötü, güzel ve çirkin belirsiz hale
gelirdi fakat böyle bir şey de mevcut değildir, basitçe şöyle diyeyim, her nefis kendisine
şeker veren ile, dayak atanı kolayca bir birinden ayıra bilir. Öyleyse iyi ve kötüyü tayin
eden adalette birdir. Bizi sayamayacağımız kadar çok nimetlerle, rızıklandıran Allah,
faydamıza olan bilgiyle de rızıklandırmıştır. Bunun için, Allah bir rahmet olarak, insanları
bir çok konuda bilgilendirmek için peygamberleri göndermiştir. Hem de dini sorumluluk
taşıyabilecekler arasında fert bazında olsa dahi bir boşluk meydana getirmeden, Yeter ki,
insan hidayeti gerçek manada istesin ve yönelsin ve böylece rızıklansın, dünyanın
neresinde ve hangi devirde olursa olsun, Allah ona hidayet eder. Hidayeti boş verip dünya
hayatına razı olursa varacağı yer ateştir. Ayrıca boş vermekle kendisine layık gördüğü
elbise hiçliktir.

Peygamberlerin fertlere ve kitlelere erişmeleri açısından örnek verecek olursak,


Kur’an’dan mealen:

Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla.

- Yâsin 36/1

- Hikmetli Kur’an’a andolsun. 36/2

- Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. 36/3

- Doğru bir yol üzerinde. 36/4

- Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği (Kur’an yolu) üzerindesin. 36/5

- Babaları korkutulmamış ve gafil bulunan bir kavmi (kendisiyle) uyarman için


gönderildin. 36/6

- (Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman sen Tur’un yanında değildin. Fakat Rabb’inden


rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik)ki senden önce bir uyarıcı
(peygamber) gelmemiş olan kavmi uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar. 28/46

Peygamberin uyardığı kavme, önceden uyarılmamış olan babaları da dahildir. Yoksa


ondan önce Araplar hiç uyarılmamış demek değildir. Kâbe’nin temellerini, İbrahim ve
İsmâil peygamberlerin yükselttiğini düşün, Kur’an’dan mealen:

- İbrahim, İsmâil’le berâber Ev’in (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor: “Rabb’imiz


115
bizden kabûl buyur, şüphesiz sen işitensin bilensin.” 2/127

Peygamberin, 36 Yasin 6 ve 28 Kasas 46 da bildirilen bizzat kendisinin tebliği ve kavimle


ilişkisi, çağdaşlık ve yakın çevreyi uyarı ilişkisidir. Yoksa getirmiş olduğu vahiy kıyamete
kadar tüm insanlar ve cinler için olup, kendisi alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

Kendisinden önce de, bütün ümmetlerin mutlaka peygamberi vardı.

Kur’an’dan mealen:

- Andolsun senden önce, evvelki (millet)lerin kolları içinde de elçilere gönderdik.


15/10

- Biz seni gerçek ile birlikte müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Her ümmet için
mutlaka uyarıcı (gelip) geçmiştir.
35/24

- Andolsun ki, biz senden önce peygamberleri kavimlerine gönderdik; onlara deliller
getirdiler ve biz, (onları dinlemeyip) suç işleyenlerden öç aldık. Müminlere yardım
etmek üzerimize borç idi. 30/47

- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında


adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez. 10/47

Görüldüğü gibi her ümmet için mutlaka bir uyarıcı vardır. Ümmet, herhangi bir hususiyet
ile bir araya gelmiş olan her cemaate ümmet dendiği gibi, ayrı hususiyetleri olan tek bir
fert bile bir ümmettir, bundan dolayı fert olsun topluluk olsun herkese mutlaka uyarıcı
gelmiştir, uyarıcının gelmesi getirdiği mesajın ulaşması demektir, örneğin Kur’an kime
ulaşırsa sanki peygambere muhatap olmuş gibi, getirdiği mesajı almış demektir.

Ümmet konusunda Kur’an’dan mealen:

- İbrahim Allah’a itaât eden, O’nu birleyen bir ümmet idi, Ortak koşanlardan
değildi. 16/20

Bu da gösteriyor ki yetişkin insanların tamamının dini vahiyden istifade imkanı vardır.


Eğer bir kimse gerçek manada hidayeti arzu ederse, Allah ona işittirir ve hidayet eder.

Tekrar Kütüb-i Sitte’deki konularımıza dönecek olursak:

249- Ahnef İbnu Kays radıyallahu anh anlatıyor: “Şu adamı kastederek (evden) çıkmıştım.
Yolda Ebu Bekre radıyallahu anh’a rastladım. “Ey Ahnef nereye gidiyorsun?” dedi.
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın amca oğluna yardım etmeyi arzu ediyorum!” dedim.
“Dön! Dedi. Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın şöyle söylediğini işittim: “İki
müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin üzerine yürürlerse öldüren de ölende ateştedir!”.........
(K.S. 4805 C.13 S.475 Akçağ 1992 alıntısı, Buhâri, Diyât 2, Fiten 10; Müslim Fiten 14,
(2888); Ebû Dâvûd, Fiten 5,(4268); Nesâi, Tahrim 29,(7,125). )
116
Bu rivayetleriyle, zulmen saldırıya uğrayıp ta meşru müdafaa hakkını kullananın
hakkını inkar etmişlerdir. Bu Kur’an’a uymayan bir iddiadır. Bu hususta Kur’an’da şöyle
denmiştir, mealen:

- İşte böyle, Her kim, kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan
sonra kendisine yine bir tecâvüz ve zulüm vâki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona
mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir.
22/60

- Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin. Kim zulmen öldürülürse, onun
velisine yetki verdik. (öldürülenin hakkını arar. Ancak o da) öldürmede aşırı
gitmesin (katil yerine, katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını
öldürmesin) Çünkü kendisine yardım edilmiş (yetki verilmiş)tir. 17/33

- Eğer Müminlerden iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine
saldırırsa Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah’ın
buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) âdil olun.
Allah, adâlet(le hareket) edenleri sever. 49/9

Bu itibarla uydurdukları rivayet Kur’an’a uymadığı gibi, şu rivayetleriyle de çelişkilidir:

250- Abbâs İbnu Mirdas es-Sülemi radıyallahu anh’ın anlattığına göre: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm,.................. “Allah’ın düşmanı İblis, Rab Teâla hazretlerinin,
ümmetimin hepsini mağfiret buyurduğunu öğrenince, yerden toprak alıp kendi yüzüne
saçtı ve “Yazıklar olsun bana! Helak oldum, her emeğim boşa gitti!” diye bağırıp
çağırmaya başladı. Onun bu korku ve üzüntüsünü görmek beni güldürdü” (K.S. 6901 C.
17 S.379 Akçağ 1993 alıntısı, İbn-i Mace 3013)

Yukarıda ki rivayette, Allah’ın zalim olsun mazlum olsun tüm Muhammed ümmetini af
ettiğini söylemeleri evvelki rivayetleriyle çelişkilidir. Ayrıca, bütün Muhammed
ümmetinin affedildiği şeklindeki rivayetlerinin asılsız olduğunu evvelce belirtmiştim.

251- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Müslüman bir kimse öldü mü, Allah ona bedel bir Yahudi veya Hıristiyan’ı
cehenneme koyar.” (K.S. 4514 C.13 S.75 Akçağ, alıntısı Müslim, Tevbe 50,(2767). )

Bu rivayet, Allah’a karşı yapılmış büyük bir iftiradır. Bir kimse bir suçu işlememişse o
suçtan dolayı, Allah ona azap etmez. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Bizim işlediğimiz suçtan siz sorulacak değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden
sorulacak değiliz.” 34/25

- Yoksa kendisine haber mi verilmedi: Mûsâ’nın sahifelerinde (yazılı) olan. 53/36

- Ve çok vefâlı İbrahim’in (sahifelerinde yazılı şu gerçekler): 53/37

- Ki hiç bir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. 53/38


Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayet, Kur’an’la çelişkili olup aslı yoktur.
117

252- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “kıyamet günü, ateşten bir parça, boyun şeklinde uzanır. Bunun, gören iki
gözü, işiten iki kulağı, konuşan bir dili vardır. Der ki: “Ben üç takım (insanı
cezalandırmak) için vazifelendirildim: Allah’la birlikte bir başka ilaha dua eden kimse,
bile bile zulmeden cebbâr, tasvirciler.” (Resim, heykel v.s. Yapanlar) (K.S. 5121 C.14
S.440 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Cehennem 1, (2577) )

253- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “................ Kim bir sureti tasvir ederse (Kıyamet günü) azaba uğrar ve bu
yaptığına ruh üflenmesi emredilir, ama üfleyemez.” (Bu cehennemde ebedi kalacağı
manasındadır) (K.S. 5895 C.16 S.364 Akçağ, alıntısı Buhari, Ta’bir 45; Ebû Dâvûd, Edeb
96, (5024); Tirmizi, Rü’ya 8, (2284). )

Bu iddialarının aslı yoktur. İslam Dininde değil resim yapmak, heykel yapmak dahi men
edilmemiştir, hatta övülmüştür. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen :

- Süleyman’a sabah gidişi bir ay(lık mesâfe), akşam dönüşü bir bir ay(lık mesafe)
olan rüzgarı boyun eğdirdik ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi
akıttık. Rabb’inin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim
buyruğumuzdan sapsa, onu alevli azâbı taddırırdık. 34/13

- Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sâbit kazanlar
yaparlardı. “Ey Davud âilesi, şükredin!” kullarımdan şükreden azdır. 34/13

Görüldüğü gibi, heykel yapılması kötülenmemiş, aksine şükredilmesi gereken bir nimet
olarak tanımlanmıştır. Zira yasak olan heykel yapmak değil, heykele tapmadır, bunların
ikisi aynı şey değildir.

254- İyâs İbnu Sa’lebe el-Hârisi radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:

BÖLÜM 9

“Kim müslüman bir kimsenin hakkını, yemini ile ele geçirirse artık onun için cehennem
vacib olmuştur. Allah Teâla ona cenneti de mutlaka haram kılmıştır.”
“Ey Allah’ın Resûlü! Az bir şey olsa da mı?” diye sormuşlardı.
“Misvak ağacından bir çubuk bile olsa! cevabını verdi.” (K.S. 5822 C.16 S.295-296
Akçağ, alıntısı Müslim, İmân 218,(137); Nesâi, Kadâ 29,(8,246). )

255- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “İki kişi Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm’ın huzurunda murâfaa olundular. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm müddeiden
(davacıdan) beyyine (delil, şahit) talep etti. Adamın bey yinesi yoktu. Bunun üzerine
davalıdan yemin talep etti. O, kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a kasem etti.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:
“Hayır, sen (iddia edileni) yaptın. Ve lâkin La ilahe İllallah sözündeki ihlas sebebiyle
mağfiret olundun!” buyurdu.” (K.S. 5832 C.16 S.308 Akçağ, alıntısı Ebû Dâvûd, Eymân
16,3275). )
118

İki rivayetin çelişkili olduğu açıktır. Birinde yalan yemin eden ebedi cehennemlik olurken,
diğerinde peygamber huzurunda muhakeme edilirken yalan yere yemin eden af ediliyor.

256- Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Hakkıyla cehennemlik olan cehennemlikler var ya, onlar cehennemde ne ölürler ne de
yaşarlar. Lâkin günahları -yahut hataları denmiştir- sebebiyle ateşe dûçar olan bir kısım
kimseler vardır ki, ateş onları tamamen öldürür. Yahut kömür olduktan sonra, kendilerine
şefaat edilme izni verilir. Böylece grup grup getirilirler ve cennet nehirlerine dağıtılırlar.
Sonra: “Ey cennet ehli! Bunların üzerine su dökün” denilir. Bunlar, sel yatağında biten bir
ot gibi yeniden biterler.” (K.S. 5152 C.14 S.467 Akçağ, alıntısı Müslim, İman 306, (185). )

257- İmrân İbnu Husayn radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın
şefaati ile bir kısım insanlar cehennemden çıkacak, cennete girecektir. Bunlara
cehennemlikler denecektir.” (K.S. 5154 C.14 S.469 Akçağ, alıntıları Buhari, Rikâk 513,
Ebû Dâvûd, Sünnet 23,(4740); Tirmizi, Cehennem 10,(2603). )

258- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Cehenneme giren iki kişinin oradaki bağırtıları şiddetlenecek. Allah Teâla
Hazretleri: “Çıkarın bunları!” buyuracak. Onlara: “Niçin bağırıyorsunuz?” diye soracak.
Onlar: “Bize merhamet edesin diye böyle yaptık!” diyecekler. Rab Teâla: “Benim size
rahmetim gidip kendinizi ateşe atmanız şeklindedir!” buyuracak. Onlar gidecekler. Biri
kendisini ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selametli kılacak. Diğeri kalkar fakat
kendisini ataşe atamaz. Allah Teâlâ hazretleri: “Arkadaşının attığı gibi, seni de kendini
atmaktan alıkoyan nedir?” diye sorar. Adam: “Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra
oraya bir kere daha göndermeyeceğini ümit ediyorum!” der. Allah Tealâ hazretleri: “Haydi
ümidini verdim!” der. İkisi de Allah’ın rahmetiyle cennete sokulurlar.” (K.S. 5155 C.14
S.469-470 Akçağ, alıntısı, Tirmizi, Cehennem 10,(2602). )

Daha önce verdiğim örneklerde Mümin olarak ölen kimselerin günahı ne kadar çok olursa
olsun cehenneme hiç girmeden cennete gireceğini, hatta Peygamberi gören veya
peygamberi göreni gören kimseye ateş değmeyeceğini iddia ettiklerini rivayet örnekleriyle
birlikte vererek yazmıştım. Yukarıdaki rivayetlerde bir kısım kimselerin ateşe girdikten
sonra çıkacaklarını iddia etmeleri çelişkilidir.

Bu tür rivayetlerle, cehenneme giren bir kısım insanların bir müddet azab gördükten sonra
ordan çıkarılıp cennete götürüleceklerini iddia ettiler. Güya bir kısmı peygamberin şefaat
etmesiyle ve hatta bir kısmı da bağırıp feryat etmekle cehennemden kurtulmasının
mümkün olduğunu tahdis ettiler. Bu ise, insanları boş umutlara sürükleyen, onların takvalı
olmamalarına sebep olan bir iddiadır. Cehenneme girdikten sonra, oradan çıkarılıp cennete
götürüleceğine umut bağlayan bir çok kimse. Ben müslümanım bu bana yeter deyip, dini
görevlerini yerine getirmediği gibi, haramlardan da kaçınmamaktadır. Hal bu ki durum
hiçte öyle değil. Cehenneme azap görmek üzere giren bir kimse ebediyen, ne azaptan
kurtulur, nede cehennemden çıkar. Bu husus çok önemli olduğundan tekrar belirtmemde
fayda vardır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Suçlular, cehennem azâbında ebedi kalacaklardır. 43/74


119
- Kendilerinden (azâb) hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azâb içinde
ümitsizdirler 43/75

- Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim idiler. 43/76

- “Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!” diye seslenirler. Malik de “Siz böyle
kalacaksınız!” der. 43/77

Görüldüğü gibi, cehennem ehlinin cennete gidip girmeye umutları olmadığı gibi. Azaptan
kurtulmak için yok olmayı istiyorlar o dahi kabul edilmiyor. Allah tarafından af edilenler,
cehenneme hiç girmeden, cennete gidip girerler. Cennete girdikten sonra ordan da bir daha
çıkmak çıkmak söz konusu değildir. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı
yoktur.

259- ........... Bana kardeşim Abdulhamid, Süleymân ibn Bilal’dan; o da Sevr’den; o da


Ebû’l-Gays’tan; o da Ebû Hüreyre (R)’den tahdis etti ki, Peygamber(S) şöyle
buyurmuştur: “Kıyamet günü ilk çağrılacak kimse Âdem Peygamberdir. Zürriyeti ona arz
olunup görürler. Onlara:
- Bu, babanız Âdem’dir! denilir.
Âdem:
- Lebbeyke ve sa’deyke (yâ Rabb)! der.
- Zürriyetinden cehennem kafilesini çıkar(gönder)! buyurur.
Âdem:
- Yâ Rabb! Ne kadar çıkarayım? der.
Allah:
- Her yüz kişiden doksan dokuzu çıkar buyurur”. ........... (Buhari, Kitâbu’r Rikaak H.116
C.14 S.6442 Ötüken 1989 )

260-............ Ebû Said (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: “Allah Taâlâ:
- Yâ Âdem! buyurur.
Âdem hemen cevâp olarak:
- Yâ Rabb, mükerreren icâbet eder, her emrini yerine getirmeye dâimâ kıyâm eylerim. Ve
her hayır Sen’in iki elinde(emir ve nehyinde)dir, der. Allah Teâla:
- Ateşe girecekleri (halk arasından) çıkarıp gönder! der .
Âdem:
- Yâ Rabb, ateşe göndereceklerinin miktarı ne kadardır? diye sorar.
Allah Taâlâ:
- Her bin kişiden dokuzyüzdoksandokuzu! diye cevâb verir. .......” (Buhari, Kitâb’r-Rikaak
H.117 C.14 S.6443-6444 Ötüken 1989)

Bu iki rivayet çelişkilidir, birinde yüz kişiden bir kişi kurtulacak derken, öbüründe bin
kişiden bir kişi kurtulacak denmiştir. Arada tam on misli fark vardır. Rivayetleri
incelediğimde dikkatimi çeken şeylerden biri; bu rivayetleri uyduranların rakamlarla
aralarının pek barışık olmadığıdır. Bu itibarla, rakamsal çelişkiye düşülen bu
rivayetlerinde aslı yoktur.

Ayrıca, hesap günü cehennemlikleri bir araya getirmek ve cehenneme sürmek Adem
peygamberin işi olmadığı gibi, insanlar hesaba çekilmek üzere ayrı ayrı gruplar teşkil
120
ederek ve her insanın kendi imamıyla olması şeklindedir. Her insan hayattayken
kimi önder kabul edip onun peşinden gitmişse, ahrette de hesabını almaya onunla birlikte
gider. Kıyamet günündeki durumlarla ilgili olarak Kur’an’dan bazı ayet örnekleri, mealen:

- Sûra üflendi. İşte bu, o tehdid(in gerçekleşmesi) günüdür. 50/20

- Her can, yanında bir sürücü ve bir şâhitle geldi. 50/21

- (Allah ona): “Andolsun, sen bundan gaflet içinde idin. Biz sen(in gözün)den perdeni
açtık: bu gün artık gözün keskindir.” (dedi). 50/22

- Yanındaki arkadaşı : “İşte yanımdaki hazır” dedi. 50/23

- (Allah sürücü ve şâhide buyurdu ki): “Haydi ikiniz atın cehenneme her inatçı
nankörü!” 50/24

- Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağırdığımız o günde kimin kitabı
sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak kitaplarını
okurlar. 17/71

- Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık, kıyâmet günü onun için açılmış olarak
bulacağı bir kitap çıkarırız: 17/13

- “Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter!” (deriz). 17/14

- Kitab (ortaya) konulmuştur. Suçluların, onun içindekilerden korkarak: “Vah bize,


bu kitap da ne oluyor, ne küçük, ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her
(yaptığımız ) şeyi sayıp döküyor!” dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır
bulmuşlardır. Rabb’in kimseye zulmetmez. 18/49

Uydurdukları rivayetlerin Kur’an’a uymadığı açıktır.

261- Ebu Hüreyre radıyallâhu anh anlatıyor: “Resulûllah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Allah Teâla Hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselâma :
“Git ona bir bak! Buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: “(Ey Rabbim!) Senin izzetine
yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek!” dedi. (Allah
Teâla Hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla (nefsin hoşlanmadığı şeylerle) çevirdi.
Sonra: “Hele git ona bir daha bak!” buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da:
“Korkarım ona hiç kimse girmeyecek!” dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrâil’e: “Git, bir de
şuna bak!” buyurdu. O da gidip ana baktı ve:
“İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona girmeyecektir!” dedi. Allah Teâla hazretleri
de onun etrafını şehvetlerle (nefsin arzuladığı, câzip şeylerle) kuşattı. Sonra da: “Git ona
bir kere daha bak!” dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman:
“İzzetine yemin olsun, tek kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!” dedi.”
(K.S. 5124 C.14 S.442-443 Akçağ, alıntıları Ebû Dâvûd, Sünnet 25,(4744); Tirmizi,
Cennet 21,(2563); Nesâi, Eymân 3, (7, 3). )

Ayrıca, Müslim ve Tirmizi’nin Enes’ten tahdis ettiklerini söyledikleri rivayette de:


121

262- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Cennetin etrafı mekârihle (nefsin hoşlanmadığı şeylerle) sarılmıştır. Cehennemin
etrafı da şehevi (nefsin arzuladığı, câzip) şeylerle sarılmıştır. (K.S. 5125 C.14 S.444
Akçağ, alıntısı, Müslim ve tirmizi. )

Cennetin etrafında olanların hoş şeyler olmadığını söylemekle, Cennete gitmeye sebep
olan tüm amellerin, örneğin, İman etme ile güzel ameller işlemenin nefse hoş gelen şeyler
olmadığını. Fakat, Cehenneme gitmeye sebep olan, şirk, küfür, fısk, zülüm ve isyanın
nefse hoş gelen şeyler olduğunu iddia etmişlerdir. Bu ise kafir ve
müşrik olduklarının kendi ağızlarından itiraflarıdır. Çünkü, mümin ve takvalı bir kimse
cennete götüren amellerden hoşlanır, cehenneme götüren amellerden hoşlanmaz. Bu ise
iddia ettiklerinin tersine bir durumdur. Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan
mealen:

- Hem bilin ki, içinizde Allah’ın elçisi vardır. Şâyet o, birçok işlerde size uysaydı,
sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize ziynet
yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar
bunlardır. 49/7

- (Bu, size) Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah bilendir; hikmet sâhibidir. 49/8

Yukarı da, mealini yazmış olduğum ayetlerle, yapmış oldukları rivayetler bir birine terstir.
Bu itibarla yapmış oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

263- Mutarrıf İbnu Abdillah’ın anlattığına göre, bu zatın iki hanımı vardı. Bunlardan
birinin yanından çıkmıştı. Geri dönünce, hanımı: “Falan hanımın yanından geliyor
olmalısın!” dedi.mutarrıf: “Hayır, dedi İmrân İbnu Husayn’ın yanından geliyorum. O bana
Resûlullah’ın şu sözünü nakletti: “Cennet sakinlerinin en azı kadınlardır.” (K.S. 3309 C.10
S.98 Akçağ 1990, alıntısı Müslim, Zikir 95, (2738). )

264- Usâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) buyurdular ki: “(Mirâç sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya
girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân
sahiplerinin cehennemlikleri ateşe gitmeye emr olun muşlardı, geri kalanlar da mahpus
idiler. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin büyük çoğunluğu da
kadınlardı.” (K.S. 2075 C.7 S.449 Akçağ 1988 alıntısı, Buhari, Rikak 51, Müslim , Zühd
93, (2736). )

Uydurmuş oldukları bu rivayetlerle ve daha birçok rivayetlerde kadınları İslam dininden


soğutmayı amaçladıkları gibi, tipik kadın düşmanlığı sergilemişlerdir. O kadar yoğun ve
aşağılayıcı bir şekilde uydurma rivayetleriyle kadınlara saldırmışlardır ki, İslam dinine
saldırmaları konusu bir tarafa, şiddetle kadınları kötülemeye gayret etmişlerdir. Ayrıca
yine bir çok rivayetleriyle maddi imkan sahiplerini kötüleyip miskinleri övmüşlerdir.
Miskinliğin manası: Fakirlik ve yokluktan doğan acizliktir. Bu iki hususu hangi toplum
veya ülke benimseyip uygularsa yıkımdan kurtulamaz. İslam dininde, ne cinsiyet ne ırk ne
zenginlik nede fakirlik cennete veya cehenneme gitmek için ölçü değildir. Ölçü olan
takvadır. Cennet ve cehennem dışında ceza olarak mahpusluk diye bir şey yoktur.
122

Kadın düşmanlıklarıyla ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Onlardan birine dişi (çocuğu olduğu) müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü
kapkara kesilir. 16/58

- Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. (şimdi ne


yapsın) onu, hakaretle tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün! Bak ne kötü hüküm
veriyorlar. 16/59

İşte kadınlar hakkında bu rivayetleri uyduranlar da, mealini vermiş olduğum ayetlerde
belirtilen kimseler gibi kadınlardan, başka bir ifadeyle dişi cinsten nefret eden
kimselerdirler. Kadınlara karşı olan nefretlerini, çok azı müstesna çoğu cehenneme
gidecek, çok azı cennete gidecek demek suretiyle tatmin etmek istemişlerdir. Hal bu ki,
İslam dinin de önemli olan, erkek veya dişi olmak değil de, inanç ve amel, başka bir
ifadeyle takva önemlidir. Kur’an’dan mealen:

- İnanıp iyi işler yapanlar, - ki hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz-
İşte onlar cennet halkıdır, onlar orada ebedi kalacaklardır. 7/42

KEVNİ KONULAR HAKKINDA UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

265- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün) aya bakarak: “Ey Aişe, şunun şerrinden Allah’a sığın. Bu, (ayet’i kerimede geçen)
ğâsıktır. (Ayet): “Kaybolduğu zaman ayın şerrinden...” demektir”. (K.S. 901 C.4S.427
Akçağ 1988, alıntısı, Tirmizi, Tefsir, Muavvizateyn, (3363) )

Ay ve güneş, büyük faydalarının yanında, gök yüzünün iki süsüdür, bunlara dahi
saldırmaktan kendilerini alamamışlardır. Zira onlar güzel olan her şeye düşmandırlar. Ay’a
yapmış oldukları saldırılarına delil olarak 113 Felâk 3 ncü ayetini göstermişlerdir. Bu
ayette bahsi geçen, Ay olmayıp, bastıran karanlıktır. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla

- De ki: Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabâhı ortaya çıkaran Rabb’e: 113/1

- Yarattığı şeylerin şerrinden, 113/2

- Bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, 113/3

Görüldüğü gibi, Ay dan bahsedilmeyip çöken karanlıktan bahsedilmektedir. Öyle ki,


karanlık çökmesi, beraberinde bir çok tehlikeleri getirebilmektedir. Ay’dan ise Kur’an’da
karanlık olarak değil, Nur olarak bahsedilmiştir. Yani, Ay’ın vasfı karanlık olmayıp
nurdur. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- “Görmediniz mi Allah nasıl yedi göğü, birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ?
71/15
123
- “Ve Ay’ı bunların içinde bir nur yaptı. Güneşi de bir lâmba yaptı.” 71/16

Görüldüğü gibi Ay şerli değildir, bundan dolayı uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.

Güneşe de saldırıda bulunarak onu da şeytana taç yapma yönün de rivayetler


uydurmuşlardır. Bu rivayetlerini maskelemek için de, namazı öne sürmüşlerdir veya
kafirler Güneş’e doğuşu ve batışı zamanlarında secde ediyorlar bahanesini uydurmuşlardır.
Bu tür şeyler boş iddialardır. Zira Dünyanın tamamını düşündüğümüzde günün her anında,
Güneş bir yerde batarken bir başka yerde doğmaktadır. Yani dünyanın dönüşüyle birlikte
dünyanın tamamına yakın bir kısmında güneş kesintisiz bir doğuş ve batış halindedir. Bu
duruma göre, güneş şeytanın boynuzları arasından doğar ve batar şeklinde iddia da
bulunmak, güneşin, şeytanın boynuzları arasından günün her saati hiç ayrılmıyor
manasındadır. Bu konuda uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler verecek olursam:

266- ........... İbn Umer (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: “Güneşin hâcibi
(yani ışığı) göründüğü vakit, güneş iyice meydana çıkıncaya kadar nâmazı bırakınız.
Güneşin hâcibi battığı zamân da tâ kayboluncaya kadar nâmazı yine bırakınız. Kılacağınız
namazınız için güneşin ne doğma zamânı, ne de batma zamânını tercih ediniz. Çünkü o bir
şeytânın-yâhud şeytânın- iki boynuzu arasından çıkar.” ............. (Buhâri, Kitâbu Bed’i’l-
Halk C.7 S.3070 H.81 Ötüken 1987. )

267- Abdullah es-Sunâbihi (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) buyurdular ki: “Güneş, beraberinde şeytanın boynuzu olduğu halde doğar,
yükselince ondan ayrılır. Bilahare istiva edince (tepe noktasına gelince) ona tekrar
mukarenet (yakınlık) peydah eder. Zevalden sonra (tepe noktasından ayrılıp batıya
meyletti mi) ondan yine ayrılır. Batmaya yakın tekrar ona yakınlık peydah eder, batınca
ondan ayrılır.” Resûlullah (aleyhissâlâtu vesselâm) işte bu vakitlerde namaz kılmaktan
men etti.” (K.S. 2418 C.8 S.303 Akçağ, alıntısı, Nesâi mevâkit 31, (1,275). )

268-. ... Amr b. Abese’den demiştir ki:


- Ben (resûl-i Ekrem’e hitaben): “Ey Allah’ın Resulü, gecenin hangi saatinde (ibadet ve)
dua daha makbuldür?” dedim. (O şöyle) cevap verdi: “-Gecenin son vaktinde. Sabah
namazını kılıncaya kadar ve istediğin (nâfileyi) kıl. Çünkü (bu vakitte kılınan) namaz, (ve
sevabı) yazılmıştır. (Sabah namazını kıldıktan) sonra, güneş doğup da bir veya iki mızrak
boyu yükselinceye kadar (namaz kılmayı) bırak. Çünkü güneş şeytanın boynuzları
arasından doğar ve kâfirler güneşe (o saatte) tapınırlar. Sonra mızrak gölgesiyle bir
oluncaya kadar ve istediğin kadar kıl. Çünkü (bu saatte kadar kılınan ) namaz şahitlidir (ve
sevabı) yazılmıştır. Mızrak gölgesiyle bir olduktan sonra namazı bırak. (Çünkü o saatte)
cehennem kızdırılır ve kapıları açılır. Güneş (batıya) meyledince ikindi namazını kılıncaya
kadar (ve) istediğin (nafiley)i kıl. Çünkü bu (saatte kılınan) namaz şahitlidir. (ikindi
namazından) sonra güneş batıncaya kadar namazı bırak. Çünkü (güneş) şeytanın
boynuzları arasında batar ve kâfirler ona (o saatte) tapınırlar.” (Ebû Dâvud, k. Salâtu’t-
Tatavvu’(5),Bâb 10 H.1277 C.5 S.41-42 ayrıca, Buhari, be dul-halk 11, Müslim, müsâfirin
290,294; mesacid 174; Nesâi, mevâkit 35,40; İbn Mâce, ikâme 148. (Şamil 1988) )

Görüldüğü gibi, güneşin şeytanın iki boynuzu arasında doğduğu ve battığı hususunda
karar kılmışlardır. Bu ise güneşe karşı hem saldırganlık hem de nankörlüktür.
124
Uydurmuş oldukları diğer bazı rivayetler, güneşin gece nereye gittiği konusundadır.
Günün her anında ve her vakit dünyada mevcut olduğunu bilmediklerinden, gece sabah
oluncaya kadar Güneş’in, arşın altına gittiğini zannetmişlerdir. hal bu ki, dünyada bir yer
gece iken diğer bir yer gündüzdür. Güneş ışığı dünya üzerinden ayrılmamaktadır. Bu
gerçeğe aykırı olarak uydurdukları rivayetlerden örnek verecek olursam:

269-.......... Ebû Zerr (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) güneş battığı zamân bana:
“Güneş nereye gider, bilir misin?” diye sordu.
Ben: Allah ve Resûlü en bilendir, dedim.,
Resûlullah şöyle buyurdu:
- “Güneş gider, tâ Arş’ın altında secde eder (âdetince doğudan doğmak üzere) izin ister de
ona izin verilir (ve doğu tarafından doğar. Bununla berâber insanların günahları üzerine
doğmayı fenâ görür). Ve bu hâlde secde etmeye yaklaşır. Fakat secdesi kabûl olunmaz.
(Doğacağı yerine gitmeye) izin ister; izin verilmez. Ona: Artık nereden geldinse oraya
dön! denilir. O da battığı taraftan doğar. ................ (Buhari, Kitâbu Bed’i’l-Halk H.9 C.7
S.3017 Ötüken 1987. )

Tabiat gerçeklerine uymayan bu rivayetler asılsızdır.

Daha önce, Ay’ın fiilen iki parçaya ayrılarak, bir parçası dağın arkasına bir parçası da
önüne gittiği şeklinde uydurmuş oldukları rivayetten bahsetmiştim. (K.S. 5607)

Mevsimler konusunda ise, Yaz ve Kışın, cehennemin nefesinden olduğunu iddia


ederek, şu şekilde rivayetler uydurmuşlardır:

270-. .......... Bize Sufyân (ibn Uyeyne) tahdis edip şöyle dedi: Biz bunu ez-Zuhri’den
ezberledik, o da Said İbnu’z-Müseyyeb’den; o da Ebû Hureyre’den. Peygamber (S) şöyle
buyurmuştur: “Sıcak şiddetli olduğu zamân namâzı serinliğe bırakın. Çünkü sıcağın
şiddeti cehennemin kaynamasındandır. Cehennem ateşi Rabb’ına şikâyet arz etti de: Yâ
Rabb, bir kısmım bir kısmımı yedi, (yâni ben beni yiyiyorum, izin ver) dedi. Allah da iki
defa nefes almasına izin verdi. Nefesin biri kışın, diğeri yazın. İşte hissetmekte olduğunuz
sıcağın en şiddetlisi ile soğuğun en şiddetlisi budur”. (Buhâri, Kitâbu Mevâkiti’s-Salât
H.14 C.2 S.607 Ötüken 1987. )

Bilindiği gibi, mevsimlerin oluşması dünya ekseninin güneş düzlemine eğik olması
dolayısıyladır. Güneş ışınlarının dünyaya dik veya eğik gelmesi, mevsimlerin oluşmasına
neden olmaktadır. Dünyada bazı yerler kış mevsimini yaşarken, bazı yerlerde yaz
mevsimini yaşamaktadırlar. Onun için iddia ettikleri gibi, bütün dünyayı kapsayacak
şekilde yaz ve kış sıralaması yoktur. Ayrıca, asırlardan beri kutuplar devamlı buzla
kaplıdır. Bunların iddialarıyla bunu izah etmek mümkün değildir. Diğer bir hususta Yaz ve
Kış cehennemin nefesiyle ilgiliyse, ilkbahar ve sonbahar neyle ilgilidir? Onun içindir ki,
uydurmuş oldukları bu tür rivayetler, gerçeklerle bağdaşmayan boş iddialar olmaktan
öteye gidemezler.

Ayrıca Kur’an öğretisine göre cehennemin soğuk olma vasfı yoktur. Kış soğuğuyla
cehennem arasında ilişki kurmaları da Kur’an’a aykırıdır. Kur’an’dan mealen:

- Solun adamları (amel defterleri, sol tarafından verilenler), nedir o solcular! 56/41
125

- Delikçiklere işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, 56/42

- Kara dumandan bir gölge altında, 56/43

- Ki ne serindir, ne de faydalı. 56/44

HADLER VE KISAS HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

Bir toplumun sağlıklı bir şekilde ayakta durabilmesi için, o toplumda sağlam bir disiplin
olması şarttır. Sağlam bir disiplin de ancak adaletli, hakkaniyetli ve güçlü bir ceza
hukukuyla mümkündür. Bir topluma uygulanan ceza hukuku adaletsiz ve zalimane şekilde
sert olursa, uygulandığı toplumu ezmek suretiyle öldürür. Eğer adaletsiz, gevşek ve
belirsiz ise bu sefer toplum bir birini ezmeye başlar. Bunun da neticesi diğerinden farklı
değildir. Sonuç yine o toplumun ölümüyle neticelenir. Onun için bir topluma yapılacak en
büyük saldırılardan bir tanesi o toplumun adaletli ceza hukukunu bozmak veya o toplumu
adaletli bir ceza hukukundan yoksun bırakmaktır. Böylece suç ve ceza denkliği kaybolur
ceza ya isabetli olmaz yada suçtan caydırıcı olmaktan çıkar. Rüşvetler yayılır, Aynı suça
aynı ceza verilmez, suçu işleyen şahsa göre ceza verme yoluna gidilir. Örneğin: maddi
gücü olana ayrı ceza, maddi gücü olmayana ayrı ceza verilir. Bununda serbest bir şekilde
uygulana bilmesi için çelişik ve bir birine uymayan hükümlerin elde bulunmasına ihtiyaç
vardır. Böylece yargıç keyfine göre içlerinden seçip uygulama imkanına sahip olmuş olur.
İşte, hadis adı altında rivayet uydurmacıları, İslam ceza hukuku yönünde tam bu noktada
İslam toplumuna saldırıda bulunmuşlardır. Bu konu da uydurmuş oldukları rivayetlerden
örnekler verecek olursam, şöyle ki:

271- Ubâdetu’bnu’s-Sâmit (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm)’a bir vahiy geldiği zaman, vahiy sebebiyle ona bir gam ve keder alır, yüzünün
rengi uçardı.Bir gün Cenab-ı Hakk yine vahiy indirmişti ki aynı hal onu sardı. Keder hâli
açılınca: “Zina haddiyle ilgili hükmü) benden alın. Allah onlar hakkında yol kıldı (yani
çok açık şekilde had beyan etti) : Bekâr bekârla zina yapmışsa cezası yüz sopa ve bir yıl
sürgündür. Dul dulla zina yaparsa yüz sopa ve recm’dir.” (K.S. 544 C.3 S.389 Akçağ
1988, alıntıları Müslim, Hudud 13,1690.H; Ebû Dâvud, Hudud 23, 4415; Tirmizi, Hudud
8, 1434. )

272-............ Zeyd ibn Hâlid ile Ebû Hureyre(R)’den; şöyle demişlerdir: Peygamber (S):
“Yâ Uneys (ibni’ d-Dahhâk), şu zinâ suçu isnad edilen kadına git, eğer o kadın zinâ
ettiğini itiraf ederse ona racm cezâsı uygula” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’t-Vekâle H.14 C.5
S.2145 Ötüken 1987. )

273-............ Abdullah ibn Abbâs (R) şöyle demiştir: Umer İbnu’l-Hattâb (R) şöyle dedi:
-Ben insanlar üzerine zamânın uzayıp da herhangi bir sözcünün: “Biz Allah’ın Kitâbı’nda
recmi bulmuyoruz” demesinden ve böylece Allah’ın indirmiş olduğu bir farizayı terk
etmek sûretiyle sapmalarından endişe etmişimdir. Dikkat ediniz! Evli olduğu hâlde zinâ
eden kimse üzerine buna beyyine delâlet ettiği yâhud gebelik yâhud itiraf olduğunda recm
cezâsı sâbit olmuş bir haktır! dedi. Sufyân ibn Uyeyne: Ben bunu böylece ezberledim:
Umer: -Dikkat edin! Rasûlullah (S) recm etmiştir. O’ndan sonra biz de recm yaptık, dedi,
demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Muhâribin min Ehli’l-Küfri ve’r-Riddeti H.24 C.14 S.6680-
126
6681 Ötüken 1989. )

274- ............. İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme ibn Abdirrahman, Câbir ibn
Abdullah (R)’tan şöyle tahdis etti: Eslem kabilesinden (Mâiz ibn Mâlik isminde) bir adam,
Rasûlullah(S)’a geldi aleyhine dört defâ şahâdet etti. Bu şahâdetler üzerine Rasûlullah
emretti de o adam recm olundu. Bu adam evli olduğu hâlde zinâ etmişti. (Buhari, Kitâbu’l-
Muhâribin min Ehli’l-Küfri ve’r-Riddeti H.13 C.14 S.6667 Ötüken. )

Yukarıda yazmış olduğum dört rivayet örneğinde görüldüğü gibi. Bekarın bekarla zina
etmesi halinde verilecek cezanın yüz sopa ve bir yıl sürgün olduğu. Erkeklerden veya
kadınlardan evlenip de zina eden kimseler zina ettikleri zamanda dul dahi olsalar
uygulanacak olan cezanın recm cezası olduğunu kesin olarak iddia ettiler. Yani tahdis
ettiklerine göre böyle kimseler ölünceye kadar taşlanacaklardır. Bu cezanın Kur’an dışında
bir ayet olduğunu iddia ile, bunu uygulamayan kimselerin sapıklığa düşeceğini ve ayet her
ne kadar Kur’an’da yer almamışsa dahi yine de uygulanmasının farz olduğunu iddialarına
mesnet yaptılar. Bu iddiaları gerçeğe uymamaktadır. Eğer müslümanlar Kur’an’da yer
almayıp nesh edilmiş, yani iptal edilmiş ayetlerden sorumlu iseler, bu ayetleri
uygulamamaları halinde sapacaklarsa o zaman nesh edilmiş ve Kur’an’da yer almayan
ayetlerin aranıp bulunması mecburiyeti doğmuş olur. Bunun manası Kur’an dışında
Kur’an aramaktan başka bir şey değildir. Hem bu öyle bir arayıştır ki bulunan eldeki
Kur’an ayetlerini nesh yani iptal edebilmektedir. Tahdis ederek var ve geçerli olduğunu
iddia ettikleri recm ayeti, kendi ifadeleriyle mensuh olduğunun söylenmesine rağmen,
değil mi ki recm ayeti mensuh olarak Kur’an dışında vardır deyip, Kur’an’da mevcut
ayetlerden üstün tutmaktadırlar. Böylece bir rivayetten başka bir şey olmayan bu
iddialarını Kur’an’a üstün tutmakla, rivayetlerinin Kur’an’dan üstün olduğunu söylemiş
olmaktadırlar. Zaten daha önce de belirttiğim gibi rivayetleri din olarak kabul edenlerin
temel hareket noktası rivayetlerin Kur’an’ı nesh yani iptal edebileceğini iddia etmeleridir
ve bunu da önderleri ağzından açıkça söylemekten de çekinmemişlerdir. Dikkat edilirse,
rivayetleri uydurmalarında ki temel amaç müslümanları Kur’an’dan uzaklaştırmaktır,
burda da yapmak istedikleri ayni şeydir, bundan dolayı eldeki Kur’an dışında, elde ki
Kur’an’dan daha üstün ayetler ihtiva eden Kur’an Külliyatı vardır ve siz bundan
sorumlusunuz demektedirler.

Bilindiği gibi nesh iptal manasındadır, buna rağmen Allah tarafından iptal edilmiş bir
ayetin uygulanması gerektiği nasıl iddia edilebilir, bu durumda iptalin hiçbir manası
kalmaz, bu da açık bir çelişki meydana getirir. Kur’an ise çelişkilerden uzak bir kitaptır.
Allah tarafından nesh edilen veya unutturulan her ayetin yerine mutlaka, Allah tarafından
Kur’an’a bir ayet getirilmiştir. Kur’an’da boşluk olması mümkün değildir. Onun için
Kur’an dışında gidip ayet aramanın gerektiğini veya Kur’an ayetidir deyip Kur’an dışında
hüküm uygulamayı önermek, şeytanın bir hilesinden başka bir şey değildir.

Nesih konusunda Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Biz, bir ayeti nesh edersek, yahut unutturursak, ondan daha hayırlısını, yahut onun
dengini getiririz. Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin? 2/106

Görüldüğü gibi iddiaları Kur’an’a uymamaktadır. Ayrıca recm konusunda da çelişkili


iddialar içerisindeler. İşlerine geldiği zaman recm cezası uygulamamak için rivayetler
127
uydurmuşlardır. Bu tür rivayetlerine örnek verecek olursam:

275- Şa’bi (rahimehumullah) anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu anh), kadını recm ettiği
zaman onu perşembe günü dövdü, Cuma günü de recm etti. Ve şunu söyledi: “Onu
Kitabullah(ın hükmü) ile celde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünneti ile de recm
tatbik ettim”. (K.S. 1611 C.6 S.246 Akçağ 1989 alıntısı Buhâri, Hudud 21. )

Bu rivayette recmin farz olmayıp sünnet olduğunu tahdis etmekle, evvelki rivayetleriyle
çelişkiye düşmüşlerdir.

276- Ebu İmâme (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
beraber mescide idik. O esnada bir adam geldi ve: “Ey Allah’ın Resûlü, ben bir hadd
işledim, bana cezasını ver!” dedi. Resûlullah adama cevap vermedi. Adam talebini tekrar
etti. Aleyhissalâtu vesselâm yine sükut buyurdu. Derken (namaz vakti girdi ve) namaz
kılındı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazdan çıkınca adam yine peşine düştü, ben
adamı takip ettim. Ona ne cevap vereceğini işitmek istiyordum. Efendimiz adama:
“Evinden çıkınca abdest almış, ab destini de güzel yapmış mıydın?” buyurdu. O:
“Evet ey Allah’ın Resûlü!” dedi. Efendimiz:
“Sonra da bizimle namaz kıldın mı?” diye sordu. Adam:
“Evet ey Allah’ın Resûlü!” deyince, Efendimiz:
“Öyleyse Allah Teâla haddini - veya günahını demişti- affetti” buyurdu”. (K.S. 2320 C.8
S.214 Akçağ 1989, alıntıları. Buhari, Hudud 27, Tevbe 44, 45,(2764,2765); Ebu Dâvût,
Hudud 9,(4381). )

277- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
yanında idim. Bir adam huzuruna gelerek:“Ey Allah’ın Resûlü, dedi, ben bir hadd(suçu)
işledim, cezasını tatbik et!” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama (bir şey) sormadı.
Derken namaz vakti girdi. Rasûlullah’la birlikte o da namaz kıldı. Aleyhissalâtu vesselâm
namazını tamamlayınca, adam yanına geldi ve: “Ey Allah’ın Resûlü dedi, ben hadd
(çeşidine giren bir suç) işledim. Bana Allah’ın kitabını tatbik et!” “Efendimiz: “Öyleyse
git. Zira Allah, senin günahını affetti” veya -haddini affetti” dedi.” (K.S. 2321 C.8 S.217
Akçağ, alıntısı. Buhari, Hudud 17; Müslim, Tevbe 44, 45, (2764-2765), Hudud 24,
(1696). )

Bu son iki rivayette, kişi hadd cezası gerektirecek ne suç işlerse işlesin, eğer namaz
kılıyorsa affedilmiştir demektedirler, böylece had cezasını gerektirecek her ne suç işlemiş
olursa olsun böyle bir kimseye kesinlikle had cezası uygulanamaz, zira rivayetlerde
kendisine hadd cezası uygulanmasını talep eden ve namaz kıldığından dolayı affedildiği
söylenen şahıs, hadd cezasını gerektirecek hangi suçu işlediğini söylememiştir. Buda zina
dahil bütün hadd cezalarının namaz kılan kimse hakkında uygulanamayacağı
manasındadır. Böylece işlerine geldiği zaman hadd cezasını kişi namaz kılıyor diye
uygulamaya bilirler. Veya hadd cezası uygulanacak şahıs suç işledikten sonra namaza
başlasa dahi bu rivayetlere göre kendisine hadd cezası uygulanamaz. Böylece iddialarına
göre namaz kılan şahıslar serbestçe zina edebilirler veya başkaca had suçu işleyebilirler..
Örneğin bu konuda bir rivayette şöyle demişlerdir:

278-............ İbn Mus’ûd (R) şöyle demiştir: Bir kimse (yabancı) bir kadından bir öpücük
aldı. Müteâkiben o zat Peygamber’e geldi ve olan işi ona haber verdi. Bu hâdise üzerine
128
Aziz ve Celil olan Allah, şu âyeti indirdi: “Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın
saatlerinde dosdoğru namâz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri (günâhları) giderir. Bu, iyi
düşünenlere bir öğüttür” (Hûd 114) Bunun üzerine o kimse: Yâ Rasûlullah, bu yalnız
benim için mi? Diye sordu. Rasûlullah (S): “Ümmetimin hepsi için, bütün ferdleri içindir”
buyurdu. (Buhari, Kitâbu Mevâkiti’s-Salât H.5 C.2 S.600-601 Ötüken 1987. )

İstedikleri zaman istedikleri cezayı uygulamamak ve insanları, Allah yolundan saptırmak


için, kişi eğer sevap işliyorsa kötülük işlemek ona zarar vermez iddiasında bulundular.
İddialarına delil olarak ta Hûd sûresi 114 ayetini gösterdiler. Hal bu ki, Hûd Sûresi 114.
Ayetinde kastedilen, iyilik edenlerin veya başka bir deyişle, hayır işleyenlerin, işlemiş
oldukları sevapları, onlardan kötülükleri uzaklaştıracağı yani bu kimselerden kötü işlerin
uzaklaşacağı, böylece bu kimselerin günah işlememek için dirençlerinin artacağı
şeklindedir. Dikkat edilirse Hûd Sûresi 114. Ayette bu husus için Namaz örnek
gösterilmiştir. Durumun onların iddia ettikleri gibi olmadığını belirtmek için , Kur’an’dan
örnek verecek olursam, mealen:

- Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü
iyilikler, kötülükleri uzaklaştırır. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. 11/114

- Kitab’dan sana vahye dileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç
şeylerden vazgeçirir. Allah’ı anmak, elbette en büyük (ibadet)tir. Allah, ne
yaptığınızı bilir. 29/45

Demek ki, kastedilen, sevabın varsa günah işlesen sana zararı olmaz manasında değildir.
Sevap işlersen takvalı bir kimse olursun, kötülük işlememek için direncin artar, kötülükler
senden uzaklaşır manasındadır.

İslami konular da o kadar ciddiyetsiz ve saldırgandırlar ki, karışıklık çıkarmak için


akıllarına gelen her çeşit bozukluğu rivayet etmekten çekinmezler. Örneğin recm
konusunda şu rivayeti naklettiler:

279- ............. Amr İbn Meymûn şöyle demiştir: ben Câhiliyet devrinde zinâ etmiş olan
maymunun üzerine birçok maymunların toplanmış olduklarını gördüm. Maymunlar o zina
eden maymunu recm ettiler. Ben de maymunlar topluluğunun berâberinde zinâ eden
maymuna taş attım. (Buhari, Kitâbu Menâkıbi’l-Ensâr H.68 C.8 S.3600-3601 Ötüken
1987. )

Recm cezasının uygulanmasını savundukları rivayetlerde, uygulanma şartını şahsın


evlenmiş olup olmadığı hususuna bağlamışlardır. Böylece karşı tarafın durumu hiç dikkate
alınmamıştır. Öyle ki, kendisiyle zina edilen kimse cinsiyet yönünden erkek midir, kadın
mıdır, veya zina bir hayvana mı uygulanmıştır, veya namuslu bir kadın mı saldırıya
uğramıştır, veya küçük bir çocuk mu zorla zina olayına alet edilmiş veya zina olayın da
zinayı işleyen iki taraf bunu anlaşarak gönüllü olarak mı yapmışlardır. Bu gibi hususlar hiç
dikkate alınmamıştır. Örneğin, bekar olup hiç evlenmemiş bir kimse, namuslu bir kadına
veya kıza saldırıp zorla tecavüz ederse buna uygulanacak cezanın yüz sopa ve bir yıl
sürgün olduğunu, fakat evlenmiş olan veya evlenmiş olup ta dul kalmış bir kimsenin bir
fahişeyle anlaşarak zina etmesi halinde bu kimseye uygulanacak cezanın recm olduğunu
hatta fahişenin de evlenmiş olması durumunda ona da aynı cezanın uygulanacağı iddi ve
129
rivayet etmeleri adaletsiz bir uygulamadır ve Kur’an’ın bu hususlarda ihtiva ettiği
hükümlere uymamaktadır. Kur’an’ın bu hususlarda ihtiva ettiği ayetlerden örnekler
vererek konuya bakacak olursak durum şudur, mealen:

- Zina eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun; Allah’a ve
âhiret gününe inanan (insan)lar iseniz Allah’ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi,
onlara karşı acıma duygusu tut(up engelle)mesin. Müminlerden bir grup da yapılan
azaba şahit olsun. 24/2

Yukarıda meali yazılı bu ayet, başkaları tarafından hiçbir zorlama olmadan kendileri
isteyerek nefislerine uymak suretiyle karşılıklı anlaşarak zina eden erkek ve kadınlar
hakkındadır. Evli veya bekar olmaları bu durumu değiştirmez. Yani, karşılıklı anlaşmak
suretiyle zina eden erkek ve kadının her birine, evli olsunlar veya bekar olsunlar verilecek
ceza aynıdır. Ancak müslüman bir kimseyle evli olup ta zina eden mümin cariyelere, hür
olup ta zina eden kadınlara verilen cezanı yarısı verilir, bu da gösteriyor ki, zina eden evli
kadınlar recm edilemez, zira recm ölünceye kadar taşlanmak demektir. Durum böyle
olunca, zina eden ve bir müslümanla evli olan bir mümin cariyeye nasıl yarım recm
uygulamak mümkün olur, çünkü recm ederek yarı öldürmek diye bir şey mümkün değildir.
Kur’an’dan bu hususta örnek verecek olursam, mealen:

- İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse elleriniz altında
bulunan inanmış genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı
daha iyi bilir. Hepiniz bir birinizdensiniz ( hepiniz adem soyundansınız. İnsanlık
bakımından aranızda bir fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve
gizli dost da tutmamaları şartıyla sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini
(mehirlerini)de güzelce verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara hür
kadınlara yapılan cezanın yarısı (uygulanır). Bu(cariye ile evlenme), içinizden
sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha iyidir. Allah
bağışlayan, esirgeyendir. 4/25

Görüldüğü gibi rivayetleri, Kur’an’la çelişmektedir. Zira yarım recm cezası uygulanması
mümkün değildir. Eğer iddia ettikleri gibi zina eden evlilere recm cezası uygulanması
gerekiyorsa, aynı suçu işleyen cariyelere yarım recm uygulaması nasıl izah edilebilir.

Daha önce belirttiğim gibi zina suçu işlendiğinde verilecek cezayı, işleyenler yönünden
evli olup olmamaları esasına bağlamışlardır. Bu esasa göre bekar olup ta mümin kadınlara
zorla tecavüz eden kimselere yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, evli olup ta bir bir
fahişeyle zina eden kimseye, velev ki dul olsa dahi recm cezası uygulanacağını iddia
etmişlerdir. hal bu ki, Kur’an’a göre durum hiçte öyle değildir. Mümin kadınlara değil
saldırıp tecavüz etmek, onlara sözle iftira edipte eziyet edenlere, bu hallerinden
vazgeçmemeleri halinde, Kur’an’a göre uygulanacak ceza yakalandıkları yerde
öldürülmeleridir! Bu hususta Kur’an’dan, mealen:

- Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, bir şey yapmadıkları halde eziyet edenler,
bir iftira ve açık bir günah yüklenmişlerdir. 33/58

- Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için


dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınmaması ve
130
incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
33/59

- Andolsun iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haberler


yayanlar (bu hallerinden ) vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz (onlarla
savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin
yanında ancak az bir zaman kalabilirler. 33/60

- Lanetlenirler; nerede rastlansalar yakalanır öldürülürler. 33/61

- Allah’ın önceden geçen milletler hakkında da sünneti (kanunu) budur, ve Allah’ın


sünnetinde bir değişme bulamazsın. 33/62

Görüldüğü gibi, müminlere iftira edenlere, bu huylarından vazgeçmemeleri halinde


verilecek ceza o iftiracıların öldürülmesidir. Bu duruma göre fiilen saldıranlara nasıl
olurda yüz değnek vurulacağı iddi edilebilir. Bu Kur’an’a uymayan asılsız bir iddiadır.

Recm konusun da, Kur’an’dan örnek aldığımızda, bu cezanın erkek, erkeğe sapık cinsi
ilişki içinde olan, Lût kavmine verildiğini görürüz. Yaptıklarının kötü bir şey olduğu
kendilerine bildirilmiş olmasına rağmen, ıslah olmayan, Lût peygamberin kavmi üzerine
Allah taş yağdırmıştı. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Lût’u da (gönderdik). Kavmine dedi ki: “Siz, sizden önce âlemlerden hiç birinin
yapmadığı fuhuş'u mu yapıyorsunuz? 7/80

- “Siz, kadınları bırakıp erkeklere şehvetle gidiyorsunuz ha! doğrusu siz, israfçı
(azgın) bir kavimsiniz! 7/81

- Kavminin cevabı: “Onları (şu Lût ve taraftarlarını) kentinizden çıkarın, çünkü


onlar, fazla temizlenen insanlardır” demekten başka olmadı. 7/82

- Biz de onu ve âilesini kurtardık, yalnız karısı(nı kurtarmadık). Çünkü o, geride


kalanlardan oldu. 7/83

- Ve üzerlerine bir (taş) yağmur(u) yağdırdık; bak işte suçluların sonu nasıl oldu!
7/84

Ayrıca bu cezayı emsal olarak aldığımızda, benzer sapık ilişkilerinde bu ceza kapsamına
girdiğini görürüz. Örneğin, kişinin kendi öz annesiyle, öz kardeşiyle, küçük çocuklarla
veya eşiyle normal olmayan yoldan veya hayvanlarla yapacağı cinsel ilişkiler bu tür
ilişkilerdendir, bu ve bu gibi ilişkiler recm cezası kapsamına girer. Şu kadarla ki kişi
yaptığının suç olduğunu bilmiş olmalı, yani uyarılmış veya uyarılmış olduğundan şüphe
olmamalıdır. Eğer kişi kesin olarak yaptığının suç olduğunu bilecek konumda ise, suç
konusunda uyarıldığı ve buna rağmen direterek suç işlediği kabul edilir.

Lût kavminin uyarıldığı konusunda Kur’an’dan mealen:

- Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık, uyarıl(ıp da yola gelmey)enlerin yağmuru


131
hakikaten çok kötü oldu! 26/173

- Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif
edilmiş taşlar yağdırdık. 11/82

- (O taşlar:) Rabbin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zalimlerden uzak


değildir. 11/83

Ceza hukukuyla ilgili olarak, diğer hadis rivayetlerinden örnekler:

280- Habib İbnu Sâlim (rahimehumullah) anlatıyor: “Abdurrahman İbnu Huneyn denen
bir adam karısının câriyesine temasta bulundu. Hâdise, Kûfe emiri Nu’man İbnu Beşir
(radıyallahu anh)’e götürüldü. “- Ben, dedi, hakkınızda, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın hükmüyle hükmedeceğim: “Eğer zevcen, cariyeyi sana helâl ederse, yüz
deynek yiyeceksin, helâl etmezse recm edileceksin...”
Sonra (tahkik etti) karısının câriyeyi adama helâl ettiğini görünce, emir yüz deynek
vurdu”. (K.S. 1598 C.6 S.224 Akçağ, alıntıları, Tirmizi, Hudûd 21,(1451); Ebu Dâvud,
Hudûd 28,(4458,4459); Nesâi, Nikâh 70,(6,124); İbnu Mâce, Hudûd 8,(2551). )

281- Seleme İbnu Muhabbak (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm), hanımının câriyesine temas eden bir adam hakkında şöyle hükmetti: “Eğer,
adam câriyeyi zorladı ise, câriye hürdür, adam, câriyenin efendisine (yani karısına) mislini
borçlanmıştır, câriye rıza göstermişse, câriye adamın olur, câriyenin efendisine, onun bir
mislini borçlanır.” (K.S. 1599 C.6 S.225 Akçağ, alıntıları, Ebu Dâvûd, Hudud 28,
(4460,4461); Nesâi, Nikâh 70,(7,124); İbnu Mâce, Hudûd 8,(2553). )

Her iki rivayette işlenen olay aynı olmasına rağmen verilen hükümler bir birleriyle
çelişkilidir. Birinci rivayette yüz değnek veya recm söz konusu iken, ikincisinde sadece
cariyenin bedeli borçlandırılmıştır.

282- ........... Âise (R): Peygamber (S) zamânında hiçbir hırsızın eli mıcenn denilen yâhud
hacefe denilen bir kalkan bedelinden daha aşağıda bir mal için kesilmemiştir. Hâlbuki bu
kalkanlardan her biri kıymetli şeylerdi, demiştir. (Buhari, Kitâbu’l-Hud^d H.24 C.14
S.6652 Ötüken 1989. )

283- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurdular: “Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp ta eli kesilen hırsıza
lânet etsin”. (K.S. 1626 C.6 S.263 Akçağ, alıntısı, Buhari, Hudûd 13,7; Müslim, Hudud 7,
(1687); Nesâi, Sârik 1, (7, 65). )

Her iki rivayet bir birleriyle çelişkilidir. Birincisinde kıymetli bir mal olmasa hırsızın eli
kesilmez denmişken, öbüründe, bir yumurta veya ip için kesilir denmesi çelişkidir.

284- Abdurrahman İbnu Avf anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Muhtelis (yankesici) kimseye el kesme cezası verilmez.” (K.S. 6798 C.17 S.321 Akçağ
1993, alıntısı, İbn-i Mâce 2592. )

Yankesicilik hırsızlığın ta kendisidir, onun için bu rivayetin aslı yoktur. Bilindiği gibi
132
yankesiciler ellerini kullanmak suretiyle, sinsice insanların ceyblerinden paralarını
v.s. çalan kimselerdir. Bundan dolayı yankesicilik hırsızlıktan başka bir şeyle
tanımlanamaz.

285- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a bir
hırsız getirilmişti.
“- Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine:
“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam sadece çaldı” denildi. Bunun üzerine:
“- Öyleyse (elini) kesin!” dedi ve derhal eli kesildi. Sonra aynı adam ikinci sefer getirildi.
Yine:
“-Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine:
“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam hırsızlık yaptı” dendi. Bunun üzerine:
“-Öyleyse kesin!” dedi ve derhal (sol ayağı) kesildi. Sonra üçüncü defa getirildi ve
hırsızlık yaptığı söylendi. Hz. Peygamber:
“- Öldürün onu! diye emretti. Kendisine
“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam hırsızlık yaptı” denildi. Bunun üzerine:
“(Sol elini) kesin! Diye emretti. Sonra aynı adamı dördüncü kere getirdiler.
“- Öldürün onu!” buyurdu. Kendisine:
“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam hırsızlık yaptı” dediler. Bunun üzerine:
“-(Sağ ayağını da) kesin! diye emir buyurdu. Aynı adam beşinci sefer getirildi. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
“-Öldürün onu! diye emretti. Hz. Cabir (radıyallahu anh) der ki: “Adamı götürüp
öldürdük. Sonra götürüp bir kuyuya attık, üzerine de taşla doldurduk”. (K.S. 1631 C.270-
271 Akçağ, alıntıları, Ebu Dâvûd, Hudud 20, (4410); Nesâi Sârik 15,(8,90,91). )

Kur’an’da, hırsıza kaç kere hırsızlık yaparsa yapsın, öldürme cezası hükmedilmemiştir.
Ayrıca hiçbir şey sormadan, peygamberin yanına getirilen şahsa ölüm cezası vermesi ve
çevresindekilerin, bu şahıs sadece hırsızlık yapmıştır diyerek uyarması üzerine, ölüm
cezasını geri aldığı yolundaki iddiaları, peygambere karşı yapılmış bir iftiradır. Suçlunun
suçunu öğrenmeden, onu muhakeme etmeden, peygamberin bir şahsa ceza vermesi olacak
şey değildir. Zira peygamber bir zalim değildi. Zalim olanlar uydurma rivayetleriyle ona
böyle bir şey yakıştıranlardır.

Hırsızlara verilecek ceza konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından bir cezâ
olarak, ellerini kesin. Allah Güçlüdür, Hakim’dir. 5/38

- Ettiği zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse bilsin ki Allah onun tövbesini kabul
eder. Allah şüphesiz Bağışlayandır, merhametli olandır. 5/39

Kur’an’a göre, hırsızlık yapan erkek ve kadınların elleri kesilir. Kesme derecesi suçun
ağırlığıyla orantılı olarak, koparma şeklinde olabileceği gibi, yaralama şeklinde de olabilir,
zira hırsızlık azdan çoğa doğru ve işlenen şekliyle ilgili olarak geniş bir sahayı kapsar.
Ancak 5 Mâide 39 da görüldüğü gibi, hırsızlık yapmış olanların tevbe edip ıslah
olmalarından bahsedilmiştir, bu husus yakalanmadan önce tevbe etmiş olanlarla ilgilidir.
Yoksa yakalandığı anda ben şimdi tevbe ettim diyenlerle ilgili değildir. Hırsızlık yapmış
olan kimseler yakalanmadan önce tevbe etmişlerse onların eli kesilmez.
133

Kur’an’a göre, kesme kelimesinin hangi manaya geldiğini bilme açısından, geçtiği diğer
ayetlerden örnek vererek, hem koparmayı hem de yaralamayı kapsadığını gösterecek
olursam. Kur’an’dan mealen:

- (Kafirlerin) Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz, yahut kökleri


üzerinde bırakmanız hep Allah’ın izniyle ve (O’nun) yoldan çıkanları cezâlandırması
içindir. 59/5

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, kesme kök üzerinden ayırma yani
koparma olarak tarif edilmiştir.

- Şehirde bir takım kadınlar: Vezir’in karısı, uşağının nefsinden murâd almak
istemiş! Sevda onun bağrını yakmış! Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz!
dediler. 12/30

- (Kadın), onların (dedi-kodu yaparak kendisini dile düşürme) düzenlerini işitince,


onlara (adam) gönderdi (yemeğe dâvet etti). Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı
ve her birine de bir bıçak verdi. (Kadınlar, önlerine konan meyvaları soyup yemekle
meşgûl iken) Yûsuf’a çık karşılarına! dedi. Kadınlar Yûsuf’u görünce onu
(gözlerinde) büyüttüler (ona hayranlıklarından ötürü) ellerini kestiler ve: “Allah
için, hâşâ bu insan değildir; bu ancak güzel bir melektir!” dediler. 12/31

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, kesme elin dalgınlıkla yaralanması manasına da
gelmektedir.

Hırsızlık yapanların yakalanmadan önce tevbe etmeleri halinde ellerinin kesilmeyeceği


konusunda Kur’an’dan mealen:

- Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezâsı:


(ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi veyâ
bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyâda çekecekleri rezilliktir.
Âhirette ise onlara büyük azâb vardır. 5/33

- Ancak sizin onları ele geçirmenizden önce tevbe edenler, bundan müstesnâdır. Zira
biliniz ki Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. 5/34

Yukarıda ki ayet mealinde görülen hususları işleyenler, yakalanmadan önce tevbe


etmişlerse ceza görmezler. Hırsızlığın cezası Kur’an’da özel olarak bildirilmekle beraber,
hırsızlık, yeryüzünde fesad çıkarıcı olayların kapsamına girmektedir, dolayısıyla bu fiili
işleyenlerin ceza görmemek için, yakalanmadan önce tevbe etmiş olmaları gerekir.
Hırsızlığın yeryüzünde fesat çıkaran olaylardan bir tanesi olduğuyla ilgili olarak,
Kur’an’dan mealen:

- (Yûsuf) onların yüklerini hazırlarken su tasını (öz) kardeşinin yükü içine koydu.
(Kervan hareket ettikten) sonra bir ünleyici şöyle seslendi: “Ey kervan siz
hırsızlarsınız!” 12/70
134
- Bunlara döndüler: “Ne kaybettiniz, (ne arıyorsunuz)?” dediler. 12/71

- Dediler ki: “Melikin su tasını kaybettik (onu arıyoruz). Onu getirene bir deve yükü
(mükâfat) var. Ben buna kefilim” 12/72

- (Yûsuf’un kardeşleri): “Allah, Allah! dediler, herhalde siz de bilmişsinizdir ki biz,


bu yere fesat çıkarmak için gelmedik. Ve biz hırsız değiliz!” 12/73

- (Şuayb, kavmine demişti ki ): “Ölçeği tam yapın. Eksiltenlerden olmayın.” 26/181

- “Doğru terazi ile tartın.” 26/182

- “İnsanların mal ve haklarından bir şey eksiltmeyin. Yeryüzünde fesatçılık yaparak


karışıklık çıkarmayın.” 26/183

Tekrar rivayetlerle ilgili konulara dönecek olursak:

286- Semure radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Kim kölesini öldürürse, biz de onu. Kim de kölesinin (burnunu, kulağını keserek)
sakatlarsa, biz de onun (burnunu, kulağını keserek) sakatlarız.” (K.S. 4962 C.14 S.177
Akçağ 1992, alıntıları, Ebu Dâvûd, Diyât 7,(4515, 4516,4517,4518); Tirmizi, Diyât 18,
(1414); Nesâi, Kasâme 9,(8,21). )

287- Kays İbnu Ubâd radıyallahu anh anlatıyor: “Ben ve el-Eşter en-Nehâi, Hz. Ali
radıyallahu anhüm’ün yanına gittik. Kendisine:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, bütün insanlara şâmil olmayan hususi bir tâlimatta
bulundu mu?” dedik. Bize:
“Hayır! Ama şu sahife de bulunanlar var! dedi ve kılıncının kabzasından bir sahife çıkardı.
İçerisinde şunlar vardı: “Müminlerin kanı eşittir. Onlar içlerinden en âdilerinin verdiği
emana uyarlar. Haberiniz olsun: Mü’min, kâfir mukabilinde öldürülmez;............ (K.S.
4964 C.14 S.181 Akçağ 1992, alıntıları, Ebu Dâvûd, diyât 11, (4530); Nesâi, Kasâme 8,
(8,19). )

Yukarıda yazılı iki rivayet birbirleriyle çelişkilidir. Birincisinde, kölesini öldüren,


öldürülür denmiştir. Kölenin sahibi mümin, kölesi de kafir olabilir, kafir kölenin mümin
sahibi tarafından öldürülmesi halinde, bu rivayete göre müminin kafir karşılığında
öldürülmesi gerekir. Buna rağmen ikinci rivayette, mümin, kafir mukabilinde öldürülmez
denmesi bir çelişkidir.

Konuya, Kur’an’a göre bakacak olursak, İslam’da hiçbir zulüm korunmamıştır, zira Allah
zalimleri sevmez. Suç işleyen ceza görmeye hak kazanmıştır. Velev ki, bir mümin, bir
kafire zulmetmiş olsun, durum değişmez. Allah’ın hükmüne göre adalet isteyen muhakkak
ki, hakkını almaya hak kazanmıştır. Bu insanın, zengin, fakir, hür veya köle, müslüman
veya gayri müslim olması durumu değiştirmez.

Bu konularla ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Biz sana Kitâbı hak ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği
135
biçimde hüküm veresin; hâinlerin savunucusu olma! 4/105

- Allah size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman


adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah,
işiten, görendir. 4/58

Görüldüğü gibi adalet tüm insanlar içindir. Kur’an’da belirtildiğine göre Kitâb ehlinden
bazı kimseler, bizim, bizim dışımızda olan ümmilere karşı bir sorumluluğumuz yoktur.
Onlara ne istersek yaparız demişlerdi. Allah bu düşünceyi red etmekte, dolayısıyla bize de
bizim dışımızda olanlara karşı sorumlu olduğumuzu, onlara herhangi bir haksızlık
yapmamamızı bildirmektedir.

Kur’an’dan mealen:

- Kitâb ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emânet bıraksan, onu sana öder.
Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden
onu sana ödemez. “Ümmilere karşı bize sorumluluk yoktur.” dedikleri için böyle
yapıyorlar ve Allah’a karşı bile bile yalan söylüyorlar. 3/75

İslam dinine göre, müslüman olsun veya olmasın hiç kimseye hiçbir şekilde haksız yere
saldırı olmaz. Hiçbir müslüman, müslüman olmayan bir kimseye haksız yere saldırarak,
canına, malına, ailesine zarar veremez. göz önünde bulundurulması gereken olay,
müslüman olmayan kimsenin, ilk önce saldırıp saldırmadığıdır. Saldırmamışsa, hiç kimse
ona sırf inancından dolayı veya maddi varlık sahibi olmasından dolayı saldıramaz. Bir
kimse saldırıp ta haksız yere ona zarar vermişse ve zarar gören veya zarar görenin
yakınları affetmeyip davacı iseler, saldıran, kısas olarak verdiği zarar kadar ceza görmeye
hak kazanır.

Savaşta dahi, müslümanlar kendilerine savaş açmamış olanlara savaş açamazlar. Bundan
dolayı, İslam dinine kılıç dinidir diyenler, derin bir yanılgı ve haksızlık içindedirler.
İslam dinine göre, insan dünyada bir imtihan içerisindedir ve bu imtihanı sürdüğü
müddetçe, doğruyu bulması için kendisinden aklını kullanması suretiyle mevcut
imkanlardan istifade ederek hakikati bulmaya çalışması ve bulduğunda da kabul ederek,
bu hakikatin gösterdiği doğru yolda gitmek suretiyle gereğini güzel bir şekilde yerine
getirmesi onun görevidir. Bundan dolayı, İslam dininde iman ve iyi amel çok önemli iki
olaydır.Bir insanın aklını kullanabilmesi için, malının ve çoluk çocuğunun saldırıya
uğraması ve saldırıya uğrayamayacağından emin olması çok önemlidir. İslam'a göre, bir
kimse müslüman olmuyor diye, inancından dolayı saldırıya uğrayamaz, inancını
değiştirmesi konusunda zorlanamaz. Müslümanların tam olarak hakim oldukları
coğrafyada, canından, malından emin olarak inancını yaşaya bilir. Ne zaman ki,
yeryüzünde bozgunculuk yapar, saldırıda bulunursa cezaya müstahak olur. Cezadan önce
yakalanmamış veya yenilmemiş olmasına rağmen ıslâh olmuşsa veya yakalanmasına
rağmen öldürmede ve yaralamada zarar görenler tarafından af edilmişse, kendisine hiç
ceza uygulanmaz. Kısasın uygulanmasında, haksızlığa uğrayanın hakkını talep etmesi
veya suçlunun ceza görmesi inancına bağlı değildir. İslam hukukunda bu konuda fark
gözetilmez. Bir kimsenin müslüman olup, olmaması durumu değiştirmez.

Bu hususla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:


136

- Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezâsı:


(ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi veyâ
bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyâda çekecekleri rezilliktir.
Âhirette ise onlara büyük azâb vardır. 5/33

- Ancak sizin onları ele geçirmenizden önce tevbe edenler, bundan müstesnâdır. Zira
biliniz ki Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. 5/34

Görüldüğü gibi, Kur’an’a göre bir insanın ceza görmesi için bir suç işlemesi ve
yakalanmadan önce tevbe etmemiş olması gerekir.

Allah’a ve peygambere, dolayısıyla müslümanlara savaş açanlar konusunda Kur’an’dan


mealen:

- Eğer andlaşma yaptıktan sonra andlarını bozarlarsa ve dininize sataşırlarsa, o


küfür önderleriyle hemen savaşın. Çünkü andları yoktur; böylece (saldırıdan)
vazgeçerler. 9/12

- Andlarını bozan, resûlü (Mekke’den) çıkarmağa yeltenen ve ilk önce kendileri


siz(inle savaş)a başlamış olan bir kavimle savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan
korkuyor musunuz? Eğer gerçekten mümin kişiler iseniz, kendisinden korkmanıza
en lâyık olan Allah’tır. 9/3

Savaş için, ilk saldırının kafirlerden gelmesi gerekir. İlk saldıranlar kendileri olmasına
rağmen barışa yanaşırlarsa, Allah barış yapmayı emretmektedir. Kur’an’dan mealen:

- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sende ona yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü O,
işitendir, bilendir. 8/61

Eğer, müslüman olmayanlar, müslümanların dinine, malına, canına saldırmaktan vaz


geçerlerse, barışa yanaşırlarsa onlarla barış yapılır.

Bir kısmı da vardır ki, savaş konusunda tarafsız olup, ne kendi kavimlerine, ne de
müslümanlara saldırmak istememektedirler. Bu kimselere de müslümanlar savaş açmazlar.
Kur’an’dan mealen:

- Ancak aranızda anlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, yâhut ne sizinle ne de


kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler
hâriç. Allah dileseydi, onları sizin başınıza musallat ederdi, sizinle savaşırlardı. O
halde onlar, sizden uzak durular, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde yaşamak
isterlerse, Allah size onlara saldırmak için bir yol vermemiştir. 4/90

- Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan


kimselere iyilik etmekten, onlara adâletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah,
adâlet yapanları sever. 60/8

- Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve
137
çıkarılmanız için yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla
dost olursa işte zâlimler onlardır. 60/9

İslam dininde eman dileyen müşrik kimselere de, saldırı olamadığı gibi, kendilerine,
güvenlikleri konusunda yardım edilir. Kur’an’dan mealen:

- Ve eğer ortak koşanlardan biri eman dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al
ki, Allah’ın sözünü işitsin sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle
(yap), çünkü onlar bilmez bir topluluktur. 9/6

Ayrıca saldırıya uğramış olsalar dahi, Allah, müslümanlara savaşta aşırı gitmemelerini
emretmiştir. Kur’an’dan mealen:

- Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü
Allah haksız yere saldıranları sevmez. 2/190

- Haram ayı, haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, onun
size saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah’tan korkun, bilin ki Allah muttakilerle
(sakınanlarla) beraberdir. 2/194

İslam dininde savaş ortamında bile barışa teşvik edilir. Saldırganlara, saldırılarından vaz
geçmemeleri çağrısında bulunulur.

Kur’an’dan mealen:

- İnkâr edenlere eğer, (savaştan) vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağışlanacağını ve


tekrar başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle. 8/38

Buna rağmen savaşta ısrar ederlerse, müslümanlar da kendilerine yapılan saldırıları


önlemek, inançlarını hür olarak yaşamak için Allah’ın dinine yapılan tüm saldırıları
engellemeye çaba gösterirler. Bu arada amaçlarından taviz vermeden, barış yolunu da açık
tutarlar.

Kur’an’dan mealen:

- Fitne kalmayınca ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer
vaz geçerlerse muhakkak ki Allah yaptıklarını görmektedir. 8/39

- Eğer dönerlerse, bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahib, ne güzel


yardımcıdır! 8/40

İslam dininde hiç kimseye haksız yere saldırmak kabul edilmemiştir. bundan dolayı,
Müslüman olmayan bir kimseye Müslüman olmuyor diye değil savaş açmak, baskı
yapmak, yani zorlamada bulunmak dahi kabul edilemez. Her insan kendi inancını
yaşayabilir, fakat şu da bilinmelidir ki, inanç yeryüzünde fitne çıkarmakta değildir. Yani
bir kimse çıkıp ta benim inancım insanlara afyon satmaktır veya insanların mallarını
haksız yere almaktır diyerek başkalarına zarar veremeyeceği gibi, nasıl ki kendisine haksız
yere kimse saldırmıyorsa, o da hiçbir şekilde yer yüzünde haksız bir zorba olarak saldırıda
138
bulunamaz. Aksi takdirde cezayı hak eder.

İnanca baskı yapılamayacağı ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğût’u
reddedip, Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır.
Allah işitendir, bilendir. 2/256

Bir işte veya bir olayda hareket noktası çok önemlidir. İslam dininde inançla ilgili olarak,
peygambere verilen yetki tebliğ yani duyurmaktır. Bu konuda peygambere hesap sormak
yetkisi verilmemiştir. İnanç ve farzlarla ilgili amel konusun da hesap sormak Allah’a aittir.

Kur’an’dan mealen:

- İyi bilin ki Allah’ın cezası çetindir ve Allah bağışlayıcı, esirgeyicidir. 5/98

- Resûle düşen, sadece duyurmaktır. Allah, neyi gizleyip neyi açığa vurduğunuzu
bilir. 5/99

- Onlara va’dettiklerimizin bir kısmını sana göstersek de, seni (bundan önce) vefat
ettirsek de sana düşen, duyurmaktır. Hesap görmek de bize düşer. 13/40

Görüldüğü gibi, İslam dininde haksız yere saldırı ve zulüm yoktur. İnsanlara iyilikleri için
tebliğ yapılır, fakat ister kabul ederler veya etmezler, kabul etmemeleri halinde onlardan
hesap sormak ancak Allah’a aittir.

Bütün bunlara rağmen, bir kimse Müslüman olsun veya olmasın, başkalarına haksızca
saldırıp zulmederse! Kur’an’dan mealen:

- Kötülüğün cezâsı, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, bağışlarsa onun
mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez. 42/40

- Kim zulme uğradıktan sonra kendini savunursa böyle hareket edenlerin aleyhine
bir yol yoktur. 42/41

- Ancak şunların aleyhine yol vardır ki, insanlara zulmeder ve yeryüzünde haksız
yere saldırırlar. (İşte bunlar kınanırlar ve) öylelerine acı bir azab vardır. 42/42

- Fakat kim sabreder, (kendisine yapılan kötülüğü) affederse, şüphesiz bu, çok
önemli işlerden biridir. 42/43

Herhangi bir nefsi katletmemiş veya yer yüzünde fesat çıkarmamış bir kimseyi katleden
kimse, İslam dinine göre büyük bir suç işlemiş olur. Müslüman olmayan bir kimse bir
müslümanı bu şekilde katledemeyeceği gibi, inanca baskı yapılmasını dahi kabul etmeyen
Allah, hiç bir Müslüman’a, Müslüman olmayan bir kimseyi haksız yere katletme yetkisi
vermez. Haksız yere saldırı İslâm dinide büyük bir suçtur. Kur’an’dan mealen:
139
- Bundan dolayı İsrâil oğullarına şöyle yazdık: Kim, bir nefsi katletmemiş, ya
da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir nefsi katlederse, sanki bütün
insanları katletmiş gibidir. Kim de onu(n hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa,
bütün insanları yaşatmış gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara açık delillerle
geldiler, ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine yer yüzünde isrâf etmekte (aşırı
gitmekte) dirler. 5/23

İslam dininde kısas gereken hallerde, zarar görenler affa teşvik edilmekle beraber, zarar
görenlerin davacı olmaları halinde kısas uygulanır. Bu husus adaletin gereği olduğu gibi,
ceza görme korkusu da suçtan caydırıcı bir etkendir. Kısas sistemi cana can , göze göz,
kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşı yaradır. İslam dinide, devletin hapishaneler kurmak
suretiyle, suç işleyenleri cezalandırması ön görülmemiştir. Hapishaneler kurmak, hem
devlete hem de halka yük getiren bir sistem olduğu gibi, kısastaki suç, ceza denkliğini
ihtiva etmez. Ayrıca suçların yaygınlaştığı zamanlarda, hapishanelerde büyük yığılmalar
olduğu gibi, disiplinin sağlanamadığı hallerde hapishane içerisinde çeşitli suçların
işlenmesine neden olmaktadır. Hapishane sistemini yığılmalar nedeniyle taşıyamayan
yöneticiler, zarar görenlerin rızası hilafına, suçluları af edip hapishanelerden tahliye
edebilmektedirler. Bu da intikam duygularının ve hareketlerinin toplum içerisinde
yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Kısas konusunda Kur’an’dan mealen:

- Onda (Tevrat’ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş
ve yaralara karşılık kısas (ödeşme) yazdık.

Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o kendisi için kefâret olur. Ve kim
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zâlimler onlardır. 5/45

Faillerin şahıs olarak kesin belli olduğu münferit olaylarda, kısasa dahil suç işleyen bizzat
verdiği zar kadar ceza görür. Fakat öyle olaylar vardır ki, bir topluluk tarafından başka bir
topluluğa karşı işlenmiş olabilir. Bu iki topluluk, Mümin iki toplulukta olabilir. Örneğin,
iki Mümin aşiret veya kabile gibi.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şâyet biri ötekine
(barışa yanaşmayıp) saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran
tarafla vuruşun. (Allah’ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin
ve (her hususta) âdil olun, Allah, adâlet(le hareket) edenleri sever. 49/9

- Muhakkak müminler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan


korkun ki size rahmet edilsin. 49/10

Zarar veren topluluk tek bir fert gibi sayılarak, zarar görenler tarafından veya katl olma
olayı olmuşsa katl olunanın akrabaları tarafından af edilmemişse, kısas uygulanır. Kısas
uygulanırken yine denklik gözetilir.

Kur’an’dan mealen:

- Eğer bir ceza ile mukabele edecek olursanız size reva görülen cezanın misli ile ceza
140
verin. Eğer sabrederseniz bu, tahammül edenler için daha hayırlıdır. 16/126

Yukarıda meali yazılı âyet her çeşit kısas cezası için genel hükümdür.

Toplumsal olaylarda, katletme konusunda suçlu toplumun tek bir şahısmış gibi dikkate
alınarak verdiği zarar kadar cezalandırılması. Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, katletmede kısas size farz kılındı. Hürre karşılık hür, köleye
karşılık köle, kadına karşılık kadın. Ama kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman
(affedenin örfe göre) uygun olanı yapma(sı uygun diyeti istemesi, affedilenin de)
güzelce onu ödeme(si) gerekir. Bu, Rabb’iniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir.
Kim bundan sonra da saldırıya kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır. 2/178

- Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (suç işlemekten)
sakınırsınız. 2/179

Görüldüğü gibi, kısasta af etmek teşvik edilmiştir, fakat garanti edilmeyerek zarar görenin
hakkı korunmuş ve suçtan caydırıcı bir adalet olması sağlanmıştır.

İslam dini barışçı ve affı teşvik eden bir dindir. Hiç kimseye haksız yere saldırıyı kabul
etmez. Ve mümin dahi olsalar haksızlık edenleri korumaz.

Mümin olmayan bir kimse, bir müddet sonra mümin olabileceği gibi, kendisi mümin
olmasa bile nesiller sonra dahi onun soyundan gelen kimseler mümin olabilirler. Mümin
olan bir kimsede bir müddet sonra kafir olabilir. Dünya hayatında insanlar imtihan şartları
içerisinde düşünülür, kendilerine düşünme fırsatı verilir. Mallarına, canlarına haksız saldırı
İslam dininde tasvip edilmediği gibi. İslam dışı inançlara baskıyı da İslam dini tasvip
etmez.

KÖLELERİN DURUMU KONUSUNA GELİNCE: İnsanlar Adem ve Havva’nın


çocukları olarak aynı ana babadan dünyaya gelmelerine rağmen, tarihte çok yaygın olarak
bir birlerini köle yapmışlardır. İnsanların, insanları köle edinme kaynaklarını başlıca üç
şekilde tasnif edebiliriz:

1- Savaş veya baskın neticesinde, yenilen veya ele geçirilen tarafın köleleştirilmesi.

2- Köle sahiplerinden satın almak yoluyla köle edinilmesi.

3- Köle sahiplerinin, köleleri üretmek suretiyle çoğaltıp, yeni köleler edinmesi.

Bu suretle bir insan, diğer bir insanı köle edinmekte ve hürriyetine el koyabilmektedir. Bu
durum köle olmuş insan için çok zor bir olaydır. Köle olmuş insanları, kölelikten
kurtarmanın iki yolu vardır. Bunlardan bir tanesi her

kes hürdür deyip köleliğin reddedilmesi, ikincisi ise kontrollü şekilde sosyal doku içinde
eritmek suretiyle azalta, azalta mücadele edilmesidir.

Herkes hürdür deyip kölelik ret edildiğinde, köleliğin yaygın olduğu devirlerde, bir çok
141
sosyal patlamalar meydana gelecektir. Örneğin: Toplumda hür fakat birçok işsiz,
evsiz, aç insanlar doluşacak, efendileri eliyle azat edilmiş köleler, efendilerinden intikam
alma durumuna gelebilirler. Hatta bir araya gelip eski efendilerini köle yapmaya kalkışa
bilir ve daha birçok olaylara sebebiyet verebilirler.

Kölelikle sosyal doku içerisinde eritmek suretiyle azalta azalta mücadele edilmesi durumu
ise, toplumu sarsmayan ve hatta İslam toplumu dışındaki köleci toplumlarla etkili bir
mücadele yöntemidir. Zira Müslümanların, korku duymadan o toplumlardan köle satın
alıp hürriyete kavuşturmalarına olanak vermektedir.

Kölelikle mücadele edilmesiyle ilgili olarak, Kur’an’da bir dizi tedbirler vardır, bunlardan
örnekler verecek olursam:

Kur’an’dan mealen:

- (Savaşta) kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice


vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya
karşılıksız veya fidye karşılığı Salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan
intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda katledilenlere
gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz. 47/4

Böylece, savaş esirlerinin köleleştirilmesi, İslam’da yasaklanmış olmaktadır. Zira savaşın


bitiminde esirler ya karşılıksız yada fidye karşılığı serbest bırakılacaklardır. Böylece savaş
yoluyla köle alınması önlenmiş olmaktadır.

Köle sahibi olan kafirlerin ellerindeki kölelerden satın almak, kölelerin müslümanların
eline geçmesine ve böylece hürriyete kavuşmaları için kendilerine bir kapı açılmış
olmaktadır. Zira, İslam dininde kölelerin hürriyete kavuşmaları teşvik edildiği gibi, diyet
şartına da bağlanmış, sadakalardan kendilerine pay verilmesi farz kılınmış, ayrıca
kendilerinden hayır beklenen bir kölelerin mükatebe yapmak suretiyle hürriyetine
kavuşturulması ön görülmüştür. Cariyelerin zorlanıp zinaya sürüklenmesi yasaklanmış,
köle ve cariyelerden salih olanların evlendirilmesi emredilmiştir. Böylece bir dizi
tedbirlerle, köleliğin ortadan kaldırılması yolu açılmıştır. Bu hususlarla ilgili olarak
örnekler verecek olursam,

Kur’an’dan mealen:

- (İnsan), hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? 90/5

-(Gösteriş ve övünme için) “Ben birçok mal telef ettim” diyor. 90/6

- Kimse kendisini görmedi mi sanıyor? 90/7

- Biz ona vermedik mi: İki göz 90/8

- Bir dil, iki dudak? 90/9

- Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi? 90/10


142

- Fakat o, sarp yokuşu geçemedi. 90/11

- Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? 90/12

- Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek, 90/13

- Yahut doyurmaktır: açlık gününde, 90/14

- Akraba olan yetimi, 90/15

- Yâhut hiçbir şeyi olmayan yoksulu, 90/16

- Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak.
90/17

Doğru yolda olmanın bir şartı olarak, köle azat etmek gösterilmiştir. (Ayrıca bak. 2
Bakar 177. )

Kefâret şartı olarak köle azat etmenin farz kılınması.

Kur’an’dan mealen:

- Kadınlarına zıhar edip sonra söylediklerinden dönenler, karılarıyla temas etmeden


önce bir köleyi hürriyete kavuştursunlar. Size öğütlenen (hüküm) budur. Allah
yaptıklarınızı haber almaktadır. 58/3

(Ayrıca bak. 4 Nisa 92 ; 5 / M3aide 89 )

Kölelerin, ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kendilerine sadakadan farz olarak pay verilmesi.
Kur’an’dan mealen:

- Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde
çalışan (sadaka toplayan) memurlara, kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara,
kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah
bilendir, hikmet sâhibidir. 9/60

Köle ve cariyelerin evlendirilmesi ve mükatebe konusunda Kur’an’dan mealen:

- İçinizden bekârları ve köle ve câriyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer yoksul


iseler, Allah, lûtiyle onları zengin eder. Allah geniş (nimet ve lütuf sahibi)dir. (her
şeyi) bilendir. 24/32

- Evlenme (imkânı) bulamayanlar, Allah kendilerini lûtfundan zengin ed(ip evlenme


imkânına kavuştur)uncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında (köle ve
câriye)lerden, mükâtebe (akdi) yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik
görürseniz mükâtebe yapın. Ve Allah’ın, size verdiği malından onlara da verin.
Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, nâmuslu kalmak isteyen
143
câriyelerinizi zinaya zorlamayın. Kim onları (zinaya) zorlarsa, şüphesiz Allah,
zorlanmalarından sonra (0 cariyelere karşı) bağışlayıcı, esirgeyicidir. 24/33

Yukarıdaki ayet meallerinde görüldüğü gibi, İslam dininde köleliğin sona erdirilmesiyle
ilgili çok önemli yaptırımlar vardır. Bir insanın dünyada en çok isteyeceği şeylerden bir
tanesi, hürriyet ve ev bark sahibi olmasıdır. İslam dininde bunlarla ilgili sağlam esaslar
getirilmiştir, köle ve cariyelerden salih olanların evlendirilmesi emredilmiştir. Ayrıca
cariyelerin zinaya zorlanması yasaklanmış olup, zinadan uzak aile kadını olmalarına
olanak sağlanmıştır. Köleliği kesin ortadan kaldıran bir husus olarak, kölelerle mükatebe
akdi yapılması emredilmiştir. Bu mükatebe akdinin tek şartı, hürriyeti verilecek kölenin,
kendisinde iyilik görünen bir kimse olmasıdır. Kölelik altında yaşamış olan ve
kendisinden iyilik görünmeyen bir kimsenin hürriyete kavuşturulması, İslam toplumuna
zararlı olacağından, köleliğin tasfiyesi olayında bu benimsenmemiştir. Bunun dışında kişi
kendisinden hayır görünen bir kimse ise, hür olması için mükâtebe akdi yapmak üzere
müracaat etmesi yeterlidir. Kendisiyle yapılan mükâtebe akdi, hürriyete kavuşma akdidir;
bir hürriyet belgesidir. Bu akit hürriyete kavuşan köleye baş edemeyeceği mali yük getiren
bir akitte değildir, tam tersi, toplumda tutunabilmesi için kendisine malen yardım edilmesi
emredilmiştir. Zira, hiçbir maddi imkana sahip olmadan hür olması, kendisini köleliği
arayacak hale getirebilir, bu mali yardım yapılmak suretiyle önlenmiştir. Ayrıca, kölelik
müddeti içerisinde, köle sahibi, kölesine kısas kapsamına giren bir zarar verdiği zaman,
kölenin affetmeyip kısas istemesi halinde, kölesine verdiği zarar kadar kendisine kısas
uygulanır. Ferdi olaylar için, kısas uygulamasında, Kur’an’da, efendi köle ayırımı
yapılmamıştır.

Kaldığımız yerden rivayetleri incelemeye devam edecek olursak, şöyle ki :

288- Abbâs İbnu Abdulmuttalib anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular


ki : “Ne me’mûne (beyin zarına ulaşan yara)da, câife (bedenin iç kısmına ulaşan yara)da,
ne de münakkıla (kemiği kırıp yerinden kaydıran yara)da kısas vardır. (Yani başkasını bu
çeşit yaralarla yaralayan kimseye kısas uygulanmaz, diyet alınır).” (K.S. 6812 C.17 S.330,
alıntısı, İbn’i Mace 2637. )

Yukarıda ki rivayette, ağır yaralamaların kısas dışı olduğunu iddia etmekle, kısasın bu
husustaki caydırıcılığını ve adaletli bir karşılık olma olayını ortadan kaldırmayı
amaçlamışlardır.

Zarar görenin affetmemesi halinde, kısas yoluyla her çeşit yaraya karşı, denk bir yara
açılması gerektiği Kur’an’da belirtilmiştir. Yaralarda istisna yapılan rivayetin aslı yoktur.

Kur’an’dan mealen:

- Onda (Tevrat’ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş
ve yaralara karşılık kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından
vazgeçer)se o kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse,
işte zâlimler onlardır. 5/45

Görüldüğü gibi, yaralarda istisna yapılmamıştır. Ayrıca hiçbir şahıs istisnası da


yapılmamıştır, bundan dolayı, oğul'a, babası sebebiyle kısas uygulanmaz diye
144
uydurdukları şu rivayetin de aslı yoktur:

289- Süreka İbnu Mâlik radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın,
oğlu sebebiyle babaya kısas uyguladığına, fakat oğluna, babası sebebiyle kısas
uygulamadığına şahid oldum.” (K.S. 4957 C.14 S.174 Akçağ 1992 alıntısı, Tirmizi, Diyât
9, (1399). )

Hem de bu rivayette çok ilginç bir husus vardır. Oğul babasını dövse, yaralasa, öldürse,
oğul'a hiçbir kısas cezası verilemeyeceği, fakat aynı şekilde baba çocuğa zarar verirse
babaya kısas uygulaması gerektiğini rivayet etmişlerdir. Hal bu ki, değil ana, babayı
dövmek, yaralamak v.s. Onlara çocukları, Kur’an’a göre “öf” dahi diyemezler, bu hususta
Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in yalnız kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti.


İkisinden birisi, yâhut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır (ihtiyarlık
zamanında senin yanında kalırlar)sa sakın onlara “öf” deme, onları azarlama!
Onlara güzel söz söyle. 17/23

Ayrıca, İslam’da ki kısas hukukunu ortadan kaldırmak için, haklı olarak kısas isteyenin, bu
isteğinden dolayı suçlu olacağını iddi ettiler, hal bu ki haklı olmakla suçlu olmak zıt
şeylerdir. Haklı olan, hakkını istemekten dolayı asla suçlanamaz.

Bu konuda uydurdukları rivayetlerden örnekler:

290- Resûlullah’a adam öldürmüş birini getirdiler. O da öldürenin velisine kısas hakkı
tanıdı. Bunun üzerine veli onu alıp gitti. Boynunda tasma vardı; onu çekiyordu. O dönüp
gittikten sonra. Resûlullah:
“Katille maktul cehennemdedir” buyurdular. Derken biri o adama giderek Resûlullah’ın
sözünü söyledi. O da katili bırakıverdi. (Sahihi Müslim C.8 H.33/322 Sönmez Neşriyat
A.Ş. Ahmed Davudoğlu. )

291- Hz. Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm’a bir adam getirip:
“Bu adam kardeşimi öldürdü” diye şikayette bulundu. Rasulûllah da:
“Git sen de öldür, tıpkı kardeşini öldürdüğü gibi!” buyurdular. Adamcağız şikayetçiye:
“Allah’tan kork, beni affet! Çünkü af senin için büyük bir ücrete sebeptir. Senin için de,
kardeşin için de Kıyamet günü daha hayırlıdır!” dedi. Adam onu salıverdi. Durum
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a haber verildi. Resûlullah (onu çağırıp) sordu. Adam
(caninin) kendisine söyledikleri haber verdi.” (Râvi devamla) der ki: “(Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm): “Onu azat et! Aslında onu azad etmen, onun için, kıyamet günü
onun sana yapacağından daha hayırlıydı. O gün: “Ey Rabbim! Diyecek, şuna sor bakalım,
beni niye öldürmüştü?” (K.S. 4983 C.14 S.200 Akçağ, alıntısı, Nesâi, Kasâme 6(8,18). )

Rivayetin sonunda ki tehdit ifadesine dikkat edildiğinde, kısas hakkını talep eden, bu
isteğinden dolayı suçlu duruma düşürülmek istenmiştir.
Kısastan vazgeçip affetmek iyi bir şeydir. Fakat kısas hakkını talep edende hiçbir zaman
suçlu duruma düşmez; hiçbir şekilde suçlanamaz. Zira bu onun hakkı olan bir husustur.
Onların bu rivayeti uydurmaktan kasıtları affı teşvik etmek değildir. Kısasın
145
uygulanmasını kökten yok etmektir. Çünkü kısas yok edilip uygulanmasa suç işleme
artar, adalet, Kur’an ölçülerine göre yerine getirilmemiş olur. Suçların engellenmesinde
caydırıcılık yönünden kısas çok etkilidir. Toplumsal asayişin sağlanmasında kısasın büyük
önemi vardır. Onun için müslümanlar arasında fitnelerin yayılması için kısası yok etmek
bakımından rivayetler uydurmuşlardır.

Kur’an’da kısas konusunda şöyle denmiştir, mealen:

- Ey akıl sâhipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz. 2/179

Mealini yazdığım 2 Bakara 179 ayetinden durum gayet net bir şekilde anlaşıla bilir.

292- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Allah’tan başka İlah olmadığına ve benim de Allah’ın Resûlü bulunduğuma şahadet eden
kimsenin kanı, üç hal dışında helal değildir:
1- Zina yapan dul.
2-Cana can kısas.
3-Dinden çıkıp cemâatten ayrılan.”
(K.S. 4931 C.14 S.140 Akçağ, alıntısı, Buhari, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25,(1676); Ebu
Dâvûd, Hudûd 1,(4352); Tirmizi, Diyât 10,(1402); Nesâi, Tahrim 5,(7,90,91), Kasâme 5,
(8,131). )

Zina yapan dulla, cana can kısas konusuna değindim. Bu rivayetin üçüncü şıkkında
mürteddin öldürüleceğini tahdis etmişlerdir, hal bu ki Kur’an’da bazı durumlarda mürte de
tevbe fırsatı verilmiştir. İrtidat eden katledilirse, tevbe etmesi nasıl mümkün olur. Kaldı
ki , inandıktan sonra inkar edip, inkarlarını arttırdıklarından dolayı tövbeleri kabul
edilmeyenler hakkında dahi Kur’an’da ölüm cezası öngörülmemiştir. Kur’an’dan mealen:

- İman ettikten, Resûlün hak olduğunu gördükten ve kendilerine açık deliller


geldikten sonra, inkar eden bir kavme Allah nasıl yol gösterir? Allah, zalim, kavmi
doğru yola iletmez. 3/86

- İşte onların cezası: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların


üzerindedir! 3/87

- O (lanet)in içinde ebedi kalacaklardır. Onlardan azab hafifletilmeyecek ve onlara


asla bakılmayacaktır. 3/88

- Ancak ondan sonra, tevbe edip uslananlar başka. Çünkü Allah, bağışlayan,
merhamet edendir. 3/89

- Onlar ki, inandıktan sonra inkar ettiler, sonra inkarları arttı, onların tövbeleri
kabûl edilmeyecektir ve işte onlar sapıkların ta kendileridir. 3/90

Dinden çıkıp cemaatten ayrılana ölüm cezası verilmesi halinde, irtidat edenler inkarlarını
gizleyeceklerdir, bu da münafıkların artmasına sebep olacaktır. Münafıkların artması,
İslam toplumu için iyi bir şey değildir. Kaldı ki, değil inançtan dolayı öldürmek, İslam da
146
inanca baskı yani ikrah dahi yoktur. İsteyen inanır, isteyen inanmaz, kullar
inanmayandan inanmadığından dolayı hesap soramazlar, bu konuda hesap sormak Allah’a
aittir.

293- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Kim hayızlının fercine veya bir kadının dübürüne (arka uzvuna) temas
ederse veya kâhine uğrarsa Muhammed’e indirilenden teberri etmiş yüz çevirmiş) olur.”
(K.S. 3823 C.11 S.44 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Tahâret 102, (135); İbnu Mâce, Tahâret 122,
(639). )

Bir kadının dübürüne temas eden kimse, Lût kavminin sapık ameline benzer bir amel
işlemiş olur, dolayısıyla böyle kimseler müslüman değillerdir, bu konuya evvelce
değinmiştim. Bir kâhine uğrayan yani fal açtıran kimsede o kahinin gaybı bildiğini kabul
etmiş olmakla, kâhini Allah’a ortak koşmuş olur, zira gaybı İslam inancına göre ancak
Allah bilir. Hayızlı kadına temasta bulunmak, İslam dininde günah sayılan bir harekettir,
fakat dinden çıkarıcı bir hareket değildir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Sana âdet görmeden soruyorlar. Deki: “O eziyettir.” Âdet hâlinde kadınlardan


çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın
emrettiği yerden onlara varın. Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever. 2/222

Ayrıca , hayızlı kadına temas konusunda ki tekfir iddialarıyla, tahdis ettikleri şu rivayetler
çelişkilidir:

294-. ...... İbn Abbasi (r.a.) demiştir ki:


“(Bir kimse), kanın başlangıcında karısına yaklaşırsa bir dinar, kanın kesilmesi sırasında
(yaklaştığında) cima ederse yarım dinar sadaka versin.” (Ebû Dâvûd C.1 S.472 H.472
H.265 K.Taharet (1), Bâb 105 Şamil 1987.)

295- Bir rivayette şöyle denmiştir: “Kişi hanımına kanama hâlinde temasta bulunmuşsa bir
dinar, kanın kesilme hâlinde temas etmişse yarım dinar tasadduk eder.” (K.S. 3834 C.11
S.50 Akçağ, alıntıları. Tirmizi , Tahâret 103, (136,137); Ebu Dâvud. Tahâret 106,(264,
265,266); Nesâi, Tahâret 182,(1,153); İbnu Mâce, Tahâret 123,(640). )

Görüldüğü gibi rivayetler çelişkilidir, bir taraftan söz konusu fiili işleyen tekfir edilirken,
diğer taraftan ceza olarak bir veya yarım dinar tasadduk öngörülmüştür. Küfretmenin
karşılığı yarım dinar veya bir dinardır demek açık bir çelişkidir.

HAYVANLARLA İLGİLİ OLARAK UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

Bilindiği gibi, dünyada yaşam süren birçok canlı bulunmaktadır. İslam inancında, İnsanlar
ve Cinler dünya yaşantılarında imtihan
geçirmekte olup, amellerine göre Cennetlik yada Cehennemlik olmaktadırlar. Rivayet
uydurmacıları, insanlara ve cinlere has olan bu imtihan şeklini insanlar nazarında
147
amacından saptırmak için, bu imtihanın içeriğinde bulunan iyi ve kötü kavramlarını
hayvanlara da yüklemek suretiyle amacından saptırmaya çalışmışlardır. Bu amaçlarına
ulaşmak için, hayvanların davranışlarını dini ölçülere göre değerlendirme yoluna
gitmişlerdir, halbuki değil hayvanların davranışlarını dini ölçülerle değerlendirmek, ne
yaptığını bilemeyen akıl özürlü insanların davranışları bile, İslam dinine göre dini
ölçülerle değerlendirilemez. Bu hususlarda uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler
verecek olursam, şöyle ki:

296- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular
ki: “Yılan fasık tır, akrep fasık tır, karga fasık tır.”
Kâsım İbnu Muhammed İbni Ebi Bekr radıyallahu anh’a: “Karga yenilir mi?” diye
sorulmuş. Şu cevabı verdi: “Resulullâh aleyhissalâtu vesselâm’ın ona “fasık” demesinden
sonra onu kim yer?” (K.S. 6954 C.17 S.408 Akçağ, alıntısı. İbni Mace 3942. )

297- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:
“Hayvanlardan beş tanesi vardır ki bunların her biri fâsık tır. Harem bölgesinde olsun, Hill
(denen Harem dışı) bölgesinde olsun bunlar öldürülür: Karga, çaylak, Akrep, sıçan, kelb-i
akûr. (K.S. 4938 C.14 S.149 Akçağ, alıntısı Müslim, Hacc 66-67, (1198); Tirmizi, Hacc
21,(837); Nesâi, Hacc 113,(5,208). )
Müslim’in bir rivayetinde Hz. Aişe şöyle demiştir: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm beş
fâsığın Hill’de ve Haremde öldürülmesini emretti........ (K.S. 4938 notu. )

Görüldüğü gibi fasık lık günahını bazı hayvanlara yüklemişlerdir. Kur’an’da ise fasıklar
hakkında şöyle denmiştir: Mealen:

- Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik. Onları fasıklardan başkası inkar etmez.
2/99

Böylece, dediklerine göre çaylak, Akrep, sıçan v.s. Fasık olmakla ayetleri inkar edenlerden
olmuş oluyorlar. Fasıkların ahirette erişecekleri netice ise Kur’an’da helak olarak
belirtilmiştir.

Kur’an’dan mealen:

- O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar
hakkında acele etme, onlar va’dedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada
gündüzün sadece bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Fasık
topluluktan başkası helak edilir mi hiç? 46/35

Bu duruma göre, hayvanlar için fasık lık iddia etmeleri, Kur’an’a uymamaktadır.

298- Fâkih İbn’i-Muğire’nin azadlı cariyesi Saibe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Hz. Aişe
radıyallahu anhâ’nın yanına girmiştim. Odasında, yere konulmuş bir mızrak gördüm. “Ey
müminlerin annesi! Bununla ne yapıyorsun?” diye sordum. Şu cevabı verdi:
“Biz bununla şu kelerleri öldürüyoruz. Çünkü Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize
bildirdi ki, Hz. İbrahim aleyhisselâm ateşe atıldığı zaman yerdeki bütün hayvanlar ateşin
sönmesine katıldı, sadece keler katılmadı. Dahası o, ateşi (yanması için) üflüyordu. Bu
148
sebeple Aleyhissalâtu vesselâm bunun öldürülmesini emir buyurdu. (K.S. 6949
C.17 S. 405 Akçağ alıntısı, İbn-i Mace 3231. )

Bu rivayette belirttiklerine göre keler (kertenkele) büyük bir İslam düşmanı olmuş oluyor.
Bunlar öylesine iddialardır ki, Kur’an’ın evrensel mesâjını, keler şöyledir yok kertenkele
şöyledir diyerek, akılları sıra çoluk çocuk oyununa döndürmeye çalışmaktadırlar.
Müslim’in kertenkele hakkında uydurmuş olduğu rivayetler, bu konuda ki amaçlarını
açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin:

299- Resûlullah’a atfen: “Her kim kertenkeleyi ilk vuruşta öldürürse ona şu ve şu kadar
sevaba vardır, ve her kim onu ikinci vuruşta öldürürse, birinciden aşağı olmamak üzere
ona şu kadar sevap vardır. Ve her kim onu üçüncü vuruşta öldürürse ona da ikincisinden
aşağı olmamak üzere şu ve şu kadar sevaba vardır.” buyurdular. (Müslim 146/695 C.9
Sönmez Neşriyat A.Ş. )

Sanki bahsettikleri kertenkele değil de, Müslümanlara saldıran yedi başlı ejderha, öyle ki,
Müslim’in 147. Rivayetinde (Cilt 9) belirttiğine göre, birinci vuruşta kertenkeleyi öldürene
yüz sevap verilecekmiş. Hal bu ki, İbrahim peygamberin atılmış olduğu ateş hiçbir yaratığı
müdahalesi olmadan. Yalnız, Allah’ın ateşe emretmesiyle, ateş serin ve selametli bir hal
almıştır, yani kertenkele haricindeki diğer yer yaratıklarının ateşi söndürmeye çalıştığını
iddia etmeleri de, Kur’an’a uymayan bir iddiadır. Kur’an’dan mealen:

- Dediler: “Onu yakın, ilahlarınıza yardım edin, eğer bir iş yapacaksanız.” 21/68

- Biz de “Ey ateş, İbrahim’e serin ve esenlik ol!” dedik. 21/69

Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

300- İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm av veya
koyun veya çoban köpeği hariç diğer bütün köpeklerin öldürülmesini emretti.”
İbnu Ömer radıyallahu anh’a: “Ebu Hüreyre, “veya ekin köpeğini de diyor!” denilmişti,
bunun üzerine: “Onun ekini var da ondan!” cevabını verdi ve ilave etti:
“Biz Medine ve civarına gider, tek köpek bırakmaz hepsini öldürdük. Hatta biz, çölden
gelmiş kadına refakat eden arkadaş köpeği bile öldürdük.” (K.S. 4949 C.14 S.159 Akçağ,
alıntıları. Buhari, Bed’ül-Halk 14; Müslim, Musâkât 45,(1570); Muvatta, İstizân 14,
(2,969) Tirmizi,Sayd 4,(1488); Nesai,Sayd 9,(7,184). )

301- Resûlullah’a atfen: Resûlullah köpeklerin öldürülmesini emir buyurdu ve köpekler


öldürülsün diye Medine’nin nahiyelerine haber gönderdi. (Sahihi Müslim 44/24 C.8
Sönmez Neşriyat A.Ş. )

302- Resûlullah’a atfen: Resûlullah bize köpekleri öldürmeyi, emir buyurdu. Hatta kadın
köpeği ile çölden gelirdi de biz o köpeği bile bile öldürdük . Sonra peygamber köpekleri
öldürmeyi yasak etti ve:
- Halis siyahını, iki noktalısını öldürmeye bakın, çünkü o şeytandır; buyurdu. (Müslim
47/25 C.8 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

303- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm )
149
buyurdular ki:
“Kişi, önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan namaz kılarsa; (önünden geçtiği
takdirde ) siyah köpek, kadın, eşek, namazını bozar...”
Ebu Zerr’e dendi ki:
“Siyahın kırmızıdan, beyazdan farkı nedir?” Şu cevabı verdi:
“Ey kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)a sorduğum
şeyi sordun. Efendimiz:
“Siyah köpek şeytandır” buyurmuştu.” (K.S. 2743 C.9 S.39 Akçağ, alıntıları. Müslim,
Salât 265, (510); Ebû Dâvûd, Salât 110,(702), Tirmizi Salât 253,(338); Nesâi Kıble 7,
(2,63); İbni Mâce, İkâmetu’s-Salât 38,(952). )

Bu rivayetleriyle, tüm siyah köpekleri şeytan saydıkları, dolayısıyla eşeklerle, kadınları da


özdeşleştirerek şeytan saymışlardır, bu husus özellikle kadınlara büyük bir hakarettir ve
İslam'da yeri yoktur.

Bizimle beraber dünyada yaşayan tüm hayvanlar, Allah’ın gerekli görüp yarattığı ve çeşitli
işlevleri olan yaratıklardırlar. Bu canlılar, dinsel tebliğ dışında olmakla, onların şeytanlıkla
veya vahyi reddetmeyle ilgileri yoktur. Allah tarafından kendilerine yükletilen işlevleri
yerine getirirler, örneğin, arının bal yapması gibi. Ayrıca bizim tam olarak bilmediğimiz
veya bilemeyeceğimiz görevleri de olabilir. Şu kesindir ki, Allah hiçbir şeyi boşu boşuna
yaratmaz. Ve yaratmış olduğu hiçbir canlı türünü gereksiz yere yok etmemizi bize
emretmez. Tüm canlılar bizim gibi birer ümmet olup, kendilerine has yaşamlarını
sürdürürler.

Kur’an’dan mealen:

- Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki,
(onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitap da hiçbir şeyi eksik
bırakmadık . Sonra (onlar), Rab’leri(nin huzûru)na toplanacaklardır. 6/38

Hal böyle olunca, peygamberin hiçbir gerekçe göstermeden köpeklerin öldürülmesini


emrettiği yolunda ki rivayetlerin aslı yoktur. Ayrıca, siyah köpeklerin şeytan olduklarını
rivayet etmelerinin İslami hiçbir yönü yoktur. Daha başka rivayetlerinde de, zaman, zaman
bazı hayvanların şeytan olduğunu rivayet etmişlerdir. Böyle yapmalarının nedeni,
dikkatleri şeytandan ve şeytanın verdiği zararlardan başka yöne
çevirmek, insanların şeytan tehlikesini hatife almalarını sağlamak ve böylece şeytanın
onları aldatmasını kolaylaştırmak içindir. Özellikle de köpeklerin ve develerin şeytan
olduklarını rivayet etmişlerdir, zira, köpek Ashabı Kehf’e bekçilik etmişti, Devede bir
kavme, Allah tarafından imtihan vasıtası yapılmıştı. Onun içindir ki bu iki hayvana kin
duymuşlardır.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- (Ashabı Kehf) Uykuda oldukları halde sen onları uyanıklar sanırsın. (Uyudukları
yerde) onları sağa sola çeviririz. Köpekleri de girişte iki kolunu (ön ayaklarını)
uzatmıştır. Çıkıp da onlara baksaydın, mutlaka onlardan dönüp kaçardın. Ve
onlardan için korku dolardı. 18/18
150
- Semûd (kavmin)e de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik): “Ey kavmim dedi, Allah’a
kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabb’inizden açık bir delil
geldi. İşte şu, Allah’ın dişi devesi, size mûcizedir, bırakın onu Allah’ın arzında yesin
(içsin) sakın ona kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azab yakalar.” 7/73

Hal bu ki onlar deve için şöyle dediler.

304- Resûlullah’a atfen: “Koyun ağıllarında namaz kılın, zira koyunlar mübarek
(hayvanlar)dır. Deve damlarında namaz kılmayın. Zira onlar şeytanlardır.” (K.S. 2696 C.8
S.536 Akçağ, alıntısı. Ebu Dâvud, Salât 25,(493). )

305- Berâ (radıyallahu anh)’nın rivayetlerine göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


şöyle demiştir:
“Deve ağıllarında namaz kılmayın, çünkü onlar şeytandandır.”
Koyun ağıllarından soruldu:
“Oralarda kılın, çünkü onlar berekettir” buyurdular.” (K.S. 3689 C.10 S.478 Akçağ,
alıntıları. Ebu Dâvud, Tahâret 72,(184); Tirmizi, Tahâret 60,(81). )

Köpeklerle, develerin şeytan olduğu yolundaki rivayetlerinin aslı yoktur.

306- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Melekler, içinde köpek ve çan bulunan kâfileye arkadaşlık etmezler.”
(Müslim, Libâs 103,(2113,2114); Ebû Dâvûd, Cihâd (2555,2556); Tirmizi, Cihâd 25,
(1703). K.S. 2196 C.8 S.33 Akçağ. )

307-.......... Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdis edip: Ben bunu senin şurada bulunduğun gibi
ez-Zuhri’den ezberledim, o şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibn Abdillah, İbnu Abbâs’tan; o
da Ebû Talha Zeyd ibn Sehl’den (Allah onlardan râzı olsun) haber verdi ki, Peygamber
(S): “Melekler, içinde köpek ve sûret bulunan bir eve girmezler” buyurmuştur. (Buhari,
Kitâbu Bed’i’l-Halk H.126 C.7 S.3099 Ötüken 1987. )

İddia ettiler ki, Melekler içinde, çan, köpek ve sûret (resim, heykel) bulunan yere gitmeyip
ordan uzak dururlarmış. Bu devirde insanların tamamına yakını, resimli kimlik kartlarını
üzerlerinde taşımaktadırlar, kullandıkları çoğu paraların üzerinde resimler vardır ve
denebilir ki, dünyada içinde insan veya hayvan resmi olmayan hemen hemen hiçbir ev
yoktur. Hal böyle olunca, ölüm melekleri resimlere rağmen insanların canlarını nasıl
almaktadırlar. Eğer iddiaları doğru olmuş olsaydı, üzerinde resim bulunan insandan uzak
durmak suretiyle veya içinde resim olan eve ölüm melekleri girmeyeceklerinden insanların
ölmemeleri gerekirdi ve bunun gibi başka misaller verilebilir. Gerçekler onların iddiaları
hilafınadır.

Canları meleklerin aldığına dair Kur’an’dan mealen:

- Nefislerine zulmeden kimselere, canlarını alırken melekler: “Ne işte idiniz?”


dediler. (Bunlar): “Biz yer yüzünde âciz düşürülmüştük.” diye cevap verdiler.
Melekler dediler ki: “Peki, Allah’ın yeri geniş değil miydi ki onda göç ed(ip
gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz?” İşte onların durağı cehennemdir,
ne kötü bir gidiş yeridir orası! 4/97
151

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

308- Selman radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a çekirgeler


sorulmuştu:
“Onlar, Allah’ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de haram kılarım” buyurdular.”
(K.S. 3913 C.11 S.154 Akçağ, alıntıları. Ebu Dâvud, Et’ime 35,(3813); İbnu Mace, Sayd
9,(3219). )

309- Rezin rahimehullah Hz. Câbir radıyallahu anh’tan naklediyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm çekirgelere beddua etti ve dedi ki:
“Allah’ım! Çekirgeleri helâk et, büyüklerini öldür, küçüklerini
helâk et, nesillerini kes ağızlarını geçimimiz ve rızkımızdan (uzak) tut. Sen duaları
işitensin.”
(Orada bulunan) bir adam:
“Ey Allah’ın Resûlü! Çekirgelere nasıl böyle beddua ediyorsunuz, onlar ki Allah’ın
ordularından bir ordudur” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da cevaben:
“Çekirge, denizdeki bir balığın hapşırığıdır” buyurdular.” (K.S. 3914 C.11 S.154 Akçağ,
alıntıları. Tirmizi, Et’ime 23,(1824); İbnu Mâce, Sayd 9,(3221). )

Çekirgelerin, Allah’ın en kalabalık orduları olduğunu rivayet etmişlerdir. Buna rağmen,


peygamberin, çekirgelerin mahvolmaları için dua ettiğini rivayet etmeleri bir çelişkidir.
Peygamberin, Allah’ın en kalabalık ordusunun mahvolması için dua etmesi mümkün
değildir. Ancak çekirgelerin zararından korunma yününde dua eder. Güya kendisine bir
şahıs, Allah’ın ordularından bir ordu olan çekirgelere niçin beddua ediyorsunuz demişte,
peygamber, cevap olarak, onlar denizde ki bir balığın hapşırığıdır cevabını vermiş. Sorulan
soruya verilen cevap uygun olmadığı gibi, çekirgelerin balık hapşırığı olmadığı bilinen bir
gerçektir, öyle bir iddia gerçeklere uymaz. Diğer bir hususta çekirgelerin, Allah’ın en
kalabalık ordusu olduğu iddiası, bu iddia da Kur’an’a uymayan bir iddiadır. Zira Allah’ın
ordularını, Allah’tan başka kimse bilmez. hal böyle olunca, peygamber bilmediği orduların
en kalabalık olanının hangisi olduğunu bilemez. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Biz cehennemin bekçilerini hep melekler yaptık. Onların sayısını da inkar edenler
için bir imtihan kıldık ki kendilerine Kitap verilmiş olanlar iyice inansın,
inanananların imanını arttırsın. Kitap verilmiş olanlar ve inananlar şüpheye
düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kafirler de: “Allah bu misalle ne
demek istedi?” desinler. Böylece Allah, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru
yola iletir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanlara bir
tebliğdir. 74/31

Görüldüğü gibi, Allah’ın ordularını, Allah’tan başkası bilmez. Bu itibarla, bu hususta


uydurdukları rivayetlerin aslı yoktur.

310- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a bir katır
hediye edilmişti, ona bindi. Ben kendisine:
“Eşekleri atlara aşırtırsak da bunun gibi katırlar elde etsek olmaz mı?” dedim. Şöyle cevap
verdi:
“Bunu bilmeyenler yapar.” buyurdu. (K.S. 2230 C.8 S.75 Akçağ, alıntıları. Ebû Dâvûd,
152
Cihâd 59,(2565); Nesâi, Hayl 10,(6,224). )

Bu rivayette, katır üretmenin iyi bir şey olmadığını tahdis etmişlerdir. Hal bu ki,
Kur’an’da Allah, katırları süs olarak yarattığını bildirmiştir. Bundan dolayı iddiaları
Kur’an’a uymamaktadır, zira iyi olmayan bir şey süs olarak tanımlanamaz. Bu hususta
Kur’an’dan mealen:

- (Allah), Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve sizin


bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır. 16/8

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

311- Ümmü seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm fareye
fuveysika der ve şunu ilave ederdi:
“Ben bunu meshe uğramışlardan biliyorum. Çünkü o, kendisine (içmesi için) deve sütü
konulsa onu içmez. Ama koyun sütü verilirse onu içer.” (K.S. 5965 C.16 S.442 Akçağ
1993, alıntısı. Rezin tahriç etmiştir. Buhari’de kaydedilmiştir, Bed’ül-Halk 15; Müslim,
Zühd 62, (2997). )

312- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın resulü! Maymun ve domuzlar,
Allah Teâla’nın mesh ettiği insanlardan mı?” diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “Allah
Teâla hazretleri bir kavmi helak etti mi ona nesil (devam) vermez. Maymun ve domuzlar
daha öncede vardı.” (K.S. 5966 C.16 S.444 Akçağ, alıntısı, Müslim, Kader 33,(2663). )

Bu iki hadis çelişkilidir. Madem ki meshe uğrayanların nesli devam etmiyorsa. Meshe
uğrayan farelerin nesli nasıl devam etmiştir. Zira farelerin deve sütü içmemeleri mesh
edilmiş olmalarına delil olarak gösterilmiş, bu olay farelerin tümüne mal edilmekle, meshe
uğrayan farelerin soyu devam ediyor demektir. Buda iki rivayetin çelişkili olduğunu
açıkça belirtir.

313- Ebu’l-Müseyyeb anlatıyor: “(Bir gün) Ebu Said radıyallahu anh’ın yanına girmiştim,
namaz kılıyor buldum. Onu beklemek üzere oturdum. Derken evin bir köşesinde tavanı
örten hurma dalları arasında bir kıpırtı gördüm. Oraya bakınca bir yılan olduğunu
gördüm. Öldürmek üzere atıldım. Ebu Said oturmam için işaret etti. Tekrar yerime
oturdum. Namazdan çıkınca bana evde bir oda gösterdi ve: “Bu odayı görüyor musun?
diye sordu. Ben: “Evet!” deyince devam etti:
“Onda bizden evlenmesi yakın bir genç vardı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile
birlikte Hendek (harbi)e gittik. Genç, o gün ortasında ehline uğramak için Aleyhissalâtu
vesselâmdan izin istiyordu. Bir gün ondan yine izin istedi. Aleyhissalâtu vesselâm ona:
“Silahını beraberine al, ben Kureyza’dan sana bir zarar gelir diye korkuyorum!”
buyurdular. Adam silahını aldı. Ailesine geldi. Hanımı iki kapı arasında ayakta duruyordu.
Elindeki mızrağı ile, dürtmek üzere kadına eğildi. Adama kıskançlık gelmişti. Kadın onu:
“Mızrağını geri çek! Hele eve gir, beni dışarı çıkaran şeyi bir gör!” dedi. Adam içeri
daldı. Bir de ne görsün: Yatağın üzerine çöreklenmiş iri bir yılan! Mızrağıyla ona yöneldi
ve yılana sapladı. Sonra çıkıp, süngüyü avluya dikti. Derken yılan üzerine atıldı.
Bilemiyoruz hangisi evvel öldü; yılan mı, genç mi? Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a
gelip, bu durumu anlattık ve: “Dua edin, Allah ona tekrar hayat versin!” dedik.
Aleyhissalâtu vesselâm:
153
“Arkadaşınız için istiğfar ediverin! Buyurdular. Sonra şu açıklamada
bulundular:
“Medine’de Müslüman olan cinler var. Onlardan birini görürseniz, kendisine üç gün
ihtarda bulunun. Eğer bundan sonra yine de görünürse onu öldürün. Çünkü o bir
şeytandır.” (K.S. 4942 C.14 S.14 S.154 Akçağ, alıntısı. Müslim , Selam 139,(2236); Ebu
Dâvud, Edeb 174,(5256, 5257); Tirmizi, Ahkâm 2,1484); (Bazı Tirmizi nüshalarında Sayd
bölümünde (17.bab’ta) gelmiştir. )

İslam dininde cinler yılan olarak tanımlanamayacağı gibi. Bu rivayette belirttiklerine göre,
bir yılan gördüğümüzde, gitmesi için ona üç gün ihtarda bulunacakmışız, gitmediği
takdirde de, şeytan olduğuna karar verip onu öldürecekmişiz. Bu o kadar ciddiyetten uzak
bir rivayettir ki, aklı başında olan hiç kimse bunun pratiğini yapmaya kalkışmaz, zira aklı
başında bir kimse kimse üç gün süreyle benden uzak dur diye bir yılana hitap etmez.
Böyle bir şeye kalkıştığı takdirde deliliğine karar verilir. Diğer bir hususta, yılanın bir
evde bulunduğunu ve evden ayrılmadığını farz edersek, üç gün dolmadan o yılanın ev
sahiplerinden herhangi birine zarar vermeyeceğinin güvencesi nedir?

Gerçeklerle bağdaşmayan bu rivayetin aslı yoktur.

314- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Kim, yılanı (intikam) arar diye (öldürmez) bırakırsa bizden değildir. Biz onlarla harb
ettiğimiz günden beri onlarla sulh yapmadık.” (K.S. 4944 C.14 S.14 S.156 Akçağ, alıntısı.
Ebu Dâvud, Edeb 174, (5250). )

315- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Yılanların hepsini öldürün. Kim yılan(ın intikam alacağın)dan korkarsa, benden
değildir.”
Bir rivayette şöyle burulmuştur: “Gümüş çubuk gibi olan uzun yılan hâriç bütün yılanları
öldürün.” (K.S. 4943 C.14 S.156 Akçağ, alıntıları. Ebû Dâvûd, Edeb 174, (5249,5261);
Nesâi, Cihad 48, (6,51). )

Bu iki rivayetle, bir evvelki rivayet çelişkilidir. Evvelki rivayette yılana üç gün ihtar
edilmesi gerektiği belirtilmişken, son iki rivayette ihtarsız öldürülmeleri gerektiği ve
onlarla barış yapılamayacağı belirtilmiştir.

316- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir
güvercinin peşine düşüp onunla eğlenen bir adam görmüştü: “Bir şeytan bir şeytaneyi
takip ediyor!” buyurdular.” (K.S. 5331 C.15 S.135 Akçağ, alıntıları. Ebû Dâvûd, Edeb 65,
(4940); İbnu Mâce, Edeb 44,(3765). )

( Not: Tahdis etmiş oldukları birçok rivayette, Ebû Hûreyre gibi uydurmuş oldukları
birçok hayali raviye Hz. Ve Radıyallahu anh ifadelerini kullanmışlardır, iktibas
gereği bu ifadeleri yazmak zorunda kaldığımı ve uydurmuş oldukları hayali
şahıslara bu tür ifadeleri kullanmalarını tasvip etmediğimi belirtmek isterim.)

Güvercin, hayvanların en güzellerindendir. Bir insan onu sevebilir, yakalamak isteye bilir,
154
hiç bir zaman bir güvercini yakalamak istiyor diye, bir kimseye bu yaptığından
dolayı şeytan denemez. Hele güvercin gibi zararsız bir hayvana şeytan demeleri de,
ciddiyetten ne kadar uzak olduklarını göstermeye kafidir. Asıl amaçları ise, daha öncede
belirttiğim gibi şeytan kavramını belirsiz hale getirmek istemeleridir.

317- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Horozun öttüğünü işittiğiniz vakit Allah’tan lütuf ve ikramını talep edin.
Zira onlar bir melek görmüştür. Merkebin anırmasını işittiğiniz zaman şeytandan Allah’a
sığının. Çünkü o bir şeytan görmüştür.” (K.S. 5950 C.16 S.421 Akçağ 1993, alıntıları.
Buhari, Bed’ü’l_halk 15; Müslim, Zikr 82,(2729); Ebû Dâvûd Edeb 115,(5102); Tirmizi,
Da’avat 58,(3455). )

Horozların canları çektikçe sık sık ötmeleri bir tarafa. Eşeklerin, dişi eşek görünce
anırmalarına ne demeli, o zaman bütün dişi eşekler şeytan olmuş olur ki, bu da boş bir
iddiadan başka bir şey değildir.

318- ......... Ben Ebû Hureyre (R)’den işittim, şöyle diyordu: Peygamber (S) : “Sizden
birinizin içeceği içine sinek düştüğü zamân, o kişi sineğin her tarafını batırsın, sonra onu
çıkarsın (atsın). Çünkü sineğin iki kanadının birisinde hastalık, diğerinde şifâ vardır”
buyurdu. (Buhari, Kitâbu Bed’i’l-Halk Bab 17 H.124 S.3098 C.7 Ötüken. )

Rivayet müdafaacıları, sineğin bir kanadında hastalık ve bir kanadında ilaç olduğunu uzun
uzadıya savunarak, bunun bilinmesinin bir peygamberlik mucizesi olduğunu iddia
etmişlerdir. Sineğin herhangi bir kanadında eğer ki ilaç özelliği taşıyan bir madde olsaydı,
bu çağda tespit edilerek ondan sentetik ilaç üretme yoluna gidilirdi. Fakat böyle bir şey
bilinmemektedir. Esasında bu rivayeti uydurmaktan amaçları sineğin kanadında ilaç olup
olmadığı olayı değildir. Amaçları müslümanların yemek içmek zevkleri konusunda
insanları tiksindirmektir. İçtiğim bir kahveye sinek düştüğünde o sineği kahveye batırıp, o
kahveden içmeyi düşünmek bile midemi bulandırmaya yetiyor. Bu durum karşısında
sineğin değil bir kanadında iki kanadında ilaç olsa ne olur. Kaldı ki, dünyada bir içeceğe
tek kanadı üzerine düşüp te öylece kalan sineği kim görmüş, zaten hayvan sıvıya düşer
düşmez, kurtulmak için çırpınacak ve kendiliğinden her iki kanadını batıracaktır. Bu
itibarla, gerçeklerle bağdaşmayan bu rivayetin aslı yoktur.

319- .... Câbir b. Abdillah’tan demiştir ki:


Hz. Peygamber (s.a.) kurban bayramı günü hayaları buruk, alacalı (ve) boynuzlu iki koç
kesti... (Ebû Dâvûd, K.ed-Dahâyâ (16), Bâb 3-4 H.2795 C.10 S.472 Şamil 1990,diğer
rivayet eden, İbn Mâce, edahi 1. )

320- ........... Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: peygamber (S) deve ahırında zekât
develeriyle meşgûl bulunduğu bir sırada yeni doğan kardeşim Abdullah’ı teberrük en
hurma çiğnemeye damağını oğalaması için yanına getirdim. Bu sırada Peygamber’i zekât
koyunlarına -öyle sanırım ki- kulaklarına- damga vururken gördüm. (Buhâri, Kitâbu’z-
Zebâıh ve’s-Sayd Bab 35 H.67 C.12 S.5607 Ötüken 1988.)

Bu hadis uydurmasının yorumunda şöyle demektedirler: “Bu hadis alametin yüzden başka
yere , bilhassa koyunlarda kulağa damga vurulması hususunda nâstır. Bu sebeple
memleketimizde ve bütün İslam Âlemi’nde sürü sahipleri koyunlarını kulaklarından
155
alâmetler ler. Bu, Peygamberin fiiline uygundur.” Kur’an’da ise bu gibi
hususlarla ilgili olarak özellikle hayvanların kulaklarını yaranların tenkit edilmesi
gerçekten ibret vericidir.

Daha öncede belirttiğim gibi, gerek tedavi etmede, gerekse Allah’ın meşru kıldığı şekilde,
kesilmesi helal olan hayvanların, yenmek üzere kesilmesi helaldir. Hatalık durumunda
tedavi amaçlı olmak üzere, insanlar gerekli ameliyatları yapabilirler. Bu gibi hususların
ötesinde, gerek insanları gerek hayvanları burmak, vücutlarına döğme yapmak, dağlamak,
kulaklarını kesmek, sünnet etmek gibi hususlarla. Bu çağda bazılarının çaba gösterdiği
gibi genler üzerinde oynamak suretiyle yaratılışı değiştirme olayları. Onların yaratıldıkları
şekli değiştirmek demektir ve bu gibi hususlar Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır. Ayrıca
herhangi bir insanın veya hayvanın burulması; hadım edilmesi sadizmi simgeleyen
vahşetin ta kendisidir. Kur’an’dan mealen:

- Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine
bağışlar. Allah’a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116

- O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp birtakım dişilerden başkasına


çağırmıyorlar ve onlar, inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. 4/117

- (O şeytan)ki Allah ona lânet etti ve o da, “Elbette senin kullarından belirli bir pay
alacağım.” dedi.” 4/118

- Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara


emredeceğim: hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah’ın
yaratışını değiştirecekler!” Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa, muhakkak ki
açık bir ziyâna uğramıştır. 4/119

- (Şeytan) onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın onlara va’di, aldatmadan başka
bir şey değildir. 4/120

- İşte onların varacağı yer cehennemdir. Aslâ cehennemden kaçmak (imkânı)


bulamazlar. 4/121

Görüldüğü gibi, bu husustaki rivayetleri, Kur’an’la uyuşmamaktadır.

321- ......... Ümmû Kürs’el-Ka’biyye demiştir ki:


“Resûlullah (s.a)’i, (Akika kurbanı olarak) erkek çocuğu için yaşça birbirine denk olan iki
koyun, kız çocuğu için de bir koyun (kesilir) derken işittim.” (Ebû Dâvûd, K.ed-Dahâyâ
(16), Bâb 20-21 H.2834 C.10 S.539 Şamil 1990, ayrıca Nesai, akika 1,3,4. )

322- ... Selmân b. Amr’ed-Dabbiyyi’den demiştir ki:


Resûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu:
“(Yeni doğan her) bebekle beraber bir akika bulunur. Öyleyse her doğan çocuk için bir
akika kurbanı kanı akıtınız ve kendisinden ezâyı kaldırın.” (Ebû Dâvûd, K.ed-Dahâyâ
(16), Bâb 20-21 H.2839 C.10 S.549 Şamil 1990, ayrıca. Buhâri, akika 2; Tirmizi, Edâhi
16; Nesâi, Akika 2; İbn Mâce, Zebâih 1. )
156

Birinci rivayette erkek çocuk için iki akika kurbanı kesilir denmişken, ikinci rivayette bir
akika kurbanı kesilir denmesi bir çelişkidir.

323- ... Ebû Hüreyre’den rivâyet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.v.)


“-Fera’ ve atire yoktur.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, K.ed-Dahâyâ (16), Bâb 19-20 C.10
S.536 Şamil, ayrıca. Buhari, akika 3,4; Müslim, edâhi 38; Tirmizi, edahi 15; Nesâi,
Fera’l ; İbn Mâce, Zebâih 2. )

324- ........ (Amr b. Şuayb b. Muhammed b. Abdullah b. Amr b. As’ın) dedesinden


demiştir ki: .................
“-Fera’ haktır,”............... (Ebû Dâvûd, K.ed_Dahâyâ (16), Bâb 20-21 H.2842 C.10 S.553
Şamil. Ayrıca, Nesai, akika 1. )

325- ... Said (b. El-Müseyyeb)’den demiştir ki:


“Fera’ ilk yavrudur, (Araplar) hayvanların doğurduğu ilk yavruyu keserlerdi. (Ebû Dâvûd,
K.ed-Dahâyâ (16), Bâb 19-20 H2832 C.10 S.537 Şamil. )

Birinci rivayette, Fera’ olmadığı belirtilmişken, ikinci rivayette şart koşulması bir
çelişkidir.

326- ..... Adiyy b. Hatim’den demiştir ki:


Peygamber (s.a.)’e biz köpeklerle avcılık yapıyoruz. (bu hususta ne buyurursunuz?), diye
sordum. Bana:
“-Eğer (avın üzerine) eğitilmiş köpeklerini gönderiyorsan ve (onları gönderirken)
üzerlerine besmele çekiyorsan, sana yakaladıkları avlardan yiyebilirsin, isterse (avı
yakalayan köpek onu) öldürmüş olsun, fakat köpek (yakaladığı hayvanın bir kısmını)
yerse, o başka. Eğer köpek (avın bir tarafını) yemişse sen (onu) yeme. Çünkü (köpeğin)
onu kendisi için yakalamış olmasından korkarım.” cevabını verdi. (Ebû Dâvûd, K.es-Sayd
(16), Bâb 22-23 H.2848 C.11 S.20 Şamil, ayrıca. Buhari, vudu 33, buyû’3, zebâih 2-3, 7-
10, tevhit,13; Müslim, sayd 1-3; Tirmizi, sayd 1,6; İbn Mâce, sayd 3. )

327- ...... Adiyy b. Hâtim’den demiştir ki:


Peygamber (s.a.) :
“Eğittikten sonra besmele çekerek (av üzerine) gönderdiğin bir köpek ya da şahinin senin
için yakaladığı avı yiyebilirsin” buyurdu.
Ben de:
-(Avı) öldürmüşse de mi? diye sordum.
“- Eğer onu öldürmüş de onun hiçbir tarafını yememişse onu ancak senin için yakalamış
demektir.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, K. Es-Sayd (16), Bâb 22-23 H.2851 C.11 S.25 Şamil.
Ayrıca, Tirmizi, Sayd 3. )

328- ... Ebu Sa’lebe’tü’l Huşeni’den demiştir ki:


Resûlullah (s.a.) köpeğin avladığı av hakkında (şöyle) buyurdu:
“Köpeğini (avın üzerine) besmele çekerek göndermişsen (onun yakaladığı avı)
yiyebilirsin. İsterse o avın bir tarafını yemiş olsun. Kendi ellerinle avladığını da ye!” (Ebû
Dâvûd, K.es-Sayd (16), Bâb 22-23 H.2852 C.11 S.26 Şamil. Ayrıca, Ahmed b. Hanbel,
IV-195. )
157

Birinci ve ikinci rivayetlerde, av köpeği yakaladığı avdan yemişse o avın kesinlikle


yenemeyeceğini belirtmişlerken, üçüncü rivayette yenebileceğinin rivayet edilmesi bir
çelişkidir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar; de ki: “Bütün iyi ve temiz
şeyler size helal kılınmıştır.” Allah’ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz
hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah’ın adını anın
(besmele çekin). Allah’tan korkun. Allah’ın hesabı pek çabuktur. 5/4

Dikkat edilirse, yukarıda meali yazılı 5 Mâide 4 te, av için yetiştirilmiş hayvanların, avı
yakaladığında avdan yemişse istisnası yapılmamıştır.

İMAN VE AMELLER HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

Kur’an öğretisine göre, cennetlik olabilmek için, iman edip,yararlı amel işlemek şarttır.
Bunda da başarılı olabilmek için, İman ve Salih amel kavramlarının net bir şekilde
bilinmesine ihtiyaç vardır.

İslam dininde, İman ve Salih amel iki ayrı kavram olmalarına rağmen, birinin yokluğu
halinde diğeri de geçersiz olur. Örneğin: Kişi İman etmiş olmasına rağmen iyi amelleri
yoksa Ahrette kurtuluşa eremeyeceği gibi. İyi amelleri olmasına rağmen iman etmemişse,
iyi amelleri geçersiz olup yine kurtuluşa eremez.

Kur’an’dan mealen:

- Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabb’inin gelmesini yahut


Rabb’inin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabb’inin bazı alâmetleri geldiği
gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık
imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz bizde beklemekteyiz! 6/158

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, iman etmiş olmasına rağmen, imanında bir hayır
kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez.

Kur’an’dan mealen:

- Rablerini inkâr edenlerin durumu (şudur): Onların amelleri fırtınalı bir günde
rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde
edemezler. İşte bu, (haktan) uzak sapıklığın kendisidir. 14/18

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, imanın yokluğu halinde, yapılan iyi ameller,
fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu kül gibi yok olarak onları işlemiş olan şahsa
fayda vermezler.

Kur’an’dan mealen:
158

- Erkek veya kadın kim mümin olarak salih amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat
ile yaşatırız. Ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.
16/97

Yukarıdaki ayet mealinde İman ve Salih amelin, kurtuluş için birlikte olması gerektiği
görülür. Rivayet uydurmacıları bu iki kavramı saptırmak için birçok rivayetler
uydurmuşlardır. Özellikle vermek istedikleri mesaj, iman etmiş olan bir kimsenin ameli ne
olursa olsun hiç cehenneme girmeyeceği ve cennete gireceği şeklindedir. Böylece iyi
amelleri önemsiz, kötü amelleri zararsız göstermek suretiyle fesat meydana getirmeyi
amaçlamışlardır. Eğer ki bu öğrettiklerini yutturamadıkları kimseler olursa, iman etmiş
olan bir kimsenin günahı sebebiyle cehenneme gireceğini fakat orda imanı sebebiyle ebedi
kalmayacağını söyleyip, ileri sürecekleri rivayetlerde uydurmuşlardır. Uydurdukları her
çeşit rivayet için çeşitli seviyede alternatif rivayetler uydurmaya büyük gayret sarf
etmişlerdir, böylece karşılarındaki şahsın beklentilerine göre işlerine gelen rivayeti ortaya
koyarak, uydurdukları diğer alternatifleri gizleme yoluna giderler, böylece hadis
külliyatlarının içeriğinden habersiz kimseleri kandırmaya çalışırlar.

Ameller konusunda bir diğer iddiaları da amelin şahsa bağlılığını iyi ameller yönünden
ortadan kaldırarak, şahısların bir birleri yerine, hac etme, sadaka verme gibi ameller
işleyebileceğini rivayet etmişlerdir. Bu hususlarda uydurmuş oldukları rivayetlerden
örnekler verecek olursam:

329- ........... Katâde şöyle demiştir: Biz Enes ibn Mâlik (R) şöyle tahdis etti:

Muâz ibn Cebel, deve üstünde Peygamberin terkisinde iken, Peygamber (S):
- Yâ Muâz ibn Cebel! diye nida etti.
Muâz:
- Lebbeyk yâ Rasûlullah, ve sa’deyk, dedi.
Peygamber yine:
- Yâ Muâz! diye çağırdı.
Muâz:
- Lebbeyk yâ Rasûlullah ve sa’deyk, dedi.
Bu üç kere vâki’ oldu. Üçüncüde Rasûlullah.
- Hiçbir kimse yoktur ki, kalbinden tasdik ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed'in Rasûlullah olduğuna şahâdet etsin de Allah onu ateşe hâram etmesin
buyurdu.
Muâz:
- Yâ Rasûlullah, bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mi? dedi.
- Haber verdiğin takdirde buna güvenirler, buyurdu.
Muâz ibn Cebel, bunu ölümüne yakın günâhtan sıyrılmak için haber verdi. (Buhâri,
Kitâbu’l-İlm H.68 Bab 50 C.1 S.281 Ötüken 1987. )

330- .......... Ben Enes (R)’ten işittim, şöyle dedi: Bana zikr olundu ki, Peygamber (S),
Muâz’a.
- Allah’a hiçbir şey ortak kılmayarak Allah’a kavuşan kimse, cennete girdi, buyurmuştur.
Muâz:
- Bunu insanlara müjdeleyeyim mi? dedi.
159
Rasûlullah:
- Hayır, çünkü ben onların buna güvenmelerinden endişe ederim buyurdu. (Buhâri,
Kitâbu’l-İlm H.69 Bab 50 C.1 S.281 Ötüken. )

331......... Ebû Zerr (R) Şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle buyurdu:
- “Cibril bana: ‘Ümmetimden her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayarak (tevhit
inancıyla ) ölürse cennete girer -yâhut ateşe girmez’ dedi”.
- Eğer o kişi zinâ etse ve hırsızlık yapsa da mı? dedi.
Peygamber:
- “Eğer (bu günâhları işlese de)” buyurdu. (Buhâri, Kitabu Bed’i’l-Halk H.32 Bab 6 C.7
S.3037 Ötüken 1987. )

332- İbnu Amr İbni’l-Âs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm buyurdular ki:
“Aziz ve celil olan Allah (kıyamet günü), ümmetimden bir adamı mahlûkatın üstünden
seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defterde, gözün alabildiği kadar
büyüktür. Rab Teâla adama sorar: “Bu defterlerde yazılı olanlardan bir şey inkâr ediyor
musun? Muhafız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?” Kul:
“Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)der. Rabb Teâlâ sorar:
“(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?” Kul der:
“ Hayır! Ey Rabbim!” Aziz ve celil olan Allah:
“ Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Bugün sana zulüm
yapmayacağız! Buyurur. Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde “Eşhedu en lâ ilâhe illallah
ve Eşhedu enne Muhammed en Rasûlullah (şahadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur
ve şahâdet ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir.” yazılıdır.”
Sonra, Rabb Teâla der: “Ağırlığını (yani amellerin ağırlığını) hazırla!” Kul sorar:
“Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne?” Rabb Teâle der: “Sana
zulmedilmeyecek! Hemen defterler Mizan’ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine.
Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen Allah’ın ismi yanında
hiçbir şey ağır olamaz.” (K.s. 5077 C.14 S.390 Akçağ 1992, alıntısı, Tirmizi, İman 17,
(2641). )

Bu rivayetlerde görüldüğü gibi, iman etmiş olan bir kimseye hiçbir günahın zarar
vermeyeceğini, isterse günahları gözün alabildiğine, doksan dokuz defter doldurmuş
olsun, böyle bir kimsenin hiç cehenneme girmeden, cennete gireceğini rivayet ettiler. Bu
şekilde rivayetler uydurup, insanları aldatmalarının Kur’an’a uyan hiçbir yönü olmadığı
gibi. Bu şekilde insanları boş umutlarla aldatmaya, Kur’an’da şeytan aldatması olarak
tanım getirilmiştir. Bu husus ta, Kur’an’dan mealen:

- Ey insanlar, Allah’ın va’di gerçektir; sakın dünyâ hayatı sizi aldatmasın ve o


aldatıcı (şeytan). Allah (ın affına güvendirmek sûreti ) ile sizi aldatmasın. 35/15

- Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evladın


babası için bir şey ödiyemiyeceği günden sakının. Allah’ın va’di gerçektir. Dünya
hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan), sizi Allah’ın affına güvendirerek
aldatmasın. 31/33

Şeytan, Allah’ın affına güvendirmek suretiyle insanları dünya hayatıyla aldatır ve Salih
160
amel işlememeleri için çaba gösterir. İblisin bu aldatmasından ancak Allah’ın, Hâlis
(ihlas sahibi) kulları korunmuştur. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:
- (İblis) dedi: “Senin izzet ve şerefine and olsun ki, onların tümünü azdıracağım.”
38/82

- “Yalnız onlardan hâlis, (ihlâs sahibi) kulların hariç.” 38/83


- (Allah) Buyurdu ki: “Gerçek (benim andımdır), ve ben gerçekleri söylerim,” 38/84

- “Senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden cehennemi dolduracağım!” 38/85

Görüldüğü gibi, iblisin gücü yalnız, Allah’ın hâlis (ihlas sahibi) kullarına yetmemektedir.
Peki bu, Allah’ın ihlas sahibi kulları, yalnız iman eden kimseler midir, yoksa iman
etmekle beraber, iyi ameller işleyen ve fuhuş ile kötülüklerden korunan kimseler midirler.
Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- (Yusuf’un), evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları
kilitleyip: “Haydi gelsene!” dedi. (Yusuf): “Allah’a sığınırım dedi, O benim
Rabb’imdir. O bana iyi bir mevki vermiştir. O zalimleri iflah etmez!” 12/23

- And olsun, kadın onu arzû etmişti, eğer Rabb’inin doğruyu gösteren delilini
görmeseydi Yusuf da onu arzû etmişti. Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan
çevirmek istedik; çünkü o, ihlâsa erdirilmiş (seçkin) kullarımızdandır.
12/24

- İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın hayırlılarıdır. 98/7

- Rab’leri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir.


Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı
olmuşlardır. Bu (mükâfat) Rabb’inden korkan kimselere mahsustur. 98/8

Demek ki, İmanla beraber Salih amel işlemek şarttır ve Allah’ın ihlâslı kulları, kötülükten
ve fuhuştan korunmuşlardır, ihlâslı kul olmanın göstergesi bu günahları işlememektir.

Yalnız iman edipte bu imanlarıyla hayır kazanmamış olanlar hakkında Kur’an’dan mealen:

- Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabb’inin gelmesini yahut


Rabb’inin bazı alâmetlerinin
gelmesini bekliyorlar. Rabb’inin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya
da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De
ki: Bekleyin, şüphesiz bizde beklemekteyiz! 6/158

Görüldüğü gibi imanla hayır kazanmak şarttır, yoksa yalnız başına iman, iman etmiş olan
kimseye fayda vermez. Nasıl olur ki bir şahıs iman etmiş olurda, hiçbir hayır kazanmaz ve
kötülükleri işleyip durur, böylece günahlarının çokluğundan amel tartısı hafif basar. Hayır
ihlaslı olmak bu değildir. Kim, Allah’ın affına güvendirerek insanları kötülüklere
sürüklerse, o ancak İblisin çığırtkanlığını yapmış olmaktadır. Allah, Kur’an’da iyiyi ve
kötüyü detaylı bir şekilde göstermiştir, iyiliğin ve kötülüğün kurtuluş için etkisi yoktur
iman etmek yeterlidir demek bunları hiçe saymak demektir. Böyle bir iddia küfrün ta
161
kendisidir.

Ameller konusunda uydurdukları rivayetlerden daha da örnekler vermekte ve bu konuda


Kur’an’dan ölçülerini göstermekte fayda olduğunu düşünüyorum, zira hem dünyadaki
durumumuz hem de ahretteki durumumuz yapmakta olduğumuz amellerle doğrudan,
doğruya ilgilidir. Bu konu öylesine önemlidir ki, Rivayetçiler, İslam Dinini, amelleri
dışlamak suretiyle, imana indirgemeye ısrarla çaba göstermişlerdir.

333-............ Muâz ibn Cebel (R) şöyle demiştir: ben bir seferde Peygamberin bindiği
Ufeyr denilen bir eşek üstünde Peygamberin terkisinde idim, Peygamber (S) bana:
- “Yâ Muâz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı ve kulların da Allah üzerindeki hakkı nedir
bilir misin?” diye sordu.
Ben de:
- Bunu Allah ile Resûlü en bilendir, dedim.
Resûlullah:
-”Allah’ın kulları üzerinde sâbit olan hakkı Allah’a ibadet etmeleri ve Allah’a hiçbir şeyi
ortak kılmamalarıdır. Kulların Allah üzerinde ki hakkı da, kendisine hiçbir şeyi ortak
kılmayan kişiye azâp etmemesidir (yâni bu husûstaki lutrudur)” buyurdu.
Bunun üzerine ben:
- Yâ Resûlullah! Bunu ben insanlara müjdelemeyeyim mi? diye sordum “Hayır, bunu
onlara müjdeleme! Sonra buna güvenirler” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Cihâd H.71 S.2690-
2691 Bab 46 C.6 Ötüken 1987. )

Bu bölümde yer alan 329. Örnekte, Muâz İbn Cebel, peygamberin terkisinde deve
üstündeydi, bu rivayette ise deve Ufeyr isimli eşek olmuş. Deveyle, eşeği birbirinden
ayıramayanın rivayetine nasıl güvenilir. Diğer bir hususta 333. Örnekte, Allah’ın kulları
üzerindeki hakkını, O’na ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi ortak koşmamaları denmişken,
kulların kurtuluş talebini konu ettiklerinde ise, kulların, Allah’a ibadet etmeleri gerektiğini
yok saymışlardır. Bu ise rivayetin içinde ki bir çelişkidir. Ve dikkat edilirse, güya
peygamber rivayeti insanlara söylememesi için Muâz’ı tembihlemiş, hal böyle olunca,
peygamberin sözünü tutmayıp rivayeti bütün dünyaya ilan eden ve bu davranışıyla
peygambere karşı gelmiş olan Muâz’ın sözüne, başka bir ifadeyle naklettiği rivayete nasıl
güvenilir. Kaldı ki böyle bir olay vuku bulmamıştır, bu sadece, Peygamberle, Muâz’a iftira
eden rivayetçilerin bir uydurmasıdır.

334- ......... Bana Mâlik, Amr ibn Yahyâ el-Mâzinni’den, o da babasından, o da Ebû Said
Hudri ®’den tahdis etti. Peygamber (S) şöyle buyurmuştur:
“Cennet ahâlisi cennete, ateş ahâlisi de ateşe girdikten sonra Yüce Allah: Kimin kalbinde
hârdal tanesi ağırlığınca imâm varsa ateşten çıkarınız, diye emreder. Bunun üzerine bu
kimseler simsiyah kesilmiş hâlde çıkarılıp Hayât (yâhud Hayâ) nehri içine atılırlar ve
orada sel uğradığında kalan yabâni reyhân tohumları nasıl süratle yetişirse öylece
yetişirler. Görmez misin, bunlar sapsarı olarak ve iki tarafa salınarak (ne güzel) sürerler.
(Buhâri, Kitâbu’l-İmâm H.15 C.1 S.176 Bab 14 Ötüken. )

Kur’an’a göre, Allah kendisine şirk koşmuş olan herhangi bir kimseyi, bu şirkle ölmesi
halinde kesinlikle af etmez. Bu duruma göre tahdis etmiş oldukları rivayette, cehenneme
girmiş olup ta kalbinde iman olanlar azap gördükten sonra orada ebedi kalmayıp, imarı
sebebiyle cehennemden çıkacaklardır demekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye
162
düşmüşlerdir. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayanların, cehenneme hiç
girmeyeceğini tahdis etmişlerdi, bu ise açık bir çelişkidir.

335- .......... Ebû Said el-Hudri (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: “Kıyamet
günü ölüm, aklı karalı alaca bir koç sûretinde getirilir. Akabinde bir nidâ bir nidâ edici:
- Ey cennet ehli! diye nidâ eder.
Cennetlikler hemen boyunlarını uzatıp başlarını ona doğru kaldırır ve ona bakarlar. Nidâ
edici o Koç’u işaret ederek:
-Sizler bunu tanıyor musunuz? der.
Onlar, hepsi onu görmüş olarak:
- Evet tanıyoruz, bu ölümdür, derler.
Bundan sonra nidâcı:
- Ey nâr (ateş) ehli! diye nidâ eder.
Onlar da boyunlarını uzatıp başlarını kaldırarak ona doğru bakarlar. Nidâcı yine o koçu
işaret ederek:
- Sizler bunu tanıyor musunuz? diye sorar.
Onların hepsi de Koç’u görmüş oldukları hâlde:
- Evet tanıyoruz; bu ölümdür, derler.
Akabinde o boğazlanır. Bundan sonra:
- “Ey cennet ehli! Cennette ebedi yaşayacaksınız, artık ölüm yoktur. Ey ateş ehli! Sizler de
yerinizde ebedisiniz, artık ölüm yoktur, der.” (Buhâri, Kitâbu’t-Tefsir H.251 C.10 S.4553-
4554 Bab 201 Ötüken 1988. )

Bu rivayette, kıyamet günü Cennet ve Cehenneme girenler yerlerinden ayrılmayıp


bulundukları yerde ebedidirler demekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye düşmüşlerdir. Zira
evvelki rivayette, cehenneme girmiş olup ta, kalbinde hardal tanesi miktarı iman olan
kimselerin cehennemde ebedi kalmayıp çıkacaklarını tahdis etmişlerdir.

336-.......... Usmân ibn Affân’ın hizmetçisi Humran ibn Ebân haber verip şöyle dedi:
Usmân oturaklarda otururken ben ona ab dest suyunu getirdim. Kendisi ab dest aldı ve ab
dest alışı güzel yaptı. Sonra şöyle dedi:
- Ben Peygamberin (S)’in bu mecliste otururken ab dest aldığını ve ab dest almayı güzel
yaptığını gördüm. Sonra: “Kim benim şu ab dest alışım gibi ab dest alır, sonra mescide
gelir de iki rekat namâz kılar,sonra oturursa, onun geçmiş günahları mağfiret olunur”
buyurdu.
Yine Usmân:
- Peygamber “Aldanmayınız (yâni mağfirete aldanıp da günâh kazanmaya cüret
etmeyiniz)! buyurdu, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Rikaak H.21 S.14 S.6370-6371 Bab 8
Ötüken 1989. )

Bu tür rivayetleriyle bolca af ruhsatları dağıtıp sonrada bu affa aldanma demeleri bir
çelişkidir. Değil mi ki bu sözleri peygamberin söylemiş olduğunu iddia ediyorlar,
peygamberin söylemiş olduğu bir söze inanmanın neresi aldanmadır, buda ayrı bir
çelişkidir.

Ayrıca af ruhsatları dağıtmış oldukları rivayetleri, şu rivayetle çelişkilidir, şöyle ki:

337- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


163
buyurdular ki:
“Ümmetimin hepsi affa mazhar olmuştur, günahı aleni işleyenler hariç........... (K.S. 5933
C.16 S.399 Akçağ 1993, alıntıları, Buhâri, Edep 60; Müslim, Zühd 52, (2990). )

Bir önce ki rivayette tüm geçmiş günahlar af olur demişlerdi. Bu rivayette aleni (açık)
işlenen günahları istisna etmeleri bir çelişkidir.

Birde tahdis etmiş oldukları diğer bir rivayette, millet malından bir aba çalanın cehenneme
gideceğini iddia etmişlerdir. Bilindiği gibi hırsızlık aleni olmayıp gizli yapılan bir
günahtır. Bu da günahı aleni işleyenler hariç bütün Müslüman ümmetin affedileceği
yolundaki rivayetleriyle çelişkili olmuş olur. Rivayet şudur:

338- Bize Ali ibnu Abdillah tahdis edip şöyle dedi: Bize Sufyân ibnu Uyeyne, Amr ibn
Dinâr’dan; o da Sâlim ibn Ebi’l-Ca’d’dan tahdis etti ki, Abdullah ibn Amr şöyle demiştir:
Peygamberin yol ağırlığı olan eşyâsı üzerinde bekçilik yapan (siyâh) bir adam vardı. Ona
kirkire denilirdi. Bu Kirkire (bir gün) öldü. Rasûlullah (S): “Bu adam cehennemdedir”
buyurdu. Sahâbiler (acaba neden cehennemdedir diye) ona bakmağa gittiler. Ve onun
terikesinde millet malından çalmış olduğu bir abâ buldular. (Buhâri, Kitâbu’l-Cihâd ve’s-
Siyer H.272 C.6 S.2866 Bâb 189 1987 Ötüken. )

339-Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Zani bir kimse, zina yaptığı sırada mü’min olarak zina yapmaz, hırsız da çaldığı sırada
mü’min olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü’min olduğu halde içki içmez;
insanların, onun yüzünden, gözlerini kendilerine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli
olan bir şeyi mü’min olarak yağmalamaz.” (K.S. 5880 C.16 S.352 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Mezâlim 30, Eşribe 1, Hudud 1, 20; Müslim,İman 100,(57); Ebû Dâvud, Sünnet
16,(4689; Tirmizi, İman 11,(2627); Nesâi, Sârık 1,(8,64). )

340- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Kişi zina edince iman ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi
muallak (asılı) durur. Zinadan çıkınca iman adama geri döner.” (K.S. 5881 C. 16 S.354
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Sünnet 16,(4690); Tirmizi, iman,(2627). )

Bu iki rivayette, bazı büyük günahları konu ederek bunları işleyen kişinin, bu günahları
işlediği anda mümin olarak işlemediğini rivayet etmişlerdir. Görünüşte, imanın çıkmasıyla
tehdit ederek günahların işlenmesine mani oluyormuş havası vermek istemişlerdir. İşin
aslında ise olayı çarpıtmaktan başka bir amaçları yoktur. Zira günah fiilinin işlendiği anda
imanın çıktığını, bir bulut gibi insanın başı üzerinde beklediğini, günah işleme olayı
bittiğinde de imanın hemen o günah işleyen şahsa geri döndüğünü rivayet etmeleri,
Allah’ın o şahsa günah işlediği anda gazap ettiğini, günah işleme olayı bittiğinde o şahısla
diğer müminler arasında yine fark kalmayacağı havası vererek, günahtan korkulmaması
gerektiği kanaatının insanlarda hasıl olmasını amaçlamışlardır. Hal bu ki, zina ve katillik
gibi büyük günahların korkunç neticesi, cehennemde ebedi kalmaktır. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne de cimrilik ederler,


(harcamaları), bu ikisi arasında dengeli olur. 25/67
164

- Ve onlar ki Allah ile beraber bir başka ilâha tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı nefsi
haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa günahı(nın cezasını)
bulur. 25/68

- Kıyamet günü onun için azab kat kat yapılır ve o (azab)ın içinde hor ve hakir
olarak kalır. 25/69

- Ancak tövbe eden ve iman edip iyi amel işleyen kimselerin günahını Allah iyiliğe
çevirir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet esirgeyendir . 25/70

Görüldüğü gibi, olay günahın bitiminde imanın bir bulut gibi insana geri dönme olayı
değildir. Olay, tövbe ve iman edip, salih amel işleme olayıdır. Günah işleyen günahından
tövbe etmeli, küfür günahı işleyen küfründen tövbe edip iman etmeli ve her iki durumdan
sonra da salih amel işlemek gereklidir. Aksi takdirde de günahkar şahıs mümin dahi olsa,
amelleri tartıldığında tartısı hafif gelirse cehennemde ebedi kalır. Kur’an’dan mealen:

- Kimlerin (amellerinin) tartıları ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. 23/102

- Kimlerin tartıları hafif gelirse işte onlar da kendilerini ziyana sokanlar,


cehennemde ebedi kalanlardır. 23/103

Görüldüğü gibi, İslam dininde iş bir tartı işidir. Eğer ki, Allah’ın rızasını kazanmayı ve
Cehenneme girmeyip Cennete girmeyi amaç edinmişsen, amellerin tartılması olayını
kesinlikle göz ardı etmemen gerekir!

Günah işlemeyi teşvik etmek için uydurmuş oldukları diğer bazı rivayet örnekleri:

341- Ebu Hüreyre’den, Resûlullah’a atfen: “............ Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz,
Allah sizi toptan yok eder, günah işleyip istiğfar edecek yeni bir mahlûk yaratır ve onları
mağfiret ederdi.” (K.S. 5370 C.15 S.179 Akçağ alıntısı: Tirmizi, Cennet 2,(2528); İbnu
Mâce, Siyâm 48,(1752). )

Bu rivayette iddia ettiler ki, “günah işlememek yok oluş nedenidir, toptan yok olmamak
için günah işlemek şarttır diye tahdis ettiler. Bu gibi iddialar Kur’an’a uymayan
iddialardır. Zira, Kur’an’da günah işlememek övülmüş ve günahkarlar kötülenmiştir.
Allah’ın toptan yok ettikleri günahtan kaçan takvalılar değil, günahkarlardır. Kur’an’dan
mealen:

- Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi
tutacağız? Yoksa (Allah’ın azâbından) korunanları yoldan çıkanlar gibi mi
tutacağız?
38/28

- Hayır, kim sözünü yerine getirir ve (günâhtan) sakınırsa, şüphesiz Allah da


sakınanları sever. 3/76
165
- Görmediler mi, onlardan önce nice nesiller yok ettik; hem onlara
yeryüzünde size vermediğimiz şeyleri vermiştik ve göğü de üzerlerine bol bol
boşaltmıştık ve ı

rmakları ayaklarının altından akar kılmıştık. Fakat günahlarından ötürü onları


helak ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık. 6/6

Görüldüğü gibi, Allah’ın helak ettikleri takvalılar olmayıp, günahkarlardır. Bu itibarla


tahdis ettikleri rivayetin aslı yoktur.

Günah işlemeyi teşvik maksadıyla uydurdukları başka bir rivayette. Günah işleyip te üç
kere tövbe eden kimse artık tövbe etmeden ne kadar günah işlerse işlesin, Allah onu
affetmiştir diye iddia ettiler. Şöyle ki:

342- ............. Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber (S)’den işittim şöyle
buyurdu: “Bir kul (bilmeyerek) bir günâh isâbet edip veyâ bilerek bir günâh işleyip de:
- Yâ Rabb, ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhud (bilmeyerek) ben bir günâha uğramış
oldum, kusûrumu afv ve mağfiret eyle! diye (günahını itirâf ve ) niyâz ederse, o kulun
Rabb’i:
- Demek ki kulum (dilerse) günâhını affedecek, (dilerse) cezâlandıracak muhakkak bir
Rabb’i olduğunu bildi. Şu hâlde ben de kulumu mağfiret ettim! buyurur.
Sonra bu kul Allah’ın dilediği kadar bir zâman (günahsız) yaşar. Sonra bir günâh daha
isâbet edip veyâ bir günâh işleyip de:
- Yâ Rabb! Ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhud (bilmeyerek) bir günaha uğradım.
Kusûrumu afv ve mağfiret eyle! diye niyâz ederse, o kulun Rabb’i:
- Demek ki, kulum günâhını affedecek veyâ cezâlandıracak bir Rabb’i bulunduğunu gereği
gibi bildi. Şu halde ben de kulumu mağfiret ettim! buyurur.
Sonra bu kul Allah’ın dilediği kadar bir zaman günâhsız yaşar. Sonra bir günâha isâbet
edip veyâ günâh işleyip de:
- Yâ Rabb! Ben bir günah işledim veyâ bir günâha uğradım, kusûrumu afv ve mağfiret
eyle! diye niyâz ederse, o kulun Rabb’i:
- Demek ki, kulum günâhını affedecek veyâ cezâlandıracak bir Rabb’i bulunduğunu gereği
gibi bildi. Şu hâlde ben de kulumu mağfiret ettim! Buyurur.
Sonra bu kul Allah’ın dilediği kadar bir zamân günâhsız yaşar. Sonra bir günâha isâbet
edip veyâ günâh işleyip de:
- Yâ Rabb! Ben bir günâh işledim veyâ bir günâha uğradım, kusûrumu afv ve mağfiret
eyle! Diye Allah’a yalvarırsa, o kulun Rabb’i:
- Demek ki, kulum günâhını affedecek veya cezâlandıracak bir Rabb’i olduğunu bildi, ben
de üç defa kendisini avf ve mâğfiret ettim. Artık bu kulum dilediği işi işlesin! buyurur.
(Buhâri, H.132 C.16 Bab 36 Kitâbu’t-Tevhit S.7365 Ötüken. Ayrıca; Müslim, Kitâb’t
Tevbe; Müslim Ter. , VIII, 251 “2758”. )

Yukarıda ki rivayette görüldüğü gibi, “üç kere tevbe eden, artık tevbe etmeden ne isterse
yapsın affedilmiştir” diye rivayette bulundular. Bu iddia, bütün dini mükellefiyetlerin
ortadan kalkması ve bütün haramların helal sayılması manasındadır. Böyle bir iddianın
İslam Dininde yeri olmadığı gibi, aklı başında hiç kimsenin böylesine bir hezeyana
inanması mümkün değildir.
166
İslam dininde tövbe etmenin manası, onların iddia ettikleri şekilde değildir. Bu
konuda, Kur’an’dan mealen:

- Allah’a göre, şu kimselerin tövbesi makbûldür ki, cahillikle bir kötülük yapıp
hemen ardından tevbe ederler. İşte Allah onların tövbesini kâbul eder. Allah
bilendir, hikmet sahibidir. 4/17

- Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da ölüm gelip çatınca: “Ben şimdi tövbe ettim.”
diyenlere ve kafir olarak ölenlere tövbe yoktur (öylelerinin tövbesi makbûl değildir ).
Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır! 4/18

- Sonra Rabb’in şunlar içindir (şunların yanındadır)ki, cehaletle kötülük işlediler,


sonra onun ardından tövbe ettiler, (kendilerini düzelttiler; bun(u yaptık)dan sonra
Rabb’in (böyleleri için) elbette bağışlayan, esirgeyendir. 16/119

- “Ve Ben, tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı
elbette çok bağışlayıcıyımdır.” 20/82
- Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı
hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan
başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar etmezler. 3/135

- Ey iman edenler! Bir daha (tövbeden) dönmemek üzere Allah’a tövbe edin; belki o
zaman Rabbınız günahlarınızı örter ve sizi, Allah’ın, Peygamberi ve onunla birlikte
iman edenleri utandırmayacağı gün, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün,
onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar; onlar da derler ki; “Rabbımız!
Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla. Şüphe yoktur ki, sen her şeye kadirsin.” 66/8

Görüldüğü gibi, tövbeden sonra ıslah olmuş olmak şarttır, yoksa tövbenin manası
serbestçe günah işlemeye ruhsat değildir. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayet Kur’an’a
ters olup aslı yoktur.

Ölüm anından önce, mümin olması için tebliğ almış olup ta, red etmiş olan bir kimsenin,
ölürken iman etmesi halinde bu imanının geçerli olacağını iddia ve rivayet ettiler. Şöyle
ki:

343-............. Bize Hammâd ibn Zeyd, Sâbit el-Bunâni’den; o da Enes (R)’ten şöyle tahdis
etti: Yahûdi’nin bir oğlu Peygamber(S)’e hizmet ederdi. Derken bu oğlan çocuğu
hastalandı. Peygamber ona hasta ziyâreti yapmak üzere gitti. Oradan çocuğa:
-”İslam Dini’ne gir! Buyurdu, çocuk da (şahâdet kelimelerini söyleyip) Müslüman oldu.
Said İbni’l-Müseyyeb de babası el-Müseyyeb ibn Hızn(R)’dan söyledi ki, Ebû Tâlib’e
ölüm alâmeti hazırlandığı zamân Peygamber (S) onun yanına gitmiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-
Merdâ ve’s-Tıbb H.18 C.12 S.5699 Bab 11 Ötüken 1988. )

344-............ Ez-Zuhri şöyle demiştir: Bana Said İbni’l-Müseyyeb haber verdi ki, babası el-
Müseyyeb ibn Hazn(R) şöyle demiştir: Ebû Tâlib’e ölüm (alâmetleri) geldiği zâman ona
Rasûlullah (S) geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl ibn Hişâm ile Abdullah ibn Umeyye
ibni’l- Mugire’yi buldu. Rasûlullah, Ebû Tâlib’e:
-”Ey amca! Lâ ilâhe ille’llâh kelimesini söyle de bununla Allah katında senin için hüccet
167
getireyim” dedi.
Bunun üzerine Ebû Cehl ile Abdullah ibnu Ebi Umeyye:
- (Yâ Ebâ Tâlib!) Abdulmuttalib milletinden yüz mü çeviriyorsun? Diye men’
ettiler. ............ (Buhâri, Kitâbu’t-Tefsir H.292 C.10 S.4641 Bâb 234 Ötüken 1988 )

Tahdis etmiş oldukları rivayetlerde, Peygamberin amcası Ebû Tâlib’in İman etmemiş
olduğunu ısrarla tahdis ettiler, anlaşılan odur ki bu şekilde söylemeleri, Ebû Tâlb’in
peygambere büyük bir destek vermiş olduğu içindir. İmam Ali’nin babası olması da bu
şekilde söylemeleri için ayrı bir ihtimaldir. Benim kanaatim Ebû Tâlibin “Mümin”
olduğudur. Zaten Tahdis etmiş oldukları rivayette Kur’an’a uymamaktadır, şöyle ki:

Ölüm anında iman etmenin geçersiz olduğu hususunda, Kur’an’dan örnek verecek
olursam, mealen:

- İsrail oğullarını denizden geçirdik, Fir’avn ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak


için onların arkalarına düştü. Nihayet boğulma kendisini yakalayınca (Fir’avn):
“Gerçekten İsrail oğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım, ben de
müslümanlardanım!” dedi. 10/90

- “Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştun?” (denildi).
10/91

- “Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizin dibinden) kurtarıp


(sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olsun. Ama insanlardan
çoğu bizim ayetlerimizden gafildir.” 10/92

Görüldüğü gibi, Fir’avn ölüm anında iman etmiş, fakat iman etmesi, Allah tarafından
kabul edilmemiştir. Bu itibarla, bu hususta uydurmuş oldukları rivayetler, Kur’an’a uygun
değildir.

345-.............. Bize Umer İbnu Ali, Ma’n ibn Muhammed el-gıfâri’den; o da Said ibn Ebi
Said el-Makburi’den; o da Ebû Hureyre(R)’den tahdis etti. Peygamber(S): “Allah Taâlâ
altmış seneye kadar yaşatıp ölümünü geri bıraktığı (hâlde yaratanı ve yaşatanı tanımayan)
kimsenin özrünü izâle ve reddeder” buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu’r-Rikaak Bab 5 H.8
S.6361 C.14 Ötüken 1989. )

Yukarıdaki rivayetle, ölüm anında ki kimseye tebliğ yapılabilir iddiasında bulundukları


rivayet çelişkilidir. Zira bir çok kimse altmış yaşından sonra yıllarca yaşamaktadır.

Uzunca bir rivayette, Allah’ın, zikredenler ve onların yanına iş için gelen kimse hakkında,
Peygambere isnat ederek Ebû Hüreyre’den şu şekilde tahdis ettiler:

346- ............ Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle
buyurdu................................ Yüce Allah, meleklere:
- Ey melekler, ben sizleri şâhid yapıyorum ki, ben bu zikreden kullarımı mağfiret ettim!
Buyurur.
Meleklerden birisi:
- O zikredenlerin arasında fulân kişi var ki, o zikredenlerden değildir, bir hâceti için gelmiş
168
oturmuştu! der.
- “O mecliste oturanlar öyle kemâl sâhibi kimselerdir ki, onlarla birlikte oturanlar şaki
olamaz! cevâbını verir.” (Buhâri, Kitâbu’d-Daavat H.101 C.14 S.6345-6346 Ötüken 1989 .
)

Bir kimsenin kendisi iyi amel işlemeden, sırf iyi amel işleyenlerin yanına gitmiş olması
ona herhangi bir sevap kazandırmaz. Zira, münafıklar da, Peygamber ve sahabelerin
yanına gidiyorlardı, buna rağmen bu onlara bir sevap kazandırmamıştır. Bu hususta,
Kur’an’dan mealen:

- Münafıklara, acı bir azabın kendilerinin olacağını müjdele! 4/138


Ve ayrıca İslam İnancına göre amel şahsidir. Kur’an’dan mealen:

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

Görüldüğü gibi, sevap kazanmak için çalışmak şarttır. Bu itibarla uydurmuş oldukları
rivayet, Kur’an’a ters olup aslı yoktur.

347- .............. Bize İbnu Cureyc haber verip şöyle dedi: Bana Ya’lâ ibn Müslim haber
verdi ki, Müslim haber verdi ki, kendisi İkrime’den şöyle derken işitmiştir: Bana İbn
Abbâs (R) şöyle haber verdi: Sa’ad ibnu Ubâde, anasından uzak bir yerde bulunduğu hâlde
anası öldü. Bunun üzerine Sa’d :
- Yâ Rasûlullah! Ben anamdan uzakta iken anam vefât etti. Şimdi ben onun adına bir şey
sadaka etsem, bu sadaka yapacağım şey ona fayda verir mi? dedi.
Rasûlullah:
- “Evet (onun adına yapacağın hayır, ona fayda verir)” buyurdu.
Sa’d ibn Ubâde:
- Ben seni şahid yapıyorum: Benim şu Mıhrâf ismindeki duvarlı bustanım anamın üzerine
sadakadır, dedi. (Buhâri, Kitâbu’l-Vesâyâ
H.19 S.2603-2604 Bâb 15 C.6 Ötüken 1987. )

348-...... Abdullah ibn Mesûd (R) şöyle demiştir: Peygamber (S).


- “Hanginize mirasçısının malı, kendi malından daha çok sevimlidir?” diye sordu.
Sahâbiler
- Yâ Rasûlullah! Bizden her bir kişiye muhakkak kendi malı daha sevimlidir! dediler.
- “Çünkü kişinin kendi malı, ölümünden önce hayır yoluna harcayıp önden gönderdiği
malıdır. Mirâsçının malı da kişinin hayra sarf etmeyip ölünceye kadar geri bıraktığı
malıdır” buyurdu. (Buhari, Kitâbûr-rikak H.29 C.14 S.6377 Bab 12 1989 Ötüken.)

Birinci rivayette, ölen kimse için sadaka verilebileceği tahdis edilmişken. İkinci rivayette,
kişiye ölümünden sonra mal hakkı tanımayarak, kişi ancak ölümünden önce yapmış
olduğu sadakanın sahibidir denmesi bir çelişkidir.

349- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Ameller her Perşembe ve Pazartesi günü arz edilir. Aziz ve Celil olan
Allah o gün Allah’a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder. Bundan sâdece
kardeşiyle arasında düşmanlık -küskünlük- olanı istisna eder, (onu affetmez) ve der ki:
“Bu ikisini barışıncaya kadar terk edin.” (K.S. 3427. C.10 S.219 Akçağ, alıntıları: Müslim,
169
Birr 36,(2565); Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 17, (2,908); Ebû Dâvud, Edeb 55,(4916);
Tirmizi, Birr 76,(2024). )

350- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm aramızda
ayağa kalkıp şu beş cümleyi söyledi:
“Allah Teâla Hazretleri uyumaz, zaten O’na uyku da yakışmaz. Kıstı (tartıyı, rızkı) indirir
ve kaldırır. Geceleyin yapılan amel, gündüzleyin yapılandan önce; gündüzleyin yapılan
amel de geceleyin yapılan amelden önce Allah’a yükseltilir............ (K.S. 3482 C.10 S.286
Akçağ alıntısı: Müslim, İmân 293 (179). )

Bu iki rivayetin çelişkili olduğu açıktır, birincisinde amellerin, Perşembe ve Pazartesi


Allah arz edildiğini rivayet etmişken. İkincisinde, geceleyin yapılan amel, gündüzleyin
yapılandan önce, gündüzleyin yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce Allah’a
yükseltildiğinin rivayet edilmesi bir çelişkidir. Diğer bir hususta, haklı, haksız dikkate
alınmadan ve bir birlerine basitçe küskün olan iki kardeşin yaptığı günahların
affedilmeyeceğini iddia edip, bunun dışında ki bütün günahların; büyük günahlar dahil
olmak üzere, kesin olarak affedileceğini tahdis etmeleri ve bunun için Allah’a şirk
koşmamanın yeterli olacağını söylemeleri Kur’an’a uygun bir husus değildir. Yakın
kişimsilerin önemli olmayan konular dolayısıyla bazen küsmeleri, bazen barışmaları basit
ve ender bir olaydır. Böyle bir şeyi zinadan, zulümden, kumar, katillik v.s. den ağır tutup
bu büyük günahların peşinen affedildiğini iddia ve tahdis etmek, İslam dini ile ilgisi
olmayan ve insanları günahlara teşvik etmeyi amaçlayan iddialardır.

Büyük günahlardan sakınmanın gerekli olduğu konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Eğer size yasak edilen büyük günahlardan sakınırsanız,


öbür günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. 4/31

351- .............. Ebû Hureyre’den demiştir ki:


Rasûlullah (s.a.) (şöyle buyurmuştur:
- “İnsan öldüğü zaman (bütün) amel(ler)i kendisinden kesilir. Ancak üç şey müstesna;
sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih evlâd.” (Ebû Dâvûd, K. El-
Vesaya (17), Bâb 14 H.2880 C.11 S.88 Şamil 1991, diğer rivayet edenler, Müslim,
vasıyye 14 Tirmizi, ahkam 36; Nesâi, vesâya 8. )

Yukarıdaki rivayette görüldüğü gibi, iddia ettiklerine göre üç kişi hariç, öldükten sonra
herkesin ameli kesilirmiş. Dikkat edilirse, bu rivayetlerinin uydurma olduğu hemen
anlaşılır. Şöyle ki, bu gün hayatta olup ta, iddia ettikleri amellerden herhangi birini işleyen
bir Müslüman’ın sevabı, ameli işlediği günden itibaren yazılacak ve işlemeye
başlayacaktır. Hal bu ki aynı şahıs beş yüz sene önce dünyaya gelmiş olsaydı ve aynı
ameli işleseydi, bugünkü duruma göre beş yüz sene daha fazla sevap kazanmış olacaktı,
veya aynı şahıs, aynı ameli kıyametin kopmasından bir gün önce işlemiş olsa, sadece
kazanacağı sevabı bir gün çalışmış olacaktı. Bu duruma göre, dünyaya geliş zamanı bir
avantaj veya dezavantaj olmaktadır. Hal bu ki, İslam dininde sevap veya günah yönünden
herkes, zamana göre değil yaptığına göre eşit olarak değerlendirilir. Kim bir zerre miktarı
sevap işlese karşılığını görür, kim bir zerre miktarı günah işlese karşılığını görür. Ameller
arasında fark olmadığından sadaka-i cariye diye bir şey yoktur. Örneğin: Bin liralık sevap
işleyen işleme zamanıyla ilgili olmadan ona göre sevap alır, oğlunu iyi olarak beş yüz sene
170
önce yetiştirmiş olanla, aynı şekilde beş yüz sene sonra yetiştirmiş olan aynı sevabı
alır. Bir parayı fakirlere vermeyle veya iddia ettikleri gibi, sadaka-i cariye dedikleri çeşme
yapması v.s. arasında fark yoktur. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için geri dönüp gelirler.
99/6

- Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. 99/7

- Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. 99/8

- Kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez.
(İnsanın yaptığı iş), bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz. Hesap görücü
olarak biz yeteriz. 21/47

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

352- ................ Bize Mâlik, Muhammed ibn Abdillah.......’tan haber verdi ki, o şöyle
demiştir: Ben Ebû’l-Hubâb Said ibn Yesâr’dan işittim, o şöyle diyordu: Ben Ebû Hureyre
(R)’den işittim, şöyle diyordu:Rasûlullah (S): “Allah kime hayır murâd ederse ona musibet
verir” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Merdâ ve’s-Tıbb H.5 C.12 S.5688 Bâb 1 Ötüken. )

353-............... Bize şube, el-A’meş’ten; o da Ebû Vâil’den; o da Mesrûk’tan haber verdi


ki, Âişe(R): Ben Rasûlullah (S)’tan ziyâde hastalığı şiddetli olan hiçbir kimse görmedim,
demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Merdâ ve’s-Tıbb H.6 C.12 S.5689 Bâb 2 Ötüken. )

354-.............. Abdullah ibn Mesûd (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber (S)’in hastalığında
vücûdu hummânın harâretinden şiddetle sarsıldığı sırada huzûruna vardım ve:
- Yâ Rasûlullah, şüphesiz ki, hummâ harâretinden çok ızdırab çekmektesin! dedim.
Ardından:
- Yâ Rasûlullah, bu şiddetli hummânın şüphesiz iki kat ızdırabı var, elbette buna karşılık
size iki kat ecr ve mükâfat vardır: diye arz ettim.
Rasûlullah:
- “Evet, Herhangi Müslümân bir ezâ isâbet ederse, muhakkak ağacın yapraklarının
düşmesi gibi, Allah o müslümândan günahlarını düşürür” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-
Merdâ ve’s-Tıbb H.7 C.12 S.5689 Bâb 2 Ötüken. )

Bu gibi rivayetlerle, iddia ettiler ki, en çok musibet en iyi olanlara gelir, ondan sonra
sırasıyla diğer faziletli kimselere gelirmiş. Hal bu ki, durum hiçte iddia ettikleri gibi
değildir. En çok musibet takvada en ileri olanlara değil, en çok günah işleyenleredir ve
hayatın çeşitli safhalarında çeşitli şekilde gelebilir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı(işler) yüzündendir.


(Allah, işlediklerinizin) birçoğunu da affeder. 42/30

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

355- İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Maşrık cihetinden iki adam geldi ve
171
hitabede bulundular. Onların beyanlarındaki güzellik herkesin hoşuna
gitti. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:
“Beyanda mutlaka bir sihir var!” buyurdular.” (K.S. 5920 C.16 S.390 Akçağ 1993,
alıntıları: Buhâri, Tıbb 51; Muvatta, Kelam 7, (2,986); Ebû Dâvûd, Edeb 94,(5007);
Tirmizi, Birr 81,(2029). )

Bu rivayette, güzel sözde mutlaka sihir olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddiaya göre üstün
güzellikte beyana sahip olan Kur’an hâşâ ondan, sihir olmuş oluyor. Böyle bir iddia ise
ancak müslüman olmayanların, Kur’an hakkında söylemiş oldukları bir iddiadır. Bu
konuda Kur’an’dan mealen:

- Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman kendilerine gelen hakkı inkâr
edenler: “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler. 46/7

Görüldüğü gibi, uydurmuş oldukları rivayet, Kur’an’a dolaylıda olsa saldırı içermektedir
ve peygambere bir iftiradır.

356- Ümmü Habibe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Ademoğlu’nun, emr-i bi’l-ma’ruf veya neh-i ani’l-Münker veya Allah Teâla hazretlerine
zikir hariç bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.” (K.S. 5916 C.16 S.381 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Zühd 63, (2414). )

Din konusu dışında konuşmanın yasak olmadığı bir çok konular vardır. Örneğin, Alışveriş
etmek, Meslek öğrenip veya öğretmek veya herhangi meşru bir ihtiyacı söylemek veya
güzel bir sohbet yapmak gibi. İddia ettiklerine göre, bir doktora hasta olduğunu söyleyen
bir kimse dahi günaha girmiş olmaktadır. Zira bu söylediği, Emr- bi’l-maruf veya nehy-i
ani’l-münker olmadığı gibi, Yüce Allah’ı zikirde değildir. Bir müslüman, hem dünyası
için, hem de ahreti için birlikte çalışabilir, bundan dolayı bu tür boş iddialar, müslümanları
günlük yaşantılarında zora koşmak için uydurulmuş aslı olmayan ve İslam toplumunu
dünyevi işlerde geri bırakıp zayıf duruma düşürmeyi amaçlayan rivayetlerdir. Bir
müslümanın dünya hayatında yapacağı şey, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerle ahiret
yurdunu isteyip, dünyadan da nasibini unutmaması ve iyilik yapıp, bozgunculuk
yapmamasıdır.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- “Allah’ın sana verdiği ile ahireti iste. Ve dünyadan nasibini unutma. Allah’ın sana
ihsan ettiği gibi sende ihsanda bulun. Yeryüzünde fesâd arama Çünkü Allah
müfsitleri sevmez.” 28/77

357- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:
“Bir kimse ölünce, arkada ağlayanları kalkıp: “Vay benim dağım, vay efendim...” gibi
sözler sarf ederse, ona iki melek vekil kılınır, melekler ölen kimsenin göğsüne vura vura:
“Sen öyle misin?” diye sorarlar.” (K.S. 5434 C.15 S.257 Akçağ 1992, alıntısı: Tirmizi,
Cenâiz 24,(1003). )
172
Allah’a isyan etmemek ve dolayısıyla makul ölçülerde olmak şartıyla, üzücü bir
olayın meydana gelmesi halinde bir kimsenin ah edip ağlaması meşrudur, hatta olayın
şiddetine göre kişi çok üzülüp çokça ağlamışta olabilir, önemli olan günaha girecek
davranışlarda bulunmamasıdır. Bir kimse öldüğünde yakınları üzüntülerini açığa verirken
haddi aşarak günaha girmişlerse, bu ağlamalarından dolayı ölüye azab edilmez, zira herkes
ancak kendi günahından sorumludur. Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Allah her şeyin Rabb’i iken ben O’ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin
kazandığı yalnız kendisine âittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir
başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir; (O) ayrılığa
düştüğünüz gerçeği size haber verecektir. 6/164

Görüldüğü gibi rivayetleri, Kur’an’a uygun olmayıp aslı yoktur.

358- .......... Bize Mâlik, Yahyâ ibn Said’den; o da Muhammed ibn İbrâhim’den, o da
Alkame ibn Vakkaas’tan; o da Umer (R)’den haber verdi ki, Umer şöyle demiştir:
Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: “Ameller niyete göredir. Her bir kimse için ancak niyet
ettiği şey vardır. Binâenaleyh her kimin hicreti Allah’a ve Resûl’üne yönelmişse, onun
hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Artık nâil olacağı bir dünyâ veyâ evleneceği bir kadından
dolayı hicret etmiş kimse varsa, onun hicretine sebep olan şeydir. (Buhâri, Kitâbu’l-İmân
H.47 C.1 S.209-210 Ötüken. )

Bir kimse iyi ameller işlerken niyeti iyi ameller işlemek değil de başka şeylerse, örneğin:
İnsanlara gösteriş için sadaka verirse veya insanlara gösteriş için namaz kılarsa veya para
karşılığı Oruç tutar veya haccederse yene esas amacı iyi ameller işlemek değil de onun
dışında başka şeylerse sevap alamaz. Bu gibi durumlara değinmekle beraber rivayette tüm
niyetler için genelleme yapılması yanlıştır, zira niyetlerin aksi yönü de vardır, kişi kötü bir
şey yaparken iyi bir şey yaptığını sanabilir, bundan dolayı iyiliğin ve kötülüğün ölçüsü
şahısların niyeti olmayıp, Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Bir kimsenin işlemiş olduğu kötülüğü
iyi sanması, işlemiş olduğunu kötülüğü meşru kılmaz. Yapılan işin iyi bir iş olması esastır.
Bu hususta Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- De ki: “Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyâna uğrayacak olanları


söyleyeyim mi?” 18/103

- Dünyâ hayatında bütün çabaları boşa gitmiş ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan
kimseleri? 18/104

- İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri
boşa çıkan kimselerdir, kıyâmet günü onlar için terâzi kurmayız (veya onlara hiçbir
değer vermeyiz).
18/105

- Onlar ki, inandılar ve iyi işer yaptılar, elbette biz işi güzel yapanın ecrini zâyi
etmeyiz. 18/30

Dikkat edilirse, inanıp işi güzel yapanın, yani, inanıp ta güzel işler yapanın ecri zayi
olmamaktadır. Yoksa ayetleri inkar ederek, yanlış inancıyla ve yanlış işleriyle sevinip iyi
173
iş yaptığını sanan kimselerin bütün çabaları boşa gitmiştir. Bu itibarla, bu konuda
uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.

359- İbnu Amr İbni’l-As anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Mekke’yi fethettiği
zaman şu hitabede bulundu:
“Bilesiniz! Kocasının izni olmadan bir kadın (kocasının malından) bağışta bulunması caiz
değildir.” (K.S. 5792 C.16 S.254 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû 86,(3546,3547). )

360- Ebu Umâma radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki.......................
“Kadın, kocasının evinden onun izni olmadan (başkasına) infak edemez!”
Kendisine: “Ey Allah’ın Resûlü! Yiyecek de mi? denildi.
“Bu, mallarınızın en kıymetlisidir!” buyurdular. ........ (K.S. 5937 C.16 S.407-408 Akçağ,
alıntıları: Tirmizi, Vesâya 5,(2121); Ebû Dâvud, Büyû’90,(3565). )

361- Ka’b İbnu Mâlik’in anlattığına göre: “Hanımı, kendine ait bir zinet eşyasını
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma götürüp: “Ben bunu tasadduk ediyorum” demiştir.
Aleyhissalâtu vesselâm kendisine: “Kadının kendi malından (da olsa) bağışı kocasının izni
olmadan caiz değildir. Acaba sen Ka’b’den izin aldın mı?” demiştir. Hanım “Evet!”
deyince, hanımın kocası Ka’b İbnu Mâlik’e (bir adam göndererek: “Sen Hayre’ye zinetini
tasadduk etmesine izin verdin mi? diye sordurmuş, Ka’b: “Evet” deyince Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm kadının hibesini kabul buyurmuştur”. (K.S. 6730 C.17 S.284
Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 2389. )

Resûlullah’a atfen: “Kocasının nikahında olduğu müddetçe, bir kadına malından hibede
bulunması câiz değildir.” (Ebû Dâvûd, Büyû’ 86,(3546,3547.) )

Yukarıda ki rivayetlerde görüldüğü gibi, bir kadının, kocasının izni olmadan, ne kocasının,
nede kendisinin malından hibede bulunamayacağını tahdis etmişlerdir. Buna rağmen şu
rivayetlerde bulundular:

363-............. Esmâ bin tu Ebi Bekr (R) şöyle demiştir: Ben


- Yâ Rasûlullah! Benim hiçbir malım yoktur, ancak bütün malım (kocam)ez-Zubeyr İbni’l-
Avvâm’ın bana verdiği ve benim mülküm yaptığı mallar vardır. Ben bu mallardan sadaka
vereyim mi? diye sordum.
Rasûlullah (S)
- “Sadaka ver, parayı kap içine koyup saklama, sonra sana karşı da saklanır” buyurdu.
(Buhâri, Kitâbu’l-Hibe ve Fadlihâ ve’t-Tahrid aleyhâ H.24 C.5 S.2386 Ötüken. )

364- ............. Hemmâm ibn Münebbih şöyle demiştir: Ben Ebû Hureyre (R)’den işittim ki,
Peygamber (S): “Kadın, kocasının kazancından, onun izni olmaksızın infâk ettiği zamân, o
infâkın sevâbının yarısı kocaya âid olur” buyurmuştur. (Buhari, Kitâbu’n-Nafakaat H.10
C.12 S.5462 Bâb 4 Ötüken 1988. )

Bu iki rivayette de, kadının, kocasının izni olmadan hem kendi


malından, hem de kocasının malından infakta yani hibede bulunabileceğini, hatta sevabın
yarısının kocasına, dolayısıyla diğer yarısının da kadına ait olacağını rivayet etmişlerdir.
Böylece bu konudaki rivayetlerinde çelişkiye düşmüşlerdir.
174

365- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam ölmüştü, diğer biri, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâmın işiteceği şekilde onun için şöyle söyledi: “Cennet mübarek
olsun!” Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sordu:
“Nereden biliyorsun? Belki de o mâlâyani konuştu veya kendisini zengin kılmayacak bir
miktarda cimrilik etti!” (K.S. 5912 C.16 S.377 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zühd 11,(2217). )

Bu rivayetlere, daha önce yazmış olduğum, kim “Leilehe illallah” demişse kesinlikle
cennete gideceği, cehenneme gitmeyeceği şeklindeki rivayetleriyle çelişkilidir.

366- ........... İbrahim en-Nahai’den; o da Alkame’den; o da Abdullah ibn Mesûd (R)’dan


tahdis etti(ki o şöyle demiştir): Allah şu kadınlara la’net etmiştir: Döğün yapanlar,
vücutlarına döğün yaptıranlar, yüzlerinin tüylerini yolduranlar, seyrek dişli güzel
görünmek için ön dişlerinin aralarını yontan sırıtkanlar, Yüce Allah’ın yarattığını
değiştirenler........... (Buhâri, Kitâbu’l-Libâs H.142 C.13 S.5945 Bâb 82 Ötüken. )

367- ............. Ez-Zuhri şöyle dedi: Bize Sufyân ibn Uyeyne, Said İbu’l-Müseyyeb’den; o
da Ebû Hureyre’den; o da Peygamber (S)’den rivayet olarak şöyle tahdis etti: “Fıtrat
beştir-yâhud: Beş şey fıtrattandır: Hıtan, yâni çocukları sünnet etmek, evrat yerindeki
kılları gidermek için ustura tutunmak, koltuk altlarının kıllarını (yolarak) gidermek,
tırnakları kesmek ve bıyığı kırkmak”. (Buhâri, Kitâbu’l-Libas H.105 C.13 S.5925 Bab 63
Ötüken 1989 . )

Dikkat edildiğinde yukarıdaki iki rivayette bir çok çelişki görmek mümkündür, şöyle ki:
Koltuk altı tüylerinin yolunması teşvik edilmişken, kadınların yüzlerindeki tüyleri almaları
lanetlenmeye sebep gösterilmiştir, hal bu ki her iki fiilin bir birinden farkı yoktur,
tırnakları kesme gibi olup yaratılışı değiştirme manasında değildir, zira tırnak nasıl tekrar
çıkıyorsa bunlarda tekrar çıkarlar, meğerki kalıcı şekilde yok edilmiş olmasınlar, kalıcı
şekilde yok edilseler bu fiil yaratılışı değiştirme manasındadır. Ayrıca, dişleri törpülemek,
döğün (kalıcı döğme) yapmak lanetlenmeye sebep gösterilmişken. Çocukları sünnet etmek
fıtrattan sayılmıştır, hal bu ki bunların hepsi aynı şey olup yaratılışı değiştirme
manasındadırlar.

368-. ... Abbâd b. Temim, amcası Abdullah b. Zeyd b. Âsım (r.a.)’dan rivâyet ettiğine
göre; Resûlullah (s.a.) ashabı ile birlikte (musallâya) yağmur duasına çıkıp onlara iki rekat
namaz kıldırdı. Bu iki rekat lerde kıbleye karşı durdu açıktan okudu, ridâsını ters çevirdi.
Ellerini kaldırıp duâ etti ve yağmur istedi. (Ebû Dâvûd, K. Salât’ul-İstiskâ (3), Bâb 1
H.1161 C.4 S.303 Şamil 1988.)

369-. ... İshak b. Abdillah b. Kinâne’den; demiştir ki: -Velid b. Utbe- Osman’ın dediğine
göre Velid b. Ukbe- Medine valisi iken, beni Resûlullah (s.a.)’in yağmur duâsında
(kıldığı) namazını sormam için İbn Abbâs (r.anhumâ)’a gönderdi. (Gidip İbn Abbâs’a
sordum) o da şöyle dedi:
- Resûlullah (s.a.) iş (eski) elbisesini giymiş, mütevâzı bir vâziyette tazarru içinde
musallaya kadar geldi. - Osman, “Minberin üzerine çıktı” cümlesini ilâve etti- sizin şu
hutbeniz gibi hutbe okumadı. Fakat dua, tazarru ve tekbire devam etti. Sonra bayramda
kıldığı gibi iki rekat namaz kıldı. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 1 H.1165 C.4
S.311-312 Şamil. )
175

Birinci rivayette peygamberin ridasını ters çevirdiği rivayet edilmişken, ikinci rivayette
ridâsını (elbise) ters çevirme olayı yoktur, bu itibarla iki rivayet çelişkilidir. Ayrıca,
peygamber elbisesi ters çevirip giymek suretiyle kedini komik duruma düşürmez, bu ona
yakışan bir hareket değildir, peygamberin namaz için eski elbisesin giydiği yolundaki
iddia da Kur’an’a uymamaktadır. Bu konu da Kur’an’dan mealen:

- Ey Âdem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel elbiseler)inizi (üzerinize)


alın; yiyin için, fakat isrâf etmeyin; Çünkü O, isrâf edenleri sevmez. 7/31

YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

370- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a


soruldu: “Halk bize et getiriyor, kesilirken besmele çekilip çekilmediğini bilmiyoruz, ne
yapalım?”
“Siz besmele çekin, yiyin! Cevabını verdi.” (K.S. 1962 C.7 S.225 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Sayd 21, Büyû 5, Tevhid 13; Ebû Dâvûd, Edâhi 19,(2829); Nesâi, Dahâyâ 39,
(7,237). )

İslam da eti yenen hayvanlar kesilirken, Allah’ın adını anmak farzdır. Eğer kesim anında,
Allah’ın adı anılmamışsa o hayvanın eti zaruret dışında yenmez. Sonradan besmele
çekmek, keserken çekilmemiş olan besmelenin yerine kabul olmaz. Bu konuda Kur’an’dan
örnek verecek olursak, mealen:

- Allah size ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen
(hayvanlar)ı haram kıldı. Kim mecbur kalırsa (başkasının hakkına) saldırmadan,
sınırı da aşmadan (bunlardan) yiyebilir. Şüphesiz Allah, bağışlayan, esirgeyendir.
16/115

- (Kesilirken) üzerine Allah’ın adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin! Çünkü o(nu


yemek), yoldan çıkmadır. Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için fısıldar
(telkinde bulunur)lar. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlar
olursunuz. 6/121

Görüldüğü gibi uydurdukları rivayet Kur’an’a ters olup, aslı yoktur 371- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm)’a zemzemden
sundum ayakta olduğu halde içti.” (K.S. 2241 C.8 S.104 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Eşribe
16, Hacc 76; Müslim, Eşribe 120,(2027); Tirmizi, Eşribe 12,(1883); Nesâi, Hacc 165,
(5,237) )

372- İbnu Ömer (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
devrinde yürürken yer, ayakta iken içerdik.” (K.S. 2243 C.8 S.104 Akçağ, alıntıları:
Tirmizi, Eşribe 11,(1881); İbnu Mâce, Et’ime 25,(3301). )

373- Kebşetu’l-Ensâri (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


yanıma gelmişti. (Duvarda) asılı olan bir kırbanın ağzından ayakta su içti. Ben hemen
176
kırbaya gidip ağzını kestim.” (K.S. 2247 C.8 S.107 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Eşribe
18,(1893); İbnu Mâce, Eşribe 21,(3423). )

Bu rivayetlerle, ayakta yemek yenebileceğini, su v.s. İçilebileceğini tahdis ettiler. Bu


rivayetlerine rağmen, insanları bu konuda da şaşkın hale sokmak için şu rivayeti
uydurdular.

374- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular:
“Sizden kimse sakın ayakta içmesin. Kim unutarak içerse hemen kussun.” (K.S. 2246 C.8
S.106 Akçağ, alıntısı: Müslim, Eşribe 116, (2026). )

375-........... Peygamber’in zevcesi Ümmü Seleme’den (o şöyle demiştir): Rasûlullah (S)


şöyle buyurdu: “Gümüş kaptan bir şey içen kişi var ya, muhakkak o kişi karnına ancak
(curp curp diye) cehennem ateşini göndermektedir”. (Buhâri, Kitâbu’l-Eşribe H.57 C.12
S.5678 Bâb 27 Ötüken 1988. )

Bu rivayetlerinde gümüş kaptan bir şey içen kimsenin cehenneme gideceğini rivayet
ettiler. Buna rağmen şu rivayeti de tahdis ettiler:

376-.............. Enes ibn Mâlik(R)’ten: Peygamber (S)’in su bardağı kırıldı, akabinde kırık
yerine gümüşten bir bardak edindi dediğini tahdis etti.
Râvi Âsım el-Ahvel: Ben bu kadehi gördüm ve (teberruken içine su koyup) ondan su
içtim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Humus H.18 C.6 S.2895 Bâb 5 Ötüken 1987.)

İki rivayet çelişkili olduğu gibi, gümüş bardaktan bir şey için cehenneme gider deyip,
Peygamber gümüş bardaktan içerdi demekle peygambere saldırıda bulundukları açıktır.

377- Ebi Katâde oda babasından naklen: “Peygamber kabın içine solumaktan nehiy
buyurmuştur.” (Müslim C.9 121/ 329 Sönmez Neşriyat A.Ş. )

378- Enes’den naklen: “Rasûlullah, kabın içine üç defa solurmuş.” (Müslim, C.9 122/330
Sönmez Neşriyat. )

379- Enes şöyle demiş: Resûlullah içtiği şeyin içine üç defa solar ve: “Bu daha kandırıcı,
daha sâlim ve afiyetlidir.” buyururdu.
Enes: “İşte bende içilen şeyin içine üç defa soluyorum.” demiş. (Müslim, C.9 123/330
Sönmez Neşriyat )

Birinci rivayetle, diğer iki rivayetin çelişkili oldukları açıktır. Birincisinde kabın içine
solunmaz derken, diğerlerinde solunabileceği rivayet edilmiştir.

380- Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Hamr şu iki ağaçtandır: Hurma ve asma.” (K.S. 2275 C.8 S.137 Akçağ
1989, alıntıları: Müslim,Eşribe 13,(1985); Tirmizi, Eşribe 8,(1876); Ebû Dâvûd Eşribe 4,
(3678); Nesâi, Eşribe 19,(8,294). )

381- en-Nu’mân İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


177
vesselâm) buyurdular ki: “Üzümden hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır, baldan
hamr yapılır, buğdaydan hamr yapılır, arpadan hamr yapılır. Ben sizi bütün sarhoş
edicilerden yasaklıyorum.” (K.S. 2274 C.8 S.137 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvûd, Eşribe 4,
(3676); Tirmizi, Eşribe 8,(1873). )

Birinci rivayette hamr(şarap)ın, Hurma ve Asmadan olduğu belirtilmişken. İkinci rivayette


baldan v.s. Gibi şeylerden de hamr yapılabileceğinin tahdis edilmesi bir çelişkidir.

382- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Kim Allah’ın haram kıldığını haram kılmaktan
hoşlanırsa nebiz’i haram kılsın” dedi.
Bir rivâyette, Kays İbnu Vehb ona:Benim bir küpcüğüm var içerisine şıra koyuyor, şıra
kaynayıp durulunca içiyorum” dedi. (İbnu Abbâs) cevaben: “Bu söylediğin şey ne
zamandan beri içeceğini teşkil etmekte?” diye sordu. Kays: “Yirmi yıldan beri” deyince,
İbnu Abbâs:
“Öyleyse uzun zamandır, damarların su ihtiyacını pislikten gördü” dedi. (K.S.2279 C.8
S.144 Akçağ, alıntısı: Nesâi, Eşribe 48,(8,322-323). )

383- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Biz, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için
kuru üzümden nebiz kurardık, içerisine hurma atardık.” (K.S. 2288 C.8 S.149 Akçağ,
alıntısı: Ebû Dâvûd, Eşribe 8,(3707. )

Birinci rivayette, nebiz’in haram olduğu rivayet edilmişken, diğer rivayette


içilebileceğinin, yani haram olmadığının belirtilmesi bir çelişkidir.

384- Ebû Dâvud’un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Hz. Câbir radıyallahu anh der ki:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma sırtlandan sordum. Bana:
“O, av(hayvanı)dır, ihramlı avlanacak olursa koç da aynı hükme dâhil edilir. (K.S. 3908
C.11 S.150 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Et’ime 4,(1792); Ebû Dâvud, Et’ime 32,(3801);
Nesâi, Sayd 27,(7,200). )

385- Abdurrahman İbnu Ebi Ammâr rahimehullah anlatıyor: “Hz. Câbir radıyallahu anh’a:
“Sırtlan avmıdır?” diye sordum. “Evet!” dedi. Ben tekrar: “Etini yiyeyim mi?” dedim.
“Evet!” dedi.
“Bu cevap Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmdan mıdır?” dedim.” “Evet!” dedi.” (K.S.
3907 C.11 S.150 Akçağ, alıntısı: Tirmizi. )

386- Huzeym İbn Cez’i radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma
sırtlan hakkında (eti helâl mi?)” diye sordum.
“Sırtlanı yiyen biri de var mı?” dedi. Bunun üzerine kurdun etinin yenmesini sordum.
“Kendisinde hayır olup da kurdu yiyen biri var mı?” diye cevap verdi.” (K.S. 3909 C.11
S.151 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Et’ime 4, (1739). )

Birinci ve ikinci rivayetlerde, sırtlan etinin yenebileceği belirtilmişken. Üçüncü rivayette


yenemeyeceğinin belirtilmesi bir çelişkidir.

387- İbnu Ebi Evfa radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile
beraber (altı veya yedi sefer) gazveye çıkmıştık. Gazve esnasında Aleyhissalâtu
vesselâmla birlikte çekirge yedik.” (K.S. 3912 C.11 S.153 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Sayd
178
13;
Müslim, Sayd 52,(1952); Tirmizi Et’ime 22,(1822,1823); Ebû Dâvud, Et’ime 35,(3812);
Nesâi, Sayd 37,(7,210). )

388- Selman radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma çekirgeler


sorulmuştu:
“Onlar, Allah’ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de haram kılarım” buyurdular.”
(K.S. 3913 C.11 S.154 Akçağ, alıntıları Ebû Dâvud, Et’ime 35,(3813); İbnu Mace, Sayd 9,
(3219). )

Birinci rivayette, Resûlullah ın çekirge yediği rivayet edilmişken. İkinci rivayette


yemediğinin belirtilmesi açık bir çelişkidir. Diğer bir hususta çekirgelerin, Allah’ın en
kalabalık ordusu olduğunun iddia edilmesidir, daha öncede belirttiğim gibi, Kur’an’a göre,
Allah’ın ordularını, Allah’tan başkası bilmez, hal böyle olunca, kullarca bilinemeyenin
hangisinin en kalabalık olduğu yine hiçbir kul tarafından bilinemez. Bu hususta
Kur’an’dan mealen:

- Biz cehennemin bekçilerini hep melekler yaptık. Onların sayısını da inkar edenler
için bir imtihan kıldık ki kendilerine Kitâb verilmiş olanlar iyice inansın,
inanananların imanını arttırsın. Kitâb verilmiş olanlar ve inananlar şüpheye
düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kafirler de: “Allah bu misalle ne
demek istedi?” desinler. Böylece Allah, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru
yola iletir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanlara bir
tebliğdir. 74/31

Bu itibarla, uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

389- Esmâ Bintû Ebi Bekr radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Biz, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm zamanında bir at kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik.” (K.S.
3915 C.11 S.155 Akçağ, alıntıları: Buhari, Sayd 24,27; Müslim, Sayd 36,(1942); Nesâi,
Dahâya 33,(7,231). )

390- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Heyber(in fethi) zamanında at ve vahşi
eşek(eti) yedik. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ehli eşek(etin)i yasakladı ve ata
müsaade etti.” (K.S. 3916 C.11 S.156 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Et’ime 26,(3788);
Nesâi, Sayd 32, (7,205); Tirmizi, Et’ime 5,(1794). )

391- Hâlid İbnu’l-Velid radıyallahu anh anlatıyor:” Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, at


ve eşek etini yemeyi yasakladı.” (K.S. 3939 C.11 S.179 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud ve
Nesai, ilgisi aşağıdaki rivayet. )

392- Ebû Dâvud’un bir diğer rivayetinde şöyle denir. “Heyber fethi sırasında gazvede,
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile birlikte bende (Hâlid İbnu’-Velid) vardım. Bir grup
Yahudi, Aleyhissalâtu vesselâma gelerek, askerlerin ahırlarına hücum ederek (mallarını
yağmaladıklarından) şikâyet ettiler. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, bunun üzerine
(müslümanlara yönelerek): “(Olamaz!) anlaşma yapılan kimselerin malı onların izni
olmadan helâl değildir. Ayrıca size ehli eşekler ve onların atları, katırları, vahşi
hayvanlardan her bir kesici dişi olan, kuşlardan da her bir pençeleri olan haramdır!”
179
buyurdular.” (K.S. 3940 C.11 S.179 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Et’ime 26,3790), 33,
(3806); Nesâi, Sayd 30,(7,202). )

Birinci ve ikinci rivayetlerde at etlerinin yenebileceği ve Hayber(in fethi) zamanında at eti


yenmesini peygamberin yasaklamadığı rivayet edilmişken. Yine, Hayber’in fethi konu
edilerek, buna rağmen üçüncü ve dördüncü rivayetlerde, Hayber(in fethi) zamanında at
etinin yenmesinin yasaklandığının belirtilmesi bir çelişkidir.

393-............ Peygamberin zevcesi Ümmü Seleme’nin oğlu olan Umer ibn Ebi Seleme (R)
şöyle demiştir: Bir gün Rasûlullah (S)’in berâberinde bir yemek yedim ve yemek tabağının
her tarafından yemeğe başladım. Bunun üzerine Rasûlullah (S) bana:
- “Sana yakın olan yerden ye!” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Etime H.4 C.12 S.5479 Bâb 1
Ötüken 1988. )

394-............ Enes ibn Mâlik (R) şöyle diyordu: Bir terzi, hazırladığı bir yemeğe
Rasûlullah’ı davet etti.
Enes dedi ki: Ben de Rasûlullah (S)’ın berâberinde gittim. (Terzi, ekmek ile kabak ve kuru
et parçaları bulunan çorba takdim etti.) Yemek sırasında ben Rasûlullah’ın tabağın
etrafında kabakları araştırırken gördüm.
Yine Enes: Artık o günden itibâren ben kabağı sevmekten ayrılmadım, dedi. (Buhâri,
Kitâbu’l-Et’ime H.6 S.5484 C.12 Bâb.3 Ötüken )

Birinci rivayette yemek yerken kişinin önünden yemesi gerektiği rivayet edilmişken, ikinci
rivayette bizzat Peygamberin yemek yerken, tabağın her tarafını araştırdığının rivayet
edilmesi bir çelişkidir.

Rivayetin, birden çok kişinin aynı tabaktan yemek yemesi olayıyla ilgili olarak
uydurulduğu düşünüldüğünde, peygamberi bir nevi açgözlülükle de suçladıklarını görmek
mümkündür.

395- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Biriniz yemek yeyince, yalamadıkça veya yalatmadıkça elini (mendille)
silmesin.” (K.S. 3885 C.11 S.114 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Et’ime 52; Müslim, Eşribe
129,(2031); Ebû Dâvud, Et’ime 52,(3847). )

396- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, parmakların
ve kapların yalanmasını emretti ve dedi ki: “Siz bereketin, yemeğinizin hangi (parça)sında
olduğunu bilemezsiniz. Öyleyse, birinizin lokması düşecek olursa onu alıp, bulaşan ezâyı
temizlesin, sakın şeytana terk etmesin. Parmaklarını yalamadıkça elini mendille de
silmesin. Zira o, taâmınızın hangisinde bereket bulunduğunu bilemez.” (K.S. 3886 C.11
S.114 Akçağ, alıntıları: Müslim, Eşribe 136,(2034); Tirmizi, Et’ime 11,(1803). )

Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, yemek bitiminde kapların yalanması gibi ilginç
adetler önermişlerdir. Eğer bu önerilerinde yemek artığının zayi olmaması kastediliyorsa,
yemek artığı saklana bilir, kırıntılardan diğer canlılar istifade ettirilebilir. Kaldı ki
amaçlarının bu olmadığı, yer düşen lokmanın temizlenerek yenmesi gerektiğini rivayet
etmelerinden anlaşılmaktadır. Zira bu o kadar kolay bir iş olmadığı gibi, sağlık için
tehlikede arz eder. Yağlı veya tatlı ihtiva eden bir lokmanın toza toprağa bulanması
180
halinde temizlemek çok zor olduğu gibi bu adet edinilmesi halinde çocuklar da bunu
alıştırılacak ve onların temizleme işine ne derece özen gösterecekleri şüphelidir, düşen
lokma bir tarafa düşülen yerde önemlidir, lokmalar her zaman temiz mermer üzerine
düşmez, bazen pis yerler üzerine de düşer o zaman önerdikleri temizlik işi nasıl yapılabilir.

Bu itibarla bu rivayetlerinin aslı yoktur.

397- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Yaş hurmayı kuru hurmayla birlikte yiyin. Eski hurmayı yeni hurmayla beraber yiyin.
Zira şeytan (böyle yapmanıza) kızar ve: “Ademoğlu, eskiyi yeni ile beraber yiyecek kadar
(hayatta) kaldı” der.” (K.S. 6981 C.17 S.421 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 3330. )

Uydurmuş oldukları bu rivayetle, şeytanın neden hoşlandığını ve neden kızdığını


konusunda insanları saptırmayı amaçlamışlardır. Zira, eğer insanlar şeytanla
mücadelelerinde bu tür şeyleri ölçü kabul edecek olurlarsa, iyiyi ve kötüyü
değerlendirmeleri de yanlış olacaktır. Böylece şeytanın esas amacı olan saptırma olayı
meydana gelmiş olur. Yaş ve kuru hurmayı birlikte veya ayrı ayrı yemenin hiçbir dini
yönü olmadığı gibi. Adem oğlunun uzun veya kısa yaşaması da şeytanın ilgilendiği bir
konuda değildir, şeytanı ilgilendiren şey, kendisine taraf olunup olunmamasıdır, şeytanı
kızdıran şey kendisine taraf olunmayıp, karşı olma olayıdır. Yoksa, şeytanı kızdıracağım
diye, yaş hurma, kuru hurma davasına girişen kimse, şeytanı kızdırma yerine ancak aptal
olarak telakki edilir.

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur:

398- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Kim sarımsak veya soğan yerse bizden uzak dursun -veya mescidimizden uzak
dursun- evinde otursun.”

Bazen Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma içerisinde yeşil sebzeler bulunan tencere


getirilirdi de onda koku bulunur ve (ne olduğunu) sorardı. Kendisine sebze nev’inden ne
olduğu haber verilince, tencereyi, beraberindeki arkadaşlarından birin göstererek ona
vermelerini söylerdi. Aleyhissalâtu vesselâm, onun yemekten çekindiğini görünce:
“Sen bana bakma, ye! Zira ben senin gibi değilim, senin konuşmadığın (meleklerle)
konuşuyorum” derdi.” (K.S. 3926 C.11 S.166 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Et’ime 49, Salât
160, İ’tisâm 24; Müslim, Mesâcid 73,(564); Ebû Dâvud, Et’ime 41,(3822); Tirmizi,
Et’ime 13,(1807); Nesâi, Mesâcid 16(2,43). )

399- Ebu Ziyâd Hıyâr İbnu Seleme anlatıyor: “Hz. Aişe radıyallahu Anhâya soğan
hususunda sordum. Şu cevabı verdi: “Resulullah aleyhissalâtu vesselâmın en son yediği
yemekte soğan vardı.” (K.S. 3928 C.11 S.167 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Et’ime 41,
(3829). )

Birinci rivayette, peygamberin soğan ve sarımsak yemediği ve bu yiyeceklerden


hoşlanmadığı, hatta meleklerle muhatap olduğundan bu yiyeceklerden yemesinin söz
konusu olamayacağı tahdis edilmişken, ikinci rivayette, yediği son yemeğine kadar soğan
yediğinin tahdis edilmesi bir çelişkidir.
181
400-........... Câbir ibn Abdillah (R): Rasûlullah (S) Hayber günü evcil eşeklerin
etlerinden nehy ette, at etleri(ni yemek) hakkında ruhsat verdi, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l
Meğâzi H.240 C.8 S.3937 Ötüken 1987. )

Daha öncede belirttiğim gibi, çelişkili de olsa at etlerinin yenebileceğini, keza ehli eşek
etlerinin yenemeyeceğini, başka bir ifadeyle, evcil olmayan eşek etlerinin yenebileceğini
bir çok rivayette iddia ettiler. Hal bu ki, Kur’an’da belirtildiğine göre, atlar, katırlar ve
eşekler binilmek (taşımacılık) ve süs içindirler. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Binmeniz ve süsü için atları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice
şeyler yaratmaktadır. 15/8

Bu itibarla, uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur. Zaten amaçları da yiyecekler


konusunda yenmesi haram ve helal olanları belirtmek olmayıp, kargaşa çıkarmak suretiyle
insanları bu konuda şaşkınlığa sürüklemektir. Onların rivayetleri esas alınırsa, insan rahat
bir şekilde su bile içemez. Zira bir taraftan ayakta su içilebileceğini söylerken, bir taraftan
da ayakta su içilmesi halinde hemen kusmanın gerekli olduğunu söylerler. Yalın bir konu
olan su konusunda bu şekilde konuşabildikten sonra, bu gün bile insanlar tarafından çeşit
olarak sayısı bilinemeyen hayvanlar konusunda neler iddia etmezler. Örneğin: Tavuk ve
v.s. Hakkında bir taraftan yenebileceğini söylerlerken, diğer taraftan bu hayvanlar pislik
yiyiyor, peygamber bunların yenmesini yasaklamıştır demekten çekinmezler. Fakat işin
aslında, yiyecek olarak müslümanlara layık gördükleri ancak böceklerdir. Zira tahdis
ettikleri bir rivayette bütün böceklerin yenebileceğini iddia etmişlerdir. Bu konuda
yaptıkları tahdis örnekleri şöyledir:

401- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


öldürülmek için hedef ittihaz edilmiş (ve mücesseme denilen) hayvanın yenilmesini, pislik
yiyen (ve cellâle dene) hayvanın yenilmesini, sütünün içilmesini ve su tuluğunun ağzından
su içilmesini yasakladı.” (K.S. 3918 C.11 S.157 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Et’ime 25,
(3786); Tirmizi, Et’ime 24,(1826); Nesâi, Dahâya 44,(7,240). )

402- Zehdem İbnu Mudrib anlatıyor: “Ebu Mûsa radıyallahu anh’a bir tavuk getirilmişti.
Cemaatten birisi ayrıldı. (Ebu Mûsa): “Neyin var? diye sordu. Adam:
“Ben onu (pis şeyler yerken gördüm ve tiksindim ve yememeye yemin ettim” cevabını
verdi. Bunun üzerine Ebu Mûsa:
“Yanaş ve ye! Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmı (cellâleyi) yerken gördüm”
dedi ve adama yemini için kefarette bulunmasını emretti.” (K.s. 3919 C.11 S.157-158
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Zebâih 26, Humus 15, Meğazi 74, 78, Eymân 1, 4, 18, Kefâret
9,10,Tevhid 56, Müslim,Eymân 9,(1649); Nesâi, Sayd 33,(7,206). )

403- Hilkâm İbnu Telib rahimehullah babasından naklediyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâmla arkadaşlık yaptım, yeryüzündeki haşerelerden herhangi birini haram ettiğini
hiç işitmedim.” (K.S.3920 C.11 S.159 Akçağ, alıntısı:Ebû Dâvud, Et’ime 30, (3798). )

Görüldüğü gibi, bütün haşerelerin yenilebileceğini iddia etmektedirler.

SAÇ, SAKAL, ELBİSELER VE SÜSLENME KONULARINDA UYDURDUKLARI


182
RİVAYET ÖRNEKLERİ

404- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Yahudiler ve Hıristiyanlar (saçlarını )
boyamazlar. Siz onlara muhâlefet edin.” (K.S.2111 C.7 S.483 Akçağ 1988, alıntısı:
Buhâri, Libâs 67, Enbiya 50; Müslim, Libâs 80, (2103); Ebû Dâvud, Tereccül 18,(4203);
Nesâi, Zinet 14,(8,137); Tirmizi, Libâs 20,(1752). )

Bu hadis Tirmizi’de “(Saçınızdaki) aklıkların rengini değiştirin, Yahudilere benzemeyin!”


şeklinde gelmiştir.

405- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Ehl-i Kitap, saçlarını alınlarına
döküyorlardı, müşrikler de ayırıyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (vahiyle)
emir gelmeyen hususlarda Ehl-i Kitab’a muvafakatı severdi. Saçını alnı üzerine o da
serbest bıraktı. Sonra (ortadan) ayırarak (sağ ve sola) tarardı.” (K.S. 2131 C.7 S.507-508
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90, (2336); Ebû Dâvud, Tereccül 10,
(4188); Nesâi, Zinet 62,(8,164). )

Birinci rivayette Peygamberin, Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet edilmesi gerektiğini


söylediğinin iddia edilmesi ile, ikinci rivayette vahiy gelmeyen hususlarda, Ehl-i Kitab’a
muvafakati severdi demeleri bir çelişkidir.

406- Yahya İbnu Said’in anlattığına göre, Said İbnu’l-Müseyyeb (rahimehullah)’ten şunu
işitmiştir: “Hz. İbrahim (aleyhisselam), misafir ağırlayan ilk kimse idi. Keza o ilk sünnet
olan kimseydi. Bıyığını kesenlerin ilki, saçında aklık görünenlerin ilki de o idi. Ak saçları
görünce: “Ya Rabbi bu nedir?” diye sormuş; Rabbi de: “Bu vakardır ey İbrahim!” demiş.
O da “Rabbim! Öyleyse vakarımı artır!” diyerek duada bulunmuştur.” (K.S. 2151 C.7
S.533 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Sifatu’n-Nebi 4,(2,922), ayrıca, Beyan Yayınları, Muvatta
C.4 S.281 H.4, ek kaynak izahı:Sahihayn’da Zühri-Said b.el-Museyyeb- Ebû Hureyre
yoluyla yer alır; Buhâri, Libas, 77/63; Müslim, Taharet 2/16, no:49. )

407- Hz. Enes radıyallahu anh’ın anlattığına göre, “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın
saçında ki aklardan sorulunca (Enes) şöyle cevap vermiştir:
“Allah O’ nu beyazla çirkinleştirmemiştir.”
Bir rivayette de şöyle demiştir: “O, kişinin başında ve sakalında bulunan beyazları
yolmasını mekruh addederdi. Beyaz kıl (onda nâdirdi ve sadece) alt dudağında,
şakaklarında ve başında bir
nebzecik vardı” derdi.” (K.S. 5539 C.15 S.361 Akçağ, alıntısı: Müslim, Fezâil 104,105
(2341). )

Birinci rivayette, saçların beyazlaşmasını vakar olarak tanımlamalarına rağmen, ikinci


rivayette çirkinliktir demeleri bir çelişkidir.

408- Hz. İbnu Ömer (radıyallahu anh )’den rivâyete göre, sakalını sufre denen sarı boya ile
boyar ve derdi ki: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı gördüm, sakalını bununla
boyamıştı, en çok sevdiği boya da bu idi. Bununla elbisesini boyadığı da olurdu.” (K.S.
2113 C.7 S.487 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 18,(4064), Tereccül 19,(4210); Nesâi,
Zinet 17,(8,140). )
183

409- İbnu Amr İbni’l-As radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm üzerimde sarıya boyanmış iki giysi görmüştü. Derhal:
“Bunu giymeni annen mi sana emretti?” diye sordu. Ben: Bunları yıkayayım mı, ey
Allah’ın Resulü” dedim.
“Hatta yak onları!” buyurdular.”
Bir rivayette: “Bu, kâfirlerin kıyâfetidir, sakın bunları giyme!” buyurdular” denmiştir.
(K.S. 5281 C.15 S.75 Akçağ, alıntıları: Müslim, Libas 27,(2077); Ebû Dâvud, Libâs 20,
(4066,4067,4068); Nesâi, Zinet 96,(8,203,204). )

Birinci rivayette, peygamberin elbisesini sarıya boyadığını rivayet etmelerine rağmen,


ikinci rivayette sarı elbise giyilemeyeceğini ve bunu kafirlerin kıyafeti olduğunu rivayet
etmeleri hem bir çelişki, hem de peygambere yöneltilmiş bir saygısızlıktır. Ayrıca birinci
rivayette peygamberin sakalını sarıya boyadığını rivayet etmişken, ona çelişik olarak şu
rivayeti de tahdis ettiler:

410- Hz. Enes radıyallahu anh’a: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm saç ve sakalını
boyadı mı?” diye sorulmuştu, şu cevabı verdi: “Aleyhissalâtu vesselâm, sakalının ön
kısmında, on yedi veya yirmi tel kadar bir aklık görmüştür (bunlar için boya olur mu!)
diye cevap verdi.” (K.S. 7080 C.17 S.468 Akçağ, alıntısı: İbn-i Maca 3655.)

Görüldüğü gibi bahsi geçen rivayetle bu rivayet çelişkilidir.

411- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Ebu Kuhâfe, Fetih günü Rasûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’a getirilmişti. Saçları köpük gibi bembeyazdı. Aleyhissalâtu
vesselâm: “Bunu hanımlarından birine götürün(de bunun saç ve sakalının rengini)
değiştirsin. Fakat siyah(a
boyamak)tan da kaçınınız” buyurdular.” (K.S. 7078 C.17 S.17 S.467 Akçağ, alıntısı: İbn-n
Mace 3624. )

412- Süheybü’l-Hayr radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “(Ağaran saç ve sakallarınızı boyamada) kullandığınız en iyi boya şüphesiz
şu siyahtır. (Çünkü siyah boya kadınlarınızı size daha çok rağbet ettiricidir, düşmanınızın
içinde de hakkınızda daha çok korku doğurucudur.” (K.S. 7079 C.17 S.468 Akçağ,
alıntısı: İbn-i Mace 3625. )

Birinci rivayette beyazlanmış olan saçların siyaha boyanmaması bunun dışında bir boyayla
boyanması gerektiğini rivayet etmişken. Tahdis ettikleri diğer bir rivayetle, saçları
boyamak için en iyi boyanın siyah boya olduğunu rivayet etmeleri bir çelişkidir.

413- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Saçlarına kına yakmış bir adam
gelmişti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Bu ne güzel!” buyurup takdir etti. (Az
sonra) kına ve ketem ile boyamış biri geldi.
“Bu evvelkinden de güzel!” buyurdu. Sonra (saçlarını) sarıya boyamış biri daha gelmişti
ki: “Bu öbüründen de güzel!” buyurdu.” (K.S. 2112 C.7 S.485 Akçağ, alıntıları:Ebû
Dâvud,Tereccül 19,(4211); İbnu Mâce, Libâs 34,(3627).)

414- Kerime Bintu Hümâm anlatıyor: “Bir kadın, Hz. Aişe’ye kına yakma hususunda
184
sormuştu, şu cevabı aldı:
“Bunda bir beis yok (kına yakılabilir). Ancak ben bundan hoşlanmam. Çünkü sevdiğim
(aleyhissalâtu vesselâm), onun kokusunu sevmezdi.” (K.S. 3114 C.7 S.488 Akçağ,
alıntıları: Ebû Dâvud, Tereccül 4,(4164); Nesâi, Zinet 19,(3,142). )

Birinci rivayette kına yakmak övülmüşken, ikinci rivayette koku yönünden kötülenmesi
bir çelişkidir. Diğer bir hususta, Aişe’nin kına yakmamış olduğu, dolayısıyla kına
yakmanın dini açıdan bir mecburiyet olmadığı hususudur. Buna rağmen tahdis ettikleri
başka rivayetlerde, kadınlar için kına yakmanın mecburi olduğunu, hatta eline kına
yakmayan kadından biat alınamayacağını iddia etmişlerdir, şöyle ki:

415- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın, perde gerisinden Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’a eliyle bir mektup uzattı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
elini derhal geri çekip:
“Ne bileyim, bu el kadın eli midir, erkek eli midir?” buyurdu. Kadıncağız:
“Kadın elidir! deyince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm).
“Sen kadın olsaydın, tırnaklarının rengini değiştirirdin” bununla kına yakmayı
kastetmişti.” (K.S.2115 C.7 S.488 Akçağ,alıntıları: Ebû Dâvud, Tereccül 4,(4166); Nesâi,
Zinet 18,(8,142). )

416-Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hint Bintu Utbe, Hz. Peygamber’e:
“Ey Allah’ın Resûlü, bana biat ver!” diye talepte bulunmuştu. Kendisine:
“Hayır, şu ellerini değiştirmedikçe senden biat almayacağım.ellerin tıpkı vahşi hayvanların
ayağı gibi!” cevabını verdi.” (K.S. 2116 C.7 S.489 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Tereccül 4,
(4165). )

Görüldüğü gibi tahdis etmiş oldukları rivayetler birbirleriyle çelişkilidir.

417- Hilâl İbnu Âmir babasından naklediyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı


Mina’da halka hitap ederken gördüm. Sırtında kırmızı bir bürde vardı ve katırının üstünde
idi. Hz. Ali radıyallahu anh da önüne durmuş, Aleyhissalâtu vesselâm’ın söylediklerini
tekrarlıyordu.” (K.S. 5276 C.15 S.71 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, libas 21,(4076). )

418- Hz. Bera radıyallahu anh anlatıyor:“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm orta boylu idi.
Ben onu kızıl bir hulle içerisinde gördüm. Ben aleyhissalâtu vesselâmdan daha güzel bir
şeyi hiç görmedim.” (K.S. 5277 C.15 S.73 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Libas 35, Menâkıp
23; Müslim, Fezâil 91,(2337); Ebû Dâvud, Libas 21,(4072); Tirmizi, Libas 4,(1724);
Nesâi, Zinet 94,(8,203). )

Bu iki rivayette, peygamberin kırmızı elbise giydiğini rivayet etmişlerdir. Dolayısıyla


kırmızı elbise giymenin dinen bir mahzuru olmadığını vurgulamış olmaktadırlar. Buna
rağmen şu hadisleri de karşıt olarak rivayet etmişlerdir:

419- İbnu Amr İbni’l-As radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Üzerinde kırmızı renkli iki
giyecek bulunan bir adam geldi ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a selam verdi. Ama
aleyhissalâtu vesselâm adamın selamını almadı.” (K.S. 5278 C.15 S.72 Akçağ, alıntıları:
Ebû Dâvud, Libâs 20,(4069); Tirmizi, Edeb 45,(2808). )
185
420- Beni Esed’den bir kadın anlatıyor: “Bir gün, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm’ın zevcelerinden Zeyneb’in yanında idim ve kızıl toprakla onun elbiselerini
boyuyorduk. Biz bu işle meşgulken Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çıkageldi. Ancak
kızıl toprağı görünce geri döndü. Zeynep bu hali görünce, Aleyhissalâtu vesselâm’ın bunu
mekruh addettiğini anladı ve derhal elbiselerini yıkadı ve bütün kırmızılığı örttü.
Aleyhissalâtu vesselâm geri döndü ve âniden geldi. (Boyadan) hiçbir şey görmeyince içeri
girdi.” (K.S. 5279 C.15 S.73 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 20,(4071). )

Görüldüğü gibi son iki rivayetle, ilk iki rivayet birbirleriyle çelişkilidir. Zaten amaçları
kırmızı veya başka rengi konu etmek olmayıp karışıklık çıkarmaktır. İslam dini evrensel
bir din olup, bez parçalarının rengiyle uğraşılsın diye inmemiştir. Bilindiği gibi kına
kırmızı renk veren bir süslenme boyasıdır. Peygamber, o kadar kırmızıdan nefret ediyor idi
ise, o zaman bu rivayetin manası nedir? Şöyle ki:

421- Ebu Eyyub (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “ Kına yakma, koku sürünme, misvak kullanma ve evlenme bütün
peygamberlerin tâbi olageldikleri sünnetlerdendir. (K.S. 2161 C.7 S.544 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Nikâh 1, (1080). )

Bu itibarla uydurdukları rivayetlerin aslı yoktur.

422- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma diyor ki: “Kişi oturduğu zaman, ayakkabılarını
çıkarıp (sol) yanına koyması sünnettir.” (K.S. 5256 C.15 S.58 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud,
Libas 44,(4138), Sâlat 89, (648). )

Kişinin çıkardığı ayakkabılarını, mescide veya evinin içine götürüp yanına koymasının
pratik yanı olmadığı gibi, bu şekilde bir davranış ayakkabılarının altı mikroplu
olabileceğinden hastalık kapma riskini de beraberinde getirir. Öyle ki kişi, caminin
tuvaletinden çıkıyor, aradan birkaç dakika geçmeden ab dest alıp camiye giriyor, altı ıslak
olan ayakkabılarını nasıl olurda sünnet diye yanında götürür. Bu itibarla bu rivayetin aslı
yoktur.

423- Bireyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanına,


parmağında demir yüzük bulunan bir adam uğramıştı. (Yüzüğü görünce): “Niye
bazılarının üzerinde ateş
ehlinin süsünü görüyorum!” buyurdu. Adam derhal onu çıkarıp attı. Sonra parmağında sarı
renkli (pirinç) yüzük taşıyor olduğu halde geldi. Bu seferde:
“Niye sende putların kokusunu hissediyorum?” dedi. Bilahare adam altın yüzük takmış
olarak geldi. Bu sefer de:
“Sende niye cennet ehlinin süsünü görüyorum?” dedi. Bunun üzerine adam:
“Öyleyse yüzüğüm neden olsun?” diye sordu.
“Gümüşten dedi. Ancak ağırlığı bir miskale ulaşmasın.” (K.S. 2095 C.7 S.470 Akçağ,
alıntıları: Tirmizi, Libâs 43, (1786); Ebû Dâvud, Hatem 4,(4223); Nesâi, Zinet 47,
(8,172). )

424- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
adamın elinde altından bir yüzük gördü. Onu çıkarıp attı ve:
“Biriniz tutup ateşten bir parçayı alıp eline koyuyor!” buyurdu. : “Resûlullah
186
(aleyhissalâtu vesselâm) gidince adama: “Yüzüğünü al (başka sûrette) ondan
faydalan” dediler. O: “Hayır! Vallâhi ebediyen almayacağım, onu: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) attı” dedi.” (K.S. 2096 C.7 S.471 Akçağ, alıntısı: Müslim, Libâs
52,(2090). )

425- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a Habeş


kralı Necâşi’den hediyeler geldi. İçerisinde Habeşi kaşlı bir de altın yüzük vardı.
Resûlullah onu bir çöple veya tiksinerek bir parmağıyla aldı. Kızı Zeyneb’in kızı Ümâme
Bintu Ebi’l-Âs’ı çağırıp: “Yavrucağım al şunu, takın!” dedi.” (K.S. 2097 C.7 S.472
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Hâtem 8,(4235). )

Bu rivayetlerinde, erkeklerin altın yüzük takamayacağını fakat kadınların altın yüzük


takmalarında, dolayısıyla altın zinet eşyası kullanmalarında bir mahzur olmadığını tahdis
etmişlerdir. Dikkat edilirse, birinci rivayette erkeklerin altın yüzük takamayacaklarına
gerekçe olarak, altının cennet ehlinin süs eşyası olduğunu göstermişlerdir. Fakat gümüş
yüzük takmakta bir mahzur görmemişlerdir. Bu ise bir çelişkidir, zira gümüşte cennet
ehlinin kullandığı bir ziynet eşyasıdır. O zaman, iddiaları doğrultusunda gümüşten yüzük
v.s.ninde yasak olması gerekirdi. Diğer bir hususta cennet süsü kullanmak erkeklere
yasaksa, kadınlara serbest olmasının
mantığı nedir? Bu hususta ki çelişkileri bundan ibarette değil, işlerine geldiği zaman,
Peygamberin altın yüzük taktığını tahdis ettikleri gibi, işlerine geldiği zamanda, altının
zinet olarak kadınlar tarafından kullanılmasının yasak olduğunu da tahdis etmişlerdir. Bu
hususlarla ilgili olarak rivayetlerinden örneklerle, bir ayet mealini yazacak olursak, şöyle
ki:

- (Cennet ehlinin) üstlerinde yeşil ipekten ince ve kalın giysiler var. Gümüşten
bilezikler takınmışlardır. Rab’leri, onlara tertemiz bir içki içirmiştir. 76/21

Görüldüğü gibi gümüşte cennet ehlinin ziynet eşyalarındandır. Bu hususta yapmış


oldukları iddiaları çelişkilidir.

426- Sa’id İbnu’l-Müseyyeb anlatıyor: “Hz. Ömer Süheyb (radıyallahu anhümâ)’e “Niye
parmağında altın yüzük görüyorum ?” dedi. Beriki: “Onu senden daha hayırlı olan da
gördü, ama ayıplamadı” deyince, Hz. Ömer:
“O da kimmiş?” dedi. Süheyb: “Resûlullah!” cevabını verdi.” (K.S. 2098 C.7 S.472
Akçağ, alıntısı: Nesâi, zinet 42, (8,164,165). )

427-.......... Abdullah ibn Umer (R), Nâfi’e şöyle tahdis etmiştir: Peygamber (S) evvelâ
altından bir mühür yaptırdı. Bunu takındığı zamân yazılı kaşını avucunun içine alırdı.
Peygamber’in elinde altın yüzük gören insanlar da altından yüzükler yaptırdılar. Bunun
üzerine Peygamber minbere çıktı da hamd ve senâ etti ve akabinde:
-”Ben bu altından mühür yüzüğü yaptırmıştım. Fakat ben onu bundan sonra
takmayacağım” buyurdu da, parmağından onu çıkarıp attı.
Bunun üzerine insanlar da altın yüzüklerini ellerinden çıkarıp kırdılar.
Râvi Cüveyriye: Ben Nâfi’nin “Yüzüğü sağ eline takardı” dediğini kuvvetle sanıyorum,
demiştir. (Buhari, Kitâbu’l-Libâs H.93 C.13 S.5915 Bab 53 Ötüken. )

Demek ki, insanlar kendilerine altın yüzükler yaptırmasalardı, Peygamber altın yüzük
187
takmaya devam edecekti. Peygamberin kullanmakta mahzur görmediği altın
yüzüğü, insanlar da kullanıyorlar diyerek kullanmaktan vazgeçtiğini tahdis etmeleri bir
çelişkidir.

428- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir kadın Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm’a gelerek sordu:
“İki altın bilezik hakkında ne dersiniz, (takayım mı?)”
“Ateşten iki bileziktir, (takmayın!)” diye cevap verdi. Kadın devamla:
“Pekalâ altın gerdanlığa (ne dersiniz?) diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâmdan
yine:
“Ateşten bir gerdanlık!” cevabını aldı. O, yine sordu:
“Bir çift altın küpeye ne dersiniz?”
“Ateşten bir çift küpe!”
Kadında bir çift altın bilezik vardı. Onları çıkarıp attı ve:
“(Ey Allah’ın Resûlü), kadın kocası için süslenmezse onun yanında kıymeti düşer” dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) :
“Sizden birine, gümüş küpeler takınmasından, bunları za’feren veya abir ile
sarartmasından kimse engel olmaz!” cevabını verdi. (K.S. 2104 C.7 S.475-476 Akçağ,
alıntısı: Nesâi, Zinet 39,(8,159). )

425.no.lu örnekte, Peygamberin Zeyneb’in kızı Ümame Bintu Ebi’l-Âs’a takması için altın
yüzük verdiğini tahdis etmişlerdi. Ayrıca yine tahdis ettikleri başka rivayetlerde, ipek ve
altının erkekler tarafından ziynet olarak kullanılmasının haram olduğunu, fakat kadınlara
ise helal olduğunu iddia etmelerine rağmen. Dünya da ipeği, ahirette nasibi olmayanların
giydiğini tahdis etmişlerdir. Şöyle ki:

429- Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir miktar ipek
alıp sağ avucuna koydu, bir miktar da altın alıp sol avucuna koydu, sonra da:
“Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!” buyurdu.”
(K.S. 5286 C.15 S.80 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 14,(4057); Nesâi, Zinet 40,
(8,160).

Tirmizi ve Nesâi’de Ebû Mûsa’dan gelen diğer bir rivayette: “Ümmetimin erkeklerine,
ipek elbise ve altın haram kılındı, kadınlarına helal kılındı” buyrulmuştur.

430- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Dünyada ipeği, ahrette nasibi olmayanlar giyer.” (K.S. 5287 C.15 S.80
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Libâs 25; Müslim, Libâs 6,(2068); Nesâi, Zinet 91,(8,201). )

Bu duruma göre, ipek kadınlar için helaldir diye tahdis etmelerine rağmen, giyen
kimselerin cennete gitmeyeceğinin, dolayısıyla
cehenneme gideceğinin tahdis edilmesi bir çelişkidir. Zira bir şey hem helal olacak hem de
işlenmesinden dolayı, işleyen kimsenin cehenneme gideceğini iddia etmek mümkün
değildir.

Diğer bir hususta, ziynet ve güzel rızkların müminlere haram kılınmamış olduğudur. Bu
konuda, Kur’an’dan mealen:
188
- De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) süsü ve güzel rızkları kim
haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte)
müminlerindir. Kıyâmet günüde ise yalnız müminlerindir. İşte, bilen bir topluluk
için ayetleri böyle açıklıyoruz. 7/32

Görüldüğü gibi, evvelce haram olmuş olup ta, sonradan helal edilmiş olsalardı, Allah,
bunları haram eden kimdir diye sormazdı ve bu öyle bir sorudur ki, ziynetleri ve güzel
rızkları müminlere haram etmeye kalkışacak olanlara bir tehditte oluşturmaktadır. Buna
rağmen şu rivayeti uydurmuşlardır:

431- Resûlullah’a atfen: “Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! Çünkü bu dünyada onların
(kafir ve müşriklerin); âhirette, kıyamet gününde ise sizindir.” buyurdu. (Müslim, C.9 H.
4/410 Sönmez Neşriyat. )

432-............ Abdurrahmân ibn Ebi Leylâ şöyle demiştir: Huzeyfe Medâin şehrinde idi,
içmek için su istedi. Onu Dihkaan yâni oranın büyük bir adamı gümüşten bir kap içinde su
getirdi. Huzeyfe bardağı alıp sâhibine fırlattı. Ve:
-Ben bunu ona ilk defa atmadım. Şu kadar ki, ben onu gümüş bardakla su vermekten
nehyetmiştim, fakat o bundan vazgeçmedi. Rasûlullah (S): “Altın, gümüş, ipek, dibâc;
bunlar dünyâda onlara âid zinet, âhirette ise sizindir” buyurdu, dedi. (Buhâri, Kitâbu’l-
Libâs H.49 C.13 S.5882-5883 Bab 25 Ötüken. )

Bu rivayetlerle 7(Araf)32 ayetinin ne kadar ihtilaflı oldukları açıktır. Bu rivayetleri


uyduranlar o kadar yüzsüz kimselerdir ki, işlerine geldiği zaman veya ortalığı karıştırmak
için bütün bu iddialarına rağmen, şöyle de rivayette bulunmaktan çekinmezler; örneğin:

433- ............ Enes ibn Mâlik(R)’ten: Peygamber(S)’in su bardağı kırıldı, akabinde kırık
yerine gümüşten bir bardak edindi dediğini tahdis etti.
Râvi Âsım el-Ahvel: Ben bu kadehi gördüm ve (teberruken içine su koyup) ondan su
içtim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Humus 18 C.6 S.2895 Bab 5 Ötüken. )

Vaya şöyle derler:

434- Esma’dan naklen:...... “İşte Resûlullah’ın cübbesi!... Dedi.” Ve bana bir teylesanlar,
kisralar (krallar) cübbesi çıkardı. Cübbenin ipekten yaması (deseni) vardı, kenarları diba
ile geçilmişti. (Müslim, C.9 H. 10/421 Sönmez Neşriyat. )

Bu rivayetlere göre, Peygamber kralların giydiği atlas ve ipekten cübbe giymiş, gümüş
bardakla su içmiş. Bu da evvelki rivayetlerle çelişkili olduğu gibi, Peygamberin giyeceği
hakkında bu rivayetlerle çelişkili olarak şu rivayetleri uydurmuşlardır:

435- Aişe’den naklen: Aişe bize Yemen’de yapılan kalın bir çarşafla mülebbede (keçe)
dedikleri cinsten bir kilim çıkardı ve Resûlullah şu iki elbisenin içinde vefat etti, diye
Allah’a yemin verdi. (Müslim, C.9 H. 34/438 Sönmez Neşriyat. )

436- Ebû Bürde İbnu Ebi Mûsa el-Eş’âri anlatıyor: “Hz. Aişe radıyallahu anhâ’nın yanına
girdim. Bana yamalı bir giysi ve kaba bir izar çıkardı ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
şu iki(parça)nın içinde vefat etti!: dedi.” (K.S. 5297 C.15 S.87 Akçağ, alıntıları: Buhâri,
189
Humus 5, Libâs 19; Müslim, Libâs 35, (2080); Ebû Dâvud, Libâs 8,(4036);
Tirmizi, Libas 10,(1733). )

437- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Harûriyye (denen Hâriciler) çıktığı
zaman Hz. Ali radıyallahu anh’ın yanına geldim. Bana:
“Şu adamlara bir uğra!” dedi. Ben de mevcut Yemen hullelerinin en güzelini giydim.”
Ebu Zümeyl der ki: “İbnu Abbâs radıyallahu anhüma yakışıklı ve gür sesli biriydi.” İbnu
Abbâs der ki:
“Harurilerin yanına vardım. Bana:
“Hoş geldin ey İbnu Abbâs! bu takımın da ne? dediler. Ben:
“Beni ayıplıyor musunuz? Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm üzerinde mümkün olan en
güzel elbiseyi gördüm! dedim.” (K.S. 5272 C.15 S.68-69 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, libâs
8,(4037). )

Bütün bu rivayetlerin bir birleriyle çelişkili oldukları açıktır.

438- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a siyah bir
bürde (hırka) yaptım, bunu giydi içinde terlediği
zaman ondan yün kokusu hissetti. Bunun üzerine o hırkayı çıkarıp attı. aleyhissalâtu
vesselâm güzel kokudan hoşlanırdı.” (K.S. 5296 C.15 S.87 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud,
Libâs 22,(4074). )

439- İbni Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Hz. Musa aleyhisselâmın Rabbi Teâlâ hazretleriyle konuştuğu gün, üzerinde yünden bir
şalvar, yünden bir cübbe, yünden bir kisâ, yünden küçük bir serpuş (takke) vardı.
Ayağında da eşek derisinden mamul bir ayakkabı vardı.” (K.S. 5299 C.15 S.89 Akçağ,
alıntısı: Tirmizi, Libâs 10,(1734). )

Birinci rivayette, yün elbise kötülenmişken, ikinci rivayette övülmesi bir çelişkidir. Diğer
bir hususta, peygamberin yün elbise giymemesine neden olarak güzel kokudan
hoşlandığını delil göstermeleridir. Bu duruma göre Musa peygamberin güzel kokudan
hoşlanmadığı neticesi çıkmış olur ki; bu Musa Peygambere karşı bir saygısızlıktır.

440- Muhammed İbnu Rükâne, babası radıyallahu anhtan anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler üzerindeki sarıklardır.” (K.S. 5233 C.15
S.45 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libas 24,(4078); Tirmizi, Libâs 47,(1785). )

Bu rivayetle, müslümanların sarık sarmalarının mecburi olduğu vurgulanmak istenmiştir.


İslam dini, Cihanşümul bir dindir, tüm insanlığa hitap eder, insanlarınsa kendi milli
örflerine ait kıyafetleri olabilir ve bu kıyafetler İslami ahlaka aykırı olmamak şartıyla
inançtan çok şahsi zevkler ve iklimle ilgili tercihlerdir. Zira çölde yaşayan bir müslümanla,
Kutuplarda yaşayan bir müslümanın aynı kıyafeti giymesi gerektiğini rivayet etmek
müslümanları zora sokmak içindir. Bir müslüman, Kur’an’da gösterilen ahlaka aykırı
olmamak ve İslam dışılığı sembolize eden, örneğin İslam dışındaki inançların din
önderlerinin kıyafeti gibi giymemek şartıyla istediği kıyafeti giyebilir. Bu itibarla
uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.
190

441- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Bıyıkları kazıyın, sakalları serbest bırakın.” (K.S. 2133 SC.7 S.511 Akçağ,
alıntıları: Buhâri, Libâs 64,65; Müslim, Tahâret 53,(259); Ebû Dâvud, Tereccül 16,(4199);
Tirmizi, Edeb 18,(2764); Nesâi, Tahâret 15,(1,16). )

442- Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) sakalından enine ve boyuna alırdı.” (K.S. 2136 C.7 S.514 Akçağ,
alıntısı: Tirmizi, Edeb 17,(2763) )

Birinci rivayette, sakalların serbest bırakılması tahdis edilmişken, ikinci rivayette,


peygamberin sakalından kısalttığını tahdis etmeleri bir çelişkidir. Diğer bir hususta sakal
bırakmanın sünnet olduğunu ve müslümanların muhakkak sakal bırakmalarının gerektiğini
iddia etmeleri gerçeklere uymamaktadır. Zira sakal bırakmak Müslümanlara has bir olay
değildir. Müslüman olmayan kimselerde sakal bırakmaktadırlar. Bundan dolayı, sakalın
müslümanları sembolize ettiği iddia edilemez. Kur’an’da sakal bırakmak mecburi
edilmemiştir.

443- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


şöyle buyurdular:

“İğreti saç takana da, taktırana da, bedene dövme yapana da, yaptırana da Allah lânet
etsin! (K.S. 2154 C.7 S.535 Akçağ, alıntıları: Buhari, Libas 86, Tıbb 36; Müslim, Libas
119,(2124); Nesâi, Zinet 25,(8,148). )

444- Hz. Esmâ (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’a gelerek: “Kızım çiçek hastalığına yakalandı ve saçları döküldü. Ben onu
evlendirdim, eğreti saç takayım mı? Diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Allah takana da taktırana da lânet etmiştir?” diye cevap verdi.” (K.S. 2129 C.7 S.505
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Libâs 83,85; Müslim, Libas 115,(2122); Nesâi, Zinet 71,
(8,187,188). )

445-Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


şöyle buyurdular ki: “Fıtrat beştir: Sünnet olmak, etek tıraşı olmak, bıyığı kesmek,
tırnakları kesmek, koltuk altını yolmak.” (K.S. 2147 C.7 S.523 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Libâs 63,64, İstizân 51; Müslim, Tahâret 39,(257); Muvatta, Sıfatu’n Nebiyy 3,(2,921);
Tirmizi, Edeb 14,(2757). Ebû Dâvud, Tereccül 16,(4198); Nesâi, Tahâret 10,11,
(1,14,15). )

446- Ümmü Atiyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın Medine’de kızları sünnet
ederdi. “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (kadını çağırarak) Kendisine: “Derin kesme.
Zira derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir, koca için de daha makbûldür”
diye talimat verdi.” (K.S. 2153 C.7 S.534 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Edeb 179,
(5271). )

Daha öncede belirttiğim gibi, Dövme ve Sünnet gibi ameliyelerle vücutta kalıcı ve aslını
değiştirici değişiklik meydana getirmek İslam dinide şiddetle yasaktır. Böyle bir şey
yapmış olanlar, Kur’an’a göre şeytana pay olmuş, yani şeytanın hizbi olmuş olurlar.
191
Yukarıda vermiş olduğum rivayet örneklerinde görüldüğü gibi peruk takmayı
şiddetle kötüleyip, sünnet olmayı övmeleri açık bir çelişkidir. Zira peruk takmak, insan
yaratılışının aslında meydana gelmiş olan saç dökülmesi gibi bir olayla ilgili olunca
yaratılışın aslına dönmek için bir çabadır. Takma kol bacak, dişte bunun gibidir. Meğer ki
peruk başkasına ait bir saç ihtiva etmesin. Başkasına ait bir saç ihtiva ederse tesettüre
aykırı olmuş olur. Bununla beraber, müstehcen olmayan hayati organların bir ölüden
alınarak, başka bir canlıya nakledilmesi veya kan nakli gibi ameliyeler yapmak İslam’a
aykırı değildir, hayat kurtarmak, Kur’an’da övülmüştür: Kur’an’dan mealen:

- Bundan dolayı İsrâil oğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış ya da
yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları
öldürmüş gibidir. Kim de onu(n hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa bütün
insanları yaşatmış gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara açık delillerle geldiler, ama
bundan sonra da onlardan çoğu, yine yeryüzünde isrâf etmekte (aşırı
gitmekte)dirler. 5/32

Hayat kurtarmada yardımcı olunduğunda, yardımcı olanlar ne kendi sağlıklarına nede


başkalarının sağlıklarına zarar verici olmamalıdırlar. İslam ahlakı yönünden , müstehcen
olmamak ta dikkat edilmesi gereken bir olaydır. Örneğin, Kalp, ciğer böbrek gibi organlar
veya kan müstehcen olmayan bedensel olgulardırlar.

447- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


kadın elbisesini giyen erkeğe ve erkek elbisesini giyen kadına lanet etti. (K.S. 5261 C.15
S.61 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libas 31,(4098). )

448-Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir ucu
beni örtmekte olan bir kumaşın diğer ucuyla örtünerek, içinde namaz kıldı. (K.S. 2692 C.8
S.532 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Salat 80,(631). )

Birinci rivayette, Kadın ve erkeğin, bir birlerinin elbiselerini giyemeyecekleri, giymeleri


halinde Lanetli olacakları rivayet
edilmişken, ikinci rivayette, Peygamberin, Âişe’ye ait elbise giymiş olduğunun tahdis
edilmesi, peygambere açık bir iftira ve saygısızlıktır. Yukarıda ki metinde her ne kadar
müşterek bir kumaş olarak belirtilmişse de rivayetin aslı ‘sevb’ yani elbisedir. Bu itibarla
uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.

İslam ahlakına göre bütün cinsel sapıklıklar red edilmiştir. Elbise ise , toplumdan topluma
farklılık göstere bilir. Şöyle ki, bazı toplumlarda etek türü elbise giymesi o toplumunda,
kadınları temsil eden bir kıyafet giyiyor manasında değildir. Arap erkekleri de, iklim
nedeniyle entari türü kıyafet giyerler, bu da bir erkeğin kadın elbisesi giymesi manasında
değildir. Zira oralarda erkeklerin giydiği normal bir kıyafettir. Bundan dolayı olayın
değerlendirilmesinde o topluma göre verilen intiba önemlidir, yani giyilen kıyafetin,
giyildiği toplum içerisinde, kadın veya erkeği temsil ettiği bir durum vardır. İşte böyle bir
durumda, cinsel yönden kadın kendisini erkek gösterecek, erkekte kendisini kadın
gösterecek bir kıyafet içerisine girerse, bu bir cinsel sapma olup, İslam ahlakına uymaz.
Yoksa, bunun ötesinde, İslam ahlakındaki tesettüre uygun her güzel elbiseyi erkek ve
kadın giyebilir. İslam dini bütün insanlığa hitap eden bir dindir, kendisine has özel bir
üniforması yoktur.
192

Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık.
Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetleridir. Belki düşünüp
öğüt alırlar.
7/26

Görüldüğü gibi, elbise belli bir renk ve şekle bağlanmamış, tesettür örtüsü ve süs olarak
tanımlanmıştır.

KABİLE, ŞEHİR, ŞAHIS İLE MEMURLAR VE HİLAFET KONULARINDA


UYDURDUKLARI HADİSLERDEN ÖRNEKLER

449-............. Bize Şu’be tahdis etti ki, Abdulmelik ibn Umeyr şöyle demiştir: ben Câbir
ibn Semure (R)’den işittim, o şöyle dedi: Ben Peygamber (S)’den işittim, O: “On iki emir
olacaktır” buyurdu.
Yine Câbir: Ben ancak Peygamberin söylediği bir kelimeyi işitmiştim. Onu da babam
Semure:
- Resûlullah: “Bunların hepsi Kureyş’tendir” buyurdu, diye rivâyet etti. (Buhâri, Kitâbu’l-
Ahkâm 79 Bab 52 C.15 S.7075 Ötüken.
450- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm )
buyurdular ki: “Bu iş (emirlik), insanlardan iki kişi bâki kaldıkça Kureyş’te olmaya devam
edecektir.” (K.S. 1707 C.6 S.406-407 Akçağ, alıntıları: Buhari, Menâkıb 2, Ahkâm 2;
Enbiya 1; Müslim, İmâret 4,(1820). )

Bu tür rivayetlerle, müslümanların yönetimi belirli bir kabileye bağlanmak istenmiştir.


Böylece zaman içerisinde İslam toplumunun zayıflamasını ve dağılmasını
amaçlamışlardır. Görünüşte, Peygamberin mensup olduğu Kureyş kabilesini güya
övüyorlar. Hal bu ki durum hiçte böyle değildir. Amaçları müslümanlara zarar vermek için
ırki veya kabileci unsurları ortaya atmaktır. Kureyş kabilesine mensup olan şahıslardan iyi
kimseler olabileceği gibi, iyi olmayan kimselerinde olması mümkündür. Yönetimi,
Kureyşe tahsis etmekle bazı kötü kimselere, ister istemez müslümanları yönetme fırsatı
verilmek suretiyle diktatörlüğe yol açmış olurlar. Zira diktatör, bir fert olabileceği gibi, bir
ırk veya kabile olabilir. Bu tür kimselerde şahıslar bakımından değerli olmanın ve
insanları yönetmeye layık olmanın ölçüsü bir kimsenin iyi ve ehil olması olmayıp,
kendilerine ırki veya kabilevi bağlarla bağlı olup olmamasıdır. Yani kabilelerinden veya
ırklarından olan kimseler ne yaparlarsa yapsınlar diğer insanlardan üstün ve değerlidirler.
Fakat diğer ırklardan olan kimseler ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, onlarca kendilerinden
daha aşağıda olan kimselerdirler. Halbuki, İslam dini cihan şümul bir dindir ve dünyanın
bütün ırklarından müslümanlar olabilir. Eğer ki bu ırklardan herhangi birine üstünlük
verilirse bu ırkın mensupları diğerlerini ezebileceği gibi, diğerlerinde bu eziklikten dolayı
küskünlük gelebileceği açıktır. Bu da, İslam dininde ki, Mümin kardeşliğinin ortadan
kalkmasına ve İslam toplumunun parçalanmasına yol açar. İslam dininde iyi olmanın
ölçüsü ırk olmayıp takvadır ve bütün Müminler kardeştir. İmamlık yapma garantisi,
İbrahim peygamberin soyuna dahi verilmemişken, bu garantiyi başka soylar için iddia ve
tahsis etmek boş bir iddiadır. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:
193

- Rabb’i, bir zaman İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış o da onları


tamamlayınca: “Ben seni insanlara İmam yapacağım.” demişti. “Soyumdan da
(imamlar yap, yâ Rabbi!)” dedi. (Rabbi): “Zalimlere ahdim ermez (onlar için söz
vermedim).” buyurdu. 2/124

Görüldüğü gibi, imamlık olayında belirli bir soy garantisi yoktur.

- Ve onlar ki: “Rabb’imiz bize gözler sevinci (gönüller açan) eşler ve çocuklar
lütfeyle ve bizi (senin azabından) korunanlara imam yap.” derler. 25/74

Mealini yazdığım ayetteki dua, Rahman’ın kullarının duasıdır. Eğer ki, imamlık olayı
belirli kimselere verilmiş olsaydı, Rahman’a kul olanların tamamı ki, bunlar cennetlik olan
müminlerin tamamıdır, böyle bir dua yapmalarının manası olmazdı. Başka bir ifadeyle,
Rahman’a kul olan herkes müslümanlara imamlık yapabilir.

Kur’an’dan mealen:

- Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi
milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (Allah’ın buyrukları
dışına çıkmaktan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır. 49/13

Görüldüğü gibi, Allah yanında İnsanlar için üstünlük yalnız ve yalnız takvadadır. Takva
ise şahsa bağlı bir şeydir. Aile, kabile ve ırkla ilgili değildir. Eğer, aileye bağlı olsaydı ne
İbrahim peygamberin babası ne de Nuh peygamberin oğlu küfretmezdi. Bundan da
anlaşılır ki, İmamlığın Kureyş’e ait olduğu veya belirli bir soya ait olduğu yolunda ki
rivayetleri uydurma olup aslı yoktur.

451- Sefine (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ) buyurdular


ki: “Hilafet, ümmetim arasında otuz yıl sürecektir. Bundan sonra saltanat gelecektir.”
Sa’id İbnu Cumhân dedi ki: “Sonra ilâve etti: “Hz. Ebû Bekr (radıyallahu anh)’in
hilafetine Hz. Ömer’in hilafetini, Hz. Osman’ın hilafetine Hz. Ali’nin hilafetini
(radıyallahu anhüm ecmain) (parmaklarınla say) bak!” dedi. Bunları (sayınca hakikaten)
otuz yıl bulduk.
Sefine’ye Emeviler, hilâfetin kendilerinde (devam ettiğini) zannederler” demişti. Şu
cevabı verdi: “Beni’z-Zerkâ yalan söylüyor. Onlar krallardır, hem de en kötü krallar.”.
(K.S. 1708 C.6 S.411 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Sünnet 9,(4648,4647); Tirmizi, Fiten
48,(2227). )

452- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm )


buyurdular ki:
“İslâm’ın değirmeni otuz beş veya otuz altı veya otuz yedi (yıl) döner. Eğer (dini terk
ederek kendilerini) helak ederlerse, daha önce helak olanların yolunu tutmuş olurlar.
Dinleri ayakta kalırsa, onlar için yetmiş yıl ayakta kalır!” Ben dedim ki: “(bu yetmiş yıllık
müddet) zikri geçen (otuz beş yıllık müddet)ten sonra mı başlayacak, yoksa geçen kısım
buna dahil mi?”
“Mezkûr müddet buna dahildir! Buyurdular. ”(K.S. 5962 C.16 S.439-440 Akçağ, alıntıları:
Ebû Dâvud, Fiten 1,(4254). )
194

Birinci rivayette, halifelerin dört olduğu ve hilafet müddetinin otuz yıl süreceği tahdis
edilmiştir. İkinci rivayette ise İslam dininin en fazla yetmiş yıl süreceğini ve bundan sonra
artık değirmeninin dönmeyeceğini yani ortadan kalkacağını, peygambere isnaden iddia
etmişlerdir. Gerçekler bunu hilafına olduğu gibi, bu iddia sadece onların içindeki bir
hasreti ortaya koymaktadır. Kaldı ki yine işlerine geldiği zaman bu rivayetlerine de
çelişkili başka rivayetlerde ortaya koymuşlardır. Şöyle ki:

453- Hz. Câbir İbnu Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm ) buyurdular ki:
“Bu din, hepsi Kureyş’ten gelecek olan on iki halifeye kadar aziz ve güçlü olacaktır.”
“Sonra ne olacak?”
“Sonra herc (fitne ve kargaşa) gelecek! diye cevap verdi.” (K.S. 1709 C.6 S.412-414
Akçağ, alıntıları:Buhari, Ahkâm 51;Müslim, İmâret 5-9 (1821); Tirmizi, Fiten 46,(2224).
Bu üç kitap, hadisin “Kureyş’ten kelimesine kadar kısmını; Ebû Dâvud da (Mehdi 1,
(4279,4280) tamamını tahriç etmiştir. )

454-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Beni İsrail’i peygamberler (aleyhümüsselâm) idâre ediyorlardı. Bir
peygamber ölünce yerine ikinci bir peygamber geçiyordu. Ancak, benden sonra
peygamber yok. Ama ardımdan halifeler gelecek ve çok olacaklar.”
Orada bulunanlar:
“(Onlar hakkında) bize ne emredersiniz?” diye sordular.
“Önceki biatınıza sadâkat gösterin. Onlara haklarını verin. Onlar üzerindeki haklarınızı
(eda etmedikleri takdirde, kendilerinden değil) Allah’tan isteyin. Zirâ Allah’u Teâla
idâreleri altındakilerin hukukunu onlardan soracaktır” buyurdu.” (K.S. 1712 C.6 S.416-
417 Akçağ, alıntıları:Buhâri, Enbiyâ 50;Müslim, İmâret 44 (1842). )

Görüldüğü gibi, evvelki rivayetlerinde halifeler ancak dörttür demişken, bu rivayetlerde on


ikiye ve bundan da çelişkili bir şekilde, sayı vermeden halifeler çok olacaklardır diye
rivayette bulunmuşlardır.
Ayrıca, zalim yöneticilerin müslümanları ezmesini sağlamak için, yöneticilere haklarını
verin fakat size haklarınızı vermezlerse onlardan hak talep etmeyin tavsiyesinde
bulunmuşlardır. Bu konuda uydurdukları rivayetlerin asılsız ve çelişkili oldukları açıktır.

455-........... ez- Zuhri şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme, Ebû Said el Hudri (R)’den tahdis
etti ki, Peygamber (S): “Devlet başkanı yapılan bir halifenin muhakkak iki tâne sırdaş
müşâviri vardır: Bunun birisi ona hayır yolu emredip gösterir ve hayra teşvik eder, diğeri
de ona şerr yolu gösterip ve şerre teşvik eder. Masûm olan Allah’ın (fenalıktan koruyup)
masûm kıldığı kimsedir” buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu’l-Kader 17 C.14 S.6500-6501 Bab
7 Ötüken. )

İslam halifeleri, kendilerine iyiliği veya kötülüğü emredenleri ayıramayacak kadar aptal
değillerdir ki, kendilerine kötülüğü emreden kimseleri sırdaş edinip onları maaşa
bağlasınlar. Bu rivayeti uydurmaktan amaçları, halkı yöneticilerden, yöneticileri de bir
birlerinden şüphe eder hale getirip kargaşa çıkarmaktır. Bu rivayet İslam halifelerine ve
yardımcılarına yöneltilmiş bir iftira ve asalsız bir iddiadır.
195
Bu tür rivayetlerinde özellikle halkın yöneticilere güvenini sarsmak için çeşitli
rivayetler uydurmuşlardır, şöyle ki:
456-... Ebû Zer’den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) (bana hitaben şöyle) buyurdu:
-”Ey Ebû Zer! Gerçekten ben seni zaif görüyorum ve kendim için arzu ettiğim şeyi senin
için de arzu ediyorum. Binaenaleyh iki kişi üzerine (bile olsa) başkan olma ve yetim
malına veli olma” buyurdu. (Ebû Dâvud K.el-Vesaye (17), Bab 4 H.2868 C.11 S.59-60
Şamil Yayınevi, ayrıca Müslim, imare (17); Nesâi, vesaya 10. )

457-..................... Uzunca bir rivayetin sonunda Resûlullah’a atfen:


“-İdarecilik görevi hakdır. Elbette halk için bu görevi üstlenen kimselere ihtiyaç vardır.
Fakat bu görevi yüklenenler (mesuliyetli bir görev yüklendikleri için) cehennemlik (olma
tehlikesiyle karşı karşıya)dırlar.” buyurdu. (Ebû Dâvud K.el-Harac ve’l-fey’ Bab 5 H.2934
C.11 S.189 Şamil Yayınevi. )

Yukarıda ki rivayette, parantez içindeki ifadeler asıl metnin içinde yoktur. İfadenin aslı:
“İdarecilik görevi hakdır. Elbette halk için bu görevi üstlenen kimselere ihtiyaç vardır.
Fakat bu görevi yüklenenler cehennemliktir.” şeklindedir.

458-... Peygamber (s.a.)’den, Ebû Hüreyre yoluyla Tahdis edilen rivayette:


“Kim (devamlı olarak zalim) idareci ile düşer-kalkarsa fitneye düşer”.
“Kul (zalim) sultana yaklaşmakla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey kazanamaz.”
(Ebû Dâvûd K.es-Sayd (16), Bab 24-25 H.2861 S.39-40 Şamil Yayınevi. )

Metinde ki asıl ifade: “Kim idareci ile düşer-kalkarsa fitneye düşer.” “Kul sultana
yaklaşmakla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey kazanamaz.” şeklindedir.

459-... Ebû Musâ (el-Eş’ari)’den demiştir ki:


İki kişiyle birlikte Peygamber (s.a.)’e gitmiştim. Onlardan biri söz aldı ve
-(Ey Allah’ın Resulü) Senin işinde (görev alabilmemiz hususunda) bize yardımcı olmanız
için (buraya) geldik” dedi. Diğeri arkadaşının (bu) sözünün aynısını söyledi. Rasûlullah
(s.a.) de:
“-Sizin en haininiz (devlet dairesinden) iş isteyendir.” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Musa Peygamber (s.a.)’den özür dileyerek:
- Ben onların niçin geldiklerini bilmiyordum, dedi ve döndü gitti de bir daha onlara hiçbir
iş(lerin)de yardımcı olmadı. (Ebû Dâvûd, K. el-Harac ve’l-İmare ve’l-fey’ Bab 2 Şamil
Yay. Ayrıca:Buhâri, icâre 1, mürteddin 2, ahkâm 7; Müslim, imare 15; Ebû Dâvud,
Akdiye 3, hudud 1; Ahmed b. Hanbel IV-393-409,411. )

Görüldüğü gibi, gerek müslümanların devlet başkanlarını, gerekse memurlarının


cehennemlik olduğunu rivayet ve iddia etmişlerdir. Bu ise İslam devleti yöneticilerine ve
memurlarına yöneltilmiş bir iftira ve saygısızlıktır. Bir kimse sahip olduğu faydalı bir malı
pazarlama hakkına nasıl sahipse, bir kimsede aynı şekilde emeğini pazarlama hakkına
sahiptir, meşru olan bir şey suç olarak tanımlanamaz. Hal böyle olunca nasıl olurda devlet
dairesinden iş isteyen kimseler hain olarak nitelenir. Peygamberlerde yöneticilik yapan
kimselerdir. Buna rağmen yöneticiler cehennemliktir demek büyük bir saygısızlıktır. Bu
itibarla, Müslümanlarla, İslam devleti idarecileri arasında fitne amaçlayan bu rivayetlerin
aslı yoktur.
196

İslam devleti memurlarına karşı yapmış oldukları saldırılarına hedef olarak özellikle
kadıları seçmişlerdir. Böyle yapmalarının nedeni. İslam adaletini icra edenlere karşı yine
halkın güvenini sarsmak ve böylece böylece bozgunculuk meydana getirmek içindir. Şöyle
ki:

460- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Kim insanlar arasında kâdı tayin edilmiş ise, bıçaksız boğazlanmış demektir. (K.S. 4881
C.14 S.76 Akçağ, alıntıları:Ebû Dâvud, Akdiye 1,(3571,3572); Tirmizi, Ahkâm 1,
(1325). )

Bu rivayette, kadılara yaptıkları işin ehemmiyetini hatırlatmak ve adaletli karar vermeye


teşvik etmek istedikleri akla gelebilir. Fakat diğer rivayetlerine baktığımızda amaçlarının
hiçte bu olmadığı, kadıların muhakkak adaletsiz karar verdiklerini vurgulamak istedikleri
açıkça anlaşılır. Şöyle ki:

461- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki:
“Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe
çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur. (K.S. 4885 C.14 S.80
Akçağ, alıntıları:Ebû Dâvud, Akdiye 2,(3575). )

Yani demek istiyorlar ki, kadıların zulmen haksız yere karar vermesi olağandır, yeter ki
doğru kararları daha fazla olsun, hiçbir mahzuru olmaz. Hatta daha da cesaretlendirmek ve
haksız kararlara mazeret olmak üzere, kadıların verecekleri haksız kararlara hata maskesi
takarak, böylece haksız kararlarında, kadıların sevap kazanacaklarını iddia ettiler. Şöyle
ki:

462- Amr İbnu’l-Âs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Hâkim içtihad eder ve isabet ederse kendisine iki ücret (sevap) verilir.
Eğer içtihad eder ve hata ederse ona bir ücret vardır.” (K.S. 4885 C.14 S.82 Akçağ,
alıntıları:Buhâri, İ’tisam 21; Müslim, Akdiyye 15,(1716); Ebû Dâvud, Akdiye 2,(3574);
Tirmizi, Ahkâm 2,(1326); Nesâi, Kazâ 3,(8,224). )

Zulüm işlemeyen ve hata yapmamaya özen gösteren takvalı kimseleri, kadılık


mesleğinden uzaklaştırıp, haksızlık yapabilecek kimselerin kadılık yapmalarını sağlamak
amacıyla 462. Örnekte tahdis etmiş oldukları rivayetlerine çelişkili olarak, kadıların hiç
sevap kazanamayacaklarını, en iyi ihtimalle ancak, sevap ve günah yönünden başa baş
gelebileceklerini rivayet ettiler. Şöyle ki:

463- Abdullah İbnu Mevhib anlatıyor: “Osman İbnu Affan, İbnu Ömer radıyallahu
anhüm’e : “Git insanlar arasında hükmet!” dedi:
“Eymü’minlerin emiri, beni bu vazifeden affetmez misiniz?” diye ricada bulundu. Hz.
Osman radıyallahu anh:
“Bundan niye kaçıyorsun? Senin baban da kâdı idi” diye ısrar etmek istedi. Ancak
Abdullah dedi ki: “Doğru da, ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın:
“Kim kadı olur ve âdaletle hükmederse, bu kimse başa baş (sevap ve günahı eşit)
197
ayrılmaya liyakat kazanmıştır” dediğini işittim. Artık (Resûlullah’ın bu sözünden)
sonra ne ümid edebilirim?” (Hz. Osman bunun üzerine Ömer’e teklifte bulunmadı. )”
(K.S. 4883 C.14 S.78 Akçağ, alıntıları:Tirmizi, Ahkâm 1,(1322). )

Bu rivayette, kadı ne kadar doğru bir kimse olsa ve doğru karar verse de sevap
kazanamayacağını, ancak günah ve sevabının en iyi ihtimalle denk gelebileceğini rivayet
ettiler. Hal bu ki 462. Örnekte kadı isabetli karar verirse iki sevap, yanlış karar verirse bir
sevap kazanacağını ve hep kârlı olacağını rivayet etmişlerdi. Bu açık bir çelişkidir.

464- Ebû Şüreyh el-Adavi radıyallahu anh anlatıyor: “Mekke’ye asker sevk eden Amr
İbnu Said’e dedim ki:
“Ey emir, bana müsaade et. Fethin ferdası gününde Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın
söylemiş bulunduğu bir hadisini hatırlatayım: Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle
buyurmuştu: “Mekke’yi insanlar değil, Allah haram kılmıştır. Allah’a ve âhirete inanan
hiçbir mümine orada kan dökmek helal olmaz. Ağaç sökmek de helal olmaz. Eğer biri
çıkıp da Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın oradaki savaşını göstererek kan dökmeye
ruhsat vermeye kalkarsa kendisine şunu söyleyin: “Allah, Resûlüne izin vermişti, ama size
vermiyor!” Mekke’de bana bir gündüzün bir müddetinde (gün doğumundan ikindiye
kadar) izin verildi. Sonra bugün tekrar eski hürmeti (haramlığı) ona geri döndü. Bu
hususu, sizden burada hazır olanlar, hazır olmayanlara ulaştırsın.”
Ebû Şüreyh’e: “Amr sana ne dedi?” diye soruldu.
“Ey Ebû Şüreyh bunu ben, senden daha iyi biliyorum. “Harem”. âsi olana, kan döküp
kaçana, cinayet işleyip kaçana sığınma tanımaz!” diye cevap verdi.” dedi.” (K.S. 4585
C.13 S.161 Akçağ, alıntıları:Buhâri, İlm 37, Cezâu’s-Sayd 8, Meğâzi 50; Müslim, Hacc
446,(1354); Tirmizi, Hacc 1,(809), Diyât 13,(1406); Nesâi, Menâsik 11,(5,205,206). )

465- İbnu Abbâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Fetih günü
buyurdular ki:
“Fetihten sonra artık hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır. Öyleyse askere
çağrıldığınız zaman hemen asker olun!”
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sözlerine şöyle devam etti: “Allah, bu beldeyi semâvat
ve arzı yarattığı zaman haram kıldı. Burası kıyamete kadar Allah’ın haramıyla haramdır
(onu insanlar haram kılmamıştır). Benden önce kimseye orada kıtal helal olmadı. Bana da
günün bir müddetinde helal kılındı. Burası Kıyamete kadar Allah’ın haramıyla haramdır.
(Allah’a ve ahirete inanan hiç kimseye, orada kan dökmesi helal değildir. Ayrıca) onun
dikeni koparılmaz, av(hayvan)ı ürkütülmez, buluntusu da alınmaz (yerinde bırakılır).
Ancak ilan edip sahibini arayacak olanlar alabilir. Mekke’nin otu biçilmez!”
Abbas radıyallahu anh atılarak: “Ey Allah’ın Resûlü! İzhir otu hariç olsun” dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm : “İzhir hariç!” buyurdu. (K.S. 4586 C.13 S.164-165 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Cezâu’s-Sayd 9, Hacc 43, Cenâiz 77, Büyû’ 28, Meğâzi 52; Müslim,
Hacc,(1353); Nesâi, Hacc 110,(5,203,204); Ebû Dâvud, Menâsik 90,(2017),(2018). )

466- Sahiheyn’in bir rivayetinde anlatıldığına göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


(Medine’nin dışına doğru) yürüdü. Önünde Uhud görünmüştü:
“Bu dağ var ya, o bizi çok seviyor , biz de onu seviyoruz” buyurdular. Medine’ye
yönelince de:
“Ey Allah’ım! Hz. İbrahim Mekke’yi haram kıldığı gibi, ben de (Medine’yi) iki dağ
arasıyla haram kılıyorum. Allah’ım (Medine halkını) müdd ve sa’larınla mübarek kıl”
198
buyurdular.” (K.S. 4597 C.13 S.176-177 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Fezâilu’l-Medine
6; Müslim, Hacc 462,(1365). )

464 ve 465. Rivayet örneklerinde, Allah’ın Mekke’yi haram kıldığını, dolayısıyla


insanların haram kılmadığını rivayet etmelerine rağmen, 466. Örnekteki rivayette
Mekke’yi İbrahim peygamberin haram kıldığını rivayet etmeleri bir çelişkidir. Diğer bir
hususta, Mekke’de kan dökmeyle, Mekke’nin ağacını, dikenini ve otunu özdeşleştirmeleri,
konuyu saptırmak amacıyla uydurdukları bir saçmalıktır. Dünyadaki bitkilerden insanlar
nasıl istifade ediyorlarsa, Mekkelilerinde, Mekke’nin ağacından, otundan istifade etmeye
hakları vardır. Kan dökme (savaş) hususunda uydurdukları rivayette Kur’an’a aykırıdır.
Şöyle Ki:

- Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar. De ki, “Onda savaş, büyük bir
günahtır. Fakat (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’a ve Mescidi Harâm’a
karşı nankörlük etmek halkını (Mekke’den) sürüp çıkarmak, Allah yanında daha
büyük bir günahtır. Fitne çıkarmak (adam) öldürmekten daha büyük (bir günah)tır.
“Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmağa devam
ederler. Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse, işte onların bütün
yaptıkları dünya da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedi
kalacaklardır. 2/217

- Haram ayı, haram aya karşılıktır. Hürmetler, karşılıklıdır. Kim size saldırırsa,
onun saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah’tan korkun, bilin ki Allah
(günahlardan) korunanlarla beraberdir. 2/194
Görüldüğü gibi, kendilerine saldırılması halinde haram ay(lar)da dahi Müslümanlar
kendilerini savunmak için silah kullanabilirler. Bunun, Mekke’nin dışında veya içinde
olması arasında fark yoktur.

Mekke, Allah tarafından haram kılınmış bir şehirdir. Kur’an’dan mealen:

- (de ki) “Ben, bizzat kendisinin haram kıldığı bu şehrin Rabb’ına ibadet etmekle
emr olundum. Her şey O’na âittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emr olundum”.
27/91

Mekke’nin haram şehir olmasının manası, kendisine ait özel yasakların bulunmasından
dolayıdır. Örneğin, Hac zamanı yasakları ve müşriklerin, Mescid-i Harâm’a
yaklaştırılmaması ve Mekke’nin güven ve huzurunu bozacak olaylardan sakınılması
hususlarına dikkat edilmesi ile Mekke’yi saygın bir yer olarak kabul etme olayıdır. Yoksa
olay Mekke’nin otunu, dikenini koparmama veya Mekke’nin asayiş ve savunmasını boş
bırakma olayı değildir. Bir şehrin güvenliğini sağlamaya çalışacak silahlı zabıta kuvvetleri
yoksa, şehrin asayişini bozmaya kalkışacak silahlı kimseler cesaretlenip zarar vermeye
kalkışırlar.

467- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm” buyurdular
ki: “Mekke’de silah taşımak hiç kimseye helal değildir. (K.S. 4587 C.13 S.167 Akçağ,
alıntısı: Müslim, Hacc 449, (1356). )

Bu rivayet dikkate alındığında, amaçlarının Mekke’ye saygı göstermek olmayıp, Mekke’yi


199
hem iç asayiş bakımından, hem de dış dış güvenlik bakımından savunmasız bırakmak
olduğu kolayca anlaşılır.

Mekke için uydurdukları rivayetler gibi, Medine içinde rivayetler uydurmuşlardır. Şöyle
ki:

468- Asım-l Ahvel’den rivayet: “Enes b. Malik’e sorularak.


Resûlullah Medine’yi haram kıldı mı? diye sordum:
- Evet, o haramdır. Onun otu koparılmaz, bunu kim yaparsa Allah’ın, meleklerin ve bütün
insanların lâneti onun üzerinedir, cevâbını verdi.” (Müslim, 464/151 C.7 Sönmez Neşriyat.
)

Bu tür rivayetlerle, Medine’ye saygı maskesi altında, Medine halkına saldırıda


bulunmuşlardır. Kim bir beldede yıllarca yaşarda o beldeden hiç ot koparmamaya gücü
yeter, bu mümkün müdür? Hem otların kutsallığı olayı diye bir şey İslam dininde yoktur.
Bütün otlarda bir şehre süs veya fayda değildir, örneğin dikenlerde ottur ve çoğaldığında
tarıma zarar verebilecek bir sürü bitkilerde ottur, bir kimse bir asma bahçesi kurar da onun
bahçesini bellemez mi? Bunun gibi bahçelerden ayıklanması gereken bir çok ot vardır.
Diğer bir hususta, Medinelilerin vermiş oldukları büyük cihat dır. Bu mücahit sahabeler ve
Müslüman çocukları, Allah nezrinde, Medine nin bir parça otundan daha az değerli
midirler ki, bir parça ot kopardıklarında lanete uğramış olsunlar. Hem de öyle bir lanet ki,
Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetiyle lanetlenmek suretiyle lanetlenmek. Bu
da gösteriyor ki bu çeşit rivayetleri uydurmalarının amacı ot olmayıp, dolaylı yoldan
Medinelileri lanetlemektir, anlaşılan odur ki, Medinelilerin, Peygambere verdikleri destek
ve cihat gayretleri, rivayet uydurmacılarının pek hoşuna gitmemiş.

Medine konusunda uydurdukları örnekleri daha da çoğaltırsak:

469- .... Adiy b. Zeyd’den; demiştir ki: Resûlullah Sallallâhu aleyhi vesellem Medine’nin
her tarafından birer berid (12 mil)lik (bir bölgeyi) koru tayin etti. (Oranın) ağaçları
(yapraklarını düşürmek için) silkelenmez ve kesilmez. Ancak (zarûret miktarı yedirilmek
üzere) deve (sırtında) götürülen (yapraklar) müstesnâ. (Ebû Dâvud, K.el-Menâsik (11),
Bâb 95-96 S.31 C.8 H.2036 Şamil Yayınevi )

470- ... Hz. Ali’den (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a.) şu (Medine’nin harem
kılınması olayı hakkında (şöyle) buyurmuştur:
“-Yaş otu kesilmez, avı ürkütülmez, yitiği alınmaz. Ancak onu ilân edecek olan kimse
müstesnâ orada herhangi bir kimsenin savaş için silâh taşıması ve oradan ağaç kesmesi
uygun değildir. Ancak bir kimse (orada) devesini otlatabilir. (Ebû Dâvud, K.el-Menâsik
(11), Bâb 95-96 S.30 C.8 H.2035 Şamil Yayınevi )

Medinelilere saldırı ve onlara hayatı zorlaştırmak amacıyla uydurulmuş bu rivayetlerin aslı


yoktur.

471- İbnu Amr İbni’l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm” buyurdular ki: “Habeşliler sizi terkettikçe onları terkedin. Zira, Kâ’be’nin
hazinesini sadece zü’s-süveykateyn (ince bacaklı olan kimse) çıkaracaktır.” (K.S. 4595
C.13 S.174-175 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Melâhim 11,(4309). )
200

472- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm”
buyurdular ki:
“Kâbe’yi, Habeşlilerden bacakları ince bir adam tahrip edecektir.” (K.S. 4593 C.13 S.173-
174 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Hacc 49; Müslim, Fiten 57,(2909); Nesâi, Hacc 125,(5,216).
)

473- Buhari’nin İbnu Abbâs’tan kaydettiği diğer bir rivayete göre, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur: “Kâ’be’yi yıkacak olan o ayrık iri ayaklı,
güdük kafalı (koyu siyah) Habeşli’yi Kâ’be’nin taşlarını birer birer söker halde görür
gibiyim!” (K.S. 4594 C.13 S.174 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Hacc 49. )

Bu rivayetlerle, Kabe’nin altında hazine bulunduğunu ve bu hazine nedeniyle Kabe’yi ince


bacaklı iri ayaklı bir Habeşlinin yıkacağını rivayet etmişlerdir. Kabe’nin altında hazine
olduğu iddiası, Kabe’yi hedef göstermek için uydurulmuş bir saçmalıktan başka bir şey
değildir. Hem de öyle bir iddia ki, hazinenin, Kabe’nin içinde veya avlusunda olduğunu
iddia etmeyip, temelleri altında olduğunu rivayet etmişlerdir. Zira hazineyi çıkarmak için,
Habeşlinin Kabe’nin duvarlarını söktüğünü söylemeleri bunu göstermektedir. Hazine
iddiaları, Kabe’nin içi veya avlusu hakkında olsaydı duvarları yıkmadan da çıkarmak
mümkün olacaktı. Onlar ise, iddia ettikleri hazinenin çıkarılması için duvarları yıkmanın
gerekli olduğunu söylemekle, Kabe’nin temellerini hedef göstermişlerdir. Zira, Kabe’nin
mevcudiyeti onların hoşlanmadıkları bir olaydır.

Ayrıca, Kabe’nin asli yapısının değiştirilmesi yönünde de saldırıda bulunarak, şöylece


rivayetler uydurmuşlardır:

474- .......... Muhammed ibn Ebi Bekr’in oğlu Abdullah, Abdullah ibn Umer’e, Âişe’den
haber vermiştir: Peygamber’in zevcesi Âişe şöyle demiştir: Resûlullah (S), ben Âişe’ye
hitâben:
-”Kavmin Kureyş’in Kabe’yi binâ ederken, İbrâhim Peygamber’in koyduğu temellerden
bir kısmını terk ederek kısalttıklarını bilmez misin?” dedi.
Ben
- Yâ Rasûlullah! Sen Kabe’nin duvarlarını İbrâhim’in temelleri üzerine döndürmez misin?
dedim.
-”Kavminin zamânı kâfirlik devrine yakın olmasaydı, muhakkak ben Kabe’nin duvarlarını
İbrâhim’in temelleri üzerine yapardım” buyurdu.
Abdullah İbnu Umer: Vallâhi Âişe bu sözü muhakkak Rasûlullah’tan işitmiştir. -Ben
Rasûlullah’ın Hıcr’a yakın bulunan o iki Kabe köşesini istilamı terk ettiğini sanmam;
ancak şu var ki, herhâlde Beyt, İbrâhim’in temelleri üzere tamâm olmamıştır, demiş
(böylece Âişe’yi te’yid etmiş)tir. (Buhâri, Kitâbu’l-Hacc Bab 42 H.66 C.3 S.1498-1499
Ötüken. )

475- ............. Bize Eş’es, el-Esved ibn Yezid’ten tahdis etti ki, Âişe (R) şöyle demiştir:
Ben Peygamber’e İsmâil Hıcrı’nın duvarından sorup:
-Bu duvar Beyt’ten midir? dedim.
Rasûlullah:
- “Evet, duvar Beyt’tendir” buyurdu.
Ben yine:
201
- Kureyş için ne mâni’ vardı ki duvarı yâni Hıcr’ı Beyt’in içine katmadılar? dedim.
Rasûlullah (S):
- “Kavmin olan Kureyş’in bu Hıcr’ı, Ka'be’ye girdirmeye ve Ka'be içine katmaya bütçeleri
kısa gelip yetmedi” buyurdu.
-Ka'be’nin kapısı neden bu kadar yüksektir? diye sordum.
Rasûlullah:
- “Senin kavmin, dilediklerini Kabe’ye girdirmeleri, dilediklerini de girdirmekten men’
etmeleri için böyle yaptılar. Eğer kavmin Câhiliyet devrine yakın olmasaydı, Hıcr’ın
duvârını Beyt’e katmak ve Beyt’in kapısını yer seviyesine indirmek isterdim. Fakat duvarı
Beyt’e girdirmem ve Ka’be kapısını yer seviyesine indirmemden ötürü, onların
günüllerinin kırılmasından endişe ederim” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Hacc Bab 42 H.67
C.3 S.1499 Ötüken. )

Görüldüğü gibi, Ka'be’nin asıl temelleri üzerinde olmadığını ısrarla iddia ederek, yıktırılıp
asıl temelleri üzerine tekrar bina edilmesi gerektiğini tahdis etmişlerdir. Yıkım işine
insanları cesaretlendirmek için de, İbn Zubeyr’in Ka'be’nin duvarlarını yıkarak tadilat
yaptığını da rivayet ettiler. Şöyle ki:

476- ........... Bize Cerir ibn Hâzım tahdis edip şöyle dedi: Bize Yezid ibnu Rûman,
Urve’den; o da Âişe (R)’den tahdis etti ki, Peygamber (S), Âişe’ye hitâben şöyle
buyurmuştur:
- “Yâ Âişe! senin kavmin câhili yet devrine zamânca yakın olmasaydı, ben Beyt’in
yıkılmasını emrederdim; o da yıkılırdı. Sonra Beyt’ten dışarıda bırakılan Hıcr’ı, Beyt’e
katar ve kapısını da yere yapışık yapardım. Bir de Beyt’e biri şark tarafında, öbürü de garp
tarafında olmak üzere iki tâne kapı koydururdum. Bu sûretle de Beyt’i, İbrahim
Peygamber’in temeline ulaştırmış olurdum”.
Urve: İşte Abdullah ibn Zubeyr’i Beyt’i yıkmaya ve yeniden inşâya sevk eden sebep,
Âişe’nin haber verdiği Peygamber’in bu arzûsudur, demiştir.
Cerir ibn Hâzım dedi ki: Bana ibn Rûman:
- İbn Zubeyr, Beyt’i yıktığı ve yeniden binâ ettiği zamân, ben de hâzır bulundum. O,
Hıcr’dan bir miktarını Beyt’e katmıştı. Bu sırada ben İbrâhim Peygamber’in deve
hörgüçleri gibi olan temel taşlarını gördüm, dedi.
Cerir dedi ki: ben de Yezid’e:
- İbrâhim’in bu temellerinin yeri neresidir? diye sordum.
Yezid:
- (Gel!) Şimdi onu sana göstereyim, dedi.
Ben kendisiyle berâber Hıcr’e girdim. O bana:
- İşte şurasıdır, diye Hıcr’ın asli hudûdunun bulunduğu bir yer işâret edip gösterdi.
Cerir dedi ki: Ben Hıcr’den olan bu yerin altı zirâ, yâhud ona yakın miktar olduğunu takdir
ettim. (Buhâri, Kitâbu’l-Hacc Bab 42 H.69 C.3 S.1500-1501 Ötüken. )

Bu rivayetlerinin uydurma olduğu şöyle de anlaşıla bilir. 471, 472, 473 no.lu örneklerde
hazine için Kabe’yi bir Habeşlinin yıkacağını ifade etmişken, 476. Örnekte, Abdullah ibn
Zubeyr’in Kabe’yi yıkarak asli temelleri üzerine oturttuğunu ve temellerinin deve
hörgüçleri gibi taşlardan müteşekkil olduğunu iddia ettiler, hal böyle ise iddia ettikleri
hazine nerede? Ayrıca, madem ki Abdullah ibn Zubeyr, Kabe’yi yıkıp tekrar inşa ettiyse,
neden Kabe’yi rivayette bahsettikleri gibi Hıcr’ı tümüyle Kabe’ye katmadı ve biri garpta
biri şarkta olmak üzere kapılar yaptırıp, bu kapıları yer seviyesine, eski kapıyla birlikte
202
indirmedi?

Gerekli olması halinde Kabe’ye bakım ve imar işi yapılabilir, fakat Asli şeklini
değiştirmek uygun değildir.

477- Hz. Muâz İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
(bir gün)
“Beytu’l-Makdis’in imârı Yesrib’in harabıdır. Yesrib’in harâbı Melhemenin (savaşın)
çıkmasıdır. Melheme İstanbul’un fethidir, İstanbul’un fethi Deccâl’in çıkmasıdır!”
buyurdular. Sonra elini (Resûlullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani, Hz. Muâz’ın)
dizine vurdular ve:
“Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi”
buyurdular.”
Hz. Muâz burada kendisini kastetmektedir. (Yani aleyhissalâtu vesselâm’ın konuştuğu ve
dizine elini vurduğu kimse Muâz İbnu Cebel radıyallahu anh’tır.)” (K.S. 5048 C.14 S.345
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Melâhim 3, (4294). )

478- Hz. Enes radıyallahu anh dedi ki:”İstanbul’un fethi Kıyamet anında olacaktır.” (K.S.
5045 C.14 S.339 Akçağ, alıntısı:Tirmizi, Fiten 58,(2240). )

479- Abdullah İbnu Büsr radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Melheme (İstanbul) ile Medine’nin fethi arasında altı yıl vardır. Yedinci yılda da Mesih
Deccâl çıkar.” (K.S. 5049 C.14 S.345 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Melâhim 4, (4296);
İbnu Mâce, Fiten 35,(4093). )

Bu rivayetlere göre İstanbul’un fethi kıyamet zamanı vuku bulacaktır. Başka bir ifadeyle,
İstanbul kıyamete kadar fethedilmeyecektir. Asırlardan beri, İstanbul’un Türkler
tarafından fethedilmiş olduğu bir vakıa olup. Medine’nin ise hiç savaşsız, Müslümanlar
tarafından Peygamber zamanında İslam devlet merkezi olarak kullanıldığı tarihi bir
gerçektir. Aradan asırlar geçtiği halde Mesih Deccâl’in çıkmadığı da bir vakıadır. Bu
itibarla uydurmuş oldukları hadislerin saçma ve gerçek dışı olduğu fazla izaha ihtiyaç
göstermeyecek kadar açıktır.

RESİM VE SURET YAPMA KONUSUNDA UYDURDUKLARI HADİS


ÖRNEKLERİ

480- İbnu Abbasi (radıyallahu anhümâ)’ın anlattığına göre: “Kendisine bir adam gelip:
“Ben ressamım, şu resimleri yaptım. Bana bu hususta fetva ver!” dedi. İbnu Abbas adama:
“Bana yaklaş!” emretti, adam yaklaşınca: “Bana daha da yaklaş!” dedi. Adam yaklaştı.
İbnu Abbas elini başının üzerine koydu ve: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı
dinledim. Şöyle diyordu: “Bütün tasvirciler ateştedir. Allah ressamın yaptığı her bir resim
için bir nefis koyar ve bu ona cehennem de azap verir.” İbnu Abbas devamla dedi ki: “İlla
da resim yapacaksan ağaç yap, canı olmayan şeyin resmini yap.” (K.S. 2167 C.7 S.549-
550 Akçağ, alıntıları: Buhari, Büyû 104;Müslim,Libâs 99,(2110); Nesâi, Zinet 112,
(8,212,214). )
203
481- Ebû Ümame radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm’a bir kadın gelerek, kocasının gazvede olduğunu söyleyerek evine bir hurma
ağacı resmini yapmak için izin istedi. Aleyhissalâtu vesselâm kadını men etti veya
nefyetti.” (K.S. 7081 C.17 S.469 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 3652. )

482- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ben bir sehve mi -yani odasının içindeki
yüklüğümsü bir kısmını kastediyor- üzerinde resimler bulunan bir kumaşla örtmüştüm.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (eve) gelince onu söktü. Ben de ondan iki yastık
yaptım. Ben Aleyhissalâtu vesselâm’ı bunlardan birine yaslanmış olarak gördüm.” (K.S.
7082 C.17 S.469 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 3655. )

483-.......... Müminlerin anası Âişe (R) şöyle haber vermiştir: Kendisi, üstünde bir takım
resimler bulunan küçük bir yastık, bir şilte satın almıştı. Resûlullah (S) bunu görünce
kapının önünde dikildi de içeriye girmedi. (Âişe dedi ki:) Bu sırada ben O’nun yüzündeki
istemezliği sezip tanıdım. Ve:
- Yâ Rasûlullah! Ben Allah’a ve Resûlü’ne tevbe ederim. Ben ne günâhı işledim ki?
dedim.
- “Şu yastığın hâli nedir?” buyurdu.
Ben:
- Ben onu Sen üzerinde oturasın ve yaslanasın diye, Senin için satın aldım, dedim.
Rasûlullah:
- “Bu sûretlerin sâhipleri kıyâmet gününde muhakkak azâb edilirler. Ve bu kimselere:
Sûret verdiğiniz bu mahlûkları diriltiniz, denilir”. Ve yine Rasûlullah: “İçinde sûret
bulunan eve melekler girmez” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Buyu Bab 40 H.67 C.4 S.1947
Ötüken. )

<482> no.lu örnekte, resimli yastık yapılabileceği tahdis edilmişken, <483> no.lu örnekte
resimli yastık yapılamayacağının, böyle bir olayın günah olduğunun tahdis edilmesi bir
çelişkidir.
Ayrıca, İslam dininde günah hususunda ancak Allah’a tevbe edilir, Âişe’nin, Allah’a ve
Resûlüne tevbe ederim dediğini rivayet etmeleri bir iftiradır.

Resim konusunda uydurmuş oldukları rivayetlerden topluca birkaç örnek verip, Kur’an
ayetleriyle karşılaştırırsak, yalan rivayet uydurmakta ne kadar pervasızca davrandıkları
açıkça anlaşılmış olur. Şöyle ki:

484- (Yine) İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm” buyurdular ki: “Kim resim yaparsa, Allah onu Kıyamet günü, yaptığı resim
sebebiyle, onlara ruh üfleyinceye kadar azab eder. Hiçbir zaman da ruh üfleyici değildir.”
(K.S. 2168 C.7 S.550 Akçağ, alıntıları: Buhari, Ta’bir 45, Tirmizi, Libâs 19,(1751); Nesai,
Zinet 114,(8,215). )

485- Ebû Talha el-Ensâri (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Melekler içerisinde köpek ve timsaller bulunan eve girmezler.” (K.S. 2169
C.7 S.551 Akçağ, alıntıları: Buhari, Libâs 92,88, Bed’ü’l-Halk 6,14, Meğazi 11; Müslim,
Libâs 102,(2606); Ebû Dâvud, Libâs 48,(4155); Tirmizi, Edeb 44,(2805); Nesâi, Zinet
112,(8,212,213); İbnu Mâce, Libâs 44,(3649). )
204
486-............. Bana Amr İbnu’l-Hâris, Sâlim’den; o da babası Abdullah ibn
Umer’den tahdis etti; o şöyle demiştir: Cibril aleyhisselâm, Peygamber’in yanına inmeyi
va’d etmişti (inmedi; Peygamber sebebini sordu.) Cibril: Biz melekler, içinde (canlı
hayvana âid) sûret ve köpek bulunan eve girmeyiz, dedi. (Buhâri, Bed’i’l-Halk H.37 C.7
Bab.6 S.3040 Ötüken. )

487-.............. Bize Amr İbnu’l-Hâris haber verdi. Onu da Bukeyr ibnu’l-Eşecc tahdis
etmiştir. Ona da Busr ibn Said tahdis etmiştir. Busr ibn Said’in beraberinde, Peygamber’in
zevcesi Meymûne’nin himâyesinde bulunmuş olan Ubeydullah el-Havlâni bulunuyordu.
Râvi dedi ki: İşte bu ikisine Zeyd ibn Hâlid tahdis etti. Ona da Ebû Talha şöyle tahdis etti:
Peygamber (S): “Melekler, içinde sûret bulunan herhangi bir eve girmezler” buyurdu.
Sahâbi râvi Busr dedi ki: (Bu hadisi bana rivâyet ettikleri bir zamân sonra) Zeyd ibn Hâlid
hastalandı. Biz de ona hasta ziyaretine gittik. Eve girdiğimizde içeride, üzerinde birtakım
sûretler bulunan bir perde ile karşılaştık. Ben orada bulunan Ubeydullah el-Havlâni’ye:
- Bu Zeyd ibn Hâlid bize Peygamber’den tasvirler hakkındaki hadisi tahdis etmedi mi?
(Şimdi bu resimli perde ne oluyor?) dedim.
Ubeydullah bana;
- Zeyd ibn Hâlid bu hadisi Ebû Talha’dan bize naklederken, sonunda “İllâ fi sevbin (=
Elbisedeki nakış ve resim müstesnâdır)” demiştir; sen onu işitmedin mi? dedi.
Ben:
- Hayır işitmedim, dedim.
O da :
- Fakat sen o hadisi işittin, o bunu muhakkak zikretmiştir, dedi. (Buhâri, Kitâbu Bed’i’-
Halk H.36 C.7 Bab.6 S.3039-3040 Ötüken. )

Görüldüğü gibi, canlı resmi yapmanın yaratılışı taklit olduğu, bu tür resim yapanların,
yaptıkları resimlere ruh üflemeğe davet edilecekleri, dolayısıyla buna güç
yetiremeyeceklerinden ebediyen cehennemde azab görecekleri, ayrıca içerisinde köpek ve
resim bulunan eve meleklerin girmeyeceğini iddia etmelerine rağmen, canlı resminin
elbise üzerinde olmasının günah olmadığını tahdis etmeleri açık bir çelişkidir. Zira konu
eğer ki yaratılışı taklitse ve bu yasaksa, resim elbise üzerinde olmuş veya olmamış ne fark
eder? İnsan ve Hayvan resmi yapmanın haram olduğunu tahdis etmenin yanında, bitki
resimleri yapmanın serbest olduğunu tahdis etmeleri ilginç bir çelişkidir. Zira, yaratılış
açısından türlerinin değişik olmasından başka bir fark yoktur.

İslam dininde canlı resmi yapmak yasak olmayıp, resmin müstehcen olması veya ona
tapılması yasaktır. Bu konuda suçlu olan resim sanatı değil, insanların bozuk zihniyetidir,
insanlar yalnız resimlere ve heykellere tapmıyorlar, örneğin: Yıldızlara ve Güneşe de
tapıyorlar, o zaman tapmasınlar diye Yıldızları ve Güneşi yok etmek mi lazım bu mümkün
değildir, aynaya veya ayna türü bazı şeylere bakmakta bir nevi resim yapmaktır, aynaya
bakmayı sünnet kabul edenler aynada ki resimleri konusunda ne düşünüyorlar; Çağımızda,
Televizyona çıkıp Kur’an okuyan kimse konusunda düşünceleri nedir.

Ayrıca, resimden daha ileri bir tasvir teması olan heykellerle ilgili olarak, Kur’an’dan
örnek verecek olursam, resim konusundaki rivayetlerinin Kur’an’la uyuşmadığı açıkça
anlaşılır. Daha öncede belirttiğim gibi, Süleyman peygambere, cinler heykeller
yapıyorlardı ve bu şükredilmesi gereken güzel bir olay olarak Kur’an’da belirtilmiştir.
Kur’an’dan mealen:
205

- Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sâbit kazanlar
yaparlardı. “Ey Dâvud âilesi, şükredin!” kullarımdan şükreden azdır. 34/13

ŞİİR KONUSUNDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN ÖRNEKLER:

488- Übey İbnu Ka’b (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Şiirde hikmet vardır” (K.S. 2303 C.8 S.551 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Edeb
90; Ebû Dâvud, Edeb 95,(5010); Tirmizi, Edeb 69,(2847); İbnu Mâce, Edeb 41,(3755). )

489- Amr İbnu’ş-Şerrid, babasından (Şerrid’den naklen radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir
gün ben Resûlullah’ın bineğinin arkasına binmiştim. Bir ara bana:
“Hafızanda Ümeyye İbnu Ebi’s-Salt’ın şiirinden bir şeyler var mı?” diye sordu. Ben:
“Evet!” deyince:
“Söyle!” dedi, Ben kendisine bir beyt okudum. O yine:
“Devam et! dedi. Ben bir beyt daha okudum. O yine,
“Söyle!” emretti. Böylece kendisine yüz beyit okudum.” (K.S. 2307 C.8 S.186 Akçağ,
alıntısı: Müslim, Şiir 1,(2255). )

490- Bize Mûsa ibn İsmâil tahdis edip şöyle dedi: Bize Ebû Avâne, el-Esved ibn Kays’tan;
o da Cundub ibn Sufyân’dan tahdis etti ki, Resûlullah (S)’ın şehit olma yerlerinin birinde
ayak parmağı (yaralanıp) kanamış idi. Bunun üzerine Resûlullah:
“Hel enti illâ ısbaun demiti
Ve fi sebilillahi mâ lakıyti”
(= Sen ancak bir parmaksın ki kanadın
Allah yolundadır bütün de çattığın)
Recezini söyledi. (Buhâri, Kitâbu’l-Cihâd ve’s-Siyer H.18 C.6 S.2650 Bab 9 Ötüken. )

Yazmış olduğum üç rivayet örneğinde görüldüğü gibi, şiirde hikmet olduğunu, bizzat
peygamberin kendisine şiir okunmasını istediğini ve kendisinin de şiir okuduğunu tahdis
etmişlerdir. Bu iddialarına göre şiir okumak çok iyi bir şey olduğu gibi, şairlerde hikmetli
kimseler olmuş olurlar. Bu iddialarına rağmen, çelişkili olarak şu rivayetleri tahdis
etmekten çekinmemişlerdir:

491- Ebû Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)”


buyurdular ki: “Sizden birinin içine onu bozacak irin dolması, şiir dolmasından hayırlıdır.”
(K.S. 2305 C.8 S.183 Akçağ, alıntıları:Buhâri, Edeb 92; Müslim, Şiir 7,(2257); Ebû
Dâvud, Edeb 95,(5009); Tirmizi, Edeb 71,(2855). )

El-Hudri’den Müslim’in kaydettiği bir diğer rivayette şöyle denmiştir: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)” yürümekte iken karşısına şiir inşad eden bir şâir çıktı.
Efendimiz: “Şeytanı tutun” veya “Şeytanı yakalayın” diye emretti. (K.S. 2305, yukarıdaki
rivayetin ikinci paragrafı)

492-.......... Bize Hanzala Sâlim’den; o da İbn Umer (R)’den haber verdi ki, Peygamber
(S): “Birinizin içinin irinle dolması, muhakkak ki şiirle dolmasından hayırlıdır”
buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu’l-Edeb H.178 C.13 S.6118 Ötüken. )
206

Şiir ve şairleri hem öven, hem de kötüleyen rivayetler tahdis etmeleri bir çelişkidir.
Peygamberin şiir söylediğini, dolayısıyla şair olduğunu söylemeleri, putperestlerin yaptığı
bir iddiadır.

Şiir konusunda, Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz da. O (nun getirdiği),
sâdece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. 36/69

- Şairler(e gelince) onlara da azgınlar uyar. 26/224

- Görmüyor musun onları, (nasıl) her vâdide şaşkın şaşkın dolaşırlar? 26/225

- Ve onlar yapmadıkları şeyleri söylerler. 26/226

Bu itibarla uydurdukları rivayetlerin aslı yoktur.

AİLE VE TESETTÜR HAKKINDA UYDURDUKLARI RİVAYETLERDEN


ÖRNEKLER:

493- Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)” buyurdular ki: “Sizden biri cariyesini veya kölesini
veya ücretlisini evlendirdi mi, artık onun avretine bakmasın.” (K.S. 2680 C.8 S.522
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 37, (4113,4114). )

Bu rivayetlerine göre, cariye, köle veya ücretle çalıştırılan kimseler evlendirilmişlerse


avretlerine yani vücutlarının örtünmesi gereken gizli yerlerine bakılmaz, diğer bir ifadeyle
evlendirilmemişlerse bakılabilir manası çıkar. Bu duruma göre, cariyeler bir tarafa, erkek
köleler veya ücretle çalıştırılan erkeklerin durumunu ele alalım. Müslüman erkek ve
bayanların bu gibi kimselerin avret yerine bakamayacağı gibi, bunlarda Müslüman erkek
ve bayanların avret yerine bakamazlar. Zira başka bir rivayette Müslüman bayanların
köleleri karşısında baş örtüsüz durabileceklerini iddia etmişlerdir, şöyle ki:

494- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Fâtıma
radıyallahu anhâ’ya bir köle getirdi. Bunu ona hibe etmişti. Hz. Fâtıma’nın üzerinde (çok
uzun olmayan bir elbise vardı, elbiseyi başına çekecek olsa öbür ucu ayaklarına
ulaşmıyordu. Elbiseyle ayaklarını örtecek olsa üst ucu başına yetişmiyordu. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm, örtünme hususunda mâruz kaldığı sıkıntıyı görünce:
“Bu kıyafette olmanın sana bir mahzuru yok, zira, karşındakiler baban ve kölendir”
buyurdu. (K.S. 3437 C.10 S.230,231 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 35, (4106). )

Görüldüğü gibi, İslam dininde bayanların erkek köleleri yanında örtünmeye bileceklerini
iddia etmişlerdir. Böyle bir iddianın yalan ve iftira olduğuna dair Kur’an’dan örnek
verecek olursak, mealen:

- Müminlere söyle: “Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını


207
korusunlar. Bu (hareket) onlar için daha temiz (ve yararlı)dır. Şüphesiz Allah,
onların her yaptıklarını haber almaktadır. 24/30

Mümin kadınlara da söyle: “Gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar.


Süslerini göstermesinler. Ancak (elbise, yüzük gibi örtünmesinde güçlük bulunan)
kendilerinden görünenler hâriç. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar.
Süslerini kocaları veyâ erkek kardeşlerinin oğulları veyâ kız kardeşlerinin oğulları
veyâ Müslüman kadınları veyâ cariyeleri veyâ erkekliği kalmamış (iktidarsız,
şehvetsiz) erkeklerden tâbi’lerine (hizmetçi v.b.), ya da kadınların mahrem yerlerini
anlamayan çocuklardan başkasını göstermesinler. Gizledikleri süslerinin bilinmesi
için ayaklarını (yere) vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki
kurtuluşa eresiniz. 24/31

Görüldüğü gibi, mümin erkekler ve kadınlar harama bakamayacakları gibi, mümin


kadınların süslerini, bilezik v.s. Gibi. Erkeklikten düşmemiş kölelerine ve hizmetçilerine
gösteremeyecekleri açıktır. Bu itibarla rivayetleri, Kur’an’la çelişkili olup uydurmadırlar.

495- Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın
yanında idim. Yanında Meymune Bintu’l-Hâris radıyallahu anhâ da vardı. (Bu esnada)
İbnu Ümmi Mektum bize doğru geliyordu. -Bu vak’a, tesettürle emredilmemizden sonra
idi- ve yanımıza girdi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize:
“Ona karşı örtünün!” Emretti. Biz:
“Ey Allah’ın resulü! O, âma ve bizi görmeyen (ve varlığımızı tanımayan) bir kimse değil
mi?” dedik. Bunun üzerine:
“Siz de mi körlersiniz, siz onu görmüyor musunuz?” buyurdu.” (K.S. 3440 C.10 S.233
Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 37, (4112); Tirmizi, Edeb 29,(2779). )

Gözleri görmeyen bir kimseye karşı örtünmenin mantığı yoktur. Bu rivayeti tesettürle alay
etmek için uydurmuşlardır. Önceki rivayette Müslüman kadınlar kölesine karşı baş
örtüsünü örtmeye bilir diye rivayette bulunmuşlardı, bu rivayette gözleri görmeyen bir
Müslüman’a karşı örtünmeleri gerektiği yolunda rivayette bulunmaları açık bir çelişki
olduğu gibi, asıl maksatları kendilerince, tesettürle alay etmektir.

496- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ demiştir ki: “Bir erkek hanımına bir defada “Sen üç
talakla boşsun! Dese, bu bir talâk sayılır? (K.S. 3045 C.11 S.409 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Talâk 10,(2197).)

Bu rivayette, bir seferde kadını üç kere boşamanın bir boşama sayılacağını rivayet
etmişlerdir.

497-. ...a) Muhammed b. İyas’dan (rivayet olunduğuna göre); İbn Abbas İle Ebû Hüreyre
ve Abdullah b. Amr b. El-As’a; kocasının (daha cinsi münâsebette bulunmadan bir defada)
üç talakla boşadığı bir kız(ın durumun)dan sorulmuş da hepsi “O kız başkasıyla
evleninceye kadar ona helal olmaz.” diye cevap vermişler. .............. (Ebû Dâvud, K.et-
Talâk (13), Bâb 9-10 C.8 S.384 Şamil Yayınları)

498-.............. Ubeydullah şöyle demiştir: Bana el-Kaasım İbnu Muhammed Âişe(R)’den


şöyle tahdis etti: bir kimse karısını üç talak ile boşamış. Sonra kadın başka bir erkekle
208
evlenmiş. İkinci koca da (kadınla cimâ yapmadan) kadını boşamış. Bu ikinci koca
kadını boşadıktan sonra, kadını ilk kocasına varması helâl olur mu? Diye Peygamber’e
soruldu.
Peygamber (S) de:
- “İkinci erkek kadının balcığından, birinci erkeğin tatması gibi tatmadıkça helâl olmaz”
Buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Talâk H.9 C.11 S.5337 Ötüken. )

Bu rivayette, bir seferde üç talakla boşamanın üç boşama sayılacağını rivayet etmeleri.


Önceki rivayette, bir seferde üç talakla boşamanın bir boşama sayılacağı yolunda yapmış
oldukları tahdis çelişkilidir.

Bir kimse karısını bir seferde üç veya üç yüz kere boşasa bu ancak bir boşamadır. Zira
birinci talakla boşanmış olan kadını, diğer talaklarla boşamanın bir manası yoktur. Çünkü
birinci talakla boşanmış olan kadın artık kendisini boşamış olan kacasının nikahı altında
değildir ve zaten boş olanı boşamanın bir manası yoktur.

499- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Ey
Ali, dizini çıkarma, ne canlı, ne ölü, başkasının dizine de bakma” buyurdu. (K.S. 2681 C.8
S.523 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Cenâiz 32,(3140). )

500- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)”


uyluğu avret addetti.” (K.S. 2682 C.8 S.523 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Edep 40,(2798). )

Bu iki rivayette, erkekler için de diz, (baldır), uyluk avret olarak sayılmıştır. Buna rağmen,
Âişe ve Ümmü Süleym’e şu rivayeti yakıştırmışlardır:

501- Enes b. Mâlik’ten rivayet: “Uhud harbinde, Yemin olsun ki, Âişe binti Ebi Bekir ile
Ümmü Süleym’i paçalarını sıvamış halde gördüm. Baldırlarının bileziklerini görüyordum.
Su tulumlarını taşıyor, sonra gâzilerin ağızlarına boşaltıyorlardı. (Müslim, C.8 H.136/655
Sönmez Neşriyat. )

Bu rivayet, Âişe ve Ümmü Süleym’e yapılmış bir iftiradır.

502- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Cariyenin talakı iki talaktır, iddeti de -bir nüshada “kurû’u da” - iki hayız müddetidir.”
(K.S. 4070 C.11 S.442 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Talâk 6,(2189); Tirmizi, Talâk 7,
(1182); İbnu Mâce, Talâk 30,(2080). )

503- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ derdi ki: “Köle, hanımını iki talakla boşadı mı artık
kadın, başka bir kocaya var(ıp ondan boşan)madıkça ona haram olur. Bu kölenin hanımı
hür de olsa hüküm böyledir. Hür kadının iddeti üç hayız müddeti, köle kadının iddeti iki
hayız müddetidir.” (K.S. 4071 C.11 S.443 Akçağ, alıntısı: Muvattâ, Talâk 50,(2,574). )

Bu konuda, Hür veya Cariye kadınlar arasında Kur’an’da bir ayırım yapılmamıştır.
Kur’an’dan mealen:

- Boşanmış kadınlar, üç kur’(üç âdet veya üç temizlik süresi bekleyip) kendilerini


gözetirler (hâmile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer Allah’a ve âhiret gününe
209
inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri
(Karınlarında çocuk bulunduğunu saklamaları) kendilerine helâl olmaz. Kocaları da
bu arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler.
Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde
hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları), bir derece daha fazladır.
Allah azizdir, hakimdir. 2/228

Bu itibarla, uydurmuş oldukları rivayetler, Kur’an’a aykırı olup, asılsızdırlar. Üç temizlik


müddeti beklenmesi hamilelikle ilgilidir, bu konuda cariye ile hür kadın arasında fark
yoktur, zira yaratılış olarak aynıdırlar.

504- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Hangi kadın
velisinin izni olmaksızın nikahlanırsa onun nikâhı bâtıldır! buyurdular ve bunu üç kere
tekrar ettiler............. (K.S. 5652 C.16 S.5 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Nikâh 20,(2083);
Tirmizi, Nikâh 14,(1102). )

505- Yine Ebû Dâvud ve Tirmizi’de Ebû Musa radıyallahu anh’tan gelen bir rivayette: :
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Velisiz nikah yoktur!” demiştir.” (K.S. 5653 C.16
S.5 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Nikâh 14,(1101), Ebû Dâvud, Nikâh 20,(2085). )

Bu iki rivayette bir kadının evlene bilmesi için velisinden izin alması şart koşulmuştur.
Buna rağmen şu rivayeti çelişkili olarak tahdis ettiler:

506- Hz. İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Dul nefsine velisinden haktır. Bakireden nefsi hususunda izin alınır, onun izni
sükûtudur.” .” (K.S. 5656 C.16 S.8 Akçağ, alıntıları:Müslim, Nikâh 66,(1421); Tirmizi,
Nikâh 12,(1108); Ebû Dâvud, Nikâh 26,(2098); Nesâi, Nikâh 31,32,(6,84). )

Bu rivayette dulun velisinden izin almasına gerek olmadığını rivayet etmeleri bir
çelişkidir.

507- Hz. Semüre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)”


buyurdular ki:
“Hangi kadını, (seviyesi eşit) iki veli (iki ayrı şahsa) nikâhlamışsa, o kadın o iki veliden
önce davranana aittir. Kim iki kişiye bir şey satmışsa, o satılan şey birinci kimseye aittir.”
(K.S. 5654 C.16 S.7 Akçağ, alıntıları:Ebû Dâvud, Nikâh 22,(2088);Tirmizi, Nikâh 19,
(1110); Nesâi, Büyu’ 96,(7,314). )

Bu rivayete göre, evlendirilecek olan kadınlar tamamen velilerinin keyfi tercihlerine


bırakılmış olup, kendilerine hiçbir söz veya tercih hakkı verilmemiştir. Öyle ki, iki ayrı
veli tarafından iki ayrı şahsa kendilerinden habersiz nikahlarının yapılabileceği ve nikah
üstüne nikah yapılmış olduğundan da, ilk davranan yani ilk evlendirmeyi yapan velinin
tercihinin geçerli olacağını söylemişlerdir. Velilerin aynı zamanda ayrı ayrı nikah yaptırma
olasılığı ise belirsiz bırakılmaktadır. Erkek olsun, bayan olsun evlenecek olanların
tasvibinin olmadığı bir evlilik nasıl mümkün olabilir? Eğer bu şekilde bir zorlamayla
evlilik kurulmuşsa ne derece sağlıklı yürüyebilir.
İslam dininde, evliliğe ve aile kurmaya çok önem verilmiştir. Kur’an’da bu konuyla ilgili
210
çok ayet vardır. Tahdis etmiş oldukları rivayetin uydurma olduğuna delil olarak 4
Nisa 21 den örnek vermem yeterlidir. Kur’an’dan mealen:

- Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz ve birincisine büyük mal vermişseniz,
(onu boşadığınızda) ondan hiçbir şey almayın. İftira ederek, açık bir günaha girerek
(o ilk hanımı kötüleyerek) o verdiğiniz mehri geri alır mısınız? 4/20

- Nasıl alırsınız? Halbuki siz birbirinizle kaynaşmıştınız ve onlar sizden ağır söz
almışlardı. 4/21

Görüldüğü gibi, evlenecek olan bayanların evleneceği şahıstan, bizzat ağır (sağlam) söz
almaya hakları vardır. Bu da evlenecek bayanların evliliği onaylamalarını içermektedir.
Zira evlenmeyi kabul etmeye niyeti yoksa, damat adayını evlenme konusunda muhatap
kabul etmemesi yeterlidir.

Görüldüğü gibi tahdis etmiş oldukları rivayet Kur’an’a uygun olmayıp aslı yoktur.

508- Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Bir veya iki emme ile (süt kardeşliği) haramlığı hâsıl olmaz.” (K.S. 5673 C.16 S.30
Akçağ, alıntıları: Müslim, Radâ’ 17,(1450); Tirmizi, Radâ’ 3,(1150); Ebû Dâvud, Nikâh
19,(2063); Nesâi, Nikâh 51,(6,201). )

509- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Kur’an olarak inenler meyanında “Ma’lûm on
emme ile haram sabit olur” âyeti de vardı. Sonra (Rab Teâla) onları, malum beş emme ile
nesh etti. Bu (beş emme) âyetleri, Kur’an’ın okunan ayetleri arasında iken Aleyhissalâtu
vesselâm vefat etti.” (K.S. 5675 C.16 S.29-30 Akçağ, alıntıları: Müslim, Radâ’ 24,(1452);
Muvatta Radâ’ 17,(2,608); Ebû Dâvud, Nikâh 11,(2062); Tirmizi,Radâ’ 3,(1150); Nesâi,
Nikâh 51,(6,100). )

Tahdis etmiş oldukları bu rivayetlerde, bir iki kere süt emme ile süt kardeşliği
haramlığının hasıl olmayacağını, hatta bu hususta iki Kur’an ayetinin inmiş olduğunu, beş
emme şartı ihtiva eden Kur’an ayeti, Kur’an’ın okunan ayetleri arasında iken,
Peygamberin vefat ettiğini, başka bir ifade ile, Peygamberin vefatından sonra da bu ayetin
yürürlükte olduğunu tahdis ettiler. Böyle bir iddia bugün elde mevcut olan Kur’an’ın
muharref ve noksan olduğu manasındadır. Bu da Kur’an’ı apaçık inkar ve küfürdür.
İddialarının nesh veya unutturma olmadığına dair Kur’an’dan örnek verecek olursak,
mealen:

- Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyeti(n hükmünü) yürürlükten
kaldırmaz veyâ onu unutturmayız. Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu bilmedin
mi? 2/206

Burada bildirilen nüshalardan, nesh veya unutturma olayında, nesh edilen veya
unutturulan ayetin yerine muhakkak, ya daha hayırlısı veya benzerinin Allah tarafından
indirileceği olayına dikkat ettiğimizde. İddialarının bu hususlara uymadığını görürüz, zira
kendi iddialarına göre ayet ne nesh edilmiş nede unutturulmuştur ve Kur’an’ın içinde de
yer almamasına rağmen de Kur’an’ın ayeti olarak geçerlidir demektedirler. İddia ettikleri
bu ve bu gibi sözler Kur’an’ın noksan ve muharref olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise
211
İslam dinine göre apaçık küfürdür.

Diğer taraftan, uydurmuş oldukları başka hadis rivayetlerinde, bu iddialarıyla çelişkiye de


düşmüşlerdir, şöyle ki:

510- Hz. İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ demiştir ki: “İki yıl içerisindeki emme tek bir
emmeden ibaret de olsa bu, (evlenmeyi) haram kılar.” (K.S. 5676 C.16 S.33 Akçağ,
alıntısı: Muvatta Radâ’ 4,(2,602). )

511- İbrahim b. Ukbe der ki: Said b. Müseyyeb’den emmenin hükmünü sorduğumda Said:
“İki sene zarfında meydana gelen emme, bir damla da olsa nikâhı haram kılar. Ama iki
seneden sonra emme çocuğun yediği yemek hükmündedir. (Nikâhı haram kılmaz)” dedi.
Sonra Urve b. Zubeyr’e sordum o da Said b. Müseyyeb’in söylediğini tekrarladı. (İmam
Mâlik, Muvatta C.3 S.153 H.10 Süt emme Kitabı, Beyan Yayınları Eylül 1994 )

Görüldüğü gibi, iki sene zarfında, yani çocuk iki yaşını bitirmeden önce, bir damla dahi
süt emmişse, bu süt kardeşliği için yeterlidir diye rivayet ettiler. Hal böyle olunca, beş
emmeyi şart koşan rivayetleriyle çelişkiye düşmüş olurlar. İki seneden sonra vuku bulacak
emzirmeyle süt kardeşliği meydana gelmeyeceği iddialarına gelince daha önce vermiş
olduğum (Salim’in emzirilmesi rivayeti) örneğinde, adamların emzirilmesini dahi, süt
çocukluğu olur iddiasıyla helal gördüklerinden bahsetmiştim. (Bak, Müslim, Cilt 7
H.27/371 Sönmez Neşriyat; İbni Mace, Kitabü-n’Nikah H.1943 S.411-412 Kahraman
Yayınları. )

512-. ............ İbn Abbas (r.a.)’dan; demiştir ki: Adamın biri Peygamber (s.a.)’e gelip;
Benim eşim (kendisine uzanan) zinâkar (adamlar)ın elini geri çevirmiyor? dedi. (Hz.
Peygamber de):
“Onu boşa!” buyurdu.
Adam bu sefer;
- Nefsimin onun peşinden gitmesinden korkuyorum, dedi. (Resûl-i Ekrem Efendimiz de);
“Öyleyse ondan bir süre faydalan” buyurdu. (Ebû Dâvud, K.en-Nikâh (12).Bâb C.8 S.67
H.2049 Şamil Yayınevi, ayrıca: Nesâi, Nikâh 12, tâlâk 34. )

Bu rivayette, Peygambere karşı ağır bir iftirada bulunmuşlardır. Zira peygambere


danıştığını iddia ettikleri şahıs, iddia ettikleri gibi davranacak olsa iki husustan biri
meydana gelecektir. Birincisi eğer kadını boşayıp, ondan sonra da cinsel ilişkisini devam
ettirecek olursa zina etmiş olacaktır. İkincisi, eğer boşamayıp evliliğini devam ettirecek
olursa kadının zina etmesine mani olmadığından ve durumu da kabul etmiş olduğundan,
kadının zina etmesine göz yummuş olmakla deyyus durumuna düşmüş olacaktır.

Bu itibarla, Peygamberin bu şahsa zina kar kadından istifadeye devam etmesini önermesi
imkansız olduğu gibi, zina eden erkek veya kadın, Mümin erkek veya kadınla nikah akdi
yapamazlar. Dolayısıyla eş olarak bir arada bulunamazlar. Kur’an’dan mealen:

- Zina eden erkek zinâ eden veyâ puta tapan kadından başkasıyla evlenemez; zinâ eden
kadın da zinâ eden veyâ puta tapan erkekten başkasıyla evlenemez. Bu (tür evlenmek),
müminlere haram kılınmıştır. 24/3
212
Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.

513- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü dedim, ben genç bir
insanım, günahtan korkuyorum, evlenecek maddi imkân da bulamıyorum, hadımlaşayım
mı?” dedim : Aleyhissalâtu vesselâm bana cevap vermedi. Ben bir müddet sonra aynı şeyi
tekrar söyledim. Yine cevap vermedi. Sonra:
“Ey Ebu Hüreyre! Buyurdu. Senin karşılaşacağın şey hususunda artık kalem kurumuştur.
Bu durumda ister hadımlaş ister bırak.” (K.S. 5725 C.16 S.85 Akçağ, alıntıları:Buhâri,
Nikâh 8; Nesâi, Nikâh 4, (6,59). )

Çocukların sünnet edilmesi konusunu işlerken, sağlıklı beden üzerinde, saç, sakal, tırnak
v.s. Gibi hususlar dışında yapışacak kalıcı ve keyfi değişikliklerin yaratılışı değiştirme
manasına geleceği hususunda izahatta bulunmuştum. Hadım olayı da yaratılışı değiştirme
olayından başka bir şey değildir. Tarih boyunca, gerek insanlara gerekse hayvanlara
uygulanmış olan hadımlaştırma ve benzeri olaylar ile kısırlaştırma olayları yaratılışı
değiştirme işlemleri olduğu gibi aynı zamanda iğrenç olaylardır. Bu gibi olayları yapanlar
ve yaptıranlar insaf denen olayın kokusunu dahi almamış kimselerdirler.
Rivayette her ne kadar bir azarlama havası verilmişse de, hadım olayı sıradan bir olaymış
gibi gösterilmek istenmiştir. Rivayet uydurma olup, aslı yoktur.

514-. ......... Muhammed b. Ubeyd b. Ebi Salih, İlya’da ikamet ettiği sıralarda (şunları)
söylemiştir: (Bir gün) Adiy b. Adiyyi’l-Kindi ile birlikte (yolculuğa) çıkmıştım. Nihâyet
Mekke’ye varınca (Adiyy) beni Safiyye bint Şeybe’ye gönderdi. (Safiyye) Âişe’den (pek
çok hadis) öğretmişti. (Yanına vardığımız zaman Safiyye bana şunları) söyledi: “Ben
Âişe’yi “Rasûlullah (s.a.)’in;
“Öfke (veya zorlama) hâlinde ne boşama olabilir ne de (köle veya câriyeyi) âzâd etmek.”
dediğini duydum.” derken işittim.
Ebû Dâvud dedi ki: “Öyle zannediyorum ki el-ğılâk öfke demektir. (Ebû Dâvud, K.et-
Talak (13).Bâb C.8 S.370 H.2193 Şamil Yayınevi. Ayrıca: İbn Mace, talak 16. )

515-. ......... Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre:Resûlullah Sallallâhu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur; “üç şeyin ciddisi de, şakası da ciddidir. Nikâh, talak, rec’â.
(Ebû Dâvud, K.et-Talak (13).Bâb 9 C.8 S.373 H.2194 Şamil Yayınevi. Ayrıca, Tirmizi
talak 9; İbn Mâce,mukaddime 7, talak 13. )

Birinci rivayette öfke halinde boşama olamayacağını tahdis etmelerine rağmen, ikinci
rivayette şakadan dahi olsa boşamanın yapılması halinde, gerçek manada gerçekleşmiş
olacağının rivayet edilmesi bir çelişkidir. Şakayla yapılan boşama, ciddi boşama sayılır
demeleri de bir uydurmadır. Zira İslam dininde değil şakadan boşamaların, kasıtsız
yeminlerde dahi sorumluluk yoktur, şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Allah sizi, yaptığınız kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin


kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Allah bağışlayan
halimdir. 2/225

516- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlul


213
lah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Şu nikâhı ilan edin ve davul (tef) da
döğün.” (K.S. 6586 C.17 S.202 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1895. )

517- Mücahid merhum anlatıyor: “Ben İbnu Ömer radıyallahu anhüma ile beraberdim.
Derken bir davul (darbuka) sesi işitti. Derhal iki parmağını iki kulağına soktu ve oradan
(hızla) uzaklaştı. Bunu üç kere yaptı. Sonra: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da böyle
yapmıştı” dedi.” (K.S. 6589 C.17 S.203 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1901. )

Bir rivayette, düğünlerde (davul) tef çalınması gerektiği rivayet edilmişken, diğer
rivayette, davul veya darbuka sesinin nefret edilecek bir şey olarak tahdis edilmesi bir
çelişki ve asılsız bir iddiadır, zira üçü de aynı menşeden çalgılardırlar.

518- A’rac Ebu Hüreyre radıyallahu anh’tan naklen anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm diyor ki: “En şerli yemek, sâdece zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı
yemektir. Kim de dâvete icabet etmez, yemeğe gelmezse, Allah ve Resûlüne âsi olmuştur.
(K.S. 3967 C.11 S.207 Akçağ, alıntıları:Buhâri, Nikâh 72; Müslim, Nikah 107-110,(1432);
Ebû Dâvud, Et’ime 1,(3742). )

Bir kimsenin çağrıldığı yemek davetine gitmemek için bir çok geçerli mazereti olabilir,
örneğin sağlık durumu uygun olmayabilir, bir yakını hasta olmuş olabilir, bir işi olmuş
olabilir v.s. Buna rağmen yemek ziyafetine çağrılıp ta gitmeyen kimsenin Allah’a ve
Resûlüne asi olarak sayılması ağır bir suçlama ve asılsız bir iddiadır.

519-. ... Câbir b. Abdullah (r.a.)’den; demiştir ki:Resûlullah (s.a.)


“- Biriniz bir kadına dünürlük yaptığı zaman kendisini o kadınla evlenmeye sevk eden
organlara bakmaya imkân buluyorsa, bunu yapsın-”
(Câbir) dedi ki: “ben bir câriyeyle evlenmek istedim, bunun üzerine (onun haberi olmadan
görebilmek için) onu gizli gizli gözetlemeye başladım. Nihayet beni kendisiyle evlenmeye
sevk eden (organlar)ını gördüm de onunla evlendim. (Ebû Dâvud, K.en-Nikâh (12), Bâb
17-18 C.8 S.148 Şamil Yayınları. )

Görüldüğü gibi, evlenmek isteyen bir kimsenin evlenmeyi düşündüğü kadının, eğer imkan
buluyorsa en gizli yerlerine bakabileceği, hatta böyle bir davranışın kadının haberi
olmadan gizlice yapılabileceğini tahdis etmişlerdir. Röntgenciliği meşru kabul eden bu
iddiaya göre bir kimse niyetim evlenmedir deyip bekar olan, nikahlanabileceği bütün
kadın ve kızlara meşru olarak bakabilir. Bu iddia Peygamber üzerine uydurulmuş bir iftira
olduğu gibi, çeşitli fitnelere sebep olabilecek ve Müslümanlara saldırı amacıyla
uydurulmuş asılsız bir iddiadır.

520-. .......... Câbir (r.a.)’den rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) (ansızın) bir kadın
görmüş, bunun üzerine Zeyneb bint Cahş’ınyanına girip onunla ihtiyacını gidermiş, sonra
ashabının yanına çıkıp onlara; “Kadın, şeytan kılığında (bir erkeğin) karşısına çıkabilir
kim böyle bir şeyle karşılaşırsa, hemen ailesine gelsin (ve onunla cinsi münâsebette
bulunsun) çünkü bu (şekilde hareket, kadınlara yönelik) içindeki(his)leri zayıflatır.”
buyurmuş. . (Ebû Dâvud, K.en-Nikâh (12), Bâb 42-43 Şamil Yayınları, ayrıca: Müslim,
nikâh 9; Tirmizi, redâ’ 9. )

Bu iddialar, Peygamberin aile hayatı konusunda saygısızca uydurulmuş ifadeler içerdiği


214
gibi, bu iddialarına göre örneğin bir çarşıdan geçen tahrik edici bir kadın o
çarşıyı tatil edebilir. Ayrıca bir çok dramatik sahnelerin çıkmasına da sebeb olur. Şöyle ki,
evli olup ta bir iş yerini çalıştıran baba ve oğulların, dükkanlarına alışveriş için gelen
tahrik edici bir kadın nedeniyle, baba ve oğulların dükkanlarını kapatıp eşleriyle cinsi
münasebet yapmak üzere birlikte güpegündüz evlerine gitmeleri gibi v.s. Bu rivayette,
önceki rivayet gibi Müslümanlara saldırı amacıyla uydurulmuş aslı olmayan bir
saçmalıktır. Dünya evlilerden müteşekkil değil, bekarlar da vardır. Yetişkin bekarların bu
durum karşısında ne yapmaları gerektiği sorulmaya değer. Eğer bekar kimselerin
sabretmeleri gerektiği iddia edilirse ki, bu yıllarca da sürebilir. Evli kimselerin geceyi
beklemek üzere birkaç saat sabretmelerine mani olan şey nedir? Aynı şekilde, evli bir
bayan, iddia ettikleri tahrik edici kadın konumunda bir erkek görecek olsa, kocasını
gündüz vakti aramak üzere yollara düşmeli midir? Uydurdukları hakaret içerikli
rivayetlerden dolayı, eleştirilerimde bu tür ifadeler kullanmak zorunda kaldığımdan dolayı
okuyucudan özür dilerim.

521- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cünüp


olmadıkça her halimizde bize Kur’an okutup talim ederdi. (K.S. 3771 C.10 S.548 Akçağ,
alıntıları 3772 no.lu rivayetle bağlantılı, şöyle ki: )

522- Nesâi’nin bir başka rivayetinde şöyle gelmiştir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
helâdan çıkınca Kur’an okur, bizimle et yerdi. Cenabet halinden başka hiçbir şey O’nun la
Kur’an arasına perde olmazdı.” (K.S. 3772 C.10 S.548 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud,
Tâharet 91,(229); Tirmizi, Tahâret 111,(146); Nesâi, Tahâret 171,(1,144). )

Bu iki rivayette cenabetli olan kimsenin Kur’an okuyamayacağını tahdis etmişlerdir. Buna
rağmen şöylece rivayette bulundular:

523- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre, o cünüp kimsenin
Kur’an okumasında bir beis görmezdi.” (K.S. 3773 C.10 S.550 Akçağ, alıntısı: Buhâri,
(Hayz 7).)

524-............. Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ben cünüp iken Rasûlullah (S) benimle
karşılaştı ve elimi tuttu. Böylece kendisiyle birlikte yürüdüm. Nihâyet oturdu. Ben hemen
savuştum da barındığım yere geldim, yıkandım. Sonra geldi. O hâlâ oturuyordu. “Sen
nerede idin yâ Ebâ Hırr?” dedi. Ben de kendisine (yaptığım işleri) söyledim. Bunun
üzerine: “Suphanallah! Yâ Ebâ Hırr, mü’min murdâr olmaz” buyurdu. (Buhâri Kitâbu’l-
Gusl H.36 Bâb 24 S.390 C.1 Ötüken. )

Bu iki rivayette, cenabetlinin Kur’an okuyabileceğini ve Mümin cenabetli olsa dahi


murdar olmadığını tahdis etmeleri evvelki iki rivayetle çelişkilidir.

525-.......... Bize Mâlik, Ebû’z-Zinâd’dan; o da el-A’rec’den; o da Ebû Hureyre (R)’den


olmak üzere haber verdi ki, Rasûlullah (S): “Bir kadınla onun halası, yine böyle bir
kadınla onun teyzesi birlikte nikâh olunmaz” buyurmuştur. (Buhari, Kitâbul’n-Nikâh Bâb
28 C.11 S.5205 H.46 Ötüken. )

Bir kadının, teyzesi veya halasıyla birlikte nikahlanamayacağını, keza (daha önce
belirttiğim gibi) süt haramlığının nesep haramlığıyla aynı şey olduğunu tahdis ettiler.
215
Böyle bir iddia ise Kur’an’a aykırıdır. Bu hususta örnek verecek olursak, Kur’an’dan
mealen:

- Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kardeşleriniz,


halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt
kardeşleriniz, karılarınızın anaları , birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde
bulunan üvey kızlarınız, eğer onlarla henüz birleşmemişseniz (kızlarını almaktan
ötürü) üzerinize bir günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve
iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayan çok merhamet edendir. 4/23

Görüldüğü gibi, iki kız kardeşle bir nikah altında evlenilmesi yasaklanmış olup, hala teyze
konusunda herhangi bir yasak getirilmemiştir, bu itibarla rivayet uydurma olup, aslı
yoktur.

526- Hz. Ebû Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki:
“Kişi, önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan namaz kılarsa; (önünden geçtiği
takdirde) siyah köpek, kadın, eşek namazı bozar...”
Ebû Zerr’e dendi ki:
“Siyahın kırmızıdan, beyazdan farkı nedir?” Şu cevabı verdi:
“Ey kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a sorduğum
şeyi sordun. Efendimiz:
“Siyah köpek şeytandır” buyurmuştu.” .” (K.S. 2743 C.9 S.39 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Sâlat 265,(510); Ebû Dâvud, Salât 110,(702); Tirmizi, Salât 253,(338), Nesâi, Kıble 7,
(2,63); İbnu Mâce, İkâmetu’s-Salât 38,(952). )

Sütresiz namaz kılanın önünden, siyah köpek, kadın ve eşek geçmesi halinde, namaz
kılanın namazının bozulacağını, siyah köpeğin şeytan olduğunu, dolayısıyla, kadınlarla
eşeklerinde şeytan olduklarını iddia ettiler. Başka bir ifadeyle, sütresiz (maniasız, yani
namaz kılınan yerin önüne tümsek gibi bir şey konmaması durumunda) namaz kılanın
önünden Ebû Cehil veya Firavun geçse o şahsın namazının bozulmayacağını. Fakat,
Mümin olan karısı geçse veya Mümin olan kızı geçse namazının bozulacağını, zira
kadınların bizzat şeytan olduklarını iddia ve tahdis etmeleri, İslam dininde kabul edilir bir
durum olmadığı gibi, kadınlara ağır bir hakaret teşkil etmektedir. İslam maskesi altında
kadınlara bu şekilde saldırmalarının nedeni, onları İslam dininden soğutmak içindir. Bu
rivayetten başka daha bir çok rivayette, bu tür iddialarda bulunmuşlardır, Örneğin:

527- Usâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) buyurdular ki: “(Mirâç sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya
girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân
sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe girmeye emr olunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus
idiler. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin büyük çoğunluğu da
kadınlardı.” (K.S. 2075 C.7 S.449 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Rikak 51, Müslim, Zühd 93,
(2736). )

528- Mutarrıf İbnu Abdillah’ın anlattığına göre, bu zatın iki hanımı vardı. Bunlardan
birinin yanından çıkmıştı. Geri dönünce, hanımı: “Falan hanımın yanından geliyor
216
olmalısın!” dedi. Mutarrıf: “Hayır, dedi İmrân İbnu Husayn’ın yanından geliyorum.
O bana Rasûlullah’ın şu sözünü nakletti:
“Cennet sakinlerinin en azı kadınlardır.” (K.S. 3309 C.10 S.98 Akçağ, alıntısı: Müslim,
Zikir 95,(2738). )

Kadınları esas itibariyle, Cennete değil de, Cehenneme layık görmelerinin yanında, ayrıca
kadınların uğursuz olduğuna dair rivayet uydurdular, şöyle ki:

529- Salim’in babası (Abdullah İbnu Ömer) radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve
evdedir.”............ (K.S. 6617 C.17 S.218 Akçağ, alıntısı:İbnû Mâce 1995. )

At, kadın ve evi uğursuz saydıkları bu rivayetin, diğer rivayetleri gibi aslı yoktur. Allah,
Kur’an’da eşler arasında uğursuzluk koyduğunu belirtmemiş. Sevgi ve merhamet
koyduğunu belirtmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- O’nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden
eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen
bir toplum için ibretler vardır. 30/21

Mut’a nikahı konusunda da bir takım rivayetler uydurmuşlardır, bu rivayetlerinden


örnekler verip aralarında ki çelişkiyi belirtmekle yetineceğim. Bu konuda ki geniş
tenkidimi bu kitabın devamı olan ikinci kitabım da, bu günde mut’a nikahını geçerli kabul
eden İmâmiyye Şiası konusunu işlerken belirttim.

Mut’a nikahı, belirlenen ücret karşılığında, belirlenen müddet için yapılan geçici nikahtır.
İslam dininde bu çeşit nikah şekli yoktur.

530- Seleme İbnu’l-Ekvâ radıyallahu anh anlatıyor:“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm,


Evtas gazvesi yılında Mut’a ya ruhsat verdi, sonra da onu yasakladı.” (K.S. 5646 C.15
S.535 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Nikâh 31,(talik olarak); Müslim, Nikâh 18,(1405). )

531- Muhammed İbnu’l_ Hanefiyye anlatıyor: “Hz. Ali, İbnu Abbâs radıyallahu anhüm’e
dedi ki::“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Hayber gazvesi günü kadınlarla Mut’a yı, ehli
eşek etlerinin yenmesini haram kıldı.” (K.S. 5648 C.15 S.536 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Megazi 38, Nikâh 31, Zebâih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikâh 29,(1407); Tirmizi, Nikâh 28,
(1121); Nesâi, Nikâh 71,(6,125,126). )

Her iki rivayette mut’a nikahının bizzat peygamber tarafından yasaklandığını rivayet
etmişlerdir. Buna rağmen çelişkili olarak şöylece rivayette bulundular:

532- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor::“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve Hz. Ebû
Bekr radıyallahu anh zamanında bir avuç hurma ve un mukabilinde birkaç gün boyu
devam eden mut’a nikâhı yapardık. Bu hal, Hz. Ömer radıyallahu anh’ın Amr İbnu Hureys
hâdisesi vesilesiyle Mut’a yı yasaklamasına kadar devam etti. (K.S. 5649 C.15 S.536
Akçağ, alıntısı: Müslim, Nikâh 16,(1405). )

Bu rivayette, mut’a nikahının Ömer zamanında yasaklandığının tahdis edilmesi açık bir
217
çelişkidir. Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

533... Yezid İbn Hürmüz’den demiştir ki:


Necdetü’l-Harûri, İbn Abbas’a (bir mektup) yazarak ona “Kadınlar Resûlullah (s.a)’le
birlikte savaşa katılırlar mıydı? Resûlullah (s.a.) onlara (ganimetten) bir pay ayırır mıydı?”
diye sordu. (Yezid b. Hürmüz rivayetine devam ederek şunları) söyledi: İbn Abbas’ın
Necdet’e (gönderdiği) mektubunu ben (bizzat kendi ellerimle ve şu şekilde) yazdım:”
Kadınlar da Resûlullah (s.a.)’la birlikte savaşa katılırlardı. (Ganimetlerden) pay (ayırmaç)a
gelince (işte bu) yoktu, fakat anlara razh verilirdi. (Ebû Dâvûd K.el-Cihâd (15), Bâb (4)
H.2728 C.10 S.339 Şamil )

Bu rivayette kadınlara ganimetten bir pay verilmediğini ancak harçlık şeklinde bir miktar
mal verildiğini tahdis ettiler.

534-......... Haşrec b. Ziyad’ın baba annesi (Ümmü Ziyad el-Eşçiyye)nden demiştir ki;
kendisi Resûlullah (s.a.) ile birlikte (Hayber savaşına katılan) altı kadının altıncısı olarak
Hayber savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine) şöyle devam etti: Bizim de
erkeklerle birlikte savaşa çıktığımız haber olarak Resûlullah (s.a.)’e erişince bize (emir)
gönderip (yanına çağırdı) Biz de (emre uyup huzuruna) vardık. Kendisinde öfke
(alametleri) gördük. (Bu savaşa)
-”Kiminle ve kimin izniyle çıktınız?” dedi. Biz de “Ey Allah’ın Resûlü), biz yün eğirerek
(savaşa) çıktık. Bununla Allah yolunda hizmet edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda yaraları
(tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var. (ganimetlerden) hisse alırız (halka buğday ve
arpadan yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz” dedik. (bu hadisi Hz. Ümmü Ziyad’dan
naklen Haşrec, sözlerine devam ederek şunları) söyledi (Bu konuşmadan sonra) “Kadınlar
kalktılar” (gittiler, Hz. Ümmü Ziyad sözlerine devam ederek bana) “Allah, peygamberine
Hayber’i(n kapılarını) açınca bize de çekekler gibi (ganimetten) pay verdi.” dedi. Ben de
ona: “Ey nineciğim (Hz. Peygamberin size verdiği) bu şey ne idi?” dedim. “Hurma” (idi)
diye cevap verdi. (Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 141 C.10 H.2729 S.340 Şamil )

Bu rivayette ise, kadınların da erkekler gibi ganimetten pay aldıklarını tahdis etmeleri,
evvel ki rivayetle çelişkilidir.

FAL VE GAYB İLE İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

535- Mu’âviye İbnu’l-Hakem es-Sülemi (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz kılıyordum. Derken cemaatten
bir şahıs hapşırdı. Ben:
“Yerhamükallah dedim. Cemaattekiler bana bed bed baktılar. Bunun üzerine (kızıp):
“Vay başıma gelen, niye bana böyle bakıyorsunuz?” dedim. Bu sefer ellerini dizlerine
vurarak beni susturmak istediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazı bitirince
(bana iyi davrandı), annem babam O’na fedâ olsun, ben O’ndan, ne önce ne de sonra,
ondan daha iyi öğreten bir muallim görmedim. Allah’a yemin olsun O beni ne azarladı, ne
dövdü, ne de betimi yaktı; sadece:
“Namaz da insan kelamından (dünyevi) bir söz münasip değildir, ona uygun olan söz,
tesbih, tekbir ve Kur’an kıraatidir!” dedi. Ben:
“Ey Allah’ın Resûlü, dedim, ben câhiliyeden daha yeni çıkmış birisiyim. Allah bize
218
İslâm’ı lütfetti ama bizde öyleleri var ki, hâlâ kâhinlere geliyorlar, (bu hususta ne
tavsiye edersiniz?)” dedim.
“Sen onlara gitme!” buyurdu. Ben tekrar:
“Bizde (kuşun uçuşuna vs.ye bakarak) uğursuzluk çıkaranlar da var?” dedim. Cevaben:
“Bu (uğursuzluk zannı) kalplerinde mevcut olan bir (kuruntu)dur. Sakın onları (gayelerine
gitmekten) alıkoymasın!” dedi. Ben:
“Bizde, kuma hatlar çizerek fala bakanlar da var?” dedim. Şu açıklamayı yaptı:
“Peygamberlerden biri de (kuma) çizgi çizerdi. Kim çizgisini onun çizgisine uygun
düşürürse isabet eder!” buyurdu.............. (K.S. 2710 C.9 S.6 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Mesâcid 33,(537); Ebû Dâvud, Salât 171,(930,931); Nesâi Sev 20,(3,14,18). )

Görüldüğü gibi, tahdis etmiş oldukları rivayette kuşların uçuşundan mana çıkarmak,
kahine yani falcıya gitmek yasaklanmışken, kişinin kum falı açmak suretiyle, kendisi için
veya başkaları için kahinlik yapmasına ruhsat vermişlerdir. Hem de bu öyle bir ruhsat
veriş ki, güya bir peygamber de kum falı yapıyor muşta kimin çizgisi onun çizgisine
uygun düşerse imiş o şahıs isabet edecekmiş. Bur da kuma çizgi çizip fal açıyor diye iddia
ettikleri peygamber ise peygamberimiz Muhammed’dir, zira bulunduğu çağda onunla
birlikte yaşayan başka peygamber yoktur. Bu ise peygambere büyük bir iftiradır. Ayrıca
bu durum ise, İslam dininde yasak olan bir hususa tenkit yöneltip, aynı hususu başka bir
yoldan yutturma çabasıdır. Böyle bir yutturmanın şeytani bir tuzak olduğu açıktır.
Kahinlik veya falcılık gaybı görme veya bilme iddiasıdır. Bu ise Kur’an’a uymayan bir
husustur. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- De ki: “Size va’dedilen şey yakın mıdır, yoksa Rab’im onun için uzun bir süre mi
koyacaktır bilmiyorum.” 72/25

- O, gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez. 72/26

- Ancak (görmelerine) razı olduğu resûllere gösterir. Çünkü O, (gaybı görmelerine


razı olduğu resûllerin) önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar. 72/27

- (Böyle yapar) ki onların, Rab’lerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını


bilsin. Ve (Allah), onların yanında bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır, her şeyi
bir bir saymıştır. 72/28

Bu ayet meallerinden anlaşılacağı gibi, Allah gaybına kimseyi muttali kılmaz, ancak
görmelerine razı olduğu resûllere gösterir. Ve bu gösterme olayı da gaybın tamamıyla
ilgili değildir. Örneğin: Gayb bilgilerinden olan kıyametin saatini resûllerde bilemezler.
Kur’an’dan mealen:

- İnsanlar sana (kıyametin) zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah’ın


yanındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır. 33/63

Gaybı görmenin manası kumda çizgiler çizmek olmadığı gibi, gaybı bildiğini iddia eden
bir şahıs aynı zamanda resûllükte iddia etmiş olmaktadır. Bir insanın herhangi bir surette,
kahinlik v.s. gibi hususlar dahil olmak üzere gaybı gördüğünü iddia etmesi, Resûllük iddia
etmesi ile eş anlamlıdır.
Bu itibarla peygamberin şahıslara gidin kum falı açarak gayb ten haber verin demesi
219
imkansızdır. Böyle bir durum her kum falı açanı resûl kabul etmesi manasına gelir ki
bu saçma ve İslam dininde yeri olmayan bir iddiadır.
Rivayetin uydurma olduğu şu şekilde de anlaşıla bilir. Güya cemaatle namaz kılınırken
hapşıran kişiye, Yerhamükallah diyen şahsa cemaat bed bed bakmış ve onu susturmak için
de ellerini dizlerine vurmaya başlamışlar. Bu durumun ola bilmesi için namaz kılan
cemaatin namazdayken bir birlerinin yüzünü görmeleri gerekir. Cemaatle namaz kılan
şahıslar ise namazdayken bir birlerinin yüzünü veya bakışlarını göremezler, bu iddiaları ve
erkeklerin ellerini dizlerine vurarak el çırptıkları iddiası şu rivayetleriyle de çelişkilidir:

536- Ebû Hüreyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Tesbih erkeklere, el çırpma kadınlara mahsustur.” (K.S. 2721 C.9 S.21
Akçağ, alıntıları: Buhari, Amel fi’s-Salât 5; Müslim, Salât 106,(422); Ebû Dâvud, Salât
173,(939); Nesâi, Sehv 16,(3,11-12). )

537- İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm namazda
(ihtiyaç halinde), kadınların ellerini çırpmasına, erkeklerin de “sübhanallah!” demesine
ruhsat tanıdı.” (K.S. 6298 C.17 S.45 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1036. )

538- Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın zevce’i pâklerinden Ümmü Seleme Bintü Ebi
Ümeyye radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm zamanında
insanlar namaza durdukları vakit hiç kimsenin nazarı (bakışı) ayaklarını bastığı yerden
ileri geçmezdi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm vefat edince insanlar namaza durunca
hiçbirisinin nazarı (bakışı) alnını koyduğu yerden ileri geçmezdi. Sonra Hz. Ebû Bekr
vefat etti, Hz. Ömer devri geldi. Bu devirde insanların nazarı kıbleden dışarı çıkmazdı. Hz.
Osman halife olunca fitne başladı, insanlar sağa sola bakmaya başladı.” (K.S. 6506 C.17
S.156 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1034. )

Bu rivayete göre, peygamber zamanında namaz kılan bir kimse, başka bir kimsenin
görmüyor ve evvelki rivayetlerde de erkeklerin namazda el çırpmadıklarını söylemeleri
tahdis etmiş oldukları rivayetle çelişkilidir.

Amaçlarının falcılığı teşvik etmek olduğunu şu rivayetlerinden anlamak mümkündür:

539-......... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S):


-”(İslâm’da) tıyere (yaramaz, uğursuz fal) yoktur. Tıyere nin hayırlısı faldır” buyurdu.
Bir Sahâbi:
- Fal nedir yâ Rasûlullah? dedi.
Rasûlullah:
- “Herhangi birinizin işiteceği sâlih kelimedir (yâni iyi bir sözdür)” buyurdu. (Buhâri
Kitâbu’t-Tıbb H.70 S.5777 C.12 44 Fal Bâbı Ötüken.)

540-........... Bize Hişâm ed-Destevâi, Katâde’den; o da Enes(R)’ten tahdis etti ki,


Peygamber (S): “İslâm’da advâ ve tüyere inancı yoktur. İyi ve güzel kelime olan fal,
benim hoşuma gider” buyurmuştur. (Buhâri Kitâbu’t-Tıbb H.71 S.5778 C.12 44 Fal Bâbı
Ötüken.)

Peygamberin faldan hoşlandığını söylemeleri asıl niyetlerini ortaya koymaya yeterli bir
husustur.
220

CENAZELER VE KABİRLER KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYETLERİNDEN ÖRNEKLER

541-... Ebû Said el-Hudri’den (rivayet edildiğine göre kendisine ölüm yaklaşınca yani
elbiseler isteyip onları giymiş, sonra (şöyle) demiştir: “Ben Rasûlullah (s.a.)’i, (kişi)
ölürken üzerinde bulunan elbiseler içerisinde diriltilir- derken işittim.” (Ebû Dâvud, K. El-
Cenâiz (20), Bab 13-14 C.11 H.3114 S.484 Şamil. )

Bu rivayette kişinin ölürken üzerinde bulunan elbiselerle diriltileceğini rivayet ettiler.


Böylece Firavun ve Karun gibi dünyada maddi varlık sahibi olmuş kimseler süslü
elbiselerle, bir çok maddi yönden dünya da fakir yaşamış Müslümanlarda eski elbiselerle
dirilecek demektir. Bu da, bu rivayeti uyduranların dünyadaki maddi varlıklarını ahrete
taşıma hasretlerinin bir belirtisidir. Dünyada mal, mülk bir imtihan vasıtasıdır ve dünya
malı dünyada kalır. Allah ahrette cennet ehlini süsler. Firavun, Karun ve Heman gibilerini
değil.

542-.......... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bir hutbe yaptı da:
- “Ey insanlar! Şüphesiz sizler (kıyâmet gününde) Allah’ın huzûruna yalınayaklılar,
çıplaklar ve erlik yerleriniz sünnetsiz olarak toplanacaksınız” buyurdu.
Bundan sonra şu âyeti okudu: “(O günü biz göğü, kitâpların sahifelerini dürüp büker gibi
düreceğiz.) İlk yaratışa nasıl başladıksa, üzerimize hakk bir va’d olarak, yine onu iâde
edeceğiz. Biz, (va’dettiğimimizi) yaparız. (21/104)
Ve şöyle devam etti:
- “Kıyamet günü yarattıklarından ilk elbise giydirilecek olan kişi İbrâhim’dir. ....... (Buhâri
Kitâbu’t-Tefsir H.147 S.4348 C.9 Ötüken.)

Bu rivayette, mahşerde çıplak v.s. olarak toplanacağımızı rivayet etmeleri, evvel ki


rivayetle çelişkilidir.

543- Muğire radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Binekli, cenazenin ardından yürür, yaya ise dilediği yerden....... (K.S. 5452 C.15 S.270
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Cenâiz 42,(1031); Nesâi, Cenâiz 55,56, (4,55,56); Ebû Dâvud,
Cenâiz 49,(4180). )

544- Hz. Sevbân radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir
cenazeye katılmıştı. Bir kısım binekliler gördü.
“(binerek cenazeye teşyi etmekten) utanmıyor musunuz? Allah’ın melekleri yaya olsunlar
da siz hayvanların sırtında olun (olacak şey değil)!” buyurdular.” (K.S. 5453 C.15 S.271
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Cenâiz 28,(1012); Ebû Dâvud, Cenâiz 48,(3177). )

Bu rivayette binekli olarak cenaze teşyi edilemeyeceğini rivayet etmeleri, evvelki rivayette
bineklinin cenaze teşyiine katılabileceği yolundaki rivayetleriyle çelişkilidir.

545- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Birinizin bir kor üzerine oturup oradan da bedenini yakması, kendisi için bir kabrin
221
üzerine oturmaktan daha hayırlıdır.” (K.S. 5483 C.15 S.296 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Cenâiz 96,(971); Ebû Dâvud, Cenâiz 77,(3228); Nesâi, Cenâiz 105,(4,95). )

Bu rivayette kabirler üzerine oturulamayacağını tahdis ettiler.

546- Hz. Ali radıyallahu anh’tan anlatıldığına göre kabirlere dayanır, üzerlerine yatardı.
(K.S. 5484 C.15 S.297 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Cenâiz 34,(1,233). )

Bu rivayette ise, değil mezarların üzerine oturmak, üzerlerine yatılabileceğini tahdis


etmeleri evvelki rivayetleriyle çelişkilidir.

547- Hz. Osman İbnu Affân radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
Osman İbnu Maz’ûn üzerine cenaze namazı kıldırdı. Namazda dört kere tekbir getirdi.”
(K.S. 6445C.17 S.122 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1502. )

547/A- El-Heceri rahimehullah anlatıyor: “Resûlullah’ın sahabesi olan Abdullah İbnu Ebi
Evfa ile birlikte, onun bir kızının cenaze namazını kıldım. Abdullah dört kere tekbir
getirdi. Dördüncüden sonra (selam vermeyip) biraz durdu. Ben safların muhtelif
yerlerinden cemaatin onu uyarmak üzere “sübhanallah” dediklerini işittim. Sonra selam
verdi ve dedi ki: “Siz benim beş kere tekbir getireceğimi mi zannediyorsunuz?” Cemaat:
“Evet bundan korktuk” dediler. Bunun üzerine: “Hayır bunu yapmayacağım. Ancak
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm dört kere tekbir getirir, sonra bir müddet durup Allah’ın
söylemesini dilediği bir şeyler söyler, sonra da selam verirdi.” dedi.” (K.S. 6446 C.17
S.122 Akçağ, alıntısı İbn-i Mace 1503. )

Bu iki rivayette, cenaze namazında dört kereden fazla tekbir getirilemeyeceğini rivayet
ettiler.

548- Kesir İbnu Abdillah’ın dedesi, “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın (cenaze


namazında) 5 kere tekbir getirdiğini söylemiştir.” (K.S. 6447 C.17 S.123 Akçağ, alıntısı:
İbn-i Mace 1506.)

Bu rivayette ise cenaze namazında beş kere tekbir getirilebileceğini söylemeleri evvelki
rivayetle çelişkilidir.

549-.......... Katâde şöyle demiştir: Bize Enes ibn Mâlik (R), Ebû Talha’dan şöyle zikretti:
Peygamber (S) Bedir günü harb sonunda Kureyş şeriflerinden yirmi dört kişinin
cesetlerinin bir araya toplanmasını emretti de, bunlar Bedir kuyularından pis ve pis şeyleri
içine alan bir kuyuya atıldılar. Peygamber düşman bir kavme gâlip olunca onun açık bir
sâhasında üç gece kalmak âdetinde idi. Bedir harbinin üçüncü günü olunca da Peygamber,
devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı. Sonra Peygamber
yürüdü, sahabeleri de kendisinin ardı sıra yürüdüler. Sahabeler birbirlerine:
-Herhalde Peygamber bâzı ihtiyâcı için gitmektedir sanıyoruz dediler.
Nihâyet peygamber, öldürülen Kureyş ileri gelenlerinin atıldıkları kuyunun bir tarafında
durdu da onları kendi adlarıyla ve babalarının adlarıyla şöyle çağırmaya başladı:
- “Yâ Fulân oğlu Fulân, yâ Fulân oğlu Fulân! Siz Allah’a ve Resûlü’ne itâat etmiş
olsaydınız, itâatiniz sizleri sevindirir miydi? (Ey öldürülenler!) Biz Rabb’imizin bize
va’dettiğini nusret ve zaferi muhakkak sûrette gerçek bulduk. Siz de (bâtıl) rabbinizin
222
va’dettiği nusret ve zaferi gerçek buldunuz mu?” buyurdu.
Râvi Ebû Talha dedi ki: Umer:
- Yâ Rasûlullah! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun? dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (S):
- “Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum
sözleri sizler onlardan iyi işitir değilsiniz” buyurdu.
Katâde: Allah onları ayıplamak, küçültmek, azâb etmek ve kaçırdıkları fırsatlara
yanmaları, yaptıkları zulümlere pişmânlık duymaları için, Bedir kuyusundaki cesetlere
Peygamber’in hitâbesini işittirecek derecede hayât vermiştir, demiştir. (Buhâri, Kitâbu2l-
Mağazi H. 27 C.8 Bâb 7 S.3727-3718. Ötüken )

550- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:
“Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca-ki o, geri dönenlerin ayak seslerini
işitir- .................. (K.S. 5500 C.15 S.309-310 Akçağ, alıntıları: Buhari, Cenâiz 68, 87;
Müslim, cennet 70,(2870); Ebû Dâvud, Cenâiz 78,(3231); Nesâi, Cenâiz 110,(4,97,98);
Tirmizi, Cenâiz 70,(1071 -Ebu Hüreyre’den-. )

Bu rivayetlerde ölülerin duyduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca rivayetler kendi aralarında,


Katade’nin tevilinden dolayı çelişkilidirler. Katade bu hususun Bedirde katledilen müşrik
önderlerinin pişmanlık duymaları için, Allah’ın takdir ettiği özel bir durum olduğunu
söylemiştir diye iddia etmelerine rağmen. Sonuncu rivayette duyma işinin tüm ölüler için
genel bir durum olduğunu söylemeleri açık bir çelişkidir. Ayrıca her iki rivayet Kur’an ile
çelişkilidir. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Allah öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında; sonra ölümüne


hükmettiğini tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir.
Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır. 39/42

- O’dur ki, geceleyin sizi öldürür, gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş
süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O’nadır; (O,
dünyada ) yaptıklarınızı size haber verecektir. 6/60

Görüldüğü gibi, ölümle uyku aynı şeydir. Uyuyan her kişi uykuyu bilir. Uyanmadığı
müddetçe dünyadan hiçbir ses duymaz, duyuyorsa uyanmış demektir. Bu ölü için diriliş
demektir, dolayısıyla ölülerde uykudaki insan gibi dünyadan hiçbir ses duymazlar.

Ayrıca, Kur’an’dan başka örnek verecek olursak, mealen:

- Sen ölülere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçarken sağırlara da çağrıyı


işittiremezsin. 27/80

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayetler Kur’an’la çelişkili olup aslı yoktur.

551- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:”Ashab’a Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm)’dan sevgili kimse yoktu. Buna rağmen Aleyhissalâtu vesselâm’ı gördükleri
zaman ayağa kalkmazlardı. Çünkü O’nun bundan hoşlanmadığını biliyorlardı.” (K.S. 3318
C.10 S.115 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Edeb 13,(2755). )
223

552- Ebû Ümame (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yanımıza geldi, elinde de bir âsa (değnek) vardı. Biz ayağa kalktık.
“Yabancıların birbirlerini büyüklemek için ayağa kalkmaları gibi ayağa kalkmayın!”
buyurdu.” (K.S. 3319 C.10 S.116 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Edeb 165,(5230). )

553- Ebu Miczel rahimehullah anlatıyor: “Hz. Muâviye radıyallahu anh, İbnu’z-Zübeyr ve
İbnu Âmir (radıyallahu anhüm)’in yanlarına geldi. İbnu’z-Zübeyr oturdu (kalkmadı). Hz.
Muâviye Radıyallahu anh, İbnu Âmir’e:
“Otur, zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın: “İnsanların kendisi kendisi için ayağa
kalkmalarından hoşlanan kimse ateşteki yerini hazırlasın” buyurduğunu işittim” dedi.”
(K.S. 3320 C.10 S.116 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Edeb 165,(5229); Tirmizi, Edeb 13,
(2756). )

Vermiş oldukları üç rivayette, bir kimsenin bir başka şahıs için ayağa kalkmasının
peygamber tarafından yasaklanmış olduğunu, böyle bir hareketin iyi bir hareket
olmadığını, hatta peygamber için dahi ayağa kalkılmaması gerektiği ve peygamberin
kendisi için yapılacak böyle bir hareketten hoşlanmayacağını tahdis ettiler. Buna rağmen
şu rivayetleri de tahdis ettiler:

554-.............. Bize Yahyâ ibn Ebi Kesir, Ebû Seleme ibn Abdirrahmân’dan; o da Ebû Said
el-Hudri(R)’den tahdis etti. Peygamber (S): “Bir cenâze gördüğünüz zamân hemen ayağa
kalkınız. Cenâzenin ardından giden kimse ise, cenâze konuluncaya kadar oturmasın”
buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz H.69 C.3 S.1236 Bâb 48 Ötüken. )

555-............. Câbir ibn Abdillah şöyle demiştir: bir kerre yanımızdan bir cenâze geçmişti.
Peygamber (S) hemen o cenâze için ayağa kalktı. Biz de ona uyarak ayağa kalktık ve:
- Yâ Rasûlullah! Bu bir Yahûdi cenâzesidir, dedik.
- “Bir cenâze gördüğünüz zaman hemen ayağa kalkınız” buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-
Cenâiz H.70 C.3 S.1237 Bâb 49 Ötüken. )

556-.............. Bize Amr İbnu Murre tahdis edip şöyle dedi: Ben Abdurrahmân İbn Ebi
Leylâ’dan işittim. Şöyle dedi: Sehl ibn Huneyf ile Kays ibn Sa’d, Kaadisiyye mevkiinde
oturuyorlardı. Ora halkı bunların yanından bir cenâze geçirdiler. Sehl ile Kays hemen
ayağa kalktılar. Kendilerine: Bu cenâze, bu ârazilerin halkından, yâni zimmet ehlindendir,
denildi. Bunun üzerine Sehl ile Kays:
- Peygamberin (S)’in yanından bir Yahûdi cenâzesi geçmişti de Peygamber hemen ayağa
kalkmıştı. Bunun üzerine Peygamber’e de : Bu bir Yahûdi cenâzesidir, denilmişti de
Peygamber (S): “Bu da (yaşayıp ölen) bir insan değil mi?” diye cevap vermişti,
demişlerdir. ... (Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz H.71 C.3 S.1238-1239 Bâb 49 Ötüken. )

Peygamberin önünde dahi ayağa kalkılmaz diye tahdiste bulunup, buna rağmen ölen
kafirler de insandır onların cenazesi önünde ayağa kalkılması gerekir iddiasında
bulunmaları ve bu yönde rivayet tahdis etmeleri açık bir çelişkidir. Bundan öte bu rivayeti
uyduranların kimden yana sevgi beslediklerinin açık belirtisidir.

557- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kabrin
kireçlenmesini, üzerine bina yapılmasını, üzerine oturulmasını, üzerine yazı yazılmasını ve
224
ayakla basılmasını yasakladı.” (K.S. 5470 C.15 S.285 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Cenâiz 94, (970); Ebû Dâvud, Cenâiz 76,(3225,3226); Tirmizi, Cenâiz 58,(1052); Nesâi,
Cenâiz 96,(4,86,88). )

558- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Allah kabirleri çok ziyaret eden kadınlara ve kabirlerin üzerine mescitler yapanlara,
kandiller takanlara da lanet etsin.” (K.S. 5477 C.15 S.291 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Cenâiz
61. )

559- Hassân İbnu Sâbit radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
kabirleri ziyaret eden kadınlara lânet etti.” (K.S. 6476 C.17 S.139 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 1574. )

560- Ebû Mâlik el-Eş’ari radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Yas tutmak cahiliye işlerinden biridir. Yas tutan kadın, tevbe etmeden
ölürse, Allah Teâla hazretleri, ona katrandan bir elbise, cehennem alevinden de bir gömlek
biçer.” (K.S. 6481 C.17 S.141 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace, 1581 )

Kadınları İslamiyetken soğutmak gayretiyle çok miktarda yalan rivayetler uydurmuşlardır.


Bunlardan bazısı da, çocuğu veya yakını ölen kadına, mezarlığa giderse veya üzülürse
lanete uğrayacağı ve cehennemlik olacağı yolunda uydurmuş oldukları rivayetlerdir. Bu
ise duygusal ve hassas olan kadınlar hakkında ileri sürülen ve aslı olmayan çok ağır bir
yaptırımdır. Bazı durumlar var ki, değil kadınlar, erkekler dahi üzülürler ve bu gayet doğal
bir durumdur.

Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- Ve yüzünü onlardan öteye çevirdi de: “Ey Yûsuf üzerindeki tasam (gel, gel, tam
senin gelme zamanındır)!” dedi ve tasadan gözleri ağardı. (Acısını) yutkunuyordu.
12/84

Bu ayet meali, oğlu Yusuf Peygamberin kaybolması üzerine, üzüntüsünden gözlerine


perde inen Yusuf Peygamberin babası hakkındadır. İslam dininde bazı durumlarda
üzülmek yasak değildir, üzüntülü durumdan dolayı Allah’a isyan etmek yasaktır.

Kabirler üzerinde bina veya Mescid v.s. Yapılmaz diye iddiada bulunmalarına gelince, bu
konuda örnek verecek olursak, Kur’an’dan mealen:

- (Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa yine) böylece onları (bâzı insanlara)
buldurduk ki, Allah’ın (öldükten sonra diriltme) va’dinin gerçek olduğunu ve
kıyametin mutlaka geleceğini; onda asla şüphe olmadığını bilsinler. (Bunlar), o
sırada kendi aralarında onların durumlarını tartışıyorlardı: “Onların üstüne bir
bina yapın! dediler. Rab’leri onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelenler
(onların durumlarını iyi bilenler veya onların işini başarıya ulaştırıp tevhidi
yerleştirenler) “Mutlaka onların üstüne bir mescid yapacağız,” dediler (ve bir mescid
yaptılar). 18/21
225
Mealini yazmış olduğum bu ayet Ashabı Kehf hakkındadır. Onların durumunu
tartışan bir grup onların üzerine bir bina yapılmasını istiyorlardı. Neticede mescid
yapılmasını isteyenlerin galip gelmiştir. Eğer bina veya mescid yapılması hususu yasak
veya mahzurlu olsaydı, Allah bunu belirtecekti, fakat bu hususta Kur’an’da herhangi bir
yasaklama olmadığı gibi, Ayette tasvip olayı vardır. Diğer bir hususta, Peygamber
aleyhissalâtu vesselâmın, Mezarının Medine’de Mescid de yapılmış olmasıdır. Mahzuru
olması halinde ilk sahabelerin bu olayı yapmalarının mümkün görülmemesidir.

Bu itibarla uydurdukları rivayetlerin aslı yoktur.

561- ... Cahiliye devrinde ismi zalim b. Ma’bed iken Rasûlullah (s.a.) (in bulunduğu
Medine’ )ye hicret edince ( Rasûlullah’ın kendisine “İsmin nedir?” diye sorması üzerine
“Zalim” cevabını veren (Bunun üzerine Resûl-ü Ekremden) “Hayır sen Beşir’sin” cevabını
alan Rasûlullah (s.a.)’ın azatlı kölelerinden (rivâyet olunmuştur). Dedi ki:
Ben Rasûlullah (s.a) ile birlikte yürürken (bir ara Resûl-ü Ekrem) müşriklerin kabirleri
üzerine uğradı da üç defa “Bunlar daha önce çok hayır(lar)la karşılaştılar (da ondan yüz
çevirdiler)” buyurdu. Sonra Müslümanların kabirlerine uğradı ve “Bunlar da çok hayırlara
eriştiler” buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.)’dan (bir) bakış (onlara doğru) bir süre devam
etti. Bir de baktık ki ayağında ayakkabıları ile kabirler arasında gezinen bir adam
karşımıza çıkıverdi. Bunun üzerine (Rasûlullah ona) “Ey, sibt (denilen tabaklanmış sığır
köselesin)den yapılmış ayakkabı giyen kimse, yazık sana (çabuk) ayakkabılarını
(ayağından çıkarıp) at.” buyurdu. Adam Rasûlullah (s.a.) tanıyınca (hemen) onları çıkarıp
attı. (Ebû Dâvûd, K. El-Cenkiz (20) Bab 72-74 H.3230 C.12 S.134 Şamil, diğer rivayet
edenler: Nesâi, cenâiz 107; İbn Mâce, cenâiz 46. )

Bu rivayete göre kabirler arasında ayakkabıyla gezinilemeyeceğini rivayet ettiler. Buna


rağmen şu rivayeti tahdis ettiler:

562-... Enes İbn Malik’den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
“- Gerçekten kul kabre konulup da kendisinden uzaklaşıp gittikleri sırada onların
ayakkabılarının seslerini işitir. (Ebû Dâvûd, K. El-Cenâiz 820) Bab 72-74 S.136 H.3231
Şamil, diğer rivayet edenler: Buhâri, cenâiz 68,87; Müslim, cenâiz 70; Ebû Dâvud, sünne
24; Nesâi, cenâiz 108. )

Madem ki, mezarlıkta ayakkabı giyilmiyorsa, “mezar ehli“, olmayan ayakkabıların sesini
nasıl işittiler veya mahzurlu olmasına rağmen giyiliyorsa, mahzurlu olan şeyi tasvip
manasında rivayetle örnek göstermek çelişkidir. Bu itibarla bu iki rivayet birbirleriyle
çelişkili olup aslı yoktur.

563- Ebu Musa el-Eş’ari radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Ölüye, dirinin ağlaması sebebiyle azap edilir. Diriler “Ey koruyucu! Ey
giydirici! Ey yardımcı! Ey sığınak!” gibi (hitaplarla ölüye seslendikçe) ölü kıskıvrak
tutulup çekilir ve: “Sen böyle misin? Sen böyle misin? denilir.”
Râvi Esid der ki: “(Ben, bunu işitince) “Sübhanallah! Allah Teâla hazretleri “Birinin
günahını bir başkasına yüklemez” buyurmadı mı!” dedim. Musa İbnu Ebi Musa: “Yazık
sana! Ben sana, Ebu Musa radıyallahu anh’ın aleyhissalâtu vesselâm’dan anlattığını
aktarıyorum. Yoksa sen Ebu Musa’nın Rasûlullah’a iftira ettiğini mi sanıyorsun? Veya
benim Ebû Musa hakkında yalan söylediğimi mi zannediyorsun?” dedi.” (K.S. 6488 C.17
226
S.145 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1594 )

Uydurmuş oldukları bu rivayette, Kur’an’ın, rivayetlerinin doğruluğuna veya yanlışlığına


ölçü olamayacağını vurgulamayı amaçlamışlardır.
Bir tarafta Kur’an ayeti, bir tarafta da sen bana yalancımı demek istiyorsun sözü. İşte din
açısından, yolların ayrıldığı nokta, hadis konusunda burasıdır. Hiçbir şekilde rivayetlerinin
Kur’an ölçüsüne vurulmasına tahammül edemezler. Zira böyle bir durumda bütün
yalanları ortaya çıkmış olacaktır. Peygamber Kur’an’a aykırı sözler söylemiştir demeleri
ise, Peygambere bir iftira ve büyük bir zülümdür:

Hiç kimsenin başkasının günahından sorumlu olamayacağı konusunda, Kur’an’dan örnek


verecek olursam, mealen:

- De ki: “Allah, her şeyin Rabb’i iken ben O’ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin
kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir
başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dünüşünüz Rabb’inizedir; (O) ayrılığa
düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” 6/164

- Yoksa kendisine haber mi verilmedi: Mûsa’nın sahifesinde (yazılı) olan? 53/36

- Ve çok vefâlı İbrâhim’in (sahifesinde yazılı olan şu gerçekler): 53/37

- Ki hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.


53/38

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

Rivayetleri Kur’an’a aykırı olduğu gibi. Peygamberin Kur’an’a aykırı söz söylemeyeceği
açıktır.

TEMİZLİK KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI BAZI RİVAYET


ÖRNEKLERİ:

Elbise ve Beden temizliğinin, İslam dininde ki önemi büyüktür.


Buna rağmen, bu konuda tiksindirici iftiralarda bulunmuşlardır.

Örneğin:

564- Ebu Sa’idi’l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a:


“Ey Allah’ın Resûlü! Biz senin için Budâ’a kuyusundan su alıyoruz. hal bu ki onun
içerisine (ölmüş) köpeklerin leşleri, kadınların hayız bezleri, insan pislikleri atılıyor, ( ne
yapalım, su almaya devam edelim mi?)” diye sordular. Şu cevabı verdi:
“Su temizdir, onu hiçbir şey kirletmez.” (K.S. 3494 C.10 S.317 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Tahâret 34,(66); Tirmizi, Tahâret 49,(66); Nesâi, Miyâh 2,(1,174). )

“Bu, Ebû Dâvud’un metnidir. Ebû Dâvud der ki: “Kuteybe İbnu Said’i işittim. Suyun en
çok olduğu durumda kasıklara kadâr çıkar” dedi. “Azaldığı zaman?” dedim. “Avret
mahallinin (dizinin) altına düşer” dedi. Ebû Dâvud der ki: Budâ’a kuyusunu ridam ile
227
bizzat takdir ettim. Üzerine ridâmı gerdim. Sonra ridâmı ölçtüm. Kuyunun genişliği
altı zirâ idi. Bahçenin kapısını bana açan kimseye: “Kuyunun süre gelen yapısı hiç
değiştirildi mi?” diye sordum. Bana “Hayır” dedi. Kuyunun içindeki suyun rengini
değişmiş gördüm.” (K.S. C.10 S.317 Akçağ. )

565- İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı dinledim.
Kendisine çöl bir arazide bulunan bir sudan ve ona uğrayan hayvan ve vahşilerden
soruluyordu. Şöyle cevap verdi:
“Eğer su iki kulle miktarında olursa pislik taşımaz!” (K.S. 3495 C.10 S.320 Akçağ;
alıntıları: Ebû Dâvud, Tahâret 33,(63,64,65); Tirmizi Tahâret 50,(67); Nesâi, Miyah 3,
(1,175); İbnu Mâce, Tahâret 75,(517,518). )

Kulle veya Cerra testi demektir. Suyu hiçbir şeyin kirletemeyeceğini iddia etmeleri
temizliğin inkarı demektir. Bu iddialarına rağmen sistemleri gereği bu rivayetlerine ters
düşecek rivayetlerde uydurmuşlardır. Bundan amaçları öbür rivayetlerinde olduğu gibi,
temizlik konusunda da Müslümanları kargaşaya sürüklemek istemeleridir, örneğin:

566- Abdurrahman İbnu Hasane radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm, elinde kalkan gibi bir şey olduğu halde bize doğru geldi ve onu yere bıraktı.
Sonra onun gerisine çömelip ona doğru küçük abdest bozdu. Yanımızdakilerden biri:”
(Resûlullah’a) bakın, tıpkı kadınlar gibi abdest bozuyor” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm bu
sözü işitmişti.
“Beni İsrâil’in arkadaşının başına geleni işitmedin mi” dedi ve devam etti: “Onlara idrar
bulaşınca, bıçakla idrarın değdiği yeri kazıyorlardı. Arkadaşları onları bu tatbikattan
yasakladı. Bu adam, yasaklaması sebebiyle kabrinde azâba uğradı.” (K.S. 3555 C.10
S.373-374 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Tahâret 11,(22); Nesâi, Tahâret 26, (1,26,28). )

567- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Bir kaba, köpek banmışsa, onun temizlenmesi, yedi kere su ile
yıkanmasına bağlıdır, hatta bunların ilki toprakla olmalıdır.” (K.S. 3523 C.10 S.351
Akçağ, alıntıları: Buhari, Vudû 33; Müslim, Tahâret 97, (279); Muvatta Tahâret 35,(1,34);
Ebu Dâvud, Tahâret 37,(71,72,73); Tirmizi, Tahâret 68,(91); Nesâi, Miyâh 7,(1,176,177). )

Bir taraftan iki testi miktarı suyu bile, köpek leşleri, insan pislikleri, kadınların hayız
bezleri gibi şeylerin pisletmediklerini, suyun temiz olduğunu, onu hiçbir şeyin
kirletemeyeceğini iddia ederken. Diğer taraftan idrarın değdiği yeri bıçakla kazımanın
gerektiğini ve av hayvanı olarak tuttuğu av yenen köpeğin ağzını bandığı kabın, ilki
toprakla olmak üzere yedi defa yıkanması gerektiğini iddia etmek açık bir çelişkidir.

468- Dâvud İbnu Sâlih İbni Dinâr et-Temmâr, annesinden anlatıyor: “Efendim beni, Hz.
Aişe radıyallahu anhâ’ya bir miktar yemekle gönderdi. Gelince Hz. Aişe’yi namaz kılıyor
buldum. Bana, elimdekini koymamı işâret etti. (Ben de bıraktım). Ancak bir kedi gelerek
üzerinden yedi.
Hz. Aişe radıyallahu anhâ, namazdan çıkınca, kedinin yediği yerden yemeği (bir miktar)
yedi. Sonra da şu açıklamayı yaptı: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselam: “Kedi necis
değildir, o sizi çokça dolaşan birisidir” demişti. Ben ayrıca, “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm’ın kedinin artığıyla abdest aldığını gördüm.” (K.S.3526 C.10 S.353 Akçağ,
alıntısı: Ebû Dâvud, Tahâret 38,(76). )
228

İddia ettiklerine göre, lağım faresi yakalayan kedinin ağzı temizdir. Fakat bıldırcın avlayan
köpeğin ağzı necistir. Bu hususta yalan söylediklerine dair Kur’an’dan örnek verecek
olursam, mealen:

- Sana kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi ve temiz şeyler
helal kılındı. Allah’ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların,
sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın. Allah’tan korkun.
Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. 5/4

Yalnız şunu belirteyim ki: Bir pisliğe bulaşmadığı müddetçe, köpeğin ağzı temiz olduğu
gibi, kedinin de ağzı temizdir.

569- Lübâde Bintu’l-Hâris anlatıyor: “Hz. Ali’nin oğlu Hasan radıyallahu anhümâ,
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın kucağında idi, elbisesine akıttı. Ben atılıp:
“Ey Allah’ın Resûlü (yeni) bir elbise giy. İzârını da bana ver yıkayayım!” dedi. Cevaben:
“Kız çocuğunun idrarı olsa yıkanırdı; ancak erkek çocuğun idrarı su ile çilemek suretiyle
temizlenir!” buyurdular.” (K.S. 3507 C.10 S.336 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Tahâret 137,
(375). )

İdrar idrardır, ha erkek çocuğuna ait olmuş, yada kız çocuğuna ait olmuş fark eden nedir
ki, temizlik yönünden fark iddia ediyorlar. Bu rivayet kız çocuğuna düşman olup, onları
diri diri toprağa gömen zihniyetin eseri asılsız bir iddiadır.

570- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm iki
lanetten korkun buyurdular. Ashab:
“İki lânet de nedir? diye sorunca, açıkladılar:
“İnsanların yollarına abdest bozanla, gölgelerine abdest bozanlardır!” (K.S. 3538 C.10
S.363 Akçağ, alıntıları: Müslim, Tahâret 68,(269); Ebû Dâvud, Tahâret 14,(25). )

İnsanların kullandıkları iki testi miktarı suya pisliğin zarar vermediğini tahdis etmeleriyle,
yollara veya gölgeliklere abdest bozanların lanetleneceklerini iddia etmeleri çelişkidir.

571- Ebu Vâil’den gelen bir rivâyet şöyle: “Ebu Musa radıyallahu anh küçük abdest
(bozma) hususunda çok titiz davranır (üzerine sıyrıntı değmemesi için âzami gayreti
gösterirdi. O kadar ki,) küçük abdestini bir şişe içerisine bozar ve: “Beni İsrâil’den birinin
bedenine sidik değecek olsa, adam kirlenen derisini bıçakla kazırdı” derdi.
(Bunu işiten) Huzeyfe radıyallahu anh dedi ki: “Arkadaşınızın titizliği bu kadar ileri
götürmemesini tercih ederim. Ben, “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’la bir
beraberliğimizi hatırlıyorum. Beraber yürüyorduk. Derken bir kavmin bir duvar
gerisindeki küllüğüne rastladık. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, tıpkı sizden birinin
ayakta bevletmesi gibi durup ayakta bevletti. .......... (K.S. 3549 C.10 S.369-370 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Vudû 62,60,61, Mezâlim 27; Müslim, Tahâret 9,(13); Nesâi, Tahâret 24,
(3,25). )

572- Hz. Aişe radıyallahu anhâ’dan rivâyete göre şöyle derdi: “Size kim, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’ın ayakta bevlettiğini söylerse, sakın onu tasdik etmeyin. O, daima
çömelerek abdest bozardı.” (K.S. 3553 C.10 S.373 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Tahâret 8,
229
(12); Nesâi, Tahâret 25,(1,26). )

Yukarıdaki iki rivayetin bir birleriyle çelişkili oldukları açıktır.

573- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, ölmüş
(ve terkedilmiş) bir koyuna rastlamıştı.
“Bunun derisinden faydalanmıyor musunuz?” buyurdular. Oradakiler:
“Ama bu meytedir (leştir, istifâdesi câiz değildir)” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Meytenin yenmesi haramdır!” buyurdular.”
Bir başka rivâyette: “Bunun derisini alıp debbağlıyarak istifâde etmiyor musunuz?”
demiştir. (K.S. 3531 C.10 S.357 Akçağ, alıntıları: Buhari, Büyû 101, Zekât 61, Zebâih 30;
Müslim, Hayz 100,103,104, (363,364,365); Muvatta, Sayd 16,(2,98); Ebû Dâvud, Libâs
41,(4120,4121); Tirmizi, Libâs 7,(1727); Nesâi, Fera’ ve’l-Atire 9,(7,171,172) . )

574- Abdullah İbnu Ukeym radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm,
ölümünden bir ay önce Cüheyne kabilesine şöyle yazdı:
“Meytenin ne deri ne de sinirinden istifade etmeyin.” (K.S. 3534 C.10 S.359 Akçağ,
alıntıları: Ebû Dâvud, libâs 42,(4127, 4128); Tirmizi, Libâs 7,(1729); Nesâi, Fera’ ve’l-
Atire 10,(7,175). )

Yukarıdaki iki rivayetin bir birleriyle çelişkili oldukları açıktır.

575- . ... Ali (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur.
“Kim kıl dibi kadar bir yeri yıkamayıp cünüp bırakırsa ona (terk edilen yere veya bu yeri
yıkamayıp terk eden kişiye) şöyle böyle (veya şu kadar süre) azap edilir.”
Ali (r.a) “Bunun (bu şiddetli azabı duyduğum) için (üç defa) başıma (saçıma) düşman
oldum” der ve saçını tıraş ederdi. (Ebû Dâvûd, K.Taharet (1), Bâb 98 H.249 C.1 S.448
Şamil, ayrıca: İbn Mâce, taharet 106, )

576-. ... Cübeyr b. Mut’im’den rivâyet edildi ki:


Sahabe-i Kirâm (r.a.) Rasûlullah (s.a.)’ın yanında cünüplükten dolayı yıkanmaktan
bahsettiler. Rasûlullah (s.a.) her iki ile de göstererek “Bakın ben başıma üç defa (üç avuç)
dökerim” buyurdu. (Ebû Dâvud, K.Taharet (1), Bâb 97 H.239 C.1 S.432 Şamil. )

Evvelki rivayette hiçbir kıl dibi yıkanmadan bırakılamaz diye tahdis etmişken, sonra ki
rivayette cünüplükten yıkanmak için üç avuç suyun yeterli olacağını tahdis etmeleri
çelişkidir. Üç avuç suyun değil insan vücudunu yıkamaya yeterli gelmesi, bir çok insanın
yalnız saçını dahi ıslatmaya yeterli gelmez, İslam Dininde yıkanmanın manası bu değildir,
çocukların bile anlayabileceği gerçek manada yıkanmadır.

EKONOMİ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

Bir toplumda, zenginler, fakirler ve orta halliler olabilir. Çeşitli gelir guruplarının olması,
iş yaptıranla iş yapanların bulunması üretim için gereklidir. Eğer maddi varlık sahibi olan
Müslümanlar helal yollardan kazanç sağlıyorlarsa, sadaka ve zekatlarını veriyor ve Allah’a
şükrediyorlarsa, sevap kazanır ve mallarından dolayı kötülenmezler. Fakir olan Müslüman
kimselerde sabreder ve Allah’a isyan etmeyip, Allah’ın kendilerine de vermiş olduğu
230
nimetlere şükrederlerse onlarda sevap kazanırlar. Kimi zengin vardır, malından
dolayı günah işler ve cehennemi hak eder. Kimi fakirde vardır, fakirliğinden dolayı
Allah’a isyan eder o da cehennemi hak eder. Demek ki mal bir imtihan vasıtasıdır. Bu
imtihanı zenginde, fakirde kazanabilir veya kaybedebilir.
Bir toplumda fakirliği övmek suretiyle o toplumun çalışmasına mani olmak ise o toplumun
çökmesini arzulayan kimselerin işidir. Diğer taraftan, İslam dinine göre cennete gitmenin
yolu ancak fakirlikle mümkündür denmesi halinde bunu diyenlerin amacı insanları
fakirlikle korkutmak suretiyle İslam dininden uzaklaştırmaya çalışmaktır.

Şimdi bu konuda uydurmuş oldukları rivayetlerinden örnekler verecek olursam:

577-............ Bize Ebû Recâ’, İmran ibn Huseyn’dan tahdis etti ki, Peygamber (S):
“Ben(mi’râc gecesi) cennete baktım da, cennet ahâlisinin çoğunun fakirler olduğunu
gördüm. Cehenneme de baktım. Cehennemdekilerin çoğunu da kadınlar gördüm”
buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu Bed’i’l-Halk H.51 S.3051 Bâb 67 Ötüken. )

578- Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Fukaralar, cennete zenginlerden beş yüz yıl önce girerler. Bu (Allah’ın
indinde) yarım gündür.” (K.S. 2072 C.7 S.446 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zühd 37, (2354). )

579- Abdullah İbnu Muğattel radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam gelerek “Ey Allah’ın
Resûlü! Ben seni seviyorum” dedi. Resûlullah:
“Ne söylediğine dikkat et!” diye cevap verdi. Adam:
“Vallahi ben seni seviyorum!” deyip, bunu üç kere tekrar etti. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunun üzerine adama:
“Eğer beni seversen, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedeflerine
koşan selden daha süratli gelir.” (K.S. S.2078 C.7 S.453 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zühd 36,
(2351). )

Peygamberi sevmekle fakirliğin hiçbir ilgisi olmadığı gibi. Bu iddia, Müslümanları


peygamberi sevmekten engelleme çabasıdır. İslam dininde peygamberi sevmek zorunlu bir
olaydır, Peygamberi sevmeyeni Allah’ta sevmediği gibi, böyle bir kimsenin Allah yanında
bir değeri olamaz. Bundan dolayı, Müslümanların peygamberi sevme olayı istisnai bir olay
değildir, bir kişinin çıkıp peygambere seni seviyorum demesini ve bunu istisnai bir
olaymış gibi göstermeleri ile fakirlikle ilişkilendirmelerinin İslam dininde yeri yoktur.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Peygamber, müminlere nefislerinden daha yakındır. Onun zevceleri de


(müminlerin) analarıdır. Allah’ın Kitabında, akraba da birbirine diğer müminlerden
ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak, dostlarınıza iyilik etmeniz müstesnadır.
Allah’ın kitabında böyle yazılıdır. 33/6

- De ki : “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız,


kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticâret(iniz), hoşlandığınız
meskenler, size Allah’tan, Resûlünden ve O’nun yolunda cihâd etmekten sevimli ise o
halde Allah emrini getirinceye kadar gözetleyin (başınıza gelecekleri göreceksiniz)!
Allah, yoldan çıkmış topluluğu (doğru) yola iletmez. 9/24
231

Görüldüğü Müminler, Peygamberi kendi nefisleri dahil, bütün akrabalarından ve


mallarından daha fazla sevmek zorundadırlar.

Peygamberi sevmekle fakirliğin hiçbir ilgisi olmadığı gibi. Peygamber kimseyi bu şekilde
fakirlikle korkutmaz. Fakirlikle kimin korkuttuğuna dair Kur’an’dan örnek verecek
olursam, mealen:

- Şeytan sizi fakirlikle korkutur, ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah ise size
kendi tarafından bağışlama ve lütuf vadediyor. Şüphesiz (Allah(ın lûtfu) geniştir, (O)
bilendir. 2/268

Dünyada Müslüman, fakir de olabilir zengin de, dünya imtihan yeridir. Fakat bunlara göre
fakirlik Müslüman ın hayat boyu iddialı olmalıdır. Hatta bu konuda Peygamberin duada
bulunmuş olduğunu tahdis etmektedirler, örneğin:

580- Amr İbnu es- Sakafi radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Ey Allah’ım! Kim bana inanır, beni tasdik eder, ve her ne getirmiş isem
onun senin yüce katından olduğunu ve hak olduğunu bilirse, ona az mal, az evlat ver, ona,
sana kavuşmayı sevdir ve ölümünü çabuklaştır. Kim de bana inanmaz ve beni tasdik
etmezse malını ve evladını çok kıl, ömrünü de uzat.” (K.S. 7258 C.17 S.573 Akçağ,
alıntısı: İbn-i Mace 4133. )

Halbuki daha önce 220. Örnekte belirttiğim gibi, uzun yaşayan müminler daha iyidirler
diye tahdiste bulunmuşlardır. Allah’a kavuşmayı sevme ile kamufle ederek, Müminlere
felaket dilerken bu tahdislerini unutu verdiler, şöyle ki:

<<220>>- Talha İbnu Ubeydullah radıyallahu anh anlatıyor: “Beli (kabilesinden) iki kişi
Aleyhissalâtu vesselâm’ın yanına geldiler. İkisi beraber Müslüman olmuştu. Biri gayret
yönüyle diğerinden fazlaydı. Bu gayretli olanı, bir gazveye iştirak etti ve şehit oldu.
Öbürü, ondan sonra bir yıl daha yaşadı. Sonra o da öldü.”
Talha (devamla) der ki: “Ben rüyamda gördüm ki: “Ben cennetin kapısının yanındaydım.
Bir de baktım ki yanımda o iki zat vardır. Cennetten biri çıktı ve o iki kişiden sonradan
ölene (cennete girmesi için) izin verdi. Aynı vazifeli zat, bir müddet sonra yine çıktı, şehit
olana da (içeri girme) izni verdi. Sonra, adam benim için geri geldi ve:
“Sen dön, senin cennete girme vaktin henüz gelmedi!” dedi. Sabah olunca Talha bu rüyayı
halka anlattı. Herkes bu rüya(da şehit olan zâtın sonradan cennete girmesine) şaştı. Bu,
Resûlullah’a kadar ulaştı, rüyayı ona anlattılar. (Dinledikten sonra) Aleyhissalâtu
vesselâm:” Burada şaşacak ne var?” buyurdular. Halk: “Ey Allah’ın Resûlü!” Bu zat (din
için) çalışmada öbüründen daha gayretli idi ve şehit de oldu. Ama cennete öbürü ondan
evvel girdi” dediler. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Berikisi ondan
sonra bir yıl hayatta kalmadı mı?” dedi.
“Evet!” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ve o ramazan idrak edip oruç tutmadı mı, bir yıl
boyu şu şu kadar namaz kılmadı mı?” Halk yine: “Evet!” deyince, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm: “Şu halde ikisinin arasında bulunan mesâfe gök ile yer arasındaki mesafeden
fazladır!” buyurdular. (K.S. 7173 C.17 S.517 Akçağ 1993, alıntısı İbn-i Mace 3925. )

İki rivayet arasındaki çelişki düşünüldüğünde asıl amaçlarının, Müslümanlara saldırı


232
olduğu açıkça anlaşılır. Kısa ömür isterken Müminlerin yok olmasını
arzulamaktadırlar, Uzun ömür isterken ise amaçları şehitliği hafife almak
istediklerindendir.

İddia ettiklerine göre, güya Peygamber aleyhissalâtu vesselâm, Allah’tan Müminler için az
mal az evlat ve çabuk ölüm istemiş. Kafirlere de çok mal, çok evlat ve uzun ömür istemiş.
Mümin kimseler, Allah’ı severler, Allah’ın rızasını kazanarak, Allah’a kavuşmayı isterler.
Fakat bunun manası dünya hayatında Allah’tan az mal az evlat ve çabuk ölüm istemek
değildir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Onlar ki yalan şahitlik etmezler, boş laf (konuşanlar)a rastladıklarında vakar ile
(oradan) geçip giderler. 25/72

- Ve onlar ki kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır


ve kör davranmazlar. 25/73 - Ve onlar ki: “Rabb’imiz, bize gözler sevinci (gönüller
açan) eşler ve çocuklar lûtf eyle ve bizi (senin azâbından) korunanlara önder yap.”
derler. 25/74

- İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamlarıyla


mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır. 25/75

- Orada ebedi kalacaklardır. Orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır.
25/76

Demek ki Müminler dünya hayatında, Allah’tan gözler sevinci, gönüller açan eşler ve
çocuklar isterler ve bu dua öyle bir duadır ki, Allah tarafından övülmüştür.

Tahdis etmiş oldukları rivayette aslında Mümin düşmanlığı yapmaktadırlar, öyle ki, bir
kimse bir başka kimseye, Allah, sana az mal az evlat versin canını da çabuk alsın derse bu
dostça bir davranış olarak yorumlanamaz. Muhakkak ki, Allah’ın rızasını kazanıp cennete
girmek dünya hayatından daha iyidir, fakat bunun yolu, Allah’ın dünya hayatında verdiği
nimetleri red etmek değildir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Onlardan kimi de: “Rabbımız, bize dünyâda da güzellik ver, âhirette de güzellik
ver, bizi ateş azabından koru!” der. 2/201

- İşte onların, kazandıklarından (alacakları) bir payları vardır. Allah, hesabı çabuk
görendir. 2/202

- Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama
dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et.
Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez. 28/77

Şimdi, Müslümanları fakirliğe teşvik etmek için uydurmuş oldukları rivayetlerinden


örnekler vermeye devam edecek olursam:

582- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua
etmişti: Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, Kıyamet günü
233
de miskinler zümresiyle birlikte haşret.”
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) atılarak sordu: “Niçin ey Allah’ın Resûlü?)”
“Çünkü, dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Aişe! Fakiri,
yarım hurma ile de olsa boş çevirme. Ey Aişe! Fakirleri sev ve onları (rivâyet meclisine)
yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah da sana yaklaşsın.” (K.S. 2071 C.7 S.444 Akçağ,
alıntısı: Tirmizi, Zühd 37,(2353). )

583-. ... Cübeyr b. Nüfeyr el-Hadrami’den rivayet olunduğuna göre kendisi Ebu’d-
Derdâ’yı şöyle derken işitmiştir: Ben Resûlullah’ı (s.a.) şöyle buyururken dinledim:
“Bana zayıfları çağırınız (da ben onların yüzü suyu hürmetine Allah’tan düşmanlara karşı
zafer diliyeyim). Çünkü siz zayıflarınız(ın duası bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım
edilirsiniz...” (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 70 C.10 S.97 H.2594 Şamil, ayrıca:
Nesâi, Cihâd 43; Tirmizi, cihâd 24. )

584- Katâde İbnu Nu’mân (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Allah bir kulu sevdi mi, onu dünyâdan korur. Tıpkı sizden birinin
hastasına suyu yasaklaması gibi.” (K.S. 1972 C. S.246 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Tıp 1,
(2037). )

585- Hz. Osman radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: “Ademoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur: İkamet edeceği bir ev, avretini
örteceği bir elbise, katıksız ekmek ve su.” (K.S. 4855 C.14 S.44 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Zühd 30,(2342). )

586- Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a (evde
bulunması gereken) yataklar zikredilmişti. Şöyle buyurdular:
“Kişinin kendisi için bir yatak, kadın için bir yatak, misafir için bir yatak lazımdır.
Dördüncü yatak şeytanadır.” (K.S. 5301 C.15 s.90 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libas 45,
(4142); Nesâi 82, (6,135): Müslim, Libas 41, (2084). )

587- Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Bana zayıflarınızı arayın. Zira sizler, zayıflarınız sebebiyle yardıma ve
rızka mahzar kılınıyorsunuz.” (K.S. 2076 C.7 S.450 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Cihâd
77, (2594); Tirmizi, Cihâd 24,(1702); Nesâi, Cihâd 43,(6, 45-46). )

588- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
yahudiden, veresiye yiyecek satın aldı. Rehin olarak zırhını verdi.” (K.S. 2001 C.7 S.303
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Rehn 2,5, Büyû 14,33,88, Silm 5,6 İstikraz 1, Cihâd 89, Meğâzi
85, Müslim, Musâk3at 124,(1603); Nesâi, Büyû 58,87,(7,288,303). )

589- Esma Bintu Yezid (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm,
zırhını bir yahudinin yanında, bir miktar zahire mukabili rehine bırakmış olarak vefat etti.”
(K.S.6747 C.17 S.294 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace, 24,38. )

590- İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın


yanına girmiştim. Onu bir hasır örgünün üzerinde uyumuş buldum. Hasır, (vücudunun
açık olan) yan taraflarında izler bırakmıştı.
“Ey Allah’ın Resûlü dedim, sana bir yaygı temin etsek de hasırın üstüne sersek, onun
234
sertliğine karşı sizi korusa!”
“Ben kim, dünya kim. Dünya ile benim misâlim, bir ağacın altında gölgelenip sonra terk
edip giden yolcunun misali gibidir.” (K.S. 1970 C.7 S.244 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,, Zühd
44,(2378). )

591- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “(Ey Aişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse sana dünyadan
bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir
elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme.” (K.S. 2069 C.7 S.442 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Libâs 38, (1781).

592- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yarın için
hiçbir şey biriktirmezdi.” (K.S. 2176 C.8 S.8 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zühd 38,(2363). )

593- Ebû Bürde İbnu Ebi Mûsa el-Eş’âri anlatıyor: “Hz. Aişe radıyallahu Anka’nın yanına
girdim. Bana yamalı bir giysi ve kaba bir izar çıkardı ve “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselam şu iki (parça)nın içinde vefat etti!” dedi.” (K.S. 5297, Libâs 35,(2080); Ebû
Dâvud, Libâs 8, (4036); Tirmizi, Libas 10,(1733). )

594- Ebu Hâzım anlatıyor: “Ben Sehl İbnu Sa’d radıyallahu anh’a: “Sen has undan
yapılmış beyaz ekmek gördün mü? diye sormuştum.
Sehl: “Rasulûllah aleyhissalâtu vesselâm vefat edinceye kadar, beyaz ekmek görmedim”
dedi. Ben tekrar: “Resûlullah zamanında ashabın eleği var mıydı? Dedim. “Aleyhissalâtu
vesselâm vefat edinceye kadar elek görmedim” dedi. “Öyleyse elenmemiş arpa ekmeğini
nasıl yiyiyordunuz?” dedim. “Biz onu üflerdik, içindeki kepekten uçan uçardı. Kalan
(kepek)leri de su ile yumuşatıp yoğururduk” cevabını verdi.” (K.S. 6983 C.17 S.422
Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 3332. )

595- İbnu Abbâs radıyallahu anhıma anlatıyor: “Fâlûzeci ilk işitmem şöyle oldu: “Cebrail
aleyhisselâm Rasûlullah’a gelip: “Ümmetine yeryüzü açılacak. O zaman onlara dünyalık
bol bol akacak. Öylesine akacak ki fâlûzeç bile yiyecekler” dedi. Bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm: “Fâlûzeç nedir?” diye sormuş, Cebrail aleyhisselâm: “Yağ ve balı
karıştırıp yapılan helva” diye açıklamıştır. Resûlullah bu haber karşısında hıçkıra hıçkıra
ağlamıştır.” (K.S. 6986 C.17 S.424 Akçağ, alıntısı İbn-i Mace 3340. )

596- Ebu Sa’idi’l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


hasta yatmakta iken yanına girdim. Elimi üzerine koydum, hararetini, yorganın üstünden
elimin altında hissettim. “Ey Allah’ın Resûlü! Hararetiniz çok fazla!” dedim.
“Biz (peygamberler) böyleyiz. Belalar bize katmerli gelir, buna mukabil ücretleri de
katmerli verilir” buyurdular.
“Ey Allah’ın Resûlü! Hangi insanlar en çok bela çekerler?” dedim.
“Peygamberler!” buyurdular.
“Ey Allah’ın Resûlü! Sonra kimler?” dedim.
“Sonra sâlihler! Buyurdular ve açıkladılar: Onlardan biri fakirliğe öylesine müptelâ olur
ki, kendisini örten abadan başka bir şey bulunamaz. Onlar, sizin bollukla sevindiğiniz gibi
fakirlikle sevinirler.” (K.S. 7211 C.17 S.542 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 4024. )

597- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm hastalanmıştı.
235
Sa’d İbnu Ebi Vakk’as geçmiş olsun ziyaretine gitti. Yanına varınca Selman’ı
ağlıyor buldu. Sa’d: “Niye ağlıyorsun? Ey kardeşim, sen Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm’a arkadaşlık etmedin mi? Şöyle değil mi, böyle değil mi (diye ağlamasını abes
kılan bir kısım faziletleri hatırlattı). Selman radıyallahu anh şu cevabı verdi: “Ben şu iki
şeyden biri için ağlamıyorum: “Ben ne bir dünya düşkünlüğü ne de ahiret gafleti sebebiyle
ağlıyor değilim. Beni ağlatan Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın bir ahdidir. O bana bir
husus ahdetmişti, şimdi kendimi o ahdi tecavüz etmiş görüyorum.”
Sa’d: “Resûlullah size ne ahdetmişti?” diye sordu.
Selmân: “Aleyhissalâtu vesselâm bana: “Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı
kadarı yeterli” diye ahdetmişti. Ben kendimi bu haddi aşmış görüyorum. Sana gelince, ey
Sa’d! Hüküm verdiğin zaman hükmünden, (hak) taksim ettiğin zaman taksiminden, bir
şeye yöneldiğin zaman niyetinden Allah’tan kork.”
Ravilerden Sâbit der ki: “Selman radıyallahu anh’ın vefat ettiğinde geriye nafaka olarak

sadece yirmi küsur dirhemlik bir mal bıraktığı haberi bana geldi.” (K.S. 7244 C.17 S.563-
564 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 4104. )

Ve bunlar gibi, fakirliği övücü ve fakirliğe teşvik edici bir çok başka rivayetlerde
mevcuttur. İddia ettiklerine göre bir Müslüman kuru ekmek ve suyla idare etmeli (Örnek
585). Evinde bulunduracağı yatak sayısı üçten fazla olmamalı (Ö.586). Peygamber dahi
hasır üzerinde isteyerek yatıyormuş (Ö.590), ve yarın için hiçbir şey biriktirmezmiş
(Ö.592), Vefat ettiği zaman zırhı yiyecek karşılığında bir Yahudi'de rehinmiş (Ö.588-589).
Kaba izar ve yamalı giysi giyermiş (Ö.593). Müslümanların yağ ve balı karıştırarak
yemeleri ağlanacak bir durummuş (Ö.595). Fakirlik salih insanlara has bir şeymiş (Ö.596).
Müslüman’a yolcunun azığı kadarı yeterliymiş (Ö.597). Ve daha bunlara benzer başka
rivayetleri vardır. Bunlarla çelişkili olarak işlerine geldiği zaman kullanmak üzere
metotları gereği başka rivayetleri de mevcuttur. Bu rivayetlerinden örnekler vermeden
önce, mal edinmeyle ilgili olarak Kur’an’dan örnekler verecek olursam, bu konuda da
yalan söyledikleri kolayca anlaşılır. Mealen:

- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi
gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir. 2/29
- Ey Adem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel elbiseler)inizi (üzerinize
alın; yiyin için, fakat israf etmeyin; çünkü O, israf edenleri sevmez. 7/31
- De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?” De
ki: “O, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet günü de yalnız onlarındır. “İşte biz,
bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz. 7/32

İnsanlar yeryüzünde ne varsa hepsinden meşru olarak istifade edebilir. Mescide


gidildiğinde insanlar güzel süslü elbiselerini giymeye davet edilmişlerdir. Sadece israf
men edilmiştir. Süsü ve Güzel rızıkları Müminlere haram edenler, onları bu güzel
şeylerde, rivayetlerde olduğu gibi men etmeye çalışanlar, çirkin göstermek suretiyle haram
olduğunu iddia edenler Kur’an’da tehdit edilmişlerdir. Ve onlara şöyle cevap verilmiştir.
“Bu nimetler, dünya hayatında Müminlerindir, kıyamet günü de yalnız onlarındır.”

Müminlere örnek olsun diye özellikle peygamberler devamlı acı çeken, fakirlik içinde
yaşayan ve bir lokma ekmeğe muhtaç kimseler olarak rivayetlerde belirtilmişlerdir. (Örnek
596 da olduğu gibi). hal bu ki, Allah, Süleyman peygambere büyük bir mülk vermişti, bu
236
konuda Kur’an’dan mealen:

- “Rabb’im dedi, beni affet, bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülk
(hükümdarlık ve mal) ver. Çünkü, sensin o çok lütfeden, sen!” 38/35

Ve Allah, duasını kabul ederek ona istediği mülkü verdi. İstediği mülkte kendisinden
sonra hiç kimseye nasip olmayacak seviyede olmasıdır. Süleyman peygamber, peygamber
olmakla, taktir edilir ki mahzuru olacak bir mülkü Allah’tan istemez. Hal böyle olunca,
mal, mülk konusunda mülk edinmeyi kötüleyici ve fakirliği övücü olarak tahdis ettikleri
rivayetler, Kur’an’la çelişkilidir.

Kendilerine nimet verilmişken, bunun zorlukla değiştirilmesini isteyen kimseler hakkında


Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen:

- Onlarla, içinde bereketler yarattığımız memleketler arasında (birinden diğeri)


görünen şehirler var ettik ve bunlar arasında yürümeyi takdir ettik: “Oralarda
geceleri, gündüzleri (ne zaman isterseniz) korkusuzca gezin, (dolaşın)” (dedik).
34/18

- “Rabb’imiz, seferimizin arasını uzaklaştır (şehirlerimiz birbirine çok yakın,


bunların arasını uzat da daha uzun mesâfelere gidelim).” dediler ve kendilerine
zulmettiler. Biz de onları, (insanlar arasında söylenen) efsanelere çevirdik. Ve onları
darmadağın ettik. Şüphesiz bunda, sabreden, şükreden herkes için ibretler vardır.
34/19

Bu olay Seben’de oturanlar hakkında vuku bulmuştur. Allah onlara güvenlik içerisinde ve
kolayca seyahat edebilecekleri, birbirlerine yakın güzel şehirler ihsan etmiş, onlar ise bu
güvenlikli ve kolay seyahatlerinin zorlaştırılmasını Allah’tan istemişlerdir. Bu ise büyük
bir yanlıştı, nimeti ret etmiş oluyorlardı, diğer bir ifadeyle nimete karşı nankörlük etmiş
oluyorlardı. Zira insan Allah’a muhtaçtır, Allah’tan zorluk değil kolaylık istemelidir. Ve
Allah onların bu yerinde olmayan isteklerinden dolayı onları darmadağın etti, öyle ki
insanlar arasında ibretle söylenen efsaneler oldular. Hal böyle olunca Peygamberin
Allah’tan fakirlik ve miskinlik istemiş olduğu yolunda iddiada bulunmak, İslam diniyle
bağdaşmayan boş bir iddiadır. Bıldırcın eti varken, Allah’tan mercimek istemek
Müslümanların yapacağı uygun bir hareket değildir.

598- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın hanımları,
Rasûlullah vefat ettiği zaman Hz. Osman’ı Hz. Ebu Bekr radıyallahu anhümâya gönderip
miras hisselerini talep ettirmek istediler. O zaman ben onlara: “Rasûlullah aleyhissalâtu
vesselâm: “Bize varis olunmaz, bıraktığımız sadakadır!” demedi mi (nasıl miras talep
edebiliriz?) dedim (ve onları bu niyetten vazgeçirdim.)” (K.S. 4750 C.13 S.346 Akçağ,
alıntıları: Buhâri, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 51,(1758); Ebû Dâvud, Harâc 19,(2976,2977).

Bu rivayette, peygamberlerin miras bırakamayacaklarını iddia etmişlerdir. Bu iddia


Kur’an’a aykırıdır. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Bu, Rabb’inin kulu Zekeriyâ’ya rahmetini anıştır. 19/2


237
- O, Rabb’ine gizli bir seslenişle yalvarmıştı: 19/3

- Rabb’im, demişti, ben, bende kemik gevşedi; baş, ihtiyarlık aleviyle tutuştu,
Rabb’im, sana duâ ile hiçbir zaman bahtsız olmadım (her dua ettikçe kabûl
buyurdun, beni istediğimden mahrûm etmedin).” 19/4

- Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek yakınlar(ımın iyi hareket


etmeyeceklerin)den korktum; karım da kısır. (Ne olur) katından bana yerime
geçecek bir veli lütfet.” 19/5
- “Ki (o) bana ve Yakûb oğullarına mirasçı olsun. Rabb’im, onu beğendiğin bir
insan yap.” 19/6

- (Allah buyurdu): “Ey Zekeriyyâ, biz sana bir oğul müjdeleriz, adı Yahya’dır. Daha
önce hiç kimseyi adaş yapmadık (ondan önce kimseye bu adı vermedik.)” 19/7

Görüldüğü gibi peygamberler miras bırakmaktadır, bu itibarla tahdis etmiş oldukları


rivayet uydurmadır.

599-. ... Eslem (r.a.)’den; demiştir ki: Ömer b. Hattâb’ı şöyle söylerken işittim:
- Resûlullah (s.a.) bir gün bize sadaka vermemizi emretti. Bu (emir) bende mal bulunan bir
zamana rastladı. (Kendi kendime) “bir gün Ebû Bekr’i geçersem işte bugün geçerim”
dedim ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.):
“-Ailene ne bıraktın?” dedi. Ben de:
- Bu kadarını dedim. Ebû Bekir de malının hepsini getirdi, sonra Resûlullah (s.a.) O’na:
“-Ailene ne bıraktın?” dedi. O da:
- Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım dedi. (O’na);
- Bundan sonra seninle hiçbir şeyde asla yarışmam, dedim.
(Ebû Dâvûd, K.ez-zekât (9),Bab 41 H.1678 S.310-311 Şamil, ayrıca: Tirmizi, men âkıp
16. )

600- Ukbe İbnu’l-Hâris (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


bize ikindi namazı kıldırmış idi. (Selam verince) acele ile cemaati yarıp evine girdi. Halk
onun bu telâş esinden hayrete düşmüştü. Ancak geri dönmesi gecikmedi. Gelince, (halkın
merakını yüzlerinden anlayan Hz. Peygamber şu açıklamayı yaptı): “Yanımda kalan bir
kısım altın vardı (namazda) onu hatırladım. Beni alıkoyacağından korktum ve hemen gidip
dağıttım.” (K.S. 2178 C.8 S.10 Akçağ, alıntıları: Buhari, Ezân 155, Amel fi’s-Salât 18,
Zekât 20, İsti’zân 36; Nesâi, 104 (3,84). )

Malların tamamının bağışlanması yolunda uydurmuş oldukları bu rivayetler, Kur’an’a


aykırıdır. Şöyle ki, mealen:

- Dünya hayatı ancak bir oyun ve oyalanmadır. Eğer iman eder ve sakınırsanız,
Allah size mükafatlarınızı verir. O, sizden mallarınızın tamamını istemez. 47/36

Servetlerle ilgili olarak kendi kendi aralarında çelişkili bazı hadis örnekleri:

601- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
adamın elinde altından bir yüzük gördü. Onu çıkarıp attı ve:
238
“Biriniz tutup ateşten bir parçayı alıp eline koyuyor!” buyurdu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gidince adama: Yüzüğünü al (başka sûrette) ondan faydalan”
dediler. O :
“Hayır! Vallahi ebediyen almayacağım, onu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) attı”
dedi.” (K.S. 2096 C.7 S.471 Akçağ, alıntısı: Müslim, Libâs 52,(2090). )

602- Sa’id İbnu’l-Müseyyeb anlatıyor: “Hz. Ömer Süheyl (radıyallahu anhımâ)’e: “Niye
parmağında altın yüzük görüyorum? Dedi. Beriki: “Onu senden daha hayırlı olan da
gördü, ama ayıplamadı” deyince, Hz. Ömer:
“O da kimmiş?” dedi. Süheyb: “Resûlullah!” cevabını verdi.” (K.S. 2098 C.7 S.472
Akçağ, alıntısı: Nesâi, Zinet 42,(8,164,165). )

603- Üsâme İbnu Zeyd radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Müslüman kimse kâfir kimseye varis olamaz: kâfir de Müslüman’a varis olamaz.” (K.S.
4706 C.13 S.301 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1,(1614); Ebû
Dâvud, Ferâiz 10,(2909); Tirmizi, Ferâiz 15,(2108). )

604- Ebu’l-Esved ed-Düeli anlatıyor: “Hz. Mu’az’a bir yahudinin miras meselesi getirildi.
Onun Müslüman oğluna da mirastan pay verdi ve dedi ki: “İslâm (galebe çalar, ona galebe
çalınmaz), artar eksilmez.” (K.S. 4711 C.13 S.909-310 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Ferâiz
10,(2912,2913). )

İki rivayet bir birleriyle çelişkilidir.

605- İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm yüzükoyun
yatarak dudaklarımızla su içmemizi yasakladı. Keza, tek bir avuçla, avuçlayarak içmemizi
de yasakladı ve buyurdu ki: “Sakın sizden kimse köpeklerin içtiği gibi suyu dudaklarıyla
içmesin! Allah’ın gazabına uğrayan kavim gibi tek eliyle de içmesin. Suyu çalkalamadıkça
geceleyin de içmesin, ağzı kapalı ise çalkalamaya gerek yok. Kim kapla içmeye muktedir
olduğu halde, tevazu düşünerek eliyle içerse Allah parmakları adedince kendisine sevap
yazar. Bu (avuç), Hz. İsa aleyhisselâmın kabı idi. Çünkü o, kadehi atmış ve: “Öf! Bu
dünya ile beraberdir!” demiştir.” (K.S.7015 C.17 S.436 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 3431. )

606- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın,


cam bir bardağı vardı, (suyu) onunla içerdi.” (K.S.7016 C.17 S.437 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 3435. )

İki rivayet bir biriyle çelişkilidir.

607- Bize Kuteybe ibnu Said tahdis edip şöyle dedi: Bize Ebû Avâne tahdis etti. H ve yine
bize Abdurrahmân ibnu’l-Mübârek tahdis edip şöyle dedi. Bize Ebû Avâne, Enes’ten
tahdis etti. Enes (R) dedi ki: Rasûlullah (S) : şöyle buyurdu: “Hiçbir Müslüman yoktur ki,
bir ağaç diker yâhud ekin eker de bunların hiçbirinden bir kuş yâhud bir insan yâhud bir
hayvan yesin de, kendisi bundan faydalanmasın! Muhakkak buna mukabil o Müslüman
için bir sadaka sevâbı olmuştur”. (Buhâri, Kitâbu’l-Muzara’a Bab 1 C.5 S.2151 H.1
Ötüken. )
239
608-............. Ebû Umâme el-Bâhili (R) bir keresinde bir demir saban ve zirâat
âletinden bir şey gördü de hemen şöyle dedi: Ben Rasûlullah (S)’tan işittim, şöyle
buyuruyordu: “Bu âlet bir âilenin evine girerse, o eve muhakkak bir zelillik (horluk,
hakirlik) girdirilir”. (Buhâri, Kitâbu’l-Muzâra’a C.5 S.2152 H.2 Bab 1 Ötüken. )

Bir taraftan ziraatçılığı överken, diğer taraftan kötülemeleri bir çelişkidir.

609-. ... Sehl b. El-Hanzeliyye’den; demiştir ki:.......................


“-Kimin yanında kendisine yetecek malı olduğu halde dilenirse, kendisini ateşe götürecek
şeyi çoğaltmış olur” buyurdu. Nüfeyli bir diğer rivayette (“ateş” sözü yerine) “cehennemin
kor ateşi”, dedi, Oradakiler:
- Ya Rasûlullah! Kişiye yetecek malın miktarı nedir? Dediler. -Nufeyli bir diğer rivâyette
bunun yerine “varlığıyla beraber dilenmek uygun olmayan zenginliğin miktarı nedir? dedi
-.
“Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır” buyurdu. -Nufeyli bir diğer rivayette
bunun yerine, “Onu bir gün bir gece veya bir gece bir gün doyuracak yiyeceğinin
olmasıdır” dedi ve bize bunu zikredilen bu sözlerle kısa olarak rivayet etti. (Ebû Dâvûd,
K.ez-Zekât (9), Bâb 24 C.6 S.251-252 H.1629 Şamil. )

610-. ... Hüseyin b. Ali (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):


“-At üzerinde gelse bile, dilencinin hakkı vardır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.ez-Zekât (9),
Bâb 33 C.6 S.296 H.1665 Şamil. )

O zamanlar için at üzerinde gelse dahi demelerinin manası bu zaman için, özel arabasıyla
gelse dahi manasındadır. Bu açıdan düşünüldüğünde iki rivayet arasındaki çelişki kolayca
görülür.

611-................ Bize İbnu Ebi Zi’b, Said el- Makburi’den; o da Ebû Hureyre(R)’den tahdis
etti ki, Ebû Hureyre bir kerre önlerinde kebap yapılmış bir koyun bulunan bir cemâate
uğramıştı. Onlar Ebû Hüreyre’yi kebap yemeğe davet etmişler, fakat o kebap yemeyi
kabûl etmeyip:
- Rasûlullah (S) şu dünyâdan arpa ekmeği ile karnı doymadan çıkıp gitti, demiştir.
(Buhâri, Kitâbu’l-Et’ime Bâb 23 C.12 S.5507 H.40 Ötüken. )

611/A- Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a
bir et parçası getirilmişti. Kendisine bunun bud kısmı sunuldu. Aleyhissalâtu vesselâm
budu severdi. Bu bud gelince hemen ondan ısırarak yedi.” (K.S.3953 C.11 S.191 Akçağ,
alıntıları: Tirmizi, Et’ime 34,(1838); İbnu Mace, Et’ime 28,(3307); Buhari, Enbiya 3,
Tefsir, İsra 5; Müslim, İman 327.)

Daha önce, 595. Örnekte yazmış olduğum rivayette. Peygamberin, ümmetinin “Fâlûzec”
denen tatlıdan yiyeceklerini duyunca, hıçkıra hıçkıra ağladığını rivayet ettiklerini
yazmıştım. Fâluzec, yağ ve balın karıştırılmasıyla yapılan helvadır. Bu helvanın diğer bir
çeşidi, süt un ve balın karıştırılmasıyla yapılan “Telbine” helvasıdır. Tahdis ettikleri diğer
bir rivayette Peygamberin telbine helvasının yenmesini tavsiye ettiğini tahdis etmişlerdir.
Bu da fâluzeç helvasının yenmesi aleyhinde tahdis etmiş oldukları rivayetle çelişki teşkil
eder. Şöyle ki :
240
612-............... Bize el-Leys, Ukayl’den; o da İbn Şihâb’dan; o da Urve’den; o da
Peygamber’in zevcesi Âişe (R)’den tahdis etti ki, o şöyle demiştir: Bir ev halkından
birisinin vefâtı üzerine ta’ziye için kadınları topladıkları, sonra dağıldıkları, yalnız hâne
halkı ve hısımları kaldıklarında Âişe emretti: Bir çömlek içinde telbine bulamacı pişirildi.
Sonra tirit yapılıp, telbine onun üzerine döküldü. Sonra Âişe:
- Haydi bundan yiyiniz! Çünkü ben Rasûlullah (S)’tan “Telbine hastanın kalbine rahatlık
verir, hüznün bir kısmını da giderir” buyururken işittim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Et’ime
C.12 Bab 24 S.5508 H.43 Ötüken. )

613- Ümmü Seleme (radıyallahu anha) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Gümüş kaptan su içen, karnına cehennem ateşi dolduruyor demektir.”
(K.S.144 C.2 S.465 Akçağ, alıntıları: Buhari, Eşribe 28; Müslim Libas 1,(2065); İbnu
Mace, Eşribe 17 (3413). )

Müslim’in diğer bir rivayetinde şöyle denir: “Kim altın veya gümüş bir kaptan içerse...”
(Karnına cehennem ateşi dolduruyor demektir.)

614- ............. Enes ibn Mâlik(R)’ten: Peygamber(S)’in su bardağı kırıldı akabinde kırık
yerine gümüşten bir bardak edindi dediğini tahdis etti.
Râvi Âsım el-Ahvel: Ben bu kadehi gördüm ve (teberruken içine su koyup) ondan su
içtim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Humus Bâb 5 C.6 S.2895 H.18 Ötüken. )

Peygamberin, zırhı bir Yahudi’nin yanında otuz sa’ ölçeği arpaya karşılık rehin edilmiş
bulunduğu halde vefat ettiğini tahdis etmişlerdi. (Buhâri, Kitâbu’l- Cihad Hadis 127 C.6
S.2735 Ötüken.) Hal bu ki, tahdis etmiş oldukları bazı rivayetlerde Peygamberin külliyetli
miktarda mal varlığına sahip olduğunu, sahabelerden de yüz binlik servete sahip olanların
bulunduğunu rivayet ettiler, bu bir çelişki teşkil etmektedir. Fakirliği öven rivayetleriyle
halka fakirliği tavsiye ederken, servetlerini meşrulaştırmak içinde servetleri öven
rivayetler tahdis etmişlerdir. Ayrıca takip etmiş oldukları çelişkiler metoduna da
uymaktadır. Örneğin:

615-............... Umer İbnu’l-Hattâb (R) şöyle demiştir: Benû’n-Nadir malları, Allah’ın


kendi Resûlü’ne fey olarak tahdis ettiği şeylerdendir. Bunlar Müslümanların at sürerek,
deveye binerek (harb ile) elde ettikleri ganimetlerden değildir. Bu sebeple Benû’n-Nadir
malları hususi olarak Resûlullah’a ait olmuş idi. Rasûlullah âilesi halkının bir senelik
nafakasını bundan harcar idi. Sonra bundan geri kalanı da Allah yolunda gazâ hazırlığı
olarak silaha ve atlara harcar idi. (Buhâri. Kitâbu’l-Cihâd ve’s-Siyer Bab 79 S.2726 C.6
H.116 Ötüken.)

Beni Nadir, Medine’den sürgün edilen bir Yahudi kabilesi idi. Bu kabilenin tüm malları
peygamberin emrine tahsis edilmişti diye rivayette bulunup, diğer taraftan, peygamber
vefat ettiğinde zırhı otuz sa’ yani bir sa’nın 2120 gr. Olması hesabıyla 63600 gr. Arpa
karşılığı bir Yahudi’nin yanında rehindi demeleri bir çelişkidir.

616-......... (Müminlerin anası Cuveyriye’nin kardeşi) Amr ibnu’l-Hâris (R) : Peygamber


(S) silâhından, beyaz katırından, bir de (sağlığında) sadaka yaptığı Fedek arâzisinden
başka bir şey geriye bırakmadı, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Cih3ad ve’s-Siyer C.6 S.2731
Bâb 85 H.123 Ötüken. )
241

Fedek arazisi de, hurmalığı olan ve gelir getiren meşhur bir arazi. Buna sahip olan bir
kimse için arpa ekmeğine karnı doymamış muhtaç bir kimse olarak bahsedilmesi
gülünçtür.

617- ............. Abdullah ibn Zeyd ibn Âsım şöyle demiştir:.........


Rasûlullah onlara (Ensâr’a) hitap edip şöyle buyurdu:
- “Ey Ensâr cemâati! Ben sizleri yolu şaşırmışlar bulup da Allah benim delâletimle sizlere
hidâyet vermedi mi? Ben sizleri fırka fırka bölünmüş hâlde bulup da, Allah benim
Medine’ye hicretimle sizleri birbirlerinizle birleştirmedi mi? Ben sizleri fakir hâlde bulup
da Allah benim yüzümden sizleri zengin kılmadı mı?”
Rasûlullah bu soruların her birini sordukça, Ensâr Rasûlullah’a karşı:
- Allah ve Resûlü en çok ihsân edicidir, dediler. ................. (Buhâri, Kitabu’l- Mağazi Bâb
58 C.9 S.4026 H.330 Ötüken. )

Peygamberin maddi zenginlik sahibi de olduğuna dair, Kur’an’dan delil gösterecek


olursam, mealen:

- Rabb’in sana verecek ve sen râzı olacaksın. 93/5

- O seni yetim bulup barındırmadı mı? 93/6

- Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi? 93/7

- Seni fakir bulup zengin etmedi mi? 93/8

- Öyleyse sakın yetimi ezme, 93/9

- Dilenciyi azarlama, 93/10

- Rabb’inin nimetini anlat. 93/11

Bu itibarla, peygamberin zırhını arpa karşılığı rehin verdiği ve vefat ettiğinde zırhının
rehinde olduğu konusundaki rivayetleri uydurma olup aslı yoktur. Hem de rehin konusuna,
korunmayı sembolize eden zırhı konu etmeleri manidardır.

Arazi ve Arsalar hakkında uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler

618- İmam Mâlik anlatıyor: “Bana ulaştığına göre, Abdurrahmân İbnu Avf radıyallahu anh
bir tarlayı kiraladı. Ölünceye kadar da arazi elinde kaldı. Oğlu dedi ki: “Ben, bu araziyi
uzun müddet babamın elinde kaldığı için bizim malımız sanıyordum. Babam öleceği
sırada tarlanın bize ait olmadığını söyledi ve tarlanın kirasından ödenmesi gereken bir
miktar borcun altın veya gümüş olarak ödenmesini emretti.” (K.S. 5383 C.15 S.195
Akçağ, alıntısı: Muvatta, Kirâu’l-Arz 4 (2,712). )

619- Kays İbnu Müslim, Ebu Cafer’den naklen diyor ki: “Medine’de muhacir aileden
hiçbiri yoktur ki, üçte veya dörtte bir pay ile ziraatçılık yapmasın. Hz. Ali, Sa’d İbnu
Mes’ud radıyallahu anhüm de bu çeşitten muzâra’a akdi yapmışlardı. el-Kâsım (İbnu
242
Muhammed) ve Urve’den de benzer rivayet mevcuttur. Rivayette şu ziyade de var:
“Ebu Bekr ailesi, Hz. Ömer ailesi, Hz. Osman’ın ailesi, Ali ailesi ve İbnu Sirin ailesi de.”
(K.S. 5384 C.15 S.195 Akçağ, alıntısı: Buhari, Müzâra’a 8 (bab başlığı olarak
kaydedilmiştir). )

620- .............. Abdullah ibn Umer (R) : Rasûlullah (S), Hayber arâzisini, orada çalışmaları
ve ekincilik yapmaları ve arâziden çıkacak mahsûlün yarısı onların olması şartı üzere,
Hayber Yahudileri’ne verdi, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’ş-Şurut Bab 5 C.6 S.2542 H.8
Ötüken. )

Görüldüğü gibi, arazilerin altın, gümüş ve ürün karşılığında kiraya verilebileceğini tahdis
ettiler. Buna rağmen şu şekilde rivayetlerde bulundular:

621- Râfi’ İbnu Hadic radıyallahu anh anlatıyor: “Yanıma Züheyr geldi ve bana:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize faydalı bir şeyi yasakladı” dedi. Ben:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm her ne söyledi ise, mutlaka haktır!” dedim.
“Muhâkala’yı (tarla kiralamasını) nasıl yaptığımızı sordu. Ben de:
“Biz onu, dörtte bir ve kuru hurma ve arpadan vasklarla ücretlendiriyoruz” dedim, bunun
üzerine ( Aleyhissalâtu vesselâm):
“Öyle yapmayın! Araziyi ya kendiniz ekin veya ektirin veya (kimseye vermeyip) sahip
olun!” buyurdular.”
Rafi der ki: “Ben de: “(Baş üstüne!) dinlemek ve itaat etmek (borcumuzdur!)” dedim.”
(K.S. 5385 C.15 S.197 Akçağ, alıntıları: Buhari, Muzâra’a 18, 19: Müslim, Büyû’ 114,
(1548); Ebû Dâvud, Büyû 32,(3394); Nesâi, Müzâra’a 45,(7,44,49). )

Bu rivayette, arazilerin kiraya verilemeyeceğini, ancak boşta olsa elde tutulabileceğini


rivayet ettiler. Böylece kiraya verilebileceği hususundaki rivayetleriyle çelişkiye düşmüş
oldular.

622- Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Bizden bazı kimselerin ihtiyaçlarından fazla
arazileri vardı. Onları: “Biz arazimizi üçte bir veya dörtte bir veya yarıya kiraya verelim
dediler bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
“Kimin arazisi varsa bizzat eksin veya kardeşine bağışlasın; ne ücret mukabili versin ne de
kiraya versin!” buyurdular.” (K.S. 5387 C.15 S.199 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Müzâra’a
18, Hibe 35; Müslim, Büyû’92,(1536); Nesâi, Müzâra’a 45,(7,36,38 ). )

Bu rivayette ise, evvelki rivayetin aksine olarak fazla arazinin elde boş olarak
tutulamayacağını, bu şekilde fazla arazisi olan kimse, araziyi bir ücret karşılığında ne
satabilir, nede kiraya verebilir, ancak kullanmadığı fazla araziyi bir kardeşine ki burada
herhangi bir mümin kastedilmektedir, bağışlamalıdır diye tahdiste bulundular.

Bu itibarla, tahdis etmiş oldukları rivayetlerden, çelişkiler nedeniyle kesin bir şekilde arazi
hukukunun nasıl olması gerektiği anlaşılamaz. Zira, arazi altın gümüş ve ürün karşılığı
kiraya verilebilir derken, bunun tam aksine hiçbir ücret alınamaz, hibe edilmelidir
demeleri bir çelişkidir. Hele tahdis etmiş oldukları bazı rivayetlerde ürün karşılığında
tarlanın kiralanmasını Ribaya (faize) benzetmişlerdir. Şöyle ki:

623- Zeyd İbnu Sâbit radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
243
muhâbereyi yasakladı. Muhâbere, tarlayı yarı, üçte bir veya dörtte karşılığında
almaktır. “(kiralamak). (K.S. 5389 C.15 S.200 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû’34,
(3407). )

624- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:
“Muhâbereyi terk etmeyen, Allah ve Resûlü ile savaş ilan etsin.” (K.S. 5390 C.15 S.200
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû’ 34, (3406).)

625-... Râfi’ b. Hadic’ten rivayet edildiğine göre;


O bir araziyi ekmişti, tarlayı sularken kendisine Rasûlullah (s.a.) uğrayıp:
“-Ekin kimin, tarla kimin?” diye sordu.
Râfi’:
- Tohumum ve emeğim karşılığında benim ekinim; yarısı benim, yarısı da filan
oğullarının, karşılığını verdi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
“-Ribâ muamelesi yaptınız, araziyi sahibine ver, sen de ücretini al” buyurdu. (Ebû Dâvûd,
K.el-Büyû’ (22) Bab 31 C.12 S.463 H.3402 Şamil. )

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayetler bir birleriyle çelişkilidirler. Arazi üzerinde
yarıcılığın Ribâ olduğunu tahdis etmelerine rağmen. Peygamberin, Hayber arazisini
Yahudilere, yarıcılığa verdiğini tahdis etmeleri peygambere saygısızlıktır.

626- İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Hz. Ömer radıyallahu anh Hayber’de
(ganimetten) bir arazi sahibi oldu. (Bunu tasadduk etmesini emreden bir rüyayı üst üste üç
gün görmesi üzerine) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a gelerek:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben Hayber’de bir tarlaya sahip oldum. Şimdiye kadar yanımca
böylesine değerli bir arazim hiç olmadı. Bu tarla için bana ne emir buyurursunuz?” diye
sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Dilersen onun aslını (Allah için) hapset ve (gelirini) tasadduk et!” buyurdular. Bunun
üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh araziyi tasadduk etti ve aslının satılamayacağını ve satın
alınamayacağını, vâris olunamayacağını söyledi.
Râvi der ki: “Ömer bu araziyi fakirlere, akrabalara, kölelere, Allah yolunda harcamalara
ve yolculara bağışladı. - Bir rivayette misafirlere de denmiştir. - Onun işlerini üzerine
alanın maruf üzere yemesinde veya bir dostuna yedirmesinde bir beis yoktur ki, malı
kendisine sermaye yapmasın .” (K.S. 5809 C.16 S.278-279 Akçağ, alıntıları: Buhari, Şurût
19, Vesâya 28, İmân 33; Müslim, Vasiyyet 15, (1632); Ebû Dâvud, Vesâya 13,(2878);
Tirmizi, Ahkâm 36,(1375); Nesâi, Ahbâs 1, (6,230); İbnu Mâce, Sadakât 4,(2396). )

Bu rivayette, arazinin vakf edilebileceğini ve bunun iyi bir şey olduğunu iddia etmişlerdir.
Vakfı tanımlarken de, vakfedilen herhangi bir iktisadi kıymetin, özellikle gayri
menkullerin, örneğin: Arazi, bahçe, dükkan ev v.s. Kıyamete kadar alınıp
satılamayacağını, ancak gelirlerinden istifade edilebileceğini iddia etmişlerdir. Bu ise
Kur’an’a uymamaktadır. Zira, Allah alım alım satımı helal etmiştir.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.
244
Bu, onların: “Alışveriş de faiz gibidir.” demelerinden ötürüdür. Oysa Allah,
alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbi’nden bir öğüt gelir de (o öğüte
uyarak faizden) vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır
(Allah’ın onu affetmesi umulur). Kim tekrar (faize) dönerse onlar ateş halkıdır,
orada ebedi kalacaklardır. 2/275

Bu itibarla alışveriş durdurulamaz, hayır işlerine tahsis edilmiş olan herhangi bir mal veya
önceden alım satıma konu olmuş bir gayrimenkul gerektiğinde hayır işlerine sarf edilmek
üzere alınıp satılabilir. Nasıl ki, şahıslar aleyhlerine olmadan gerektiğinde fayda sağlamak
için gayri menkullerini satabiliyorlarsa vakıf malları da bundan değişik değildir. Örneğin,
farz edelim ki bir camiye ait kiraya verilen beş adet dükkan veya bir bahçe olmuş olsun.
Herhangi bir nedenle cami yıkılacak olsa veya köklü bir şekilde tamir edilmesine ihtiyaç
olduğunda biri çıkıp diyebilir mi ki, dükkanları veya bahçeyi satmayın, cami yıkık
vaziyette kalsın desin de bu önerisi doğru ve faydalı kabul edilsin. Hangi birimiz, evimiz
yıkıldığında, sahip olduğumuz bir bahçeyi satıp evimizi inşa etmeyiz. Cami içinde durum
bundan farklı değildir. Satılamayacak olan caminin kendisidir, zira cami satışında ibadete
mani olma durumu vardır. Bundan dolayı, camilerin muhafaza edilmesi ve içinde ibadet
edilmeye uygun şekilde muhafaza edilmesi esastır. Zira, Allah’ın mescitlerini yıkmak, yok
etmek ve içinde ibadet edilmesini engellemek büyük bir zülümdür. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

- Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harâb olmasına
çalışandan daha zâlim kim vardır? Bunların oralara korka korka girmesi gerekir (başka
türlü girmeğe hakları yoktur.) bunlar için dünyâda rezillik, âhirette de büyük azab vardır.
2/114

Diğer taraftan, fakirlere tahsis edilmiş bir gayrimenkul içinde, satış gerektiğinde satış
yapılabilir. Örneğin: Herhangi bir kıtlık durumunda, insanların açlıktan çok zor duruma
düşmelerini seyredip vakıf malı elde tutmak mı doğrudur? Yoksa satıp acilen ihtiyaçlarını
karşılamak mı. Hangi birimiz sahip olduğumuz bir gayri menkulü veya bir menkulü, çoluk
çocuğumuz açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya iken satıp ihtiyaçlarını karşılamayız
veya onlara gerekli ilaçları almayız?

Araziler konusunda, yukarıda vermiş olduğum örneklerde görüldüğü gibi özet olarak şu
iddialarda bulunmuşlardır.

a) Araziler, altın ve gümüş karşılığında kiraya verilebilir. (Örnek 618)


b) Arazilerde yarıcılık yapılabilir. (Örnek 619-620)
c) Arazilerde yarıcılık yapılamaz, fakat arazi boş olarak elde tutulabilir. (Örnek 621)
ç) Ekilmeye araziler elde boş olarak tutulmayıp ücretsiz olarak bağışlanmalıdır. Bu
şekildeki araziler, ne ücret karşılığı satılabilir, nede kiraya verile bilir. (Örnek 622 )
d) Yarıcılık Ribadır (faizdir). (Örnek 623-624-625)
e) Arazi vakf edilebilir. (Örnek 626)

Bu örneklerin kendi aralarında çelişki ihtiva ettikleri açıktır. Bir taraftan yarıcılık
yapılabilir derken, diğer taraftan bunun Riba (faiz) olduğunun tahdis edilmesi izah
edilebilir bir durum değildir.
245
Arsa ve araziler mülkiyet bakımından değişik bir durum arz etmektedirler.
Mülkiyet bakımından, Hava, Deniz, Göl, Akarsu, Orman ne ise Arsa, Arazi veya dağ
olsun, toprağın durumu da odur. Bunların üzerinde mülkiyet olarak ancak kullanım hakkı
vardır. Kullanım olayı bitmişse daha önce kullanmış olan şahıs bunları ne satabilir ne
kiraya verebilir nede bağışlaya bilir. Ancak devlet denetiminde ihtiyacı olan başka
kimselerin istifadesine terk etmesi gerekir. Arazi veya arsa üzerine bağ, bahçe veya konut
yapılmışsa şahıs olarak kişi ancak bağ, bahçe, konut v.s. nın sahibidir. Şahsi emek verdiği
bu şeylerin olayı devam ettiği müddetçe başkası bu şahsın yapmış olduğu, örneğin: konutu
üzerine konut, bahçesi üzerine bahçe yapamaz, meğer ki kendisi izin vermiş olsun veya
istifadesine verilmiş olmasının başlangıcında kendisine bu şartla verilmiş olsun, o zam
yapılabilir. Toprak, dağ ve su kaynaklarının tamamı yer altı ve yerüstü tabii servetler
enfal'dir, bunların hepsi devlet mülkiyetinde olup ancak devlet denetiminde kullanılabilir.
Enfâl den kendisine kullanım hakkı verilmiş olan kimseler, en fal üzerine bir emek veya
masraf yaparak tesis icra ettiklerinde, en fal üstündeki tesislerini enfal'den ayırmadan
satma hakkına sahiptir, örneğin bağ yapmışsa bağ halinde, bina yapmışsa bina halinde v.s.
satabilir. Zira bunlar enfâl den istifade de emek ve masrafın zayi olmaması için gerekli
olan hususlardır. Satış durumunda aslında satılan arsa veya arazi v.s. İle ilgili enfâl
olmayıp, emek ve masraf yapılmış olan bina veya bağ ve bahçenin ihtiva ettiği bitkiler ve
araziyi ıslah eden şeylerdir. Miras bırakmada da durum aynıdır. Yani, enfâl devlete ait ve
devletin tasarrufunda, emek ve sermaye şahsa ait ve şahsın tasarrufundadır. Şahıs enfal'i
satamaz veya başkasına devir edemez, miras bırakamaz, ancak ancak enfal üzerinde
ürettiği şeyler üzerinde tasarruf yapabilir. Örneğin arsa her ne kadar enfal olup kendisinin
mülkiyetinde değil, devletin mülkiyetinde ise de, üzerine inşa ettiği veya satın aldığı bir
apartman dairesini enfal'den koparmadan satabilir, bağışlaya bilir veya miras bırakabilir.
Aksi takdirde zarara uğramış olacaktır. enfal üzerinde şahsın, tesisi şeklinde hiçbir eseri
kalmamışsa, ve kendisine devlet tarafından verilmiş kullanım hakkını artık
değerlendirmeyecekse yani enfal öz şekli halinde ise artık şahıs bunun üzerinde tasarruf
yapamaz, tasarruf hakkı devlete aittir. Bu duruma havayı örnek gösterecek olursak, şahıs
nefes aldığında ciğerlerine doldurmuş olduğu havayı kullanım mülkiyeti hakkına sahiptir,
saldığında da bu kullanım hakkı ondan istifade eden başka kimseye ait olur. Örneğin: Bir
kimse denizde gemi yüzdürdüğünde kullanım hakkı geminin işgal ettiği yerdir, gemisini
çektiğinde diğer bir kimse aynı şekilde istifade edebilir. Toprak ve arazide bunun gibi
düşünülmelidir. Toprak ve arazide bunun gibi düşünülmelidir. Bu istifade hakkı devlet
denetiminde olup, devlet tarafından tüm vatanın istifadesine uygun şekilde kullanılır. farz
edelim ki, bir kimse bütün havayı bir seferde çekip ciğerlerine doldurmuş olsun ve
salmasın, bunun manası Allah’ın takdiri hariç tüm insanların ölümü demektir. Bu itibarla
istifade hakkı kullanılırken diğer insanlarda düşünülmelidir. Bu da keyfi olmayıp, İslam
devlet başkanının ve dolayısıyla şuranın da gözetimi altında olan bir husustur. Bir kimse
tüplere doldurduğu havayı satabilir fakat açık havayı satamaz, inşa ettiği binayı veya
bahçeyi bozmadan satabilir, fakat üzerinde eseri olmayan ve istifadeden vaz geçtiği tarla
veya arsayı sahiplenip satamaz, karşılıksız terk etmek zorundadır. Zira, enfal'in
kullanımını belirttiğim gibi ancak devlet denetler.

Kendisinden istifade imkanı varken boş bırakılan her bir avuç toprak hem ülke için, hem
de kendisinden gelir sağlayacak fertler için bir kayıptır. Ve toprak öyle bir olaydır ki, boş
bırakılmak suretiyle terk edilirse veya hor kullanılırsa, kendisini hor kullananları veya boş
bırakanları terk eder. Her yıl erozyon suretiyle ülkeleri terk eden muazzam miktarda güzel
topraklar bunun örneğidir. Çoğu zaman toprağın erozyona gitmesine halkın tembel olması
246
yol açmıyor. Halk çalışkan olmasına rağmen devletlerin bozuk ve yanlış toprak
politikaları erozyon suretiyle toprak tahribatının ana nedenini teşkil eder. Örneğin: Halkın
istifadesinden koparmak suretiyle, toprağı, devlet arazisi, tapulu şahıs arazisi ve vakıf
arazisi şeklinde el konduğunda, toprağı işlemek bu üç grupla sınırlı olmuş olmaktadır.
Toprağı denetlemek, hatta devlet başkanlığı makamına bağlı olarak asli şekilde
sahiplenmek devletin ana görevidir, fakat toprağı insanlardan ayırıp, onu işlemelerine set
çekmek devletin ana görevi değildir. Devlet, fertlere toprağı işleme hürriyeti vermek
suretiyle topraktan elde edilebilecek azami faydanın elde edilmesine ortam sağlamalıdır.
Fayda kaybını önlemek için adaletli bir şekilde denetim görevini yürütmelidir. Örneğin,
tapulu şahıs arazilerinde veya vakıf arazilerinde şu hususlar ortaya çıkmaktadır. Toprak,
tapuyu elinde bulunduranlar tarafından, kendisini işleyecek olanlara ya kiraya verilmekte,
yada yarıcılık yapılmakta veya boş bırakılmaktadır. Kira veya yarıcılık veya durumunda
toprağı işleyenlere yük getirilmek suretiyle ziraatta ilerlemeleri engellenmektedir.
İnşaatlarda da durum bundan farklı değildir, bazen arsa fiyatı üzerinde yapılan inşaatın
maliyetini aşmaktadır. Toprağın boş bırakılması durumunda ise sağlanacak bütün fayda
kökten yok olduğu gibi, toprağın erozyona gitmesine sebep olmaktadır. Hele toprağa vakıf
diye kutsiyet atfedilmesi çok ilginçtir. Çoğunlukla vakıf diye telakkileri uydurdukları
rivayetleri de aşarak, Allah için hayra tahsis edilmiş bir toprak parçası olmayıp, direk
şahsa, örneğin, bir şeyhe vakfetme şeklindedir. Hal bu ki, şahsa verilen herhangi bir şey
kendi öğretilerinde dahi vakıf olmayıp hediyedir. Bu tür araziler dahi alınıp satılamaz
mallar kapsamında değerlendirilmektedir. Ve bu araziler çoğunlukla el sürülemez kutsal
araziler olarak asırlarca boş bırakılmaktadır. Demin bahsettiğim gibi, enfal malları devlet
dışında şahıslar aslen sahiplenemeyeceği için, enfal malları şahısların vakfetmesi de söz
konusu değildir. Kişiler enfal malların değil, üzerinde gerek sermaye olarak, gerekse emek
olarak çalışma yaptıkları şeylerin sahibidirler.

Özetleyecek olursam insan ancak çalışması üzerinde hak iddia edebilir. Emek vermediği
su, hava, maden ve toprak üzerinde alıp satmak üzere ferdi hak iddia edemez. Bunların
asılları Allah’a ait ve Devlet İdaresi dahilinde; İslam Devlet sisteminin bir parçası olarak
mülkiyeti muhafaza etmek üzere devlet başkanına aittir. Eğer enfâl üzerinde müsaade
almış şahısların çalışmaya dayalı eserleri varsa, bu eserlerden dolayı, eserin satılmasıyla
kullanım hakkı başkasına devredilebilir, emek eseri bitmişse alınıp satılamazlar. İhtiyaç
sahiplerine, devlet başkanlığınca ücretsiz olarak istifade edilmek üzere verilir.

Bu hususta Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- Sana “Enfâl” hakkında sormaktadırlar. De ki: “Enfâl”, Allah’a ve Resûlüne âittir.


Allah’tan sakının ve aranızı düzeltin. Eğer mümin kişiler iseniz, Allah’a ve Resûlüne
itaat edin. 8/1

“Enfâl” hiçbir şekilde, insan emeğiyle birleşmemiş ve Allah’ın kullarına emekleri dışında
açıktan vermiş olduğu mallardır. Bunlar, dağlar, ovalar, meralar, arsalar, araziler, hava su,
madenler ve bunlar gibi olan şeylerin tümüdür. Resûlullah’ın bunları sahiplenmesi gibi,
İslam devlet başkanları bunları sahiplenirler, fakat bu sahiplenme kullanımlarını halka
yasaklayan bir sahiplenme değildir. Mülk olarak fertlerin sahiplenip, kendi aralarında alıp
satmalarını engelleyen bir sahiplenmedir. Halk bunlar üzerindeki emeklerinin sahibidirler.
Eğer kullanmayacaklarsa ve üzerinde emeğe dayalı eserleri de yoksa bunları alıp
satamazlar, boş bırakamazlar, başkalarına ne vakıf nede hibe edemezler. Hatta
247
üzerlerindeki emeklerine dayalı haklarını satmayıp terk etmişlerse, başkaları bunları
sahiplenip kullanabilir. Kimi yazarlar Enfâl’ı harp ganimeti olarak izah etmişlerdir.
Halbuki harp ganimetlerinin hususiyeti ve bölüşümü ayrıdır. Harp ganimetleri savaş
meydanında elde edilen, parasal şeyler, aletler v.s. gibi menfaatlerdir.

Kur’an’dan mealen:

- Şunu bilin ki, eğer Allah’a ve (hak ile bâtılın) ayrıldığı gün, iki topluluğun
karşılaştığı (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz (âyetler)e iman etmişseniz, (savaşta)
ganimet olarak aldığınız bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’a, Resûlüne, hısımlara,
yetimlere, yoksullara ve yolculara âittir. Allah her şeye kadirdir. 8/41

Ganimetlerde, ganimetlerin beşte biri, Allah’a, Resûlüne, hısımlara, yetimlere, yoksullara


ve yolculara âittir. Halbuki, “Enfâl” de, Enfâl’in tamamı, Allah’a ve Resûlüne aittir. İsim
olarak ta , enfâl ve ganimet ayrı tanımlanmışlardır, ikisi aynı şey değildir.

Kullanım hakkı ve istifade ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi
gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.
2/29
- (Allah), yeri mahlûkat (yaratıklar) için koymuştur. 55/10

- Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde)


dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır. 67/15

- Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: “Yeryüzünü iyi kullarım vâris olacaktır”
diye yazmıştık. 21/105

- İşte bunda, (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesâj vardır. 21/106

İşte, yeryüzünün enfâl ile ilgili kısmının mirası tek tek şahıslara mal edilmek üzere
bölüştürülmeyip, toplum mirası olarak tüm toplumda kullanmaları gerekli olanlara ücretsiz
kullanılmak üzere, mülkiyeti Allah’a ve Peygambere aittir. Böylece mülkiyetin
toplumdaki şahıslara geçmesi önlenmiş olmaktadır. Peygamber, Allah’ın razı olacağı
şekilde, yani, Kur’an’a dayalı olarak, adaletle mülkü idare eder. Peygamber olmadığı
çağlarda, İslam devlet başkanları bu görevi yüklenir. Fakat devlet başkanları kendi
başlarına, müminlere danışmadan iş yapmazlar. Zira devlet işleri yürütülürken, İslam idare
sisteminde, Paygamber zamanında olsun veya diğer zamanlarda olsun İslam devlet
başkanının Şûrâ ile müşaverede yani danışmada bulunması esastır. Herhangi bir şeyde
ihtilafa düşülmesi halinde hüküm vermek Allah’a mahsustur, dolayısıyla Allah’ın kitabı
Kur’an esastır esastır. Kur’an’a aykırı hiçbir işlem, İslami bir işlem olarak kabul edilemez.
Peygamberler din tebliği hususunda masumdurlar yani Allah tarafından yanlış tebliğ
yapmaktan korunmuşlardır. Tebliğ ettikleri vahyin kendisidir. onların dışında olan bizler
ise bu vahye göre dinimizi öğrenir ve öğretiriz, bizler hatadan korunmuş olmadığımızdan
öğrettiklerimizin Kur’an’a uygun olup olmadığı veya hata yapıp yapmadığımız Kur’an
ölçüsüne göre dikkate alınmalıdır. Hem kendi söylediklerimizde, hem de başkalarının din
olarak bize söylediklerinde Kur’an ölçüsü esastır. Kur’an ölçüsü, eksiklik ihtiva etmediği
248
gibi, gizli öğreti yani batini manalara dayalı olmayıp, tam, açık ve kesin manalara
dayalıdır, ayrıca bu öğreti hiçbir şahsın veya zümrenin tekelinde de değildir. Ve
unutulmamalıdır ki dini ancak ve ancak Allah koyar ve din olarak Allah ne indirmişse
Kur’an içerisinde noksansız mevcuttur.

Kur’an’dan mealen :

- Elif lâm râ. Bunlar apaçık Kitâb’ın âyetleridir. 12/1

- Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız. 12/2

- Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misâli türlü biçimlerde anlattık.
Ama insan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür. 18/54

- Şüphesiz ki Kur’an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere,


kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. 19/9

- Biz bu Kitâbı sana hak ile indirdik, öyleyse sen de dini yalnız kendisine hâlis
kılarak Allah’a kulluk et. 39/2

- De ki: “Bana, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet etmem emredildi.” 39/11

- “Ve bana müslümanların ilki olmam emredildi.” 39/12

- “De ki: “Ben Rabb’ime isyan edersem büyük bir günün azâbından korkarım.”
39/13

- De ki: “Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet ediyorum.” 39/14

- Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi,


ister istemez, O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir. 3/83

Şura konusunda Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki: sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı
yürekli olsaydın,çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların) dan geç,
onlar için mağfiret dile. (Umuma ait) işler hakkında onlara danış, bir kere de
azmettin mi, artık Allah’a dayan; çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.
3/159

- (Cennetlikler) Rab’lerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar. İşleri aralarında


danışma, (şûrâ) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar. 42/38

İhtilaf olması halinde ihtilafların hallinde, Allah’ın Kitabı esastır. Kur’an’dan mealen:

- Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a âittir. İşte
Rabb’im Allah budur. O’na dayandım, O’na yöneldim. 42/10
249
İnsanın hak talebi konusunda ise, Kur’an’dan mealen:

İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

Ayetini göstere biliriz, yukarıda meali yazılı bu ayet, hem dünyada hem de ahirette insanın
hak talebi konusunda esastır. İnsan çalışmak suretiyle ne üretmişse esas itibarıyla
kendisinin olanda odur.

Bundan dolayı enfâl kullanım hakkı dışında sahiplenemez, dolayısıyla İslam dininde
başkalarının çalışması üzerine kurulu olarak, ne toprak ağalığı, ne yarıcılık, ne arsa
parsellemeciliğiyle satış yapıp menfaat sağlamak, ne bağış ve vakfetme, nede tabii
servetleri malvarlığına katarak kökten sahiplenme vardır, ayrıca enfâl ne bağışlanabilir
nede vakfedilebilir, bütün bu gibi işlemler İslam dinine göre geçersizdir. Zira enfâl devlet
denetiminde, devlet başkanının tasarrufu altında bütün vatandaşların ortak kullanımı ve
istifadesi içindir.

Ayrıca, müslüman kimseler, kendilerine ait olan mal varlıklarından hayır işlerine sarf
edebilirler bunda ihtilaf yoktur, ancak satılamaz kaydıyla şartlı bağışta bulunamazlar,
bağışladıkları andan itibaren, bağışlanan şey bağışı alanın mal varlığına geçer,
bağışlayanın hiçbir ilgisi kalmaz, aksi takdirde bağışlanan değerlerin ekonomik
kullanımına set çekilmiş olur. Bağışlayanın ne ticareti engellemeye hakkı vardır, nede
koyduğu şartlarla, bağışladığı şeyde azami ekonomik fayda sağlanmasını engellemeye
hakkı vardır. Bu itibarla şartlı bağış olarak telakki ettikleri vakıf olayı İslam dininde
yoktur.

Ekonomik değerlerin zayi edilmesi ve onlardan gelecek faydanın engellenmesi, İslam


dininde kabul edilemez. Örneğin terk edilmiş şahıs malları zayi edilmeyerek başkalarının
istifade etmesine serbest bırakılmıştır. Kur’an’dan mealen:

- Oturulmayan, fakat onlarda sizin için fayda olan evlere girmenizde size bir günah
yoktur. Allah sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de çok iyi bilir. 24/29

Kendisinden ihtiyaç olunan bir fayda sağlanabilecekken terk edilmesine rağmen istifade
edilmesi engellenen bir imkan israf edilmiş demektir. Bundan dolayı da işlenebilecekken
toprakta boş bırakılamayacağı gibi, sahiplerince terkedilmiş ekonomik değerlerden
Müslümanlar serbestçe istifade edebilirler. Zira İslam dininde israfa yer yoktur. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Akraba hakkını, yoksul hakkını, yolcu hakkını ver. Sakın saçıp savurarak
bozgunculuk etme. 17/26

- Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbi ne karşı


nankördür. 1/27

Rivayetlerden örnekler vermeye devam edecek olursam:

627- Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın muhacir ashabından bir adamın anlattığına göre,
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdular: “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar:
250
Su, ot ve ateş.” (K.S. 5182 C.14 S.516 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû’ 62,
(3477). )

Bu rivayete göre, müslümanlar suları, meraları ve ateşi ortak olarak kullanırlar, diğer bir
ifadeyle bunlar müslümanların ortak mallarıdırlar. Kişiler bunları şahsi mülkiyetlerine
alamazlar.

628- Esmer İbnu Mudarris radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Bir müslümanın henüz ulaşamadığı (ot, odun, su (toprak) gibi bir şeye önce ulaşan kimse
ona sahip olur.” bunun üzerine halk çıkıp (mubah şeyleri sahiplenmek maksadıyla)
birbirleriyle hızlıca (sınır) işaretleme yarışına girdiler.” (K.S. 5183 C.14 S.517 Akçağ,
alıntısı: Ebû Dâvud, İmâret 36, (3071). )

Burada, su, mera, toprak, arazi v.s. üzerinde ferdi mülkiyeti kabul etmeleri evvelki
rivayetleriyle çelişkilidir.

Daha öncede belirttiğim gibi, İslam toplumunu zayıf düşürmek için fakirliği övücü birçok
hadis uydurmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek İslam toplumunu iktisaden çökertmek
için o günkü ekonominin temellerinden olan, ticareti, deve yetiştiriciliğini, ziraatı, inşaat
işlerini ve hatta fertlerin hür olmalarını kötüleyici veya düşük gösterici rivayetler
uydurmuşlardır. Şöyle ki:

629- Resûlullah’a atfen: “Samimi olan memlûk köle için iki ecir vardır.” buyurdular. Ebû
Hüreyre’nin nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihâd, hac
ve anneme iyi muamele (emri) olmasa memlûk (köle) olduğum halde ölmek isterdim.
Said b. El-Müseyyeb: “duyduğumuza göre Ebû Hureyre, annesinin sohbetinde bulunduğu
için ölünceye kadar hacc etmemiştir.” demiştir. (Müslim’in Rivayetleri, Sönmez Neşriyat
Cilt 8 44/267 )

Bu rivayette dediklerine göre köle olmak sevinilecek ve arzu edilecek bir şeydir. Ayrıca
anneyle sohbet gibi, bir gerekçeyle Hacca karşı çıkmaları İslam dininde Kur’an’ı reddetme
ve Allah’a şirk koşma demektir. Ebû Hureyre diye uydurdukları hayali kimse, Allah’ın
hacc konusunda koyduğu farzı hiçe sayarak, annesini İlâh mı edinmişti. Dediklerinden,
kelimenin tam manasıyla anlaşılan budur.

630- Ebu Hüreyre’den naklen:Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular: “Allah’ın


en çok sevdiği yerler mescitlerdir. Allah’ın en ziyade nefret ettiği yerler de çarşı ve
Pazarlardır.” (K.S. 211 C.3 S.21 Akçağ, alıntısı: Müslim, Mesâcid 288, (671). )

Bu rivayette Müslümanları çarşı Pazardan soğutup uzaklaştırmak amaçlanmıştır. Çarşı


Pazarı güçlü olmayan bir toplum mahvolmaya aday bir toplumdur. Zira sanayi ile ve diğer
üretim araçlarının gelişmesi için, üretilen malların iyi bir şekilde Pazarlanması şarttır,
bütün üretim aşamaları Pazarlamadan gelen gelirle beslenirler, bu gelir kesildiği anda
üreticilerin toplum için verimli üretim yapmaları imkansız hale gelir ve yok olurlar, üretim
yapmayan ve bu üretimini Pazarlayamayan bir toplum ayakta kalamaz.

631- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
251
ki: “Nafaka için harcananın hepsi Allah yolunda harcanmış gibidir, bina için
harcanan müstesna, bunda hayır yoktur”. (K.S.404 C.3 S.176 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Kıyamet 41, (2484). )

632- Kays İbnu Ebi Hâzm (radıyallahu anh) anlatıyor............. Habbâb’ı kendisine ait bir
duvarı inşâ ederken görmüştük de şöyle buyurmuştu: “Müslüman harcadığı her şey için
sevâba erer, ancak şu inşaat işi hâriç”. (K.S. 403 C.3 S.175 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Mardâ 19, Da’avât 30, Rikâk 7, Temenni 6; Müslim, Zikr 12,(2681); Nesâi, Cenâiz 2,
(4,3-4). )

Bu rivayetlerde müslümanlar bina yapmaktan soğutulmak istenmiştir. İnsan başarısının en


önemli temellerinde bir tanesi rahat yaşam ortamı ve yaşama kalitesidir. İyi bir barınak, iyi
bir giyim ve kaliteli bir yiyecek insan çalışmasını destekleyen en önemli şeylerdendir.
Buna sağlam bir akıl ve sağlam bir bünye ve doğru bir düzen eklendiğinde insan başarısı
büyük bir desteğe sahip olmuş olur. Tıpkı iyi bir bitkinin kendisine uygun bir toprak ve
iklimde gürleştiği gibi insan başarısı da gürleşir. Rivayet uydurmacıları insana fayda veren
bütün bu olanakları İslam toplumundan yok etmek için çaba harcamışlardır. Arap
coğrafyasında o tarihte ekonominin ve hayvansal gıdanın temelinde olan Deveye şeytan
demek suretiyle kötülemeye giriştikleri gibi, ziraatı de kötülemekten çekinmemişlerdir,
şöyle ki:

633- Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın saban
ve diğer bir ziraat aleti görünce: “bunun girdiği bir eve, Allah mutlaka zillet (hor görülme,
alçalma) de sokar!” dediğini işittim.” (K.S. 5953 C.16 S.423 Akçağ, alıntısı: Buhari, Hars
2. )

Ziraatın yapılmadığı memleketlerde, toplum olarak beslenmek nasıl mümkün olur. Ziraat
zillet değil, zenginlik ve refah sebebidir.
Bina yapmaya, hayvan beslemeye ve ziraata karşı çıktılar, bir toplum bunları yapmasa
daha ne kalır ki? Aslında bunların bu gibi sözleri rivayet uydurmacılığının da ötesinde
birer hezeyandır.

634- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Koyun ağıllarında namaz kılın. Zira koyunlar mübarek (hayvanlar)dır. Deve damlarında
namaz kılmayın, zira onlar şeytanlardır.” (K.S. 2696 C.8 S.536 Akçağ, alıntısı: Ebû
Dâvud, Salât 25,(493). )

Bu rivayetlerinde Deveye şeytan deyip, koyunu övmeleri koyun üreticiliğini teşvik için
değildir, çöl ortamında yetiştirilmesi kolay olan deveden vaz geçirip, o ortamda zor
yetiştirile bilen koyun yetiştiriciliğine teşvik içindir. Bu kutupta yaşayan bir Eskimo'ya ren
geyiği şeytandır, deve mübarek hayvandır onu yetiştir demeye benzer.

634-. ... Abdullah b. Amr (r.a.) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu, demiştir:
“-Hacca gidecek veya umre yapacak olan kimse ile Allah yolunda savaşacak olan
kimsenin dışında hiçbir kimse deniz nakliyat araçlarına binemez. Çünkü denizin altında
ateş, ateşin altıda da deniz vardır. (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 9 C.9 S.458-459
H.2489 Şamil. )
252
Burada da, denizden gemicilik yoluyla sağlanabilecek bütün ekonomik faydalar
engellenmek istenmiştir. Gerekçe de, denizin altında ateş varmışta, ateşin altın da deniz
varmış gibi, ipe sapa gelmez sözlerle. Halbuki, Allah Kur’an’da denizden istifade
etmemizin, O’na şükretmemiz gereken iyi bir şey olduğunu bildirmiştir. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- O, denizi de (hizmetinize) râm etti ki ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan


giyeceğiniz süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp
gitmektedir. (Bütün bunlar) Allah’ın lûtfunu aramanız ve O’na şükretmeniz içindir.
16/14

- Allah’tır denizi size boyun eğdirdi, tâ ki gemiler onun içinde emri ile akıp gitsin ki,
siz O’nun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. 45/12

635-... İbn Abbas (r.anhüma)’dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir adam on dinar alacaklı
olduğu borçlusunun peşine takılıp:
- Vallahi borcunu ödeyinceye veya bir kefil getirinceye kadar senden ayrılmam dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) o paraya kefil oldu.
Borçlu, Rasûlullah’ın va’d ettiği zamanda geldi.
Rasûlullah (s.a) adama:
“- Bu altını nereden buldun?” diye sordu. Adam:
- Madenden dedi.
Rasûlullah (s.a.):
“-Bizim ona ihtiyacımız yok, bunda hayır da yok.” buyurup, borçlunu yerine borcunu
ödedi. (Ebû Dâvud, H. 3328 C.12 S.319-320 K.el-büyû’(22) Bab 2 Şamil, ayrıca İbn
Mâce, sadaka 9. )

Burda da, müslümanların maden işlemeleri engellenmek istenmiştir. Öyle ki, adam
madenden çıkardığı altınla borcunu dahi ödeyemez diye rivayette bulunmuşlardır.
Peygamberin ödediğini iddia ettikleri altınlar da madenden çıkarılmış altından değil de,
ağaçta yetişmiş altın mıdır ki, peygamberin ödediği oluyor da, adamın ödediği maden
gerekçesiyle olmuyor?

Görüldüğü gibi, o dönemde hatta bu dönemde akla gelebilecek en temel ekonomik


uğraşlar kötülenerek müslümanların bunlardan uzaklaştırılmaları amaçlanmıştır.

Faiz ve Alım-Satım konusunda uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler verecek


olursam, şöyle ki:

Faiz, insanlık tarihinde gerek fertleri ve gerekse toplumları sömürmenin en büyük


araçlarından biri olmuştur. Bu öyle büyük bir felakettir ki, fertleri ekonomik olarak
mahvettiği gibi, Ülke maliyeleri dahi faiz tuzağına yakalandıklarında büyük darbeler
almakta ve çoğunlukla çökmektedirler. Çökmedikleri süre içerisinde de, ekonomik
hürriyetlerini ve dolayısıyla refahlarını kaybettiklerinden görüntü itibariyle hür fakat
aslında köleleşmiş olarak yaşamlarını sürdürürler. Bir kimse sahip olduğu kölesinden
maddi fayda sağlayabilmek için bir çok masraf yapmak zorunda olduğu gibi, hastalıkta ve
yaşlılıkta da kölesi için katlanması gereken giderleri vardır. Ekonomik köleler için ise
böyle bir yük yoktur, onlar sıfır masrafla kendi elleriyle kendilerini sömürtürler, faiz
253
nedeniyle maddi güçlerini tükettiklerinden, ekonomik efendilerine karşı koyacak
direnme güçleri de tükenmektedir. Ekonomik efendileri onlardan haksız yere hedeflediği
alacağını alabilmek için, en ufak itirazlarında dahi onları nankörlükle suçlar, bunalıma
sokup güçlerini tüketmek için de yaptıkları en doğru davranışlarını kötüler.

Bu korkunç olay Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer inanıyorsanız faizden (hünüz almayıp)


geri kalan kısmı bırakın (almayın). 2/278

- Eğer yapmasanız, Allah ve Resûlü ile savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tevbe edip dönüş
yaparsanız ana malınız sizindir. Böylece ne zulmedersiniz ne de zulmedilirsiniz.
2/279

- Allah, faizi mahveder, sadakaları artırır. Allah, hiçbir günahkar kafiri sevmez.
2/276

Görüldüğü gibi, faiz yiyenler, Allah ve Peygambere savaş ilan eden ve Mümin olmayan
kafirler olarak tanımlanmışlardır. Eğer müminseniz faiz almayın denmesinin manası, faiz
alıyorsanız Mümin değilsiniz manasındadır. Bu konuda imanlı olmanın şartı, tevbe edip
faiz almamaktır. Bu şekilde tevbe edenler ana malları (faize verdikleri ana sermayeleri, )
kendilerine aittir.

Faiz bir zulüm canavarı gibidir, onun ana gıdası fakirlerin, zavallıların, zayıfların sefalet
ve gözyaşlarıdır. Hiçbir surette faizle mal almayan kimseler dahi, faizin fiyatlara
yansıtılması suretiyle ödeyici duruma düşmektedirler. O öyle bir felakettir ki, fakirin almış
olduğu kuru ekmeğin fiyatı içine dahi sinebilmektedir. Hal böyle olunca, peki faiz nedir?
Hangi işlemler faiz olarak tanımlanır. İnsanlar genelde faizi başkalarına verilen bir paranın
bir süre sonra daha fazla olarak geri alınması şeklinde tanımlamışlardır. Hal bu ki durum
hiçte öyle değildir, Kur’an’da tek başına para değil, Mallar konu edilmiştir. Bu da, parayla
birlikte sahip olunan her çeşit iktisadi kıymeti, yani ana sermayeyi kapsamaktadır. Bu na
göre birisine 100 lira verip belli bir süre sonra 150 lira almayla, bir çuval buğday verip
aynı kalitede bir buçuk çuval alma arasında fark yoktur. Parasal değer olarak ifade edecek
olursak, yüz lira değerinde buğday verip bir müddet sonra aynı kalite veya değişik kalitede
yüz elli liralık buğday alma arsında fark yok manasındadır. Bunun malların
kiralanmasından farkı, kiralanan mallar, örneğin: bir vasıtada yer kiraladığımızda hem
vasıtada yolculuk hizmeti elde edilmekte hem de vasıta yıpranmaktadır. Bir ev
kiraladığımızda hem evi yıpratmakta hem de ikamet hizmeti elde etmekteyiz bu gibi
olaylarda kira kiralanan malı yıpratmanın ve hizmet elde etmenin karşılığıdır. Hal bu ki
faizle verilen paralar ve diğer maddi değerlerde yıpranma ve hizmet üretimi söz konusu
değildir. Zira bu olay bir otobüste yolculuk için bilet alma olayından çok farklıdır. Faiz
olayında ise, faize verilen şey üzerinden alınan faiz, sadece veriliş süresi dikkate alınarak
hesaplanıp alınmaktadır. Böylece faiz faize verilen şey vasıtasıyla bir zaman satışı olayı
olmuş olmaktadır. İslam dininde ise zaman alınıp satılan bir değer değildir. Ayrıca faiz
ticari kâr’a da benzememektedir. Alış-Verişte insanların yararını bir hizmet söz konusu
olduğu gibi, zarar edebilme riski de mevcuttur. zaman satışı da söz konusu değildir.
Bundan dolayı bu olaylar faiz olayından çok farklıdır. Faiz: Bir iktisadi kıymetin el
değiştirmesi nedeniyle aynı kıymette ve artık bir değerle birlikte geri alınması şartıyla bir
254
zaman satışı olayıdır. Alış-Verişlerde satış fiyatı= maliyet art Kâr veya Zarar şeklinde
teşekkül etmesine rağmen. Faiz işlemi olayında fiyat, Mâl artı zaman satışı şeklinde
teşekkül etmektedir. Zira zaman süresi arttıkça faizde artmaktadır ve ana malın hiçbir
surette evsaf değeri eksilmemektedir.

Rivayetleri ele alarak konuyu işlediğimde aynı manada olmak üzere faiz kelimesini
kullanmayıp “Ribâ” kelimesini kullanacağım.

636-.............. Ebû Said el-Hudri (R) şöyle demiştir: (Bir kerresinde) Bilâl Peygamber’e
berni denilen en iyi cins hurma getirdi. Peygamber, Bilâl’e:
- Bu hurma neredendir?” dedi.
Bilâl:
- Yanımızda ergin nevi’den hurma vardı. Ondan iki sâ’ ölçeğini bunun bir sâ’ ölçeği ile
değiştirdim. Bunu Peygamber’e yedirmek için yaptım dedi, dedi.
Bunun üzerine Peygamber (S):
- “Eyvah, eyvah! Bu Ribâ'nın kendisidir; sakın böyle yapma!.. Fakat iyi hurma satın almak
istediğinde âdi hurmayı ayrıca sat, sonra parası ile bu iyi hurmayı satın al” buyurdu.
(Buhâri Kitâbu’l-Vekâle C.5 S.2143-2144 H.12 Ötüken. )

Bu rivayette trampa ribâ olarak tanımlanmıştır. Hal bu ki peşin trampalarda zaman satışı
unsuru olmadığından bu işlem kesinlikle ribâ olarak tanımlanamaz. Bu itibarla bu
rivayetin aslı olmadığı gibi, bu rivayetle ters düşen şu rivayeti de tahdis etmişlerdir.

637-............ Amr ibnu Dinâr bu hadisi ez-Zuhri’den; o da Mâlik ibn Evs’ten tahdis
ediyordu. Bu Mâlik ibn Evs bir sahâbi meclisine gelip:
- Yanında (dinârları dirhemle) bozabilecek kimse var mı? Diye sordu.
Cennetle müjdelenenlerden olan Talha (R):
- Ben varım. Bizim hazinecimiz Gâbe ormanından gelince paranı bozayım, dedi.
Râvi Sufyân ibn Uyeyne: Bu hadis bizim ez-Zuhri’den ezberlediğimiz hadistir ki, içinde
hiçbir kelime ziyâde yoktur, demiş (ve böylece hadisin kuvvet ve katiliğini temin etmiş)tir.
Ez-Zuhri şöyle dedi: Bana Mâlik ibn Evs haber verdi ki, kendisi Umer ibnu’l-Hattâb’dan
işitmiştir. Umer ibnu’l-Hattâb (R), Rasûlullah (S)’ın şöyle buyurduğunu haber veriyordu:
“Altını altın ile satma ve değiştirme ribâdır, Ancak iki tarafın bir birine ‘Ha al, ha ver’
diyerek, elden ele peşin verip almış olmaları hâli müstesnâdır. Buğdayı buğdayla tebdil
(değiştirme)de ribâdır. Ancak iki tarafın birbirine ‘Ha al, ha ver’ diye peşin alıp vermeleri
müstesnâdır. Hurmayı hurma ile satmak da ribâdır. Ancak ‘Ha al, ha ver’ denilmesi hâli
müstesnâdır. Arpayı arpa ile satmak da ribâdır; ancak ‘Ha al, ha ver’ denilmesi
müstesnâdır”. (Buhâri, Kitâb’l-Buyû C.4 S.1969 H.84 Ötüken.

Böylece iki rivayetin çelişkili oldukları açıktır.

638-..................... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S)


Medine’ye geldiğinde, Medineliler selem sûretiyle iki sene ve üç sene vadeli hurma
alışverişi yapıyorlardı. Peygamber: “Kim herhangi bir şeyde selef sûretiyle alışveriş
yaparsa bilinen ölçekte, bilinen tartıda olarak bilinen bir müddete değin akdetsin”
buyurdu.
Bize Ali ibnu Abdillah tahdis edip şöyle dedi: Bize supyan ibn Uyeyne tahdis edip şöyle
dedi: Bana İbnu Ebi Necih: “Bilinen bir ölçekte, bilinen bir müddete kadar olarak yapsın”
255
buyurdu, diye tahdis etti. (Buhâri, Kitâbu’s- Selem C.5 S.2073 H.2 Bab 2 Ötüken )

Bu tür rivayetlerde selem yani para peşin, mal sonra teslim edilmek üzere yapılan
alışverişin, miktar ve süre’nin belli olması halinde meşru olduğunu tahdis etmişlerdir. Bir
kimse peşin para vererek ileride teslim almak üzere mal siparişi verebilir. Fakat bu
alışverişin meşru olması için verilen peşin paranın verildiği günde talep edilen malın o
günkü peşin piyasa fiyatı ayarında olması gerekir. Örneğin:Bir araba siparişi verildiğinde,
sipariş verildiği gün araba fiyatı 100 liraysa ve geç teslime rağmen yine peşin olarak 100
lira verilmişse alım satım meşrudur. Fakat 100 lira yerine mal geç teslim alınacak diye
daha düşük bir bedel, örneğin 75 lira verildiğinde, paranın peşin verilmesi dolayısıyla 25
lira karşılığı geç teslimi temsil eden zaman dilimi satılmış demektir. Zaman satışı söz
konusu olduğundan yapılan işlem ribâ olayıdır.

639-... Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Râsûlullah (s.a.)’ın (şöyle) buyurduğu rivayet edilmiştir:
“-Bir satış içinde iki satış yapan kişiye ya daha ucuz olanı veya ribâ vardır.” (Ebû Dâvud,
K.el-İcâra (22) C.12 S.549 H.3461 Şamil )

Bu rivayet vadeli mal satışıyla ilgilidir. Yani bu olayda malın teslimi peşin, bedeli sonra
tahsil edilen satıştır. Bir kimse malını sattığında, peşin fiyatı 100 lira, vadeli fiyatını ise,
örneğin 3 ay sonra parayı alacaksa 150 lira derse, bu kimse 3 aylık zaman süresini 50 lira
mukabilinde satmış demektir. daha önce belirttiğim gibi, bir satışa ilişkin olarak zaman
satışı yapılırsa yani zaman üzerinden farklı fiyat alınırsa bu işlem ribâ olayıdır. riba
olayının meydana gelmemesi için satıcı şahsın vadeli satışta da peşin olan 100 lirayı kabul
etmesi gerekir. İslam dininde vadeli satış yasak değildir, fakat vade süresine fiyat koyup
zamanı satmak yasaktır.

Enflâsyonist düzenlerde paranın kıymeti sürekli düşüş göstermesi dolayısıyla satıcının da


zarar görmemesi için bu ortamda işlem yapan satıcılar, vadeli sattıkları malın peşin fiyatını
altın veya gümüş rayicine göre tespit edebilirler. Yani bir malın peşin fiyatı 100 liraysa ve
bu beş gram altına denk geliyorsa o malın peşin fiyatı beş gram altın olmuş olur. Beş gram
altını aşmamak şartıyla istediği kadar vade yapabilir, fakat vadeli satıyorum diye beş gram
yerine altı gram altına denk gelecek tutarda para alırsa, bir gramlık altın farkı ribâdır. Zira
bu fark malla ilişkili olarak zaman satışını temsil etmektedir. Malı peşin satsaydı bir
kuyumcuya gidip beş gram altın alarak servetine ekliye bilirdi, vadeli satışta da yine ancak
servetine beş gram altın alacak kadar tahsilatta buluna bilir.
Belirli bir vade ile verilen nakit karşılığında alınan farkın ribâ olduğu ise fazla izah
yapmaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.

640- İbnu’l-Müseyyeb’ten naklen: Ömer (radıyallahu anh). Pazara uğramıştı. Orada Hâtıb
İbnu Ebi Belte’ya uğradı. Hatibin (ucuz fiyatla) kuru üzüm sattığını görünce: “Ya fiyatı
diğerlerinin seviyesine yükseltirsin yahut Pazarımızdan gidersin” diye ihtar etti.” (K.S.
375, Muvatta, Büyû 57,(2,65), Beyan Yayınları, Muvatta C.3 S.224 H.57 )

Bu rivayetlerde fiyatlara narh konulabileceğini, hatta bu öyle bir narhtır ki fiyat indirimine
dahi manidir. Buna rağmen fiyatlara narh konamayacağı hususunda şu rivayeti tahdis
ettiler.

641- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü,
256
bizler için eşyalara fiyat tespit ediver” diye müracaatta bulundu. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır fiyat koymayayım (rızka bolluk vermesi için) Allah’a dua
edeyim” cevabını verdi. Arkadan bir başkası gelerek: (Ortalık pahalandı eşyaların) fiyatını
bize siz tespit ediverin” diye talepte bulununca bu sefer: “Hayır rızkı bollaştırıp,
darlaştıran Allah’tır. Ben hiçbir kimseye zulmetmemiş olarak Allah’a kavuşmak
istiyorum” cevabını verdi”. (K.S. 376 C.3 S.153 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû 51,
(3450). )

İki rivayetin çelişkili olduğu aşikardır. Hiçbir hileye sapmamak kaydıyla, İslam da mal
alım satımı serbesttir. Haksızlık yapmadan serbest piyasa koşullarında alışveriş yapılır.
Örneğin, kara borsacılık yapmak, fahiş karla satmak, fiyat tekelleri kurmak serbest piyasa
şartlarını bozan hilelerdendir.

642- .............. Ebu Hüreyre (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S), şehirliyi, (göçebenin malını)
göçebe adına satmaktan nehyetti. Ve: “Müşteri kandırıp kızıştırmayınız!” buyurdu. Yine
Rasûlullah: Hiçbir kimse (beşer) kardeşinin alışverişi aleyhine alışveriş etmez. Kardeşinin
evlenme Pazarlığı aleyhine evlenme Pazarlığına girişmez. (İffetli) hiçbir kadın da (beşer)
kardeşi bulunan bir kadının çanağındaki nimeti kendi kabına doldurmak için , onun
talâkını istemez” buyurdu. (Buhâri, Kitâb’l-Buyû C.4 S.1974 H.90 Ötüken. )

Mal satış komisyonculuğunu mahzurlu bir işlem olarak göstermeleri uygun değildir ve
piyasa şartlarını bilmeyen çiftçilerin veya göçebelerin mallarını değerinde satabilmeleri
için faydalı bir uygulamadır. Nitekim köylü veya göçebelerin mallarını sattıklarında genel
olarak tercihleri yaygın bir şekilde bu yöndedir. Hale indirdikleri mallarını komisyoncu
vasıtasıyla satmayı tercih ederler.
Müşteriyi kandırmak için kızıştırmak, içinde hile olan bütün yanlış işlerde olduğu gibi tabi
ki iyi bir olay değildir. Fakat bu rivayette açık arttırma yani müzayede müşteriyi kandırma
sayılıp yasak bir işlem olarak tanımlanmıştır. Buna rağmen şu rivayeti tahdis ettiler:

643-............... Câbir ibn Abdillah (R)’ten (şöyle demiştir): (Azra oğulları’ndan Ebû
Mezkûr adında sahâbi) bir kimse, kendisine âit olan bir köleyi müdebbir olarak (yâni
ölümünden sonra sen hürsün diyerek) âzâd etmişti. Sonra Mezkûr (fakir düşüp, kölenin
bedeline) muhtâç oldu. Peygamber (S) de köleyi aldı da:
- “Bunu benden kim satın almak ister?” dedi (yâni müzayedeye arz etti).
(Müzâyede neticesinde) Nuaym ibnu Abdillah o köleyi şöyle şöyle dirhemle satın aldı.
Rasûlullah da kölenin bu bedelini Ebû Mezkûr’a verdi. (Buhâri, Kitâbu’l-Buyû C.4 S.1975
H. 91 Ötüken. )

Bu rivayette ise müzayedeli yani açık arttırmalı satışın meşru görülmesi evvelki rivayetle
çelişki teşkil eder. Ayrıca, köleye azatlık tanınması bir sadaka olayıdır ve mahiyeti ne
olursa olsun verilen bir sadaka mal varlığından çıkmış demektir tekrar geri alınamaz. Bu
açıdan da rivayetin aslı yoktur.

ZEKÂT KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYETLERDEN


ÖRNEKLER

644- Câbir İbnu Atik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
257
buyurdular ki: “Size bir grup sevimsiz atlılar gelecek. Geldikleri zaman, onları iyi
karşılayın. Onlarla talep ettikleri şeylerin arasından çekilin. Adalet ederlerse bu kendi
lehlerinedir. Zulmederlerse bu da onların aleyhlerinedir. Siz onları râzı edin. Zekâtınızın
kemâli onların rızâsına bağlıdır. (Öyle ise onları râzı edin ki) sizlere dua etsinler.”
(K.S.2053 C.7 S.398 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, zekât 5,(1588). )

Zekât memurlarını sevimsiz kimseler olarak tanımlamaları aslı olmayan uydurma bir
rivayettir.

645- Hz. Mu’âz (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni
Yemen’e gönderdi ve bana: “Her otuz sığırdan bir erkek veya dişi buzağı (tebi’a), her
kırktan bir müsinne, her bir bülüğe eren şahıstan bir dinar veya o değerde muâfiri
(adındaki bir giyecek) almamı” emretti.” (K.S. 2018 C.7 S.359

Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Zekât 5,(623); Ebû Dâvud, Zekât 4,(1576,1578); Nesâi, Zekât
8,(5,25,26). Metnin lafzı Tirmizi’ye aittir. )

Her bulûğa ermiş kişiden bir dinar alınması şeklinde yapılmış olan rivayet zengin fakir
ayırımı yapılmadığından uydurmadır. Zekâtın alınmasında yaş değil maddi zenginlik
esastır. Bunlarsa İslam dininde kafa vergisi olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddiada
bulunanlar Kur’an’ı hiç anlamamış olan kimselerdirler. Önerdikleri şey zülümdür ve Allah
zülüm emretmez.

646- Amr İbnu Şu’ayb an ebihi an ceddihi radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm, (yerden çıkan mahsullerden) şu beş şeyden zekat verilmesini teşri
buyurdu: “Buğday, arpa, hurma, üzüm ve darı.” (K.S.6558 C.17 S.184 Akçağ, alıntısı: İbni
Mace 1815 )

647-.. .... Ali (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“- At ve köle zekâtından (sizi) affettim. Binaenaleyh gümüşün zekâtını veriniz. Her kırk
dirhemden bir dirhem, yüz doksan dirhemde (zekât olarak) bir şey yoktur. İki yüze
ulaşınca onda beş dirhem (zekât) vardır. (Ebû Dâvûd, K.ez_Zekât (9), Bâb 5 C.6 H.1574
Şamil, diğer rivayet edenler: Tirmizi, zekat 3; Nesâi, zekât 18; İbn Mâce, zekât 4,15. )

648- Hz. Mu’az (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Yemen’e
gönderirken kendisine demiştir ki: (Zekât olarak) hububattan hububât al, davardan koyun
al, deveden erkek veya dişi bir deve (ba’ir) al, sığırdan da bir sığır al.” (K.S.2040 C.7
S.387 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Zekât 11,(1599); İbnu Mâce, Zekât 15,(1814). )

649- Sâlim, babası Abdullah İbnu Ömer’den naklen anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (mallardan alınması gereken) zekâtların miktarını belirten bir kitap yazmıştı.
Âmillerine göndermeden vefat etti. Resûlullah onu kılıncına yakın olarak asmıştı. Hz. Ebu
Bekr (radıyallahu anh), ölünceye kadar onunla amel etti. Sonra Hz. Ömer (radıyallahu
anh)de ölünceye kadar onunla amel etti. Bu kitapta şunlar yazılı idi:

DEVELER
1. 5 devenin zekâtı 1 koyundur.
2. 10 devenin zekâtı 2 koyundur.
258
3. 15 devenin zekâtı 3 koyundur.
4. 20 devenin zekâtı 4 koyundur.
5. 25’e ulaştı mı 35’e kadar, zekât bir bintu mehâz’dır.
6. 36’ya ulaştı mı 45’e kadar, zekât bir ibnu lebûn’dur.
7. 46’ya ulaştı mı 60’a kadar, zekât bir hıkka’dır.
8. 61’e ulaştı mı 75’e kadar, zekât bir ceza’a’dır.
9. 76’ya ulaştı mı 90’a kadar, zekât 2 ibnetu lebûn’dur.
10 .91’e ulaştı mı 120’e kadar, zekât 2 hıkka’dır.
11. Deve 120’den fazla ise zekât her elliye bir hıkka; her kırka bir ibnetu lebûn gerekir.
KOYUNA GELİNCE
12. 40’a ulaşınca 120 koyuna kadar zekâtı 1 koyundur.
13. 121’e ulaşınca 200 koyuna kadar zekâtı 2 koyundur.
14. 201’e ulaşınca 300 koyuna kadar zekâtı 3 koyundur.
15. 300’ü aştı mı her 100 koyuna bir koyun zekât düşer, yüzden aşağıda kalan küsûrata
zekat düşmez.
16. Zekât korkusuyla müctemi (birleşik) olanlar ayrılmaz, müteferrik (ayrı) olanlar da
birleştirilmez.
17.İki ortağın malından alınan zekâtta, her ikisi de adalet üzere birbirlerine müracaat
ederler.
18. Zekât olarak, çok yaşlı ve ayıplı olan hayvan alınmaz.
19. Zühri der ki: “Zekâtı almak üzere zekat memur geldiği vakit,
koyunlar üç sınıfa ayrılır: Üçte biri kötü, üçte biri iyi, üçte biri de vasat. Zekât memuru
zekât payını vesat kısmından alır.” Zühri, sığırdan bahsetmez.” (K.S.2016 C.17 S.357-358
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Zekât 4,(621); Ebû Dâvud, Zekât 4,(1568,1569,1570); İbnu
Mâce, Zekât 9, (1798). )

650- İbnu Mes’ûd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Her otuz sığır için erkek veya dişi bir tebi’ zekât verilir. Her kırk sığır için
de bir müsinne zekat verilir.” (K.S. 2017 C.7 S.358 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zekat 5,
(622) )

651- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın:


“Üzerinden bir yıl geçmedikçe, bir malda zekât yoktur” dediğini işittim.” (K.S.6552 C.17
S.180 Akçağ, alıntısı: İbnu Mace (1792) )

652- İbnu Ömer ve Hz. Aişe radıyallahu anhumâ’nın anlattığına göre: “Rasûlulullah
aleyhissalâtu vesselâm, her yirmi dinar ve daha fazlası için yarım dinar (zekât) alırdı,”
(K.s. 6551 C.17 S.180 Akçağ, alıntısı: İbnu Mace 1791)

653- Amr İbnu Şu’ayb, an ebihi an ceddihi tarikinden anlatıyor:“Rasûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm)’a bir kadın, beraberinde bir kızı olduğu halde geldi. Kızın elinde, altından kalın
iki bilezik vardı.
“Bunların zekâtını verdin mi?” diye :(Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm) kadına sordu.
Kadın:
“Hayır!” diye cevap verdi. Resûlullah:
“Kıyamet günü Allah’ın, onları sana ateşten iki bilezik yapması seni memnûn eder mi?”
dedi. Bunun üzerine kadın, bilezikleri derhal çıkarıp Resûlullah’ın önüne bıraktı ve:
“Bunlar Allah ve Resûlüne aittir! Dedi.” (K.S. 2022 C.7 S.363 Akçağ, alıntıları: Ebû
259
Dâvut, zekât 3,(1563); Nesâi, Zekât 19, (5,38); Tirmizi, Zekât 12,(637). )

654- Nâfi, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’den anlatıyor: “İbnu Ömer, kızlarını ve
câriyelerini altınla tezyin eder, fakat bu ziynetler için zekât vermezdi.” (K.S. 2025 C.7
S.365 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Zekât 11,(1,250). )

Zekâtla ilgili olmak üzere yazdım on bir rivayet örneği, zekâtla ilgili olarak tahdis etmiş
oldukları rivayetlerin ana esaslarını ihtiva etmektedirler. Bu rivayetlerde zekâta esas olmak
üzere fertlerin mali varlıklarını esas almayıp bazı mal çeşitlerini esas almışlardır. Öyle ki
bir kimse çok büyük bir mali varlığa sahip olsa dahi, zekâta esas olarak konu ettikleri
mallara sahip değil de, servetini bunların dışındaki mallara yatırsa hiç zekât vermeye bilir.
Şöyle ki, bir kimsenin altın ve gümüş dışında çuvallarla elması, zümrütleri, incileri ve
diğer kıymetli taşları olması halinde bunlardan hiç zekât vermeye bilir. Diğer taraftan,
gemiler, apartman daireleri, fabrikalar, otobüs, kamyon ve diğer nakil vasıtaları, buğday,
arpa, üzüm, hurma ve darı (mısır) dışında ki tüm zirai ürünler, örneğin, elma, portakal,
G.Antep fıstığı ve tüm sebzeler ve akla gelebilecek binlerce ürün zekâta tabi değildir. Bir
kimsenin at sürüleri, yüzlerce katırı v.s. olsa bunlarda zekâta tabi değil, hele pamuk, keten,
gibi sınai ürünlerden bahsetmemeleri çok ilginçtir. Kadınların ziynet olarak taktıkları
altınlarında zekâta tabi olup olmadıkları konusunda ihtilaflıdırlar.
Sığır, deve, koyun ve altın gümüş cinsinden paralar ve külçe oranları için bir zekât oranı
belirlemiş olmalarına rağmen. Hurma, arpa, buğday üzüm ve darı ile, alım satıma konu
mallardan ne oranda zekât verileceği konusu meçhuldür. Fakir zengin ayırımı yapmaksızın
zekâtı her buluğa eren şahıstan bir dinar alınır şeklinde tanımlayıp kelle vergisi haline
sokmaları İslam dininde kabul edilebilecek bir şey değildir. Zekâta tabi olmak üzere üç-
beş mal çeşidini sayarak diğer tüm servet ve malları zekât dışı bırakmaları, zekât
kavramına karşı yapmış oldukları bir saldırıdır. Zira böylece çok yüklü servet ve mal
varlığına sahip olan kimseler bu yoldan zekât vermeyip, zekâttan kaçmış olacaklardır.
Kullandıkları diğer bir metotta zekâtla sadakaları aynı şeymiş gibi özdeşleştirerek,
sadakaları zekâtın yerine koymak suretiyle zekat verilmesini engelleme çabasına
girmeleridir. Hal bu ki, zekât ve sadakalar, ikisi de farz olmalarına rağmen aynı şey
değildirler. Zira veriliş yerleri değişiklik ihtiva ettiği gibi veriliş amaçları da aynı değildir.
Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde
çalışan memurlara, kalpleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında
bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hikmet
sahibidir. 9/60

Görüldüğü gibi, sadakalar farz olup ne için ve nerelere verileceği belirtilmiştir. Peki, zekât
bundan ayrı farklılık göstermekte midir? Kur’an’dan mealen:

- Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin
iyiliği)dir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitâba ve peygamberlere inandı;
mala olan sevgisine rağmen, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara,
dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı,
zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmaları yerine getirenler; sıkıntı,
hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah’ın
azabından) korunanlarda onlardır. 2/177
260

Dikkat edilirse, burda da yakınlara, yetimlere, düşkünlere v.s. Mal verileceği belirtilmiş,
buna rağmen zekât ayrı olarak şart koşulmuştur. Zekât ve belirtilen kimselere mal
verilmesi aynı şey olmadığından, Zekât ayrı bir kavram olarak belirtilmiştir, bundan da
sadaka ve zekâtın farklı şeyler olduğu kolayca anlaşılır. Şöyle ki, sadakalar belirtilmiş olan
ihtiyaç sahiplerine ve Allah yolunda, örneğin mescit yapımı ve imarı gibi veya İslam
dininin tebliği gibi konularda yapılan harcamalardır. Zekât ise, İslam devletinin toplamış
olduğu vergilerdir. İslam devletinin ihtiyaç duyduğu birçok harcamalar zekât vergisiyle
karşılanır.

Sadakalar bizzat çıkaran şahıslar tarafından gizli ve açık verilebileceği gibi, memurlar
tarafından toplanıp ihtiyaç sahiplerine ve gereken yerlere dağıtıla bilir. Kur’an’dan
mealen:

- Sadakaları açıktan verseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu,
sizin için daha iyidir ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır. Allah
yaptıklarınızı duyar. 2/271

Ayrıca sadakalar bazen mal verme şeklinde değil de, herhangi bir suçu bağışlama şeklinde
de maddi durum dışında yapıla bilir, hal bu ki zekât malla yerine getirilen bir durumdur.

Kur’an’dan mealen:

- Onda (Tevrat’ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş
ve yaralara karşılık kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu (kısası) tasadduk (sadaka
ederek-bağışlarsa) kendisi için o kefâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile
hükmetmezse işte onlar zalimlerdir. 5/45

Maddi sadakalarda, infak miktarının ölçüsü, Kur’an’dan mealen:

- Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar, (onlara)de ki: İkisinde de insanlar için hem
büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat günahları faydalarından daha
büyüktür. Yine sana (sadaka olarak)ne vereceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan
fazlasını (veya cimrilik yapmadan ve kendinizi unutmadan kolayınıza geleni). İşte
Allah, dünya ve ahiret işlerini iyice düşünesiniz diye ayetleri böyle açıklar. 2/219

Sadakalar da, zekâtta para olarak verilebileceği gibi, ürün veya mal olarak ta verilebilir.
Ve iddia ettikleri gibi, yalnız buğday, arpa, hurma, üzüm ve darıdan verilmez, tüm zirai
ürünlerden ve mallardan verilir. Her ikisinde de ana hareket noktası, servet türünden
maddi güçtür, servetin kendisidir, çeşidi değildir. Veriliş miktarı, cimrilik yapmadan ve
kendimizi unutmadan kolayımıza gelen miktardır.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, tadı birbirinden farklı hurma ve ekinleri, birbirine


benzeyen ve benzemeyen zeytin ve narı yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği
zaman, meyvesinden yiyin. Hasad günü (zekât ve sadaka) hakkını verin; israf da
etmeyin; zira Allah, müsrifleri sevmez. 6/141
261

- Ey müminler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden bitirdiğimiz şeylerin


iyilerinden infak (hayra harcayınız)ediniz. Kendinizin göz yummadan
alamayacağınız bayağı şeyleri infak için seçmeyiniz. Biliniz ki Allah zengindir,
övülmüştür. 2/267

Görüldüğü gibi, sadakalar bir farz olarak, tüm mallardan, kimler tarafından kimlere ve
nasıl ve ne miktarda verileceği Kur’an’da açıktır. Zekâtta yine farz olarak müminler
tarafında, İslam devleti için ödenen vergidir. İslam devleti bu vergiyle memurlarına maaş
öder ve gerekli harcamaları yapar. Zekâtın sadakalardan ayrı bir farz olduğuna dair.
Kur’an’dan iki örnek daha verecek olursam, mealen:

- Ey iman edenler, siz Peygamber ile gizli konuşacağınız zaman bu gizli


konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu sizin için daha temizdir. Allah bağışlayan,
esirgeyendir. 58/12

- Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu? Çünkü


yapmadınız. Allah da sizi (bundan) affetti (sadaka vermeden konuşabilirsiniz). Artık
namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a Resûlüne itaat edin. Allah yaptıklarınızı haber
alandır. 58/13

Belirli bir konuda sadakaya Allah tarafından muafiyet verilmesine rağmen, zekât ayrı bir
kavram olarak belirtilmiştir. Bu da konum olarak ikisinin ayrı olduğunu gösterir.

Müminlerin tüm mal varlıkları zekat ve sadakaya konu teşkil eder. Fakat bu mallardan
özellikle zekât için yüzde kaç verilmesi gerektiği rivayetçiler tarafından konu edilmiştir.
Sadaka için, cimrilik yapmadan, kendimizi de ihmal etmeden kolayımıza geldiği şekilde
sadaka verilmesi gerektiğini Kur’an’a dayalı olarak belirtmiştim. Fakat, zekât için farz
olmasına rağmen ne kadar, başka bir ifadeyle hangi oranda verilmesi gerektiğini, örneğin:
şu maldan yüzde şu kadar verilir diye Kur’an’da oran belirtilmemiştir. Bu hususu öne
süren rivayetçiler, deve, sığır, koyun ve nakit para için yüzde şu kadar verilir diyerek,
Kur’an’a noksanlık atfetmek suretiyle, bu rivayetlerimiz olmasa zekât konusu meçhul
kalacaktı demektedirler. Ve binlerce çeşit malı zekattan muaf tuttukları gibi, saydıkları
birkaç çeşit tarım ürününden ne kadar zekât verilmesi konusunda da çeşit sayarak
değinememektedirler. Kur‘an’da zekât için sabit bir yüzdelik oranın belirtilmemiş olması,
olması gereken normal bir durumdur. Zira ihtiyaçlar değişken olduğu gibi, servetleri teşkil
eden unsurlarda değişkendir. Değişken ihtiyaçlara ve değişken servet çeşitlerine sabit
oranlı zekât uygun olmaz. Bolluk zamanında alınan zekâtla, savaş zamanında, kıtlıkta ve
tabii afet zamanlarında alınacak zekât aynı olmaz. Çağlar içerisinde de zekât ihtiyacı
farklılık gösterir, bundan asırlarca önce ordu teşkili için bir at, bir kılıç v.s. gibi şeyler
yeterli vasıta teşkil ederdi, bu gün için bunların yerini doldurmak için, tank ve uçak gibi
daha pahalı şeyler gereklidir. Bundan dolayıdır ki günün şartlarına göre ne kadar ve ne
sürede zekât verilmesi gerektiği günün şartları dikkate alınarak, müminlere mümkün
mertebe yumuşak şartlar da ne az ne de çok olmamak üzere İslam Devlet başkanı ve İslam
şurası tayin eder. Bu da gösteriyor ki, Kur’an’da zekât için sabit bir oran verilmemiş
olması bir noksanlık değil. İslam devletinin ihtiyaçlarının karşılanması ve sürdürülmesi
için bir gerekliliktir.
262
Görüldüğü gibi zekât olayı, rivayetçilerin zannettiği gibi, bir buğday, darı, koyun,
keçi olayı ötesinde, bir devlet olayıdır. Zekât İslam devletinin idamesi için gerekli olan
masrafların kaynağıdır.

ABDEST VE GUSÜL KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

655- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah’ın ashabı uyurlar, sonra ab dest
almadan namaz kılarlardı:
(Enes’ten bunu rivayet eden) Katade’ye:
“Bu sözü Enes’ten bizzat işittin mi? diye sormuştu:
“Vallahi evet!” diye te’yid etti.” (K.S.3675 C.10 S.466 Akçağ, alıntıları: Müslim, Hayz
125,(376); Ebû Dâvud, Tahâret 80,(200); Tirmizi, Tahâret 58,(78). )

656-. ... Hz. Ali (r.a.) den, Rasûlullah’ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
“Dübürün bağı gözlerdir. Kim uyursa ab dest alsın.” (Ebû Dâvûd, K.Tahâre (1), Bab 80
C.1 S.366 H.203 Şamil, ayrıca İbni Mace tahâre 62. )

Bu iki rivayetin çelişkili oldukları aşikardır. Başka rivayetlerde oturarak uyuyanın ab


destinin bozulmadığı tahdis edilmişse de bu dahi çelişkiyi ortadan kaldırmaz, zira uyku
şekli esas teşkil ediyorsa, o zaman uyuyan kimsenin genç mi, ihtiyar mı, gastriti var mı
yok mu hatta yediği yemek söz Konusu olur. Tahdis ettikleri rivayet şudur:

657- Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
(bir gün) horlayıncaya kadar uyudu. Sonra kalkıp namaz kıldı.” (K.S.6142 C.16 S.595
Akçağ, alıntısı: İbni Mace, Taharet bölümü 475. )

658- İbnu Abbâs Mes’ud radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm’ın o uykusu, kendisi yani
Hz. Peygamber oturur iken olmuştur. (K.S.6143 C.16 S.595 Akçağ, alıntısı: İbni Mace,
Taharet bölümü 476. )

659- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Ses ve koku olmadıkça ab dest alınmaz.”
Bir rivâyette şöyle gelmiştir: “Biriniz mescitte iken, kabaları arasında bir yel hissetse ses
işitmedikçe veya koku duymadıkça dışarı çıkmasın.” (K.S. 3652 C.10 S.447 Akçağ,
rivayet edenler: Buhari, vudû 4,34; buyû, 5; Müslim, hayz 98,99; Ebû Dâvud tahâre 67;
salat 192; Tirmizi, tahâre 56; Nesâi, tah3are 114; İbn Mâce, tahâre 74. )

660- ............ Bize Ma’mer, Hemmâm ibn Münebbihten haber verdi ki, Ebû Hureyre
(R)’den şöyle derken işitmiştir: Resûlullah (S): “Kendisinde hades meydana gelen
kimsenin namâzı, o kimse ab dest almadıkça kabûl olunmaz” buyurdu. Hadramevt
ahâlisinden bir kimse: “Ya Ebâ Hureyre, hades nedir?” diye sordu. Ebû Hureyre: “Sessiz
veyâ sesli yel” cevabını verdi. (Buhari, Kitâbu’l-Vudû Bab 2 C.1 S.288 H.1 Ötüken. )

Evvelki rivayette ses ve koku olmadıkça abdestin bozulmayacağı rivayet edilmesine


rağmen, bu rivayette ses olmasa da abdestin bozulacağının rivayet edilmesi bir çelişkidir.
263

661- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


kadınlarından birini öptü, sonra dönüp namaza gitti, abdest tazelemedi.”
Urve rahimehullah der ki: “Kendisine: “Bu sizden başka hanımı olmamalı!” dedim, Hz.
Aişe gülmekle cevap verdi.” (K.S.3668 C.10 S.461 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Tahâret
121,(1,104); İbnu Mâce, Tahâret 69,(502). )

662- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Erkeğin
hanımını öpmesi ve ona eliyle dokunması hep mülamese (değme) sayılır. Öyleyse kim
hanımını öperse veya eliyle dokunursa ab dest alması gerekir.” Bu rivayetin bir benzeri
İbnu Me’sud’dan gelmiştir. (K.S.3669 C.10 S.461 Akçağ, alıntıları: Muvatta, Tahâret 64,
(1,43). )

Görüldüğü gibi bu iki rivayet çelişkilidir. Birinde kişi hanımını öperse abdest bozulmaz
denmişken, diğerinde öpmek veya elle dokunmanın abdesti bozduğu rivayet edilmiştir.
Ayrıca Aişe’nin, Urve’ye peygamberin kendisini öptüğünü ve abdest almadığını tahdis
etmeleri, Peygamberin hane halkına saygısızlık içermektedir. Bu gibi hususları peygamber
neden erkek sahabelere şahsiyet ortaya koymadan, örneğin: kişi eşini öperse abdest alması
gerekmez şeklinde söylemesinde. Bu gibi rivayetleri, daha önce örneklerini verdiğim gibi
çoğunlukla peygamberin eşlerinden erkeklere söylendiği şeklinde rivayet etmişlerdir.
Bununda kasıtlı olduğu aşikardır.

663- Talk İbnu Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
yanına geldik. (Biz huzurlarında iken) bir adam geldi. Sanki o bir bedevi idi.
“Ey Allah’ın Resûlü! dedi, kişi abdest aldıktan sonra zekerine değerse ne gerekir (abdesti
bozulur mu, bozulmaz mı?)” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
“O, kendisinden bir parça değil midir?” (K.S. 3671 C.10 S.463 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Tahâret 71,(182,183); Tirmizi, Tahâret 120,(1,101). Bu metin tirmizinindir.

664- Büsre Bintu Saffan (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: “Zekerine değen abdest almadıkça namaz kılmasın.” (K.S.3672 C.10 S.464
Akçağ, alıntıları: Tirmizi Tah3aret 61,(82,83,84); Muvatta, Tahâret 58,(1,42); Ebû Dâvud,
Tahâret 70,(181); Nesâi, Taharet 118,(1,100). )

Önceki rivayette, erkek zekerine dokunursa abdest alması gerekmez derken, bu rivayette
gerekir demeleri bir çelişkidir.

665- Hz. Bilal (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mestleri
ve örtüsü üzerine meshetti.” (K.S. 3696)

666- Ebû Dâvut’un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


ihtiyacı için (araziye) çıkardı. Ben de O’na su taşırdım. (Kazayı hâcet yapınca) abdest
alırdı. Bu sırada sarığı ve “bot”ları üzerine mesh ederdi.” (K.S.3697 C.10 S.487-488
Akçağ, alıntıları: Müslim, Tahâret 84,(275); Ebû Dâvud, Tahâret 59,(153); Tirmizi,
Tahâret 75,(101); Nesâi, Tahâret 86,96 (1,75,81). )

Bu rivayetlerde abdest alırken sarık, örtü ve botlar üzerine mesh (eli ıslatıp silme)
yapılabileceğini tahdis ettiler.
264

667- Ebu Ubeyde İbnu Muhammed İbni Ammâr İbni Yâsir anlatıyor: “Câbir İbnu
Abdillah (radıyallahu anh)’a mest üzerine mesh etme hususunda sordum.
“Ey kardeşimin oğlu, bu sünnettir” buyurdu. Bunun üzerine sarık üzerine mesh etme
hakkında sordum:
“Saça meshet!” diye cevap verdi.” (K.S.3698 C.10 S.488 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Tahâret
75,(102). )

668- Hz. Câbir radıyallahu anh’ten anlatıldığına göre, kendisine sarık üzerine mesh
etmekten sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
“Hayır, olmaz, su ile saça değilmelidir!” (K.S.3609 C.10 S.419 Akçağ, alıntısı: Muvatta,
Tahâret 38,(1,35). )

Bu rivayetlerde ise, sarık üzerine mesh yapılamayacağını söylemeleri, evvelki


rivayetleriyle çelişkilidir.

669- Muğire (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mestin üst
ve aşağı kısımlarını mesh ederdi. (K.S.3704 C.10 S.494 Akçağ, alıntısı: Tirmizi )

670- Ebû Dâvud’un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


mestlerin sırtlarına mesh ederdi.”
Tirmizi’nin bir başka rivayetinde de böyle denmiştir. (K.S.3705 C.10 S.494 Akçağ,
alıntıları: Tirmizi 72,73,(97,98); Ebû Dâvud, Tahâret 63,(161,165); Nesâi, Tahâret 63,
(1,62). )

Yukarıda ki rivayetlerde, mestin alt kısmının silinip silinmeyeceği hususu çelişkilidir.

671- Şüreyh İbnu Hâni anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’ye mest üzerine mesh
etmekten sormaya geldim. Bana:
“Sana Ebu Talib’in oğlu (Hz.Ali) (radıyallahu anh)’yi tavsiye ederim, git ona sor. Zira o,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte seyahatlerde bulunmuştur!” dedi. Bunun
üzerine gidip ona sordum. Şu cevabı verdi:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), (mesh müddetini) yolcu için üç gün üç gece tuttu,
mukim için de bir gün bir gece tuttu.” (K.S.3709 C.10 S.496 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Tahâret 85,(276); Nesâi, Tahâret 99,(1,84); İbnu Mâce, Tahâret 86,(552). )

Bu rivayette, mesh müddetinin yolcu için üç gün üç gece, mukim için de bir gün bir gece
olarak rivayet ettiler. Buna rağmen bu rivayetle çelişkili olarak, mesh müddetinin süresiz
olduğunu aşağıdaki rivayetlerde tahdis ettiler.

672- Ubey İbnu İmâre (Radıyallahu anh)-ki bu Sahâbi, Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) ile birlikte her iki kıbleye namaz kılan ilklerdendir- anlatıyor: “Bir gün
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek sordum:
“Ey Allah’ın Resulü! Mestlerin üzerine mesh edeyim mi?”
“Evet!” buyurdular. Ben tekrar:
“Bir gün mü? Dedim.
“Bir gün!” buyurdular. Ben tekrar:
“İki gün (olsa)?” dedim.”İki gün!” buyurdular. Ben tekrar:
265
“Üç gün (olsa)?” dedim.
“Evet! Dilediğin kadar!” buyurdular.” (K.S. 3711 C.10 S.497 Akçağ, alıntısı, Ebû Dâvud
Bab 61 K.Tahâre (158). )

673- Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den nakledildiğine göre, Ebu Hüreyre mescit de
abdest alırken yanına Abdullah İbnu Kârız gelir. Ona, Ebu Hüreyre şu açıklamayı yapar:
“Bir keş (kurumuş çökelek) parçası yedim, bu sebeple abdest alıyorum. Çünkü ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın “Ateşte pişen şeyler yiyince abdest alın” dediğini
işittim.” (K.S.3681 C.10 S.472 Akçağ, alıntıları: Müslim, Hayz 90, (532); Nesâi, Tahâret
122,(1,105,106); Tirmizi, Tahâret 58,(79); Ebû Dâvud, Tahâret 76,(194). Bu, Müslim’in
lafzıdır. Müslim’de Hz. Aişe’den buna benzer rivâyet mevcuttur. )

Bu rivayette ateşte pişen şeyler yiyince abdest alınması gerektiğini rivayet ettiler. Buna
çelişkili olarak şu tür rivayetlerde bulundular:

674- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) koyun
budu yedi ve namaz kıldı, abdest almadı.”
Buhari'nin bir başka rivayetinde: Tencereden eliyle etli kemik aldı” denmiştir.
Müslimin bir rivayetinde: “Budu kemirdi, sonra namaz kıldı, abdest tazelemedi”
denmiştir. (K.S. 3686 C.10 S.474 Akçağ, alıntıları: Buhari, Vudû 50, Et’ime 18, Müslim,
Hayz 91,(354); Muvatta, Tahâret 91, (1,25); Ebû Dâvud, Tahâret 75,(187); Nesâi, Tahâret
123,(1,108). )

675- Ebu Sa’id (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


Ensâr’dan birine adam göndererek, yanına çağırttı..
Aleyhissalâtu vesselâm:
“Herhalde sana acele ettirdik?” buyurdu. Ensâri:
“Evet ey Allah’ın resulü! deyince:
“Acele ettirilir veya inzal olmasan gusletmen gerekmez. Sadece abdest gerekir”
buyurdular.” (K.S. 3735 C.10 S.525 Akçağ, alıntıları: Buhari, Müslim ve Ebû Dâvud. )

676- Müslim’in bir diğer rivayetinde: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Suyu


(yıkanmayı), su (meninin gelmesi) gerekir” buyurdu” denmiştir. (K.S. 3736 C.10 S.525 )

677- Nesai’nin Ebu Eyyub (radıyallahu anh)’den kaydettiği bir de Resûlullah: Resûlullah:
“Su, sudan dolayıdır” buyurmuştur. (K.S.3737 C.10 S.525 Akçağ, alıntıları: Buhari, Vudû
34; Müslim, Hayz 81-83, (343-345); Ebû Dâvud, Tahâret 84, (217); Nesâi, Tahâret 132,
(1,115). )

Bu tür rivayetlerle meni gelmeden gusül gerekmez diye tahdiste bulundular, buna rağmen
kargaşa çıkarmak için çelişkili olarak şu rivayetlerde bulundular. Bu rivayetleri yazmadan
önce şunu belirteyim ki, tahdis etmiş oldukları bu rivayet hem peygambere karşı hem
sahabeye karşı, hem de sahabelere karşı bir saygısızlıktır. Peygamberin bu şekilde
müstehcen senaryolarla dini anlatmayacağı gibi, hiç bir sahabenin şahsına karşı seni acele
mi ettirdik gibisinden ifadelerde bulunmaz, zira peygamber büyük bir ahlaka sahipti. Bu
rivayet sahabelere karşıda saygısızlıktır, sahabeler müşahhas örnekler olmadan sözle
anlatılan öğretileri anlamayacak kimseler değildirler. Aksi takdirde söz anlatımı olan
Kur’an’ı nasıl anladılar?
266

678- Ebu Hüreyre (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Erkek kadının dört uzvu arasana çöker ve kadına mübâşeret ederse gusül
vacib olur.”
Bir rivâyette de şu ziyade var:... İnzal olmasa bile.”
Ebu Dâvud’un rivayetinde dört uzvu kelimesinden sonra” ... hitana (sünnet mahalli) hitanı
kavuşursa, gusül vacip olur” denmiştir. (K.S.3733 C.10 S.523 Akçağ, alıntıları Buhari,
Müslim, İbni Mace, Ebû Dâvud, (Kaynak tafsilatları K.S.3734 ci rivayetten: Buhari, Gusl
28; Müslim Hayz 87,(348); Muvatta, Tahâret 71, (1, 45,46); Ebû Dâvud Tahâret 84, (216);
Nesâi, Tahâret 129,(1,110,111); İbnu Mâce, Tahâret 111,(610). )

Görüldüğü gibi, bu rivayetle evvelki rivayet çelişkilidir.

Bu çelişki konusunda çok sıkıştırılmış olacaklardır ki, şu şekilde bir ara rivayet
uydurmuşlardır:

679- Übey İbnu Ka’b (radıyallahu anh) anlatıyor: “Su, sudan gerekir” hükmü İslam’ın
bidayetinde bir ruhsattı. Sonra bundan nehy edildi.” Übey ilaveten der ki: “Su, sudan
gerekir” hükmü ihtilam hakkında muteberdir.” (K.S.3738 C.10 S.526 Akçağ, alıntıları:
Ebû Davud, Tahâret 84,(214,215); Tirmizi, Tahâret 81,(110,111). )

Güya bu rivayetle durumu idare etmeye çalışmışlardır. Kadının dört uzvundan


bahsetmeleri nerde, işi rüyayla izah etmeleri nerde?

680- Hz. Ali (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cünüp
olmadıkça her halimizde bize Kur’an okutup talim ederdi.” (K.S.3771 C.10 S.548 Akçağ,
alıntıları: aşağıdaki rivayette. )

681- Nesâi’nin bir başka rivayetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
helâdan çıkınca Kur’an okur, bizimle et yerdi. Cenabet halinden başka hiçbir şey O’nunla
Kur’an arasına perde olmazdı.” (K.S.3772 C.10 S.548 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvut,
Tahâret 91, (229); Tirmizi, Tahâret 111,(146); Nesâi, Tahâret 171,(1,144. )

Bu rivayetlerine göre kişi cenabetli olmamak şartıyla abdest siz Kur’an okuyabilir ve
okutabilir.

682- İbnu Abbâs (radıyallahu anhumâ)’dan rivayet edildiğine göre, O cünüp kimsenin
Kur’an okumasında bir beis görmezdi.” ( K.S. 3773 C.10 S.550 Akçağ, alıntısı: Buhâri,
Hayz 7 )

Bu rivayette, evvelki rivayetin aksine olarak, cenabetli kimsenin Kur’an okuyabileceğini


söylemeleri bir çelişkidir.

683-. ... Âişe (r.anhâ)’nın şöyle dediği rivayet edilmiştir; Ashâbı Kirâmın evlerinin kapıları
Mescide açılmış bir halde ikin, Resûlullah (s.a.) (Mescide) gelip;
“Şu evlerin yönlerini (kapılarını) mescidden çeviriniz” buyurdu ve (hucre-i saadetine)
girdi.
Ashab, kendileri hakkında bir ruhsat inmesini umarak bir şey yapmadılar (evlerinin
267
kapılarını çevirmediler.) Bir müddet sonra Resûlullah aleyhisselâm onlar(ın yanına)
tekrar çıktı ve;
“Şu evlerin (kapılarını) çeviriniz. Çünkü ben, mescidi hayız ve cünüp (olan)lara helâl
görmüyorum” buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.Tahâre (1).Bâb 92 C.1 S.411-412 H.232 Şamil,
ayrıca: İbni Mâce, Tahâre 126. )

Bu rivayette hayız ve cünüp olanların mescide giremeyeceğini, hatta evlerinin kapılı


yönlerinin mescit yönünde açılamayacağını tahdis ettiler. Bu ise evvelki rivayetlerde bu
konuda tahdis edilen ruhsatlarla çelişkilidir. Ayrıca rivayet mantıksızlıklarla doludur, bir
insanın cünüp olmasıyla evinin kapı yönünün hiçbir ilgisi olamaz, pencereleri mescit
yönündeyse ve pencereden cünüp halde bakıyorsa, veya sokaktan geçiyorsa durum ne
olacak, bu tür şeyler saçma olduğundan uzatmak istemiyorum.

684-.. ... (r. anhâ)!dan demiştir ki:


“Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) bana, “Mescitten seccâdeyi alıver.” dedi.
“Ben hayızlıyım” dedim. Bunun üzerine:
- “Senin hayzın elinde değildir” buyurdu. (Ebû Dâvud, K.Tahâre (1), Bâb 103 C.1 S.465
H.261 Şamil, ayrıca: Müslim, hayz 11-13; Tirmizi, tahâre 101; Nesâi, tahâre 176; hayz
18 )

Bu rivayette ise evvelki rivayetle hayz konusunda çelişkiye düştüklerini görmüş oluruz.
Zira hayızlının mescide girebileceğini tahdis etmişlerdir.

685- Câbir İbnu Semure (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir adam “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’a gelerek:
“Koyun eti sebebiyle abdest alayım mı?” diye sordu.
“Dilersen abdest al, dilemezsen alma!” diye cevap verdi. Adam bunun üzerine :
“Deve eti sebebiyle abdest alayım mı?” diye sordu. “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bu sefer:
“Evet, deve eti sebebiyle abdest al!” cevabını verdi. Adam tekrar:
“Koyun ağıllarında namaz kılayım mı?” diye bir başka sual sordu:
“Evet!” cevabını aldı. Tekrar sordu:
“Pekala, deve ağıllarında namaz kılayım mı?”
“Hayır!” buyurdu Aleyhissalâtu vesselâm.” (K.S.3688 C.10 S.477 Akçağ, alıntısı:
Müslim, Hayz 97,(360). )

686- Üsayd İbnu Hudayr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
“Koyun sütünü içince abdest almayın, deve sütünü içince abdest alın.” (K.S. 650 C.16
S.599 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 496.)

Abdest almanın hiçbir yemek yeme veya içmeyle ilgisi yoktur. Aksine tuvaletten gelmiş
olmayla ilgisi vardır. Bu itibarla uydurma olup aslı yoktur. Deve hakkında bu şekilde
rivayette bulunmalarının nedeni, hatırlanacağı üzere daha önce vermiş olduğum rivayet
örneğinde, deve için şeytan demişlerdi, bunlar şeytanı pişirip yediklerini mi zannediyorlar
ne kolay iş ve ne saçma iddialar.

687-. ... Ebû İshâk’ın rivayetine göre: Ebû Hayye, Ben Ali’yi (r.a) abdest alırken gördüm,
268
demiş ve her abdest organını üçer kere yıkadığını nakletmiş ve demiştir ki: “Sonra
başına mesh etti, sonra ayaklarını topuklarına kadar yıkadı” daha sonra da Hz. Ali (r.a):
“Resûlü Ekrem (s.a.)’in abdest alışını size göstermek istedim de... (Ebû Dâvud, K.Tahâre
(1). Bab 51 H.116 Şamil, ayrıca: Nesâi, tahâre 93,94,95; Tirmizi, tahâre 44,48. )

Bu rivayette de ayakların mesh (ıslak elle silme) edilmeyip yıkanması gerektiği şeklinde
tahdiste bulunmuşlardır. Bu ise Kur’an’a aykırıdır, zira Kur’an’a göre abdest alırken
ayaklar yıkanmaz mesh edilir.

688- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Namaza kalktığın vakit abdesti mükemmel yap. (Bu cümleden olarak)
suyu ayak ve el parmaklarının arasına iyice ulaştır.” (K.S. 6131 C.16 S.589 Akçağ,
alıntısı: İbni Mace 447. )

689- Mikdâm İbnu Ma’dikerp radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm), abdest aldı ve ayaklarını üçer sefer yıkadı.” ( K.S. 6135 C.16 S.591 Akçağ,
alıntısı: İbni Mace 457. )

Bu iki rivayette de, abdest alırken ayakların muhakkak yıkanması gerektiğini tahdis ettiler.

690-............ Bize Ebû Avâne, Ebû Bişr’den; o da Yûsuf ibn Mâhek’den; o da Abdullah ibn
Amr(R)’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Gittiğimiz yolculukların birinde Peygamber (S)
geride kalmıştı da sonra bize yetişmiş idi. O sırada namâz vakti gelmişti. Biz de abdest
alıyorduk. Ayaklarımızı mesh eder gibi, az su ile yıkamağa başladık. Peygamber bu hâli
görünce en yüksek sesiyle iki yâhud üç kere: “Cehennem’de yanacak ökçelere yazık!”
diye nidâ etti. (Buhâri, Kitâbu’l-İlm Bab 3 C.1 S.215 H.2 Ötüken )

Bu rivayetlerde ise, abdest alırken ayakların mesh edilmesi bir tarafa, ayaklarını tam değil
de az suyla mesh eder gibi yıkayanların ökçeleri cehennemde yanmak suretiyle azab
göreceklerini tahdis ettiler. Bu ise, Kur’an’a aykırıdır, zira Kur’an’da abdest alırken
ayakların mesh edilmesi gerektiği bildirilmiştir. Ayaklarını mesh etmeyip, Allah’ın
Kur’an’daki emrine aykırı olarak yıkayanların kesinlikle abdesti yoktur. Allah’ın emrine
karşı çıkılarak farzlar ifa edilemez.

Abdest ve Gusülle ilgili olarak uydurmuş oldukları rivayetlerden bazı örnekler verdim.
Görüldüğü gibi rivayetler kendi aralarında çelişkili olduğu gibi, Kur’an’la bağdaşmayan
bir çok hususlar ihtiva etmektedirler. Ve vermiş olduğum bu örneklerden başka, bu konuda
epeyce tutarsız ve çelişkili rivayetleri vardır. Örnek olsun diye sadece otuz civarında
rivayeti konu ettim. Ve iddia ediyorlar ki bu rivayetleri olmasa ne abdest ne de gusül
konusu Kur'an'dan anlaşılamazmış. Hal bu ki, Kur'an o kadar net ve açık bir kitaptır ki,
dinle ilgili bütün konular andan kolayca anlaşılabilir. Abdest ve Gusül konusunda
Kur'an'dan örnek verecek olursam, durumun hiçte iddia ettikleri gibi olmadığı kolayca
anlaşılabilir. Şöyle ki, mealen:

- Ey iman edenler! Namaza dur(mak iste)diğiniz zaman yüzlerinizi yıkayın ve


ellerinizi dirseklere kadar, ve başlarınızı mesh edin (ıslak elle silin), ve ayaklarınızı
da topuklara kadar. Eğer cünüp iseniz temizlenin (yıkanın). Ve eğer hasta iseniz veya
yolcu iseniz veya biriniz tuvaletten gelmişse, yada kadınlara dokunmuş ve su
269
bulamamışsanız, temiz toprağa teyemmüm edin; Yüzlerinizi ve ellerinizi
onunla mesh edin, Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve size
olan nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz. 5/6

- Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye- cünüp iken de -yolcu
olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veyâ bir
yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut
kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir
toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici
ve bağışlayıcıdır. 4/43

Kur'an'a göre, Abdest ve Gusül ile ilgili durum bu şekildedir. Bundan da kolayca
anlaşıldığı gibi, abdestle ilgili organlarımız dört tanedir, bunlarda iki gruba ayrılmaktadır.
Birinci grup yüz ve dirseklere kadar eller, ikinci grup baş ve topuklara kadar ayaklar.
Birinci grupta olan yüz ve ellerin yıkanması gerekir. Zira, Kur'an'da yüzlerinizi yıkayın,
ellerinizi de dirseklere kadar denmesi bunu ifade eder. Örneğin: Ahmet'e selam söyle,
Ali'ye de dediğimizde nasıl ki Ali'ye de selam ettiğimiz hemen anlaşılabiliyorsa.
Yüzlerinizi yıkayın, ellerinizi de dirseklere kadar ifadesi, ellerinde dirseklere kadar
yıkanacağı manasındadır. İkinci grupta olan baş ve ayaklarda mesh edilecektir. Zira aynı
şekilde başınızı mesh edin, ayaklarınızı da topuklara kadar denmesi, ayaklarında aynen baş
gibi mesh edileceği manasındadır.
Abdestin geçerli olması için Kur'an'a uygunluk şarttır. Sakın bu daha iyidir deyip, mesh
edeceğin yerde ayaklarını yıkamaya kalkışma, bu durumda sözünü Allah'ın sözü önüne
geçirmiş olursun. Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu Allah bilir. Ve unutma ki dini
ancak ve ancak Allah koyar ve Allah'ın koyduğu din Kur'an'da mevcuttur. Eğer ki
ayaklarını yıkamaya bir ihtiyacın varsa veya yıkayıp serinlemek istiyorsan abdest almadan
önce veya sonra istersen sabunla yıka ve bunu abdest alıyorum diye yapma, abdestin
geçerli olması için muhakkak ayaklarını Kur'an'da emredildiği gibi mesh etmelisin ve
mesh ettiğin de başın ve ayakların olmalı, sarık veya ayakkabı üzerine mesh etmek
ayakları veya başı mesh etmek manasında değildir. Meğer ki kişinin suyun Mesih ile
ıslaklığını değdirmeye zorunlu bir manisi olmuş olsun, örneğin: başın da veya ayaklarına
da bir yaradan dolayı sargı bezi olabilir, bu durumda sargı bezinin üstünden silebilir, zira
Allah hiçbir nefse yüklenemeyeceği yükü yüklemez. Nasıl ki suyu hastalıktan dolayı
kullanamadığımız da teyemmüm etmemize müsaade edilmişse, mecburiyet karşısında ona
göre kıyas yapılabilir. Bazı mesleklerde cildin üzeri mesleki bir maddeyle örtülebilir.
Örneğin yağlı boyacılar gibi, bu durumda imkan ölçüsünde cilt yıkanır dolayısıyla boya
deyen yerin üstü çıkarılamayan boya ile birlikte yıkanır veya mesh edilen organsa mesh
edilir.
Cenabetli olma durumunda yıkanılmak suretiyle temizlenme emredilmiştir. Bu durumda
istenen yıkanma ise kolayca bilinebilen, vücudun yıkanması olayıdır. Eğer bu konuda
tereddüdü olan varsa, küçük bir çocuğa sorarak öğrenebilir. Zira biz onlara yıkanın
dediğimizde ne dediğimizi gayet iyi anlıyorlar. Bunun için iftira yollu, hareket ederek
rivayetlerde iddia ettikleri gibi yıkanmayı tatbiki olarak erkekler tarafından Aişe’ye
yaptırma rivayetleri tahdis etmek gerekmiyor.

Teyemmüm ise, hem yıkanma ve hem de abdest yerine geçerli olup. Kur’an’da belirtildiği
gibi, bazı zorluklarla karşılaştığımızda kolaylık olmak üzere Allah tarafından verilmiş bir
ruhsat (müsaade)dir.
270

Bahsedilen zorluklar ve Gusül veya abdest gerektiren Şartlar şunlardır.

Teyemmüm şartları:

1- Hastalık durumu (su kullanmaya mani bir hastalık).


2- Yolculuk durumu (su kullanmaya mani bir yolculuk).

Abdest gerektiren şartlar:

1- Tuvaletten gelinmişse (ihtiyaç için gidilmesi halinde.)


2- Kadınlara dokunulmuşsa.

Gusül gerektiren şart.


1- Cünüp olunmuşsa.

Bu hususların meydana gelmesi halinde eğer su bulamamışsa ki, bu su bulunmama


durumu kullanamamayı da içeren bir ruhsattır, yoksa su kullanmaya mani bir durum
yoksa, durum gereği olarak yıkanma veya abdest alma gereklidir. Şartlar arasında
hastalığın bulunması zorluk olması durumu ile ilgilidir, diğer hususlar da bundan dolayı
imkansızlık durumu olarak anlaşılmalıdır. Örneğin hastalık nedeniyle su kullanamıyorsak
veya bizi hasta edebilecek soğuk su veya haşlayabilecek kaynar su, su bulunduğu
manasında değildir. Veya yıkanmaya mani teşkil etmeyen bir hastalık durumunda örneğin:
Bazı hastalıklarda kaplıcalarda yıkanmak, tedavinin esasını teşkil eder. Veya yolcu
olmasına rağmen yıkanma imkanı sağlayabileceği bir otelde ikamet eden kimse su
bulamama durumunda olan kimse değildir.
Peki, su bulunmuşsa yani suyu hem elde etmiş, hem de kulana biliyorsak durum ne
olacaktır? Bu durumda teyemmümle birleşmiş olan iki husus birbirinden ayrılmaktadır,
yani cenabetli olan kimse yıkanacak, cenabetli olmayan kimse, gerekli olduğunda abdest
alacaktır. Ancak, önceden teyemmüm almış olan kimsenin teyemmümü, şartların normale
dönmesi halinde geçerliliğini yitirmez, yeniden yıkanmak veya abdest için yeniden
yıkanmayı veya abdest almayı gerektirecek durumların olması lazımdır. Zira, Kur'an'da
suyun bulunması veya hastalıkla yolculuğun bitmesi halinde teyemmümün iptal ve iadesi
bize emredilmemiştir. Cenabetlik durumu inzal olsun veya olmasın cinsel birleşmeyle
veya cinsel birleşme olmamasına rağmen ihtilam ile meydana gelen bir olaydır. Tuvaletten
gelinmesi halinde abdest alınması hususu, tuvalet ihtiyacının giderilmesiyle ilgili bir
olaydır. Sesli veya sessiz yellenmek abdesti bozmaz, zira bu hususlar tuvalet ihtiyacı
kapsamında değildir, zira bunlar için tuvalete gitmek bir ihtiyaç değildir, Kadınlara
dokunma olayına gelince, bu husus ehli sünnetin kendi aralarında da değişik
anlaşılmaktadır, kendi aralarında ki bir çok ihtilaf konusundan biride budur. Bir kısmı
bunu cinsel birleşme olarak kabul ederken, bir kısmı nikah düşen erkek veya kadın
cildinin bir birine dokunması olarak anlamaktadır. Bundan dolayıdır ki, kadınlara
dokunmayı cinsel birleşme olarak kabul edenler, el teması veya öpme durumunda abdestin
bozulmadığını iddia ederler. Diğerleri ise, yani "dokunmayı" tokalaşma veya öpme
şeklinde anlayanlar bu durumların olması halinde abdestin bozulacağını iddia ederler.
Örneğin: Şafii mezhebine bağlı olan kimseler , elleri bir kadın eline değdiğinde abdest
almayı gerekli görürler, fakat Hanefi mezhebi bağlıları ise bu gibi durumlar da abdest
almaya gerek görmezler. Bu şekilde ihtilafa düşmelerinin nedeni ise, kadınlara dokunmayı
271
sadece bir hususu anlatan bir ifade olarak anlamalarından dolayıdır. Hal bu ki bu
kelime her iki hususu da kapsamaktadır. El ele dokunmak veya öpmek dokunma olduğu
gibi, cinsel temasta dokunmadır. Hal böyle olunca durum kolayca anlaşıla bilir. Dokunma
olayı cinsel birleşmeyi ihtiva ediyorsa bu duruma göre yıkanmak gereklidir. Cinsel
birleşmeyi ihtiva etmiyorsa, sadece el ele değme veya öpme veya elbise üzerinden olsa
dahi oynaşma ve vücudun hissedilmesi durumunda meni veya orgazm olayı meydana
gelmemişse bu lemse yani dokunma olayı sadece abdest almayı gerektiren bir olaydır.

Dokunma "Lems" kelimesinin kapsadığı manalarla ilgili olarak Kur'an'dan örnek verecek
olursam, şöyle ki, Mealen:

- (Ey Muhammed!) Sana, kağıda yazılı bir bir kitap indirmiş olsaydık ve onlar da o
kitaba elleriyle dokunsalardı, yine de küfredenler, bunun apaçık sihir olduğunu
söylerlerdi. 6/7

Mealini vermiş olduğum ayette dokunma "Lems" kelimesiyle ifade edilmiş olup, bur da
kitaba elle dokunma durumunu ifade etmektedir. Dolayısıyla, masaya, kaleme, veya
herhangi bir şeye elimiz değdiğinde bu "Lems" yani dokunma olduğu gibi, kadın ve
erkeğin el ele bir birbirlerine dokunma veya elbise üzerinden dahi olsa birbirlerinin
vücudunu hissederek cinsel ilgi gösterip dokunmaları durumu da "Lems" olayıdır. Ve
kadınla erkek arasındaki dokunma olayı bu safhada kaldığında, yani meni veya orgazm
olayı da olmamışsa sadece abdest gerekir.

- Ey iman edenler! mü'min kadınları nikâhlayıp da, henüz onlara dokunmadan


boşarsanız, onların üzerinde sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur. Hemen
müt'alarını verin (Mehir kesilmişse, zengin kendi gücüne göre, eli dar olanda kendi
gücüne göre vermeli) ve onları güzellikle serbest bırakın. 33/49

Mealini yazmış olduğum ayette, "Lems" kelimesi ile ifade edilen dokunma olayı cinsel
birleşmeyi ifade etmektedir. Zira böyle olmasaydı, iddet bekleme durumundan
bahsedilmeyecekti. Böylece iddet beklemek, erkekle kadının cinsel birleşme yapmaları
halinde, kadının hamile kalmış olup, olmadığını anlamak içindir. Böyle bir olayın ise, bir
erkeğin elini kadın eline değdirmesinden daha değişik bir durum olduğu açıktır.

Böylece anlaşılmış olur ki, "Lems" kelimesiyle ifade edilen "dokunma" hem cinsel
birleşmeyi hem cilt dokunmasını ifade eder. Olayın meydana geliş kapsamına göre abdest
alınır, yada yıkanılır.
Demek ki abdest ve gusül Kur'an'da açıkça belirtilmiştir. Kişi cinsel birleşme yapmışsa,
inzal olmasa dahi cünüp olmuştur. Veya rüyasını nedeniyle inzal olmuşsa veya cinsel
birleşme yapmadan inzal olmuşsa bu hususlar cünüplük kapsamı içinde olup, Mü'min kişi
yıkanmalıdır. Abdest için iki husus vardır, Mü'min kişi eğer tuvaletten gelmişse veya
cinsel birleşme yapmadan kadınlara dokunmuşsa ve inzal olmamışsa sadece abdest alması
gerekir. Abdestin nasıl alınması gerektiğinden ise daha önce bahsetmiştim. Diğer taraftan,
abdest alırken çizme veya ayakkabı üzerine mesh edilebileceği, veya ayakların mesh
edilmeyip yıkanması gerektiği, uyku ve (sesli veya sessiz) yellenme gibi durumların
abdest bozduğu, veya ateşte pişmiş olan şeylerin yenmesi durumunda abdest almak
gerektiği veya kişi zekerine dokunmuş olsa abdest alması gerektiği veya deve eti ve deve
sütü konusunda yapmış oldukları iddia ve rivayetler, aslı olmayan ve Kur'an'a uymayan
272
boş iddialardır. Zaten kendileri de bu gibi rivayetlerin tersini de rivayet ederek kendi
iddiaların da çelişkiye düşmüşlerdir. Hiç kimse bunların bu öğretilerine uyarak ne abdest
alabilir nede ne zaman cünüplükten yıkanması gerektiğini bilebilir. Zira zıtları iddia
etmişlerdir. Ve bu zıtlar ancak insanları şaşkınlığa ve ne yapacaklarını bilmezliğe
sürüklemeye sebep olmaktan başka bir işe yaramaz. Zaten istedikleri de budur. Bunların
bu çelişkili iddiaları nerede. Kur'an'ın abdest ve gusül öğretisi nerede.

NAMAZ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

İddialarının en başta geleni, eğer ki rivayetler olmamış olsaydı, Müslümanların yalnızca


Kur'an'ı esas alarak nasıl namaz kılacaklarını bilemeyecekleri iddiasıdır. Zira onlar,
Kur'an'dan namaz kılmanın anlaşılamayacağını iddia ile, dolayısıyla da rivayetlerin
bilinmesinin şart olduğunu söylemektedirler. Bu iddialarıyla, kendilerince, Kur’an’nın
yetersiz olduğunu açıkça ifade etmiş olurlar. Zira rivayetler olmazsa biz şu hususu bu
hususu Kur’an’dan bilemezdik demeleri Kur’an yetersizdir manasına gelmektedir. Bu
iddia ise Kur’an ayetlerini red ile, Kur’an’ı inkar etmek demektir, başka bir ifadeyle
küfrün ta kendisidir. Hal bu ki, tahdis etmiş oldukları rivayetleri incelediğimizde
çelişkilerle dolu olduklarını, hatta bugün fiili olarak tatbik edilmekte olan namaz olayıyla
uyuşmadığını görmüş oluruz. Onların bu rivayetlerini ciddiye alıp namaz kılmaya kalkışan
bir kimse büyük bir şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemez hale gelir. Zira bir rivayeti
uygulayayım derken, o rivayete aykırı başka rivayetlerle engellenmiş duruma döşer.

REKAT SAYILARIYLA İLGİLİ RİVAYETLERİNDEN ÖRNEKLER:

691- İbnu Abbâs (radıyallahu anhüm) anlatıyor: “Allah, namazı peygamberin diliyle
hazarda dört, seferde iki, korku halinde bir rekat olarak farz kılmıştır.” (K.S.2332 C.8
S.229 Akçağ, alıntıları: Müslim, Salât 5,(687); Ebû Dâvud, Salât 287,(1247); Nesâi,
Taksir 1,(3,118,119). ) .

692- Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Allah namazı (ilk defa) farz ettiği zaman iki rekat
olarak farz etmişti. Sonra onu hazar için (dörde) tamamladı. Yolcu namazı ilk farz edildiği
şekilde sabit tutuldu.” (K.S.2333 C.8 S.230 Akçağ, alıntıları: Buhari, Sâlat 1, Taksiru’s-
salât 5, Menâkıbu’l-Ensâr 47; Müslim, Salâtu’l-Müsafirin 2, (685); Muvatta, Kasru’s-Salât
8, (1,146); Ebû Dâvud, Salât 270,(1198); Nesâi, Salât 3,(1,225). )

Görüldüğü gibi, hazerde yani yolculukta olmayıp ikamet yerinde bulunan kimse için
namazın dört rekat farz olduğunu tahdis ettiler. Eğer ki iddia ettikleri gibi ise, o zaman
akşam namazının farzını üç rekat ve sabah namazının farzını iki rekat olarak kılmalarını
nasıl izah ediyorlar. Rivayetleri ve fiili uygulamaları bir birleriyle çelişmektedir.

693- Bize Müslim ibn İbrahim tahdis edip, şöyle dedi. Bize Şu’be Amr’dan; o da Câbir ibn
Abdillah’tan tahdis etti (O, şöyle demiştir): Muâz ibn Cebel Peygamber’le berâber namâzı
kılar, ondan sonra döner, kendi kavmine imâmlık ederdi.
Buhâri şöyle dedi: Ve bana Muhammed ibn Beşşâr tahdis edip şöyle dedi: Bize Gunder
tahdis edip şöyle dedi: Bize Şu’be, Amr’dan tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben Câbir ibn
Abdillah’tan işittim, şöyle dedi: Muâz ibn Cebel Peygamber’in maiyetinde namâz kılar,
ondan sonra döner de kendi kavmine imamlık ederdi. Bir defasında yatsıyı kıldırdı da el-
273
Bakara Sûresi’nden başlayarak okumağa kalktı. Cemâatten biri ayrıldı. Muâz onun
hakkında fenâ söyler gibi oldu. Bu i ş Peygamber’e ulaşınca üç defa: “Fettânsın, fettânsın,
fettânsın” yâhud “Fâtin oldun, fâtin oldun” buyurdu, ve Mufassal bölümün ortasından iki
sûre ile (kıldırmasını) emretti. Amr ibn Dinâr: Ben o iki sûrenin hangi sûreler olduğunu
hâtırımda tutamadım, demiştir. ( Buhâri, Kitâbu’l-Ezân C.2 S.727 H.92 Ötüken.)

Görüldüğü gibi, farz namazın aynı günde birden fazla, imam olmak suretiyle
kılınabileceğini tahdis ettiler. Böylece bir farz namaz dört rekatsa, sekiz rekat kılına bilir
demekle her vaktin farzının dört rekat olduğu yolunda yapmış oldukları evvelki
rivayetlerle çelişkiye düşmüş oldular. Durumu idare etmek için, bir tanesinin nafile
sayılacağını iddia ettilerse de bu sefer kendi aralarında ihtilaf ve büyük görüş ayrılıkları
meydana geldi. Şöyle ki: Bu meselede Hanefiler ve Malikiler ile diğerleri arasında büyük
görüş ayrılıkları vardır. Onlar, farz kılan kimsenin nâfile kılana iktidası sahih (geçerli)
değildir derler. Şâfiiler ile Hambeliler ise buna tecviz yani sahih (geçerli) görürüler.
Delillerinden biri bu konuda Muâz ibni Cebel hakkında tahdis ettikleri rivayettir.

Yukarda ki rivayette imam olan namazı mükerrer kılabilir diye rivayet ettiler. Başka bir
rivayetlerinde, bu rivayetlerine çelişkili olarak, aynı günde cemaat fertlerinin de bir vaktin
namazını mükerrer kılabileceğine dair rivayetleri vardı. Şöyle ki:

694-. ... Ubâde b. Es-Sâmit (r.a.)den, demiştir ki;


- Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“Benden sonra size, meşgûliyetleri kendilerini (Efdal) vakti geçinceye kadar namazlarını
vakitlerin(de edâ)dan alıkoyan emirler âmir olacak. İşte o zaman siz, namazları vaktinde
kılınız!”
Bir adam:
- Ya Resûlullah, onlarla da kılayım mı? dedi.
Nebi (s.a.);
“İstersen evet” buyurdu.
Süfyân (rivayetinde) dedi ki (adam);
- Namaza onlarla birlikte yetişirsem, onlarla beraber kılayım mı? Dedi. Resûlullah da;
"İstersen, evet" buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 10 C.2 S.179 H.433 Şamil. )

695-. ... Yezid b. El-Esved'den; rivayet edilmiştir ki; o gençken Resûlullah (s.a.)'le beraber
namaz kıldı. Resûlullah (s.a) namazını bitirince bir de ne görsün, iki kişi mescidin bir
köşesinde namaz kılmayıp oturuyorlar. Bunun üzerine onları çağırt(t)dı, onlar titreyerek.
Resûlullah’a getirildiler. Hz. Peygamber (s.a.): “Sizi bizimle namaz kalmaktan men eden
şey nedir?” buyurdu. Adamlar, “Biz evimizde kıldık dediler. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.) “Böyle yapmayınız. Sizden biri evinde namazı kılıp sonra da imamı namaz kılmamış
bir halde bulursa onunla birlikte namaz kılsın. Çünkü o (imamla beraber kılacağı namaz)
kendisi için kefaret olur” buyurdu. (Ebû Dâvûd, K. Sâlat (2), Bâb 56 C.2 S.411 H.575
Şamil, ayrıca: Tirmizi, sâlat 49; Nesâi, imâme 54. )

696- Bişr İbnu Mahcen babasından anlattığına göre, babası (Mahcen) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ın meclisinde idi. O sırada namaz için ezan okundu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kalktı, namaz kıldı ve döndü. Mahcen hâla yerindeydi.
“Herkesle beraber namaz kılmana mâni olan şey nedir, sen Müslüman değil misin? Diye
sordu. Mahcen:
274
“Elbette müslümanım, ancak ben âilemle namazımı kılmıştım!” dedi. Efendimiz:
“Mescide geldiğin zaman namaza kalkılırsa kılmış bile olsan cemaatle birlikte sen de kıl!”
(K.S. 2840 C.9 S.168 Akçağ, alıntıları: Muvatta, Salâtu’l-Cemâ’a 8,(1,132); Nesâi,
İmâmet 53, (2,112). )

Böylece, ısrarla bir vaktin farz namazının mükerrer kılınabileceğini rivayet ettiler. Buna
rağmen bu rivayetleriyle çelişkili olarak şu rivayetleri tahdis ettiler:

697-. ... Meymûne’nin mevlâsı Süleyman b. Yesâr’dan; demiştir ki;


- Belât’a İbn Ömer’in yanına geldim. Onlar (Belatlılar) namaz kılıyorlardı. İbn Ömer’e:
- Onlarla birlikte namaz kılmıyor musun?” dedim.
- Ben namazımı kıldım. Resûlullah (s.a.)’ı;
“ Bir namazı bir günde iki defa kılmayınız” buyururken işittim, dedi. (Ebû Dâvûd, K.Salât
(2), Bâb 57 C.2 S.145 H.579 Şamil. )

698- Süleyman Mevlâ Meymûne’nin İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’den naklettiğine


göre, İbnu Ömer şunu anlatmıştır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir günde aynı namazı iki sefer kılmayın.” (K.S. 2842 C.9 S.169-170 Akçağ, alıntıları:
Ebû Dâvud, Salât 58,(579); Nesâi, İmâmet 56, (2,114). )

İbnu Ömer adına naklettikleri bu iki rivayetle bu konuda evvelce örneğini yazmış olduğum
rivayetlerini inkar ettiler. Böyle yapmaları metotları icabıdır. Zira böyle yapmakla
gerçeğin ne olduğunu insanların öğrenmesine mani olmayı, onları şaşkın hale getirmeyi
amaçlamaktadırlar. Yoksa yazdıklarının tamamıyla farkında olmadıklarından değil.
Bakınız İbnu Ömer adına, yukarıda yazmış olduğum iki rivayeti tahdis ettiler, fakat yine
de bu iki rivayetin tam tersi olan bir rivayeti aynı şahıs adına, yani İbnu Ömer adına tahdis
etmekten çekinmediler, şöyle ki:

699- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’nın anlattığına göre, bir adam kendisine sordu:

“Ben evde namazımı kılıp sonra da imamla namaza yetişiyorum; onunla da namaz kılayım
mı?”
“Evet!” deyince adam tekrar sordu:
“Peki, bunlardan hangisini (farz olan) namazım yapayım?”
“ Bu senin elinde mi? dedi, bu Allah’a kalmıştır, dilediğini (asıl farz olan) namazın yerine
sayar! (K.S. 2841 C.9 S.169 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Salâtu’l_Cemâ’a 9,(1,133). )

Görüldüğü gibi, İbnu Ömer’den aynı konuda bir birlerine ters rivayetler uydurmak onlar
için gayet sıradan bir şeydir. Daha önce belirttiğim gibi, onları asıl ilgilendiren,
hedefledikleri konularda insanları şaşkınlığa sürükleyip ne yapacaklarını bilmez hale
getirip, İslam dini konularında kargaşa meydana getirmektir. Ve İslam dini adı altında
meydana gelmiş bütün rivayetçi gruplara bakıldığında, bunların ayrılığa düşmelerine asıl
sebebin bu çelişkili uydurma rivayetler olduğu görülür. Şimdi namazla ilgili olarak
uydurmuş oldukları rivayetlerden örnekler vermeğe devem edecek olursam:

700- Habbâb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a (secde


edilen ) yerin sıcaklığından şikayet ettik, ancak şikayetimizi dinlemedi:
Züheyr, Ebu İshâk’a: “şikayetiniz öğle vaktinde miydi?” diye sordu. Öbürü:
275
“Evet!” dedi. Ben:
“Vakit girer girmez, (yani ortalık çok sıcakken) kılınmasından mı?” diye sordum. O yine:
“Evet!” dedi.” (K.S.2380 S.271-272 Akçağ, alıntıları: Müslim Mesâcid 189,(619); Nesâi,
Mevâkit 2, (1,247). )

701- Hz. Enes (radıyallahu anh) : “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (yolculuk


sırasında) bir yere inecek olsa, öğleyi kılmadan orayı terk etmezdi” demişti. Bir adam
sordu:
“Yani gün ortasında olsa da mı?”
“Evet, dedi Enes, gün ortasında olsa da!” (K.S. 2381 C.8 S.272 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Sâlat 273, (1205); Nesâi, Mevâkit 3, (1,248). )

Bu iki rivayette, öğle sıcağının, seferi dahi olsa namaz kılmaya mani olmadığını,
muhakkak serinliği beklemeden namazı kılmak gerektiğini rivayet ettiler. Buna rağmen bu
rivayetlerine çelişkili olarak şu rivayeti tahdis ettiler:

702- Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Hararet şiddetlenince namazı (vakit) biraz serinleyince kılın. Çünkü,
şiddetli hararet cehennemden bir kabarmadır.” ( K.S. 2393 C.8 S.282 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Mevâkit 9, Bed’ü’l-Halk 10; Müslim, Mesâcid 180, (615); Muvatta, Vükût 28,
(1,16); Ebû Dâvud, Salât 4, (402); Tirmizi, Salât 7, (157); İbnu Mace, Salât 4, (677);
Nesâi, Mevâkit 5, (1,248-249). )

Bu rivayet evvelki rivayetlerle çelişkilidir.

703- Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Akşam yemeği hazırlanmış ise, yemeğe namazdan önce başlayın. Yemeğinizi aceleye de
getirmeyin.” (K.S. 2399 C.8 S.287 Akçağ, alıntıları: Buhari, Et’ime 58, Ezân 42; Müslim,
Mesâcid 64, (557); Tirmizi, Sâlat 262, (353); Nesâi, İmâmet 57, (2,111). )

Yukarıdaki rivayette yemek için namaz tehir (geciktirile) bilir diye rivayet ettiler. Hem de
yemeği aceleye getirmemek gerektiğini söylediler.

704- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Yemek veya bir başka şey için namazınızı tehir etmeyin.” (K.S. 2403 C.8
S.289 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Et’ime, 10, (3758). )

Burda ise öbür rivayetlerinin aksine, çelişkili olarak, yemek için namazın tehir
edilemeyeceğini tahdis ettiler.

705- Nesâi’nin rivayetinde şöyle gelmiştir: anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


namaza girdiği zaman ellerini kaldırırdı ve iki rekat arasında kalktığı zaman aynı şekilde
ellerini iki omuzu nun hizasına kaldırırdı.” (K.S. 2489 C.8 S.372 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Ezân 83,84,85,86; Müslim, Salât 22, (390); Muvatta, Salât 16, (1,75,76,77); Ebû Dâvud,
Sal3at 117,(721,722,741,743); Tirmizi, Salât 190,(255); Nesâi, İftitah 1,2,3,(2,121,122);
İbnu Mâce, İkâmet 15,(858-868). )

Rivayet ettiler ki, namaza başlarken ve iki rekat arasında elleri iki omuz hizasına
276
kaldırmak gereklidir.

706- Allame (rahimehullah) anlatıyor: “Size Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın


namazıyla namaz kıldırayım mı?” dedi ve namaz kıldırdı. Bu namazda ellerini bir kere
İftitah tekbiri sırasında kaldırdı, başka kaldırmadı.” (K.S. 2490 C.8 S.375 Akçağ, alıntıları:
Ebû Dâvud, Salât 119,(748); Tirmizi, Salât 191, (257), 188,(253); Nesâi, İftitah 110,
(2,195), 124, (1,204), Sehv 70, (3,62). )

707- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı İftitah tekbiri
alırken gördüm. Ellerini kulaklarına yakın kaldırmıştı. Sonra (namazdan çıkıncaya kadar)
başka kaldırmadı. ( K.S. 2492 C.8 S.376 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Sâlat 119, (752). )

Bu iki rivayette ise evvelki rivayetin aksine İftitah tekbiri hariç, ellerin kaldırılmayacağını
tahdis etmeleri bir çelişkidir.

İftitah tekbirinde, Allah’u ekber deyip ellerimizi kaldırmamızın manası, işaret diliyle,
Allah’ın, bizden ve kainattaki her şeyden daha büyük Olduğunu ifade etmek içindir. Yani
el kaldırmakla Kainatı işaret etmiş oluyoruz. Onun için kimilerinin elleri omuzlara kadar
kaldırmak lazım yok omuzlara kadar kaldırmak lazım veya bir sefer kaldırmak lazım veya
birden fazla kaldırmak lazım demelerinin konuyla pek bir ilgisi yoktur.

708- İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


kıraaatını bismillehirrahmanirrahim ile başlatıyordu. (K.S. 2527 C.8 S.400 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Salât 181, (247). ).

709- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Hz.Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman (radıyallahu anhüm) ile birlikte namaz kıldım.
Onlardan hiçbirinin bismillahirrahmanirrahim’i okuduklarını işitmedim.” (K.S. 2528 C.8
S.400 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Ezân 89; Müslim, Salât 50, (399); Muvatta, Salât 30,
(1,81); Ebû Dâvud, Salât 124, (781); Tirmizi, Salât 182, (246); Nesâi, İftitah 21,22,
(2,133-135); İbnu Mâce, İkâmet 4, (813,815). )

710- İbnu Abdillah İbni Muzaffer (rahimehullah) anlatıyor: “Ben (namazda)


bismillehirrahmanirrahim’i okumuştum. Babam işitti. Bana:
“Oğulcuğum, (bu yaptığın) bir bid’attir. Bid’atten sakın!” dedi. Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ın ashabından her kimle karşılaştı isem, hepsinin de bid’atten
nefret ettiği kadar bir başka şeyden nefret etmediğini gördüm. Babam sözlerine şöyle
devam etmişti:
“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la, Hz. Ebû Bekir’le, Hz. Ömer’le, Hz.
Osman’la (radıyallahu anhüm) namaz kıldım. Onlardan hiç birinin bunu (besmelenin
okunacağını) okuduklarını işitmedim. Onu sen de okuma. Sadece “Elhamdülillahi rabbi’l-
âlemin” de.” (K.S.2529 C.8 S.401 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât 180, (244); Nesâi,
İftitâh 22, (2,135). )

< 708.> örnekte görüldüğü gibi, Peygamberin namazda Kur’an okumaya


bismillehirrahmanirrahim ile başladığını rivayet ettiler. Buna rağmen bu rivayetin aksine
olarak, <709.> ve < 710.> örneklerde görüldüğü gibi namazda bismillehirrahmanirrahim
okunamayacağını tahdis etmelerinin çelişki olması hususu bir yana. Namaz’da besmelenin
277
okunamayacağını, okunmasının bid’ad olduğunu iddia etmeleri çok ibret vericidir.
Allah’ın adını anmanın da bit’adı mı olurmuş? Nasıl olur da bir Mümin namaz kılarken
Allah’a sığınmak İçin bismillehirrahmanirrahim okumasın veya okuduğunda namazı
geçersiz olsun veya bid’ad işlediği, dolayısıyla günah kazandığı iddia edilebilsin. Böyle
bir iddiayı ancak Allah’ın adını duymaya tahammül edemeyen kimseler iddia ederler.

Bu iddiaları Kur’an’a uymamaktadır, şöyle ki Kur’an okumaya başladığımızda, Kur’an


okumaya başlamanın iki şartı vardır. Bunlardan bir tanesi, şeytanın şerrinden Allah’a
sığınmak, diğeri de Allah’ın adıyla okumaya başlamaktır. Kur’an okumaya başlamanın
namazda veya namaz’ın dışında olması bu durumu değiştirmez, ayrıca bir sûrenin
başından değil de ortalarından veya sonlarından başlamakta aynı şekilde durumu
değiştirmez. Zira, Kur’an okumaya nereden başlanırsa başlanılsın durum aynıdır, ayrıca,
Allah bize Kur’an’dan kolayımıza geleni okuyabileceğimizi bildirmiştir. Bu duruma göre,
örneğin: Namazda Bakara Sûresinin son iki ayetini okuyarak başlamamız halinde veya
Haşr Sûresi 21. Ayetten başlayarak okuduğumuzda şeytanın şerrinden Allah’a sığınıp,
Allah’ın adıyla başlamamız şarttır. Besmelede, Allah’ın adını anmaktan başka bir şey
değildir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalk(ıp
namaz kıl)dığını biliyor. Seninle berâber bulunanlardan bir topluluk da (böyle
yapıyor). Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. O sizin (gece ve gündüz
saatlerinizi) hesâbedemiyeceğinizi (gece satlerinde kalkamayacağınızı) bildiği için sizi
affetti. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah, içinizden hastalar,
yeryüzünde gezip Allah’ın lutrunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan
daha başka kimseler bulunacağını bilmektedir. Onun için Kur’an’dan kolayınıza
geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz
için verdiğiniz hayırları, Allah katında verdiğinizden daha hayırlı ve mükâfatça daha
büyük bulacaksınız. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir. 73/23

- Kur’an oku(mak iste)diğin zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın (Eûzu Billâhi
Mineşşeytâni’r-recim, de). 16/98

Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla

- Yaratan Rabb’in adıyla oku. 96/1

711- Rifâ’a İbnu Râfi (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz mescid de iken bedevi kılıklı bir
adam çıkageldi. Namaza durup, hafif bir şekilde (yani rükünleri, tesbihleri kısa tutarak)
namaz kıldı. Sonra namazı tamamlayıp Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a selem verdi:
Efendimiz:
“Üzerine olsun. Ancak git namaz kıl, sen namaz kılmadın!” buyurdu. Adam döndü (tekrar)
namaz kılıp geldi, Resûlullah’a selam verdi. Aleyhissâlatu vesselâm selamına mukabele
etti ve:
“Dön namaz kıl, zira sen namaz kılmadın!” dedi adam bu şekilde iki veya üç sefer aynı
şeyi taptı, her seferinde aleyhissalâtu vesselâm:
278
“Dön namaz kıl, zira sen namaz kılmadın!” dedi. Halk korktu ve namazı hafif kılan
kimsenin namaz kılmamış sayılması herkese pek ağır geldi.
Adam sonuncu sefer:
“Ben bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Bana (hatamı) göster, doğruyu öğret!”
dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Tamam. Namaza kalkınca önce Allah’ın sana emrettiği şekilde ab dest al. Sonra (ezan
okuyarak) şahâdet getir, ikâmet getir (namaza dur). Ezberinde Kur’an varsa oku, yoksa
Allah’a hamlet, tekbir getir, tehlil getir, sonra rükû ya git. Rükû halinde itminâna er
(azaların rükûda mûtedil halde bir müddet dursun). Sonra kalk ve kıyam halinde itidâle er,
sonra secdeye git ve secde hâlinde itidâle er, sonra otur ve bir müddet oturuş vaziyetinde
dur, sonra kalk.
İşte bu (söylen)enleri yaparsan namazını mükemmel (kılmış olursun. Bundan bir şey )
eksik bırakırsan namazını eksilttin demektir.”
Râvi der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu sonuncu sözü Ashab’a önceki:
(Dön, namaz kıl, zira sen namaz kılmadın!) sözünden daha kolay (ve rahatlatıcı) oldu. Zira
(bu söze göre), sayılanlardan bir eksiklik yapan kimsenin namazında eksiklik oluyor ve
fakat tamamı heba olmuyordu.” (K.S.2658 C.8 S.504-505 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât
226, (302); Ebû Dâvud, Salât 148, (857-861); Nesâi, İftitah 105,(2,193),167,(2,225). )

Bu rivayette bariz (açık, belirgin)) olarak dikkati çeken husus, Namazda Kur’an okunmaya
bileceğini iddia etmeleri. Nasıl ki daha önceki örneklerde görüldüğü gibi, namazda,
besmele okunmasına karşı çıkmış idilerse, bur da da müslümanları namazda Kur’an
okumaktan uzaklaştırmayı amaçlamaktadırlar. Ezberinde Kur’an varsa oku, yoksa bir şey
olmaz demeye getirmeleri bundandır. Yoksa kişiye Ezan ve Kamet okuması gerektiği
bildirilir de, buna rağmen ezberinde Kur’an varsa oku denir mi? Ezan ve kameti ezberleye
bilen, Kur’an’dan bir kısa süre ezberleyebilir. Bu da dikkat çekici ayrı bir çelişkidir.

Şimdi bu rivayetlerinden birkaç örnek daha verirsem:

712-. ... Abdullah b. Übeydullah dedi ki: Beni Haşim gençlerinden oluşan bir toplulukla
beraber İbn Abbâs’ın yanına vardım. İçimizden bir genç dedi ki:
Sor (bakalım) İbn Abbâs’a Peygamber (s.a.) öğle ve ikindi namazlarında (Kur’an) okuyor
muydu? (O genç bu soruyu sorunca İbn Abbâs; “hayır, asla!” diye cevap verdi. Bunun
üzerine İbn Abbâs’a; “Belki de içinden okuyordu” denildi. O da “Tuh sana bu birincisi
(olan hiç okumamak)dan daha fene! (Çünkü) O (s.a.) kendisine gönderileni tebliğle
memur idi. Üç özelliğin dışında bizi diğer insanlardan ayırmadı:
1. Bize abdesti güzelce almamızı; 2. Sadaka yemememizi; 3. Eşeği ata çekmememizi
emretti” dedi. (Ebû Dâvûd, K.salât (2), Bâb 126,127 C.3 S.258 H.808 Şamil, ayrıca:
Tirmizi, cihâd 23; Nesâi, tahâre 105, hayl 10. )

Bu rivayette, peygamberin öğle ve ikindi namazlarında asla Kur’an okumadığını tahdis


ettiler. Bunun manası hiç kimsenin öğle ve ikindi namazlarında Kur’an okumaması
gerektiği demektir. Böylece imam olsun cemaat olsun bu farz namazlarında Kur’an
okumak iddialarına göre yasak olmuş olur. Böylece beş vakit farz namazın iki vaktinde
Kur’an ile Namazın arasını ayırmış oldular. Hele söz arasında konuyla hiç ilgisi olmayan
“Eşeği ata çekmemek gerekir sözü” gerçeği ifade etmediği gibi, abestir de.

713- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Kim
279
imama uymuş ise, imamın kıraati onun da kıraatidir” buyurdular.” (K.S. 6244 C.17
S.21 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 850. )

Bu rivayette de, İmam hariç cemaatten hiç kimsenin namazda Kur’an okumamsı
gerektiğini iddia ettiler. Böylece farz namazın kılındığı beş vakitte de, cemaat açısından
namazla Kur’an’ın arasını ayırdılar.

714-. ... Câbir b. Abdillah’dan demiştir ki: Biz (Peygamber (s.a.)’in sağlığında) ayakta ve
otururken dua ederek rükû ve secdede iken de, tesbih ederek nâfile namaz kılardık. (Ebû
Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 134,135 C.3 S.302 H.833 Şamil. )

Böylece bu iki rivayette de, namazda Kur’an okunmasına mani olmak için, imama uyarak
namaz kılan kimsenin hiç Kur’an okumaması gerektiğini zira imamın, onun yerine Kur’an
okuduğunu, ayrıca nafile namazlarda namazı yaln

ız kılan kimsenin de hiç Kur’an okumadan tesbih ederek namaz kılması gerektiği tahdis ve
iddia ettiler. Bu konudaki iddialarını özetlersek, yalnız başına nafile namaz kılan kimsenin
Kur’an okumadan namaz kılması gerektiği. İmama uyarak namaz kılan kimse hiç Kur’an
okumaz. Öğle ve ikindi namazlarında İmam ve Cemaat ve gerekse kişi tek başına namaz
kıldığında hiç Kur’an okumaması gerektiğini rivayet ettiklerini görürüz. Fakat
zannedilmesin ki bu rivayetlerinde sabittirler, böyle bir şey onların yöntemlerine aykırıdır,
bundan dolayı kargaşa çıkarmak amaçlı aykırı rivayetleri de vardır, şöyle ki:

715- Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh’ın anlattığına göre: “Bir adam kendisine: “Namazda
imam okurken ona uyan kimse de Kur’an’dan okur mu?” diye sormuş, o da şu cevabı
vermiştir: “Bir adam, Aleyhissalâtu vesselâm’a her namazda kıraat var mı?” diye sormuştu
da Aleyhissalâtu vesselâmdan “Evet!” cevabını almıştı. Bunun üzerine cemaatten biri de:
“Bu vacip oldu” demişti.” (K.S. 6243 C.17 S.21 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 842.)

716-. ... Atâ b. Ebi Rebâh’dan rivâyete göre Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir: Her
namazda Kur’an okunur. Peygamber (s.a.)’in bize duyurduğunu biz de sizlere
duyuruyoruz. Bizden gizlediğini biz de sizden gizliyoruz. (Ebû Dâvud, K.Salât (2), Bâb
124,125 C.3 S.797 Şamil, ayrıca: Buhâri, ezân 104; Müslim salât 44-46; Nesâi, iftitâh
31,54; İbn Mâce, İkâme 11. )

Böylece her namazda Kur’an okunur demekle evvelki rivayetleriyle çelişkiye düşmüş
olmaktadırlar. Namazda Fatiha Sûresinin okunup, okunmaması konusunda da uydurmuş
oldukları rivayetler, maksatları konusunda çok ibret vericidir, şöyle ki:

717- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
uyurdular ki: “Kim Fâtiha-i şerife sûresini okumadan namaz kılarsa bilsin ki bu namaz
nâkıstır- bu sözü üç kere tekrarladı- eksiktir.”
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)’ye:
“Biz imamın arkasında bulunuyorsak (ne yapalım)? Diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
“Yine de içinden oku.............. (K.S. 2531 C.8 S.404 Akçağ, ayrıca: Müslim, Salât 4/38;
Muvatta Namaz 39; Ebû Dâvud, K. Salât (2), Bâb 131,132 H.821. )

718-. ... Ebû Said (el-Hudri) (r.a.)’den; demiştir ki: Biz (namazda) Fatiha ile (beraber
280
Kur’an’dan) kolay(kımıza) geleni okumakla emr olunduk. (Ebû Dâvûd,
K.Salât (2), Bâb 131,132, C.3 S.271 H.818 Şamil. )

719- Hz. Câbir (radıyallahu anh) demiştir ki: “Kim Fâtiha’yı okumadan bir rekat namaz
kılarsa, imamın arkasında bulunmadığı takdirde namaz kılmış sayılmaz.” (K.S. 2535 C.8
S.407 Akçağ, alıntıları: Muvatta, Salât 38,(1,84); Tirmizi, Salât 233,(313). )

Bu rivayetlere göre, Fatiha sûresi okunmayan namaz noksan veya geçersizdir. Hal bu ki,
diğer bazı rivayetlerinde, Peygamberin namazda Fatiha sûresini okumayıp, başka sûreler
okuduğunu tahdis ettiler, şöyle ki:

720- İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


cuma günü, sabah namazında Elif-lâm-mim Tenzil, es-Secde, ve Hel etâ alâ’l-insâni hinun
mine’d-dehr surelerini okurdu. Yine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cuma namazında
Cuma ve Münâfikûn surelerini okurdu.” (K.S. 2544 C.8 S.416 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Cuma 64,(879); Ebû Dâvud, Salât 218,(1074); Tirmizi, Salât 375,(520); Nesâi, Cuma 38,
(3,111), İftitah 47, (2,159). )

721- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), A’raf
suresiyle akşamı kılardı. Sureyi ikiye bölerek her iki rek’atte bir parçasını okurdu.” (K.S.
2557 C.8 S.424 Akçağ, alıntısı: Nesâi, İftitâh 67,(2,170). )

Böylece namazda kıraat konusunda iç içe çelişkili rivayetler zinciri meydana


getirmişlerdir. Bu rivayetlerini dikkate alan bir şahıs Kıraat konusunda namaz da ne
yapacağını bilemez. Bir taraftan, namazda Kur’an okunmayabilir, öğle ve ikindi
namazlarında hiç okunmaz, nafile namazlarda hiç okunmaz, İmam okur cemaat okumaz.
Diğer taraftan, İmam okur cemaatte okur, her namazda Kur’an okumak mecburidir, Fatiha
sûresinin her namazda okunması mecburidir derken başka rivayetlerde Fatiha suresinin
okunması mecburi değildir diye bilmektedirler. Şimdi bütün bu çelişkili rivayetler
karşısında kişi namazda Kur’an kıraatiyle ilgili nasal karar verebilir?

Şimdi namaz konusunda ki rivayetlerini örneklendirmeye devam devam edecek olursam.

722- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),


içerisinde secde âyeti olan sûreyi okur. (ayetler geldikçe) secde ederdi, biz de secde
ederdik. Öyle ki (izdiham sebebiyle) namaz dışı vakitlerde alnımızı koyacak secde yeri
bulamadığımız olurdu.” (K.S. 2763 C.9 S.66 Akçağ, alıntıları, Buhari, Sücûdu’l-Kur’ân
9,8,12; Müslim, Mesacid 103,(575); Ebû Dâvud, Salât 333, (1411,1412,1413). )

Bu rivayette secde ayeti okunduğunda secde yapılması gerektiği rivayet ettiler.

723- Ebu Temimeti’l-Hüceymi anlatıyor: “Ben sabah namazından sonra vaaz’u nasihat
ediyordum, bu esnada secde (ayeti okuyor ve secde) ediyordum. İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) beni yasakladı. Ama ben O’nu dinlemedim. O üç sefer yasaklamayı tekrarladı.
Sonra dönüp:
“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın arkasında namaz kıldım. Hz. Ebu Bekr, Hz.
Ömer ve Hz. Osman (radıyallahu anhüm) ile de namaz kıldım. Onların hiçbiri güneş
doğuncaya kadar secde yapmazlardı” dedi.” (K.S. 2766 C.9 S.68 Akçağ, alıntısı: Ebu
281
Dâvud, Salât 335, (1415). )

Bu rivayette ise sabah namazından sabah güneş doğuncaya kadar secde ayeti okunduğunda
secde yapılamayacağını rivayet ettiler. Böylece bir evvel ki rivayette yapmış oldukları
genellemeden istisna yaparak bazı vakitlerde secde ayeti okunduğunda secde yapılmaz
dediler.

724- Zeyd b. Sabit’ten naklen: “Hiçbir namazda imam ile kırâat yoktur” demiş. Ve
kendisinin Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem)’e Necm sûresini okuduğunu fakat
(peygamberin) secde etmediğini söylemiş.. (Müslim, 106/1688 C.3 Sönmez Neşriyat. )

725- Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a
Vennecmi sûresini okudum, bunda secde etmedi. (K.S.2770 C.9 S.89 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Sücudu’l-Kur’ân 6; Müslim, Mesâcid 106,(577); Ebû Dâvud, Salât 329, (1404);
Tirmizi, Salât 404, (576); Nesâi , İftitâh 50,(2,160). )

Bu rivayetlerde ise, vakit söz konusu olmadan genelleme yaparak, içinde secde ayeti
bulunan Necm Sûresi okunduğunda Peygamberin secde etmediğini rivayet etmekle, secde
ayeti okunduğunda secde etmenin gerekli olmadığını iddia ettiler. Bu ise çelişki ve
tutarsızlıktır.

726- İbnu Amr İbnu’l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) buyurdular ki: “Üç kişi vardır, Allah onların namazını kabul etmez:
1. Kendisini sevmeyen kimselere imam olan;
2. Namaza arkadan gelen, yani vakti çıktıktan sonra gelen;
3. Köleyi azad ettikten sonra tekrar köle kılan.” (K.S.2800 C.9 S.129-130 Akçağ, alıntısı:
Ebû Dâvud, Sâlat 63,(593). )

727-. ... Abdullah b. Ömer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Resûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: “Üç kişi vardır ki, Allah(ü Teâla) onların namazlarını kabul etmez:
Kendisini istemeyen bir topluluğa imamlık eden kimse, namazı sonra (yani vakti geçtikten
sonra) kılan kimse, hürriyetine kavuşturduğu köleyi (tekrar) köle edinen kimse.” (Ebû
Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 62 C.2 S.438-439 H.593 Şamil, ayrıca: Tirmizi, mevâkit 149; İbn
Mâce, İkâme 431. )

Yukarıda ki rivayetlerine göre, vakti çıktıktan sonra kılınan namazın makbul olmadığını,
diğer bir ifadeyle kaza namazı diye bir şey olmadığını ve namazların
birleştirilemeyeceğini tahdis ettiler. Zira her iki hususta namazın vaktinden çıkmasıyla
yani kılınması gereken vakti dışında kılınmasıyla ilgilidir. Bu ise gerek kaza namazıyla ve
gerekse namazların birleştirilmesiyle ilgili olarak bu günkü uygulamalarına aykırı olduğu
gibi, namazların birleştirilebileceği konusunda ki rivayetleriyle de çelişkilidir. Şöyle ki:

728- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


yolcu halinde iken öğle ve ikindiyi birleştirirdi, akşam ile yatsıyı da birleştirirdi.” (K.S.
2912 C.9 S.238 Akçağ, alıntısı: Buhari, Taksiru’s-Salât 13. )

Bu rivayette namazların seferi halde iken birleştirileceğini rivayet etmeleri, önceki


rivayetle çelişkilidir. Bu çelişkiden bahsedildiğinde seferi olma durumu bir istisnadır deyip
282
bahane uydura bilirler. Fakat bu bile mevcut çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Zira
başka rivayetlerde, sefer, korku veya başka bir zorluk olmadan namazların cem
edilebileceğini yani birleştirilebileceğini tahdis ettiler. Şöyle ki:

729-. ... Ya’lâ b. Ümeyye’den; demiştir ki:


- Ömer b. Hattâb’a. “Aziz ve celil olan Allah sadece “Eğer kâfirlerin size fenalık
yapacağından korkarsanız” dediği ve (bugün) bu (korku) da kalmadığı halde insanların
(yolculukta) namazı kısaltmalarını nasıl buluyorsunuz?” dedim. Ömer (r.a.) dedi ki:
- Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret ettim de bunu Resûlullah (s.a.)’den sordum.
“-Bu, aziz ve celil olan Allah’ın size verdiği bir sadakadır. O’nın sadakasını alınız”
buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’s-Sefer (4), Bâb 1 C.4 S.374 H.1199 Şamil, ayrıca:
Müslim, müsâfirun 4; Tirmizi, tefsiru sûre (4); Nesâi, Taksiru’s-Salât 1;İbn Mâce,ikâme
73.)

730-. ... Abdullah b. Abbâs’tan; demiştir ki:


-Resûlullah (s.a.) korku ve sefer olmaksızın öğle ile ikindiyi ve akşamla yatsıyı bir arada
kıldı.
Mâlik dedi ki: “Ben bunun yağmur hakkında olduğunu zannediyorum.”
Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisin benzerini Ebû’z-Zübeyr b. Seleme ile Kürretü’bnü Halid
de rivâyet etmiştir. (Ebû’z-Zübeyr) dedi ki:
- (Bu hâdise) Tebûk seferine çıktığımızda oldu. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’s-Sefer (4), Bâb 5
C.4 S.393 H.1210 Şamil, ayrıca: Müslim, müsafirin 54, Tirmizi mevakit 24; Nesâi,
mevakit 47. )

Her ne kadar bu rivayette, yağmur tahmini ve veya sefere çıkma gibi sözlerle istisnalar
getirmeye çalışmışlarsa da, bu şekilde evvel ki rivayetle çelişkiye düştükleri gibi, hiçbir
şarta bağlı olmayan aşağıda ki rivayetle de çelişkiye düşmüşlerdir. Şöyle ki:

731-. ... İbn Abbas (r.a.)’den; demiştir ki:


- Resûlullah (s.a.) korku ve yağmur olmaksızın Medine’de öğle ile ikindiyi ve akşam ile
yatsıyı cem etti (ikisini bir arada kıldı).
İbn Abbâs’a Resûlullah (s.a.’ın bununla neyi kastettiği sorulunca:
- Ümmetine kolaylık getirmeyi murad etti, diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’s-Sefer
(4), Bâb 5 C 4 S.397 H.1211 Şamil, ayrıca: Müslim, müsâfirin 54; Tirmizi, mevâkit 24;
Nesâi,mevâkit 47.)

Görüldüğü gibi, bir taraftan namazı geciktirenin namazını Allah kabul etmez derken.
Namazı geciktirmekten başka bir şey olmayan, namazların birleştirilmesi suretiyle
geciktirilmesinin uygun olduğunu tahdis ve iddia etmektedirler. Bu açık bir çelişki ve
tutarsızlıktır.

732- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


Medine’den Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Rabbülâlemin’den başka hiçbir şeyden
korkmuyordu. Yolda namazı ikişer ikişer (yani kasrederek) kıldı.” (K.S.2899 C.9 S.228
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât 391,(547); Nesâi, Taksiru’s-Salât 1,(3,117). )

733- Enes (radıyallahu anh)’in anlattığına göre kendisinden kasru’s-salât yani namazın
kısaltılması hakkında sorulmuştu. Şöyle cevap verdi:
283
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üç millik mesafeyi veya -Şu’be’nin şekkine
(zannına) göre - üç fersah mesafeyi dışarı çıktı mı iki rekat kılar.” (K.S. 2897 C.9 S.227
Akçağ, alıntıları: Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin 12,(691); Ebû Dâvud, Salât 271,(1201). )

734- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte
Mekke’ye gitmek üzere Medine’den çıktık. Efendimiz yolda namazları ikişer ikişer
kılıyordu. Medine’ye dönünceye kadar hep böyle yaptı.”
Enes’e:
“Mekke’de ne kadar kaldınız?” diye sorulmuştu:
“Orada on gün kaldık” dedi.” (K.S.2900 C.9 S.229 Akçağ alıntıları: Buhari, Taksir 1,
Meğâzi 52; Müslim, Salatu’l-Müsâfirin 15,(693); Ebû Dâvud, Salât 279,(1233); Tirmizi,
Salât 392,(548); Nesâi, Taksiru’s-Salât 4,(3,121). )

Bu üç rivayette, tehlike olmaması halinde bile, seferi durumda ve ikamet edilen memleket
haricinde uzun bir süre kalınsa dahi namazın kısaltıla bileceğini rivayet ettiler.bu ise
Kura'nâ aykırıdır. Zira namaz ancak bir tehlike mevcutken kısaltıla bilir. Bu hususta
Kur’an’dan mealen:

- Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir kötülük yapmalarından
korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Muhakkak ki kâfirler,
sizin açık düşmanınızdır. 4/101

Görüldüğü gibi, namazın kısaltıla bilmesi için kâfirlerden gelebilecek bir tehlikenin
mevcut olması şarttır. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetler Kur’an’a uymamaktadır.

Namaz konusuyla ilgili olarak <691.> örnekte bahsettiğim gibi seferi durumda mamazı
kısaltmanın ruhsat değil farz olduğunu iddia etmişlerdi, iddiaları şu idi: “Allah namazı
peygamberimizin diliyle hazerde dört, seferde, korku halinde de bir rekat olarak farz
kılmıştır.” Bunun ifade ettiği mana her ne şekilde olursa olsun seferi (yolculuk)
durumdayken namazı kısaltmak mecburi olur demektir. Bununla ilgili olarak bir örnek
daha verip, bu rivayetleriyle çelişkili olan bir diğer rivayetleriyle karşılaştırırsak:

735- Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Kurban bayramında kılınan namaz iki
rek’attir, Fıtır (Ramazan) bayramında kılınan namaz iki rek’attir, sefer namazı iki rek’attir,
cuma namazı da iki rek’attir. Bunlar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın lisanı üzere
tamamdır, kısaltma yoktur.” (K.S. 2334 C.8 S.231 Akçağ, alıntısı: Nesâi, Cum’a 37,
(3,111), Taksir 1,(3,118), İdeyn 11,(3,183). )

736- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte umre yapmak üzere Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktık. Medine’ye gelince:
“Ey Allah’ın Resûlü, annem babam sana feda olsun. Sen kısa kıldın, ben tam kıldım, sen
yedin ben oruç tuttum, (ne dersiniz?)” dedim. Şu cevabı verdi:
“Ey Aişe güzel yaptın!” buyurdu ve işimde beni kınamadı” dedi.” (K.S.29922 C.9 S.246
Akçağ, alıntısı:Nesâi,Taksiru’s-Salât4,(3,122) )

Böylece seferi (yolcu) namazlarının iki rekat olarak kılınmasının farz olduğunu inkar
ettiler.
284
737-........... Âmir İbnu Raba (R) haber verip şöyle demiştir: Ben Resûlullah (S)’ı
binek deve üzerinde, bineği hangi cihete yönelirse o cihete doğru, nâfile namâzı kılar
gördüm. Ve Rasûlullah bunu farz olan namâzda yapmaz idi.
Ve leys şöyle dedi: Bana Yûnus (ibn Yezid), İbnu Şihâb’dan tahdis etti. O şöyle demiştir:
Sâlim: Abdullah ibn Umer yolcu iken geceleyin binek hayvanı üzerinde nâfile namâzı
kılardı; bunda yüzü hangi cihete olursa olsun, aldırmazdı, dedi.
Abdullah ibnu Umer şöyle demiştir: Resûlullah (S) de binit devesi üzerinde, yüzü hangi
cihete yönelik olursa olsun, nâfile namâzı kılardı. Ve yine deve üzerinde vitir namâzını da
edâ ederdi. Şu kadar var ki Rasûlullah, binek üzerinde farz namâzı kılmazdı. (Buhâri, Eb-
vâbu Taksiri’s-Salât Bab 9 C.3 S.1063-1064 H.17 Ötüken. )

738-............. Hafs ibnu âsım tahdis edip şöyle demiştir: İbnu Umer (R) sefere çıktı da,
şöyle dedi: Ben Peygamber (S) ile birlikte yolculuk ettim; O’nun seferde nâfile kılar
olduğunu görmedim, Zikri yüce olan Allah da: (mealen) (= Muhakkak Allah Elçisi’nde
size güzel bir örnek vardır)” (el-Ahzâb: 21 ) buyurdu. (Buhari, Ebvâbu Taksiri’s-Salât Bab
11 C.3 S.1066 H.20 Ötüken. )

Bu iki rivayetin bir birleriyle çelişkili olduğu açıktır, birincisinde yolculukta nafile namaz
kılınır denmesine rağmen, ikincisinde kılınmaz demeleri bir çelişkidir.

739- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) demiştir ki: “(Kur’an) her bir namazda okunur.
(Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hangilerini işittirmişse biz de size işittiriyoruz.
Hangilerini de gizlemişse biz de size gizliyoruz.” (K.S.2570 C.8 S.433 Akçağ, alıntıları:
Ebû Dâvud, Salât 129,(737); Nesâi, İftitâh 58,(2,163); Buhari, Ezân 104; Müslim, Salât
43,(396). )

Bu rivayetlerinde namaz kılınırken gizli okuma olduğunu


iddia ettiler. Bu ise Kur’an’a aykırıdır, zira namazda ses yükseltilmez gizlenmezde, ikisi
arasında bir yol tutulur. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız,
nihâyet en güzel isimler O’nundur. Namazında pek bağırma, pek de (sesini) gizleme,
bu ikisinin arasında bir yol tut. 17/110

Tahdis etmiş oldukları rivayetin Kur’an’a aykırı olduğu açıktır.

740- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Kişinin cemaatle kıldığı namazın sevabı evinde ve çarşıda (iş yerinde)
kıldığı namazından yirmi beş kat fazladır. Şöyle ki, âb dest alınca güzel bir ab dest alır,
sonra mescide gider, evinden çıkarken sadece mescid gayesiyle çıkmıştır. Bu sırada attığı
her adım sebebiyle bir derece yükseltilir, bir günahı affedilir. Namazı kıldı mı, namaz
gahında olduğu müddetçe melekler ona rahmet okumaya devem ederler ve şöyle derler:
“Ey Rabbimiz buna rahmet et, merhamet buyur.”
Sizden herkes, namaz beklediği müddetçe namaz kılıyor gibidir.” (K.S.2778 C.9 S.101
Akçağ, alıntıları: Buhari, Ezan 30, Cum’a 2; Müslim, Salât 272 (649); Ebû Dâvud, Salât
49,(559); Tirmizi, Salât 245,(330); İbnu Mâce, Mesacid 16,(788). )

741- Sahiheyn’in İbnu Ömer (radıyallahu anh)’den kaydettiği bir diğer rivayette şöyle
285
denmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cemâatle kılınan
namaz, ayrı kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür.” (K.S.2779 C.9 S.101 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Ezân 30, Müslim, Salât 272. )

Aynı husus hakkında birinci rivayette yirmi beş kat sevap tahdis etmelerine rağmen, ikinci
rivayette yirmi yedi kat olarak bildirmeleri bil çelişkidir.

742- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Erkeklerin teşkil ettiği safların en hayırlısı birinci saftır. En kötüsü en son
saftır. Kadınların teşkil ettikleri safların en hayırlısı en son saftır, en kötüsü en öndekidir.”
(K.S. C.9 S.145 Akçağ, alıntıları: Müslim, Salât 132,(440); Ebû Dâvud, Salât 98,(678);
Tirmizi, Salât 166,(224); Nesâi, İmâmet 32, (2,93). )

Önceki iki rivayette çelişkili de olsa cemaatle kılınan namazın faziletlerinden


bahsederlerken, bu rivayette namazın cemaatle kılınması için teşkil edilen saflar hakkında,
erkeklerin teşkil ettiği son saf ile, kadınların teşkil ettiği ilk saf konusunda “şerli” ifadesini
kullanmaları çok ağır bir ifade ve ithamdır, asıl metinde kullanılan sözcük “şerli”
sözcüğüdür ve bu ağır bir ifadedir, zira namaz için teşkil edilmiş bir saf hakkında, sevap
kazanma bir tarafa şerli demekle günahkarlar safı tanımını getirmişlerdir. Ayrıca ithamdır,
zira bu iki safta ki erkek ve bayanların saf olarak aynı hizada arka arkaya bulunmaları
hususunda “şerli” ifadesiyle uygunsuz hareketler yapıldığını iddia etmek istemektedirler.
Bu ise İslam cemaatine itham ve aynı zamanda iftiradır.

Daha öncede belirttiğim gibi, tahdis etmiş oldukları bir rivayette, bu saf konusuyla ilgili
olarak, güya secde eden Müslüman erkeklerin secdede iken avretleri görünüyormuş da,
namaz kılan kadınlar secdeden daha evvel başlarını kaldırdıklarında onların avretlerini
görüyorlarmış. Nasihat maskesi altında tahdis etmiş oldukları hakaret içerikli rivayet
şudur:

743- Esmâ Bintu Ebi Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ı işittim, kadınlara diyordu ki:
“Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa, erkekler başlarını kaldırıncaya kadar
başını yerinden kaldırmasın, böylece erkeklerin avretlerini görmekten korunmuş olur.
(K.S.2835 C.9 S.164 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 146,(851). )

Yaptıkları saldırı gayet açıktır. Şimdi diğer çelişkili rivayetlerine bakalım:

744- Aişe’den naklen: “Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) duhâ namazını dört rekat
kılar. Allah’ın dilediği kadar da ziyade ederdi.” (Müslim, C.4 H.78-79/2052 Sönmez
Neşriyat. )

745- Aişe’den naklen: “Ben Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) in duhâ nafilelerini
kıldığını hiç görmedim. Onu ben kılıyorum............ (Müslim C.4 H.77/2052 Sönmez
Neşriyat. )

746- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) kuşluk (duhâ) namazını her kılışında mutlaka ben de kıldım.”
(K.S. 3016 C.9 S.326 Akçağ, alıntıları: Buhari, Teheccüd 5,32; Müslim, Müsafirun 75,77,
286
(717,718); Muvatta, Kasru’s-Salât 29,(152- 153); Ebu Dâvud, Salât 301,(1292,1293);
Nesâi, Savm 35,(4,152). )

Bu üç rivayetin üçü de Aişe’den tahdis edilmiş ve çelişkili oldukları açıktır.

747- Müsevver İbnu Yezid el-Mâliki (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) namazda (cehri olarak) kıraatte bulunuyordu. bir kısım okumayı
terk etti. (Namazdan sonra, cemaatten) bir adam.
“Ey Allah’ın Resûlü, şu şu âyetleri okumayı terk ettiniz!” dedi. Resûlullah:
“Niye bana hatırlatmadın? Buyurdular.”
Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: “(Adam)... Ben onların nesh edildiğini zannetmiştim.”
(Ebû Dâvud, Salât 163,(907). K.S.2838 C.9 S.167 Akçağ. )

748- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: “Ey Ali namazda (takılırsa) imamı açmâ! (hatırlatma). (K.S. 2839 C.9 S.167 Akçağ,
alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 164,(903). )

İki çelişkili rivayet, ikisi de Ebû Davut’tan, birincisinde imama namazda Kur’an okurken
yanılırsa veya takılır ise okuyamazsa cemaat ona hatırlatmalıdır derken. İkinci rivayette
aynı durumun olması halinde hatırlatmamak gerekir demeleri, çelişkili olmasının yanında
ilginçtir.

Diğer bir hususta, Peygamberin Kur’an’ı unutarak hatalı okuduğunu iddia etmeleridir. Bu
ise Kur’an’a uymayan bir iddiadır. Allah’ın desteklemesi ile Peygamberin Kur’an’ı
unutarak yanış okuması mümkün değildir.

Kur’an’dan mealen:

- (Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. 75/16

- Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir.
75/17

- O halde, biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşunu takip et. 75/18

- Sonra şüphen olasın ki, onu açıklamak da bize aittir. 75/19

Görüldüğü gibi tahdis etmiş oldukları rivayet Kur’an’a uymamaktadır.

749- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “İki namaz var ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunları ne gizli ne de aleni olarak seferde ve hazerde hiç terk etmedi: Sabahtan
önce iki rekat. İkindiden sonra iki rekat.” (K.S.2932 C.9 S.260 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Mevâkitu’s-Salât 33,73; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin 300,(835); Ebû Dâvud, Salât 290,
(1253); Nesâi, Mevâkitu’s-Salât 36,(1,281), Kıyâmu’l-Leyl 56,(3,251,252). )

Bu rivayette ikindiden sonra iki rekat nafile kılınacağını tahdis ettiler.

750- Muhtar İbnu Fulful anlatıyor: “Hz. Enes’ten ikindiden sonra kılınacak nafile namaz
287
hakkında sordum” dedi ki:
“Hz. Ömer, ikindiden sonra nafile kılanların ellerine (sopayla) vururdu. Biz iki rek’ati,
Resûlullah devrinde güneş battıktan sonra akşam namazından önce kılardık. Bizi bunu
kılarken efendimiz görürdü de ne emrederdi ne de nehy ederdi.” (K.S.2966 C.9 S.280
Akçağ, alıntısı: Müslim, Müsafirin 302,(836). )

Bu rivayette ise ikindiden sonra nafile namaz kılınamayacağını söylemeleri bir çelişkidir.

751- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Sizden biri Cumayı kıldı mı, ondan sora dört rekat kılsın.” (K.S.2976 C.9
S.286 Akçağ, alıntıları: Müslim, Cum’a 67,(881); Ebu Dâvud, Salât 244,(1131; Tirmizi,
Salât 376. )

Bu rivayette Cuma namazından sonra dört rekat kılınması gerektiğini rivayet ettiler.

752- Nâfi merhum anlatıyor: “İbnu Ömer (Radıyallahu anhümâ), Cuma günü bir adamın
Cumayı kılarken durduğu yerden hiç kımıldamaksızın iki rekat daha kılmaya devam
ettiğini görmüştü, adamı bundan men etti ve:
“Cum’a’yı dört mü kılıyorsun?” dedi. İbnu Ömer, cum’a günü evinde iki rekat kılar ve
etrafındakilere:
“Resûlullah böyle kılardı!” derdi.” (K.S.2978 C.9 S.287 Akçağ, alıntıları: Buhari, Cuma
39, Teheccüd 25,29; Müslim, Cum’a 70,(882); Ebu Dâvud, Salât 244,(1127,1128);
Tirmizi, Salât 376,(521,522); Cum’a 42,44,(3,113). )

Bu rivayette ise Cuma’dan sonra evde kılınacak iki rekat hariç, başka namaz kılınmaması
gerektiğini tahdis etmeleri bir çelişkidir.

753- Atâ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Mekke’de Cumayı kıldı mı ilerler
iki rek’at daha kılardı; sonra biraz daha ilerler dört rek’at daha kılardı. Medine’de olunca
da Cumâ’yı kılar sonra evine döner, iki rek’at daha kılardı, bunu mescide kılmazdı. Bu
durumun sebebi nedir? Diye kendisinden sorulmuştu:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapardı” dedi.” (K.S.2979 S.287 Akçağ,
alıntıları: Ebu Dâvud, Salât 244,(1130,1131); Tirmizi, Salât 376,(523). )

Bu rivayette, seferi durumdayken Cuma namazından sonra altı rekat namaz kılınacağını
tahdis etmeleri ise, seferdeyken namazın kısaltılması gerektiği yolunda ki rivayetleriyle
çelişkilidir. Ayrıca Cuma namazından sonra dört rekattan fazla namaz kılınamayacağı
yolunda ki rivayetleriyle de çelişkilidir.

754- Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular


ki: “Vitr namazı haktır. Kim bunu kılmazsa bizden değildir.” Bunu Efendimiz üç kere
tekrar etti.” (K.S.2980 C.9 S.289 Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud, Salât 337,(1419). )

755- Hârice İbnu Huzafe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Allah size (öyle) bir namazla imdât etti ki, O sizin için kızıl deve
sürülerinden daha hayırlıdır. İşte bu namaz vitirdir. Allah onu sizin için yatsı namazı ile
şafağın sökmesi arasına koydu.” (K.S.2990 C.9 S.295 Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Salât
336,(1418); Tirmizi, Salât 332,(452). ) Yatsı namazı ile şafağın sökmesi arasında Vitir
288
namazının farz olduğunu rivayet ettiler. Bu hem de öyle bir mecburiyettir ki, bunu
kılmayan Peygamberden değildir, diğer bir ifadeyle Müslüman değildir iddiasında
bulundular. Bu iddia namazın beş vakit olarak farz olduğu yolunda tahdis etmiş oldukları
bütün rivayetlere çelişkili olduğu gibi, bu gün beş vakit olarak yapılan uygulamaya da
uymamaktadır. Zira vitir namazıyla birlikte farz namaz vakitleri altıya çıkmaktadır.
Namazın beş vakit olarak farz olduğuna dair tahdis etmiş oldukları bir rivayet örneği
verecek olursam:

756- Ebu Katâde İbnu Rıb’i anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah-u Zülcelal hazretleri buyurdu ki: “Senin ümmetine beş vakit namazı farz kıldım ve
kim bunu vaktinde kılmaya devam ederse onu cennete koyacağım diye katımda ahidde
bulundum. Kim de bunu vaktinde kılmaya etmezse katımda onun için hiçbir ahid yoktur.”
(K.S.6407 C.17 S.101 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1403. )

Bu itibarla namazın kaç vakit farz olduğu konusunda çelişkili oldukları açıktır.

757- Abdülaziz İbnu Cüreye anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) Resûlullah ne ile vitir
namazı kılardı? diye sorduk. Dedi ki: “Birinci rek’atte Sebbih isme Rabbeke’l-a’layı ikinci
rek’atte Kulyâeyyühâ’l-kâfirun suresini, üçüncü rek’atte de Kulhüvallahü ahad ve
Muavvizateyn’i okurdu.” (K.S.2989 C.9 S.295 Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud , Salât 339,
(1424); Tirmizi, Salât 340,(463), Nesâi, Kıyamu’l-Leyl 47,48,(3,244,245). )

Bu rivayette vitir namazının üç rekat olduğunu tahdis ettiler.

758- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) on


üç rekat kılarak vitir yapardı. İhtiyarlayıp zayıflayınca yedi rekat vitir yaptı.” (K.S. 2986
C.9 S.293 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât 336,(458); Nesâi, Kıyamu’l-Leyl 30,40,45,
(3,237,243). )

Bu rivayette vitir namazının üç rekattan fazla olduğunu söylemeleri evvelki rivayetle


çelişkilidir. Ayrıca her iki rivayette vitir namazının tek rekatlı kılınması lazım geldiğini
iddia etmeleri, gece ve gündüz kılınacak bütün namazların ikişer ikişer kılınması yolunda
tahdis etmiş oldukları rivayetlerle de çelişkilidir. Şöyle ki:

759- Fadl İbnu’l-Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) buyurdular ki: “Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rek’atte bir teşehhüd vardır.
Namazda huşu duyulur (tazarruda bulunulur), temeskün (tezelzül) izhar edilir. Ellerini
kaldırırsın.” şöyle de dedi: “Ellerini, içleri kendi yüzüne dönük olarak Rabbine kaldırır.
İstediklerini (ısrarla tekrarla söyleyerek) istersin:
“Ya Rabbi! Ya Rabbi! Ya Rabbi!.............” Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” (K.S.
2663 C.8 S.509 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Salât 283, (385). )

760- Hz Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vitrin ilk
iki rek’atinde selam vermezdi.” (K.S.2998 C.9 S.300 Akçağ, alıntısı: Nesâi, Kıyamu’l-leyl
36,(3,235). )

761- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


vitrin iki rek’atinde selam verirdi. Öyle ki (o sırada) bazı ihtiyaçları için emirde
289
bulunurdu.” (K.S. H.2999 C.9 S.300 Akçağ, alıntıları: Buhari, Vitr 1, Muvatta,
Salâtu’l-Leyl 20,(1,125). )

İki rekat arasında selam konusunda iki rivayet çelişkilidir.

762- . ... İbn Abbâs (r.a.)dan; demiştir ki:


- Allah Teâlâ Peygamberimizin diliyle namazı size hazar de dört, seferde iki ve korku
halinde de bir rekat olarak farz kıldı. (Ebu Dâvud, K.Salâtu’s-Sefer (4), Bâb 18 C.4 S.477
H.1247 Şamil, ayrıca: Müslim, müsâfirin 5. )

Bu rivayette korku namazının bir rekat olduğunu tahdis ettiler.

763-. ... Ebu Bekr (r.a.)’den; demiştir ki:


- Peygamber (s.a.) korkulu bir anda öğle namazı kıldırdı. (Cemaatin) bir kısmı arkasında,
bir kısmı da düşman karşısında saf tutturdu. (Önce arkasındakilere) iki rekat kıldırdıktan
sonra selâm verdi. Kendisiyle birlikte namaz kılanlar gidip (düşman karşısında duran )
arkadaşlarının yerine durdular. Sonra onlar gelip (Resûlullah’ın) arkasında namaza
durdular, onlara da irekat namaz kıldırdı. Sonra selam verdi. Böylece Resûlullah (s.a) dört,
ashabı ise iki rekat (namaz kılmış) oldu.
el-Hasen (el-Basri) de böyle fetvâ verdi.
Ebû Dâvud dedi ki: Akşam namazı da yine böyledir. İmam için altı, cemaat için üçer rekat
(kılınır). )
Ebû Davud dedi ki: Bu hadisi aynı şekilde Yahyâ b. Ebi Kesir de Ebû Seleme ve Câbir
vasıtasıyla Peygamber (s.a.)’den rivâyet etti. Süleyman el-Yeşkuri de aynı şekilde;
“Câbir’den o da Peygamber (s.a.)’den” diye rivâyet etti. (Ebu Dâvud, K.Salâtu’s-Sefer (4),
Bâb 19 C.4 H.1248 S.478-479 Şamil, ayrıca; Nesâi, havf 23-27. )

Bu rivayette korku namazının akşam namazı için üç ve diğer vakitler için iki rekat
olduğunu söylemeleri evvelki rivayetle çelişkilidir. Zira korku namazını bir rekat
olduğunu söylemişlerdi.

764- ... Ebû Hüreyre’den (rivayet olunduğuna göre);


Resûlullah (s.a.) Necaşi(nin ölümü)nü o gün halka haber verdi. Sonra cemaati musallaya
çıkarıp onları saf düzenine soktu. Dört tekbir al(arak cenaze namazını kıldır)dı. (Ebu
Dâvud, K.el-Cengiz (20) Bab 56-58 H.3204 Şamil, ayrıca: Buhari, cenâiz 4,5,61,65;
menakıb’ül-ensar 38; Müslim, cenâiz 27,72,76,103; İbn Mace, cenâiz 33.

Bu rivayette gıyaben Necaşi için cenaze namazı kılındığını tahdis ettiler. Dolayısıyla ölen
Müslümanlar için gıyaben cenaze namazı kılınabileceğini iddia ettiler.

765- Sahiheyn ve Nesâi’de gelen bir diğer rivayette şöyle denir: “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Necâşi’nin ölüm haberini öldüğü günde haber verdi ve:
“Kardeşiniz için (Allah’tan) mağfiret taleb edin!” dedi ve başka bir şey söylemedi.” (K.S.
3059 C.9 S.369 Akçağ, alıntıları: Cenâiz 4,55,61,65; Menakibu’l-Ensar 38; Müslim,
Cenâiz 62,63,(951); Ebu Dâvud, Cenâiz 62(3204); Tirmizi, Cenâiz 37,(1022); Nesâi,
Cenâiz 76,(4,72). )

Bu rivayette Necaşi’nin cenaze namazını gıyabında kılınmadığını, dolayısıyla


290
Müslümanların gıyaben cenaze namazının kılınmayacağını tahdis etmeleri evvelki
rivayetle çelişkilidir.

766- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)’ın anlattığına göre, bir cenaze üzerine namaz
kılmış ve namazda Fâtiha’yı okumuştur. Bu hususta kendisine (niye onu okuduğu)
sorulunca: “Bu, sünnettendir!” diye cevap vermiştir.” (K.S. 3062 C.9 S.372 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Cenâiz 66; Ebu Dâvud, Cenâiz 59,(3198); Tirmizi, Cenâiz 39,(1026);
Nesâi, cenâiz 77,(4,74,75). )

Bu rivayette cenaze namazı kılındığında, Kur’an okunabileceğini tahdis ettiler.

767- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Ölü üzerine namaz kıldınız mı ona ihlasla dua edin.” (K.S.3064 C.9 S.373
Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Cenâiz 60,(3199); İbnu Mâce, Cenâiz 23,(1497). )

768- Nâfi rahimehullah anlatıyor: “İbnu Ömer, cenâze için kılınan namazda kıraate yer
vermezdi.” (K.S. 3063 C.9 S.373 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Cenâiz 19,(1,225). )

Bu iki rivayette, cenaze üzerine kılınan namazda kıraat (Kur’an okuma) olmadığını sadece
ölü için Allah’a dua edileceğini tahdis etmeleri evvelki rivayetle çelişkilidir.

769- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Kim cenaze namazını mescidin içinde kılarsa kendisine (bir sevap)
yoktur.” -bir nüshada- “aleyhinde bir şey yoktur.” (K.S.3077 C.9 S.382 Akçağ, alıntısı:
Ebu Dâvud, Cenâiz 54,(3191). )

Bu rivayette kendi içinde çelişkilidir. Aleyhine bir şey yoktur deme ile, kendisine sevap
yoktur denmesi çelişkilidir. Aleyhine bir şey yoktur sevap kazanmayı, kendisine bir şey
yoktur sevap kazanmamayı ifade etmektedir, bu iki ifade bir birlerine terstir.

770-............... Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Uhud şehitlerinden
iki kişiyi bir örtü (yâni bir kabir) içinde birleştiriyordu. Sonra: “Hangisi Kur’ân’ı daha çok
öğrenmiştir?” diye soruyordu. Bu çift şehitlerden biri kendisine işâret edilince, onu
kabirdeki lahdin içine önce koyuyordu. Ve sonra: “Ben bu mucâhidler üzerine (yâni
hayâtlarını Allah yolunda fedâ ettiklerine) kıyâmet günü bir şâhidim” buyurdu ve
şehitlerin kendi kanları içinde, yıkanmadıkları ve üzerlerine namâz da kılınmadığı hâlde
gömülmelerini emretti. (Buhari, Kitâbu’l-Cenâiz C.3 S.1266 H.99 Ötüken. )

Bu rivayette Uhud şehitleri örnek gösterilerek, şehitler üzerine cenaze namazı


kılınamayacağını tahdis ettiler.

771-............ Ukbe ibn Âmir(R)’den (o şöyle demiştir): Peygamber (S) bir gün çıkıp Uhud
şehitlerine cenâze üzerine kıldığı namâzı gibi namâz kıldı.............. (Buhâri, Kitâbu’l-
Cenâiz C.3 S.1266 H.100 Ötüken. )

772- Ukbe İbnu âmir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Uhud şehitleri için sekiz yıl sonra, sanki dirilerle(de) ölülerle(de) vedalaşıyormuşçasına
cenaze namazı kıldı.” (K.S. 3081 C.9 S.385 Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Cenâiz 75,
291
(3223,3224); Nesâi, Cenâiz 61,(3,61,62). )

Bu rivayetlerde ise, Uhud şehitleri için daha sonra hatta aradan sekiz sene geçtikten sonra
cenaze namazı kılındığını tahdis etmeleri bir çelişkidir. Cenaze namazı Müslüman ölüye
ve katledilenlere rahmet etmesi için Allah’a yapılan bir duadır, bunu sekiz sene
geciktirmenin bir mantığı yoktur.

773- Ebu Berze el-Eslemi (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) yatsıdan önce uyumayı, sonra da konuşmayı mekruh addederdi.” (K.S.3102 C.9
S.413 Akçağ, alıntıları: Buhari, Mevâkit 23; Müslim, Mesâcid 237,(647); Ebu Dâvud,
Salât 3,(398); Tirmizi, Salât 125. )

774- Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu
Bekir (radıyallahu anh) ve yanlarında ben de bulunduğum halde müslümanların
meselelerini (konuşmak için) gece geç vakte kadar uyanık kalırdı.” (K.S. 3103 C.9 S.414
Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Salât 126. )

İki rivayet çelişkilidir, birincisinde yatsı namazından sonra konuşmak mekruhtur


demelerine rağmen, ikincisinde Peygamberin gece geç vakitlere kadar konuştuğunu tahdis
etmişlerdir.

775- Osman İbnu Ebi’l-As (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü dedim, şeytan
benimle namazımın ve kıraatimin arasına girip kıraatimi iltibas etmeme sebep oluyor, (ne
yapayım?)
Aleyhissalâtu vesselâm bana şu cevabı verdi: “Bu Hınzıp denen bir şeytandır. Bunun
geldiğini hissettin mi ondan Allah’a sığın. Sol tarafına üç kere tükür!”
(Osman İbnu Ebi’l-As) der ki: “Ben bunu yaptım, Allah Teâla Hazretleri onu benden
giderdi.” (K.S. 3106 C.9 S.415 Akçağ, alıntısı: Müslim, Selâm 68,(2203). )

Şeytanın vesvesesinden korunmak için, Allah’a sığınmak hem doğru hem de iyi bir şeydir.
Fakat bu iyi vasiyetle beraber, sol tarafa üç kere tükürülmesinin fayda getireceğini iddia
etmeleri, namaz kılanların arasına fitne ve fesad sokmak içindir. Cami’de, cemaat saf
bağlayarak namaz kılmaktadır. Cemaatten birinin sol tarafına dönüp, o tarafta kendisine
bitişik şahsa doğru tükürmesi hiçte hoş bir hareket olmadığı gibi, kavga etmelerine ve
tartışmalarına neden olur.

776- Hz. Câbir anlatıyor “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Benim
mescidimde kılınacak bir namaz, onun dışındaki mescitlerde kılınan bin namazdan
efdaldir. Ancak Mescid-i Haram hariç. Zira Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, diğer
mescitlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.” (K.S. 6408 C.17 S.101 Akçağ, alıntısı:
İbni Mace 1397. )

Bu rivayete göre, Peygamberin mescidinde kılınan bir namazın, Mescidi Haram hariç,
diğer bütün mescitlerde kılınacak bin namazdan daha hayırlı olduğunu, dolayısıyla
Mescidi Aksa’da kılınacak bir namazdan da bin defa hayırlı olduğunu tahdis ettiler. Buna
rağmen şu rivayeti de çelişkili olarak tahdis ettiler:

777- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın azadlısı Meymune radıyallahu anhâ anlatıyor:


292
“Ey Allah’ın Resulü Bize Beytü’l-Makdis hakkında fetva ver!” demiştim. Şöyle
buyurdular: “Orası mahşer (yani kıyamet günü insanların toplanacağı) ve menşer (herkesin
defterlerinin neşredileceği) yeridir. Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada
kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılınacak bin namaz gibidir. (K.S. 6409 C.17
S.102 Akçağ, alıntısı: İbnu Mace 1407. )

Böylece Mescidi Aksa’da kılınacak bir namazın, Peygamber mescidinde ve hatta Kabe’de
kılınacak bin namaz gibi olduğunu iddia ettiler. Bu ise açık bir çelişkidir.

778-................ Seyf şöyle demiştir: Ben Mücâhid’den işittim, o şöyle dedi. İbn Umer’in
yanına gelindi de, ona: İşte şu Rasûlullah, o Ka’be’ye girdi, denildi. Bunun üzerine İbn
Umer şöyle dedi: Peygamber (S) dışarıya çıkmış olduğu hâlde, ben hemen oraya girdim ve
Bilâl’i Ka’be kapısının iki sövesi arasında ayakta buldum. Ve hemen Bilâl’e sorup:
Peygamber Ka’be içinde namâz kıldı mı? Dedim, Bilâl: Evet, kapıdan giren kimsenin sol
tarafına düşen iki direk arasında iki rek’at namâz kıldı, sonra dışarıya ve Ka’be’nin yüzü
-kapısı- karşısında (yâni İbrâhim makaamında) iki rek’at kıldı, dedi. (Buhari, Kitâbu’s-
Salât C.1 S.485 H.47 Ötüken. )

Bu rivayette Ka’be’nin içinde Peygamberin namaz kıldığını, dolayısıyla Ka’be’nin içinde


namaz kılınabileceğini tahdis ettiler.

779-............... Bize İbnu Curayc, Atâ’dan haber verdi: O şöyle demiştir: Ben İbn
Abbâs’tan işittim, o şöyle dedi: Peygamber (S) Ka’be’ye girdiği zamân, onun bütün
nâhiyelerinde (yâni cihetlerinde) duâ etti ve oradan çıkıncaya kadar namâz kılmadı.
Dışarıya çıkınca Ka’be’nin önünde iki rek’at kıldı. Ve: “Kıble işte budur” dedi.(Buhâri,
Kitâbu’s-Salât C.1 S.486 H.48 Ötüken. )

Bu rivayette ise, evvelki rivayetin aksine, Peygamberin Kabe’nin içinde namaz


kılmadığını, kıblenin Kabe’nin dışında olduğu belirttiğini, dolayısıyla Kabe’nin içinde
namaz kılınamayacağını tahdis etmeleri bir çelişkidir.

780-.............. İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Atâ ibnu Yezid el-Cunde’i haber verdi. O
Ebû Said el-Hudri (R)’den şöyle derken işitmiştir: Ben Resûlullah (S)’tan işittim: “Sabâh
namâzından sonra güneş yükselinceye kadar hiçbir namâz olmaz; ikindi namâzın’dan
sonra da güneş kayboluncaya kadar namâz olmaz” buyuruyordu. (Buhâri, Kitâbu
Mevâkiti’s-Salât C.2 S.641 H.62 Ötüken. )

Bu rivayette ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar namaz kılınamayacağını


tahdis ettiler.

781-............. Bize Ubeyde ibnu Humeyd tahdis edip şöyle dedi: Bana Abdulaziz ibnu’
Rufey’ tahdis edip, şöyle dedi: Ben Abdullah ibnu’z-Zubeyr (R)’i gördüm. O fecr
namâzından sonra tavâf eder, sonra da iki rek’at namâz kılardı. Râvi Abdulaziz dedi ki:
Ben Abdullah ibn’z-Zubeyr’i gördüm, ikindiden sonra iki rek’at namâz kılardı ve Âişe’nin
kendisine Peygamber’in bu iki rekatı kılmadan evine girmediğini tahdis ettiğini haber
verdi. (Buhari, Kitâbu’l-Hacc C.4 S.1559 H.110 Ötüken. )

Bu rivayette ise ikindi namazından sonra namaz kılınabileceğini rivayet etmeleri bir
293
çelişkidir.

782-. ... Ebû Seleme b. Abdirrahman’ın Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet ettiğine göre;
Peygamber (s.a.) öğle namazını kıldırıp iki rekatte selâm vermiş. Kendisine:
- Namaz kısaltıldı mı? denilince, iki rekat daha namaz kılmış, sonra da iki defa secde
etmiştir. (Ebu Dâvud, K.Salât (2), Bâb 188,189 C.4 S.74 H.1014 Şamil, ayrıca: Buhari,
sehv 3; Nesâi, sehv 23. )

Bu rivayette Peygamberin namaz kılarken rekatlarda yanıldığını ve bundan dolayı sehv


sehv secdesi yaptığını iddia etmişlerdir. Anlatmak istedikleri şey, bir kimse namaz
kılarken yanılırsa muhakkak sehv secdesi etmesinin gerekli olduğudur. Buna rağmen bu
rivayetin zıttı olan şu rivayeti tahdis ettiler.

783-. ... Sa’id el-Makburi’nin Ebû Hureyre (r.a)’den rivâyet ettiğine göre:
Peygamber (s.a.) (dört rekatlı) bir farz namazın ikinci rekatından (sonra namazdan) ayrıldı.
Bir adam kendisine:
- Ya Resûlullah, namaz kısaldı mı, yoksa unuttun mu? dedi. Efendimiz:
“-Bunların hiç biri olmadı” buyurdu. Bunun üzerine cemaat:
- Bunu yaptın (namazı eksik kıldın) ya Resûlullah! dediler.
Bu sefer Peygamber diğer iki rekâtı de kılıp (namazdan) ayrıldı ve sehv secdelerini
yapmadı................ (Ebû Dâvud, K.Salât (2), Bâb 188, 189 C.4 S.75 H.1015 Şamil. )

Görüldüğü gibi bu rivayet evvelki rivayetle çelişkilidir.

784-. ... Ebû Said el-Hudri (r.a.)den; demiştir ki:


- Bir bayram günü Mervân minberi (musallaya) çıkarıp (üzerinde) namazdan önce hutbe
okumaya başladı. Bir adam kalktı ve;
- Ey Mervan, sünnete muhâlefet ettin. Bayram günü minberi çıkardın, hal bu ki o
çıkarmazdı. Hutbeye de namazdan önce başladın, dedi.
Ebû Said el-Hudri;
- Bu kim? diye sordu.
- Falan oğlu falan, dediler.
- Bu adam üzerine düşeni yaptı. Ben Resûlullah (s.a.)’in, “Bir kötülük gören kimse, eğer
onu eli ile değiştirebilirse eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmezse, dili ile değiştirsin. Onu
da yapamazsa, kalbi ile (buğz etsin). Ancak bu, imanın en zayıfıdır” buyurduğunu işittim
dedi. (Ebû Dâvud, K.Salât (2), Bâb 239,242 H.1140 Şamil, ayrıca: İbn Mâce, ikâme 155,
fiten 20. )

Bu rivayette bayram namazı için okunacak hutbenin namazdan sonra olduğunu, ayrıca
bayram namazı hutbesinin minber üzerinde okunamayacağını, böyle yapılması halinde
bunun bir kötülük olduğunu tahdis ettiler. Bilindiği gibi, minber hutbelerde cemaatin
hutbeyi iyi işitmesi için üzerine çıkılan yüksekçe yerdir. Amaç cemaate iyice duyurmak
olup, bundan ayrı olarak mim berin tahdis edildiği gibi özel bir durumu yoktur. Hal böyle
olunca minbere çıkılması Müslümanların faydasına olduktan sonra güzel bir hareket olup,
hiçbir surette kötülük olarak tanımlanamaz.
İfadelerine dikkat edildiğinde esas amaçlarının hutbe okuyan kimsenin minbere çıkması
veya çıkmaması değildir. Asıl amaçları konu olmaması lazım gelen şeyleri konu edip, esas
konu olması gereken şeylerden insanların dikkatlerini uzaklaştırmaktır, çelişkili hadis
294
uydurmaları yanında kullandıkları bir metotta budur, kitabın başında da
belirttiğim gibi bu amaçlarını gerçekleştirmek için rast gele sözler üreterek değil bir ekip
çalışması yapmışlardır. Böylece insanları uğraşmamaları gereken boş konularla veya
tartışmamaları gereken konularda tartışır vaziyete getirip zamanlarını boşa harcamayı ve
asıl ilgilenmeleri gereken konulardan uzaklaştırmayı hedefledikleri gibi, İslam diniyle
ilgili ana konularda kavramlarla ilgili bir çok çelişkili rivayet uydurmak suretiyle şaşkın
hale getirmek istemişlerdir. Bütün bunları yaparken de Kitabın başında örneklerini
verdiğim gibi, bol bol hakaret içerikli rivayetlerde uydurmuşlardır.

Zamanı boşa harcatma rivayetleri açısından bakıldığında, hadis külliyatında birçok hadis
bulmak mümkündür. Bu açıdan değerlendirerek konu başlığı açmak istemedim, zira böyle
bir durumda çalışma konusu çok uzayacaktı. Bu tür rivayetlerden tanıtma amaçlı birkaç
örnek verirsem; şöyle ki:

1. “Biriniz uykudan uyandığı zaman üç kere sümkürsün, zira şeytan, burnun içinde
geceler.” (K.S.3628)
2. “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm zamanında mescidde ekmek ve et yerdik.”
(K.S.6968)
3. “Kim keleri (kertenkele) ilk darbede öldürürse yüz sevap kazanır. İkinci vuruşta
öldürürse daha az kazanır. Üçüncü vuruşta ise bundan az sevap kazanır.” (K.S. 4948)
4. “Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın (ya ikisini
birlikte giysin, ya ikisini birlikte çıkarsın.” (K.S.5252)
5. “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kişinin ayakta giyinmesini yasakladı.” (5255)
6. “Kişinin oturduğu zaman, ayakkabılarını çıkarıp (sol) yanına koyması sünnettir.”
(K.S.5256)
7. (hacamat konusunda) “Salı günü kan günüdür, o günde bir saat vardır kan durmaz.”
(K.S.4017)
8. “İhramlı reyhan koklayabilir, aynaya bakabilir. Yediği zeytinyağı ve tereyağı ile tedâvi
olabilir.” (K.S. 1222)
9. “Hz Aişe (radıyallahu anhâ)’yi ihramlı iken bedenini kaşıyan kimse hakkında soru
sorulunca dinlemiştir. Hz. Aişe şu cevabı verir: “Evet, kaşınsın ve şiddetle kaşınsın...”
(K.S.1257)

Kur’an’ı anlayanlar bilirler ki, Kur’an bu konulardan çok daha başka konularla ilgilidir.

Kaldığım yerden devam edecek olursam, minber hadisiyle ilgili olarak şu şekilde çelişkili
rivayet uydurmuşlardır:

785-. ... Câbir b. Abdillah (r.a)’den; demiştir ki:


- Peygamber (s.a.) ramazan bayramı günü kalkıp önce namaz kıldırdı, sonra da cemaate
hitâbede bulundu. Hutbeyi bitirince inip kadınların yanına geldi............... (Ebû Dâvud, K.
Salât (2), B3ab 239, 241 C.4 S.270 H.1141 Şamil. )

Bu rivayette, Peygamberin hutbe için minbere çıktığı açıktır. Zira inmek için bir yere
çıkmış olmak lazımdır, bu rivayette de hutbeden sonra indi ifadesini kullandıklarına göre,
minbere çıkmış olduğunu tahdis etmiş olmaktadırlar, bu ise evvelki rivayetleriyle
çelişkilidir.
295
786-. ... Âişe (r.anhâ)dan rivayet edildiğine göre:
Resûlullah (s.a.) Ramazan ve Kurban bayramlarında birinci rekâtte yedi, ikinci rekâtte de
beş defa tekbir alırdı. (Ebû Dâvud, K.Salât (2), Bâb 242, 245 C.4 S.281 H.1149 Şamil,
ayrıca: İbn Mâce, ikame 156. )

Bu rivayette, bayram namazlarında, birinci rekatte yedi, ikinci rekatte de beş defa tekbir
alınması gerektiğini tahdis ettiler.

787-. ... Ebû Hüreyre’nin meclis arkadaşı Ebû Aişe’nin dediğine göre; Said b. El-âs, Ebû
Mûsa el-Eş’ari ve Huzeyfe b. El- Yemân’a, Resûlullah (s.a.)’in kurban ve ramazan
bayramlarında nasıl tekbir aldığını sordu. Ebû Mûsa şu cevabı verdi:
- Cenâze namazındaki tekbir gibi dört defa tekbir alırdı.
Bunun üzerine Huzeyfe:
- (Ebû Mûsâ) doğru söyledi, dedi.
Bunun üzerine Ebû Mûsâ şöyle dedi: “Ben Basra’da (vali) iken aynen bu şekilde tekbir
alırdım.”
Ebû Âişe, “Bu (bu konuşma olurken) ben de Said b. El-âs’ın yanında idim” der. (Ebû
Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 242, 245 C.4 S.285 H.1153 Şamil. )

Bu rivayette ise, bayram namazlarında dört defa tekbir alınması gerektiği yolundaki
iddiaları, evvelki rivayetleriyle çelişkilidir.

788-. ... İbn Ömer (r.a)’den rivâyet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) bayram günü
(namaza) bir yoldan gider, başka bir yoldan dönerdi. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 246,
249 C.4 S.293 H.1156 Şamil, ayrıca:Tirmizi, Cuma 37; İbn Mâce, ikâme 162. )

789-. ... Bekr b. Mübaşir el-Ensâri’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:


- Ramazan ve kurban bayramı günleri Resûlullah’ın ashabı ile birlikte Bethân vadisi
yoluyla musallâya gider. Peygamber (s.a.) ile birlikte namaz kılar yine Bethân vadisinden
evlerimize dönerdik. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 247, 250 C.4 S.295 H.1158 Şamil. )

Görüldüğü gibi, namaza gidiş geliş yolunun nasıl olması gerektiği konusunda dahi ihtilaf
meydana getirmeye çalışmışlardır. Birinci rivayette, gidiş geliş yolunun ayrı ayrı olması
gerektiği tahdis edilmişken, ikinci rivayette aynı olması gerektiği yolunda tahdiste
bulunmuşlardır. İki rivayet bir birleriyle çelişkili olduğu gibi, bu tür boş ve İslam dini
açısından ilgili olmayan konularla insanları oyalamaya çalıştıklarına dikkat edilmesi
gerekir.

790-. ... Âişe (r.anhâ)’dan; demiştir ki:


- Peygamber (s.a.) sabah namazından önceki iki rekatı (o kadar) kısa bir zamanda kılardı
(ki) ben (kendi kendime) “acaba bu iki rekatte Ummül’-Kur’an’ı (Fâtiha Sûresi kasd
edilmektedir) okudun mu ki?” derdim. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 3 C.4
S.502 Şamil, ayrıca: Buhari, teheccüd 28; Müslim, müsâfirin 92; Nesai, iftitâh, 40;
Muvatta’ , salâtu’l-leyl 30. )

Bu rivayette peygamberin, sabah namazının sünnetini çol çabuk kıldığı rivayet edilmiştir,
öyle ki, Aişe peygamberin bu namazda Fatiha sûresini okuyup okumadığı konusunda
tereddüde düşmüştür.
296

791-. ... Bilâl (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; Bilâl (r.a.) bir gün Resûlullah (s.a.)’e sabah
namazı (vaktinin girdiği)ni haber vermek için gelince Hz. Âişe Bilâl’e bir şeyler sorarak
aydınlık iyice belirinceye kadar oyalamış, artık iyiden iyiye sabaha girmiş, bunun üzerine
Bilâl kalkıp Peygamber (s.a.)’e sabah(ın girdiğini) haber vermiş ve hemen arkasından
haberini yine tekrarlamışsa da Resûlullah (s.a.) dışarı çıkmamış, (bir süre sonra) dışarı
çıkıp da halka namazı kıldırınca Bilâl, Âişe’nin bir şeyler sorarak kendisini tamamen
sabah girinceye kadar oyaladığını ve (Resûl-i Ekrem’in de) dışarı çıkmakta yavaş
davrandığını kendisine haber vermiş. Bunun üzerine (Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve
sellem de):
“-Ben sabah namazının iki rekat sünnetini kılmıştım (da o yüzden geciktim)” cevabını
vermiş. Bunun üzerine Bilâl (r.a.):
- (Ama) Ey Allah’ın Resûlü, sen iyice sabaha girmiştin? deyince,
“ -Eğer ben sabaha bundan daha da çok girmiş olsaydım, yine de bu iki rekatı en güzel ve
en kısa şekilde kılardım” diye cevap verdi. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 3
C.4 S.505 H.1257 Şamil.)

Bu rivayette ise, farz namaz için vaktin daralmasına rağmen Peygamberin sabah
namazının sünnetini acele etmeden uzun uzadıya kıldığını tahdis ettiler, öyle ki sabah
namazının sünnetinin en kısa şekli neredeyse sabahı bulduracak kadar uzun kılınmalıymış,
bu ise evvelki rivayetle çelişkilidir.

792-... Aişe (r.a.)den (demiştir) ki:


“Peygamber (s.a.)’in oğlu İbrahim on sekiz aylıkken öldü de Resûlullah (s.a.) onun cenaze
namazını kılmadı.” (Ebû Dâvud, K.el-Cenaiz (20) Bab 48-49 C.12 S.58 H.3187 Şamil, )

Bu rivayette, Peygamberin onsekiz aylıkken ölen oğlu İbrahim’in cenaze namazını


kılmadığını, dolayısıyla çocukların cenaze namazının kılınmayacağını tahdis ettiler.

793-.... El-Behiyy (Abdullah b. Beşşar) dedi ki:


Peygamber (s.a.)’in oğlu İbrahim vefat edince, Resûlullah (s.a.) oturmak için ayrılan bir
yerde onun cenaze namazını kıldı.
(Ebû Dâvud der ki: Ben (bu hadisi) Ya’kub b. el-Ka’ka’a okudum. O sırada kendisine):
“İbnü’l Mübarek size Ata’dan (naklen) Peygamber (s.a.)’in yetmiş günlük iken (ölen) oğlu
İbrahim’in cenaze namazını kıldığını haber verdi mi?” diye soruldu (da-evet- cevabını
verdi). (Ebû Dâvûd, K.el-Cenaiz (20) Bab 49-50 C.12 S.59-60 H.3188 Şamil, )

Bu rivayette ise, evvelki rivayetle çelişkili olarak, İbrahim’in vefat ettiği yaşı onsekiz
aylıktan, yetmiş güne indirilip. Peygamberin cenaze namazını kıldığını, dolayısıyla bebek
ve çocukların cenaze namazının kılınmasının gerekli olduğunu tahdis etmişlerdir. Hatta
tahdis etmiş oldukları bir rivayette, düşük üzerine dahi cenaze namazı kılınması
gerektiğini söylemişlerdir. Şöyle ki:

794-... Ziyad (ın) Peygamber (s.a.)’e kadar ulaştırdı(ğı merfu bir hadiste Hz. Peygamber
Efendimiz şöyle) buyurur:
“Binitli, cenazenin arkasında yürür, yaya ise (cenazenin) önünden ve arkasından ona yakın
olarak sağından ve (ya) solundan yürüyebilir. Düşük üzerine namaz kılınır anne ve babası
için de (Allah’tan) mağfiret ve rahmet istenir. (Ebû Dâvud, K.el-Cenaiz (207) Bab 44-45
297
C.12 S.47 H.3180 Şamil, ayrıca: Tirmizi, cenâiz 42; Nesai, cenâiz 55, 56, 59; İbn
Mace, cenâiz 15. )

Ayrıca bu rivayette, yaya olan kimsenin cenazenin önünde yürüyebileceğini tahdis ettiler,
gerçi şu anda işlemekte olduğum namaz konusuyla ilgili değildir, fakat çelişkili olarak
tahdis etmiş oldukları rivayeti yazmakta ibret olması bakımından fayda vardır.

795-... İbn Mes’ud demiştir ki:


Peygamber (s.a.)’e cenazeyle yürümeyi sorduk, şöyle buyurdu:
“-Koşmanın altında (mutedil bir surette yürür. Böyle yürümekle) eğer (ölen kimse) hayırlı
(birisiyse) onu hayra (eriştirmekte) acele etmiş olunur. Eğer böyle değilse (varsın)
cehennem halkı (bizden biran önce) uzak(laşıp, gitsin). Cenaze arkasından gidilendir,
(kendisi) arkadan giden değildir. (Cenazenin) önünden giden onunla beraber bulunmuş
olmaz.” (Ebû Dâvûd, K.el-Cenaiz (20) Bab 46-47 C.12 S.52 H.3184 Şamil, ayrıca:
Tirmizi, cenâiz 27. )

Görüldüğü gibi, evvelki rivayetin aksine, cenazenin önünde yürünemeyeceğini tahdis


etmişlerdir.

796-. ... Ebû Seleme b. Abdirrahman’dan rivayet edildiğine göre kendisine, Peygamber
(s.a.)’in eşi Âişe (r.anhâ)’ya;
- Ramazanda Resûlullah (s.a.)’in namazı nasıldı? diye sormuş. O da şu cevabı vermiş:
- Resûlullah (s.a.) ne Ramazanda ne de Ramazanın dışında (geceleri) on bir rekatten fazla
(nâfile) kılmazdı. (Önce) dört rekat namaz kılardı. Artık onların güzelliğinden
uzunluğundan hiç sorma, sonra dört rekat (daha) kılardı. Onların da güzelliğinden ve
uzunluğundan hiç sorma, sunra üç rekat (daha) kılardı. Ben:
- Ey Allah’ın Resûlü, vitri kılmadan önce uyuyor musun? dedim, (o da):
“-Ey Âişe benim gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.” buyurdu. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’t-
Tatavvu’ (5), Bâb 26 H.1341 Şamil, ayrıca: Buhari, terâvih 1; Müslim, müsâfirin 125;
Tirmizi, salât 208; Nesâi, kıyâmü’l-leyl 38; Muvatta, salatu’l-leyl 3. )

Bu rivayet bu günkü uygulamaya uymamaktadır, örneğin: Hanefi mezhebi bağlıları teravih


namazını yirmi rekat olarak kılmaktadırlar. Bu uygulamalarını da, Yezid b. Rûman’dan
naklettikleri: “Ömer zamanında müslümanlar vitirle beraber yirmi üç rekât namaz
kılarlardı (Ramazanda).” (Malik-Beyhaki) rivayetine bağlamaktadırlar.

797-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“-Biriniz sabah (namazın)dan önce iki rekat (sünnet)i kılınca sağ tarafına yatıp
uzansın.”...................... (Ebû Dâvûd, K. Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 4 C.5 S.7 H.1261
Şamil, ayrıca: Tirmizi, mevâkit 194. )

798-... Âişe (r.anhâ.)den; (demiştir) ki:


-Resûlullah (s.a.) gece namazını kıldıktan sonra, eğer ben uyanık olursam benimle
konuşurdu; uyur olursam, beni uyandırır, iki rekat namaz kıldıktan sonra müezzin gelip
sabah namazı vaktinin girdiğini kendisine haber verinceye kadar yatardı. Buna müteâkib
iki rekatlık kısa bir namaz kıldıktan sonra namaza çıkardı. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’t-
Tatavvu’ (5), Bâb 4 C.5 S.12 H.1262 Şamil, ayrıca: Buhari, teheccüd 26; Müslim,
müsâfirin 133. )
298

Birinci rivayette, sabah namazından önce iki rekat sünnet kıldıktan sonra sağ tarafa yatıp
uzanmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir. Hal bu ki ikinci rivayette tahdis ettiklerine
göre, Peygamber iki rekatlık sünnet kıldıktan sonra sağ tarafına yatıp uzanmadan hemen
namaza çıkmıştır. Bu itibarla iki rivayet bir birleriyle çelişkilidir. Diğer bir hususta, sabah
namazına kalkan bir kimsenin uzanıp yatması halinde büyük olasılıkla uyuyup namazı
kaçıracağı olayıdır, bundan da niçin böyle bir rivayet uydurdukları kolayca anlaşılır.

799-. ... Semure b. Cünüp (r.a.)’den; demiştir ki:


- Ben ve Ensârdan bir çocuk hedeflerimize ok atarken güneş bakanın gözünde iki veya üç
mızrak kadar olunca, Tennûme bitkisi gibi oluncaya kadar karardı. Birimiz arkadaşına;
“Haydi mescide gidelim. Vallahi güneşin şu hali, Resûlullah (s.a.) da ümmeti hakkında
yeni bir şey meydana getirecek” dedi ve koşarak gittik. Bir de gördük ki Resûlullah (s.a.)
mescide çıkmış. Efendimiz öne geçip namaz kıldırdı. Bizi daha önceki namazlarındaki en
uzun kıyâmı gibi kıyâmda tuttu. Sesini işitmiyorduk. Sonra bize önceki namazlarındaki en
uzun secdesi gibi secde ettirdi. (Burda da) sesini işitmedik. Diğer rekatte de aynen bunun
gibi yaptı. Güneşin açılması ikinci rekattaki oturuşuna denk geldi. Sonra selam verdi.
Daha sonra kalkıp Allah’a hamd ve senâ etti. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve
kendisinin O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şahâdet etti. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-İstiskâ
(3), Bâb 4 C.4 S.343-344 H.1184 Şamil. )

Bu rivayette, Resûlullah zamanında güneş tutulması olduğunu ve Resûlullah’ın güneş


tutulması namazını gizli okuyuşla kıldırdığını tahdis ettiler.

800-. ...Âişe (r.anhâ )’den rivâyet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) (Küsûf namazında)
kıraati uzun tutmuş ve açıktan (sesli) okumuştur. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb
5 C.4 S.351 H.1188 Şamil, ayrıca: Buhâri, kusuf 4,5,19; Müslim, kusuf 3. )

Bu rivayette evvelki rivayetin aksine, küsûf namazı sesli okunarak kılınmıştır demeleri bir
çelişkidir.

801-. ... Âişe (r.anhâ.)den; (demiştir) ki:


-Resûlullah (s.a.) zamanında güneş tutuldu. Bunun üzerine Peygamber (mescide) çıkıp
cemaate namaz kıldırdı. (Bu namazda) kıyâma durdu. (Kıyamdaki) kıraatini tahmin ettim.
Bakara sûresi (kadarı)nı okuduğunu zannettim.
Râvi hadisi sevk edip şöyle devem etti:
- Sonra iki defa secde yaptı, sonra kalkıp kıraati yine uzattı. Onun buradaki okuyuşunu da
tahmin ettim. Âl-i İmran Sûresi (kadarı)nı okuduğunu zannettim. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-
İstiskâ (3), Bâb 5 C.4 S.350 H.1187 Şamil. )

Bu rivayette iddia ettiklerine göre, Rasûlullah, güneş tutulması namazını yaklaşık dört saat
süreyle kılmıştır. Zira Bakara ve Âl-i İmran sureleri yaklaşık dört cüzdür ve ikisinin
okunuşu dört saat kadar bir süreyi kapsar. Rivayeti Aişe’den nakletmektedirler ve Aişe
namazın çok uzun sürmesinden bu iki sûreyi Peygamberin okuduğunu tahmin ettim demiş,
demektedirler, bundan anlaşılan güya kıraat gizli yapılmıştır. Hal bu ki, bir evvelki
rivayette güneş tutulması namazında kıraatin sesli olduğunu yine Aişe’den nakletmişlerdi.
Böylece aynı kişiden iki çelişik rivayet tahdis etmiş oldular. Gerçi bunu sık sık
yapmışlardır. Kaldı ki, Aişe Peygamberden hangi sûreleri okuduğunu kolayca
299
sorabilecekken niçin tahminde bulunsun.

Güneş tutulması olayında, Dünyayla Güneş arasına Ay girdiğinden, Ay’ın gölgesi Dünya
üzerine düşerek, gölge olan yerde Güneş görünmeyeceğinden o mıntıkada Güneş tutulması
meydana gelmiş olur. Bu tehlikesiz bir olay olduğu gibi dört saatlik Güneş tutulması olayı
iddiası ilgisi olmayan abartılı bir iddiadır. Peygamberin zararsız bir olayı, müthiş bir
felaketmiş gibi halkın gözünde büyüttüğü iddiası da Peygambere yapılmış bir iftiradır.

802-. ... Abdullah b. Abbâs (r.anhumâ), Resûlullah (s.a.) in güneş tutulduğunda namaz
kıldığını haber verirdi. (Abdullah) Urve’nin, Hz. Âişe’den onun da Peygamber (s.a.)’den
rivâyet ettiği hadis gibi Resûlullah (s.a.)’in her rekatta iki rükû’ olmak üzere, iki rekat
namaz kıldığını bildirdi. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 4 C.4 S.340 H.1181
Şamil. )

Bu rivayette, güneş tutulması namazında, her rekatte iki rükû yapılır dediler.

803-. ... İbn Abbâs (r.anhumâ);


- Resûlullah (s.a.) güneş tutulduğunda namazı kıldı. Bu namazda(Kur’an’dan) okudu.
Sonra rükû’ yaptı sonra yine okudu ve yine rükû’ yaptı, sonra tekrar okuyup rükû’ yaptı,
sonra yine okudu ve rükû’a vardı. Daha sonra da secdeye kapandı. İkinci rekatı de aynen
böyle kıldı, demiştir. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 4 C.4 S.341 H.1183 Şamil,
ayrıca: Müslim, istiskâ 19. )

Bu rivayette ise her rekatte dört rükû yapılır dediler.

804-. ... Ubeyy b. Ka’b (r.a.)’den demiştir ki:


- Resûlullah (s.a.) zamanında güneş tutuldu. Efendimiz cemaate namaz kıldırarak uzun
sûrelerden birini okudu ve beş defa rükû yaptı. İki kere secde etti ve ikinci kalkıp yine
uzunlardan bir sûre okudu ve yine beş defa rükû yaptı, iki kere secde etti, sonra güneşin
tutulması açılıncaya kadar duâ ederek olduğu halde kıbleye karşı oturdu. (Ebû Dâvud,
K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 4 C.4 S.342 H.1182 Şamil. )

Bu rivayette ise her rekatte beş defa rükû etti demeleri ile üç rivayet birbirleriyle çelişkili
olmuş olur.

805-. ... Ubeydullah b. Nadr, babası (Nadr)’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
- Enes b. Mâlik zamanında (şiddetli) bir karanlık oldu. Bunun üzerine Enes’e gelip:
- Ya Ebâ Hamze Resûlullah (s.a.) zamanında böyle bir şey başınıza gelir miydi?, dedim.
- Allah korusun. (Bazan) rüzgar şiddetlenirdi de kıyâmetin (kopacağı) korkusuyla mescide
koşardık, karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 11 C.4 S.360 H.1196
Şamil. )

Bu rivayette uzun uzadıya tahdis ettikleri Güneş tutulması ve Güneş tutulması namazı
rivayetlerini söyleyen kendileri değilmiş gibi. Peygamber zamanında ne Güneş tutulması
nede benzeri bir tabiat hadisesi olmamıştır demeleri ibret verici bir durum olduğu gibi, ne
derece ciddiyetten uzak olduklarının da bir göstergesidir.

806-. ... Âişe (r.anhâ.)den; (demiştir) ki:


300
-Resûlullah (s.a.) geceleyin on üç rekat namaz kılardı. Bunlardan beş rekat ile vitr
yapardı. En son rekatta oturup selâm verinceye kadar bu beş (rekat)’in hiçbirinde
oturmazdı. (Ebû Dâvûd, K. Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 26 C.5 S.167 H.1338 Şamil, ayrıca:
Müslim, müsafirin 123, 126; Tirmizi, vitr 2. )

807-. ... İbn Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Gece ve gündüz namazı ikişer ikişerdir.” (Ebû Dâvûd, K. Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 13
C.5 S.81 H.1295 Şamil. Ayrıca: Tirmizi, salât 166, 206; Nesai, kıyâmü’l-leyl 26, 35; İbn
Mâce, ikâme, 116, Muvattâ, salatu’l-leyl 7. )

Birinci rivayette hiç oturmadan ve ara vermeden. Resûlullah'ın peş peşe beş rekat vitir
namazı kıldığını tahdis ettiler. İkinci rivayette gece ve gündüz namazlarının ikişer ikişer
rekatle kılınması gerektiğini rivayet etmeleri bir çelişkidir.

808- İbni Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Allah, namazı peygamberimizin diliyle
hazerde dört, seferde iki, korku halinde de bir rek’at olarak farz kılmıştır.” (K.S. 2332 C.8
S.299 Şamil, alıntıları: Müslim, Salât 5, (687); Ebû Dâvûd, Salât 287, (1247); Nesâi,
Taksir 1, (3,118,119). ) .

809- Cabir’den naklen: Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) ile birlikte korku namazı
kılmış (şöyle ki) Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) iki taifeden (birine) iki rekat
namaz kıldırmış. Sonra öteki taifeye de iki rekat kıldırmış. Bu suretle, Resûlullah
(Sallallâhu aleyhi vesellem) dört rekât namaz kılmış, fakat her iki taifeye ikişer rekât
kıldırmış. (Müslim, C.4 Hadis 312 (2339) Sönmez Neşriyat. )

Birinci rivayette korku namazı bir rekattir demelerine rağmen, ikinci rivayette iki rekattir
demeleri bir çelişkidir.

810-. ... Ebû Ma’mer’den; demiştir ki: Biz Habbab’a;


- Hz. Peygamber (s.a.) öğle ve ikindi namazlarında Kur’an okur muydu, diye sorduk. O
da:
- Evet, dedi. Biz;
- Bunu nasıl anlıyordunuz? dedik;
- Peygamber (s.a.)’in sakalının hareket etmesinden, diye cevab verdi. (Ebû Dâvud, K.Salât
(2), Bâb 124, 125 C.3 S.247 H.811 Şamil, ayrıca: Buhâri, ezân 91,96,97,108; İbn Mâce,
ikâme 7. )

Bu rivayete göre, güya, Peygamberin öğle ve ikindi namazlarında Kur’an okuduğunun


delili bu namazları kılarken sakalının hareket etmesiymiş. Sakal yalnız Kur’an okurken
hareket etmez, bir kimse dua etse sakalı olması halinde sakalı hareket eder, bundan dolayı
söyledikleri bu iddia Peygamberin öğle ve ikindi namazlarında Kur’an okumuş olduğunun
delili olamaz. Diğer bir hususta, Peygamberden sorup öğrenmek varken neden böyle bir
yönteme baş vurulmuş olsun. Kaldı ki namaz her Müslüman üzerine farzdır, hal böyleyken
cemaat bilmeden nasıl namaz kılıyordu da bir şahıstan sormak ihtiyacını duydular. Bu
rivayeti okuyan kişi zanneder ki, Peygamber Ay’da namaz kılıyordu da dünyadan ona
teleskop ile bakıyorlardı, böylece ancak Peygamberin Kur’an okuduğunu, doğru bir
tahmin olmasa da, zira dua ediyor da olabilir, sakalının hareket etmesinden anladılar. Bu
rivayetten asıl amaçları hem kendilerini ciddiye alan kimselerle alay etmek, hem de
301
Peygamberin dinle ilgili olsa dahi kendisine soru sorulamayacak geçimsiz bir
kimse olduğunu iddia etmektir. Peygamber onların bu iddialarından münezzeh olduğu
gibi, dini tebliği hakkıyla yerine getirmiştir. Bu itibarla Peygambere ve Müminlere saldırı
amacıyla uydurulmuş bu rivayetin aslı yoktur.

811-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den; demiştir ki; Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem)
buyurdular ki:
“Sâlih olsun, fâcir olsun hatta büyük günah işlemiş de olsa her müslümanın arkasında farz
namazı (cemaatle kılmak) vâciptir.” (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 63,64 C.2 S.440 H.594
Şamil. )

Bu rivayeti uydurmaktan amaçları, Krallık yapan diktatörleri ve yöneticilerini


müslümanlara önder yapmaktır. Zira bu gibi kimseler tarih içerisinde büyük günahlar
işleyen Fâcir kimseler olmalarına, zulümler yapmalarına, Müslüman inancı
taşımamalarına rağmen kendilerini Müslüman tanıtarak, özellikle Cuma günleri, Cuma
namazında imamlık yapmayı, halkı aldatmak ve tahtlarını sağlamlaştırmak için gerekli
görüp istemekteydiler. Hal bu ki Kur’an’da bu gibi kimselerin cehennemlik oldukları
bildirilmiştir. Şöyle ki; mealen:

- Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi
tutacağız? Yoksa (Allah’ın azâbından) korunanları fâcirler (yolda olmayanlar) gibi
mi tutacağız. 38/28

- İyiler mutlaka nimet içindedirler. 82/13

- Fâcirler de yakıcı ateş içindedirler. 82/14

- Cezâ günü oraya girerler. 82/15

Uydurmuş oldukları rivayetlerinin, fâcir günahkar yöneticilerin imamlığını sağlamak için


olduğunu, halktan kimseler için olmadığını çelişkili olarak tahdis ettikleri şu rivayetten
anlamak mümkündür:

812- Câbir’ den rivayet etmiş oldukları hadiste: “Sakın bir kadın bir erkeğe ve bir a’rabi
(bedevi) bir muhâcire (şehire yerleşen kimseye) bir fâcir bir Mü’mine imam olmasın.”
(Ebû Dâvud şerhinde C.2 S. 441 Şamil, ayrıca İbn Mâce, ikâme 78. )

İslam dininde derece üstünlüğü yönünden, Allah nezrinde erkeğin kadına, kadının erkeğe
bir üstünlüğü yoktur, üstünlük konusunda ölçü takvadır, bir kadın bir erkekten çok daha
takvalı olabilir ve böylece Allah nezrinde derecesi daha üstün olur. Hayat mücadelesi
yönünden erkekler kadınlardan fiziksel olarak daha güçlü oldukları için ailenin geçim
yükü erkeğe yüklenmiştir ve aile reisliği ona verilmiştir. İmam aynı zamanda, dini
çalışmalarda önder olduğundan, imamlık yükü İslam dininde erkeğe verilmiştir. İslam
dininde herkesin kendi gücüne göre yük yüklen

mesi önemlidir.

İmamlık yönünden, şehirlinin köylüye, köylünün şehirliye, Arabın, arab olmayana, Arab
302
olmayanın araba bir üstünlüğü yoktur. Bu açıdan rivayetleri uydurmadır. “Fâcir bir
Mümine imam olmasın” sözleriyle de, öbür rivayetleriyle çelişkiye düşmüşlerdir.

Takva ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için
sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (Allah’ın
buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir haber alandır.
49/13

813- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte iki rek’at öğleden evvel, iki rek’at sonra, keza iki rek’at cuma’dan sonra, iki rek’at
akşamdan sonra, iki rek’at yatsıdan sonra namaz kıldım. Akşam ve yatsı(dan sonrakiler
evinde idi.” (K.S. 2930 C.9 S.259 Akçağ, alıntıları: Buhari, Teheccüd 29,25, 34; Cum’a
39; Müslim, Müsafirin 291 (729), Cum’a 71,(882); Muvatta, 69,(1,166); Ebû Dâvud, Salât
290,(1552); Nesâi, İkâmet 64,(2,119), Cum’a 43,(3,113); Tirmizi, Salât 220,(433,434). )

814- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Sünnette gelen on iki Rek’ate kim devam ederse Allah ona cennette bir ev
bina eder. Bu on iki rek’atin:
* Dördü öğleden önce,
* İkisi öğleden sonra,
* İkisi akşamdan sonra,
* İkisi yatsıdan sonra,
* İkisi de sabahtan önce.” (K.S. 2931 C.9 S.260 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, S3alât 206,
(414); Nesâi, Kıyamu’l-Leyl 66,(3,260); İbnu Mâce, İkâmet 100, (1142). )

815- Hz Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “İki namaz var ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunları ne gizli ne de aleni olarak seferde ve hazerde hiç terk etmedi: Sabahtan
önce iki rek’at, ikindiden sonra iki rek’at.” (K.S. 2939 C.9 S.260 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Mevâkitu’s-Salât 33, 73; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin 300,(835); Ebû Dâvud, Salât 290,
(1253); Nesâi, Mevâkitu’s-Salât 36,(1,281), Kıyâmu’l-Leyl 56,(3,251,252). )

816- Hz. Ali (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah ve
ikindi hariç her namazın arkasından iki rek’at (nafile) namaz kılardı.” (K.s. 2933 C.9
S.262 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 299,(1275). )

817- Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: Kim öğleden önce dört, öğleden sonra da dört (rek’at nafile) kılarsa, Allah
onu ateşe haram eder. (K.S. 2955, 2956 C.9 S.274-275 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Salât
296(1269); Tirrmizi, Salât 317,(427,428); Nesâi, Kıyâmu’l-Leyl 67,(3,265). )

818-. ... Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.) öğle
namazından önce iki rekat, öğle namazından sonra dört rekat, akşamdan sonra evinde iki
rekat ve yatsıdan sonra iki rekat kılardı. Cumadan sonra (evine) dönünceye kadar namaz
kılmazdı (evine dönünce) iki rekat kılardı. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 1
C.4 S.498 H.1252 Şamil, ayrıca: Buhari, teheccüd 29; Müslim, müsâfirin 104; Nesâi,
ikâme 64. )
303

819-. ... Âişe (r.anhâ’dan; demiştir ki:


- Peygamber (s.a.) öğle namazından önceki dört (rekat)’la sabah namazında önceki iki
rekatı terk etmezdi. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 2 C.4 S.500 Şamil, ayrıca:
Buhari, teheccüd 34; Nesâi, kıyâmu’l-leyl 56. )

820-. ... İbn Ömer (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) şöyle
buyurdu:
“-İkindinin farzından önce dört rekat (namaz) kılan kimseye Allah rahmet etsin. (Ebû
Dâvûd, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 8 C.5 S.29 Şamil, ayrıca: Tirmizi, mevâkit’us-salât,
201; İbn Mâce, ikame 109.)

821-. ... Ali (r.a)’den rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) ikindi namazından önce iki
rekat(lık bir namaz) kılardı. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 9 C.5 S.30 Şamil. )

822- İbnu Abbâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm hazer
namazını ve sefer namazını farz kılmıştır. Biz hazarda farzdan önce ve sonra sünnet
kılardık. Seferde de farzdan önce ve sonra sünnet kılardık. (K.S. 6306 C.17 S.48 Akçağ,
alıntısı: İbni Mace 1072. )

823-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
İbnu’s-Sabbâh’ın rivayetine göre, “Cumadan sonra namaz kılacak olan kimse dört rekat
kılsın.”
İbn Yûnus’un rivayetine göre ise Efendimizin beyânı şu şekildedir:
“- Cumayı kıldığınızda arkasından dört rekat de (nâfile) kılınız.”
Süheyl şöyle dedi: Babam bana; “yavrum, eğer câmide iki rekat kılar sonra da eve
gidersen, iki rekat (de orada) kıl” dedi. ( Ebû Dâvud, K.Salât (2), Bâb 236,238 C.4 S.253
H.1131 Şamil, ayrıca: Müslim, Cuma 69; Tirmizi Cuma 24; İbni Mâce, ikâme 95. )

Farz namazların sünnetleriyle ilgili olmak üzere on bir rivayet yazdım, bunlar
incelendiğinde aralarında bir çok çelişki görmek mümkündür, şöyle ki:

Öğle namazı için, 813. Rivayette önce iki, sonra iki rakat, 814. Rivayette önce dört sonra
iki rekat, 816. Rivayette sonra iki rekat, 817. Rivayette önce dört, sonra dört rekat, 818.
Rivayette önce önce iki, sonra dört rekat, 819. Rivayette önce dört rekat olarak tahdis
etmişlerdir. Böylece iç içe çelişkiler meydana gelmiştir. Diğer vakitler arasıdaki çelişkiler
de bu şekilde sıralanarak görülebilir.

Böylece hangi farz namazın kaç rekat sünneti olduğunu ve ne zaman kılınacağını kesin
olarak bilmek imkansız hale gelmiş olur. 822 İnci örnekte, Peygamberin namazı farz
kıldığını söylemeleri ise İslam dinine ters düşen bir durumdur. Zira namazı Allah farz
kılar, Peygamber ise farzı koyan değil, farzı yerine getirmekle mükellef kimsedir. İslam
dininde Allah’tan başka hiç kimse din koyamaz, dini ancak ve ancak Allah koyar.

Rivayetlerden yüzotuzüç örnek seçerek namaz konusunda neler tahdis ettiklerini


aralarındaki çelişkileri, Kur’an’a ve bugün kılınmakta olan namaza aykırı yönlerini yeri
geldikçe göstermeye çalıştım. Tenkide konu olabilecek rivayetleri yalnız bunlardan ibaret
değildir, konuyu uzatmamak için yüzotuzüç örnekle yetindim. Bu örnekler bile rivayetleri
304
dikkate alacak bir kimsenin çelişki ve tutarsızlıklarından dolayı namaz kılmayı
öğrenemeyeceği açıktır. Örneğin: Farz namazlar için hazerde (ikamet edilen yerde) dört
rekattir diye tahdis ediyorlar, hal böyle olunca akşam farzını üç ve sabah namazı farzını iki
rekat olarak kılmayı neyle izah ediyorlar? Zira uygulama ile rivayetler çelişmektedir.
Diğer taraftan namaz kılarken Kur’an okunup okunmayacağı, tekbir getirip
getirilmeyeceği, ses tonunun nasıl olması gerektiği, hatta Bismillehirrahmanirrahim dahi
denip denemeyeceği çelişkili rivayetlerden dolayı meçhuldür, ve bunun gibi birçok
çelişkili rivayetleri mevcuttur. Görüldüğü gibi verdiğim rivayet örnekleri, çelişkili durumu
göstermek açısından, anlamak isteyen bir kimse için ibret vericidirler.

Hal böyle olmasına rağmen iddia ediyorlar ki, rivayetler olmamış olsaydı biz namazın
nasıl kılınacağını bilemezdik. Zira onlara göre, namaz kılma şekli Kur’an’da belirsizmiş,
namaz ancak rivayetlerle öğrenilirmiş. Aslında namazı Kur’an’dan anlamamalarına
neden olan husus Kur’an’ı anlayamamalarıdır. Yoksa, namaz Kur’an’da bütün
hususiyetleriyle açıktır. Şöyle ki:

KUR’AN’A GÖRE NAMAZ

Kur’an’ı esas alarak namazın ne olduğunu anlatırsak konu kolayca anlaşılır, bunun için
öncelikle "Salat " kelimesinin ne anlama geldiğinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bu husus
ta Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Cuma günü salat (namaz) için çağrıldığı(nız ) zaman Allah’ı
anmağa (zikretmeğe) koşun, alışverişi (işi gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için
daha hayırlıdır. 62/9

Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, Cuma günü salat (namaz) için ezan okunduğunda ezanı
duyan Mümin kimselerin salat davetinden anlayacağı şey, Allah’ı zikretmeğe yani anmaya
davet edildiğidir. Peki bir Mümin Allah’ı nasıl anar; bir Mümin, Allah’ı anarken neler
söyler diye düşündüğümüzde, bunun Kur’an’da ki Allah’ı övgü ifadelerini esas alan bir
övgü anışı olduğunu görürüz. Böylece salat kelimesinin kapsadığı mana, bu yönüyle,
kabul edilin yani sevap kazandıran bir salat olması için, İsteyerek ve severek Allah’ı
övmek gereklidir. Ayrıca bu övgü, Allah için söz konusu olunca keyfi olmayıp Kur’an
öğretisini esas alarak yapılan bir övgü olmalıdır. Bu da, tesbih, tahmid, tekbir gibi güzel
sözlerdir.

Allah için salat ederken, Allah adının anılmasının gerekli olduğuyla ilgili olarak
Kur’an’dan mealen:

- Doğrusu mutluluğa ermiştir arınan; 87/14

- Rabb’inin adını zikredip salat kılan. 87/15

Kur’an öğretisi esas alınmadan yapılacak zikirler, salatlar, Allah yanında kabul görmeyen
sapmalardır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Onların Beyt(ullah) yanındaki salatları da, ıslık çalmadan ve el çırpmadan başka bir şey
305
değildi. “O halde küfrünüzden dolayı azabı tadın. 8/35

Kafirler, kendi icat ettikleri bir usulle, Kabe’nin yanında el çırparak ve ıslık çalarak
Allah’ı övdüklerini, O’na salat ettiklerini zannediyorlardı, nasıl ki bugün bile bazı
kimseler, dümbelek, tef, kudum v.s. Çalıp raks ederek Allah’ı zikrettiklerini, övdüklerini
zan ediyorlarsa, bunlarda ıslık çalıp el çırpmayı Allah’a salat etme zannediyorlardı. Bütün
bu hareketler Allah tarafından kabul görmeyen reddedilmiş ve yapanlarını azaba götüren
hareketlerdir. Zira, Allah öğretmezse Peygamberler dahi, Allah’a nasıl ibadet edeceklerini
ve O’nu nasıl övüp salat edeceklerini bilemezler. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- İbrâhim, İsmâil’le berâber Ev’in (Kabe’nin) temellerini yükseltiyor: “Rabb’imiz,


bizden kâbul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin.” 2/127

- “Rabb’imiz, bizi sana teslim olanlar yap, neslimizden de teslim olan bir ümmet
çıkar; bize ibadet yollarımızı göster, tövbemizi kabûl et; zirâ, tövbeleri kabûl eden,
çok merhametli olan ancak sensin, sen!” 2/128

Görüldüğü gibi, ibadet yollarını, usullerini göstermek Allah’a aittir. Ve Kur’an öğretisine
göre “Salat” kelimesi “Övgü” manasına gelmiş olur. Allah bir kimseye salat ederse o
kimseyi övmüş, dolayısıyla sevmiş ve ona merhamet etmiş demektir. Kul, Allah’a
hakkıyla salat edince, Allah’ı sevmiş, övmüş ve yüceltmiş olur. Allah’ı sevmiş olması ve
sevap kazanması için salatında gaflet içinde olmaması gerekir. Kul, kul için Allah’ın razı
olduğu şekilde salat edince onu övmüş, sevmiş ve Allah’tan affını istemiş olur. Salat
kelimesi öyle bir kavramdır ki, Allah’tan kullara, kullardan Allah’a ve kullardan, kullar
üzerine olabilir. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- (Şüphesiz) Allah ve Melekleri Peygambere salât ederler; ey iman edenler siz de Ona
salât edin ve tam bir teslimiyetle selam edin. 33/56

- O (Allah)dır ki, Zatı ve Melekleri size salât ederler; (Allah) böylece sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak istemektedir. O müminlere karşı çok
merhametlidir. 33/43

- Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları arındırıp temizliyesin ve


onlar üzerine salât (duâ) et; çünkü senin salavatların (duâların) onlar için bir
sükûnettir. Allah işitendir bilendir. 9/103

- Bedevi Araplardan kimi de vardır ki Allah’a ve âhiret gününe inanır, verdiğini


Allah’a yakın dereceler kazanmağa ve Resûlün salavatını (duâlarını) almaya vesile
sayar. Gerçekten o (verdikleri), kendileri için yakın dereceler(e vesile)dir. Allah
onları rahmetinin içine sokacaktır. Muhakkak ki Allah bağışlayan, esirgeyendir. 9/99

- Doğrusu mutluluğa ermiştir arınan. 87/14

- Rabb’inin adını anıp salât kılan. 87/15

- Gerçek şudur ki ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Bana ibadet et ve beni
anmak için salât (namaz) kıl. 20/14
306

- Kitab’dan sana vahye dileni oku ve salât (namaz) kıl, çünkü salât (zikir ve namaz),
kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir. Allah’ı anmak, elbette daha büyüktür, Allah, ne
yaptığınızı bilir. 29/45

Demek oluyor ki, salât kavramı bir anma; bir dua; övgü kavramıdır. Yoksa salt olarak beş
vakit kılınan “Namaz” şeklinde anlaşılıp özdeşleştirilirse ters neticelere varılır. Zira, ayet
meallerinde görüldüğü gibi, Allah, Peygambere ve Müminlere salât etmektedir. Haşa bu
Allah’ın onlara ibadet ettiği manasında değildir. Ancak onlara övgü ve rahmet ettiği
manasındadır. Bu itibarla, salât Allah’ın layık olduğu şekilde Allah’a ve Kulların layık
olduğu şekilde kullara yapılır. Örneğin: Kullar övülürken hiçbir zaman kainat üstü
manasında olmak üzere “Ekber” yani en büyük kelimesi; tüm noksanlıklardan münezzehi
yet (kusursuzluk) manasına gelen “Sûbhan” kelimesi veya her şeyden müstağni, her şeyin
O’na muhtaç olduğu manasına gelen “Samed” gibi kelimeler kullara salât edilirken
kullanılmaz. Bu gibi ifadeler Allah’a salat edilirken söylenir, kullar için, çok iyi, takvalı,
abid, Allah’ın rızasına layık, Allah ondan razı olsun, cennete koysun, azaplandırmasın
veya hastaysa Allah şifa versin, Allah ona iyilik versin gibi dualı sözler söylenir. Kişi
bunlara layıksa meşrudur. Bu itibarla da anlaşılmış olur ki, liyakati dikkate alıp, haddi
aşmamak şartıyla “salât” kullardan kullara, kullardan Allah’a olabildiği gibi, Allah’tan
kullara ki; bunlar “Mümin” olan kullardır. Edile bilir. Ve bunda tevhide aykırı bir husus
yoktur. Bu konuda Kur’an’dan bir örnek verecek olursam, mealen:

- O halde, beni zikredin (anın)ki, ben de sizi zikredeyim; bana şükredin; (fakat)
nankörlük etmeyin. 2/152

Demek oluyor ki, kullar Allah’ı, Allah’ta kulları zikreder, kullardan Allah’a yapılan zikir,
Allah’a layık olacak şekilde, Allah’tan kullara yapılan zikirde, kullara layık olacak
şekildedir. Örneğin, cenaze üzerine salât edilirken hiçbir zaman Kur’an okunmaz, zira bir
kimsenin söylemiş olduğu güzel sözler onun adına anılıp tekrarlandığında, nasıl ki o şahıs
anılıp övülüyorsa, Kur’an’da, Allah’ın sözü olduğundan, Kur’an okumak, Allah’ı övme,
zikretme ve Allah’a salat etme manasındadır. Ölüye salât ediyoruz diye hiçbir zaman ne
cenazenin başında, nede mezarının başında ve nede gıyabında Kur’an okunmaz, ancak ölü
için övücü sözler söylenir ve onun için Allah’tan rahmet istenir. Ve tabiidir ki ölünün bu
sözlere layık olması diğer bir husustur. Ve ölü üzerine yapılan salât’a hiçbir zaman
“Cenaze namazı” denmez, zira “Namaz” kelimesinin Türkçe’deki karşılığı “ibadet”tir. Bu
kullar için kullanılamaz.

Böylece anlaşılmış olur ki, salât kelimesi kullanıldığı her hususta ibadet veya Namaz
manasında değildir. Ancak Allah için yapılan salatlar ibadet kavramına girmektedir, zira
Allah’a yapılan salatlar, Allah’a has olan zikirlerdir.

Diğer önemli bir hususta secde olayıdır. Kimileri secdeyi ibadetle özdeş (aynı) sayıp o
şekilde anlamaktadırlar, bu şekildeki bir anlayış, secdeyi doğru anlamış olmak manasında
değildir. Zira, nasıl ki cins belirlemek suretiyle, örneğin: “En büyük kelimesini”
kullandığımızda, ağaçların en büyüğü falan ağaç, dağların en büyüğü falan dağ
diyebiliyorsak ve bu şirk olmuyorsa. Ancak, salt olarak, Allah’tan başkası için en büyük
sözcüğünü kullandığımızda bu şirk oluyorsa. Secde de kullar arasındaki üstünlüğü
belirtmek bakımından, kullardan kullara yapıldığında şirk olmaz. Fakat, Allah’tan
307
başkasını İlâh kabul ederek, o kabul edilen şeye secde yapılırsa şirk olayı işlenmiş
olur, isterse, Allah’tan başka, bu ilâh kabul edilmiş olan şey, canlı veya ölü bir insan, bir
taş v.s. olsun fark etmez.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: “Adam’e secde edin!”
dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis etmedi, o secde edenlerden olmadı. 7/11

- (Allah) buyurdu: “Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?”
(İblis): “Ben, dedi, ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”
7/12

- (Allah) buyurdu: “Öyle ise oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin
değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!” 7/13

Görüldüğü gibi, Kur’an öğretisine göre, kullar arasında secde, karşısındakini İlâh
görmemek şartıyla ibadet manasında olmayıp, bir birlerinden üstünlük manasındadır. Yine
bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Hani bir zaman Yûsuf babasına: “Babacığım demişti, ben (rüyâda) on bir gezegen,
güneşi ve ayı gördüm, bunların bana secde ettiklerini gördüm.” (demişti). 12/4

- (Babası Yakub): “Yavrum, dedi, rüyanı kardeşlerine anlatma sonra sana bir tuzak
kurarlar. Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır! 12/5

- Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye kapandılar (Yusuf):
“Babacığım, dedi, işte bu, önceden (gördüğüm) rüyânın yorumudur, Rabb’im onu
gerçek yaptı, bana iyilik etti; zirâ şeytan, benimle kardeşlerimin arasına fitne
soktuktan sonra O, beni zindandan çıkardı, sizi de çölden getirdi. Gerçekten
Rabb’im, dilediği şeyi çok ince düzenler. O, (her tedbiri) bilen, her şeyi yerli yerince
yapandır.” 12/100

Görüldüğü gibi, secde olayı Allahtan başka herhangi bir şeyi İlâh kabul etmemek şartıyla
kullardan, kullara yapıldığında şirk olmayıp, bir üstünlük kabulü olayıdır. Kulların bir
birlerine secde etmeleri hiçbir zaman Allah’ın en üstün olduğu gerçeğini değiştirmez, zira
kullar arasında , secde edende, kendisine secde edilende ister istemez Allah’a secde
ettiğinden Allah’ın en üstün olduğu gerçeği değiştirilemez. Ancak, Allah’tan başka
herhangi bir şeye İlâh’lık atfedip ona secde eden, bu düşüncesinden veya kabulünden
dolayı şirke girmiş olur. Yoksa yapmış olduğu hareketin kendisinden değil, zira kendisi
de, kendisine secde ettiği şeyde, gölgelerine kadar ister istemez Allah’a secde etmektedir.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez Allah’a secde ederler. Gölgeleri de
sabah akşam (uzayıp) kısalarak O’na secde etmektedirler. 13/15

Bu günkü toplumlarda, kullar arasında yaygın olarak yapılan secde olayına örnek verecek
308
olursak, el öpme olayında, öptüğü ele alnını değdiren kimseleri göstere biliriz. Öyle ki,
karşısındakini kendisinden üstün tanıyarak elini öpen kimseler bu el öpme işiyle kalmayıp
çoğunlukla alınlarını öptükleri elin üstüne değdirirler, bu hareketleri bir çeşit secdeden
başka bir şey değildir.

Salât, zikir ve secde olayını böylece izah ettikten sonra, “Namaz” konusuna gelecek
olursak, şöylece izah edebiliriz: Allah, kendisinin zikredilmesini yani anılmasını durum
olarak, beli kurallı ve kuralsız olmak üzere iki şekilde emretmektedir. Kuralsız olanına
örnek verecek olursak; Kur’an’dan mealen:

- Onlar ayakta ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin


yaratılışı üzerinde düşünürler: “Rabb’imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen
yücesin, bizi ateş azabından koru!” 3/191

Görüldüğü gibi, ayakta ve oturarak ve yan üzerine yatılmış iken serbest olarak
Allah’ı zikreder edebiliriz. Zikirde ses tonu ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Rabb’ini içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an,
gafillerden olma! 7/205

Demek oluyor ki, İslam da, Allah adı ile zikir yapıldığında, işi yaygaraya verip, bağıra,
çağıra zikir yapmak yoktur. Ses tonu orta olmalıdır, Allah’ı kuvvetli anmanın manası
bağırmak çağırmak değildir, içtenlikle ve çok anıştır. Ve zikrin, Allah’ın herhangi bir
adıyla yapılması arasında da fark yoktur, zira bazıları iddia ediyorlar ki, Allah’ın ismi
azam diye, diğer isimlerinden daha büyük bir ismi vardır; bir kimse Allah’a bu isimle dua
ettiğinde güya, Allah dua eden o kimseye her istediğini verecekmiş, hal bu ki böyle bir
durum olmayıp, Allah’ın bütün isimleri büyüktür ve kişi layıksa Allah o kişinin duasını
kabul eder. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- De ki: “İster Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız,
nihayet en güzel isimler O’nundur,

Sâlatında pek bağırma, pek de (sesini) gizleme, bu ikisi arasında bir yol tut. 17/110

Zaman ve Miktar olarak da zikir, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin. 33/41

- Sabah ve Akşam O’nu tesbih edin. 33/42

- Sabah akşam Rabb’inin adını an. 76/25

- Gecenin bir kısmında ve yıldızların dönüp gittiği sırada (yâni sabah vaktinde) de
O’nu tesbih et. 52/49

(Ey Muhammed) onların dediklerine sabret ve Rabbini övgü ile an: güneş
doğmadan, batmadan önce. 50/39
309
- Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkasından O’nu tesbih et. 50/40

Görüldüğü gibi, Allah’ı zikretmek İslam dininde çok önemli bir yer tutar. Allah kendisini
çok zikretmemizi emretmiş olup, zikretmede sayısal bir sınır koymamıştır. Zira her ortam
ve her şahsın durumu aynı değildir, fakat bu zikir olayı kafadan savma; öylesine bir
şekilde de yapılmamalıdır. Mümin kişi, Allah’ı çok zikretmeye gayret göstermelidir.
Zikrin önemi konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar,


tâate devam eden erkekler ve tâate devâm eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru
kadınlar; sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (gönülden Allah’a) saygılı
erkekler ve (gönülden Allah’a) saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka
veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan
erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden
kadınlar; (İşte) Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. 33/35

- Onlar ki, iman etmişlerdir ve kalpleri, Allah’ı anmakla yatışır. 13/28

Bu şekilde, serbest ve saygılı bir şekilde yapılan zikir, salât kavramı içinde olup; kişi bu
zikri yaparken, ab destsiz olabildiği gibi, ayakta, yan üstü uzanmış, oturarak v.s.
Pozisyonlarda olabilir, ayrıca kıbleye yönelmiş olması da gerekmez.

Kurallı olup, Türkçede “Namaz” olarak tarif edilen salât şeklinde ise kişi bir takım
hususları yerine getirmek zorundadır ve bunlar Kur’an’da belirtilmişlerdir; Ayetlerin
meallerini yazmak suretiyle bunları şu şekilde sıralıya biliriz:

1- Kıyafet ile ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Ey Âdem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel elbiseler)inizi (üzerinize)


alın; yiyin için, fakat isrâf etmeyin; çünkü O, isrâf edenleri sevmez. 7/31

- Elbiseni temizle, 74/4

- Pislikten kaçın. 74/5

Buna göre, imkan ölçüsünde güzel ve temiz elbiseler giyilecek, pislikten kaçınılacak.

2- Abdest ve Gusül ile ilgili olarak: Bu “Abdest” bölümünde anlattım.

3- Kıble ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- (Ey Muhammed), biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (gökten haber
beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, razı olacağın bir kıbleye
döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Nerede
olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin. Kitâb verilenler, bunun Rabb’leri tarafından bir
gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. 2/144

Namazda, Kabe’ye yönelmek Allah’a yönelmiş olmanın bir sembolü olarak, Allah
310
tarafından farz kılınmıştır. Yoksa, Allah Kabe’nin içinde olmaktan münezzehtir.
İslam dini bir bütündür, Peygamberimiz gelmeden önce Mescidi Aksa kıble olduğundan
Peygamberimiz zamanında ilk sıralarda Peygamberimiz ve Sahabeler haliyle kıble olarak
Mescidi Aksa’ya yöneliyorlardı, Peygamberimiz kıblenin değiştirilmesini arzu ediyordu,
Allah Peygamberimizin beklentisini gerçekleştirerek, Kabe’nin, kıble olmasını farz kıldı.
Müminlerin tek bir kıbleye yönelmesini isteyen Allah, istediği yerleri kıble olarak tain
ederek Müminlere bildirir, yoksa, Allah’ın zatı için, bir yönün herhangi başka bir yönden
farkı yoktur. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz
Allah’(ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O (her şeyi) bilendir. 2/115

- İnsanlardan bazı beyinsizler: “Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren


nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola
iletir.” 2/142

- De ki: “Rabbim bana adâleti emretti. Her mescid de yüzlerinizi O’na doğrultun ve
dini yalnız kendisine has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na)
döneceksiniz.” 7/29

4- Namazda nasıl durulacağı konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın


huzûruna ayakta (divan) durun. 2/238

- Sabredenleri, doğru olanları, huzûrunda gönülden boyun büküp divan duranları,


Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri (Allah’tan
bağışlanmalarını dileyenleri Allah, görmektedir). 3/17

- “Ey Meryem, Rabb’ine divan dur, secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû et. 3/43

Görüldüğü gibi, Namaz da duruş şekli, Allah’ın huzurunda olmanın gereği olarak, yüksek
bir saygı içeren divan durma başka bir ifadeyle ihtirâm duruşu olayıdır.

5- Kıyam ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Melekler ona (Zekeriya’ya) nida ettiler ve o ayakta (kaim) olup mihrapta salât
(namaz) kılıyordu, dediler ki: “Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi,
nefsine hâkim ve iyilerden bir peygamber olacak Yahyâ’ı müjdeler.” 3/39

- Bir zamanlar İbrâhim’e Beyt (Kâbe’n)in yerini açıklamış (ve ona emretmiş)tik:
“Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve tavaf edenler, ayakta (kaimin) duranlar, rükû’ ve
secde edenler için evimi temizle.” 22/26

- Onlar ki, gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyâm ederek (kıyâmen) geçirirler.”
25/64

- Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın


311
huzûruna ayakta (divan) durun (kûmu) 2/238

Kıyâm kavramı, kelime olarak “ayaklar üzerinde durmak, dikilmek, doğrulmak” gibi
manalara gelir. Bu kavram, namazla ilgili olunca, Allah’a saygı da ve tazimde bulunmak
amacıyla namazda ayakta durmak ; namaz için ayağa kalkmak demektir.

6- Rükû ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler rükû’ edin secde edin, Rabb’inize ibadet edin, hayır işleyin ki
kurtuluşa eresiniz. 22/77

- “Ey Meryem, Rabb’ine divan dur, secde et ve rükû edenlerle beraber rükû et .”
3/43

Rükû, başı ve beli eğerek bükülmek demektir. Namazda, Allah’ın azameti ve büyüklüğü
karşısında, kulun kendi küçüklüğünü ve güçsüzlüğünü itiraf için, namazda sırtı yere
paralel oluncaya kadar boynunu öne doğru eğmesidir.

7- Secde ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Haydi Allah’a secde edin ve O’na ibadet edin. 53/62

- Biz Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara toplantı ve güven yeri yaptık. Siz de İbrahim’in
makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil’e: “Tavaf
edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Ev’imi temizleyin!” diye
emretmiştik. 2/125

8- Ku’ûd (oturma) ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- (Savaş Halindeyken, korku namazından sonra) Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta,


oturarak ve yanlarınız üzerine (uzanarak) Allah’ı anın; güvene kavuştunuz mu
namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, müminlere vakti belli olarak farz kılınmıştır.
4/103

- Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve


yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: “Rabb’imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın.
Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!” 3/191

Görüldüğü gibi, Namazla ilgili olarak Ku’ûd yani oturma, namaz bittikten sonra yapılan
bir harekettir. Namaz kılarken, namaz kılmanın içeriğinde oturma yoktur, oturulması
halinde namaz bitmiş veya ara verilmiş demektir. Her oturuştan sonra tekrar namaza
başlandığında bu yeniden başlama demektir, oturmadan önce kılınan namazdan ayrı bir
başlamadır. Oturmayla namazdan çıkılmış demektir, fakat istenirse ayrı ayrı bölümler
halinde tekrar namaz kılınabilir.

Bu hususların yanında ayrıca, namazda sözle ifade olayı vardır. Yani namaz
kılınırken neler söylemeli, ne okumalı ve ses tonuyla, kişisel nefsi durum nasıl
olmalıdır.
312

Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- “Gerçek şudur ki ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Bana ibadet et ve bani anmak
için namaz kıl.” 20/14

- Ey iman edenler! Cuma günü namaz için seslenildiğinde, alışverişi bırakarak


Allah’ın zikrine koşun. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. 62/9

- Doğrusu felâh’a ermiştir arınan: 87/14

- Rabb’inin adını zikredip (anıp) namaz (salat) kılan. 87/15

Görüldüğü gibi, namazda Allah’ın adı anılacaktır. Bu anma olayında Allah’ın hangi adı
anılırsa anılsın arada fark yoktur. Yani bazılarının iddia ettiği ve rivayetlerde ifadesini
bulan, Allah’ın gizli olup, diğer isimlerinden daha yüce olan özel bir ismi azamı yoktur.
Allah’ın bütün isimleri ismi azamdır. Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız,
nihayet en güzel isimler O’nundur. Salatında pek bağırma, pek de (sesini) gizleme,
bu ikisi arasında bir yol tut. 17/110

Mealini yazmış olduğum ayette belirtilmiş olan diğer bir hususta, salattaki ses tonuyla
ilgilidir. Zikr konusuna devam edecek olursak:

- Rabb’ini tekbir et. 74/3

- O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka İlâh yoktur. Melik, Kuddûs, Selâm, Mümin,
Müheymin, Aziz, Cebbâr, Mütekebbirdir. Allah, onların (müşriklerin) ortak
koştukları şeylerden münezzehtir. 59/23

- De ki: “Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, âcizlik sebebiyle bir
yardımcıya da ihtiyacı bulunmayan Allah’a mahsustur. O’nu şânına lâyık bir şekilde
tekbir et.” (Allah’u ekber de. 17/111

Allah’u Ekber: Allah en büyüktür!

- Sen Rabb’ini hamd ile tesbih et (O’nu övecek sözlerle an, subhânallahi
velhamdulillâh de) ve secde edenlerden ol. 15/98

- O halde yüce Rabbının adıyla tesbih et. 56/74

- Rabb’inin yüce adını tesbih et (O’nun eksikliklerden uzak olduğunu an). 87/1

- Rabb’ini hamd ile tesbih et. Ve O’ndan mağfiret dile. Muhakkak ki, O, tövbeleri
kabul edendir. 110/3

- Güneşin (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına (yatsı vaktine) kadar


313
namaz kıl ve fecrin Kur’an’ın(ı, fecir namazını) da (unutma). Çünkü fecir
Kur’an’ı, şahidli (müşahedeli) dir. 17/78

Fecir: Tan yerinin ağarması.

Arap dilinde bir şeyin parçasının ismi, tüme verilir. Onun için Kur’an’da namaza;
Namazla ilgili olduğu belli olacak şekilde, secde, rükû, tesbih, kıraat, dua ve zikir
denilmiştir.

Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalk(ıp
namaz kıl)dığını biliyor. Senin le berâber bulunanlardan bir topluluk da (böyle
yapıyor).geceyi ve gündüzü, Allah takdir etmektedir. O sizin (gece ve gündüz
saatlerinizi) hesâbedemiyeceğinizi (gece saatlerinde kalkamayacağınızı) bildiği için
sizi affetti. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun (ne miktar kolayınıza
gelirse o kadar gece namazı kılın, kendinizi zorlamayın, (Namazda Kur’an
okunduğundan gece namazı, mecâzen Kur’an okuma ile ifade edildiği bur da da
görülmektedir). Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah’ın lûtfunu arayan
başka kimseler ve Allah yolunda savaşan başka insanlar bulunacağını bilmektedir.
Onun için Kur’an’dan kolayınıza geldiği kadar okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin ve
Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için verdiğiniz hayırları, Allah katında
verdiğinizden daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük bulacaksınız. Allah’tan
mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. 73/20

- Kitab’dan sana vahye dileni oku ve namaz kıl, çünkü namaz, kötü ve iğrenç
şeylerden vazgeçirir. Allah’ı anmak, elbette en büyük (ibadet)tir. Allah, ne
yaptığınızı bilir. 29/45

Bu ayet meallerinde de namazda Kur’an okunması gerektiği görülür.

Namazda dua edilmesi gerektiği konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Sabrederek ve Salât ile (Allah’tan) yardım dileyin; şüphesiz Allah
sabredenlerle beraberdir. 2/153

- De ki: “Rabbim bana adaleti emretti; her secde yerinde yüzünüzü (kıbleye) çevirin
ve dini kendisine hâs kılarak yalnız O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na)
döneceksiniz. 7/29

- Sabrederek ve salât ile (Allah’tan) yardım dileyin; Ne varki bu, huşû duyanların
dışındakilere şüphesiz çok zordur. 2/45

Yazmış olduğum ayet meallerinde de görüldüğü gibi, Namazda ki sözlü ifadelerin,


Allah’ı zikretme (anma), Kur’an okuma ve dua etme olduğu anlaşılır.

Hatırlanacağı üzere, Allah için yapılacak salâtın kurallı ve kuralsız olmak üzere iki şekilde
olduğunu ve kurallı olanına Türkçe de “Namaz” dendiğini ifade etmiştim. Bu hususu
314
dikkate alarak, salâtın hangi vakitlerde ve ne kadar yapılması gerektiği konusunda
Kur’an’dan örnekler verecek olursak, mealen:

- (Savaş halindeyken) Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanlarının


üzerine yatarken Allah’ı anın; korkudan kurtulup emniyete kavuşunca Namazı
(tam ) kılın, zira salât (namaz), müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır. 4/103

Salat vakitleri belirtilmiş olarak Müminlere farz kılınmıştır. Bundan anlaşılır ki, Allah için
sâlat etmek Müminler için keyfi bir olay olmayıp, belirli vakitlerde yapılması zorunludur.
Vaktin çıkması halinde kaza etme olayı da yoktur. Salâttan Kur’an’da bahsedilirken
“kada”, “salli”, “kıyam”, “ruku”, sucud” edin, kıbleye yönelin, beraber kılın ifadeleriyle
Kurallı olan salât yani “Namaz” olduğu açıkça anlaşılır. Bu şekilde ifade edilmeyişte
yalnızca zikir emredilmişse bu da serbest olarak, ayakta, otururken, yanlar üzerine
yatılmışken, yürürken yapılan salât anlaşılmış olur.

Serbestçe yapılan salâtla ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabb’ini


hamd ile tesbih et; gece saatlerinden bir kısmında ve gündüzün taraflarında (iki
ucun)da O’nu tesbih et ki memnûn olasın. 20/130

- Akşama girerken ve sabaha ererken Allah’ı tesbih (etmeniz gerekir). 30/17

- Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zaman da hamd, O’na
mahsustur. 30/18

- Gecenin bir kısmında ve yıldızların dönüp gittiği sırada (yani batış vaktinde)de
O’nu tesbih et. 52/49

- Onların dediklerine sabret ve Rabbini övgü ile an: güneş doğmadan, batmadan
önce. 50/39

- Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkasında O’nu tesbih et. 50/40

- Rabb’ini içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam
an, gafillerden olma! 7/205

- Sabah akşam Rabb’inin adını an. 76/25

- Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve gecenin uzun bir bölümünde O’nu tesbih
et. 76/26

- Namaz (Cuma namazı) kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan


(nasibinizi) arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz. 62/10

76 (İnsan) 26 ve 62 (Cuma) 10 Ayetleri meallerinde dikkat edilirse kurallı salât yani


Namazın bir miktar, diğer bir ifadeyle orta sürede. Diğer serbest salâtın ise uzunca
bir süre yapılması emredilmiştir.
315

Bununla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Salavatları koruyun ve orta salâtı ve huşu içinde Allah’a kıyama durun. 2/238

Yukarıda mealini yazmış olduğum Bakara Sûresi 238 ci Ayetinin mealini, halen piyasada
mevcut, baktığım meallerde benim yazdığım şekilde değil de şu şekilde yazmaktadırlar.
Mealen:

- Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın


huzûruna durun. 2/238

Ayet mealinin bu şekilde yazılması ise çok hatalıdır. Zira ayette bahsedilen salâvatların
tamamı, kurallı olarak kılınan ve Türkçede “Namaz” diye ifadesini bulan salâta
hasredilmiştir. Hal bu ki durum hiçte öyle değildir. Bunu anlatmadan önce, bu yanlış
anlamadan dolayı işledikleri bir ikinci hataya deyinmem gerekir, bu da orta namazın
hangisi olduğu konusunda öne sürmüş oldukları iddialardır. Şöyle ki, kimisi “Sabah”
namazıdır derken, diğer bir kısmı da günün ortasında kılınan “Öğle” namazıdır iddiasında
bulunmuşlardır, fakat büyük çoğunluk “İkindi” namazı olduğunu iddia etmişlerdir.
İddialarına kanıt olarak İbni Abbas’tan rivayet öne sürmektedirler. Öğle namazı olduğunu
iddia edenlerde karşıt olarak İbni Ömer’den rivayet öne sürerek, iddialarının doğruluğunu
ispatlamaya çalışmışlardır. Basit gibi görünen bu hataları, ayette kastedilen esas manaya
çok önemli bir şekilde ters düşmektedir. Şöyle ki:

Daha önce, Allah için yapılan salâvatların serbest ve kurallı olmak üzere ikiye ayrıldığını,
kıyam, ruku, sucud, gibi hususlarla birlikte salât emredildiğinde kurallı olan veya başka bir
ifadeyle “Namaz” anlaşılması gerektiğini, salât bunlardan bağımsız emredildiğinde ise
Kur’an’da örneği olduğu şekilde pozisyon ve konum olarak uygun bir şekilde serbestçe
Allah’ı zikretmenin anlaşılması gerektiğini Kur’an’a dayalı olarak belirtmiştim. İşte,
Bakara sûresi 238 de tek husustan bahsedilmeyip her iki husustan bahsedilmektedir.
“Salâvatları koruyun” diye emredildiğinde genel olarak salâvatların korunması. Orta salât
ve huşulu kıyamın emredildiği kısım ise yalnız “Namazla” ilgili olan kısımdır. İş
böyle olunca, Orta Namazın Manası tüm farz namazlar olmaktadır. “Orta” ifadesiyle
vurgulanan, Namazın hangi vakitteki konumuyla yani Akşam mı, İkindimi V.s. Değil, ne
kadar süreyle kılınacağı yani “Namaz kılma süresiyle ilgilidir.” yani farz namaz
kılındığında normal şartlarda az bir vakitte değil de orta bir vakit kapsayacak kadar namaz
kılmanın farz olduğunu, diğer taraftan Namazın dışında yapılan salâvatların çokça
yapılması gerektiğini Cuma sûresi 10 ve İnsan sûresi 76 da görmüştük, dolayısıyla “Orta”
namazdan kasıt, herhangi bir farz namazın gün içindeki konumu olmayıp farz namazların
gün içerisinde her birinin vakti içerisinde Orta bir zaman süresi kapsayacak şekilde
kılınması gerektiği hususudur. Nasıl ki, Allah için çok salavat emredildiğinde çokluğu
belirtecek herhangi bir sayı verilmemişse ve bu husus Müminlerin zihinlerinde ki ortak
kanaatine bırakılmışsa, aynı şekilde vakit olarak orta derecede namaz kılınması
Müminlerin ortak kanaatine bırakılmıştır. Örneğin Kur’an’da, tehlike anında namazın
kısaltıla bileceğine deyinilmiş olup ne kadar süre kısaltma yapılacağı belirtilmemiştir,
böyle olması da normaldir, zira bütün tehlikeler doz olarak aynı değildir ve kısaltma
tehlikenin dozuyla ilgilidir. Bunun gibi zaman çağları ve ortamlar içerisinde tehlikesizce
kılınabilir zaman dilimi içerisinde her gün belli vakitlerde olmak üzere “Ortalama makul
316
bir zaman süresinin Namaz ibadeti için ayrılması Müminler üzerine farzdır.

Böylece Namaz kılma süresinin, Kur’an’da “Vusta” kelimesinden anlaşılması gereken


“Orta zaman süresi” olarak verilmiş olmasına rağmen, Ehli sünnet mezhepleri ki, bunlar
rivayetlere dayalı tüm mezheplerdir, her ne zaman Kur’an İslam dini için yeterlidir
dendiğinde, en evvel söyledikleri şeylerin başında, Kur’an’da Sabah namazı iki rekattır,
Öğle Namazı dört rekattır v.s. Şeklinde bir bilgi yoktur, bundan dolayı Kur’an, rivayetler
olmadan İslam dini için yeterli değildir, rivayetlere uymak zorunludur iddiasında
bulunmaktadırlar. Hal bu ki, rekat sayısı iddiasında bulunmalarının zaman olarak namaz
kılma süresi ile ilgili pek bir önemi yoktur. Şöyle ki, İkindi namazını dört rekat kılan iki
kişiyi ele alalım. Bir tanesi her rekatta Fatiha sûresi ile kısa bir sûre okuyup, Allah’ı tesbih
edip zikrettiğinde üçer defa tesbih ederse namazını on dakikada tamamlayabilir. Öbür
şahıs ise her rekatta bir cüz okuyup, Allah’ı tesbih edip zikrettiğinde ellişer defa
zikrederse namazını ancak dört saatte tamamlaya bilir; hatta aynı şahıs tek bir rekat kılsa
dahi, kıldığı bu bir rekat bir saat süreceğinden öbürünün kıldığı dört rekatten zaman süresi
olarak kat kat fazla kılmış olur. O zaman, namazlara rekat sayısı belirtmek suretiyle sınır
koymalarının ve rivayetler iddia etmelerinin ne manası vardır. Kaldı ki, örneklerini
verdiğim rivayetlerde görüldüğü gibi bu konuda da uydurdukları rivayetler bir birleriyle
çelişkili oldukları gibi, bu günkü fiili uygulamalarla da çelişmektedirler. Kur’an’a dolaylı
veya dolaysız olarak noksanlık atfetmeleri Kur’an’ı inkar etmekten başka bir şet değildir.
Zira Kur’an’da noksanlık olmadığı gibi, bütün misaller mevcuttur. Bu konu da Kur’an’dan
mealen:

- Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali verdik.
39/27

- Hiçbir eğri tarafı olmayan (apaçık) Arapça bir Kur’an indirdik ki sakınsınlar.
39/28

- Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misâli getirip anlattık. Onlara bir
ayet getirdiğin zaman inkar edenler: “Siz iptalcilerden (gittiğimiz yolu
değiştirenlerden) başka bir şey değilsiniz.” derler. 30/58

- İşte Allah, bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler. 30/59

Evet, onların kaygıları Ayetleri öğrenip Kur’an’a tabi olmak değil, din olarak kabul
ettikleri hurafelerle dolu bozuk yolarının değiştirilmesidir. Kitabın başlarında belirttiğim
gibi, önde gelen önderlerinin tamamı, rivayetlerin Kur’an ayetlerini nesh yani iptal
edebileceğini iddia ettiklerini belirtmiştim. Bu konuda o kadar hassastırlar ki, kim
kendilerine, Kur’an dışında söylenen sözlerin İslam Dinine uygun olması için, Kur’an’a
uygun olması gerekir derse, o şahsı zındıklıkla yani, Ahirete ve kitaba inanmamakla
birlikte, küfrünü gizleyip iman izhar etmekle yani munafıklıkla suçlarlar. Kurân’a uymak
gerekli değildir sözü inançlarının en önde gelen köklerinden biridir. Ve bu söz etrafında
ittifak etmişlerdir. Zira kendi ağızlarıyla derlerki eğer Kur’an’a uygunluk aransa,
rivayetlerin tamamına yakını ortadan kalkacaktır. Şöyle ki: İbni Kayyım, Ahmet’in
(Ahmed İbn-i Hanbel) ve Şafii’nin görüşlerini destekleyerek şöyle der: Eğer bir kimsenin
kitabın zahirinden anlayışına göre Hz. Peygamber Aleyhisselamın sünnetleri reddolunacak
olursa, o zaman sünnetlerin çoğu reddolunur ve sünnet batıl olur.” (Ahmed İbn-i Hanbel,
317
Yazan Prof. Muhammed Ebu Zehra, sayfa 247 Hilal Yayınları 1984 Ankara. )

“Usulcülerden Âmidi, El-İhkam fi Usûli’l-Ahkâm adlı eserinde, bu konuda şöyle diyor:


“Şâfii’den naklolunan iki kavilden birine göre Sünnetin Kur’an’la neshi câiz değildir.
Eş’arilere, Mü’tezileye ve fukaranın çoğuna göre bu, aklen câizdir, şer’an vâki olmuştur.”
(İmam Şafii, Yazan Osman Keskioğlu, sayfa 238 Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1987
Ankara. )

Kur’an karşısında batıl duruma düşecek uydurma sünnetlerini Kur’an’ın iptal


edemeyeceğini, aksine bu sünnetlerinin Kur’an’ı iptal edebileceğini söylerler, şöyle ki:

“Ahmet’e (Ahmed İbn-i Hanbel) göre sünnet beyan bakımından Kur’an’a hâkim sayılır,
onun ahkamını takrir eder, Şatıbi sünnetin Kur’an’a hakim olmasını şöyle açıklar:
Ulemaya göre sünnet, kitaba hakimdir.kitab (Kur’an) hakim değil...” dir. (Ahmed İbn-i
Hanbel, Yazan Prof. Muhammed Ebu Zehra, sayfa 242 Hilal Yayınları 1984 Ankara. )

“Malik’e (İmam Malik) göre mütevatir, Kur’an’ı nesh eden bir mertebede olduğundan,
evveliyetle umumunu tahsis, mutlakını takyid ve zahirdeki ihtimali tercih mertebesine
yükselir.” (İmam Malik, Prof. Muhammed Ebu Zehra, sayfa 284 Hilâl Yayınları 1984
Ankara. )

“Hanefilere göre, Kitabın (Kur’an’ın) neshi (iptal edilmesi) şu kayıtlara bağlıdır:

a- Mütevatir ve meşhur haberle Kur’an ayetlerinin neshi (iptali) caizdir (uygundur).”


(İmam Ebu Hanifenin Hadis anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Yazan Dr.
İsmail Hakkı Ünal, sayfa 213, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara 1994. )

Sünnet diye tahdis ettikleri rivayetlerin Kur’an ayetlerini iptal edebileceği


konusunda tüm rivayet mezhepleri ittifak halindedirler. Örneğin: Kur’an’da
olmamasına rağmen zina eden evli kadın ve erkeğin recm edileceği, Vehhabilerde,
Şiilerde, Şafiilerde v.s. de kabul edilmekle, Kur’an’ın bu konudaki hükmünü rivayetlerle
nesh yani iptal ederler. abdest alırken ayaklarını mesh yani silmeyip yıkayanlar, Namaz
için rekat sayısı koyanlarda da durum aynı olduğu gibi. Örneğini vermiş olduğum ve
Kur’an’a aykırı olan rivayetlerinde de durum yine aynı olduğu gibi, örneğini vermediğim
ve Kur’an’a aykırı pek çok diğer rivayetlerinde de durum aynıdır. Kur’an’a aykırı bütün
rivayetlerinde Kur’an ayetlerini iptal etme gayreti yürüttükleri gibi, dinlerini de bu
bozuk ve Kur’an’a uymayan rivayetlere uydurmuşlardır. Bu ise Kur’an’da öğretilen
İslam Dini açısından kabul edilebilir bir durum değildir.

Rivayetler Kur’an’a uygun olmalıdır diyenleri şiddetle reddederek “zındık” olmakla


suçlarlar. Böylece onlara göre Kur’an’a uyanlar “zındık” uymayanlar ise “Mümin ve
Müslümandırlar.” Bu değerlendirme gerçekten ilginç olduğu kadar ibret verici bir
durum teşkil etmektedir.

Yapmış oldukları iddiaları şudur:

“Sünnetin teşride müstakil olamayacağını söyleyenlerin rivayet ettiği hadise gelince, o da


şudur: “Benden size bir hadis ulaşınca onu Allah’ın kitabına arz ediniz. Ona uygun
318
olanı alınız, aykırı olanı da terkediniz” Hadis eleştiricileri ve alimleri, bu hadisin
mevzu (uydurma) ve Nebiye (s.a.v.) iftira olduğunu zındıkların amaç ve arzuları
gereğince şeriatı saptırmaktan ibaret olan kötü niyetlerine varmak için uydurduklarını
açığa çıkarmışlardır.” (Sünnetin Etrafındaki Şüpheler, Yazan, Muhammed Tahir Hekim,
sayfa 23 Pınar Yayınları, Mayıs 1985. )

Görüldüğü gibi, rivayetler ehline göre, Kur’an İslam dininin rehber ve ölçüsüdür diyenler
zındık, Kur’an’a uymak ve O’nu ölçü kabul etmek olmaz, rivayetler Kur’an ayetlerini iptal
ederler, Kur’an ayetleri rivayetleri iptal edemezler ve rivayetlere ölçü olamazlar diyenler,
iddialarına göre Mümin olmuş olmaktadır. Kur’an’a karşı bu ve bu gibi iddialarda
bulunanlar, Mümin kimseler değildirler ve Kur’an’ın apaçık düşmanıdırlar.

Salât konusuna dönecek olursam. Bir iddiaları da, Kur’an’da Namaz vakitlerinin
verilmemiş olduğu iddiasıdır. Bu iddiaları ise batıl bir iddiadır, zira Kur’an’da Namaz
Vakitleri mevcuttur. bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde salâta (namaza)


kıyam kıl; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu ibret alanlara bir öğüttür. 11/114

Mealini yazmış olduğum 11 Hûd Sûresi 114 te, dört namaz vaktinin zamanı belirtilmiştir.
Bu vakitlerin ikisi gündüzün iki tarafında ve ikisi de gecenin gündüze yakın saatlerindedir.
Gündüze ait olan vakitler için taraf kelimesi kelimesi kullanılmıştır. Taraf ise herhangi bir
şeyin ortası dışında ki yanlarıdır. Bura da ki çok önemli olan husus gün ortasının bu iki
namazı ayıran bir sınır olmasıdır. Böylece gündüzün her iki tarafında namaz kılınması farz
olmuş olur. Bu iki namaz geniş bir vakitte kılınmakla beraber, gün ortasının bir bir
tarafında ne kadar çok namaz kılınmış olursa olsun, ortanın diğer tarafında kılınması
gereken namazın yerine geçmez. Örneğin, bugün için mevsime göre saat dörtte ikindi
namazı kılınmakta, bu vakitte ikindi namazı için ezan okunmasına birkaç dakika kala kişi
öğle namazını kılabilmekte ve birkaç dakika sonra ikindi için ezan okunduğunda da ikindi
namazını kılabilmektedir, böylece iki namaz kısa bir arayla gün ortasının bir tarafında
birleşe bilmektedir, böyle değil de araya saatler girse dahi iki namaz günün bir tarafında
kılındığında, iki ayrı namaz değil tek namazdırlar, bu duruma göre kaç kere ve kaç rekat
kılınmış olursa olsun kılınan yalnız ikindi namazı olmuş olur. Ve böylece gün ortasının
diğer tarafındaki namaz kılınmamış olur. Gün ortası iki namazı bir birinden ayırmada
kesin sınırdır, bu sınır ince bir hat olarak değil de biraz mesafeli düşünülmelidir, zira 17
İsrâ 78 de İkindi namazı için güneşin batıya yönelmesi gerektiği bildirilmiştir. Böylece
günün iki tarafındaki bu iki namaz için belirgin bir zaman mesafesi olmuş olur. İkindi
namazı gündüzün bir tarafında, gündüzün diğer tarafında farz olan namaz Kuşluk
namazıdır. Buna göre, bugün gün ortasında kılmış oldukları ve Öğle namazı olarak
isimlendirilen namaz, kılma zamanı olarak Kur’an’a uymamaktadır. Kısacası, farz olan
Öğle namazı değil, “Duha-Kuşluk namazıdır.

Diğer iki namaz ise, gecenin gündüze yakın vakitlerinde kılınmaları emredilmiştir.
Gecenin gündüze biri “Akşam” diğeri de “Fecir” (tan vakti) zamanı olmak üzere iki yakın
vakti vardır. Böylece bu iki Namazın vakti bugün kılınan Akşam ve Sabah vakti
namazlarının kılınma zamanına denk düşmektedir. Böylece 11 Hûd 114 te dört farz namaz
vaktinin zamanı kesin olarak belirtilmiştir. Yatsı namazının vakti ile ilgili olarak
Kur’an’dan mealen:
319

- Güneşin batıya yönelmesinden, gecenin kararmasına (yatsı vaktine) kadar salâta


(namaza) kıyam et, ve fecrin (sabah namazı) Kur’an’ını da(kıl). Çünkü fecrin Kur’an’ı
(namazı) şahidlidir. 17/78

Mealini yazmış olduğum, 17 İsrâ 78 ayetinde de dört namazın vakti verilmiştir. Bunlar
Güneşin batıya kaymasından gecenin kararmasına kadar olan İkindi, Akşam ve Yatsı
namazı ile Fecir (sabah) namazlarıdır.

Ayette Yatsı namazının vakti olarak gecenin ilk karanlığının çökmesi verilmiştir. Kılınma
zamanının devam süresi Fecir namazına kadar olmayıp, yatma vaktine kadardır, normalde
en geç, nafile olarak kılınan teheccüd namazı vakti girmeden önceki vakittir. Teheccüd
namazı yatıp uyuduktan sonra kalkıp kılınan bir namaz olduğundan, hem kendisiyle Yatsı
namazı arasında bu uyku ile bir zaman mesafesi var olduğu gibi, teheccüd namazı vakti
teheccüd namazına aittir. Yatsı namazıyla teheccüd namazı vakti birleşmez. Her namazın
vakti kendisine aittir.

Yatsı namazı vaktinin yatma saatine kadar olduğuyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey müminler, ellerinizin altında bulunan (köleler, cariye)ler, ve sizden henüz


erginliğe ermemiş (çocuk)lar. Üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler:
Sabah namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkar(ıp yat)acağınız vakit ve
yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzü açabileceğiniz üç vakittir. Bunların
dışında (köle, cariye ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı) ne size,
ne de onlara bir günah yoktur. (Onlar sizin) yanınızda dolaşırlar, birbirinizin yanına
girip çıkarsınız. Allah ayetlerini size böyle açıklar, Allah bilendir, hikmet sahibidir.
24/58

Görüldüğü gibi, yatsı namazından sonra ki vakit, üstün açılabileceği yatma vaktidir. Bu da
makul vakit olmalıdır. Örneğin: Sabah namazına kalkıp, gün ortasında yatılan kısa uyku
hariç, ondan sonra gündüz uyumayan şahısların, genelde gece uyku basma vakti olarak
kolayca anlaşılır. Böylece, Kur’an’a göre farz namazlar beş vakit olup, kılınma zamanları
kesin olarak bellidir.

Her namazın vakti yalnız kendisine aittir. Namazlarda söz ile niyet etme diye bir şey
yoktur ve tüm kılınan namazlar iftitah tekbiri ile başladığından hangi namazın kılındığını
belirleyen ölçü o namazın kılınma vaktinin kapsadığı zaman dilimidir. Yani bir kimse
çıkıp ta ikindi namazının kapsadığı vakitte başka bir namazı kılmaya niyet edemez. Zira o
vakit içinde kılınacak tüm namazlar, o namaza ait vaktin varlığından dolayı yalnız o vaktin
namazına aittir. Kur’an’da, namaz için sözlü olarak niyet emredilmediği gibi, kalben niyet
ise sadece bir yönelişten ibarettir ve insanın namaz kıldığında ister istemez içinden geçen
bir düşünce olayıdır. Ehli sünnetinde hiçbir hadis rivayetinde de namaza kalkıldığında
sözlü niyet edilecek diye bir rivayet mevcut değildir. Bu konuda ehli sünnet ileri
gelenlerinden örnek verecek olursam:

İbn Kayyim El-Cevziyye şöyle demektedir: “(Peygamber) Namaza kalkıldığında “Allah’u


ekber” derdi. Bundan önce hiçbir şey söylemez, niyeti asla diliyle telaffuz etmezdi. “Allah
rızası için falan vaktin dört rekât farzını kıbleye yönelik olarak bana uyan cemaate
320
kıldırmaya yahut uydum hazır olan imama” demediği gibi” “edâ olarak, “kaza olarak”
ve “vaktin farzını kılıyorum” sözlerini de söylemezdi. Bu on bid’atın hiçbir kelimesini,
ister sahih, ister zayıf, ister müsned, ister mürsel bir senedle olsun Peygamberden (s.a.) hiç
kimse nakletmemiştir. Hatta O’nun ashabından herhangi birinin bunlardan birini söylediği
bile nakledilmemiştir. (Zâdu’l-Meâd Cilt 1 Sayfa 187 İklim Yayınları 1988, Yazan: İbn
Kayyim El-Cevziyye. )

İmam Rabbani niyet hakkında şöyle demektedir: “Rasûlullah’tan sahih, zayıf, müsned
veya mürsel olarak kesinlikle bir kelime bile rivayet edilmeyen bidat tır.” (İmam Rabbani
C.1 186. Mektup, Alıntı, Abdullah Yıldız “Namaz Bir Tevhid Eylemi” sayfa 72 Pınar
Yayınları 1991. )

Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür, fakat konu ehli sünnet tarafından kabul
edildiğinden bu kadarla yetiniyorum. O zaman da, Namazla ilgili olarak yapılan rekat
sayısı iddialarının uydurma olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İftitah tekbirinden
önce niyet etmek yok ise, kişi o zaman falanca namazı kaç rekat kılacağını ne zaman
söyleyecektir? Onun için ifade ettiğim gibi hangi vaktin içinde namaz kılınıyorsa, vakitten
dolayı namaz o vaktin namazı olmuş olur. Örneğin: İkindi namazı kılındığında kişi isterse
dört rekat farz ve dört rekat sünnet kılıyorum diyerek namaz kılmış olsun vakit ikindi
namazı vakti olduğundan sünnet diye kıldığı namazda o vaktin farz namazından başka bir
şey değildir. Zira nafile namazların da kendilerine ait vakitleri olup, bunlar farz namazlara
ait vakitlerin dışındaki vakitlerdir. Akla şöyle bir düşünce de gelmezsin, nasılsa her vaktin
rekat sayısı belli ve sınırlı olduğundan niyet ederken rekat sayısını söylemeye gerek
olmamıştır. Bu düşünce şundan yanlıştır. Bir vakit rekat sayısıyla sınırlanırsa, vakit
çıkmadan tekrar namaz kılındığında rekat sayısı artacağından ilk kılınan namaz niyetiyle
tekrar kılınan namazın rekat sayısından dolayı çelişki meydana gelecektir. Anlaşılacağı
üzere farz namazlarda olsun nafile namazlarda olsun rekat belirtip sınırlama yapma olayı
yoktur. Orta bir zaman dilimi içinde farz namazların kılınması mecburiyeti vardır. Aksi
takdirde, Kur’an’nın İslam dini öğretisiyle bağdaşmayan şöyle bir durum meydana gelir.
Rekat sayısı iddiasına göre, ikindi namazı farzını dört rekat kılanlar sevap kazanmış, fakat
sekiz dokuz rekat kılanlar ise dört rekat sayısını ihlal ettiklerinden günaha girmiş
olmaktadırlar. Böylece diğerlerine göre çok namaz kılanlar cehennemlik olmuş olur, zira
fazla namaz kıldığından dolayı hiçbir namazı kabul olmuş olmamaktadır. Fakat dört rekat
olayına uyup ondan daha az namaz kılanlar cennetlik olmuş olurlar. Bu ise çarpık ve boş
bir iddiadır. Allah, iki, üç, dart diye bir rekat sınırı koymamıştır, bundan dolayı dörtten
fazla namaz kılmak Allah’ın emrini ihlal değildir, bu sınırı koyan rivayetçilerdir,
uygulanmadığında onların dini ihlal olmuş olur. Netice itibariyle, dini kim koyuyorsa ki,
Allah’tır, bu konudaki değerlendirmeyi de O’ yapacak tır. Allah’tan başka hiç kimsenin
din koyma yetkisi yoktur. Orta bir zaman süresi içerisinde namaz kılınması farz olan
süredir, yoksa ne kadar çok namaz kılınıp secde edilirse bu Allah’a yaklaşmak için çok iyi
olan bir şeydir. Rivayet tabileri rekat sayısına sınırlama getirmekle, secde sayısını da
sınırlamış olmaktadırlar. Bu husus üstü kapalı olarak namaza ve dolayısıyla Allah’a secde
etmeye mani olmaktan başka bir şey değildir. Bunun ise günahı çok büyüktür.

Kur’an’dan mealen:

- Gördün mü şu men edeni: 96/9


321
- Namaz kılarken bir kulu (namazdan)? 96/10

- Gördün mü, ya o(kul) doğru yolda olur, 96/11

- Yâhut kötülüklerden sakınmayı emrederse? 96/12

- Gördün mü, ya bu(adam, hakkı) yalanlar, yüz çevirirse? (O zaman bu yaptığı


kendisi için iyi mi olur?) 96/13

- Allah’ın, (dâima kendisini) gördüğünü bilmiyor mu (o)? 96/14

- Hayır, (olmaz böyle şey), eğer bundan vazgeçmezse (onu) perçem(in)den


yakalar(ateşe sürükler)iz, 96/15

- O yalancı, günahkâr perçem(den)! 96/16

- O zaman (o gitsin) de meclisini (adamlarını) çağırsın.


96/17

- Biz de zebânileri çağırırız. 96/18

- Hayır, ona boyun eğme; (Allah’a) secde et ve yakınlaş! 96/19

Nafile namaz vakitleriyle ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Gecenin bir kısmında, sana mahsus bir nâfile namaz kılmak üzere uyan; belki
böylece Rabb’in seni, övülmüş bir makama ulaştırır. 17/79

- Onlar ki, gecelerini Rab’lerine secde ederek (O’nun huzûrunda) ayakta geçirirler.
25/64

- Bizim ayetlerimize o kimseler inanırlar ki onlar, kendilerine hatırlatıldığı zaman


derhal secdeye kapanırlar; Rab’lerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.
32/15

- Yanları yataklarından uzaklaşır, (Namaza kalkarlar), korkarak ve umarak


Rab’lerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar.
32/16

Günün her saatinde, kendilerine ait zaman dilimi içerisinde istendiği kadar namaz
kılınabilir. Bir kimse yatsı namazını orta bir zaman süresi içerisinde kıla bileceği gibi, çok
daha uzun bir sürede yüz rekatta kılabilir. Zira ortalama bir vakit süresi içinde Yatsı
namazı veya başka bir farz namazı kılmak, kılınan farzın edası için yeterlidir. İbadetlerde
yeterli süreden bahsedilebilir fakat şahsın daha fazla ibadet etmesi yasaklanamaz. Farz
vakitleri içerisinde Orta süreyi aşıp, vakit çıkmadıkça istendiği kadar farz namaz, diğer
vakitlerde de vakit çıkmadıkça istendiği kadar nafile namaz kılmak mümkündür. Zira
insanın Allah’a yaptığı secde, onu Allah’a yaklaştıran bir olaydır, kişi gerçekten
322
Müslüman bir kimse ise, Allah’a yaptığı secde onu Allah’a yaklaştırır; yani
derecesini yükseltir. Tekrar hatırlatmak için, Kur’an’dan mealen:

- Hayır, ona (namaza mani olana) boyun eğme; (Allah’a) secde et ve yaklaş. 96/19

Cuma namazı vakti ile ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Cuma günü salât (namaz) için çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı
anmağa koşun, alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. 62/9

- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutrundan (nasibinizi)


arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz. 62/10

Cuma namazı, Müminlerin cemaat yani topluluk teşkil ederek kıldıkları bir namazdır. 62
Cuma 10 da Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutrundan nasibinizi
arayın dendiğine göre kılınma vakti gündüz olup, kılındıktan sonra çalışmaya vakit
kalacak şekilde bir vakitte kılınması gerekir. Gündüzün iki tarafında kılınabileceği gibi,
gün batıya meyletmeden yani ikindi namazı vakti girmeden de gün ortasında kılınabilir.
Bu durumda vakti günün iki tarafındaki namazlardan ayrılmış olur. Günün iki tarafından
birinde kılındığında onunla birlikte o vaktin namazı da eda edilmiş olur. Gün ortasında
kılınması halinde, günün iki tarafında ki namazların da ayrıca kendi vakitlerinde kılınması
gerekir. Kılınma süresi de ortalama bir zaman suresi içinde olmalıdır, bu namazın
kılınmasıyla ilgili şart olan zaman süresidir, daha fazla sevap kazanmak için daha uzun bir
sürede kılmak isteyenler cemaat olarak kılabilir.

Müminlerden müteşekkil bir cemaat bulunması ve uygun şartların olması halinde Cuma
namazı kılmak Müminler üzerine farzdır. Eğer serbestçe ezan okuna biliyorsa ve
Müminler serbestçe Cuma cemaati teşkil edebiliyorlarsa, imam serbestçe namazı
kıldırabiliyorsa Cuma namazının kılınması için şartlar müsait olmuş olur. Mevki olarak ta,
Şehirde, köyde veya arazide olma arasında fark yoktur. Cemaat en az iki bireyden
müteşekkil bir topluluktur. Fakat bunun manası her iki bireyin bir cemaat teşkil ederek
kendi başlarına namaz kılmaları demek değildir. Zira, Cuma namazı ilân edilerek kılınan
bir namazdır, bundan dolayı normal insan sesiyle ezan okunduğunda ezanı duyan
müminlerin bir tek cemaat teşkil etmeleri zorunludur. Yerleşim bakımından büyük
şehirlerde her ezan sesi mesafesinde bir Cuma cemaati teşkil edilebilir. Her teşkil edilen
Cuma cemaatinde dini mevki olarak en ileri gelen imamlık yapar.

Cuma namazının ilk şartı cemaat halinde müminlerin Allah’ı zikretmeleri olayıdır.
Peygamberin bu olay da kıyamından bahsedilmiş olması ve kılma olarak belirtilmesi
namaz olayı olduğunu belirtir. Hutbe okumak Cuma namazının şartlarından olmamakla
beraber, müminler bir topluluk teşkil etmişken, imamın hutbe okuması ve müminlerin dini
konularda kendi aralarında görüşmeleri, dini açıdan faydalıdır.

Bu konularda Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Cuma günü salât (namaz) için çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı
anmağa koşun, alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. 62/9
323
Görüldüğü gibi çağırma şekli ezan iledir, zira çağırmayı belirtmek için “nida”
kelimesi kullanılmış olup, bunun manası serbest seslenişle ilânen ve uzak mesafeden
çağırma demektir.

- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan (nasibinizi)


arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz. 62/10

Cuma namazının kılınmasından sonra, gündüz içerisinde çalışma için bir zaman payı
kalmalıdır, zira İslam’da esas itibariyle gece dinlenme ve gündüz çalışmak içindir.

Ayrıca, ezan ve namaz serbest ve hür olarak eda edilebiliyorsa, belde de gayri müslimlerin
bulunması Cuma namazının kılınmasına mani değildir. Fakat ortam savaş ortamı ise ve
Müslümanların Cemaat halinde toplanmaları açık hedef teşkil ediyorsa, Cuma için cemaat
teşkil edilemez, bilindiği gibi tehlike durumunda Cuma namazı haricinde ki namazların
kısaltılması olayı vardır. Durum bu şekilde değil de güvenlik tam ise ve durum savaş
ortamı dışında ise gayri müslimlerin varlığı Cuma namazına mani değildir.

Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, sizden önce Kitâb verilmiş olanlardan ve kafirlerden dininizi


eğlence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın; inanıyorsanız Allah’tan korkun.
5/57

- Namaza (nida ile) çağrıldığınız zaman onu eğlence ve oyun yerine koydular.
Düşünmez bir topluluk oldukları için böyle yaptılar. 5/58

Görüldüğü gibi, İslam dışı kimselerin varlığına rağmen, ezan okunup, namaz için cemaat
davet edilmektedir. Sonuç olarak, Cuma namazı için gereken şey namaz için tam olarak
hür ortamdır. Diyelim ki, Almanya da çalışan Müslüman işçiler vardır ve namazlarını
serbestçe ilan edip kılabiliyorlar bu durumda Almanya’da Cuma namazı kılabilirler.

Cemaatin en az iki kişiyle olabileceği konusunda ise, Kur’an’dan mealen:

- Güneş ve ay bir araya toplandığı zaman (cem edildiği) zaman. 75/9

Burada, Güneş ve Ay’ın bir araya gelmesi (kıyamet olayıyla ilgili olarak) Cem edildikleri
kelimesiyle anlatılmıştır, bu da Cemiyet kelimesiyle aynı türden olduğundan iki kişinin bir
araya gelmesiyle bir Cemiyet oluştuğu anlaşılır. Ayrıca 4 Nisa 23 te, nikahla ilgili olarak
iki kız kardeşin bir araya getirilmek suretiyle, Cem edilip nikahlanmaması emredilmiştir.
Bu kelimeden de iki kız kardeşin bir araya getirilmesi bir cemiyet olarak anlaşılır. Zira
Cemiyet teşkil etme bir toplanma işidir, fakat daha öncede belirttiğim gibi, bunun manası
her isteyen iki kişinin bir kenara çekilip Cuma namazı kılabileceği manasında değildir.
Ezan mesafesinde olanların bir araya toplanması gereklidir.

Görüldüğü gibi, namaz kılınması için gereken bütün hususlar Kur’an’da mevcut olup,
rivayetçilerin rivayetler olmasaydı nasıl namaz kılınacağı bilinemezdi yolunda yapmış
oldukları tüm iddialar yersiz ve boş iddialar olduğu gibi, tahdis etmiş oldukları rivayetler
çelişkilerle dolu olup namazı izah etmekten uzaktır.
324

ORUÇ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

824- Ebu Sa’id (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Üç şey vardır orucu bozmaz: Hacamat olmak (kan aldırmak), kusmak,
ihtilam olmak.” (K.S. 3133 C.9 S.448 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Savm 24,(719). )

825- Râfi’ İbnu Hadic (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurdular: “Hacamat ettiren de, hacamat eden de orucunu açmıştır.” (K.S. 3138 C.9
S.451 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Savm 60,(774); Ebû Dâvud, Savm 28,(2367); İbnu Mâce,
Savm 18, (1679,1680,1681). )

Bu rivayette diğer rivayetin aksine, değil hacamat ettiren, hacamat edenin dahi orucunun
bozulacağını tahdis etmeleri bir çelişkidir.

826- Hz Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oruçlu


olduğu halde hanımlarından birini öperdi.” (Hz. Aişe bunu söyleyip sonra güldü.)
(K.S.3141 C.9 S.451 Akçağ, alıntıları bir sonraki rivayetle birlikte. )

827- Bir başka rivayette şöyle der: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oruçlu iken
mübaşerette bulunurdu, O, nefsine hepinizden çok hakim idi.” (K.S. 3142 S.453 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Savm 24,23; Müslim, Sıyâm 62-65,(1106); Muvatta, Sıyâm 14,(1,292);
Ebû Dâvud, Savm 33,(2382-2386); Tirmizi, Savm 31,(727-729). )

Bu iki rivayette eşlerle öpüşme ve öpüşmenin ötesinde de sevişmenin orucu bozmadığını


iddia ettiler.

828- “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın azadlılarınadan Meymune radıyallahu anhâ


anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a oruçlu iken, oruçlu hanımını öpen adam
hakkında sorulmuştu: “İki sininin orucu da bozulur!” buyurdular.” (K.S. 6522 C.17 S.165
Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 1686. )

Bu rivayette orucun öpmeyle bozulacağını iddia etmeleri açık bir çelişkidir.

829- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
seferdeydi. Etrafına insanların toplandığı bir adam gördü, ona gölge yapıyorlardı.
“Nesi var?” diye sordu.
“Oruçlu biri!” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Seferde oruç birr (Allah’ı memnun edecek dindarlık) değildir!” buyurdular.”
Bir rivayette: “Seferde oruç birr’den değildir” demiştir.” (K.S. 3206 C.9 S.511 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Savm 36, Müslim, Sıyam 92,(1115); Ebu Dâvud, Savm 43,(2407);
Nesâi, Savm 48,(4,176). )

830- Ebu’d-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz çok şiddetli sıcak bir mevsimde,
Ramazan ayında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte sefere çıktık. Hararetin
şiddetinden herkes elini başına koyuyordu. Aramızda oruçlu olarak sadece Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile İbnu Ravâha vardı. (K.S. 3209 C.9 S.513 Akçağ, alıntıları:
325
Buhari, Savm 35; Müslim, Savm 108, (1122); Ebu Dâvud, Savm 44,(2409.)

Bu iki rivayetin ilkinde, seferde oruç tutmak Allah’ı memnun edecek dindarlık değildir
derlerken, ikincisinde, Resûlullah’ın şiddetli sıcağa rağmen seferde oruç tuttuğunu rivayet
etmeleri bir çelişkidir.

831- Amr İbnu Ümeyye ed-Damri (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir sefer dönüşü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a uğradım. Bana: “Ey Ebu Ümeyye, sabah yemeğini
bekle (beraber yiyelim)” buyurdular. Ben:”Oruçluyum” dedim.
“Öyleyse gel yaklaş, sana yolcudan haber vereyim (de dinle!” dedi ve devamla:) “Allah
Teâla Hazretleri yolcudan orucu ve namazın yarısını kaldırdı” buyurdu.” (K.S. 3210 C.9
S.513 Akçağ, alıntısı: Nesâi, Savm 50,(4,178). )

Bu rivayette yolcunun Oruçtan muaf olduğunu tahdis etmeleri ile Namazın yarısının yolcu
için kaldırıldığını iddia etmeleri, Kur’an’a uygun değildir. Namazın kısaltıla bilmesi için
tehlikenin var olması şarttır. Ayrıca Oruç için muafiyet değil, Allah tarafından kolaylık
olmak üzere ruhsat verilmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; ta
ki korunasınız. 2/183

- Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). İçinizden kim hasta, yahut
seyahatte olursa, (tutamadığı günleri) başka günlerde tutsun. Gücü yetmeyenlere de,
bir yoksulu doyuracak fidye gerekir. Fakat kim gönül rızasıyla hayır işlerse, bu
kendisi için daha iyidir. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.
2/184

Görüldüğü gibi muafiyet değil, ruhsat tanınmış olup, seferde veya hastalık durumunda
gücü yetenin oruç tutması tutmamasından kendisi için daha hayırlıdır. Uçakta seyahat
edende yolcudur, hafifçe bir tarafı ağrıyanda hastadır. Sağlığın bozulması tehlikesi yoksa,
oruç tutmak, tutmamaktan daha hayırlıdır.

832- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi ona bedel tutar.”
(K.S. 3220 C.9 S.521 Akçağ, alıntıları: Buhari, Savm 42; Müslim, Sıyâm 153,(1174); Ebu
Dâvud, Savm 41,(2400). )

Bu rivayette, bir kimsenin veli sıfatıyla başka bir kimse yerine oruç tutabileceğini tahdis
ettiler.

833- İmam Mâlik’e ulaştığına göre İbnu Ömer (radıyallahu anh), bir kimsenin diğer bir
kimse yerine oruç tutmasını veya bir kimsenin başka bir kimse yerine namaz kılmasını
münker addederdi.” (K.S. 3222 C.9 S.523 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Sıyâm 43,(1,303). )

Bu rivayette, bir kimsenin başkası yerine oruç tutamayacağını rivayet etmekle evvelki
rivayetle çelişkiye düşmüşlerdir. Ayrıca evvelki rivayet Kur’an’la da çelişmektedir. Zira
İslam Dininde âmeller şahsi olup; kimse kimsenin yerine oruç tutamaz, namaz kılamaz,
hacca gidemez. Eğer bir kimse, başka bir kimse yerine âmel işleyebilseydi, yani işlediği
326
bu âmel o kimse için geçerli olmuş olsaydı, insanın hayattayken yerine getirmesi
gereken en öncelikli farz iman etmesidir. O zaman, Müminler, kafir olarak ölen akrabaları
yerine iman eder ve onların Mümin olmalarını sağlıya bilirlerdi, Hal bu ki böyle bir olay
İslam Dininde mümkün değildir. Zira insana çalıştığından başka bir şey yoktur. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Yoksa kendisine haber mi verilmedi: Mûsâ’nın sahibelerinde (yazılı) olan, 53/36

- Ve çok vefâlı İbrahim’in (sahibelerinde yazılı olan şu gerçekler): 53/37

- Ki hiçbir yük sahibi, (âmel yönünden) başkasının yükünü yüklenemez. 53/38

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

- De ki: “Allah her şeyin Rabb’i iken ben O’ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin
kazandığı yalnız kendisine âittir. Kendi yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının
yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir; (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği
size haber verecektir.” 6/164

- Ve öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimseden şefâat (aracılık, iltimas) da kabûl
edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. 2/48

834- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Ramazan ayında, hasta veya ruhsat sahibi olmaksızın kim bir günlük
orucunu yerse, bütün zaman boyu oruç tutsa bu orucu kaza edemez.” (K.S. 3226 C.9 S.526
Akçağ, alıntıları: Buhari, Savm 29; Tirmizi, Savm 27,(723); Ebû Dâvud, Savm 38,
(2396). )

835- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a
bir adam geldi ve: “Ey Allah’ı Resûlü, helak oldum” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Seni helak eden şey nedir? diye sorunca:
“Oruçlu iken hanımıma temas ettim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah’la aralarında şu
konuşma geçti:
“Azad edecek bir köle bulabilir misin?”
“Hayır!”
“Üst üste iki ay oruç tutabilir misin?”
“Altmış fakiri doyurabilir misin?”
“Hayır!”
“Öyleyse otur!” Biz bu minval üzere beklerken, Aleyhissalâtu vesselâm’a içerisinde
hurma bulunan bir büyük sepet getirildi.
“Soru sahibi nerede?” diyerek adamı aradı. Adam:
“Benim! Buradayım! deyince, Aleyhissalâtu vesselâm:
“Şu sepeti al, tasadduk et!” dedi. Adam:
“Benden fakirine mi? Allah’a yemin ediyorum, Medine’nin şu iki kayalığı arasında
benden fakiri yok! Cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah güldüler ve:
“Öyleyse bunu ehline yedir!” buyurdular.” (K.S. 3227 C.9 S.527-528 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Savm 29,31, Hibe 20, Nafakât 13, Edeb 68,95, Kefaretu’l-Eymân 3,4 Hudud 26;
Müslim, Sıyâm 28,(1,296,297); Ebu Dâvud, Savm 37,(2390,2391,2392,2393); Tirmizi,
327
Savm 28,(724). )

Bu rivayette, evvelki rivayetin aksine, mazeretsiz yenilen orucun iki ay üst üste oruç
tutmakla kaza edilebileceğini rivayet etmeleri bir çelişkidir. Evvelki rivayette bütün zaman
boyunca Oruç tutsa kaza edemez demişlerdi.

836-. ... Peygamber (s.a)’in ashâbından birisi, “Rasûlullah şöyle buyurdu’ demiştir:
“(Kasıtlı olmadan) kusanın, ihtilâm olanın ve kan aldıranın orucu bozulmaz.” (Ebû Dâvud,
K.es-Sıyâm (14), Bâb 30,31, C.9 S.232 H.2376 Şamil, ayrıca: Tirmizi, savm 24. )

837-. ... Ma’dân b. Talha’dan rivâyet edildiğine göre, Ebû-d-Derdâ ona Resûlullah (s.a.)’ın
(kendi isteği olmadan) istifrâ edip, orucunu açtığını haber vermiştir.
Ma’dan şöyle der:
Dimeşk mescidinde Peygamber (s.a.’ın âzatlısı Savbân (r.a)’la karşılaşıp kendisine;
Ebû-d-Derdâ bana, Resûlullah (s.a.)’ın, istifra edip, orucunu açtığını haber verdi dedim.
- Doğru söylemiş, ona ab dest suyunu da ben döktüm, dedi. (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14),
Bâb 33 C.9 S.240 H.2381 Şamil, )

Bu rivayette kasıtlı olmadan kusanın orucu bozulur demelerine rağmen, evvelki rivayette
bozulmaz demeleri bir çelişkidir.

838-. ... Rasûlullah (s.a.)’ın hanımlarından birisinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.) Zilhiccenin dokuz günü, aşure günü ve her ay ayın ilk Pazartesi ve
Perşembe günleri (olmak üzere) üç gün oruç tutardı. (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb
61 C.9 S.355 H.2437 Şamil, ayrıca: Nesâi, sıyâm 83. )

839-. ... İbni Abbas (r.a.)’dan, demiştir ki:Rasûlullah (s.a.);


“Kendisinde amel-i sâlih işlenen günlerin Allah katında en sevimlisi şu günlerdir-yani
zilhiccenin (ilk) on günü-”
- Ya Rasûlullah! Allah yolunda cihad da mı (O günler kadar sevimli değildir.)?! dediler.
Efendimiz (s.a.);
“-Allah yolunda cihad da! Ancak canı ve malı ile cihada gidip de bunlardan bir şey
döndürmeyen müstesna” diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb 61 C.9
S.357 H.2438 Şamil, ayrıca: Buhari, İydeyn 11; Tirmizi, savm 51; İbn Mâce, sıyam 39. )

Tahdis etmiş oldukları rivayette, Zilhiccenin ilk on gününde oruç tutmanın, bir kimsenin
şehit olup, ayrıca şehitlikle birlikte tüm malının gitmesi hariç, tüm iyi âmellerden (tüm
sevap işleme hususlarından) daha üstün olduğunu rivayet ettiler.

840-. ... Aişe (r.anha)’dan; demiştir ki:


“Rasûlullah (s.a.)’ı Zilhiccenin on gününde oruç tutarken hiç görmedim.” (Ebû Dâvûd,
K.es-Sıyâm (14), Bâb 62 C.9 S.359 H.2439 Şamil, ayrıca: Müslim, itikaf 9; Tirmizi, savm
50. )

Evvelki rivayetlerde, Peygamberin zilhiccenin ilk dokuz gününde oruç tutuğunu ve


zilhiccenin ilk on günü orucunu, Şehitlik ve tüm malın birlikte gitmesi istisnası dışında
tüm iyi amellerden, örneğin, Kadir gecesinde yapılan amellerden üstün tutup, buna rağmen
bütün bu iddialarını görmezlikten gelerek, bu rivayette ise Peygamber hiçbir zaman böyle
328
bir oruç tutmamıştır demeleri bir çelişkidir.

841- Hz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh demiştir ki: “Hayır Kâbe’nin Rabbine yemin olsun!
“Cünüp olarak sabahlayan kimse orucunu bozsun!” sözünü ben söylemedim. Bunu
söyleyen, Muhammed aleyhissalâtu vesselâm’dır.” K.S.6527 C.17 S.167 Akçağ, alıntısı:
İbni Mace 1702. )

842-...... Bize Ebû’l-Yemân tahdis edip şöyle dedi: Bize Şuayb ibnu Ebi Hamza, ez-
Zuhri’den haber verdi. O şöyle demiştir: Bana Ebû Bekr ibnu Abdirrahmân ibn Hâris
haber verdi ki, babası Abdurrahmân, Mervân ibnu’l-Hakem’e şunu haber vermiştir; Âişe
ve Ümmü Seleme bu Abdurrahmân’a Resûlullah (S) ehliyle cinsi münâsebetten dolayı
cünüp olduğu hâlde fecr ona erişirdi.Fecrden sonra Rasûlullah yıkanır ve orucunu tutardı,
diye haber verdiler. ....... (Buhari, Kitâbu’s-Savm C.4 S.1792 H.34 Ötüken. )

Bu iki rivayet çelişkili olduğu gibi, son rivayet, Peygamberin ailesine saygısızlık
içermektedir. Daha önce de örneklerini yazdığım gibi, evlilikteki cinsel hayatla ilgili
konuları, Peygamberin eşleri ağzından hep erkeklerin duyup tahdis ettiklerini rivayet
etmişlerdir. Peygambere bu gibi konuları, herhangi bir aileyi söz konusu etmeden soracak
erkek sahabe veya Peygamberin eşlerinden soracak bayan sahabe yok muydu? Kasıtlı
yazdıkları fazla izaha ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır. Ayrıca bu rivayetlerinde,
Peygamberin fecir namazını kılmadığını da iddia etmişlerdir. Fecirden sonra yıkandığını
söylemekle bunu iddia etmişlerdir, zira cenabetli olarak namaz kılınmaz, fecirden sonra
da, fecir namazının vakti çıkmış demektir.

843- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor:”Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Recep


ayı orucunu yasaklamıştır.” (K.S. 6536 C.17 S.171 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1743. )

844- Abdullah İbnu Büsr es-Sülemi, kız kardeşi es-Sammâ (radıyallahu anhâ)’dan
naklediyor: ”Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cumartesi günü oruç
tutmayın, ancak Allah’ın size farz ettiği şeyde o gün oruç tutarsınız. Biriniz yiyecek
nev’inden bir şey bulamaz da sadece üzüm (asması) kabuğu veya bir ağaç çöpü bulacak
olsa onu ağzında çiğnesin (ve yinede Cumartesi günü oruçlu olmasın).” (K.S. 3179 S.489,
alıntıları:Ebu Dâvud, Savm 51,(2421); Tirmizi, Savm 43,(744); İbnu Mâce, Sıyâm 38,
(1726). )

845- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Şaban ayı yarılandı mı artık oruç tutmayın.” (K.S. 3174 C.9 S.486 Akçağ,
alıntıları: Ebu Dâvud, Savm 12,(2337); Tirmizi, Savm 38,(738). )

846- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Sizden hiç kimse, cuma günü oruç tutmasın. Ancak bir gün önceden veya
sonradan oruç tutuyorsa bu takdirde cuma günü de oruç tutabilir.” (K.S. 3177 C.9 S.488
Akçağ, alıntıları: Buhari, Savm 63; Müslim, Sıyâm 147,148; Ebu Dâvud, Savm 50,(2420);
Tirmizi, Savm 42,(743). )

Orucun tutulamayacağı günler adı altında bir takım rivayetler uydurdular. Buna rağmen şu
rivayetleri çelişkili olarak rivayet ettiler.
329
847-. ... Resûlullah (s.a.)’ın hanımlarından birisinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.) Zilhiccenin dokuz günü, aşure günü ve her ay ayın ilk Pazartesi ve
Perşembe günleri (olmak üzere) üç gün oruç tutardı. (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb
61 C.9 S.355 H.2437 Şamil, ayrıca: Nesâi, sıyâm 83. )

848- Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm’ın: “Nuh aleyhisselâm Ramazan ve Kurban bayramları hariç, yıl orucu
tutmuştur” dediğini işittim.” K.S.6528 C.17 S.167 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1714. )

Bu rivayetlerle, evvelki rivayetlerin çelişkili oldukları açıktır. Zira her bir tam yıl içinde
Recep ayı ve Cumartesi günleri mevcut olup, Nuh peygamberin bu günlerde oruç
tuttuğunu tahdis ettiler. Peygamberin Zilhiccenin dokuz günü oruç tuttuğunu söylemekle
farz olmamasına rağmen, cumartesi günü oruç tuttuğunu rivayet etmeleri diğer bir
çelişkidir.

849- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları
kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.” (K.S. 3113 C.9 S.426 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Savm 5, Bed’ü-Halk 11, Müslim, Sıyâm 2,(1079); Nesâi, Sıyâm 5,(4,129). )

İddia ettiklerine göre Ramazan ayı girdiği zaman Cennetin kapıları açılıp, cehennemin
kapıları kapanıp şeytanlarda zincire vuruluyormuş. Yalan rivayet uydurdukları, Ramazan
ayında günah ve azgınlık içinde hayat sürdüren bir çok kimsenin varlığından da bellidir.
Zira şeytanlar yalnız cinlerden değildir, insanlardan da şeytanlar vardır. Eğer Ramazanda
şeytanlar zincirli iseler, Ramazana rağmen bir birlerini saptırmakla meşgul çok sayıda
insanın varlığını neyle izah ediyorlar?

İnsanlardan da şeytanların olduğuyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar),
aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabb’in dileseydi onu
yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. 6/112

Ayrıca, Oruç tutmak yalnız yemek yememek su içmemek olayı da değildir.


Oruçluyken kadınlara cinsel yaklaşımla dokunmakta yasaktır.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Oruç gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Onlar sizin elbiselerinizdir,
siz de onların elbisesisiniz. Allah, sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi de
tövbenizi kabûl edip sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için
yaz(ıp takdir etmiş ol)duğunu talep edin, şafağın beyaz ipliği siyah iplikten ayırt
edilinceye kadar yiyin, için; sonra tâ gece oluncaya dek orucu tamamlayın;
mescitlerde ibâdete çekilmiş iken kadınlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın (yasak)
sınırlarıdır, bunlara yaklaşmayın. Allah, insanlara ayetlerini böyle açıklar ki
korunup sakınsınlar. 2/187

Demek ki, kadınları öpmek orucu bozar, ayet mealinde görüldüğü gibi, önceden ramazan
330
ayında geceleyin dahi kadınlara yaklaşmak yasaktı. Allah rahmetiyle gece yasağını,
mescitte ihtikafta olanlar haricindekiler için kaldırdı. Gündüz yasağını oruç müddetince
geçerli kaldı. Bu itibarla bu hususlara uymayan bütün rivayetleri asılsızdır.

HACC KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

850- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’


muhrimin giyeceği şeylerden sorulmuştu şu cevabı verdi: “Muhrim ne kamis (gömlek). Ne
sarık, ne bürnus, ne şalvar ne de vers veya zaferân bulaşmış bir giysi taşımaz. Ayağında da
mest (ve benzeri ayakkabı) yoktur. Ancak nalın bulamazsa, mestlerin topuktan aşağı
kısmını kesmelidir.”
Buhari’de şu ziyade var: “İhramlı kadın yüzünü örtmez, eldiven de giymez”. (K.S. 1199
C.5 S.321 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Hacc 21, Cezâu’s-Sayd 13,15, İlm 53, Salât 9;
Müslim, Hacc 1,(1177); Tirmizi, Hacc 18,(833); Ebû Dâvud, Menâsik 32,
(1824,1825,1826); Nesâi, Hacc 28,(5,129). )

İhram kelime olarak yasaklamak manasına geldiği halde, ihramlının giydiği elbiseye de
atfetmişlerdir. Hal bu ki konu elbiseyle ilgili olmayıp, hacıların daha önce yaptıkları bazı
fiillerin, Hac esnasında kendilerine yasak olması hususudur. Bu hususta, Kur’an’dan örnek
verecek olursam, mealen:

- Ey İnananlar, ihramda iken av öldürmeyin. Sizden kim kasden onu öldürürse,


öldürdüğünün dengi olan bir hayvan cezası vardır ki(bu öldürülene denk olduğuna)
içinizden iki âdil kişinin karar vereceği, Kabe’ye varacak bir kurban; yâhud
yoksullara yedirme şeklinde kefaret; ya da buna denk oruçtur. Ta ki böylece (o
insan), yaptığı işin vebâlini tadsın. Allah, geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar
ederse, Allah ondan intikam alacaktır. Şüphesiz Allah izzet, kudret ve intikam
sahibidir. 5/95

- Hem kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onu yemek,
size helâl kılındı. İhramda olduğunuz sürece size kara avı yasaklandı. Huzûruna
toplanacağınız Allah’tan korkun! 5/96

- Hacc, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendisine) farz
ederse bilsin ki, Hacda kadına yaklaşmak, günâha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz
ne iyilik ederseniz Allah onu bilir. (Yol için) kendinize azık alın(da bir günaha
düşmekten korunun), çünkü azığın en iyisi (Allah’ın azabından) korunmadır. Ey akıl
sahipleri benden korkun! 2/197

Ayrıca uydurmuş oldukları rivayette “İhramlı kadın yüzünü örtmez, eldiven de giymez”
demektedirler. Buna rağmen, Halife Osman’ın ihramlı iken yüzünü örttüğünü iddia ile,
erkeklerin ihramlıyken yüzlerini örtmeleri gerektiğini dolaylı olarak tahdis etmişlerdir.
Şöyle ki:

851- Kasım İbnu Muhammed anlatıyor: “Bana, el-Ferâfisa İbnu Umeyr el-Hanefi haber
verdi ki, O, Hz. Osman (radıyallahu anh)’ı, ihramlı iken yüzünü örter görmüş”. (K.S. 1207
331
C.5 S.330 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Hacc 13,(1,327). )

Bununla da yetinmeyerek, İhramlı kadınların yüzlerini ve ellerini örtmemeleri gerektiği


yolundaki rivayetlerini yalanlayan şu rivayeti uydurdular.

852- Hz. Aişe (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Biz (kadınlar) ihramlı olarak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’la beraber iken, binekliler bize uğrardı. Onlar tam hizamıza
gelince, her birimiz cilbabını başından yüzünün üzerine sarkıtıverirdi. Bizi geçtiler mi
tekrar kaldırırdık”. (K.S. 1209 C.5 S.331 Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud Menâsik 34,(1833). )

853- Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki: “İhramlı ne evlenir, ne evlendirir ne de dünür gönderir”. (K.S. 1237 C.5
S.356 Akçağ, alıntıları: Müslim, Nikâh 41,(1409); Muvatta , Hacc 70,(1,348,349); Ebu
Dâvud, Menâsik 37,(1841); Tirmizi, Hacc 23,(840); Nesâi, Hacc 91,(5,192). )

854- İbni Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


Meymune validemizle (radıyallahu anhâ) ihramlı iken evlendiler. (K.S. 1233 C.5 S.353
Akçağ, alıntıları: Buhari, Cezâu’s-Sayd 12, Meğazi 43, Nikâh 30; Müslim, Nikâh 46,
(1410); Ebu Dâvud, Menâsik 39,(1844,1845): Tirmizi, Hacc 24,(842); Nesâi, Hacc 90,
(1,191,192). )

Yukarıdaki iki rivayetin çelişkili oldukları açıktır.

855- Hz. Muâviye (radıyallahu anh)’den yapılan rivayete göre şöyle buyurmuştur. “Ey
Resûlullah’ın ashabı! biliyor musunuz, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu yapmayı
yasakladı, kaplan derilerine oturmayı yasakladı?” dinleyenler: “Evet (biliyoruz!)” dediler.
Hz. Muâviye (radıyallahu anh) tekrar sordu: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın hacc
ile umrenin arasını birleştirmenizi (hacc-ı kıran yapmanızı) da yasakladığını biliyor
musunuz!” Yanındakiler “Hayır, bunu bilmiyoruz!” dediler. Hz. Muâviye (radıyallahu
anh):
“Öyleyse bilin bu da öbürleriyle birlikte (yasaklar arasında). Ne var ki, sizler
unutmuşsunuz!” dedi”. (K.S. 1280 C.5 S.396 Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud, Men3asik 23,
(1794). )

856- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’den rivâyete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) hacc-ı ifrad (umresiz hac) yapmıştır”. (K.S.1278 C.5 S.394 Akçağ, alıntıları:
Müslim, Hacc 122,(1211); Tirmizi, Hacc 10,(820); Ebû Dâvud, Menâsik 23,(1777); Nesâi,
Hacc 48,(5,145). )

Yukarıdaki iki rivayette, Hacc ve Umrenin birleştirilemeyeceğini tahdis ettiler. Buna


rağmen şu rivayeti tahdis ettiler:

857- Hz Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı hacc ve


umre her ikisi için de (ihrama girip) telbiye çekerken işittim.”
Bekr İbnu Abdillah el-Müzeni demiş ki: “Ben bunu Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)’e söyledim. Bana:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece hacc için telbiye
getirdi” diye cevap verdi.
Sonra tekrar Enes (radıyallahu anh)’le karşılaştım ve İbnu Ömer’in sözünü kendisine
332
aktardım. Bana (kızarak):
“Galiba bizi çocuk yerine koyuyorsunuz. Ben “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı:
“Umre ve hacc için Lebbeyk!” derken işittim” dedi”. (K.S. 1282 C.5 S.398 Akçağ,
alıntıları: Buhâri, Taksiru’s-Salât 5, Hacc 24,25,27,117,119, Cihâd 104,126; Müslim, Hacc
185,(1232); Ebu Dâvud, Hacc 24,(1795); Tirmizi, Hacc 11,(821); Nesâi, Hacc 49,(5,150);
İbnu Mâce, Hacc 38,(2968,2969).)

Bu rivayette, Hacc-ı Kıran yapılabilir demekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye


düşmüşlerdir.

858- Ebu Cübeyr anlatıyor: İbni Abbâs (radıyallahu anhümâ)’a dedim ki:“Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ın, vâcip kıldığı zaman, getirdiği telbiye hususunda Ashab’ın
ihtilafına doğrusu hayret ediyorum!” Bana şu cevabı verdi:
“Bu meseleyi ben herkesten iyi biliyorum. Aslında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek
bir hacc yaptı. Bütün ihtilaflar bununla ilgili..................... (K.S. 1263 C.5 S.378 Akçağ,
alıntısı: Ebu Dâvud, Menâsik 21,(1770). )

Bu rivayette, Resûlullah’ın tek bir sefer hacc ettiğini tahdis ettiler.

859-. ... Âişe bint Sa’id b. Ebi Vakkâs’dan; Sa’d b. Vakkâs şöyle) demiştir:
- Peygamber (s.a.) (hacca gitmek için) el-für’ yolunu seçecek olursa, bineği kendisini
kaldırdığı zaman yüksek sesle telbiye getirerek ihrama girerdi, Eğer Uhud yolunu seçecek
olursa, Beydâ dağı üzerine çıktığı zaman yüksek sesle telbiye getirerek ihrama girerdi.
(Ebu Dâvûd, K.el-Menâsik (11), Bâb 21 H.1775 C.7 S.23 Şamil. )

Bu rivayette Peygamberin birden fazla hacc ettiğini tahdis etmişlerdir, zira rivayette
Peygamberin hacca gidiş yolları birden fazladır. Bu ise evvelki rivayetle bir çelişki teşkil
eder.

860- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
taşları atacağı zaman yaya gider, yaya dönerdi.” (K.S. 1450 C.6 S.19 Akçağ, alıntıları: Ebu
Dâvud, Menâsik 78,(1969); Tirmizi, Hacc 63,(900). )

Bu rivayette taşlamanın yaya yapılması gerektiğini rivayet ettiler.

861- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Yevm-i Nahr’de (kurban gününde) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ı, taşlamayı binerek yaparken gördüm. Taşlarını devesinin
üzerinde iken atmış ve şöyle demişti:
“Menâsikinizi benden alın. Bilmiyorum, belki de bu hacc dan sonra hacc yapamam”
(K.S.1452 C.6 S.19 Akçağ, alıntıları: Müslim, Hacc 310,(2197); Ebu Dâvud, 78,(1970);
Nesâi, Hacc 220,(5,270). )

Bu rivayette ise taşlamanın, binekli olarak yapılacağını tahdis etmeleri bir çelişkidir.

862-. ... Abdullah b. Ömer’den rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (s.a)’e ihramlının
öldürmesi câiz olan kara hayvanları sorulmuş da Peygamber (s.a.):
“Beş (çeşit) hayvan vardır ki onları harem dışında da haremde de öldürmekte herhangi bir
günah yoktur: Akrep, fare, çaylak, karga ve saldırgan köpektir” buyurmuş. (Ebu Dâvûd,
333
K.el-Menâsik (11). Bâb 39 H.1846 C.7 S.169 Şamil, ayrıca: Buhari, Cezau’s-sayd
7; bedu’l-halk 16; Müslim, hac 66,69,71,79; Tirmizi, hac 21; Nesâi, hac
82,84,86,88,113,114,116,119; İbni Mâce, menâsik 91. )

863-. ... Ebu Said-el-Hudri (r.a)’den rivâyet edildiğine göre, Peygamber (s.a.)’e ihramlının
neleri öldürebileceği sorulmuş da;
“Yılan, akrep, fare (öldürülebilir), kargaya atış yapılabilir fakat öldürülemez. Yırtıcı
köpek, çaylak ve saldırgan hayvan da (ihramlı tarafından öldürülebilir.) buyurmuştur. (Ebu
Dâvûd, K.el-Menâsik (11), Bâb 39 H.1848 C.7 S.177 Şamil, ayrıca: Tirmizi Hac 21; İbn
Mâce, menâsik 91. )

Bu rivayette, evvelki rivayetin aksine, Yılan öldürülmeli, Karga öldürülmemeli demeleri


bir çelişkidir.

864-. ... El-Muhâcir el-Mekki’den; demiştir ki: Câbir b. Abdillah’a;


Beyt-i (şerifi) gören adam ellerini kaldırır mı? diye soruldu da;
- Ben Yahudilerden başka bunu yapan kimse görmedim. Ve Resûlullah (s.a.)’la birlikte
hac ettik bunu o da yapmadı, diye cevap verdi. (Ebu Dâvud, K.el-Menâsik (11), Bâb 45
H.1870 C.7 S.222 Şamil, ayrıca: Tirmizi, hac 32; Nesâi hac 122. )

865-. ... Ebu Hüreyre (r.a.)’dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) (Medine’den Mekke’ye
gitmek üzere) yöneldi, Mekke’ye girince Hacer’i Esved’e varıp onu selâmladı sonra Beyt-i
tavaf etti. Sonra Safa’ya varıp Beyt’i görebilecek şekilde üzerine çıktı, ellerini kaldırıp
Allah’ı zikretmeye ve dilediği duayı okumaya başladı..... (Ebu Dâvud,K.el-Menâsik (11),
Bâb 45 H.1872 C.7 S.225 Şamil, ayrıca: Müslim, cihad ve siyer 84. )

Kâbe karşısında ellerin kaldırılıp kaldırılamayacağı konusunda rivayetlerin çelişkili


oldukları açıktır.

866- Abdullah ibn Abbâs (R) şöyle demiştir: el-Fadl İbnu Abbâs Rasûlullah’ın redifi (yâni
hayvan üstünde Peygamber’in arka tarafına binmiş kimse) idi. Hasam kabilesinden genç
bir kadın Rasûlullah’a geldi. Bu sırada Fadl kadına, kadına, kadın da Fadl’a bakmaya
başladı. Peygamber de Fadl’ın yüzünü (eliyle kadından) başka tarafa çevirmeye koyuldu.
Kadın:
- Yâ Rasûlullah! Allah’ın kulları üzerinde hacc husûsundaki farizası babama çok yaşlı
ihtiyarlığında erişti. O deve üzerinde sâbit duramaz hâldedir. Binâenaleyh kendisine
(vekâleten) ben hacc edebilir miyim? diye sordu.
- “Evet, vekâleten hacc edebilirsin!” diye cevâb verdi.
Bu suâl ve cevâb, Vedâ Haccı sırasında vâki’ oldu. (Buhari, Kitâbu’l-Hacc H.1 C.3 S.1443
Ötüken, ayrıca: (K.S. 1553) ten, Buhari, Hacc 1,Cezâu’s-Sayd 23,24, İsti’zan 2; Müslim,
Hacc 407,408,(1334,1335); Muvatta, Hacc 97,(1,359); Tirmizi, Hacc 85,(928); Ebu
Dâvud, Menâsik 26,(1809); Nesâi, Hacc 9,11,12,(5,117,118). )

Daha önce, kimsenin, kimse yerine âmel işleyemeyeceğini Oruç kısmında izah ettiğim
gibi, hiç kimse başkası yerine Hacc edemez ve Haccın bir kimse için farz olabilmesi için o
kimsenin sağlığı dahil imkanlarının müsait olması gerekir. Bu itibarla yolculuk yapma
imkanı olmayan bir Yaşlı ihtiyara hacc farz olamayacağından, bu yönden rivayetin
uydurma olduğu bellidir. Bu hususta örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:
334

- Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kurulan ev, Mekke’de olandır. Alemlere,
bereket ve hidayet olarak kurulmuştur. 3/96

- Onda apaçık nişâneler, İbrahim’in makamı vardır. Ve ona giren, güvene erer.
Oraya gücü yetip yol bulabilenlerin Beyti haccetmeleri, insanlar üzerinde Allah’ın
bir hakkıdır. Kim inkâr ederse şüphesiz Allah, bütün alemlerden müstağnidir. 3/97

Görüldüğü gibi, Haccın farz olması için, oraya gidecek kimsenin, bedenen ve maddeten
güç bulabilmesine bağlıdır. Rivayette ise, sağlığı Hacca gitmeye müsait olmayan bir
kimseye Hacc farizasının eriştiğini iddia etmeleri, Kur’an’a uymayan boş bir iddiadır.

Anlaşılan odur ki, Haccın vekaleten yapılabileceği yolundaki iddialarından asıl amaçları,
Hacca gitmek istemeyen ve aynı zamanda İslam halifesi olduğunu iddia eden bir takım
kimselerle, bunların devlet kademelerinde ileri gelen yöneticilerine ve bir takım imkan
sahibi zenginlere vekil göndermeleri suretiyle halkın gözünde onları Hacca gitmiyorlar
durumundan kurtarmak içindir.

Diğer bir hususta, yukarıda mealini yazmış olduğum 3 Âl-i İmran 97 sûresinde belirtildiği
gibi, Hacc ederken Beyti (Kabe’yi) Haccetmek kesinlikle farz olmasına rağmen, yazmış
oldukları rivayetlerde bunu inkar ederek, hacc dan maksadın, diğer bir ifadeyle Hacı
olabilmenin tek şartının Arafat dağına çıkmak olduğunu, Kabe’yi haccetmenin farz
olmadığını rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:

867- Urve İbnu Muderrıs et-Tâi (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm )’a Müzdelife’de namazı kıldığı zaman geldim.
“Ey Allah’ın Resûlü dedim, ben Tayy dağlarından geliyorum. Hayvanım da kendim de
yorgunum ve bitkin düştük. Allah’a kasem olsun, ey Allah’ın Resûlü, gelirken geçtiğim
her dağın başında mutlaka durdum. Benim için hacc imkânı var mı?”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ) şu cevabı verdi:
“Bizimle birlikte şu namazı burada kılıp, bizimle kalan, bundan önce de Arafat’da
geceleyin ve gündüzleyin kalmış olan, artık haccını tamamlamış, haramlardan kurtulmuş
olur”. (K.S.1426 C.5 S.541-542 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Hacc 57,(891); Ebu Dâvud,
Menâsik 69,(1950); Nesâi, Hacc 211, (5,263); İbnu Mâce, Menâsik 57,(3016).)

868- Abdurrahman İbnu Ya’mur ed-Dili (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm ) Arafat’da iken, münâdisine (tellâlına) şöyle nidâ edip
duyurmasını emretti: “Hacc Arafat’tır, kim Cem (Müzdelife) gecesi fecrin doğmasından
önce (vakfeye) yetişirse, haccı idrak etmiş demektir. Eyyâm-ı Minâ üç gündür. Kim ilk
günde acele davranırsa, herhangi bir günah terettüp etmediği gibi, te’hir edene de bir
günah terettüp etmez”. (K.S. 1427 C.5 S.544 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Hacc 57,(889);
Ebu Davud, Menâsik 69,(1949); Nesâi, Hacc 211,(5,264); İbnu Mâce, Menâsik 37,
(3015). )

Her iki rivayette Hacc etmenin Kabe’yi haccetmeyle bir ilgisi olmadığını ısrarla iddia
etmişlerdir. Öyle ki 868 ci örnekte Haccın Arafat’tan ibaret olduğunu tellâla
söyletmişlerdir. Bundan da anlaşılır ki ne Kabe’den , nede Kabe’nin tavaf edilmesinden
hoşlanmadıkları gibi, rahatsız olmaktadırlar. Hoşlanmadıklarına dair başka örnekler
335
verecek olursam şu rivayetler çok ibret vericidir:

869- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ) efendimiz
buyurdular ki: “Tahâret maksadıyla taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir. Safa ile
Merve arasında say tektir, (Kabe’yi) tavaf da tektir. Öyle ise sizden biri (tahâret için) taş
kullanacaksa bunu da tek kılsın.” (K.S. 1453 C.6 S.23 Akçağ, alıntısı: Müslim, Hacc 315,
(1300). )

Ard niyet yok ise, kendilerinin tuvalette temizlenmek için kullandığı taş sayısı ile, Kabe’yi
tavaf veya Safa ile Merve arasında say etme arasında “Haşa” ne gibi bir ilgi var ki?
Utanmadan bir birlerine emsal gösteriyorlar.

870- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm )
buyurdular ki:
“Ka’be’yi, Habeşlilerden bacakları ince bir adam tahrip edecektir. (K.S. 4593 C.12 S.532
Akçağ, alıntıları:Buhari, Hacc 49; Müslim, Fiten 57, (2909; Nesai, Hacc 125, (5,216). )

871- Buhâri’nin İbnu Abbas’tan kaydettiği diğer bir rivayete göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm ) şöyle buyurmuştur: “Kâ’be’yi yıkacak olan o ayrık iri ayaklı,
güdük kafalı (koyu siyah) Habeşli’yi Kâ’be’nin taşlarını birer birer söker halde görür
gibiyim!” (K.S. 4594 C.12 S.532 Akçağ, alıntısı: Buhari, Hacc 49.)

872- İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm ) buyurdular ki: “Habeşliler sizi terk ettikçe onları terkedin. Zira, Kâ’be’nin
hazinesini sadece zü’s-süvaykateyn (ince bacaklı olan kimse) çıkaracaktır.” (K.S. 4595
C.12 S.533 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Melâhim 11,(4309). )

İnsanları Kabe’ye saldırtmak için, Kabe’nin altında hazine olduğunu uydurdukları gibi,
zayıf bacaklı bir Habeşlinin Kabe’yi yıkabileceğini uydurmakla da, Kabe’yi herkesin
yıkmaya güç yetirebileceğini rivayet etmişlerdir. Bu da Kabe’ye karşı göstermiş oldukları
düşmanlıklarının bir göstergesidir. Kabe’nin yıkılması için gösterdikleri hasretlerine
karşılık, onlara fil ashabının başlarına geleni hatırlatırız. Hayali bir kişiyi konu edip, bütün
Habeşlileri mûzur kimseler olarak göstermeleri, Habeşistan’a hicret eden sahabelere,
Habeşlilerin vermiş oldukları destekten dolayıdır.

873- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki: “Hacc ayları Şevvâl, Zülkade ve
Zilhicce’den de on gündür. (K.S. 1182 C.5 S.305 Akçağ alıntısı: Buhari, Hacc 33, bab
başlığı olarak. )

Tahdis etmiş oldukları rivayette, Hac edebilme süresini iki ay on gün olarak ifade
etmelerine rağmen, bu süreyi hükümsüz bırakacak şekilde, Haccın Arafat vakfesinden
ibaret olduğunu ve bu vakfe zamanının da iki ay on günlük sürenin son gün ve gecesinden
ibaret olduğunu, bu gün ve gecede vakfe yapmayan kimsenin haccının geçersiz olacağını
tahdis ve iddia etmişlerdir. Böylece iki ay on günlük sürenin ilk gününde hacca gelmiş
olan kimseler dahil olmak üzere her yıl hacca gelmiş olan bütün hacı adaylarının yurtlarına
geri dönmeyip iki ay on gün bekleseler dahi illâki son gün veya gecede Arafat’ta vakfe
yapmaları gerekir demeleri ile, iki ay on günlük süreyi bir güne indirmiş olmaktadır. Bu
336
duruma göre, hacca gitmeye niyetli olan kimselerin tamamına yakın kısmı, iki ay on
gün beklememek için, bu sürenin on veya on beş günlük son kısmında hacca
gitmektedirler, böylece hacc yerinde milyonlarca insanın birikmesi suretiyle izdihamların
meydana gelmesine böylece Mal ve Can kaybına sebep olmaktadırlar. Ayrıca bu izdiham
içerisinde, erkek ve kadınların beraber hacc etmeleri İslam dininin haya ve tesettürüne
aykırıdır. Hele ihram dedikleri o elbiseleri İslam ahlakı açısından çok berbat ve uygunsuz
durumların meydana gelmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki, yorgun düşüp yere serpilen
haccıların tesettürlerini koruması çok zordur.

Bu hususta tahdis etmiş oldukları rivayetlerine örnek olarak:

874-. ... Abdurrahman b. Ya’mur ed-Deyl(em)i’den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)


Arafat’ta iken yanına varmıştım. Necid halkından da bazı kimseler -Yahut bir grup-
geldiler. (İçlerinden) birine (Hz. Peygamber’e hacla ilgili sorular sormasını) emrettiler. (O
da) Resûlullah (s.a.)’e (Arafat’ta vakfeye yetişemeyen kimsenin) hacc(ı) nasıldır? diye
sordu. Resûlullah (s.a.) de birisine emretti. (O adam) da aldığı emre uyarak)
“-Hac, hac Arafe günü (vakfe yapmak) demektir, kim Müzdelife gecesi sabah olmadan
(Arafat’a) gelirse haccı tamdır. Minâ günleri üçtür, kim acele eder de iki gün de
(Mekke’ye dönerse) ona bir günah yoktur. (Minâ’da) geciken günahkâr olmaz” diye
yüksek sesle bağırdı. Sonra (o bağıran adamın) arkasından bir başka adam gönderdi. O da
aynı şeyleri yüksek sesle ilân etmeye başladı. (Ebû Dâvûd, K.el-Menâsik (11), Bâb 68
H.1949 C.7 S.368 Şamil, ayrıca: Tirmizi, hac 57, tefsir sûre (2),22; İbnu Mâce, menâsik
57; Nesâi, menâsik 211. )

Minâ günlerinden maksat, kurban bayramının 2,3,4 üncü günleridir. Bir başka ifadeyle,
Zilhiccenin 11,12,13 üncü günleridir. Bu ise tahdis etmiş oldukları iki ay on günlük
sürenin dışında ki bir olaydır.esas dikkat edilmesi gereken Hac ayları olarak göstermiş
oldukları sürede Arafe vakfesini hac süresinin son gününe bağlamış oldukları rivayet
iddialarıdır.

Arafe vakfesiyle ve hac aylarıyla ilgili olarak tahdis etmiş oldukları bu rivayetler asılsız
olup, Kur’an’la çelişmektedirler. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Hacc, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendisine) farz
ederse bilsin ki, Hacda kadına yaklaşmak, günâha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz
ne iyilik ederseniz Allah onu bilir. (Yol için) kendinize azık alın(da bir günaha
düşmekten korunun), çünkü azığın en iyisi (Allah’ın azabından) korunmadır. Ey akıl
sahipleri benden korkun! 2/197

Kur’an’a göre hac edebilme süresi aylardan müteşekkildir ve bu aylar öyle aylardır ki,
meşhur olup kesinlikle bilinmesi mümkün olan, bilinen aylardır. Şimdi bu ayların kaç tane
ve hangi aylar olduğuna Kur’an’dan bakalım. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Allah ve Resûlünden, andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır. 9/1

- Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız ve Allah,
kafirleri rezil (perişan) edecektir! 9/2
337
- Allah ve Resûlünden, hacc-ı ekber günü, insanlara bir ilândır ki, Allah da
Resûlü de müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır;
yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki siz, Allah’ı aslâ âciz bırakacak değilsiniz (Ey
Muhammed!) küfredenlere elim azâbı müjdele. 9/3

- Ancak andlaşma yaptığınız müşriklerden, (şartlara tam riâyet eden ve andlaşma


şartlarından) hiçbir şeyi eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka
çıkmayanların andlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın.
Çünkü Allah (azabından) korunanları sever. 9/4

- Haram ayları çıkınca (Allah’a) ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları
yakalayın hapsedin, ve her gözetleme yerinde otur(up) onları bekleyin. Eğer tevbe
ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah
bağışlayan, esirgeyendir. 9/5

Mealini yazmış olduğum bu dört ayette, Haram ayların dört olduğu ve bu ayların peş peşe
geldiği ile başlangıcının “Hacc-ı Ekber Günü” olduğu açıktır. Haram aylarla, hac aylarının
aynı aylar olup olmadığını ve “Hacc-ı Ekber Gününün” başlangıç olarak, haram, haram
aylarında başlangıcı olup olmadığını tetkik edecek olursak, aynı olduğunu görürüz. Zira
haram Hac aylarından başkası değildir, bu aylarda getirilen yasaklar, hacıların kolay hac
etmelerine büyük faydalar sağlamaktadır. Müşriklere dört aylık bir süre ihtar edilmiş,
haram aylarda Kur’an’da sarih olarak dörttür ve haram ayların bitişi bu ihtar edilen sürenin
bitişi olarak belirtilmiştir. Zira “Haram ayları çıkınca” ifadesi bunu göstermektedir. Haccın
haram aylar içerisinde olduğu başlangıcının “Hacc-ı Ekber Günü” ifadesinden anlaşılır.
Tüm haram ayların Hac etme süresini kapsayıp kapsamadığı konusunda, Kur’an’dan
mealen:

- Ey iman edenler, ne Allah’ın işaretlerine, ne harâm aya, ne kurbana, ne gerdanlık(lı


kurban)lara ve ne de Rab’lerinin lütuf ve rızâsını arzu ederek, Beyt-i Harâm’a doğru
gelenlere saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi
Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi
saldırıya sevk etmesin, iyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık
üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir. 5/2

- Allah, Kâbe’yi, o Beyt-i Haram’ı insanlar için kıyam (hayat ve güven) durağı yaptı,
ve Haram ayı, kurbanı, boynu bağlı kurbanlıkları da (böyle yaptı) ki Allah’ın
göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu anlıyasınız.
5/97

Bu iki örnekte, Kâbe Beyt-i Haram olarak isimlendirilmiş. Haram ayında ona ilgisinden
dolayı haram ay adını aldığı anlaşılmaktadır. İhramda yine bu şekilde isim almış
olmaktadır. Zira haram kelimesi hacla ilgili olarak, hacca gelen kimselerin yapmaması
gereken bazı fiillerle ilgilidir, bunlar öyle fiillerdir ki, hacca gelen kimselerin bunları
yapması hac etme süreleriyle ilgili olarak yasaktır. Örneğin: Kara avı yasağı, saldırı
olmaması halinde savaşmama gibi. Örneklerde Haram aylar dört tane olmasına rağmen bir
ay olarak söylenmesi ve hacla ilişkilendirilmesi ve bu haram aydan maksat, hangi ay
olduğu belirtilmemesi, tek olarak ifade edilen haram ayın, ayrı ayrı dört haram ayıda
temsil ettiği manasındadır. Böylece, “Hac bilinen aylardadır” ifadesiyle, hac aylarının
338
haram aylar olduğu anlaşılmış olur. Bu itibarla, hac ayları rivayet ettikleri ve
uygulamaya da koymadıkları, iki ay on gün değil, “dört haram aydır”.

Haram ayların hangileri olduğu konusunda da, Kur’an’la çelişen rivayetlerde


bulunmuşlardır. Şöyle ki:

875-............ Ebû Bekre Nufey’ ibnu’l-Hâris es-Sakafi(R)’den tahdis etti ki, Peygamber (S)
şöyle buyurmuştur: “Zaman (mikyas olan yıl hesâbı) Allah’ın gökleri ve Yer’i yarattığı
gündeki (ilk) hey’etine dönmüştür. (Artık) sene on iki aydır. Bunlardan dördü harâm
aylardır. Üçü arka arkayadır ki, Zu’l-kaide, Zu’l-hicce ve Muharrem’dir. Dördüncüsü de
Cumâda’l-âhiri ile Şa’bân arasında olarak Mudar kabilesinin ayı olan Receb’dir”. (Buhâri,
Kitâbu Bed’i’l-Halk C.6 S.2988 H.7 Ötüken.)

Kameri ayların adları Arapça da sırasıyla şöyledir:

1- Muharrem, 2- Safer, 3- Rebiulevvel, 4- Rebiussani, 5-Cemâdilûla, 6- Cemadilahire, 7-


Receb, 8- Şaban, 9- Ramazan, 10- Şevvel, 11- Zulkade, 12- Zülhicce.

Rivayette, haram ayların peş peşe gelen 11, 12, 1. nci aylar ile bunlardan ayrı olarak 7. nci
ay olan Receb ayını saymışlardır. Böylece, Muharrem ile Receb ayı arasında beş ay ve
Receb ile Zulkade arasında üç ay bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu ise Kur’an’a
uymamaktadır, zira, Haram aylar hiç birisi istisna olmamak üzere peş peşe gelen aylardır.
Buna örnek olarak Kur’an’dan mealen:

- Allah ve Resûlünden, andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır. 9/1

- Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız ve Allah,
kafirleri rezil (perişan) edecektir! 9/2

- Haram ayları çıkınca (Allah’a) ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları
yakalayın hapsedin, ve her gözetleme yerinde otur(up) onları bekleyin. Eğer tevbe
ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah
bağışlayan, esirgeyendir. 9/5

Bu ayet meallerinde belirtildiği gibi, haram ayların peş peşe olması kesin olup, bunun aksi
mümkün değildir. Zira, bu aylarla ilgili olarak, müşriklere dört aylık bir ihtar verilmiş ve
bu ayların bitişi ile de Müslümanlardan, onların hakkında yaptırım uygulamaları
istenmiştir. İddia ettikleri gibi haram aylar bitişik olmamış olsa idi o zaman bu dört aylık
sürenin dört ay olarak bir manası kalmazdı, zira Receb ayının gelmesi için aradan aylar
geçmesi gerekiyor. Böyle bir iddianın ise ne mantığı vardır, nede Kur’an’a uygunluğu.
Böylece anlaşılır ki, haram aylar, hac aylarının başlangıcı olduğunda ihtilaf olmayan,
Şevval ayından başlamak üzere, ondan sonra gelen Zulkade, Zülhicce ve Muharrem oyları
olmak üzere bitişik dört aydır. Receb ayı haram aylara dahil değildir. Bu dört ayda Hac
edecek kimselerin Hac etmesi mümkündür. Hac etme süresinin farzı, Hac eden kimselerin
her biri için iki gündür. yani hac eden bir kimse bu dört ay içerisindeki her hangi bitişik iki
günde haccını tamamlayıp ihramdan çıkmak suretiyle evine veya eski yaşantısına
dönebilir, ihramdan çıkmak ihram dedikleri elbiseyi çıkarmak manasında olmayıp, hac
etme sırasında kendisine yasak olan şeyleri hac mıntıkasından da çıkmak suretiyle yapa
339
bilmesidir. Hacda bulunduğu müddetçe ihramdan çıkmış sayılmaz, oradan geri
dönüş yapması şarttır. Arafe günü gibi herhangi bir özel gün beklemesi gerekmez. Hac
için Arafat dağına çıkan herkes için, Arafata çıktığı gün Arafe günüdür. Böylece geniş bir
zaman diliminde pek çok kimsenin Hac etmesi mümkün olacağından, çoğu kere tehlikeli
bir şekilde meydana gelen izdiham olayları ile, Bayanlı, Erkekli sıkışık bir vaziyette Hac
etme olayı meydana gelmesinin engellenmesi mümkündür. İslam dininde, Can güvenliğini
ve İslami tesettürü dışlayan Haccetme olayı yoktur.

Bu konularla ilgili olmak üzere, Kur’an’dan mealen:

- Ey Âdem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel elbiseler)inizi (üzerinize)


alın; yiyin için, fakat isrâf etmeyin; çünkü O, isrâf edenleri sevmez. 7/31

Her mescide gidildiğinde, gidenlerin süslü güzel elbiselerini giymeleri mecburidir. İhram
diye giydikleri bez iki parçasından süslü ve güzel elbise diye bahsetmek mümkün değildir.
Yoksa o bez parçasına sarınanlar, Mescid-i Haram’da olduklarının ve Mescid- Haram’ında
bir Mescid olduğunun farkında değiller mi?

İhrâm dedikleri şey: Peştamal gibi, iki beyaz bez olup, biri belden aşağı sarılır, öteki
omuzlara sarılır, iple bağlanmaz, düğümlenmez. Allah süslü güzel elbiselerinizi giyin diye
emrediyor, bunlarsa elbiselerin çıkarıp en zevksiz denebilecek iki bez parçasına
sarınıyorlar, ona da sarınma dense!

- Hacc, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendisine) farz
ederse bilsin ki, Hacda kadına yaklaşmak, günâha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz
ne iyilik ederseniz Allah onu bilir. (Yol için) kendinize azık alın(da bir günaha
düşmekten korunun), çünkü azığın en iyisi (Allah’ın azabından) korunmadır. Ey akıl
sahipleri benden korkun! 2/197

Hac ayları, haram aylar olan, Şevval, Zulkade, Zülhicce ve Muharrem aylarıdır.

- Hac’ta iken Allah’ın fazlından istemeniz günah değildir. Arafat’tan döndüğünüzde


Meş’ar’i haram’da Allah’ı zikredin. O’nu, sizi hidayet eylediği gibi anın. Çünkü
bundan önce siz, delâlette idiniz. 2/198

Burda da, Hac’ta rızık edinmek için ticaret veya iş yapılabileceğinin; başka bir ifadeyle
Hacc esnasında parasal kâr amacıyla çalışılabileceği. Ayrıca, “”Arafattan dündüğünüzde
Meş’ar-i haram da, Allah’ı zikredin” denildiğine göre, aynı zamanda Arafat’a da çıkılacağı
belirtilmiş olmaktadır.

- Sonra herkesin döndüğü yerden siz de dönün ve Allah’tan af dileyin. Allah çok
bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. 2/199

- Hac ibadetlerinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi hattâ daha kuvvetli bir anışla
Allah’ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler.
Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. 2/200

- Sayılı günlerde Allah’ı anın. Kim acele edip iki gün içinde (hacdan) dönerse ona
340
günâh yoktur. Kim geri kalırsa korunduğu takdirde ona da günâh
yoktur. Allah’tan korkun ve O’nun huzûruna toplanacağınızı bilin. 2/203

Böylece iki günde Hac edilebileceği anlaşılmış olur, Korunduğu, yani Hac’ta yapmamsı
gerekenleri yapmadığı takdirde isteyen iki günden fazlada kalabilir. İki günlük Hac süresi
acelesi olan kimseler içindir. Bu duruma göre Hac ayları olan dört haram ayın iki gününde
Hac farizasını tamamlamak mümkündür, bu iki gün acelesi olan vurgulamasından dolayı
bitişik iki gün olması gerektiği de açıktır. İki günden daha fazla kalmak isteyenlerin de
bulunabilmesi bütün hacıların birlikte toplanacakları özel bir Arafe gününün olmadığını da
göstermektedir.

- Haccı insanlar arasında ilân et. Yaya olarak ve binekler üstünde, her uzak
yollardan sana gelsinler. 22/27

- (Gelsinler)ki kendileri için birtakım faydalara tanık olsunlar ve (Allah’ın)


kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban
ederken) Allah’ın adını ansınlar. Onlardan yiyin, sıkıntı içinde bulunan fakire de
yedirin. 22/28

- Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i atik (Kabe’y)’i


tavaf etsinler. 22/29

Yukarıda yazılı üç ayet mealinde görüldüğü gibi, hac etme sıralaması belirtilmiştir. Şöyle
ki, hacca gelen kimseler önce kurban keserler, sonra temizlenirler (Saçları tıraş etmek,
kısaltmak, tırnakları kesmek, yıkanmak ve sair temizlik gereklerini yapmak sûretiyle)
bundan sonra adaklarını yerine getirirler, bu hususları yaptıktan sonradır ki Kabe’yi tavaf
edebilirler. Rivayetlerde ise durum tam bunun tersinedir. Yani önce hac edilir, ondan sonra
en son olarak kurban kesilir ve tıraş olunur. Bu arada isteyen kurban kesmeden önce ve
sonra saçını tıraş edebilir veya kısaltabilir iddiasındadırlar. Şöyle ki:

876- Abdullah İbnu Amr İbni-l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm ) Veda Haccı’nda Mina’da, halkın meselelerini sorması için
durmuştu. Bir adam gelip:
“(Ben kurbanın tıraştan önce olacağını) bilemedim ve kurbandan önce tıraş oldum?” dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ):
“(Şimdi de kurbanını)kes, burada bir beis yok” cevabını verdi. Bir başkası daha gelip:
“(Taşı kurbandan önce atmak gerektiğini) bilemedim ve taşlamayı yapmadan kurban
kestim” dedi. Buna da:
“ Şimdi taşını at, bunda bir mahzur yok!” diye cevap verdi. O gün Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm )’a “Şunu önce yaptık”; Bunu sonra yaptık” şeklinde takdim
te’hirle ilgili ne soruldu ise hepsine: “Yap bunda bir mahzur yoktur!” diye cevap verdi”.
(K.S. 1461 C.6 S.31-32 Akçağ, alıntıları: Buhari, Hacc 131, İlm 23,46, Eymân 15;
Müslim, Hacc 327,(1306); Muvatta, Hacc 242,(1,421); Tirmizi, Hacc 76,(916); Ebu
Dâvud, Menâsik 80, (2014); İbnu Mâce, Menâsik 74,(3051). )

877- Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm )


zevcelerine, veda Haccı senesinde ihramdan çıkmalarını emretti. Ben: “Siz niye ihramdan
çıkmıyorsunuz? diye sordum.
341
“Ben başımı telbit ettim, kurbanlığımı hazırladım, kurbanlığımı kesmeden
ihramdan çıkmam” diye cevap verdi”. (K.S. 1468 C.6 S.40 Akçağ, alıntıları: Buhari, Hacc
34,107,126, Meğazi 77, Libâs 89; Müslim, Hacc 186,(1229); Muvatta, Hacc 180,(1,394);
Ebu Dâvud, Menâsik 24, (1806);Nesâi, Hacc 40,(5,136) 67,(5,172); İbnu Mâce, Menâsik
72,(3046). )

Böylece hiçbir sıralama kabul etmedikleri gibi, en önce olması gereken kurban kesme ve
temizlenme (tıraş v.s.) işini esas kural olarak en sona almaları Kur’an’a uymamaktadır.
Diğer bir hususta en önce kurban kesilmesi lazım geldiğinden, kurban bayramı diye bir
şeyin İslam Dininde olmadığı da kolayca anlaşılır.

Ömre ve Hacla ilgili olarak da şu iki örneği verebiliriz, Kur’an’dan mealen:

- Allah için haccı ve ömre yi tamamlayın. Eğer (herhangi bir sebeple bundan)
alıkonulsanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin); kurban, mahalline varıncaya
kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı
bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadakadan veyâ
kurbandan (biriyle) fidye (verir). Güvene kavuştuğunuz zaman, hac (zamânın)a
kadar ömre ile faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurbanı
bulamayan kimse üç gün hac da, yedi gün de döndüğünüz vakit olmak üzere tam on
gün oruç tutar. Bu âilesi Mescid’i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah’tan
korkun ve Allah’ın cezâsının çetin olduğunu bilin. 2/196

Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, Ömre zamanı hac ayları başlamadan önceki yani hac
ayları dışındaki aylar da söz konusudur. Zira “Hac (zamanın)a kadar Ömre ile
faydalanmak isteyen” ifadesi bununla ilgilidir, ve dikkat edilirse, Hac etme sıralaması yine
önce kurban, sonra tıraş (ile temizlik) ve ondan sonra Kabe’yi tavaftır. Dikkat edilirse,
Namazda da abdest namazdan öncedir, yani önce temizlik sonra ibadet olayı vardır. Hac
ederken de, Kabe tavafını temizlenmiş olarak yapmak lazımdır, yoksa kirli, pasaklı bir
şekilde Kabe’yi tavaf edip, Hac bittikten sonra tıraş olup temizlenmenin Hac ile bir ilgisi
yoktur.

- Andolsun, Allah, Elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. (Allah’ın Elçisi, rüyâda ashâbiyle
birlikte Mekke’ye girdiklerini, bazılarının saçlarını tamâmen tıraş ettiklerini,
bazılarının da kısalttığını görmüştü.) Allah dilerse güven içinde (kiminiz) başlarınızı
tıraş ederek ve (kiminiz saçlarınızı) kısaltarak, korkmadan Mescid-i Haram’a
gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi, bundan önce, size yakın bir fetih verdi.
48/27

Bu örnekte de, tıraş veya saçları kısaltmanın Mescid-i Harâm’a girmeden önce olduğu
açıktır.

Hacca gidenlerin, Şeytanı taşlıyoruz diye günahsız bazı taşları; bu taşlarla örülmüş yapıları
taşlamaları ve dolayısıyla onları lanetlemelerinin İslam Diniyle hiçbir ilgisi olmadığı gibi,
aynı zamanda bu vebal olan büyük bir günahtır.

Kur’an’dan mealen:
342
- Sonra bunun ardından yine kalpleriniz katılaştı: şimdi onlar taş gibi. Hattâ daha
katıdır. Çünkü öylesi taş var ki. İçinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, Allah
korkusundan yukarıdan (yere) düşer. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir. 2/74

Şeytanı taşlayıp onu lanetlemenin yolu masum taşları taşlamak değildir. Şeytanla nasıl
mücadele edileceği Kur’an’da açıktır. Ancak Kur’an esas alınarak şeytanla mücadele
edilebilir.

Bütün bu örneklerde görüldüğü gibi, Hac etmenin Kur’an’dan anlaşılamayacağı; bunun


için rivayetlere ihtiyaç olduğu yolundaki iddialar aslı olmayan boş iddialardır. Zira, Hacla
ilgili her husus Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Hacla ilgili rivayetleri ise, kendi aralarında
çelişkili olduğu gibi, bir çok hususta da Kur’an’a uymamaktadırlar.

Buraya kadar yazmış olduğum birçok hadis örneğiyle, Kütüb-i Sitte’deki rivayetlere bağlı,
Ehli Sünnet inancında olan mezheplerin fıkıhlarına esas olarak aldıkları rivayetlerin
durumunu gözler önüne sermeyi amaçladım. Bazen rivayetleri bir birleriyle karşılaştırarak
aralarında ki çelişkilere dikkat çektim. Bazen de Kur’an ayetleriyle (Türkçe meallerini
yazmak suretiyle) rivayetleri karşılaştırarak Kur’an’a uymayan rivayetlerden örnekler
verdim. Bazen de Kur’an’da yeterli bilgi olmadığını, mücmel olduklarını iddia ettikleri,
Hac, Zekat, Namaz konularında, Kur’an ayetlerinden delil göstermek suretiyle iddialarında
haksız olduklarını kanıtlamaya çalıştım. Şu var ki, tenkit edilebilecek daha birçok
rivayetleri olmasına rağmen verdiğim misallerin anlamak isteyen kimseler için yeterli
olduğu kanaatindeyim.

Bilindiği gibi, bu çağda dahi dünya üzerinde Müslüman olduğunu söyleyen yüz
milyonlarca insan bulunmaktadır ve bu insanların inanç farklılıkları göstermelerinin, bir
birleriyle kardeş müminler olmaları gerekirken tam aksine, inanç mücadeleleri içinde
olmalarının yegane sebebi, ellerinde mevcut olan tahrif edilmemiş Kur’an’ı rehber
edinecekleri yerde. Kur’an’ın yanına bunlar da Kur’an gibidir, hatta Kur’an’ı nesh
edebilecek güçtedir diye iddia ettikleri rivayetlerdir. Zira, Şii’si, Vehhabi’si dahil olmak
üzere her grup kendi keyfine göre bir din anlayışı sergilemekte ve kendine gerekçe olarak
elindeki rivayetleri delil göstermektedir. Halbuki rivayetleri bir tarafa bırakıp, yalnız
Kur’an’ı rehber edinselerdi, kolayca bir inanç birliği meydana getirebilirlerdi. Zira
Kur’an’da ne çelişki nede eğrilik vardır. O öyle bir kitaptır ki, içinde bütün misaller
mevcut olduğu gibi, kolay anlaşılır, batini öğreti ihtiva etmeyen açık bir kitaptır. Ona
yapışan yoluna asla şaşırmaz, “O Ürvetül Vuskadır“, onun kopması olayı yoktur.

Sonuç olarak şunu belirteyim ki, bir kimsenin Müslüman olabilmesinin şartlarından
olarak. “Kur’an’ı başka hiçbir kaynağa ihtiyaç göstermeden, İslam Dini için yeterli ve
Normal İnsan duyularıyla anlaşıla bilir, hiçbir Batini mana içermeyen açık bir kitap olarak
kabul etmesi gerekir”. Kur’an Peygamberden sonra, İnsanların ve Cinlerin İslam Dinini
öğrenmek için tek bilgi kaynağıdır, O’nun bilgisi hiç kimsenin tekelinde olmadığı için,
hidayet yolunu seçen herkese bilgisi açıktır.

Buraya kadar yazdıklarımla birinci kitabı tamamlamış bulunuyorum. İkinci kitapta,


rivayetlerin inanç gruplarına nasıl etki ettiğini yine örnekli ve Kur’an’dan karşılaştırmalı
olmak üzere göstermeye çalıştım, bu bağlamda olmak üzere, İslam adı altında teşekkül
etmiş diğer inanç gruplarının inanç esaslarını konu ettim. Özellikle bugün taraftarları
343
bulunan Vehhabilik Mezhebi ve Kutub-i Erbaa diye ellerindeki dört hadis
kitaplarına göre mezhep ortaya koyan İmamiyye mezhebi ile tasavvufçuları, ayrıca İslam
dini adına ortaya çıkarılan, İbni Sina ve İbni rüşt gibisinin görüşlerini konu ederek,
Kur’an’a uymayan taraflarını göstermeye çalıştım. (Bu kitap dizgi aşamasında olup Allah
kısmet ederse en kısa zamanda yayınlanacaktır).

2. Kitap Bölüm 1

İKİNCİ KİTABIN ÖNSÖZÜ

Ehli Sünnetin Kütüb-i Sitte İsimli Hadis külliyatını Kütüb-i Sitenin Eleştirisi ve Kur’an’a
Arzı adıyla yayınlamış olduğum Birinci Kitabımda Kur’an’la karşılaştırmak Suretiyle
Hadislerin Kur’an’la olan çelişkileri ile hadislerin kendi aralarındaki çelişkilerini gözler
önüne sermeye sermeye çalıştım, ikinci kitap olarak KUR’AN DIŞI OLUŞUMLARIN
ELEŞTİRİSİ VE KUR’AN’A ARZI İsimli bu kitabımda ise Kur’an ölçüsüne göre
Vehhabilik, İmamiyye Şiası, Tasavvuf ve İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi gibi kimselerin
Felsefeleri, felsefi bağlantılarını da belirtilerek ortaya koymaya çalıştım, Kitap
okunduğunda bu gurupların Kur’an ile olan birçok uyumsuzluklarını ve çelişkilerini
görmek mümkündür. Bütün bu çalışmalarımdan amacım Kur’an’ın İslam dininin tek
kaynağı ve tek rehberi olduğunu belgelendirmek suretiyle ortaya koyarak, İslam dininde
inanç birliğinin sağlanması yolunda faydalı olmaya çalışmaktır. Allah’ın razı olduğu
şekilde faydalı olabildiysem bu beni mutlu eder. Kendim Bütün Müslüman ve Müminlerin
özelliğinden farklı bir özelliği olmayan Müslüman ve Mümin bir kimseyim. Bana vahiy
gelmez, ben Gaybı da bilmem, Müslüman ve Mümin olmam dışında hiçbir dini etiketim
yoktur. 21/08/2006

Fereç HÜDÜR

VEHHABİLER VE İSLAM ANLAYIŞLARI

Vehhabilik, Arap Yarımadasında Necd dolaylarında yaklaşık iki asır kadar önce
Muhammed b. Abdulvahhâb (1115-1206) tarafından kurulmuş bir mezheptir. Vehhabilik
mezhebi bugün Suûdi Arabistan’ın resmi mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika
ve diğer başka ülkelerde taraftarları vardır.
Vehhabi ismi her ne kadar bu mezhebin kurucusunun adıyla ilgiliyse de. Bu isim
mezheplerine kendileri tarafından konmuş olmayıp, muhalifleri tarafından konmuştur.
Bununla birlikte Vehhabiler kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbni
Teymiyye’ (Ahmed bin Abdulhalim Harrâni)nin açıkladığı şekilde, Ahmed b. Hanbel’in
mezhebini devem ettiren Sünniler olarak görürler. Zira onlar. “Biz itikad da Selef, amelde
de Hambeli mezhebindeniz, esasen Ahmed b. Hanbel, itikad hususunda Selef mezhebinin
nascı (eseriyse) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Böylece biz amelde ve
itikatta Hanbeliyiz; Vehhabi diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdulvahhâb, ilmen ve
fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir.” derler.
Kendileri, bir ehli sünnet mezhebi mensubu ve dolayısıyla Sünni olmalarına rağmen, diğer
Sünniler tarafından tenkit edilmelerinin sebebi, inanç sistemlerinden kaynaklanmayıp, bazı
hususlarda diğer Sünni inanç sahiplerine karşı çıkmalarından dolayıdır. Yoksa onlarında
344
inancı, Kur’an artı rivayetler eşittir İslam ikilisine dayanmaktadır. Diğer bir ifadeyle,
rivayetler olmasaydı Kur’an İslam Dininin uygulanabilmesi için tek başına yeterli değildir
inancını onlarda taşımakta olup, Kütüb-i Sitte’yi yani altı hadis külliyatını ve bu altı hadis
külliyatına ek olarak ta, Mezhep imamları olarak kabul ettikleri Ahmed İbn-i Hanbel’in
derlediği rivayetleri kabul etmektedirler. Altı hadis külliyatının durumunu bu konudaki
kitapta bir çok örnek vererek tanıtmaya çalışmıştım. Bunlara ek olarak rivayetlerini kabul
ettikleri Ahmed İbn-i Hanbel’e ait rivayetlerden kısaca bahsedecek olursam, durum şudur:
İmam Ahmed, bir mezhep imamı olmaktan öte, bir hadis derleyicisidir. “Müsned” adlı
hadis kitabında 40 bin kadar hadis vardır. Sahih-i Müslim’de tekrarlarıyla beraber 7275
hadis olduğu ve tekrarlar çıkarıldığında 3033 hadis kaldığı düşünülürse, İmam Ahmed’in
ne kadar çok hadis derlediği kolayca anlaşılır. Oğlu Abdullah’tan yapılan rivayete göre,
babası “Müsned”i hadiste imam kitap olsun diye yazmış, öyle ki “Müsned”i İnsanlar
Peygamber Aleyhisselam'ın Hadislerinde ihtilaf edince ona müracaat etsinler amacıyla
kaleme aldığını belirtmiştir. Ayrıca “Müsned” bizzat İmam Ahmed tarafından kaleme
alınmış olmayıp, bıraktığı dağınık cüz müsveddelerinden ölümünden sonra oğlu Abdullah
tarafından kitap haline getirilmiştir. Bugün şu iddia edilmektedir ki, Müsned’teki hadisler
İmam Ahmed tarafından rivayet edilen hadisler olmayıp, oğlu Abdullah’ında ilave
rivayetlerini içermektedir. Çok tenkide uğramış olan bu rivayetler için oğlu Abdullah’tan
şöyle nakledilmektedir: “Abdullah anlatıyor: << Babama Rıb’i b Hıraşın Huzeyfe’den
rivayet ettiği Hadise ne dersin? dedim.>> Abdülaziz b. Ruvâdın rivayet ettiğimi dedi?
Evet, dedim. Hadisler ona aykırı, dedi. Sen onu Müsned’e aldın, dedim. Ben Müsned’te
yaygın olanları toplamayı hedef aldım. Eğer bana göre sahih olanları kastetseydim, bu
Müsned’te az bir şey rivayet etmiş olurdum...” (Kaynak, Muhammed Ebu Zehra, Ahmed
İbn-i Hanbel Sayfa 200 Hilâl Yayınları 1984 ). Böylece Müsned’in yazılmasında dikkate
alınan husus sahih hadisler olmayıp, yaygın olarak rivayet edilen hadisler olduğu,
dolayısıyla mevzu hadislerde içerdiği bizzat İmam Ahmed tarafından ifade edilmiş
olmaktadır.

Diğer taraftan, Müsned’in dışında ki diğer altı hadis külliyatını kabul etmiş olmaları,
Vehhabileri tipik bir Sünni topluluk yaptığı gibi, Kütüb-i Sitte’deki tüm bozukluklar onları
da bağlar.

Sünni olmalarına rağmen, diğer Sünni topluluklarla inanç mücadelesine girmelerinin


nedeni, bu topluluklar tarafından kabul görmüş veya kitle olarak uygulanmakta olan bazı
inanç uygulamalarına karşı çıkmalarından dolayıdır. Örneğin:
1. Esas delil, kitap (Kur’an ve Sünnet)tir. Akıl delil olamaz.
2. Müteşabih âyetler, muhkem âyetler gibi delildir; bunların zâhiri murad edilmiştir. Bu
sebeple bunları (yaratıklar tarafından) tevil ve tefsir etmek küfürdür, bunlar zahiri
manalarıyla manalandırılır.
3. İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir. İman,
kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre ameli yerine
getirmeyen kimse imansızdır.
4. Tasavvuf bid’attır; tarikata girmek, mürşide bağlanmak, onu vesile edinmek, rabıta
kurmak şirktir, küfürdür.
5. Kabirler üzerine kubbe yapmak, adak adamak, kabirleri ziyaret etmek, küfürdür,
delalettir.
6. Kim Beytullah’tan başka bir kabri, türbeyi veya şehitliği, yahut ta başka bir yeri tazim
için tavaf ederse Allah’a şirk koşmuş olur.
345
7. Falcılara, müneccimlere inanmak şirktir.
8.Mevlid okunmasına karşı çıkmaları.
9. Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevekkül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan
yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, küfre girmiştir.
10. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid’at) ortaya koyan
kimse mel’undur ve ortaya attığı şey de reddedilir.
12. Nazar değmemesi için nazar boncuğu taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzeri
şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak
adamak, belânın, hastalığın yok olması için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri
takınmak, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere saygı gösterip onlardan dua
yoluyla yardım dilemek, şirktir.
13. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. Namazı terk eden kimse kafirdir ve
onlar hakkında dinden çıkmış (mürtet) hükmü verilir.
14. Kur’an ve Sünnet zahiri anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu mânada
müteşabihler de delildir; ancak zâhiri ile ele alınır, ona göre mânalandırılır. Bu işte aklı ve
tevili işe karıştırmak bid’attir, küfürdür.
15. Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilgili Kuran’ı Kerim’de geçen âyetler, olduğu gibi alınmalı;
ister muhkem ister Müteşabih olsun, zahirlerine göre mânalandırılmalıdır. Te’vil bid’at
ehlinin işidir.
Diğer Sünni gruplarla, Vehhabiler arasındaki belli başlı ihtilaf noktaları yukarıda bahsi
geçen hususlardır. Bu hususların Kuran’a uygun olup, olmamalarından bahsetmeden önce,
İmam olarak kabul ettikleri Ahmet İbn-i Hanbel’in, Kur’an, Hadis ve İslam anlayışından,
konunun daha iyi anlaşılması için bahset makta yarar vardır. Şöyle ki:
İmam Ahmed, Kur’an’ın zahirini (açık manasını) alıp sünneti terk edenlere red için kitap
yazdı. O kitabın mukaddimesinde (ön sözünde) şöyle der: “Kur’an’ı Kerimin zâhiri, batını,
özeli, umumisi, mensuhu, nasihi, kitabın kastettikleri var. Kitabın delâlet ettiği manaları
Peygamber (sünnet yoluyla) açıklar, tefsir eder, bu hususta onun yanında olanlar, Allah’ın
ona dost ettiği ashabıdır. Onlarda ondan naklettiler” der. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 240, Hilal Yayınları 1984 )
İmam Ahmed’in bu sözleri dört şeye delalet etmektedir.
Kur’an’ın batını (yani gizli öğretisi) vardır.
Kur’an’ın zahiri (yani açık öğretisi) sünnete takdim edilemez, başka bir ifadeyle sünneti
iptal edemez.
Kur’an’ın manasını açıklayıp tefsir eden Peygamberdir. Başkası onu tevil edemez, çünkü
onun beyanı sünnettir. Başka yoldan beyan edilemez. Böylece Peygamber sünneti adı
altında, Kur’an üzerine kendi hakimiyetini kurmak istemektedir.
İbni Teymiyye, Zemahşeri ve başkalarının yaptığı gibi, Kur’an’ın reyle anlaşılmasını inkar
etmektedir.

Onun görüşüne göre Kur’an’ın açık manası ile sünnet red olunmaz, onun mana ve
delaletini sünnet tayin eder. Sünnet beyan bakımından Kur’an’a hakim sayılır. Kur’an
sünnete hakim değildir. Şatıbi sünnetin Kur’an’a hakim olmasını şöyle açıklar; Ulemaya
göre sünnet, kitaba hakimdir, kitap (Kur’an) hakim değildir, çünkü Kitabın, iki ve daha
ziyade şeye ihtimali vardır. Sünnet gelir, bu ihtimalden birini tayin eder, böylece sünnete
müracaat olunur, kitabın muktezası belli olur, yine bazen kitabın zahiri bir emir olur,
sünnet gelir, onu zahirinden çıkarır... Nasıl ki, kitabın mutlakını takyid, umumunu tahsis
eyler, onu zahirinden başka bir manaya hamleder. Kur’an eli kesme hükmü getiriyor.
Sünnet bunu, nisab miktarı, muhafaza olunan malı çalana tahsis ediyor. Kur’an bütün
346
zahirdeki mallardan zekat almağı emrediyor, sünnet bunu belli mallara tahsis
ediyor. Kur’an: Nikahı haram olanları saydıktan sonra <<Bunlardan başka kadınlar size
helaldir>> diyor. Sünnet bir kadını halası veya teyzesiyle birlikte nikahlamağı bunlardan
çıkarıyor. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 242, Hilal
Yayınları 1984 )
Ayrıca, Namaz ve Haccın, sünnet olmadan Kur’an esas alınarak uygulanamayacağını iddia
etmektedirler. Zira onlara göre, Peygamber namazın beş vakit olduğunu, rekatların
adedini, mukim iken, seferde iken nasıl kılınacağını, haccın usulünü bildirip beyan ettiğini,
bu suretle sünnet Kur’an’ın beyanı oldu derler.
Ayrıca: “İmam Ahmet birçok sözlerinde bildirmiştir ki, Kur’an’ın bilgisi sünnet yoluyla
olur. Bu din sünnet yoluyla öğrenilir. İslam fıkhının en kestirme ve en işlek yolu sünnetten
geçer. Sünnetin beyanından yadımlanmaksızın sadece kitaptan öğrenmeğe çalışanlar doğru
yolu şaşırırlar, Hak yolu bulamazlar. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i
Hanbel, Sayfa 250, Hilal Yayınları 1984 )
Daha bunu gibi birçok söz ve iddiaları vardır. Ve bu iddialarının neticesinde, sünnetin
Kur’an ayetlerini nesh yani iptal edebileceğini, fakat Kur’an’ın sünneti nesh
edemeyeceğini, zira sünnetin Sünnetin Kur’an’a hakim olduğunu, fakat Kur’an’ın sünnete
hakim olmadığını dini öğretilerine esas alırlar. Sünnetin tamamına yakınının Kur’an’a
aykırı olduğunu kendileri de itiraf etmelerine rağmen, bu görüşlerinde diretirler. Bu
hususta, örneğin: “İbni Kayyım, Ahmed’in ve Şafii’nin görüşlerini destekleyerek şöyle
der: “Eğer bir kimsenin kitabın zahirinden (yani, Kur’an’ın açık manasından) anlayışına
göre Peygamber Aleyhisselamın sünnetleri reddolunacak olursa, o zaman sünnetin çoğu
reddolunur ve sünnet batıl olur.” derler. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed
İbn-i Hanbel, Sayfa 247, Hilal Yayınları 1984 )
Vehhabi adını, kendi adından dolayı almış oldukları, mezheplerinin kurucu önderi
durumundaki Muhammed b. Abdulvehhab’ın din anlayışına bir örnek teşkil etmek üzere
resim konusunda ki görüşüne yer verirsem, şöyle der:
“Ebu Hüreyre (r.a)’den Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “
“Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
“Benim yaratıklarım gibi yaratıklar yapmaya kalkışanlardan daha tecavüz kar kim olabilir?
Haydi öyleyse bir zerresini yaratsınlar yahut tek buğday veya arpa tanesini yaratsınlar.”
Aişe (r.a.)’den Resûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor:
“Kıyamet günü en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar: Allah’ın yarattıklarının benzerini
yapanlardır.
İbn Abbas (r.a.’dan Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Her tasvirci ateştedir. Tasvir ettiği her suret için kendisine ayrı bir can verilerek
cehennemde azaba terk edilir”.
İbn Abbas (r.a.’dan Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Kim dünyada bir suret tasvir ederse, kendisinden ona ruhunu da vermesi istenir ki, hiçbir
zaman veremeyecektir...
(Muhammed b Abdu’l-Vehhab, Çeviren Harun Ünal, Sayfa 134 Cilt II, Tevhid Yayınları.)

Bu sözlere ait dayanağı Kur’an olmayıp Kütüb-i Sitte’deki rivayetlerdir.

Böylece, resim yapanların cehennemde ebedi kalacaklarını savunmuş olmaktadırlar. Hal


bu ki, Kur’an esas alındığında değil resim yapmak, heykel yapmanın dahi İslam dininde
günah olmadığını, Cinlerin, Süleyman Peygambere süs olarak heykel yapmalarından
kolayca anlayabiliriz. İslam dininde, resim veya heykel yapmak suç değildir, heykel veya
347
resimlere tapmak veya gayri ahlaki resim ve heykel yapmak günahtır. Bu konuyu
daha önce birinci ciltte işlediğimden daha fazla izahatta bulunmadan. Vehhabilerin
Kur’an’ı dikkate almayarak, rivayetleri esas aldıklarını ve diğer inanç sahiplerinden bu
konuda inançlarının farklı olmadığını vurgulamak istedim. Hatta Muhammed b.
Abdulvehhab, Tevhid isimli kitabında şöyle demektedir:
“Güya bir kimse Rasûlullah (sav)’in getirdiği şeylerle amel etse, fakat bu sayılanlardan
birini inkar etse kafir olmazmış! Böyle bir sonuca şaşmamak elde değildir.” ayrıca
“Rasûlullah (sav)’in getirdiği şeylerin bir kısmını tasdik edip de bir kısmını yalanlayan
kişi bütün alimlere göre kafirdir. Kur’an’ın bir kısmına iman edip bir kısmını yalanlayan
kimse de böyledir.” (Bak: Muhammed b Abdu’l-Vehhab, Çeviren Harun Ünal, Sayfa 149-
175 Cilt I, Tevhid Yayınları. ). Bu s özleriyle,
sünnetten herhangi bir şeyi kabul etmeyip red etmenin, Kur’an’ın bir kısmına iman edip
bir kısmını yalanlamayla aynı şey olduğunu, dolayısıyla böyle bir kimsenin kafir olduğunu
iddia etmektedir. Rasûlullah’ın sünnetinden kast ettiği de, Kütüb-i Sitte de ki rivayetlerle,
bunlara ek olarak Ahmed İbn-i Hanbel’in “Müsned” isimli kitabında naklettiği
rivayetlerdir. Kütüb-i Sitte de ki Rivayet öğretisinin ne durumda olduğunu, yazmış
olduğum birinci kitapta bir çok örnekle gösterdim.
Kendileriyle diğer Sünni gruplar arasında ihtilaf konusu olan hususlara gelince:

1- “Esas delil, kitap (Kur’an ve Sünnet)tir. Akıl delil olamaz”, demeleri.

Bu İfadeleri gerçeği yansıtmamaktadır, Esas delil yalnız Kur’an’dır. Kur’an’ın kendi


dışındaki hiçbir kaynağa ihtiyacı yoktur. Başka kaynağa ihtiyacı olduğunu söyleyenler,
Kur’an’ın hürriyetini yok etmeye çalışan ve onu tahakküm altına almaya çalışanlardır.
Dünyada Kur’an dışında hiçbir kitap mevcut olmasa dahi, İslam dininin anlaşılması ve
uygulana bilmesi için Kur’an tek başına yeterlidir. Zira o öyle bir kitaptır ki bütün
misalleri ihtiva ettiği gibi, öğretide batını (gizli) yönü olmayan açık ve kolay anlaşıla bilen
bir kitaptır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Andolsun biz bu Kûr’an’da, insanlara her çeşit misâli türlü biçimlerde anlattık,
ama insanlardan çoğu küfürde direttiler. 17/89

Görüldüğü gibi, Kur’an’da bütün misaller mevcut olup, aksini iddia etmek, Kur’an’da
noksanlık olduğunu söylemektir. Böyle bir iddia ise Kur’an’ı inkar etmekten başka bir şey
değildir. Kur’an’ı inkar ise İslam dinine göre küfrün ta kendisidir.

Kur’an’la yetinmeyenler hakkında ise Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen:

- Bilmeyenler dediler ki: “Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize)
gelmeli değil miydi?” Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi.
Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık
gösterdik 2/118

Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için, Kur’an’ın apaçık ayetleri yeterlidir. Kur’an,
Allah’ın kelamı olduğu gibi, en üstün mucizenin kendisidir.

Kur’an kolay anlaşılır bir kitaptır. Bu hususta Kur’an’dan mealen:


348
- Andolsun biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
54/22

Akıl delil olmaz demelerine gelince, yaratıkların aklıyla din konmaz zira dini koyan
Allah’tır. Ancak akıl dini anlamak için şarttır. Aklını kullanmayanlar hakkında Kur’an’da
şöyle denmiştir, mealen:

- Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği),
akıllarını kullanmayanlara verir. 10/100

2- “Müteşabih ayetler, muhkem âyetler gibi, delildir; bunların zâhiri murad edilmiştir. Bu
sebeple bunları (yaratıklar tarafından) tevil ve tefsir etmek küfürdür, bunlar zahiri
manasıyla manalandırılır.” demeleri:

Bu iddialarıyla, Müteşabih (benzetmeli) ayetlerin, muhkem ayetler gibi okunan mana ile
hiçbir Te’vil ve benzetmeye gidilmeksizin anlaşılması gerektiğini, aksi takdirde böyle
inanmayan kimsenin kafir olacağını söylemektedirler. Böyle bir iddiada bulunmaları ise
Kur’an’a uygun değildir. Zira Kur’an’da, Muhkem ve Müteşabih olmak üzere iki çeşit
ayet vardır ve bunların anlaşılması bir birinden farklıdır. Anlamak bakımından Müteşabih
(benzetmeli) ayetler Muhkem (Benzetmesiz) ayetler gibidir demek, müteşabihleri,
muhkemleştirerek yok saymaktan başka bir şey değildir. Böyle bir anlayış, Kur’an
ayetlerini inkar manasında olduğu gibi, bu şekilde inanan kimse bu anlayışından dolayı,
Allah’ı Tecsim yani yaratıkların cisimlerine eş tutmaktan kurtulamaz. Böyle bir durum ise
Allah’a şirk koşmanın ta kendisidir.
Bu şekilde ki inançlarından örnekler verecek olursam, şöyle demektedirler:

“ Şüphesiz, Allah’u Teala’nın “el” sıfatını inkar eden de kafir olmuştur. Çünkü Allah’u
Teala bir çok ayet-i kerimede bunu kendi zatına izafe ederek sabit kılmıştır:
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
Allah’ı hakkıyla takdir edip bilemediler. Halbuki Kıyamet Günü, arzın tümü avucunda ve
gökler de sağ elinde dürülür. (Allah) Müşriklerin ortak koştuklarından yüce ve
münezzehtir.” (Zümer: 39/67)
“Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi
istedin, yoksa yücelik taslayanlardan mı oldun.” (Sad:38/75)
Abdullah b. Mes’ud şöyle dedi:
“Hahamlardan biri Resûlullah’a (s.a.v) gelerek:
“Ya Muhammed! Biz Tevrat’ta Allah’ın gökleri bir parmağında, su ve yeri bir
parmağında, ağaçları bir parmağında ve diğer yaratıkları da bir parmağında tutarak
akabinde ‘Melik benim’ dediğini görüyoruz.” dedi. Allah Resulü (s.a.v) hahamın sözünü
tasdik ederek güldü, öyle ki mübarek azı dişleri göründü sonra “Allah’ı gereği gibi takdir
edip bilemediler.” (Zümer: 39/67) ayetini sonuna kadar okudu.”
Buhari, Müslim, Sünen ve Müsned kitaplarındaki ve diğer İslami eserlerdeki bir çok hadis.
Allah’u Teala’nın “el” sıfatını ispat etmektedir. Hiç şüphesiz, bu sıfatı bilmeyen cahil,
bilerek inkar eden de kafirdir. Allah’ın (c.c.) sıfatlarına, tahrif etmeden, yaratıkların
sıfatlarına benzetmeden iman etmek lazımdır.”

“Allah’ın (c.c.) Arş’a İstivasını İnkar Etmenin Hükmü:


349
Bir adam İmam Malik’e (r.a.) gelerek:
“Rahman arşa istiva etti.” ayetindeki istivanın keyfiyeti nasıldır?” diye sordu. İmam Malik
(r.a.):
“İstiva (dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan soru sormak
bidattir.” cevabını verdi.İstivanın keyfiyetini sadece Allah’u Teala bildiği için bu konuda
soru sormak doğru değildir. Allah Azze ve Celle Kur’an’ın yedi yerinde istiva sıfatını
zikrederek kendisini övmüştür. Bu sıfatı bilip kabul etmek vacip, inkar etmek ise küfürdür.
Allah’ın (c.c.) sıfatını kendisinden başkasının bilmesi mümkün olmadığından, istivanın
keyfiyetini ve nasıl olduğunu Allah’tan (c.c.) başka kimse bilemez.” (Kaynak: Tevhid,
Yazan. Abdurrahman Abdu’l-Halık, Cilt 4 Sayfa12-13 Tevhid Yayınları. )

Ayrıca bu anlayışları çerçevesinde, Allah’a gerçek manada kadem (ayak), sak( baldır),
vech (yüz) gibi sıfatlar kabul ederler. Sadece söyledikleri tek şey, Allah’ın bu sıfatlarının,
yaratıkların sıfatlarına benzemediğini söylemeleridir. Yani derler ki: Allah’ın gerçek
manada “Eli, ayağı, yüzü, baldırı vardır.” fakat yaratıkların bu gibi uzuvlarından farklıdır.
Ayrıca, Allah gerçek manada oturmakta (İstiva etmekte) olup, oturuşu yaratıkların
oturuşundan başkadır, ve bu gibi ifadelerle güya Allah’ı Tecsim etmekten, ani cisim
saymaktan kaçınmış olmaktadırlar. Hal bu ki, Kur’an’da öyle Müteşabih ayetler vardır ki,
Allah’ın zatı hakkında, Müteşabih değil de, gerçek manada var olarak kabul edildiklerinde,
Allah’ın bu sıfatı, yaratıkların hiç birisinin sıfatına benzemez ve aynı değildir, hatta, vardır
fakat nasıl olduğu bizce bilinemez dense dahi, bu ifadeler söyleyeni, Allah’ı
cisimlendirmekten, dolayısıyla yaratıklara benzetmekten kurtaramaz ve söyleyen şirke
düşmüş olur. Şöyle ki; Kur’an’dan mealen:

- Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Kötülüğü


emreder, iyilikten menederler ve ellerini sıkı tutarlar. Allah’ı unuttular, O da onları
unuttu. Münâfıklar; işte yoldan çıkanlar onlardır. 9/67

- Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünyâ hayâtı, kendilerini
aldattı. Onlar, bu günleriyle karşılaşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi bile
bile nasıl inkâr ediyor idilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz! 7/51

Bu ayet meallerinde görüldüğü gibi, Müteşabih yani benzetmeli olarak Allah’ın


unutmasından bahsedilmektedir. Eğer ki bu ifadeyi Müteşabih olarak değil de,
Vehhabilerin bu hususta ki mantık kalıpları içerisine koyarak, “Allah’ın gerçek manada
unutması vardır, fakat biz mahiyeti konusunda yorum yapmayız ve Allah’ın unutması
yaratıkların unutmasına benzemez” demek suretiyle bir kimse anlayışını ortaya koyacak
olsa. Allah’a noksanlık kabul etmiş olmaktan kurtulamaz. Zira unutma noksanlıktır.
Gerçek manada, Allah için söylendiğinde, nasıl ifade edilirse edilsin, söyleyen kişi,
Allah’a şirk koşmaktan kurtulamaz. Şirk koşuyor, zira bir noksanlık olan unutmayı gerçek
manada Allah’a yakıştırmak suretiyle, unutmayı Allah’a üstün tutmuş olur, dolayısıyla
unutmayı ilâhlaştırmış olmaktadır. Halbuki bu konuda unutmaktan kasıt, Allah’ın gerçek
manada unutması olmayıp, hak eden kimseleri rahmetinden kovmasıdır. Zira, Allah asla
unutmaz. İşte böyle dendiğinde , Vehhabiler, diyenler için, Allah’ın sıfatını inkar ediyorlar
deyip tekfir etmektedirler. Aynı şekilde, Allah için gerçek manada oturma kabul
edildiğinde, her ne şekilde söylenirse söylensin, mesafenin ilahlaştırılması ve Allah’a
tahakküm etmiş olduğu iddia edilmiş olmaktadır, zira sonradan meydana gelen oturma
fiilleri için bir mesafenin kat edilmesi zorunludur. Bu ise Allah’a noksanlık atfetmekten
350
O’nu yaratıklara benzetmekten başka bir şey değildir. Allah, bütün noksan
sıfatlardan münezzehtir; O “Subhan”dır.

Örneğin: Kur’an’da ki muhkem ayetlerde, Allah asla unutmadığını belirtmektedir. Şöyle


ki, mealen:

-Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan
her şey O’na aittir. Rab’in (aslâ) unutkan değildir. 19/64

Ayrıca, Allah’ın istediği bilgileri kayda aldırması, unutacağı kaygısıyla değil, hikmeti
icabıdır. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Dedi ki: “Onların ilmi Rabb’imin yanında bir kitaptadır. Rabb’im şaşmaz ve
unutmaz.” 20/52

- Sözü açık söylesen de (gizli söylesen de) muhakkak O, gizliyi de, ondan daha
gizlisini de bilir. 20/7

- De ki: “Göğüslerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir;
göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir. 3/29

- Allah gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilir. 16/19

- Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. 3/5

- Rabb’imiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu hep bilirsin. Ne yerde, ne


de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. 14/38

Görüldüğü gibi, Allah için unutma veya herhangi bir konuda bilgisizlik olacak şey
değildir. Her ne şekilde olursa olsun, bunun aksini iddia eden kimse, Allah’ta böyle bir
husus vardır, fakat yaratıklarınkine benzemez dese dahi durum aynıdır. Allah’a noksanlık
ve acizlik atfetmekle şirke girmiş olur.

Muhkem ve Müteşabih ayetler konusu üzerinde çok konuşulmuş bir konu olduğundan,
daha da örneklendirerek anlatmaya çalışacağım. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Sana Kitabı indiren O’dur. O kitapta, kitabın esası olan muhkem âyetler ve diğer
Müteşabih âyetler vardır. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne ve tevil isteyerek
Müteşabih âyetlere uyarlar. Halbuki onun tevilini, ancak Allah ve ilimde fasih
olanlar (yüksek payeye erenler) bilirler. Ve onlara iman ettik, hepsi Rabbimiz
tarafındandır derler. Onlardan Aklıselim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz.
3/7

Yukarıda mealini yazmış olduğum Âl-i İmran Sûresi 7. Ayetiyle ilgili olarak. Müteşabih
ayetlerin tevilini kimin bilebileceği konusun da anlaşmazlık mevcut olup, bu konuda belli
başlı dört görüş ortaya atılmıştır. Şöyle ki:
351
1. << Müteşabihin tevilini (maksudunu, onların künhünü,) ancak Allah bilir. İlimde
derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>.
2. <<Müteşabihin tevilini (tefsirini, yorumunu,) ancak Allah bilir ve İlimde derinleşmiş
olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>.
3. << Müteşabihin tevilini (maksudunu, künhünü) ancak Allah ve ilimde derinleşmiş
olanlar bilir ve: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>.
4. << Müteşabihin tevilini (tefsirini, yorumunu) ancak Allah ve İlimde derinleşmiş olanlar
bilir ve; ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>.

Esasa tesir etmeyen, parantezler içerisindeki değişik ifadeler nedeniyle bu konudaki


görüşler her ne kadar dörde tasnif edilmişse de, müteşabih ayetlerin tevili konusunda esas
itibariyle iki grup mevcut olup, bir grup, müteşabih ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir
derken, diğer grup, müteşabihlerin tevilini ilimde derinleşmiş olanlarda bilir,
demektedirler.
Bana göre doğru anlayış, müteşabih ayetlerin tevilini yanı kastedilen manalarını, Allah ve
ilimde derinleşmiş olan kimselerin bildiği yönündedir. Bu anlayışa varmamın nedeni yine
Kur’an ayetlerine dayalı olup, izah ettiğimde doğru bir görüş olduğunun kolayca
anlaşılabileceği kanaatindeyim, şöyle ki:
Aksi görüşte olanlar, görüşlerine esas olarak, Müteşabih ayetlerin tamamının Allah’ın zatı
hakkındaymış gibi bir anlayış sergilemek suretiyle görüşlerini ifade etmektedirler. Bu
anlayış ise kökten hatalı ve yanlıştır. Zira kullar hakkında da Müteşabih ayetler mevcut
olup, kulların yaratılışı dikkate alındığında manaları kolayca anlaşılabilmektedir. Âl-i
İmran Sûresi 7. Ayetinde Müteşabih ayetlerin özelliği hakkında kullanılan ifade bir
genelleme olup, Kur’an’da ki tüm Müteşabih ayetleri kapsamaktadır. Böylece her hangi
bir Müteşabih ayetin tevili biline biliyorsa, tümünün manası bilinebilir manası kolayca
anlaşılır. Allah’ı gözler göremez, fakat gözler kulları görür ve kulların durumları hakkında
bizzat kendimizin kul olması hesabıyla bilgi sahibiyiz. Bu durumu dikkate alarak, kullarla
ilgili Müteşabih ayetlerden örnekler vererek, manalarının başka bir ifadeyle tevillerinin
biline bileceğini, böylece kullar tarafından tevilin mümkün olduğunu göstermeye çalışacak
olursam. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti.


İkisinden birisi, yâhut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır (ihtiyarlık
zamanlarında senin yanında kalırlar)sa sakın onlara “Öf!” deme, onları azarlama!
Onlara güzel söz söyle. 17/23

- Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni
yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et” de. 17/24

- Onlardan bâzı çiftlere verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme ve (sana inanmadıkları


için) onlara üzülme, Müminlere kanatlarını indir. 15/88

-Allah ile beraber başka bir ilah çağırma, sonra azap edilenlerden olursun. 26/213

- (önce) en yakın akrâbanı uyar. 26/214

- Ve müminlerden sana uyanlara kanatlarını indir. 26/215


352

Mealini yazmış olduğum ayetlerde şefkat kanat germeye teşbih edilmiştir. Ve kanat
germekten kastın şefkat göstermek olduğu gayet açıktır. Böylece, Müteşabih olarak
verilmiş olan kanat germe olayı, şefkat olarak anlaşılmakla tevil yapılmış olur. Kur’an’dan
diğer iki örnek, mealen:

- Allah’tan başka dost edinenlerin durumu kendine ev edinen örümceğin durumu


gibidir. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke bilselerdi. 29/41

Burada ki teşbih te gayet açıktır. Allah’tan başka dost edinenler ve onları kendilerine
dayanak olarak görenler, örümceğin evi gibi en çürük dayanağa dayanmış olmaktadırlar.
Mana anlaşılmakla tevil yapılmış olmaktadır. Kur'an'dan mealen:

- Buna göre yüzüstü kapanarak yürüyen mi daha çok hidayete ermiştir; yoksa
dosdoğru yolda dümdüz yürüyen mi? 67/22

Burada da yine teşbih olayı vardır. Ve tevili mümkündür, zira yüzüstü kapanarak
yürüyenden maksat, Allah yolunda olmayanlar, dosdoğru yolda dümdüz yürüyenlerden
maksat ise Allah yolunda gidenlerdir.

Böylece Müteşabih ayetlerin tevil edilebileceğini göstermeye çalıştım. Şu var ki, ilimde
derinleşmiş olanlar zümresinden olabilmek için, Kur’an’daki bütün müteşabih ayetlerin
tevilini bilmeye ihtiyaç vardır. Zira onlardan bir kısmını tevil edip, bir kısmını tevilsiz
veya muhkem addetmek, ilimde derinleşmiş olan kimselerin yapacağı bir şey değildir.
Bunun için, Allah’ın zatı hakkında ki müteşabih ayetlerden örnekler verip, nasıl tevil
edilebilecekleri hususunu anlatmaya ihtiyaç vardır. Bunun içinde takip edilmesi gereken
yol, müteşabih ayetlerin tevilinde, müh kemlerine aykırı veya zıt bir tevilden kaçınmaktır.
Zira müteşabih ayetler muhkem ayetlere aykırı olarak tevil edilirse, bu isabetli bir tevil
olamayacağı gibi aynı zamanda çelişkiye de düşülmüş olur. Kur’an’da ise çelişki yoktur.
Bu hususta ne demek istediğimi örneklerle anlatmaya çalışacak olursam. Şöyle ki,
Kur’an’dan mealen:

- (Rabb’in ona) dedi ki: “Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan
nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun?” 38/75

Yukarıda mealini yazmış olduğum ayet mealinde görüldüğü gibi, Allah iki eliyle
yaratmaktan bahsetmektedir. Burada bahsi geçen olay Adem’in yaratılışıyla ilgili olaydır.
Burada bildirilen iki elle yaratmaktan maksat müteşabih olup, Adem’in yaratılışının
önemini vurgulayan bir durumdur. Bunun bir sanatkarın bir şeyi imal etmesi şeklinde
anlaşılmaması gerekir, iş böyle olsaydı gerçek manada el düşünmek mümkün olurdu,
halbuki, Allah’ın yaratması imalat şeklinde olmayıp sadece verdiği bir emirdir. İş böyle
olunca bu olayla ilişkilendirerek Allah için, mahiyeti nasıl düşünülürse düşünülsün gerçek
manada el düşünmek mümkün değildir. Onun için bu ayetin tevili, Adem’in yaratılışının
çok mühim bir olay olduğu şeklinde anlaşılması gerekir.
Allah’ın nasıl yarattığıyla ilgili olarak muhkem ayetlerden örnekler verecek olursam.
353
Kur’an’dan mealen:

- Biz bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sâdece ona “ol”
dememizdir; derhal oluverir. 16/40

- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette
kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81

- Bir şeyi yaratmak istediği zaman onun yaptığı <<Ol>> de demekten ibarettir.
Hemen oluverir. 36/82

- (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sâdece “O” der,
o da hemen oluverir. 2/117

Yukarıda mealini yazmış olduğum, yaratmayla ilgili muhkem ayetler dikkate alındığında,
Allah için, herhangi bir şeyi gerçek manada elle imal etmek suretiyle yarattığının
düşünülemeyeceği, zira elle yapmak veya yaratmanın, emirle yaratma olayıyla aynı şey
olmadığı açıktır. Böylece anlaşılır ki, Allah’ın, Adem’i iki eliyle yarattığını bildirmesi
müteşabih olup, Tevili Adam’ın yaratılışının ehemmiyetli yani çok önemli bir olay olduğu
şeklindedir. Dolayısıyla, Kur’an’a göre kullarınkine benzemez dense dahi, Allah hakkında
el isnat etmek; gerçek manada el kabul etmek mümkün değildir.
Kur’an’dan mealen:

- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) biz ona
şah damarından daha yakınız. 50/16

- Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli


konuşsa mutlaka dördüncüleri O’dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncıları
O’dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar mutlaka O, onlarla
berâberdir. Sonra kıyâmet günü, onlara yaptıklarını haber verir. Çünkü Allah, her
şeyi bilendir. 58/7

Yazmış olduğum bu ayet mealleri, müteşabih olup, ihtiva ettikleri mana bakımından
tevilleri, Allah’ın hakimiyet yönünden bize yakınlığını bildirmektedir. Yoksa, haşa, zatının
bünyemiz içerisinde şah damarımızdan daha yakın olduğu veya bir mekanda üç kişi isek
dördüncümüz olarak, Zatının bizzat yanımızda olduğu manasında değildir. Bunun böyle
olduğuna örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Gökten yere bütün işleri O tanzim eder; sonra sizin saydığınızla suresi bin sene olan
bir günde işler, O’na yükselir. 32/5

Mealini yazmış olduğum bu ayet, Allah’ın bizimle bizzat bir arada bulunmadığının bir
delilidir. Zira aksi takdirde şah damarımızın bize bizden bin senelik mesafeden daha uzak
olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Allah’ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğu
hususunu tevil etmesek bu neticeye varmamız kaçınılmazdır. Fakat böyle bir şeyin
mümkün olmadığı, şah damarımızın, bizim bir parçamız olarak boynumuzda
bulunmasından bellidir. O zaman anlaşılması gereken mana, Allah’ın hakimiyet yönünden
bize şah damarımızdan daha yakın olduğudur.
354
Diğer önemli bir hususta, işlerin Allah’a saydığımız zamanla bin senede
yükselmesinin yine, Allah’ın bize konum olarak bin senelik bir uzaklıkta olduğunun
göstergesi olmadığı, bu mesafenin dahi müteşabih olduğu ve Allah’ın yüceliğini bildiren
bir ifade olduğudur. Bunun böyle olduğuyla ilgili olarak, Kur’an’dan örnek verecek
olursam, mealen:

- Sual eden, vuku’ bulacak azabı sordu. 70/1

- O, kâfirlere mahsustur. O azabı önleyecek yoktur. 70/2

- ( O azap) yükselme derecelerinin sâhibi Allah’tandır. 70/3

- Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içerisinde O’na yükselir. 70/4

Bu ayet mealinde görüldüğü gibi, melekler ve ruh’un Allah’a miktarı elli bin yıl süren bir
gün içerisinde yükseldiği bildirilmiştir, bu da müteşabih olup, Allah’ın yüceliğini bildiren
bir husustur. Zira, şah damardan yakınlığa, bin senelik bir mesafeden, elli bin senelik bir
mesafeye kadar düşünürsek, durum kolayca anlaşılır. Dolayısıyla tevilin mümkün olduğu
görülmüş olur. Fakat şunu da belirteyim ki, Allah’ın bize yakınlığı ve uzaklığı, zatı söz
konusu olunca müteşabih olmakla beraber. Bir günlük, bin yıllık ve elli bin yıllık zaman
tarifleri, zaman söz konusu olduğunda, zaman açısından müteşabih değil müh kemdir.
Bunun nasıl olduğunu burada anlatmak biraz uzun sürer ve Vehhabiler konusu dışına
çıkılmasına neden olur, kısmet olursa daha ilgili başka bir konu içerisinde anlatmaya
çalışacağım.

Diğer önemli bir hususta, Allah’ın kullar tarafından görülüp görülemeyeceği husussudur.
Kur’an öğretisine göre, ne dünyada nede ahirette Allah’ın zatını görmek mümkün değildir.
Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Gözler O’nu görmez (idrak edemez); O güzleri görür (idrak eder); O lâtif (gözle
görülmez), her şeyi haber alandır. 6/103

6 Enâm 103 Sûresinde belirtildiğine göre, gözler Allah’ı göremez, bu muhkem bir ayet
olup, süreklilik ifade etmektedir. Yani, hem Dünyayı hem de Ahireti kapsamaktadır. Aksi
iddiada bulunanlar ise, bu konuyla ilgili olarak müteşabih olan 75 El-Kıyâmet 23 ayetini
muhkemleştirip doğru yoldan sapmaktadırlar. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Hayır, siz çabuk (geçen dünyây)ı seviyorsunuz da, 75/20

- Ahireti bırakıyorsunuz. 75/21

- Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, 75/22

- Rabb’ine bakar. 75/23

75 Kıyâmet 23 te geçen bakmaktan maksat, müteşabih olup, Rabb’in rahmetini beklemek


manasındadır. Zira, 3 Âl-i
355
İmran 77 de, Allah, rahmet etmeyecek olduğu kimseler için, müteşabih olarak
onları inzar etmeyeceği, yani bakmayacağı ifadesini kullanmıştır. Durum böyle olunca,
Allah’ı inzar edenler. O’nu gerçek manada görenler değil, Rahmetini bekleyenler olmuş
olur. Allah’ın inzar etmemesi, yani rahmet etmemesiyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir ücret mukabili satanlar var ya, işte
onların ahiret te bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara
bakmayacak ve onları temize çıkarmaz. Onlar için acı bir azap vardır. 3/77

Böylece, Allah’ı görememenin muhkem, bakmanın ise müteşabih olduğu ve manasının


yani tevilinin, Allah’ın rahmetini beklemek olduğu kolayca anlaşılabilir.

Asırlardır, en çok tartışılan ve merak edilen konulardan biride, Allah’ın insanlar tarafından
görülüp görülemeyeceği olayıdır. Bir kimse bize kıymetli bir hediye gönderse ve kim
olduğunu bilmesek, hem kim olduğunu öğrenmek, hem de görmek isteriz. Yahut ta çok
kıymetli bir eser görsek, hem eseri yapanı, hem de sahibini öğrenmek ve görmek isteriz.
Allah bütün kainatın yaratıcısı ve sahibidir. Kainatın bir parçası olarak bizi de yaratmış ve
sayamayacağımız kadar çok nimetlerle bizi niyetlendirmiştir. Allah’ı, müminler olarak çok
büyük bir sevgiyle sever ve merak ederiz. Fakat bu merakımızın, O’nu tanımayı isteme
arzumuzun, O’nun razı olduğu sınırlar içerisinde kalması ve bu konuda haddi aşmamamız
gerekir. Çok değerli ve büyük şahsiyet olan Musa Peygamber bir zamanlar, Allah’ı
görmek istemiş ve bu isteğini Allah’tan talep etmişti, fakat Allah bunun mümkün
olamadığını kendisine bildirmişti. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca <<Rabbim!
Bana (Kendini) göster; seni göreyim!>> dedi. (Rabbi): Sen beni asla göremezsin.
Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!>> buyurdu.
Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Musa yıldırım çarpmış gibi
yere düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim.
Ben inananların ilkiyim. 7/143

Kur’an’dan diğer bir örnek, mealen:

- Allah bir beşerle (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yâhut perde arkasından
konuşur; yâhut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahye der. O, yücedir, hakimdir.
42/51

Bu ayetleri dikkate aldığımızda, göz görmesiyle Allah’ı görmemizin mümkün olmadığını


anlamış oluruz. Gözün yaptığı görev, sahip olduğu özelliklerine göre bilgi ileterek
baktığımız şeyleri bize bildirmesidir. Gözün bu özelliği araya girmeden herhangi bir şey
hakkında bilgi edine bilirsek edindiğimiz bilgi kadar onu tanımış ve hakkında bilgi
edinmiş oluruz. Bu durum göz görmesinin yerini alabilecek bir husustur, zira netice
itibariyle durum aynı olmuş olmaktadır. Böylece göz görmesi söz konusu olmadan, Allah
razı olduğu miktarda bir bilgiyle zatını cennet ehline tanıtacaktır. Bu durum göz görmesini
aratmayacak bir husus olacaktır, zira cennet ehlinin hiçbir dileği ret edilmeyeceği gibi,
onların dünyasında üzüntü ve hasrete de yer yoktur. Böylece biz, hem dünyada, hem de
ahirette, Allah’ı kendi zatı hakkında bize bildirmiş olduğu bilgiler miktarınca bilebiliriz.
Allah’tan gelmiş bir bilgi olmadan, hiç kimse Allah’ın zatı konusunda söz söylememelidir.
356
Ahirette bilgiyle dahi olsa, Allah’ın zatını kuşatmak, tamamen onu kavramak
mümkün değildir. Bu hususlarda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- O gün (mahşere) çağırana uyarlar (hiç kimsenin) ondan sapma (imkânı) yoktur.
Rahmân için sesler kısılmıştır, fısıltıdan başka bir şey işitemezsin. 20/108

- O gün Rahmân’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefâati fayda
vermez. 20/109

- Onların önlerindekini ve arkalarındakini (geçmişlerini ve geleceklerini) bilir; onlar


ise bilgice O’nu kuşatamazlar (ne O’nun zâtını kavrayabilirler, ne de bildiklerini
ihâta edebilirler) 20/110

Görüldüğü gibi, bilgiyle dahi Allah’ı kuşatmak mümkün değildir. Kendi zatı hakkında
bize ne kadar bilgi vermişse. O’nu ancak o kadar tanıyabiliriz. Bunun ötesinde, O’nun zatı
hakkında konuşmamız mümkün değildir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Rabbim, ancak kötülükleri, gerek açığını, gerek gizlisini; günâhı ve haksız
yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmayı ve
Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi harâm etmiştir.” 7/33

- Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin, şeytanın


adımlarını izlemeyin;çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. 2/168

- O size dâima kötülük ve çirkin iş (yapmanızı), Allah


hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi emreder. 2/169

Diğer bir hususta, Allah’ın Arş’a istiva etmesi konusudur. Bu hususta Vehhabiler şöyle
demektedirler:

Bir adam İmam Malik’e (r.a.) gelerek:


“Rahman arşa istiva etti.” ayetindeki istivanın keyfiyeti nasıldır?” diye sordu. İmam Malik
(r.a.): “İstiva (dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan soru
sormak bidattir.” cevabını verdi.
İstivanın keyfiyetini sadece Allah’u Teala bildiği için bu konuda soru sormak doğru
değildir. Allah Azze ve Celle Kur’an’ın yedi yerinde istiva sıfatını zikrederek kendisini
övmüştür. Bu sıfatı bilip kabul etmek vacip, inkar etmek ise küfürdür. Allah’ın (c.c.)
sıfatını kendisinden başkasının bilmesi mümkün olmadığından, istivanın keyfiyetini ve
nasıl olduğunu Allah’tan (c.c.) başka kimse bilemez.” (Kaynak: Tevhid, Yazan.
Abdurrahman Abdu’l-Halık, Cilt 4 Sayfa12-13 Tevhid Yayınları. )

Bu ifadeleriyle şunu demek istemektedirler, her ne kadar nasıl olduğunu bilmez sekte,
Allah Arş’ın üzerine kurulmuştur, diğer bir ifadeyle, Allah Arş’ın (tahtın) üzerine
oturmuştur.

Böylece, her ne kadar, izah edemeyiz deseler dahi, gerçek manada, Allah’a oturma isnat
etmişlerdir. “İstiva (dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan
357
soru sormak bidattir.” demeleri bunu ifade etmek içindir. Allah’la ilgili olarak istiva
kelimesi Kur’an’ın yedi yerinde değil, dokuz yerinde geçmektedir. Yedi tanesi Arş’a
istiva, iki tanesi Göğe istivadır. Arş’la ilgili olanlar 7/54, 10/3, 13/2, 20/5, 25/59, 32//4,
57/4 ayetleri. Gökle ilgili olanlar ise 2/29 ve 41/11 ayetleridir. Anlaşılan odur ki, gökle
ilgili olanlardan bahsetmek işlerine gelmemektedir. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek
olursam, mealen:

- O ki, yeryüzünde ne varsa sizin için yarattı; sonra göğe doğru istiva ederek, onları
yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir. 2/29

- Sonra duman hâlinde bulunan göğe doğru istiva ederek, ona ve arza: “İsteyerek
veyâ istemeyerek gelin,” dedi. “İsteyerek geldik.” dediler. 41/11

Yukarıda yazılı ayet meallerinden anlaşılacağı üzere. İstivadan maksat, istiva edilen şey
üzerine hakimiyet kurup, onu ve ona bağlı şeyleri yönlendirme olayıdır. Yani burada ki
olay, istivadan kastedilen şeyin gerçek manada oturma olmayıp, hakimiyet, düzenleme ve
emir olayı olduğunu açıkça belirtir. Şimdi bunu dikkate alarak, Allah’ın Arş’a istiva
etmesiyle ilgili ayetlerden örnekler verecek olursam, mealen:

- Şüphesiz ki, Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva eden,
geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi ayı ve
yıldızları emrine boyun eğdirmiş durumda yaratan Allah’tır. Biliniz ki, yaratmak da
emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir! 7/54

- O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istiva edendir. Yere
gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle
beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. 57/4

Şimdi, Allah’ın Arş’a istiva etmesiyle, her nerede olursak olalım, Allah’ın bizimle birlikte
olduğu ifadelerini birlikte düşünürsek, olayın bir mekan tutma olayı olmayıp, hakimiyet
olayı olduğu kolayca anlaşılır. Zira biz bir yaratık olarak mekan tarafından kuşatılmış
durumdayız, Allah’ın bizimle beraber olması, bu duruma göre hakimiyet kurması dışında
düşünülemez, aksi takdirde, haşa ondan, Allah’ında birliktelikten dolayı mekan tarafından
kuşatılmış olduğu söz konusu olmuş olur, bu ise Allah için düşünülemeyecek bir husustur.
Mekan tarafından kuşatılmak veya çerçevelenmek noksanlıktır, Allah, noksanlıklardan
münezzehtir. Arş içinde aynı durum söz konusudur, her neşe kilde düşünülürse
düşünülsün, gerçek manada Arş üzerine oturmak, oturulan istinat noktaları tarafından
sınırlanmak demektir. Bu durum da aynı şekilde noksanlık olup, Allah hakkında
düşünülemeyecek bir husustur. Hiçbir mekan, hiçbir yönden ve hiçbir şekilde Allah’ı
kuşatamadığı gibi, Allah’ın hiçbir mekana ihtiyacı yoktur. Mekanlar da Allah’ın
yaratıklarıdırlar ve yaratılmalarının başlangıcı olup, sonradan yaratılmışlardır, Allah,
hiçbir mekanın olmadığı, yani hiçbir mekanın yaratılmadığında da aynı Allah’tır.

3 - İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir.
İman, kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre ameli
yerine getirmeyen kimse imansızdır. Demeleri
358
Bir kimsenin, ahirette cehennem azabından kurtulması, yani hiç azap görmemesi ve
cennete gire bilmesi için, İslam Dinine göre gerekli şart iman etmesi ve salih (iyi) ameller
işlemesine bağlıdır. İman, inanç yani tasdik etmektir. Amel ise yapmaktır. Bu iki olay her
ne kadar değişik iki olay olsalar da, dini açıdan kurtuluş olayına baktığımızda, bu olayın
tamamlayıcı unsurlarıdırlar, öyle ki, herhangi bir tanesinin olmaması veya yeterli
olmaması, diğer ininde yok sayılma nedenidir. Şöyle ki, dini açıdan kurtuluşu bir kasa gibi
düşünelim, ve bu kasanın açılması iki ayrı anahtara ihtiyaç göstermiş olsun, bu
anahtarlardan biri iman ve diğeri de amel olmuş olsun, işte kasanın açılması nasıl ki bu
anahtarlardan biriyle mümkün değilse ve iki anahtarla açılmasına ihtiyaç varsa, işte, dini
açıdan kurtuluş için imanla amel arasında bu şekilde yakın ilişki vardır. Diğer bir ifade ile,
bir kimse çok hayırlar işlese ve imanı yoksa, bu işlemiş olduğu hayırlardan ona fayda
gelmez, veya imanı olmasına rağmen, hayır kazanmamışsa, iman etmiş olmasının ona
faydası olmaz. Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Evet kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar ateş
(cehennem) halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. 2/81

- İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdır, orada ebedi
kalacaklardır. 2/82

Bir kimse imanlı olup ta bir kısım sevaplar ve günahlar işlemiş ise, günahının kendisini
kuşatıp kuşatmadığına ölçü olarak, günah ve sevabından hangisinin daha fazla olduğuna
bağlıdır. Ahirette, amelleri tartılır. Günahı fazlaysa terazisi hafif basar, bu durumda o
kimse ebedi cehennemliktir. Bu duruma göre iman etmiş olması ona fayda vermez,
cehennemde suçunun cezasını çekip çıkması diye bir şey yoktur, suçunun cezası
cehennemde ebedi kalmasından ibarettir. Terazisi hafif değil de, ağır basarsa o kimse
ebedi cennette kalacaktır, bununda sevaplarının karşılığını tüketip cennetten çıkması olayı
yoktur. Cehennemde azap görmenin günahları tüketmemesi gibi, Cennette nimetlenmenin
de sevapları tüketme olayı yoktur, ikisinden herhangi birine giren bir daha ebediyen
oradan çıkmaz. Her iki yönde amellerin faklılığı oradaki dereceleri etkileyen bir
durumdur, şöyle ki günahı daha fazla olana cehennemde daha şiddetli azap derecesi,
sevabı daha çok olana cennette daha yüksek nimetlenme derecesi vardır. Sonsuz olarak,
cennet cennet olarak, cehennem cehennem olarak kalacaktır. Ne cennetin nimetleri yok
olur veya azalır, ne de cehennemin azabı yok olur veya azalır.

Kuran’dan mealen:

- Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini


de arayıp sormazlar.
23/101

- Artık kimlerin (sevap) tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.
23/102

- Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir;


(çünkü onlar) ebedi cehennemdedirler. 23/103
359
- Kimin tartıları ağır gelirse. 101/6

- O, memnûn edici bir hayat içindedir, 101/7

- Kimin tartıları hafif gelirse. 101/8

Onun anası (gideceği yer) hâviye (uçurum)dur.


101/9
- O uçurumun ne olduğunu bilir misin? 101/10

- (O), kızgın bir ateştir. 101/11

İman ve Amelin iki ayrı husus olmalarına rağmen, İslam dini açısından bir bütün
oluşturduklarına ve birbirinin varlığına delil olduklarına dair, Kuran’dan mealen:

- Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resûlüne iman ettiler, sonra şüphe
etmediler; ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte (İman iddiasında)
doğru olanlar onlardır. 49/15

- Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir,


kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman (o âyetler, onların) imanlarını arttırır
ve (onlar) Rab’lerine tevekkül ederler. 8/2

- Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan (Allah rızası için yoksullara)


verirler. 8/3

- İşte gerçek müminler onlardır. Onlara Rab’lerinin katında dereceler, bağışlanma


ve tükenmez rızk var. 8/4

Yukarıda mealini yazmış olduğum ayetlerin meallerinde, İmanla amelin bir bütün
oluşturdukları açıktır. Şu var ki, müminlerinde bazen günahları olabilir, onun için aşırı
gidilmemişse hemen tekfir etmemek lazımdır. Kuran’dan mealen:

- Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı


hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan
başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar etmezler. 3/135

- İşte onların mükafatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan,


içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir! 3/136

Demek oluyor ki, bir günah işleyen kimse, hemen tövbe edip günahta ısrar etmezse vasıf
olarak yine mümindir. Diğer bazı kimseler vardır ki, büyük günahlara ve edepsizliklere hiç
yanaşmazlar, fakat bazı ufak tefek kusurları vardır. Onlar da yine vasıf olarak
mümindirler. Kuran’dan mealen:

- Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük


kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi daha iyi bilir: Gerek
360
arzdan (yerden) inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında
bulunduğunuz zaman biçim verdiği sırada (sizin her halinizi bilir), artık kendinizi
(övüp) temize çıkarmayın. Çünkü O, korunanı daha iyi bilir. 53/32

- Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı


örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. 4/31

İmanlı olmasına rağmen, sevap kazanmamış olanların durumuna gelince. Bu konuda,


Kuran’dan mealen:

- Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut


Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği
gün, önceden iman etmemiş ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye
artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz! 6/158

Yukarıda belirtilen durumlar tahakkuk edince ki, bu durumlar bir şahıs için imtihan
süresinin kapandığı, başka bir ifadeyle öleceği zaman demektir. Ve bu safhada, o ana
kadar kim iman etmemişse o anda iman etmesi veya daha önce iman etmiş olmasına
rağmen imanında bir hayır (sevap) kazanmamışsa, daha önce iman etmiş olmasının ona
faydası yoktur. Bu da, iyi ameller olmazsa, iman edilmiş olmanın fayda sağlamadığının
kesin kanıtıdır. Yahut ta evvelce belirttiğim gibi, sevapları olasına rağmen, geçerli iman
yoksa, işlenmiş olan sevaplar o şahıs için yok sayılmakta ve ona faydası olmamaktadır.
İslam dinine göre, kurtuluş için kesin olarak akıldan çıkarılmaması ve yerine getirilmesi
gereken durum, farklı şeyler olmalarına rağmen, İman edip, Salih amel işlemenin birlikte
yerine getirilmesidir, bu husus İslam dinine göre olmazsa olmaz şarttır. Ben bu hususu, bir
kapıyı açmak için gerekli olan iki ayrı anahtara benzetiyorum. Kur’an’dan mealen:

- İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdır, orada ebedi
kalacaklardır. 2/82

İmanın artması olayı, bilgilenme ile ilgili bir olaydır. Kur’an kendisinin Allah kelamı
(sözü) olduğunu ispatlayan ve Müminlerin imanını ayet delilleriyle güçlendiren bir
kitaptır.
Bundan dolayı ayetlerin okunması müminler için bir iman artma olayıdır. Zira İman
konusundaki delilleri bildikleri ayetlerin artmasıyla artığından imanları artmış olmaktadır.
Diğer taraftan delilleri boş verip unutmak da aksi netice verir.
Vehhabilerin: “İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve
eksilir. İman, kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre
ameli yerine getirmeyen kimse imansızdır”. Demeleri, İmanla, amelleri bir birine
karıştırmaları açısından yanlıştır. İman ve Amel iki ayrı husustur, öyle olmasaydı mümin
olmamasına rağmen iyi ameller işleyen kimseleri, aynı zamanda mümin saymak
gerekecekti, değil mi ki; “Amel imandan bir cüzdür.” demektedirler. Cüz bir bütünün
parçası demektir, İslam dininde bir parça iyi amel; aynı zamanda bir parça imandır mantığı
yoktur. Ancak, iman ve salih amel bir birlerinin varlığıyla ilgili göstergedirler. Örneğin,
büyük günahlar işleyenlerin mümin olmadıklarına hükmedilir. Zira o günahları işlemek,
müminlerin vasfı olmadığı gibi, müminlerin yapacağı bir işte değildir.
Örneğin: bir kimse namaz kılmıyorsa, Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürüyorsa,
361
zina ediyorsa, faiz yeyiyorsa mümin değildir, zira bu gibi şeylerle iman bir arada
bulunmaz, imanlı olmak bunları yapmaya engeldir. Rahman’a kul olanların vasıflarıyla
ilgili olarak, Kuran’dan mealen:

- Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne de cimrilik ederler,


(harcamaları), bu ikisi arasında dengeli olur. 25/67

- Ve onlar ki Allah ile berâber başka ilaha yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı
haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa günâhı(nın cezâsını)
bulur. 25/68

- Ve onlar ki kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör


ve sağır davranmazlar. 25/73

- Muhakkak müminler felâh bulmuştur. 23/1

- Onlar, namazlarında huşua riayet ederler. 23/2

- Onlar namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. 23/9

Faiz yasağıyla ilgili olarak, Kuran’da mümin olup, olmanın şartı olarak, faiz alınıp
alınmaması ölçü olarak konmuştur, buna göre mümin olanlar, faizin yasaklanmasıyla
faizden geri kalanı, yani almadıklarını terk edecekler, aksi takdirde faiz alanların mümin
olmadıkları bildirilmiştir. Kuran’dan mealen:

- Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve eğer gerçek müminlerseniz, faiz hesabından


kalanı terk edin (almayın). 2/278

4- “Tasavvuf bid’attır; tarikata girmek, mürşide bağlanmak, onu vesile edinmek, rabıta
kurmak şirktir, küfürdür.” demeleri.

Bana göre de, tasavvuf şirkin, küfrün ta kendisidir. Bunlar yani tasavvufçu olduklarını
söyleyen kimseler, İslam dininden çok uzak ve inançları Kur’an’la bağdaşmayan
kimselerdirler. Buna rağmen asırlardır halktan bir çok kimseyi İslam adına kendilerine
bağlayarak saptırmışlardır. Bunların tasavvuf inancının temelinde “Vahdeti Vücut”
nazariyesi vardır, bu ise, insan oğlunun saptığı en kapsamlı şirk çeşididir. Tasavvuf
konusunu bir başlık altında yazdığımdan, şimdilik bu kadarla iktifa ediyorum. Bu kitapta
ki, Tasavvuf konusuna bakıldığında bu konuda çok geniş bilgi bulmak mümkündür.

5- “Kabirler üzerine kubbe yapmak, adak adamak, kabirleri ziyaret etmek, küfürdür,
delalettir“. demeleri.
Kabirler (mezarlar) üzerine bina yapmanın şirk olduğu yolundaki iddiaları Kur’an’a
uymamaktadır. Buna örnek olarak ashabı “Kehf’in” durumunu göstere biliriz. Kur’an’dan
mealen:

- (Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa yine) böylece onları (bazı insanlara)
buldurduk ki, Allah’ın (öldükten sonra diriltme) vadinin gerçek olduğunu ve
kıyametin mutlaka geleceğini bilsinler. (Bunlar), o sırada kendi aralarında onların
362
durumlarını tartışıyorlardı: “Oların üstüne bir bina yapın!” dediler. Rab’leri
onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelenler (onların durumlarını iyi bilenler
veya onların işini başarıya ulaştırıp tevhidi yerleştirenler): “Mutlaka onların üstüne
bir mescid yapacağız,” dediler. 18/21

Hal böyle olunca, kabirleri ziyaret etmenin ve üzerlerine mescid yapmanın mahzuru
yoktur. Örneğin: Halen Peygamberimizin mezarı mescid içerisinde olup, ziyaret
edilmektedir. İslam dinine göre, konu olan mezarın şekli; nereye yapıldığı; ziyaret edilip
edilmemesi değildir, yasak olarak konu olan; yapılan ziyaretin İslam dinine uygun
olmamasıdır. Eğer, yapılan ziyaret ile kabirdeki kimseler ilahlaştırılmıyorsa, onların kul
oldukları hususu dikkate alınarak ziyaret yapılıyorsa bu şirk olan bir ziyaret değildir. Bu
konuda şöyle bir örnek vermemiz mümkündür; güneşe bakan iki kişi düşünelim, birisi
güneşi ilahlaştırmış ve ona tapmaktadır, bu kimsenin ibadet kastıyla güneşe bakması veya
güneşi ilah olarak kabul etmesi şirktir ve böyle bir kişi müşriktir. Diğer kişi güneşi, sadece
tabii bir güzellik olarak görmekte ve onu ilâhlaştırmamaktadır, böyle bir kimsenin güneşe
bakması, hatta tefekkür etmesi sevaptır ve böyle bir kişi bu hareketiyle şirk işlemiş olmaz.
Demek ki konu olan güneşe bakılması değil, ne zihniyetle bakıldığıdır. Peygamberimiz
geldiğinde, müşrikler Kabe’nin içini putlarla doldurmuşlardı, peygamberimiz, Allah’ın
emriyle tevhidi yaydı ve içine putlar kondu diye Kabe’yi yıkmayı hedeflemedi, putlardan
temizledi. Şirkin önlenmesi yolu, Tevhidin yayılmasıdır, istismar ediliyor diye iyi şeyleri
yok etmeye çalışmak değildir.
Türbe yapılmaması konusunda ısrarlı olanların iddiası, eğer ki türbe yapılırsa zamanla
türbelerdekilerin İlahlaştırılacağı iddiasıdır. Bu şekilde bir davranış ve yasaklamayla şirkin
önüne geçilemez. Nasıl ki, ilahlaştırılmasın diye güneşi ortadan kaldırmanın manası ve
imkanı yoksa, mezar veya türbe yapılmasını yasaklamak şirki önleyen bir husus değildir.
Zira şirk koşma olayı türbenin veya mezarın kendisinde değildir; insanların inancındadır.
Allah’ın birliğini kabul etmemiş; zihniyet olarak müşrik olan kimseler, kainatta
kendilerinden başka hiçbir yaratık olmazsa, Allah’a karşı şirk koşmuş olmak için bizzat
kendilerini Allah’a ortak koşarlar zira müşriklerin mücadeleleri Allah’ın birliğine karşıdır.
Allah’ın birliğini kabul eden Müminler için, kainatta yaratıkların bulunması bir şirk nedeni
değildir, onlar sahip oldukları tevhit inancının ölçülerine göre derhal şirkin varlığını
görerek ondan etkilenmezler, İblisin onları saptırma konusunda hiçbir gücü yoktur, onlar
Allah’ın koruması altındadırlar. İsterlerse okyanusta bir sandalda namaz kılsınlar,
isterlerse bir mezarlığın tam ortasında namaz kılsınlar bu iki durum arasında , Müvahhid
olmaları açısından kendileri için bir fark yoktur. Türbe var diye türbede yatanı Allah’a
ortak koşanlar, türbe olmazsa dahi türbede yatanın varlığını bahane ederek yine şirk
koşarlar. Değil mi ki, Peygamberlerin tamamına yakının değil türbeleri, mezarlarının yeri
dahi belli değildir, buna rağmen müşrikler yinede onları Allah’a ortak koşarlar. Bu konuda
daha birçok örnek vermek mümkündür, bundan dolayı şirke karşı mücadelede, Kur’an’da
yasaklanmamış olayları öne sürerek değil, İnsanlara tevhidi anlatarak, Müvahhid olmaları
için çaba göstermekle mümkündür. İhlâs sahibi Müvahhid oldukları müddetçe şeytanın
onlara karşı bir etkisi olamaz, şeytanın saptıra bildikleri ihlâs sahibi olmayan
kimselerdirler, ihlas sahibi olmayanların iman konusunda zihniyetleri karışıktır ve
şeytanın saldırılarına açıktırlar. Bundan dolayı şirkten korunmanın yolu ihlâs sahibi
Mümin olmaktadır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Meleklerin hepsi topluca secde ettiler, 15/30


363
-Yalnız İblis, secde edenlerle berâber olmayı kabûl etmedi. 15/31

- (Allah) : “Ey İblis, nen var ki sen secde edenlerle berâber olmadın?” dedi. 15/32

- (İblis) : “Ben, bir salsâl’den (pişmiş çamurdan), değişken bir balçıktan yarattığın
insana secde edemem!” dedi. 15/33

- (Allah) : “Öyleyse çık oradan (meleklerin içinden çık), dedi, çünkü sen kovuldun!”
15/34

- Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır! 15/35

- (İblis) : Rabbim! Öyleyse dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi. 15/36

- (Allah) : “Haydi, dedi, sen ertelenmişlerdensin!”


15/37

- “O bilinen vaktin gününe kadar!” 15/38

- (İblis) : “Rabb’im, dedi, beni azdırmandan ötürü an dolsun ki, (ben de) yer
yüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım. 15/39

- Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna. 15/40

- (Allah) buyurdu ki : “İşte benim korumayı üzerime aldığım yol budur.” 15/41

- “Benim (hâlis) kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınlar(ı
azdırabilirsin sen.) 15/42

Çünkü inananlara ve Rab’lerine dayananlara o (şeyta)nın bir gücü yoktur. 16/99

- Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah’a ortak koşanlaradır. (o,
sadece onları kandırabilir). 16/100

Hal böyle olunca kabirleri (mezarları) ziyaret etmenin bir mahzuru yoktur. Tabi ki yapılan
ziyaret İslam’a uygun olmalı ve kabirdekileri İlahlaştırmadan yapılmalıdır.

Adak adama durumuna gelince, bu konuda doğruyu söylemektedirler. İster ölü olsun,
isterse canlı olsun hiçbir yaratığa adak adanmaz, zira hiç kimse hiç kimsenin yerine amel
işleyemez. Ameller şahsi olup herkese kendi eliyle işlediği vardır, bu husus kendisine adak
adanan için, ister ölü veya isterse canlı bir yaratık olsun, adak adayanın onu herhangi bir
haceti (işi veya isteği) için Allah’la kendisi arasında aracı yapması ve eğer istediğimi
yaptırırsan, sevabı sana olmak üzere falan şeyi sadaka edeceğim demesidir. Böyle bir
isteğin İslam dininde yeri yoktur. Bu şekilde kayırmayla, Allah’a isteğini kabul
ettirebileceğini düşünen şirke girer. Diğer şekilde ise, yapılan duanın bizzat kendisine adak
adanan tarafından yerine getirilmesi istenir, bu ise kendisine adak adanan kulu
İlah’laştırmak tan başka bir şey değildir ve bu davranışta şirktir. Allah kayırmayla duaları
364
kabul etmez, ancak kulların bir birleri için gönüllü olarak hayır duada bulunmasının
faydası vardır. Nasıl ki ibadet yalnız Allah’a yapılıyorsa, duada yalnız Allah’a yapılır. Kul
Kuldan dua ile bir şey isteyemez. Kur’an’dan mealen:

- (Rabbimiz), Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz. 1/4,

Ayrıca Kur’an öğretisine göre, ölüler kesin olarak yaşayanları duyamazlar, her iki tarafın
arasında irtibat kesilmiştir. Ölülerin duyabileceğine inanmak, bu konuda ki Kur’an
ayetlerini reddetmektir. Bu konuda, rivayetleri işlerken örnekler yazdım

6- Kim Beytullah’tan başka bir kabri, türbeyi veya şehitliği, yahut ta başka bir yeri tazim
için tavaf ederse Allah’a şirk koşmuş olur.
Tavaf : 1. Bir şeyin çevresini dolaşma, kutsal bir yeri ziyaret etme. 2. İslâm dininde hac
zamanı Kâbe’nin çevresini dolanma.
Tazim: Herhangi bir şeyi büyük saymak ve önemsemek.

Vehhabiler bu kavramlar çerçevesinde Kabe’ye yapılan tavafı öne sürerek, Kabe dışında
yapılacak tüm ziyaretleri şirk sayarak yasak getirmişlerdir. Kavramları yapıldıkları
amaçlar dışına taşımak suretiyle; Kabe tavafıyla özdeşleştirmeleri ve Kabe tavafıyla aynı
şeymiş olarak göstermeleri, gerçekleri yansıtmayan bir iddia olduğu gibi, bu gibi
iddialarda bulunmakla güya kendilerini özellikli kimseler ve gerçek “Muvahhit”ler olarak
gösterme gayretindedirler. İslam dinini bilen ve inanan hiç kimse, bu kavramlar
çerçevesinde Kabe dışında yaptığı hiçbir ziyareti Kabe ziyareti manasında almaz. Bir
Mümin, Mümin olan babasının mezarını veya vefat etmemişse kendisini ziyaret edip;
kendisinden büyük sayıp sevgi ve saygı gösterebilir. Müminler, Peygambere büyük bir
sevgi beslerler, onu kendilerinden büyük sayarlar, türbesini ziyaret edip görmek isterler,
böyle bir durum kendisine kısmet olan Müminler, Peygamberin türbesi etrafında sevgi ve
saygıyla dolanırlar, bu ise kötülenecek bir durum değil övülecek bir durumdur. Bu konuda
daha birçok örnek verilebilir. Bu kavramları esas alarak; bu kavramların Kabe dışındaki
örneklerine bakacak olursak konuyu net bir şekilde görmek mümkündür. Böylece,
Vehhabilerin kavramları haksız yere kullandıkları ve çarpıttıkları hemen görülür. Şöyle ki
Kur’an’dan mealen:

- Bu budur! Her kim de Allah’ın şeâirine (alâmet, nişane) tâzimde bulunursa, bilsin
ki bu, kalplerin takvâsındandır. 22/32

Bu ayetle ilgili olarak Kur’an’a bakıldığında Allah’ın, Kurbanlıkların ve kurban kesme


olayının tâzim edilmesini emrettiğini görmek mümkündür. Bunun yanında, Kabe Arafat,
sefa ve Merve gibi kutsal yerlerinde tâzimi olayı vardır. Kurbanlık olayının tazimi
İslam’da övülen bir durum olurda, Peygamberi, takvalı Mümin kimseleri ve şehitleri tâzim
edip, sevip saymak ve ziyaret etmek mi İslam’a uygun olmamış hatta şirk olmuş olur.
Bunu iddia edenler, Kur’an öğretisinden haberi olmayan ve Kur’an’a inanmamış olan
kimselerdirler. Tavaf olayıyla ilgili olarak ta, Kuran’dan mealen:

- Onlara (cennette) canlarının çektiğinden meyve ve et verdik. 52/22

- Orada birbirleri ile kadeh çekişirler. Onda ne bir saçmalama vardır, ne de günaha
sokma! 52/23
365

-Kendilerine mahsus ve sedefteki inci gibi hizmetçiler, onları tavaf ederler. 52/24

İslam dinine göre, hizmetçilerin efendilerini tavaf etmeleri uygun olur da, müminlerin,
Peygamberin türbesini veya salih kimseleri tavaf etmeleri niçin uygun olmasın ki,
uygundur ve bundan Allah rızası amaçlandığından övülecek bir harekettir. Allah, İblise
Adem’e secde etmesini emretti, bu secde olayıyla İblisten istenen Ademe ibadet etmesi
değildi, Adem’i kendisinden büyük sayıp tazim etmesiydi. Bu İblisin nefsine ağır geldi ve
Allah’a isyan etti, Allah’ta onu lanetledi. Bu secde olayını birçok kimse, sanki İblisten,
Ademe ibadet etmesi istenmiş gibi algılanmaktadır, İslam dininde Allah’tan başkasına
ibadet olmaz, İblisten istenen sadece Adem’e secde yoluyla tazim yapmasıydı. İslam
dininde Allah’ın üstün kıldığı kimselere tazim, övülen bir husustur. Şu var ki Kimlerin
üstün kılındığının, Kur’an’da belirtilen kimseler olması gereklidir. Hiç kimse kendi
keyfine göre, Allah’ın üstün olduklarını bildirdiği kimseler dışındakilere, İslam dini adına
üstünlük atfedemez. Aksi takdirde, insanların İslam dinindeki konumları belirsiz bir çok
kimseye İslam dini adına türbe yapıp onlara taptıkları doğrudur. İşte İslam dinine göre
yasak olan bu gibi durumlardır.
Görüldüğü gibi Vehhabilerin bu konuda yapmış oldukları iddialar, birçok yönden
Kur’an’a uymayan iddialardır.

7- Falcılara, müneccimlere inanmak şirktir. Demeleri:

Bu konuda doğruyu söylemektedirler, İslam dinine göre, Fala; falcılara ve müneccimlere


inanmak, böylece gaybı (bilinmeyeni) bilebileceğine inanan, Allah’a şirk koşmuş olur.
Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Göklerde ve yerde Allah’tan başka gaybı kimse bilmez”. Onlar ne zaman
dirileceklerini de bilmezler. 27/65

8- Mevlid okunmasına karşı çıkmaları

Bilindiği gibi, Mevlid okunması, Peygamberin doğumuna sevinmek, kutlamak ve övmek


için yapılan bir toplu kutlamadır. Peygamberin doğumuna sevinmek, Peygamberi övmek
iyi bir şeydir de, Peygamberi övüyoruz diye İslam dininde yeri olmayan bir sürü saçmalık
sıralamak, Peygamberi övmek değildir. Bu toplantılarda mevlit diye okudukları sözleri
Kur’an’ın önüne geçirmek veya Kur’an’la aynı şeymiş gibi kabul etmek İslam dini
açısından olacak şey değildir. Bizzat şahit olduğum bir olayda, mevlithanlardan biri. Bu
mevlit Kuran’dır, Kuran’dan alınmadır diye takdim etti. İslam dinine karşı böylesine bir
saçmalığı sanırım, Ebu Cahil bile sarf etmemiştir. Peygamberi övmek isteyenler ona
salavat getirsinler, Kur’an’da belirtilen hususiyetlerini anlatsınlar, doğru olan budur.

9- Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevekkül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan
yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, küfre girmiştir. Demeleri:
İslam dininde dua, doğrudan Allah’a yapılır. Kullar, birbirlerinin iyiliği için Allah’a dua
edebilirler, Allah’ım falana rahmet et, ona şifa ver demek, İslam dinine aykırı olan bir dua
değildir, örneğin: cenaze namazı ölü için Allah’a yapılan bir duadır. Fakat duası beklenen
şahsı, Allah’la kendisi arasında bir baskı vasıtası görmek, ona yalvarmak, ona adak
adamak, İslam dininde kabul edilmeyen ve kişiyi müşrik yapan davranışlardır. Hele,
366
Allah’tan başkasına dua etmek, dua yoluyla ondan yardım beklemek, o kişiyi İlah
edinmedir ve dolayısıyla şirktir. Kur’an’dan mealen:

- (Yâ Rabbi), Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz! 1/5

10- Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bidat) ortaya koyan
kimse mel’undur ve ortaya attığı şey de reddedilir. Demeleri.
Hiç kimse Allah’ın kitabı olan Kur’an’a aykırı ve onda temelini bulmayan her hangi bir
şeyi İslam dini adına ortaya koyamaz. Öyle bir şeye inanması ve iddia etmesi Kur’an’ı red
etmesi; dolayısıyla İslam dışı olması demektir. Sünnet konusuna gelince, Peygamber
hiçbir zaman Kuran’a aykırı bir dini tebliğ yapmamıştır. Fakat kendileri de bir Sünni ekol
olmaları itibariyle, peygambere mal etmek suretiyle, sünnet diye neleri rivayet ettiklerini
bu kitabın birinci cildinde uzun uzadıya örneklerle izah ettim. Dolayısıyla yapmış
oldukları dini tehditleri bizzat kendileri işlemektedirler.

11- Nazar değmemesi için nazar boncuğu taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzeri
şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak
adamak, belânın, hastalığın yok olması için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri
takınmak, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere saygı gösterip onlardan dua
yoluyla yardım dilemek, şirktir. Demeleri:

Nazar değmemesi için, nazar boncuğu taşımak taşımak gibi şeylere inanmak, muska
takmak suretiyle muskanın kendisini koruyacağına inanmak şirktir. Kurban yalnız Allah
için kesileceğinden, Allah’tan başkası için kurban kesmek şirktir. Allah’ın kutsal olduğunu
bildirdiği, örneğin: Tuva vadisi ve Kabe gibi şeyler dışında herhangi bir şekilde, ağaç ve
benzeri şeyleri kutlu saymak şirktir, zira bir şeyi kutsal yapan Allah’tır, Allah’ın kutsal
kılmadığını hiç kimse kutsal sayamaz. Yani kısaca bu konuda iddia ettikleri, fal açmak ve
Allah’tan başkasından dua yoluyla bir şey istemek dahil olmak üzere söyledikleri
doğrudur.

12- Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. Namazı terk eden kimse kafirdir ve
onlar hakkında dinden çıkmış (mürtet) hükmü verilir. Demeleri.
Beş vakit namaz cemaatle kılınabileceği gibi yalnızda kılınabilir. Kur’an’dan mealen:

- Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler,
kötülükleri uzaklaştırır. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. 11/114

Ayet mealinde görüldüğü gibi, namaz kılma emri tekildir, bundan da kişinin tek olarak,
farz namazlar dahil olmak üzere namaz kılabileceği anlaşılır. Cemaatle namaz konusunda
ise Kur’an’dan mealen:

- Namaz kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle berâber rükû edin. 2/43

Böylece, tek veya cemaatle namaz kılmanın mümkün olduğunu görmek mümkündür.
Cemaatle namaz kılmak iyidir, fakat farz olması Cuma namazıyla ilgili bir husustur; Cuma
namazının cemaatle kılınması farzdır. Diğer namazlar, cemaat imkanına rağmen hem
cemaatle, hem de fert olarak yalnız kılınabilirler. Namazın terk edilmesi olayına gelince.
Namazı terk eden Mümin değildir, zira namazı terk etmek Müminlerin vasıflarından
367
değildir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- Felâha ulaştı o müminler, 23/1

- Ki onlar, namazlarında saygılıdırlar, 23/2

- Onlar namazlarını (vakitlerinde kılarak) korurlar. 23/9

Vehhabilerle ilgili olarak 13 ve 14 no.lu şıklardaki iddialara daha önce değindiğimden


tekrarlamayacağım, şu kadarını söyleyeyim ki, bu iddialarıyla onlar açık bir şekilde
Allah’ı Tecsim etmektedirler, yani cisim saymaktadırlar. Allah’ı cisim saymak şirktir.
Diğer taraftan, Kütüb-i Sitte’deki ve Müsned’teki rivayetleri kabul etmekle, Kur’an’dan
uzak oldukları gibi, bu inançları dolayısıyla Kur’an’ın İslam öğretisini red etmektedirler.

Örneğin, Kur’an’da, ab dest alırken ayakların mesh edilmesi (silinmesi) emredilmiştir.


Kur’an’ı dikkate almayarak ab destte ayaklarını yıkayan Vehhabiler, İslam dini adına olur
olmaz iddialarda bulunacaklarına önce gidip ab dest almasını öğrensinler.
Vehhabileri, diğer Kütüb-i Sitte bağlılarından farklı inançları, ana hatlarıyla bu şekildedir.
Diğer taraftan, Kütüb-i Sitte’deki bütün, Kur’an’a aykırı hususları aynen kabul
ettiklerinden, Kur’an’dan çok uzaktırlar.

İMÂMİYYE ŞİASI (İsnâaşeriyye) ON İKİ İMAM MEZHEBİ

Bugün İran’da yaygın olarak bulunan bu mezhebe “Câferiyye” mezhebi de denmektedir.


Bunlar on iki masum imam kabul ettiklerinden dolayı, İsnâaşeriyye, yani on ikiciler;
İmamlara inanmayı imanın şartlarından biri olarak gördüklerinden “İmâmiyye”; hem
itikad hem de ibadet ve muâmelâtta İmam Câfer es-Sadık’ın görüşlerine dayandıklarından
“Câferiyye” de denmiştir.
Bunlarında İslam anlayışlarının esasını diğer Sünni mezheplerde olduğu gibi, Tek başına
Kur’an değil, Kur’an ve Onunla birlikte rivayetler teşkil etmektedir. Bir Sünni mezhep
olmalarına rağmen diğer Sünni mezheplerden ayrı olmalarının nedeni, hadis kaynaklarıyla
ilgilidir. Zira bunlar, Kütüb-i Sitte’yi kabul etmeyip, kendilerine ait “Kütüb-i Erbaa” denen
dört hadis kitapları ile Nehc’ül-Belâğa isimli kitapları bulunmaktadır. Hadis külliyatlarının
ayrı olmasını temel fark olarak görmemin nedeni, gerek İmamet anlayışlarındaki
farklılıklar olsun, gerekse diğer bazı farklılıklar olsun dayanağını hadis külliyatlarının
değişik kaynaklı olmasından almaktadırlar. İnançlarını ele alıp Kur’an’la
karşılaştırdığımda, zaman, zaman anlarla diğer Sünni gruplar arasındaki bazı farklılıklara
dikkat çekmeye çalışacağım.
Şia’i İmâmiyye'nin hadis anlayışı ve << Kütüb-i Erbaa - Dört Kitap>> denen hadis
kitapları ve yazarları şunlardır:

Şia’i İmamiyye, tıpkı Ehlisünnet gibi, hadislerin geçerli olup olmaması konusunda o
hadisin İsnat ettiği yani dayandığı ravi zincirini esas almakta, fakat Ehlisünnet farklı
olarak, kendilerince kabul edilen hadislerin Ehl-i Beytin, cedlerinden rivâyet edilmiş
olduklarını iddia etmektedirler. Yani, kendilerince bir hadisin kabul görmesi için o hadis
senedinin, Örneğin: Sâdık, Bâkır’dan, o, babası Zeyn’ül-Abidin Ali’den, o, babası
368
Huseyn-i Sıbt’tan, o babası Emir’ül- Mü’minin’den, o da Hazret-i
Resûlullah’dan (Sallâllahu aleyhi vesellem) rivâyet ederse kabûl ederler. Böylece
Ehlisünnetin, sahabe yoluyla gelen hadislere uyma iddiasına karşılık, İmâmiyye, Ehlibeyt
İmamları yoluyla gelen hadislere uyduklarını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse her iki
tarafta da, temelde sistem aynı olup, hadisin kabulüne esas Kur’an ölçüsü olmayıp, hadisin
dayandığı senettir.
Ehlisünnetteki altı hadis imamı ve bu imamlara ait Kütüb-i Sitte denen altı hadis
külliyatına karşılık. Şia’i İmamiyye mezhebinde üç hadis imamı ve bu imamlara ait
Kütüb-i Erbaa denen dört hadis kitabı külliyatı vardır. Şöyle ki:
1. Ebû Ca’fer Muhammed b. Ya’kuub-i Küleydi (H.328 veya 329, M.939 Bağdat’ta Vefat)
ye ait “el-Kâfi fi İlmi’d-Din” veya “Kafi” isimli hadis kitabında 16199 hadis
bulunmaktadır. Kitabını Usûl ve Fürû’a dair iki bölüme ayırmıştır. I-VII. Bâbına el-Usûl
mine’l-Kafi; VIII-XXX. Bâblarına da el- Fûrû’mine’l-Kafi denir. Ehlisünnette Buhari ne
ise Şia’ İmamiyye de de Küleyni odur. İddia ettiklerine göre Gaybet-i Suğra zamanında
yani Mehdinin küçük gizlenme döneminde Küleyni’nin “Kafi” isimli eseri, Mehdiyle
irtibatta olduklarını iddia ettikleri dört sefir tarafından Mehdiye arz edilmiş ve Mehdi’nin
bu Kitab için << Kâfi, Şiamıza kafidir>> dediğini rivayet etmişlerdir. Bundan da çok
önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, Mehdi tarafından onaylanmış ve içerdiği
hadis senetleri Ehlibeyt’e dayalı olan “Kafi” adlı hadis külliyatının her hadisi, kendisini
Şia’ İmamiyye mezhebine mensup gören herkesi kesin olarak bağlayıcı bir nitelik
taşımaktadır. Her ne surette olursa olsun bu hadislere aykırı söz söyleyen kimse, kendisini
Şia’ İmamiyye mezhebinin bir ferdi olarak saysa dahi, tam anlamıyla Şia’ İmamiyye
mezhebinin bir ferdi olmayıp, söylemiş olduğu aykırı söz yalnız kendisini bağlamakta
olup, bu sözüyle Şia İmamiyye mezhebinin dışına çıkmış olur. Yani eleştiri yapanın
eleştirisi yalnız kendisini bağlar, Mehdinin onayladığı hadisleri eleştirmekle de Şia
İmamiyye mezhebinin dışına çıkmış olur
2. Ebû - Ca’fer Muhammed b. Ali b. Huseyn b. Mûsâ b. Babeveyh’il - Kum mi (355/966
da Bağdat’a gelmiş, 381/991 de Rey’de vefât etmiştir.)nin <<Men Lâ Yahzuruh’ul -
Fakıyh>> adlı eserinde 9044 hadis mevcuttur. “İbn’ Babeveyh” “Şeyh Sadûk” lakaplarıyla
da anılan Ebû - Ca’fer Muhammed b. Ali’ye << Ebû - Ca’fer-i Sâni>> de denir. Şeyh
Müfid’in üstadıdır. Yazmış olduğu
3. <<Men Lâ Yahzuruh’ul - Fakıyh>> isimli hadis külliyatı Şia-i İmamiyye’nin hadise
dâir ikinci ana kaynağını teşkil eder.
4. Ebû - Ca’fer Muhammed b. Hasan b. Aliyy-i Tûsi (Vefat 460/1068) nin ustaları. Bağdat
da ders almış olduğu Şeyh el-Mufid ve Şerif el-Murtazâ’dır. Böylece Şeyh Sadûk’un
eğitmiş olduğu şeyh Müfid tarafından eğitilmekle, eğitim yönünden Şia İmâmiyyenin
ikinci hadis imamı Şeyh Sadukla bağlantısı açıktır. <<Şeyh’ut - Taife, Şeyh’ul -
İmamiyye>> ve << Şeyh Tûsi>> diye anılan Muhammed b. Hasan’a <<Ebû Ca’fer’i
Salis>> de denir. Hadis konusunda iki eser yazmış olup, bunlar 13059 hadis ihtiva eden
<<Tehzib’ül - Ahkam>> ile 5511 hadis ihtiva eden <<El - İstibsâru fi Ma’htelefe fihi
mine’l - Ahbar>> isimli eserdir. Bu iki eser Şia İmâmiyyenin üçüncü ve dördüncü hadis
külliyatını teşkil etmektedirler.
Bu dört hadis külliyatından başka Şerif er-Radi (406/1016) tarafından yazılmış olan, ve
Ali b. Ebi - Talibe isnad edilen hüdbeleri, sözleri, öğütleri, vasiyetleri, mektupları ve
vecizeleri içeren << Nehc’ül-Belâğa >> isimli kitapta yine Şia İmâmiyyenin temel
kaynaklarından biridir.
Şunu da belirteyim ki, nasıl peygamber adına hadisler uydurulmuşsa, Şia İmamiyye
tarafından Ehlibeyt olarak tanımlanan, aslında peygamberin Ehli olan kimseler adına da
369
hadisler ve sözler uydurulmuş olduğu hususunun da dikkate alınması gerekir. Bu
itibarla uydurulmuş olan sözler, peygamberin Ehlini değil, uydurmuş olan kimseleri
bağlar. Şia İmamiyye kaynaklarından örnekler verdiğimde bu hususun böylece dikkate
alınması gerekir.

I- ŞİA İMAMİYYE’YE GÖRE KUR’AN VE HADİSLERİN KONUMU

1- Hadislerin, Kur’an âyetlerini nesh yani iptal edebileceğini iddia etmeleri:


Bu konuda, Nehc’ül- Beleğa’da, Kur’an’da farz olmalarına rağmen bazı ayetlerin iptal
edildiğinin sünnetle bildirildiğini böylece sünnet esas alınarak Kur’an’da farz olan
ayetlerin iptal edilebileceğini yani sünnetin Kur’an ayetlerini nesh edebildiğini açıkça
ifade etmişlerdir. Her ne kadar bu sözde, sünnet nesh etmiyor, nesh edildiği sünnetle
bildirilmiş demekteyseler de bu neticeyi değiştirmeyen bir dil sürçmesinden başka bir şey
değildir. Çünkü netice itibarıyla sünnet, Kur’an ayetlerini iptal etmiş olmaktadır. Bununla
da yetinmeyerek, Kur’an’da nesh edilmiş bazı ayetlerin, nesh edilme olayını sünnetin iptal
ettiğini ve uygulanmaları sünnet tarafından devam ettirilir demektedirler. Özetlersem;
Sünnetin Kur’an ayetlerini nesh edebileceğini ve hatta Kur’an’da nesh edilmiş ayetlerin
neshini iptal edebileceğini iddia ederler. Bunun manası hem dıştan, hem de içten Kur’an’a
tahakküm çabasıdır. Söyledikleri söz şudur: “Öyle âyetler vardır ki kitapta farzdır da nesh
edilişi sünnetle bildirilmiştir. Öyle âyetleri de vardır ki sünnetle vâcip olmuştur, kitaptaysa
terk edilmesine ruhsat verilmiştir.” (Nehc’ül- Belâga. Terceme, Abdulbaki Gölpınarlı,
Sayfa 26 Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı. )

Bu iddialarının fıkıhlarında da geçerli olduğuna dair örnekler:

“Resûlullah evli olarak zina edeni recmetmiş, sonra ona namaz kılmıştır, mirasını da,
miras düşenlerine vermiştir. Adam öldüreni öldürmüş, mirasını pay etmiştir. Hırsızlık
edenin elini kestirmiş, evli olmadığı halde zina edeni dövdürmüş fakat sonra
Müslümanların haklarından onlara düşen hakkı da kendilerine teslim eylemiştir;”
(Nehc’ül- Belâğa. Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı, Terceme,
Abdulbâki Gölpınarlı, Sayfa 250-251 ).

“Aklı başında olan birisi, bilerek dileyerek, kendisine helâl olmayan bir kadınla buluşursa,
evli değilse, bekârsa, İslâm hükmünce ona yüz sopa vurulur; sonra başı traş edilerek bir yıl
müddetle, bulunduğu şehirden uzaklaştırılır. Bu cezâyı yerine getirmek, İslâmi hükümetin
vazifesidir. Kadın da rızâsıyla, dileyerek bu işi işlemişse yüz kamçı yer. Zinâ eden,
evliyse, şehevi duygusunu meşru’ olarak helâlıyla tatmin edebileceği cihetle ona yüz
kamçı vurulduktan sonra recmedilerek öldürülür; kadın da aynı cezâya çarptırılır.” (Ca’feri
Mezhebi ve Esasları. Yazan, Âyetullah Kâşif-ül Gıtâ. Çeviren Abdulbaki Gölpınarlı,
Zaman Yayınları 1979 baskısı Sayfa 107. )

Böylece , Kur’an’da olmayan recm cezasını, rivayetleri esas alarak uyguladıklarından,


sünnet yoluyla; bu Konudaki Kur’an ayetini nesh etmiş olmaktadırlar.
Evli, bekar ayırımına göre, zina olayına recm cezası uygulamanın, Kur’an’a aykırı
olduğunu, ve bu şekilde bir uygulamanın, bu konuyla ilgili Kur’an ayetini nesh olduğunu,
Kütüb-i Sitte konusunu işlerken, Kur’an’dan örnekler vererek belirttim.
Şia İmamiyye mezhebinde, Ehli Sünnet mezheplerinde olduğu gibi, Kur’an’a aykırı birçok
dini uygulamalar mevcuttur. Kur’an’a aykırı yapılan her uygulama, Kur’an’ın o konuda
370
bildirmiş olduğu hükmü red veya başka bir ifadeyle nesh veya iptal manasındadır.
Konuları işlemeğe devem ettiğimde bunlardan örnekler verdim. Recm olayına, Kur’an’ı
nesh edişlerine bir örnek olsun diye burada deyindim.

2- Kur’an hakkındaki itikatları:

Dünyanın neresine gidilirse gidilsin iki değişik Kur’an bulmak mümkün değildir. Kur’an,
Allah tarafından korunduğu gibi; Kur’an’ı taklit etmek mümkün değildir. Bu itibarla,
gerek Ehli Sünnetin elinde mevcut olan, gerekse Şia İmâmiyyenin elinde mevcut olan
Kur’an aynıdır ve Kur’an’ın kendisidir. Fakat iki tarafın elinde mevcut ve kendilerince
geçerli olan rivayetlerde Kur’an’a karşı birçok saldırılar mevcuttur. Ehli Sünnetle ilgili
olarak Kütüb-i Sitte’yi işlerken bunlara ait örnekler verdim. Şimdi Şia İmâmiyyenin bu
ellerindeki rivayetlere dayalı olarak dediklerine bakalım:

Şia İmâmiyyenin, Buhari’nin Sahihine mukabil olarak gördükleri el- Kuleyni (ö.
329/941)nin “el-Usul Mine’l-Kafi” isimli kitabında:
“Ca’fer-i Sâdıktan rivâyet edilen bir habere göre “Cebrâil’in Hz. Muhammed’e getirdiği
Kur’ân, 17.000 âyet idi” denilmektedir. Bu habere göre Kurân’ın büyük bir kısmının zâyi
edilmiş olacağı intibâı verilmektedir. Şii anlayışına göre bu kaybolan kısım Ehl-i Beyt
indinde muhafaza edilmektedir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 422
“Alıntısı, el-Kâfi IV. 446.” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )

“el-Kuleyni, Ebû Abdillah’a bir söz atfeder. Uydurma olduğu açıkça belli olan bu uzun
söze göre güya Peygamber (S.A.V). Ali’ye bir kapı öğretmiş ki. Her kapıdan bin kapı
açılırmış. Ali evlâdında, el-Câmi’ denilen, Hz. Peygamber’in arşını ile yetmiş arşın
uzunluğunda, Peygamber tarafından Ali’ye yazdırılmış bir sahife varmış. Bu sahibede
helâl, harâm ve insanların muhtaç olduğu her şey yazılı imiş. Bir de Hz. Fâtıma’nın
Mushaf’ı varmış ki, bu günkü Mushaf’ın üç misli büyüklüğünde imiş ve onda bu günkü
Mushaf’tan tek kelime dahi yokmuş.”
“Daha garibi de var: Allah’ın Resûlü vefat edince, Fâtıma çok ağlamış, onu teselli etmek
için bir melek onunla konuşuyormuş. Fâtıma bunu Ali’ye şikâyet etmiş, Ali demiş ki:
- Meleğin geldiğini hissedince bana söyle. Nihayet Fâtıma meleğin geldiğini Ali’ye
söylemiş. Emiru’l - Müminin (Ali) melekten duyduğu her sözü yazmış. İşte o sözlerden bir
Mushaf meydana gelmiş. Yalnız bu Mushaf’ta helâl ve harâma dâir bir şey yokmuş da
gelecekte vuku bulacak olaylar varmış.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1
Sayfa 423-424. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )
“Peygamber (a.s.) hasta döşeğinde yatarken Ali’ye (r.a.):
- Ali, dedi. Kur’an döşeğimin altında sayfalar, ipek ve varaklar üzerinde bulunmaktadır.
Onları alın toplayın. Yahûdilerin Tevrât’ı zâyi ettikleri gibi, siz de Kur’an’ı zâyi etmeyin.
Ali gidip, Kur’an’ı sarı bir örtü içine doldurdu, evine götürüp üzerine mühür vurdu, “bunu
derleyip bir araya getirmedikçe abamı giymeyeceğim” dedi. Kapısına biri gelse onu
karşılamak için abasız çıkardı. Nihayet Kur’an’ı derledi. Derledikten sonra insanlara
çıkardı:
- İşte Allah’ın Kitabı, onu Allah’ın Muhammed’e indirdiği biçimde iki kapak arasına
topladım dedi.
- Bizim yanımızda Kur’an’ı içinde toplayan bir Mushaf var, bizim senin dediğine
ihtiyacımız yok dediler.
- Vallahi dedi, benden günah gitti. Bundan sonra onu bir daha göremezsiniz, ben size
371
haber vereyim dedim.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 422-423.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )
“İmamiyye Şia’sı, bazı ayetlerin, bazı kısımlarının çıkarıldığına kâil olmuşlardır. Bunlara
âit misalleri el-Kuleyni’nin “el-Usûl Mine’l-Kafi”sinden vermeye çalışalım:
Ahzâb Sûresinin 71. Ayetini “Kim Allah’a ve Peygamberine (Ali ve Ali’den sonraki
imamlarının velâyeti hususunda) itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş olur” şeklinde
okumuşlar ve bu âyet böyle nâzil oldu, şeklinde Ca’fer-i Sâdıktan nakletmişlerdir.”
Böylece parantez içerisinde ki ifadenin Kur’an’dan çıkarılmış olduğunu iddia
etmektedirler.
“Nisâ sûresinin 66 ncı ayetinin bir bölümü olan”... Kendilerine verilen öğüdü yerine
getirmiş olsalardı onlar için daha iyi olurdu” âyetini “kendilerine verilen (Ali hakkındaki)
öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için daha iyi olurdu” şeklinde indiğini
söylemektedirler.”
“İsrâ Sûresinin 89.“...öyleyken insanların çoğu (küfürde) nankör olmakta direndiler”
âyetini” ...öyleyken insanların çoğu (Ali’nin velâyeti hususunda) nankör (kafir) olmakta
direndiler” şeklinde Cibril’in indirdiğini. Kezâ, Kehf sûresinin 29. “De ki: Gerçek
Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin, şüphesiz zalimler için ateş
hazırladık” ayetinde Cibril’in “De ki (Ali’nin velâyeti hakkındaki) gerçek Rabbinizdendir.
Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz (Muhammed’in ashâbından olan) zâlimler
için ateş hazırladık” bu şekilde indirdiğini söylemişlerdir.”
“Bakara sûresinin 59. “(Buna rağmen içlerinden) zulmedenler sözü, kendilerine
söylenenden başka bir şekle çevirmişlerdi de, Biz de, o zâlimlerin üzerine fasıklık
etmelerinden dolayı gökten bir azab indirmiştik” âyetine, Cebrâil’in, Peygamber’e “ Âma,
(Muhammed ashâbının hakkına) zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü, başka
sözle değiştirdiler. Bizde, (Muhammed ashâbının hakkına) zulmeden zâlimlere, yoldan
çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik” şeklinde indiğini zikretmektedirler.
Bakara sûresinin 23. “Kulumuz (Muhammed)’e indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe
ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin...” âyetini, Cebrail’in,
Muhammet’e “Kulumuz Muhammet’e (Ali hakkında) indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe
ediyorsanız, sizde onun benzeri bir sûre meydana getirin” şeklinde indiğini
söylemişlerdir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 den alıntılar. Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları 1988. )

“Kısacası, ilk asırdan beri İmâmiye şiası iddialarına göre Ali ve Ehl-i Beyti öven bir çok
âyet Kur’an’dan çıkarılmıştır. Diğer bir deyimle Kur’an, Ebû Bekr, Ömer ve Osman
tarafından tahrif edilmiştir. Meselâ, Ahzab sûresi, Enâm süresi kadar uzundu. Bu sûreden
Ehl-i Beytin faziletleriyle ilgili âyetler çıkarılmıştır. Fâtıma’nın Mushaf’ı elimizdeki
Kur’an’ın üç misli kadar büyüktü” diyebilmektedirler. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu C.1 Sayfa 444 “Alıntısı, el-Kâfi I. 239.” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
1988. )

Bu şekilde daha birçok misalleri gerek el-Kâfi’de ve gerekse diğer İmamiyye Şia’ı
kitaplarında bulmak mümkündür. Her ne kadar İmamiyye Şia’ı tarafından din alimi olarak
kabul edilen bazı kimseler, İmamiyye Şia’sının muteber kabul ettiği rivayet kaynaklarında
mevcut olan bu iddiaları kabullenmiyorlarsa da, bu gibi kimselerin karşı çıkması şahsi
iddiadan öteye gitmez, zira bir inanışta sistem önemlidir. Öyle ki bu müelliflerin kendi
hadis kitaplarından habersiz olmaları ve bu hadislere dayalı olarak İmamiyye Şia’sınca
benimsenen sistemden habersiz olmaları beklenemez. Onun için bazı kimselerin kısmi öz
372
eleştiriler yapmalarının sistemleri açısından pek bir önemi yoktur. Bütün Sünni
gruplarda; İmamiyye Şia’sı ve diğerlerinde değişmez kural, Kur’an’a karşı hadislerin
baskın olduğu inancıdır, diğer bir ifadeyle, daha öncede birçok yerde örnekleriyle
belirttiğim gibi, hadislerin Kur’an’a karşı öncelikli ve Kur’an ayetlerini nesh ede bildiği
inancıdır. Zaten böyle bir inanç, Kur’an’la olan bütün bağları koparma ve Kur’an’ı açıkça
reddetme manasındadır.
İslam dini açısından olmazsa olmaz olan şu hususlar muhakkak dikkate alınmalıdır:
1- Kur’an, Allah tarafından korunmuş olduğundan, hiçbir yaratık tarafından
değiştirilemez. Ona batıl sokulamaz. Aksini iddia etmek Kur’an ayetlerini red etmek
olduğu gibi; Kur’an’a karşı haksız bir iftira olmaktan da öteye gidemez.
Kur’an’dan mealen:

- Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz; ve O’nun koruyucusu da elbette biziz. 15/9

- O (yanlış yola sapa)nlar kendilerine gelen Zikri (Kur’an’ı) inkâr ettiler. Halbuki o,
öyle eşsiz bir Kitâb’dır. 41/41

- Ki ne önünden, ne de ardından ona bâtıl gelmez, hikmet sâhibi, çok övülen


(Allah)dan indirilmiştir. 41/42

2- Kur’an Batıni (gizli) öğreti ihtiva etmeyen; Mubin (apaçık ) bir kitaptır. Onda ki
öğretinin, hiçbir şifre, labirent veya muamma yönü yoktur. Anlaşılması, Allah tarafından
kolaylaştırılmış olmakla; anlaşılması kolay, Bütün dini hususlarda yol gösterici; her çeşit
örneğe sahip; dini hiçbir konuda acze düşmeyen, İslam dini öğretisinde başka hiçbir
kaynağa ihtiyaç göstermeyen hür bir kitaptır. Onu başka kaynaklara muhtaç göstermek
isteyenler, onu anlamamış ve onu tahakküm altına almak suretiyle susturmak isteyen;
Kur’an karşıtı kimselerdirler. Onun ayetleri mufassal (detaylı) indirilmiş olduğundan kendi
dışındaki hiçbir tefsire de ihtiyacı yoktur. Peygamber dahi ona uymakla yükümlüydü. Ve
daha birçok özellikleri vardır; bunların tamamından bahsetmek ayrı bir kitap yazmayı
gerektirdiğinden sadece bazı örnekler verecek olursam, mealen:

- Elif lâm râ . Bunlar Kitâb’ın ve apaçık (mûbin) Kur’an’ın ayetleridir. 15/1

- Tâ sin. Bunlar Kur’an’ın ve apaçık (mûbin) Kitâb’ın ayetleridir. 27/1

- Elif lâm râ. (Bu), bir Kitâb’dır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah)
tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. 11/1

- Onunla (Kur’an’la) Allah rızâsının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve


onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola iletiyor. 5/16

- Allah, size Kitabı açıklanmış (tafsilatlı) olarak indirmiş iken ben ondan başka bir
hakem mi arayayım? Kendilerine Kitab verdiklerimiz. O (kur’a)nın, gerçekten
Rabb’in tarafından indirilmiş olduğunu bilirler, onun için hiç kuşkulananlardan
olma. 6/114

- Rabb’inin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini


değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir. 6/115
373

- Yeryüzünde bulunan (insan)ların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan


saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar. 6/116

- De ki: “Ben peygamberlerden ilk (defa gelen de) değilim. Bana ve size ne
yapılacağını da bilmiyorum. Ben ancak bana vahy olunana uyuyorum. Ben bir
uyarıcıdan başka bir ferd değilim!” 46/9

- Rabbi’nin Kitabı’ndan sana vahye dileni oku: O’nun sözlerini değiştirecek kimse
yoktur. O’ndan başka sığınılacak bir kimse de bulamazsın. 18/27

- (Peygamberler), apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara,


kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur’an’ı indirdik. Umulur ki
düşünüp anlarlar. 16/44

- Bu (Kur’an) insanlara bir açıklama, (Allah’tan) korkanlara yol gösterme ve


öğüttür. 3/138

- Andolsun biz Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık, ama
insanlardan çoğu, inkarda (kafirlikte) direttiler. 17/89

- Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık.
Ama insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür. 18/54

- Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali verdik.
39/27

- Her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit getirdiğimiz gün, senide
bunların üzerine şahit getirmiş olacağız. Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan ve
müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik! 16/89

- Andolsun! Biz, Kur’an’ı zikir (öğüt alınması) için kolaylaştırdık. Artık öğüt alan
yok mudur? 54/17

Görüldüğü gibi, Kur’an, Allah’ın korumasında olan değiştirilemez bir kitaptır, aksini iddia
etmek, bu konuda yukarıda mealini yazmış olduğum ayetleri inkar etmek olduğu gibi daha
başka birçok ayeti de inkar etmek demektir. Kur’an’dan herhangi bir şeyi inkar etmek ise
küfürdür.

3- Kur’an’da bâtın yani gizli mana olduğunu iddia etmeleri: “İmamiyye Şia’sı, Kur’an’ın
zâhir (açık) ve bâtın (gizli) manası olduğunu ileri sürer...... Onların iddialarına göre Allah
Teâla, Kur’an’ın zâhirini, tevhide, nübüvvete ve risalete çağırmaya; batınını da, imâmet,
velâyet ve buna bağlı olan şeylere davete mahsus kılmıştır.................. İnsan için Kurân’ın
zâhiri nasıl vacip ise bâtınına inanmak da aynı şekilde vaciptir.” derler. (Tefsir Tarihi,
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 416.)
“Kur’an’ın zâhiri manasına, bâtini yönden verdikleri mana, zâhiri manaya ne kadar uzak
olursa olsun, İmamiyye Şia’sı, bu iki mana arasında mutlaka bir alaka kurmaya çalışır. Ve
bütün gayretlerini bu işe sarf ederler. Bu iki mana arasında bir tenasüp (uygunluk) teşâbün
374
(benzerlik) kurmaya kalkarlar. Bâtıni manaya inanma işini birazda zorla kabul
ettirmeye çalışırlar ve şöyle derler: İnsan Kurân’ın zâhiri nasıl vâcib ise bâtınına inanmak
da aynı şekilde vâciptir. Bu, Kurân’ın muhkem ve müteşabihine, nâsih ve mensûhuna
inanmanın vâcib oluşu gibidir. Bu ilme tafsilli (detaylı) bir şekilde ulaşmak ta ehl-i beyt
yoliyle olur, derler. Kısacası, Kurân’ın her iki manasını da yalnız ehl-i beytten gelir. Her
iki manayı ancak ehl-i beytten olanlar bilir, başkaları değil bâtınını, zâhirinin bile
birçoğunu bilemezler. Ehl-i beytten gelen mana anlaşılmasa dahi kabul etmek icâp eder.
Kişi zâhire inanıp bâtınına inanmazsa her ikisini inkar eden gibi küfretmiş olur.”
iddiasındalar. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 416-417. )
“Kur’an’ı Kerim bütün ilimleri kapsamakta ve sayısız batınları içermektedir.” “Kur’an’ın
bilgi çehrelerinden henüz kimi perdeler kalkmış değildir.” (Hamd, Endişe Yayınları. Sayfa
13 Mayıs 1990. Ali Asgar Rabbani-yi Halhali.)

İmamiyye Şia’sının bütün bu sözleri Kur’an’a uymayan iddialardır. Kur’an tamamen açık
manalı, batın öğreti yönü olmayan, anlaşılması özel kimselerde; özel ırklarda ve soylarda
tekelleşmeyen, her insanda mevcut olan normal duyularla anlaşıla bilen bir kitaptır. Onda
asla batın öğreti diye bir husus mevcut değildir. Açık mana herkesçe aynı şekilde
anlaşılabilecek olan sabit ve istismara müsait olmayan bir manadır. Batın mana ise bunun
tam zıddı olarak, iddia edecek herkesin keyfi yorumuna bağlı ve istismara müsait ve asla
yol gösterici olmayan bir manadır. Bu inanç yönünden öyle bir felaket bir olaydır ki, tek
bir batın iddiasıyla dahi kalmadan, batının da batını şeklinde sürer gider. Bu konuda,
İmam Ali ibn-i Ebi Tâlibe atfedilen Nehc’ül-Belâga’da şöyle denmektedir:
“Gerçekten de Kur’an’ın dışı güzel mi, güzeldir; insan şaşırır kalır; iç yüzüyse derin mi,
derindir; sonuna erilemez; künhüne (tamamına) varılamaz. Sırlarının sonu bulunamaz.”
(Nehc’ül- Belâga. Terceme, Abdulbaki Gölpınarlı, Sayfa 95 Neşriyat Yurdu, Yeni Şark
Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı. )
Görüldüğü gibi, Kur’an ayetleri için açık ve sabit bir mana kabul etmeyerek, sonsuz
derecede gizli manalar iddia etmektedirler. Ve hatta demektedirler ki: “Kur’an’ın devre
mahsûs manası vardır. Zaman değişmesiyle, Kur’an’ın manası yenilenir (tazelenir). Buna
bağlı olarak bir birine muhalif, zıt manalar olabilir. Ayetin başı bir şey sonu başka bir şey
için geçerli olabilir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 418. )

Böylece, Kur’an ayetlerinde istikrar olmadığını söyledikleri gibi, ayrıca zıtlık (çelişki)
olabileceğini de iddia etmektedirler. Durumun böyle olmadığını, Kur’an ayetlerinden
örnekler vererek belirtmeden önce batini tefsir anlayışlarıyla ilgili örnekler verecek
olursam:
İnşikak sûresinin (mealen) 19. “(Ey İnsanlar) Siz mutlaka tabakadan tabakaya
bineceksiniz.” ayetinin batini manasında, bu ümmetin de geçmiş ümmetler gibi,
peygamberlerden sonra gelen vasilere zulmedeceklerine işaret olduğunu söylerler. Onlara
göre zâhirde genellik ifade eden lafız, bâtında özellik ifade edebilir. Mesela, “el-Kâfirun”
lafzı zahirde bütün kafirleri ifâde edebilirken, bâtında da Ali’nin velâyetini inkâr edenleri,
kastettiğine hükmedilir. Zahirde (açık manada) geçmiş milletlere veya onların fertlerine âit
olan bir hitap, bâtini manada bu ümmete hitap olabilir. Meselâ, A’raf sûresinin (mealen)
159. “Musa kavminden bir cemaat vardır ki, hakka irşat ederler ve hak ile hükmederler.”
ayetindeki “Musa’nın milletini” bâtini manada manada “İslam ehlidir” demişlerdir. (Tefsir
Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 417-418 Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
1988. )
Gerçekte, ayette bahsi geçen kimseler İslam ümmetinin mensuplarıdırlar, fakat bu,
375
Kur’an’da onlardan konu itibariyle belirli bir topluluk olarak bahsedilmediği
manasına gelmez.“Bazen da sadece bâtın manayı kullanarak zâhiri terk etmişlerdir.
Meselâ, Isrâ Sûresinin 74-75. “Sana sebat vermemiş olsaydık, an dolsun ki, az da olsa
onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatında, ölümünde kat kat azabını taddırırdık,
sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” âyetinde, onlar zâhiri manasının murad
edilmediğini, Hz. Peygamber’e böyle bir hitâbın lâyık olamayacağı düşüncesinden hareket
ederek bu âyette Hz. Peygamber’in kast olunmadığını, kast olunanın geçmişte olan bir
kimse olduğunu yahut ta (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle) kabilinden olduğunu
söylerler.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 418 Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları 1988. )
Yahut ta, Yunus sûresinin 15. âyetinde geçen “Kafirlerin mevcut kuranı istemeyerek ,
peygamberden değiştirmesini ve başka bir Kur’an getirmesini” istemeleri olayını. İmâmiye
şiası, Ali’ye irca ederek, “ Ali’yi değiştir” şeklinde anlaşılması gerektiğini ifade
etmişlerdir. Halbuki, Kur’an’da geçen sözlerin ne Ali’yle nede Ali’nin hilafetiyle uzaktan
yakından ilgisi yoktur. (Bak.Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 418
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )
Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nehc’ül-Belâga’da, Ali’ye isnat ettikleri şu söz
dikkate alındığında. Onların, Kur’an denince ne anladıkları kolayca anlaşılır. Şöyle ki:
“Ali (A.M.) İbn-Abbâs’ı Haricilerle görüşmeye gönderirlerken, << Onlarla Kur’an’a
dayanarak bahse girişme; çünkü Kur’ân bir çok yönü olan, türlü yorumlarla yorumlana
bilen bir kitaptır; sen söylersin, onlar da söylerler: onlara sünnete dayanarak delil getir;
çünkü ondan kaçmaya yol bulamazlar>> buyurmuşlardır. ( Târih Boyunca İslâm
Mezhepleri ve Şiilik Sayfa 25-26, Abdulbâkıy Gölpınarlı, Alıntısı Nehc’ül-Belâğa
tercemesi ve şerhi; s.324-325. Der Yayınları İstanbul 1987.)

Evet, Kur’an konusundaki bir iddiaları da bu şekildedir. Bu öylesine ağır bir sözdür ki,
Kur’an’dan öte, Allah’a bir saldırı ve iftiradır. Zira söyledikleri bu sözlere göre, İslam
dini, Allah kelamı olan Kur’an’dan anlaşılmamakta, başka bir ifade ile, Allah, indirmiş
olduğu Kur’an’la İslam dinini net bir şekilde öğretememekte, kul sözleri ise net ve
anlaşılır bir şekilde İslam dinini ortaya koya bilmektedir. Şu bilinmelidir ki, herhangi bir
şeyi öğretmede en üstün ve en yüce olan Allah’tır. Allah’ın kelamı olan Kur’an en açık ve
en kolay anlaşıla bilen bir kitaptır. Allah, hiçbir hususta acze düşmez, her istediğini
hakkıyla yapandır. Allah’ın her istediğini öğretmeye gücü yeter. O’nun öğretmediği
herhangi bir şeyi, kainatta kimse bilemez. Kur’an ise öğrenelim diye bizler için indirmiş
olduğu bir kitaptır. Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Rahmân (çok merhametli Allah). 55/1

- Kur’an’ı öğretti. 55/2

- İnsanı yarattı. 55/3

- Ona beyânı (konuşup, düşüncelerini açıklamayı) öğretti. 55/4

Peygamberler dahil herkes, Allah’ın öğretmesine muhtaçtır. Zira, peygamberlere de


öğreten Allah’tır. Kur’an’dan mealen:

- Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz da. O (nun getirdiği),
376
sâdece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. 36/69

- (Bu Kur’an Muhammed’e verildi)ki, diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de


(azab) sözü hak olsun. 36/70

- (Allah) Âdem’e isimlerin tümünü öğretti, sonra anları meleklere arz edip: “Haydi,
doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin.” dedi. 2/31

- Dediler ki: “Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim ilmimiz
yoktur. Şüphesiz (her şeyi) en iyi bilen, alim ve hakim olan ancak sensin. 2/32

Kur’an’da batini hiçbir öğreti olmadığına dair Kur’an’dan mealen:

- Andolsun, sana apaçık âyetler indirdik, onları yoldan çıkmışlardan başkası inkâr
etmez. 2/99

- Andolsun ki biz size (gerekeni) açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş
olanlardan örnekler ve takvâya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik. 24/34

Kur’an her isteyenin keyfine göre türlü yorumlara gelen; mana istikrarından uzak bir Kitab
değildir. Haşa, böyle bir durum söz konusu olsaydı, çelişki ve eğriliklerle dolu olurdu.
Kur’an’da çelişki ve eğrilik yoktur, Kur’an’dan mealen:

- O Allah’a ham dolsun ki, kuluna Kitâbı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. 18/1

- Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer (o) Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş)


olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı. 4/82

Kur’an ayetleri muhkem olup kesindir. Kur’an’dan mealen:

- Elif lâm râ. (Bu), Kitâb’dır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah)
tarafından ayetleri kesin (muhkem) kılınmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. 11/1

Kur’an en doğru yola götürür. Kur’an’dan mealen:

- Geçekten bu Kur’an en doğru yola iletir ve iyi işler yapan müminlere, kendileri için
büyük bir ecir olduğunu müjdeler. 17/9

Kur’an’da her türlü misal vardır. Kur’an’dan mealen:

- Andolsun biz Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık, ama
insanlardan çoğu, inkarda (kafirlikte) direttiler. 17/89

- Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık.
Ama insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür. 18/54

En güzel izah tarzı ve en güzel öğretim Kuran’dadır. Kuran’dan mealen:


377
- Biz, bu Kur’an’ı vah yetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen o
(Kur’an)n’dan önce (bunları) bilmeyenlerden idin. 12/3

- Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab’ı sözlerin en güzeli
olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu Kitap’tan tüyleri ürperir, sonra
hem derileri ve hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitab
Allah’ın doğruluk rehberidir. Onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi de
saptırırsa ona yol gösteren bulunmaz. 39/23

Kur’an hak ile bâtılı birbirinden ayıran ciddi bir sözdür. Kur’an’dan mealen:

- Dönüşü olan göğe an dolsun. 86/11

- (Bitkilerin çıkması için) yarılan yere an dolsun ki, 86/12

- O (Kur’an), elbette (hak ile batılı) ayırt edici bir sözdür. 86/13

- O, şaka değildir. 86/14

- Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar. 86/15

- Ben de (onları yakalamak için) bir tuzak kuruyorum 86/16

- Hele sen o kafirlere mühlet ver, biraz bırak onları. 86/17

Kur’an, anlaşılması kolay bir kitaptır. Kur’an’dan mealen:

- Andolsun! Biz, Kur’an’ı zikir (öğüt alınması) için kolaylaştırdık. Artık öğüt alan
yok mudur? 54/17-22-32-40

Görüldüğü gibi, Kur’an’a batini yön isnat etmeleri ve Kur’an anlaşılmaz demeleri,
Kur’an’a aykırıdır.

4- Kur’an’ı tefsir etmeleri ve tefsir anlayışları:

Ehl-i Beyt imâmlarını, dinin bütün meselelerinde olduğu gibi, tefsir ilmi konusunda da
yegane merci kabul ederler. Bunun için tefsirde son söz yine imamlarındır, onlara göre,
Kur’an’ın gerçek tefsirini imamlar bilir ve yalnız onlardan gelen tefsir rivayetleri
makbuldür. Zira derler ki, bütün peygamberlerin ilmi Ali’de ve ondan sonra gelen
imâmlarda toplanmıştır. Bu konuda Peygambere şöyle bir haberi de söyletebilmişlerdir.
“Peygamber’e (S.A.V.) Ali (R.A.) hakkında sorulduğunda; “hikmet ona bölündü, dokuzu
Ali’ye,, biri de insanlara verilmiştir” dedi. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1
Sayfa 443. )
Daha öncede söylediğim gibi, yapmış olduğum eleştirilerde, imam Ali’yi veya O’nun
evladını eleştirmeyi amaçlamadığımı. Nasıl ki, Resûlullah adına hadis adı altında
söylemediği birçok söz uydurulmuşsa, aynı durumun Ali ve Evladı içinde geçerli
olduğunu belirtmiştim. Kaldı ki benim şahsen, Ali ve Evladı için büyük bir saygı ve
sevgim vardır. Zaten benim bütün yazılarımdaki eleştirilerim, Kur’an’da kötü oldukları
378
belirtilmiş olan şahıslar hariç, direk şahıslar olmayıp, Kur’an ölçüsüne göre, Kur’an
karşıtı sözler ve oluşumlardır.

İmamiyye Şia’sının yapmış olduğu tefsirler, çoğunlukla siyasi amaçlı, övgü içerikli
tefsirlerdir. şöyle ki:

- Güneşe ve onun aydınlığına andolsun, 91/1

- Onu takip ettiği zaman aya andolsun, 91/2

- Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze an dolsun, 91/3

- Onu örttüğü (her tarafı karanlıkla bürüdüğü) zaman geceye andolsun 91/4

Mealini yazmış olduğum Şems Sûresinin 1-4 ayetlerini tefsir ettiklerinde. “Güneşi
Peygamber (S.A.V.)le, Ay’ı Ali (R.A.) ile; Gündüzü, Hasan (R.A. Ve Hüseyn (R.A.) ile;
Geceyi de Ümeyye oğulları ile tevil etmişlerdir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu C.1 Sayfa 439, “Alıntısı, Şevâhidut-Tenzil II. 333.” Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları 1988. )

Bu iddialarına göre, Allah, gece dolayısıyla Ümeyye oğulları üzerine de yemin etmiş
olmaktadır. Gerçekten bu İmamiyye Şia’sının görüş açısı yönünden anlaşılmaz bir
durumdur. Zira onlar, Ümeyye oğullarını aynı şeytan gibi görmektedirler, hal böyle
olunca, iddialarına göre nasıl olurda, Allah, şeytanla eşdeğer olarak kabul ettikleri Ümeyye
oğulları üzerine haşa yemin etmiş olur. Ümeyye oğulları konusundaki görüşleriyle ilgili
olarak Nehc’ül Belâğa’da şöyle demektedirler:

“Andolsun Allah’a ki Ümeyye oğulları, Allah’ın hiçbir harâmını helal saymadan, hiçbir
dini bağı çözmeden bırakmazlar bu işi. Taşla kerpiçle yapılmış bir ev, ovaya kurulmuş bir
çadır kalmaz ki zulümleri, oraya girmemiş olsun; hiçbir yurt bulunmaz ki onların cevrine
karşı koysunda yıkılmadan durdun.......” (Nehc’ül- Belâga. Terceme, Abdulbâki
Gölpınarlı, Sayfa 225 Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı. )
Tefsir anlayışlarının esasını siyasi amaçlar şekillendirdiğinden, kendilerine dayanak
bulabilmek için, bu konuda da, Kur’an’ın, Zahir ve Bâtın manası olduğunu ileri sürerler.
“Onların iddialarına göre Allah Taâla, Kur’an’ın zâhirini tevhide, nübüvvete ve risalete
çağırmaya; batınını da, imâmet, velayet ve buna bağlı olan şeylere davete mahsus
kılmıştır.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 416.)
Ve derler ki: “İnsan için Kurân’ın zâhiri nasıl vâcip ise bâtınına inanmak da aynı şekilde
vaciptir. Bu Kurân’ın muhkem ve müteşâbihine, nâsih ve mensûhuna inanmanın vâcip
oluşu gibidir. Bu ilme tafsili bir şekilde ulaşmak ta ehl-i beyt yoluyla olur. Kısacası,
Kur’an’ın her iki manası da yalnız ehl-i beytten gelir. Her iki manayı ancak ehl-i beytten
olanlar bilir, başkaları değil bâtınını, zahirinin bile birçoğunu bilemezler. Ehl-i beytten
gelen mana anlaşılmasa dahi kabul etmek icap eder. Kişi, zâhire inanıp bâtına inanmazsa,
her ikisini inkâr eden gibi küfretmiş olur.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1
Sayfa 416-417.)

Böylece Kur’an’da batın öğreti olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, İnsanlarla Kur’an
379
arasına perde örmeye çalışarak, insanların Kur’an’ı hür bir şekilde anlamalarını,
amaçları doğrultusunda engellemeye gayret ettiler. Hal bu ki, Kur’an insanların hür bir
şekilde anlamaları için inmiş bir kitaptır. İnsanları bu öğretiden uzaklaştırmaya çalışmak,
Kur’an’a karşı koymaktan başka bir şey değildir. Kur’an’dan mealen:

- Biz (bu) Kitâbı, insanlar için, sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse
kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerine
vekil değilsin. 39/41

Böylece, İmamiyye Şia’sı, Sünnilikle beraber, Batıniliğe sıkı sıkıya yapışmıştır. Daha
önce, Kur’an’dan örnekler verip, belirttiğim gibi, Kur’an açık ayetlerden müteşekkil olup,
hiçbir Batıni öğreti içermez. Aksini iddia etmek, Kur’an ayetlerini inkar etmek manasında
olduğu gibi, böyle bir inkar, İslam yolundan çıkmanın ta kendisidir. Kur’an’dan mealen:

- Andolsun, sana apaçık âyetler indirdik, onları yoldan çıkmışlardan başkası inkar
etmez. 2/99

İMÂMİYYE ŞİASI’NIN İMAMET KONUSUNDAKİ İNANÇLARI

Caferilik mezhebi veya diğer bir adıyla, İmamiyye mezhebi, bir Sünni mezhep olmasına
rağmen, kendisini diğer Sünni mezheplerden en önemli hususların başında bu mezhebe
tabi olan şahısların on iki masum imama inanmaları ve bu masum inanmayı imânın
şartlarından saymalarıdır. Bunlara göre imamları halk seçemez, imamlar peygamberler
gibi, Allah tarafından seçilerek görevlendirilmiş kimselerdirler. Bu inançlarına göre kabul
ettikleri imamlarla peygamberler arasındaki tek fark isim farklılığından başka bir şey
değildir. Böylece, İmamiyye Şiasına göre, bir kimsenin mümin olabilmesi için on iki
masum imama inanması ve onlara tabi olması şarttır. Peygamberleri red etmek nasıl ki
İslam dininden çıkmaya sebep ise, imamları reddedende tıpkı bunun gibi, Mümin olamaz.
Daha önce, gerek imamlık konusuna, gerekse mehdilik konusuna ve bunlarla ilgili olarak
Ehli-Beyt konusuna (Birinci Ciltte) değindim, fakat konunun Caferilerle ilişkisi açısından
tekrar kısaca değinmeyi gerekli görüyorum. Zira, Caferilerin inancını anlamak için bu
konuların bilinmesi temel teşkil eder. Öyle ki, kendilerini bu İnançla tanıtarak
adlandırmaktadırlar. İmamlık konusunu imanın şartlarından saymaları bu konuya
verdikleri önemin tipik örneğidir. Şöyle demektedirler:
“İmâmetin, usûl-i dinden olup imânın, ona inanmakla tamamlanacağına itikad
etmekteyiz...... İmâmet nübüvvetin devâmıdır. Peygamberleri göndermek , nasıl bir lütuf
ise, peygamberlerden sonra, onun yerine İmâmı naspetmek de lûtufdur ve vücut-ı zâti ile
Allah’u Teâlâ’ya vacibdir; bu bakımdan İmâmet, ancak Allah’u Teâlâ’dan nass ile, yâhud
o İmamdan önceki İmâmın, onun İmâmetini beyaniyle tahakkuk eder; insanların
seçmesiyle, istemesiyle olmaz; insanlar dilediklerini İmam olarak tâyin, yâhud
dilediklerini azl hakkına da sâhip değillerdir. Aynı zamanda insanlar, imamsız kalamazlar;
çünkü Rasûl-i Ekrem Sallâllahu aleyhi ve selle, << Kim zâmanın İmâmını bilmeden,
tanımadan ölürse, câhili yet ölümü üzere ölmüştür >> buyurmuşlardır.””

“Aynı zamanda asırlardan bir asrın, halkın kendisine itâati farz edilmiş bir İmamsız
geçmesi de mümkün değildir. İnsanlar, onu kâbul etseler de etmeseler de, ona yardımda
bulunsalar da, bulunmasalar da, ona muti olsalar da, her asırda, her zaman,Allah tarafından
nasbe dilmiş bir imam mevcuttur. İmâmın, halk tarafından tanınıp bilinmesi, yâhud
380
bilinmemesi, Hazret-i Peygamberin (S.M.) mağarada, Ebû-Tâlib şı’bında gizlenmeleri
gibi halktan gizlenmesi aynıdır; nitekim aklen, bu gizlenmiş zâmanın uzun, yâhud kısa
olması arasında da fark yoktur. Allah’u Teâlâ, << Her topluma bir hidayet veren vardır>>
13/7 ve << Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir korkutucu çıkmasın >> buyurmaktadır.
(35/24)” (Şia İnançları, Yazan: Muhammed Rızâ’l-Muzaffer, Çeviren: Abdulbâkıy
Gölpınarlı. Sayfa: 50-5. Zaman Yayınları 1978. )

Dikkat edilirse, imamları dini açıdan peygamberlerle bir saymakta ve peygamberlerden


farklı olarak da, imam toplum içinde mevcut olamazsa, hiç kimse onunla konuşma ve
görme imkanına sahip almazsa, ona hiçbir şey sormak veya cevap almak mümkün
olmazsa, kısacası toplumla hiçbir irtibatı olmadan, sadece hayalde yaşıyor olsa ki, bununla
iddialarınca mağarada gizlenmiş ve halen asırlardan beri hiç kimse ile, hiçbir hususta
irtibatı olmayan, var olduğuna iman ettikleri “Mehdi”yi kastetmektedirler. Ve bütün
bunlara rağmen Mehdi’nin imamlığına iman etmeyen kimselerin mümin olamayacağı
iddiasındadırlar. Şia’i İmâmiyyenin inancına göre, Mehdi:
“Şii-İmâmiyyenin on ikinci ve son imam olarak inandıkları Muhammed b. El-Hasan 15
Şaban 255/30 temmuz 869 tarihinde Samarra’da doğmuştur. Onun 9 Rebiyülevvel 258/24
Ocak 872 veya 8 Şaban 256/11 Temmuz 870 tarihinde doğduğu da rivayet edilir. Babası
el-Hasan el-Askeri, annesi de Nercis Hatun’dur.
Künyesi, Şii rivâyetlere göre, Hz. Peygamber’in künyesinin aynı, Ebu’l-Kasım’dır. Pek
çok lâkabı vardır: Sâhibu’z-Zaman (Zamanın Sâhibi) el-Kaaim (Ayakta Duran), el-Huccet
(Kesin Delil), el-Muntazam (Beklenen) el-Mehdi (Hidâyet Olunmuş).bunlardan en
meşhûru el-Kaaim el-Muntazar ve el-Mehdi’dir. Şii-İmamiyya, On ikinci İmam’ın adını
söylemez. Lâkabı ile andıktan sonra “Accelallahu Ferecehu,, (Allah Onun Zuhurunu
Çabuklaştırsın) derler.
Hakkında daha fazla tarihi malûmata sâhip bulunmadığımız Muhammed b, el-Hasan, Şii-
İmamiyye’nin inancına göre, babası el-Hasanu’l-Askari’nin vefatından sonra, evlerinde
sirdap’a girerek gözden kaybolmuştur; hâlen sağdır ve Kıyâmetten önce mehdi sıfatıyla
zuhûr ederek zulümle dolmuş dünyayı adâletle dolduracaktır. Bu, bir inanç esâsıdır.”
(İmâmiyye Şiası, Yazan: Prof. Dr. Ethem Rûhi Fığlalı, Sayfa, 171-172, Selçuk Yayınları.)
Bu öyle bir inançtır ki, Mehdi, hiçbir toplumun içinde mevcut değil, hiç kimseyle bir
irtibatı yok fakat aynı zamanda iddialarınca uyarıcı ve yol gösterici imiş. Böyle bir iddia
ise hayali bir doğmayla uğraşmaktan başka bir şey değildir. Ve şunu derim ki, halen
beklemekte olduğunuz masum imam, üç yaşlarında olduğu bir sırada 1125 yıldan yıldan
beri, mağarada gizli olup ondan bir ses çıkmadı. Üstelik, en ufak bir köy muhtarı kadar, ne
dini, nede dünyevi herhangi bir işte etkinliği veya müdahalesi yok iken, böyle birisi var
olsa dahi ne faydası olur? Kaldı ki, O bir mevcut olmayandır. Ondan size hiçbir menfaat
geldi mi? Geçip gidenlere bir menfaati olmadığına göre, bundan sonra da, kıyamete kadar
gelecek olanlara faydalı olması nasıl beklenir. Kıyamete birkaç gün kala gelmesinin, o
güne kadar gelip gidenlerin faydası açısından hiçbir önemi olamaz. Aslında, O sizce kayıp,
bence ise hiç yoktur.
Evet, umut edip bekledikleri 12. İmamın durumu bu şekildedir. Öbür on bir imamın ise
vefat ettiğini ve dünya hayatından uzaklaştıklarını kendileri de kabul etmektedirler.
Anlaşılan odur ki, iddialarının dünya yaşamında herhangi bir aktif güncelliği olmadığını
kendileri de anlamış olduklarından, kendilerine yaşayanlardan, seçim yoluyla yönetici
imamlar seçtiler ve bugün, sandık başında seçmiş oldukları kimseler tarafından
yöneltilmektedirler. Her ne kadar seçmiş oldukları bu kimselere, “İmamın Vekili” veya
başka bir ifadeyle “Velayeti Fakih” diyorlarsa da, bu bir dil sürçmesinden başka bir şey
381
olmayıp, gerçekte iddia etmiş oldukları on iki imamın dışında kendi reyleriyle
seçilmiş imamlar tarafından yöneltilmektedirler. Bugün yönetimleriyle ilgili olarak
yaşamakta oldukları fiili durum bu şekilde olup, aksine iddiaların gerçek manada bir
önemi yoktur. Onlar bugünkü fiili durumlarıyla on iki imam iddialarının dışına
çıkmışlardır. Bu durum, hayali gerçeklerle, somut gerçeklerin mücadelesinde, somut
gerçeklerin galip gelmesi olayıdır. Uygulama imkanı olmayan ve aynı zamanda hayat
gerçekleriyle bağdaşmayan hayali iddialler hiçbir zaman tatbik imkanı bulamazlar, öyle ki,
aradan geçen asırlar içerisinden, şimdiye kadar dünyada yaşamış olan tüm insanlar,
İmamiyye Şiasının iddia etmiş olduğu Mehdi’yi başlarına imam olarak getirmeyi
amaçlamış olsalar dahi, buna imkan bulamazlardı, zira mevcut olmayan ve olması da
mümkün olmayan hayali durumların, realite olarak gerçeğe dönüştüğü görülmüş şey
değildir. Ayrıca, İmamlık Liyakati olarak ileri sürmüş oldukları on iki imam iddiaları
Kur’an’la da bağdaşmamaktadır. Kur’an’a göre, Allah nezrinde üstünlük takva derecesine
göredir. Takva ise, akrabalık olayından bağımsız bir olgudur. Akrabalık bağı, Allah
nezrinde geçerli bir olgu olmuş olsaydı bütün insanlar, Allah nezrinde üstün bir dereceye
sahip olmuş olurdu, zira bütün insanlar Adem’in çocuklarıdır, Adam ise ilk mürşit ve ilk
peygamberdi, böylece bütün insanların, Kur’an öğretisine göre peygamber çocukları
olduğu açıkça görülmüş olur. Fakat bu olgu onlara bir şey kazandırmaz. Kazandıran tek
olgu takvadır. Peygambere ehil olarak akrabalık bağlarıyla yakın olmak sevinilecek bir
olaydır, fakat İmam Ali’nin ve çocuklarının, Müminler tarafından bu kadar çok
sevilmelerine esas neden, yüksek takvalarıdır. İmam, Ali olsun, onun temiz çocukları
olsun Müminlere imam olmaya layık çok değerli kimseler idiler. Benim burada konu
ettiğim onların değerli şahsiyetleri değil, İmamet konusunda, Kur’an’a göre İslam
sistemini göstermektir. Kur’an’a göre
imamet soya bağlı olmayıp, bütün Müminlerin hak kazanabileceği şahsa bağlı bir olaydır.
Buna göre herhangi bir mümin imam olabilir. Zaten, başka türlü, tatbiki yönünden bir
uygulaması olamaz. farz edelim ki bugün Mehdi mevcut olmuş olsun ve İmam mevkiinde
bulunmuş olsun, vefat ettiğinde ondan sonra kıyamet binlerce sene sonra olmuş olsa,
ondan sonra kendisi dışında bir imamın olması muhakkak gerekecektir, o zaman on iki
imam iddia etmenin manası nedir. Kıyamete, iddia ettikleri gibi 40 gün veya 40 sene kala
mehdi gelmiş olsa bile netice yine değişmez. Zira şimdiye kadar olduğu gibi, şimdiden
sonra da Mehdi gelinceye kadar çok uzun bir zaman geçmesi halinde, imamsız geçecek
asırların, imamsız geçmemesi için, on iki imam dışında gereğe göre imamlar kabul
etmekten başka bir izahını yapamazlar. Nitekim, bugün uygulamada yaptıkları da zaten
budur.

Kabul ettikleri on iki imam şunlardır:

Eb’ül - Hasan Ali b. Ebi - Talib (El - Murtazâ). Hicretten 23 yıl önce H. 40
Ebû - Muhammed Hasan b. Ali (Ezzeki) H. 2 - 50.
Ebû - Abdullah Huseyn b. Ali (Seyyid’üş Şühedâ) H.3 -61.
Ebû - Muhammed Ali b. Husyen (Zeynülabidin) H. 38- 85.
Ebû - Ca’fer Muhammed b. Ali (El - Bâkır) H. 57 - 114.
Ebû - Abdullah Câ’fer b. Muhammed (Es - Sâdık) H. 93 - 148.
Ebû - İbrâhim Mûsâ b. Cafer (El - Kâzım) H. 128-193
Eb’ül - Hasan Ali b. Mûsâ (Er - Rızâ) H.148-203.
Ebû - Cafer Muhammed b. Ali (El - Cevâd) H. 195 - 220.
Eb’ül - Hasen Ali b. Muhammed (El- Hâdi) H. 212 - 254.
382
Ebû - Muhammed Hasan b. Ali (El - Askeri) H. 232-260.
Muhammed el - Mehdi b. Hasan el - Askeri H. 260 - ?

İmamıyye Şiası, Ali b. Ebi - Talib’in, Peygamberin amcası oğlu ve aynı zamanda damadı
olması hesabıyla, hem Ali’nin, hem de çocuk ve torunlarının, peygamberin Ehlibeyt’i yani
hane halkı olduklarını iddia etmişlerdir, böylece kabul ettikleri on iki imamın,
peygamberin Ehlibeyt’i olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Birinci ciltte, Ehli Sünneti
izah ederken, Kur’an’dan örnekler vermek suretiyle, bir kimsenin damadı, amca oğlu olsa
dahi “Ehlibeyt‘i” yani Hane Halkı olamayacağını, zira Hane Halkı kavramının bir çatı
altında yaşayan fertlerine ait bir kavram olduğunu izah etmeye çalıştım. İmamiyye Şiası
ise
peygamberin eşlerini dahi, peygamberin hane halkı olmaları gerçeğinden dışlamışlardır.
Bu konuyla ilgili olarak Kur’an’a bakıldığında yaptıklarının Kur’an’a uymadığını ve
dolayısıyla, Allah’ın “Ehlibeyt” tanımına karşı çıktıkları açıkça görülür. Ali aba iddiasıyla
peygamberin Ehlibeyt’ini, beş fertten müteşekkil sayarak, bunlarında peygamber dahil
olmak üzere, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin, olduğunu söylemişlerdir. Halbuki, Ali bir
aile reisidir ve kendisine ait Ehlibeyti vardır. Peygamberde bir aile reisidir ve kendisine ait
Ehlibeyti vardır. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin ise peygamberin ehli beyti olmayıp,
Mümin ve iyi kimseler olarak, peygamberin “Ehli” dirler. Daha öncede belirttiğim gibi,
“Ehil” olma Ehlibeyt olma durumundan daha üstün bir konumdur. Örneğin Ehlibeyt’ten
olan eşler, boşanma durumunda Ehlibeytlikten çıkarlar, fakat akrabalıktan gelen Ehillik ise
sosyal bağların son bulmasıyla son bulan bir olay değildir ve daha köklüdür.

Peygamber eşlerinin, peygamberin Ehlibeyti olduğuna dair, Kur’an’dan örnekler verecek


olursam, mealen:

-Ey peygamber! eşlerine söyle: “Eğer siz, dünyâ hayatını ve onun süsünü istiyorsanız,
gelin size mut’a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım" 33/28

-”Eğer Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah, içinizden
güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır." 33/29

- Ey peygamberin kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun için azab
iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır. 33/30

- Fakat sizden kim Allah’a ve Resûlüne itâate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona
da mükâfatını iki kat veririz ve (cennette) onun için bol rızık hazırlamışızdır. 33/31

- Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer


(Allah’ın buyruğuna karşı gelmekten) korunursanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile)
söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel, (kuşkudan
uzak bir biçimde) söz söyleyin. 33/32

- Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliye (çağı kadınları)nın açılıp saçılması gibi
açılıp saçılarak (kırıta kırıta) yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve
Resûlüne itaad edin, Ey Ehl-i Beyt (ey peygamberin ev halkı), Allah sizden, kiri
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 33/33
383

- Sizin evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, Şüphesiz Allah


lâtiftir, haber alandır. 33/34

Görüldüğü gibi, peygamberin ehl-i beyti olarak eşleri tanımlanmış ve onlara hitap
edilmiştir. Peygamberlerin eşleri ve Ehl-i Beyt’lik konusunda bir örnekte, Kur’an’daki
Hûd Sûresi 71,72,73, ten gösterebiliriz, mealen:

- (İbrâhim’in) karısı, ayakta duruyordu. (Bunu duyunca) güldü. Biz ona İshâk’ı
müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakûb’u. 11/71

- (İbrâhim’in karısı) “Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir pir iken doğuracak
mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!" 11/72

- (Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve


bereketleri sizin üzerinizde ey Ehl-i Beyt! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur." 11/73

Görüldüğü gibi, peygamberlerin eşleri, Kur’an’da, Allah tarafından peygamberlerin Ehl-i


Beyt’i olarak tanımlanmışlardır. Aksini iddia etmek, Kur’an ayetlerini inkar etmek
demektir. Zaten Ehl-i Beyt tanımı, daha öncede ifade ettiğim gibi, hane halkı demektir.
Hane halkı ise aynı çatı altında yaşayan ve birbirleriyle akrabalık bağıyla bağlı olan, aynı
mutfağı ve Ekonomik imkanları paylaşan kimselerdirler. Birden fazla evleri olsa dahi, bir
aile reisinin başkanlığı altında bir topluluk meydana getirirler. Hane halkını meydana
getiren en önemli esaslardan bir tanesi, aile reisinin eşleridir. Zira eşler temel esastır.
Çocuklar dahi babalarıyla aynı çatı altında yaşadıkları müddetçe babalarının ehl-i
beytidirler, ayrılıp yeni bir ev kurduklarında ise yaşadıkları o evin ehl-i beyti olmuş
olurlar, artık öz babalarının ehl-i beyti değil, iki tarafında mimin kimseler olmasıyla da,
İslam dinine göre bir birlerinin ehli olmuş olurlar.

Bu ifadelerle, Kur’an’a göre Ehl-i Beyt kavramını izah etmeye çalıştım. Bunun içinde iki
şeye dikkat çekmek istedim, birincisi, Ehl-i Beytin, bir aile reisine ait bir evde yaşayanlar
ve o aile reisinin onların geçiminden mükellef olması, ikincisi, Ehl-i Beyt’i meydana
getiren en önemli esaslardan bir tanesinin, o aile reisine ait eşlerin, o aile reisinin Ehl-i
Beyti olduğu hususudur. Kur’an ayetlerinde de bu husus açıkça görülebilir. Bir çok
kimseler bu kavramı saptırmaya çalışarak, peygamberin eşlerinin, peygamberin Ehl-i
Beyt’i olmadığını ısrarla iddia etmişlerdir. Bu ise, Kur’an’a aykırı olan bir husustur.
Yoksa, zan edilmesin ki, biz peygamberin akrabalarını sevmiyoruz. Biz peygamberin tüm
yakınlarını, Ehl-i Beyti olsun veya olmasınlar çok büyük bir sevgiyle severiz. Özellikle,
şehit Hüseyin’e, Yezit tarafından yapılan haince saldırının acısını asla unutmuş değiliz. O,
Hüseyin’ki, Müminlere imam olmak ona ne güzel yakışırdı. O, Hüseyin’ki, İslam’da
olmayan ve Emeviler’in getirmiş olduğu, babadan oğula devreden saltanata karşı kıyam
etmişti. O’na selam olsun, o ne güzel şehit ne güzel peygamber torunu idi.
Peygamberin tüm yakınlarını sevmek, İslam dininde mecburi olan bir husustur. Şöyle ki,
Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarına müjdelediği (Cennet bahçeleri ve
Rabları katında diledikleri her şey) işte budur. (Ey Muhammed!) De ki: “Buna
karşılık sizden yakınlara sevgi dışında, herhangi bir ücret istemiyorum. Kim bir
384
iyilik işlerse, biz de onun bu iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayıcıdır; iyiliklere çok karşılık verendir. 42/23

Müminlere imam olmak, takvalı bütün müminler için müşterek bir olaydır. Bu itibarla,
takvalı her mümin, Irkı, kabilesi, soyu, ataları kim olursa olsun, müminlere imam olabilir.
Babadan oğula veya biat almadan her ne şekilde olursa olsun, saltanat veya krallık İslam
dininde red edilmiştir. Bu hususlarla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için
kavimlere ve kabilelere ayırdık ki Allah yanında en değerli olanınız. O’ndan en çok
korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. 49/13

Görüldüğü gibi, bütün insanların aynı ana babanın çocukları oldukları vurgulanmış olup,
bu bakımdan eşit oldukları belirtilmiştir. Bütün insanlar aynı ana babadan çoğalmış
olmalarına rağmen, bu üreme olayında hiçbir zaman kardeş kardeşe evlilikte olmamıştır.
Başka bir ifadeyle, nasıl ki bugün İslam dininde “ensest” ilişki nasıl yasaksa ilk insan olan
Adam ve Havva zamanından bu tarafa da her zaman yasak olmuştur. Allah’ın bazı
toplumlara ceza olarak bazı yasaklar getirmesi bir tarafa, temel yasaklar bidayetten bu
tarafa hep yasak olmuştur. Örneğin: İçkinin haram olması, kumarın haram olması, haksız
yere bir insanın öldürülmesinin yani katilliğin haram olması başlangıçtan bu tarafa hep
haram olagelmiştir, kardeş kardeşe evlilikte tıpkı bu haramlar gibi, başlangıçtan bu tarafa
hep haram yani yasaktır. Zira, Allah’ın kanununda değişme meydana gelmez. Allah,
sünneti gereği olarak, birileri için ayrı, birileri için ayrı kanun koymaz ve değiştirmez.
Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın, öteden beri süregelen kanunudur bu: Allah’ın kanununda bir değişme
bulamazsın. 48/23
( Ayrıca bak: 17/77, 33/62, 35/43. Ayetler.)

Şimdi dense ki, o zaman nesiller nasıl üredi? Kur’an’ın bu konuda seçenek olarak bıraktığı
tefekkür, Adem ve Havva’dan ilk doğan çocukların iki veya ikiden fazla kız çocukları
oldukları ve bunlarında babasız olarak, erkek ve kız çocukları doğurduğu ve doğurmuş
oldukları bu çocukların ilk etapta teyze çocukları olarak evlendikleridir. Bu tür evliliklerde
nesep olarak helal evliliklerdir. Kur’an ışığında “hikmet gereği” bu konunun anlaşılması
bana göre bu şekildedir. Halen, tabiat ta babasız doğum yapan canlıların olması da bu
görüşü destekleyen bir husustur.
Konumuza dönecek olursak, Kur’an’dan mealen:

- Rabb’i bir zaman İbrahim’i bir takım kelimelerle sınamış o da onları


tamamlayınca: “Ben seni insanlara imam yapacağım.” demişti. “Soyumdan’da
(imamlar yap, ya Rabbi!)” dedi. (Rabb’i): “Zalimlere ahdim ermez (onlar için söz
vermedim.)” buyurdu.
2/124

İbrahim peygamberi, Allah insanlara imam yapmıştı. İbrahim peygamber, Allah’tan,


dilekte bulunarak soyundan da imamlar yapmasını istemiş. Allah, İbrahim peygambere
imamlık işinin soy işi olmadığını, önemli olan, soyun değil de, takvanın olduğunu
belirtmiştir. Zira dikkat edilirse İbrahim peygamberin bizzat kendisi, Allah tarafından
385
sınanmış, sınanma neticesinde imamlığa Liyakatli olduğu ortaya çıkmıştır. İmamlık
işi takvaya bağlı değil de, babasının kim olduğuna bağlı olmuş olsaydı, İbrahim
peygamber imam olamazdı. Zira, İbrahim peygamberin babası bir putperesti, sonra imanda
etmedi. Kur’an’dan mealen:

- İbrahim, babası Âzer’e demişti ki: “Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu
ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.” 6/74

- Ve kitapta İbrahim’i de an. Şüphesiz o çok sadık bir peygamber idi. 19/41

- Babasına demişti ki: “Ey babam! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası
olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun?” 19/42

- “Ey Babam, bana sana gelmeyen bir ilim geldi; bana uy, seni düzgün bir yola
ileteyim.” 19/43

- “Ey Babam! Şeytana ibadet etme; zira şeytan, Rahman’a âsi olmuştur.” 19/44

- “Ey abam! En sana Rahmân’dan bir azâbın dokunmasından korkuyorum. O


zaman (sen), şeytanın dostu olursun.” 19/45

- (Babası): “Ey İbrâhim, sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara
dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, an dolsun seni taşlarım. Uzun süre enden ayrıl git!”
dedi. 19/46

Görüldüğü gibi, bir peygamberin babası müşrik bir kimse olabiliyor. Aynı durum
peygamberlerin çocukları içinde geçerlidir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- Gemi, onarı dağlar gibi dalga(lar) arasından geçirirken Nûh, bir kenarda duran
oğluna: “Yavrum, bizimle berâber (gemiye) bin, kâfirlerle beraber olma!” diye
seslendi. 11/42

- (Oğlu): “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” dedi. (Nûh): “Bugün,
Allah’ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur, ancak O’nun rahmet ettiği (insanlar
kurtulur).” dedi. Ve aralarına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu. 11/43

Ayrıca, peygamber eşi olmalarına rağmen, Nûh’un karısı ve Lût’un karısı mümin
olmadılar ve Allah’a asi oldular ve kafir olarak öldüler; Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi,
kullarımdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler, onlara hıyânet ettiler. Kocaları,
Allah’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): “Haydi, girenlerle
berâber siz de ateşe girin” denildi. 66/10

Allah’a en çok asi olmuş olanlardan bir tanesi de, Fir’avn’dur. Buna rağmen karısı mümin
idi. Kur’an’dan mealen:

- Allah, iman edenlere de, Firavun’un karısını misal vermektedir. O şöyle demişti:
386
“Rabb’im bana yanında cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun
(kötü) işinden kurtar. Ve beni şu zâlimler topluluğundan kurtar!” 66/11

Bu durum karşısında, bir kimse çıkıp ta aynı soydan gelenlerin veya her hangi bir şekilde
bir birleriyle akrabalık bağıyla bağlı olanların, bu durumlarından dolayı en üstün
olduklarını ve müminlerin yönetiminin bunlardan başkası için mümkün olmadığını iddia
ile imameti, babadan oğula devredecek şekilde belli bir gruba tahsis edemez. İddia etmesi
halinde bu, Kur’an’a uygun bir iddia olmuş olmaz. İmamiyye Şiasının iddia ettiği on iki
amam, çok değerli şahsiyetler olabilirler, fakat böyle bir durum imametin onların dışında
olamayacağı manasına gelmez. Zaten bugünkü fiili durumda, böyle bir iddianın
uygulamada mümkün olmadığını göstermektedir. Öyle ki, tim müminler bir araya gelsek,
bu gün için, İmamiyye Şiasının iddia etmiş olduğu on iki imamdan herhangi birinin
imameti altına girmeye imkan bulamayız. Zira bunlardan herhangi bir şahıs dünyada
yaşıyor değildir. Hatta yaşıyor diye iddia ettikleri Mehdi ile tek bir kelime konuşacak
imkana sahip, tek bir insan yoktur. Zira bizzat kendilerinin iddia ettiğine göre Mehdi H.
328 M.940 tarihinden beri yani 1058 yıldır büyük bir gizlilikle gizlenmiş ve dünya
yaşamıyla irtibatı kesilmiştir. Onlar bu duruma “Gaybet-i Kübrâ” yani Büyük Gizlilik
Dönemi demektedirler.

İmametin, bütün takvalı müminler tarafından istenebilecek bir olay olduğuna dair örnek
verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Rahman’ın kulları ki yeryüzünde mütevazı olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf


atarlarsa “selâm” derler. 25/63

-Onlar ki, gecelerini Rablerine secde ederek (O’nun huzûrunda) ayakta durarak
geçirirler. 25/64

- Onlar ki: “Rabbimiz, cehennemin azâbını bizden öteye çevir, doğrusu onun azâbı
(insana sarılıp bir daha ayrılmayan) sürekli bir azab dır.” derler. 25/65

- “Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makamdır!” (derler). 25/66

- Ve onlar ki, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne de cimrilik ederler, ne de


cimrilik ederler, (harcamaları), bu ikisinin arasında dengeli olur. 25/67

- Ve onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, hak yolla olmadıkça
Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa
günâhı(nın cezâsını) bulur. 25/68

- kıyamet günü, onun azâbı kat kat artırılır; orada, zelil olarak ebediyen kalır. 25/69

- Ancak tövbe eden, iman eden ve iyi iş yapanlar başka. Allah, onların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayıcıdır; çok merhametlidir. 25/70

- Kim (günahlarından) tövbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbûl bir kimse olarak
Allah’a döner. 25/71
387
- Onlar ki yalan şahitlik etmezler, boş lâf (konuşanlar)a rastladıklarında vakar ile
(oradan) geçip giderler. 25/72

- Ve onlar ki kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır


ve kör davranmazlar. 25/73

- Ve onlar ki: “Rabbimiz, bize gözler sevinci (gönüller açan) eşler ve çocuklar lütfeyle
ve bizi muttakilere (senin azabından korunanlara) imam yap.” derler. 25/74

Yukarıda mealini yazmış olduğum, ayet meallerinde, Rahmân’ın kullarına ait vasıflar
belirtilmiştir. Bu vasıfları taşıyan kimselerin, tüm takvalı müminler olduğu açıktır. Ve
görüldüğü gibi (25 Furkan 74 ) bu vasıfların arasında imam olabilme olayı bulunmaktadır.
Bu da gösteriyor ki, Allah’a karşı kulluk görevini yerine getiren herkes, Allah’ın diğer
takvalı kullarına imam olabilir. Böylece imamlık olayında, ailevi bağlara sahip kimseler
değil, bütün takvalı müminler kitlesi esastır. Yani bu kitleden herhangi biri dünya
hayatında mevcutsa; yaşıyorsa. İslâm devletine imamlık yapabilir. İmamın şahıs olarak,
dünya hayatında mevcut ve yaşıyor olması şarttır. İslam devleti mevcut olduğu müddetçe
yaşayan bir olgudur. Devletin başında bulunan imamında aynı şekilde aktif olarak yaşıyor
olması gerekir. Zira imam mevcut değilse de, hayalde yaşıyorsa veya toplum içinde
yaşayan bir şahıs değilse, yok demektir ve olup olmaması arasında fark yoktur. Kimsenin
kendisine soru soramadığı; müracaat edemediği, kendisini göremediği, kendisinden bilgi
alamadığı, bir şikayetini iletemediği, sorunlarına çare bulamadığı bir imamın fiilen devlet
yönetmesi mümkün değildir. Zira böyle bir şahıs ancak hayalde vardır. İslam devletinin
ihtiyaçları aktif ve günceldir; bu ihtiyaçların yerine getirilmesi, hiçbir boş iddia ve
fikirlerle tatil edilemez. Mustazaf (zayıf) duruma düşen müminlerin yedikleri sopalar
gerçektir. Gerçek sopa yiyen kimselere hayali imam nasıl bir şeydir. Gerçekten bu çok
ibret verici bir iddiadır.

Yukarıda vasıfları bildirilen müminlerin hepsi imam adayı olabilirler, bunlardan herhangi
birinin imam olabilmesi için diğer müminlerden biat alması (yani kendisini seçmeleri)
gerektiği gibi, diktatör olmayıp, karalarında İslam şurasıyla (meclisiyle) danışarak hareket
etmesi gerekir.

Yukarıda mealini vermiş olduğum ayetler incelendiğinde, İmamiyye Şiasının on iki imam
iddiasının Kur’an’a uygun olmadığını görmek mümkündür.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE ABDEST VE GUSÜL

Daha önce, İmamiyye Şiası dışındaki dört ehli sünnet mezhebinin, Abdest ve Gusül
konusundaki anlayışlarını iddia ettikleri rivayetlerden örnekler vererek, Kur’an ile
karşılaştırırken, Kur’an’a göre Abdest ve Gusül’ün nasıl olması gerektiğini belirtmiştim.
Bundan dolayı, İmamiyye Şia’sının bu konudaki görüş ve iddiaları ile uygulamalarını,
Kur’an’la karşılaştırdığımda daha önce bahsetmiş olduğum hususlar hakkında daha kısa
bilgi vereceğim.

Abdest hakkında Kur’an’dan mealen:


388
- Ey İman edenler! Namaza dur(mak iste)diğiniz zaman yüzlerinizi yıkayın ve
ellerinizi dirseklere kadar, ve başlarınızı mesh edin (ıslak elle silin), ve ayaklarınızı
da topuklara kadar. Eğer cünüp iseniz temizlenin (yıkanın). Ve eğer hasta iseniz veya
yolcu iseniz veya biriniz tuvaletten gelmişse, ya da kadınlara dokunmuş ve su
bulamamışsanız, temiz toprağa teyemmüm edin; Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla
mesh edin, Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve size olan
nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz. 5/6

- Ey iman edenler! Ne dediğinizi bilinceye kadar, sarhoş iken namaza yaklaşmayın.


Yolculuk hali hariç, cünüp iken de yıkanmadan (namaza yanaşmayın). Eğer hasta
veya yolcu iseniz veya tuvaletten gelmiş veya kadınlara dokunmuşsanız ve su
bulamazsanız, temiz toprağa teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesh
edin. Şüphesiz Allah, çok affeden, çok bağışlayandır. 4/43

Yukarıda meallerini yazmış olduğum, Kur’an ayetleri dikkate alındığında, İmamiyye


Şia’sının Ab dest ve Gusül konusundaki bazı iddialarının Kur’an’a uymadığı görülür.
Şöyle ki:

“Yellenmek Ab destti bozar” demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan,
Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 61. )

Ab dest bozmuş olmanın şartlarından biri tuvaletten gelmiş olmaktır. Yellenmek için
tuvalete gidilmesi bir ihtiyaç olmadığına göre, yellenmek ab desti bozmaz.

“Uyku ab desti bozar” demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Sayfa 61. )

Uykunun ab desti bozduğu konusunda, Kuran’da herhangi bir husus mevcut olmadığından
bu iddiaları da yersizdir. Zira, Kur’an’da abdestin bozulmuş olmasının iki şartı vardır.
Bunlarda, kadınlara dokunmuş olmak veya tuvaletten gelmiş olmaktır.

“Vacib ve Sünnet namazlar abdesti bozar demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal,
Sayfa 61. )

Bu görüşlerine esas olarak, 5 Mâide 6 Sûresinin yalnızca baş kısmını esas aldıkları
anlaşılmaktadır. Zira onların bu iddiaları, başka bir ifadeyle, her namaza kalkıldığında her
namaz için ayrı ayrı abdest alınacak manasındadır. 5 Mâide 6 Sûresinin baş (giriş)
kısmında da, Namaza durmak isteyen müminlerin abdest alması istenmektedir. Fakat
ayetin devamında, abdesti bozan şartlar sayılmıştır. Bunlarda, kadınlara dokunmuş olmak
veya tuvaletten gelmiş olmaktır. İnsanlar arasındaki kurallarda da önce genelleme yapılıp,
sonrada detayların belirtildiği birçok hususlar bulmak mümkündür. Örneğin: Herkes vergi
ödemek zorundadır dendikten sonra, şu veya şu işleri yapanlar denmesi gibi. Ayette de,
Namaz için abdest almak gereklidir genellemesi yapıldıktan sonra, abdest bozulmasının
şartları sıralanmıştır. Bundan dolayı farz veya sünnet namazların abdesti bozduğu iddiası
Kur’an’a uygun değildir.
“Vacip tavâfın” abdesti bozar demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal,Sayfa61. )
Mezheplerinin fıkıh anlayışında “Kıyâs” (bağlantı kurma, iki olay arasında benzerlik
kurarak hüküm çıkarma) olmamasına rağmen, anlaşılan odur ki, Namazla, Vacip tavaf
arasında kıyas yaparak, mademki, namaz abdesti bozmaktadır o halde, vacip tavafta
389
abdesti bozar hükmüne varmışlardır. Bu tutarsız bir iddia olduğu gibi, Tavaf için
hiçbir surette abdest almak farz değildir. Zira, kıyamlı salat (namaz) ile, diğer farzların
arasında ehemmiyetli (önemli) bir fark mevcuttur. Namaz için kıyama durmanın manası,
Allah’ın huzurunda ibadet için ihtiram (saygı) duruşunda bulunmaktır. Bunun için,
elbiselerin (imkan nispetinde) güzel ve temiz olması veya bir ifadeyle her mescide
gidildiğinde, herkes imkanı nispetinde (oranında) süslü elbiselerin giymiş olması gerekir.
Her namaza kalkıldığında ayrıca kişi cenabetten arınmış ve abdest almış olmalıdır. Diğer
farzların yerine getirilmesinde ise, namazda olduğu gibi, Allah huzurunda saygı duruşunda
bulunma olayı olmadığı için, örneğin, Zekat veya sadaka verirken, Oruç tutarken veya Hac
ederken veya kıyamlı salat (namaz) dışında, Allah’ın adını anarken ab destli olmak
gerekmez. Bu bakımdan, Caferilerin (İmamiyye Şia’sı), vacip tavaf abdesti bozar
demeleri, Kur’an’a uygun değildir.

“Kur’an’ın yazısına, Allah ve Peygamberin adlarını ifade eden yazılara el sürmek için ab
destli olmalıdır.” demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Sayfa 62. )

Daha önce, Caferilerin dışındaki dört Sünni mezhebin, Kur’an’a ellerken ab destli
olunması gerektiğini iddia ettiklerini ve bu iddialarının Kur’an’a uygun olmadığını izah
etmiştim. Caferiler işi daha da ileriye götürerek, peygamber adlarına dahi abdestsiz el
sürülemeyeceğini iddia etmektedirler. Peygamber dışında bir çok kimsenin adı,
Muhammed, İsa veya Musa’dır, bu gibi kimselerin durumu nasıl olacaktır? Kendi adlarını
yazarken veya ellerken ab destli olmalarımı gerekmektedir? Veya ab destli olduklarını farz
edelim, içinde adları yazılı olan hüviyetlerini veya herhangi bir kağıdı, ab destli olmayan
hatta hatta Müslüman dahi olmayan birine vermeleri gerektiğinde, senin abdestin yoktur,
adıma elleyemezsin, bundan dolayı gerekli evrakı sana veremiyorum mu diyecekler. Hal
böyle olunca, Caferiler, mezheplerini anlatan binlerce kitabı nasıl oluyor da insanlar
okusun diye dünyaya dağıtıyorlar. O kitaplarda, abdestsiz ellenmemesi gerektiğini iddia
ettikleri adlar yazılı olduğu gibi, ab destli olsun veya olmasın, Müslüman olsun veya
olmasın isteyen herkes o kitapları veya yazıları elde ettiğinde haliyle ellemektedir. Durum
böyle olunca, abdestsiz ellenmesi yasak olan yazıları, elemeleri yasak olan kimselere nasıl
teslim ediyorlar. ab destli olmak güzel bir olaydır fakat abdestin farz olması namaz içindir.
1990’da İran’dan gelen birçok meyve sandığının, İran’da basıldığı anlaşılan eski gazete
kağıtlarıyla ambalajlandığını gördüm. Ambalaj için kullandıkları gazetelerde hiç mi, Allah
adı, Peygamber adı veya ayet metni yazmıyorlar. Bu yazılara ellemenin ötesinde, temiz
olmayan yerlere atılmak suretiyle saygısızlık yapılmaktadır. İddialarında samimi iseler
neden böyle bir olayı işlemekte veya önlememektedirler. İslam dininde, Allah adına veya
Peygamber adlarına veya Kur’an’a saygısızlık yasaktır, fakat abdestsiz ellemek saygısızlık
değildir.

Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- (Süleyman) kuşları teftiş etti, (içlerinde hüdhüdü bulamadı) dedi ki : “Neden


hüdhüdü göremiyorum, yoksa kayıplardan mı oldu?” 27/20

- “Ona çetin bir azâb edeceğim, ya da onu keseceğim. Yahut da bana (mazeretini
belirten) açık bir delil getirecek.” 27/21

- Çok geçmeden (hüdhüd) geldi : “Ben, dedi, senin görmediğin bir şey gördüm ve
390
Sebe’den sana gerçek bir haber getirdim.” 27/22

- “Ben onlara hükümdarlı eden bir kadın buldum, kendisine (kralların muhtâç
olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var.” 27/23

- “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan onlara
işlerini süslemiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, bu yüzden hidâyete (doğru yola)
giremiyorlar.” 27/24

- “Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini açığa vurduklarını


bilen Allah’a secde etmeleri gerekmez miydi?” 27/25

- “Allah ki O’ndan başka İlah yoktur, büyük Arş’ın sahibidir. 27/26

- Süleyman) : “Bakalım dedi, doğrumu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?” 27/27

- “Bu mektubumu götür, onlara at, sonra onlardan biraz çekil de bak, neye
başvuruyorlar (ne yapacaklar).” 27/28

- (Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Sebe melikesi Belkis) müşavirlerine dedi
ki : “Ey ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı.” 27/29

- “O, Süleyman’dan (geliyor) ve ‘Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.


27/30

- “Bana karşı üstünlük taslamayın ve Müslüman olarak bana gelin!” (diye yazıyor
dedi). 27/31

- “Ey ileri gelenler, dedi, bu işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz ki) ben siz
olmadıkça hiçbir şeyi (kendi başıma) kesip atmam.” 27/32

Yazmış olduğum bu ayet meallerinde görüldüğü gibi, Süleyman peygamber, değil ab


destli olmaları, henüz Müslüman olmamış Sebe kavmine içinde Allah’ın adı yazılı olan
davet mektubu göndermiştir. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın adına abdestsiz ellemek günah
değildir. Dolayısıyla Kur’an’a da abdestsiz ellenebilir, zira Kur’an’da Allah’ın adından
daha yüce bir kelime yoktur.

Ölüye dokunulduğunda (Mess-i Meyyit) gusül (yıkanma) etmenin farz olduğunu


söylemeleri:

“Eğer bir kimse ölünün vücudu soğuduktan sonra, elini ölünün bedenine dokundurur ise,
gusl edip bütün vücudunu yıkamalıdır. Bu hüküm başka mezheplerde yoktur.” (İslam’da
Caferi Mezhebi ve İmam Cafer Sadık Buyrukları, yazan; Hüccetül İslâm, Ahmed Sabri
Hamedani, Kadıoğlu Matbaası Ankara-1986 Sayfa 102. )
“Mes’ele - 1 - Vücudu soğuyan ve yıkanmamış olan ölüye dokunana gusül vacip olur.”
“Mesele - 2 - Ölü veya diriden koparılmış, kemikli bir parçaya dokunmak da guslü vâcip
eder.” (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin
Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 73. )
391

Yukarıda yazmış olduğum örneklerde görüldüğü gibi, Caferiler, soğuyan ölüye


dokunulduğunda, yalnız kendi mezheplerinde olmak üzere, dokunan kişilerin
yıkanmasının farz olduğu iddia etmektedirler. Şu var ki; iki iddia arasında çelişki
mevcuttur. Şöyle ki : Hüccetül İslâm Ahmed Sabri Hamedani herhangi bir istisna
yapmazken, Ayetullah Hac Seyyid Muhammed Şirazi, ölü yıkanmamışsa istisnasını
yapmaktadır. Fakat netice itibariyle Caferiler ölüye veya ölü veya diriden koparılmış
kemikli bir parçaya dokunan kimsenin bütün bütün vücudunu yıkamasının farz olduğu
inancındadırlar. Ve bunun kendi mezheplerine ait çok özel bir durum olduğunu
söylemektedirler. Başka bir ifadeyle kendilerinden başka kimsenin bilmediği bir İslami
hakikati bir farzı yalnız kendilerinin bildiği bildiği ve uyguladığı iddiasındadırlar.
Kur’an’a baktığımızda onların bu iddiasına uygun herhangi bir farza rastlayamıyoruz.
Fakat, Tevrat’a baktığımızda onların bu iddialarının kaynağını net olarak görmemiz
mümkündür. Şöyle ki:
“Her hangi bir insan ölüsüne dokunan yedi gün murdar (pis, necis) olacaktır; ‘12’ üçüncü
günde ve yedinci günde kendisini onunla tathir edecek (yıkanıp temizleyecek); ve tahir
(temiz) olacak; fakat üçüncü günde ve yedinci günde kendisini tathir (temiz) etmezse, tahir
olmayacak. ‘13’ Bir ölüye, her hangi bir insan cesedine dokunan ve kendisini tathir
etmeyen adam Rabbin meskenini murdar eder; ve o can İsrail’den atılacaktır; onun
murdarlığı daha kendisindedir.”
“ ‘14’ Şeriat şudur: çadırda bir adam öldüğü zaman; çadıra giren her adam, ve çadırda olan
herkes yedi gün murdar olacaktır. ‘15’ Ve üzerinde örtüsü bağlı olmayan her açık kap
murdar olacaktır. ‘16’ Ve kırda kılıçla öldürülmüş olana, yahut bir ölüye, yahut insan
kemiğine, yahut kabre kim dokunursa yedi gün murdar olacak. ‘17’ Ve murdar adam için,
yanmış suç takdimesi külünden alacaklar; ve onun üzerine bir kaba akar su konulacak;
‘18’ ve tahir bir adam zufa otunu alıp suya batıracak, ve çadır üzerine, ve bütün kaplar
üzerine, ve orada olan adamlar üzerine ve kemiğe, yahut öldürülmüş adama, yahut ölüye,
yahut kabre dokunan üzerine serpecek; ‘19’ ve tahir adam murdar adam üzerine üçüncü
günde ve yedinci günde serpecek; ve yedinci günde onu tathir edecek; ve esvabını
yıkayacak, ve suda yıkanacak, ve akşamlayın tahir olacaktır.” (Kitabı Mukaddes, Kitabı
Mukaddes Şirketi, 1991 Baskısı, Tevrat, sayılar. Bab 19 sayfa 155.)
Görüldüğü gibi, yapmış oldukları iddianın esası bize göre muharref olan Tevrat’tan alınma
olup, onu uygulamaktadırlar. Yoksa bize hastır deyip yapmış oldukları bu iddia, Kur’an’da
farz edilmiş bir husus değildir.
Kendilerine Müslüman diyen, yüz milyonlarca insanın asırlardır, tek bir İslâm inancına
sahip olmamalarının, yüzlerce ayrı inanç grubu teşkil etmelerinin, bu inanç ihtilaflarından
dolayı bir birleriyle rekabet etmelerinin, zaman, zaman bir birlerine düşmanlık
etmelerinin, bir birlerini tekfir etmelerinin ve bir birlik oluşturamamalarının en temel
nedeni, Kur’an’la yetinmeyerek, hatta Kur’an’ı dışlayarak, Kur’an dışındaki kaynakları
inançlarına esas almalarıdır. Çok ibret verici bir olaydır ki, peygambere uyma
mecburiyetini, peygamber adına uydurulan rivayetlere tahsis edip, Kur’an’a uymamayı,
peygambere uymak zan ediyorlar. Hal bu ki, peygambere uyma hususunda Kur’an’ın
verdiği mesaj, getirdiği Kur’an’ı kabul edip uygulamak ve peygamberin hayatta
bulunduğu sürece vereceği hükümlere teslimiyettir. Peygamberin bu konumu, devlet
başkanlığını belirten bir konumdur, bunu örnek aldığımızda, hem onun zamanında ki hem
de vefatından sonraki İslam devlet sisteminin örneğini görmüş oluruz. Yoksa, Peygambere
uyuyoruz adı altında, Kur’an’ı dışlayıp, Kur’an’a aykırı rivayetler peşine gitmek, hele
bunları peygambere mal etmek İslami bir olay değildir. Bu inançlarda kaynakları ne olursa
392
olsun, peygambere mal edilerek rivayet edilmektedir. Hal bu ki, peygamber hiçbir
zaman, Allah’a iftira ile, Kur’an’a aykırı din öğretisinde bulunmamıştır. Bunun daha da
ötesinde, rivayetlerin Kur’an ayetlerini iptal yani nesh edebileceğini iddia etmek,
peygambere iftira etmenin ötesinde, İslam diniyle yakından uzaktan ilgisi olmayan büyük
bir hezeyandır. Eğer kendilerine Müslüman diyen ve rivayetlere dayanan bütün gruplar bu
iddialarından vaz geçerek, Müslüman olmak için Kur’an’ı yeterli ve batın (gizli) mana
ihtiva etmeyen açık bir kitab olarak kabul etmiş olsalardı. Kur’an etrafında ve onun
önderliğinde birleşmek suretiyle inançlarını Kur’an’a uygun hale getirselerdi, mümin
kardeşliğinin nasıl bir olay olduğunu görecek ve Kur’an’a bağlı imanın tadına
varacaklardı. İslam dininde Kur’an’a bağlı inanç esastır. Allah tarafından, en son gelen
kitap, peygamberimiz Muhammed vasıtasıyla gelen Kur’an’dır. Allah tarafından
korunmuş ve değiştirilememiştir. Kim, Kur’an’a gizli (batini) mana yakıştırır veya İslam
dini için yetersiz olduğunu ve İslam dininin anlaşılması için aşka kitaplara ve bilgi
kaynaklarına veya mümin olmanın dışında özel şahıslara ihtiyaç olduğunu söylerse,
Kur’an’ı red etmiş olur. Dolayısıyla, böyle bir kimse mümin olmadığı gibi, İslam
ümmetinin bir ferdi de değildir.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE NAMAZ

İmamiyye Şia’sı dışında olup, Kütüb-i siteyi esas olan diğer ehli sünnet mezheplerini,
kabul ettikleri rivayetlerden örnekler vermek suretiyle incelerken, Kur’an’a göre namaz
hakkında bilgi vermiş olduğumdan, İmamiyye Şia’sının namaz anlayışını, daha önce
vermiş olduğum bilgileri hatırlatmak suretiyle izah etmeye çalışacağım.
Caferiler, Namaz vakitleri ve diğer bazı hususlarda, Kütüb’i siteye bağlı Sünnilerle aynı
fikirde değildirler. Şöyle ki: Öğle ile İkindi namazlarını ve Akşam ile Yatsı namazlarını
birleştirmek suretiyle beş vakitlik namaz farzını üçe indirdiklerinden bu konuda Kütüb-i
Sitte’ye bağlı Sünnilerden ayrılmaktadırlar. (Namaz tabirini kullanırken “kıyamlı Salat’ı”
kast ettiğimi belirtmek isterim), ayrıca, secde edilebilecek yerin özellikleri ve diğer bazı
hususlarda farklılıkları mevcuttur.
Namaz rekatları ve namaz vakitleri konusunda şöyle derler:
“Günlük farz namazlar. Beş vakit olup farzları seferde (yolculukta) olmayanlar için toplam
on yedi rik’atır.
a) Sabah namazının farzı iki rik’atır.
b) Öğle namazının farzı dört rik’atır.
c) İkindi namazının farzı dört rik’atır.
d) Akşam namazının farzı üç rik’atır.
e) Yatsı namazının farzı dört rik’atır.
Adı geçen namazların her birinin belli bir vakti vardır. Bunların, vaktinden önce kılınması
veya vaktinden sonraya tehir edilmesi câiz değildir.

a) Sabah Namazı : Fecri sadıktan güneş doğuncaya kadar bu namazın kılınması gerekir.
b) Öğle ve İkindi Namazları: Şer’i öğle zamanından güneşin batışına kadar.
c) Akşam ve yatsı namazı: Güneşin batışından gece yarısına kadar.” (Caferi Mezhebine
Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman
Yayınları 1980 Sayfa 78-79. )

Farz namazların rekat sayıları hakkındaki iddiaları, Kütüb-i Sitte’ye bağlı Sünnilerin
iddialarıyla aynıdır. Caferilerde, sabah namazının farzı iki rekat, öğle, ikindi ve yatsı
393
namazlarının farzı dörder rekat, akşam namazının farzı üç rekattır demektedirler.
Bu iddia, hangi gruptan olursa olsun, Sünnilerin Kuran’a karşı en çok kullandıkları
iddiadır. Ne zaman ki, onlara Kur’an İslâm dini için yeterlidir dediğimizde, o zaman
gösterin akalım bize, Kur’an’da öğle dört, akşam üç sabah iki rekattır diye bir şey var mı
demişlerdir ve hala demektedirler. Hal bu ki bu iddiaları tamamıyla boş bir iddia olduğu
gibi, bu iddialarıyla Kur’an’a noksanlık iddia etmekle küfrettiklerinin farkında da
değildirler. Bu konuda daha önce uzunca bahsettim. Bundan dolayı, Caferilerinde rekat
sayılarıyla ilgili iddiaları Kur’an’a uymamaktadır.

Caferilerin, öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirmek suretiyle, beş vakit olan günlük
farz namazları üç vakte indirmelerine gelince. Yine daha önce namaz vakitleri konusunda
(birinci ciltte) yapmış olduğum izahatlar dikkate alınırsa bu iddialarının Kur’an’a
uymadığını görmek mümkündür. Hatta beş vakti birleştirmeyen diğer Sünnilerin, öğle
namazını günün tam ortasına denk getirdiklerini bunun ise Kur’an’a uygun olmadığını,
zira gündüzün iki tarafında namaz kılınması gerektiğini dolayısıyla öğle namazı yerine,
duha namazının farz olduğunu belirtmiştim. Namaz vakitlerinin belirli zamanı olup,
birleşmeme konumuna sahip olduklarını Kur’an’da açıkça görmek mümkündür. Hal böyle
olunca, Caferilerin namaz vakitlerini birleştirerek, günlük farz namazları üçe indirmeleri
Kur’an’dan çok uzak bir iddia olup, Kur’an’a uymamaktadır.

Caferilerin diğer bir iddiaları, yolcu namazının mutlaka kısaltılarak iki rekat kılınması
gerektiğini iddia etmeleridir. Şöyle ki:
“Eimme-i Hudâ’dan (A.M.) gelen hadisler, yolculukta, mutlaka dört rikkatli namazların
ikişer rikkat kılınmasını ve yolcunun oruç tutmamasını emretmektedir.
Zürâre b. A’yen ve Muhammed b. Müslim, İmâm Ebû-Ca’fer Muhammed’ül - Bakırdan
(A.M.), yolculukta namaz hakkında ne buyurursunuz, nasıl ve kaç rikkat (rekat) kılınmalı
diye sormuşlar, İmâm (A.M.), << Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah,
<< Yeryüzünde, sefere çıktığınızız zaman... Namazı kısaltmakta bir vebâl (günah) yok size
>> buyurmuştur. Artık,yolcu değilken namazı nasıl tamamlamak vâcipse (farzsa),
yolculukta da kısaltmak vâciptir.>> cevabını vermiştir.” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri
ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 589. )
Kütüb-i Sitte’ye bağlı Sünnilerin de, yolcu namazı konusunda aynı iddiada bulunduklarını
ve bu iddianın Kur’an’a uymadığını daha önce belirtmiştim. Zira Kur’an’da ancak,
kafirlerden gelebilecek bir tehlikenin mevcut olması halinde namazın kısaltılabileceği
açıkça belirtilmiştir, dolayısıyla hiçbir tehlikenin mevcut olmaması halinde namaz
kısaltılamaz.
Yukarıda alıntı olarak yazmış olduğum örnekte ilginç bir durum mevcuttur. Şöyle ki:
“Yeryüzünde, sefere çıktığınız zaman... Namazı kısaltmakta bir vebâl yok size” diyerek üç
noktayla ifade edilmiş bir boşluk bırakılmıştır, bu da yazar tarafından kasıtlı yapılmıştır,
zira boş bırakılan yere “korkuyorsanız” şartını yazmak zorunda kalacak böylece bütün
izahatları çökmüş olacaktı. Onun yazmaktan kaçındığını ben yazacak olursam konu
kolayca anlaşılır. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir kötülük yapmalarından
korkarsanız, namazı (salat) kısaltmanızda size bir günah yoktur. Muhakkak ki
kâfirler, sizin açık düşmanınızdır. 4/101

Mealini yazmış olduğum ayette görüldüğü gibi konuyu amacından saptırma yoluna
394
gitmişlerdir. Zira, yolculukta namazın (salat) kısaltılmasına verilen ruhsat,
kafirlerden gelebilecek bir tehlikenin varlığıyla ilgilidir, ayrıca, Allah, muhakkak namazı
kısaltın diye emretmemektedir, kısaltırsanız günaha girmiş olmazsınız diye ruhsat
vermektedir. Muhakkak kısaltın diye emretmemektedir. Fakat, Caferiler bunu da kabul
etmemektedirler. Tehlike olsun veya olmasın kişinin yolculukta dört rekat olarak kıldığı
namaz geçersidir, tekrar iki rekat kılmak suretiyle iade etmesi yani kaza etmesi gerekir
demektedirler. Şöyle ki:
“ Zürâre ve Muhammed, yolculuktayken dört rikkat kılana, namazını iâde gerekir mi,
gerekmez mi diye sormuşlar. İmâm (A.M.) << Kısaltmayı emreden âyet ona okunmuşsa,
anlatılmışsa ve böyle olduğu hâlde dört rikkat kılmışsa iâde eder (, yâni yeniden,
vaktindeyse iki rik’at edâ, vakti geçmişse kazâ olarak aynı namazı kılması gerektir), o âyet
ona okunmamışsa, bu hükmü bilmiyorsa ve << Yolculukta bütün dört rik’atlı) farzlar,
akşam müstesnâ, iki rikkattir; yalnız akşam üç rikkattir. Rasûlullah Sallâllahu Aleyhi ve
Âlihi ve Sellem yolculukta da akşam namazını üç rikkat olarak kıldılar; yolcu değilken de
>> buyurmuşlardır.” Hatta bu tür iddialarla da yetinmeyerek, Kur’an’la irtibatı tamamen
bir tarafa bırakarak şöyle demektedirler.
“<<Mecma’ıl-Beyan >> sâhibi, bu haberi irâd ettikten sonra << Yolcuya farz olan, yolcu
olmayana farz olana uymuyor; haberde buna delâlet var. İmâmiyye şunda ittifâk etmiştir
ki, yolcuya namaz kısaltılmış olmuyor, yolcu olmayanın aksine ona kısa namaz, yâni iki
rik’at namaz farz ediliyor. Hz. Peygamber de (S.M), << Müsâfire (Dört rik’atli namazlar).
Kısaltılmadan iki rik’at namaz farz edilmiştir>> buyurmuşlardır diyor.” demektedirler.
( Tarih boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları,
İstanbul 1987 baskısı, sayfa 590. )
“Yolculukta geçen zamanlarda, sabah ve akşam namazı aynen, fakat diğer namazlar iki
rik’at olarak kılınır.” (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi,
Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 90. )
“Dört rekât olan namazlar yolculuk esnasında iki rekât olarak kılınır. Bu husustaki hükmü
bilenin seyahat sırasında dört rekât kılması caiz değildir. Meğer ki bir kimse bu hükmü
bilmemiş ola.” (İslam’da Caferi Mezhebi ve İmam Cafer Sadık Buyrukları. Hüccet-ül
İslâm Ahmed Sabri Hamedani, Sayfa 92. Kadıoğlu Matbaası, Ankara 1986 ).
Caferilerin yolculukta namazın kısaltılması konusunda yapmış oldukları iddiaların
Kur’an’a uygun olmadığı açıktır. Kaldı ki, Rekatların kılınış süresi belli olmadıktan sonra,
hiç kimse çıkıp ta, iki rekatlık namazın kılınma süresi, dört rekatlık namazın kılınma
süresinden daha azdır diyemez. Zira namaz kılan bir kimse, iki rekatlık namaz için vaktin
çıkması da söz konusu olmadan saatlerce Kuran okuyarak namaz kılabilir. Diğer taraftan
dört rekatlık namaz kılan bir kimsede, Kur’an’dan daha az okumak suretiyle on dakikada
namazını tamamlayabilir. Böyle bir durumda, hangi namaz daha kısa kılınmış olmaktadır?
Bu duruma göre tabii ki dört rekatlık namaz, iki rekatlık namaza göre kısaltılmış
olmaktadır. Ve bu durum Caferi mezhebine de aykırı olmuş olmaz. Bu hususla ilgili olarak
şöyle demektedirler.
“ Vacip namazların birinci ve ikinci rik’atlarında (rekatlarında), <<Hamd>> (Fatiha)
sûresiyle ondan sonra tam bir sûre okumak vâciptir.”
“İçlerinde vâcip secde bulunan dört sûreyi ve vaktin geçmesini mucip olan uzun sûreleri
okumak câiz değildir.” (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi,
Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 83-84. )
Görüldüğü gibi, vaktin çıkmaması şartıyla, namaz kılın kimsenin, istediği kadar namaz
kılabileceğini kabul etmektedirler. Vaktin ilk evvelinde namaza kalkan bir şahıs uzunca bir
süre namazı devam ettirebilir demektedirler. Bundan da anlaşılır ki yaptıkları iddiaların
395
namazın kısaltılması olayıyla bir ilgisi yoktur.
Namazda, İçlerinde vâcip secde bulunan dört sûrenin okunamayacağı ve Hamd (Fatiha)
sûresinin okunmasının şart olduğu yolunda yapmış oldukları iddialarda Kuran’a uygun
değildir. Daha önce (birinci ciltte) namaz konusunu anlatırken “73 Müzemmil 20” ayetinin
mealini yazmak suretiyle, Namazda Kuran’dan kolayımıza geleni okuya bileceğimizi
belirtmiştim.
Namazda ses tonu konusunda ise şöyle demektedirler:
“Erkekler sabah namazında, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rik’atlarında Hamd ve
sûreyi yüksek sesle okumalıdırlar. Öğle ve ikindi namazları ile akşam ve yatsı
namazlarının iki rik’atından sonraki rik’atlarda kırâat yavaş sesle eda edilir.” (Özet
İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 84. )
“Akşam namazının üçüncü, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının üçüncü ve dördüncü
rik’atlarinde, yalnız kılan da, imâmâ uyan da, yalnız ve sessiz olarak Fâtiha sûresini okur;”
( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları,
İstanbul 1987 baskısı, sayfa 586. )
Namaz da, ses tonunun, yüksek veya yavaş sesle veya sessiz olması gerektiğini iddia
etmeleri . Zira, Kur’an’da açık şekilde, namaz kılan kimsenin yüksek sesle veya sessiz
olacak şekilde ses tonunu ayarlaması yasaklanmış olup, bu ikisi arasında salat edilmesi
emredilmiştir. Yani salat edilirken, buna Namaz da dahildir, zira namazda salattır. Ses
tonu yükseltilmeyecek ve gizlenmeyecek, bu iki husussun ortasında bir ses tonuyla salat
edilecektir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Kendi kendine, yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam
Rabbini an. Gafillerden olma. 7/205

- De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız,
nihâyet en güzel isimler O’nundur. Namazında (salatında) sesini yükseltme, gizlide
okuma, ikisi arasında bir yol tut. 17/110

Görüldüğü gibi, Caferilerin namazda olması gereken ses tonuyla ilgili iddiaları Kur’an’a
uymamaktadır. Bu konuda öbür Sünnilerinde Kuran’a aykırı benzer iddiaları vardır.

CEMAATLE NAMAZ KILINDIĞINDA KIRAATLE İLGİLİ İDDİALARI:

“İmama uyan, ilk iki rikkatte, imâmın sesini duymasa bile (Kur’an ) okumaz; imamın
(Kur’an) okuması onun okuması demektir. Akşam namazının üçüncü, öğle, ikindi ve yatsı
namazlarının üçüncü ve dördüncü rikkatlerinde, yalnız kılan da, imamâ uyan da, yalnız ve
sessiz olarak Fâtiha sûresini okur; yâhut üç kere << Sübhânellahi vel Hamdü Lillâhi velâ
İlâhe İlla’llâhu Va’llâhu Ekber >> derki buna << Tesbihât-i Erbaa >> denir. Yalnız kılanın
da, imâma uyanın da rükû’ ve secde tekbir ve tesbihlerini, ikinci ve dördüncü rikkatlerden
sonraki oturuşlarda teşehhüd ve salavâtı okuması, son oturuşta Selâm vererek namazı
bitirmesi gerekir.” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy
Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 585-586. )

Namazın ilk iki rekatında, imamın okuması, cemaatin okuması yerine geçer demeleri ile,
sonra ki raketlerde bu vekaleti geçersiz saymaları bir çelişkidir. İslam dinide ameller şahsi
olup, kimse kimsenin yerine âmel işleyemez, bundan dolayı, namaz cemaatle kılınsa dahi,
cemaate katılan fertlerin bizzat kıraat okumaları farzdır. Bir kimsenin okuması, başkasının
396
okuması yerine geçmez. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

Caferilerin, imamın okuması, cemaatin okuması yerine geçer iddialarının ötesinde bir
iddiaları da, vefât etmiş olan bir şahsın yerine, başkasının ücretle namaz kıla bileceğini
söylemeleridir. Şöyle ki:
“Vacib, yani farz namazlar, İslâm şeriatında şunlardır:”
“... Vefât etmiş birisinin kazâ namazlarını kılmayı vadeden veya ücretle kılmayı taahhüt
eden kişinin meyyit adına kılacağı namazlar ve cenâze namazı. “ (Kâşif’ül - Gıta, Caferi
Mezhebi ve Esasları, Zaman Yayınları 1979 baskısı, sayfa 65-66 Yazan, Âyetullah Kâşif-
ül Gıtâ, çeviren: Abdulbâkıy Gölpınarlı. )

Daha öncede belirttiğim gibi, İslâm’da insana çalışmasından başka bir şey yoktur. Bu
itibarla, hiç kimse ücretli veya ücretsiz başkası yerine, her neşe kil de olursa olsun ibadet
edemez. Başkası yerine ibadet geçerli olmuş olsaydı, o zaman insanlar bir birleri yerine
imanda ederlerdi, nasıl ki böyle bir şeyin mantığı olmadığı gibi geçerliliği de yoktur. Bu
tür iddialar Kur’an’a uygun iddialar değildir.
Bir kimsenin bir başkası yerine namaz kılması bir tarafa; namazı vaktinde kılmayan bir
kimse, kılmadığı namazın yerine bir başka vakitte bizzat kendisi dahi namaz kılamaz,
başka bir ifade ile, vaktinde kılınmamış namazın kesinlikle kazası yoktur. Zira namaz,
vakitleri belirtilmiş olarak müminlere farz edilmiştir. Namaz için Kur’an’da, Oruca belli
mazeret durumlarında tanınan ruhsatlar gibi herhangi bir ruhsat tanınmamıştır. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak)


Allah’ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, müminlere
vakti belli olarak farz kılınmıştır. 4/103

SECDENİN MUTLAK OLARAK TEMİZ TOPRAK ÜZERİNE YAPILMASI


GEREKİR DEMELERİ:

“ İmamiyye, mutlak olarak temiz toprağa secde etmeyi vâcip bilir. Halıya, kilime, yünden,
pamuktan örülmüş yaygılara, hele ipek seccâdeye secdeyi caiz bilmez. Temiz toprağa
secde imkânı bulunmazsa topraktan bitmiş, fakat yenmesi, giyilmesi âdet olmayan temiz
bir şeye, çimene, çayıra, cilalı ve buyalı olmamak şartıyla tahtaya, taşa, hasıra, kağıda
secde câizdir.
Şeyh Sadûk, Hişâm b. Hakem’in , İmâm Ca’fer’ü Sâdık’a (A.M.) nelere secde etmenin
câiz olduğunu, nelere secde edilemeyeceğini sorduğunu. İmâm’ın (A.M.) << Ancak
toprağa ve topraktan biten, fakat yenmeyen ve giyilmeyen şeylere câizdir >>
buyurduklarını rivayet eder; Hişam, bunun sebebini sorunca << Secde, üstün ve ulu
Allâh’a huzu,dur, yenilen, içilen şeylere secde edilemez. Dünya evlâdı, yediklerine
giydiklerine kul olmuşlardır; Secde edense, secde kıldıkça üstün ve ulu Allâh’a
kulluktadır; kulun, düzeniyle dünya evladını kandıran şeye, dünyâ evladının ma’butlarına
baş koyması, secde etmesi câiz olamaz >> cevabını vermişlerdir.” ( Tarih boyunca İslâm
mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı,
sayfa 614-615. )
Secdenin geçerli olması için temiz toprak üzerine veya buna imkan bulunmazsa topraktan
397
bitmiş olup ta yenmesi âdet olmayan temiz bir şey üzerine yapılması gerektiğini, aksi
halde secdenin geçersiz olacağını iddia etmişlerdir. Bunun içinde, üzerinde secde yapmak
üzere topraktan pişirilmiş ve “mühür” dedikleri tabletleri yanlarında taşımaktadırlar.
Yaptıklarının doğru olduğunu ispatlamak için ileri sürdükleri delilleri. “Dünya evladının,
yediklerine, içtiklerine ve giydiklerine kul olduklarını”, bundan dolayı bu gibi şeylere
secde edilemeyeceği şeklindedir. Böyle bir gerekçeyle secde yapılabilecek yerleri
sınırlamak, Kur’an’a uymadığı gibi. Gösterdikleri gerekçe köklü çelişki taşımaktadır.
Şöyle ki:insanlardan bir çoğu giyeceğe, yiyeceğe ve içeceğe kul oluyor da, bundan daha
fazla olarak toprağa ve evlere kul olmuyorlar mı? Tarihte baktığımız zaman, insanların bir
birlerine ait toprakları ele geçirmek için birçok savaşlar verdiklerini ve haksız dahi olsalar,
bir çok insanın toprak elde etmek için canlarını ve mallarını ortaya koyduklarını görürüz.
Fakat, insanların yiyecek, giyecek ve şahsi içecek için kitlesel savaşlar verdikleri bilinen
bir olay değildir, bu da gösteriyor ki, insanların bir çoğu yiyecek ve giyeceklerden daha
fazla olarak toprağı kendilerine put yapabilmektedirler.hal böyle olunca, toprak üzerine
secde oluyor da, topraktan yetişen buğday üzerine de veya boyalı bir tahta parçası üzerinde
neden secde olmasın. Bu gün, bir çocuk harçlığıyla bile tahtadan yapılma seccade elde
etmek mümkündür. Bundan dolayı, Caferilerin bu konudaki iddiaları temelden çelişkilidir.
Verdikleri misalde değerlendirmeleri hayat gerçeklerine uymamaktadır.
Caferilerin, secdenin muhakkak toprak veya toprak cinsinden temiz bir zemin üzerinde
yapılması gerektiği yolundaki iddialarının, Kur’an öğretisine uymadığının ispatı. Bu
konudaki, Kur’an ayetlerine bakıldığında kolayca anlaşılır. Şöyle ki; Kur’an’dan mealen:

- Görmez misin, göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, hayvanlar
ve insanlardan bir çoğu Allah’a secde ederler, bir çoğunun üzerine de azâb vâcip
olmuştur. Allah kimi hor yaparsa, artık ona ikram edecek kimse yoktur. Allah,
şüphesiz dediğini yapar. 22/18

- Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez Allah’a secde ederler. Gölgeleri de
sabah akşam (uzanıp kısalarak O’na secde etmektedirler). 13/15

- Allah’ın yarattığı şeylere bakmıyorlar mı; gölgeleri (nasıl) sağdan, soldan


sürünerek, Allah’a secde ederek döner? (Her şeyin gölgesi yerde uzanıp kısalarak
hep Allah’a secde etmektedir.) 16/48

- Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar, Allah’a secde ederler, ve meleklerde,


onlar asla büyüklük taslamazlar. 16/49

- Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah’a) secde etmektedirler. 55/6

Bu duruma göre, toprak dışında yaşamlarını sürdüren, yaşamları boyunca hiç toprak
görmeyen canlılar, örneğin: Kutuplarda yaşayan penguenler, foklar, kutup ayıları,
nehirlerde, denizlerde ve okyanuslarda yaşayan balıklar, toprak olmadan nasıl secde
etmektedirler? Allah, bunların kendisine secde ettiklerini bildirmektedir. Müslüman olan
bir Eskimo toprak bulamazsa, ibadet edip, Allah’a secde etmeyecek mi, bu mümkün
değildir. Hele gök yüzünde alev, alev yanan güneş ve yıldızlar hangi toprak üzerinde
Allah’a secde etmektedirler diye Caferilere sormak gerekir. Görüldüğü gibi, Caferilerin bu
konudaki iddiaları Kur’an’a uymamaktadır.
398
ELLERİ BAĞLAMADAN NAMAZ KILMAK GEREKTİĞİNİ İDDİA
ETMELERİ:

“Gerek İmam Cafer Sadık ve gerekse Hz. Resulün bütün Ehlibeyti şöyle buyurmuşlardır:
Namazda en iyi hâl ellerin açık kalmasıdır. Elleri bağlamak zâid (fazla, gereksiz, aşırı) bir
harekettir ve zâid bir hareket, namazda olmaz ve yapılamaz. (İslâm da Caferi Mezhebi ve
İmam Cafer Sadık Buyrukları, Kadıoğlu Matbaası Ankara - 1986. Sayfa 110-111. Yazan
Hüccet-ül İslâm Ahmed Sabri Hamedani. )
Namazda yapılan kıyam, (ayakta duruş). Allah için bir divan durmadır yani saygılı bir
duruş ve itaattir. Bu duruşta ellerin bağlı veya açık bir şekilde iki yana sarkık olmasının bir
mahzuru yoktur. Zira iki duruşta saygıya aykırı değildir. Caferilerin, elleri bağlı olarak
namaz kılanların namazlarının geçersiz olduğunu söylemeleri gerçeği yansıtmadığı gibi,
sadece kendileriyle elleri bağlı olarak namaz kılanlar arasında büyük ayrıcalık meydana
gelmesine neden olmaktadır.
Caferilerin bir iddiaları da, Namaz kılarken Fatiha’dan sonra “Amin” diyen kimselerin
kıldığı namazın geçersiz olduğunu iddia etmeleridir,
“Şia-i İmâmiyye’de, ilk iki rik’atte, yalnız olarak namaz kılana ve imâm olan kişiye,
Besmele’yle Fatiha Sûre-i Celilesini, sonunda, o sûreden olmayan << Amin >> sözünü
söylememek üzere tam olarak okumak. Fâtiha’dan sonra da gene Besmeleyle tam bir sûre
kırât etmek farzdır.” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy
Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 585. )
“Namazı Bozan Şeyler. 12. Madde; Hamd (Fatiha) Sûresinden sonra << Amin >> demek.”
(Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 88. )
“Amin” kelimesi, Ya Rabbi kabul eyle, öyle olsun manasında bir dua sözcüğüdür.
Kelimenin aslı İbranice olup, İbranicede ki karşılığı da “öyle olsun” benimde isteğim bu
şekildedir manasını içermektedir. Duaların sonunda söylenir. Ehli kitabın elindeki (bize
göre muharref) İncilin Esinleme kısmında İsa Mesih için bir unvan olarak kullanılan bu
sözcük, “sadık, güvenilir” anlamına da gelmektedir. Dene bilir ki, insanların en çok
kullandığı kelimelerden bir tanesi bu “amin” sözcüğüdür.
Namaz kılan birçok kimse de dua kastıyla Fatiha’dan sonra “amin” sözcüğünü
kullanmaktadır. Fatiha sûresinin son ayetleri (5. 6. 7.) dua içermektedir. Bu konuda,
Kur’an’dan mealen:

- (Yâ Rabbi). Bizi doğru yola ilet. 1/5

- Nimet verdiğin kimselerin yoluna. 1/6

- Kendilerine gazab edilmemiş ve sapmayanların yoluna. 1/7

İşte mealini yazmış olduğum bu ayetlerin bitiminde dua amacıyla, Allah’tan talepte
bulunup, ben de bu övülen şahıslardan biri olmak istiyorum. Ya rabbi beni de bunlardan
biri eyle manasında “amin” demek niçin namazı bozmuş olsun ki. Bir müminin Namaz
kılarken dua etmesi, Kur’an’a aykırı olmayıp, namaz dışı veya namazı iptal eden bir
hareket olarak kabul edilemez. Zaten, Caferilerin kendileri de namaz kılarken dua
yapılabileceğini kabul etmektedirler. Şöyle ki:

“KONUT : Her namazın ikinci rik’atında ve rükû’dan önce elleri göğüs hizasına kaldırıp
açarak herhangi bir dua ve zikrin okunmasından ibarettir. Bu namazda müstehabdır.”
399
(Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 86. )

Görüldüğü gibi, kendileri istedikleri duayı namazda yapabilecekler ve namazları


bozulmamış olacak, ancak başkaları namazların da dua etmek üzere “amin” derse namazı
bozulmuş olacak, böyle bir iddianın açık bir çelişki olduğu meydandadır. Namaz kılan bir
kimse, Fatiha’dan sonra amin dese de namazı bozulmaz, amin demese de namazı
bozulmaz.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE ORUÇ: Caferilerin Oruç konusunda bazı iddiaları şu


şekildedir:

1- Seferde (yolculukta) olan kimsenin istese de Oruç tutamayacağını, tutarsa Orucunun


kabul olmayacağını hatta tutmakla günah işlemiş olacağını iddia etmeleri. Şöyle ki:
“Abdurrahmân b. Avf demiştir ki: Rasûlullah (S.M.), << Yolculukta oruç tutan, yolcu
değilken oruç yiyene benzer >> Ibn. Abbas da, << Yolculukta iftar bir azimettir (, mutlaka
iftar gerekir, ruhsat değildir) >> demiştir.”
“İmâm Ca’fer’us - Sadık (A.M.) buyurmuşlardır ki: << Ramazan ayında yolculukta, oruç
tutan, yolcu değilken oruç yiyene benzer. >>
<< Birisi, yolculukta oruçlu olduğu halde ölürse, namazını kılmam. >>
<< Birisi, yolculuğa çıkarsa orucunu yer ve namazını kısaltır; ancak yolculuğu Allah’a
isyan yolundaysa o başka. >>
“Ayyâşi, senediyle Muhammed b. Müslim’den tahric etmiştir; İmam Sadık (A.M.)
buyurmuşlardır ki:
<< Sizden hasta olan, yâhut yolculukta bulunan kişi... meâlindeki âyet-i kerime inince,
Rasûlullah (S.M.), Kerâ’ül - Gamim’de bir çanak su istediler ve içtiler; halka da oruçlarını
bozmalarını buyurdular. Bir topluluk, gün zâtı (zaten) geçti, bâri orucumuzu tamamlasak
dedi. Rasûlullah (S.M.), bunlara asiler buyurdu; kendileri vefât edinceye dek de onları hep
bu adla andılar: Âsiler. >>
“Esasen ayet-i kerimede, yolculukta ve hastalıkta, iftarın vücudu apaçıktır:”
“Ayet-i Kerimede, Ramazan ayını idrâk edenin oruç tutması emredilmekte, hasta olanla
yolculukta bulunan bu emirden istisnâ edilmektedir. Şu halde hastalıkta ve yolculukta
oruç, bu istisnâyı kabûl etmemektir; oysa ki bu istisnâ ile, << Yediği gün sayısınca başka
günlerde tutar >> hükmüyle hastayla yolcunun, hastalıkta ve yolculukta oruçlarını
yemeleri, yedikleri gün kadar, Ramazan ayında olmamak şartıyla başka aylarda, oruçlarını
kaza etmeleri emr olunmaktadır ve bu emir vaciptir; oruç tutmakla kazâ edilmesinin cem’i
mümkin değildir. Ayet-i kerimedeki : << Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez >>
meâlindeki hükümde kolaylık iftardır; güçlükse oruç, şu hâlde anlam budur: Allah sizin
orucunuzu yemenizi, hastayken ve yolculukta oruç tutmamanızı emir ve irâde eder; oruç
tutmanızı dilemez.” ( Târih Boyunca İslâm Mezhebleri ve Şiilik Sayfa 593-594,
Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul-1987 ).
“ORUCUN ŞARTLARI : Mes’ele 5- Namazı kasr (kısaltan) seferde bulunmaması. Böyle
bir seferde olana oruç farz değildir.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 94. )
“Caferi mezhebinde seferde (yolculukta) oruç tutmak, seyahat şartlarının tahakkukundan
sonra caiz (gerekli) değildir, günâhtır. Kur’an-ı Kerim’in ikinci sûresinin 184’üncü
âyetinde şöyle duyurulmuştur: Kim hasta ise yolculukta ise başka zaman oruç tutmalıdır.
85’inci âyette mevzu tekrarlanıp şöyle burulmuştur. Hasta ve yolcu kişi orucu başka
zaman tutmalıdır. Allah size kolaylık göstermiş, sizin zahmete ve meşakkate katlanmanızı
istememiştir. Kur’an-ı Kerim’de bulunan bu tekit ile yolculukta oruç tutulmamalıdır.
400
Peygamberden naklen: Seyahatte oruç iyi değildir. Peygamber’in kendisi bile bir
yolculukta halkın huzurunda orucunu yedi ve başkalarının da iftar etmelerini emretti. Bu
hususta, << İslam da oruç kitabına müracaat edilsin. >> (İslâm da Caferi Mezhebi ve
İmam Cafer Sadık Buyrukları, sayfa 114, Kadıoğlu Matbaası, Ankara-1986. Yazan,
Hüccet-ül İslam Ahmed Sabri Hemedani. )

Görüldüğü gibi, yolculukta oruç tutan kimse hakkında “Allah’a asi olmuştur v.s gibi” çok
ağır ithamlarda bulunmuşlardır. İddialarına dayanak olarak ta, Kuran’dan delil göstermeye
çaba harcamışlardır. Kendi iddialarına dayanak olarak göstermeye çalıştıkları 2 (Bakara
Sûresi) 84-85. Ayetleri ise, iddialarını aksine, yolcu veya hasta olan kimselerin bu
hallerinde illaki (muhakkak) iftar etmelerini değil, iftar edebileceklerini “bir ruhsat” olarak
emretmektedir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı (farz edildiği) gibi (günahlardan


korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı; 2/183

- Sayılı günler olarak. İçinizden kim hasta yahut seyahatte olursa, (tutamadığı
günleri) başka günlerde tutsun. Gücü yetmeyenlere de, bir yoksulu doyuracak fidye
gerekir. Fakat kim gönül rızasıyla hayır işlerse, bu, kendisi için daha iyidir. Ve oruç
tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır. 2/184

- Ramazan ayı-ki insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden


ayırt edip açıklayıcı olarak Kur’ân o ayda indirilmiştir. Kim (o zaman aya yetişir)
ayı görürse oruç tutsun. Kim hasta olur, yâhut seferde bulunursa tutamadığı günler
sayısınca başka günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.
Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’a tekbir etmenizi
ister. Şükredersiniz diye. 2/185

Bu duruma göre bütün yolculuklarda ve bütün hastalık durumların da gereğini sonradan


yerine getirmek şartıyla. Allah tarafından Oruç tutmamaya ruhsat tanınmıştır. Tanınan
kolaylık bir ruhsat olduğundan kişi güç yetire bildiği takdirde azimeti seçerek isterse Oruç
tutabilir. Bunun böyle olduğunun ispatı 2 (Bakara) 184’te “Ve oruç tutmanız, eğer
bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.” ifadesinden kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Hafifçe
hasta olan ile ağır hasta olan kimse hasta olduğu gibi, dağları tırmanarak yolculuk yapan
ile uçakla yolculuk yapan da yolcudur. Her iki durumda kişi güç yetire biliyorsa, kendisi
için daha iyi olması açısından isterse Oruç tutabilir. Bu itibarla Caferilerin bu konuda
yapmış olduğu iddialar Kur’an’a uymamaktadır.
Kafirler üzerinde Orucun farz olduğunu, ancak, kafirlerin tuttuğu Orucun geçersiz
olduğunu söylemeleri:
“İman - İmanı olmayan bir kişinin orucu sahih değildir; ancak oruç kendisine farzdır.”
(Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 94. )

Bu iddia kendi içerisinde çelişkilidir. Şöyle ki, bir kimse üzerine oruç farz ise ve bu
tutacağı oruç kabul olabilecek bir oruç değilse, o zaman oruç tutup tutmaması arasında ne
fark vardır? Bu şekilde bir iddiada bulunmaları açık bir çelişkidir. Ayrıca, kafirler üzerine
orucun farz olduğunu söylemeleri Kuran ile de çelişkilidir. Bu konuda Kuran’dan mealen:
401
- Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı (farz edildiği) gibi
(günahlardan korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı; 2/183

- Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar,


tâate devem eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru
kadınlar; sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (gönülden Allah’a) saygılı
erkekler ve (gönülden Allah’a) saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka
veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan
erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden
kadınlar; (işte) Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. 33/35

Yukarıda mealini yazmış olduğum ayetlerde orucun müminler üzerine farz olduğu gibi,
ayrıca kimlerden salih (iyi) âmel istendiği de açıktır. Mümin olmayan kafirler ve müşrikler
üzerine oruç farz’dır demek Kur’an’ın İslam öğretisini anlamamaktan veya Kur’an’ı boş
vermekten kaynaklanmaktadır. Müminler ve Müslümanlar üzerine yapılan farzlar ancak
mümin ve Müslümanlarla ilgilidir, zaten Kur’an’ı Kabul etmemiş kimselere oruç tutun,
namaz kılın gibi tekliflerde bulunmanın bir manası da yoktur. Kur’an’dan mealen:

- Bir zaman gelir ki küfredenler, “keşke Müslüman olsaydılar” diye arzû ederler.
15/2

- Bırak onlar yesinler, eğlensinler; arzû onları oyalasın. Yakında (yaptıklarının kötü
sonucunu) bileceklerdir. 15/3

Görüldüğü gibi, Allah, Kur’an’da kafirler için “yesinler, eğlensinler” demektedir. Caferiler
ise, Oruç tutmak onlara farzdır, Oruç tutmaları gerekir demektedirler.
İslam dinine ait farzları, İslam dininin bir gereği olarak yerine getirebilmek için, önce
Müslüman olmak gerekir. Örneğin: Hac etme farzını ele alalım, bir müşrikin değil Hac
etmesi, Mescid’i Harama yaklaşması bile İslam dinine göre yasaktır. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Müşrikler necaset (pislik)tir; artık bu yıllardan sonra Mescid-i


Harâm’a yaklaşmasınlar. Eğer (onların hacca gelmeleri sonucu İktisadi hayatınız
bozulup) yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi
kendi lutrundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir. 9/28

Bu itibarla, Caferilerin, Müşriklerin, müşrik halleriyle Oruç tutmaları gerektiği şeklindeki


rivayetleri Kur’an’a uymamaktadır.

Fıtır (Şeker bayramı) ve Kurban bayramlarında Oruç tutmak sahih (geçerli) değildir
demeleri; Şöyle ki:

“Zamanın Oruca müsait olması; yani Fıtır ve Kurban bayramlarında oruç tutmak sahih
(geçerli) değildir.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 94. )

Kur’an’da Fıtır veya Kurban bayramı adı altında bayram yapma mecburiyeti
emredilmediği gibi, bu bayramlardan bahis dahi yoktur. Kaza Orucu olup ta, Ramazan
bitişi Oruç tutmak isteyen bir kimsenin durumunu ele alalım. Örneğin: Ramazanda üç gün
402
Oruç tutamama zorunda kalıp, üzerinde kaza Orucu tahakkuk eden bir kimse,
Ramazan bitimi hemen Orucunu kaza etmek isterse, Caferilerin dediğine göre üç gün
(bayram) geçmeden tutamayacak, bu şahıs dördüncü günü ölürde Orucunu kaza etmeye
fırsat bulamazsa, kaza edebilecekken, Orucunu kaza etmesine mani olanlar, ağır bir
sorumluluk yüklenmiş olacaklardır.

Hayz yahut nifas (lohusalık) halinde olan kadınların Oruç tutamayacağını söylemeleri;
Şöyle ki:

“Oruç tutan kadın, hayz yahut nifak (lohusalık) halinde olmamalı.” (Özet İlmihal, Yazan,
Ayetullah Şirazi, Sayfa 94.)

İslam dininde farzları yerine getirirken, bazısında bedenin durumuyla ilgili olarak özel
şartlar konmuştur. Örneğin: Namaza kalkıldığında Cenabetli olunmaması ve Abdestli
olunmasının gerekli olması gibi, hal bu ki, sadaka veya zekat verilirken bu şekilde özel
şartlar istenmemiştir. Zira, namazda, Allah için ibadet kastıyla ihtiram duruşunda bulunma
olayı gibi durumlar vardır. Hayz olan bir kadının da bedenen temiz olması için hayz
durumunun sona ermesi ve temizlenmesi gerekir. Bundan dolayı hayz durumundan
kurtulup temizleninceye kadar abdest alma olayı olamayacağına göre namaza durması
uygun değildir. Fakat bununla beraber, cenabet olma, hayızlı veya nifas (loğusa)
durumunda olmak Oruç tutma açısından Namazla aynı şey değildir, Namazda, Allah’ın
huzurunda ibadet için durma olayı vardır, orucun tutulması ise bu durumdan farklıdır.
Hayız veya nifas durumunda olan kadınlar bu halleriyle sağlık durumunda bir mani yoksa,
hastalık derecesinde rahatsızlık meydana gelmemişse; kadını gücü oruç tutmaya müsaitse,
orucunu tutması gerekir. Başka bir ifadeyle, temizlik yönünden orucun tutulmasına mani
bir durum yoktur, aksi takdirde tuvalete gitmekte orucu bozardı. İslam dini açısından
bunun böyle olduğuna delil gösterecek olursak, Kur’an’dan mealen:

- Kitâb’da Meryem’i de an. Bir zaman o âilesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere
çekilmişti. 19/16

- Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de rûhumuzu (Cebrâil’i) ona
gönderdik; (O), ona düzgün bir insan şeklinde göründü. 19/17

- (Meryem) dedi ki : “Ben senden çok esirgeyici (Allah’a) sığınırım. Eğer (Allah’tan)
korkuyorsan (bana dokunma).” 19/18

- (Rûh, yâni Cebrâil) : “Ben, dedi, sadece Rabb’inin elçisiyim: Sana tertemiz bir
erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim).” 19/19

- (Meryem) dedi ki :”Benim nasıl oğlum olur, bana bir insan dokunmadı ve ben
iffetsiz de değilim.” 19/20

- (Ruh) : “Öyledir, dedi, Rabb’in : “O bana kolaydır. Onu insanlara, (kudretimizi


gösteren) bir işâret ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi” ve iş
olup bitti. 19/21

- (Meryem), ona gebe kaldı. Onunla uzak bir yere çekildi. 19/22
403

- Doğum sancısı onu, bir hurma dalı(nın altı)na getirdi: “Keşke dedi, bundan önce
ölseydim, unutulup gitseydim!” 19/23

- Altından ona şöyle seslendi: “Üzülme, Rabbin altındakini şerefli kıldı.” 19/24

- Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine, olmuş taze hurma dökülsün.” 19/25

- “Ye, iç; gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görecek olursan de ki : Ben,
Rahman’a bir oruç adadım. Bu itibarla, bugün, hiçbir insanla konuşmayacağım’
de.” 19/26

Görüldüğü gibi, Oruç ile Nifak (Lohusalık) bir araya gelebilen hususlardır. Meryem’e
öğretilen mazeret, yeni doğum yapmış olmasına rağmen, “Rahman’a oruç adadığı” ve
dolayısıyla oruçlu olduğunu söylemesidir. Nifas halinde oruç tutmak mümkün olmasaydı
bu şekilde göstereceği mazeretin manası olmazdı. Nifas halinde oruç mümkün olunca,
hayz veya düşük yapma halinde de mümkündür. Zira doğum yapmak bu iki husustan daha
bir durumdur. Bu itibarla Caferilerin hayz veya nifak halinde oruç tutulmaz demeleri
Kur’an’a uygun değildir.

Orucu bozan şeyler konusunda diğer bazı iddiaları :

Kesif toz ve dumanın boğaza kaçması.


Dileğiyle istifrağ etmek (kusmak).
Başın tamamını suya daldırmak; vücût suyun dışında kalıp beden suya dalarsa oruç bâtıl
olmaz. (demeleri). (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 95-96. )

Orucu bozan şeyler konusunda rivayetlerde bir çok şeylere rastlamak mümkündür ve
bunların çoğu Kur’an’a uymamaktadır. Muhammed ümmetinden olan müminlerin oruçlu
sayılabilmeleri için Kur’an’da üç şart belirtilmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Onlar sizin elbisenizdir, siz
de onların elbiselerisiniz. Allah, sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi de
tövbenizi kabûl edip sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için
yaz(ıp takdir etmiş ol)duğunu talebedin; şafağın ipliği siyah iplikten ayırd edilinceye
kadar yiyin için; sonra tâ gece oluncaya dek orucu tamamlayın; mescitlerde ibâdete
çekilmiş (itikafta) iken kadınlara yaklaşmayın. Allah, insanlara âyetlerini böyle
açıklar ki korunup sakınsınlar. 2/187

Görüldüğü gibi, oruçlu kimse kadınlara yaklaşmayacak, yenmeyecek ve içilmeyecektir.


Yemek, içmek ve kadınlara yaklaşmak sayılmayan hiçbir husus orucu bozmaz, bundan
dolayı suya dalmak, kesif toz ve dumanın boğaza kaçması veya kusmak orucu bozan
şeyler değildir. Yiyecek ve Cinsel yaklaşım niteliğinde olmayan bütün tedaviler ve
durumlar da orucu bozmaz.

Caferiler, ölen bir kimsenin oruç borcunu para karşılığında bir başka şahsı tutabileceğini
iddia etmektedirler. Bunu diğer benzeri farzlar içinde söylemektedirler, şöyle ki:
“VASİYET : Vasiyyet-i ahdiye. Yani. Techiz işlerin yapmaya, yahut hacc, oruç, namaz
404
ve benzeri gibi farizalar edâ etmeye ecir (ücretli) tutmak için ettiği vasiyet.” (Özet
İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 145. )

İslam dininde bu gibi ameller şahsi olup, ücretli veya ücretsiz başkalarına yaptırılamaz.
Daha önce bu konuda izahatta bulunmuştum.

CAFERİLERE GÖRE ZEKAT ANLAYIŞI :

“Ehl-İ Beyt’i Peygamber, dokuz şeyde zekâtı farz bilirler : Buğday, Arpa, Hurma, Üzüm,
Altın, Gümüş, Sığır, Koyun, Deve. Her birinin de ayrı ayrı şartları vardır.” (İslâm’da Işıklı
Yol, Dönüş Yayınevi, Ankara-1985, sayfa 79. Yazan, Ahmet Sabri Hemedani).
“Zekât üç gruptan oluşan dokuz şeye farz olur :
Hayvanat grubundan üç şeye : Deve, sığır, koyun.
İki nakıtlar : Altın, gümüş.
Tarım ürünlerinden dört şeye : Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm.” (Caferi Mezhebine göre
Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 100. )

Caferilerde, Kütüb-i Sitte ye bağlı Sünniler gibi, zekata esas olmak üzere, kişinin servetini
yani toplam mal varlığını değil de, kişinin sahip olduğu mal çeşidini esas almaktadırlar.
Daha önce bu konuda Kütüb-i Sitte’yi eleştirirken, böyle bir durumun Kur’an’a
uymadığını, bazı servetleri zekata tabi tutarken, bazılarını, miktarı ne olursa olsun zekat
dışı bıraktığını belirtmiştim. Öyle ki, kişinin binlerce dönüm Antep fıstığı bahçeleri veya
muz bahçeleri veya pirinç tarlaları mevcut olsa bunlardan zekat ödemeyeceğini, Altın ve
Gümüş değil de, bir dağ elmas ve zümrüdü olsa aynı şekilde yine zekat ödemeyeceğini
veya Armatör olsa, bir konvoy gemisi bulunsa ve bundan kazandığı geliri sene içinde
elmasa zümrüde v.s. Yatırsa veya güncel olarak kullanılmakta olan kağıt paralara yatırsa
zekat ödemeyeceğini, fakat birkaç koyun veya devesi veya sığırı bulunsa zekat
ödeyeceğini bununda servetler arasında ayırım olduğunu ve böyle bir durumun Kur’an’a
uymadığını; dolayısıyla Caferilerin bu konuda ki iddialarını kabûl etmek mümkün
değildir.
Caferilerde, Kütüb-i siteye bağlı Sünniler gibi, zekatla sadakayı aynı şey saymaktadırlar.
Hal bu ki, zekatla sadakaların aynı şey olmadığını, zekatın İslam devletine verilen bir
vergi olduğunu, fakat sadakaların zekat dışında olmak üzere Kur’an’da belirtilen sekiz
yere verildiğini daha önce belirtmiştim. (Bak. 1.Cilt.)
Caferiler, zekatın verilme yerleri konusunda şöyle demektedirler:

“ZEKÂTI HAKKEDEN KİŞİLER (YERLER)

Zekat sekiz yere sarf edilir:


Fakirler; yani kendisinin ve ailesinin senelik geçimini temin edemeyen kişiler.
Miskinler (zavallılar); yani fakirlerden daha kötü halde geçinenler.
Amiller; yani İmam (A.S.) yahut müctehid tarafından zekâtı toplayıp gereken işlemleri
yapmaya görevlendirilen memurlar (kişiler).
Kalpleri ısındırılmak istenenlere; yani zekât vermekle İslâm’a ısınıp, Müslüman olacağı ve
İslâm’a yarar sağlayacağı anlaşılan kişiler.
Rıkâb; yani baskı ve meşakkat altında köleleri sahiplerinden alıp serbest edip, hürriyetine
kavuşturmak için zekât harcanır.
Mecburi ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanıp, sonra da borçlarını ödemekten âciz kalan
405
kişilerin borçlarını ödemek için.
Allah yolunda; okul, cami, yol, köprü v.b. gibi Müslümanların amme hizmetlerinin
yürütülmesi için.
Harçlığı tükenip yolda kalan yolcular. Bunlara vatanlarına ulaşabilecekleri kadar verilir.”
(Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 100-101. )

Zekatın verileceği yerler olarak göstermiş oldukları sekiz yer. Kur’an’da, zekatın
verileceği yerler olarak değil! Sadakaların verileceği yerler olarak belirtilmiştir. Bu
konuda Kur’an’dan mealen:

- Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde
çalışan memurlara, kalpleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında
bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hikmet
sahibidir. 9/60

Görüldüğü gibi, zekatın verileceği yerler olarak iddia ettikleri yerler; zekatın değil,
sadakaların verilme yerleridir. Zekatla, sadakaların iki ayrı husus oldukları, Kur’an’da
açıktır. Bu konuda örnek verecek olursam, mealen:

- Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin
iyiliği)dir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitâba ve peygamberlere inandı;
mala olan sevgisine rağmen, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara,
dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı,
zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmaları yerine getirenler; sıkıntı,
hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah’ın
azabından) korunanlarda onlardır. 2/177

Dikkat edilirse, burada da yakınlara, yetimlere, düşkünlere v.s. Mal verileceği belirtilmiş,
buna rağmen zekât ayrı olarak şart koşulmuştur. Zekât ve belirtilen kimselere mal
verilmesi aynı şey olmadığından, Zekât ayrı bir kavram olarak belirtilmiştir, bundan da
sadaka ve zekâtın farklı şeyler olduğu kolayca anlaşılır. Şöyle ki, sadakalar belirtilmiş olan
ihtiyaç sahiplerine ve Allah yolunda, örneğin mescit yapımı ve imarı gibi veya İslam
dininin tebliği gibi konularda yapılan harcamalardır. Zekât ise, İslam devletinin toplamış
olduğu vergilerdir. İslam devletinin ihtiyaç duyduğu birçok harcamalar zekât vergisiyle
karşılanır. Ayrıca, Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı
veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayan (insan)lar imar ederler. İşte onlar,
doğru yolu bulanlardan olabilirler. 9/18

Burada da, mescitleri imar işi ile, zekat iki ayrı husus olarak belirtilmiştir. Hatta zekat
verme olayı, mescitleri imar etme işinden önce ayrı bir husus olarak şart sayılmıştır.
Ayrıca, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, siz Peygamber ile gizli konuşacağınız zaman bu gizli


konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu sizin için daha temizdir. Allah bağışlayan,
esirgeyendir. 58/12
406
- Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu? Çünkü
yapmadınız. Allah da sizi (bundan) affetti (sadaka vermeden konuşabilirsiniz). Artık
namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a Resûlüne itaat edin. Allah yaptıklarınızı haber
alandır. 58/13

Mealini yazmış olduğum iki ayette de, zekat ve sadaka ismen ayrı ayrı hususlar olarak
belirtilmiştir. Bu itibarla, Caferilerin, sadakalarla, zekatı bir ve aynı şey saymaları
Kur’an’a uymamaktadır.

CAFERİLERE GÖRE RİBA (FAİZ) ANLAYIŞI:

“Mes’ele 1- Faiz, çık katı bir haramdır. Bir borç karşısında, bir de muamelede olmak üzere
faiz iki kısma ayrılır.”
“Mes’ele 2 - Muamele yoluyla alınan Faiz, alışverişte alındığı gibi diğer muamelelerde de
alınabiliyor galiba. Alış - Verişteki faiz şöyle oluyor: Bir şeyi kendi cinsinden olan bir
şeyin karşılığında satılmasına rağmen ayriyeten fazlalık da alıyor. Meselâ: Bir kilo buğday
verip karşılığında bir buçuk kilo buğday alıyor.”
“Mes’ele 3 - İki şartla faiz tahakkuk bulur:
1 - Satılan ve karşılığında alınan şeyin aynı cinsten olması: (İttihad-ı cins). Böyle olunca
biri diğerinden kaliteli olsa dahi, ikisi de aynı cinsten olduğu için alınan fazlalık faiz olur.
2 - Değiştirilen şeylerin, (aynı cinsten olsalar dahi faiz sayılabilmesi için ikinci şartı da)
ölçek veya tartıyla satılan şeylerden olmasıdır. O halde ölçek ve tartıyla değilde; yumurta
v.s... Gibi sayıyla ve elbiselik, arazi v.b... Gibi metreyle satılan şeylerden alınan fazlalık
faiz sayılmaz.”
“Mes’ele 4 - Denildi ki: Ölçek ve tartıyla satılan şeylerin dışındaki muameleler ancak
makul bir şekilde olursa faiz tahakkuk bulmaz ve muamele sahih olur. O halde dinâr (lira)
ölçek yahut tartıyla satılmıyor diye bin dinarı bin yüz dinarla değiştirmek sahih değildir.
Zirâ bu makul bir muamele değildir. Eğer bunu aklı başında olan birisi yaparsa
mecburluğundan yapıyor.”
“Mes’ele 5 - Buğdayla arpa (faiz babında) bir cinsten sayılır. Onun için bunların
birbirleriyle değişiminde alınan fazlalık sahih değildir.”
“Mes’ele 6 - Her şey aslıyla bir cinsten sayılır. Meselâ: Sütle peynir, hurmayla hurma
pekmezi ve pirinçle pirinç unu bir cins sayılır.”
“Mes’ele 7- Etler, sütler, yağlar ve sirke çeşitleri asılları itibarıyla değişebilir. Meselâ,
koyun eti ayrı deve eti ayrı, koyun sütü ayrı inek sütü ayrı ve hurma sirkesi ayrı cinstendir.
Bunlarda alınan fazlalık (faiz sayılmaz) sahihtir.”
“Mes’ele 8- Yaş üzümle kuru üzüm ve yaş hurmayla kuru hurma gibi aynı cinsten şeylerin
bir birleriyle farklı yahut farksız değiştirilmesi doğru değildir.”
“Mes’ele 9- Eğer bir şey bir şehirde tartıyla, diğer bir şehirde sayıyla satılıyorsa (elma,
limon ve diğer bazı meyveler gibi) her şehir için kendi hükmü geçerli olur.”
“Mes’ele 10- Faizli bankalara para yatırıp faiz almada, para çekip faiz ödemek de câiz
değildir. İster devlet bankası olsun ister şahsi banka olsun ancak faiz ödemeyip yahut
almamak şartıyla emanet koymak, havale vermek v.b. Benzer caizdir. (Özet İlmihal,
Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 114-115-116. )

Daha önce aynı konuya ,birinci kitapta, Kütüb-i Sitte’yi incelerken değinmiş ve faizin
tanımını vermeye çalışmıştım. Hatırlanacağı üzere bir mali işlemin faiz sayılabilmesi için
o işlemin zaman satışını da birlikte getirmesi gerekeceğini belirtmiştim. Şöyle ki: Vadeli
407
satılan bir mala, malın peşin fiyatı haricinde yapılan vadeli satışın vade süresi
üzerinden, zamanın uzunluğuna göre ayrı bir bedel alınıyorsa, alınan bu bedel faizdir.
Aynı şekilde borç para veya herhangi bir iktisadi kıymetin borç verildiğinde verilen süre
üzerinden bir fark alındığında bu alınan fark faizdir. Yani: Faiz, bir iktisadi kıymet
üzerinden bir zaman satışı olayıdır. Bu hususları dikkate alarak, Caferilerin bu konudaki
iddialarını incelediğimizde gerçeğe uymayan birçok hususlar görürüz. Şöyle ki: biri
diğerinden kaliteli bile olsa dahi ikisi de aynı cinsten olan iki şeyin, örneğin, bir kilo
buğdayın, bir buçuk kilo buğdayla değiştirilemeyeceğini; sütle peynirin aynı cinsten
olduğunu ve bunların değiştirilemeyeceğini v.s. İddia etmeleri, İslam dini açısından kabul
edilemez. Zira işlemin yapıldığı günkü peşin değer üzerinden ticari işlem yapılabilir.
Örneğin: Bu gün bir kilo süt 150.000._lira, bir kilo peynir ise 900.000.- liradır. Para söz
konusu olmadan bir kilo peynir karşılığında altı kilo süt almak helal bir işlemdir. Trampa
olayı peşin olursa, “yani ha al, ha ver,” şeklinde ise kalite v.s.den dolayı değerler arası
farkta olabilir. Bu konuda tutarsız oldukları, Mes’ele 3 ün 2. Şıkkında metreyle veya
taneyle satılan şeylerin farklı satışının serbest, fakat ölçek veya tartıyla satılanların yasak
olduğunu söylemelerinden de anlaşılabilir, zira, bu gibi iddiaların hiçbir tutarlı mantığı
yoktur. Hatta daha ilginci (Mes’ele 9) faizin şehirlere veya beldelere göre değişebileceğini,
yani bir şehirde faiz sayılan bir işlemin, diğer bir şehirde faiz sayılmayacağını iddia
etmeleridir. “Eğer bir şey bir şehirde tartıyla, diğer bir şehirde sayıyla satılıyorsa” demeleri
bu manadadır. Ayrıca, faiz alıp vermemek şartıyla, faizli para işlemi yapan bankalara para
yatırılabileceğini (Mes’ele 10) iddia etmişlerdir. Bankanın aldığı bu parayı kendi hesabına
faizli olarak borç vereceği belli bir husustur. Bankaya böyle bir imkan tanımayı, Caferiler
hangi İslami hususla bağdaştırmaktadırlar. Böyle bir iddia İslami yönden kabul edilemez.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE MÜT’A (Muvakkat) NİKÂH İDDİASI:

Caferiler, İslam’da dâimi ve muvakkat (geçici) olmak üzere iki çeşit evlilik olduğuna
inanmaktadırlar. Onlara göre daimi nikahla yapılan yapılan evlilik süresi belli olmayan ve
ömür boyu sürmesi hedeflenen evliliktir. Geçici evlilik ise süresi belli olan ve ve birkaç
dakikalığına bile nikahlanmak suretiyle yapılan evliliktir. Karalaştırılan sürenin bitiminde
evlilikte sona ermiş olur. Bu konuda şöyle demektedirler:
“İmâm Ca’fer’us-Sâdık (A.M.), << Üç şeyde, kimseden çekinmem: Nisa Tavâfı,
kadınlarla Müt’a (, yâni Müt’anın helâl oluşunu bildirmek) ve ayağa giyilen ayakkabıya
mesh etmemek >> buyurmuşlardır.”
“Akd-i inkıta da denen Müt’a, muvakkat nikâhtır. Dâimi nikâhta bütün Müslümanların
ittifâkı, icmâı vardır; inkıtâi nikah, Kur’ân-ı Mecid’de, << Kadınlardan biriyle
faydalandığınız takdirde takdirde, ücretlerini, kararlaştırdığınız veçhile verin >>
mealindeki âyet-i kerimede açıklanmaktadır. (IV; Nisâ; 24). İmamiyye, bu nikâhın ebedi
olarak bekasına inanır.”
“Müt’a’nın sünnetle nesh edildiğini, Hz. Peygamber’in (S.M.) zamânında mubahken
harâm edildiğini buyurduklarını, Kitap’la nesh olunduğunu söyleyenler vardır; fakat bu
hususlarda bir ittifak yoktur. Bâzıları, << Kadınları boşayacağınız zaman temiz oldukları
vakit boşayın...>> emriyle beyân edilen Boşama Âyeti (LXV; Talaak, 1), bu nikâhı nesh
etmiştir demişlerdir. Bâzıları, << Çocukları yoksa, zevcelerinizin, kalan mallarının yarısı
sizindir. >> meâlindeki ayetle, yâni mirâsı bildirilen ayet-i kerimeyle (IV; Nisâ; 12) nesh
edilmiş hükmüne varmışlardır; fakat bu âyet-i kerimelerde, Müt’a’yı nesh eden bir beyân
yoktur; çünkü bu âyet-i kerimeler, dâimi nikaha âit ayetlerdir. Bazı bilginler de << Ancak
eşleri ve temellük ettikleri müstesnâ >> ayetinde, yalnız zevcelerin ve cariyelerin helâl
408
olduğu bildirildiğinden ve Müt’ayla alınan kadınlar hakkında bir hüküm
olmadığından, Müt’a haramdır derler. (XXIII; Mü’minûn, 6; LXX; Maâric, 30); bunu
kabul edenler, çoğunluktadır. Âlûsi de << Tefsir >> inde, Şia, câriye’ye, Müt’ayla alınmış
kadın diyemez; Müt’ayla alınan kadın dâimi nikahla da alınmamıştır; Müt’a’da miras,
iddet, talaak ve nafaka da yoktur der ve bu âyetle haram olduğunu söyler.”
“İmamiyye, Müt’anın helâl olduğunda ittifak etmiştir. Kadının, müddetin, ücretin
muayyen olması şarttır; müddetin bitiminden sonra, yâhut tarafların râzılığıyla müddetin
bağışlanmasını müteâkıb ayrılık meydana gelir. Müt’ayla, bir erkeğe varmış olan kadın,
ayrıldıktan sonra kırk beş gün iddet bekler; bu müddetten önce başkasıyla evlenemez.
Ayrılık, temas tan önce olursa, duhûlden önce boşanan kadın gibi, iddet beklemesi şart
değildir; âdetten kesilmiş kadın da iddet beklemez. Müt’a’dan olan çocuklar, daimi
nikahta olduğu gibi, babaya âittir; mirâsa girer; ancak zevc ve zevce, birbirlerinden miras
alamazlar.” (Abdülbâkıy Gölpınarlı. Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Sayfa 617-
618-620. Der Yayınları İstanbul-1987.)

Caferilerin müt’a nikahı konusunda ki şartlarını şöylece özetleye biliriz:

1- Kadın belli olacak.


2- Müt’a nikahı müddeti belli olacak.
3- Müt’a nikahından dolayı kadına verilecek ücret belli olacak.
4- Müddetin sona ermesiyle veya müddetin bağışlanmasıyla müt’a nikahı sona erer.
5- Müt’a nikahının sona ermesine müteâkıb kadın kırk beş gün iddet bekler, bu müddetten
önce başkasıyla evlenemez.
6- Ayrılık cinsel birleşme yapılmadan veya cinsel birleşmesiz sadece sevişme yapmak
suretiyle sona ermişse kadının hamile kalması söz konusu olmadığından iddet beklemesi
gerekmez.
7- Adetten kesilmiş kadında iddet beklemez.
8- Müt’a nikahıyla doğan çocuk mirasa girer.
9- Müt’a nikahıyla evlenen karı, koca birbirlerinden miras alamazlar.

Caferiler müt’a nikahı konusunda ki bu görüşlerini 4 Nisa 24’e bağlamakta ve bu ayete


uygun olduğunu iddia etmektedirler. 4 Nisa 24’ten başka, müt’a nikahıyla ilgili olarak
Kuran’dan delil gösterme iddiasında değillerdir. Bütün iddiaları 4 Nisa 24’ün, müt’a
nikahının meşruluğunu belirttiği ve bu nikah çeşidinin kıyamete kadar geçerli olduğu
yönündedir. Halbuki, delil olarak göstermiş oldukları 4 Nisa 24’e baktığımızda durum
hiçte iddia ettikleri gibi değildir. Şöyle ki, Kuran’dan mealen:

- Geçmişte olanlar hâriç, (bundan böyle) babalarınızın evlendiği kadınlarla


evlenmeyin, çünkü bu fuhuştur, (Allah’ın) hışmıdır ve iğrenç bir yoldur. 4/22

- Size (şunlarla evlenmenizde) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız kız kardeşleriniz,


halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren (süt)
analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan olup
evlerinizde bulunan üvey kızlarınız - eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, (kızlarını
almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur - kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın
karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Şüphesiz
Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. 4/23
409
- (Savaşta esir olarak) ellerinize geçen (kadın)lar müstesnâ, evli kadınlar(la
evlenmeniz)de (yasaklandı.İşte bunlar) size Allah’ın yazdığı yasaklardır. Bunlardan
ötesini, iffetli yaşamak, zinâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (mehirlerini
verip almanız), size helâl kılındı, kendileriyle evlenip faydalandığınıza, takdir olunan
ücretlerini bir hak (farz) olarak verin. Ücretin (mehrin) kesiminden sonra karşılıklı
anlaşma(k sûretiyle kesilenden az veya çok vermeniz)de üzerinize bir günah yoktur.
Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir. 4/24

Mealini yazmış olduğum, 4 Nisa 22-23-24. Ayetlerine baktığımızda, evliliğin devam


süresi yönünden tek bir çeşit nikah emredildiğini görürüz. Şöyle ki: Kendileriyle
evlenilmesi yasak olan ve serbest olan kadınların ayırımı yapıldıktan sonra, her iki grubu
kapsayacak şekilde yani evlenilmesi serbest olan kadınların tamamı hakkında geçici
evlilik ve süresi belli olan evlilik şeklinde bir ayırım yapılmadan. Kendileriyle evlenilip
faydalanılan kadınların tamamı için takdir edilen bir ücret; bir farz olarak ödenmesi
emredilmiştir. Bundan da iki husus söz konusu olmaktadır. Bu iki hususta, faydalanma ve
ücret ödeme hususlarıdır. Her iki husustan kastedilen mana anlaşılmadan konunun tam
olarak anlaşılması mümkün değildir. Bunun içinde kadınlardan elde edilecek faydanın ne
olduğunun öncelikle bilinmesi gerekir. Bu faydanın da iki ihtimali vardır. Birincisi
cinsellik yani seksi fayda, ikincisi kadının erkek için yapmış olduğu diğer hizmetlerdir.
Eğer ki, kastedilen fayda yalnızca seksten ibaretse o zaman erkek evlenebileceği herhangi
bir kadınla, birkaç dakikalığına dahi olsa nikah yapabilir. Fakat, kastedilen fayda yalnız
başına seksi fayda değil de, daha geniş kapsamlı hizmetleri de içeren bir faydaysa geçici
nikah yani müt’a nikahının söz konusu olmaması gerekir. Konuya seksi fayda veya başka
bir ifadeyle seks yoluyla alınan lezzet açısından baktığımızda bazı zorluklarla karşılaşırız.
Şöyle ki: Cinsi münasebette yalnız erkek lezzet almamaktadır, kadın da aynı şekilde lezzet
almaktadır. Normalinde, hem erkek cinsel doyuma ulaşmakta, hem de kadın cinsel
doyuma ulaşmaktadır, burada doyum açısından açıkça görünen bir eşitlik mevcuttur, hal
böyle olunca neden erkek kadına bir ücret ödeme durumunda kalsın. Hatta yapılan
istatistiklerde yaklaşık her on kadından birinin ard arda orgazm olabildiği yani tek bir cinsi
münasebetle birden fazla doyuma ulaşabildiği tespit edilmiştir, bu durumda erkek bir sefer
doyuma ulaştığın da, kadın da birden fazla doyuma ulaşmış olduğundan, kadının erkeğe
ücret ödemesi söz konusu olabilir. Cinsel arzu duymak yalnız erkeğe has bir durum
değildir, kadınlarda aynı şekilde cinsel arzu duyarlar hatta “Nemfomanı” olan kadınların
çok aşırı cinsel isteği vardır. Bundan dolayı biz evlilikten sağlanan faydayı yalnız cinsel
fayda olarak anlamamaktayız, bu açıdan yalnızca seks hedefleyen “müt’a” nikahı diye bir
nikah çeşidinin İslami açıdan geçerli olması mümkün değildir. Bu nikahın eskiden
uygulanmış olduğu yolunda ki tüm rivayetlerde Müslümanlara yapılmış bir iftiradan
ibarettirler. Caferilerin müt’a nikahıyla ilgili olarak öne sürmüş oldukları, hamile kalma
ihtimali olmayan kadın veya kızın iddet beklemesi gerekmez şartına göre, bir kadın veya
kız hamile kalacak şekilde cinsel birleşme yapmadan müt’a nikahı yoluyla bir günde
onlarca erkekle ayrı ayrı sevişe bilir. Bu ise Müslümanların yuva kurup çocuk
yetiştirmelerine mani olan ciddi bir durumdur.

O halde kadınlara evlilikten dolayı ödenecek ücret cinsel hazzın ötesinde ki bir faydayla
ilgili olması gerekir. Bunu da, İslam’daki aile yapısında yapısında görmek mümkündür.
Dikkat edilirse 4 Nisa 24’de göre ödenecek olan evlenilen tüm kadınları kapsamaktadır.
Yani, İslam da evlenilen her kadına sağladığı faydayla ilgili olarak bu ücretin ödenmesi
farzdır. Bundan da, bir kısım kadınlar için geçici evlilik, bir kısım kadınlar için de süresi
410
belli olmayan evlilik diye bir evliliğin olamayacağı kolayca anlaşılır. Zira hepsi
için aynı şekilde ücret ödenmesi durumu söz konusudur. İslam aile yapısında evin geçimi
erkeğe aittir. Kadın evin geçimi için çalışmak zorunda değildir. Evli kadının çalışmak
zorunda olmaması, isterse dahi hiç çalışmaz manasında değildir. Evli kadın kocasından
izin alarak, aile düzenini bozmadan, İslami şartlara uygun güzel bir işte çalışabilir. Bu
durumda dahi kazandığı ücret kendisine ait olup evin geçiminden erkek sorumludur. Bu
duruma göre esas itibarıyla, İslami aile düzeninde biri kocaya ait, biride kadına ait olmak
üzere iki konum meydana gelmiş olur. Koca çalışıp para kazanmak suretiyle evin geçimini
sağlamakta, ev ve ev için almış olduğu eşyalarla, biriktirmiş olduğu servet kendisine ait
olmaktadır. Kadın ise ev işlerini yapmakta olup, çocukların bakımıyla ilgilenmekte,
dolayısıyla servet edinememektedir. İşte kadının yapmakta olduğu bu işlerden dolayı
kocası bir fayda sağlamaktadır. Bundan dolayı kadının yapmış olduğu bu hizmetlerle ilgili
olarak kocasının kendisine bir ücret ödemesi gerekmektedir. Örneğin, kadına sağlamış
olduğu bu hizmetlerden dolayı bir ücret ödemezse ve kocası onun sağlamış olduğu
destekle maddi servet sahibi olmasına rağmen, kendisi fakir bir durumda, ve evliyken
yapmış olduğu hizmetler boşa gitmiş bir şekilde sefalete düşebilir. Bunun böyle olmaması

için erkeğe sağlamış olduğu hizmetlerden dolayı kadının ücret alması gerekir. Yoksa bu
ücret, Caferilerin anladığı gibi, çocuk yapmayı dahi amaçlamayan on dakikalık bir seks
yapma karşılığı değildir. Hem evlilik süresince kadını erkeğin ekonomik ihtiyaçlar kölesi
olmasını engelleyen, hem de boşanma durumunda kadına bir güvencedir. Yoksa, aile
yuvası hedeflemeden, üç beş kuruşluk bir maddi menfaat için ona buna açılacak olduktan
sonra, tesettürün ne kadar bir manası vardır.
Allah, Kuran’da kadını erkeğin tarlası olarak tanımlamaktadır. Ürün almayı hedeflemeyen
hiçbir evlilik bu tanım içerisine girmez, İslami evlilikte kadın tarla konumundadır, müt’a
şeklinde evlilikte ise sadece bir mesire yeri gibidir. Allah’ın, Kuran’daki tanımları dışına
çıkan bütün tanımlar, Allah’ın razı olduğu İslami tanımlar değildir.

Bu konularla ilgili olarak Kuran’dan mealen:

- Ve sana hayz halinden soruyorlar. De ki: “O eziyettir.” Artık hayz zamanında


kadınlarınızdan çekiliniz. Ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Fakat iyice
temizlendikleri vakit onlara Allah'ın size emrettiği yerden varın. Şüphe yok ki Allah
Teâlâ çok tövbe edenleri sever ve çok temizlenenleri de sever. 2/222

- Kadınlarınız sizin için bir ekin mahallidir. Binaenaleyh bu ekin yerinize nasıl
isterseniz varın ve kendiniz için -güzel ameller- takdim edin. Ve Allah Teâlâ'dan
korkunuz. Ve biliniz ki sizler şüphesiz onun huzuruna varacaksınız. Ve müminleri
müjdele. 2/223

İslam da, kadın erkeğin tarlası konumunda olunca, alınan ürün, yani çocuklar tarla sahibi
olan babaya ait olmuş olur. Şimdi, kadının sağladığı fayda ve aldığı ücreti bu konumda ele
alalım. Bu konuda, Kuran’dan mealen:

- O -boşanan- kadınları gücünüzün yettiği kadar ikamet ettiğiniz yerin bir kısmında
oturtun ve üzerlerine baskıda bulunmanız için kendilerine zarar vermeyin ve eğer
yüklü bulunmakta iseler yüklerini koyuncaya değin onlara nafakalarını verin, eğer
sizin için -çocuklarınızı- emzirirlerse onlara ücretlerini verin, ve aranızda mâruf bir
411
veçhile müşaverede bulunun ve eğer müşkülâta uğrar iseniz onun için başkası
emzirecektir. 65/6

Boşanan kadının doğurmuş olduğu çocuğu emzirmesi bir ücrete tabi olunca, evlilik içinde
yapmış olduğu bütün hizmetlerin, örneğin: yemek pişirme, çamaşır yıkama temizlik v.s.
Bir bütün olarak ücrete tabi olacağı ve bu işlerden dolayı kocasının ona ücret ödemesi
gerektiği açıktır. Bu ücret evlenecek erkek ve kadın arasında karşılıklı Pazarlık suretiyle
belirlenir. Ayrıca evliliğin devam etmesi de süreye bağlı değildir. Örneğin her gün için şu
kadar ücret olarak belirlenmez, süre dikkate alınmadan belirlenir. Kadın erkeğin maddi
durumuna göre şu ücret karşılığında evlenmeyi kabul ediyorum diye talepte bulunur. Veya
talepte bulunmaya da bilir. Sonradan bu ücret taraflar arasında karşılıklı rıza ile arttırılır
veya eksiltilebilir, ücret evlilik süresince geçerlidir. Evlilik ömür boyu devam etmişse
herhangi bir ödeme söz konusu değildir, bu durumda kadının miras üzerinde hakkı
vardır .boşanma olması halinde ödeme söz konusu olur ve bu durumda da kadın mirastan
pay alamaz. Kadının boşandıktan sonra emzirmeden dolayı ücrete hak kazanmış olması,
bu konuların konumunu belirlemede örnektir. Yoksa boşanmamış kadın çocuğunu
emzirmeden dolayı ücret alamadığı gibi, mehir ücretinin de ödenmesini talep edemez.

Nikah bağının ciddiyeti açısından ve erkeklere göre daha zayıf olan kadınların
desteklenmesi için, nikah yapılmışsa ve henüz dokunulmadan kadın, erkek tarafından
boşanırsa, dul adını alan kadına yinede bir maddi menfaat ödenmelidir, mehir
belirlenmişse ödenecek miktar bu durumda mehrin yarısıdır. Ancak kadın öyle bir menfaat
istemekten kendi gönlünce vazgeçerse o zaman ödeme yapılmaz. Bu konuda, Kuran’dan
mealen:

- Henüz dokunmadan, yada mehir kesmeden kadınları boşarsanız size bir günah
yoktur. Onları faydalandırın (bir miktar bir şey verin). Eli geniş olan, kendi gücü
nispetinde, eli dar olan da kendi gücü nispetinde güzel bir şekilde faydalandırmalı.
(herkes gücü ölçüsünde bir şey vermeli)dir. Bu, iyilik edenlerin üzerine bir borçtur.
2/236

- Ve eğer onları daha kendilerine temasta bulunmadan boşar da onlar için mehir
belirlemiş bulunursanız o zaman bu belirlediğiniz mihrin yarısı lâzım gelir. Meğer ki
o kadınlar affetsinler veya nikâhın düğümü elinde bulunan (vekili) affeylesin ve sizin
affetmeniz (tamamını ödemeniz) takvaya daha yakındır ve aranızdaki iyiliği
unutmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkıyla görücüdür. 2/237

İslam aile yapısının daha birçok şartları vardır. Müt’a nikahı diye bir geçici nikahın
olmadığını belirtmek için, kadınların evlilikten dolayı hak ettikleri ücreti konu eden bir
kesiti aldım. Yoksa İslam aile yapısında boşanma sık rastlanan bir olay değildir. Erkeğin
kadın üzerinde hakları olduğu gibi, kadınında erkek üzerinde hakları vardır.

Bu itibarla, Caferilerin müt’a adı altında kabul ettikleri geçici nikah iddialarını Kuran
ölçüsüne göre kabul etmek mümkün değildir.

İMAMİYYE ŞİASININ HADİS ANLAYIŞI

Bu başlık altında, İmamiyye Şiasının en önemli hadis kaynaklarından olan, el Kuleyni’nin


412
(öl.h.329) Usul-u Kâfi isimli hadis kitabının 1. Cildinden örnekler vererek,
İmamiyye Şiasının hadis anlayışını tanıtmaya çalışacağım, Şöyle Ki:

Kaleme almış olduğum Kütüb-i Sitte’nin Eleştirisi ve Kûr’an’a arzı isimli kitabımda Ehli
Sünnetin tabi olduğu altı hadis külliyatını kaynak olarak, Kûran’la karşılaştırmak suretiyle
eleştirmiştim, bu çalışmamda da İmamiyye Şia’sının tabi olduğu hadis külliyatını aynı
şekilde inceleyip Kur’an’la karşılaştırmak istememe rağmen külliyatın Türkçe çevirisini
tespit edemediğimden buna imkan bulamadım, benim yaptığım araştırma neticesinde
sadece el Kuleyni’ye ait, Usul-u-kâfi isimli hadis kitabının Türkçeye çevirisi yapılmış
birinci Cildini elde edebildim, diğer ciltleri almak istediysem de henüz Türkçeye
çevrilmediğini öğrendim, aynı şekilde İmamiyye Şiasına ait diğer hadis Külliyatının da
henüz Türkçe çevirisinin bulunmadığını söylediler, (Kitabı Temin ettiğim yer Kevser
Yayınları). İnternet üzerinden başka kitap evlerinde araştırdımsa da aynı neticeyi aldım.
Bundan dolayı bu bölümde elimde mevcut bulunan Usul-u Kâfi adlı hadis kitabının birinci
Cildinden Şia Hadislerine örnek olmak üzere değineceğim. El-Kâfi’deki hadislerin tamımı
16199’dur, birinci ciltte ise 1441 hadis bulunmaktadır, bu hadislerin de çoğunluğu
İmametle ilgili olduğundan çeşit olarak fazla bir konu içermemektedir, şöyle ki;

USUL-U KÂFİ, yazan: Sigatul İslam Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el Kuleyni
(öl.h.329), 1. Cilt, Dar’ul Hikem Yayınları: 1 Baskı Mart 2002

El-Kuleyni için şöyle demektedirler: “Muhammed Taki el-Meclisi şunları söyler :


Doğrusu bizim zehabın âlimleri arasında onun gibi birisi yoktu. Onun aktardığı rivayetleri
inceleyen, kitaplarının bilgi tertibini irdeleyen herkes bilir ki, o, Allah tarafından teyid
edilmiş biridir. (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa III.)
Kâfi (yeterli) kelimesinin menşei konusunda şöyle diyorlar: “Yüce Allah, bu kitabı yirmi
senede yazmasını müyesser kıldı. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Şii Müslümanlar
kendileri için dinin her alanında yeterli (Kâfi) gelecek bir kitap yazmasını istiyorlardı.
Çünkü Kuleyni, görüş alışverişinde bulunacağı, müzakere edeceği, ilmine güvenilen zatla
görüşüyordu. Bazı âlimler, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a
arzettiği ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve << Şia’mız için kâfidir>>.
dediği inancındadırlar. (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.)

Böylece, Şii inancına göre “hem Allah’ın, hem de Mehdi’nin onayladığı bir kitapla karşı
karşıya olduğumuzu görmüş oluruz“. Vasıflandırma bu olmasına rağmen şöyle de
demektedirler:
“1- Bu eserde geleneksel din anlayışımıza aykırı şeyler muhakkak göreceksiniz. O zaman
yapacağınız şey, hemen onu ön yargıyla reddetmek yerine, o şeyi Kur’an ve mantık
süzgecinden geçirmek olsun. Bunlara uymuyorsa reddedin.
2- Bu eser kategorisinde eşsiz ve en muteber eser olmakla birlikte, diğer büyük hadis ve
sünen kitaplarının tamamından daha az da olsa içinde sahih olmayan hadislerde
bulunabilir. Mücevher dolu bir hazine de üç beş çürük demir olması o değersiz
kılmayacağını belirtmek isterim. Özellikle onun kategorisinde ki, diğer bütün hazinelerde,
ondakinden daha fazla çürük demir bulunduğu gerçeği ortada iken, be gerçeğe rağmen,
koltuğuna her Kur’an meâli ve hadis-sünen tercümelerini alan lütfen ahkam kesmeğe
kalkışmasın. Selâhaddin ÖZGÜNDÜZ.” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa IX.)

Burada ilginç olan husus Usul-u Kâfi’de çürük rivayetlerin bulunduğunun itiraf edilmiş
413
olmasıdır, ayrıca eleştirileri engellemek için yapmış olduğu uyarılardır, aman ha
diyor Arapça bilmeden ve sizin tarafınızdan kabul gören hadislerin çürüklüklerini dikkate
almadan bizim tarafımızdan kabul gören hadisleri eleştirmeye kalkışmayın. Bizde çürük
varsa sizde daha fazlası vardır mantığı, aslında dediği şey doğrudur, hadislere tabi olan
bütün mezheplerin hadisleri çürüklerle doludur. Peki eleştiriyi yapacak olan kimse
İnancına esas olarak yalnız Kur’an’a tabiyse, hiçbir mezhep veya hadis ekolüne tabi
değilse, Kur’an’ı Arapça aslından okuyup anlayabiliyorsa, yaptığı eleştirilerde Kur’an
esaslı mantık süzgecini kullanıyorsa, tespitlerini belgeli olarak ortaya koyup, okuyucunun
karşılaştırma yapmak suretiyle değerlendirme yapmasına fırsat veriyorsa herhalde size
göre de eleştiri yapmanın mahzuru olmaz, dolayısıyla bu şartlarda eleştiri yapanın
herhangi bir kimse olması da fark etmez. Yalnız özellikle şunu belirteyim ki, Arapça bilme
şartının ileri sürülmesinin, İslam dininin öğrenilmesi açısından hiçbir değeri yoktur, İslam
dini evrensel bir dindir, Arapça bilme şartının ileri sürülmesi onun evrenselliğini
engelleyici bir durumdur, Allah’ın sebepler ihsan etmesiyle herkes kendi ana dilinde
noksansız olarak İslam dinini öğrenebilir, Allah’ın hidayet etmesi, ilim ve hikmet bilgisi
vermesinin dil bilme yani Arapça bilme şartına bağlı değildir, Kur’an’ın Arapça
olmasından dolayı, öğrenmede Arapça bilmenin faydası olabilir, fakat Arapça bilmemek
öğrenmeyi engelleyici bir durum değildir, Arapça bilmek İslam’ın şartlarından bir şart
değildir. Bundan dolayı Arapça bilen kimselerin, Arapça bilmeyi İmanın bir şartıymış gibi
ileri sürmeleri yersizdir. İslam dini herhangi bir ırka, dile veya şahsa bağlı olmayan
“Evrensel” bir dindir. Aksini iddia etmek İslam Dininin Evrenselliğini yok etmeye çalışma
çabasıdır.

Kur’an’ın Evrenselliğiyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- (Resûlüm!) De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben
olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim. 38/86

- Bu Kur'an, ancak âlemler için bir öğüttür. 38/87

- Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi öğreneceksiniz. 38/88

- (Resûlüm)! Şüphesiz biz bu Kitab'ı sana, insanlar için hak olarak indirdik Artık
kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış
olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin. 39/41

KUR’AN’I RİVAYETLERİN SAĞLAMLIĞINA ÖLÇÜ OLARAK KABUL


ETMELERİ :

Şöyle ki:

1- “Rivâyeti, Allah’ın kitabına götürün, Allah, Azze ve Celle’nin kitabına uyanı alın,
Allah’ın kitabıyla çelişeni atın.” (Usul-u Kâfi sh 6)

Bu gerçekten güzel bir söz, şu var ki şimdiye kadar Şia inancında uygulanma sahası
bulamamıştır, bundan sonrada İmamiyye Şiasında uygulanma imkanı bulması mümkün
414
olamaz, zira İslam dininin öğrenilmesinde ikili sistem iddia eden bütün mezhepler,
uygulamada Kur’an’ı rivayetlerin sağlamlığına bir ölçü olarak kullanma imkanına sahip
değillerdir, ikili sistem sistemler yapıları icabı Kur’an’ın İmamlığı ve Hadisin İmamlığı
olmak üzere iki imama sahiptirler, bu sistemlerde bazı rivayetlerde Kur’an’a davet
yapılırken, diğer birçok rivayette Hadis’e davet yapılır böylece öğretide derin ayrılıklar ve
çelişkiler meydana gelir. İki imamlık olayı sürdüğü müddetçe bu ayrılıkların telafisi
mümkün olamaz, çözüm Kur’an’ı tek imam kabul ederek, rivayetleri İmamlıktan
azletmektedir. İşte o zaman bütün İslam aleminde yalnız Kur’an’a bağlı olan bir inanç
bütünlüğü sağlanmış olur. Aslında bu hususu çok iyi şekilde İmamiyye Şiasının bilmesi
gerekirdi, zira onlar şahıs bazında aynı anda iki İmam olamayacağını söylerler, bunu
söyleyenlerin İslam öğretisi söz konusu olunca biri Kur’an - biride Hadis olmak üzere aynı
anda iki imam kabul etmeleri ilginçtir, Kuran İslam dininin tek kaynağı ve tek rehberidir, o
İslam dininin öğrenilmesi için Yeterli, Açık ve Anlaşılır bir kitaptır, hiçbir noksanlık
ihtiva etmediği gibi asla batıni yani açık manasının dışında gizli mana ihtiva etmez, bu
onun “Mubin” yani apaçık olma özelliğindendir. İslam’a daveti evrensel olduğundan
öğrenilmesi ve öğretilmesi hiçbir insan veya zümrenin tekelinde olamaz.

İmamiyye Şiasının, Kur’an için Batıni (gizli) öğreti iddia etmeleri ve öğrenilmesini belirli
şahıslara bağlamaları, şöyle ki:

2- “Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
<<Vasilerden başka hiç kimse, Kur’â’ın tüm zâhiri ve bâtını anlamını bildiğini, bütün
Kur’an ilimlerine sahip olduğunu iddia edemez.>> (Usul-u Kâfi sh 318 H.604. )

Kur’an’dan mealen :

- Ey Kitap Ehli, Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve bir


çoğundan geçiveren elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi.
5/15

- İşte böylece biz o Kur'an'ı açık seçik âyetler halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah
dilediği kimseyi doğru yola sevk eder. 22/16

Görüldüğü gibi Kur’an apaçık yani Mubin bir kitaptır, ona batın isnat edilmesinin aslı
yoktur. Kur’an’dan mealen :

- Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir
şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir İmam ve bir rahmet olarak Musa'nın
Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur'an'a)
inanırlar. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı
yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş
gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. 11/17

- Ondan önce de bir rahmet ve İmam olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da,
zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla
indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır. 46/12
415

Kur’an’dan önce Musa’nın kitabı İmamdı, dolayısıyla Kur’an geldiği andan itibaren
imamdır ve bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir, Kim Kur’an’a iman etmişse o
yanı başında olan, onu yalnız bırakmayan sağlam bir İmam edinmiştir. Öyle bir İmam ki,
ne ölür nede saklanır. O öyle bir İmamdır ki, her şeyin açıklaması ve tafsili ondadır, yol
göstericidir, kolay anlaşılır, değiştirilemez, batıl ona ne önünden nede arkasından
yanaşamaz, Kur’an’dan mealen :

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.

- Tâ. Sîn. Bunlar Kur'an'ın, (gerçekleri) açıklayan Kitab'ın âyetleridir. 27/1

- İman eden müminler için bir hidayet rehberi ve bir müjdedir. 27/2

- Muhakkak ki biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık.
Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. 17/89

- Hakikaten biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür.
Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insandır. 18/54

- Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?
54/17

- Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini


değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir. 6/115

- Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna


katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. 41/41

- Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan
indirilmiştir. 41/42

Daha bir çok ayette, İslam dininin bilgi kaynağı olarak yalnız Kur’an esaslı olduğunu
görmek mümkündür. İmamiyye Şiasının iddia ettiğine göre ise, İslam dininin öğrenilmesi
için, Kur’an’dan başka, Kur’an’dan bağımsız ve üstün birçok bilgi kaynağı vardır, şöyle
ki:

“SAHİFE, CİFİR, CAMİA ve FÂTIMA’nın MUSHAFI” iddiaları.

“... Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına
gittim ve o’na dedim ki: “Sana kurban olayım! Sana bir soru sormak istiyorum, acaba
burada sözlerimi işitecek başka biri varmıdır?” Ebu Abdullah bulunduğu yerle evin başka
bir bölmesini ayıran perdeyi kaldırdı, oradan başını uzatıp baktıktan sonra şöyle dedi: <<
Ey Ebu Muhammed! Ne istersen sor.>> Dedim ki: “Sana kurban olayım! Senin Şiilerin,
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ali (aleyhisselâm)’a bir ilim kapısını öğrettiğini
ve bu kapının da o’na bin kapı açtığını söyleyip duruyorlar, acaba söylenenler
doğrumudur?”
İmam şöyle buyurdu: <<Ey Ebu Muhammed! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bin
416
kapı öğrettiği ve bunların her biri de bin kapı açar.>> Dedim ki: “Allah’a yemin
ederim ki, ilim budur.” İmam bir saat boyunca düşünceye dalarak yeri çiziktirdi. Sonra
şöyle dedi: <<Evet, bu ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir.>> Ardından
şunları ekledi: << Ey Ebu Muhammed! Camia (bütün ilimleri kapsayan) bizim
yanımızdadır. Camia’nın ne olduğunu biliyorlar mı?>> Dedim ki: “Sana kurban olayım!
Camia nedir? Buyurdu ki: << Bir sahifedir ki, uzunluğu Rasûlullah’ın ziraiyle yetmiş zira
eder. Peygamberimiz yazdırmış, Ali de yazmıştır. Orada bütün helâller ve haramlar,
insanların ihtiyaç duydukları her şey vardır. Hatta birini tırmalayıp yaralamanın cezası bile
onda yazılıdır.>>
Sonra İmam (aleyhisselâm), elini omuzuma koydu ve dedi ki: << Bana izin verir misin ey
Ebu Muhammed?>> Dedim ki: “Sana kurban olayım! Kendimi size adamışım, dediğinizi
yapın.” Bunun üzerine İmam, beni çimdikledi ve ardından, << İşte çimdiğin cezası bile
orada yazılıdır.>> O sırada İmam bir parça öfkelenmiş görünüyordu.
Dedim ki: “İlim budur.” Buyurdu ki: << Bu, ilimdir, ama ilim sadece bundan ibaret
değildir.>> Sonra bir saat kadar sustu, ardından şöyle dedi: << Cifir ilmi bizim bizim
yanımızdadır. İnsanlar cifir ilminin ne olduğunu nereden bilecekler? >> Dedim ki: “Cifir
nedir?” Buyurdu ki: << Deriden bir kaptır ki, peygamberin, vâsilerin ve İsrail oğullarının
geçmiş ulemasının ilimlerini kapsar. >> Dedim ki: “Hiç kuşkusuz ilim budur.” Buyurdu
ki: << Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir. >> Sonra bir saat kadar
konuşmadı, ardından şöyle buyurdu: << Hiç kuşkusuz Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın
“mushafı” da bizim yanımızdadır. Fâtıma’nın mushafının ne, olduğunu nereden
bilecekler? >> Dedim ki: “Fatıma’nın mushafı nedir? “Buyurdu ki: << Sizin şu
Kur’ân’ınızın üç misli bilgi kapsayan bir mushaftır. Allah’a yemin ederim ki, sizin şu
Kur’ân’ınızdan bir tek harf yer almaz o mushafta. >>
Dedim ki: “Allah’a yemin ederim ki, ilim budur.” Buyurdu ki: << Bu, ilimdir; ama ilim
sadece bundan ibaret değildir. >> Sonra bir saat kadar sustu, ardından şöyle buyurdu: <<
Bu güne kadar olanlara ve bundan sonra kıyamete kadar olacaklara ilişkin ilim, bizim
yanımızdadır. >> Dedim ki: “Sana kurban olayım. Allah’a yemin ederim ki, ilim budur.”
Buyurdun ki: << Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir. >> Dedim ki: “Sana
kurban olayım. Peki ilim nedir?”
Buyurdu ki: << İlim, gece ve gündüz bir işten sonra meydana gelen bir başka işle ve bir
şeyden sonra meydana gelen bir başka şeyle ilgili olarak ortaya çıkan şeye denir. >>
(Usul-u Kâfi sh 332-333 H.630. )

“... Hüseyin b.Ebul A’lâ şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık
aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: << Bende beyaz “cifir” vardır. >> Dedim ki:
“İçinde ne vardır?” Dedi ki. << İçinde Davud’un Zebur’u, Musa’nın Tevrat’ı, İsa’nın
İncil’i, İbrahim’in suhufu, helâl ve harama ilişkin bilgiler vardır. Ayrıca Fâtıma
(selamullahi aleyha)’nın mushafı da vardır. Onda Kur’an’dan herhangi bir şey olduğunu
sanmıyorum. Onda insanların bizden öğrenme, ihtiyacı duydukları şeyler vardır. Bizimse
bu hususta kimseye ihtiyacımız yoktur. Hatta bu mushafta bir kırbac vurmanın veya yarım
kırbaç vurmanın, aynı şekilde birini tırmalayıp yaralamanın bile cezası bildirilmektedir.
Bende bir de kırmızı cifir vardır. >> .... “ (Usul-u Kâfi sh 334 H.632. )

“... Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir : <<
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kılıcının kabzasının bir ucuna asılı bir kasenin
içinde küçük bir sayfa saklıydı. >> Ebu Abdullah aleyhisselâm)‘a dedim ki: “Bu sayfada
ne yazıyordu?” Buyurdu ki: << Burada bazı harfler yazılıydı ki, bu harflerin her biri bin
417
bölüme açılır. >>
Ebu Basir der ki: Ebu Abdullah (aleyhisselâm) devamla şunları söyledi: << Şu ana kadar,
bu harflerden iki tanesi dahi ortaya çıkmış değildir. >> “ (Usul-u Kâfi sh 426 H.764. )

“... Ebul Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<
Hüseyin (aleyhisselâm), vefat edeceği sırada vasiyetini herkese açık bir şekilde kızı
Fâtıma’ya, dürülmüş bir mektup şeklinde verdi. Hüseyin (aleyhisselâm), ın başına
bildiğimiz olaylar gelince, Fâtıma bu vasiyeti Ali b. Hüseyin’e verdi. Dedim ki: “Allah,
Azze ve Celle sana rahmet etsin, mektupta ne yazıyordu?” buyurdu ki: << Dünya
kurulduğundan yok olacağı güne kadar Âdemoğullarının ihtiyaç duydukları her şey. >> “
(Usul-u Kâfi sh 438 H.779. )

Görüldüğü gibi, iddia ettiklerine göre, ilim alma ve hükmetme konusunda Kur’an’ın
bir çok rakibi varmış. Zira sarf ettikleri “Sizin şu Kur’ân’ınız” ifadesi Kur’an’ı
dışlayıp küçümseyen bir ifadedir. Bilinse ki bizim Kur’an’ımız muazzam bir
Kur’an’dır. Bizim Kur’an’ımız ortadadır, gerek ki şu Camia iddia edenler de,
Camialarını tam metin halinde ortaya koysalar ve falcılıktan başka bir şey olmayan
Cifir bilgilerini ortaya koysalar, hep beraber görerek Kur’an’a göre değerlendirip
hangisinin tutarlı ve üstün olduğunu ortaya koysak. Her birinin konumu net olarak
anlaşılmış olurdu. Yukarıdaki alıntılarda, Hüküm ve Gaybı bilme konusunda iki
iddiada bulunmuşlardır, her iki iddiaları da Kur’an’a uymamaktadır, şöyle ki,
Kuran’dan mealen:

- Ve Allah, O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. Hamd önünde de sonunda da onun
içindir. Ve hüküm O'na mahsustur ve ona döndürüleceksinizdir. 28/70

- Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ'nın
sana bildirdiği şekilde hükmedesin ve hainler için müdafaacı olma. 4/105

- Ve aralarında Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu ile hükmet ve onların arzularına


tâbi olma. Ve Allah Teâlâ'nın sana indirmiş olduğu şeylerin bazısından seni fitneye
düşüreceklerinden dolayı onlardan kaçın. Eğer onlar yüz çevirirlerse artık bil ki,
Allah Teâlâ muhakkak diliyor ki, onları bazı günahları sebebiyle musibete uğratsın.
Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları elbette fasık kimselerdir. 5/49

Görüldüğü gibi, İslam dininde Hüküm ancak ve ancak Kur’an iledir. Şiilerin kendilerine
göre geçerli, Kur’an’dan ayrı hüküm kaynakları iddia etmeleri, Kur’an’a aykırıdır. Gayb
konusundaki iddialarına gelince, Kur’an’dan mealen:

- Ve göklerin ve yerin gaybı, -onları bilmek- Allah'a mahsustur. Kıyametin işi ise
başka değil, ancak göz kırpıp açacak kadardır veya ondan daha yakındır. Şüphe yok
ki, Allah Teâlâ her şeye kadirdir. 16/77

- De ki: Göklerde ve yerde olanlar gaybı bilemezler, lâkin Allah bilir ve onlar ve
zaman tekrar diriltileceklerini de bilmezler. 27/65

- Ve gaybın anahtarları onun -Cenâb-ı Hak'kın- yanındadır. Onları ondan başkası


bilemez. Ve karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak düşmez" ve yerin
418
karanlıkları içinde bir dane de bulunmaz ki, illâ onu bilir. Ve bir yaş ve
bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık bir kitaptadır. 6/59

- De ki: Ben size demiyorum ki: Benim yanımda Allah Teâlâ'nın hazineleri vardır.
Ve ben gaybı da bilmem ve size demiyorum ki, ben hakîkaten meleğim, ben bana
vahy olunandan başkasına tâbi olmam. De ki: Kör ile gören kimse aynı olur mu?.
Hiç düşünmez misiniz?. 6/50

26. O gaybı bilendir. gaybına kimseyi muttali kılmaz; 72/26

27. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun


önünden ve ardından gözcüler salar, 72/27

- Ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ


ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her
şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir). 72/28

Görüldüğü gibi gaybın anahtarları ancak Allah’ın yanındadır, O’ndan başkası onları
bilmez, ancak bildirmeyi dilediği resûlleri müstesnadır. Bu muttali olmada Risaletle ilgili
olup, gözlemlidir. Genel ve şahsi işlerle ilgili değildir, Örneğin ticaret, alışveriş kişisel
mücadele işleriyle de ilgili değildir, Şia ise, << Bu güne kadar olanlara ve bundan sonra
kıyamete kadar olacaklara ilişkin ilim, bizim yanımızdadır. >> ifadesiyle genelleme
yaptığı gibi, gayba muttali olmayı Resûllerden başkaları içinde iddia etmektedir. Halbuki
gayb konusunda, bu şekilde bir genel bilgiye Peygamberimiz dahi sahip değildi,
Kur’an’dan mealen :

- De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar
verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak
isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir
uyarıcı ve müjdeleyiciyim." 7/188

Bu itibarla Şianın gayb konusundaki iddiaları da Kur’an’a uymamaktadır.

PEYGAMBERİMİZİ NASIL BİLDİKLERİ HAKKINDA BAZI RİVAYET


İDDİALARI :

“... İsmail b. Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Hüseyin’den, o Ebu Cafer (Muhammed


Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: << Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat
edeceği sırada bir zembil veya sandık çıkardı ve dedi ki: << Ey Muhammed! Bu sandığı
götür. >> Dört kişi sandığı taşıdılar Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat edince.
Muhammed’in kardeşleri gelip sandıkta bulunanları istediler ve dediler ki: “Sandıktan
bizim payımıza düşeni ver.”
- Bunun üzerine dedi ki: << Onda sizin payınıza düşen bir şey yoktur. Eğer size düşen bir
şey olsaydı, onu bana vermezdi. >> Sandıkta Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin
silahı ve kitapları bulunuyordu. “ (Usul-u Kâfi sh 440 H.782. )

Peygamberimizin bir özelliği, Ümmi yani kitap tahsili olmayan bir kimse olmasıdır,
Peygamberimizin kitaplarla haşir neşir olduğunu, dolayısıyla ders aldığını ancak onun
419
peygamberliğine iman etmemiş kimseler iddia ederler, Kur’an’dan mealen :

- Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e


uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten
meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve
üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona
yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte
kurtuluşa erenler onlardır. 7/157

- De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan
Allah'ın elçisiyim. Ondan başka ilâh yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah`a ve
ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır iman edin ve
O'na uyun ki doğru yolu bulasınız. 7/158

- Ve işte biz âyetleri böyle türlü türlü beyan ederiz. Tâki onlar: Sen ders almışsın,
desinler. Ve biz onu bilen bir kavim için açıkça beyan edelim. 6/105

Görüldüğü gibi, tahdis ettikleri rivayetler Kur’an’a uygun değildir.

PEYGAMBERİN VEFATI KONUSUNDA BAZI RİVAYET İDDİALARI

“... Fudayl b. Sukre şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a
dedim ki: “Sana kurban olayım! Ölünün yıkanmasında kullanılan suyun belli bir miktarı
var mıdır?” Buyurdu ki: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)’a
dedi ki: Ben öldüğüm zaman, Ğarş kuyusundan altı kırba su çıkar. Beni yıka, kefenimi sar
ve üzerime koku sür. Beni yıkamayı ve kefenlemeyi tamamladığın zaman, kefenimin
uçlarından tut ve beni oturt. Sonra bana istediğin şeyi sor. Allah’a yemin ederim ki, o
zaman bana sorduğun her şeye cevap veririm.>>“ (Usul-u Kâfi sh 426 H.765. )

“... Eban b. Tağlip , Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:
<< Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edeceği sırada Ali (aleyhisselâm) eve girdi.
Resûlullah, onun başını örtünün altına soktu, sonra: << Ey Ali >> dedi. << Ben, öldüğüm
zaman beni yıka . Ve kefenimi sar . Sonra beni oturt. Ardından bana soru sor ve sözlerimi
yaz. >> (Usul-u Kâfi sh 426 H.766. )

Şimdi şunu sormak lazım, Peygamberimiz Vefat etmeden önce dini tam olarak tebliğ etti
mi etmedi mi? Kur’an’da her sorunun cevabı var mı yok mu? Bizim inancımıza göre
Peygamberimiz tebliğ görevini tam olarak yapmış olup, bize Allah’ın kelamı olarak intikal
ettirdiği Kur’an’da dini her sorunun cevabı vardır. Hal böyle olunca, Şianın Kur’an’a olan
güveni sarsıcı ve Kur’an’a uymayan bu tür iddiaları İslam dini açısından kabul edilemez,
zira öldükten sonra, Risalet görevi son bulduğu gibi, Ölülerle Canlılar arasındaki birebir
diyalog olayı kapanır, meğerki dirilme olayı meydana gelsin, Peygamberimiz tekrar tekrar
ölüp dirilmediğine göre, ona ölü haldeyken konuşma atfetmeleri de Kur’an’a aykırıdır.
Kur’an’la yetinmeyip özel bilgi arayanların dini gerçekten çok ilginç. Kur’an’dan mealen:

- Nitekim sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdik ki size bizim ayetlerimizi
okuyor ve sizleri tezkiye ediyor ve sizlere kitabı, hikmeti öğretiyor. Ve sizlere
bilmedikleriniz şeyleri öğretiyor. 2/151
420

- Andolsun, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine
de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. 17/89

İDDİA ETTİKLERİNE GÖRE PEYGAMBERİN KABRİNE YÜKSEK BİR


YERDEN BAKMAMAK LAZIM, NEDEN Mİ?

“... Cafer b. Müsenne el-Hatip şöyle rivayet etmiştir: Bir ara Medine’deydim, Nebi
(sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin üzerindeki tavan çökmüştü. İşçiler çatıya çıkıp
iniyorlardı, biz de bir cemaattik. Arkadaşımıza dedim ki: “İçinizde bu gece Ebu Abdullah
(Cafer Sadık aleyhisselâm)’a gidecek var mı?” Mihran b. Ebu Nasr” Ben.” dedi. İsmail b.
Ammar es-Sayrafi de “Ben” dedi. Bu ikisine dedik ki: “O na yukarı çıkıp oradan Nebi
(sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrine bakmamın caiz olup olmadığını sorun.”
“Ertesi sabah ikisiyle karşılaştık ve bir yerde toplandık. İsmail dedi ki: “Sözünü ettiğiniz
şeyi İmama sorduk, bize şu cevabı verdi: << Onlardan hiçbirinin Nebi’nin kabrine
yukardan bakmasını istemem. Çünkü gözünü kör edecek bir şeyi veya Nebi (sallallahu
aleyhi ve âlihi)’yi namaz kılarken ya da bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin
değilim. >> (Usul-u Kâfi sh 684 H.1225. )

Peygamberimize saygısızlık içeren bu rivayetin aslı yoktur, peygamberimizin mezarına


bakılmayla “bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim“. ifadesi cinsellik ifade
eden ve gerçeklerle ilgisi olmayan bir iddiadır, mezarına dışarıdan bakmayla röntgenlenen
var mı ki, böyle bir şeyi peygamber için iddia etmiş olsunlar. Ayrıca bu tür ifadeler Şianın
imam olarak iddia etmiş olduğu kimselerin ağzından çıkmışta değildir, Peygamberimize
iftira edenler, şianın kabul ettiği on iki imama da iftira ederler. Bundan dolayı rivayetlerde
geçen şahsiyetlerin bu tür sözleri söylememiş oldukları dikkate alınmalıdır, ben sadece
rivayetlerle İslam dini adına yapılmak istenen öğretiyi gözler önüne sermeyi
amaçlamaktayım, yoksa benim şahısları hedefleyen bir tavrım yoktur.

YARATILMIŞLARIN EN ÜSTÜNÜ RİVAYETİ :

“... Hüseyin b. Abdullah şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a
dedim ki: “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Âdem oğullarının efendisi miydi?”
Buyurdu ki: << Allah’a yemin ederim ki, o Allah’ın yarattığı her şeyin efendisiydi. Allah,
Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ’den daha iyi bir varlık yaratmamıştır. >> (Usul-u
Kâfi sh 664 H.1185.)

İddia ettikleri bu rivayet kulağa hoş gelse de Kur’an’a uygun değildir, şöyle ki,
Kur’an’dan mealen:

- Andolsun biz, Adem oğullarına çok ikrâm ettik, onları karada ve denizde taşıdık.
Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yaratıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.
17/70

Yukarıda mealini yazdığım ayette görüldüğü gibi hiçbir insan yaratılmışların en üstünü
değildir. Ancak insan oğlu yaratılmışların bir çoğundan üstün yaratılmıştır. Bu itibarla
peygamberimiz için veya başka bir Adem oğlu için yaratılmışların en üstünüdür demek
Kur’an’la bağdaşmaz.
421

NE İLE HÜKMEDİLİR RİVAYETLERİ

“... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a
dedim ki: “Hükmettiğiniz zaman ne ile hükmedersiniz?” Buyurdu ki:<< Allah’ın
hükmüyle ve Davud’un hükmüyle, hakkında her hangi bir şey bilmediğimiz bir şey
karşımıza çıktığı zaman, buna ilişkin hükmü, Rûhul Kudüs’ten alırız. >> (Usul-u Kâfi sh
597 H.1036.)
“... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a
dedim ki: “İmamların konumu nedir?” <<İmamların konumu, Zulkarneyn’in, Yuşa’nın ve
Süleyman’ın arkadaşı Asef’in konumu gibidir.>> dedi. Dedim ki: “Ne ile hükmedersiniz?”
Buyurdu ki: <<Allah’ın hükmüyle, Davud soyunun hükmüyle ve Muhammed (sallallahu
aleyhi ve âlihi)’nin hükmüyle... Bunları Rûhul Kudüs bize bildirir... >> (Usul-u Kâfi sh
597 H.1037.)

Görüldüğü gibi, Peygamberimizin ümmeti olan Müslümanlara iki Şeriat iddia


etmektedirler, aslında yapmak istedikleri laf kalabalığına getirerek İmam’ların Vahiy
aldığını iddia etmeleridir.

İMAM OLMAYA BİLİR RİVAYETİ

“... Mansur, kendisine anlatan birinden şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık
aleyhisselâm)’a dedim ki: “Bir günün sabahında veya akşamında uyacağım bir İmam
bulamadığım zaman ne yapayım?” Buyurdu ki: <<Kimi seviyorsan onu sevmeye ve kime
buğz ediyorsan ona da buğz etmeye devam et. Ta ki Allah, Azze ve Celle, İmamı zâhir
edinceye kadar.>> (Usul-u Kâfi sh 503 H.911.)

Bu rivayetleriyle, ortada güncel olarak bulunmayan İmam’ın aslında yaşayanlar açısından


İmam olmadığını, ve asırlardan beri herhangi bir imamın olmadığını kabul etmektedirler.
İmamın mevcudiyetinde boşluk kabul etmek aslında Şianın ortaya attığı İmamlık sistemi
iddiasının çöküşüdür. Bizde onlara aynı şeyi söylüyoruz, Mehdi kıyamet zamanında
gelecekse bu ara bizde ölüp gitmişsek, onun gelip gelmemesinden bize ne, yoksa Mehdi
iddiasının arkasına saklanarak, güncel olarak Mehdilik veya imamlık yapmaya çalışanlar
mı var, böyle bir şey varsa o zaman imamların on iki kişi olduklarını söylemenin ne
manası var. Bir iddianın içi boş olunca birilerini sevmeyi, birilerine de sövmeyi tavsiye
etmekten başka ne kalır ki, onlarda aynı şeyi yapıyorlar.

Yukarıdaki rivayetlerle çelişkili olarak, şöylece rivayette bulundular:

“... Muhammed b. Müslim şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed bakır
aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: << Allah tarafından tayin edilen bir imamı
olmaksızın sırf kendini yoran bir ibadetle Allah’a kulluk sunan bir kimsenin çabası kabul
görmeyecektir. O, sapkın ve şaşkındır. Allah, onun amellerini çirkin sayıp öfke duyar.
Onun örneği bir koyunun

örneğidir ki, çobanından ve sürüsünden ayrılıp kaybolur. Bütün gününü şaşkın şaşkın
gidip gelmelerle bitirir. Gece olunca başında çobanı bulunan bir sürü görür, o sürüye
katılır ve gecesini bu sürünün ağılında geçirir. Çoban sürüsünü meraya salmak istediği
422
zaman, bu yitik koyun çobanını ve sürüsünü tanımaz olur. Tekrar çobanını ve
sürüsünü bulmak için şaşkın bir halde sağa sola gider gelir. Derken başında çobanı
bulunan bir sürü görür, bu sürüye sığınır, onlara katılır. Çoban ona seslenir: “Gel çobanına
ve sürüne katıl. Sen kaybolmuşsun, şaşırmışsın Çobanından ve süründen uzaklaşmışsın.”
Ama o şaşkın, yitirmiş olarak sağa sola koşuşmaya başlar. Çobanı, yol göstereni,
güdücüsü olmaksızın, önünü kesip, doğru yola yöneltecek bakıcısı olmadan gezinip durur.
Derken kurt, bu koyunun kayboluşunu fırsat bilir ve koyunu yer. Aynı şekilde, Allah’a
yemin ederim ki, ey Muhammed! Şu ümmetten kim, Allah, Azze ve Celle’nin tayin ettiği
özellikleri belli ve adil bir İmamı olmazsa kaybolur, yolunu şaşırır. Eğer bu şekilde ölürse
küfür ve nifak üzere ölmüş olur.
Bil ki, ey Muhammed! Zorba imamlar ve onların tabileri Allah’ın dininden
soyutlanmışlardır. Hem kendileri sapmış hem de başkalarını saptırmışlardır. “Rablerine
kâfir olanların örneği, bir küle benzer, kasırga estiği bir günde bu kül, yelle savrulur gider.
Kazançlarından hiçbir şey elde edemezler, işte budur doğru yoldan çok uzak bir
sapıklık.>> (İbrahim, 18)” (Usul-u Kâfi sh 250-251 H.468.)

“... Hüseyin b. Ebu Alâ, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet
etmiştir: İmama dedim ki: “Yer yüzü imamsız kalır mı?” <<Hayır.>> dedi.” (Usul-u Kâfi
sh 242 H.446.)

Kabul ettikleri bir İmam’a bağlanmayı İmanın şartlarından saydıkları başka rivayetleri de
vardır, Bu rivayetlerle, İmam olmayabilir şeklinde tahdis ettikleri rivayet çelişkilidir. İslam
dininde inanç birliğini savunmak ayrı şeydir, İslam dinini, mevcut olsun veya olmazsın
siyasallaştırdıkları İmam kavramına bağlayıp, İslam dini adına kargaşa çıkarmak ayrı
şeydir. Kur’an’ın İslam Dininde amel ve inanç birliğini sağlayan bir imam olduğu hiç mi
akıllarına gelmiyor. Devlet başkanı şeklinde İslam da bir imamın olması da,
peygamberimizin yaptığı gibi biat yene seçimle olması gereken bir olaydır, bu İmam’da
diktatör değil, Kur’an ışığında Şura ile yönetim yapan bir imam olmalıdır. Biz İmamlık
maskesi altında babadan oğula saltanat yapmak isteyen kimselerin İmam’lığını kabul
etmeyiz. Hele iddia edilen imamlar ölüp gitmişse ve güncel olarak aktif bir şekilde
yaşamıyorlarsa, birileri kendilerini onlarla özdeşleştirip saltanat yapmak istiyorsa bunu da
hiç mi hiç kabul etmeyiz. İslam’da birlik beraber olacaksa bu emrivakilerle, Kur’an’la
ilgisi olmayan boş tehdit ve korkutmalarla değil de, Kur’an’da bildirildiği şekliyle
Peygamberimizi örnek alarak, biat ve şura yoluyla olmalıdır. Bunun olabilmesi içinde,
Kur’an’ı Tek kaynak ve Tek Rehber olarak kabul etmekten başka bir yol yoktur. Bunun
içinde atalar dini şeklinde ortaya konan rivayetlerin, Kur’an’a rakip imam olarak ortaya
konmaması gerekir, Eğer Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna samimi olarak inanıyorlarsa,
bütün mezheplerin atalarından devraldıkları rivayetleri Kur’an ışığında inceleyip
uymayanları dışlamaları, uydurmaya çalışmak içinde yersiz tevillere girişmemeleri ve
batıni manalarla referans vermemeleri gerekir. Rivayetlere dayalı mezheplerin, rivayetleri
çelişkilerle dolu olduğu gibi, Kur’an’a uymayan, Kur’an’a karşıt birçok hususlar da ihtiva
etmektedirler. Bu rivayetlerden değil din oluşturmak, kargaşadan ve çelişkilerden başka
bir şey elde edilemez. Bu tün bunların sonucunda mezhepler arasında düşmanlık ve menfi
rekabet, her kafadan ayrı bir sesin oluştuğu bir inanç parçalanması ile Kur’an ölçüsüne
göre kabulü mümkün olmayan şöylece bir manzara oluştu:

1- Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devreden Kraliyet.


423
2- Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti
uygulamalar.

3- İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar.

4- Mescit yerine, tekke ve zaviyeler.

5- Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti.

6- İslâm ümmetçiliği yerine ırkçılık.

7- Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü.

8- Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri.

9- Kabe yerine, türbelerin tavaf edilmesi.

10- Allah'a iman ve Allah’ın birliği yerine, Kutup, Gavs, kırklar, Yediler, Evtâd v.s.
Telakki edilen kimseler.

11- Zekat ve Sadakalar yerine, Sofistlere vakıf tahsisi ve mali destek.

12- Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık.

13- Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum.

14- Yaratılış ve yaratıklar üzerine açık ve müspet düşünen toplum yerine, düşünceden
kaçan, akletmeyen, boş hayaller kuran fertler toplumu.

15- Meşru müdafaa üzerine kurulu, af ve barışa teşvik eden İslâm cihadı yerine, haksız
saldırılar ve çapulculuk.

16- Allah’ın korumasını isteme yerine nazarlıklar, muskalar, kullar v.s. den medet ve
koruma ummak.

17- Allah’a istiâne yerine, kullara istiâne.

18- Peygamber yerine, Rivayet imamları, Mehdi iddiaları, şu kadar surede şu şahıs geldi
veya İsa Peygamber gelecek v.s. gibisinden, insanların kurtuluş için Kûran'a umut besleme
morallerini kırma amaçlı iddialar.

19- Allah’ın tevhidi; birliği yerine, kulların ilâhlık iddiaları.

20- Aklı önemseme ve kullanma yerine, aklı küçümseme ve ret etme.

21- Gayba iman yerine, gayb konusunda keyfi iddialar ve falcılık.

22- Açık ve adil İlâhi adalet yerine, zorbaların ve diktatör yöneticilerin tağuti ve keyfi
424
kararları.

Bu gibi kimselerden uzak durulması gerektiği hususunda Kûran'dan mealen:

- Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin
yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber
verecektir. 6/159

- Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak


koşanlardan olmayın 30/31

- (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar), dinlerini parçaladılar ve bölük bölük


oldular. Her hizip (parti) kendi yanındakiyle sevin(ip övün) mektedir. 30/32

- Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kûran ile) onlara karşı büyük cihad et 25/52

DURUM BÖYLE OLUNCA İSLÂM DİNİNDE TEBLİĞ VE İRŞAT GÖREVİ


KİMLER TARAFINDAN VE NASIL YAPILA BİLİR :

İslam dininde Tek Kaynak ve Tek Rehber Kûran'dır, dolayısıyla Kûran'a inanan ve İslam
dini adına öğretide bulunanların yaptıkları her öğreti için dayanak olarak Kûran'dan ayet
göstermeleri, öğrenenlerinde kendilerine yapılan öğreti ile ilgili olarak ayet delili
istemeleri şarttır. Bu sağlanırsa gerek fert bazında gerekse, birden fazla kişi bazında tebliğ
ve irşat yapılabilir.

Kişi bazında tebliğ ve irşat yapılabileceğiyle ilgili olarak Kûran'dan mealen:

- (İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden


daha güzel sözlü kim olabilir? 41/33

- (Lokman oğluna öğüt verip der ki) "Yavrum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten
vazgeçir ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin
işlerdendir." 31/17

Ümmet bazında da tebliğ ve irşat yapılabileceğiyle ilgili olarak, Kûran'dan mealen :

- Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adâlet
yaparlar.7/181

- İçinizden hayra hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten meneden bir ümmet
olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir. 3/104

Devlet bazında tebliğ ve irşat yapılabileceğiyle ilgili olarak Kûran'dan mealen:

- Onlar (o kimselerdir) ki kendilerine yer yüzünde iktidar verdiğimiz takdirde


namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeğe
425
çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a âittir. 22/41

Tebliğ ve irşat yapan kimselerin kendi nefislerini de unutmamaları gerektiği hususunda


Kûran'dan mealen :

- Siz Kitâbı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor


musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? 2/44

Bu konuda Kûran'dan daha birçok örnek vermek mümkündür, fakat verdiğim örneklerden
de, İslam dininde tebliğ ve irşat konusunda araçtan çok amacın esas olduğu, amacın
gerçekleşmesi için meşru her imkanın kullanılabileceğini görmek mümkündür.

Tebliğ ve irşat görevinde Kaynak ve Rehber Kûran'dır

- Gerçekten bu Kûran en doğru yola iletir ve iyi işler yapan müminlere, kendileri için
büyük bir ecir olduğunu müjdeler. 17/9

- Dedi ki: Bana vahiy olundu: Şüphe yok ki, cinlerden bir topluluk dinlemişte
demişler ki; Muhakkak biz, bir acîb (hârikûlâde) -eşsiz- bir Kur'an işittik. 72/1

- Doğru yola rehberlik ediyor, artık biz ona îman ettik ve Rabbimize hiç bir kimseyi
ortak tutmayacağız. 72/2

İMAMİYYE ŞİASINDA İSLAM ADINA ÖNERİLEN ÖĞRETİ SİSTEMİ:

“... İbrahim b. Abdulhamid, Ebul Hasan Musa (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’dan şöyle
rivâyet eder: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bir gün mescide girdiğinde, insanların
bir adamın etrafında kümelendiklerini gördü. <<Nedir bu?>> diye sorduğunda: “O bir
allâmedir.” dediler. Buyurdu ki: <<Nedir âllame?>> Dediler ki: Arapların soylarını, Arap
tarihinde yaşanan olayları, cahiliye döneminin önemli gelişmelerini ve Arap şiirini en iyi
bilen adamdır.”
Bunun üzerine nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurdu: << Böyle bir ilmi bilmemek
insana zarar vermediği gibi bilmek de fayda vermez.>> Ardından şöyle buyurdu: << Asıl
ilim üç kısma ayrılır: Kur’an’dan muhkem bir âyet. Yerine getirilen bir farz... Pratikte
yaşanan bir sünnet...Gerisi fazlalıktır...>> (Usul-u Kâfi sh 36 H.44) .

Görüldüğü gibi, iddia ettiklerine göre tarih öğrenmek faydasız, Muhkem ayetler İlimdir,
fakat Müteşabih ayetler fazlalık, sünneti uygulamak ise İlimdir, tabi ki bu sünnette kabul
ettikleri hadislere uygun bir sünnet olmalıdır, Şöyle ki:

“... Ebul Buhteri, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet eder :
<< Âlimler peygamberlerin vârisleridir; çünkü peygamberler miras olarak dirhem ve dinar
bırakmazlar. Bilâkis, hadislerden bir hadis miras bırakırlar. Kim bundan bir şey alırsa
büyük kazanç elde etmiş olur. O halde sahip olduğunuz ilmi kimden aldığınıza bakın.
Çünkü biz Ehl-i Beyt’ten her halefin döneminde âdil birileri çıkar, aşırıların tahriflerini,
bâtıl ehlinin işlerine gelen kısmını alıp geri kalanını geri kalanını değiştirme amaçlı
girişimlerini ve cahillerin yorumlarını dinden ayırırlar.>> (Usul-u Kâfi sh 37 H.45) .
426
Kendilerince kabul gören hadislerin ve hadis anlayışlarının ihtilaflı olmaları veya
çelişkili olmaları onları rahatsız eden bir husus değildir, bu durumlar karşısında tavsiye
ettikleri şey, teslim olmak kaydıyla ihtilaflı hadislerden herkesin işine geleni alıp uygulaya
bileceğidir. Şöyle ki:

Müellifin ön sözünde şöylece bir ifade geçer;


“... İmam (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: <<Teslim olmak kaydıyla farklı rivâyetlerden
istediğinizi alıp uygulayabilirsiniz. >> (Usul-u Kâfi sh 7.)

Bu öyle bir ifadedir ki, bu ifadeye göre ihtilaflı hadisler adedince İslam adına değişik
itikad elde etmek mümkündür, böyle bir durum inanç parçalanmasının ana nedenlerinden
biridir.

Aslında onlarda önemli olan husus Kabul ettikleri imamlara inançta bağlılık olayıdır, bu
olduktan sonra onlarca amellerin bir önemi yoktur, Zira “İmam’ı kabul eden kişi zalim ve
kötü bir kişi olsa dahi, cennetlik, İmam’ı kabul etmeyen kişiler, amelleri iyi ve kendileri
muttaki olsalar da cehennemliktirler,” diye rivayet tahdis etmektedirler, şöyle ki:

“... Abdullah b. Sinan. Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet
etmiştir: << Allah, amelleri iyi ve kendileri muttaki olsalar da, Allah tarafından yetki
verilmeyen imamın velâyeti altında ibadet eden bir ümmete, azap etmekten utanmaz. Ve
Allah, kişisel amelleri itibariyle zalim ve kötü olsalar da Allah tarafından yetki verilen bir
imamın velâyeti altında ibadet eden bir ümmete de azap (bela göndermek)’ten haya eder.
>> (Usul-u Kâfi sh 561-562 H.970.)

Görüldüğü gibi, İmamiyye Şiasına göre dinde esas olan, kendilerince kabul edilen bir
İmamın İmamlığını kabul etmektir. Bu manada olmak üzere birçok hadis rivayet
etmektedirler, şöyle ki:

“... Muaviye b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan: “En güzel isimler
Allah’ındır. O’na bu isimlerle dua edin.” (A’raf, 180) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivâyet
etmiştir: << Allah’a yemin ederim ki biziz Allah’ın en güzel isimleri. Öyle ki
imamlığımızı kabul etmeyen hiçbir kulun amelini kabul etmeyecektir. >>“ (Usul-u Kâfi sh
192 H.353.)

“... Haris b. Muğire şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a
dedim ki: “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), İmamını bilmeden ölen kimse, bir tür
cahiliyye üzerine ölmüştür, buyurmuş mudur? << Evet.>> dedi. “Burada kastedilen
cahiliyye, cahillerinki mi yoksa imamını bilmeyen kimselerinki mi?” dedim. << Küfür,
nifak ve sapıklık cahiliyyesi.>> dedi. (Usul-u Kâfi sh 562-563 H.973.)

Görüldüğü gibi, İmamlar, Allah’ın isimleridir; İmamları kabul etmeyenler müşriktir,


demektedirler, bu manada daha birçok rivayetleri vardır. Ayrıca İmamlık konusundaki şu
rivayetleri ilginçtir:

“... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına
girdim. O sırada beş yaşını doldurmamış bir çocuk elimden tutmuş bana yol gösteriyordu.
İmam bana dedi ki: << Bu yaştaki bir çocuk, sizin üzerinize hüccet olduğu zaman haliniz
427
ne olacak? >> veya şöyle dedi: Yakında bunun yaşında bir çocuk üzerinizde velâyet
sahibi olacak. (Usul-u Kâfi sh 573-574 H.991.)

“... Muhammed b. İsmail b. Rebi şöyle rivayet etmiştir. Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a
imamlıkla ilgili bir soru sordum ve dedim ki: “İmam yedi yaşından küçük olabilir mi?”
<<Evet.>> dedi. << Beş yaşından da küçük olabilir.>>
Sehl der ki: “Ali b. Mehziyar bu hadisi bana iki yüz yirmi bir tarihinde aktardı” (Usul-u
Kâfi sh 574 H.992.)

“... Seffan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir: İmam Rıza ( Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim
ki: “Allah henüz sana Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ı bağışlamamışken sana bu hususta sorular
sorar ve sen da bize: << Allah bana bir erkek çocuk bağışlayacaktır.>> derdin. Gerçekten
Allah sana bir erkek çocuk verdi de bizim gözlerimizi aydınlattı. Allah bize o günleri
göstermezsin: ama emri hak vaki olursa. İmam olarak kime tabi olacağız?” Önünde duran
Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ı işaret etti.
- Dedim ki: “Sana kurban olayım o henüz üç yaşında bir çocuk?” Buyurdu ki: << Bunun
bir zararı yoktur. Nitekim İsa (aleyhisselâm) da hüccet görevini yaparken henüz üç
yaşındaydı.>> (Usul-u Kâfi sh 835 H.468.)

“... Feyz b. Muhtar anlatmış: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında
bulunduğum bir sırada, henüz çocuk yaştaki Ebul Hasan Musa (Musa b. Cafer
aleyhisselâm) geldi. O’nu tutup öptüm. Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: <<Siz
gemisiniz, bu da o geminin kaptanıdır.>>
Ertesi yıl hacca gittim. Yanımda iki bin dinar vardı. Bin dinarı Ebu Abdullah
(aleyhisselâm)’a, bin dinarı da o’na gönderdim. Sonra Ebu Abdullah’ın yanına geldiğimde
bana dedi ki: <<Ey Feyz! O’nu benimle eşit mi tuttun?>> Dedim ki: “Allah’a yemin
ederim ki, bunu sizin sözünüzden dolayı yaptım.” Buyurdu ki: <<Allah’a yemin ederim ki,
bunu ben yapmadım, bilâkis Allah o’nu bu göreve getirdi.>> (Usul-u Kâfi sh 809 H.450.)

Görüldüğü gibi Çocuk yaşta imam olunabileceğini, hatta imam olan çocuğun üç yaşında
olmasının gayet normal bir olay olduğunu söylemektedirler, bu iddialarını ispat etmek
içinde şöylece rivayet etmektedirler:

“... Ali b. Ebsat şöyle rivayet etmiştir: Bir ara Ebu Cafer (Muhammed b. Ali
aleyhisselâm)’ın yanıma geldiğini gördüm. O’na dikkatlice bakmaya başladım. Baştan
ayağa süzdüm. Amacım o’nun boyunu Mısır’daki arkadaşlarımıza tasvir etmekti. Ben bu
şekilde o’nu süzüyorken, o oturdu ve dedi ki: <<Ey Ali! Allah, peygamberlik için
öngördüğü hücceti, imamlık içinde öngörmüştür ve şöyle buyurmuştur: “Çocuk iken ona
hikmet verdik.” (Meryem, 12) “Buluğ çağına erişince” (Kısas 14) “Kırk yaşına varınca..”
(Ahkaf 15) Dolayısıyla bir kimseye hikmet, çocuk yaşta da verilebilir, kırk yaşında da.>>“
(Usul-u Kâfi sh 574-575 H.994.)

Üç ayetten kısmi meal yazarak kendilerince üç beş yaşında ki çocukların imam


olabileceğini iddia etmişlerdir, bu iddiaların Kur’an öğretisiyle uzaktan; yakından hiçbir
ilgisi yoktur, Allah, hiçbir çocuğu Müslümanların başına Melik olarak tayin etmez, zira
böyle bir şeyin uygulamada hem mantığı yoktur, hem de Müslümanların zarar görmesine
yol açan bir durumdur, konuyu izah etmeden ince delil olarak öne sürmüş oldukları
ayetlere bakalım, Kur’an’dan mealen:
428

- Ey Yahya!. Kitabı kuvvetle tut. Ve ona daha sabi iken hikmet verdik. 19/12

- Vaktaki: Musa, yiğitlik çağına erdi ve olgunlaştı, ona hikmet ve ilim verdik, ve işte
güzel davrananları böylece mükâfatlandırırız. 28/14

- Ve biz insana anasına ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Onu anası zahmetle
yüklendi ve onu zahmetle doğurdu, onu bu yüklenilmesi ve sütten kesilmesi
-müddeti- ise otuz aydır. Nihâyet güçlü olacağı zamana erip kırk seneye bâliğ olunca
dedi ki: Yarabbî!. Beni muvaffak kıl, bana ve anam ile babama lütuf etmiş olduğun
nîmetine şükredeyim ve razı olacağın bir güzel amelde bulunayım ve zürriyetim
hakkında da benim için iyilik nasîp buyur. Şüphe yok ki, ben sana -günahlarımdan-
tövbe ettim ve muhakkak ki, ben müslümanlardanım. 46/15

Buradaki yanılgıları, Meryem 12 ayetinde geçen sabi kelimesini çocuk manasında


anlamalarından kaynaklanmaktadır, bu şekilde anlayınca da, daha doğar doğmaz
çocuklarında ilim ve hikmete sahip olabileceğini zan ettiler, bebek yaştaki çocuklar
hikmete sahip olabiliyorlarsa, beş yaşın altında olan çocuklar da imam olabilir iddiasında
bulundular. Beş yaş altı, doğumdan itibaren olan bir süreyi kapsar, mantık ve anlayış bu
olunca da, haliyle insan anasından doğar doğmaz, hikmet sahibi olabildiği gibi imamda
olabilir görüşündedirler. Hal bu ki, Ayette (Meryem 12) kitabın kuvvetle tutulmasından
bahsedilmektedir, peki bir bebeğin Kitaba kuvvetle sarılması nasıl mümkün olur. Kitaba
kuvvetle sarılmak, bir eğitim sürecine ihtiyaç gösterdiği gibi, fiziksel güce sahip olmaya
da ihtiyaç gösterir, bu hususların her ikisi de çocukların sahip oldukları hususlar değildir.
Fiziksel güç edinmek bir sürenin geçmesine ihtiyaç gösterdiği gibi öğrenmekte öyledir. İsa
Peygamberin vasıflarını emsal alsalar dahi bu onların imamlık iddialarını desteklemez,
şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Bunun üzerine ona -çocuğa- işaret etti. Dediler ki: Biz daha beşikte sabi bulunan ile
nasıl konuşabiliriz?. 19/29

- (İsa) dedi ki: Ben şüphe yok Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni bir
Peygamber kıldı. 19/30

Yukarıda mealleri yazılı ayetlerden birçok kimsenin çıkardığı mana beşikte yatan bir
bebeğin, bebek haliyle kitap ve hikmeti bildiği şeklindedir, bundan dolayı Şia’da
çocukların hangi yaşta bulunulsalar bulunsunlar Kitap ve hikmeti bilebileceklerini
dolayısıyla beş yaş altındaki çocukların dahi imam olabileceğini iddia etmektedirler, bu ise
bir yanılgıdır, İsa peygamber doğduğunda, ne elinde; nede yastığının altında İncil yoktu,
İsa peygamber bir mucize olarak sadece statüsünü ve neyle görevli olduğunu bildiriyordu.
Kitabı, hikmeti ve İncili fiili olarak öğrenmesi sonradan gerçekleşecek bir olaydır. Sabi
kelimesi de Çocuk manasında değildir, Sabi kelimesi, çocuk olsun veya olmazsın bir
kimsenin Toy olduğuyla ilgilidir, Toyluk, bir kimsenin gençliği veya küçüklüğü sebebiyle
güçsüz ve beceriksiz; nefsinin isteklerine meyledebilir durumdaki, deneyimsiz acemi
olmasını belirten bir mecazi sıfattır. Musa ve İsa peygamberin öğrenmesiyle ilgili olarak,
Kur’an’dan mealen:
429
- Ona (İsa’ya) Kitâbı, hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretecek. 3/48

- Vaktaki: Musa, yiğitlik çağına erdi ve olgunlaştı, ona hikmet ve ilm verdik, ve işte
güzel davrananları böylece mükâfatlandırırız. 28/14

Görüldüğü gibi, Musa Peygamberin ve İsa Peygamberin, fiili olarak öğrenmesi sonradan
meydana gelecek olan bir olaydır. Yahya peygamber için de, daha sabi iken Kitab
(Tevrat)’a kuvvetle sarılmasının emredilmesi güçlü, kuvvetli bir yetişkinlikte olduğu, sabi
kelimesi de, kitaba sarılmasının kendisine emredildiği anda henüz Toy olduğunu belirtir,
Toyluk, buluğa ermiş genç adamlarda da olabilir, bir kimsenin sabi (toy) olması çocuk
olmasını gerektiren bir olay değildir, Kur’an’dan mealen:

- (Yusuf:) Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer
onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder (esbû) ve cahillerden olurum!
dedi. 12/33

Görüldüğü gibi, Yusuf peygamber duasında “Esbû” demekle Sabi kimselerin


davranabileceği kimseler gibi davranırım da, Cahillerden olurum diyerek, buna karşı,
Allah’tan korunmasını istemektedir. Bundan dolayı Sabilik Çocuk olmayı gerektiren bir
olay değildir, Şiiler ise, sabi olmayı, çocuk olmayla özdeşleştirerek, bebek dahi olsa, beş
yaş altındaki çocukların İmam olabileceklerini iddia etmektedirler. Bu ise Kur’an’a uyan
bir husus değildir, Allah Müslümanlara bebek imamlar emretmez, böyle bir şey
emretmesi, Müslümanları yönetimde zaafa düşerek, zarara uğramalarına neden olur, Allah,
Müslümanları zarara uğratacak şeyler emretmez. Kur’an’da bütün meseller vardır, bunları
örnek aldığımızda İmamlık konusunu açıkça anlayabiliriz, Kur’an’dan mealen:

- Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak
yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da
(önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz
vermem) buyurdu. 2/124

Güldüğü gibi İmamlık kişiseldir, İslam dininde soya ve akrabalığa bağlı bir İmamlık olayı
yoktur.

İmamlık Rahmana kul olan herkesin sahip olabileceği bir mevkidir, Kur’an’dan mealen:

- Ve onlar ki: "Ey Rabbimiz"! Bize eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler


aydınlığı ihsan et ve bizi takva sahiplerine iman kıl derler. 25/74

Kur’an’ın kendiside imamdır, O’nun Allah kelamı olduğuna inanan ve O’na uyan herkes
başka hiçbir İmama ihtiyaç olmadan, Allah’ın emrettiği İslam dinini rahatlıkla öğrene bilir
ve yolunu şaşırmaz. Kur’an öyle bir İmamdır ki, İslam dinindeki İmamlarında İmamıdır,
Kur’an’dan mealen :

- Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir
şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir İmam ve bir rahmet olarak Musa'nın
Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur'an'a)
inanırlar. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı
430
yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş
gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. 11/17

- Ondan önce de bir rahmet ve İmam olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da,
zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla
indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır. 46/12

İslam dininde, Peygamberlerin Melik, yani hükümdar olmaları şart olmadığı gibi,
Meliklerinde Peygamber olmaları şart değil, fakat Peygamberimiz örneğinde olduğu gibi
bu iki sıfat bazen bir kişide de birleşebilir, Peygamberimizden sonra kıyamete kadar başka
bir peygamber (nebi) gelmeyeceğinden, ondan sonra Müslümanların yapabilecekleri şey
meliklik yani hükümdarlıktır. Bunların vasıflarıyla ilgili olarak Kur’an’dan mealen :

- Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine
gönderilmiş bir peygambere: "Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında)
Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. "Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?"
dedi. "Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde
Allah yolunda neden savaşmayalım?" dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden
pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir. 2/246

- Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi dedi.
Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve
zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur?
dediler. "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah
mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi. 2/247

Görüldüğü gibi, Müslümanların idare edecek olan yöneticilerin, hem bedenen hem de
ilmen üstün şahıslar olmaları gerekir. Peygamberin mevcudiyetine rağmen, halktan
birinin, Allah tarafından Melik tayin edilmesi, İmamiyye Şiasının ileri sürmüş olduğu, dini
kisveli, soya bağlı, babadan oğula devreden İmam anlayışıyla bağdaşmaz. Bundan dolayı
İmamiyye Şiasının İmam anlayışı Kur’an’a uygun değildir.

Çocuk İmam ne yapar:

“... Safvan el-Cemmal şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a:
“Bu işin sahibi kimdir?” diye sordum, buyurdu ki: <<Bu işin sahibi oynamaz eğlenmez
biridir.>> Sonra yanındaki Mekke cinsi bir oğlakla gelen ve oğlağa <<Rabbine secde et.>>
diyen çocuk Ebul Hasan Musa (Musa b. Cafer (aleyhisselâm) o’nu tuttu bağrına bastı.
Sonra şöyle dedi: <<Oynamayan ve eğlenmeyen kimseye anam babam feda olsun.>>
(Usul-u Kâfi sh 449 H.808.)

Kur’an hayvanlara da tebliğ yapılsın diye inmemiştir, hayvanlara tebliğ yapanlar veya
hayvanları din açısından insanlar gibi değerlendirenler, İslam dinini anlayamamış veya
aklı ermeyen kimselerdirler, bir çocuğun çocukça bir davranışla oğlağa tebliğ yapması
henüz aklı ermediğinden normal karşılanabilir, fakat yetişkinlerin bunu bir meziyetmiş
gibi ortaya koymaları normal karşılanamaz. Çocuklar yaşları icabı oynar ve eğlenirler, bir
peygamberin dahi çocukluğunda oynaması ve eğlenmesi normaldir, bu bir kusur değildir,
oynamamış olması ise anormalliktir. Kur’an’dan mealen:
431

- Dediler ki: "Ey babamız! Sana ne oluyor da Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun!
Oysa ki biz onun iyiliğini istemekteyiz. 12/11

- Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin (içsin), oynasın. Biz onu
mutlaka koruruz." 12/12

- (Babaları) dedi ki: Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan habersizken onu
bir kurdun yemesinden korkarım. 12/13

Görüldüğü gibi, oynama ortamı müsaitse Çocukların oynaması normal ve iyi bir olaydır.
Yusuf’un babasının gösterdiği kaygı ortamla ilgilidir, Yusuf’un oynaması ve
eğlenmesinden dolayı değildir.

Hayvanlarında İslam Şeriatı kapsamına alınması, İslam diniyle bir ilgisi olmadığı gibi, din
kapsamının yanlış anlaşılmasına da yol açar. Şöylece bir rivayet iddia ettiler:

“... Muhammed bir Müslim şöyle rivâyet etmiştir: Bir gün, Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın
yanında bulunuyordum, birden iki çift kumru gelip duvara kondular. Kendi dillerince
ötmeye başladılar. Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) bir saat boyunca onların
onların sözlerine karşılık verdi. Sonra uçmaya hazırlandılar, duvarın öbür tarafına uçtuktan
sonra, erkek kumru bir saat kadar dişi kumruyla konuştu. Sonra uçup gittiler.
Ben dedim ki: “Kurban olayım sana, bu kuşların sorunu nedir?” Dedi ki: << Ey İbni
Müslim! Allah’ın yarattığı her şey, kuş ve hayvan veya canlı olan başka bir şey mutlaka
bizi dinler ve Ademoğullarından daha çok bize itaat ederler. Şu kumru dişisinden
kuşkulanıyordu, dişide yapmadım diye yemin ediyordu. Dişisi ona dedi ki: “Muhammed
b. Ali’nin hakemliğini kabul ediyormuşsun?” Benim hakemliğimi kabul ettiler, ben de
erkek kumruya dedim ki: <<Sen eşine haksızlık ediyorsun.>> Bunun üzerine eşinin doğru
söylediğini kabul etti. (Usul-u Kâfi sh 713 H.1271.)

Ya işte böyle, dünyada ne iftiracı kumrular varmış, fakat ne gam imam hemen meselelerini
halleder demektedirler, fakat rivayette bir çelişki var, erkek kumru İmamın dediğini hemen
kabul ettiyse, duvarın öbür tarafında neden dişi kumruyla birlikte bir saat daha konuşma
ihtiyacı duydular.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE İNSANLARIN NEDEN SORUMLU OLDUKLARI :

“... Sedir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’a dedim ki:
“Senin dostlarını, aralarında ihtilaf eder halde bırakıp geldim. O denli ihtilaf ediyorlardı ki,
birbirlerinden uzaklaşıyorlar.” Buyurdu ki; << Bunun sana bir zararı yok. İnsanlar üç
şeyden sorumlu tutulmuşlar: 1) İmamları tanımak. 2) İmamların kendilerine yönelttikleri
emirlere teslim olmak. 3) İhtilafların çözümünde imamlara müracaat etmek.>> (Usul-u
Kâfi sh 585 H.1011.)

Dediklerine göre, İnsanların bütün sorumluluğu, İmamlara imandan ibaretse, o zaman


İslam dininde iman konusu olan diğer hususlar ne olacak, örneğin sorumlulukta,
Peygamberin ve Kur’an’ın konumu nedir? Bu konuyla ilgili olarak şöyle demektedirler:
432
“... Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır
aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: << Kaynağı biz Ehl-i Beyt imamları olmadıkça,
hiçbir insanın yanında hak ve doğruluk namına bir şey yoktur, hiçbir insan hakka uygun
bir hüküm veremez. Nitekim çeşitli meseleler baş gösterdiğinde, onlar her zaman hata
etmiş ve Ali (aleyhisselâm) doğruyu göstermiştir.>> (Usul-u Kâfi sh 599 H.1040.)

“... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın
yanındaydım. Küfeli bir adam İmama, Ali (aleyhisselâm)’ın: << İstediğinizi bana sorun.
Bana ne sorarsanız sorun, mutlaka size onu açıklarım.>> sözünün anlamını sordu.
Buyurdu ki: << İnsanların yanında ilim namına her ne bulunuyorsa, mutlaka Emir’ül-
Mü’minin (aleyhisselâm)’dan kaynaklanmıştır. İnsanlar istedikleri yere gidebilirler.
Allah’a yemin ederim ki, işin kaynağı burasıdır.>> İmam bunu söylerken evini işaret
ediyordu.-” (Usul-u Kâfi sh 599 H.1041.)

“... Ebu Meryem şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm),
Seleme b. Kuheyl ve Hakem b. Uteybe’ye dedi ki: <<İster doğuya gidin, ister batıya gidin,
sahih ilmi biz Ehl-i Beyt’ten başka bir yerde bulamazsınız. >> (Usul-u Kâfi sh 599
H.1042.)

Bu şekilde söz söylemek Kur’an’ı yok saymak demektir, her Müminin veya her
Müslüman'ın evinde ve elinde Kur’an bulunabilir, her Mümin veya Müslüman ihtiyaç
duyacağı bütün bilgileri Kur’an’dan öğrenebilir, Kur’an’ı beli şahıslara bağlamak ve onun
bilgisini belirli kimselerde tekelleştirmek, onun İnsanlara ulaşma hürriyetini bağlamaya
çalışmak suretiyle onu yok saymaktır. Kur’an’a karşıt olarak hadis veya rivayet adı altında
tahdis edilen bu gibi sözlerin, Ne İmam Ali nede Muhterem evlatları tarafından söylenmiş
sözler olduğuna ihtimal vermiyorum, bundan dolayı, İmam Ali ve Evlatlarını bu gibi
sözler söylemiş olmaktan tenzih ederim. saygın şahsiyetlerin adı kullanılarak uydurulmuş
bu kabil sözler, Kur’an’a uymadığı gibi, aklı başında insanların kabul edeceği sözlerde
değildirler, Kuleyni, Buhari ile yarışa girmiş gibi, Kur’an’a uysun uymazsın aklına geleni
sıralamış, Kur’an’ı bir tarafa bırakıp bu gibi şahısların sözüne uyanlar gerçekten
kendilerine yazık ediyorlar. Şöyle ki:

“... Muhammed b. Abdullah merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan
şöyle rivâyet etmiştir: <<Ebu Tâlib, ebced hesabıyla iman etmiş. Yani bütün dillerde
müslüman olmuştur.>> (Usul-u Kâfi sh 680 H.1216.)

“... İsmail b. Ebu Ziyad, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet
etmiştir: <<Ebu Tâlib, ebced hesabıyla müslüman olmuştur, dedikten sonra almış üç
rakamını gösterdi.>> (Usul-u Kâfi sh 680 H.1217.)
Bu sözlerin İslam diniyle hiçbir ilgisi olmadığı bir tarafa, bana göre bu sözlerden akla
mantığa uygun bir şey ortaya koyabilecek hiç kimse yoktur, ne demek, ebced hesabıyla
iman, ebced hesabıyla müslüman?

İmamların nerde ne zaman öleceklerini bildiklerin ve ancak kendi istekleriyle


öldükleri tahdis ettiler, şöyle ki :

“... Hasan b. Cehm şöyle rivâyet etmiştir: İmam (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki:
“Emir’ül-mü’minin (aleyhisselâm), kim tarafından ve hangi gece ve nerede öldürüleceğini
433
biliyordu. Ayrıca evde kazların evde öttüklerini duyunca: << Bu ötmeleri,
matem inlemeleri izleyecek...>> demişti. Sonra Ümmü Gülsüm: “Bu gece namazı evde
kılsan ve başkasına, insanlara namaz kaldırmasını emretsen olmaz mı?” demişti; ama bunu
reddetmiş ve gece boyunca sık sık silahsız olarak dışarı çıkıp gitmişti. Oysa o, İbni
Mülcem’in - Allah’ın lâneti üzerine olsun- kendisini kılıçla öldüreceğini de biliyordu.
Acaba bu davranış, işlenmesi caiz olmayan hareketler kapsamına girmez mi?” Buyurdu ki:
<< Dediğin doğrudur; ancak o, o gece yaşamak ile Allah’a kavuşmak arasında muhayyer
bırakıldı. Ali (aleyhisselâm)’da Allah, Azze ve Celle’nin kendisiyle ilgili takdirinin
cereyan etmesini tercih etti.>> (Usul-u Kâfi sh 362 H.668.)

İmam Ali’nin, bilerek kendi eliyle kendini katilinin eline teslim ettiğini düşünmek veya
iddia etmek, İmam Ali’ye saygısızlık olduğu gibi rivayet Kur’an’a uygun değildir, şöyle ki
: Kur’an’dan mealen :

- Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır,


rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç hangi
yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.
31/34

- Ve eğer Allah Teâlâ insanları zulümleri sebebiyle cezalandıracak olsa idi


yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zamana kadar
erteliyor. Onların ecelleri geldiği vakit ise onlar ne bir saat geri kalabilirler, ve ne de
öne geçebilirler. 16/61

- Allah hiç bir nefsi eceli geldiği vakit sonraya bırakmaz, ve Allah her ne yapar iseniz
haberdardır. 63/11 Görüldüğü gibi, Kur’an öğretisine göre hiç kimse nerede ne zaman
öleceğini bilemeyeceği gibi, Allah, eceli gelen hiçbir nefsin ölmesini ne erteler nede öne
alır, bu itibarla rivayet Kur’an’a uygun değildir.

İMAMİYYE ŞİASININ KIYAS KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :

“... Ebu Şeybe şöyle rivayet eder : Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle
dediğini duydum: <<İbni Şibrime’nin ilmi; “el-Camia” adlı kitabın karşısında zayi oldu.
Bu kitap Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin dikte etmesi ve Ali (Ali b. Ebu Tâlib
aleyhisselâm)’ın el yazısıyla hazırlanmıştı. Bu kitap kimseye söyleyecek söz
bırakmamıştır. Bu kitapta helâl ve haramların bilgisi vardır.
Kıyas taraftarları, kıyasla bilgiye ulaşmak istiyorlar; ancak bu onların haktan
uzaklaşmalarından başka bir katkı sağlamaz. Kıyas yöntemiyle Allah’ın dini açısından
doğruya ulaşılamaz.>> (Usul-u Kâfi sh 73 H.170.)

“... Mes’ade b. Sadaka şöyle rivayet eder : Cafer Sadık (aleyhisselâm) babasından rivâyet
etti ki : << Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm) şöyle dedi : << Bir kimse kıyas koltuğuna
kurulursa, yanlışlıklar içinde geçer. Bir kimse, kişisel görüşüne dayanarak Allah’a kulluk
sunarsa, ömrü boş işlere dalmakla geçip gider.>>
Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) şöyle dedi: << Kişisel görüşüne dayanarak
insanlara fetva veren kimse, bilmediği bir hususta Allah’a ibadet eden kimse, Allah’a
muhalefet etmiş olur. Çünkü bilmediği şeyleri helâl ve haram saymış olur.>> (Usul-u Kâfi
434
sh 74 H.173.)

Yukarıda ki rivayetlerde görüldüğü gibi iddia ettiklerine göre ellerinde bulunan “Camia”
isimli kitapta İslam diniyle ilgili bütün fıkıh hazır olarak mevcut olup, Camia isimli bu
kitap kimseye söyleyecek söz bırakmamıştır. Bu öyle bir iddiadır ki kıyas yapmayı
yasaklamak bir tarafa, bu iddiayı yapanlara şunu sormak lazım, camiaya rağmen Kur’an’ın
konumu nedir, her şey camiada varsa size göre Kur’an’a ne kadar gereklilik vardır?
Madem ki camia isimli kitapta her şey kalıp halde mevcuttur iddiasındaysanız son
zamanlarda ortaya çıkan, Kan nakli, Organ nakli, Genler üzerinde değişiklik yapılması,
Tüp Bebek, İnsan veya hayvan kopyalama konularında Camiada ne gibi bir bilgi var?
Sanırım bu konular ve ilerde çıkması muhtemel olan bu gibi konular Camiayı yazanların
hayalinden bile geçmemiştir. Şarap dışındaki diğer uyuşturucular konusunda veya Sigara
konusunda Camiada ne gibi bir bilgi var? Kur’an ise bu ve bu gibi sorulara ve kıyamete
kadar sorulacak bütün sorulara kolay anlaşılır net cevaplar verir. Kur’an fıkhını anlamanın
bir yolu kıyastır, örneğin: Şarabın (hamr) haram olmasından hareketle biz Şarap (hamr)
dışındaki diğer uyuşturucuların haramlılığını kolayca anlıyoruz. Ayrıca kıyasa örnek olsun
diye tahdis edilen rivayete baktığımızda da İmamiyye Şiasının Kıyası yanlış tanımladığı
açıkça anlaşılır, şöyle ki:

“... Hüseyin b. Meyyah babasından o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan


şöyle rivâyet eder : << İblis kendisini Âdem (aleyhisselâm) ile kıyasladı ve şöyle dedi:
“Beni ateşten, onu balçıktan yarattın.” (Sa’d. 76) Eğer Allah’ın, Âdem’i yarattığı özü,
ateşle kıyaslasaydı, bunun ateşten çok daha aydınlık ve nur saçan bir şey olduğunu
görecekti.>> (Usul-u Kâfi sh 74 H.174.)

Bahsi geçen ayette kıyas olmayıp, üstünlük iddiası olayı vardır, Şöyle ki, Kur’an’dan
mealen :

-İblis- dedi ki: Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, O'nu ise çamurdan
yarattın. 38/76

Ayet mealinde görüldüğü gibi, İblisin yaptığı kıyas değil üstünlük iddiasıdır, kıyas ola
bilmesi için kıyas edilenler arasında kıyasın yapılmasına imkan sağlayan ilgili bir ölçü
bağının olması gerekir, olayda ise Ateşle, Toprak arasında üstünlüğü ortaya koyacak ilgili
bir ölçü bağı yoktur, sadece keyfi olarak ortaya atılmış bir üstünlük iddiası vardır, Kıyasa
örnek verecek olursam, şöyle ki:

a) - Uçak, Trenden daha hızlıdır dediğimizde, kıyasın yapılmasını sağlayan ve ikisinde de


mevcut olan hareketle ilgili bir hız olayı vardır.
b) - Şarap (hamr) haramdır o zaman Rakıda haramdır dediğimizde, her iki olay arasında
sarhoşluk etkisinden kaynaklanan bir sarhoşluk olayı vardır,
c) - Dağ, insandan daha iridir dediğimizde, her iki olay arasında irilikten kaynaklanan bir
ölçe bilme olayı vardır,
d) - Demir, tahtadan daha serttir dediğimizde, her iki olay arasında sertlik etkisinden
kaynaklanan ölçülebilir sertlik olayı vardır.

Kıyasa daha birçok örnek vermek mümkündür, bundan dolayı kıyas diye yaptıkları
rivayetin aslı yoktur.
435

PEYGAMBERLERDE VE İMAMLARDA BEŞ RUH OLDUĞUNU TAHDİS


ETMELERİ :

“... Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir : Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a
evinde oturmuş üzerinde örtüsü olduğu halde, imamın nasıl yer yüzünde olup bitenleri
bildiğini sordum. Buyurdu ki: <<Ey Mufaddal! Allah, Tebareke ve Tealâ, Nebi (sallallahu
aleyhi ve âlihi)’ye beş ruh vermişti. Bunlardan biri, hayat ruhuydu, onunla hareket ediyor,
gidip geliyordu. Biri kuvvet ruhuydu, onunla kıyam ediyor, cihada çıkıyordu. Biri şehvet
ruhuydu onunla yiyor, içiyor ve helâl yollardan kadınlarla birleşiyordu. Biri iman ruhuydu,
onunla inanıyor ve adâleti gerçekleştiriyordu. Biri Rûh-ul Kudüs’tü, onunla peygamberlik
görevini taşıyordu.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince Rûh-ul Kudüs imama geçti. Rûh-ul
Kudüs uyumaz, gafil olmaz, oynamaz ve büyüklük taslamaz. Diğer dört ruh ise uyurlar,
gafil olurlar, büyüklenebilirler, oynarlar. İmam Rûh-ul Kudüs ile görür. (Usul-u Kâfi sh
383 H.711.)

Görüldüğü gibi, peygamberde beş Rûh olduğunu iddia ettiler, dört tanesini tanımlarken
Peygamberi, Gafillik ve büyüklenebilmeyle vasıflandırdılar, bu iddialar Peygamberi tenzih
ederiz, Beşinci Rûh olarak tanımlayıp övdükleri Rûh-ül Kudüs’ü ise İmamlara aktarı
verdiler. Kur’an öğretisine göre, İnsanlarda, peygamberler dahil beş rûh olmadığı gibi,
Rûh-ul Kudüs ayrı bir şahsiyet olup hiç kimsenin şahsiyetiyle birleşmez. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Ve biz bir âyeti bir âyetin yerine getirince, Allah ise indirdiğine çok iyi bilir, dediler
ki: Sen şüphesiz bir iftiracısın. Hayır.. Onların çoğu bilmezler. 16/101

- De ki: Onu Rab'bin tarafından hak olarak Rûh-ül Kudüs indirmiştir ki, îmân
edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidayet ve bir müjde olsun. 16/102

Kur’an öğretisine göre, Rûh-ül Kudüs’ün ayrı bir şahsiyet olduğu açıktır, uydurdukları
rivayetin aslı yoktur. Hele, Kur’an öğretisinden uzak iddialarla, Peygamberde beş Rûh
bulunduğunu söyleyerek, Peygamberi Gaflet ve Müstekbirlikle vasıflandırmak
Peygambere açıktan açığa yapılmış bir saldırıdır, Peygamberimiz ne Gafil nede
Müstekbirdi, O büyük bir ahlak üzerindeydi, Kur’an’dan mealen :

- Sen Rab'binin nîmeti sayesinde mecnûn değilsin. 68/2

- Ve şüphe yok ki: Senin için bir tükenmez mükâfat vardır. 68/3

- Ve muhakkak ki: Sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. 68/4

- Artık yakında göreceksin ve göreceklerdir. 68/5

- Fitneye uğramış olan hanginiz imiş?. 68/6

- Şüphe yok ki: Rab'bindir, O'dur, O'nun yolundan sapıtmış olanı en iyi ve O'dur,
hidâyete ereni de en iyi bilen. 68/7
436

- Artık o yalanlayanlara itaat etmemekte devam et. 68/8

- Onlar arzu ettiler ki: Sen yaltaklanıvermiş olsa idin, o zaman onlar da
yaltaklanacaklardır. 68/9

- Ve itaat gösterme her çok yemîn edene, âdi fikirli olana. 68/10

- Daima kusur arayana, lâf götürüp getirene. 68/11

İSM-İ ÂZAM İDDİALARI ve BU KONUDA TAHDİS ETMİŞ OLDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ :

“... Muhammed b. Fudayl, Cabir’in şöyle dediğini anlattı : Ebu Cafer (Muhammed Bâkır
aleyhisselâm) buyurdu ki : <<Allah’ın ism-i âzami yetmiş üç harften oluşur Asef adlı ifrite
bundan bir harf verilmişti, o bu harfi söyleyince, kendisiyle Sebe kraliçesi Belkıs’ın tahtı
arasında bulunan yeri bir anda deldi. Açılan delikten elini uzatarak tahtı alıp geldi. Sonra
yer, eski haline döndü. Bu olay, bir göz açıp kapama anından daha kısa bir sürede oldu.
Biz Ehl-i Beyt’in yanında ise ism-i âzamin yetmiş iki harfi vardır. Son bir harf ise Allah
katındadır. Onu, katındaki gaybi bilgiler için kendinde tutmuştur. Ulu, âzamet sahibi
Allah’tan başka güç ve kudret sahibi yoktur. (Usul-u Kâfi sh 320 H.609.)

“... Harun b. Cehm, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın arkadaşlarından adını
unuttuğu birinden şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini
duydum : <<Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)’a İsm-i âzamdan iki harf verilmişti ve o bu
harflerle hareket ediyordu. Musa’ya dört harf, İbrahim’e sekiz harf, Nuh’a on beş harf,
Âdem’e yirmi beş harf verilmişti. Allah bu harflerin tümünü Muhammed (sallallahu aleyhi
ve âlihi)’de topladı. İsm-i âzam, yetmiş üç harften oluşur. Muhammed (sallallahu aleyhi ve
âlihi)’ye yetmiş iki harf verilmiştir. Bundan bir harf ise o’na gösterilmemiştir. (Usul-u
Kâfi sh 321 H.610.)

Dediklerine göre, Allah’ın diğer isimlerinden ayrı olarak en büyük bir ismi vardır, öyle ki
bu ismin harfleri dahi söylendiğinde derhal söyleyen tarafından istenen olağanüstü olaylar
meydana gelirmiş, Bu ise Allah’a karşı bir iftiradır, Allah’ın en büyük bir ismi var deyip,
diğer isimlerini küçük görüp ayırmak Kur’an’a uygun değildir, Allah’ın bütün isimleri
ismi azamdır, Allah duaları kabul ederken, duada bulunanın durumunu değerlendirerek
kabul veya red eder, hiçbir ayrıcalık olmadan Allah’ın bütün isimleriyle Allah’a dua
edilebilir. Sırf Adını söyledi diye değil, kişi layıksa duasını kabul eder, layık değilse
reddeder. Allah’ı kendi isimlerine mahkum etmek Allah’ı hakkıyla takdir edememektir,
Masallarda Alaattinin sihirli lambası diye bir lamba vardır, kişi bu lambaya elini
sürttüğünde güya bir cin çıkar, lambaya parmak sürtenin her dediğini yaparmış, bur da da,
lamba yerine Allah’ın adını koymuşlar, hatta bu addan harf söyleyenin isteğini dahi Allah,
otomatik olarak yerine getiriyormuş. Bu tür rivayetleri uyduranların, Ebcet hesabıdır, Cifir
hesabı yok Kırmızı Cifir hesabı v.s. iddialarından nasıl bir zihniyete sahip oldukları
açıktır. Kendisine Müslüman diyen bir kimsenin, Kur’an’ın Net, Açık ve Anlaşılır
öğretisini bir tarafa bırakıp, bunların Kur’an ile ilgisi olmayan ve Kur’an’a ters düşen
sözleri peşine giderek dinini düzenlemesi Hem Dünyası için Hem Ahireti için kesinini
mahvetmesi demektir. Rivayetleriyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen :
437

- En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua


edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta
olduklarının cezasına çarptırılacaklardır. 7/180

- De ki: Allah diye dua edin, rahman diye dua edin, hangisiyle dua etseniz nihayet en
güzel isimler o'na mahsustur ve namazında sesini pek ziyade kaldırma, ve onu
büsbütün de kısma ve bunun arasında bir yol tut.. 17/110

Görüldüğü gibi, En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. Hangisiyle dua edilirse


edilsin hiç fark yoktur. İsmi azam olarak anladıkları ayeti, anlamadıklarından dolayı İsmi
azam iddiasında bulunmaktadırlar, yalnız Şiiler değil Sünnilerde benzer iddialarda
bulunmaktadırlar. Kur’an’dan mealen :

- O halde Yüce Rabb'inin ismiyle tesbihe devam et. 69/52

Meali yazılı bu ayette, Allah’ın yüceliği vurgulanarak, Azim (Yüce) Rab’bin ismiyle
tesbih yapılması emredilmiştir, kimileri ise Rabbinin azim ismiyle tesbih et diye
anlamakta dolayısıyla Allah’ın isimleri arasında farklılık olduğu yanılgısına düşmektedir.
Aralarında hiç fark olmadan Allah’ın bütün isimleri azimdir, başka bir ifadeyle İsm-i
Azam’dırlar.

Peygamberleri konu ederek şöyle demeleri peygamberliğin ne manaya geldiğini


bilmediklerinden dolayıdır: : “ Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)’a İsm-i âzamdan iki harf
verilmişti ve o bu harflerle hareket ediyordu. Musa’ya dört harf, İbrahim’e sekiz harf,
Nuh’a on beş harf, Âdem’e yirmi beş harf verilmişti.” Peygamberler, Allah’ın seçtiği özel
kimselerdirler, Onların dışında olan, bütün İnsanlar ve Cinler, ömürleri boyunca en güzel
amelleri işleseler dahi peygamberlik unvanını alamazlar zira bu unvan özel olarak
kendilerine verilmiştir. Rivayette ise haşa Onlardan, Onları hafife alır şekilde keyfi
rakamsal orantılar kurulmuştur. İmamiyye şiası, İmamlık İddialarını ön plana geçirmek
için peygamberliği önemli bir şey değilmiş gibi göstermek çabasıyla yoğun şekilde rivayet
iddialarında bulunmuşlardır, bu tür iddialarının tamamı Kuran’la bağdaşmayan
uydurmalardır. Kur’an’dan mealen:

- Allah Adem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz
sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. 2/31

Allah, Adem istisnasız olarak bütün isimleri öğretmişti, “Âdem’e yirmi beş harf
verilmişti” demeleri Kur’an öğretisiyle çelişmektedir. Ayrıca İfritin Sebe Melikesinin
tahtını nakletti demeleri de Kur’an öğretisiyle bağdaşan bir husus değildir, İfrit tahtı
nakletmek istediyse de kendisine müsaade edilmedi, tahtı kendisine kitaptan ilim verilen
bir şahıs nakletti. Kur’an’dan mealen :

- Hz. Süleyman- Dedi ki: Ey ulular!. Hanginiz bana onun tahtını onların bana
teslimiyet gösterip gelmelerinden evvel getirir. 27/38

- Cin tâifesinden bir ifrit dedi ki: Ben onu daha sen makamından kalkmadan sana
getiririm ve şüphe yok ki, ben ona elbette güç yetiririm ve bana güvenebilirsiniz.
438
27/39

- Yanında kitaptan bir ilim bulunan zat da dedi ki: Ben onu daha gözünü açıp
kapamadan getiririm. Ne zamanki -Hz. Süleyman-onu -tahtı- yanında yerleşmiş
olarak gördü, dedi ki: Bu Rabbimin lütufundandır, tâki beni imtihan etsin ki, şükür
mü ederim yoksa nimete karşı nankörlük mü ederim ve her kim şükür ederse ancak
kendi nefsi lehine şükür eder. Ve kim de nimete karşı nankörlükte bulunursa, şüphe
yok ki, Rabbimin hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir. 27/40

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayet uydurma olup aslı yoktur.

TÜYLERİ DÖKÜLEN MELEKLER RİVAYETİ :

“... Hüseyin b. Ebula’lâ, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini
rivâyet etmiştir : <<Ey Hüseyin! -Bu arada elini evde bulunan yastıklara vurarak- Bunlar
öyle yastıklardır ki, nice zamanlar melekler onlara yaslanmışlardır ve nice zaman onların
küçük kanatlarını yerden toplamışızdır.>> (Usul-u Kâfi sh 590 H.1023.)

“... Ali b. Hakem şöyle rivâyet etmiştir : Bana Malik b. Atiyye el-Ahmesi, Ebu Hamza es-
Sumali’den naklen şöyle anlattı : Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bir saat
kadar bahçede bekledim, sonra eve girdim. Yerden bir şeyler topladığını ve perdenin
arkasında duran birine verdiğini gördüm. Dedim ki :
Buyurdu ki : <<Bunlar meleklerin kanatlarından dökülen artıklardı. Onlarla baş başa
kaldığımız zaman, onları toplarız. Sonra bunları, çocuklarımız için pazuband yaparız.>>
Dedim ki : “Sana kurban olayım, melekler size geliyor mı?” Dedi ki : <<Ey Ebu Hamza!
Bazan o kadar çok gelirler ki, bize yaslanacak yer bırakmazlar.>> (Usul-u Kâfi sh 590
H.1024.)

Meleklerin İmamlara uğradıklarını ispat için, meleklere küçük kanatlar ve bu kanatlardan


dökülen küçük tüyler gibi ciddiyetten uzak yakıştırmalarda bulundular. Melekler çeşitli
görevlerle insanlara uğrarlar, Şöyle ki, Kur’an’dan mealen :

- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer ve üçer ve dörder kanat sahibi
elçiler kılan Allah'a mahsustur. Yaratmada dilediğini arttırır. Şüphe yok ki, Allah
her şey üzerine hakkıyla kadirdir. 35/1

- O kimseler ki, kendi nefislerine zulmedici oldukları halde onların ruhlarını


melekler alacaktır. O vakit onlar, biz bir kötülük yapmıyorduk diye teslimiyet
göstereceklerdir. Hayır, şüphe yok ki, Allah Teâlâ sizin ne yaptığınızı hakkıyla
bilicidir. 16/28

- Onlar ki, tertemiz oldukları halde ruhlarını melekler alıverirler, derler ki: "Selâm
size" yapmış olduğunuz şey sebebiyle cennete giriniz. 16/32

Görüldüğü gibi, meleklerin kanatları mevcut olup, görevleri icabı bütün İnsanlara uğrarlar,
örneğin: Ölüm meleklerinin uğramadığı insan olamaz, dolayısıyla da görevleri icabı evlere
girip çıkarlar, buna rağmen dökülen melek tüyü gören veya böyle bir tüyü elinde
bulunduran varmıdır. Tüyleri dökülen melekler iddiasının, ne gerçeklerle nede İslam
439
diniyle hiçbir ilgisi yoktur.

CİNLER KONUSUNDA TAHDİS ETTİKLERİ RİVAYET ÖRNEKLERİ:

“... İbni Cebel, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir:
“İmamın kapısında duruyorduk. O sırada içeriden bir topluluk çıktı. Siyah derililere
benziyorlardı. Üzerlerinde peştamal ve hırka vardı. Bunların kimler olduklarını Ebu
Abdullah (aleyhisselâm)’dan sorduk. Buyurdu ki: <<Onlar cinlerden kardeşlerinizdiler. >>
(Usul-u Kâfi sh 591 H.1027.)

“... Sa’d el-İskaf şöyle rivâyet etmiştir : Her zaman yaptığım gibi bir gün bazı işlerim için
Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın evine geldim. Bana dedi ki: <<Acele etme,
güneş beni iyice yaktıktan sonra gel.>> Bunun üzerine gölgelik olan bir yere gittim. Çok
geçmeden üzerime doğru bir topluluk geldi. Sarı çekirgeler gibiydiler. Üzerlerinde kaba
yünden giysiler vardı. Çok ibadet etmekten zayıf düşmüşlerdi. Allah’a yemin ederim ki,
topluluğun güzelliği karşısında kendimi unutmuştum. İmamın yanına gittiğimde bana dedi
ki: <<Galiba seni rahatsız ettim.>>
- Dedim ki : “Evet Allah’a yemin ederim ki, gördüğüm manzara karşısında kendimi
unuttum. Yanımdan bir topluluk geçti, onlar gibi güzel kıyafetli bir kişi bu güne kadar
görmüş değilim. Renkleri sarı çekirgeleri andırıyordu. Çok ibadet yapmaktan zayıf
düşmüşlerdi. Bunun üzerine imam şöyle buyurdu: <<Ey Sa’d! Sen onları gördün mü?>>
“Evet” Buyurdu ki: <<Onlar senin cinlerden kardeşlerindi.>> “Sana mı gelmişlerdi?”
dedim. <<Evet.>> dedi, <<bize gelirler, dinlerinin alâmetlerini, helâl ve haram olan şeyleri
bizden sorarlar.>> (Usul-u Kâfi sh 591 H.1026.)

Cinleri kendileri gelerek dinlerinin alâmetlerini, helâl ve haram olan şeyleri kendilerinden
öğrendikleri tahdis ettiler, ayrıca Cinlerin çok ibadet etmek ten zayıf düştüklerini
söylemeleri temeli olmayan bir sözdür, nice kimseler vardır çok ibadet etmelerine rağmen
hiçte zayıf düşmemektedirler, nice kimseler de vardır ki hiç ibadet etmemelerine rağmen
zayıftırlar. Cinlerin kendileri gelerek dinlerinin alâmetlerini, helâl ve haram olan şeyleri
kendilerinden öğrendiklerini söylemeleri ise Kur’an’a uymayan bir iddiadır, Cinlerin bir
özelliği İslam dinini direk olarak Kur’an’dan öğrenip uyarıcılar olarak diğer Cinlere
öğretmeleridir. Kur’an’dan mealen:

- Dedi ki: Bana vahyolundu: Şüphe yok ki, cinlerden bir gurup dinlemiş te demişler
ki; Muhakkak biz, bir acîb -eşsiz- bir Kur'an işittik. 72/1

- Doğru yola rehberlik ediyor, artık biz ona îman ettik ve Rab'bimize hiç bir kimseyi
ortak tutmayacağız. 72/2

- Ve şüphe yok ki, Rab'bimizin büyüklüğü pek yücedir. Ne bir eş ve ne de bir çocuk
edinmemiştir. 72/3

- Ve muhakkak ki, bizim beyinsiz olanımız, Allah'a karşı pek çok yanlış şeyler söyler
olmuştur. 72/4

- Ve doğrusu biz sanmış idik ki, insanlar ve cinler, Allah'a karşı bir yalan
söylemezler. 72/4
440

- Ve o zamanı da hatırla ki, cinlerden bir zümreyi Kur'an-ı dinlemeleri için sana
göndermiştik ki, Vaktaki: Ona hazır oldular, dediler ki: Susun -dinleyin- Vaktaki,
okunması son buldu, kendi kavimlerine korkutucular olarak dönüp gittiler. 46/29

- Dediler ki: Ey kavmimiz!. Muhakkak ki, kendisinden önce olanları tasdik edici
olarak Mûsa'dan sonra nâzîl olmuş hakka ve dosdoğru bir yola rehberlik ediyor.
29/30

Görüldüğü gibi, Cinler yalnızca Kur’an dinlemekle, İslam Dinini öğrenip uyarıcılar olarak
kavimlerine gitmişlerdir. Öyle ki onların bu durumundan Peygamberin dahi ancak
kendisine Vahiy ile bildirilmesi üzerine haberi oluyor. Bu itibarla Cinler konusundaki
rivayetler uydurma olup aslı yoktur.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE İMAMIN ON ALAMETİ

“... Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir:
<<İmamın on alameti vardır: 1) Temiz ve sünnetli olarak doğar. 2) Doğduğu sırada iki
elini yere koyar ve yüksek sesle şehadet cümlelerini söyler. 3) Cenabet olmaz. 4) Gözleri
uyur; ama kalbi uyumaz. 5) Esnemez, gerinmez. 6) Önünü gördüğü gibi arkasını da görür.
7) Gaitası misk gibi kokar. 8) Yer, o’nu örtmek ve yutmakla görevlendirilmiştir. 9)
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin zırhını giydiği zaman, zırh bedenine tamamen
uyar. Uzun veya kısa bir insan bu zırhı giyecek olursa, bir karış uzun gelir. 10) İmamlık
görevi tamamlanıncaya kadar “Muhadestir”tir. >> (Usul-u Kâfi sh 582 H.1006.)

“... Ed-Dav’i b. Ali el-İcli, adını andığı Fars halkından birinden şöyle rivayet etmiştir:
Samarra’ya geldim ve Ebu Muhammed (Hasan b.Ali aleyhisselâm)’ın kapısında
beklemeye başladım. Beni içeri çağırdı. İçeri girdim ve selâm verdim. Bana dedi ki:
<<Buraya geliş sebebin nedir?>> “Sana hizmet etme arzusu beni buraya getirdi” dedim.
Buyurdu ki: <<Öyleyse kapıcımız ol.>> Böylece evde hizmetçilerle birlikte kalmaya
başladım. Bazen çarsıya gide, ihtiyaç duydukları şeyleri satın alırdım. Evde erkekler
olduğu zaman, izinsiz içeri girerdim.
Bir gün İmamın, evin erkeklere ait bölümünde bulunduğu bir sırada yanına girdim. Evde
bir hareket sesini duydum. Bana seslendi: “Yerinde dur, hareket etme.” Artık içri girmeye
veya dışarı çıkmaya cesaret edemedim. Bu sırada beraberinde üzeri örtülü bir şey bulunan
bir cariye yanıma geldi. Sonra İmam bana: <<İçeri gir.>> diye seslendi. İçeri girdim, sonra
cariyeyi çağırdı, o da İmamın yanına geri döndü.
- Cariye dedi ki: <<Yanında bulunanı göster.>> Cariye beyaz tenli ve güzel yüzlü bir
çocuğu bize gösterdi. Sonra İmam çocuğun karnını açtı. Baktım boğazından göbeğine
kadar siyah olmayan yeşil tüyler bitmiş. İmam buyurdu ki: <<İşte bu, sizin
İmamınızdır.>> Sonra cariyeye o’nu götürmesini emretti. Bu çocuğu, Ebu Muhammed
(aleyhisselâm) vefat edinceye kadar bir daha görmedim. (Usul-u Kâfi sh 481 H.861.)

İnsanların doğruyu bulmalarında kendi zihinlerinden doğan en büyük engellerden bir


tanesi fiziksel açıdan kendileri gibi normal bir insanı uyarıcı olarak kabul etmemeleridir.
Bu düşüncede olan kimseler Peygamber dahi olsa normal bir insanı uyarıcı olarak kabul
etmeye yanaşmazlar, muhakkak kendilerinden farklı fiziksel özelliklere sahip olmasını şart
koşarlar veya normal bir insan olmasını inanmalarına engel olarak görürler, bu mantık
441
çerçevesinde İmamiyye Şiası da, İmam olacak kimselere diğer insanlardan farklı
on ölçü koymuşlardır, bu ölçüler hayali ölçüler olmasına rağmen gerçekmiş gibi ortaya
koyarak kendileri için zihinsel tatmin elde etmeye çalışırlar, öyle ki, farklı olsun diye yeşil
tüylü bebek veya sıradan bir insan için bile konu edilmesi hoş olmayan, Cenabet olmama
ve sünnetli doğma gibi sakatlık sayılan anormallikler veya mis gibi kokan “Gaita”
iddiasında bulunmaktan dahi çekinmemişlerdir.
Yalnız imamlar için değil, Peygamberimiz içinde farklı özellikler iddia etmişlerdir,
Halbuki normal insanlar nasılsa Peygamberler dahi onlarla fiziksel açıdan birebir aynıydı.
Bu konuda şöyle tahdis ettiler:

“... Salim b. Ebu Hafsa el-İcli, Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle
rivâyet etmiştir: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin üç özelliği vardır ki, ondan
başka kimsede bu özellikler yoktur: 1) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin gölgesi
yoktu. 2) Bir yoldan geçtiği zaman, iki veya üç gün sonra başkası o yolda yürüdüğünde
mutlaka o’nun oradan geçtiğini anlardı. Çünkü çok güzel bir kokusu vardı. 3) Bir taşın
veya ağacın yanından geçtiğinde mutlaka o’na secde ederlerdi. >> (Usul-u Kâfi sh 668
H.1195.)

“... İsmail b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir:
<< Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) karanlık bir gecede görüldüğü zaman, bir ay
parçası gibi parladığı görülürdü. >> (Usul-u Kâfi sh 674 H.1204.)

Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunuyor ki, sizin ilahınız ancak
bir ilahtır. Artık her kim Rabbinin mânevî huzuruna ermek niyazında bulunur oldu
ise iyi amel işlesin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak edinmesin. 18/110

- De ki: Şüphe yok ben sizin gibi bir insanım, bana vahy olunuyor ki: Sizin ilâhınız
muhakkak ki, bir tek ilâhtır. Artık O'na yönelin ve ondan mağfiret dileyin ve
müşrikler için helâk -kararlaştırılmıştır.- 41/6

Görüldüğü gibi, Peygamberimiz ancak normal bir beşer yani insandı, buna zihinlerinde
hazmedemeyenler şöyle demekteydiler, Kur’an’dan mealen:

- Bunun üzerine kavminden kâfirler olmuş olan ileri gelen bir zümre dedi ki: Bu
başka değil, ancak sizin gibi bir insan, istiyor ki, sizin üzerinize üstünlük etsin. Ve
eğer Allah dilemiş olsa idi elbette melekleri indirirdi. Biz bunu evvelki babalarımızda
işitmedik. 23/24

- Onun kavminden bir taife ki, kâfir oldular ve ahirete kavuşmayı tekzib ettiler ve
dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz halde dediler ki: Bu başka değil,
ancak sizin gibi bir insan, sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor. 23/33

- Ve eğer siz benzeriniz olan bir insana itaat ederseniz şüphe yok ki, o halde
muhakkak hüsrana uğramış kimselersiniz. 23/34

İşte böyle, ayet meallerinde görüldüğü gibi durum gayet açıktır.


442

İmamlar için iddia ettikleri on ölçü den Sünnetli doğum ölçüsü sünnet olmayı teşvik etmek
için uydurulmuş bir ölçüdür. Kur’an öğretisine göre ise, İnsanları sünnet etmek bir yana,
hayvanların kulaklarını yarmak dahi Allah’ın yarattığını değiştirmek olarak
tanımlanmıştır, bu konuda Kur’an’dan mealen:

SÜNNET ETMEK ALLAH'IN YARATIŞINI DEĞİŞTİRMEDİR !

KURAN'A ÖLÇÜSÜNE GÖRE ÇOCUKLARIN SÜNNET EDENLER ALLAH'IN


YARATIŞINI DEĞİŞTİRMİŞ OLMAKTADIRLAR, BUNUN MANASI ŞEYTANA
PAY OLMAKTIR

Bilindiği gibi, hadis öğretisine bağlı bütün mezheplerde çocukların sünnet edilmesi olayı
vardır, Kuran öğretisine göre yasak olan bu ve benzeri işlemler, övülmüş hatta farz kabul
edilmişlerdir, Hal bu ki, Kuran'ı esas alarak olaya baktığımızda bu tür işlemlerin İslam
dininde kabul görmesi mümkün değildir. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine
bağışlar. Allah’a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116

- O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp birtakım dişilerden başkasına


çağırmıyorlar ve onlar, inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. 4/117

- (O şeytan)ki Allah ona lânet etti ve o da, “Elbette senin kullarından belirli bir pay
alacağım."dedi." 4/118

- Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara


emredeceğim: hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah’ın
yaratışını değiştirecekler!"Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa, muhakkak ki
açık bir ziyâna uğramıştır. 4/119

- (Şeytan) onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın onlara va’di, aldatmadan başka
bir şey değildir. 4/120

- İşte onların varacağı yer cehennemdir. Aslâ cehennemden kaçmak (imkânı)


bulamazlar. 4/121

Görüldüğü gibi, bu konuda şeytanın kendisine, Allah’ın yarattıklarından pay alma


tanımlaması; metodu, Allah’ın yarattığını değiştirme yolunda vereceği emirlerdir. Kim
şeytanın bu emrini yerine getirirse şeytana pay olmuş olur. İsterse yaptığı değişiklik
hayvanların kulaklarını yarma şeklinde olsun fark etmez. Allah, yaratılışı değiştirme olayı
çerçevesinde hayvanların kulaklarının yarılmasına müsaade etmiyor. Nasıl olurda sünnet
veya başka bir şekilde insanlar üzerinde değişiklik yapılmasına müsaade etmiş olsun.
Yaratılışı değiştirme olayı, hiçbir ihtiyaç, hastalık gibi zaruretler olmadan, yaratılış üzerine
yapılacak değişiklikleri kapsar. Zira, bir koyun kesilip yenile bilir bu yaratılışı değiştirme
manasında değildir. Veya bir kimsenin çürümüş dişi çekile bilir; çürümüş böbreği alına
bilir, bütün bunlar zaruret veya tedavi amaçlı ameliyelerdir. Saç sakal veya tırnağı
kesmekte öyledir, yaratılışı değiştirme manasında değillerdir. Zira tırnağı kesmekle,
443
parmağı kesmek arasında belli bir fark vardır, biri ihtiyaç içerikli ve geçici, diğeri
sakatlayıcı ve kalıcıdır. Bu zamanda sağlıklı genler üzerinde meydana getirilen veya
getirilmesine çalışılan değişiklikler yaratılışı değiştirme olayı kapsamına giren işlemlerdir.
Ayrıca, nasıl ki bir kimse tipi değişsin diye hayvanların kulaklarını yararsa veya sağlıklı
dişini çeker veya törpülerse, vücudunun her hangi bir yerinden sağlıklı bir organı daha
güzel olur diye keser veya vücudunun her hangi bir yerinden bu bağlamda bir parça et
veya deri keserse, kısırlaştırma veya hadım yaparsa, deriyi tahrip ederek dövme yaparsa,
küpe için kulak delerek kulağın yapısını değiştirmek v.s. Gibi ameliyelerde bulunursa,
bütün bu tür şeyler yaratılışa müdahale etmek suretiyle, Allah’ın yarattığını değiştirmedir.
Bütün bunlar, Allah’a ortak koşmayla eş anlamlıdır. Bunları yapan şeytana pay olduğu
gibi, asla cehennemden ebediyen kurtuluş imkanı bulamaz. Sünnet olmak yaratılışa
müdahale etmenin onu değiştirmenin tipik bir örneğidir. Zira küçük, büyük, kadın, erkek,
sağlıklı bir kimseden bu şekilde parça et koparmanın başka bir izahı yoktur.

Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

CUMA GÜNÜ ÇALIŞMAMAK GEREKTİĞİNİ İDDİA ETMELERİ

“... Yunus, kendisine anlatan birinden , o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan
şöyle rivâyet eder: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurmuştur: <<Her
Cuma, bütün vaktini diğer işlerden uzaklaşarak dinine ayırmayan, bunu bir alışkanlık
haline getirmeyen, dini ile ilgili sorular sormayan adama yazıklar olsun!>> Bir diğer
rivâyette: <<Müslümanlara yazıklar olsun>> ifadesi yer almaktadır. (Usul-u Kâfi sh 48 H
86.)

Rivayetlerde dini irşat ve öğreti maskesi altında, Müslümanlara kötü söz söylemenin
örnekleri çoktur, özellikle Ehli Sünneti işlerken bu tür rivayet örneklerin bir başlık altında
konu yaptım. (Bak, Kütüb-i Sitte’nin Eleştirisi ve Kur’an’a arzı, Yazan: Fereç Hüdür
Sayfa 50 Eylül 2004 baskısı, Kişisel Yayın ). İmamiyye Şiasının bu rivayeti de aynı tür
rivayetlerden. Allah, Cuma günü namazdan sonra yeryüzüne dağılıp maişetimiz için
çalışmamızı emretmektedir, buna rağmen çalışmayı kötüleyip Müslümanlara Yazıklar
olsun demek nasıl bir zihniyetin ürünüdür. Kur’an’dan mealen:

- Ey inananlar, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmağa koşun,
alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. 62/9

- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfünden (nasibinizi)


arayın. Allah'ı çok anın ki başarıya eresiniz. 62/10

Görüldüğü gibi rivayet uydurma olup aslı yoktur.

DÜNYA VE AHİRET İMAMINDIR ONLARI İSTEDİĞİNE VERİR FAKAT


İMAM ZEKAT VERMEZ RİVAYETİ:

“... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki:
“İmamın zekat vermesi gerekir mi?” Buyurdu ki: <<Ey Ebu Muhammed! İmkansız bir
şeyi söyledin. Dünya ve Ahiret’in imamın olduğunu, onları istediği yere koyduğunu,
444
istediğine verdiğini bilmiyormuşsun? Bu yetki Allah tarafından o’na tanınmıştır. Ey
Ebu Muhammed! İmam, üzerinde kendisinden sorulacak Allah’ın hakkı olduğu halde
kesinlikle gecelemiş değildir.>> (Usul-u Kâfi sh 614 H.1068.)

Müşrik kimseler, Allah’ın varlığını inkar etmemekle beraber, kendilerini veya başka
yaratıkları Allah’a ortak sayarlar, Allah’a şirk koşma olayı böylece ortaya çıkar, Şirkin
kelime manası Ortaklık demektir, müşriklerin yaptığı şeyde Allah’ın İlahlığına ortak olma
iddiasıdır, böylece, Allah kainat üzerinde nasıl tasarruf sahibiyse, kendileri veya Allah’tan
başka İlah saydıkları aciz olmalarına rağmen kainat üzerinde Allah gibi tasarruf sahibi
olduklarını iddia ederler. Bazı kimseler de vardır ki kendilerini Allah’a Ortak saymadan
yani İlah’lık iddia etmeden, Allah’ın kainat üzerindeki Mülkiyet ve Tasarrufunu
kendilerine devralma iddiasında bulunarak, Dünya ve Ahiret mülkünün tamamını
sahiplenmek suretiyle Mülkün tasarrufu konusunda, haşa Allah’tan, Allah’ı süresiz tatile
gönderirler. Yukarıdaki rivayette de iddia edilen budur, ayrıca İmamın Zekat ödemesinin
imkansız olduğu yönünde ileri sürülen mantık, nasıl ki, Allah bütün kainatın sahibi
olmasına rağmen kullarını nimetlendirmesi zekat değil de hibe ise, aynı şekilde İmamında
kainatın sahibi olduğu hesabıyla, istediğine hibede bulunduğu fakat bunun zekat olmadığı
vurgulanmıştır, zekat ödemek İslam dininde kulluk görevidir, Allah’ın kainat üzerinde
olan mülkiyet hakkını devralan İmamın bir kulluk görevi olan zekattan sorumlu olması
imkansızdır iddiasındadırlar. Bu tür iddialar, Kur’an’ın İslam dini öğretisine aykırı
iddialardır, şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yüce Allah, kutludur. O,


her şeye kadirdir. 67/1

- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Yaşatan, öldüren O'dur. Sizin Allah'tan başka
bir dost ve yardımcınız yoktur. 9/116

- O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) O’nundur, (O), bir çocuk
edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş,
mukadderâtını (kabiliyetlerini özelliklerini) tâyin etmiştir. 25/2

- Her şeyin kaynağı/egemenliği elinde olan o yaratıcının şanı çok yücedir! Sonunda
O'na döndürüleceksiniz. 36/83

Görüldüğü gibi, hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır, Allah’ın bu hakimiyetini başkasına


devretmesi veya bir başkasını kendisine ortak etmesi söz konusu değildir. Zekat konusuna
gelince, Kur’an’dan mealen:

- "Ey ateş, İbr

ahim'e serin ve esenlik ol!" dedik. 21/69

- Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de, asıl kendilerini hüsrana uğrattık. 21/70

- Onu ve Lut'u kurtarıp, alemlere bereketli kıldığımız bir yere getirdik. 21/71

- Ona (İbrahim'e), İshak'ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Yakub'u lütfettik; her
445
birini sâlih insanlar yaptık. 21/72

- Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler (İmamlar) yaptık ve onlara hayırlı
işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk
eden(insan)lardı. 21/73

Görüldüğü gibi, İslam dininde Peygamberler dahi zekat vermekle yükümlüdür, bu itibarla

tahdis etmiş oldukları rivayetin aslı yoktur, ayrıca bu rivayetle çelişkili olarak şu şekilde
de başka bir rivayetler tahdis ettiler, Örneğin:

“... Ahmet b. İsa, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan: “Sizin veliniz, ancak
Allah, Resûlü ve iman edenlerdir.” (Mâide, 55) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:
<<Sizin en layık olan ve sizin işlerinizi, kendinizi ve mallarınızı yönetmeye en fazla hak
sahibi olanlar, Allah, Resûlü ve iman edenlerdir. Burada geçen iman edenlerden maksat,
Ali ve o’nun soyundan kıyamete gününe kadar gelecek olan imamlardır.
Sonra Allah onları vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur: “Onlar namaz kılarlar, rükûda ikan
zekat verirler.” (Mâide, 55) ........” (Usul-u Kâfi sh 410 H.754.)

Görüldüğü gibi, İmamların zekat verdiğini tahdis etmekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye
düşmüşlerdir. Maide 55 ayetine olan anlayışları da da çok ilginçtir, şöyle ki, Kur’an’dan
mealen:

- Sizin dostunuz ancak Allah Teâlâ'dır. Ve onun Peygamberidir ve imân etmiş


olanlardır. O imân edenler ki, namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirler ve onlar
rükû’a varanlardır. 5/55

Ayette bütün müminler belirtilmişken, İmamlara tahsis etmeleri doğru bir anlayış olmadığı
gibi, ayette Rüku halinde zekat vermekten bahsedilmemektedir, Müminlerin zekat verici
ve Rüku edici olmalarından bahsedilmektedir. Rüku halinde zekat vermek namazı bozar,
Namazda emredilen duruş şekli “Kanitin” yani ihtiram duruşudur, zekat veya başka bir
şeyle meşgul olmak İhtiram duruşunu bozacağından, dolayısıyla namaz bozulmuş olur.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE MEHDİNİN KAYBOLUŞ NEDENİ KORKMASIDIR

“... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle
dediğini duydum: <<Mehdi, kâim olmadan kaybolacaktır. Çünkü korkacaktır. >> İmam
karnını eliyle göstererek, o’nun öldürülmekten korkacağını gösterdi.” (Usul-u Kâfi sh 500
H.901.)

“... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle
dediğini duydum: <<Kâim (aleyhisselâm) ortaya çıkmadan önce, ortadan kaybolacaktır.>>
“Niçin?” dedim. Buyurdu ki: <<Korkacaktır -eliyle karnını göstererek- öldürülmekten
korkacaktır.>> (Usul-u Kâfi sh 497 H.892.)

Müminler, Allah yolunda katledilmekten korkmazlar, ayrıca, Allah adına İslam Dinini
tebliğ edenlerin korkması olacak şey değildir, böyle bir olay onların tebliğ yapabilecek
karakterde olmamaları manasına gelir ki, Allah’ın emrine karşı gelerek, görevlerini
446
yapmamayla aynı şeydir. Kur’an’dan mealen:

- Onlar ki, halk kendilerine: "(Düşman) İnsanlar size karşı ordu toplamışlar,
onlardan korkun!" deyince, (bu söz,) onların imanını artırdı. Ve: "Allah bize yeter,
O, ne güzel vekildir." dediler. 3/173

- Bundan dolayı Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir
kötülük dokunmadı. Ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir. 3/174

- Allah’ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir
güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası böyle idi. Allah'ın
emri, olup bitmiş bir şeydir. 33/38

- (O peygamberler), Allah'ın mesajlarını duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan


başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter. 33/39

- Onlara Nûh'un haberini de oku! Hani, toplumuna şöyle demişti: "Eğer benim
konumum ve Allah'ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa artık ben, Allah'a
dayandım. Siz de ortaklarınızla bir araya gelip işinize bakın. Yapacağınız şey size bir
kaygı da vermesin, hükmünüzü bana uygulayın. Ve bana fırsat da vermeyin." 10/71

- "Yüz çevirdiyseniz çevirin. Ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim,
Allah'tan gelecektir. Bana, Müslümanlardan/Allah'a teslim olanlardan olmam
emredildi." 10/72

Görüldüğü gibi, Mehdi için İddia etmiş oldukları kayboluş gerekçesinin İslam dininde yeri
yoktur.

İMAMİYYE ŞİASININ KADER ANLAYIŞI

“... Muhammed b. Yahya kendisine anlatan birinden, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık
aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<Ne cebir ne de tam serbestlik. Doğrusu, bu
ikisinin arasındaki bir çizgidir.>> Dedim ki: “Bu ikisinin arasındaki çizgi nedir?”
<<Bunun örneği şöyledir: Bir adamın günah işlediğini görsen, onu bu günahtan
alıkoymaya çalışsan; ama o seni nehyetmene aldırmayıp bu günaha son vermezse ve sen
de onu bıraksan, o bu günahı işlemeye devem etse, senin uyarını dinlemediği için onu terk
etsen, bu senin ona günah işlemeyi emrettiğin anlamına gelmez>>“ (Usul-u Kâfi sh 214
H.405.)

Kader açısından Cebir (Mecburiyet) ve İhtiyar (Serbestlik) konusu Asırlardan beri


İnsanların zihnini meşgul eden ve onları cevap aramaya sevk eden bir konudur, bu konuya
yalnız İslam adı altındaki mezheplerde değil, İslam dışındaki çeşitli inançlarda da
rastlamak mümkündür. Konu doğrudan doğruya olayların nasıl meydana geldiğiyle
ilgilidir, olayı izah etmeye çalışan birçok kimseler bir çıkmazla karşı karşıya kaldıklarını
görmüşlerdir, zira olayların nasıl oluştuğu konusunda bir taraftan tuttuklarında diğer
taraftan açık verdiklerini görerek şaşırıp kalmışlardır, insan zihninin karşılaştığı en
kompleks problemlerden biri budur dense yeridir, İmamiyye şiası da çeşitli rivayetlerle bu
olayı izah etmeye çalışmıştır. Yukarıdaki rivayetlerine baktığımızda, yaptıkları izahatın
447
Cebir ve İhtiyar konusunu izah etmekten uzak olduğunu görürüz, zira bu konuda
sorulan soru uyarı ve tesiri değildir, yapılan ve yapandır. Örneğin, İslam dinine göre
düşünceler dahil her şey Allah tarafından yaratılmaktadır, hal böyle olunca bir kimsenin
iyi veya kötü olması olayında olayı kime aittir. Bu konuda, ilginizi çekeceğini
düşündüğüm Kur’an’a dayalı olarak yapmış olduğum çalışmam şu şekildedir:

KADER AÇISINDAN CEBİR VE İHTİYAR MESELESİ

Bilindiği gibi bu konu Kaza - Kader veya Cebir ve İhtiyar adıyla çok eski devirlerden beri
süre gelmektedir. Bu olayın tartışılması veya gündeme getirilmesi, İslam dini adına
oluşturulmuş bir olay da değildir. Bu olayın tartışılması ve gündeme getirilmesi konusuna
bütün dinlerde ve bütün felsefi ekollere hatta tek tek şahısların gündeminde rastlamakta
mümkündür, birçok insan zihninde bunun sürüp gitmesinin temel nedeni, bir olgu
içerisinde iki zıt olgu içermesi, bu olgulardan birine evet dendiğinde kaybolmaması
gereken diğer olgunun kaybolması veya izahsızlığa düşülmesi halidir. Şöyle ki :

“Şüphesiz ki cebir ve ihtiyar ve bunları bağdaştırmak meselesi üzerinde araştırma yapmak,


insan aklına âriz olan en kompleks problemlerden biridir. Çünkü merhum el-Akkad’ın da
dediği gibi, << Bu mesele bütün dinlerde ve bütün felsefi ekollerde en karmaşık
denklemdir...” (Prof. Dr. İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları
Sayfa 297 Çeviren Dr. M. Saim Yeprem. Marifet Yayınları İstanbu1983 Baskısı.)
Meselenin neden hallolmadığı konusunda Gazzâli Şöyle demektedir :
“Gazzâli şöyle cevap verir : Allah Teâlâ’nın kudretinin taalluk ettiği fakat ilminde onu
yapmayacağını bildiği şeyler hakkında bizde o şeyi yapmayacağının bilgisini yaratır. Bu
mümkündür. Muhal olanlar ise şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık
ile yokluğu aynı anda beraber düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki
mekanda olması gibi şeylerdir.” (Prof. Dr. İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler
ve Akaid Esasları Sayfa 293 Çeviren Dr. M. Saim Yeprem. Marifet Yayınları İstanbu1983
Baskısı.)
Birçok insanın zihninde olayın kilitlenerek çözümsüzlüğe gidilmesinin nedeni, Gazâli’nin
örneklendirerek Muhaller yani imkansızlar kapsamına da ortaya koyduğu olaylarla ilgili
mantığın hareket noktasıdır. Basitçe şöyle diyor, bir şey ya vardır ya yoktur, kapı ya
kapalıdır yada açıktır, bunun haricinde insan mantığının kabul edeceği ve görebileceği bir
şey mümkün değildir yani imkansızdır. Bu mantığın tahlili konu açısından çok önemlidir,
imkansız dediklerini şu şekilde şıklara alabiliriz:

1- Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, (bir şeyin varlığıyla yokluğunu aynı anda
kanıtlamak. )
2 - Varlık ile yokluğu aynı anda beraber düşünmek.
3- Bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi şeylerdir.

Bu mantık tarzı Kuran’da ki ayetlerle yakından ilgilidir ve tek taraflı olup, Birçok Kuran
ayetini anlamaktan uzak olduğu gibi, tek taraflı olduğundan tabiattaki olayların birçoğunu
da izahtan yoksundur. Şöyle ki, Kuran’dan mealen :

- Allah her şeyin yaratıcısıdır ve O her şey üzerine vekildir. 39/62

- İşte Rab'biniz Allah Teâlâ'dır. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyi yaratan O'dur.
448
Artık ona ibâdet ediniz. Ve o her şey üzerine vekildir. 6/102

- İşte O'dur, Rab'biniz olan Allah ki, her şeyin yaratıcısıdır, O'ndan başka ilâh
yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz?. 40/62

Görüldüğü gibi, Kuran öğretisine göre kainatta her ne varsa, her ne yaratılmışsa ve
yaratılacaksa Allah tarafından yaratılmıştır ve yaratılmaktadır. Bu yaratma olayı her şeyi
kapsayan bir olay olarak, düşünceler, hayaller ve istekler gibi maddi olmayan şeyleri de
kapsar. Kainatta yaratılan hiçbir şey Allah’tan bağımsız olarak, Allah’ın yaratması dışına
çıkamaz, çıkması halinde meydana gelen o şey de ilâh olmuş olur, zira bu durumda,
Allah’tan izinsiz olarak kainatta bir olay meydana gelmiş olacaktır, bu mümkün değildir,
Allah tek İlâh’tır ve İlâh’lığına kimseyi ortak etmez. Ancak kendi izniyle başkalarına
yaratma konusunda izin verir, Her şeyi kendi yaratır, bu yaratmaya noksanlık
getirmeyecek şekilde başkalarına da yaratma konusunda izin verir, Böylece bir olay
içerisinde iki olay meydana gelmiş olur, bunun olabilirliğini kısmet olursa çalışmanın
sonunda somut örneklerle belirteceğim, yaratma da izinli yetkilendirme olduğu
konusunda, Kuran’dan mealen :

- Ve İsrail oğullarına peygamber gönderecektir. Ben size muhakkak bir mucize ile
Rabbiniz tarafından geldim. Ben sizin için çamurdan kuş şekli gibi bir şey yaratırım
(ahlûku) ederim, sonra ona üfürürüm, O da Allah Teâlâ'nın izniyle hemen kuş
oluverir. Ve ben Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve alacalık hastalığına tutulanı
iyi ederim, ve ölüyü diriltirîm, ve size evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi
de haber veririm. Şüphe yok ki, bunda sizin için bir alâmet vardır. Eğer siz
müminler iseniz. 3/49

- O zamânı hatırla ki Allah Teâlâ buyurdu: Ey Meryem'in oğlu İsa!. Senin üzerine ve
annenin üzerine olan nîmetimi zikret, o zamanı ki, seni ruhulkuds ile teyit etmiştim,
sen beşikte iken de yetişkin iken de insanlara söz söylüyordun. O zamanı ki, sana
kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim ve o zamânı ki, benim iznimle
çamurdan kuş şekli gibi bir şey yaratıyordun (tahlûku) da içine üfürüyordun, benim
iznimle bir kuş oluveriyordu. Anadan doğma körü, vücudunda beyaz beyaz lekeler
bulunan kimseyi de benim iznimle iyi ediyor idin. Ve o zamânı ki, ölüleri benim
iznimle -hayat sahasına- çıkarıyordun. Ve o zamânı ki, İsrail oğullarını senden
defetmiştim, onlara açık mucizeler ile geldiğin vakit de ki, onlardan kâfir olanlar:
"bu apaçık bir büyüden başka değildir" demiş idi. 5/110

Yaratma konusunda bu özel bir durumda değildir.


Müşriklerin peygamberimiz için, Kûran’ı kendisi bir uydurma olarak yarattı demeleri.
şöyle ki, Kuran’dan mealen :

- Biz bunu son dinde de işitmedik. (kendi uydurduğu) yaratmadan (ihtilâkun) başka
bir şey değil. 38/7

Müşriklerin yalan yaratmaları konusunda, şöyle ki, Kuran’dan mealen :

- Siz ancak Allah'tan başka putlara ibadet ediyorsunuz ve yalan yaratıyorsunuz


(tâhlûkune). Allah'tan başka kendilerine tapındığınız şeyler, şüphe yok ki, sizin için
449
bir rızka sahip olamazlar. Artık rızkı Allah'ın katında arayınız ve ona ibadet
ediniz ve ona şükür eyleyiniz, siz -ancak- ona döndürüleceksinizdir. 29/17

Böylece yaratma konusunda yetkilendirmede iki örnek görmüş olduk, İsa peygamberin
yaptığı iyilik amaçlı olarak hakka çağırmak için amel olarak da gerçekleştirdiği bir
olaydır, Putperestlerin yaptığı ise kötülük amaçlı olarak şirke çağırmak için amel olarak da
gerçekleştirdikleri bir olaydır.
Yaratma izni, hem iyiliklerin oluşumunda hem de kötülüklerin oluşumunda kullanılabilen
bir yetkinlik olduğundan, her sınav geçirenin bu izinli yetkinliğe sahip olması gerekir, bu
bazda yaratma konusu geniş kapsamlıdır ve izinli yaratıcılar çoktur. Kuran’dan mealen :

- Sonra o nutfeyi bir donmuş kan yarattık, ardından o donmuş kanı da bir bir parça et
kıldık, sonra o et parçasını da kemikler kıldık, kemiklere de bir et giydirdik. Sonra da onu
başka bir yaratılışla inşa etmiş olduk. Yaratıcıların en güzeli (ehsenûlhâlikin ) olan Allah
Teâlâ, pek mübarektir. 23/14

- Ve şüphe yok ki, İlyâs da gönderilmiş -Peygamber- lerdendir. 37/123

-- O vakit, kavmine demişti ki: siz korkmaz mısınız?. 37/124

- Ba'l-e mi tapınırsınız?. Ve yaratıcıların en güzeline (ahsenelhâlikin) -ibadeti-terk mi


edersiniz?. 37/125

İnsan, Allah tarafından sınanmak üzere bu dünya ya gönderilmiştir, bu sınavını serbestçe


verebilmesi için de bir takım yeteneklerle donatılmıştır, kendisine verilmiş olan (izinli)
yaratma yeteneğine dayalı olarak amellerini üretir, isterse iyiliğe yönelir, isterse de
kötülüğe yönelir. Fakat önemli olduğundan bir daha belirteyim ki, insanın yaptığı yaratma
işi, Allah’ın yaratması dışına çıkan bağımsız bir yaratma değildir. Başka bir ifadeyle, bu
yaratma insanın gücünden kaynaklanmaz, Allah’ın yaratmasına bağlı bir yaratma olayıdır.
İnsana sınavı için gerekli olan bir hareket sahasıdır, Bundan da herkesin kendi yarattığı
amellerin sahibi olduğu açıktır. Bu manada olmak üzere kötülük işleyenler için “ 29
Ankebut 17” de “yalan yaratıyorsunuz (tâhlûkune).” tanımlaması yapılmıştır. Böylece
herkes kendi elleriyle işlediğinin sahibidir, Allah hiç kimseye zorla günahı ve küfrü işletip
cezalandırmaz, O yücedir, kullara zulmedici değildir. Merhametlidir, kendi yolunda çaba
gösterip, rızasını arayanlara rahmet eder.
Kuran’dan mealen :

- Denilir ki- bu - azab- senin iki elinin evvelce yaptığından dolayıdır. Ve şüphe yok ki,
Allah kulları için hiçbir zulmeden değildir. 22/10

- Bu, sizin ellerinizin takdim ettiği şey sebebiyledir. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ
kullarına zulmedici değildir. 3/182

- Ve görecek olsan, o zaman ki, melekler, kafir olanların canlarını alırlar, yüzlerine
ve arkalarına vururlar ve yangının azabını tadın -derler-. 8/50

- Bu işte ellerinizin takdim ettiği şey yüzündendir. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ
kulları için zulmeder değildir. 8/51
450

- Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize
Allah emretti." dediler. "Allah kötülüğü emretmez, de, Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyler mi söylüyorsunuz?" 7/28

Böylece insanın imtihanında kendisine verilmiş imkanlarla serbestçe yani hür bir şekilde
seçenek yapabilme gücünde olduğunu kolayca görmek mümkündür.

Kuran’dan mealen :

- Her nefis kendi kazancına bağlı bir rehindir. 74/38

- Muhakkak size Rab'biniz tarafından basîretler gelmiştir. Artık kim görürse kendi
lehinedir, kim de görmezse kendi aleyhinedir. Ve ben sizin üzerinize bir bekçi
değilim. 6/104

- Ve de ki: Hak Rabbinizdendir. Artık kim dilerse imân etsin ve kim dilerse inkâr
etsin. Şüphe yok ki, biz zalimler için bir ateş hazırlamışızdır. Onun perdeleri
kendilerini kuşatmıştır. Ve eğer yardım dileğinde bulunacak olurlarsa katran gibi
bir su ile imdat olunurlar ki, yüzleri kavurur. O ne fena içki, ne fena bir dayanma
yeri ! 18/29

Olayın konumunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, şunu da belirteyim ki, olaylar dünya
hayatında güncelleşmeye başladığında yani şahıslar iyi veya kötü ameller işlediklerinde,
değerlendirme bazında, Allah’ın çeşitli müdahaleleri olmaktadır. Razı olduğu şekilde
davrananlara rahmet etmekte, Razı olmadığı şekilde davrananlara da gazap dahil, çeşitli
cezalar vermektedir. Allah’ın dünya hayatında sınav geçirenler hakkında yaptığı
değerlendirmeleri Cebir ve ihtiyar olayının bir parçası olarak görenler, yanılmaktadırlar,
insanların neye yöneldikleriyle ilgilidirler. örneğin kendisine karşı olanların kalplerini
kulaklarını mühürler, gözleri üzerine perde çeker ve onları saptırır, kendisine taraf
olanların da kalbini açar ve onları doğru yola iletir. Böylece iyilere merhamet ettiği,
saptırdıklarının da ancak zalimler olduğunu, Kuran ayetlerinden öğrenebiliriz.

Kuran’dan mealen :

- Allah Teâlâ kime hidâyet ederse işte hidâyete eren o'dur. kimleri de sapıklığa
düşürürse işte felâkete uğrayanlar da onlardır. 7/178

- İşte bu kitap ki, bunda bir kuşku yoktur, muttakiler için bir hidâyettir. 2/2

- O muttakiler ki, gayba inanırlar, namazı da doğruca kılarlar, ve kendilerine rızık


olarak verdiğimiz şeylerden de infakta bulunurlar. 2/3

- Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş olan kitaplara


da îman ederler ve onlar âhiret'e de kesin olarak inanırlar. 2/4

- İşte onlar kerem sahibi Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Kurtuluşa
erenler de ancak onlardır. 2/5
451

- Muhakkak o kimseler ki kâfir olmuşlardır, onları korkutsan da, korkutmasan da


onlar için müsavîdir, onlar îmana gelmezler. 2/6

- Allah Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, onların gözleri


üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap da vardır. 2/7

- O kimse ki, Allah onun göğsünü İslâmiyet için genişletmiş te o Rab’binden bir nur
üzere bulunmaktadır. -O, hiç kalpleri kararmış kimseler gibi midir?.- Artık Allah'ın
zikrinden kalpleri kaskatı kesilmiş olanların vay hallerine!. İşte onlar apaçık bir
sapıklık içindedirler. 39/22

- İmdi Allah Teâlâ her kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm için
genişletir. Ve her kimi dalâlete düşürmek dilerse onun göğsünü daraltır, sıkışmış bir
hâle getirir, sanki zorla göğe yükselecek imiş gibi -bulunur-. İşte Allah Teâlâ imân
etmeyenlerin üzerine böylece pisliği verir. 6/125

Yukarıdaki ayet meallerinde, Allah’ın kimlere neye göre ve nasıl taktirde bulunduğu
açıktır, Allah hiç kimseye zulmetmez, layık olana merhamet eder, zalimleri ise
cezalandırır. İnsan Sûresinin 76/29-30-31 ayetleri bu hususları toplu olarak belirtmektedir,
Kuran’dan mealen :

- Şüphe yok ki: İşte bu, bir öğüttür. Artık kim dilerse Rab'bine bir yol tutar. 76/29

Görüldüğü gibi, insanda bir seçme hürriyeti olduğu açıktır, bu durum karşısında birileri
çıkıp ta, ben Allah’tan bağımsız olarak davranışta bulunabilirim der ise, kainatta, Allah’ın
gücü dışına çıkan bir olayın mevcudiyetini iddia etmiş olur, haliyle Allah’ın gücü dışına
çıkan her olay ilâh olmuş olur, bu ise İslam dini açısından mümkün değildir, Allah, Kuran
öğretisinde belirtildiği gibi tek İlâh’tır. Hiç kimse O’ndan izinsiz herhangi bir şeyi ortaya
koyamaz, imtihan için izinli yaratma vermesi, muhakkak, kendi yaratması içeriğinde ve
kendi yaratması tarafından kuşatılmış bir olaydır.

Bu konu da, Kuran’dan mealen :

- Ve siz dileyemezsiniz, meğer ki: Allah dileyecek olsun. Şüphe yok ki, hakkıyla bilen,
hakîm olan, ancak Allah'tır. 76/30

Sınav geçirenlerin dünya hayatlarında, değerlendirmeler yapması, Kuran’dan mealen :

- Dilediğini rahmetine sokar, zâlimlere -gelince, onlar için elem verici bir azab
hazırlamıştır. 76/31

Allah, dilediğini rahmetine sokar, rahmetinden kovdukları ise ancak zalimlerdir. Demek
oluyor ki takdirde bir değerlendirme söz konusudur, kişi zalim değilse, Allah’ın rahmetini
umabilir. Konuları açarsam çalışma makaleden çıkıp kitap haline dönüşmeye başlar,
örneğin zalimlerin gerçekleri örtenlerin yani kafir kimseler oldukları bunlarında Allah’ın
rahmetinden umut kesmiş kimseler oldukları şeklinde Kur’an’a dayalı olarak geliştirme
yapılabilir. Bu tür açılımları okuyucuya bırakıyorum. Kuran’da da belirtilen bütün
452
ifadelerin tafsilatları yine Kuran’da vardır, Kuran Mubin ve tafsilatlı bir kitaptır,
Öğretim yöntemi de kendi içerisindedir, her bilgi bir metotla öğrenenlere aktarılır,
Örneğin, tümden gelim, tüme varım, misillendirme, muhkem Müteşabih veriler gibi.
Kuran’da evrensel olduğundan bütün insanlara hitap eder, bu insanların içerisinde hiçbir
eğitim almamış ümmi kimseler olduğu gibi, bir çok konuda ileri düzeyde eğitim almış
kimselerde vardır, Bundan dolayı, Allah Kuran’ı yine Kuran’ın içeriğinde bulunan tekrarlı
olarak vurgulanan Yedi Öğretim Metoduyla birlikte indirmiştir. Kuran ifadesiyle bu
metotlar “Seba Minelmesani” metotlar içerisinden seçilmiş tekrarlı yedi öğretim metodu.
Kuran dan mealen :

- And olsun ki, sana tekrarlanan yediyi - Öğretim Metodunu - ve büyük Kurân'ı
verdik. 15/87

Konumuza dönecek olursak , bir çok insanın Kader konusunda araştırmalar yapmasına
rağmen, kilitlenip kalmaları ve bir neticeye varamamalarının temel nedeni, her şeyin
yaratıcısı Allah olmasına rağmen, bu külli yaratmanın dışına çıkmadan nasıl olur da
insanlar kendi amellerinde hür bir seçenek sahibi olabilirler, başka bir ifadeyle kendi
amellerini izinli bir yaratma olsa dahi, kendi amellerini yaratıp sahiplene bilmektedirler.
Zira bu olayda aynı anda iki olay mevcuttur ve yürüttükler mantık kapsamında bu onlara
mümkün görünmemektedir, bu olayın onlara göre mümkün olması için, aynı anda ve bir
cihetten iki farklı olayın meydana gelmesine ihtiyaç vardır, başka bir ifadeyle aynı anda
bir bardağın tamamıyla dolu ve boş olması olması veya aynı anda bir kapının tam kapalı
ve tam açık olmasını gerektiren bir olay meydana gelmeli veya gözlemlenmeli ki kader
olayının oluşmasına örnek olabilsin derler,. Başta yazdığım gibi bu konunun
imkansızlığına örnek olarak Gazzâli şöyle diyordu : “Gazzâli şöyle cevap verir : Allah
Teâlâ’nın kudretinin taalluk ettiği fakat ilminde onu yapmayacağını bildiği şeyler
hakkında bizde o şeyi yapmayacağının bilgisini yaratır. Bu mümkündür. Muhal olanlar ise
şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık ile yokluğu aynı anda beraber
düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi şeylerdir.” (Prof.
Dr. İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları Sayfa 293 Çeviren
Dr. M. Saim Yeprem. Marifet Yayınları İstanbu1983 Baskısı.)
İfadeyi şıklara ayırırsak:

a) “Gazzâli şöyle cevap verir : Allah Teâlâ’nın kudretinin taalluk ettiği fakat ilminde onu
yapmayacağını bildiği şeyler hakkında bizde o şeyi yapmayacağının bilgisini yaratır. Bu
mülkümdür.”
Bununla şunu demek istiyor, Allah, yaratmaya razı olmadığı bir şeyin bilgisini bizde
yaratır, bide istemeyi veririz, böylece o şey yaratılmamış olur, dolayısıyla yaratmaya razı
olduğu şeyin bilgisini bizde yaratır, bizde isteriz, Allah’ta o şeyi yaratır. Bunu anlarım bu
mümkündür demektedir. Mümkün görmediği yani imkansız başka bir ifadeyle muhal
gördüğü ise:

b) “Muhal olanlar ise şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık ile yokluğu
aynı anda beraber düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi
şeylerdir.”
Bu şekildeki bir anlayışta çok temel iki yanılgı mevcuttur, Şöyle ki :
1) Allah’ın her şeye kadir olduğunu; olmasını istediği her şeyi ve her olayı
yaratabileceğini bileceğini dikkate almamaktadır, Allah, değil bir olay içinde iki olay, bir
453
olay içerisinde sınırsız olay yaratabilir, zira Kuran öğretisine göre, Allah her istediğini
yaratabilir, bir şeyin olmasını istedi mi ona “Ol” demesi yeterlidir, o şey hemen oluverir,
Kuran’dan mealen:

- Bizim bir şeye sözümüz, onu dilediğimiz zaman ona ol dememizden ibarettir ki, o
da hemen oluverir. 16/40

- Gökleri ve yeri yaratmış olan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?.
Elbette kadirdir. Ve o hakkıyla bilen yaratandır. 36/81

- O'nun emri, bir şeyi istediği zaman ancak O'na "ol" demesidir ki, o da hemen
oluverir. 36/82

2 ) Gazâli’nin imkansız dediği olayların birçok benzerinin çevremizde somut olarak


mevcut olmasına rağmen, Gazâl bunları görmemektedir. Bu örnekleri görmüş olsaydı,
imkansız dediği şeylerin hiçte imkansız olmadığını görmüş olacaktı. Şöyle ki:
Bilindiği gibi içinde yaşadığımız evren madde açısından, “Makro Evren” ve “Mikro
Evren” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Allah, ayetlerini hem de afakta hem
nefislerimizde yani evrende göstereceğini vaat etmektedir, şöyle ki,
Kuran’dan mealen :

- Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki o


(Kur’an)’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması,
(her şeyi görmesi sana) yetmez mi? 41/53

Şimdi bu konuyla ilgili olarak afaka bakalı bakalım, gerçekten imkansız diye nitelendirilen
olaylar imkansız mıdır yoksa imkansız değil de bazı oluşumlarda mümkün müdür :

MAKRO KOZMOSTA SÜPER POZİSYON OLAYLARI VEYA ÖRTÜŞEN


OLAYLAR :

Güncel hayatta kullanılan mantık bir olay içinde tek bir olayın meydana gelme Güncel
hayatta kullanılan mantık bir olay içinde tek bir olayın meydana gelme özelliğidir,
örneğin, basit olması açısından bizim için herhangi bir kapı ya açıktır yada kapalıdır, iki
kere iki her zaman için dörttür, bunlar bir olay içerisinde tek bir olayı belirleyen kesin
gerçekler olmasına ve kullar tarafından değiştirilemez gerçekler olmasına rağmen, varlıkta
öyle olaylar var ki, bir olay içerisinde aynı anda iki ve daha fazla aykırı olayı taşırlar, her
bir olay diğerlerinden farklı olmasına rağmen her gözlemlediğimizde doğru netice
vermekle beraber diğerlerini yok etmez, yalnız başına gözlemlenmeyi sever deney anında
olayın tamamını sahiplenerek kendisine dayalı hareket noktası oluşturur. Kapının açık
yada kapalı olma olayı birinci mantık için kolay anlaşılır bir örnektir. İkinci mantık için
kolay anlaşılır olarak ta şu örnekleri verebiliriz, şöyle ki:
1- Işıkla gölgeyi bir birinden ayıran sınır çizgisine bak, çizgi gölgeye mi ait, ışığa mı ait,
aslında öyle bir çizgi var mı yok mu? Bir birlerinden farklı olan bu hususlar aynı anda
birbirlerini yok etmeden gerçeği ifadelendirirler, çizgi ışığa aittir dersek doğrudur, gölgeye
aittir dersek doğrudur, çizgi olarak vardır dersek doğrudur, yoktur dersek o da doğrudur.
Bu tür versiyonlar yalnız ışıkla gölgeye ait değildir, iki maddesel varlık, örneğin iki kağıdı
üst üste koy oluşan sınır çizgisi aynı hususları içerir.
454
2- Dairesel bir koşu pisti etrafında eşit mesafede, aynı yönde ve eşit hızda koşan
iki koşucu düşün, bunların her biri aynı anda diğerinden, hem kaçmakta hem de aynı
zamanda kovalamakta, kaçmadığı gibi kovalamamaktadır da. İzahta hangi hareket
noktasını alırsan al diğerlerini yok etmeden doğruyu ifade etmiş olursun.
3- Hareket halindeki bir vasıtada seyahat ettiğini düşün, vasıta hareket halindeyken
vasıtanın hızına eşit bir hızla arka kapıya doğru yürüdüğünde, aynı anda hem geldiğin
istikamete geriye doğru, aynı zamanda gittiğin istikamete ileriye doğru, aynı zaman da ne
ileriye doğru ne de geriye doğru gitmektesin.
4- Zamanı düşün, bilindiği gibi zaman anlardan müteşekkildir, peki an nedir? “An”
zamanın daha aza indirgenemeyen en küçük birimidir. Bu en küçük birimi somut olarak
basitçe şu şekilde gözlemleyebiliriz. Elimize aldığımız bir kalemi ortalayalım, bir ucunu
hareket ettirdiğimizde buna bağlı olarak aynı şekilde öbür uçta hareketlenir, bu kalemin
boyutu ne olursa olsun, örneğin milyonlarca ışık yılı boyutunda olsa dahi durum aynıdır,
hareket ettirilen uçtaki hareket boyuttan etkilenmeden öbür uca iletilir, işte “an” hareketin
bir uçtan öbür uca iletilme zamanıdır, burada da iki durumla karşılaşıyoruz, a- hareket
iletilmiştir o zaman arada bir süreç geçmiştir, b- iki hareket birlikte meydana gelmiştir o
zaman arada zaman süreci yoktur. Böylece ikisi de doğru olan, diğer bir ifadeyle bir olay
içerisinde iki olayla karşılaşmış oluruz. İşte “an“, hareketin, sırığın bir ucundan diğer
ucuna iletilme zamanıdır. Bu var olmasına rağmen elde mevcut aletlerle ölçülemez, ancak
zihnimiz boyutsuz olarak onu algılar.
5- Bir maddeyi kesmek suretiyle iki eşit parçaya ayırdığımızda her iki parça bir birine eşit
olarak bağımsız şekilde ayrılır. Bu olayı ölçüp tespit edebiliriz, fakat yarılanmaları
otomatik olarak süreklilik arz eden olaylarda bu o kadar kolay değildir, örneğin:
Radyoaktif bir element düşünelim, yarılandığında tam yarıya geldiğinde yarılanmayı ifade
eden ayırım hattı hangi yarıya aittir. Birincisine mi ait, ikincisine mi ait, bütüne mi ait,
yoksa öyle bir ayırım hattı yok mudur.
Bu gibi olaylara günlük hayatımızda çeşitli şekilde rastlamamız mümkündür, bunlara
süper pozisyon olayları veya örtüşen olaylar diyebiliriz, izahta kendilerine ait bir mantık
kapsamına girerler. Hele bu tür olaylar, mikro kozmosa ait “Kuantum” olaylarında çok
çeşitlidirler, şöyle ki :

MİKRO KOZMOSTA SÜPER POZİSYON OLAYLARI VEYA ÖRTÜŞEN


OLAYLAR :

Yüzyıldan fazla bir süreden beri, kuantum kuramı diye bir kuram insanların zihnini
meşgul etmektedir. Atom altı olaylarla ilgilenen bu kuramda, birçok ilginç durumlardan
örnekler verilmektedir. Örneğin, kuantum Fiziğinin temel ilkesi, üst üste gelme (süper
pozisyon) ilkesidir, şöyle ki :
“KUANTUM FİZİĞİNİN anlaşılması en zor yönü üst üste gelme (süper pozisyon)
ilkesidir. Genel anlamda bu ilke bize, bir sistemin içinde bulunabileceği durumları
aritmetik işlem yapıyormuşçasına toplayıp, çıkarabileceğimizi; sonuçta sistemin yeni
durumlarını elde edebileceğimizi söyler. Örneğin, sizden noktasal bir parçacığı
hayalinizde canlandırmanız istenirse, siz bu parçacığın belli bir noktasında bulunduğunu,
eğer hareket ediyorsa zamanla bu konumunu değiştirdiğini düşünürsünüz. Ne yazık ki,
kuantum fiziğinde parçacıklar böyle bir durumda hiçbir zaman bulunmazlar. Elektronlar
gibi temel parçacıklar, genellikle, uzayın değişik noktalarında bulundukları durumların üst
üste gelmesiyle oluşan, bizim hayalimizde canlandırmakta zorlandığımız bir durumda
bulunurlar. Bir başka deyişle, söylenmesi kolay olsun diye bunu “bir parçacık uzayın
455
değişik noktalarında aynı anda bulunabilir” şeklinde ifade ediyoruz.
Kuantum fiziği hakkında hiçbir şey bilmeyenler yukarıdaki paragrafta muhakkak
kaybolmuşlardır. Kuantum dünyasının bu özelliğini anlamakta zorlanmamızın asıl nedeni,
yaşadığımız, tanıdık olduğumuz dünyada üst üste gelmiş durumlara hiçbir zaman tanık
olmamamız. Bugüne kadar hiç kimse bir nesnenin iki ayrı yerde aynı anda bulunduğunu
görmemiştir. Ya da siz bir dergiyi okurken, derginin bütün sayfalarının aynı anda açık
olduğunu ve bütün sayfaları aynı anda okuyabileceğimize şahit olmamışızdır. Daha önce
hiç görmediğimiz bir nesneyi, daha iyi bildiğimiz nesne ve kavramlarla açıklamaya
çalıştığımız için kuantum dünyasını anlamak için elimizden gelen iyi bir şey yok.”
(TÜBİTAK, Bilim ve Teknik Dergisi, sayı 393 sayfa 28, Ağustos 2000.)
Kuantum olaylarında üst üste gelmiş olayların ilginçliği ortada olmakla beraber, bu tür
olayların yalnız nesne bazında dikkate alınarak, yaşadığımız tanıdık olduğumuz dünyada
(Makro Kozmosta) tanık olunamayacağının söylenmesi yanlıştır. Zira konu üst üste gelen
olayların varlığıysa, bu olayları yalnızca nesnel olaylara hasretmemiz zorunlu değildir,
aynı tip olayları, Makro kozmosla ilgili olarak beş örnekte gösterdim, bunları
çoğaltabilirdim fakat konunun uzamaması için çoğaltmadım. Kaldı ki, nesne konumunda
da, daha üst boyutlarda (Makro Kozmosta ) üst üste gelme durumlarıyla gözlem
yapılabileceği çok geçmeden anlaşılmıştır. Şöyle ki : “Kuantum dünyasının kavranması
zaten kolay olmayan gariplikleri, büyük ölçekli dünyamızla arasındaki sınırın yıkılmaya
başlamasıyla birlikte 2000 yılında yeni boyutlar kazandı. Cisimlerin aynı anda iki farklı
yerde birden bulunabilme gibi mantığımıza aykırı gelen bazı özellikleri, şimdiye kadar
yalnızca mikroskobik dünyaya özgü sanılıyordu. Oysa geçtiğimiz yıl fizikçiler bu olguyu
çok daha büyük ölçeklerde gözleyerek, bir elektrik akımının süper iletken bir tel halka
üzerinde aynı anda ters yönlerde ilerleyebileceğini açıkladılar. Ayrıca Ocak ayında bir
başka fizikçi, yaygın inanışın tersine, kuantum bilgisayarların karmaşık problemleri
yıldırım hızıyla çözebilmek için “dolanlıklı” denen bir kuantum özelliğinden yaralanma
zorunda olmadıklarını gösterdi.” (TÜBİTAK, Bilim ve Teknik Dergisi, sayı 398 sayfa 6.)
Evet, bizi hayrete düşürse de, yaşadığımız evrende üst, üste gelen durumların varlığı bir
gerçektir. Bu tür olaylar bence, kuantumu dikkate almadan da, verdiğim örneklerde de
görüldüğü gibi, değişik olaylarda da görülebilir. Kuantum Teorisi veya başka bir ifadeyle,
kuantum kuramı, yapılmış çeşitli deneylerle varlığı kanıtlanmıştır, amacım bur da
kuantum mekaniğini anlatmak olmayıp, yaşadığımız evrende üst üste gelen süper pozisyon
olaylarının varlığına dikkat çekmektir, bundan dolayı bu deneylerden bahsetmeyeceğim,
fakat kuantum fiziğinin ne kadar ilginç olduğunu belirten, Niesl Bohr’un şu sözünü
nakletmeden geçemeyeceğim. “Bir insan kuantum fiziğini düşünürken hiç başının
dönmediğini söylüyorsa, bu, konuyu anlamadığını gösteriri.” diyerek, teorinin şaşırtıcı
yanlarına dikkat çekiyor.
Şimdi, yukarıda vermiş olduğum örnekler dikkate alındığında, olamaz dedikleri üç hususa
“Muhal olanlar ise şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık ile yokluğu
aynı anda beraber düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi
şeylerdir.” aykırı, üst üste gelen bir çok olayın varlığını görmemiz mümkündür, hatta
kuantum fiziğinde, deneyi yapan kimse, deneyin bir parçası sayılmıştır ki, gözlemci olaya
hangi açıdan bakarsa, olayı o noktada tespit eder ve görürü, aynı anda olayın öbür yanını
göremez, buna kısaca çökme (collopse) demektedirler. Bizim gözlem açımıza göre, iki
olaydan bir tanesi öne çıkmaktadır. Bir daire etrafında aynı yönde koşan iki koşucu
örneğinde, her hangi bir koşucuyu kovalıyor olarak görmek istersek, onu onu kovalıyor
olarak görürüz, kaçıyor olarak bakmak istersek kaçıyor olarak görürüz, bütün bunlar bir
anda bir şahısta oluşmaktadır, fakat bizim gözlem açımıza göre, iki olaydan bir tanesi öne
456
çıkmaktadır, veya matematikte X kare = 25 denkleminde kökler X= +5 ve X= - 5 tir,
iki ters kök aynı denklemi her birisi aynı anda doğrular, ikisini birlikte denklemi
doğrulamak için kullanamayız, fakat her seferinde bir tanesiyle denklemi doğrulaya biliriz.
Yukarıda, kuantum olayları dahil bütün örnekleri dikkate alarak, kader olaylarının
oluşmasına baktığımda, kader olaylarının meydana gelmesi tıpatıp aynıdır demeye cesaret
edememekle beraber, şu benzerliği dikkate almaktan kendimi alıkoyamıyorum, Şöyle ki :
Allah her şeyin yaratıcısı olmakla her şeyi yaratmaktadır, kulların faaliyetlerine
baktığımda ise, kulları yaptıkları faaliyetleri kendileri yapar görmekteyim ve bütün bunlar
bir anda gerçekleşmektedir, gözlem açıma göre her seferinde iki olaydan bir tanesini
görebilirim ve her iki olay aynı anda doğrudur. Bütün bunlara rağmen beni mazur gör,
yinede kader olaylarının meydana gelmesi aynı şeydir diyemeyeceğim, zira bana bunların
da üstünde bir oluşum olarak geliyor. Fakat şunu bil ki, her şeye gücü yeten Allah, her şeyi
yaratmasına rağmen, hiçbir zulüm yapmadan bizi şerbetçe davranacağımız şekilde, kendi
yaratması dışına çıkarmadan kendi amellerimizi kendimiz yaratacağımız şekilde imtihan
etmektedir. Bu, Allah için gerçekleştirilmesi kolay bir işlemdir, ve sakın ola ki, hiçbir
zaman, Allah’ı suçlama, Allah hiç kimseye zulmetmez, merhametlidir, zorla kimseyi
cehenneme koymaz, cennete girenler ise onun rahmetiyle girmişlerdir.
Sonuç olarak şunu hatırlatmamda fayda vardır, nasıl ki evrendeki bütün olaylar örtüşmeli
değilse, Örneğin her zaman için kapı ya açıktır ya kapalıdır, bardak ya boştur ya da
doludur, iki kere iki her zaman için dörttür v.s. gibi bunlar tek boyutlu olayladır. Kuran’ın
ayetleri de öyledir, Örneğin, Allah her zaman tek bir İlâh’tır, farzlar ve yasaklar da tek
boyutludur, bir şey hem helal hem haram olamaz, bir farz yerine başka bir şey ikame
edilemez, bir kimse aynı anda, hem Müslüman hem kafir olamaz, Allah’ın sünnetine tabi
olan şeylerde tek boyutludur v.s. gibi. Kader olayın da tefekkür yapanların bunlara dikkat
etmesi gerekir.

Görüldüğü gibi, İmamiyye Şiasının tahdis etmiş oldukları rivayetteki örnekli izahı konuyla
ilgili değildir. Konuyu İzah tarzım diğer izahlarımdan istisnai olarak biraz uzun olduysa da
konunun gerekliliği ve önemi açısından buna gerek vardı. Kısmet olursa, bu şekilde bir
konu daha yazıp yine eski yazış tarzıma döneceğim Şöyle ki:

İMAMİYYE ŞİASININ VAHİY GELMEDEN VAHİYDEN BAĞIMSIZ OLARAK


PEYGAMBERİN HÜKÜM KOYABİLECEĞİNİ İDDİA ETMESİ:

“... İshak b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir:
<<Allah, Tebareke ve Tealâ peygamberini terbiye etti. O’nu irade ettiği edep düzeyine
getirince, o’na şöyle dedi: “Sen pek büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem, 4) Dinini o’na
bırakmış ve şöyle buyurmuştur: “Resûl size neyi getirdiyse onu alın, size neyi
yasakladıysa ondan sakının.” (Nisa, 80) - (Meal (Haşr, 59/7 aittir, Nisa, 80’e ait dağidir. )
Allah, Azze ve Celle, miras paylaşımı ile ilgili hükümler koymuştur. Fakat dede için bir
pay belirtmemiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), dedeye mirastan altıda bir pay
ayırmıştır. Allah Celle zikrahu bütün bu tasarrufları o’nun için caiz görmüştür. İşte şu
âyette, buna işaret ediliyor: “İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, isterse elinde tut;
hesapsızdır.” (Sâd, 39) >> “ (Usul-u Kâfi sh 375 H.692.)

Haşr, 59/7 ayetinde geçen mealen: “Resûl size neyi getirdiyse onu alın, size neyi
yasakladıysa ondan sakının.” İfadesi, hem Şia tarafından hem de Ehli Sünnet tarafından
hadisleri kabul ettirebilmek için ısrarla delil getirilmeye çalışılmıştır, Öyle ki bu ifadeyi
457
delil olarak göstermek suretiyle, hadis adı altında tahdis edilecek bütün sözleri İslam
dininin ana kaynağı olarak kabul ettirmeye çalışırlar. Bu konuda daha önce Ehli Sünnete
Verdiğim cevap niteliğindeki çalışmamı Hem Şiaya, hem de Ehli Sünnete cevap olmak
üzere Kur’an’a dayalı olarak belirtecek olursam durumun hiçte iddia ettikleri gibi
olmadığını görmek mümkündür, şöyle ki:

İSLAM DİNİNİN ÖĞRENİLMESİNDE KAYNAĞIN NE OLMASI GEREKTİĞİ


SORUNU

Bugün İslam alemi adı altında Dünyada yaklaşık 1,5 milyarlık bir kitle bulunmaktadır,
kendilerini Müslüman veya Mümin olarak tanımlamalarına ve kutsal kitaplarının kuran
olduğunu ifade etmelerine rağmen inanç yönünden çok çeşitli görüşlere ve fırkalara
bölünmüşlerdir, bu bölünmüşlük fert bazında olabildiği gibi, mezhep bazında da
olabilmektedir, hatta bu bölünmüşlük aynı mezhep içerisinde de oluşa bilmekte, aynı
mezhebin bağlısı iki dini şahsiyet aynı konuda tartışa bilmekte ve hiç bir neticeye
varamamaktadırlar, hatta inanç bölünmüşlüğü bir şahsın öz nefsinde dahi
oluşabilmektedir, aynı şahsın sabahki dini ayrı, akşamki dini ayrı olabilmektedir zira sabah
kabul ettiğini akşam, akşam kabul ettiğini sabah değiştire bilmekte veya inkar
edebilmektedir. Bu durum günümüzde olduğu gibi bin yıldan fazla bir süreden beri
süregelen bir olgudur. Bu kargaşa ve bölünmüşlüğün nedenini, Kûran’ın İslam dininin Tek
Kaynağı ve Tek Rehberi olarak kabul edilmemesinden kaynaklandığını söylediğimizde, bu
söylemimizi kabul etmeyip karşı çıkan bir çok kimseler tarafından Kûran’a dayandırılma
şeklinde karşıt iddialar ileri sürülmekte ve dolayısıyla hatalı olduğumuz iddia
edilmektedir. Bununda ötesinde savlarına cevap vermemiz içinde sorgusal olarak çağrıda
bulunmaktadırlar. Bende bu noktadan hareketle karşıt iddialara cevap yazmanın bir
gereklilik olduğunu düşündüm. Soru bazında çeşitli şahısların iddialarından, benim
gördüklerim arasında bana göre en derli toplusu olan, ve Dr. Emin Şimşek tarafından
“Kur’an’ı Kerim “Sünnet-i Seniyye’ye uymayı emrediyor” başlığı altında ki çalışmayı ele
alarak, kısmet olursa cevaplandıracağım. Dr. Emin şimşek çalışması içeriğinde sorusunu
“Günümüzde Kütüb-i Sitte ile ümmetin en muteber Hadis Kitabı kabul ettiği hadisleri,
kendi akıl ve mantığına uymadıkları gerekçesi ile eleştirmeyi adet haline getirmiş, ilim
fakiri kardeşlerimize sormak isteriz” bağlamında yöneltmektedir. Vereceğim cevapları,
okuyucunun kolayca karşılaştırma yapa bilmesi için, suru metni içerisine belli olacak
şekilde “CEVAP :” İbaresini başlangıç olarak belirleyip kısmet olursa ifadelendireceğim,
Şöyle ki : “Kur'an-ı Kerim "Sünnet-i Seniyye'ye" uymayı emrediyor

Editör Dr. Emin Şimşek


İslam’ın Ana kaynağı olan Kur’an’ı Kerim, birçok Ayeti Kerimesinde Peygamberimizin
uygulamalarına vurgu yapıyor, ve İslam’ın bir bütün olarak yaşanabilmesi açısından,
Peygamberimizin (SAV) uygulamalarının olmazsa olmaz olduğunu beyan ediyor:

1-) “(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi
neden menediyorsa, ondan da kaçının”(Haşr,59/7)

Âyette geçen ve meçhul şey ifade eden “ me' ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlûv adına
Kur’ân olsun, isterse vahy-i gayr-i metlûv adına kudsî hadîs ve hadîs olsun, Resûl’ün
getirip tebliğ ettiği her şeyi, “ fe ” edatıyla da, bunlara behemehal ittiba ve itaatin vacip
olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı şekilde, ister Kur’an yoluyla, isterse içtihatları,
458
yorumları ve tefsirleriyle Allah Resûlü’nün nehyettiği her şeyden de kaçınılması
gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: “Allah’tan korkun! ” diyerek, bunun
bir takvâ meselesi olduğunu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi
gerektiğini hatırlatıyordu. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Resûlullah’ın her sözüne, her fiil
ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın vikayesine girilebileceğini
düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki:
“Şüphesiz, Allah’ın ikâbı çok şiddetlidir” tehdidini de gündeme getirdiğinden, sahâbi gibi
kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri asla söz konusu olamazdı.

CEVAP 1-) :Dikkat edilir ise Yukarıdaki ifadeyi, Peygamber sanki bizimle çağdaş ve
yaşıyor intibaıyla vermektedir. Öylesine bir ortam çiziyor ki, sanki peygamber bizimle
birebir diyalogda ve bize emirler vermektedir, ve sakın ola ki onun bütün dediklerini
yapmamazlık etmeyelim ihtarında bulunuyor. Bu da güncel olarak mümkün olmadığına
göre, yani peygamberimiz Muhammed Aleyhissalâtu Vesselâm vefat etmiş olduğuna göre,
iddiacının peygambere uymaktan kastı kendi inandığı ve peygambere isnat edilen
hadislerin kabulüyle her ne olursa olsun tartışmasız olarak uyulup uygulanmasıdır. Bunlar
da, kendisine göre Ehli sünnetin kabul ettiği hadisler olmalıdır, örneğin İmamiyye
Şiasının, kabul ettiği el-Kuleyni’ni Usul-u Kâfi deki hadis rivayetleri veya Vehhabilerin
kabul ettiği Ahmed İbni Hambel’in, Müsned isimli kitabındaki hadis rivayetleri onu sistem
olarak ilgilendirmez, zira ilgilendirmiş olursa, ya mezhepsiz hale gelir veya mezhep
değiştirmiş olur. Hizip oluşumlara baktığımızda, a) Sünnilere göre, Peygamber Sünni bir
peygamberdir, b) Şiilere göre, Peygamber Şii bir peygamberdir, c) Vehhabilere göre,
Vehhabi bir peygamberdir, d) Tasavvufçulara göre, Peygamber Sofu bir peygamberdir,
v.s. gibi her hizip kendi anlayışına göre peygamberi konumlandırmaya çalışır. Bu açıdan
bakıldığında, Kuran’da vasıflandırılan peygamber tanımı dışına çıkıldığında sayısını
tespitte dahi zorlanacağımız çok çeşitli peygamber tanımıyla karşılaşırız, ve bu tanımlar
bir birlerine uyan tanımlarda değildir, zira tanımlamada hareket noktası her hizbin
atalarından devralmış olduğu ve sürdürdüğü çok çeşitli rivayetlerdir. Bunlar öyle şeylerdir
ki hem kendi içeriklerinde çelişkili hem de Kuran’la çelişkili oldukları gibi diğer hiziplerin
elindeki rivayetlerle de çelişkilidir. Benim peygamberimizle ilgili anlayışım,
Peygamberimiz, Muhammed, Aleyhissalâtu Vesselamın Kuran’da tanımlandığı vasıflarla
sınırlıdır, Kuran’da O’nun hakkında bilgi verilmekte ve örnek alınması emredilmektedir.
Bundan dolayı, O’nu örnek alırken, O’nu hakkında bilgi veren ayetin, peygamberin hangi
konumuyla ilgili olduğuna dikkat ederim ve öylece anlarım, kısmet olursa bir sonraki
soruyu cevaplandırır iken bahsedeceğim gibi, peygamberimizin çeşitli konumları vardır ve
O’nu anlatan ayetlerde bütün konumlarıyla ilgili değil, muhakkak belirli bir veya
bağlantılı olarak birden fazla konumuyla ilgilidir, ayetlerin bu şekilde anlaşılmaması
halinde, ne ayetten kastedileni anlıya biliriz nede peygamberi örnek edinmenin ne manaya
geldiğini anlayabiliriz, Bu anlayışın dışına çıkan kimseler, ayetlerle karşılaştıklarında
şaşırır kalırlar, anlayışlarını savunurken Kuran’dan delil getirdiklerinde genelde ayetleri
tam metin olarak değil, kırparak verirler, yoksa bütün tezleri kaçınılmaz olarak çöker, zira
konumlandırma dışına çıktıklarında ayetler onları doğrulamaz. Şöyle ki:
Soruda verdiği ayet örneği , Mealen:
1-) “(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi
neden menediyorsa, ondan da kaçının”(Haşr,59/7)
Ayetin tam metni, mealen :

- Allah’u Teâlâ, Peygamberine ganimet olarak ne verdiyse Allah içindir ve


459
Peygamberi içindir ve akrabaları ve yetimler ve yoksullar ve yolda kalmış
kimseler içindir. Tâ ki -bu mallar- sizden zenginler arasında dolaşır bir servet
olmasın ve size Peygamber ne verirse artık onu alınız ve sizi neden menettiyse hemen
ona nihayet veriniz ve Allah'tan korkunuz. Şüphe yok ki: Allah, azabı şiddetli
olandır. 59 Haşr 7

Bana göre bu ayetten, peygamberin devlet başkanı olarak, ekonomi üzerindeki yetkileri
anlatılmakta ve vefatından sonra bu örnekten hareketle İslam devlet başkanlarının bu
yetkiye sahip olduklarını ifade etmektedir. Bundan dolayı bu ayetten, peygamber adına
söylenen hadis iddialarının anlaşılması ve kabul edilmesi şeklinde bir anlayış mümkün
değildir. Zaten pratikte bu mümkün değildir, zira peygamber adına ekonomi konusunda
olsun veya daha başka bir çok konuda olsun iddia edilen rivayetler hem kendi içeriğinde
çelişkili, hem de Kuran ile çelişkilidir, (Bak, incele www.kuran-tekrehber.com da, bir
çok örnek. Veya Fereç Hüdür, “Kütüb-i Sitte’nin Eleştirisi ve Kur’an’a arzı” isimli
araştırma kitabı. Kişisel yayın. )

2-) Şüphesiz, Resûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok
zikredenler için güzel bir misâl vardır” (Ahzâb, 33/21)

Bu âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu bin bir badire içinde, şu iç içe handikaplar
ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Resûlullah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete
çıkılabileceğini ilân ediyor!

CEVAP 2-) : Görüldüğü gibi, Âzap, 33/21 ayetini, sünnete, dolayısıyla hadislere uymaya
endeksliyor, bu ise Kuran’a uygun bir anlayış olmadığı gibi, hadislerin tamamına yakını
hem bir birleriyle, hem de Kuran ile çelişkili olduklarından Kuran’a uyumluluk ve pratik
olma özellikleri yoktur, Hadisleri incelediğimizde bunu açıkça görmemiz mümkün olduğu
gibi, ifade de Kuran’a uyulması gerektiğinden hiç bahsedilmemektedir. Kuran barışçı ve
adalet yönünden bütün insanların hukukunu koruyan bir kitaptır, peygambere isnat edilen
hadislerde ise bu özellik yoktur, çok çelişkili versiyonlar ihtiva etmektedirler, bunun böyle
olmadığı yönünde itiraz olması halinde bir çok örnek vermek mümkündür, benim
tavsiyem hadis külliyatının bir bütün olarak ele alınıp incelenmesidir. Hal böyle olunca,
ayetin veya benzer ayetlerin doğru anlaşılabilmesi için, peygamberin hangi konumuyla
ilgili olduğuna Kuran bütünlüğü içerisinde dikkat edilmesine ihtiyaç vardır, Örneğin,
peygamberimizi:
a) Nebi konumu, bu peygamberimizin vefatıyla birlikte kıyamete kadar sona ermiştir,
b) Resul konumu, nübüvvetin sona ermesiyle, peygamberlik açısından veya özel olarak
gönderilmiş tebliğci açısından, kıyamete kadar sona ermiştir.
Bu iki konumun örnek alınması, ancak, Müslümanların Resullük, nebilik, mehdilik v.s.
Şeklinde bir dini paye iddia etmeden, dini tebliğde masumiyet ileri sürmeden, Kuran’dan
anladıklarını anlatma şeklindedir.
c) Devlet başkanlığı konumu,
ç) Yargıçlık konumu,
d) Baş komutanlık konumu,
e) Aile reisi konumu,
f) Yaşantı olarak davranışları ve sosyal konumu, gibi,

Bu açıdan, değerlendirildiğinde, hem peygamberimiz, hem de diğer peygamberler


460
konumlandırılarak örnek alınabilirler. Ayetlerin hangi konum için indiklerine
Kuran bütünlüğü içerisinde dikkat edilmesi halinde konu kolayca anlaşılır,

3-) - (Ey Resulüm) De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi
sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır. (Ali
İmran,2/31)

Ayeti Kerime Peygamberimize uymayı, Allah’a uyma ile eşdeğer tutmakta ve Allah’ın
sevgisini kazanmada bir vesile olduğunu belirtmektedir. Bunu Kur’an, bizzat
Peygamberimize bu şekilde hitab etmesini istemektedir. Ayetin sonunda, peygamberimize
uyanların Affedileceği müjdesi ise, Hadsi-i Şeriflerin ve Sünnet-i Seniyye nin İslam da
nedenli önem arz ettiğinin bariz bir göstergesidir.

CEVAP 3-) Bu ayette, İslam Devlet sistemi konu edilmiştir, şöyle ki:
Kuran’dan mealen:

- De ki: Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana uyunuz ki, Allah Teâlâ'da sizi sevsin
ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir. 3 Ali İmran
31

- De ki: Allah Teâlâ'ya ve peygambere itaat ediniz, eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki
Allah Teâlâ kâfirleri sevmez. 3 Ali İmran 32

Ayetlerde peygamberin Nebilik ve Devlet başkanlığı konumundan bahsedilmektedir,


İstenen itaat emir komuta zinciri şeklindeki bir süreçtir, şöyle ki, peygamber öncelikle
yalnız Allah’a itaat edecek, Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ettiğinde de , İnsanlar
yaptığı tebliğe itaat etmelidirler şeklinde bir süreç, ayrıca bu sürecin içerisinde başka
ayette belirtildiği üzere Ulul - Emre itaatin gerekliliği de emredilmiştir, bütün bunlara
toplu olarak baktığımızda İslam devlet sisteminin emir komuta sistemiyle, yargı sisteminin
yapısı ortaya çıkar, diğer bir yön olarak idari yapının teşekkülü içerisinde, biat ve şura
olayı vardır. Her ne açıdan bakılırsa bakılsın bütün, tebliğ ve devlet sistemi
yapılanmasının üzerinde İlahi vahiy, dolayısıyla Kuran tek esastır, zira dini Allah koyar ve
din koyma olayında olsun, İlahlık olayında olsun kimseyi kendisine ortak etmez. Bütün
bunlar Kuran’da detaylı olarak işlenmiştir. Örnek olması açısından kısmen değinecek
olursam. Kuran’dan, mealen :

- Ey imân edenler!. Allah Teâlâ'ya itaat ediniz ve Peygamber'e de ve sizden olan emir
sahiplerine de itaatte bulununuz. Sonra bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz, eğer siz
Allah Teâlâ'ya ve âhi-ret gününe inanır kimseler iseniz onu Allah Teâlâ'ya ve
Peygamberine arz ediniz. O hem bir hayırdır, ve hem de netice itibariyle daha
güzeldir. 4 Nisa 59

- Ve onlara eminlikten veya korkudan bir haber geldiği zaman onu yayıverirler. Ve
eğer onu Peygamber'e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arz etseler elbette
onlardan bunun hükmünü çıkaracak zatlar bunu bilirlerdi. Ve eğer Allah Teâlâ'nın
lütuf ve rahmeti üzerinize olmasa idi pek azınız müstesnâ, elbette şeytana uymuş
olurdunuz. 4 Nisa 83
461
Görüldüğü gibi, yönetim sisteminde ve sorunların halledilmesinde, İslam dininde
bir hiyerarşi mevcuttur, bu sıralamada, peygamberin sünnetine tabi olduklarını
söyleyenlere göre:
a) Allah’a itaati, Kuran’a itaat ile,
b) Peygambere itaati, hadislere uymak ile, ifade edip, peygamberi aramızda güncel olarak
yaşıyormuş gibi günümüze taşıdılar. Bu inançlarında samimi iseler, o zaman, kaçınılmaz
olarak peygamberimiz zamanındaki Ulul Emrin sözlerini de muhakkak günümüze
taşımaları gerekirdi; peygamberin vefatından sonra da Ulul Emr mevcut olmuştur ve
bunlar çokturlar bunların sözlerini ne yaptınız, Hadis adı altında peygamberi günümüze
taşıdığınızı iddia ettiniz, Ulul Emrin sözlerini , neden günümüze taşımadınız, zira Ulul
Emre itaatin de gerekli olduğu Kuran’da kesin olarak emredilmiştir, Rivayetlerle şahısları
taşıyıp güncelleştirme mantığınıza göre bunu yapmanız gerekmez miydi, fakat bu
yapılmamıştır, yoksa siz ortaya attığınız kıstaslara rağmen, kitabın bir kısmını kabul edip
bir kısmını red mi ediyorsunuz. Böyle yapanların cezası, Kuran ölçüsüne göre, dünyada
rezillik ve ahirette şiddetli azap değil midir. (Bak, 2 Bakara 83-84-85 ).
Yapamazdınız, zira bu hem Kuran’a uygun bir davranış olamayacağı gibi, pratikte de
mümkün değildi, İslam coğrafyası bir imparatorluktu ve dolayısıyla Ulul Emr binlerceydi.
Durum bu olunca, binlerce çelişkili ve Kuran’a uymayan rivayetleri peygamber hadis adı
altında peygambere mal edip, bunlarla da atalar dinini insanlara kabul ettirmek için bunca
tarihi çabanız niyedir.
Yukarda ki ayetlerde örnek alma yönünde bizden istenen, her devirde güncel olarak, İslam
devlet başkanının, Ulul Emrin ve Müslümanların Kuran’a itaat etmeleri, peygamber
zamanında peygamberin ve yönetimde ki şahısların, peygamberden sonra da, İslam
devletinde yönetimde yer alan şahısların yani devlet başkanlarının ve Ulul Emrin Kuran’a
uygun yönetim yapmalarıdır. Bu kaçınılmaz olarak öyledir, zira İslam dinine göre Hüküm
ancak ve ancak Allah’ın dır, Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmez, Din koyma veya
hüküm koyma bir İlâh’lık olayıdır, Kuran’dan mealen:

- Ve Rabbin onların sinelerinin neler sakladığını ve neler ilân ettiklerini bilir.


28 Kasas 69

- Ve Allah, O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. Hamd önünde de sonunda da onun
içindir. Ve hüküm O'na mahsustur ve ona döndürüleceksinizdir. 28 Kasas 70

- Ve aralarında Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu ile hükmet ve onların arzularına


tâbi olma. Ve Allah Teâlâ'nın sana indirmiş olduğu şeylerin bazısından seni fitneye
düşüreceklerinden dolayı onlardan kaçın. Eğer onlar yüz çevirirlerse artık bil ki,
Allah Teâlâ muhakkak diliyor ki, onları bazı günahları sebebiyle musibete uğratsın.
Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları elbette fasık kimselerdir. 5 Maide 49

-- Onlar câhiliyet devrindeki hükmü mü arıyorlar?. Allah Teâlâ'dan daha güzel


hükmeden kim vardır?. Tam kanaat sâhibi bir kavime göre? 5 Maide 50

4-) “Allah’a ve ümmî peygamber olan Resûlü’ne -ki o, Allah’a ve O'nun sözlerine inanır-
iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız” (A’râf/7: 158)

Ayeti Kerime, doğru yolu bulmanın Resule uymaktan geçtiğine açıktan ilan ediyor.
462
CEVAP 4-) 7 Araf 158 de Peygamberin yalnızca Allah’ın vahyine inandığı ve tabi
olduğu açıktır, olay bu olunca iddia ettikleri gibi, peygamberin, din konusun da, Kuran
vahyi haricinde hareket etmesi mümkün değildir, Kuran’dan mealen:

- De ki: Ey insanlar!. Şüphe yok ki ben hepinize Allah Teâlâ'nın bir elçisiyim. Öyle
Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ona mahsustur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem
diriltir ve hem öldürür. Artık Allah Teâlâ'ya ve bir ümmî peygamber olup Allah'a ve
onun kelimelerine inanan Resulüne imân ediniz, ve ona tâbi olunuz ki, hidâyete
erişebilesiniz. 7 A’raf 158

Ayette, peygamberin Nübüvvet ve devlet başkanlığı konumu vardır.

5-) - “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ/4: 80)

Ayeti Kerime,peygambere itaatin neden gerekli olduğunu ve itaatin zorunluluğunu ortaya


koyar. Âyetler, Resûlullah’a (s.a.s.) itaati, Allah’a itaat saymıştır.

- Her kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah Teâlâ'ya itaat etmiş olur. Ve her kim
yüz çevirirse -aldırma- çünkü seni onların üzerine muhafız göndermedik. 4 Nisâ 80

CEVAP 5-) Ayette, peygamberin Nübüvvet ve devlet başkanlığı konumu vardır. İddia
ettikleri gibi Kuran’ı bırakın, Hadisler Kuran’ı iptal eder , din olarak siz hadislerden
sorumlusunuz şeklinde ayeti anlamak mümkün değildir.

6-) - “Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.' (Enâm,6 /50)

Allah Resulü, vahy ile donanmış olduğunu Kur’an beyan etmesini istiyor!

CEVAP 6-) Peygamberin salt olarak yalnız Kuran vahyine uyduğu açıktır, hal böyle
olunca peygamberin Kuran dışında sözleri var, hatta bu sözleri Kuran ayetlerini dahi iptal
eder diyerek, hadis iddialarına davet etmenin mantığı nedir. Kur’an’dan mealen:

- De ki: Ben size demiyorum ki: Benim yanımda Allah Teâlâ'nın hazineleri vardır.
Ve ben gaybı da bilmem ve size demiyorum ki, ben hakîkaten meleğim, ben bana
vahiy olunandan başkasına tâbi olmam. De ki: Kör ile gören kimse aynı olur mu?.
Hiç düşünmez misiniz?. 6/50

Zaten bütün Müminlerde Mümin olabilmek için Vahye tabidirler, burada sorun ne, sorun
hadis iddialarının Vahiy olduğunu yani onlarında, Kuran’dan farksız, hatta nesih olayında
Kuran’a baskın yani Kuran’dan üstün olduğunu kabul ettirebilme çabasıdır, somut bir
örnek olması açısından, Zina olayın da, Recim etme cezası, Kuran’da olmamasına rağmen,
Kuran’ın bu konudaki had cezasını iptal edip, kendilerine göre geçerli olan Recim cezasını
uygulamalarını gösterebiliriz.

7-) - “şüphe yok ki, sen doğru yola rehberlik edersin. “ (Şu’ra, 42/52)

Efendimiz (SAV) in, doğru yolun Baş Rehberi olduğundan bahsediyor.


463
CEVAP 7-) İddia dan açıkça anlaşılan, yine hadislere davettir, Ayet metninde ise,
Kuran’a davet olduğu açıktır, Kuran’dan mealen:

- Ve işte sana da emrimizden bir ruh vahy ettik. Sen bilir değildin ki, kitap nedir,
îman nedir ve lâkin biz onu bir nûr kıldık, onunla kullarımızdan dilediğimizi
hidâyete erdiririz ve şüphe yok ki, sen bir doğru yola rehberlik edersin. 42 Şu’ra 52

8-) - Allah ve Resûlü bir meselede hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına, o
meselede kendi isteklerine göre bir tercih hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü'ne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb/33: 36)

Allah ve Resulünün, bir meseledeki hükümlerinin aynı olduğunu ve bu konuda herhangi


bir tercih lüksünün olmadığına işaret etmektedir. Tercihi seçenlerin apaçık bir sapıklık
içinde olduklarına hüküm vardır!

CEVAP 8-) Burada da, peygamberin yargıçlık konumu vardır, dolayısıyla İslam dininde
İslam yargıçlarının konumu da belirtilmiştir. Bunun hadislerle hiçbir ilgisi yoktur.

9-) 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun...' (Haşr,
7) .

Peygamberimizin sadece önerilerini değil, aynı zamanda nehyettikleri yasakları da göz


önünde bulundurmamızı emrediyor.

CEVAP 9-) Peygamberin devlet başkanlığı konumuyla ilgili olan 59 Haşr 7 ayeti,
hadisleri kabul ettirebilmek için hadis iddiacılarının, ayette bildirilen esas mananın
anlaşılmaması için, iddialarına delil olarak ileri sürdüklerinde kırparak yazmak suretiyle
en fazla çarpıtmak istedikleri ayettir, ayette ganimet dağıtımı konu edilmişken, hadis adı
altında size her ne söylersek kabul edin manasında olduğunu iddia ediyorlar. Kuran’dan
mealen :

- Allah’u Teâlâ, Peygamberine ganimet olarak ne verdiyse Allah içindir ve


Peygamberi içindir ve akrabaları ve yetimler ve yoksullar ve yolda kalmış kimseler
içindir. Tâ ki -bu mallar- sizden zenginler arasında dolaşır bir servet olmasın ve size
Peygamber ne verirse artık onu alınız ve sizi neden menettiyse hemen ona nihayet
veriniz ve Allah'tan korkunuz. Şüphe yok ki: Allah, azabı şiddetli olandır. 59 Haşr 7

Görüldüğü gibi, ayette işlenen konunun, hadisleri kabul etme iddialarıyla hiçbir ilgisi
yoktur.

10-) - Hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem
tayin edip verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul edip ona teslim
olmadıkları sürece iman etmiş olmazlar.” (Nisâ/4: 65)

İmanı, peygamberimizin hakem olarak kara verdiği konularda, kalben tasdik etmeyenlerin
hakiki manada iman etmediklerine işaret ediyor.
464
CEVAP 10-) Yine sanki peygamber günümüzde yaşıyormuş manasında, hadis
iddialarını kabul ettirme çabası.

11-) “Allah ve Resûlü’ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, Allah’a ve


Resûlü’ne arz ediniz.” (Nisâ/4: 59)

âyeti de sünnete müracaat emrini teyid eder.

CEVAP 11-) Yine sanki peygamber günümüzde yaşıyormuş manasında, hadis iddialarını
kabul ettirme çabası. Daha öncede belirttiğim gibi, bu ve bu gibi ayetlerin hadis kabulüyle
bir ilgisi yoktur. Hadis diye önerdikleri de kendi mezheplerinde geçerli olan hadislerdir. O
zaman sormak lazım Kuran’a uymayan ve kendi içerisinde çelişkili olan hatta ahlaka ve
insafa aykırı olan hadisler konusundaki görüşü ile, kendi mezhepleri dışlarında olan ve
kendilerince kabul görmeyen ancak öbür mezheplerce kabul gören hadisler konusunda
görüşleri nedir.

12-) - “Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve
Resûlü’ne uyun.” (Enfal/8: 24)

Âyetindeki “Peygamber’in çağrısı”nda bir sınırlama olmaması, O’nun her emir ve


yasağına uyulması lâzım geldiğini gösterir.

CEVAP 12-) Yine aynı şeyler. Peki biz Kuran’daki her söze imin ediyoruz, Kuran’dan
bizim nefsimize yöneltilen her emri kendi nefsimiz üzerine geçerli sayıyoruz, Hadislere
iman ettiğinizi söyleyen kimseler olarak, sizlerde hadislerdeki her söze iman ediyor
muzsunuz, hadislerden nefsinize yöneltilecek her emri nefsiniz üzerine geçerli kabul
ediyormuşsunuz,? Bana sorarsanız böyle bir kabul de bulunmanızı hiç tavsiye etmem,
birkaç örnek yazmamı ister miydiniz? Evet demeden önce hadisleri bir kez daha gözden
geçirmenizi tavsiye ederim.

13-) - “...Resûl’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah, onların yaptıklarını
boşa çıkaracaktır.” (Muhammed/47: 32)

âyette, Hz. Peygamber’e karşı gelmenin Allah’a karşı gelme sayıldığı açıkça
görülmektedir. Buradan, “Sünnete i’tisâm etmemek, Kitab’a i’tisâm etmemektir.”
sonucunu çıkarmak da mümkündür.

CEVAP 13-) Aynı iddialar.

14-) - “O, arzusuna göre konuşmaz.” (Necm/53: 3)

Efendimizin (SAV) i kendi heves ve arzularına göre değil, Allah’ın dili olma keyfiyeti ile
konuştuğunu beyan ediyor. Ayetin sünneti de ihtiva ettiği, âlimlerce de kabul görmüş bir
hakikattir.

CEVAP 14-) Peygamber için, Allah’ın dili olma keyfiyeti tabirini de bunlardan işittik,
peygamber çarsı Pazarda mal fiyatlarını da sora bilir, sormuştur da, peygamberde bir
insandır, kendi şahsına ait sıradan sözleri olabilir, örneğin saati sorsa, bu vahiy mi olmuş
465
oluyor. Ayette belirtilen Nebilik konumu ve Kuran vahyini tebliğ etmesidir.

15-) - “O ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya) , işte o Peygamber onlara iyiliği emreder,
onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar” (A’râf/7:
157)

Efendimizin (SAV) , helal ve haramı belirlemede, Kur’an’ın emir ve yasaklarına bir


tercüman olduğunu dile getiriyor.

CEVAP 15-) Ayette peygamberin Nebilik konumundan, Kuran ölçüsüne göre öğretide
bulunması ve Kuran ölçüsüne göre emirler vermesi konu edilmiştir, şöyle ki, Kuran’dan
mealen :

- O kimseler ki, Resûle, ümmî peygambere tâbi olurlar. O peygamber ki, onu
yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış bulurlar. Onlara iyiliği emreder ve onları
kötülükten men eder ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar, onların üzerine pis
şeyleri de haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağlan
kaldırır, artık o kimseler ki ona imân ederler ve ona saygı gösterir ve yardımda
bulunurlar ve onunla beraber indirilmiş olan nur'a tâbi oluverirler, işte kurtuluşa
erenler onlardan ibârettir. 7 A’raf 157

“onunla beraber indirilmiş olan nur'a tâbi oluverirler” ifadesi dikkate alındığında konu
açıktır. Tabi olunması gereken Kuran’dır.

16-) “Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak
benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle cizye verecekleri vakte kadar
savaşın.” (Tevbe/9: 29)

âyeti, Hz. Peygamber’in bu yetki ve görevini ortaya koymaktadır.

CEVAP 16-) Müslüman olmayan bütün insanları inandığınız hadis iddialarını kabul
ettirebilmek uğruna, Kuran’daki öğreti bütünlüğü hilafına bu şekilde konu edeceğinize, bir
bütün olarak, Kuran’daki inanç hukukunu, savaş ve barış hukukunu okumanızı tavsiye
ederim. Savaş şartlarıyla ilgili olan bir ayeti, hadis sistemini kabul ettirmede, Kuran
bütünlüğü içerisindeki öğretiden bağımsız olarak bu şekilde ortaya koymanız hem
kendiniz için hem insanlık için hiçte iyi değildir. Örneğin, Kuran’dan mealen:

- Ve ehli kitap ile en güzel yoldan başkasıyla mücadele etmeyin. Onlardan


zulmedenler ise müstesnâ, ve deyiniz ki: bize indirilmiş olana ve size indirilmiş olana
biz îmân ettik ve bizim ilâhımız ile sizin ilahınız birdir ve biz ancak ona teslim olmuş
olanlarız. 29 Ankebut 46

- İşte bundan dolayı sen dâvet et ve emr olunduğun gibi dosdoğru ol ve onların
heveslerine tâbi olma ve de ki: Allah'ın kitaptan indirilmiş olduğuna îman ettim ve
aranızda adalet yapmakla emr olundum, Allah bizim de Rab'bimizdir, sizin de
Rab'binizdir. Bizim amellerimiz bizedir, sizin amelleriniz de size aittir. Bizim
aramızla sizin aranızda bir huccet (münakaşa ve münazaa) yoktur. Allah aramızı
toplayacaktır ve dönüş ancak O'nadır. 42 Şurâ 15
466

Peygamberler birer öğretmen konumundadır, dersi anlamayan öğrencisini öldüren


öğretmeni kim görmüş ki, böyle bir şeyi, peygambere ve Müslümanlara yakıştırıyorsunuz,
Allah’tan korkun, Zaten Kuran vahyi konusunda ve Peygamber sözleri konusunda da aynı
karışıklığı yaşıyorsunuz, bu öyle olmasaydı, Allah’ın kendi zatına ayırdığı ve hiç kimseyi
ortak etmediği hususları peygambere mal etmezdiniz.

17-) - 'Peygamber'in emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya
can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar' (Nur, 63)

Onun emirlerine aykırı davrananların, bir bela veya azaba duçar olacaklarını ikaz ediyor!

CEVAP 17-) Aynı türden iddialar.

18-) - 'And olsun ki, Allah, inananlara, âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve
hikmeti (sünneti) öğreten, kendilerinden bir peygamberi göndermekle iyilikte
bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler ' (Âl-i İmrân, 164) .

Efendimiz (SAV) ‘in, Kur’an ile birlikte kendi uygulamalarının bir hikmet ve Kur’an’ın
rehberliğinde bir öğreti olduğun beyan etmektedir.

CEVAP 18-) Hikmet kavram olarak, Kuran’ı, Allah’ın razı olduğu şekilde doğru anlama
yetisidir, aynı zamanda Kuran’da hikmet örnekleri de vardır. hikmeti peygambere mal
ettiğiniz hadislerle özdeşleştirip buna Vahiy dediniz. Halbuki hikmet peygambere has bir
olay değildir, tüm Müslümanlar için de olabilen bir olaydır, Hikmet eşittir Vahiy ise o
zaman hikmet sahibi bütün Müslümanlar Vahiy’mi alıyor. Bu anlayış Kuran öğretisinden
çok uzak bir anlayıştır. Kuran’dan mealen :

- Dilediğine hikmet verir. Kendisine hikmet verilmiş olan bir kimse ise muhakkak
ona bir çok hayır verilmiş olur. Ve bunu ancak halis akıl sâhipleri tefekkür eder. 2
Bakara 269

Sonuç olarak ta şöyle demektedirler:

“Sonuç:
Günümüzde Kütüb-i Sitte ile ümmetin en muteber Hadis Kitabı kabul ettiği hadisleri,
kendi akıl ve mantığına uymadıkları gerekçesi ile eleştirmeyi adet haline getirmiş, ilim
fakiri kardeşlerimize sormak isteriz:

Kur’an’ı Kerimin bu ifadeleri doğrultusunda, şayet, sizlerin iddia ettiğiniz üzere, Allah,
Peygamberimizin uygulamalarının günümüze kadar gelmesini istem

ese idi, veya gelmeyeceğini biliyor idiyse, o zaman neden Peygamberine uymayı
Kur’an’da emretmiş oluyordu ki? Bunu iddia edenler, bu iddiaları ile Kur’an’ı ve
dolaysıyla Allah’ı –haşa- gereksiz konuları yazmak ile itham ettiklerinden farkında
değiller mi? Allah, Resulüne uymayı, onun getirdiklerini yapmayı emredecek,lakin ne
getirdiğini kendisinden sonraki kullarına bildirmekten –haşa- aciz olacak!
467

Bunu ifade edenleri kendi çelişkileri ile baş başa bırakarak konu ile ilgili gelen itirazları
kısaca cevaplandıralım :

CEVAP: Bana göre, Peygamberin örnekliğini, Kur’an dışına taşırdığınız için olayı görme
konusunda sorun yaşıyorsunuz, karışıklık bizde değil, Vahyi, ve Vahiyle bildirilen emirleri
yerli yerince konumlandıramadığınızdan, sorun yaşayan sizsiniz, her şeyi bir tarafa
bırakarak kendi nefsinde düşünün, Kütüb-i Site de yer alan hadislerin kaç tanesi İslam dini
açısından uygulanabilir haldedir, Kuran İslam dini için imamsa ki, öyledir, ayriyeten
hadisler nasıl imam olabilir, siz hiç iki İmamı olan cemaat gördünüz mü ki, iki imamlı
cemaati İslam dinine layık görüyorsunuz, bu sadece Kütüb-i Sitte artı Kuran açısından iki
imamlılıktır, diğer hiziplerin ellerindeki hadis külliyatlarını da işin içine katarsanız, tarihi
süreç içerisinde imamların sayısını tespitte dahi zorlanırsınız. Bundan dolayı İslam dini adı
altında büyük bir inanç parçalanması yaşanmaktadır, bunu görmüyormuşsunuz.

BUNDAN SONRASIN DA HADİSLERE DAYALI BİR HADİS SÜRECİ


ANLATILMAKTA, KENDİM HADİSLER DAYALI BU TÜR ŞEYLERİ CİDDİYE
ALMADIĞIMDAN, CEVABIM: BU TÜR ŞEYLERLE UĞRAŞMAYA DEĞMEZ
ŞEKLİNDEDİR . İŞLENEN KONU ŞÖYLEDİR:

SORU 1-) Peygamberimiz (SAV) , kendi sözlerinin kayd edilmesini yasaklamış mıdır?
Yasaklamış ise, Hadisi şerifler nasıl oluşmuştur?

El-Cevap:
Evet, yasaklamıştır, lakin bu yasaklama dönemi, Kur'an’ın ilk nazil olduğu döneme
kapsamaktadır, tümünü değil. Çünkü bu yasaklamanın birincil sebebi, yeni nazil olan
Kur'an Ayetlerinin yazılmasının önemine istinaden bir yasaklama getirmiştir. Kendi
sözlerinin yazılması ile Kur'an Ayetlerinin yazılmasının, geçmiş dönemlerde Tevrat ve
İncilin içine belli belirsiz sözlerin karışmasından endişe ettiğinden, vahiy Katiplerine
Kur'an Ayetlerinin yazılmasını söylemiş, kendisinden bir şeyin yazılmasını yasaklamıştır!

Konu ile İlgili Hadis-i Şerifler :

“Allah Resûlü (s.a.s) yanımıza geldi. Bazı arkadaşlarımız, hadîsle alâkalı bir şeyler
yazıyorlardı. “Ne yazıyorsunuz? ” diye sordular. Onlar da; “Sizden duyduğumuz hadîsleri
yazıyoruz” diye cevap verince Resûlullah şöyle buyurdular: “Sizden önceki ümmetlerin,
Allah’ın kitabının yanı sıra başka kitaplardan da bir şeyler yazdıkları, (başkalarının
sözlerini de kayda geçirdikleri) için sapıttıklarını biliyor musunuz? ” (Hatîb el-Bağdâdî,
Takyîdü’l-İlm, 34.)

Peygamberimizin (SAV) : Benden bir şey yazmayınız. Kim, benden Kur’ân dışında bir şey
yazmışsa, onu imhâ etsin.” (Müslim, Zühd, 72; Darimî, Mukaddime, 42; Müsned, 3/12.)

SORU 2-) Peki, daha sonraki dönemde, yine Sahih hadisi şeriflerden gördüğümüz kadarı
ile, yazın demiş midir?

El-cevap:
Evet demiştir. Kur'an Ayetlerinin, vahiy katipleri tarafından belli bir sistematik
468
çerçevesinde yazılma alışkanlığının tecrübe kazanılması üzerine, Efendimiz (SAV)
kendi söz ve davranışlarının yazılmasını emretmiştir.Çünkü, Kur'an-ı Kerimde bunu
arzulamaktadır:

O’nun (SAV) hiçbir sözü hevasından değildi ve beşerî arzularından kaynaklanmıyordu..


daha doğrusu O, kendinden konuşmuyor; ancak kendine vahyolunanı söylüyordu (Necm,
53/3)

'(Ey Resulüm) De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin
ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.(Ali İmran,31)

Bu Ayeti Kerime peygamberimize uymayı, Allah'a uymak ile eşdeğer addetmektedir.


Dolaysıyla, onun söz ve davranışlarını bilmeden Efendimiz (SAV) uymak hiç mümkün
müdür?

Konu ile İlgili Hadis-i Şerifler:

- Efendimiz (s.a.s) elini fem-i mübareklerine götürerek şöyle buyurdular:! “Yaz; hayatım
elinde olan (Allah) ’a yemin ederim ki, buradan haktan başkası çıkmaz.” Ebû Dâvûd, İlm,
3; Müsned, 2/162; Dârimî, Mukaddime, 43.

- Bir adam, Huzûr-u Risâletpenâhî’ye gelerek: “Yâ Resûlallah, ağzınızdan çok şey
duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz. Bu hayâtî şeyler, çok defa kaçıp
gidiyor” diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s) , ona: “Sağ
elinden yardım iste” yani yazarak, hıfzına yardımcı ol buyurdular. (Tirmizî, İlm, 12)

SORU 3-) Hadislerin 200 sene sonra yazıldığı iddia ediliyor. Ne dersiniz?

El-Cevap:

Hz. Ebû Hüreyre (r.a) , şöyle demektedir: “Ashâb-ı Resûlullah (s.a.s) arasında benden
daha fazla hadîs sahibi kişi yoktur, ancak Abdullah b. Amr İbn el-Âs müstesnâ; çünkü, ben
yazmazdım, o yazardı”.(Buhârî, İlm, 39.)

Bu yazma hadisesinin peygamberimiz zamanında olduğunun en kati delilidir! Yazma


Peygamberimiz zamanından beri vardı, ancak bu yazılanların bir birleştirilip Kitab haline
getirilmesi Ömer bin Abdulaziz döneminde, bizzat kendisinin emri ile, Muhammed İbn
Şihâb ez-Zührî tarafından yapılıştır. (Buhârî, İlm, 34)

Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri’nin başlattığı bu tedvîn faaliyeti, yalnız Medine’de İmam
Zührî ile de sınırlı kalmamış, Mekke’de Abdülmelik İbn Abdülaziz İbn Cüreyc, Irak’ta
Saîd İbn Ebî Arûbe, Şam’da Evzâî, yine Medine’de Muhammed b. Abdirrahman, Kûfe’de
Zâide b. Kudâme ve Süfyân es-Sevrî, Basra’da Hammâd b. Seleme ve Horasan’da
Abdullah b. Mübârek, bu işi sürdürmüş ve kendilerinden sonra geleceklere dünya kadar
malzeme bırakmışlardı.(İbn Hacer, Hedyü’s-Sârî, s.4; M. Accâc el-Hatîb, es-Sünne
Kable’t-Tedvîn, s. 337.)

Bu da, peygamberimizden 200 sene sonrasına değil, 80-85 sene sonrasına tekabül
469
etmektedir.”
Daha birçok cevaplar vermek mümkün olmakla beraber, anlamak isteyen veya anlayan
kimseler için konuyu bu şekilde ortaya koymakla yetiniyor ve cevap olarak yeterli
olduğunu düşünüyorum.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE RESÛL NEBİ KAVRAMI

“... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’a: Allah
azze ve celle’nin “O bir resûl, nebi idi.” (Meryem 54) âyetiyle ilgili olarak bir soru
yönelttim ve dedim ki: “Resûl nedir, nebi nedir?” Buyurdu ki: <<Nebi, rüyasında gören,
sesi duyan ve melekle bizzat karşılaşmayan kimseye denir. Resûl ise sesi işiten, rüyasında
gören ve bizzat melekle karşılaşan kimseye denir.>>
Dedim ki: “Peki imamın bu bağlamdaki mertebesi nedir?” Buyurdu ki: <<İmam ses işitir;
ama rüyasında görmez ve melekle bizzat karşılaşmaz.>> Sonra şu âyeti okudu: “Senden
önce hiçbir resûl, nebi (ve muhaddes) göndermedik ki.” (Hac, 52)” (Usul-u Kâfi sh 238-
239 H.435.)

“... İsmail b. Merar şöyle rivâyet etmiştir: Hasan b. Abbas el-Marufi İmam Rıza (Ali b.
Musa aleyhisselâm)’a şöyle yazdı: “Sana kurban olayım! Bana resûl, nebi ve imam
arasındaki farkı haber ver.” (Ravi der ki) İmam şöyle yazdı veya söyledi: <<Resûl, nebi ve
imam arasındaki farka gelince, Resûl kendisine Cebrail adlı melek inen kimsedir. O,
Cebrail’i görür, sözlerini işitir. Cebrail o’na vahiy indirir. Bazen onu rüyasında da görür.
İbrahim (aleyhisselâm)’ın gördüğü rüya gibi.
Nebi ise ses işitir (meleğin şahsını görmez). Bazen de meleğin şahsını görür. Fakat sesini
işitmez. İmam ise sözleri işitir; ama meleğin şahsını görmez.>> (Usul-u Kâfi sh 239
H.436.)

Tahdis ettiklerinin Resûl ve Nebi kavramıyla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, dini paye olarak
İmamlara muhdes demek için Hac, 52 ayetini tahrif ederek yazmaktan çekinmemişlerdir,
435. Rivayette ve Muhdes ifadesi rivayetin Arapça aslında parantez içinde olmayıp asıl
olarak yazılmıştır. Tercümede paranteze alınması tercümeyi yazan tarafından suni olarak
kaydedilmiştir. Zaten, Usul-u Kâfi İsimli kitapta Kur’an’ın tahrifli olduğu konusunda
birçok rivayet vardır, kısmet olursa bunların örneklerini bir başlık altında belirteceğim.

KUR’AN’A GÖRE NEBİ ve RESÛL KAVRAMI :

İrsalin kelime manası gönderme demektir, Kur’an’ baktığımızda bu kelimenin çeşitli


şekillerde tam 511 kere tekrarlandığını görürüz, Örneğin, Rüzgarların gönderilmesi irsal
olarak, Meleklerin gönderilmesi Resûl olarak, Peygamberlik bağlamında gönderilen
kimselerde Resûl olarak, hatta müslüman olmayan kimselerin görevlendirip gönderdiği
kimselerde İrsal olarak tanımlanmıştır, Nebilik İse apayrı bir kavramdır, nebe yani haber
kökünden gelmekte olup, Nebe kelimesi haber vermek, bildirmek, cümledeki kullanılışına
bağlı olarak anlatmak manası da verilebilir. Bu bağlamda Nebe kelimesi Kur’an’da 160
kere tekrarlanmıştır. Dolayısıyla Resûllük Nebilik içermedikten sonra Peygamberliği ifade
etmez, Kur’an’da nebiliği belli şahıslara bazen sadece Resûl denmesi onların Nebilik
göreviyle gönderildiğinin kesin olarak bilindiğinden dolayıdır, Peygamberimize Kur’an’da
Nebilerin sonuncusu denmiş fakat Resûllerin sonuncusu denmemiştir. Peygamberliğin son
bulması için Nebiliğin son bulması yeterlidir, Allah, peygamberimizden sonra da çeşitli
470
görevlerle birçok Resûller göndermektedir, örneğin, Allah ölüm meleklerini de Resûl
olarak tanımlamaktadır. Nebilik görevi olmadıktan sonra hiç kimsenin peygamberlik
iddiası olamaz, Nebilik İse Peygamberimizden sonra kıyamete kadar son bulmuştur,
Peygamberimizden sonra hiç kimse dini tebliğ vahyi aldığını İddia edemez, iddia etmesi
halinde Nebilik iddia etmiş olur ki, bu İddiasıyla Kur’an’ı inkar etmiş olur.
Peygamberimizden sonra kıyamete kadar İslam dini için tek bilgi kaynağı Kur’an’dır,
Kur’an bilgisi ise hiçbir şahsa özel değildir, Allah’ın emrettiği gibi davranıp onun bilgisini
almaya layık olan herkes o’nun bilgisinden istifade edebilir, bu istifadenin ne şahsi, ne
ırki, ne ailevi, nede cinsi (erkek-bayan) şartı yoktur. Bu konularla ilgili olarak, Kur’an’dan
mealen:

- O bir Yüce Yaratıcıdır ki, Peygamberini (resûle hu) hidayet ile ve hak din ile
gönderdi (ersele) ki, onu bütün dinlerin üzerine yükseltsin, isterse müşriklerin
hoşuna gitmesin. 9/33

- O, o -Yüce Allah- dır ki: Peygamberini (resûle hu) hidâyet ile ve hak din ile
gönderdi (ersele). Tâki, onu her din üzerine yükseltsin ve şâhid olmak için de Allah
Teâlâ kâfidir. 48/28

-(Ve o, o) Kerim zat (tır ki: Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderdi
(ersele) ve gökten tertemiz bir su indirdik. 25/48

- Ve Allah O -zât-tır ki, rüzgârları göndermiştir (ersele). Sonra -onlar-bulutu


harekete getirir, derken onu bir ölmüş beldeye sevk etmişizdir. Sonra onunla yeri
öldükten sonra hayata kavuşturmuşuzdur. İşte ölüleri diriltmek de böyledir. 35/9

- Ve o kullarının üzerinde tasarruf sahibidir. Ve sizin üzerinize hafaza meleklerini


gönderir (yursilu). Nihâyet sizden birinize ölüm gelince onun canını bizim
gönderdiğimiz melekler (rusûlune) alırlar, ve onlar vazifelerinde kusur etmezler.
6/61

- Ve muhakkak ki, bizim elçilerimiz (rusûlune) İbrahim'e müjde ile gelmişti. Selâm
dediler. O da selâmdır dedi. Sonra gecikmeden bir kızartılmış buzağı getirdi. 11/69

- Ne zaman ki, elçilerimiz (rusûlune) Lût'a geldi, onların yüzünden endişeye düştü ve
onlardan dolayı kalbi daraldı ve bu bir şiddetli gündür dedi. 11/77

- Kendilerine dokunan bir darlıktan sonra insanlara bir rahmet (sağlık ve bolluk
zevkini) taddırdığımız zaman bakarsın ki, yine onların, ayetlerimiz hakkında bir
tuzakları vardır. De ki: "Allah daha çabuk tuzak kurar!" Elçilerimiz (rusûlene),
sizin kurduğunuz tuzakları yazıyorlar. 10/21

Görüldüğü gibi Risalet bir çok konuda olabilir, zira irsal yani Risaletin manası
göndermedir, Nebilik ise Risaletin dini boyutunu belirleyen bir olaydır ve doğrudan dini
Vahiy almakla ilgilidir. Peygamberliğin olabilmesi için Risaletin yani Resûllüğün
Nebilikle başka bir ifadeyle dini Vahiyle birlikte olması gerekir. İslam dininde dini Vahiy
öylesine önemli bir olaydır ki Resûller bile ona İman etmeye davet edilir, (Bak, 2/285), bu
örnek Nebi olan diğer Resûllerinde durumunu belirler, Peygamberlik olayında, Resûllükle
471
Nebiliğin bir birinden ayrı iki şahsiyet olmadığını tek bir şahsiyeti ifade ettiğini
(bak, 33/40) ayetinden anlayabiliriz. Kur’an’dan mealen:

- Elçi, (Resûl) Rabbinden, kendisine indirilene inandı, müminler de. Hepsi Allah'a,
meleklerine, Kitaplarına ve Resûllerine inandı. "O'nun elçilerinden (Rusûlihi)
hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz" (dediler). Ve dediler ki: "İşittik, itaat ettik!
Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) sanadır!" 2/285

- Diyiniz ki, biz. Allah'a ve bize indirilmiş olana ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,
Yakup'a, Esbata indirilmiş olana ve Musa ile İsa'ya verilene ve Nebilere Rableri
tarafından verilmiş olan şeylere îman ettik, biz onlardan hiç birinin arsını ayırmayız
ve biz ona -Allah Teâlâ'ya- hâlisane itaat eden kimseleriz. 2/136

- Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin
iyiliği)dir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve Nebilere inandı; sevdiği
malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk
altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma
yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından)
korunanlar da onlardır. 2/177

- (İsa) dedi ki: Ben şüphe yok Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni bir Nebi
kıldı. 19/30

Nebiliğin Resûllükle birlikte olduğu konusunda Kur’an’dan mealen:

- De ki: Ey insanlar!. Şüphe yok ki ben hepinize Allah Teâlâ'nın bir elçisiyim
(Resûlullah). Öyle Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ona mahsustur. Ondan başka
ilâh yoktur. Hem diriltir ve hem öldürür. Artık Allah Teâlâ'ya ve bir ümmî Nebi
olup Allah'a ve onun kelimelerine inanan Resûlüne imân ediniz, ve ona tâbi olunuz
ki, hidâyete erişebilesiniz. 7/18

- Kitapta Musa'yı da an, çünkü o, içi temiz (bir insan)dı ve Resûl - Nebiydi 19/51

- Ve kitapta İsmail'i de an, şüphe yok ki, o vaadinde sadık idi ve Resûl - Nebi idi.
19/54

- Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir ve lâkin Allah'ın


Resulüdür ve Nebilerin sonuncusudur ve Allah her şeyi tamamen bilendir. 33/40

Görüldüğü gibi Peygamberlik olayında Resûllük ve Nebilik bir birinden ayrı şeyler
değildir, hal böyle olunca bazılarının yaptığı gibi sona eren Nebiliktir biz İse Resûlüz
diyebilir mi? Peygamberimizden sonra hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz zira bunu
iddia edebilmesi için Allah tarafından kendisine dini vahiy ile Resûl olduğunun
bildirilmesi lazımdır, Nebilik olayı sona ermiş olduğundan bunun olması mümkün
değildir. Bundan dolayı peygamberimizden sonra hiç kimse Allah adına Ne Resûllük nede
Nebilik iddia edemez. Etmesi halinde Allah’ın kendisine bildirmediği bir şeyi iddia
472
etmekle Allah’a iftira etmiş olur.

Görüldüğü gibi, Şianın Resûllük ve Nebilik konusunda iddia etmiş olduğu rivayetler
uydurma olup aslı yoktur.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE PEYGAMBERİN MİRASI :

“... Humran Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:
İmama halk arasında Ümmü Seleme’ye mühürlü bir mektubun verildiğine ilişkin bir takım
söylentilerin dolaştığını ve bunların doğru olup olmadığını sordum, buyurdu ki: <<
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince ilmi, silahı ve orada bulunan tüm
eşyaları Ali (aleyhisselâm)’a miras kaldı. Bunlar daha sonra Hasan (aleyhisselâm)’a
geçtiler. O’nun ardından da Hüseyin (aleyhisselâm)’a geçtiler. Ele ele geçirileceğimizden
korktuğumuz zaman, bu emanetleri Ümmü Seleme’ye emanet bıraktık. Bundan sonra
bunları Ali b Hüseyin (aleyhisselâm) geri aldı.>>
Dedim ki: “Evet, daha sonra babana, sonra da sana mı geçti? <<Evet>> dedi. (Usul-u Kâfi
sh 327 H.623.)

“... Ömer b. Eban şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a
insanların, Ümmü Seleme’ye mühürlü bir mektubun verildiğine ilişkin söylentilerin
dolaştığını, bunun doğru olup olmadığını sordum, buyurdu ki: << Resûlullah (sallallahu
aleyhi ve âlihi) vefat edince ilmi, silahı ve oradaki diğer eşyaları Ali’ye miras kaldı. Ondan
sonra Hasan’a geçtiler, onun ardından da Hüseyin’e geçtiler.>> Dedim ki: “Sonra Ali b.
Hüseyin’e, onun ardından oğluna, ondan sonra da sana mı geçtiler?” <<Evet.>> dedi.
(Usul-u Kâfi sh 327 H.624.)

Bu rivayetlerde Kur’an dışında peygamberden miras kalan esrarengiz bir ilimden


bahsetmektedirler. Böylece, böyle bir ilim karşısında Kur’an’ın insanların elinde
bulunmasının önemli bir şey olmadığını, ilmin büyük bir olay olabilmesi için kapalı
zarflarda üstü mühürlü ve özel şahıslara miras kalan esrarengiz bir ilim olması gerektiğini
ifade etmiş olmaktadırlar. Peygambere ait eşyaların miras edinilmesi iddiasında da,
Kur’an’ın miras hukukunu tamamen dışlamaktadırlar, Kur’an hükümlerine göre Amca
çocuklarına damat olsalar dahi mirastan pay düşmez. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Allah size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe kadının payının iki
katını tavsiye eder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, (ölenin geriye) bıraktığının
üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur.
Ölenin çocuğu varsa, bıraktığı mirasta ana babasından her birinin altıda bir hissesi
vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer.
Eğer kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir. (Bu hükümler, ölenin) Yapacağı
vasiyetten, ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin
fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar, Allah'ın koyduğu
haklardır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir. 4/11

- Eğer çocukları yoksa, eşlerinizin yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra


bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri
sizindir. Sizin de çocuğunuz yoksa, yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra
bıraktığınızın dörtte biri, onlarındır; çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri
473
onlarındır. Eğer miras bırakan erkek veya kadının evladı ve ana babası
olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan
fazla iseler, üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) Zarar verici olmayan vasiyet ve
borçtan sonra (uygulanır). Bunlar, Allah'tan (size) vasiyettir. Allah bilendir,
halimdir. 4/12

Bu itibarla rivayetler uydurma olup aslı yoktur.

Allah’ın korumasıyla İnsanlar Kur’an’ın içeriğini tahrif edip değiştiremeyince, İnsanları


Kur’an’dan uzaklaştırma yolunu seçtiler, bunun için uyguladıkları yöntemler: 1)-
Kur’an’ın İslam dininin öğrenilmesinde yetersiz olduğu, 2)- Kur’an bilgisinin belirli şahıs
ve şahısların tekelinde olduğu, 3)- Kur’an dışında hadis adı altında bir çok rivayetlerin
olduğu ve İslam dininin öğrenilmesinde bu rivayetlerin esas olduğu ve Kur’an’a baskın
olduğu, 4)- Kur’an öğretisinin açık ve net olmadığı, esasının batın yani gizli öğreti olduğu,
5)- Kur’an’ın tahrifli olduğu, 6)- İslam Ümmetine yönelik Ayetlerin İslam Ümmetiyle
ilgili olmadığı belirli şahıslara özel olduğu, 7)- Sıratı Müstakim İçin Tek Kaynak ve Tek
Rehberin Kur’an olmadığı ve bu Konuda Kur’an’ın Yetersiz olduğu, Kurtuluş ve Felaha
ermenin belirli şahıslara bağlı olduğu, örneğin: Bin yılda bir; Yüz yılda bir gelen şahıslara,
İsa’nın veya Mehdinin gelmesine bağlı bir şey olduğu. V.s şeklinde iddialarda bulundular.
Kur’an derken neyle karşı karşıya bulunduklarını takdir edemediklerinden bütün
Rivayetler dini mensupları Kur‘an karşıtı boş iddialarda bulunmuşlardır, günümüzde bu
akımları sürdürenler, en başta, Vehhabiler, Ehli Sünnet ve Şiilerdir. O Kur’an’ki Allah’ın
sözüdür, Allah tarafından insanlara ve Cinlere gelen bir rahmet mesajıdır, Allah’ın sözünü
bir tarafa bırakıp ona karşı alternatifler ortaya koymak suretiyle, başka bilgi kaynaklarına
yapışanlar, İnsanların felahı için tek kurtuluş umudu alan Kur’an’a olan güveni bertaraf
edip sarsmak için, İnsanlardan kendilerine güven kaynağı seçenler, Allah’ı bırakıp, güven
duydukları şahısları kendilerine İlah edinmiş kimselerdirler.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE EHLİBEYT KİMLERDİR

“... Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır
aleyhisselâm)’a: “Peygamber mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların
analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar.” (Ahzap, 6)
âyeti kimin hakkında indi? diye sordum. Buyurdu ki: <<Âyet velâyet ve imamet hakkında
inmiştir. Bu âyet, Hüseyin (aleyhisselâm)’dan sonra, onun çocukları arasında uygulamaya
konulmuştur. Dolayısıyla biz, imamete ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye,
muhacir ve ensar’dan oluşan diğer müslümanlardan daha yakanız.>>
Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” <<Hayır.>> dedi.
“Abbas’ın çocuklarının bunda bir payları var mıdır.?” diye sordum. <<Hayır.>> dedi.
“Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım.” hepsi için <<hayır.>> diye cevap
verdi. Bu arada Hasan (aleyhisselâm)’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdiğimde:
“Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı varmıdır?” diye sordum, <<Hayır.>> dedi.
<<Allah’a ederim ki, ey Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir
payı yoktur.>> (Usul-u Kâfi sh 409-410 H.753.)

İmamet adı altında, babadan oğula saltanatı kabul ettirebilmek için tahdis edilen bu rivayet
33 Ahzap 6 ayetine dayandırılmak istenmiştir. 33 Ahzap 6 ayetine bakıldığında rivayetin
konu olarak 33 Ahzap 6 ayetiyle hiçbir ilgisinin olmadığını kolayca görmek mümkündür,
474
imameti Ehlibeyt olayıyla ilişkilendirmek istemelerine rağmen Akrabalık konumunda
Hüseyin’le aynı konuma sahip olmasına rağmen Hasan’ın dışlanması ilginç bir çelişkidir.
Ne yapılırsa yapılsın, akrabalığa dayalı babadan oğula İmameti veya Saltanatın Kur’an
ölçüsüne göre kabul edilmesi mümkün değildir. 33 Ahzap 6 ayeti de, peygamber eşlerinin
Müminleri Anneleri olduğu açıkça ifade edilmiştir, İslam dininden haberi olup ta Aişe’nin
peygamberin eşi olduğunu bilmeyen tek bir kimse varmıdır. Aişe ve Aişe’ye taraf olan
sahabeler ile Ali ve Ali’ye taraf olan sahabelerin hepsi benim şahsi kanaatime göre iyi
kimseler idiler, aralarına fitne girmişti yoksa hiç birisinin art niyetli kimseler olduğunu
düşünmüyorum, asırlarca önce çıkmış olan bir fitneyi sanki İslam’ın özü ve temeliymiş
gibi güncelleştirerek asırdan asır’a taşıyıp İslam aleminde ayrılık ve bölünme nedeni
yapmanın savunulacak hiçbir yanı yoktur. Biz hepimiz fert olarak amellerimizi yüklenmiş
kimseleriz. İslam dinine göre hesap sormak Allah’a aittir. Allah, kendi takdiriyle her nefse
layık olduğu ceza veya mükafatı verecektir. Hüseyin’in Emeviler tarafından Şehit edilmesi
her müminin gönlünde acı bir yaradır, fakat bu acıyı hiç ilgileri olmayan kimselere karşı
sanki onlar yapmışlar gibi asırdan asıra kullanarak müslümanlar arasında ayrılık nedeni
yapmak haksız bir davranıştır. Bizim için faydalı olan şey Kur’an İslamın’da birleşerek
hep birlikte Müslüman ve Mümin kardeşler olmamızdır. Biz insanlar olarak tarihi tersine
çevirme gücümüz olmadığı gibi ölüp giden yezitleri yargılayıp ceza verme gücümüzde
yoktur, o işi Allah’a bırakalım, Allah zalimlerden intikam alıcıdır. Yaşamımızda bizim
yapabileceğimiz şey bütün Mezhepleri ve dayandıkları rivayetleri Kur’an’a alternatif
olmaktan dışlayıp, yalnız Kur’an’ı rehber edinmiş kimseler olarak, Kur’an islamında inanç
birliği sağlamış Müslümanlar ve Müminler olmaktır, bu hem dünyamız için hem de
Ahiretimiz için sapmayan bir doğru yoldur. Asırlardan beri bu inanç birliğinin sağlanması
karşısında ki en büyük engel Mezhepler ve dayandıkları rivayetlerdir, bu rivayetler öyle
bir haldedir hem kendi aralarında hem de Kur’an ile binlerce çelişkiyle yüklü oldukları
gibi, ortaya koydukları İslam dini anlayışı doğrudan, Kur’an’ın İslam dini öğretisine
karşıdır. Bunun böyle olduğunu belgeli örneklerle gösterebilmek için yıllar süren bir çaba
içerisine girdim, bu bağlamda, Ehli Sünneti, Vehhabileri, İmamiyye Şiasını,
Tasavvufçuları, İslam dini adına söz söyleyen Felsefecileri, Kur’an ölçüsüne göre
eleştirerek, yanlışlarını göstermeye çalıştım. Bundan amacım yalnız Kur’an’ı esas alan
İnanç birliğine çağırmaktır, yoksa benim kimseyi eleştirme gibi bir merakım yoktur.
Konumuza dönecek olursak, İmamiyye Şiası olarak Peygamberin Ehli Beyti esaslı
İmamlığı, kendi iddianızda bile İmamlık12. İmamla birlikte güncel olarak asırlardan beri
Dünya yaşam sahnesinde aktif olmaktan uzak ve pasif bir kuram olmasına rağmen nasıl
savunduğunuza şahsen hayret ettim. İmalık kuramınız için hareket noktası kabul ettiğiniz
Ehlibeyt olayının, Kur’an’da nasıl tanımlandığına hiç dikkat ettiniz mi? Kur’an’da
belirtilen Ehlibeyt tanımıyla, sizin ve Ehlisünnetin ortaya koymuş olduğu Ehlibeyt
tanımının hiçbir ilgisi yoktur. Konuya Kur’an açısından bakacak olursak, Şöyle ki:

Kavram olarak Ehl-i Beytin manası, akrabalık bağıyla birlikte, aile reisinin geliriyle
geçinen ve bir eve bağlı olarak yaşamlarını sürdüren kimseler manasına gelir. Bir aile
reisinin ehl-i beyti, kendisiyle akrabalık bağı olan, onunla bir çatı altıda yaşayan, gelir ve
giderlerini karşıladığı kimselerdirler. Ehl-i Beyt’in Türkçedeki karşılığı Hane Halkı
demektir. Bu itibarla bir kimsenin amca oğlu damadı dahi olsa, hiçbir zaman, ayrı bir eve
ve gelir gidere sahip olması halinde onun ehl-i beyti kapsamına girmediği gibi, evlenip
baba ocağını terk eden kızlar de artık kocalarının ehl-i beyti dirler, zira, baba evinden
ayrıldıkları andan itibaren geçimlerinden, babaları değil, kocaları sorumludur. Fâtıma’da,
Ali’nin eşi olarak, Ali’nin ehl-i beyti idi, zira Ali’de kendi başına bir aile reisi idi.
475
Kendisine ait evi, geliri ve gideri olan bir kimse olarak, peygamberin ehl-i beyt’i
kavramı kapsamına girmesi mümkün değildir. Peygamberin ehl-i beyti, eşleri ve onunla
birlikte bir çatı altında, bir aile olarak yaşamlarını sürdüren ve geçimlerinden sorumlu
olduğu çocuklarıdırlar.
Ehl-i Beyt kavramının kapsamı bu olmakla birlikte, ayrı bir hane halkı olarak yaşayan
çocukların durumu nedir diye sorulsa, onlar ehl-i beyt olarak değil de, ehil olarak çok daha
üstün bir yakınlık konumundadırlar, örneğin, evlilik yoluyla ehl-i beyt kapsamına giren
eşler, boşanma olması halinde ehl-i beyt’lik vasıflarını kaybederler. Nesep yoluyla gelen
ehillik ise yaratılıştan gelen bir durum olması nedeniyle insani tasarruflarla kopması
mümkün olmayan bir akrabalık bağıdır. Bundan dolayı, ehl-i beyt’lik yoluyla kazanılan
akrabalık bağından çok daha üstün bir bağdır. Zira birisi geçici olabilecek bir konumda
diğeri ise kalıcıdır, bundan dolayı ehilliği, ehl-i beyt’likle tanımlamak, kalıcı vasıflar
taşıyanı, geçici vasıflar taşıyan ile değiştirmektir, bu ise doğru ve üstün bir tanımlama
olmaz. Bundan dolayı, Ali’nin, Fâtıma’nın, Hasan ve Hüseyin’in peygambere olan
akrabalık bağları, ehl-i beyt’lik dışında olan ve insani tasarruflarla kopması mümkün
olmayan, Peygamber Ehli olma durumudur ve bu durum üstün bir bağdır. Onlara ehl-i
beyt demek yaratılıştan gelen bu durumlarının yok sayılmasıdır, bu ise iyi bir şey değildir.
Biz onları peygamberin “Ehli" oldukları için çok seviyoruz.

Ehl-i Beyt tanımıyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey peygamber! eşlerine söyle: “Eğer siz, dünyâ hayatını ve onun süsünü


istiyorsanız, gelin size müt’a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım"
33/28

-”Eğer Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah, içinizden
güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır." 33/29

- Ey peygamberin kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun için azab
iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır. 33/30

- Fakat sizden kim Allah’a ve Resûlüne itâate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona
da mükâfatını iki kat veririz ve (cennette) onun için bol rızık hazırlamışızdır. 33/31

- Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer


(Allah’ın buyruğuna karşı gelmekten) korunursanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile)
söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel, (kuşkudan
uzak bir biçimde) söz söyleyin. 33/32

- Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliye (çağı kadınları)nın açılıp saçılması gibi
açılıp saçılarak (kırıta kırıta) yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve
Resûlüne itaad edin, Ey Ehl-i Beyt (ey peygamberin ev halkı), Allah sizden, kiri
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 33/33

- Sizin evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, Şüphesiz Allah


lâtiftir, haber alandır. 33/34

Görüldüğü gibi, peygamberin ehl-i beyti olarak eşleri tanımlanmış ve onlara hitap
476
edilmiştir. Peygamberlerin eşleri ve Ehl-i Beyt’lik konusunda bir örnekte,
Kur’an’daki Hûd Sûresi 71, 72, 73, ten gösterebiliriz, mealen:

-(İbrâhim’in) karısı, ayakta duruyordu. (Bunu duyunca) güldü. Biz ona İshâk’ı
müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakûb’u. 11/71

- (İbrâhim’in karısı) “Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir pir iken doğuracak
mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!" 11/72

- (Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve


bereketleri sizin üzerinizde ey Ehl-i Beyt! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur." 11/73

Bu itibarla, Ehl-i Beyt konusunda tahdis etmiş oldukları rivayetler Kur’an’a aykırı olup,
uydurmadırlar.

İMAMİYYE ŞİASININ KUR’AN ANLAYIŞLARI :

Usul-i Kâfi’de dikkati çeken en önemli hususlardan bir tanesi Kur’an mesajını saptırmak
için ayetler konusunda girişilen kavram kargaşası ve yoğun şekilde Kur’an’ın tahrifli
olduğu şeklinde yapılan iddialar ile, iddialarını kabul ettirebilmek için sürekli olarak çok
sayıda Allah adına yapılan yeminlerdir. Bunlardan örnekler verecek olursam, şöyle ki:

“... Davud el-Cesas anlattı: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini
duydum: “Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar, yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.”
(Nahl,16) Bu âyette geçen yaldızlardan maksat, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’dir.
Alâmetlerden maksat da imamlardır (aleyhisselâm). (Usul-u Kâfi sh 287 H 526.)

Konuyla ilgili olarak Kur’an’dan mealen :

- O, denizi de (hizmetinize) verdi ki ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan


kuşanacağınız süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp
gitmektedir. Allah'ın lütfünü aramanız ve O'na şükretmeniz için. 16/14

- Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar yaptı ki doğru yolu
bulasınız (amaçlarınıza eresiniz). 16/15

- (Yol bulmak için yararlanılacak) işaretler de (yarattı). Onlar yıldız(lar)la da yol


bulurlar. 16/16

“Yunus b. Yakup, Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan “Bütün âyetlerimizi


yalanladılar...” (Kamer 42) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivâyet etmiştir: <<Burada demek
isteniyor ki, onlar bütün vasileri yalanladılar.>> (Usul-u Kâfi sh 288 H 529.)

Kur’an’dan mealen:

- Andolsun biz Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? 54/40

- Fir'avn'ın kavmine de uyarılar gelmiştir. 54/41


477

- Bütün ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları, galib ve güçlü(padişah)ın yakalaması


gibi yakaladık. 54/42

“... Alâi b. Seyabe şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)
“Şüphesiz ki bu Kur’ân, en doğru yola iletir.” (İsrâ, 9) âyetiyle ilgili olarak şöyle buyurdu:
<<Kur’ân, imama yöneltir.>> (Usul-u Kâfi sh 301 H 565.)

Kur’an’dan mealen:

- Şüphe yok ki bu Kur'an, en doğru olan yola iletir ve salih amellerde bulunan
müminlere müjde verir ki, onlar için muhakkak bir büyük mükâfat vardır. 17/9

İddialarının Kur’an’da emredilen hususlarla bir ilgisinin olmadığı açıktır. Bu tür iddialar
Usul-u Kâfi’de pek çoktur, bunların hepsini sıralayıp cevaplandırmak ayrı bir kitap
yazmayı gerektirir, aynı türden keyfi iddialar içerdiklerinden buna lüzum yoktur, bu
konuda tahdis etmiş oldukları birkaç iddia bir arada içeren bir rivayetlerini yazacak
olursam sanırım konu hakkında yeterli bilgi vermiş olacağım, şöyle ki:

“... Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm): “Kim
benim zikrimden yüz çevirirse onun için sıkıntılı bir hayat vardır.” (Tâ-ha, 124) ifadesiyle
ilgili olarak şöyle buyurdu: <<Yani Emir’ul-mü’minin (aleyhisselâm)’ın velâyetinden yüz
çevirenler için.>>
Dedim ki: “Ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşr ederiz.” (Tâ-ha, 124) ifadesiyle ne
kastediliyor? Buyurdu ki: <<Yani, dünyada Emir’ul-mü’minin (aleyhisselâm) velâyetine
karşı kalbi kör olanlar, kıyamet günü gözleri kör olarak hasredilecektir. Bu şekilde kör
olanlar kıyamet günü hayretler içinde derler ki: “Beni niçin kör olarak haşr ettin? Oysa ben
hakikaten görür idim.” (Tâ-ha, 125) Buyurur ki: “İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi
ama sen onları unuttun.” (Tâ-ha, 126) İmamlara ilişkin âyetleri unuttun. “Bu günde aynı
şekilde sen unutuluyorsun.” (Tâ-ha, 126) Yani, sen o âyetleri terk ettin, bu yüzden bu gün
sen de ateş içinde terk edilirsin. Tıpkı imamları terk ettiğin gibi. Çünkü sen onların
emirlerine itaat etmedin ve onların sözlerini dinlemedin.>>
Dedim ki: “Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle
cezalandırırız.. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” (Tâ-ha, 127) âyetinin
anlamı nedir? Buyurdu ki: << Emir’ul-mü’minin’in velâyetine başkasını ortak eden ve
Rabbinin âyetlerine inanmayan ve dolayısıyla inatçılık ederek imamlara tabi olmayan,
onları izlemeyen, onları dost edinmeyen kimseler bu şekilde cezalandırılırlar.>>
Dedim ki: “Allah kullarına karşı lütufkârdır. Dilediğine rızık verir.” (şurâ, 19) âyetinde ne
demek isteniyor? Buyurdu ki: <<Emir’ul-mü’minin (aleyhisselâm)’ın velâyeti
kastediliyor.>>
Dedim ki: “Kim ahiret kazancını istiyorsa” (Şûra, 20) ifadesiyle ne demek isteniyor?
Buyurdu ki: <<Emir’ul-mü’minin ve imamların tanınması kastediliyor. “Onun kazancını
arttırırız.” (Şura, 20) Yani imamların hakikat devletinden onları pay sahibi yaparız. “Kim
de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi
olmaz.” (Şura, 20) Mehdi (aleyhisselâm)’ın önderliğindeki hak devletinden bir payı
olmaz.>> (Usul-u Kâfi sh 657-658 H 1172.)

Bu şekilde, Kur’an’da verilen mesajla ilgisi olmayan iddialar içeren daha birçok rivayet
478
tahdis etmektedirler. Kur’an’a bakıldığında, yapmış oldukları iddiaların
Kur’an’la ilgisi olmayan uydurma ve keyfi iddialar olduğu görmek mümkündür.
Kur’an’dan mealen:

- Ve her kim benim zikrimden kaçınırsa artık şüphe yok ki, onun için pek dar bir
geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşr ederiz. 20/124

- Der ki: Yarabbi!.Ne için beni kör olarak haşr ettin ve halbuki, ben görücü idim.
20/125

- -Allah Teâlâ da- buyuruyor ki: Öyledir. Sana ayetlerimiz geldi, sen hemen onları
unutuverdin. Bugün de sen öylece unutulursun. 20/126

- Ve israf eden ve Rabbinin âyetlerine imân etmeyen kimseyi böylece cezalandırırız


ve ahiretin azabı ise elbette ki, daha şiddetlidir ve daha kalıcıdır. 20/127

- Allah, kullarına çok lûtf edicidir, dilediğine rızık verir. Ve O -her şeye- kadirdir,
galiptir. 42/19

- Her kim ahiret kazancını dilerse onun için kazancında artış meydana getiririz ve
her kim dünya kazancını dilerse ona da ondan veririz. O'nun ahirette bir nasibi
yoktur. 42/20

İmamiyye Şiasının Kûr’an konusunda yaptığı yalnız mana saptırması değildir, birçok
rivayetlerinde Kur’an’ın tahrifli olduğunu ısrarla iddia etmektedirler, Şöyle ki:

KÛR’AN’IN TAHRİF EDİLMİŞ OLDUĞUNU İDDİA ETTİKLERİ


RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER:

“... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:
“Kim Allah ve Resûlüne (Ali’nin ve ondan sonraki imamların velayeti hususunda) itaat
ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzap, 71) Âyet bu şekilde nazil oldu.>> (Usul-u
Kâfi sh 622 H 1088.)

Tercümeyi yapan kişi tahrif iddialı kısmı parantez içine almışsa da Rivayetin Arapça
aslında öyle bir ayırım şekli yoktur, iddia direk olarak, Şöyledir:

“... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:
“Kim Allah ve Resûlüne Ali’nin ve ondan sonraki imamların velayeti hususunda itaat
ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzap, 71) Âyet bu şekilde nazil oldu.>> (Usul-u
Kâfi sh 622 H 1088.)

Örnek olarak vereceğim diğer rivayetlerin parantezli kısmının aynı şekilde dikkate
alınması gerekir; parantezli kısamlar rivayetler metninde yukarıdaki örnekte olduğu gibi
asla dahildir.

İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen:


479
- Tâki, sizin için amellerinizi ıslâh etsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın ve
her kim Allah'a ve Resûlüne itaat ederse muhakkak ki, pek büyük bir zafere ermiş
olur. (33 Ahzap 71)

Görüldüğü gibi, Kur’an’ın aslında olmadığından dolayı, “Ali’nin ve ondan sonraki


imamların velayeti hususunda” ifadesinin ayet olarak inmiş olmasına rağmen Kur’an’dan
çıkartılmış olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır.

“... Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: <<Bu
âyeti Cebrail Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye şu şekilde indirmiştir:
“Kıskandıkları için Allah’ın (Ali hakkında) indirdiğini inkâr ederek kendilerini
harcamaları ne kötü bir şeydir.>> (Bakara,90)” (Usul-u Kâfi sh 627 H 1105.)

İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen:

- Allah'ın kullarından, dilediğine kendi fazlından (peygamberliği) indirmesini


'kıskanarak ve hakka baş kaldırarak' Allah'ın indirdiklerini tanımamakla,
nefislerini ne kötü şeye karşılık sattılar! Böylelikle gazab üstüne gazaba uğradılar.
Kafirler için alçaltıcı bir azab vardır. (2 Bakar 90)

Görüldüğü gibi, “Ali hakkında” ifadesinin Kur’an’dan çıkarıldığını iddia etmişlerdir. Bu


iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır.

“... Cabir şöyle rivâyet etmiştir: Cebrail (aleyhisselâm) aşağıdaki âyeti şu şekilde
indirmiştir: “Kulumuza (Ali hakkında) indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, onun benzeri
bir sure getiriniz.” (Bakar, 23)” (Usul-u Kâfi sh 627 H 1106.)

İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen:

-Ve eğer siz kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, onun benzerinden bir sûre
vücuda getiriniz. Ve Allah Teâlâ'dan başka şâhitlerinizi dâvet ediniz, eğer siz doğru
kimseler iseniz. (2 Bakara 23)

Görüldüğü gibi bu rivayette de, “Ali hakkında” ifadesinin Kur’an’dan çıkarıldığını iddia
etmişlerdir. Bu iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır.

“... Muhammed b. Sinan, İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet
etmiştir: <<Allah Azze ve Celle âyetinde “Allah’a ortak koşanlara ağır geldi.” (Ali’nin
velâyeti) “Kendilerini çağırdığın” (Ey Muhammed Ali’nin velâyeti) (Şura,13) <<Bu âyet
korunan kitapta bu şekildedir.>> (Usul-u Kâfi sh 629 H 1112.)

İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen:

- Sizin için, dinden, Nûh'a önerdiğini, sana vahy ettiğini, İbrahim'e, Mûsa'ya ve
İsa'ya önerdiğimizi şöyle diyerek kanunlaştırdı: "Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp
fırkalara ayrılmayın!" Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır
gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir.
42/13
480

Görüldüğü gibi Kur’an’dan ayet çıkarıldığını iddia ettikleri gibi, Kur’an’ın korunmamış
olduğunu da iddia etmektedirler. Dediklerine göre korunan başka bir Kitap’tır, Kûr’an
değildir. Rivayette “(Ali’nin velâyeti) - (Ey Muhammed Ali’nin velâyeti)” ifadelerinin
Kur’an’dan çıkarıldığını iddia etmektedirler. Bu iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır.

“... Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir:
<<Birisi gerçekleşecek olan azabı istedi. (Ali’nin velâyetini) inkâr edenler içindir bu azap
ve bu azabı hiç kimse savamaz.” (Meâric, 1-2) Bu âyeti, Allah’a yemin ederim ki Cebrail,
Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bu şekilde indirmiştir.>> (Usul-u Kâfi sh 634 H
1127.)

İddia ettikleri ayetlerin aslı, Kur’an’dan mealen:

- Bir soran, inecek azabı sordu: (70 Meâric 1)

- Kafirler için, ki onu savacak yoktur, (70 Meâric 2)

Allah adına yemin ederek tahrif iddiasında bulundukları açıktır.

Bu şekilde tahdis ettikleri başka rivayetleri de vardır, konuyu ortaya koyma açısından
verdiğim örneklerin yerli olduğunu düşünüyorum, özellikle şunu belirteyim ki, bu tür
sözleri ne Ali nede Ali’nin Evlatları söylememişlerdir, nasıl ki Peygambere hadis adı
altında iftira ediliyorsa Ali ve Evlatlarına iftirada bulunulmuştur, benim düşünce ve
kanaatim bu şekildedir. Yalnız bu tür rivayetlere inanıp, Ali ve Evlatlarına mal edenlere
şunu sormak lazımdır, mademki bu tür iddiaları İmamlar söyledi diyerek, kesinlikle kabul
ederek din olarak benimsiyorsunuz, Elinizde bulunan Kur’an’dan başka bu rivayetleri
içeren bir Kûr’an var mı, yoksa neden yoktur, yoksa bu şekilde bir Kûr’an üretip
sahiplenmemekle sizlerde İmamların söylediğine inandığınız sözleri red mi ediyorsunuz,
imamın sözlerini red etmek imamı red etmek değil midir, yoksa sizler insanları davet
ettiğiniz şeyi öncelikle red eden kimseler misiniz, bu derin bir çelişki ve inanç sapması
değil midir.

Bu bölümdeki çalışmamı Kuleyni’nin Usul-u Kâfi İsimli hadis kitabının birinci cildini ele
alarak yaptım, bu ciltte 1441 rivayet bulunmaktadır, tamamı diğer ciltlerle beraber 16199
rivayet olduğu düşünülürse 16199 rivayetin tamamı üzerinde yapılacak bir çalışmada
karşılaşılacak olan manzara açıktır. Ayrıca, Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali b. Huseyn b.
Mûsâ b. Bâbeveyyh’il - Kummi’nin <<Men Lâ Yahzuruh’ul-Fakiyh>> isimli hadis
kitabında yer alan 9044 hadis ve Ebû - Ca’fer Muhammed b. Hasan b. Aliyy-i Tûsi’nin
<<Tehzib’ül - Ahkâm>> isimli hadis kitabındaki 13059 hadis ile <<El-İstibsâru fi
Ma’htelefe fihi mine’l - Ahbâr>> isimli hadis kitabında yer alan 5511 rivayet Kûr’an ile
karşılaştırıldığında sizce nasıl bir durumla karşılaşılır. Aslında İslam dini açısından durum
hadislerin Kur’an’a uygun olup olmamasından veya Sahih olup olmamasından öte, İslam
dininin öğrenilmesinde Kaynağın ne olması gerektiğiyle ilgilidir, İslam dininin
öğrenilmesinde ve uygulanmasında tek İmam Kûr’an mıdır, veya Kur’an’dan başka her ne
ad altında olursa olsun İslam dininin öğrenilmesinde ve uygulanmasında başka kaynaklar
başka bir ifadeyle başka İmamlar varmıdır. İşte İslam dini açısından İnançların, başka bir
ifadeyle İman etmelerin ayrılık noktası burasıdır. Bu nokta neye İman edildiğinin niteliğini
481
ve farklılığını kesin olarak belirler. Bana göre İslam dininin Tek Kaynağı ve Tek
Rehberi Kur’an’dır, İslam dini açısından İnanç birliğinin sağlanmasında bundan başka bir
yolda yoktur. Kur’an’ı, Allah kelamı kabul ettiğini söyleyen buna rağmen bir mezhebe
bağlı olduğunu söyleyen herkes, İslam dini adı altındaki bütün mezhepler ellerindeki
rivayetleri bir tarafa bırakarak, yalnız ve yalnız Kur’an’a yapıştığında asırlardan beri İslam
dini adına oluşturulan İnanç farklılığı fitnesi ortadan kalkmış olacaktır. Allah’a güvenip,
O’nun sözü olan Kur’an’a yapışmak karanlıklardan kurtulup aydınlığa çıkmanın tek
yoludur.

Buraya kadar Caferi mezhebinin inanç esaslarından örnekler vermeye çalıştım. Konu
edilebilecek bir çok hususu da konunun uzamaması için konu etmekten vazgeçtim. Esas
amacım, kimselerin inancını konu etmekten çok, İslam dini adı altında meydana gelen
sapma ve bölünmelerin temel nedenlerini, Kuran’ı esas alarak göstermektir. Bundan sonra,
Allah kısmet ederse, iki ayrı konu halinde, Tasavvufçularla, İslam iddialı felsefecilerin
inanç esaslarını Kuran’la karşılaştıracağım, Ve bunların Kuran’da öğretilen İslam dini ne
karşı nasıl yoğun bir faaliyet içerisinde olduklarını belirtmeğe çalışacağım.

TASAVVUFÇULARA GÖRE İSLÂM :

Hicri ikinci yüzyılın ilk yarısından itibaren İslam dinine yapılan en şiddetli saldırıların
başında, Tasavvuf adı altında “sofilerin” yapmış olduğu saldırıdır. Tasavvuf akımının ne
olduğunun anlaşılması için öncelikle “Sofi” kelimesinin ne anlama geldiğinin bilinmesine
ihtiyaç vardır. Zira bu kimselerin bu adı almaları yapmış oldukları fiil ve davranışlarla
yakından ilgilidir. Bu kelimenin ne manaya geldiği hususunda zaman içerisinde çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- ASHÂB-I SOFFA: “Sofi Ashâb-ı Soffa’ya mensûb yani onlar gibi yaşayan kimsedir.”
denmiştir. Ashab-ı soffa tanımlanırken, bunların dört yüz kişi oldukları ve Mekke’den,
Medine’ye hicret eden fakir kimselerden meydana gelen bir topluluk oldukları ve
Medine’de, Mescidi Nebi’de oturdukları ve yalnızca ibadetle ibadetle meşgul oldukları
söylenmiştir. Sofu kaynağı, Ashab-ı Soffa’nın yaşantı tarzından alınmış olamaz. Zira sofu
kimseler mala düşkün oldukları gibi, ibadete de düşkün kimseler değillerdir. Sofuların
fakir telakki edilmeleri, mürit ile Sofunun karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Zira
“Sofu“, başka bir deyimle “Şeyh” baş konumda olan kimsedir. Mürit ise bu şahsı mürşid
olarak kabul eden kimseler olup, mürtler içinde dünyayı terk etme iddiasıyla işi tembelliğe
vurup fakirlik içerisinde yaşayan kimseler olabilir. İşte bu kimselerin hali dikkate alınarak,
sofu kelimesinin Ashab-ı Soffa’nın halinden kaynaklandığı iddia edilmiştir. Halbuki mürit
sofu demek olmadığı gibi, sofu konumunda olan şeyhler. Devletlerden maaş almak,
müritlerin verdikleri para ve hediyelerle, birçok vakıf mallarını ellerinde bulundurmak
suretiyle yüksek maddi varlık sahibi olabilmektedirler. Onun için sofu kelimesinin Ashab-ı
Soffa ile bir ilgisi olmadığı gibi, Ashab-ı Soffa olsun veya olmasın sahabeler hayata karşı
pasif ve tembel kimseler değildiler.

2- SOF : Sofi’nin, Arapçada yün manasına gelen “sof” kelimesinden kaynaklandığı


söylenmiştir. Güya sofular tevazu olsun diye ve Peygamberin elbisesi hesabıyla yün
elbiseler giyen kimseler olduklarından onlara bu ad verilmiş. Halbuki, yün elbise giymenin
tevazuuyla bir ilgisi yoktur. Zira yün elbise ucuz elbise demek değildir. Bu gün bile yün
482
elbise diğer birçok elbise çeşidinden daha pahalıdır. Kaldı ki, sofuların illaki yün
elbise giyme gibi bir merakları olmadığı gibi, tasavvufçuların yün elbiseye bağlı bir
kostümleri yoktur. Onun için sofu kelimesinin yün elbiseden kaynaklandığı yolundaki
iddiaların tutarlı bir yönü yoktur.

3- BENÜ’-SÛFE : Sofi kelimesinin “Benü’s-Sûfe” ye nispet edilmesidir. “Benü’s-Sûfe”


Mudar kabilesinden bir topluluk idi. Bunlar Kâbe’i Şerifte hizmet ederlerdi, böyle bir
topluluğu örnek alarak, Kâbe-i Şerifte hizmet eden hangi sofu vardır. Kâbe-i Şerifte
hizmet etmek bir tarafa sofuların çoğu açıktan, açığa Hac etmeyi ret eden kimselerdirler.
Onun için sofu kelimesinin “Benü’s-Sûfe” ile bir ilgisi yoktur.

4- SOFOS - SOPHİA : Sofi kelimesinin hikmet mânâsına gelen “Sofos” dan geldiğinin
ileri sürülmesi.
“Bu hususta Ömer Ferd Kam, sofi kelimesinin “feylesof” kelimesi gibi, âkil, hakim
mânâsına gelen Yunanca “Sofos” kelimesinin Araplaştırılarak kendilerine alem edilmiş
olmasının pek muhtemel olduğunu söylüyor.”
“Şemseddin Sâmi, Kâmus-ı Türki’sinin tasavvuf ve sofi maddesinde şunları
söylemektedir.”
“Tasavvuf”: cemi “Tasavvufun” yün demek olan sofdan, daha doğrusu yunanca hikmet
demek olan “Sophia” dan, hâl-i ve fenâ gibi ahvâl-ı mâneviye ye hasr-ı himmet edenlerin
meslek ve târiki.”
“Sofi”:Cemi “sofiyyûn, yünlü elbise giydiklerinden dolayı, sofdan daha doğrusu tasavvuf
kelimesinin aslı olan ve hikmet manasına gelen “Sophia” lâfz-ı yunanisindendir.”
(Tasavvuf, Mahir İz, Kitabevi Yayınları 2.basım Yıl. 1990 Sayfa 38-39. )

Bu izahlarda çok köklü bir hata yapılmaktadır. Öyle ki: “Sofos” ve “Sophia bir ve aynı şey
sayılmakla, “Sofist” ile “Feylezofof”un aynı şey olduğu neticesine varılmıştır. Hal bu ki,
durum hiçte öyle değildir. “Sofizm” akımı “Felsefeye” bir tepki olarak doğmuş olup,
Sofist ile Feylesof bir birlerine hasım olarak fikir mücadelesi yapan kimselerdirler.
Bundan dolayı Sofist ile Feylesof aynı kimseler değildirler. Aynı sayılmaları, insanları
yanlış neticelere götürmüştür. Örneğin:
“İsmail Hakkı İzmirli, Sofi kelimesinin yunanca hikmet mânâsına gelen “Sophia” dan
geldiğini kabul etmiyor ve şu mütalaayı ileri sürüyor.
<<... Çünkü zahidler tarikine sülük eden zevâtın sofiye ismiyle meşhur olmaları. Yunan
kitaplarının tercemesi şâyi ve felsefenin meşhur olmasından evveldi.
<< Hicri 131 tarihinde vefat eden Mâlik bin Dinar, Hicri 135 tarihinde vefat eden
Rabiatü’l - Adevi, Horasan’da en evvel ilm-i ahval ve tarikat hakkında söz söyleyip hicri
153 tarihinde vefat eden Şakik Belhi, hicri 161 tarihinde vefat eden İbrahim bin Edhem,
hicri 178 tarihinde vefat eden Fudayl bin İyâd, hicri 465 tarihinde vefat eden Kuşeyri ve
diğer müellifler, ilk sofiyye yi saydıkları esnada, zikrettikleri yüksek zevâtı (sofiyye) diye
isimlendirmişlerdir.
<< Nefahat’ın beyanına göre en evvel sofi ismiyle anılan zât Ebû Hâşim idi ki hicri 150
tarihinde vefat etmiştir.
<< Sofiyye ismi Yunan kitaplarından alınmış olsaydı, bu isim Yunan kitaplarının
tercemesinden, felsefe lâfzının şüyû’undan sonra olabilecekti. Niçin sofiyye ye felâsife
denmiyor? Madem ki sofiyye nin eserlerinde, sözlerinde felsefi bahisler vardır, niçin
felâsife ye sofiyye denmemiştir? Madem ki felâsifenin eserlerinde eserlerinde, sözlerinde
tasavvuf bahsi vardır. İslâm’da hikmet ve felsefe ile iştigâl edenlerin en eskisi olan ve
483
329(940) tarihinde vefat eden Ya’kûb bin İshak el Kindi’yi niçin feylesofu’l - Arap
denildi de, sofiyyu’l - Arap denilmedi?
<< Sofiyye ismi felâsifece mâruf ve me’hazi mâlûm olduktan sonra zuhûr etmiş ise, niçin
birçoklarına mübhem kalıyor da, türlü türlü vecihler gösteriliyor?
<< Sofiyye tariki, felasife tariki ile tahlil olunursa, görülür ki, asıl sofiyye terikati,
felasifiyyeden uzaktır, felâsifeyi en ziyade inkâr eden sofiyyedir. >> (Tasavvuf, Mahir İz,
Kitabevi Yayınları 2.basım Yıl. 1990 Sayfa 39-40 )

Sofistlerin, Filozofları inkar ettikleri ve onlara karşı mücadele ettikleri doğrudur. Burada
ki yanılgı noktası, filozofların ret edilmesiyle tasavvufun yunan kaynaklı olmaktan
kurtulacağının zan edilmesidir. Hal bu ki, Sofizm felsefe dışında kendi başına Yunan
kaynaklı bir akım olup, kendisine ait fikirleri ve yöntemleri vardır ve bu akım İslam
aleminde felsefi tercümelerin yapılmasından çok önce de mevcuttu. Geliş yönü de, İran
veya Hint üzerinden olmayıp, bundan daha önce Mısır’da var olduğundan, Yunanistan’dan
getirilerek, Mısır üzerinden İslam alemine girdiği görülmektedir. Zira Milattan asırlarca
önce Sofizm akımı Mısır’da var idi. Bunu Eflâtun’un şu sözlerinden anlamak mümkündür.
“Mısırlı Sofist Proteus” (Batı Klasikleri, Euthydemos sayfa 46 Eflâtun, M.E.B. Yayınları
1977 baskısı). Bu ifade ta Eflâtun zamanında bile Sofizmin Mısırda var olduğunu
göstermektedir. Var oluşu da bir tarikat şeklindeydi. Yine Eflâtunun ifadesiyle “Tut ki
Sofist tarikatının ilk sırlarını dinliyorsun.” (Batı Klasikleri, Euthydemos sayfa 19 Eflâtun,
M.E.B. Yayınları 1977 baskısı). Bu tanımlama Sofizmin bir tarikat olduğunu göstermeye
yeterlidir.

Böylece, felsefeyle sofizmin ayrı sistemler olduğunu, filozofla, sofistin ayrı şahıslar
olduğunu belirttikten sonra, sofistin dünya görüşünü ve düşünce tarzını belirtmeye ihtiyaç
vardır. Bu bilinirse görülecektir ki, eski sofistlerle, tasavvufçular arasında hiçbir fark
olmadığı gibi, “Sofu”, “Sofist”in ta kendisidir. Ayrıca, Kuran İslam’ıyla inanç yönünden
hiçbir bağlılıklarının olmadığı da görülmüş olacaktır.

SOFİZMİN ORTAYA ÇIKIŞI

“İ.Ö. 5. Yüzyılın başında, Yunanistan’da önemli devrimler olmuş, aristokrasi yıkılmış


yerine demokrasi geçmiştir. Devrimlerin etkisiyle öteden beri kutsal, değişmez sayılan
törelerin, âdetlerin, geleneklerin birden bire çöküvermeleri, ruhlarda kuşku, sarsıntı,
doldurulamaz bir boşluk doğurmuştu. Yine İ.Ö. 5. Yüzyılın yarısında Yunanlıların
Perslerle kırk yıl kadar süren sürekli savaşları ruhlardaki bu kuşkuyu, sarsıntıyı,
kötümserliği büsbütün arttırmıştı. Beri yandan tabiat filozoflarının, Thales’ten beri sürüp
giden evrenin ilk ilkeleri (ark he) üzerindeki araştırmaları boşa çıkmıştı. Gerçekten bu
filozoflar evrenin ilk ilkesi üzerinde uyuşmak şöyle dursun; tersine birbirlerine taban
tabana karşıt sonuçlara varmışlardı. Bu durum ruhlardaki kötümserliği, artık sınırlarının
sonuna götürüyordu. Tam bu kötümser ruh halini bütün çıplaklığıyla ortaya koyan, bir de
“sofist” denen birtakım düşünürlerin yetiştiğini görüyoruz.
Bunların en ünlüleri Protagoras, Gorgias, Hippias, Prodikos v.b. larıdır. Sosyal yapının
kuşkularını, sarsıntılarını belirten bu sofistlerin başında gelen Protagoras herkesçe kabul
edilecek genel hakikatlerin olamayacağını söyleyerek “Hakikat ölçüsü kişidir.” fikrini ileri
sürer. Öyleyse Protogoras’a göre herkesçe tanınabilecek hakikatler yok demektir. Biri için
hakikat olan, bir başkası için olmayabilir.
Gorgias, Protagoras’ın bu fikrini daha ileriye ileriye götürür, şöyle bir sonuç çıkarır:
484
“Mademki hakikatin ölçüsü kişidir, hakikat kişiden kişiye değişiyor demektir. Öyleyse
bunların hiç biri hakikat değildir, hepsi yanlıştır.” Böylece Gorgias felsefesi (felsefe
deyimi yanlış, düşüncesi olmalıdır) de tam bir hiçliğe (nihilizme) varmış oluyor.
Doğal (tabii) ve kurulmuş (mevzu) diye iki çeşit konunun varlığını ileri süren Hippias
özellikle kurulmuş kanunlar üzerinde durarak şöyle der: “Doğal kanunlar tabiata
dayandıkları için değişmezdir. Kurulmuş kanunları ise insanlar ortaya attıklarından
tamamıyla uydurmadır. Bunlar zamana, mekâna göre değişir, bundan ötürü de bu
kurulmuş kanunlar insanların başına musallat olmuş bir belâdır. Zorla insanları çığırından
çıkarır.” (Batı Klasikleri, Protagoras. Eflâtun M.E.B. 1997 baskısı, Çeviren, Prof N. Şazi
KÖSEMİHAL, Önsöz Sayfa II - III ).
“Platon’un “Protagoras” adlı bu yapıt (eser) ında konu erdem (fazilet) dir. Tartışma
özellikle Protagoras’la Sokrates arasında geçiyor. İkisi arasındaki fikir karşıtlığı da açıktır.
Sokrates matematik bir kesinlikle hakikate ulaşmak; Protagoras da pratik değeri olan şöyle
böyle bir hakikatle yetinmek eğilimindedir. Fikirlerindeki bu karşıtlık elbette aralarında bir
yöntem (metot) farkı da doğuracaktır. Nitekim Sokrates’inki diyalektik, başka bir deyimle
kesin bir ispat yöntemi ise; Protagoras’ınki masal, söylev gibi bir takım inandırma
yöntemleridir.” (Batı Klasikleri, Protagoras. Eflâtun M.E.B. 1997 baskısı, Çeviren, Prof N.
Şazi KÖSEMİHAL, Önsöz Sayfa III- IV ).
Görüldüğü gibi Sofizim akımı ve onun üreticileri Sofistler felsefeye bir tepki olarak ortaya
çıkmışlardır. Hayattaki bir takım tutarsız şeyleri dikkate alarak; tutarsızlıkları düzeltme
çabası içerisine girecekleri yerde, doğal kanunlar dışındaki tüm hakikatleri inkar etmeyi
tercih etmişlerdir. Bu düşüncenin bir neticesi olarak, hiçbir inanca bağlı olmayı veya saygı
göstermeyi gerekli görmezler. Hayatta onlara göre tek bir gerçek vardır, oda tabiat
kanunları gerçeğidir. Dolayısıyla onlara göre hakkaniyet olmadığı gibi, haklı haksız
ayırımı diye bir şey de yoktur. Ne şekilde olursa olsun maddi menfaat sağlamak doğrudur
inancına sahiptirler.

Eflâtun’un Sofist isimli kitabında belirtilen. “Maddi menfaate erişmek için kullanmış
oldukları tipik yöntemleri ve özelliklerinden” örnekler :

1- Sofist, fazilet öğretimi perdesi altında para kazanmak için , asil ve zengin gençler
peşinde koşan bir avcıdır.
2- Sofist, fazilet üzerine söz ve öğretim alışverişi yapan bir bezirgandır.
3- O perakende sattığı malı, ya başkasından alıp satar, yahut da kendi yapar satar.
4- Münazara (karşılaşma) iyi ve doğru veya başka türlü genel kavramlar üzerinde olursa
ona Eristik denir.
Sofist, eristik sanatını para için icra eden kişidir. Eristik sanatını kazanç sağlamak için
profesyonel olarak icra edip, geçim vasıtası yapan sofistler soru ve cevap usulünü, yani
Zenon’un diyalektiğini bir söz güreşi haline getirmişlerdi. Bu usulü her konuda tatbik
ediyor ve karşısındakini tezatlar içine düşürmek suretiyle yenmeyi amaçlıyorlardı. Bir
hakikate varmak için değil, şaşırtmak, tenakuza düşürmek ve çürütmek için
konuşuyorlardı.karşısındakinin cevabı ne olursa olsun onu çıkmaza sokmayı amaç
edinmişlerdir. Bu tarife uygun en iyi misalleri Euthydemos’ta görüyoruz. İki kardeş Sofist
kendilerini söz güreşinde pehlivan ilân ediyor, herkesi her konuda çürütebildiklerini iddia
ediyorlardı. Bunların kanıtlarının birçoğunu Aristo, Sofistik kanıtlar adlı eserine almıştır.
“Bunların kullandığı metot, Sokra tik diyalektiğin bir karikatürüdür. Sanatları Eristiktir.
Maharetleri doğruyu da, yanlışı da çürütmektir. Dinleyenleri ne söylerse söylesin, gene
onu çürütmektir.
485
5- Sofist bir şarlatan bir hokkabazdır: Aldatıcı hayaller ve yalanlar imal eder. Var
olmayanı var, var olanı da yok kılar. Böylece “Sofistlik” adında bir sanat vardır, konusu
yalan ve yanlıştır. Sofistlik bir fikir sahtekârlığı, sofistler de fikir şarlatanları olarak
tanınmıştır.
6- Hayatta, yanlış söz vardır, o halde yanlış düşünce, yanlış hüküm, yanlış kanaat ve yanlış
hayal de vardır. Madem ki yanlış sözle yanlış kanaatin varlığı bir gerçektir, öyle is,
varlıkların taklitleri mümkündür ve bunları yapmak gücünden bir aldatma sanatı doğabilir.
O da sofistliktir.
Sofist hakkında yazılan bu tarifleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
Sofistlik: 1) Bir tenakuzlar sanatıdır; 2) Yalnız kanaatler üzerine kurulu taklit sanatının
alaycı (bilerek samimiyetsiz) bölümü ile mime tik sanatına girer; 3) Fantasmalar imal eden
cins ile hayaller imal etme (hokkabazlık = illusionisme) sanatına bağlanır; 4) Sanatının da
söz cambazlıkları bölümünü kendisine faaliyet alanı seçer; bu da meydana getirme
sanatının, Tanrılık değil de insanlık bölümünün hayaller imal eden şekline girer. İşte,
“kanı ile, şeceresi ile” Sofist budur. (Batı Klasikleri. Sofist, Eflatun, M.E.B. 1988 yayını,
Çeviren, Mehmet KARASAN, Alıntılar yer yer ön sözden yapılmıştır.)
Bu durum İ.Ö. 5. Yüz yılda, Sofizmin ilk çıktığı zamanlara ait olduğundan konunun
açısından önemine binaen, sofist hakkında eski Yunanistan’da yapılmış olan bu tespitler
ile söylenmiş sözlerden örnekler vermeye çalıştım.
Sofizmin çıktığı tarihten, günümüze kadar geçen sürede, sofist zihniyetinde bir değişiklik
olmamıştır. Bu arada geçen asırlarda sofist zihniyeti hep aynı olmuştur. Buna örnek olmak
üzere, sofizmin ortaya çıkışından 1800 yıl sonra yaşamış olan İbni Teymiye (Ahmed bin
Abdulhalim Harrâni, D. H.661 M.1263 - Ö. H. 728 M.1328) nin tespitlerine baktığımızda
durum açıkça görülür. Şöyle ki:

“Vahdet-i Vücûd ve Sofilik:


(Psikolojik açıdan hak ve bâtılın tahlili)
Gerek << Fusûsü’l - Hikem >> yazarı Muhyeddin İbn Arabi’nin, gerekse benzerlerinin
ifade ettikleri ve çeşitli yerlerde açıkladıkları Vahdet-i Vücût görüşünün esası şudur: <<
Hakikatler kanaatlere göre değişir...>> (Gerçekler inançlara tâbidir.)
Halbuki bu söz Sofistlere aittir. Başka bir ifadeyle, <<Kim bir şey söyler ya da bir şeye
inanırsa, bu şey sadece onu söyleyen ve inanan kimse için bir hakikattir.>> Bu nedenledir
ki onlar yalanı bile hakikat sayarak şöyle derler:
<< Arif olan kişi hiç kimseyi yalanlamaz. Çünkü yalan da var olan bir şeydir ve
söyleyenin kendisinde yer kaplayan bir gerçektir. Eğer yalana inanmışsa bu, hem o
kimsenin inancında, hem de sözünde hakikat olmuştur. Şayet inanmadığı şeyi söylerse,
yalnızca sözünde hakikat olur.>>
Bu nedenle, gerçeği bilen kişi bütün insanların inandığı şeye inanmanı emreden kişidir.
Nitekim İbn Arabi şöyle der: İnsanlar Allah hakkında bir takım şeylere inanmışlardır,
bense onların inandıklarının tamamına inanıyorum.>>
(Sofistler), birbirlerine zıt ve ters iki şeyi doğrulamayı emrederler ve bunu metot ve
gerçekçiliklerinin esası sayarlar... Bunlardan birine ben bu tarz bir şey yöneltmiştim;
Bunun her ikisi de haktır.>> Meselâ birinin keşfi, Zühre yıldızını Utarit yıldızının
üzerinde, diğer birinin keşfi de ( aynı zamanda) altında görürse nasıl olur? >> diye
sorduğumda şöyle demişti: << Birinin keşfine göre Zühre Utarit’in üzerinde, berikinin
keşfine göre ise Utarit’in altındadır.>>
Onların bu prensibi şu anlama gelir: << Her insan istediğini söyler ve dilediği inanca
inanır; hak-batıl, doğru-yalan diye ayırmadan. Ve hiç kimse, hiçbir şeyin varlığını inkâr
486
etmez. >>
Evet böyle derler. Haber ve bilgi konusunda dedikleri budur. Emir ve amel bakımından
ise, onların gerçeğe ulaşmışı şöyle der: << Bize göre haram diye bir şey yoktur. Ama şu
hakikatten mahrum (kalp gözü bağlı) olanlar var ya, haramdır diyorlar. Biz de: Size
haramdır diyoruz. >>
Binaenaleyh onlara göre emir - nehiy diye bir şey yoktur. Nitekim, << Füsûsü’l - Hikem
>> sâhibinin talebesi olan Kâdi’nin şu şiirini, Şâhid b. Amd bana okumuştu:

<< Dünyada her şey aynıdır. İyi - kötü diye bir şey yoktur.
Fakat, (örf ve ) âdet, tabiat ve kanun koyucu, iyi veya kötü hükmünü vermişler. >>
Bu takdirde, söz ve fiiller için salt bir kudretten başka bir şey kalmamaktadır. (Yani,
fiziksel bir mani olmadıktan sonra) onlarca << Helâl; bulup eline geçirdiğin, haram da
mahrum olduğun şeydir. Söylediğin her ne olursa olsun haktır. Batıl da:Kimse tarafından
söylenmeyendir.>>
Bunlar, emir - nehiy, sevap - ceza diye bir şey tanımazlar. Yine bunlar, yaratıcı,
peygamberlik ve hiçbir hakikat tanımazlar... Bilâkis onlara göre bu ölçüyü Mutlaklık ifade
eder. Şöyle ki: << Belirli hiçbir inanç ve kanaatte takılıp kalmamalısın; aksine insanların
inandıkları her şeye inanmalısın. Bunlar birbirinin zıddı olan sözler olabilir; fakat Varlık
tüm bunları içerir ve varlığın birliği (Vahdet-i Vücût ) bunların hepsini kuşatır. >> derler.
Hal bu ki, batıl inanç ve yalan söz, varlıkta bulunan bir şeydir ama bu onun hak ve doğru
olmasını (ve fayda üretmesini gerektirmez, varlıkta zehir var diye içenin iyi bir şey yaptığı
veya bir hakikati doğruladığı iddia edilemez, kötü daima kütüdür, iyi ise daima iyidir,
bunlar hiçbir zaman aynı değerde olan şeyler değildirler.)
Bu sebepledir ki, sen bu kimseleri verdikleri haberlerinde insanların en yalancıları olarak
görürsün. Hattâ yalan onlarca doğrudan farksızdır. Onu ihtiyaç oldukça kullanırlar. Tek bir
şey hakkında birbirine zıt iki haber verirler ve bunu hiç mühimsemezler. Onların,
amellerinde hevâlarına uyarak davrandıklarını görürsün. Bir kez hevâlarına uygun düşen
bir işi, başka bir kez de yine hevâlarına uygun düşen bunun tersi başka bir işi yapmak
suretiyle birbirine zıt iki ameli işlerler.” (İbn Teymiyye Külliyatı Cilt 2, Tevhid Yayınları
1987, 127 - 131 sayfalardan alıntı. )
Bu örneklerde görüldüğü gibi, “Sofu”, ile “Sofist” aynı kimseler olup, icra ettikleri
sanatları aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen aynıdır. Onlar için Dünya’da bağlanılması
gereken hiçbir inanç ve hiçbir fikri hakikat yoktur. Amaçları ise yalnızca nefislerinin
hevası ve maddi menfaat sağlamaktır. Bunu sağlamak için yukarda belirtilmiş olan
metotları kullanırlar. Hakikatleri inkar ettiler, hakikatlerin inkarı ise insanlığın son sözü
olamaz, hakikatler insanlığı aydınlatan ışıklardır; onları inkar insanlığı karanlığa
gömmektir. Bunların faaliyetlerini Dünya’nın çeşitli inançları içerisinde gözlemlemek
mümkündür. Onları net olarak gözlemleyebilmek için Murid ve sofu ayırımına dikkat
etmek lazımdır. Murid, sofu demek değildir, Murid, sadece sofu’nun bir av hasılatıdır.
Sofu ondan mümkün mertebe istifade etmeye bakar. Murid, inançlarında samimiyet
gösterip, gayret içine girebilir. Sofu için ise öyle bir problem yoktur. Belirli bir şekilde
davranıyorsa ortamın icap etmesinden dolayıdır. Sofu için din olayı da yoktur. Onun için
bütün dinler aynıdır, bu söylevi bütün dinlere saygısı olduğundan değildir. Zira o bütün
dinlerin asılsız olduğu inancındadır. Bu inancından dolayı onu çeşitli dinler içerisinde
faaliyet gösterici olarak görmek mümkündür. Faaliyet gösterdiği dinin, doğru olsun yanlış
olsun, hiçbir kutsal değerine saygı göstermez, zira onun için doğru ve yanlış aynı şeydir.
Doğru olsalar dahi, dini değerleri, işine geldiği şekilde değiştirmeye kalkışmaktan
çekinmez. Bu özelliğinden dolayı, Tasavvufun menşeini araştıranlar, onu çok değişik
487
inançlar içerisine yerleşmiş görünce hayretler içinde kalmakta ve hangi
menşeinin, hangi menşeinden kaynaklandığına bir türlü karar veremezler. Örneğin: İslam
adı altında yerleşmiş tasavvufun menşeini araştıranlar, onun İran’dan mı, Hint’ten mi,
Yeni Eflâtunculuktan mı, yoksa İbrani - Hıristiyan muhitinden mi kaynaklandığına bir
türlü karar veremezler. Buna bir örnek olarak Mahir İz’in “İbrani - Hıristiyan muhiti
(menşei) fikri yorumuna bakalım:

“ 4. İBRÂNİ - HIRİSTİYAN MUHİTİ FİKRİ:

İslâmi inançlar üzerinde İbrâni - Hıristiyan muhitinin tesiri olduğu iddiası da ötekiler gibi
çok rastlanan bir fikirdir.
Halbuki Musevi ve Hıristiyan itikâdı, İslâmi itikada tam mânâsıyla muhaliftir. Zira
Musevilikte âhiret inancı inancı yoktur, (Musevilikte Ahiret inancı vardır, bak. Tevrat
Eyyub 10/21-22 11/8) Hıristiyanlıkta ise teslis akidesi mevcuttur. Her iki dinin temel
itikâdını teşkil eden bu görüşler İslâm rûhuna ve İslâm tasavvufuna taban tabana zıttır.”
(Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 49. Kitabevi 1990).”

Bana göre bu yorum çok tipiktir, hem İslam’a tasavvuf isnat ediyor. Hem de yabancı
kaynakları iptal için kendisine göre Musevilerin ahiret inancıyla, Hıristiyanların Teslis
akidesini ileri sürüyor. Hal bu ki, Ne İslam’ın inanç sistemi, ne Musevilerin âhiret inancı,
ne de Hıristiyanların teslis akidesi Sofistin başka bir ifadeyle Sofunun umurunda bile
değildir.
Buraya kadar yazdıklarımla, Sofunun-Sofistin çıkış kaynağını ve zihniyetini belirtip
tanıtmaya çalıştım. Bundan sonra, İslam aleminde gelişimini ve faaliyetlerini belgelere
dayalı örneklerle belirtmeye ve Kuran’dan ne kadar uzak olduklarını da, Kuran
ayetlerinden mealler yazmak suretiyle karşılaştırmalı olarak ifade etmeye çalışacağım:

İSLÂM ALEMİNDEKİ İLK MUTASAVVIFLAR

1- Ebu Hâşim Sofi (Ö. 150/767)


Doğum tarihi ve gençliği hakkında mâlûmat yoktur.
Kûfe’de dünyaya geldi, sonraları Şama yerleşti, Ebû Hâşim-i Sofi Sürye’de Şam şehrinde
camiye karşı ilk tekkeyi kuran şahıstır. Hedef olarak kendisine o zamanın meşhur kadısı
Yahya Halid’i seçmişti, Yahya Halid’i gördüğünde ağlar ve:
“Yâ Rabbi! Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım” derdi. (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 95.
Kitabevi 1990).”
Böylece, sofist mantığıyla kendisinin Yahya Halid’ten daha üstün bir şahsiyet olduğunu,
fayda sağlamanın kendi önderliğindeki tekkesinde mümkün olduğunu anlatmak istiyordu.

2- Ebu İshak İbrahim Bin Edhem (ö. H161/M778)

İbrahim bin Edhem, Belh şehrinde dünyaya geldi, Şam’a gitmiş ve orada 161/778 de vefat
etmiştir.
Güya kendisine atının eğerinden nidâ edilmiş ve bu suretle mutasavvıf olmuş, bu konuda
Muhyiddin İbn’ül Arabi şöyle diyor:
“... Kendisine: - Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emredilmedin (şeklinde), atının
eğerinden nidâ gelen İbrahim ibn Edhem gibi..>> (Muhyiddin ibn Arabi, El - Futûhât El-
Mekkiyye, Kültür bakanlığı 1990 Baskısı, Prof. Dr. Nihat KEKLİK S.217).
488
Böylece eğerinden kendisine vahye dildiği iddia edilmiştir.

3- Ebü’l-Feyz Zünün Mısri Ö. 245/859)

4- Fudayl Bin İyad (Ö.185/801)


Horasan’da Merv şehrinde dünyaya gelmiş, Semerkantta doğduğu da rivayet edilir.

5- Ma’rûf Kerhi (Ebu Ma’rûf bin Firuz Kerhi Ö. 200 veya 201/816
Ma’ruf, meşâyihin (sofuların) büyüklerinden olan Seriyy-i Sakati’nin hocasıdır.

6- Seriyy-i Sakati (Ö. 257/871)


Cüneyd Bağdadi’nin dayısı ve üstâdıdır.

7- Bişr-i Hafi (Ebu Nasr bin Hafi (Ö.217/842)


Aslen Merv’li olup Bağdat’ta yaşamış ve orada ölmüştür.

8- Hâris Bin Esedi’l-Muhasibi (Basra’da doğmuş 243/857 Bağdat’ta ölmüş).

9- Davud Tai (Horasanlıdır. Ö.165)

10- Şakik Belhi (Ebû Ali Şakik bin İbrahim el-Belhi, Ö.174/790).

11- Ebu Yezid Bistâmi (Ebû Yezid Tayfur bin İsa el-Bistami Ö.234)

12- Sehl-i Tüsteri (Ö.283/896)

13- Hamdun Kassar (Ebû Salih Hamdun bin Ahmed bin Ammârreti’l - Kassar’dır.
(Nişaburlu’dur, Ö.271/884)
Melâmi’ye terikatinin piridir.

14- Cüneyd Bağda’di (Ebû’l-Kasım Cüneyd Bin Muhammed. (Ö.298/909)


Tarikat piridir. Aslı Nihavent’li olmakla beraber doğduğu ve yetiştiği yer Irak’tır. Babası
şişe satıcılığı yaptığı için el Kavariri denilirdi.)

15- Eş-Şibli (Ebûbekr Dülef bin Cahder eş-Şibli. (Ö.334/945 Bağdat).

Böylece Risale’i Kuşeyri’ye göre başlıca sofiyye seksen üç kişidir. (Mahir iz, Tasavvuf,
sayfa 94-112-172. Kitabevi 1990).”

“Bu devir sofilerinden en evvel (tasavvufi) mânâları bildiren Hasan Basri’dir. En evvel
işaretleri ibâre ile beyan eden ve Mısır’da en evvel ahval ve makamât hakkında söz
söyleyen Zünnûn Mısri’dir. En evvel fenâ ve bekâ hakkında söz söyleyen ve << tasavvuf
dili >> namını alan Ebû Said el-Harrâz’dır. Bağdat’ta en evvel tevhid hakkında söz
söyleyen Seriyy-i Sakati’dir. Makamat yani âriflerin (sofuların) mezhepleri hakkında söz
söyleyen Ebû Cemre Muhammed bin İbrahim’dir. En evvel Horasan’da ahval hakkında
söz söyleyen Şakik Belhi’dir. İlk tasavvuf cereyanını uyandıran Fudayl bin İyad’dır. Merv
şehrinde en evvel ahvâlden bahseden Ebû’Abbas Kâsım bin Seyyâr el-Mervezi idi.
Nişabur’da tasavvuf, Ebû Ali Muhammed bin Abdi’l - Vahhâb Sekafi ile Zâhir olmuştur.
489
Nişabur’da Melamiyye tarikatını neşreden Hamdun Kasâr’dır. Şirâz’da ahval ve
sofiyye’nin mertebelerini neşreden Ebû’l Abbas Ahmed bin İmran’dır. Camilerde aleni
olarak tasavvuf dersi veren Yahya bin Muâz Râzi’dir. Suriye’de tasavvuf İbrahim Edhem
ile başlamıştır.” (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 171-172 Kitabevi 1990)
“Tasavvufun şahıslar etrafında sistemleşerek, teşkilâtlı bir şekilde yayılma devri, takriben
hicri beşinci asırda başlamıştır. Bu devirde müessisler (tarikat kurucuları) ve mücedditler
(kol kuranlar) önemli bir rol oynamışlardır.”

ON SEKİZ MEŞHUR TARİKAT - KURUCULARI ve TARİKAT ZİNCİRİ KESİTİ

I- KADİRİYYE TARİKATI:

1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Bekr eş Şibli, 3- Abdurrahman et-Temimi, 4- Ebû’l-Hasan Ali


bin Muhammed el-Kurayşi el-Hünkâri, 5- Ebû Said el-Mahzûmi, 6- Abdü’l-Kâdir Gilâni.
Tarikatin piri; Abdü’l-Kâdir Gilâni’dir. Künyesi Muhyiddin Ebû Muhammed bin Ebi
Salih’dir. Gavs-ı A’zam diye şöhret bulmuştur. 470 (1077-78) tarihinde İran’ın Gilan
kasabasında dünyaya gelmiştir. 561 (1166) da Bağdat’ta ölmüştür.
Kadiriyye tarikatinin şubeleri: Esediyye, Ekberiyye, mukaddesiyye, Garibiyye, Rumiyye,
Yafiyye, Hama’diyye, Hilâliyye, Hindiyye’dir.

II-YESEVİYYE TARİKATI:

1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Kâtip, 4- Ebu Osman Mağribi, 5-
Şeyh Kasım Kürkâni, 6- Ebû Ali Faremadi, 7- Hoca Yusuf Hemedâni, 8-Ahmed Yesevi.
Tarikatın kurucusu Ahmed Yesevi’dir. Buhara’da Şeyh Yusuf Piri; intisap ederek onun
nüfuzu altında kaldı ve onunla bir çok yerleri gezdi. 555 (1160)’de Buhara’da şeyhin
postuna geçti; bilâhare Yesi’ye döndü. 562 (1166)’de ölümüne kadar tasavvuf
propagandası yaptı.

III- RIFÂİYYE TARİKATI:

1- Cüneyd Bağdadi, 2-Ebû Muhammed Rüveym Bağdadi, 3- Ebû Said Yahyâ en-Neccari
el-Vâsiti, 4- Ebû Mansûr et-Tayyib, 5- Şeyh Mansûr el-Betâyihi er-Rabbani, 6-Ahmed
Rıfai,
Tarikatin Piri, Ahmed Rıfâi’dir. 500 veya 512 (1118)’de Basra bölgesinde Hasan köyünde
doğmuştur. 575’de ölmüştür.
Rıfâiyye tarikatinin şubeleri:
Haririyye, Keyaliyye, Seyyadiyye, Aziziyye, Cendeliyye, Aclâniyye, Katnâniyye,Fazliyye,
Vâsıtıyye, Cebertiyye, Zeyniyye, Nûriyye, Mağrûfiyye.

IV- MEDYENİYYE TARİKATI:

1-Cüneyd Bağdadi, 2-Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Hüseyin bin Ahmed el-Kâtib, 4- Ebû
Osman el-Mağribi, 5-Ebû Kasım Ali bin Abdil’l-Vâhid el-Kürkâni, 6 Ebûbekr bin
Abdillah et-Tûsi, 7- Ebû’l - Fütûh Necmüddin Ahmed Gazzâli, 8- Ebû’l-Fadl Muhammed
Bağdadi, 9- Ebû’l-Berekât Ali Bağdadi, 10- Ebû Ye’za el-Mağribi, 11- Ebû Said Mağribi,
12-Ebû Medyen Şuayb bin el-Hüseyn el-Mağribi.
Tarikatin Piri; Ebû Medyen Şuayb, meşhur Endülüs Mutasavvıfı, İşbiliyye civarındaki
490
Cantillana kasabasında doğmuş 594 (1197- 1198) tarihinde ölmüş ve Tilemsen
yakınında el-Ubbâd’a defnedilmiştir. Tasavvufta kutup payesindedir.
Medyeniyye tarikatinin şûbeleri: Cebertiye, Meymûniyye, Deccaniyye, Ulvaniyye-i
Hameviyye.

V- KÜBREVİYYE TARİKATI:

1-Ebû Necip Abdü’l-Kâhir Zıyâüddin Sühreverdi, 2- Rüzbihan Bakli, 3- İsmail Kasri, 4-


Ammâr Yâsir, 5- Necmüddin Kübrâ.
Tarikatin Piri; Necmüddin Kübra’dır, terikatinin diğer bir adı da Zehebiye’dir. XII, XIII,
asır İran sofilerinin en önde gelen şahsiyetlerinden biridir. İsminin tamamı, Ahmed bin
Ömer Ebû’l-Cennâb Necmüddin Kübra el-Hivaki el-Harezmi’dir. 540 (1145)’te doğmuş
618 (1126)’da ölmüştür.
Kübreviyye tarikatinin şûbeleri:
Bahâiyye, Halvetiyye, Firdevsiyye, Nûriyye, Rükniyye, Hemedâniyye, Nûrbahşiyye,
Berzenciyye.

VI - SÜHREVERDİYYE TARİKATI:

1-Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Katip, 4- Ebû Osman Mağribi, 5- Ebû
Ali Kürhâni, 6- Ebû Ali Nessâc, 7- Ahmed Gazzâli, 8- Necib es-Sühreverdi, 9- Ömer bin
Muhammed Şihâbüddin es-Sühreverdi.
Tarikatin Piri, Şihâbüddin Sühreverdi’dir. Asıl adı, Ömer bin Muhammed olan Sühreverdi.
539 (1144) tarihinde doğmuş 623 veya 632 (1234-35) tarihinde ölmüştür. Irak’ta meşhur
olmuştur.
Sühreverdiyye tarikatının şubeleri: Bedriyye, Zeyniyye, Bahâiyye, Ahmediyye,
Necebiyye’dir. VII- EKBERİYYE TARİKATI:

1-Cüneyt Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Hüseyn bin Ahmed el-Kâtib, 4- Ebû
Osman el-Mağribi, 5- Ebû Kasım Ali bin Abdi’l-Vâhid el-Kürkâni, 6- Ebûbekr bin
Abdillah et-Tûsi, 7- Ebû’l-Fütûh Mecdüddin Ahmed Gazzâli, 8- Ebû’l-Fadl Muhammed
Bağdadi, 9- Ebû’l-Berekât Ali Bağdadi, 10-Ebû Ya’zi el-Mağribi, 11- Ebû Said Mağribi,
12- Ebû Medyen Şuayb bin el-Mağribi, 13- Muhyiddin İbnü’l-Arabi.
Tarikat Piri, Muhyiddin İbnü’l-Arabi 560 (1165) senesinde İspanyadaki Mürsiye’de
dünyaya gelmiştir. Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere sahip kimseler mevcuttu,
kendiside ifadesine göre tasavvufta kutupluk mertebesine varmıştı. Yine kendi ifadesine
göre, dayısı Ebû Müslim el-Havlâni de kutupların büyüklerindendi. Diğer dayısı Yahya
bin Yağan, Tilemsen şehrinin meliki bulunuyordu.
Yine kendi ifadesine göre babası Ali bin Muhammed’in de devletin ileri gelenleriyle,
bilhassa filozof ibn Rüşd ile dostluğu vardı.
İbnü’l-Arabi, Endülüs’de bir müddet daha kaldıktan sonra seyâhate çıkmış, Şam, Bağdat
ve Mekke’ye gitmiş. Bir aralık Konya’ya gelip, Sadrüddin Konevi’nin dul bulunan
annesini kendisine nikahlamıştır.
Bundan sonra tekrar Şam’a dönmüş ve 637 (1239) tarihinde orada ölmüştür.

VIII- ŞÂZELİYE TARİKATI:

1-Cüneyd Bağdadi, 2- Ebûbekr Cafer bin Yûnus Şeyh Şibli Bağdadi, 3- Abdurrahman
491
Medeni, 4- Abdüsselâm bin Mesiş Mağribi, 5- Ebû Hasan Ali eş-Şâzeli el-Mağribi bin
Abdillah bin Abdi’l-Cebbâr.
Tarikatin Piri, Ebû’l-Hasan el-Mağribi eş-Şâzeli, asıl ismi, Ali bin Abdillah, künyesi
Ebû’l-Hasan’dır. 553 (1158) tarihinde Afrika’da Septe civarında kâin Gammâre bölgesi
köylerinden birinde doğmuştur.
Seyahate çıkarak memleketler dolaşmış, zamanın meşâyihin ile görüşmüştür. Nihayet
İskenderiye’ye gelerek oraya yerleşmiştir. 654 (1256) tarihinde ölmüştür.
Şâzeliye tarikatinin şûbeleri:
Desûkiyye, Ahmediyye, Vefâiyye, Ruzûkiyye, Hanefiyye, Cezûliyye, İseviyye, Nâsıriyye,
İlmiyye,Mustariyye, Afifiyye.

IX- MEVLEVİYYE TARİKATI:

1-Cüneyd Bağdadi, 2-Şeyh Ebû’ş-Şıbli, 3-Şeyh Muhammed Züccâc, 4-Ebûbekr en-


Nessac, 5- Ahmed Gazzâli, 6-Şeyh Ahmed el-Hâtibi, 7- Bahâuddin Veled 8- Burhanüddin
et-Tirmizi, 9- Cel3alüddin Rûmi,
Tarikatin Piri, Mevlana Celaleddin Rûmi, 604 (1217) tarihinde Belh şehrinde doğmuş ve
672 (1273)’de Konyâ’da ölmüştür.
Babası Bahâuddin Veled bin Huseyn bin Hatıbi, “Sultanü’l-Ulemâ” unvânını hâiz bir
kimse idi, Belh’lidir.

X- BEDEVİYYE TARİKATI:

1-Ma’rûf Kerhi, 2-Şihâbüddin Ahmed Tebrizi, 3-Şemsüddin Muhammed bin Yûsuf


Mağribi, 4-Abdü’l-Kuddûsi el-Mağrib,5- Ebû Tâlib Abdürrezzâk Endülisi, 6-Nureddin
Hâmid, 7- Abdülmecid el-Mağribi, 8-Zenüddin Abdü’l-Celil İbni Abdirrahman, 9-
Bedrüddin Seyyid Şerif Hasan Mağribi, 10- Eş-Şeyh Ebû’l-Abbas Seyyid Ahmed el-
Bedevi.
Tarikatin Piri, Ebû’l-Abbas Ahmed bin Ali el-Bedevi 596 (1200) tarihinde Fas şehrinde
doğdu, Ahmed’in birçok lakâbı vardı, ona Afrika bedevileri tarzında lisam (yüzü örten
peçe) taşıdığından dolayı << el-Bedevi >> deniliyordu.Mekke’ye seyahat etmiş, 633
tarihinde Irak ve Şam’a gitmiş ondan sonra Mısır’ın Tanta kasabasına yerleşmiştir. Bu
sûretle Bedevi, Tantavi, nisbetiylede şöhret bulmuştur.Bâzan uzun bir sükûta dalar, bâzan
devamlı sayhalar koparmak sûretiyle gösteri yapardı. 675 (1276)’da Tanta’da ölmüştür.
Bedeviyye tarikatinin şûbeleri:
Şenavviyye, Metbûliyye, Halebiyye, Beyûmiyye, Merzûkiyye, Sutûhiyye, Ulvâniyye.

XI- DESÛKİYYE TARİKATI:

Desûkiyye tarikati, kendi başına merkez tarikat olmayıp, Şâzeliyye tarikatinin bir
şûbesidir. Seyyid İbrahim Burhaneddin Desûki, kutup payesinde olup, Desûkiyye
(Düssükiyye) tarikatinin piridir.
Aşağı Mısır’da Desek (Düsük) kasabasında 636 (1238) tarihinde doğmuştur. 692 (1294)
tarihinde ölmüştür. Desûkinin oğlu olmadığı için tarikatini kendisinden sonra kardeşi es-
Seyyid Ebû’l-Umrân Şerafüddin Mûsa yapmıştır.
Desûkiyye tarikatinin şubeleri: Şernûbiyye ve Âşuriyye.

XII- SA’DİYYE TARİKATI:


492

1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Kâtib Mısri, 4- Ebû Osman Mağribi,
5- Ebû Kasım Ahmed Kürkâni, 6- Ebûbekr Nessâc Muhammed Tûsi Ali bin Abdillah, 7-
İbrahim Ebû’l - Bakâ, 8- Ebû’l - Berekât Bağdadi, 9- Ebû Said Endülisi, 10- Ebû Medyen
Mağribi, 11- Abdullah Şeybâni, 12- Yûnus bin Şeybâni, 13- Sa’düddin Cebbâvi eş-
Şeybâni.
Tarikatin Piri, Muhammed Sa’düddin’dir. Künysi Ebû’l-Fütûh’tur. 593 (1197) tarihinde
Havran’da dünyaya gelmiş, Kudüs yakınlarındaki Cebbâ’ya yerleşmiştir.
Sa’diyye tarikatinin şûbeleri: Tağlebiyye, Vefaniyye, Âciziyye, Selâmiyye dir.

XII- NAKŞİBENDİYYE TARİKATI:

1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Kâtib, 4- Ebû Osman Mağribi, 5-
Şeyh Ebû’l Kasım, 6- Ebû Ali Fârmedi, 7- Hoca Yûsuf Hemedâni, 8- Abdü’l-Hâlik
Gücdüvani, 9- Hoca Ârif Rivigiri, 10- Hoca Mahmud İncir Fağnevi, 11- Hoca Ali
Râmiteni (Hazret-i Azizân), 12- Hoca Muhammed Baba Simâsi, 13- Seyyid Emir Külâl,
14- Hoca Bahâüddin Nakşibend.
Tarikatin Piri; Bahâüddin bin Muhammed el-Buhari, 718 (1318) tarihinde Buhara
civârında << Kasr-ı Ârifan >> isimli köyde doğmuştur.
791 (1389) tarihinde ölmüş, doğduğu yer olan Kasr-ı Arifan’a defnolunmuştur.
Nakşibend iye tarikatinin şûbeleri:
Ahrâriyye, Nâciyye, Kâsaniyye, Muradiyye, Mazhariyye, Melâmiyye-i Nûriyye, Câmiyye,
Müceddidiyye, Hâlidiyye’dir.

XIV- HALVETİYYE TARİKATI:

1- Cüneyd Bağdadi, 2- Mimşâd Dineveri, 3- Ebû Abdillah Muhammed Dineveri, 4-


Vecihüddin el-Kâdi, 5- Ebû’n-Necib Zıyâüddin Abd’l-Kâhir es-Sühreverdi, 6- Ebû Reşid
Kutbuddin el-Ebheri, 7- Rüknüddin Muhammed el-Buhâri, 8- Şihâbuddin Muhammed et-
Tebrizi, 9- Cemâlüddin Şirâzi, 10- İbrahim Zâhid Gilâni, 11- Sadüddin Fergani, 12-
Kerimüddin Âhi Muhammed bin Nûri, 13- Ebû Abdillah Sirâcüddin Ömer bin
Ekmelüddin el- Gilâni el-Halveti.
Tarikatin Piri: Şeyh Ebû Abdillah Sirâcüddin, Lahcan’da doğmuştur ve orada büyüyerek
Harezm’de bulunan amcası Âhi Muhammed bin Nûri’l-Halveti yanına gitmiştir.
Amcasının 717 (1317)’de ölümü üzerine Halvetiyye tarikatinin piri olmuştur. 750(1349)
veya 800 (1397-98) tarihinde Herât’ta ölmüştür. (Ölüm tarihinde belirsizlik vardır.)
Halvetiyye tarikatinin şûbeleri: Rûşeniyye, Gülşeniyye, Merdaşiyye, Sünbüliyye,
Şa’baniyye, Şemsiyye, Ahmediyye, Cemâliyye, Bahşiyye, Uşşâkiyye, Asâliyye.

XV- BAYRAMİYYE TARİKATI:

1- Cüneyd Bağdadi, 2- Mimşâd ed-Dineveri, 3- Ahmed ed- Dineveri, 4- Muhammed


Bekri, 5- Kâdi Vecihüddin, 6- Ebû İshak el- Kazrûti, 7- Ömer el-Bekri, 8- Abdü’l-Kâhir
es-Sühreverdi, 9- Kudbuddin el-Ebheri, 10- Rüknüddin en-Nuhâs, 11- Şihâbüddin et-
Tebrizi, İbrahim Zahid el-Gilâni, 13- Mustafa Safiyyüddin, 14- Sadrüddin el-Erdebli, 15-
Ali el-Erdebli, 16- İbrahim el-Erdebli, 17- Hamidüddin Aksarâyi, 18- Hacı Bayram Veli
Ankaravi.
Tarikatin Piri; Hacı Bayram Veli’nin asıl adı Nûman’dır, Şeyhi Hâmid Aksarâyi tarafından
493
kendisine Bayram ismi verilmiştir. Hacı Bayram Veli Ankara’ya yakın Çubuk suyu
kenarında bir köyde 753 (1352) senesinde dünyaya gelmiştir. 833 (1340) tarihinde
Ankara’da ölmüştür.
Bayramiyye tarikatinin şubeleri: Şemsiye-i Bayramiyye, Melâmiyye-i Bayramiyye,
Celvetiyye... meşhurlarıdır.

XVI- EŞREFİYYE TARİKATI:

Tarikatin piri; Eşref Rûmi’nin ismi Abdullah’dır. Kâdiri tarikatinin << Eşrefiyye >>
şûbesinin kurucusudur. 754 (1353) yılında doğmuştur. Eşrefoğlu Rûmi diye bilinir.
Eşref Rûmi, ilk olarak kayınpederi Hacı Bayram Veliye intisap etmiş ve kendisine Hacı
Bayram tarafından icâzet verilmiş ve İznik şehrine halife nasbedilmiştir.
Sonraları Hama’da bulunan Abdulkâdir Gilâni evladından Hüseyin el-Hamevi’ye intisap
etmiş. Şeyh Hüseyin kısa zamanda ona hilâfet vererek Kâdiriye tarikatinin Anadolu’da
neşrine memur etmiştir.
Eşref Rûmi, 874 (1469) yılında İznik’de ölmüştür.

XVII - MÜCEDDİDİYE TARİKATI :

1- Hoca Bahâüddin Nakşibend, 2- Mevlana Yâkub Çerhi, 3- Hoca Ubeydullah Taşkend, 4-


Kadı Muhammed Zâhid, 5- Muhammed Parsa, 6- Muhammed Derviş, 7- Muhammed
Hâcegi-i Semerkandi, 8- Şeyh Muhammed Bâki Billâh, 9- İmam Rabbâni,
Tarikatin Piri, İmam Rabbani Ahmed el-Faruki es-Serhendi, 971 (1563) tarihinde
Sirhend’de dünyaya gelmiştir
Yirmi sekiz yaşlarında Hoca Bâki Billah’dan Nakşibendiye’nin usûl ve âdabını öğrenerek
ona intisap etmiştir. 1034 (1624) tarihinde ölmüştür.

XVIII - CELVETİYYE TARİKATI :

1- Hacı Bayram Veli, 2- Hızır Dede Bursevi, 3- Mehmed Muhyiddin Üftâde, 4- Aziz
Mahmud Hüdâi, 5- Şeyh Amed Efendi, 6- Şeyh Abdullah Efendi, 7- Osman Efendi
Atpazâri, 8- İsmail Hakkı Bursevi.
Tarikatin Piri, İsmâil Hakkı Bursevi, 1063 (1652) de Aydosta doğdu, 1137 (1728) de
Bursa’da öldü.
(Tarikat Silsileleri zincirine ait bilgi, Mahir İz, Tasavvuf, Kitabevi - 1990 baskısı, Sayfa
184-218. )

Yukarıdaki örneklerle meşhur tarikatlerin silsile zincirlerinden örnekler yazarak pirleri


konusunda kısaca bilgi vermeye çalıştım, Ayrıca bu örneklerde tarikat şubelerine de ismen
yer verdim. Bundan amacım, tarikatların nasıl teşkilatlandıklarını göstermektir. Dikkat
edildiğinde bunların bir birleriyle bir ağ şeklinde irtibatlı oldukları açıkça görülmektedir.
Örneğin, tarikatların bazısının ana şubelerinde Cüneyd Bağda’di müşterek pir olarak kabul
edilmekte, onunla ve onun gibi şahıslarla tarikatlar kendi aralarında bağlanmış
olmaktadırlar. Böylece bir birleriyle bağlanmış olan tarikatların hepsi bir sofu ekolü
meydana getirmekte ve tek bir tarikat şeklinde çalışmaktadırlar, zincirde yer alan şeyhler
organize işlerini yürüten baş şeyhler olup, bunlara bağlı çeşitli beldelerde görevlendirilmiş
mahalli şeyhler vardır. Bu tarikatlarda Şeyh veya başka bir ifadeyle Sofu olabilmek için
icazet verme yetkisine sahip bir sofu tarafından verilen icazeti almalarına ihtiyaç vardır.
494
Zira teşkilatlarında hiç kimse kabul görmeden ve görmüş olduğu kabul bir
icazetle belgelenmeden şeyhlik iddia edemez. Şeyh olabilmenin yolu çok namaz kılmakla
veya diğer İslami görevleri yerine getirmekle veya çok bilgi sahibi olmakla ilgili değildir.
Bir kimse, bütün ömrünü ibadetle geçirse veya dünyanın bütün bilgisine sahip olsa, bütün
bu bildikleri ve yaptıkları şeyh olması için sebep teşkil etmez, fakat hiçbir şey bilmezse,
hiçbir ibadet yapmazsa, bu tarikatların herhangi birinden icazet alması şeyh olması için
yeterlidir. Onun için bazı kimselerin şeyhleri Müslüman muttakiler olarak görmeleri çok
yanlıştır. Ayrıca sofuların yaşamları incelendiğinde bir birleriyle çok sıkı muhabere
kurduklarını görmek mümkündür, eski asırlarda bile birbirlerinden çok uzak mesafelerdeki
sofuların bir birlerinden haberleri vardı. Örneğin: Endülüs ile Konya arasında ki mesafenin
uzaklığı bir birleriyle irtibat kurmalarına mani değildir. Ben Hakkım yani ben Allah’ım
diyen Hallacı Mansuru kendilerine bayrak olarak seçmeleri de rast gele bir olay olmayıp,
planlı ve amaçlı bir olaydır ve halen yaygın şekilde yürütülmektedir.
Tasavvufi teşkilat içerisinde mevcut olan bütün sofiler, teşkilat tarafından aynı derecede
görülmeyip, bunlara çeşitli yetki ve unvanlar verilmiştir, öyle ki; bazısı yalnız şeyh’tir,
başkasına şeyh’lik icazeti verme yetkisi yoktur, diğer bir ifadeyle başkasını şeyliğe tayin
edemez, bazısı ise hem şeyh’tir hem de başkalarını şeyhliğe tayin etme yetkisi vardır.
Tasavvuf teşkilatı tarafından şeyh’lere verilen da şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- KUTB-AL- AKTÂB (Gavs): Kut-al Aktab unvanı verilen sofu, tasavvufta en üst
dereceye gelmiş demektir. Kutb-al - Aktab’ın manası, kutublar kutubu demektir. Bu
unvana sahip olan şahıs hakkında ki telakkileri, kutub kelime manası olarak değirmen
taşının ortasındaki mildir, Değirmen taşı nasıl milin çevresinde dönüyorsa, iddialarına
göre âlem de kutup olarak kabul ettikleri şahısların çevresinde döner yani kutup âlemin
düzenini yönlendirir görüşündedirler. Ve derler ki, “ O, yani kutub içinden gelenlere uyar,
âlem de ona. Bundan dolayı o kişiye mutlak olarak kutup denir.” Böylece kainatı
yönettiğini söylerler. Kendisinden yardım istendiği zaman ki, “bu isteme, istiane şeklinde
olan ve Allah’tan başkasından istenmesi İslam’da yasak ve şirk olan yardım isteme
şeklidir.” yardım isteyenin, isteğini yerine getirdiğine inanmalarından dolayı ona “Gavs”
da derler. Ve yine onlara göre bu şahıs “Hakikat-i Muhammedi’ye vârisidir. Gerçekte
zamanın Muhammed’i, devrinin peygamberi odur. Muhammed dininin hakıykatı, ancak
ona malûmdur. Fakat peygamberim demez. Böyle olmakla beraber nebi (haber veren,
peygamber) sözünden (kendilerince) daha üstün olan “veli” adıyla anarlar.” Böylece Kutb-
al - Aktab’ları, kendilerince peygamberlerden üstün olmuş olur. Allah, velisi “Allah dostu”
demektir. Allah dostu olmayan peygamber veya nebi var mı idi ki, Kutb-al - Aktab’larına
veli unvanını vermekle Kutb-al - Aktab’ları peygamberlerden üstün olmuş olsun? Fakat bu
gibi ifadeler sofuluk yani sofistlik mesleğine uygun olan ifadelerdir. Ve onlar için kolayca
yapılabilecek samimiyetsiz iddialardır. Zira onlardan olup ta, Allah olduğunu söylemeyen,
Allah’lık iddia etmeyen tek bir kimse yoktur, zira onlar öğretilerine “Vahdeti Vücût”
söylevini esas almışlardır. Allah olduğunu söyleyen bir kimse için, peygamberlerden
üstünüm demesi sıradan basit bir olaydır. Kut-al - Aktab’’a “İnsanı Kamil” de derler,
bunun da manası “Samet” yani noksanlıklardan beri olmak demektir, bu ise Allah’ın
vasfıdır.

Kut-al - Aktab’lık unvanıyla ilgili olarak, Abdü’l - Kadir Gilâni’nin söylevlerinden bazı
örnekler:

“Sair kutuplara dedim ki:


495
- Derlenin gelin...
Çünkü benim erlerimsiniz âlemime girin...
Ve benim askerlerimsiniz gayret edin için..
...
Bana kavmin sakisi yetinceye dek doldurdu;
Ben sarhoş olunca, size kalan artığım oldu..
...
Yücelik ve ittisal benim, siz eremediniz;
Ne var ki; yücedir; hepten sizin de makamınız;
Ama makamım devamlı yüce, siz alttasınız..
...
Cümle Hak erlerinin boynunda durur ayağım...
O yaptı, toptan kutuplar üzerine sultanım;
Her hal ü kârdan emrim geçerlidir, hükümranım...
...
Hakkın beldelerine baktım ve gördüm ki hepten;
Hükmüme bağlanmakta hiç farkı yok bir zerreden.”
(Abdulkâdir Geylani, Fütûh’ül-Gayb, Bahar Yayınları 1983 sayfa 213-214, Kaside-i
Hamriyeden, çeviren, Abdulkâdir Akçiçek.)
2- RİCÂL-AL - GAYB (Gayb erenleri) : Tasavvufçuların telakkilerine göre “Mertebe
bakımından, Kutuplar çoktur. Hatta her işin, her ülkenin her yerin bir kutbu vardır. Fakat
asıl kutub, Fakat asıl kutub, kutubların kutbu dedikleri (Kut-al - Aktab) dır. İşte bundan
derece olarak aşağı aşağıda iki kişi vardır. Bunlardan birine “sağ yanda ki imam” (İmam-ı
yemin”, öbürüne “sol yanda ki imam” (İmam-ı yasâr). İkisine birden “iki imam”
(İmameye) derler. Sağdaki kutbun hükümlerine, soldaki, hakıykatına mazhardır ve kutup
ölünce yerine o geçer. Kutupla iki imama “üçler” adını vermişlerdir. Bunlardan sonra,
telakkilerine göre yeryüzünün dört yanını idare eden ve “dört direk” (Evtâd-ı erbaa) denen
erler, onlardan sonra yedi, yahut kırk tane eren gelir. Bunlara “yediler” ve “kırklar” derler.
Bunların içinde kadınlarda bulunabilir ve iddialarına göre, maddelerini mânaya, nefislerini
rûha, izâfi ve mevhum varlıklarını mutlak ve gerçek varlığa (Allah’a) tebdil ettiklerinden
“abdâl” diye de anılırlar. Bunlardan sonra üç yüz veli gelir. Kutub (Kut-al - Aktab) ölünce
her dereceye aşağı derecelerden biri yükselmekte ve son velilerden eksilenin yerine de
halktan birini yüceltmek suretiyle bu erenlerin sayıları tamamlanır. İddialarına göre, Allah
kâinatı bunlarla idare eder. Bunlara, herkesçe bilinmediklerinden “gayb erenleri” gaip
erenler” (ricâl-al gayb) denir.” (Bu tespitlerle ilgili olarak bak, Abdulbaki Gölpınarlı’nın
Mevlana Celâleddin isimli kitabının sayfa 159-161den alıntılar yapılmıştır. İnkılâb
Kitabevi 1985 baskısı.)

Dikkat edilirse bu teşkilatlanmada görev alanlar, yaşayanlardan müteşekkildirler ve


kimlikleri halktan gizlidir. Yani kim oldukları muridlere bildirilmez, sadece kadroda yer
alan sofularca bilinmesine özen göstermeye çalıştıklarından, bir sır olarak muhafaza
ederler. Tasavvuf kitapları okunduğunda “Şeyh”ler den bahs edildiğinde ismin sonunda
kısaltılmış olarak K.S. İfadesi bulunur. Bunu manası “Allah o şahsı sırrını takdis eylesin”
şeklindedir. Sırdan kastları da, (benim anlayışıma göre) bu gizledikleri teşkilatlarındaki
şahısların kimlikleridir. Tasavvufçuların bu gibi İddialarının Kur’an’la hiçbir uygunluğu
olmadığı gibi, Kutup, Gavs, Yediler, Kırklar, Evtâd gibi kavramlar Kur’an’da yer almaz.
Bunlar, tasavvufçuların teşkilatlanmak için uydurdukları ve bunlara atfettikleri özellik
iddialarıyla, kendilerine mürit yani tabi kazanmaya çalıştıkları hayali kavramlardır.
496
Sofular kazandıklarını iddia ettikleri, Gavs, Kutup, Evtâd v.s. Makamları müritlerinin
gözünde meşru göstermek ve bu makamları vaat etmek amacıyla bir takım hayali
merasimler ve yöntemler icat etmişlerdir. Böylece hem iddia ettikleri makamları, müritleri
nezdinde meşrulaşmış olacak, hem de kendilerinin rehberliğini şart koşmak suretiyle
müritlerini kendilerine bağlamış olmakla beraber, hiçbir zaman erişemeyecekleri
hayallerin peşine koşturmuş olacaklardır. Bu yöntemlerinin en tipik olanı “Sulûk”
iddiasıdır; sulûk’u anlatınca esrarengiz hale getirmek için mümkün mertebe zorlaştırıcı
ifadeler kullanarak anlatırlar. Sulûk iddialarını basit ve kolay anlaşılabilecek şekilde,
şöylece izah etmek mümkündür.
Sofulara göre, kainat ve Allah bir bütündür, buna “Vahdet-i Vücût” demektedirler.
“Vahdet” bir demektir. “Vahdet-i Vücût” tek bir Vücûd manasında olmak üzere, Allah ve
kainat için kullanmaktadırlar. Böylece onların ifadelerine göre kainat Allah, Allah’ta
kainat olmuş olmaktadır. Ancak, nasıl ki bir insan vücûdunda baş ayaktan daha mühimse,
arada önem farkı varsa, “Vahdet-i Vücût” iddiasında önemlilik yönünden, zirve ve alt
farklılığı vardır. İşte “sulûk” bu hayali zirveye tırmanma olayı iddiasıdır. Güya sofu veya
başka bir ifadeyle şeyh evvelce bu zirveye tırmanmış, bir takım makamlar elde etmiş ve
“İnsan-ı Kamil” yani, her bakımdan bütün noksanlıklardan uzak bir insan haline gelmiştir
yani “Subhan” olmuştur yalnız dikkat çekmemek için Subhan kelimesini kullanmaz onun
yerine İnsan-i amil ifadesini kullanır. Yolu kat ettiğinden de, yolun usta bir rehberi
konumundadır. İddia ettiği bu özellikleriyle, müridine gel sana zirveye doğru rehberlik
edeyim bensiz bu yolu asla bulamazsın, zira bu yolda şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır der.
Böylece müridini korkutmak suretiyle inandırmaya ve kendisine bağlamaya çalışır.
Ayrıca, Sulûk’un dereceleri olduğunu söylemeyi de ihmal etmez, Şöyle ki:
Sofiler manevi olgunluğu bir daire farz ederler, bu dairenin başlangıcı “Mutlak Varlıktır”
yani vücuda baş nasılsa burası da zirve olarak öyledir, tam karşılığı olan yarım dairenin
bitim noktası bulunan yer de, sulûk’tan önce insanın bulunduğu duraktır. Fakat insan bu
durağa zirveden inmek suretiyle gelmiştir buna iniş yarım dairesi (iniş kavsi) derler. İşte
sulûk tekrar zirveye çıkmak için diğer yarım dairede yapılan yolculuk iddiasıdır. Bununda
üç durağı bulunduğunu söylerler, şöyle ki:
“Birinci durak: Bu durakta salik bütün işlerin Tanrı işi olduğunu bilir, görür ve bu bilgiyle,
bu görüşle tahakkuk eder. Artık ona göre hayır-şer, iyi-kötü yoktur. Çünkü bütün bunlar,
nispi ve izafidir. Ortada, meydana gelen iş vardır. Bu iş, diğer bir işle karşılaştırılınca bu
vasıflardan birini kazanır. Yahut birisine göre hayır olan, bir başkasına göre şerdir... Bütün
bu işlerin hepsini işleyen Tanrı’dır. Bu ilk durağa “işleri belirlemek” (Tevhid-i Ef’âl)”
derler.
“İkinci durak: Bu durakta ise “meydana gelen bütün işlerin, Tanrı tarafından sıfatları
yoluyla meydana geldiğini, önceki durakta görmüş olan salik”, bütün sıfatların, Tanrı’nın
aslında bir tek sıfatı olduğunu görmüş veya bilmiş olur derler, buna da “sıfatları birlemek”.
Tevhidi sıfat derler.
“Üçüncü durak: Bu durakta salik, sıfatların, zâtın yani Allah’ın aynı olduğunu görmesi ile
her şeyin, Allah’ın zuhurundan yani açığa çıkmasından ibaret olduğunu, dolayısıyla, Tüm
kainatın Allah ve Allah’ın tüm kainat olduğunu, arada bir fark bulunmadığını bilir”
derler.Bu durağa da “Zât’ı birlemek” “Tevhid-i Zât” adını verirler.
Bu üç durak, yokluk (Fenâ) duraklarıdır, üçüncü durağa varan sofunun tüm kayıtlardan
kurtulduğunu, dolayısıyla onun için. Artık, Kul, Tanrı, Yaratış, ibadet eden, ibadet edilen
ve ibadet gibi yükümlülükleri olmadığını söylerler.
Üçüncü durağa vardığını iddia ettikleri salikin olgunlaşması için bu durakta kalmayıp,
sofuluk yapması için tekrar başlama noktasına geri dönmesi gerektiğini, zira zirvede kalıp
497
dönmemesi halinde kimseye faydası olmayacağını söylerler. Ancak bir şartla ki,
kendilerince tamamıyla olgunlaşan ârif (sofu), ilk zamanki gibi kâinatla Tanrı’yı ayrı
görmemelidir, derler.

Sulûkla ilgili iddialarına “Devir Nazariyesi” de demektedirler. Bu nazariye ile iddia etmek
istedikleri esas amaç tüm yaratıkların, dolayısıyla insanın da Allah’ın bir parçası ve
kainatta her ne varsa Allah’tan ibaret olduğu iddiasıdır. (Bu tespitlerle ilgili olarak bak,
Abdulbaki Gölpınarlı’nın Mevlana Celâleddin isimli kitabının sayfa 162-163 den alıntılar
yapılmıştır. İnkılâb Kitabevi 1985 baskısı.)
Sulûk veya Seyr’ü Sulûk dedikleri bu iddialarını, bazıları dört safhaya da ayırmaktadır,
Şöyle ki:
1- Seyr-i İlallah: Allah’a yolculuk (zirveye doğru harekete geçme) Buna “fenâ fillah”
Allah’ta yok olma da derler ve derler ki, burada kul, kendi sininde Allah olduğunu anlar.
2- Seyr’i Fillah; Allah’ta gezinme, burası içinde, kula Allah ilminin (Ledün İlmi) tamamen
açıldığını söylerler.
3- Seyr-i Maallah, Allah’la birlikte gezinme, burası içinde ikilik aybının ortadan kalktığı,
Allah’la kulun denk olduğu makam derler.
4- Seyr-i Anillah; Allah’tan (zirveden) ayrılıp tekrar başlama noktasına dönme, halkla
irtibatlaşma.
(Bu konuda bak, İslam Tasavvuf Tarihi, Mehmed Ali Ayni, Akabe Yayınları 1985,
sadeleştiren H.R. Yananlı sayfa 104-107.)
Ayrıca, tasavvufçuların, Rabıta, Nefes gibi iddiaları, Taç, hırka, sarık gibi zaman zaman
özel kıyafetleri vardır. Rabıta müridin kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan
feyiz aldığını zihninde canlandırması demektir. (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, Ekin
yayınları 1996, Ferid Aydın Sayfa 13.) ; Nefes ise : Şeyhlerin soluklarıyla oluşturduklarını
iddia ettikleri feyizdir. Bu ve bu gibi iddia ve merasimler, müridleri kendilerine bağlamak
onları meşgul etmek için sofuların uydurdukları oyun türünden şeyler olup, İslam diniyle
hiçbir ilgisi olmayan aynı zamanda boş hayalvari şeylerdir. Örneğin: Kudüm çalıp sema
yapmanın veya tef çalıp bir takım hareketler yapmanın hiçbir islâmi esası iddia edilemez.
Kaldı ki bu gibi şeyler, sofuların, her şey Allah’tır deyip İlâh’lık iddia etmelerinin ve iyi
ile kötü diye bir şey yoktur, ikisi de aynıdır demeleri yanında sıradan iddia ve olaylardır.
Bütün tasavvufun kökü de, temeli de, her şeyiyle “Vahdet-i Vücûd” dedikleri her şey
498
Allah’tır iddiası ile, iyi ve kötü diye bir şey yoktur, ikisi de birdir zihniyeti üzerine
kurulmuştur. bu hususlarla ilgili sözleri, kendilerinin sıkıştıklarında veya bazılarının onları
savunmak için söyledikleri gibi, bir dil sürçmesinden veya sarhoşluk halinde söyledikleri
sözler değildir, hiç kimse hata olarak söylediklerini oturup öğreti şeklinde kitaplara
yazmaz, fakat onlar bunu yapmışlardır ve bu onların hayat görüşüdür. Bunun böyle
olduğuyla ilgili olarak, kitaplardan somut örnekler vermeden önce, şunu belirtmeliyim ki,
Kuran’ın, öğrettiği İslam öğretisi, bunların bu iddialarının tam tersidir. Şöyle ki,
Kuran’dan mealen:

- Muhakkak ben, (evet) ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur. (Yalnız) bana
kulluk et ve beni anmak için namaz kıl. 20/14

- Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: “Benden başka ilâh yoktur,
bana ibadet edin!” diye vahyetmiş olmayalım. 21/25

- Yoksa Allah’tan başka veliler mi edindiler? Halbuki asıl veli (dost) Allah’tır. O,
ölüleri diriltir; O, her şeye kadirdir. 42/9

- Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a aittir. İşte Rabb’im
Allah budur. O’na dayandım, O’na yöneldim. 42/10

- Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden çiftler, hayvanlardan çiftler
yaratmıştır. Bu (düzen içi)nde sizi üretiyor. Zâtına benzer hiçbir şey yoktur. O
işitendir, görendir. 42/11

- Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de
O’ndan başka ilâh olmadığına adâletle şâhitlik ettiler. (O). Azizdir, hakimdir. 3/18

- De ki : O Allah birdir. 112/1

- Allah Sameddir (her şeyden müstağni, her şey O’na muhtaçtır). 112/2

-Doğurmamıştır; doğmamıştır. 112/3

- Hiç kimse (ve hiçbir şey) O’na denk değildir. 112/4

- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette
kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81

- Bir şeyin olmasını istediği zaman, O’nun işi ona “ol” demekten ibarettir; o da
hemen olur. 36/82

- (Böyle iken tuttular, Allah’ın) kullarından kendisine bir parça (cüz) tasarladılar.
İnsan gerçekten apaçık bir nankördür. 43/15

Ve bu şekilde, Kuran’dan daha birçok örnekler verilebilir. Görüldüğü gibi, Allah’tan


başka, ilâh yoktur. Kainat, Allah tarafından yoktan var edilmiştir ve Allah isterse yoktan
bu kainata benzer sonsuz kainatlar yaratabilir. Yaratması da kendisinden bir parça şeklinde
499
olmadığı gibi, bir emirden, yani “Ol” emrinden ibarettir, istediği şey hemen olur.
Hal bu ki, Vahdet-i Vücûtçuların iddia ettikleri, Allah ve kainat bütünlüğü sabit olup,
artma kabul etmez. Fakat, Kuran öğretisine göre, Allah ve Kainat ayrı, ayrı olup,
kainattaki hiçbir şey Allah’a benzemediği gibi, kainattaki hiçbir şey ilâh’lıktan bir paya
sahip değildir. Ayrıca sabit olmayıp, Allah onu çoğalta bilir ve mislini yaratabilir, zira
Allah, her şeye gücü yetendir. Allah’a “cüz” yani kainattan parça yakıştıranlar. Kuran’daki
Allah’ı tevhid öğretisini reddetmiş kimselerdirler.
İyi ve kötü diye bir şey olmadığını, ikisinin aynı şey olduğu yolundaki iddialarının da,
Kuran’ın İslâm öğretisiyle bağdaşır bir yanı olmadığı gibi, bu iddiaları Kuran’a ters düşen
iddialardır. Bu konuda Kuran’dan mealen:

- De ki : Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu (neden bu
kadar çok diye) tuhafına gitse de (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah’tan
korkunuz ki kurtuluşa eresiniz. 5/100

- Körle gören bir olmaz. İnanan ve iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne
kadar az düşünüyorsunuz! 40/58

Evet, görüldüğü gibi hiçbir zaman iyi ile kötü, temiz ile ile pis bir olmaz.bu konuda
Kuran’dan başka örnekler vermek mümkündür. İyi ve Kütünün bir olduğu yolunda ki
iddiaları, İslâm dinine mal etmeye çalışmak Kuran öğretisine açıktan açığa yapılmış bir
saldırıdır. Böyle bir iddianın İslâm dininde asla yeri yoktur. Ayrıca, Kuran öğretisine göre
gerçek olarak hakikatler mevcuttur, hakikatler kişilerin kanaatlerine göre değişmezler,
kişilerce hakikatlere aykırı olarak ileri sürülen inanç ve kanaatler, gerçeklerden sapmak
suretiyle, hakikatlerin inkar edilmesidir. Böyle bir davranış hakikatlerin olmadığı manasını
ifade etmez, sadece iddia edenlerin fikirsel sapıklığını gösterir. Bundan dolayı, sofistlerin
en önde gelen önderlerinden Protagoras’ın, “Hakikatlerin ölçüsü kişidir, hakikatler kişilere
göre değişir” sözünü ve bunu temel hareket noktası kabul eden “Sofist” lerin iddiaların,
Kuran ölçüsüne göre kabul etmek mümkün değildir. Bu konuda, Kuran’dan mealen:

- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağût’u
inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.
Allah işitendir, bilendir. 2/256

Görüldüğü gibi, iyilik ve kötülük bir birinden ayrı şeylerdir. Allah’ın iyidir dediği hep
iyidir, kötüdür dediği hep kötüdür. Zira, Allah’ın sünnetinde değişme olmaz. Bu konuda
Kuran’dan mealen :

- Allah’ın, öteden beri süregelen sünnetidir bu: Allah’ın sünnetinde bir değişme
bulamazsın. 48/23

Ve, Allah’ın dediği muhakkak ki doğrudur. Bu konuda Kuran’dan mealen:

- Gerçek, Rabb’inden gelendir, sakın şüphelenenlerden olma. 2/147

SOFİSTLERİN KURAN’A VE ÖZELLİKLE ALLAH’IN BİRLİĞİNE KARŞI


YAPTIKLARI FAALİYETLER:
500
Kuran’ın, Allah’ın birliği yani tevhidi öğretisine göre, Allah ve Kainat bir
birlerinden ayrıdırlar, tamamıyla yaratık olan kainatta, hiçbir şekilde ve hiçbir şeyde
İlâh’lıktan bir pay yoktur. Kainattaki her şey, Allah’ın yaratığı ve mülküdür, kainattaki
hiçbir şeyin, Allah’ın zatına benzerliği olmadığı gibi, hiçbir şekilde Allah’la birleşmez,
Allah’ın zatı da hiçbir şekilde kainatla birleşmemiştir. Tüm kainat hiç yoktan, Allah
tarafından sonradan yaratılmıştır. Allah ise, yaratılmadığı gibi, başlangıçsız olarak hep var
idi, doğmamış ve doğurmamıştır. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kainattaki her şey ona
muhtaçtır. Her şeye gücü yetendir. Hiçbir şeyin gücü ona yetmez. Allah, merhametli olup,
kimseye zulmetmez. Rahmetiyle, dünya’da ve ahirette nimetlerle rızıklandırır. Ceza
verdikleri ise cezayı hak edenlerdir. Allah, sözünden dönmediği gibi, ancak gerçeği söyler.
Kainatı yaratım demesi, gerçeğin ta kendisidir, dolayısıyla kainat bir hayal veya evham
olarak mevcut değil, gerçek olarak vardır. Kainatın gerçek olarak var olması, Allah’ın var
ve bir olmasına aykırı değildir. Zira, Allah, Allah’tır, kainat bir yaratık olarak kainattır ve
mahiyet olarak bir birlerinden tamamen ayrıdırlar.
Kainatta ki herhangi bir şeyde, her ne suretle olursa olsun, İlâh’lık vehmetmek veya
İlâh’lıktan pay vermek, Kuran öğretisine göre “Şirk” yani o şeyi Allah’a ortak koşmadır.
Sofistlerin “Vahdet’i Vücûd” nazariyesi şirkin ta kendisidir. Sofistlerin dışında yaygın
olarak dünyada, Allah’a şirk koşanlar mevcuttur. Bunların kullandıkları şirk sözleriyle,
sofistlerin kullandıkları şirk sözleri çoğu yerde bir birine benzer veya aynıdır. Fakat
bunlarla sofistler arasında bazı farklılıklar da mevcuttur. Öyle ki, sofistlerin dışında olup ta
şirk koşanlar, bu sözlerini bir inanç olarak ortaya koyarlar ve kendilerine ait bir grup
oluştururlar. Sofistler ise, her inancın içerisinde, işlerine geldiği zaman o inancın kural ve
kavramlarını işlerine geldiği gibi değiştirir meye çabalayıp, gizli olarak yer alırlar. Zira,
sofist bir avcıdır. O, inanmadığı halde insanların önem verdikleri inanç değerlerini
kullanmak suretiyle menfaat teminine girişir, çünkü onun inancına göre kesin bir hakikat
yoktur. Onun için tek hedef bu dünyada sağlayabileceği azami maddi menfaat ve makam
hırsıdır.
“Vahdet-i Vücûd” inancı insan oğlun

un iddia ettiği en kapsamlı şirk çeşididir ve kökü çek eskilere dayandığı gibi, bir çok
meşhur kimse tarafından da ileri sürülmüştür, sofistlerin bu konudaki sözlerine yer
vermeden önce, konunun tarihi seyir içerisindeki gelişimine kısaca değinerek, İslam
dinindeki Tevhid inancıyla arasındaki farkı belirtmekte fayda vardır. Zira bu iki inanç
tamamen bir birlerine zıttır.

Bu bölümde, kendileri “sofist” olmamalarına rağmen, kainatın varlığı ve İlâh konusunda


sofistler gibi düşünen, tarihi süreç içindeki meşhur kimselerden örnekler vererek, inançta
kim hangi taraftadır hususunun belirtilmesinde konunun anlaşılması açısından gerek
vardır. Böylece kısmet olsa üçlü bir durumla karşılaşmış olacağız.
a- Kur’an ayetlerinde konuyla ilgili hususlar.
b- Tarihi süreç içinde ki, meşhur müşriklerin şirk sözleri,
c- Sofuların değer bir ifadeyle şeyhlerin bu konudaki sözleri.
Konuyla ilgili olmak üzere somut belgeler ortaya konacağından, okuyucu kim hangi söze
tabidir açıkça görme imkanı elde edecektir. Sofular Kuran’a mı tabiler, yoksa sözleri
müşriklerin sözleriyle birebir çakışmakta mıdır, görelim:
Milattan önce 6.yy’da yaşamış olan Parmenides ve Heraklıt’e göre:
İTALYALI PARMENİDES (İ.Ö.540-480): Bu şahsa göre, kainat olarak gördüğümüz her
şey bir evham olarak mevcut olup, aslında yoktur. Zannın kendisine tutunduğu asıl
501
olmayan var mahvolursa geriye kalan “varlık mevcuttur” der. Bunun dediği,
Kainat yoktur, var olan yalnız Allah’tır diyenlerin sözüne özdeştir. Bu iddiasıyla, gözünün
önünde duran kainatın var olma gerçeğini inkar etmiş oldu. Ona şu şekilde sormak gerekir,
kainat yoksa, kainatın bir parçası olan kendiside yoktur, o zaman yok olan var olanı nasıl
bildi?
Kitaplarda yer alan söylevleri şu şekildedir:
“Parmenidesin özlü felsefi açıklaması “varlık mevcuttur” mealindedir. Bu açıklaması
elbette biçimsel bir açıklama gibi kulağa gelmektedir, ama burada bundan daha çoğu
demek istenmiştir. Varlık kavramı altında diğer çelişik var olan, yani nesneler hiçliğin
içine gömüldüğünde kalan kastedilmektedir. Zannın kendisine tutunduğu asıl olmayan var
olan mahvolursa asıl olan olarak devem eden şey demek istemiştir. Biricik ve birlik
gösteren, gerçek realitedir demek istenen.
Şimdi artık Parmenides tek başına gerçeğin içinde olan varlığı belirtmeğe yönelmektedir.
O onun belirteçlerini açıklığa kavuşturmaktadır. Ona, sırf tek tek parçalara bölünmüş olan
insan dahil değildir, o tersine bir olandır, onun içinde her şey her şeye bağımlıdır. Bunun
dışında ona şunlarda dahildir: O karşıtlık ve çatışma tanımaz, bütünlük, bölünmemezlik
kendi kendisiyle eşitlik onun özelliklerindendir. Bunun dışında ona o fanilikle ve sürekli
hareketle belirgin değildir, tersine hareketsizlik ve edebiyet ona özgüdür.
Elbette bu felsefi nokta-i nazarın büyük çaptaki tek yanlılığı uzun bir sürede kendini idame
edemeyecektir. Bir zorlu darbe ile bertaraf edilen ve saf varlık uğruna hiçliğin uçurumuna
atılan somut realite yeniden hakkını talep edecektir. Dünya kaybı felsefenin son sözü
olamaz. Bu nokta Parmedines’in büyük çağdaşı Heraklitle ortaya çıkmıştır.” (Felsefenin
Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat
Umran, sayfa 29-30. )
Görüldüğü gibi, Parmenides kainatın varlığını inkar etti, bu sözü sofuların, Allah’tan
başka hiçbir şey yoktur sözleriyle çakışır. Parmenides’le aynı zamanlarda Anadolu’da
yaşamış olan Ephesos’lu Herekleitos veya kısaca
Heraklid.

HERAKLİT (i.ö. 540- 480). Bu şahısta, Parmenides’in tam aksine Kainat’la, İlâh’ı bir
saydı ve her şey İlâh’tır dedi. Böylece, söylemiş olduğu bu sözle sofuların “Vahdet-i
Vücûd” nazariyesi özdeş olmuş olmaktadır. Şöyle demektedir:
“Soğuk ısınır, sıcak soğur. Nemli olan kurur, kuru olan nemlenir ve işte derin anlamlı
formüllendiriş şudur: Ölümsüz olanlar ölümlüdür, ölümlüler ölümsüzdür; onlar
birbirlerinin ölümünü yaşarlar ve birbirlerinin hayatlarını ölürler.
Her şey birdir. Her şeyden bir olmaktadır ve birden her şey oluşmaktadır. Böylece Heraklit
sonunda bütün değişmelerin içinde görülür hale gelen bir olan üzerine şunları
belirtmektedir: “Değişerek o aynı kalmaktadır. O canlı olarak gelişen (açılan) ve tekrar
kendini içine alan birliktir. Bu sıfatla o uçurumlaşan dünyada ki derin realitedir.
(Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel,
çeviren, Sedat Umran, sayfa 33-34. )
Kuran öğretisinde, Allah ve Kainat gerçek olarak vardır ve birbirlerinden ayrıdırlar;
Allah’ın inkar edilmesi söz konusu olmadığı gibi Kainatın inkar edilmesi de söz konusu
değildir. Aksi takdirde, hem Allah’ın varlığıyla ilgili ayetler, hem de Kainatın varlığıyla
ilgili ayetler inkar edilmiş olacaktır. Parmenides’in kainatı inkar edip, hiç olarak sayması
ile Heraklit’in, har şey Allah’tır deyip kainatı İlâh’laştırması, bugün olduğu gibi, tarih
içerisinde birçok kimse tarafından benimsenmiş ve bir inanç olarak sürdürüle gelmiştir.
Sofistler bu inancı yaygın olarak kullandıkları gibi, sofist olmayan birçok kimse ki,
502
bunların içinde filozoflarda dahil olmak üzere inançlarına temel yapmışlardır.Hatta,
kendilerini İslâm’ın çok büyük alimleri olarak tanıtan Sofular, bu hususları İslâm’ın asıl
hakikatleri, hatta Ruh’u olarak insanlara takdim etmişlerdir. Hal bu ki bu kabil inanç ve
iddiaların İslâm dininde hiç yeri yoktur.Kuran’a ters düşen şeylerdir. Bu konuda
Kuran’dan mealen: Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir
değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81

- Bir şeyin olmasını istediği zaman, O’nun işi ona “ol” demekten ibarettir; o da
hemen olur. 36/82

- (Tuttular) cinleri Allah’a ortak yaptılar. Halbuki onları O yaratmıştır. Câhilce


O’na oğullar ve kızlar icâd ettiler. Oysa O, onların vakfettiklerinden münezzehtir ve
çok yücedir. 6/100

- (O) gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Kendisinin
bir eşi yoktur, her şeyi O yaratmıştır ve O, her şeyi bilendir. 6/101

- (Allah), gökleri ve yeri hak ile (yerinde ve gerçek olarak) yarattı (O), onların ortak
koştuklarından yücedir. 16/3

- Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları hak ile yarattık, o saat de mutlaka
gelecektir! Onun için şimdi sen güzel bir hoşgörü ile muâmele et. 15/85

- (Böyle iken tuttular, Allah’ın) kullarından kendisine bir parça (cüz) tasarladılar.
İnsan gerçekten apaçık bir nankördür. 43/15

Görüldüğü gibi, Kainat gerçek olarak vardır ve Kainatta İlâh’lık vasfı da yoktur. Aksini
iddia edenler, cehenneme girdiklerinde onun ne kadar gerçek olduğunu görerek hiç
şüpheleri kalmayacaktır ve cehennem de ki, irin ve zakkum gibi iğrenç şeylerle azap
gördüklerinde, cehennemin İlâh’lıktan pay almadığı konusunda da hiç tereddütleri
kalmayacaktır. Kuran’dan mealen:

- Ardından da cehennem (onu gözetlemektedir. Orada o, ) irin suyundan sulanır! 14/16

- O gün cehennem ateşine (şöyle) kakılırlar : 52/13

- “İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur!” 52/14

- “(Nasıl) bu mu büyü, yoksa siz görmüyorsunuz?” 52/15

Parmenides’le, Heraklit’in çizgisinde söz söyleyip, sofist olmayan bazı meşhur


kimselerden kısaca örnekler verecek olursam:

ARİSTO (M.Ö. 384-322 ): “Aristo’nun Tanrısı diğer Yunani anlayışlar gibi ezeli olan
maddeye şekil kazandıran bir yapıcı (san’i), bir mimardır. V.Aster’in ifadesiyle “Tanrı
kendisi gibi ezelden beri hazır olan malzemeye sadece bir form vermiştir.” Böyle bir
Tanrının önceden bazı şeyleri tespit ve takdir etmesi de bahis konusu olamayacağı
aşikardır.”
503
“Öte yandan Aristo 55 sabit kürre ve birtakım manevi varlıklar (Les
entelligences) kabul ediyor, yıldızlara, gezegenlere ilâhi varlıklar gözüyle bakıyor. Onlara
ruh ve canlılık atfediyor. İlâhların ikametgâhları olan göğün ilâhi cisimler olan yıldızlarla
dolu olduğunu söylüyor. Bu ilâhi varlıkların ilk muharrik gibi hareketsiz, değişmez ve
ebedi olduğunu kabul ediyor; İlk Muharrik’e verdiği bir takım vasıfları bunlara da izafe
ediyor; onları yaratılmamış müstakil varlıklar olarak gösterip adeta ilâhlaştırıyor.”
“Görülüyor ki Aristo Gök varlıkları arasında bir hiyerarşi kurmaya çalışmasına ve “bazen”
Tanrı’yı bir olarak kabul etmesine rağmen, (Yunan mitolojisindeki) Tanrıların birden fazla
yıldız ve kürelere ilâhi sıfatları yüklemesi ve farklı bir sürü muharrik kabulüyle çok
Tanrıcı bir anlayıştan kurtulamamıştır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzâli Metafiziğinin
karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Devlet Kitapları 1986 Baskısı Sayfa 111-115 Yazan. Doç.
Dr. Süleyman Hayri BOLAY. )
(Aristo’ya göre ) “Dünyadaki bütün sarf edilen gayretler yetkinleşmeye yöneliktir. Buna
göre son hedef en yetkin olan nedir? Aristoteles şöyle cevap veriyor: Tanrılık, demek ki
realitenin o ana niteliği gerçekleştirmeye ve yetkinliğe yönelik sürekli itiş ondan doğmakta
ve onda temellendirilmektedir. Tabiattan olan her şey, içinde tanrısal olan bir şey taşır.”
(Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel,
çeviren, Sedat Umran, sayfa 75. )

Görüldüğü gibi, Aristo tabiatı İlâh’laştırmaktadır. “Vahdet-i Vücûd” anlayışı.

ZENON (Kıbrıs M.Ö. 336-264) : Stoa felsefesinin kurucusudur. Bu felsefeye tabi


olanlara Revakiler de denir. Başlıca taraftarları Chyrisppe, Epikte ve Marc-Aurele’dir.
Stoacılığın kurucusu aslen Kıbrıslı olup bir deniz kazasından sora Atina’daki Kiniklere
katılan Zenon’dur. Zenon derslerini sütunlu bir yolda verirdi. “Stoacı” terimi Yunanca
sütunlu yol anlamına gelen stoa sözcüğünden türemiştir.
“Herakleitos (Heraklit) gibi Stoacılar da tüm insanların ortak bir dünya mantığının ya da
“logos”un bir parçası olduğunu savunuyorlardı. Her bir insan minyatür bir dünya; “makro
kozmos”un “mikro kozmos”, “büyük evrenin küçük evren” olarak yansımasıydı”.
(Sofi’nin Dünyası, Pan Yayıncılık 1994 Justein Gaarder, çeviren, Gülay Kutal, sayfa 149).
“Varlık-metafizik-anlayışında Zenon materyalist bir tekçilik geliştirmiştir. Ana-Varlık (ark
he) tektir ve maddi niteliktedir; devindiren yönü - aiton - ile evrene düzen kazandıran ussal
ilkedir. “Doğa” ya da “Tanrı” da denilebilecek olan ana varlığın özü ateş’tir, Evren bu ana-
ateş’in dönümlü olarak yansımasından oluşmuştur ve böyle oluşup gidecektir. Ana-ateş
bütün varlıklarda bir “soluk” olarak bulunur. Ama her varlık çeşidinde başka başka
varlıklara bölünmüş olarak görünür: İnsan da us, hayvanda can, bitkide yetişme, cisimde
güç olarak. Bu temel-varlığın - Tanrının - bütün varlıklarda bulunduğu, kendini gösterdiği
anlayışı - panteizm - Stoa felsefesinin başlıca bir özelliğidir.” ( Felsefenin Evrimi, M.E.B.
Devlet Kitapları - 1979, Prof. Macit Gökberk, sayfa 19-20. )
Stoiklere göre: “Güçlü ve tanrısal ilke, tüm reel alanda canlı olarak mevcuttur. Tanrı
dünyaya müdahale etmiştir. O, onun rûhudur, o dünyanın yaratıcısıdır ve her şeyin
babasıdır, hatta denebilir ki, tüm yeryüzü ve bütün gök Tanrının varlığıdır. Tanrı pis
sularda, bağırsak solucanlarında ve bütün mücrimlerde bile içkindir; Stoikçe düşünülen
tabiatın kendisi tanrısaldır. Kleanthes Tanrıya ilişkin olarak şöyle der: “Biz senin
soyundanız”. (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm
Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 86-87 ).
Zenon ve taraftarlarının “Panteist” yani “Vahdet-i Vücûd” çu oldukları açıktır.
504
PLOTİN (M.S. 203-270) : “Plotin’e göre “bir” den şu üç varlık sudur eder; a) Akıl
ve zekâ (Bu varlık zaman ve mekan üstüdür), b) Ruh (Akıldan sudûr eder, bu da ferdi
varlıkların ruhu olmayıp âlemin ruhudur. c) Madde (Bu da ruhdan sudûr eder, madde ve
madde âlemi sırf yokluktur. Vasıtasız ve belirsiz bir şeydir.) Piramidin zirvesindeki en
yüksek noktaya; “Bir’e tecrübe ve akıl yoluyla değil, mistik bir vecd yoluyla ulaşılır.
Alem, O’ndan (Allah’tan) fışkırır, akar ve ruh tekrar ona dönmeyi arzular.” (Felsefi
Doktrinler sözlüğü, Akçağ Yayınları 1987, Prof. Dr. S. Hayri BOLAY sayfa 305 ).
Plotincilere göre, (bunların meşhur adı Yeni Eflâtunculuktur. ) : “Varlığın - her birinin
kendine özgü yapısı ve yasası olan - aşamalardan kurulmuş olduğu tasarlanır: En başta salt
tinsel nitelikte olan Tanrılık - “Bir” vardır; bunun altında, sırasıyla, Tin, Ruh ve Madde yer
alırlar. Bunların hepsi Bir’in - Tanrılığın - türümleridir, ışımalarıdır. Tanrılığın ışıması da
kaynaktan uzaklaştıkça sönükleşir ve madde’de tam bir karanlığa varır. Beden yönü ile
insan madde’nin bu karanlığına batmıştır. Onun için ruha düşen ödev, ışığın kaynağına
doğru yükselmektir. Pek az kimsenin pek az eriştiği “esrime” - vecid - halinde insan
Tanrıya kadar yükselip onunla “bir olabilir”. Yeni Platonculuk (Eflâtunculuk) tüm-
tanrıcılığın (Vahdet-i Vücûd) un başlıca bir çığırıdır, bütün mistisizmlerin (gizemcilerin)
de ana kaynağıdır. ( Felsefenin Evrimi, M.E.B. Devlet Kitapları - 1979, Prof. Macit
Gökberk, sayfa 27. )
Plotincilere göre, “Dünya en doğrusu tanrının içinden doğrudan doğruya doğmaktadır ve
aynı zamanda onda içkindir. O Bir’in içinden dışarıya akmaktadır, ama bu onun içinde
onunla birleşmiş olarak kalmaktadır. Kökünden, kendini ondan ayırmadan ortaya
çıkmaktadır. Bir, çoğun içinde aynı zamanda mevcuttur ve keza ondan ayrılmıştır; ama
Tanrı bizzat kendi içinde neden kalmıyor? O esas itibariyle ne sebeple dünya halinde
gelişme gösteriyor? Besbelli: o bunu felsefe ile uğraşan kişinin dünyayı reel olarak
yaşaması için yapmaktadır... Bu Plotin’in Bir’in açılımı fikrinin kökenidir.” (Felsefenin
Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat
Umran, sayfa 96-97. )

Plotin’de, Vahdet-i Vücûd düşüncesi yanında, Devir Nazariyesi, Seyri Süluk ve Fenafillah
düşüncesi de vardır, bunlar Sofuların en çok kullandıkları aldatma yöntemlerinin ana
araçlarındandır.

MEİSTER ECKHART (tahmini 1260-1327) : Kadınlar arasından Filozof çıkması çok


ender bir olaydır. Bunun bir istisnası da bayan “Eckhart’tır”. Meister unvanı Paris'te
üstlenmiş olduğu öğretim göreviyle ilgili olarak 1308’de almış olduğu Magister (Felsefe
doktoru) payesinden gelmektedir.
“Meister Eckhard, insanın tüm gerçeği öz olarak içinde taşıdığı” iddiasındadır. “Eckhard
daima yeni tâbirlerle insanın bu anlatılamaz olan en içini açıklamaya çalışmaktadır. O onu
“”rûhun reisi”, “rûhun ışığı”, “akıllılık”, “rûhun içindeki kalecik”, “rûhun kıvılcımcığı”
diye adlandırmaktadır, ama bütün bu belirlemeler demek istenileni tam anlamıyla isabetle
dile getirememektedir.” Eckhart bu konuda ne düşündüğüyle ilgili olarak şu açıklamalarda
bulunmaktadır.
“Rûhun içinde Tanrı’ya akraba olan bir şey vardır; o içinde tanrısal mizacın tasavvurunu
taşımaktadır; evet, hatta denebilir ki Tanrı rûhun dibinde gizlendiğinden, rûhun kendisi
tanrısal türdendir.”
“Bu sebeple rûhun dibi onda rûhun kökünde Tanrı’yı tanıyabileceği yerdir. “Rûhun
kıvılcımcığı” tanrısal ışığı kavrar, ama bu Tanrı’yı kavramak ancak va ancak uzlet
deneyinde mümkün olabilir. Tanrının tâ dibine ulaşmak isteyen kimse, kendi rûhunun
505
dibine ulaşmak zorundadır. Bununla birlikte böyle tam uzlete erişen bir kişi
tanrısallığın yakınına varır, hata Tanrıya katıksız bir birleşmeye kavuşur. Tanrı burada
dipteki rûhun içine girer.”
“Burada Tanrının dibi benim dibimdir ve benim dibim Tanrının dibidir. Tanrı ve ben
ikimiz biriz.”
“Eckhart şöyle diyebilmektedir: Tanrı beni kendi olarak doğurur ve kendini de ben olarak
doğurur ve beni onun özü ve doğası olarak doğurur. Bütün nesneler, bizzat Tanrının
kendisidirler.”
Bu sözleriyle Vahdet-i Vücûd’çuluk yapan Eckhart burada da durmayarak, Tanrıyı’da
aşmak gerektiğini söylemektedir, şöyle ki:
“Hatta en sınırı kavramak isteyen düşünce, Tanrı kavramını da aşmak zorundadır, çünkü
Tanrı her şeyin üzerinde süzülerek uçan bir varlık ve her şeyin üstünden esen bir hiçliktir.
İnsanın bırakabileceği en yüksek ve en yakın şey Tanrıyı, Tanrıdan dolayı bırakmasıdır.”
“Eckhart’ın ölümünden sonra papa, içinde Meister Eckhart’ın yirmi sekiz cümlesinin dine
aykırı ve en azından son derece yanlış anlaşılmaya müsait bulunduğu için mahkûm
edildiği bir emirname çıkardı.” (Alıntılar, Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık
İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 133-141‘e. )
Eckhart, bu düşünceleriyle sofistlerin zihniyetini açık bir şekilde sergilemektedir.

SPINOZA (1632 - 1677) : Tipik bir Vahdet-i Vücûd’çu olan Spinoza 1632’de bir Yahudi
ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Din adamı olarak yetişen Spinoza Amsterdam’daki
Yahudi Cemaatinin bir üyesiydi. Fakat düşüncelerinden dolayı, Yahudi Cemaatinden
çıkarıldı.
Allah’a şirk koşan bir çok kimseler, kendilerince değerli saydıkları şahıs ve nesneleri,
Allah’a ortak koşmaktadırlar. Vahdet-i Vücûd’çular ise, değerli olsun olmazsın her şeyi
Allah’a ortak koşmaktadırlar, Öyle ki her şey Allah’tır demekle Haşa O’ndan, pislikleri
bile İlâh kabul etmektedirler. Bunun için, İslam dinine göre müşrik kabul edilen
kimselerin dahi tepkisini çekebilmektedirler. Göbek adı Baruck olan Spınoza’da yoğun
tepki çekenlerden biridir. Aforoz edilmek suretiyle mensup olduğu cemaatin dışına atıldı
ve lânetlendi. Yahudilerin onu cemaatlerinden atmalarının bir nedeni de, “daha büyür
büyümez Yurd kentinin Yahudi cemaatiyle acımasız tartışmalara girişir. Buna yol açan
olay onun İncil geleneği üzerine eleştirel yönde açıklamalarıdır. Tevrat ona çelişkilerle ve
tutarsızlıklarla dolu görünür ve onun bütün bölümlerinde sadece gerçeği içerdiğini kabûl
etmek istemez kabûl edemez.
Bilir misin Spinoza’nın inançta bu kadar batmasına ve Vahdet-i Vücûd’çu olmasına neden
olan şey neydi? Bize göre Kuran saf hakikattir. İncil ve Tevrat ise asılları Kuran gibi saf
hakikatler olmasına rağmen, bize göre; zaman sürecinde insanlar tarafından
değiştirilmekle saflıklarını kaybeden , buna rağmen yanlışları; doğru olmayanları
içermelerine rağmen bazı gerçek hakikatleri de içeren kitaplardırlar. Spinoza İncil ve
Tevrat’tan uzaklaştığında gerçek ve saf hakikati arayacağı yerde, felsefi bir düşünce
yoluyla hakikati bulabileceğini zannetti. Böylece çok daha büyük bir batacağın içine;
içinde hiç ışık bulunmayan saf karanlığın içine gömüldü. Zira dünyanın bütün filozofları
ne sofistleri bir araya gelseler, Allah tarafından bildirilmiş bir Vahiy olmadan gaybın
bilinmesi konusunda veya kendi ifadeleriyle metafizik konusunda ne bir hakikat
bulabilirler nede gerçek olan bir söz söyleyebilirler. İnsanların ellerinde bu dünyada gayb
hakkında bilgi verebilecek İlâhi vahiyden başka bir imkân mevcut değildir. Spinoza’nın en
başta gelen kitaplarından biri “Geometrik Yöntemle Geliştirilmiş Etik” adını alır. Kendi
dünyasında, kendisiyle birlikte, geometri ve madde vardı, bunlarla evrensel haki katın
506
tamamını anlayacağını zannetti, fakat hakikati bulacağı yerde, bulduğu şey
kendini ve elinde bulunan maddi vasıtalar ile tüm kainatı İlâh saymaktan ibaret oldu.
Böylece onun küfrü, kendisi gibi küfreden Vahdet-i Vücûd’çuların küfrü ile çakışmış oldu.
Hallacı Mansurun “Enel Hak” demesi gibi, Spinoza’da “Ban varım, ben oyum” demişti.
Onun felsefi düşüncesine bir örnek verecek olursam :
“Dünya mevcuttur ve insan da mevcuttur, diye düşünülebilir. Bunu Spinoza da inkâr
etmemektedir, ama o şöyle soruyor : Fakat asıl anlamda Tanrı varsa, dünya ve insan nedir?
Buna şöyle cevap veriyor : “Dünya, Tanrının bizzat var oluşundan farklı bir tarz değildir
ve Tanrının düşündüğünden ayrı bir tarz değildir insan”. Eğer bir nesne mevcuttur dersek,
bu takdirde tutarsız bir söz sarf etmiş oluruz. Aslında şöyle demeliyiz : Bu nesnenin bana
göründüğü tarzda Tanrı’da bana görünüyor, çünkü Tanrı her şeyin içindeki her şeydir, o
tüm reel olanın içindedir, nesnelerde ve insanda mevcuttur, ya da daha doğru bir ifadeyle :
Tüm reel olan Tanrının içinde içkindir. Mevcut olan her şey Tanrı’dadır.” ( Felsefenin
Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat
Umran, sayfa 191. )
Yahudiler Spinoza’yı aforoz ettiler, fakat kendilerine Müslüman diyen bir çok kimse,
Hallacı Mansur’a, Muhittin’i Arabi’ye ve onlar gibilerine Müslüman önderler
diyerek büyük övgüler yapmaktadırlar. Hal bu ki bu kimseler, açık açık Allah biziz
demektedirler, peki İslam dinine göre bu küfür ve şirk değilse o zaman size göre
küfür ve şirk nedir, yani bir kimse buna rağmen ne söylese kafir ve müşrik olur?

LEIBNIZ (1646 - 1716 ) : Leibniz’e göre, “bütün realiteyi organizmaya olan benzetişimi
(karine) içinde düşünmek gerekir; çünkü ölü olan, canlı olandan hareket edilerek
kavranılmalıdır, ama ölü tabiattaki güç noktaları organizmalarda bulunanların aynı
türündendir. En ufak bütün birimler bütün monadlar canlıdır. Birliğin Grekçe karşılığı
“Monad” dır ) . Buna göre evrende ıssız olan doğurgan olmayan, ölü bir şey yoktur.”
“Her monadın başlangıç tan beri kendi içinde karışık bir tarzda diğer bütün monatların
tasavvurunu ve böylece tüm realiteyi içerdiği varsayımını ortaya atmaktadır. Onların
içinde tüm dünya mevcuttur. Monad evrenin canlı, ebediyen devam eden bir aynasıdır. Bir
mikrokosmos (ufak evrendir) hatta her şeyi kuşattığına göre bir ufak tanrılıktır. Monad
geleceğe gebedir, geçmişle yükümlüdür.”
“Leibniz için Tanrı, aynı zamanda bütün monatların kökenidir. Onlar onun içinden
“sürekli bir çıkışla şimşek gibi ortaya çıkarlar.” Leibniz şundan emindir : Tanrı mümkün
olan dünyaların çok sayısı içinden elden geldiğince en iyi olanı seçmiştir.” ( Felsefenin
Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat
Umran, sayfa 204 - 207 den alıntılar ).

Bu duruma göre Leibniz’in “Monad” dediği ve bununla tüm evren cevherini kastettiği
şeylerin, yoktan değil de Allah’tan kopmak suretiyle geldiğini, dolayısıyla Evrenin İlâh
olduğunu iddia etmekte ve Allah’ın bu dünya’dan daha mükemmel bir dünya
yaratamayacağını iddia etmektedir. Bu da Allah’ın sınır çizmektir, öne sürdüğü felsefesi
böyle düşünmesini gerektiriyordu, zira monatların gücü ona göre sınırlıdır. Monadların,
monadı olan İlâh inancının sınırlı olması telakkisi, monad inancının bir gerçeğiydi. Zira
onun İlâh inancında, İlâh sadece monad’dan ibarettir. Böylece Leibniz’in Vahdet-i
Vücûd’çu olduğu açıktır.

FICTE (1762 - 1814 ) : Fiche, kainatın varlığını inkar etmenin yanı sıra, Allah’la
birleşmeye, yani “Fenafillah’a” inanan bir filozoftu. Bu konuda Fichte şöyle diyordu:
507

“Ölümsüz olanla birleşmeye ve kaynaşmaya ilişkin içgüdü bütün ölümlü varlığın en iç


köküdür. Ebedi olan bizi durup dinlenmeksizin (kesintisizce) kuşatıyor ve kendisini bize
sunuyor, biz onu yakalamaktan başka bir şey yapmamalıyız”.
“Ben’in yanında bağımsız olarak mevcut olan bir dünya (numen) mevcuttur, diyemeyiz.
Bize dünya olarak görünen şey bizi kuşatan nesnelerin toplamı gerçekte mevcut değildir.
O, insanın kendi içinden dışarıya yansıttığı bir tasavvurdur.”
“Ben hiçbir yerde bir kalıcı varlığı ve kendi varlığımı bile tanımıyorum”. Hiçbir varlık
yoktur. Ben, kendim, denilebilir ki kendim yokum ve hiçbir şey bilmiyorum var olan
tasavvurlardır.”
“Sadece Tanrı vardır, onun dışında hiçbir şey yoktur”.
“Tanrıda yaşamak demek, onun içinde hür olmak demektir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni,
İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 265
-276’dan alıntılar. )

Görüldüğü gibi, Fiche, Permanides’in, kainatın yokluğu konusunda ki sözlerini


tekrarlayıp, ayrıca Fenafillah iddiasında bulunmaktadır. Bu düşüncelere sahip olan başka
bazı batılı meşhur filozoflardan bir çok örnekler verilebilir, örneğin: Hegel’in;
Schopenhaker’in; Heıddegger’in bu gibi düşünceleri vardır.

Bu seferde, sofist olmadıkları halde Vahdet-i Vücûd’çuluğa inanan bazı doğulu


meşhurlardan örnekler verecek olursam durum şudur:

MUHAMMED İKBAL (1876 - 1938 ) : Doğum yeri, Pencap mıntıkasında bulunan


Sialkot şehridir. İkbal, Sofuların Vahdet-i Vücûd ve diğer öğretilerini kendisine
benimsemiş, onların anlattığı konuları savunan şiirle yazmıştır. Kendisine mürşid olarak
“Mevlâna”yı benimsemiştir. Bütün yazılarına ve şöhretine rağmen kendisi “sofu” değil,
bir Murid konumundadır, İkbal şöyle demektedir:

“594-Ey sen, ki gönlüm yaşıyor - yaşamak ne demek biliyor musun? İkiliği temaşa
ederken biri gören aşk! Câvitname. M. İkbal Kültür Bakanlığı Yayınları, çeviren, A.
Schimmel 1989 sayfa 203 ).
“1790- Hak, bütün esrarıyla görünüyor - benim gözümle kendini müşahade ediyor!
( Câvitname, sayfa 417).

Yukarıdaki beyitlerde görüldüğü gibi, M. İkbal bir Vahdet-i Vücûd’çudur. Câvitname


kitabında bol bol tasavvufi ıstılahlar kullanıyor, Hallacı Mansur’u ve Hallacı Mansur’un
davasını savunuyor. Cenneti küçümsüyor, Ademe, Firavuna ve İblise İlâh diyor.

Cenneti Küçümsemesi :
“1098- Niçin müminlerin yerinden uzaksın ? Yani : Neden cennetten mahcursun?
Hallac :
1099- İyi ve kötüyü bilen hür adamın ruhu cennete sığmaz!
1100- Mollanın cenneti şarap ve huri ve gilmandır; hürlerin cenneti ise, daima yürüyüştür.
1101- Mollanın cenneti yemek, uyku, şarkıdır; âşıkın cenneti ise, varlığı müşahade
etmektir.” ( Câvitname, sayfa 291).
Ademe İlâh demesi ile İblisi Övmesi :
“6- Semanın ehlinden İblis gibi muvahhid yoktur.
508
9- Ve (Allah) ona buyurdu ki : << Secde et >> Dedi ki:
<< Lâ gayri >> Ona buyurdu ki : << Ya sana lânet edersem? >> Dedi ki:
<< Lâ gayri! >>
10- Benim isyanım senin için takdistir,
ve benim aklım sende tahvis
Adem senden başka değildir
Arada İblis kimdir?

İblise İlâh demesi :

“ Musa (İblise) dedi ki : << Onu hâlâ zikrediyor musun ? Ey Musa, Dedi Ki : Ey Musa,
zikir zikredilir mi hiç ?
Ben zikrediyorum, o da zikrediyor; onun zikri benim zikrimdir, benim zikrim onun
zikridir. ( Câvitname, sayfa 323).

Firavunun İlâhlığını kabul etmesi :

“20- İblis ve Firavun ile fütuvette ( yiğitlikle münazara etmem. İblis dedi ki : << Secde
etseydim fütüvvet vasfı benden düşerdi. >> Firavun dedi ki : << Onun resulüne
inansaydım fütüvvet mertebesinden düşerdim. >>
21- Ben dedim : << Dâvamdan ve sözümden dönseydim fütüvvetin döşeğinden düşerdim.
>>
22- İblis dedi ki : << Ben Adem’den iyiyim, kimsenin ondan başkasını görmediği zaman
>> , Ve Firavun dedi ki : << Ben sizin için benden başka bir ilâh bilmedim ( Sûre 28 Ayet
38 ), kavmımdan hak ve bâtılı tefrik ve temyiz eden kimse bulunmadığı zaman. >>
23- Ben dedim ki : << Eğer onu tanımazsanız Onun eserlerini tanıyın, ve ben o eserim, ve
Enel - Hakk, çünkü Hak olmaktan hiçbir zaman çıkmadım. >>
24- Ve sahip ve üstadım İblis ve Firavun’dur ve İblis ateşle tehdit edildi ve davasından
dönmedi ;
Firavun denizde boğuldu ve davasından dönmedi ve tereddütte katiyyen durmadı.
( Câvitname, sayfa 325).

Söylediği bu küfür sözlerle yetinmiyor. Firavunun davasından dönmediğini iddia


ediyor. Hal bu ki, Firavun boğulacağı anda davasından dönüp iman ediyor fakat
Allah onun bu imanını kabul etmiyor. Şöyle ki, Kuran’dan mealen:

- Ve İsrail oğullarını denizden geçirdik. Firavun ile askerleri ise zulmetmek ve


saldırmak üzere onların arkalarına düşmüşlerdi. Nihayet ona boğulmak yetişince
(Fir’avn) dedi ki: “Ben İsrail oğullarının imân etmiş olduklarından başka ilâh
olmadığına muhakkak ki, imân ettim ve ben de müslümanlardanım! dedi. 10/90

- “Şimdi mi?. Ve sen muhakkak ki, evvelce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuş
idin“. 10/91

- “Bugün senin (canından ayırdığımız ) bedenini, (denizin dibinden ) kurtarıp


(sâhilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olsun. Ama insanlardan
çoğu bizim âyetlerimizden gafildir.” 10/92
509
SEYYİD KUTUB (1906 - 1966 ) : Seyyid Kutub 1906 yılında Mısır’ın Asyot
kasabasında dünyaya geldi. Sünni bir yazar olan Seyyid Kutub’un İslâm dini adına yazdığı
çeşitli eserleri vardır. Örneğin: 1965 yılında neşrettiği “Yoldaki İşaretler” kitabı ve en
meşhur eseri, bir Kuran tefsiri olarak yazmış olduğu “Fizilâl-il Kuran” (Kuran’ın
Gölgesinde ) isimli eseridir. Bu eserinde, İnsanda bulunan rûh’un, Allah’ın rûh’unun bir
parçası olduğunu, dolayısıyla insanın bedenen olmazsa bile rûh’en Allah’la aynı olduğunu
iddia etmektedir. Şöyle ki:

15 Hicr sûresinin 28 -29 . Ayetlerini anlatırken şu ifadelerde bulunuyor, mealen:

“28 - Hani Rabbin meleklere demişti ki : “Kuru bir çamurdan şekillenmiş bir balçıktan bir
insan yaratacağım”. 15/28

“29 - Onu yapıp rûhumdan üflediğimde siz derhal onun için secdeye kapanın.” 15/29

İZAHATI : “İnsan aklı diyor ki, bâki olan bir rûh fâni olan bedene nasıl karışıyor, ezeli
olan sonradan meydana gelene nasıl giriyor ?”
Aklın anlamaması nedeni konusunda şöyle diyor;
“Zira akıl sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılan bir varlık ise ezelden var olan şey
hakkında hüküm verme yetkisine sahip olamaz. Ezelden olan şeyler hakkında hüküm
veremeyeceği gibi akıl o ezeli olan şeyin karıştığı şey hakkında da hüküm veremez. Daha
işe başlamadan önce aklın bu kaziyeyi veya bedihi hükmü - sonradan yaratılanı ezeli olan
şey hakkında hüküm verecek vasıtalara sahip olamayacağı, hiçbir şekilde bu konuya
müdahale edemeyeceği kaziyesini kabul etmesi aklın kendi faaliyet alanı dışında boş yere
çalıştırılıp mahvedilmesini önlemek için kâfidir. Belli ve güvenilir sahaların dışında
koşmasını önlemek için yeterlidir.”
“ Bu konuya Kur’an’ın Gölgesindeki âdetimize aykırı olarak mevzuu genişlettim. Gayb
âlemiyle ilgili böyle bir mevzu için temel kaideleri koymak istedim.” diyor. (Fizılâl-il -
Kur’an, Prof. Seyyid Kutub, Mütercimler İ. Hakkı ŞENGÜLER, M. Emin SARAÇ, Bekir
KARLIAĞA, Hikmet Yayınları Cilt 9 sayfa 121 - 122 ).

Bu anlayışa göre, her insanda Allah’ın rûhundan bir parça var demektir ki, bu da rûh
olarak insanı İlâh kabul etmekten başka bir şey değildir. Hal bu ki ne insan da rûh olarak
olarak veya kainatın tamamında hiçbir şekilde İlâhlıktan bir pay yada özellik yoktur; hiçbir
şey İlâhlıktan bir parça taşımamaktadır. Aksine bir şey iddia etmek veya inanmak o şeyi
İlâhlaştırmak demektir ki, bu da İslâm dinine göre şirktir.
Allah, Rûh’un mülkiyet yönünden önemini belirtmek için Mülkiyet olarak benim olan şey
manasında “rûhumdan” sözleriyle ifade etmektedir. Her şey onun olmasına rağmen bu
özel ifade rûhun önemi yönündendir. Yoksa Allah’ın zatına ait bir parça veya hassa olması
yönünden değildir. Zira Allah, Kuran’da başka bir yerde rûh’un bir emrinden ibaret
olduğunu, dolayısıyla onun da yaratık olduğunu belirtmektedir. Zira tüm kainat Allah’ın
“Ol” emriyle meydana gelmiştir. Rûhun da bu hususta kainattan ayrı herhangi bir özelliği
yoktur. “Allah, kendisinden bir parçanın var olduğu ve bunun insanlarda veya herhangi bir
şeyde bulunmasından ve kullar gibi parçalardan oluşmaktan münezzehtir. Yücedir.”
Kuran’dan mealen :

- Sana rûhtan soruyorlar. De ki : “Rûh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az


510
bir şey verilmiştir.” 17/85

Görüldüğü gibi, rûh Allah’ın bir parçası değil, “Ol” emrinden ibaret bir yaratığıdır.
Allah’ın rûhumdan sözcüğüyle ifadelendirdiği olay, zat yönünden değil mülkiyet
yönündendir, örneğin: önem verdiğimiz bir mücevher için, mücevherimizden dediğimiz
gibi.
Prof Dr. Hüseyin ATAY, Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Prof. Dr Beyza BİLGİN, Prof.
Dr. Rami AYAS, Dr. Arif GÜNEŞ, Dr. Hasan ELİK’in grup Çalışması şeklinde
yayınlamış oldukları “İSLÂM GERÇEĞİ” adlı kitapta “VAHDET-İ VÜCÛD” iddiası.

Yukarıda adı geçen kitapta ekip olarak iddia ettiklerine göre, İnsan Allah’tan kopmuş bir
parça olup, İnsanın iddialı koptuğu bu bütüne yani Allah’a tekrar birleşme olmalıdır. Dinin
de asıl amacı; bu birleşmeyi sağlamak için yol göstermekten ibarettir, dolayısıyla, Allah
rızası ve Cennet iddi al açısından önemsenecek bir olay değildir, olacaksan, Allah’la birleş
sende İlâh ol, iddi alin bu olmalıdır demektedirler.
Bu iddiayı kitapta şöyle ifade etmektedirler.

“İnsanın kendisinden koptuğu bütün olan yaratıcı kudret, yani Allah, insanın, bu sıkıntısını
bildiği için insanı o büyük arzu ve hasretle bir başına bırakmamış. “bütüne varış
yolculuğu”nda ona yardımcı olmak lütfünü göstermiştir. Bu lütuf insana peygamberler
aracılığı ile tutulan ışıktır. Din, bu ışığın bir hayat biçimine dönüştüğü andaki adıdır. Bu
demektir ki din, koptuğu bütünle kucaklaşması anlamındaki tekamülünü daha rahat
tamamlaması için Mutlak Varlığın insana gösterdiği bir. “yol” dur. (İslâm Gerçeği, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları No: 197 Yıl 1995 Ankara 5. Baskı Sayfa 98 )
Görüldüğü gibi, insan yoktan değil de, Allah’tan kopmak suretiyle meydana geldiği açıkça
ifade edilmiştir, dinde bu olayı bir lehim işinden ibarettir, bu ise Kuran’a uygun bir görüş
değildir.

SULTAN III MURAD ( 1546 - 1595 ) : Babası ikinci Selim, annesi Nurbanu Sultan’dır.
Manisa’da doğmuştur. On ikinci Osmanlı sultanı ve yetmiş yedinci İslâm Halifesi
unvanlıdır. “Muradi” mahlasıyla şiirler yazmıştır. İslâm Halifesi unvanı altında söylemiş
olduğu tasavvufi sözlerinden örnekler verecek olursam şöyle demektedir:

“Fenafillah : Gönül fenafillah’ta baştan başa lezzetle dolmuştur. Gönül ikilikten geçip
birlik yoluna girdiğinden her şey zatım ve sıfatımdır, demiştir. Fenafillahta secde eden ve
secde edilen artık birdir. O eşsiz cemali görmek isteyen bütün cisim ve canını onun
yolunda feda etmelidir.” ( Sultan III Murad, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları 873,
birinci baskı 1988, Yazan H. Ahmed KIRKKILIÇ, SAYFA 35 ).
Burada, fenafillah yoluyla insanın Allah’la bütünleşip İlâh’laşa bileceğini iddia
etmektedir. “Fenafillahta secde eden ve secde edilen artık birdir“. demesi bunun açık
ifadesidir.

Cennet olayına karşı çıkması :


“Zahidin kalbinde cennet, aşığınkinde ise Cenab-ı Hakk’a meyil vardır. Nunlardan ilki nar
(ateş), ikincisi nur içindedir.” (Sultan III Murad, sayfa 33).

Tasavvufçular genelde Cennet ve Cennet isteğini küçümseyip, Biz Allah’ı seviyoruz


demektedirler. İslam dininde cenneti red veya Küçümseme küfür olduğu gibi, aslında
511
tasavvufçuların Allah’ı seviyoruz iddiaları gerçek manada bir Allah sevgisi değildir,
onlar bunu derken kendilerini kastetmektedirler, zira kendilerinin İlâh olduklarına
kanidirler, Hal bu ki, müminler en fazla ve gerçek manada Allah’ı severler, fakat bu
sevgileri, cenneti istemelerine ve sevmelerine mani değildir. Zira cenneti istemek,
Kuran’da Allah’ın emridir. Bu bakımdan cenneti küçümsemek Allah’ın emrettiğini red
edip küçümsemektir, bu ise küfürdür. Bu konuda Kuran’dan mealen :

- İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutarlar, Allah’ı sever gibi onları severler.
İman edenler ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler, azâbı gördükleri zaman bütün
kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbının çetin olduğunu anlayacaklarını
keşke bilselerdi ! 2/165

- Allah inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde


ebedi kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va’detmiştir.
Allah’ın (onlardan) râzı olması hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur. 9/72

- Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. 29/57

- (O zaman), iman edip iyi işler yapanları, cennette altlarından ırmaklar akan
köşklere yerleştireceğiz Orada ebedi kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. 29/58

- (Cennet konusunda) İşte bu, büyük kurtuluş ve mutluluktur. 37/60

- Çalışanlar böylesi bir kurtuluş için çalışsın. 37/61

Görüldüğü gibi, cenneti red etmenin veya küçümsemenin, İslâm dininde yeri yoktur.

Kâbe’yi Hac etmeye karşı çıkması :

“Ey Halilüm Kabe kasdın eyleyip çekme elem


Gel tavâf eyle beni kim Kâbe-i ulya menem”.
( Sultan III Murad, sayfa 22).

“Ey dostum, Kâbe'yi tavaf arzusuyla elem çekme, gel beni tavaf et, zira yüksek Kâbe
benim.” diyor. Kendisine İslâm halifesi diyen böyle derse tabasının hali nasıl bir şeydir?
Tasavvuf, Osmanlılarda bir devlet kurumuydu, nasıl ki, kadılar, hocalar tayin edilip maaşa
bağlanıyorlarsa, Resmi Takke ve Zaviyelere de maaşlı “post - nişin” denen şeyhler tayin
ediliyorlardı. Bu işlerle ilgili olarak “Meclis-i Meşayih” denen bir kurum oluşturulmuştu.
Tekke ve Zaviyeler parasal olarak destekleniyordu. Örneğin, kendilerine vakıflar tahsis
ediliyor, müritlerine de vergi muafiyeti sağlanıyordu. Böylece, Osmanlılar, halktan bir çok
kimsenin Batınilik düşüncesi içerisinde, doğru yoldan uzaklaşıp hayallere dalmasına sebep
oldular. Yaptıkları şey kendilerine döndü ve denebilir ki, Osmanlıların dünya milletleri
içerisindeki mücadelesinde geri kalıp yıkılmasına etken olan, en başlıca sebeplerden bir
tanesi, yapılanmasına işlemiş olan tasavvuf akımlarıdır. Halk, hem dünyaları, hem de
ahiretleri için çalışacaklarına. Dünya’da ilgilenmeleri gereken, fen bilimlerinden
uzaklaşarak, maddi gücü küçümsediler, tembelliği zahitlik zan ederek, dünyalarını ihmal
ettiler. Allah’ı konusunda ise, Kuran’la ilgisi olmayan ve Kuran’a aykırı olan batıni
hayallere dalarak, kendilerinin de Allah’ın bir parçası olduklarını, dolayısıyla, İlâh
512
olduklarını iddia ettiler. Bu hayaller içerisinde genelde dini mükellefiyeti boş
verdiler, hayallerini şarap ve rakıyla v.s desteklediler. Öyle ya, İlâh olduklarına inanan
kimselerin ibadet etmesine ne gerek var, eh günahları varsa da kendi kendilerini affederler;
ne sorun var. Bu ise hem dünyaları, hem de ahiretleri için bir yıkımdı. Bu konuda,
Mehmed Akif Ersoy şöyle diyor:

“Sürdüler Türk’e << tasavvuf >> diye olgun şırayı;


Muttasıl şimdi << hakikat >> kusuyor Sıdkı Dayı !
Bu cihan boş, yalnız bir rakı hak, bir de şarab;
Kıble : tezgâh başı, meyhaneci oğlan : mihrab;
Git o <<Divan>> mı, ne karnağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi <<Sandıkburnu!>>
Beni söyletme neler var daha !
“Sandıkburnu : Yeni kapıda tarihi meyhanelerin olduğu yer.” ( Mehmet Akif Ersoy,
SAFAHAT, Akpınar Yayınları 1987, sayfa, 443. )

Hal bu ki, Kuran’da şöyle bildirilmiştir, mealen :

- İlâhınız bir tek ilâh dır, Ondan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahimdir. 2/163

- Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de
adâletle şahitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur; Aziz’dir, Hakim’dir. 3/18

- De ki : “Şâhitlik bakımından hangi şey daha büyüktür ?” De ki : “Benimle sizin


aranızda Allah şâhittir. Bu Kuran bana vahyolundu ki, onunla sizi ve (onun) ulaştığı
herkesi uyarayım. Siz gerçekten Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik
ediyor musunuz ?”, “Ben şâhitlik etmem !” de. “O, ancak tek bir ilâhtır, ben sizin
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” de. 6/19

- ( Böyle iken tuttular Allah’ın ) kullarından, kendisine parça tasarladılar. İnsan,


gerçekten (haddini bilmeyen) apaçık bir nankördür. 43/15

- “Allah’ın sana verdiği (bu servet) içinde içinde âhiret yurdunu ara, dünyâdan da
nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sende öyle iyilik et, yeryüzünde
bozgunculuk (etmeyi) isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.” 28/77

CAFERİ MEZHEBİ, DİĞER ADIYLA ŞİA-İ İMÂMİYYE’DE DURUM :

Caferilerin inanç esaslarında tasavvufa yer olmamakla beraber, tasavvufi sözleri kullanıp,
tasavvufçuları övmeleri ilginç bir durum arz eder.
İnanç esaslarına göre :

“Ehlibeyt imamları, bünyeleşmeye başladığı andan itibaren tasavvufu kabûl etmemişlerdir.


İmam Ca’fer’üs - Sâdık’ın (A.M.), ilk sûfi adıyla anılan Ebû - Hâşim-i Kûfi hakkında, <<
Gerçekte de inancı bozuktu; tasavvuf denen kötü inançları toplamış bir yol icadetti; bu
mezhebe birçok kötü inançlı kişiler uydular ve bâtıl inançlarına bu yolu kalkan edindiler
>> buyurduğunu, Onbirinci İmâm Hasan’ül- Askeri (A.M.) rivâyet eder (Sefinet’ül Bıhâr;
Necef-i Eşref- 1355 H. Taşbasması; II, S.57 ). Gene İmâm Ca’fer’üs - Sâdık’ın (A.M.),
513
Ebû Hâşim’in çağdaşı Süfyân-ı Sevri’nin, diğer sûfilerin ve tasavvufun aleyhinde
bulunmuştur. (Sefinet’ül Bıhâr; Necef-i Eşref- 1355 H. Taşbasması; II, S.56 ). << Onlar
bizim düşmânlarımızdır; kim onlara meylederse o da onlardandır; onlarla hasredilir. Bir
bölük toplum belirir ki onlar, bizi sevdiklerini iddiâ ederler; fakat sûfilere de meyilleri
vardır; kendilerini onlara benzetirler, onların anıldıkları gibi anılırlar; onların sözlerini
yorumlarlar. Bilin ki onlar bizden değildirler; biz onlardan uzağız, onlârı inkâr eden,
reddeden kişiyse, Resûlullâh’ın huzûrunda, düşmânlarıyla savaşmış gibidir >>
buyurmuştur; Sekizinci İmâm Aliyy’ür - Rızâ (A.M.), << Kimin yanında sûfiler anılır da
onları, diliyle, gönlüyle inkâr etmezse, bizden değildir o kişi; ink3ar edense, Resûlullâh’ın
safında savaşmış gibidir >> demiştir. Yukarda adı geçen eser; S.57). Onuncu İmâm
Aliyy’ül - Hadi (A.M.), onları, şeytanın halifeleri saymış, hayvanları avlamak için
zâhidlikte bulunduklarını söylemiştir.” ( Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik,
Abdulbâkıy Gölpınarlı. Der Yayınları 2. Basım - 1987 sayfa 144. )

Caferilerin, tasavvuf ve tasavvufçulara bakışları bu şekildedir. Buna rağmen, bu duruma


uymayan, kendi aralarında da intibak sağlayamadıkları fiili uygulamaları vardır. Şöyle ki:

“Muteal Hikmet ve İsfahan Okulu :


İmâmiyye Şi’âsı’ndaki tasavvufi hareketlerin en önemlilerinden biri de Şi’i düşünürlerin
İsfahan’da geliştirdikleri Muteal Hikmet Felsefesi’dir. Bu felsefe, tasavvufun keşfini,
felsefenin mantık ve akli kıyâsını ve kelâmın istidlâlini esas alıyor; Gazâli, Sühreverdi,
Halebi ve İbn Arabi gibi Sunni mutasavvıflara; İbn Sinâ gibi filozoflara, Fahreddin Râzi
ve Nasuriddin Tûsi gibi Sünni veya Şi’i kelamcılara dayanıyordu. Temel görüşleri Vahdet-
i Vücûd idi. Bununla beraber bazıları felsefeye ağırlık veriyordu.
İlk defa Şi’i kelâm âlimi Nasiruddin Tûsi (ö. 672/1273). Evsâfu’l - Eşref isimli eserinde
tasavvufi görüşlere geniş yer verdi. Seyyid Haydar Amûli (ö. 794/1392), tasavvufu,
özellikle İbn Arabi’nin görüşlerini İmâmiyye Şi’asına soktu ve Şi’iliğin tasavvufi bir
yorumunu yaptı. İbn Türke (ö. 836/1432) bu yolda onu takip etti. Fakat İsfahan hikmet
okulunun esas kurucusu Bahauddin Amili (ö. 1030/1622) oldu. Mir Dâmad (ö. 1041/1631)
ve Fihdiriski (Ö. 1050/1640) bu harekete önemli katkıda bulundular. Okul, ünlü filozof
Molla Sadrâ (ö. 1050/1640) ve onun Muhsin-i Feyz ve Feyyâz adlarındaki iki öğrencisi ve
dâmadı ile en yüksek saviyesine ulaştı.
M. Taki Meclisi (ö. 1070/1659) bu harekete katıldı. XIX. Asırda bile bu okula bağlı kalan
Ahund Molla Ali Nûri (ö. 1246/1830), Molla Hâdi Sebzivâri (ö. 1289/1878) ve Aka
Muhammed Zunûzi (ö. 1307/1889) gibi âlimler yetiştirdi. Hatta M. Hüseyn Tabâtabâi
Muteal Hikmet’in medreselerin ders programına konulmasını temin etti. 1979 İran İslâm
İslâm Devrimi’nin lideri Humeyni 1963’ten önce bir ara bu dersleri verdi.
Muteal hikmet okulu bir yandan felsefi düşüncenin Ca’feriler arasında yayılmasını
sağlarken, diğer yandan tasavvufi düşüncenin, özellikle ibn Arabi’nin bu çerçevelerde
tanınmasını ve kısmen benimsenmesini, Nimetuullâhiyye ve Zehebiyye gibi Şi’i
tarikatlarına medreseden gelen muhalefetin az çok yumuşamasını temin etmiştir. Bununla
beraber tasavvufi hareket, temelde Şi’i mezhebiyle çeliştiğinden özellikle Zeydiye ve
İmamiyye Şi’ası ona devamlı ve kararlı bir şekilde karşı çıkmıştır.” (Milletlerarası Tarihte
ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, 13-15 Şubat 1993, İlmi neşriyat ve Dış Ticaret A.Ş. -
İstanbul 1994, Kitabı Hazırlayan, İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Alıntı Doç. Dr .
Süleyman ULUDAĞ sayfa 212-213. )

“Tefsirden bahsedilirken, öğleden önce bir takım tefsirlerden bahsedildi ve bir de


514
“Numûne Tefsiri”nden bahsedildi. Yani bir anlamda bu sempozyumun gayesi, tabii bir
tevhidi hedeflemiyor şu anda, ama zaman zaman da noktalar arıyoruz. Vahdet için öyle
görülüyor ki tasavvufla Şi’â arasında bir vahdet aranacaksa bu da İbn Arabi’dir ve
Fusûsu’l-Hikem’dir. Yani Tasavvufi açıdan Şi’â ile Sünni arasında bir ortak kitap
aranıyorsa, biraz tuhaf gelebilir size ama, bu Fusûsu’l-Hikem’dir. Ve nitekim
Hümeyni’nin de kitaplarından biri Fusûsu’l-Hikem’e yaptığı tâlikattır.” (Yukarda bahsi
geçen Sempozyum, Müzakereci : Doç. Dr. Mustafa KARA’nın konuşmasından alıntı,
sayfa 213. )

“Tasavvufun İran’daki bugünkü durumu tebliğimde yeteri kadar belirtilmiş, bugün İran’da
Ni’metullahiyye, Gonâbâdiyye ve Zehebiyye gibi tarikatların faaliyet gösterdikleri, bu
tarikatlara bağlı olan İranlı Şi’ilerin sayısının yarım milyon civarında olduğu; Tahran,
Tebriz, Şiraz, İsfahan ve Horosan bölgesinde söz konusu tarikat mensuplarına ait
tekkelerin ve zaviyelerin bulunduğu belirtilmiştir. Ancak 1979 İran İslâm İnkılâbından
sonra tarikat faaliyetlerine iyi gözle bakılmamıştır. Bunun bir sebebi; inkılâb öncesinde
tarikat mensuplarının ve İrfânilerin geniş ölçüde Şâh tarafını tutmuş olmalarıdır. Öteden
beri İran’daki Usûlilerin geniş çapta tasavvuftan rahatsızlık duymaları, bu hareketi Şi’ilik
için bir tehlike olarak, İslâm açısından da bir sapma olarak görmeleri tasavvuf ve tarikat
ehlinin İran’da faaliyet göstermelerini zorlaştırdığından, özellikle Ni’metullûhhiyye
Tarikatı mensupları faaliyetlerini daha çok Avrupa ve Amerika’da sürdürmek cihetine
yönelmişlerdir. Bugün İngiltere’de M. Cevâd Nurbahş yönetiminde tasavvuf içerikli
İngilizce-Farsça bir dergi yayınlanmaktadır. Bununla birlikte bu tarikatlara ait bir çok eser
bugün İran’da da yayınlanmaktadır.
İran İslâm İnkılâbının lideri Humeyni’nin İbn Arabi’nin Fusûsuna talik yazması, tasavvufi
neş’es içeren içeren rubâileri bulunması, eski S.S.C.B. Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’a
yazdığı mektupta O’na İbn Arabi’nin, Sühreverdi’nin, Maktûl’un eserlerini okumasını
tavsiye etmesi sadece İrfâniyye denilen tasavvuf felsefesi bağlamında bir anlam ifade eder
ve buna dahi Usûl-i Ulemanın fazla bir tahammülü yoktur......................
İbni Arabi’nin Şiâ ile Sünnilik arasında bir birleşme noktası olabileceği görüşü dar
anlamda doğrudur.Bugün çok az Şi’i âlimi İbn Arabi’yi kabul eder. Geriye kalan büyük
çoğunluk ise - tıpkı selef hareketi gibi - O’nun bir kâfir ve zındık olduğunu açıkça ve her
fırsatta söyler. Bunun için İbn Arabi, O’nun zındık olduğuna inanan Şi’ilerle Sunniler
arasında birleştirici bir köprü olamaz. Aslında böyle bir köprü varsa İbn Arabi’den çok
İran’ın Şi’ileşmesinden evvel bu topraklarda yaşamış olan ve eserlerinin çoğunu Farsça
vermiş olan Senâi, Attar, Mevlânâ ve Câmi gibi İranlı eski mutasavvıflardır. Bugün en
tutucu Şi’i din âlimleri bile İran kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelen tasavvufi
Fars edebiyatını yok saymıyor, ona sırt çeviremiyor...... ”(Yukarda bahsi geçen
Sempozyum, Müzakereci : Doç. Dr. Süleyman ULUDAĞ’ın konuşmasından alıntılar,
sayfa 214-215 )
Kuran’ın birleştirici olabileceğinden, tek bir kelimeyle dahi bahsedilmemesi ilginç değil
mi?

İran’daki durum bu şekildedir. Bunun yanında buraya kadar Tasavvuf ve sofizim


konusunda yazdıklarımla, özellikle sofist olmadıkları halde, Vahdet-i Vücûd nazariyesini
kabul eden bazı meşhur kimselerden örnekler vermeye çalıştım.
Sofistlerin veya başka bir ifadeyle sofuların en belirgin özelliklerinden biri icraatlarını bir
tarikat şeklinde ve Şeyh, Murid ilişkisi içerisinde yürütmeleridir. Şimdi bu gibi kimselerin
söylevlerinden örnekler vermeye çalışacağım, şöyle ki :
515

TARİKAT ÖNDERİ SOFULARA ATFEDİLEN ÖZELLİKLER

“ Müslümanımsı mistiklerce evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan


bazıları şunlardır.

1- Bunlar masum, günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe


sahiptirler.
2- Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler.
3- Duaları makbûldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir.
4- Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler.
5- İslam ordularının ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar.
6- En uzak mesafeleri en kısa bir zamanda kat ederler.” V.b. (Tarikatta Rabıta ve
Nakşibendilik, Yazan Ferid Aydın, Ekin Yayınları, kasım 1996 baskısı, sayfa 286- 287 ).

İnsan-ı kâmil yani şeyhin bu alemde istediği gibi tasarrufta bulunabileceğini söylemeleri.

“İnsan-ı kâmil de bu âlemde İlâhi isimler aracılığıyla dilediğince tasarrufta bulunur.”


(Muhyiddin İbn el-arabi, Nakş El-Füsus Şerhi, İsmail Ankaravi, Ribat Yayınları,
hazırlayan İlhan Kutluer 1981 Ocak baskısı, sayfa 14).

Bayazidi Bestami’nin bazı söylevlerinden seçmeler :

“Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (S.A.V)’in bayrağından daha büyüktür!


Benim bayrağım nurdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar
bulunuyor.” ( Bayazidi Bestami ve İslam Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir
Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 263 ).
“Benim bir benzerim ne gökte bulunur; ne de benim sıfatlarımın bir benzeri yeryüzünde
bilinir!” (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa,sayfa 265 ).

“Musa Peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni
görmeyi irade buyurdu!” (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa 320 ).

Şeyh Abdulkâdir Geylani’nin bazı söylevlerinden seçmeler :

Şeyh Muhyiddin Abdulkâdir Geylani’ye ait olduğu kabul edilen Füyûzât-ı Rabbâniyye
adlı eser, Kadirilerden Seyyid Muhammed Said’in oğlu Seyyid İsmail tarafından kaleme
alınmış olup, müellif, “Gavs-i A’zam’a ait zikir, fikir, vird ve manzumelere, duâ ve
niyazlara olan ehl-i tarikatın ihtiyacını ve bu hususta kendisine birçok defalar baş
vurulduğunu, böyle bir eserin hazırlanması için kendisini teşvik edenlerin istek ve
ısrarlarının kesilmediğini söyler ve buna bilhassa dikkati çekmek ister.” ( Füyûzât-ı
Rabbâniyye, Şeyh Abdulkâdir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, önsözden, Bedir Yayınevi
1975 ).
Bu eser Kadiri tarikat inde kabul görmüş olması dolayısıyla, pirleri konusunda tarikat
zihniyetini belirtmesi açısından önemlidir. Eserde şu ifadeler yer almaktadır;

“Benim emrim, Allah’ın emridir; eğer ol! dersem oluverir.”


“Hepsi de Allah’ın emriyledir, ama sen benim kudretime hükmet!”
516
“Benim kabrim Beytullah’dır, gelen onu ziyaret eder.”
“Ona seğirtir de izzet ve Rıfat ile yüce makama erişir.”
“Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın!
Her yıl beni ziyâret için meşguliyetten sıyrıl!”
“Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir kâbe.
Beytin sâhibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.”
“Her KUTUB tavaf eder Beytullah’ı yedi defa.
Ben ise Beyt’in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.”
(Alıntılar, Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım,
sayfalar, 57-67-68-69. Bedir Yayınevi 1975 ).

Yukarda ki iddialarda, Allah gibi “Ol” emrine sahip olduğu söylenmekte. Kâbe’nin tavaf
edilmesine alternatif olarak, evinin tavaf edilmesi istenmekte. Namaz kılmaması
konusunda da şöyle denmektedir.

“Bana dediler ki: “Ey filan! Namazı terk ettin.”


Bilmezler ki ben Mekke’de namaz kılarım...”
( Füyûzât-ı Rabbâniyye, sayfa 73. )

Peygamberlerden üstün olduğunun söylenmesi:

“Mûsa Rabbine münacaat ederken beraberinde idim,


Mûsâ’nın ASA’sı benim asamdan medet gördü.”
“Yakub’un gözü kapanıp kör olduğunda onunla beraberdim,
Yakub’un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifa buldu.” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye,
sayfa 74. )
Ve bunun gibi birçok sözleri var veya ona mal edilmektedir.

<< NOT: Şunu özellikle belirteyim ki, falan sözü falan şahıs söylemiştir derken,
hiçbir zaman, hiçbir yazım da o şahsın kişiliğini kastetmemekteyim, zira;
Peygambere iftira edenler o şahsa da iftira etmiş olabilirler, ben sadece geçerli
kaynaklarda o şahsa mal edilen sözü belge olarak kullanmaktayım, yoksa o sözü,
belgede yer alan şahıs bizzat söylemiş olabileceği gibi, söylememişte olabilir. Ben
şahısları değil, tarihi süreçte yapılan ve hala yapılmakta olan; Kuran karşıtı
öğretileri ortaya koyup, Kuran ölçüsüne göre eleştirmeyi hedeflemekteyim.>>

Şeyh Ahmed’el - Rüfai içinse :

Peygamberin türbesine gittiğini, peygamberin mezardan elini çıkardığını ve Ahmed’el -


Rüfai’nin onu öptüğünü anlattıkları çok meşhur bir rivayetleri var. Ayrıca şöyle diyorlar :
“Meselâ : Vaıza, ya da derse başladığı zaman, yakındakiler, konuşmalarını nasıl
duyuyorsa.. Uzaktakiler de, aynı şekilde işitir ve duyarlardı..
Hatta sağırlar bile, onun konuşmalarını, diğerleri gibi duyarlardı. (Onları Âlemi, Ahmed’el
Rüfai, çeviren Abdulkâdir Akçiçek, Bahar yayınları, Beşinci baskı sayfa 41) .

Mevlânâ Celâleddinin sözlerinden örnekler :

Peygamber olduğunu ilân etmesi,


517

“Bu kitap Mesnevi kitabıdır, mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda
din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu,
Tanrı’nın en açık bürhanıdır...”
“Mesnevi Âlemlerin Rabb’inden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı
onu korur, gözetir.”
( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren
Veled İzbudak. Cilt 1. Önsözden).

Aklınca, Kur’an’a nazire yapıyor, zira Kuran’da şöyle denmiştir. Mealen:

- Kendilerine zikir (Kuran) geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna
katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. 41/41

- Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan
indirilmiştir. 41/42

Bu naziresinin yanında bir de şöyle diyor:

“Biguşâdent hazine heme hil’at pûşid


Mustafa bâz biyâmed heme imân ârid.”
Yani:
“Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin,
Mustafa gene geldi, hepiniz iman edin.”
der. (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki
Gölpınarlı, sayfa 203.)

Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor :

“İmrûz menem Ahmed ni Ahmed-i pârine


İmrûz merem anka ni murgak-i baçine”
...............................
(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 203).
Yani :
“Bugün Ahmed benim :
Ama dünkü Ahmed değil.
Bugün anka benim :
Ama yemle beslenen kuşcağız değil”

Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor.

“Enelhak kadehiyle
bir yudumcuk içen sızdı
Tanrılık şarabından
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım,
ben, sultanların aradığı sultan.”

“Ben hacetler kıblesiyim.


518
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
insanlık mescidiyim ben.”
................................
“Gönlü sâf sûfiyim ben;
benim tekkem âlem,
medresem dünya benim.
Değilim abalı sûfilerden.”

“İster münacaat eri ol sen,


meyhane rindi istersen;
bundan sanki ne çıkar ?
Yok Cumartesiymiş, yok Cumaymış,
Bence ne fark var ?
(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 292).
Başka bir söylevinde :
“Tekmil medreseler minareler bir gün yıkılmayacaksa,
iman küfür olmayacaksa bir gün,
küfür bir gün imanın yerine geçmeyecekse,
işte o zaman halimiz tamam :
Artık bir daha ne kalenderliğin yolu yordamı bulunur,
ne de dünyamıza layık bir adam.”
(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 297).

Ve bunlar gibi birçok sözleri olan Mevlâna, hatta şöyle diyor :


“Mansûr, şimdi olsaydı o, beni dâra çekerdi.” (Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ
Celâleddin, sayfa 226).
Deyip, İlâh’lık iddiasında Hallac’ı Mansur’u aştığını söylemesine rağmen, Sofizm
zihniyeti icabı, sözlerinde çifte standart olarak kullanmak için birde şöyle diyor :

“Men bende-i Kuran’em eğer can dârem


Men hâk-i reh-i Muhammedd-i muhtârem
Ger nakl kuned in kes ez goftârem
Bizârem ezû vu zon suhan bizârem”
Manası:
“Hayatta oldukça Kuran’a kulum, seçilmiş Muhammed’in yoluna toprağım. Birisi,
sözlerimden, bundan başka bir söz nakil ve rivayet ederse ondan da bizârım, o sözden de.”
(Yukarıda adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 204).
Bu tür çelişkili sözler, sofizm mesleğinin ya da mantığının bir icabıdır, zira hiçbir inanca
bağlı olmayan sofular, hiçbir hakikati gözetmeden işlerine geldiği gibi konuşur ve kural
icat ederler. Örneğin: İslam tasavvufu adı altında icat etmiş oldukları, Rabıta; Sema; Çile
çekmek; gibi kuralların İslâm diniyle hiçbir ilgisi yoktur. Kendileri de bunun böyle
olduğunu bilmelerine rağmen, müridlerini, kutsal bir iş yaptıklarına inandırıp kendilerine
bağlamak için bunları yapmaktadırlar. İcat etmiş oldukları bu gibi şeylerden başka,
giyimle ve özel sembollerle ilgili icatları da vardır. Örneğin : Taç ve Hırka, Çer ağ, tuğ
seçenekleri ile çeşitli renklerle bağlı oldukları tarikatı sembolize ederler, bunlar ciddiyeti
olmayan ve konu edilemeyecek kadar basit fakat muridler üzerinde etkili olabilen
şeylerdir. Bir futbol takımının taraftarları üzerinde etkili olan forma ve renkleri gibi,
519
murislerde bu gibi şeylere bağlılık gösterirler. Fakat bu hususlar, sema ve
rabıta gibi tarikatların temel esaslarından olmadığı için gerektiğinde uygulamama yoluna
da giderler. Bundan dolayı, bu gibi hususlardan çok, sofuların, İslam’da ki “Tevhid”
inancına ve diğer İslâmi değerlere karşı yaptıkları saldırıları tanıtmaya çalışacağım. Şöyle
ki :

SOFULARIN VAHDET-İ VÜCÛD İDDİALARI VE BUNA İLİŞKİN SÖZLERİ :

Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir
bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine
benzerlikleri yoktur, ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan
pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız
Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir. Kainatı yok
saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği bütün ayetleri inkardır bu da
küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum
Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı değildir.
“Örneğin: Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-
Ciyli, El-insan’ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün
varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir
bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.)
Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh
O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz
gereği olarak O’na tapmış oldular.”
“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında daha ilk cümlede şunu
demek istiyor:”
“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak koşanlar), Allah’ın
(Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak)
O’nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.”
(Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 107).

Görüldüğü gibi, Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu
sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde
söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-
i Vücûd inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık
söylemekten de çekinmezler., örneğin :

“(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun parçalarıdır, şeklinde
özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı
tasavvufçular. “Köpek ve domuz da ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek
sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün
çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996
Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).

Şeyh Galib’ten bir şiir :

“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin


Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin
520
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.”
(Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 29. Kitabevi 1990).

Abdülkadir Geylâni’den :

“Hakla hak (Allah’la, Allah ) olmak makamına eresin ki, buna mahfiyat ve fena hâli
derler, büyük bir mertebedir. Allah hepimize nasip etsin...”
“Sen artık eşsiz bir cevher hâline gelmişsin..
Tekle tek, birle bir olmuşsun... Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun; yetmez mi ?..” (Fütûh’ül
- Gayb. Bahar Yayınları 1983, Yedinci Baskı, çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 17 - 37
den alıntılar.)

Sadreddin-i Kunevi’den

“Mutlak Hakkı müşahade edersiniz.. Ama orada ve açıktan :.”


“Sonra... Bundan şu hakikati idrâk etmiş olursunuz ki : Sufli ve ulvi mertebelerde,
müşahade edilen varlık, ulvi mertebelerde müşahade edilen varlığın aynıdır.”
“Çünkü varlığın tümü o taayyün halinde olan mutlak vücududur..”
“Düşün : Ondan gayrı tek varlık yoktur.. Abadandan öte karye yoktur.”
“Hâsılı : Her şey onda ve o olur..”
“O, her bilginin aynıdır... Her sanılanın aynıdır...Her anlaşılanın aynıdır...”
“Ve O: Her itikad sahibinin ve itikad edilen şeyin aynıdır...)
“Zira, her şeyde vücud birdir...”
(Hadis-i Erbain, Tasavvuf, Rahmet Yayınları - 1970, Sadreddin-i Kunevi, Çeviren,
Abdulkadir Akçiçek, sayfa 26 - 36 - 69 - 72 den alıntılar.)

Muhyiddin ibn el- Arabi’den :

“Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakkın temsilcileridir.”


“Hayır yanlış söyledim; temsil edenle temsil edileni iki sanırsın güzel değil çirkin bir zan
olur bu.”
“Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.”
“Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler,
zamanlar ve isimlerdir.”
“Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığın her şey de Hakk’tır.”
(Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981, Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail
Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 - 14 - 15 den alıntılar).

“...Rabb’imi Rabb’imin gözüyle gördüm :


Rabb’im (!) dedim, dedi ki, sensin...”

“... varlık’da ancak Bir vardır : Su’yun rengi kab’ının rengidir...”


“... Varlık’da ancak Allah vardır...”

(Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden) :

“... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar ona dedi ki :
521
- Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da :
- Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni müstağni kıldı dedi.
Adam da ona dedi ki:
- Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa görmekten daha iyi
olurdu.”
“<<... Ben Allah’ım ( = Ene’ Allâh.. ) >>“
“... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) << Muhakkak
Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu
işitince :”
“ - Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu. (çünkü) onun hâli, Allah
için konuşanların hâliydi...” ( El - Futâhat El - Mekkiye, Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990,
Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik, sayfa, 97, 225, 226, 227, 405.
Den. )

Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır :

“ -Sübhâne min ezheru’l - eşyâi ve hüve aynühâ”


(İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R.
Yananlı Sayfa 21).
Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O,
O’nun aynıdır.

“ - İnne vücudu’l - hâdisati’l - mahlukat hüve aynı vücudu’l - hâlik”


(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır.
Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark yoktur.

“ - İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.”


(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla
bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve
yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.

“El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine’l - mükellef...”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani mükellef diye
bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur.

- Ene’l - furkan ve’s - seb’ül - mesâni / Ve ruhu’r - ruh la ruhu’l - evâni.


(Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift benim. ( bununla
Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor.

Muhyiddin-i Arabi’nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran’a göre açık bir şekilde şirk
ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi sözler. Firavun’un şirk ve küfür olan sözlerini dahi
aşmaktadır. Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i Arabi ise
her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir.
522
Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur, zira tamamı odur.

Bayezid-i Bestami’nün Sözlerinden :

“Kendimi (noksanlıklardan) tenzih ederim, şanım ne de yücedir !”


“Eşyanın ta kendisi olduğu halde eşyayı izhâr eden Allah’ı tenzih ve tesbih ederim.”
“Doğrusu sonradan meydana gelen mahlûkatın vücudu, Yaradanın vücudunun aynıdır.”

“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir ?”

“Bayezid-i Bestemi (K.S.) Hazretlerine sorulmuş :

- Hakk’ı bilmenin manası nedir ?


Cevap vermiş :
<< Hiçbir Hak yok, mutlaka ben oyum! >> “
( Bayazidi Bestami ve İslam Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık
1978 baskısı, sayfa 18- 239 dan, alıntılar ).

Mevlana’dan :

“Rûh yeki dân u ten keste aded sedhezâr


Hemçü ki bâdâmhâ der sıfat-ı revani
Çend lügat der cihan cumlei mani yeki
Ab yeki kest çün hâbiyeha bişkeni”

Şunu iddia ediyor

“Canı bir bil, bedendir sayıda yüz binlerce görünen; hani bademler gibi, hepsinde aynı yağ
var. Dünyada nice diller var; anlam bakımından hepsi de bir; kırdın mı, su, bir olur-gider”
“derken de gelen-giden bütün bedenlerdeki canların birliğini, bir tek can, bir tek varlık
bulunduğunu söylemekte, bedenleri, tek canın, görünüşte ki çokluğu olarak belirtmekte,
âdetâ bir can-beden, ruh-ten, anlam-madde birliği yapmaktadır.” (Mevlânâ Celâleddin,
İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 182.)

“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince
Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim ? (39.b) Fakat bu Tanrılığı kendisine
hasretmiyor. Onca herkes O’dur ve insan insanlığını anlayınca O, olur.” (Mevlânâ
Celâleddin, Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 196.)

“Sabah oldu, ey sabahın penehı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden
Husâmeddin’den sen özür dile!”
“Akl-Küll’ün ve canın özür diliyeni sensin;
canların canı, mercanın parıltısı sensin.”
“Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.” ( Şark
İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled
İzbudak. Cilt 1. Sayfa 144 Bent 1807-8-9. ).

Mevlâna bu sözleriyle, ben Allah’ım diyen Hallacı Mansur gibi sabaha kadar Vahdet-i
523
Vücûd’çuluk yaptığını söylemekte bununla da (haşa) “sen Husameddin’den özür dile”
demek suretiyle Allah’a minnet etmektedir.

“Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkek te kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!
Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız
sensin.
Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.
Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye
mustağrak olurlar. ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 143 Bent
1785-1786-1788. ).

Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça
olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş.

Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynananın sadece karşı
rakipler olmadığından , ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemekte, dolayısıyla da
Sofizmin bu husustaki temel düşüncesini vurgulamaya çalışıyor. Hatta mesnevinin 2467-
2468. Beyitlerinde Firavun’a, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu,
dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:

“Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Mûsa, öbür Mûsa ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.” ( Mesnevi.
Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 198 Bent 2467-2468. ).

Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması


gerektiğini zira haksız olanın Musâ olduğunu söylüyor. Şöyle ki :

“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un
Musâ’dan nefretini, sen Musâ’dan bil!” ( Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 199 Bent
2481. ).

Sofizm zihniyeti dikkate alındığında, Mevlânâ’nın ne demek istediği ve Kuran’dan ne


kadar uzak olduğu net olarak anlaşılır. Öbür Sofistlerin durumu da Mevlânâ’dan farklı
değildir.

Yunus Emre’den :

“Dutulmadı Yûnus canı geçtdi tamudan uçmağı


Yola düşüp dosta gider ol aslına uyukmağa”
(Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr.
Faruk K. Timurtaş, sayfa 1.)

Yunus Emre bu sözleriyle Cennet ve Cehennemle ilgilenmediğini, aslı olduğuna inandığı


Allah’ta batmak yani fenafillah olduğunu söylüyor. Zira ona göre hem kendisinin hem de
herkesin aslı Allah’tır. Allah olduğuna inanan bir kimsenin cennet ve cehennem umurunda
olmaz, onda böylece diğer sofistler gibi bu inancını dile getirmiş oluyor. Bir kimse
Kuran’a dolayısıyla İslam Dinine inanmaya bilir, kendisine ait inançları da olabilir, fakat
bunları İslami değerleri küçümsemek suretiyle dile getirmesi hiç hoş değildir.
524
Kendisinin ve herkesin İlah olduğu konusunda şöyle diyor.

“Yûsus’dur eşkere nihan Hak toludur iki cihan


Gelsün berü dosta giden hûr u kusûr burak nedür”

“Ol bi - nişandur cihandan ne diyelim dölümüz andan


Ol âlem-i deyyân zat her zât içinde zât olur.”
(Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr.
Faruk K. Timurtaş, sayfa 25-35 den.)

Bu sözleriyle, dünya ve ahiretin Allah’la dolu olduğunu yani Allah’tan ibaret olduğunu, bu
yapı içerisinde, cennetteki hûriler, köşkler ve burakların anlamsız birer hiç olduğunu
söylüyor.

Bu sözlerinin Kuran’a göre yanlış olduğunu söylemek isteyenlere, İlim diye söylenen
sözlerle Kuran’ın manasız bir gözbağı olduğunu, asıl kitabın Aşk kitabı olduğunu,
dolayısıyla Kuran’ın onu ilgilendirmediğini ifade ediyor. Şöyle ki :

“İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur


Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 25. )

Bu gibi sözleriyle ne demek istediğini anlamak için kendisinden nişan (işaret) isteyenlerin.
Hallâc-ı Mansur zihniyetini ölçü almalarını şu beyitleriyle söylüyor:

“Bunda beli diyen kişi andâ tamâm olur işi.


Bizden nişân isteyene ol Hallâc-ı Mansûr nedür.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 37. )

“Sen seni bırak dost yüzine sensüz bak


Mansur’layın “ene’l - Hak” dahı sebükbar gerek.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 73. )

“Bin yıl toprakda yatursam ben komayam “ene’l - Hakk’ı”


Ne vakt gerek olurısa ışk nefesin urıgelem”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 101. )

“Yunus’a kadeh sunan “ene’l - Hak” demin uran


Bir cur’a sundu bana içdüm ayılamazam”.
(Yunus Emre Divânı, sayfa 103. )

“Bizim meclis mestlerinin demleri “ene’l - Hak” olur


Bin Hallâc-ı Mansur gibi en kemine divanesi.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 226. )

Diyor ki : “Bizim meclislerimizin her an konusu Allah olduğumuzu söylemektir, bizim


zayıfımız bu konuda bin Hallâc-ı Mansur gibidir.”
525
Hani, Mevlânâ bütün kainatta meydana gelen olayların aslında, Allah’ın kendi
kendisiyle huzur tavlası oynamasından ibaret olduğunu söylemişti. İş böyle olunca, emr
edende emr edilende, iman edenle, iman etmeyen, iyi ile kötü hepsi bir olmuş olurlar.
Sofizmin bu zihniyetine inanan ve kendisini Allah sanan Yunus Emre bu inancını şu
sözlerle anlatmaya çalışıyor.

“Tangrı kadim kul kadim ayrulmadum bir adım


Gör kul kim Tangrı kimdür anla iy sâhip-Kabûl
“Bize birlik sarâyın toğru beşâret ayın
Geç ikilik fikrinden kağıl benliği yâ kul.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 81. )

“Nemrûd adın İbrahim’e ben bağ u bostan eyledim Küfür yüzinden toğuban gine odu
yakan benem.”
“Ol Hallâc-ı Mansur’ıla söyleridüm “ene’l-Hakk’ı”
Benem gine onun boynuna dar uryanın dakan benem.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 102. )

“Cercis olup basıldum Mansur oldum asıldum.


Hallâc panbuğu gibi bunda atılup geldüm.”
“Zekeryâ oldum kaçdum irdüm ağaca geçdüm.
Kanum dört yana saçıp depem deldirüp geldim”
“Yolumuz Sübhânıdı peygamberler cânıdı
Yûnus hod pinhânıdı Sûret değşirüp geldüm.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 107. )

“Gah hâlis gâh muhlis olam us Fûrkan’ıla


Gâh Rahmânu’r-rahim yâ Hayyu yâ Mennan olam.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 113. )

Anlattığı şeyler, İlâh’lıkta halden hale geçerek tam bir huzur tavlası oynamak,
iddiasındadır.

Ve bunlar gibi daha bir çok sözler. Bu sözleri yalnız Yunus Emre söylemiyor, örneğin
Abdulkadir Geylani’nin de tarikatça kendisine ait olduğu kabul edilmiş benzer sözler
var.

“İbrahim ateşe atılınca onunla beraber idim.


Ateş ancak benim duam ile soğuyup yakmaz oldu.
İsmâil’e bedel getirilen koç ile beraber idim.
Koçlar ancak benim gönül cömertliğimle indi.
Yakub’un gözü kapanıp kör olduğunda anunla beraber dim.
Yakub’un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifâ buldu !
Yüceye çıkarken İdris ile beraber idim, Onu Firdevs’e en güzel CENNETİME oturttum !
Musâ Rabbine munacaat ederken beraberinde idim,
Musâ’nın asa’sı benim asamdan meded gördü !”
( Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, sayfa 74.
Bedir Yayınevi 1975 ).
526
Ve bunun gibi daha başka sözler.

Sofistlerin en ısrarlı söyledikleri şeylerden bir tanesi birer Hallac-ı Mansur örneği
olduklarını söylemeleridir. Onlarca “Enel Hak” yani ben Allah’ım diyen Hallac-ı Mansur
vazgeçilmez bir semboldür.
Hallac-ı Mansur mantığıyla sözler söylediler, yazılar yazdılar; şiirler söyleyip onlara
kafiyeler dizdiler. Bütün bunlara biri çıkıp ta samimi olarak dil sürçmesidir sarhoşluktur
diyemez, zira söylenen bu sözler böyle bir müdafaa kalıbına sığmaz, binlerce küfür söz
iddia ettikleri gibi olsaydı kitaplara geçirilip belgelenmezdi. Onları bu şekilde müdafaa
edenler; kendileri de ya sofist’tir, yada sofistlere zihnen av olmuş meczup mürittir. Zira
bütün bunlar sofizim sisteminden başka bir şey değildir. Bilerek ve isteyerek kaleme
alınmışlardır.

Yunusun, Allah’lık iddiasıyla kaleme alınmış aşağıdaki menzum sözlerine aklı başında
olup ta, kim kasıtsız ve amaçsızdır diyebilir

“Ol kadir-i kün feyekûn lutf idici Rahman benem


Kısmedin rızkını viren cümlelere sultân benem
Nutfeden âdem yaratan yumurtadan kuş düreden
Kudret dilüni söyleyen zikr eyleyen sübhan benem
Kimini zâhid eyleyen kimini fâsık eyleyen
Ayıblarını örtüci ol delil ü bürhân benem
Bir kulına atlar virüs avrat u mal çiftler virüs
Hem yok birinün bir pulı Rahim ü Rahmân benem
Benem ebed benem beka ol Kadir-i Hay-mutlak’a
Hızır olan yarın sakka anı kılan gurân benem
Dört dürlü nesneden hâsıl bilün benemüşde delil
Odıla su toprag u yil; bünyad kılan Yezdân benem
Ete deri sünük çatan ten perdelerini dutan
Kudret işim çokdur benüm hem zâhir ü ayân benem
Hem bâtınam hem zahirem hem evvelem hem âhıram
Hem ben ol’am hem ol ben’em hem ol kerim ü han benem
Yoktur arada tercümân andacı iş bana ayân
Oldur bana viren lizân ol denize ummân benem
Bu yiri gök’ yaradan bu arş,u kursi; durduran
Bin bir adı vardur Yûnus ol sâhib-i Kur’an, benem.”
(Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa
184-185 ).
Bir söz ve bir şiir :

“Vahdet-i Vücûd nazariyesinde “Lâ ilâhe illallah” lafzı “Lâ - mevcûde illallah. Allah’tan
başka varlık yoktur” şeklinde ifade edilir. Buna göre her şey onun çeşitli şekillerde
tecellisidir, hatta daha ileri bir söyleyişle ondan bir cüzdür.”

“O mâşuk ile âşık oldı bir zât


Mahf oldı vücûd-ı nefy isbât
Her katre muhit-i âzam oldı
Her zerre Mesih-i Meryem oldı
527
Mescûd ile sâc id oldı vâhid
Mescûd-ı hakiki oldı sâc id
Gayr oldu helâk-ü ‘vech’ kaldı
Bahr oldu şu kim bahre daldı
Ref’ oldı hicâb-ı mâ-sivâ’llah
El kudretü vel - bekaü li’llâh
Sırr-ı ezel oldı âşkârâ
Arif nice eylesün müdârâ
Külli yer ve gök Hak oldı mutlak
Söyler def ü çeng ü ney “Ene’l - Hak”
Seyyid Nesimi
(Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa
210 ).

Nesimi, şiirde Vahdet-i Vücûd’çuluk yaparak her şeyin “Ene’l - Hak” dediğini
söylemektedir. Örneğin : Secde edenle, secde edilenin, sevenle, sevilenin bir olduğunu.
Yer ve gök’ün mutlak olarak Hak yani Allah olduklarını, def, çeng, ney’in de Ene’l - Hak
söylediklerini söylemektedir.

Sadrettin-i Kunevi’den, bir hadisi tefsiri :

“Şimdi işin sonuna geliyoruz...


Bütün bu işlerden sonra.. Olacakları ondan duymaya çalışacağız.
Yüce Allah, bize şu manayı anlatmak istiyor
- .. Ve sen baki kalırsın.. Ama, sensiz olarak..
Ve.. Sen, ben olursun.
Sonra.. Ben, sen olurum.. Sen dahi bensin..
Hasılı : Her şey onda ve O olur..”
(Hadis-i Erbain, Tasavvuf Sadreddin-i Kunevi Rahmet Yayınları - 1970 Baskısı sayfalar
35-36 )

Niyazi-i Mısri’den :

Halveti terikatinin Mısriyye kolunun kurucusu olan Niyaz-i Mısri 1105 tarihinde Limni
adasında ölmüştür. Onun beğendiği önder Hallac-ı Mansur’dur.

“Esselâ dâr-ı Enel - Hak’da bugün Mansur olup


Can u başından geçen serdâr’ı aşka esselâ.”
(Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 23. )
Bu şiirde Hallac-ı Mansur gibi ilâhlık iddia edip, bu yolda canını vermeyi göze alanlara
övgü ve yardım çağrısında bulunuyor.
Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili, diğer sözlerinden örnekler verebiliriz, Şöyle ki :

“Hak yüzü insan yüzünden görünür


Zât-ı Rahman şeklin insân eylemiş.”
(Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 111. )

“İsteyü git âlemi


528
Ademde bul âdemi
Sırr-ı nefahtü demi
Nefsidürür kâmilin”
( Yukarda adı geçen eser, sayfa 127 )

Daha önceki sofistlerden verdiğim örnekler gibi, Mevlana’nın Allah kendi kendisiyle
huzur tavlası oynuyor iddiasını, Niyazi Mısri şu sözlerle ifade ediyor :

“Ân-ı dâimdir hakikat güneşi


Ol ânım ben gitmezem ben gelmezem
Meryem içre ben doğurdum bir gulam
Hem bugün de bir gülüm kim solmazam
Ben doğurdum atasız hem İsa’yı hem
İttisalim var ana ayrılmazam
Sanma kim Mehdi benim Mehdi odur
Adı Yahya’dır anın yanılmazam
Vasıtasız esmâ-i hüsnâ cümleten
Bu sözü isbata âciz kalmazam
Sır ile bana içimden söylenir
Mısriyâ ben doğmazam ben ölmezem.”
( Yukarda adı geçen eser, sayfa 167 ).

Hacı Reşid Paşa’nın, Tasavvuf isimli kitabından :

“Eyle iska-ı izâfat hüviyet birdir


Nazar-ı ehl-i hakikatte hakikat birdir
Vahdet asârıdır eşyadaki renk-i kesret
Hakşinasana göre vahdet ve kesret birdir.”
Hacı Reşid Paşa, Tasavvuf, Tarikatler Silsilesi ve İslâm Ahlak-ı, Salâh Bilici Kitabevi
1965, sayfa 60).

Daha öncede belirttiğim gibi, sofistlerin Allah’ı seviyoruz sözüyle kastettikleri, aslında
kendilerini sevmeleridir. Zira, onlara göre, Allah ile kendileri birdirler ve İbadet ile sevgiyi
özellikle kendilerine tahsis ederler. Bu manada olmak üzere İbnu’l-Fâraz’ın, “Nazmu’s -
Sülûk” diye isimlendirdiği kasidesinden şu örneği verebiliriz :

“Makamda kıldığım namazlar onadır


Ve şahit oluyorum ki o da bana namaz kılıyor.her ikimiz de namaz kılan’bir’iz;
Secde etmekle kendi hakikatı. Her secdede ‘bir’ olarak
Bana namaz kılan, benden başkası değil.
Her sevdede namazım da, benden başkasına değil
Ben O’yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi.
Benden bana elçi olarak gönderildim.
Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti.

( İbn Teymiyye Külliyatı C.2, Tevhid Yayınları 1987, sayfa 356. )


529
Görüldüğü gibi,sevmesi ve ibadeti kendi kendisinedir.
Sofistlerin Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili olarak, daha birçok örnekler vermek
mümkündür. Örnekleri çoğaltmak verdiğim örneklerin benzer bir tekrarından ibaret
olacağı için, konuyu daha da örneklendirmeğe gerek yoktur. Fakat şu anlaşılmalıdır ki,
Sofistlerin en temel iddiaları ve tasavvufun yapı olarak tamamı Vahdet-i Vücûd iddiasıdır.
Ve bu iddia Kuran’ın öğrettiği Allah’ı tevhid etme, yani Tek bir ilâh olarak kabul etme
anlayışına tamamen zıt bir iddiadır.

TASAVVUFÇULARIN KERAMET İDDİALARI

Sofuların müridlerini iyice kendilerine bağlamak ve yeni muridler elde etmek için
kullanmış oldukları yöntemlerin başında gelenlerden biride, uydurmuş oldukları kıssalar
ve kendilerine atfetmiş oldukları olağanüstü hallerdir. Böylece İlâh’lık iddialarını ispat
açısından desteklemek için, Allah’a ait olan, duaları kabul etme, rızkı arttırma, hastalıkları
iyileştirme, gayb bilgilerini sahiplenme, gibi hususlarda ve menfi olarak ta istediklerine
ceza olarak bela verme gibi diğer bazı hususlar konusunda yetkili olduklarını vurgulamak
için bu rivayetleri uydurmaktadırlar. Müridiler yapmış oldukları toplantı, sohbet ve
ayinlerde, İslami bir sohbet yerine çok sayıda olan bu rivayetleri okurlar ve bunlarla bir
hayal alemine dalarlar.
Çok sayıda olan sofilerin keramet iddialarının alındıkları kaynaklarda çok çeşitlidir.
Örneğin: Bu konuda Abdulbâki Gölpınarlı şöyle demektedir:

“Bütün sûfi biyografileri, Melamiler de dahil olmak üzere kerâmetlerle doludur... Bunlarda
Şamanizm'in, Budizm'in, Mazdeizm'in, Uygur Manihaizm'in, Yahudilik ve Hıristiyanlığın
ve bunlardan meydana gelmiş olan geleneklerin tesirleri ap - açık görünür. Meselâ
Şamanizm de, yahut Budizim'de mevcut olağanüstü bir şey, zaman bakımından araları
hiçte yakın olmayan, hatta meşrep bakımından da birbirlerine aykırı bulunan birçok
sûfilere atfedilmiştir ve bu suretle kerâmetlerde bir ayniyet meydana gelmiştir.” (Mevlânâ
Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa
228.)

Sofilerin iddialarıyla, buna bağlı olarak yapmış oldukları sofizim hareketlerinin, Kuran’da
bahsi geçen peygamberlerin yapmış oldukları mucizelerle karşılaştırılmaması gerekir.
İslam dinide mucizeler, ancak Allah tarafından ve O’nun rızasıyla meydana gelen, sihir
içermeyen, İslam dinine daveti amaçlayan ve yapılan davetle çelişmeyen gerçek olaylardır,
bundan dolayı hiçbir peygamber mucizeleri kendi şahsına mal etmez, mucize
gösterdiğinde herkes gibi Allah’ın sadece bir kulu olduğunu ve olayın kendi gücünden
kaynaklanmadığını belirtir. Sofistler ise aksi iddialardadırlar. Özellikle kutup iddiasında
olanları kainatın bütün olaylarıyla kendi tasarrufu altında olduğunu iddia ederek, bu
olaylarda Allah’ın pasif olduğunu, aktif bir İlâh olarak kendisinin her şeyi yönetim altına
aldığını vurgular. İnandırıcı olabilmek içinde, bir eliyle Allah’ın kudret hazinelerine
uzanıp devraldığını, diğer eliyle de istediğine istediği kadar bundan verdiğini hem keramet
kamuflajıyla hem de fiziksel hareket gösterisiyle zihinlere yerleştirmeyi hedefler,
Mevlevilerde olduğu gibi. Sofuların keramet diye iddia ettikleri şeyler ise, göz
boyamacılığı diğer bir ifadeyle sihir içeren ve kendi içlerinde çelişkili, akla mantığa uyma
kaygısı olmayan, insanları kandırmaya yönelik söz ve hareketlerdir. Kendileri yapabildiği
gibi, hiçbir İslâmi iddiası olmayan diğer bazı insanlar da onların yaptıklarını bir gösteri
şeklinde bilmekte ve uydurdukları sözleri uydurabilmektedirler. Örneğin : Rufailerin
530
yapmış oldukları, yılanlarla oynak şiş saplamak gibi gösterileri, hiçbir İslâmi
iddia taşımayan, uzak doğu milletlerinden bazı kimseler ve topluluklar aynen
yapabilmekte ve bunlar televizyonlarda gösterilmektedir. Sofuların rivayetlerinden birkaç
örnek verirsem, şöyle ki :

“Hace (K.S.) hazretleri bir gün, etrafında kalabalık bir derviş cemaatı olduğu halde
hamama teşrif buyurdular. Dervişlerin bâzısı yüzlerini, mübarek şerefli ayaklarına
sürerlerdi. Fakat bir derviş de karşılarında oturmuş idi. Dellâkların biride su getirip
mübarek ayaklarına dökmek ümidinde iken önce gelip oturan dervişin ayağını öptü. Sonra
suyu Hâce (K.S.) hazretlerinin mübarek ayaklarına düktü. Dervişi bundan dolayı bir
utangaçlık kapladığını irfan nûru ile mülâhaza buyuran Hace (K.S.) hazretleri onun
utangaçlığını def’etmek için << Bu muhtaç dellâk niyaz niyaz cihetiyle geldi. Siz çünkü
bizden büyük bulundunuz. Sizi niyaz kapısının vasıtası yaptı >> buyurdular. Gerçekten
büyüklerin huzuruna girildiğinde etraf ve maiyetindekilerin elleri ve etekleri öpülür.
( Makamât-ı Nakşibendiyye, Buhara Yayınları 1983, Yazan, Salâhuddin b-Mübarek el-
Buhari Terc. Süleymen izzi “teşrifati” sayfa 212-213).

“Bir derviş Gadyud adlı mahalde Hazret-i Hâce (K.S.) ve orada bulunan Şeyh Şâdi
hazretlerinin sohbetleri ile şereflenmişlerdi. Şeyh Şadi o dervişe nice nice nasihatlarda
bulundu. Bu cümleden olmak üzere << Hazret-i Hace (K.S.)’nin bulundukları mahalle
ayak uzatmaktan çekinmek gerekir >> buyurdular. Rasgele o, dervişin Kasr’ı Ârifan’a
gitmesi gerekti. Yolda hava sıcak olduğundan bir ağacın gölgesinde biraz uykuya dalar.
Ayağını bir böcek sokar. Tekrar diğer bir ağaç gölgesinde uyuklar. Yine ayağını yakarlar.
Zikri geçen nasihat hâtırına gelir. Görülür ki, meğer iki defa uyukladığında da ayağını
Kasr-ı Ârifan’a doğru uzatmış imiş. Tevbe ve istiğfar edip ömrünün sonuna kadar
ayaklarını Kasr’ı Ârifan’a doğru uzatmazlar. ( Makamât-ı Nakşibendiyye, Buhara
Yayınları, sayfa 213.)

Birinci rivayette ayak öpmekten bahsetmeleri, kendi icat ettikleri bir saygı anlayışıdır,
İslam dininde bu tür bir saygı anlayışı yoktur, hareketin mantığı da karşısındakini
küçümsemeye yöneliktir. İkinci rivayette yine ayak konu edilerek, kasrı arifan dedikleri
yöne doğru ayak uzatılmasını bir saygısızlık olarak tanımlamışlardır, İslam dininde bu
şekilde bir saygı veya saygısızlık ölçüsü de yoktur, insan uzuvları tabii davranışlar içinde
çeşitli yöne dönebilir, Allah bu gibi şeylerden dolayı bizi sorumlu tutmamıştır. Kaldı ki
söyledikleri samimiyetten ve uygulamadan uzak şeylerdir. Kasr köşk demektir, şeyhleri
birinci kattayken üst katlara veya dama çıkmıyorlar mı, çıkmaları halinde ne olur, mürid
kasrı arifana doğru giderken yüzü oraya dönük yol alır, kasri arifandan dönüş yaparken
sırtı oraya dönük yol alır, ister istemez ayak tabanları da oraya odaklanır, bunu nasıl
yorumluyorlar, yoksa o durumda yengeçler gibi yan yan mı yürüyorlar. Bu gibi sözlerin
ciddiyeti yoktur. Bu tür uydurma pek çoktur rivayetleri mevcuttur, ufak bir dikkatle
uydurma ve saçma oldukları görülebilir, örneğin :

“Derviş Mehmed adında bir kimse Hazret-i Hâce (K.S.) ile bahar zamanı kırda oturmuşlar
sohbet etmekte idiler. Ansızın hâtırlarına kavun arzusu düştü. O mahalle yakın bir akarsu
var idi. Hazret-i Hâce (K.S.) o dervişe hitap buyurup << Şimdi o akarsuyun kenarına varıp
arzuladığın kavunu al getir ! >> diye işaret buyurdular. O derviş Hazret-i Hâce (K.S.)’nin
emri gereğince akarsuyun kenarına doğru yönelir. Görür ki, güzel bir kavun-ki o
diyarlarda << Baba Şeyhi kavunu >> demekle mârufdur henüz bostanından kopmuş
531
duruyordu. Alıp Hazret-i Hâce (K.S.)’ye getirir. Bundan sonra Hazret-i Hâce
(K.S.)’nin bu apaçık kerametleri içinde yer edip ömrünün sonuna kadar onun müridi ve
mutekidi oldu.” ( Makamât-ı Nakşibendiyye, Buhara Yayınları, sayfa 216-217.)

Bu rivayeti uyduran şahıs, bahse konu kavunun adını, şeyh çağrışımlı olması için “Baba
Şeyhi kavunu” olarak uydurmayı da ihmal etmemiş. Ayrıca bu şekilde yiyecek ve mal
temin edebildikleri iddia edilen şeyhlerin müridlerden yeter demeden mal almaları
ilginçtir, mademki istedikleri malları keramet olarak elde edebiliyorlar o zaman müridlerin
mallarıyla alıp veremedikleri nedir. Bununla ilgili bir rivayet şöyledir :

“Bazı meşâyihe sordular :


- Bu dünyayı kötülersiniz. Lakin verenlerin verdiklerini, << yeter >> demeksizin alırsınız.
Cevap verdiler ki :
- Cehennemden alır cennete sarf ederiz.”
(Müsekkin - Nüfus, Arslan Yayınları 1991, Eşrefoğlu Rumi sayfa 95. )
Bu şekilde göstermiş oldukları mal düşkünlüğü bir tarafa, Malı veren müridleri, alan
kendileri bu duruma göre cehennem yakıştırmasını kime, cennet yakıştırmasını kime
yaptıkları ilginçtir, zira ben bu örnekle malı kastettiklerine pek ihtimal veremiyorum,
malın hayır işlerine sarf edilmesi için kendi dışlarında binlerce yol vardır, o zaman bütün
bu yolları cehennemle tavsif etmeleri, şahsileştirmelerinden daha berbat bir manzara arz
eder.

Muhyiddin İbn’ül Arabi’den naklettikleri bazı rivayetlerse Şöyledir :

“İbn’ül - arabinin kızı Zeyneb’in süt çocuğu iken düzgün bir lisanla konuşması olayı.
Bizzat İbn’ül - arabi şöyle anlatıyor.
<<... Süt emzirilen bir kızımla (böyle bir hâdise) bana da tesâdüf etti :
(Henüz) bir yaşından küçük idi ki ona :
- Yavrucağım deyince başını döndürdü : Eşiyle cinsel birleşme yapıp ta inzal olmayan
adam hakkında ne dersin. Ona yıkanmak vacip olur dedi. (El - Futûhât El - Mekkiyye,
Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990
sayfa 125 ).
Aklı sıra, İsa Peygambere nazire yapıyor.
Muhyiddin İbn’ül Arabi’den nakledilen ve Kitabı Futûhât da yer alan başka bir rivayette,
güya babası ölmezden onbeş gün önce ölüm gününü bildirmiş ve dediğine göre aynen
tahakkuk etmiştir. Fakat nasıl tahakkuk etmiş? Şöyle anlatıyor :
“<<.. Bu hali, rahmetli babam’da dahi gördüm. Zira onu, yüzünde canlı (insan)ların sûreti
(şeklinde) olmasından (dolayı), şüphe ile defnettik. Onda ölülerin damarlarının (nabzının)
durması ve nefes kesilmesi yoktu. Ölmezden on beş gün önce öleceğini bana haber vermiş
ve Çarşamba günü öleceğini söylemiş. Nitekim böyle oldu : ölüm günü gelince, şiddetli
bir şekilde hastalanmıştı. Bir şeye dayanmaksızın doğruldu ve dedi ki :
- Oğlum, bugün (artık) göç ve (Cenab-ı Hakk ile ) karşılaşma olacak. Men de :
- Allah bu sefer’inde ( = yolculuk’unda) sana selâmet versin ve mülâkatında seni mübârek
kılsın dedim. Bu söz ile ferahladı ve :
- Oğlum, Allah benden (yana) sana iyilik mükâfatı versin. Senden işittiğim ve bilmediğim,
belki de bir kısmını (daha önce) inkâr ettiğim (söz) işte budur dedi.
Sonra her iki yanında (? Yanağında) bedeninin rengine uymayan bir parıltı zâhir oldu :
İnci gibi parıldayan bir nur... İşte pederi kaplayan bu parıltı, yüzüne doğru yayıldı ve bütün
532
bedenini istilâ etti. Onun elini öptüm, vedalaştım ve huzurundan ayrıldım.
- Ben Câmi-i Kebir’e gidiyorum. Ölüm haberin gelinceye kadar (oradayım) dedim.
- Git ve benim yanıma bir kimsenin girmesini bırakma dedi. Sonra kendi karısı’nı ve
kızları’nı (etrafına) topladı. Öğle (vakti) olunca ölüm haberi bana geldi. Kendisine gittim
ve bakanları :
- Ölü mü? Yoksa diri mi? (diye) şüphede bırakan bir halde buldum. İşte böyle bir halde
onu defnettik.
Babamın büyük bir meşhed’i (şahadeti) vardı. ... Bu makamın sahiplerinin hâyatı ve
ölümü (birbirine) müsâvidir...>> (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi,
çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 128-129 ).

Yukarıdaki rivayette, babasının ölümünden onbeş gün önce ölüm zamanını tam olarak
bildiğini iddia etmiş, fakat hızını alamayarak babasını diri diri gömdüğünü de söylemiş,
zira dünyada, aklı başında olan hiç kimse, nabzı atan ve nefes alıp veren bir kimseye ölü
diyemez, bu halde onu alıp ölü diye mezara gömemez. Ayrıca, babasının on beş gün
önceden ölüm zamanını bilip söylediği iddiası da Kur’an’a uygun değildir, Kûran'dan
mealen:

- Şüphesiz kıyamet ilmi, Allah’ın katındadır. O, yağmuru indirendir, rahimlerde


olan şeyi bilendir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse nerede
öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.
31/34

Yine “Futûhatta” anlattığı başka bir rivayette eceli gelen birinin yerine, eceli henüz
gelmemiş başka birinin ruhunun ölüm meleğine verilebileceğini, böylece eceli gelmiş
olanın ölümden kurtulabileceğini iddia etmiştir. Şöyle ki :

“<<...şeyhlerimizden birine, insanların yararlandığı sultan kızlarının birinden söz (haber)


ettiler : O kızın bu şeyhe itikâdı vardı. Huzûruna gelsin diye ona (haber) iletti. Şeyh de
(kalkıp) gitti. (Kadının) kocası olan melik, onun yanındaydı. Sultan saygı olarak ayağa
kalktı. Sonra şeyh can çekişmekteki kadına baktı ve :
- Ölmeden önce, yakalayın onu dedi.
- Neyle? dediler.
- Diyetiyle (dedi) : Ödeyin onu!
Böylece kadının diyeti, tam olarak şeyhe getirildi ve (kadındaki) can çekişme ile
(kocasındaki ve babasındaki) hüzün durdu. (Kadın) gözlerini açtı ve Şeyh’e selâm verdi.
Şeyh de ona :
- Sen hiç üzülme dedi : Ancak burada bir incelik var ki o da : Ölüm çözülünce sefil (yani
eli boş) olarak geri mümkün değildir. Ona muhakkak bir (başka) eser (yani can) lâzımdır.
Biz seni (gerçi) ölümün elinden aldık. Halbu ki o, kendi hakkını bizden (yine de) istiyor :
Ancak, alınmış bir rûh ile geri döner. Seni, sen yaşadığın zaman ahâli senden
faydalanmıştır. Sen yüksek değerlisin. Biz de senin fidyeni, bizim indimizde, bu ölüden
daha yücesiyle (öderiz : Şöyle ki) bence bütün kız (evlât)lardan daha sevgili bir kızım var
benim. (İşte) senin diyetin olarak ölümü ona vereceğim. Sonra şeyh Azrail’e dönerek dedi
ki :
- Rabb’ine geri götürmek üzere sana bir rûh lazımdır. (sana vereceğim), kızım(ın rûhu)dur.
Ona (olan) sevgimi biliyorsun. Bu rûha bedel olarak onun rûhunu al.
Sonra şeyh, kalkıp kızına gitti. Hiçbir râhatsızlığı olamayan kızına (şöyle) dedi :
533
- Sevgili kızım bana rûhunu ver. Çünkü sen (insanlara) fayda (konusun)da Emir’ül-
müminin’in kızı Zeyneb’in yerini tutamazsın.
Kız dedi ki :
- Babacığım senin hükmündeyim. Ruhumu sana (elbette) veririm.
Şeyh de ölüme (yani Azrâil’e) :
- Al onu dedi.
Böylece (kızcağız) o anda vefât etti...>>
İşte son derece hazin olmakla berâber bu hikayede işlenen motif, şâyan-ı dikkattir. Halkın
ve umûmun menfaatı için, kendince en sevgili varlıklardan ferağat edebilmek, gerçekte
islâm ahlâkı’nın gâyesini teşkil eder. Diğergamlık mânasına gelen <<altruisme>> in
bundan daha gözel numûnesi acabâ tasavvur edilebilir mi? (El - Futûhât El - Mekkiyye,
Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990
sayfa 151-152 ).
Bu rivayette Kuran’a aykırıdır. Şöyle ki, mealen :

- Allah, süresi geldiği zaman hiçbir canı ertelemez. Allah, yaptıklarınızı haber
alandır. 63/11

Ayrıca bu rivayetin insan fedakarlığının numunesi olarak gösterilmiş olması kabul


edilebilir bir durum değildir, abuk sabuk laflarla rivayet övülmeye çalışılıyor, peki o
zaman fidye olarak şeyhin aldığı maddi menfaati nereye sığdırıyorlar. Böyle bir durumu
değil bir Müslüman, biraz vicdanı olan hiç kimse kabul edemez.

Muhyiddin İbn’ül Arabi’nin, insanların bilmediğini, bildiğini ve böylece üstünlüğünü


kanıtlamak için, hayalinde icat ettiği yaratıkları gerçekmiş gibi anlattığı rivayet örnekleri :

“İşte bu fantezi’lerden bir tanesi de : İspanya’da ( = Endülüs’te) yaşadığını iddiâ ettiği bir
<<acayip hayvan>> dır. Kendi ifadesine göre, bu garip yaratık sâdece İspanya’daki Sevilla
(=İşbiliyye) dolaylarında bulunurmuş. En ziyade hayretimizi gerektiren şey ise : Bu
hayvanın baş kısımları yenildiği zaman, insanın astronomi bilgisi’ne ve orta kısımları
(yani gövdesi) yenilince botanik ilmi’ne ve nihâyet kuyruk kısmı yenilince de, yer
altındaki su’ları keşf etmek bilgisine erermiş. Bütün bunlar da kitap okumaksızın meydana
gelirmiş. İşte bu gariplikleri bizzat İbn’ülarabi şöylece anlatıyor :
<<... Bu hayvanın üst kısmı yenildiğinde bunu yiyene bilhassa İlm’i nücûm (astronomi)
verilir; ortası yenilince (insana), ilm-i nebât (0botanik) verilir; arkası ile kuyruk kısmı da
yenilince, (ona da) arz’daki kayıp (yani gizlenmiş) suların bilgisi (=hidroloji) verilir ki o,
içinde su bulunmayan bir araziye gittiğinde, kaç kulaç derinlikte s

u bulunduğunu bilir.
Bu hayvan canlıdır : ne büyük ne de küçüktür. Ancak Endülüsün’ün batısındaki işbiliye
civarında bulunur.
Bir gün Emir’ül - müminin’in kâtibi arkadaşımız Abdullah ibn Abdûn orada bulunmuş ve
onun başını ve kuyruğunu bir vuruşta, bıçakla ikiye kesmiş, üç parçaya taksim etmiş.
Kendileri de üç kardeş idi. Böylece Abdullâh (İbn Abdûn) onun üst (kısmı)nı yemiş ve
yıldızlara hükm etmek ilminde, kitap okumaksızın veyâ bir önder ona öğretmeksizin âyet
(delil, büyük âlim) olmuştu. Kardeşi Abdülmecid (ibn Abdûn) ise, onun orta’sını
(gövdesini) yemiş ve bitkiler (nebâtât) ilmi ile onun husûsiyetleri ve terkiplerinde kitap
okumaksızın yâhut çalışmaksızın bir âyet (büyük âlim) olmuştu. Bunu bana, onun dindar
534
(hanifi) oğlu, Konya’da haber verdi.
Üçüncü kardeş ise, kuyruk bölümü olan son parçayı yemiş ve toprağın içinden suları
çıkarmakta, âyet (= büyük bilgin) olmuştu...>> “ (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin
İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 139-
140 ).

Ne kolay iş, çalışma çabalama hayali hayvanları ye de alim ol diyor, durum buysa, bu
kadar saçmalamak için kendisi ne yemiş olabilir.

Başka bir rivayette :


“Irak ile Mekke Arasında Bulunan Garip Yaratık”
“İbn’ül - arabinin Futûhat’da anlattığı fanteziler arasında en ziyâde dikkatimizi çeken fıkra
da şudur : Kendisi bize, Mekke ile Irâk arasında bulunup ta ismi açık olarak söylenmeyen
bir bölgede, <<konuşan bir hayvan>> ın bulunduğunu haber veriyor. İddiâ ettiğine göre bu
hayvanın konuşması işitilir ve ne dediği anlaşılırmış. Üstelik, onun etini yiyen bir bir
kimseye Allah, istikbalde olacak şeylerin bilgisini verirmiş. Âdeta bir kadın şeklinde olan
ve hatta Arapça konuşun bu hayvanı, o bölgenin tanınmış bir Arap kabilesi her yıl belli bir
günde avlamaya çıkarmış. İşte bu garip hadiseyi İbn’ül - arabi, çok teferruâtlı bir şekilde
anlatırken diyor ki :
“Bu hayvan, Irak ile Mekke arasındaki (bir) arâzide bulunur. Fakat binicilerin yolundan
dışarıda (kalan) büyük bir in içindedir. Bu hayvanın şekli, Arapça konuşan bir kadının
şekli (gibi)dir. (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat
Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 140-141 ).
Gaybın bilinmesi konusunda ortaya attığı büyük bir yalanla yetinmiyor. Arapları
yamyamlıkla itham ediyor. Öyle ki; aynen kadın gibi olup, Arapça konuşan yaratık gerçek
kadın değilse nedir ?

Başka bir rivayette :

“... Mahmûl (mechûl) abdâl’dan biri olan arkadaşımız Mûsâ el-sedrâni bize haber verip
dedi ki :
- Kaf Dağı’na ulaştığım zaman -ki bu : azametli bir dağdır; Allah onunla dünya’yı
kuşatmıştır; bu dağı da büyük bir yılanla kuşatmıştır. Yılan bu dağı kuşatmak üzere, bir
daire çizdikten sonra, Allah onun başını kuyruğuna bitiştirmiştir. - Mûsâ (el- Sedrâni) der
ki : Bunun yaratılışından ürktüm...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 142-143).

Muhyiddin’i Arabi daha bunlar gibi ipe sapa gelmez şeyleri birer gerçekmiş gibi
anlatmaktadır. Buna rağmen bu şahıs tasavvufçular arasında “Şeyhûl Ekber” yane “En
Büyük Şeyh” unvanıyla anıldığı gibi, İslam dini adına ortaya çıkmış bazı meşhur kimseler
tarafından da övülerek halka kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

Muhyiddin-i Arabinin, İhlâs sûresinin yalnız kendisi için özel olarak indiğini ve kendisinin
bizzat bu süreden ibaret olduğunu söylemesi ve dolayısıyla vasıf olarak doğrudan doğruya
Allah olduğunu iddia etmesi :

“... Bu (ihlâs) sûre(si), bana Haleb’te tecelli etti.


Bana denildi ki :
- Bu sûreyi gördüğün zaman, ne bir insan ne de bir canlı onun ışıklarını göremez.
535
(İşte) bu sûre için ve bu sûreden, bana doğru büyük bir temâyül gördüm. (sûre)
bana bundan önce girdiğim bu ev (!) gibi temsil edilmişti. Sonra denildi ki :
- Bu (sûre) sana, diğer müslümanla hâricinde hâlis (yani mahsus)tur. Bunlar bana
söylenince işâreti anladım ve bu işâretin zâti (yani bana mahsûs) olduğunu ve benim
sûretimin gayrisi değil fakat aynisi olduğunu anladım. ... Ve:
- İşte ben, buyum dedim. ...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 55-56).

Kuran’ın 112. Sûresi olan, İhlâs Sûresi, Allah’ın zatı ile ilgili bir sûredir. Ayrıca, ne Kuran
ne de Kuran’ın hiçbir sûresi tek bir şahsa özel olarak inmemiştir. Kuran bütünüyle tüm
insanları ve Cin’leri hidayete çağıran bir kitaptır.

Muhyiddin İbn’ül Arabinin işte ben buyum dediği ve Allah’ın zatıyla ilgili olan İhlâs
sûresinde şöyle denmiştir. Kur’an’dan mealen :

- Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla

- De ki : O Allah birdir. 112/1

- Allah sameddir (her şey varlığını ve bakasını O’na borçludur. Her şey O’na
muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği
tek varlık O’dur). 112/2

- Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. 112/3

- Hiçbir şey O’na denk değildir. 112/4

İhlâs sûresindeki sözler dikkate alındığında, İbn’ül- arabinin, İslâm’dan ne kadar uzak bir
sapma içinde olduğu kolayca anlaşılır. Kuran’ı sofist ideolojisinin bir oyuncağı sanmıştı.
Şu bir gerçek ki çoğu kimseler gibi o da Kur’an’ın ne demek olduğunu ve neyle karşı
karşıya olduğunu göremiyordu. O Kur’an ki Allah sözüdür, ona savaş açıp karşı gelenler
Allah’a savaş açıp karşı gelmiş olanlardan başkası değildirler, bunun ne demek olduğunu
bir bilselerdi. Kuran’dan mealen :

- Biz bu Kûr’ân’ı bir dağ üzerine indirseydik, onun, Allah korkusundan baş eğip
parça parça olduğunu görürdün. Biz bu misalleri, insanlara, belki düşünürler diye
veriyoruz. 59/21

Kuran’da bahsedilen cennet nimetlerini gölgelemek amacıyla tahdis ettiği ve meçhul


bir Sufiye atfettiği “arz’ül - hakika” diye bir yerden bahsetmesi :

“Hakikat Dünyası (arz-ü - hakika) adı verildiği halde, muhakkak bir Hayâl Dünyasından
ibaret olan bu âlemde, gûyâ kırmızı altın’dan bir gölge mevcutmuş. Oradaki ağaçlar ve
onların meyveleri, hep altın’dan imiş.
Bu meyvelerin güzelliği, râyihası ve lezzeti hiç kimse tarafından tarif ve tavsif
edilemezmiş (fakat orası Cennet denilen şey değilmiş). Hatta Cennet’in meyveleri bile,
onların yanında kusurlu kalırmış. Bu meyvelerin üstünde, tasavvur ve tahayyül
edilemeyecek kadar güze ve süslü nakışlar varmış. [Fut. 1-142 (1-6)]
Bu meyveler o kadar büyükmüş ki, bunlardan bir tânesi gök ile yer arasına konursa, insan
536
gökyüzünü görmekten mahrum kalırmış. Fakat bunca büyüklüğüne rağmen bir insan
yine de onu kendi eliyle tutabilir, kavrayabilirmiş. Çünkü meyve, hava’dan daha lâtif ve
hafif imiş. [Fut. 1-142 (6-9)]
... Bu büyük arz’daki arz’lar ( = bölgeler)’den her birine, şâyet gökyüzü konulsa, ona
nisbetle tıpkı bir çöl (üzerin)deki halka gibi kalırdı... [Fut. 1-142 (18)]
“Hele oradaki güzel kadınlar : İşte onlar Cennet’deki hûri’lerden daha güzelmiş. Onlarla
sevişmenin lezzeti ise, hiçbir şeye benzemezmiş. [Fut. 1-142 (24-25)]
Hareket ve akma konusunda oranın suları, havadan daha lâtif idi...İçmek istediğiniz
zaman, onda hiçbir içecekte bulamadığınız lezzeti bulursunuz. [Fut. 1-142 (31-32)]
(ve anlatımı bu gibi şeylerle sürüyor)
(El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 66-67).

Sofist, İlâh’lık iddia etmişken birde Cennetini kuruverdi hem de Allah’ın Cennetinden
daha güzel olduğunu iddia ederek.
İbn-i Arabinin söylediği veya tasavvuf öğretisinde ona aid olduğu kabul edilen daha bir
çok ipe sapa gelmez rivayet örneği yazmak mümkündür fakat onun hakkında ki gerçekleri
görmek isteyenler için bence bu kadar örnek yeterlidir.

Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik isimli kitapta yer alan bazı rivayet örnekleri :

“Evliya menkıbeleri olarak bu konuda şimdiye kadar yazılmış olan hikayeler, mitoloji
tarihinde benzerine az rastlanan cinstendir.
Allah Teâlâ’ya ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa - Sallellâhu aleyhi ve sellem -
Hazretlerine, içtenlikle iman etme şerefine nail olmuş ve Yüce Kur’ân’ın hakikatlarına
vâkıf bulunmuş her mü’minin, tüylerini ürpertebilecek bu sinsice düzenlenmiş hikayelerin,
İslâm’ı yıkmaya yönelik ne büyük tehlikelerle yüklü olduklarına dikkatleri çekmek
amacıyla bunlardan bazı parçalar sunmakta yarar vardır.
Nakşibendi Tarikatı’nın kurucusu Bahaûddin Nakşibend hakkında yazılanlar :
<< Annesi şöyle anlatmıştır : “Oğlum Bahâeddin dört yaşında iken, evimizde
yavrulayacak bir inek vardı. Doğumuna bir müddet daha olan o ineği göstererek, öyle
anlıyorum ki bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği
gibi bir buzağı doğurdu.” >>
<< Behaeddin Buhâri hazretleri bir defasında Şeyh Seyfeddin adlı bir zâtın ırmak
kenarında bulunan kabri başında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte
bulunanlardan bir kısmı Behaeddin Buhâri hazretlerinin tasavvuftaki yüksek derecesini
bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada
evliy3anın meşhurlarından olan Şeyh Seyfeddin ile Şeyh Hasan Bulgâri arasında geçen
kerâmetler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki : “Eskiden velilerin tasarrufu, kerâmeti çok
olurdu. Acabâ bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mı dır?” Bunun üzerine
Behaeddin Buhâri hazretleri buyurdu ki : “ zamanda öyle zâtlar vardır ki şu ırmağa yukarı
ak dese ırmak tersine akmaya başlar.” Bu sözler Behaeddin Buhâri hazretlerinin mübarek
ağzından çıkar çıkmaz önlerinde akmakta olan ırmak ters akmaya başladı...>>

<< “Yine nakşi rûhanilerinden Ubeydullâh-ı Ahrâr hakkında yazılanlar :


<< Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleri doğduğunda, kırk gün annesini emmemiştir. Annesi
nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır >>

<< Mevlânâ - zâde Nizameddin anlatır : Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir
537
mevsimde Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi
namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz
gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu.
Etrafta ise barınacak hiçbir yer yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeye
başladım : “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok;
hâlimiz ne olacak?” Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleri atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş
eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince başlarını bana döndüler ve, “Yoksa
korkuyor musun?” diye sordular. Sikût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki
güneş batmadan menzilimize ulaşırız.” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol
almaya başladık. Bir hayli yol aldıktan sonra, dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde
duruyordu. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki
güneş söndürülmüş gibi, birden bire zifiri karanlıklar içinde kaldık,”

“Nakşibendilerin, İmâm-ı Rabbâni diye adlandırdıkları Serhend’li Ahmed Farûki hakkında


yazılanlar :”

<< Hızır ve İlyas aleyhisselâmın ruhaniyeti ile görüşüp konuştu. Ona hayatları ve ölümleri
hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbâni hazretleri bu husûsu “Mektubât’ın birinci cild,
282’nci mektubunda bildirilmiştir.>>

<< Bir gün İmâm-ı Rabbâni hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerdeki
kusurları görme halinde iken; “Seni kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül,
vesile edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim,
nidâsını duydu. Ve; “Bunu her kese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim Madde’ ve
Me’âd risâlelerinde bunu bildirmişlerdir...>>

<< İmâm-ı Rabbâni hazretleri : “Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret


olunmuştur.” müjdesi ilham olundu. >>

<< İmâm-ı Rabbâni hazretleri buyurdu ki : “Erkeklerden ve kadınlardan vâsıtalı ve


vâsıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini,
soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek
sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar. >>

<< Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu.
İmama sığınıp imdat diledi. İmam elinde baston ile göründü ve o kükremiş olan arslana
şiddetle vurdu. Arslan kaçtı, talebe kurtuldu.>>
(Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996 Ferit Aydın sayfalar, 294 - 295 -
296 - 197. )

TASAVVUFÇULARIN PEYGAMBERLERE MÜMİNLERE VE İSLAM DİNİNE


YAPTIKLARI SALDIRILARDAN ÖRNEKLER

Sofistlerin kullandıkları metotlarından biride, kendi yollarını yürütebilmek ve insanları


doğru yolda gidenlerin yollarından alıkoymak ve dolayısıyla kendilerine bağlamak için
Peygamberleri ve Müminleri kötülemektir. Böylece kendilerinin ve gittikleri yolun iyi
olduğunu insanlara yutturmayı amaçlamaktadırlar. Ayrıca bu tuzaklarını tuttura bilmek
538
için kullandıkları diğer bir metotta “Sağlam akla ve Sağlam duyularla bunların açık ve
net olarak yaptıkları öğrenme ve tespitlere karşı çıkmaktır.” Bundan dolayı “Batıniliği”
şiddetle savunurlar. Onların batın anlayışına göre örneğin; minare dense, muhakkak bunu
kuyu olarak anlamak lazımdır. Birisine bunu yutturdular mı artık ona kabul
ettiremeyecekleri hiçbir şey kalmaz. Öyle ki, İslam Dininde Allah bir mi deniyor, sofist
buna karşılık her şeyin Allah olduğunu kabul ettirmeye çalışır ve etiket olarak kendisinin
Allah olduğunu hemen iddiasının üzerine yapıştırır. İslam dinide Cennet güzelliğiyle mi
övülüyor, sofist bunun iyi bir şey olmadığını, ahmakları kandırmak için kurulmuş bir
tuzak olduğunu kabul ettirmeye çalışır. İslam dininde cehennem kötü bir yer olarak mı
bildiriliyor, sofist onun iyi bir şey olduğunu içindekilerin ondan çıkmak istemediklerini
kabul ettirmeye çalışır. Şöyle ki :

Yunus Emre’nin cennet için söylediklerinden :

“Âşık mı direm ben ona Tanrının uçmağın seve


Uçmak hod bir tuzak durur eblehler canın tutmağa”
(Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr.
Faruk K. Timurtaş, sayfa 1.)

KELİMELER :
Uçmağı, uçmak: Cennet
Hod : Esasen, zâti; bizzat.
Ebleh : Pek akılsız, ahmak, bön.

Böylece Yunus Emre, şöyle demektedir.


“Allah’ın Cennetini sevenler aşık değildirler.
Cennet, özellikle ahmakların canını tutmak için kurulmuş bir tuzaktır.”

Ona göre doğrusu şöyle olmalıdır.


“Dutulmadı Yûnus canı geçti tamudan uçmağı
Yola düşüp dosta gider ol aslına uyakmağa.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 1.)

KELİMELER :
Uyakmak : Gurup etmek, batmak
Tamu :Cehennem.

Yani şöyle demektedir.


“Yunusun canı tutulmadı, cehennemden, cennetten geçti.
Yola düşüp dostu ve aslı olan Allah’la birleşmeğe gider.”
Bir kimsenin, cenneti red edip kendisini Allah’ın bir parçası olarak görmesi ve aslının
Allah olduğunu söylemesi. İslâm’a göre minarenin kuyu olarak tarif edilmesinden çok
daha ters bir durumdur. Ve Yunus Emre bu iddialarında ısrarlıdır. Şöyle ki :

“Yûnus’dur eşkere nihan Hak toludur iki cihan,


Gelsün berü dosta giden hûr u kusur burak nedür.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 25.)
539
Yani diyor ki; Dünya ve Ahiret, Allah doludu. Allah’la birleşmek isteyenler beri
gelsin, cennet hurileri, cenet köşkleri ve buraklar ehemmiyetsiz şeylerdir.

Onun bu görüşünde yanlış olduğuna dair Kur’an’dan delil mi getirmek istiyorsun, sofistin
buna cevabı hazırdır. Şöyle der :

“İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur.


Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 25.)

Yani diyor ki: İlim gerçek bir göz perdesidir, hakikatleri görmeyi engeller, dünya ahret
hesabıdır. Gerçek kitap aşk kitabıdır. Senin okuduğun bu sayfalar, yani Kuran sayfaları da
neyin nesi oluyor. Her ne kadar, söz olarak cennet, cehennem söz ediyor ise de, söz etmesi
bunların varlığını kabul ettiğinden değildir; sadece İslami değerleri eleştirmek içindir,
yoksa sofiler böyle şeyleri var olarak kabul etmezler.

Aynı ağızla M. İkbal şöyle diyor :


“Dünyanın halkı ile rindâne konuştu : Hûri ve cennete put ve put hane dedi.” ( Cavitnâme,
Kültür Bakanlığı Yayınları , sayfa 129. )

“Niçin müminlerin yerinden uzaksın ? Yani : Neden cennetten mahcursun ?


Hallac :
İyi ve kötüyü bilen hür adamın ruhu cennete sığmaz !
Mollanın Cenneti şarap ve huri ve gilmandır; hürlerin cenneti ise, daimi yürüyüştür.
Mollanın cenneti yemek, uyku, şarkıdır; âşıkın cenneti ise, varlığı müşahade etmektir.
( Cavitnâme, Kültür Bakanlığı Yayınları , sayfa 129. )

Ayrıca, dinsiz olmayı aslanlık, dindarlığı ise öküzlük olarak kabul ederek şöyle diyor.

“Hayat için âyin, din ve âdet nedir? Bir an aslanlık, yüz sene öküzlükten iyidir !”
( Cavitnâme, Kültür Bakanlığı Yayınları , sayfa 407. )

Sofistlerin en ileri gelenlerinden olan Abdulkadir Geylâni ise şöyle diyor :


“ << Ayaklarına takılanları bırak... Dünyayı ve âhireti terket. Bunları isteme... >> “
Emri verilir. Daha sonra :
Bir baştan öbür başa bilcümle izafi mevhum varlıklardan uzaklaş, hepsini bırak. Yersiz
varlıkları yok bil; tevhid nuruna dal ve onda güzelleş.
Daha bunlar gibi birçok emirler.
Artık şirk terkedilmiş irade, Hakka bağlanmış ve o; tam bir edep ve terbiye içinde ilâhi
huzura kavuşmuştur. Gönlü boş.. Başı öne eğik, ne sağında olan âhirete, ne de sola geçen
dünyaya bakar...”
(Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları 1983. Sayfa 152-153 Abdulkadir Geylani, çeviren
Abdulkadir Akçiçek. )

Dünyanın helal nimetlerini ve cenneti istemeyi şirk olarak kabul etmektedir. Halbuki
dünyanın helal nimetlerini boşlayan, onurunu ve izzetini de boşlamış olmaktadır, zira
dünyanın helal nimetleri olmazsa bunları korumak ve ayakta tutmak için elinde bir vasıta
kalmaz. Ona göre tevhid ise şudur :
540

“Sen artık bu hallerden sonra seçkin olursun; belki daha üstün. Varlığın Hak (Allah)
varlığına karışır; iraden kalmaz.”
(Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları 1983. Sayfa 60 Abdulkadir Geylani, çeviren Abdulkadir
Akçiçek. )

Bu konuda Ahmed el-Rüfai’nin bazı sözlerinden :

“Marifet, Hakkın gayrını yok bilmektir.”


“Kalbi Allah’a bağlı olan, dünyaya bakmaz. Âhireti de bilmez.” (Onların Âlemi, Bahar
Yayınları 4. Baskı, Ahmed el-Rüfai, sayfa 50, çeviren, Abdulkadir Akçiçek. )
“Her iki âlemi de içinden at. Onları isteyenlere bırak. Sen âlemlerin Rabbı ile ol.” (Onların
Âlemi, Ahmed el-Rüfai, sayfa 140).

Niyazi-i Mısri’den :
“Dünya ile urbayı ko
Ulâ ile uhrayı ko
Var olan kuru sevdayı ko
Matlub yeter Subhan sana”
(Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 16).

Yani diyor ki, Ahireti, geçmişi geleceği bırak, bunlar aslı olmayan boş isteklerdir. Sen
yalnız Allah’ı iste, bu istekten kastı, Allah’la, Allah olmaktır.! Halbu ki, bilmiyor ki,
dünyasını sıfırlayan onurunu da sıfırlamıştır. Onuru olmayanlardan, haşa, “Allah olmak”
bir tarafa, Allah dostu da olmaz.
Allah olmayı istemektedir, daha önce verdiğim örneklerden şöyle dediği hatırlanmalıdır:

“Hak yüzü insan yüzünden görünür


Zât-ı Rahman şeklin insân eylemiş.”
(Niyazi-i Mısri divanı, sayfa 111.)

Cenneti bu kadar kötüleyen sofu’lar, cehennemi övmekten geri durmazlar, öyle ki :


Mevlana için cehennem bir ceza yeri değil, ârızi kötülükleri temizleyen , insana hiçbir
zarar vermeden olgunlaşma kazandıran bir yerdir; Ateşi ise kırmızı şarap gibidir.

Mevlana bu konuda şöyle demektedir:


“Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur.
Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil.
Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir,
gelecek zamanda da.
Lâtif iç, hattâ kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar ?
Uzaktır ondan bu.
Hattâ inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı
şarabı içirir.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt VI Mevlâna M.E.G.S.B. Yayını. 1988
Çeviren, Veled İzbudak sayfa 311 - 312, beyitler 3928-3929-3930-3931-3932.)

Şeyhül Ekber dedikleri Muhyiddin-i Arabi ise bu konuda şöyle demektedir:


541
“... Şâyet (Allah, cehennemdekileri) cennet’e çıkarırsa, onlar muhakkak ki
(bundan) azap duyarlar ve cennet’e girmek onlara zarar verir. Tıpkı, gül kokularının
domuzlan böceklerine zarar vermesi gibi...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin
İbn’ül Arabi, sayfa 168. )

Böylece sofular diğer konularda olduğu gibi, cennet ve cehennem konusunda, gerçeği
tersine çevirmeye çalışmışlardır. Böyle yapmaları “Sofizm” mesleğinin ana kuralıdır.
Denilebilir ki, İslâm dininde kötülenen her şeyi sofular övmüş, övülenleri ise
kötülemişlerdir. Öyle ki, sofistlerin saldırısından melekler dahi kurtulamamıştır; Şöyle ki:

“Azrâil ne kişi durur kasd idebile cânuma


Ben onun kasdını gine kendiye zindan eyleyem.”
“Ya Cebreil kim ola hükm ide benüm âhuma,
Yüzbin Cebreil gibiyi bir demde perrân eyleyem.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 94.)

Diyor ki, “Azrâil kim oluyor benim canımı alacak, ben onun kasdını kendisine zindan
ederim.”
“Cebrail kim oluyor benim sözüme hükm etsin, benim sözüme karşı vahiy getirsin, yüz
bin Cebraili bir anda uçururum, yok ederim.” iddiasında bulunuyor.

Fakihleri kötülemek amacıyla Muhyiddin-i Arabi şöyle demektedir:

“... fakihler, evliyânın Firavun’ları ve Tanrının iyi kullarının Deccallarıdır... (El - Futûhât
El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 11. )

Batıni olmayanları kötülemesi :

“... Ehl-i zâhir’in akılları şüphesiz vardır fakat onlar düşünceli (ûlül - elbab) değildirler...”
(El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 17. )

Batıni olmayanlarla fakihleri kötüledi, bununla yetinmeyerek zındıkları övmesi :

“... Bu tâifenin efendisi Cüneyd dedi ki :


- Zındık olduğuna bin tane sıddik ( = tam iman sahibi kimse) şahâdet etmedikçe, hiç kimse
hakikat derecelerine ulaşamaz......” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi,
sayfa 236. )

Bu iddiaya göre, bir kimsenin hakikat derecelerine ulaşması için, bin Müminle inanç
konusunda ters düşmesi ve onların onu bir zındık olarak kabul etmeleri gerekirmiş. Başka
bir ifadeyle, kim müminlerin, inandıklarının tam tersine inanırsa o kimse hakikati bulan
bir evliya imiş.

Abdulhakim Arvasi’nin şu sözü de ilginçtir :

“Kendinde olmak küfür,


Kendinden geçmek iman...”
(Rabıta-i Şerife büyük doğu yayınları 3. Baskı Esseyyid Abdulhakim Arvasi, Sadeleştiren
542
Necip Fazıl Kısakürek, sayfa 66. )

Arvasinin bu sözüne göre akıllı düşünmek küfür, akılsız ve düşüncesiz olmak, kendinde
olmamak İman imiş!

Yunus Emre’nin bazı sözlerinden örnekler :

“Adem yaratılmadın can kalıba girmedin


Şeytan la’net almadın arşıdı seyran bana”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 7.)

Bu sözlerle, Allah olduğunu vurgulamak istiyor, bu sözünün Kuran’a aykırı olduğunun


söylenmesine karşın, Şöyle demektedir :

“Şeriat ehli ırak iremez bu menzile,


Ben kuş dilin bil üren Süleyman söyler bana”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 7.)

“Dost yüznü görecek şirk yağmalandı


Anunçün kapuda kaldı şeriat”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 11.)

Bu sözleriyle, Kuran’a ihtiyacı olmadığını, şeriatın dışlanması gereken bir öğreti


olduğunu, buna karşılık şirk’in yağma edercesine kapış, kapış alınması gereken bir meta
olduğunu söylemektedir.

Kendisinin İslam dışında hakikati bulduğunu, onun için İslam şeriatını kabul etmediğini ve
buna ihtiyacı olmadığını şu sözlerle söylüyor :

“Şeriat oğlanları nice yol ide bize


Hakikat deryâsında bahrı oldum yüzerem”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 93.)

Farzlar ve ibadetler konusunda ise şöyle diyor :

“Oruç namaz gusl hac hicabdur aşıklara


Âşık ondan münezzeh hâlis heves içinde”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 164.)

“Oruç namâz zekât hac cürüm’ü cinayet durur


Fakir bundan azadur hâss-ı havâs içinde”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 94.)
(Yunus Emre Divânı, sayfa 165.)

Dediğine göre, Oruç, namaz, gûsl, hac, zekat, gittiği yolda onu cürüm ve cinayet
derecesinde engelleyecek bir perdeymiş, hal bu ki kendisi, hasların hası içinde bundan
kurtulmuş, azad olmuştur inancındadır.
543
Sofistlerin bu şekilde düşünmelerinin nedeni, hakikat diye bir şey kabul
etmemeleri, iyi ile kötünün ak ile karanın, doğru ile yanlışın onların gözünde aynı ve bir
olmasından dolayıdır. Örneğin : Mevlana, kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki
görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği
gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz
birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin
hakikat kabul etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu yani herhangi
bir gerçeği temsil etmediklerini söylemektedir. Daha öncede belirttiğim gibi, bu düşünce
Sofizmin temel inancını temsil etmektedir.

Bu konuda Mevlana görüşünü şöyle belirtmektedir :

“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar,
beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şeyde bulaşmadı )”

“Ondan dolayı bence bütün şeriatler, bütün


dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.”
(Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt I Mevlâna, sayfa 280 - , beyitler 3503-3504.)

Yine aynı manada olmak üzere, Abdulbâki Gölpınarlı’nın Mevlana hakkındaki bazı
tesbitleri şu şekildedir :

“Onca küfür ve iman birer keyfiyetten ibarettir, halbuki (onca) hakıykatı makamına
keyfiyet sığmaz (seçme Rubâiler, s.10, rubâi XXXV.) Bu âlem, müslümanlıktan da
dışarıdır, kafirlikten de, Orda ne Müslümanlığın işi vardır, ne kâfirliğin (aynı eser, S.9
rubâi XXX.)”

“Medreseyle minare yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene giremez. İman küfür, küfür de
iman olmadıkça Tanrının hiçbir kulu, hakkiyle Müslüman olamaz (S.23 rubâi LXXXIX)”

“Mevlânâ, nihayet halka haram olan şarabın Kalenderlere helâl olduğunu söyler ve
derki :”
“Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye
nehyedilmiştir. Yoksa şarab, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık
kişilere haram.” (seçme Rubâiler, S, 43 rubâi CLXXII.) ( Bak, Abdulbaki Gölpınarlı’nın
Mevlana Celâleddin isimli kitabının sayfa 198 - 199 - 200. İnkılâb Kitabevi 1985 baskısı.)
Şarap ve şarab gibi pislikler dinimiz icabı bize haramdır. Aşağılık sözünü kendisine iade
ederiz.

Bu konuda Niyazi-i Mısri şöyle demektedir.

“Mescid ü meyhaneyi fark eylemem zâhidâ


Göründüm ise ne var ha ile dâl içinde”
(Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam kitabevi 1976. Sayfa 226.)

Sofistlerin, hiçbir hakikat yok iddiasının kapsamına, Nübüvvetin inkârı ile İlâh’lığın
inkarıda girmiştir. Muhyiddin-i Arabi’nin Sehl ibn Abdullah el-Tüsteri’den rivayet edip
söylediğine göre bir sır vardır ki, bu açığa çıkarsa ne Rububiyet kalır ne de Nübûvvet,
544
ikiside iptal olurmuş. Şöyle ki :

“... Sehl ibn Abdullah el-Tüsteri diyor ki :


- Rûbubiyet için bir sır vardır ki bu zâhir olsa, rubûbiyet bâtıl olurdu... “
“Sehl ibn Abdullah el-Tüsteri der ki :
- Rûbubiyet için bir sır vardır ki, şâyet zâhir olsa, nübüvvet bâtıl olurdu... “ (El - Futûhat
El - Mekkiyye, Muhyiddin-i Arabi, syfa 237. )

Böylece ilâhlığın inkârına çalışma konusunda Sofularla materyalistler bir noktada


birleşmiş olmaktadırlar. Zira kainatta Rubûbiyeti (İlâh’lığı) iptal edebilecek bir sır
mevcutsa, Rubûbiyetin iptali konusunda bu sırrın açığa çıkmasıyla, çıkmaması arasında
fark yoktur. Bunların yaptıkları, bile bile gerçekleri inkardır, zira bir insan için Allah’ın
var olduğuna inanma, İslam dinine veya başka bir dine inanıp inanmamayla ilgili bir olay
değildir, Allah’ın var olduğu konusu, bir dine inancı olsun veya olmasın insanın doğuştan
fıtratında getirdiği bir şeydir, örneğin bütün kainattaki yaratıklar bir araya gelse, bir insana
bir bilgisayarın, bir makinenin v.s.nin kendi kendine oluştuğunu kabul ettiremez, aksini
söylese de mantığı bunu red eder, aynı şekilde kainatın yaratıcısız meydana geldiğini
kabul etmez, kendisini zorlasa dahi ancak kainata ilâh deme durumuna düşer, öyle dese
dahi bu kendisini tatmin eden bir olay olarak benliğine yerleşmez, mantığı ona kainatı
yaratabilmek için, kainat üstü bir yaratıcının gerekliliğini söyler. İnsan, Allah’ın var
olduğu bilgisini doğarken yanında getirir bu bilgi çalışıp elde ettiği bir bilgi değildir, bir
şuur halidir. Nasıl ki, doğarken, bir göze, bir kalbe sahipse, bu anlayış kabiliyetine sahip
olarak doğar. Bundan dolayı istese de bir yaratıcısının olduğunu inkar edemez, ancak
gerçeğin üzerini örterek, küfretmiş olur.

Bu konu da, Kuran’dan mealen :

- Rabb’in, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları


kendi nefisleri üzerine şâhit tutarak : “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim ?” (demişti).
“Evet (buna) şâhidiz !” dediler. Kıyâmet günü “Biz bundan habersizdik !”
demeyesiniz. 7/172

- Yâhut : “(Ne yapalım) daha önce babalarımız (Allah’a) ortak koştu, biz de
onlardan sonra gelen bir nesil old(uğumuz için öyle yapt)tık. (Gerçekleri) iptal
edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mi ediyorsun?” demeyesiniz diye (Allah’ın,
sizin Rabb’iniz olduğu hakkında sizleri şâhit tutmuştu). 7/173

Görüldüğü gibi, insan, Allah’ın varlığından ve birliğinden gafil değildir ve Esas itibarıyla
muvahhittir, Allah’ın Rabb’i olduğunu ve bir olduğunu itiraf etmişti. Buna rağmen, dünya
hayatında, her insan bu sözünde durarak itirafta bulunmuyor. Allah’ın varlığını bilmekle
beraber, dünya hayatında bir olarak tanımayıp, O’na ortaklar koşuyor.

Bu konuda Kuran’dan mealen :

- Eğer onlara : “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza
çalışmak için) buyun eğdirdi?” desen “Allah” derler. O halde nasıl olup da (tevhid
inancından) döndürülüyorlar? 29/61
545
- Eğer onlara, “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan elbette : “Allah”
derler. O halde nasıl olup da (tevhid inancından) döndürülüyorlar? 43/87

Evet nasıl oluyor da, buna rağmen insanlardan bir çoğu tevhid inancından sapıyorlar veya
saptırıla biliyorlar. Bunun nedeni ellerinde bir bilgi olmamasına rağmen, şirk koşarken
“zan” ile hareket etmeleridir. Örneğin : Bir gök cismine veya uzayın tamamına veya kendi
nefislerine İlâh’lık veriyorlar, neden böyle yaptıkları araştırılırsa ellerinde bu şirkleri için
bir bilgi veya bir kanıt olmadığı, sadece zanlarına kapılarak hareket ettikleri görülür.
Kuran’dan mealen :

- İyi bil ki, göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’tan başkasına
tapanlar dahi, gerçekte koştukları ortaklara uymuyorlar, onlar sâdece zanna
uyuyorlar, (hayallerine kapılıyorlar) ve onlar sâdece saçmalıyorlar. 10/66

Görüldüğü gibi, İslam’a göre Allah’ın varlığını inkâr mümkün değildir. Sofist’in,
Rûbubiyet iptal olabilir demesi İslam’a aykırı olduğu gibi, hayat gerçeklerine de
uymamaktadır.

Tasavvufçu sofistlerin; en ileri gelen önderlerinden biri, belki de en önem verdikleri şahıs
Muhyiddin-i Arabi’dir. Hicri 560 - 638 tarihleri arasında yaşamıştır. Doğum yeri
Endülüs’ün Mursiye kasabası, ölüm yeri Şam’dır. Asıl adı Ebûbekir Muhyiddin
Muhammed bin Ali’dir. Tasavvufçular kendilerine baş tacı olarak gördükleri bu şahsa,
Şeyh-i Ekber, Sultan ül-ârifin, Hâtem ül-evliya, kutb-u Hüman gibi taktıkları birçok
mânevi vasıflarla kendilerince övdükleri İbni Arabi‘nin, kendisi de Hatem-ül evliya
olduğunu özellikle iddia etmiştir. İki meşhur eseri “El-Futûhat El-Mekkiye” ve “Fusûs ül-
Hikem” adlı kitaplardır. Ondan bahsederken daha çok “El-Futûhat El-Mekkiye” isimli
kitabından örnekler verdim. Tasavvuf ehli Sofistlerin Kuran’dan ne kadar uzak ve Kuran’a
ne kadar karşı olduklarının iyice anlaşılması için bu defa “Fusûs ül-Hikem” isimli kitaptan
örnekler verecek olursam; şöyle ki :

“I. FAS, Âdem kelimesindeki ilâhi hikmet :”


“O ezeli olan insan (şekliyle) hâdis, zuhur ve neşeti bakımından ebedi ve daimdir.”
“Âdem hem hak, hem de Halk’tır.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı1962 baskısı
ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. 1 den alıntılar.)

1. Fas’taki iddialara göre, insan ezeli yani başlangıcı olmayan, ebedi yani sonu olmayan ve
aynı zamanda “Hak” yani Allah’ın kendisidir, bu gibi ifadeler ise Kuran’a uymayan
iddialardır; şöyle ki, Kur’an’dan mealen :

- Kendi kendilerine, Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek


olarak ve belirli bir süre de yarattığını düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu,
Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler. 30/8

- Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları (boş yere değil), ancak gerçek ile ve
belirli bir süre de yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeyden yüz çevirmektedirler.
46/3

Görüldüğü gibi, Kuran’a göre, Gökler, yer ve ikisi arasında ki her şey dolayısıyla insanda
546
dahil olmak üzere ne varsa Allah tarafından belli bir sürede yaratılmıştır. Süre belli
olunca, bu sürede yaratılan hiçbir şey ezeli yani başlangıçsız olamaz; zira başlangıçsız
olsaydı onun için belirli zaman içerisinde yaratılış söz konusu olmayacaktı. Diğer bir
hususta, Kuran’a göre ebedi olmak insanın kendisine ait bir vasıf değildir. Allah’ın onu
yok etmemesiyle ilgili bir husustur, zira, Allah dışındaki her şey vasıf olarak yok
olucudur; Kuran’dan mealen :

- Allah’la beraber başka bir ilâha yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun
zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.
28/88

Ancak, Allah zatıyla ezeli ve ebedidir. O’nun dışında hiçbir şey bu iki özelliği
taşımaz. Şöyle ki, Kuran’dan mealen :

- O (Allah) ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir. 57/3

Muhyiddin-i Arabi “Üçüncü Fas’ta” Allah’ın noksan sıfatlardan tenzih edilmesine karşı
çıkıyor, kendisine gerekçe olarak ta Kuran’daki bazı ayetlere keyfi batıni manalar vererek
delil getirmeye çalışıyor. Bundan da amacı Vahdet-i Vücûd görüşünü kabul ettirmeye
çalışmaktır. Bu çerçevede olmak üzere Nuh kavmini örnek göstererek, aslında bunların
putlara tapmakta haklı olduklarını, her şeyin Allah olduğu hesabıyla putlarında Allah
olduğunu savunmakta, Nuh peygamberi haksızlık ve hilekarlıkla suçlamaktadır.
İşte sofist mantığı böyledir, bir taraftan Kuran’a dayandığı intibaını vererek, ayetlere
yanlış ve ters manalar vermekte, diğer taraftan Kuran’da öğretilen en temel gerçeklere
karşı çıkmak suretiyle, Peygamberi suçlayıp, putperestleri savunmaktadır. Böyle
davranmakta da hiçbir sakınca görmez zira onun inancında zaten hakikat diye bir şey
yoktur. Bundan dolayı bir sözün Kuran ayeti olması veya bir putperest tarafından
söylenmiş bir söz olması arasında, hakikatin izahı yönünde Sofist için bir fark yoktur.
Sofist için tek amaç yapacağı av ve bu avdan sağlayacağı dünyevi hasıladır. Bu hasıla
maddi olabileceği gibi, övgü gibi nefsani moral içerikli de olabilir.

FAS III’de şöyle demektedir :

“III Fas, Nuh kelimesindeki Subbuhhi Hikmetin özü :”


“Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih onu Tahdit ve Takyit etmektir. Hakkı
tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.”
“Şu hale göre mutlak tenzih yoluna sapan kimse farkında değildir ve zanneder ki doğru
yolu tutmuştur. Hal bu ki o yolunu kaybetmiştir. Çünkü Hak için mahlukların hepsinde
Zuhur yani belirme vardır. Her bir anlayışta Bâtın olan da yine O’dur. Şu halde Hakk’ın
âlemin suretinden zahir olan şeye nisbeti bedeni idare eden ruhen surete nispeti gibidir.”
“Hakk’ı tenzih etmeyip teşbih eden kimsede böyledir. (ikisi arasını birleştirmek lazımdır
diyor.) Sen Hakk’ın sureti ve Hak da senin ruhun olduğu cihetle sen Hak için cismani bir
suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir.Şu hale göre
de öğen de, öğülen de ancak O’dur.”
“O halde tenzih edersen onu bağlamış olursun, teşbih edersen onu mahdut kılmış olursun.”
“Eğer her iki emri birleştirir, yani teşbih ve tenzih arasını cem edersen doğru yolu bulr.
İlâhi bilgide İmam ve Seyyidlerden olursun.”
“Bu hale göre sen Hak değilsin, belki sen O’sun ve sen onu aynı şeyde Mutlam ve
547
Mukayyet olarak görürsün.
“Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi. Nefsini tenzih etti; O işitici ve
görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.”
“İşte Nuh peygamberde kavmine bu iki davet arasını birleştirseydi elbette bu davete
uyarlardı.”
“Nuh, kavminin halinden bahisle dedi ki, onlar davete uymak hususunda üzerlerine vâcip
olan şeyi bildikleri için benim davetime karşı kulaklarını tıkadılar. Şu ifadeden Tanrı
ârifleri Nûh’un kendi kavmini zemmederken (kötülerken) onları öğdüğünü anladılar ve
Nuh’un bu davetinde

Fürkan yani ayrılık olduğu için ona yaklaşmadıklarını bildiler.”


“O halde Nuh kavmini hile ile davet ettiği için kavmi de hile ile icabet gösterdiler.”
“Nuh’un kavmi yaptıkları hile ile (birbirlerine) İlâhe’nizi terk etmeyiniz; Vedd’ı, Suva’ı,
Yegus’u, Yauk’u ve Nesr’i bırakmayınız dediler. Çünki onlar bu putları terk ettikleri vakit
onlardan vazgeçtikleri nisbette Hak’dan câhil oldular. Çünkü Hakk’ın her bir Mâbud’da
(putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her
Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet olunmadı. Olgun ve ergin bir kul der ki, sizin
İlâhınız ancak tek bir İlâhtır. Şu hale göre O nerede belirirse ona kulluk edin. Takva ehlini
müjdele, çünkü onlar İlâh dediler. Tabiaat demediler. Nuh kavmi, aralarında bir çoklarını
dalâlete düşürdüler, yani tek olan ilâh’ın çeşitli yönlerini ve nisbetlerini saymak hususunda
halkı şaşırttılar.”
“Kül (’tabiat’ her şey) Allah için ve Allah ile ve belki ancak Allah ise de.”
“Sen yere gümüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” (Fusûs ül-Hikem, Milli
Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. III den
alıntılar.)

Muhyiddi-ni Arabi’ni bu iddialarını Kur’an’la karşılaştırırsak, Kur’an’dan ne kadar uzak


ve karşı olduğunu görürüz, şöyle ki:
Allah konusun da, “Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih, onu Tahdit ve Takyid
etmektir. Hakk’ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.” demesi çok
sapık bir iddiadır. Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmek, Kuran’da “Sübhan” kelimesiyle
ifade edilmektedir, bu kelimenin manası; Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksikliklerden
tenzih etmek, yani bu tür noksanlıkların Allah’ta olamayacağını ifade etmektir. Örneğin;
Allah’ın zülüm etmeyeceğini, hastalanmayacağını, ölmeyeceğini, uyumayacağını,
unutmayacağını v.s. Gibi hususları kapsayan bir sözdür. Muhyiddi-i Arabi’nin bu gibi
hususları, Allah’ın zatı için kabul etmeyenleri, câhillik ve edep noksanlığıyla itham
etmesi, ancak kendisine yakışan bir husustur. Aynı zamanda karşı çıktığı bir Kuran
öğretisidir. Kuran’dan mealen :

- O, öyle Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. O, mülkün sahibidir,


eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip
koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah,
müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. 59/23

Görüldüğü gibi, Allah!ı, Allah’a yakışmayacak tenzih etmek, Kuran’ın öğretisidir ve


doğru olan da budur. Muhyiddi-i Arabi’nin, Kuran’a karşı çıktığı açıktır.
Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin Vahdet-i Vücûd görüşünü savunmak için. “Hak için
mahlukların hepsinde Zuhur yani belirme vardır.” - “öğen de, öğülen de ancak O’dur.” -
548
“sen O’sun” - “Hakk’ın her bir Mâbud’da (putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen
bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet
olunmadı.” - “Sen yere gömüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” gibi
ifadelerle putlara ilâhlık atfetmekte ve aslında putlara tapanların Allah’a taptıklarını iddia
etmektedir. Bu ise daha önce de belirttiğim gibi, Kuran’ın tevhid yani Allah’ı tekbir İlâh
kabul etme öğretisine ters bir anlayıştır.
Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin, “Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi.
Nefsini tenzih etti; O işitici ve görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.” demesi, Muhkem
olan ve 42 şûra 11 ayetinde belirtilen “Allah’ın mislinin olmaması” yani eşi benzeri dengi
olmaması hususuyla, benzerlik bakımından müteşabih olan, Allah’ın işitici ve görücü
olma hususunu kullarınkiyle bir sayarak sanki yaratıkların görme ve işitmesiyle, Allah’ın,
görme ve işitmesini aynı şeymiş gibi muhkemleştirerek. Allah’la kullar arasında eşitlik
kurmaya çalışıyor, böylece yaratıklarda Allah gibidir iddiasında bulunuyor. Hal bu ki,
Allah’ın görme ve işitmesi kainata hakkıyla vakıf olması, hiçbir şeyin hiçbir özelliğiyle
ondan gizlenememesi demektir, haliyle bu kapsama görme ve işitme de girmiş olur fakat
bu kulların görme ve işitmelerinden ayrıdır. Allah’ın görme ve İşitmesiyle, kulların görme
ve işitmesi hiçbir surette bir birlerine misil olamaz, misil olarak düşünmek kulları Allah’a
ortak koşmak demektir. Bundan dolayı özellikle, Allah’ın zatı konusundaki muhkem
ayetleri esas almadan, kesinlikle müteşabih ayetlere mana verilmemelidir. Aksi bir
davranış, Kuran’a uygun olmuş olmaz. (Ek bilgi olarak başta işlemiş olduğum Vehhabiler
konusuna bakılabilir.)
Muhyiddi-i Arabi’nin, dolayısıyla sofistlerin şaşırtmalı, aslında aptalca mantıklarına
dikkat etmek lazımdır.Örneğin; şöyle derler. Allah var mı, var. Yaratıklar var mı, var.
Bunu dedikten sonra da. Var olma özelliğini esas alarak Allah’la yaratıkları bir sayar.
Birisi çıkıp ta bunlardan birine, domuzlar var mı, var. Sen varmısın, varsın. O zaman
sende domuzsun derse kabul etmez hemen red eder. Bunlar ise kainatla birlikte, kainatta
bulunan her çeşit pisliği ilâh saymakta mahzur görmezler. “Sen yere gömüldüğün vakit
O’nun içindesin, O senin zarfındır.” Sözleri, Kuran’a göre açıkça, Allah’a şirk koşmadır.
Zaten kendiside bunu inkar etmeyerek, Nûh peygamberi suçlamakta ve putperestleri
savunmaktadır. o putperestler ki, Allah onlara gazap ederek, Tufanla dünya hayatından
yok etmişti; ve Kuran’da onlar için şöyle denmiştir, mealen :

- Andolsun Nûh’u da kavmine gönderdik: “Ey kavmim, dedi, Allah’a ibadet edin,
sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizi büyük bir günün azâbın(ın
inmesin)den korkuyorum.” 7/59

- Kavminden ileri gelen bir cemaat dedi ki: şüphe yok biz seni apaçık bir sapıklık
içinde görüyoruz. 7/60

- Dedi ki: Ey kavmim!. Ben de hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rab'bi
tarafından gönderilmiş bir elçiyim. 7/61

- Size Rabbimin vahyettiklerini -dinine ait hükümleri- tebliğ ediyorum ve size öğüt
veriyorum ve ben Allah Teâlâ'dan sizin bilmediklerinizi biliyorum. 7/62

- Yoksa size Rab'biniz tarafından sizden olan bir zat vâsıtasıyle -sizi korkutmak için
ve sizin de sakınmanız ve rahmete erebilmeniz için- bir zikrin gelmesine mi şaştınız?
7/63
549

- Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide olanları
kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanı da suda boğduk. Çünkü onlar bir kör kavim
olmuşlardı. 7/64

Müşrikleri övüp, peygamberleri suçlayıp, kötülemek yalnız Muhyiddi-i Arabi’ye has bir
durum değildir, bu zihniyet her şeye Allah diyen sofuların temel özelliğidir. Örneğin; bu
hususta Mevlana şöyle diyebilmektedir :

“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey saf kişi! Firavun’un,
Musa’dan nefretini, sen, Mûsa’dan bil! ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna,
M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Sayfa 199).

Bu sözleriyle, Mevlâna Musa peygamberi suçlayıp Firavun’u haklı görmektedir.

Daha önce de belirttiğim gibi sofist hiçbir değere inanmayan ve hiçbir şeyi hakikat olarak
kabul etmeyen bir avcıdır. Avlamış olduğu mürid ise psikolojik konum olarak olaylara
biraz daha farklı yaklaşım içerisinde olup, kendisine hakikat olarak kabul ettirilen
şeylerde, hakikat imişler gibi inanıp bağlanma durumundadır. Böylece tasavvuf inancı
içerisinde, sofu ile mürid ilişkisi, başka bir ifadeyle, avcı av ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Bu
konum içerisinde muridin sofiye uyum derecesine göre kaçınılmaz olarak sofiye bir takım
soruları olacaktır. Veya mürid olmamalarına rağmen, tasavvuf dışındaki bazı kimselerin,
tasavvuf inancındaki öğretilerle ilgili olarak bazı soruları olacaktır. Bu soruların en
belirginleri İslam etiketi altında faaliyet sürdüren sofulara sorulan şu sorulardır :

1- Madem ki, Vahdet-i Vücûd nazariyesine bağlı olarak her şey Allah’tır diyorsunuz, o
zaman varlık içerisinde mevcut olan pisliklerin, örneğin, laşe, domuz, şarap gibi akla gelen
tüm pisliklerin durumu nedir? Çünkü kaçınılmaz olarak bunlarda varlığın birer
parçasıdırlar.
2- Madem ki, iyi ve kötü diye bir şey tasavvuf dolayısıyla sofizim inancında yoktur. O
zaman İslam dininde neden bir kısım kimselerin yaptıkları övülmekte ve Cennet’e layık
görülmekte olup, diğer bir kısım kimselerin yaptıkları kötülenmekte ve Cehenneme layık
görülmektedirler?

Bu iki soruya sofistlerin en önde gelen önderlerinden Muhyiddi-i Arabi, Fusûs ül- Hikem
isimli kitabında şu şekilde cevap vermektedir:

“IV Fass : İdris kelimesinde ki Kudsi Hikmet’in özü.”


“- Hakikat budur ki Hâlik, Mahlûktur ve yine Hakikat budur ki Mahlûk, Halik’tir.
Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde
olan varlıklardır.”
“Eğer biri çıkarda da, bütün güzel ve çirkin şeylere hangi nazarla bakalım? Pislik ve lâşeyi
gördüğümüz vakit onlara Tanrı mı diyelim? Yolunda bir sual soracak olursa biz deriz ki
Allah bunlardan bir şey olmaktan ve yücedir. Bizim sözümüz pisliği pislik, lâşeyi lâşe
olarak görmeyen kimseyedir. Belki hitabımız kalp gözü açık olup kör olmayanlaradır.
(Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 13/XI/1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev.
Nuri Gencosman, Fas. IV.)
550
Bu cevabın Kuran’a uymadığı gibi çelişkilide olduğu açıktır, hem her şeyi
Allah olarak kabul edecek, hem de ortamı idare yollu olduğu açık olan istisnai bakış öne
sürecek bu İslam’a göre kabulü mümkün olmayan boş bir iddiadır, zaten kendiside bu
sözü neye göre söylediğini izah edemediğinden, kalp gözü açık olanlar gibisinden bir
takım sözlerle geçiştirmeye ve İslami inanca göre uygun olmayan iddialarını kabul
edenleri aklınca açık kalpli olmakla taltif ediyor.

Cehennem konusundaki sözleri de ibret verici olduğu gibi, hedeflediği kimselerinde ne


kadar Kuran’dan uzak ve Kuran’ı anlamamış kimseler olduklarının bir göstergesi
durumundadır. Aynı zamanda Kuran’a aykırı olarak söylemiş olduğu diğer sözlerde bu
kitlenin durumunu belirlemeye yeterlidir. Zira, Kuran’ın İslam dini öğretisine iman etmiş
bir kimse bu sözleri kabul edemez, iddia ettiği sözleri bu konuda şöyledir :

“VII Fass : İsmail kelimesindeki ali hikmetin Aslı.”


“Şiir
- Hakk’ın yalnız va’dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair
açık bir alâmet yoktur.
-Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için zevk ve lezzet vardır. O
da onlar için bir cennettir.
- Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez, ikisi de birdir amma
aralarında tecelli farkı vardır.
- Onların cennetlerinin tatlılığından dolayı azap denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet
için bir kabuk gibidir. Kabuk özü koruyan bir şeydir. (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim
Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. VII .)
(Mütercim “Arap dilinde Azap, Azp kökünden gelir, Azp tatlı ve şirin demektir şeklinde
bir izahta bulunmaktadır. Azap kelimesiyle Azp kelimesi aynı manaya gelen kelimeler
değildir. Böyle bir izahın Arap luğatı açısından ciddiye alınacak bir önemi yoktur.
Cehennem azabı Kur’an’da kendisinden zevk alınmayan müthiş bir acı olarak
belirtilmiştir.
“- Hakk’ın yalnız va’dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair
açık bir alâmet yoktur.” demesi, (aslında sofist bir yönden de alay ediyor) bu konuda
Kuran’dan mealen :

- Sakın, Allah’ı peygamberlerine verdiği sözden cayar sanma! Çünkü Allah daima
üstündür, intikam alandır! 14/47

- Allah Kuluna kâfi değil midir?. Ve seni ondan başkalarıyla korkutuyorlar. Ve


Allah kimi sapıklığa düşürürse artık onun için bir hidayet rehberi yoktur. 39/36

- Ve kime ki, Allah hidayet ederse artık onun için bir sapıtıcı yoktur. Allah, her şeye
galip, intikam sahibi değil midir? 39/37

Görüldüğü gibi, Allah intikam alıcıdır ve verdiği hiçbir sözden dönmez, Kuran’dan
mealen :

- Ey Rabbimiz!. Şüphe yok ki insanları kendisinde şüphe olmayan bir gün için
toplayan ancak sensin, şüphe yok ki. Allah Teâlâ sözünden dönmez. 3/9
551
Kuran’ın bütün haber verdikleri meydana gelen ve gelecek olan kesin gerçeklerdir. O
bir şaka değildir, Kuran’dan mealen :

- Dönüşü olan göğe andolsun. 86/11

- Yarılan yere andolsun ki, 86/12

- O (Kuran) elbette (hak ile bâtılı) ayırt edici bir sözdür. 86/13

- O, şaka değildir. 86/14

- Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar. 86/15

- Ben de (onları yakalamak için) bir tuzak kuruyorum. 86/16

- Hele sen o kafirlere mühlet ver, biraz bırak onları (başlarına gelecek olanları
görecekler. ) 86/17

Sofistin, Cehennem için tatlı, lezzetli ve Cennet gibi hoştur demesine gelince. Bu konuda
Kuran’dan mealen :

- Yâ şimdi Rab'binden bir açık delil üzerine olan kimse, kendisine kötü âmeli güzel
görünen ve hevalarının ardına düşmüş kimseler gibi olur mu? 47/14

- Takva sahipleri için vâ'd olunan cennetin sıfatı, onun içinde bozulmamış sudan
ırmaklar ve tadı değişmemiş sütten ırmaklar ve içenler için lezîz, şaraptan ırmaklar
ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır ve onlar için orada her türlü meyvelerden
vardır ve Rab'lerinden yarlıganma da vardır. -Artık böyle zâtlar- âteşte ebedîyen
kalan ve pek kaynar sudan içirilip de bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?
47/15

- Ve Rab'lerini inkâr etmiş olanlar için cehennem azabı vardır. Ve ne kötü gidilecek
yerdir o! 67/6

- Oraya atıldıkları zaman, kaynar haldeki uğultusunu işitirler. 67/ 7

- Neredeyse öfkeden çatlayacak olur. Bir topluluğun oraya her atılışında, oranın
bekçileri onlara “size bir uyarıcı gelmedi mi? diye sorarlar. 67/8

- Dediler : “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve : ‘Allah hiçbir şey
indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.” 67/9

- Ve dediler ki : “Eğer biz ( onların sözlerini) dinleseydik, yâhut düşünüp anlasaydık,


şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!” 67/10

- Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık (Allah’ın rahmetinden) uzak olsunlar, o


alevli cehennem ehli. 67/11
552
- Fakat görmeden Rablerinden korkanlar var ya, işte onlar için
bağış(lama) ve büyük mükâfat vardır. 67/12

Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla

- Bir isteyen, başlarına gelecek azâbı istedi. 70/1

- Kâfirlerin; ki onu savacak yoktur. 70/2

- ( O azâb) yükselme derecelerinin sâhibi Allah’tandır. 70/3

- Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir. 70/4

- Şimdi sen güzelce sabret. 70/5

- Onlar onu uzak görüyor(lar). 70/6

- Biz ise onu yakın görüyoruz. 70/7

- O gün gök, erimiş bakır gibi olur. 70/8

- Dağlar (atılmış) renkli yün gibi olur. 70/9

- Dost dostun hâlini sormaz. 70/10

- Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdine düştüğünden başkasıyla


ilgilenmez). Suçlu ister ki o günün azabından (kurtulmak için) fidye versin oğullarını,
70/11

- Karısını ve kardeşini, 70/12

- Kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm âilesini, 70/13

- Ve yer yüzünde bulunanların hepsini (versin) de tek kendisini kurtarsın. 70/14

- Eğer yeryüzünde bulunanların tümü, ve onun bir misli daha zulmedenlerin olsaydı,
kıyâmet günü o kötü azâbdan (kurtulmak için) onu mutlaka fidye verirlerdi. (çünkü)
hiç hesâb etmedikleri şeyler, Allah’tan karşılarına çıkmıştır. 39/47

- Kazandıkları (yaptıkları) kötülükleri onlara görünmüştür ve alay ede geldikleri şey


onları kuşatmıştır. 39/48

Görüldüğü gibi cehennem hiçte sofistin iddia ettiği gibi bir eğlence ve mutluluk yurdu
değildir. Ve Allah mutlaka sözünde duran ve mutlaka öç alandır. Azap sözü verdiklerini
mutlaka azaplandıracaktır. Bunun aksini söylemek Kuran’daki gerçekleri inkar etmek ve
onlarla alay etmektir. Kuran, Allah sözü olup alay edilmekten uzak olduğu gibi, O asla bir
şaka değildir.
Cehennem, cennet gibi hoştur demesinin aksine Muhyiddin-i Arabi 10’nuncu fasta, bu
553
sefer cehennem azabını gerçek acı veren bir azab olarak kabul etmesine rağmen bu
azabın ortadan kalkacağını ve azabın ortadan kalkmasının verdiği rahatlıkla cehennem
ehlinin zevk içinde olacağını söyleyerek evvelki iddiasını sulandırma ve kavram
kargaşasına girişiyor.

Şöyle demektedir :

“X Fass : - Cehennemliklerin durumu-”


“Zevk ve nimet, ya çektikleri azabın ortadan kalkmasıyla olur ki bu suretle o azaptan
kurtulmaktan duydukları rahat onlar için bir zevk sayılır. Yahut cennet ehli olanların nimet
ve sıfatları gibi onlara ayrıca bir nimet verilir.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı
1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. X .)

Bu iddiasının da Kur’an’a uymadığı konusunda, Kur’an’dan mealen :

- Suçlular, cehennem azâbında ebedi kalacaklardır. 43/74

- Kendilerinden (azâp) hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azâb içinde ümitsizdirler!


43/75

- Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim idiler. 43/76

- (Cehennem muhâfızına) : “Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! (bizi yok etsin)
diye seslenirler. (Mâlik) : “Siz kalacaksınız (hiçbir sûrette buradan kurtuluş yok).”
dedi. 47/77

- Ateştekiler, cehennem bekçilerine dediler ki : (ne olur) Rabb’inize duâ edin de hiç
değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin. 40/49

- (Bekçiler: ) Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar
da : Getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise) : O halde kendiniz yalvarın, derler.
Halbuki kafirlerin yalvarması boşunadır. 40/50

- Çünkü onlar bir hesap (görüleceğini) ummuyorlardı. 78/27

- Bizim âyetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı. 78/28

- Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. 78/29

- (Şimdi) tadın (yaptıklarınızın tadın)ı artık size azâptan başka bir şey
arttırmayacağız! 78/30

Görüldüğü gibi iddiası Kur’an’a uymamaktadır, sofistlerin iddiaları ve zihniyetleri temelde


bu şekildedir her ne kadar birçok örnek daha vermek mümkünse de sadece tekrar
olacağından, anlamak isteyen kimseler için bu başlıkta yukarıdaki örnekler yeterlidir
kanaatindeyim.

SOFUNUN SANATINI İCRA EDERKEN HANGİ DAVRANIŞLARA GİRDİĞİ


554
KONUSUNDA

Sofunun halkla kurduğu ilişkilerde sanatını icra ederken hangi davranışlara girdiğini
tanıtmaya da. ihtiyaç vardır. Vahdet-i Vücûd inancına dayanan tasavvufun temel
özellikleri yukarıda anlattığım hususlardır, bu temel özellikler üzerine inşa edilmiş ek
yapılar ve dallandırmalar çok çeşitli ise de bunlar öze tesir etmeyen hatta bu düşünce
sistemini anlamak için ayıklanması gereken fazlalıklardır. Bu kalıplar içerisinde her sofu
kendisine göre bir meşrep ortaya koymuş ve uygulamalarını kendisine göre
özelleştirmiştir. Bu konularla ilgili olarak, Abdülbâki Gölpınarlı şöyle demektedir :

“Bilhassa İbn-i Arabi’den sonra onun yolunu tutarak onun gibi terim icadına tutulan
sûfiler, bu inancı, ellerinden geldiği kadar anlaşılması güç ve hele hayali masalları bol,
müntesiplerinin her sözü isabet, her işi keramet bir hale getirmişler, bu inançlara,
inanılmayacak dallar, budaklar eklemişlerdir.”
“Varlık Birliği (Vahdet-i Vücût) inancı, bir içkidir, içki nasıl içenin karakterini belirtir,
meyillerini ortaya koyar, isteklerini dile getirirse Varlık Birliği inancı da bu inancı
benimseyenin karakterini belirtir, meyillerini ortaya koyar, isteklerini dile getirir ve sûfinin
şahsiyeti bur da işe karışır.
Öyle sûfi vardır ki hayata, hayattaki zevklere pek bağlıdır. Bu neşeye sahip olunca bütün
suçları, yapılmaması emredilen şeyleri hiçe sayar ve zaten de inancı dolayısıyla bunlar
onca hiçtir artık ve bütün buyruklar, âlemin düzenini temin içindir; kendisini zevke atar,
bu kayıtlardan üstün olduğuna inanır.
Öyle sûfi vardır ki kâinatı, Tanrı bilgisinde sabit olan bilgi sûretlerinin tecellisi olarak
kabul etmekle işe girişir, bütün âlemi bizzat Tanrı olarak tanımakla işi sona vardırır. Onca
Mutlak Varlık Kayıtlara bürünmüş, âlem sûretinde zuhur etmiştir. Âlemin iç yüzü, mânası,
Tanrıdır. Fakat yüceliği olgunluğu, kuvvet ve kudreti tek sözle Tanrılığı bu kesafet
âlemindedir. Âlem, âdeta suyun donup buz oluşuna benzer, Allah da buz haline gelen
sudur. Âlemle Tanrı arasındaki fark bundan ibarettir. Bu bakımdan kâmil insana uymak,
Tanrıya uymaktır. Gerçek kıble odur ancak. Âlemde neye tapılırsa tapılsın ve kim sevilirse
sevilsin, tapan ve tapılan, seven ve sevilen Tanrıdır.

Öyle sûfi vardır ki her şeyi Tanrı tecellisi görür, İsâlaşır, sağ yanağına vurana sol yanağını
çevirir. Kendisine zulmedene lütufla muamelede bulunur. Hiçbir şeye itiraz etmez, her
şeyi hoş görür. Onun işi, ancak tecellileri seyredip mücadelelerle alay etmektir.

Öyle sûfi vardır ki felsefeyi tamamıyla reddeder, hayali bir idealizmle hayalât âlemine
dalar. Göklere çıkar, melekût âlemini anlatır, geçmişlerle yüz-yüze gelir, geleceğin tarihini
yazar, kerametler gösterdiğine inanır ve inandırır. Yeryüzünü bilmez, gökleri arşınlar.
Ayağının dibindeki kuyuyu görmez, gökyüzündeki filân yıldızda gezdiğini söyler,
oralardaki şaşılacak şeyleri anlatır.

Öyle sûfi vardır ki felsefeyi reddettiğini sanır, fakat onun, tasavvufu yoğuran birçok
esaslarını aynen alır. Yahut felsefeyi reddetmez, bir felsefi mezhebi benimser, tasavvufu
onunla uzlaştırır, sûfi bir filozof olur, mülhitlikle tanınır, yalnız şeriatçılar tarafından değil,
tarikatçılar tarafından da kınanır.

Öyle sûfi vardır ki bütün bunları, ya adam-akıllı, yahut yarım-yamalak bilir, fakat ne olur-
ne olmaz diye bir türlü şeriat kayıtlarından kurtulamaz. Hattâ o kayıtlara biraz da tarikat
555
türlerini katarak katmerli bir yobaz kesilir. Yahut da Varlık Birliğini, görülüp
geçilmesi gereken bir hayal sayar, o inancı güdenleri küçümser, onda ısrar edenleri kâfir
sayar.

Öyle sûfi vardır ki kendisini zamanın sahibi, vaktin peygamberi görür, Bu inancını,
anlaşılır bir halde açıklar. Mehdiliğini ortaya atar, dünyayı, gerçek dünya, zamanı, âhir
zaman, zuhuru, bütün çıplaklığıyla Tanrı zuhuru yapmaya, âhiretle dünyayı birleştirmeye,
adaleti yaymaya kalkışır. Mâdemki Tanrı, dilediğini insân-i kâmille yapar, değil mi ki
kendisi zamanın sahibidir ve dileği olacaktır, şu halde gizlenmeye lüzum yoktur. Ortaya
atılır, ya can verir, yahut zamanında, saltanatını görür.

Öyleleri de vardır ki bütün zıtları bir potaya koyup eritir. Ne küfürle mukayyettir, ne
imanla. Ne dine bağlanmıştır, ne de mezhebe. Fakat uzlaştırıcı bir tabiatla zâhiri de korur.
İşlerini ve sözlerini inceleyen, hakkında tam bir kesin hükme varacakken bu hükme
büsbütün aykırı başka bir işine, başka bir sözüne rastlar. Gene de her işi yerindedir, her
sözü, kime söylüyorsa onun hâline ve derecesine uygundur. Zıtları birleştirmekle
Tanrılığını gösterir, kullukla efendiliğini izhar eder. Fakat renksizlik âlemini yurt
edinmiştir, şekilsizlik şeklini benimsemiştir. Aktığı yerin rengini alır, geçtiği arkın şeklini
gösterir. Yatağını da kendi kazar, geçidini de kendi yapar.

Görülüyor ki tasavvuf birdir, fakat mümessillerindeki telâkkilerde şahsiyeti yoğuran tarihi


- İçtimai ve iktisadi şartların, ferdi yetiştiren zamanın ve ferdin mensub olduğu topluluğun
büyük rolleri olduğu gibi topluluğa hız veren, inancından ve topluluktan aldığı güçle
hamleler yapıp, o inancı ve topluluğu başka şekle sokan şahsiyetin de büyük rolü vardır.
Sûfiler, bu önemli özelliği ihmal etmemişler, sûfideki karaktere ve bu karakterin
tezahürüne <<meşrep>> demişler, bazı büyük sûfiler arasındaki aykırılığı bununla izah
etmişlerdir ki tamamıyla doğrudur.

Bundan dolayı her büyük sûfinin tasavvufunu, bir yönden değil, bir çok yönden ve meşrep
bakımından incelemek gerekir. Yoksa esası bir olan tasavvufu benimseyen herhangi bir
sûfinin yaşayışı ve yaptığı iş, incelenirken tek taraflı ve yalnız inanç bakımından yapılan
inceleme ve sûfinin şahsiyetini ihmal, insanı pek yanlış son-uçlara götürür, yahud da
hiçbir son-uça götürmez, yazılan yazılar, su üstüne yazılmış olur.” (Mevlânâ Celâleddin,
İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 166 - 167.)
Bir sofiste bakarken yukarıdaki tablo meşrebi konusunda teşhis yapmakta faydalıdır.

YUKARIDA BAHSİ GEÇEN KONULARLA İLGİLİ BAZI SOMUT ÖRNEKLERİ


SIRALAYACAK OLURSAM, ŞÖYLE Kİ:

1- Sofunun sevgi iddiasında bulunurken aslında kendini sevdiğini şu ifadelerden


anlaya biliriz.
“Makamda kıldığım namazlar onadır.
Ve şahit oluyorum ki o da bana namaz kılıyor.
Her ikimiz de namaz kılan ‘bir’iz;
Secde etmekte kendi hakikati. Her secdede ‘bir’ olarak.
Bana namaz kılan, benden başkası değil.
Her secdede namazım da, benden başkasına değil.
556
Ben O’yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi.
Benden bana elçi olarak gönderildim.
Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti.”
(İbn - Teymiyye Külliyatı, Tevhid Yayınları Cilt 2 sayfa 356. 1987 baskısı. )

Yukarıda ki sözler İbnu’l - Fârız’ın <<Nazmu’s - Sülûk>> diye isimlendirdiği kasideden


alınmıştır. Bu sözlerinde ilâh olduğunu iddia eden ibnu’l - Fârız “Aksine zatım, zâtımı
sevdi demekle de, sevdiğinin aslında bizzat kendi şahsından başkası olmadığını açık
olarak ifade etmektedir.

2- Sofunun din tanımaması, her türlü kayıttan uzak olması ve mal sevgisiyle ilgili
olarak :
“Bâzı meşâyihe sordular :
- Bu dünyayı kötülersiniz. Lakin verenlerin verdiklerini <<yeter>> demeksizin alırsınız.
Cevap verdiler ki :
- Cehennemden alır cennete sarf ederiz.”
(Müsekkin - Nüfus, Arslan yayınları 1991 baskısı, sayfa 95 Yazan Eşrefoğlu Rumi. )

Her ne kadar bu gibi sözlerle murislerden mal alıp fakirlere dağıtıkların intibaını vermek
istiyorlarsa da, mal veren murislerini cehenneme, malı harcayan kendilerini cennete
benzetmeleri, gerçek düşüncelerini ortaya koyar. Zira düşünceleri hiçbir zaman İslami
saha içinde değildir, şöyle ki :
“Müslümanlığın kâfirliğin dışında bir ova.
Uçsuz bucaksız ovada sevdamız uzar gider.
Anlayan var mı usulca başını kor.
Ne Müslümanlığa yer var, ne kafirliğe yer.”
(Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki
Gölpınarlı, sayfa 298.)

İnançlarını ortaya koymak için, “Ne Müslümanlığa yer var, ne kafirliğe yer.” diyerek
ortaya koymaktadırlar. Bu sofizmin temel mantığıdır. Aynı manada olmak üzere, Yunus
Emre şöyle demektedir:
“Din ü millet sorarısan aşıklara din ne hâcet
Âşık kişi harâb olur âşık bilmez din diyânet.
Âşıkların gönli gözi maşuk diye gitmiş olur
Ayruk sûredde ne kalur kim kılıser zühd ü tâat”
(Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr.
Faruk K. Timurtaş, sayfa 12.)

Yunus Emre bu beyitlerde, kendisi için bir dine ihtiyaç olmadığını. “Ayruk sûredde ne
kalur kim kılıser zühd ü tâat” ifadesiyle kendisinin Allah’tan başkası olmadığını, bundan
dolayı zahitlik etmesinin ve ibadet etmesinin bir manası olamayacağını ifade etmekte ve
bu gibi şeyleri red etmektedir.

3- Sofuların Muridlerine vermiş oldukları bir takım İslâm dışı güvence örnekleri :

“Ben hakikaten varlığın kutuplarının kutbuyum.


557
Diğer bütün kutuplar üzerinde izzet ve saygıdeğerliğim vardır.
Bütün tehlike ve korkunç hallerde bize tevessül et,
Varlık ve eşya içinde himmetimle senin imdadına koşarım.
Ben müridim için korktuğu şeylere karşı koruyucuyum,
Onu her türlü şer ve fitneden muhafaza ederim.
Muridim ister doğuda, ister batıda olsun,
Hangi beldede bulunursa bulunsun onun yardımına uzanırım. (Füyûzât-ı Rabbaniye, Bedir
Yayınevi 1995 baskısı, sayfa 59 , Abdulkadir Geylani )

İslam dininde, dua ancak Allah’a yapılır. Allah dışında dua yoluyla bir kimseden bir şey
istenmesi, o kimseyi ilâh kabul etmek demektir. Hele bir insanın, ölüp gitmiş bir insandan
dua yoluyla bir şey istemesi aynı zamanda boş bir rezalettir. Kuran’dan mealen :

- (Rabbımız!) Ancak sana ibadet eder ve ancak senden medet isteriz. 1/4

Kafirlerin, Allah dışında bir takım kimselere duâ edip yalvarmaları muhakkak boşunadır.
Bu konuda Kuran’dan mealen :

- Hak olan duâ, yalnız O’na (Allah’a) yapılır. O’ndan başkasına duâ edenlere
(yalvarıp yakaranlara), onlar hiçbir şekilde cevap veremezler. Bu, ağzına gelmesi için
suya avuç açan kimse gibidir ki, su, ona aslâ gitmez. İşte kâfirlerin duâsı da, böyle
boşunadır. 13/14

- De ki : “Allah’tan başka yalvardığınız ortaklarınızdan haber verin; yer yüzünden


neyi yaratıklarını bana gösterin”. Yoksa onların, göklerin yaratılışında ortaklıkları
mı var? Yoksa onlara bir kitap verdik de, o kitaptan bir delilleri mi var? Hayır, o
zâlimler, birbirlerini aldatmaktan başka bir va’dde bulunmuyorlar. 35/40

Bu konuda en çok vaadte bulunanların başında sofular gelir, Neler Va’d etmiyorlar ki,
örneğin :

“Ey müridim aramızda ahdi koruyucu ol!


Olayların meydana döküleceği gün ben de terazi başında hazır olayım!..
Eğer terazi cimrilik yapacak olsa, Allah’a and olsun ki o,
İnayetimin ta kendisiyle, hakikat lütfuyla (cömertliğe) nail olacak! (Füyûzât-ı Rabbaniye,
Bedir Yayınevi 1995 baskısı, sayfa 74 - 75 , Abdulkadir Geylani )
Bur da, Ahiretteki hesap terazisinden bahsederek, terazinin kendi hakimiyetinde olduğunu
ileri sürüyor, ve bu güvenceyle, Ahirette hesaba çekileceğine ihtimal veren ve aynı
zamanda Kuran konusunda cahil kimseleri avlamaya çalışıyor.
Bir müridi ölmekten mi korkuyor, bu konuda ona güvence vermek sofu için sıradan
işlerdendir. Örneğin :

“(Veli diye tanımladığı kimseler konusunda) Yer onların hürmetine durur.. Sema onların
duasıyla açılır... Ölüm, onların kararıyla olur... Bu salahiyeti onlara Mevlâ vermiştir.”
Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları, Abdülkadir Geylani S.46).
Hal bu ki ecel konusunda Kuran’da şöyle denmiştir, mealen :
558
- Allah, süresi geldiği zaman hiçbir canı ertelemez. Allah, yaptıklarınızı haber
alandır. 63/11

Görüldüğü gibi, sofistin iddiası Kuran’a aykırıdır ve sofistlerin bu gibi daha birçok boş
vaatleri vardır.

4- Sofuların İslâm’a bağlı muttakiler olarak gözükmesi :

Sofuların kendilerine mürid sağlamak ve bazen de sıkıştıklarında durumu kurtarmak


amacıyla, kendilerini Kuran’a bağlı birer muttaki olarak ortaya koymaları :

NİYAZ-İ MISRİ’NİN KUR’AN’I ÖVMESİ


“Kemal-i devlet istersen oku âyat-ı Kur’an-ı
Ki her harfin içinde var Niyazi bin dürr-i yektâ”
(Dürr-i yekta = Biricik eşsiz inci )

Şeriatı övmesi :

“Sakın canâ sakın onlara uyup


Deme sen de n’olasıdır şeriat
Şeriatsız hakikat oldu ilhad
Hakikat nur ziyasıdır şeriat
Ziya olmaz ise nuru da yok bil
Hakikatle kıyasıdır şeriat
Cihana bir veli hiç gelmez illâ
Elinde anın asâsıdır şeriat.
....
Cemi-i enbiya vü evliyanın
Niyazi rehnümasıdır şeriat”
(Rehnüma = Yol gösterici, kılavuz. )

Peygamberi övmesi

“Doğdu ol sadr-ı risalet bastı ferş üzre kadem


Saldı ol nur-ı nübüvvet pertevin fevka’l - ümem.

Çalınıp tab-ı beşaret geldi şah-ı enbiya


Gulgule doldu cihana kondu ol sâhip alem.

Nur-ı vechinden alındı encüm ü şems ü kamer


Bahr-ı ilminden bilindi hikmet-i levh u kalem.
(Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitapevi, sayfa 20-31-158. )

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN’İN KUR’AN’I VE


PEYGAMBERİ ÖVEREK BAĞLILIĞINI BİLDİRMESİ:

“Men bende-i Kur’ân’em eğer can darem


Men hâk-i reh-i Muhammed-i muhtârem
559
Ger nakl kuned cuz in kes ez goftârem
Bizârem ezû vu zon suhen bizarem.”
Manası : Hayatta oldukça Kur’an’a kulum, seçilmiş Muhammed’in yoluna toprağım.
Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz nakil ve rivayet ederse ondan da bizârım, o
sözünden de. (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım.
Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 204.)

Muhyiddin-i Arabi’den bazı sözler :

“Kur’ân, isnâd edilecek en kuvvetli delil’dir...”


“Ben Hz. Peygamberden daha güzel bir öğretici görmedim...” (El - Futûhât El - Mekkiyye,
Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990
sayfa 26-87. )

Yunus Emre’den namaz kılmaya teşvik :

“San’atün Yiğreği çün namaz imiş hoş pişe


Namaz kılan kişide olmaz yavuz endişe

Tanlacak turı gelgil elini suya urgıl


Üç kez salâvat virgül andan bakıl güneşe
Allah buyruğun dutgıl namâzun kılıp gitgil
Namâmazın kılmayınca zinhâr varmagıl işe
Evünde helâlüne beş vakit namâz öğretil

Öğüdün dutmaz ise yazuğu yokdur boşa


Namâz kılmaz kişinin kazanduğu hep harâm
Bin kızılı var ise birisi gelmez işe
Namâz kılmayana sen müslümandır dimegil
Hergiz müslüman olmaz bağrı dönmişdür taşa
Yûnus imdi namâzun komagıl sen kıla gör
Ansuzın ecel irer ömür yetişir başa.”
(Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr.
Faruk K. Timurtaş, sayfa 185.)
Çok ender olmasına rağmen, yazılı nüsha olarak sofular çifte standart olmak üzere bu gibi
sözleri kendi amaçlarında kullanmak için zaman zaman kitaplarına yazmışlardır.

5- Mezhepler arası ihtilafları kullanarak, mürid kazanmak amacıyla, hedefledikleri


mezhebin temel inanç noktasından hareketle, o mezhepten görünme amaçlı sözleri: :
Cebriyeciliği desteklemeleri :

Ahmed’el Rufi-i şöyle demektedir:


“KADERE İMAN
Efendiler!
Âlem ikiye bölünse, bir kısmı beni güzel kokulara boğsalar, diğerleri de beni makaslarla
kıtır kıtır kesseler, benim nazarımda her ikisi de birdir.
Ne birincilerin itibarı artar, ne de ikincilerin değeri düşer; çünkü bilirim ki, bütün bunlar
560
mukadderat’ın bir neticesidir.” ( El - burhân’ül Müeyyed, Pamuk Yayınları
Gavsul A’zam Ahmed’el Rufâi , sayfa 49 Basım 1975).

Abdülkadir Geylani şöyle demektedir :


“ŞEYTANLA BİR KONUŞMA”
“Rüya gördüm.. Büyük bir topluluk içindeydim.. Şeytan da orada idi.. Onu öldürmek
istedim, bana şöyle söyledi :
- << Beni neden öldürmek istiyorsun?.. Benim ne günahım var?.. Eğer bir şey şer
olacaksa, onu hayra çeviremem.. Yine bir şey hayır olarak kalacaksa onu da şer yapmağa
gücüm yetmez.. Benim elimde ne var? >> .” (Abdülkadir Geylani, Fütûh’ül - Gayb, Bahar
Yayınları 1983 sayfa 63. )

Mevlânâ Celâleddin şöyle demektedir :


“Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç
vurabilsin!
Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir.
O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur.
Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!” (Şark İslâm
Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 309-310
b.3889 - 3892. )
Yukarda görüldüğü gibi, tasavvuf mesleğinin önde gelen üç meşhur sofu’su kader
konusunda Cebriyecilik yapmaktadırlar fakat bu öbür mezheplerin içinde yer
almayacakları manasında da değildir.

Görüldüğü gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç ve
suçlu yoktur, aslında bu iddia sofizmin temel mantığına da uygundur, zira onlara göre
hakikat diye bir şey yoktur, her şey birdir.
Hal bu ki, İslâm dininde, iyi ve kötünün varlığı, sabit bir gerçeğin ifadesidir. Bu konuda
Kuran’dan mealen :

- Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve yaşamlarında kendilerini, İman edip iyi


amaller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!
45/21

- De ki : “İyi ve temiz olan şeyle, kötü ve pis olan şey, tuhafına git sade (bu böyledir).
Bu itibarla, ey akıl sahipleri, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz. 5/100

- Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri,
fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor. 16/90

- Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara
elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter. 4/79

- Onlar bir kötülük yaptıkları zaman : “Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize
bunu emretti” derler. De ki : Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz? 7/28

6- Sofuların kendilerinin, Nebilerden ve Velilerden üstün olduklarını söylemeleri :


561
Sofuların, uyguladıkları avlanma yöntemlerinden biride, muridlerine
güvence verme açısından nebilerden ve tüm evliyadan daha üstün olduklarını
söylemeleridir, Şöyle ki :

Sofuların peygamberlerden üstün olduğunu söyleyenlerin başında Muhyiddin-i Arabi


gelir. İddia ettiğine göre, “nasıl ki son nebi varsa, son velide vardır. Peygamberde
nübüvvet ve velilik birlikte idi, fakat peygamberin veliliği peygamberliğinden üstündü,
böylece evliyalık peygamberlikten üstün olmuş olur. Peygamber son nebi olması hesabıyla
bütün nebilerden üstündür. Fakat son veli değildir, son veli kendisi yani ‘Muhyiddin-i
Arabi’ olması hesabıyla da bütün peygamberlerden üstün olmuş olur.” Muhyiddin-i
Arabi’nin iddiası bu şekildedir. Kısacası ben son veliyim ve peygamberler dahil
yaratılmışların en büyüğüyüm demektedir.

Bu iddiasıyla ilgili bazı örnekler şöyledir:

“İbni Arabi yaradılışı tecelliler şeklinde izah ediyor. Burada Plotinus’un südûr
nazariyesinden ilham aldığı anlaşılmaktadır, fakat tecelli olayı sürur’dan farklıdır.
Varlıklar âlemi << Bir>> olan Tanrı’dan südûr halinde çıkmış ayrı ayrı var oluşları temsil
etmez. Gördüğümüz farklılıklar Allah’ ın değişik kemal derecelerinin tecelli etmesinden
ibarettir. Allah’ın hakikati cansız maddelerde çok aşağı derecede tecelli etmiştir ; O’nun
en yüksek derecede tecellisi << insan-ı kâmil>> dedir. İnsan-ı kâmil hakikatlerin hakikati
veya Muhammed’in hakikatinin tezâhür ettiği insan demektir. İbni Arabi burada
Plotinus’daki ilk akıl’a hakikatlerin hakikati diyor. Hakikatlerin hakikati Peygamber’in
şahsında tecellisini bulmuş olmakla birlikte bu tecelli onunla sona ermez. Hazreti
Muhammed son peygamberdir, fakat son veli değildir. Binâenaleyh İbni Arabi’nin insan-ı
kâmil-i en yüksek hakikatin tecelligâhı olarak başka bir insan’da olabilir. Nitekim o
Peygamber’in vasfı olan hatem-i enbiyalılık gibi bir de hatem-i evliyâlık kavramı ortaya
atmış ve bununla kendi şahsını imâ etmiştir’’ (İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Prof. Dr.
Erol Güngür. Ötüken Yayınları 1987 baskısı sayfa 88 )
‘’Bu adamlar şeriat getirme anlamında nübüvvet ve risâletin sona erdiğini söylemekte ve
demek istemektedir ki, tahkik etme anlamında nübüvvet ve risâlet -ki bunlara göre
velâyettir- ve risâletten üstündür. Bu sebeple İbni Arabi sözlerinden birinde şöyle der:’’
<< Berzah’taki nübüvvet makamı,
Resulden birazcık üsttedir, veliden aşağı.>>
‘’ Bu hususta kendilerine itiraz olunduğu zaman bunlar derler ki : << Nebinin Velililiği
nebiliğinden üstündür; Nebiliği de resûllüğünden yüksektir. Çünkü o , Allah’tan veliliği
sayesinde bilgi almaktadır>>. Sonra da Peygamberin veliliğinin bir benzerini kendileri
içinde gerçekleşmiş görürler ve hâtemü’l-evliyânın veliliğini peygamberin veliliğinden
daha büyük sayıp bir resûlün veliliğini, bu iddia ettikleri hatemü’l-evliyâ’nın veliliğine
tâbi kabul ederler. (İbn Teymiye Külliyatı. Tevhid yayınları 1987 baskısı sayfa 233)
Tasavvufçu sofistler Muhyiddin-i Arabinin bu iddialarını bir gerçekmiş gibi kabul
etmektedirler. Bu duruma göre ortaya ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Muhyuddin-i
Arabi son veliyse ve ondan sonra veli gelmeyecekse, o’ndan sonra dünyaya gelen sofular
neye göre evliyalık iddia etmektedirler? Bu durum hiçbir şeyi hakikat olarak kabul
etmeyen sofuların mantığına uygun bir durumdur ve sofuların hiçbir şeyde samimi
olmadıklarının açık bir göstergesidir. İşin aslında onlar için, Ne din vardır, ne
peygamberlik vardır, nede evliyalık. Var la yok onlar için aynı şeydir ve bir hakikati temsil
etmez. Buna rağmen İlâh olduklarını ısrarla iddia ederler.
562
7- Sofuların İslam’da olmayan ibadet şekilleri ve Farzlar icat etmeleri olayı:
İslam dininde, Kelime-i Şahadet, Namaz, Hâc, Oruç, Zekat gibi bilinen farzlar vardır.
Sofular is bunların dışında çok değişik ve çeşitli ayinler ve farzlar icat etmişlerdir. Bundan
amaçları müridlerini İslâmi farzlardan uzaklaştırıp kendilerine sıkı sıkıya bağlamaktır. İcat
ettikleri bu tür şeylere verecek olursak:
Mahir İz şöyle bir tanım yapmaktadır:
‘’Istılahi manada âyin tarik (tarikat) erbabının tekkeler de icrâ ettikleri usûldür.’’
‘’Bu âyinlerden her birinin kendine has isim ve şekilleri vardır.’’
Âyin çeşitleri
‘’Mevleviler, yaptıkları âyine <<semâ>> Kadiriler <<devran>>, Rıfâiler ve Sa’diler <<
zikr-i kıyam >> Halvetiler, << darb-ı esmâ >>, Nakşibendiler << hatm-i hacegân >> diye
isim verirler.’’
“Devrân : Kadiri tarıkatinin âyinidir. Semahânede toplanan dervişler, şeyhlerinin
huzurunda ayakta oldukları halde << esma-i ilahiyye>> yi zikrederek ve birbirlerine bend
olarak devrederler.
Zikr-i kıyâm: Rıfâi ve Sa’dilerin ayinidir. Semâhânede toplanan dervişler, yine ayakta
olarak ve dalga dedikleri şekilde sallanarak zikir ve tevhid ile meşgul olurlar. Rıfâi
tarikatinde ayrıca, âyin esnasında şeyhin işgal ettiği makamın önünde kemerbend ( beline
kılıç kayışı bağlamış) iki mürid hazır bekler.
Darbı esma : Halvetilerin âyinidir. Müridlerin, halka ile oturarak zikretmeleridir. Zikir
sırasında vücudun hareket etmesi, masivadân kolaylıkla sıyrılabilmek için bir vesile olarak
kabul edilmiştir.
Hatm-i hacegân: Nakşibendi âyinidir. Müridler, şeyh huzûrunda diz üzerine oturup fikir ve
nazar, mâsivâdan tecrid edilerek, şeyhe ve asıl matlûp olan Hakk’a vasl ve teveccüh edilir.
Şeyhin işaretiyle << Fâtiha, İhlâs, Elem Neşrâh>> sûreleri, tesbit edilmiş sayıda okunur.
Bu sırada güzel sesle terennüm edilen ilâhi, cemâati vecde getirir.
Mevlevi âyini : Osmanlı hükümdarlarından bir kısmının dahi Mevlevi muhibbi olmaları,
Mevlevi dergahlarına daha fazla ilgiyi çekmiştir. Merasim-i mahsusa ile icrâ edilen bu
zikir şekli ayrıca tafsile değer.
Mevlevi tarikatının usûlü olan << sema >> ve mukabele denilen zikir şekline << âyin-i
şerif >> denildiği gibi, bu merasimin yerine getirilmesine << icrâ- yı âyin >>, o güne de
<< âyin günü >> derlerdi.
Bu merasimin esnasında mutrib, ney kudûm, ara sırada cenk, rebâb ve buna benzer sazlar
ile okunan şiirlere << âyin-i şerif >>, okuyanlara << âyin-hân >> bu şiirlerin yazılı
bulunduğu deftere de << âyin mecmuası >> denir.
Mevlevi ayinleri tekkelerin semâhânelerinde yapılırdı.
Semâhâne, ortası cilalı düz bir döşeme ile kaplı meydan, etrafı parmaklıklarla ayrılmış
sofalar, onların üzerinde mahfiller bulunan, çeşitli motiflerle tezyin olunmuş bir yerdi:
( Tasavvuf Mahir İz kitap evi 1990 baskısı sayfa 149-150)
Ve daha bir sürü merasim, özel kıyafetler ve sözlerden sonra Semazen dene kimseler
sazlar eşliğinde ayakta kendi etraflarında dönerler. Bu sırada bir avuçları yukarda açık, bir
avuçları yere doğrudur. Güya Hâk’tan alıp Halka dağıtıyorlarmış.

Tasavvufçuların kullandığı bazı ıstılahlar şu şekildedir.


Şeyh, Çile, Riyâzet, Zikir, Murâkebe, Keramet, Tevella ve Teberrâ, İstikamet, Hâl,
Makam, Vakt, Tevâcüd, Vecd, Vücûd, Cem, Cem’u’l-cem, Fark, Fenâ, Bekâ, Gaybet,
Sahv, Sekr, Mahf, İsbat, İbadet, Ubudiyet, Muhâdara, Mukâşefe, Müşâhade, Şeriat,
563
Hakikat, İlme’l yakin, Ayne’l-yakin, Hakka’l-yakin, Şahid, Mücâhede, Uzlet,
Halvet, Takva, Verâ, Zühd, Harêbat, Sâki, Tersâ, Tersâ peççe, Şarap, şem‘, Humar, Sofi,
İşve, Ârif, Kalender, Mesti, Meyhane, Mutrib, Çeşm, Vasl, Naz, Melâmi.( Bunların
manası konuyla ilgili bir sözlükten bulunabileceğinden açıklamaya gerek görmedim)
(Kaynak, Tasavvuf Mahir İz kitapevi. Sayfa 162-163-164-165-166-167-168-169-170)
Sofuların en köklü tuzaklarından biride ‘’Rabıta’’ iddialarıdır. Rabıta Arapçada ‘’Rabt’’
kökünden türetilmiş bir kelimedir.Sözlükleri birleştirmek bitiştirmek, iliştirmek ve
bağlanmak anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle iletişim kurmada denebilir. Bu
iletişim sofularca, canlılarla olabileceği gibi ölülerle de olabilir. Ve sofular bunu bir farz
olarak ileri sürmekte ve zikirden üstün olduğunu iddia etmektedirler.
Asılsız bir olay olmasına rağmen, sofuların müridlerini hayal alemine sürüklemek için
yaygın olarak kullandıkları bir yoldur. Böylece mürid kurduğu hayalleri gerçek sanarak
erdiğine hükmedecektir. Ermesine sebep olarak gördüğü, gerek yaşayan, gerek ölmüş olan
şeyleri yüceltme yoluna giderek onlara ve öğretilerine sıkı sıkıya bağlanmış olur.
Rabıta konusunda sofistlerin bazı söyleyişlerinden örnek verecek olursam:
“Ellidört farzdan biridir râbıta
Ehl-i aşkın rehberidir râbıta;
Hubb-i fillah’tır bu yolda râbıta
Bir muhabbettir gönülde râbıta.”
(Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 32. )

“Nakşibendilere göre râbıta farz olduğu için herkesin mutlak surette bir şeyhe bağlanması
ve mürşidine râbıta yapması kaçınılmaz bir görevdir. Nitekim Muhammed Emin el-Kurdi,
bu konuda şunları kaydetmektedir.
<< Allah’a ulaşmış bulunan şeyh, müridin Allah’a ulaşması için bir aracıdır ve onun,
Allah huzuruna girebileceği bir kapıdır. Dolayısıyla kendisini irşad edecek bir şeyhi
bulunmayanın rehberi ancak şeytandır. >> (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin
Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 32-33. )
Rabıtai şerife adlı kitapta şöyle denmektedir.
“Rabıta, Allah’a ermeye müstakil bir yoldur.”
“Rabıta, ilâhi-zâti sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kâmil ve
mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın, suretini hayâl hazinesine muhafaza
etmekten ibarettir.”
“Malum olsun ki bu yolla Allah’a ermek, kamil şeyhin muhabbet ve rabıtasına bağlıdır
(...)”
“Evliyanın bazıları vardır ki, sadık müride, vefatından sonra hayattayken olduğundan daha
fazla menfaat eriştirir. Yani evliyadan bazılarının, rûhâniyeti vasıtasıyla ilâhi emirleri takip
ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o veli kabrinde meyyit olsun... Kabrindeyken
müridini yetiştirir. Muridi kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebulhasan-ül Hırkani Şeyh
Ebi yezid Bestâmi’den bu şekilde feyz almıştır.”
“Yani ölü evliya ile röportaj yapılabilir! Halbuki Allah Teâla ölülerin duymadıklarını ve
konuşmadıklarını Kur’ân-ı Kerim’de bildirmektedir. Kur’ân-ı Kerim : 6/111, 27/80,
30/52.” (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 126. )

Rabıtayı red edenlere karşı Nakşibendiler şu şekilde dini tehditte bulunmaktadırlar :


“Râbıtayı, Allah’ın öfkesine uğrayan ve O’nun hoşnutluğundan yoksun olan bedbaht
kimselerin ancak inkar etmeye yeltenebileceği.” (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin
Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 95. )
564

Abdülhakim Arvasi ölülerle rabıtanın keyfiyeti ve adabı konusunda şöyle demektedir :


“Bir velinin kabri ziyaret edilince, veli ziyaretçiyi tanır selamını alır. Veli, Kabri üstünde
Allah’ı zikretmeye başlayan ziyaretçiyle beraber zikreder. Ârifin kalbi, bilmeden,
anlamadan haber vermez. Muhakak ki, veliler bir evden bir eve geçmişlerdir.
Vefatlarından sonra onlara edilecek hürmet hayatlarında olduğu gibidir; kendilerine,
hayatta gösterilen edebin aynen gösterilmesi lâzımdır. Ziyaretçi, ayaklarını kabrin üstüne
koymaz ve kabri çiğnemez. Evliya ile, vefatından sonra, hayatlarında olduğu gibi
muaşerette bulunur. Veli vefat edince, nebiler ve velilerin ruhları, onun üstüne namaza
durur.” (Rabıta-i Şerife, Büyük Doğu Yayınları 1981 baskısı, yazan Esseyyid Abdülhakim
Arvasi, sayfa 24.)
Ayrıca Abdülhakim Arvasi, bu gibi sözlerle yetinmeyip râbıtanın zikirden (Allah’ı
zikretmekten) üstün olduğunu iddia etmekte ve Râbıtanın bütün tarikatlarda şart olduğunu
söylemektedir. Şöyle ki :
“Kayyum-u Rabbâni şeyh Muhammed Masum buyurdular;”
<< -Râbıta tek başına erdiricidir; zikir tek başına erdirici değil...>>
“Râbıta her tarikatte şarttır. Bu şartı kabul etmeyenler, ya râbıtanın ne olduğunu
bilmeyenlerden, yahut tarikatlerin mâna ve mefhumunu anlamayanlardandır.”
“Râbıta, İlâhi - zati sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahade makamına varmış bir kâmil ve
mükemmele kalb bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde
muhafaza etmekten ibarettir.” Abdülhakim Arvasi, sayfa 17-18.)

Ve sofular râbıta iddiaları konusunda bu gibi daha bir çok sözler sarf etmektedirler. Bu
gibi sözlerin Kuran’a uygun hiçbir yönü yoktur, hatta râbıta diye iddia ettikleri boş
hayallerin, Allah’ı zikretmekten üstün olduğunu söylemeleri Kuran’a uygun olmadığı gibi,
alternatifler üretmek suretiyle insanları Kuran’dan uzaklaştırma çabalarıdır, buna benzer
alternatifleri, İsa Peygamber gelecek, Mehdi gelecek şeklinde iddia üretenlerin çabalarında
da görmek mümkündür, böylece Kuran’ın insanların ıslahı için yeterli olma özelliğini
örtmeye çalışarak, insanları Kuran dışında ürettikleri boş temelsiz ümitler peşinde
koşturmayı ve Kuran öğretisinden uzaklaştırmayı amaçlamaktadırlar, hadis adı altında
Peygambere iftira yollu öğreti üretmenin amacıda yine Kuran’ı İslami öğretiden dışlama
çabalarının bir ürünüdür. Zikir konusunda Kuran’dan mealen :

- Kitâb’dan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç
şeylerden alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah
yaptıklarınızı bilir. 29/45

8- Sofuların Kuran’a alternatif dini kaynaklar göstermeleri ile müridlerini


Kuran’dan uzaklaştırma çabaları:

Meşhur sofulardan Ebû Said İbni Ebi’l Hayr şöyle demektedir :


“Sen zannediyor musun ki Allah’ın kelâmı sâbit bir miktarda ve hacimdedir. Hayır,
Allah’ın Muhammed’e gönderilen kelâmı Kur’an’ın yedide yedisidir, ama kulları’nın
kalblerine ilhâm ettikleri sayı ve hudut tanımaz, ve hiç kesilmez.”
“Allah’ın hakiki kulu olduğu yerde oturur. Beyt-i Ma’mûr onu dafalarca ziyârete gelir.”
“Cehennem şimdi olduğun yerdir, Cennet de olmadığın yer.” (İslam Tasavvufunun
Meseleleri, Ötüken Neşriyat A.Ş. Yayınları 1987 baskısı sayfa 203. )
565
Ebû Said İbni Ebi’l Hayr, bu sözleriyle Kuran’ın sınırlı fakat sofulara gelen
vahiylerin sınırsız olduğunu iddia ediyor. Böylece asısız ve muğlak ifadelerle Kuran’a
olan güveni sarsmaya ve bu suretle insanları kendisine bağlamaya çalışıyor.
Bütün müminler bilirler ki, Allah’ın sözleri veya başka bir ifadeyle kelimeleri Kuran’dan
ibaret değildir ve bu durum O’nun zatıyla ilgili bir durumdur. Din vahyi olarak Kuran tam,
noksansız, açık ve kolay anlaşılır; mükemmel bir kitaptır. Kuran, yalnız ve yalnız
Peygamberimiz Muhammed’e indirilmiş bir dini vahiydir. Peygamberimiz Muhammed’in
peygamber olmasıyla birlikte ve onun yaşam müddetiyle sınırlı gelen bir İlâhi vahiydir,
ondan sora da, İnsan veya Cin olsun, Allah’tan Kuran-i manada hiç kimse vahiy
almamıştır. Ve bu durum dünya durdukça, kıyamete kadar böylece devam edecektir. İslâm
dinini öğrenmek isteyen kim olursa olsun Kuran’ın öğretisine muhtaçtır. Bu hususta Kuran
dışında hiçbir alternatif veya yol mevcut değildir. Kuran hür bir kitap olup, kendi dışında
ki hiçbir bilgi kaynağının veya şahsın tahakkümüne girmez. Bunun dışında söz söyleyen,
hayallere kapılmış ve şeytana oyuncak olmuş bir kimseden başkası değildir.

Yunus Emre’nin Kuran karşıtı sözlerinden bazı örnekler:


“İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur.
Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 25.)

Yani diyor ki: İlim gerçek bir göz perdesidir, hakikatleri görmeyi engeller, dünya ahret
hesabıdır. Gerçek kitap aşk kitabıdır. Senin okuduğun bu sayfalar, yani Kuran sayfaları da
neyin nesi oluyor. O ancak göze perdedir diyor.
Ve diyor ki :
“Ben bir kitâb okudum kalem anı yazmadı
Mürekkeb eylerisem yetmeye yedi deniz.”

Onun okuduğu kitab, güya kalem onu yazmamış ve yazmaya kalkarsa yedi deniz kadar
mürekkeb ona yetmezmiş.
Ayrıca :
“Işkıla çalındı kalem ışka yesirdurur âlem
Âşıklar arasında Cebrail dahi hicabdurur.”

“Medreseler müderrisi okumadılar bu dersi


Şöyle kaldılar âciz bilmediler ne babdurur.”

İddia ettiği aşk kitabını, medrese müderrislerinin anlamaktan aciz kaldığını, bu kitabı
anlamaya Cebrail’in perde yani mania olduğunu, Cebrail’den kastı ise Cebrail’in getirdiği
Kuran’dır. Böylece Kuran’ı zararlı sayarak öğretisine karşı çıkıyor.
Kendisi için en büyük rakip olarak “Şeriati” yani Kuran’ı görmektedir.
“Işk erinin gönli tolı padişahdan nevâledür
Işksuz âdem nice_ anlasun çün şeriat havaledür”
Bur da da şeriati, doğru anlamaya perde yane engel olarak tanımlıyor.
Ve Sofizmin ana zihniyetini tanımlayan şu sözleri söylüyor :
“Yitmişiki millete suçum budur hak didüm
Korku hiyânetedür ya ben niçin kızarım.”
Şeriat oğlanları nice yol ide bize
Hakikat deryasında bahrı oldum yüzerim.”
566
Bütün milletlerin inançlarının ne olursa olsun bir olduğunu iddia ederek, şeriatın
yol gösterici olamayacağını, zira kendisinin hakikat deryasında yüzdüğünü söylüyor.

Kuran yerine, iddia ettiği aşk kıtabını önermesinin neticesinde :


“Zühd ü tâat usûl-i din ışk haddinden taşra durur
Nisbet değil durur bana secde vü rükû’u kıyam.”
Dediğine göre, Zahitlik, ibadet, din usulu aşk sınırından, dışta durur, secde ve ruku ona din
ölçüsü veya gereği değilmiş.

Namaz ve oruç yerine ise :


“Ben oruç namâziçün seci içdüm esridim
Tesbih u seccâdeyçün dinledim çeşte kopuz.”

Oruç ve namaz yerine şarap içip sarhoş olmuş, tesbih ve seccade yerine, tanburla kopuz
dinlemiş.
Ve eğer bu sözleri anladınsa; diyerek;

“Yunus’un bu sözünden sen mani anlarısan


Konya minâresini göresin bir çuvaldız.”
Konya minaresi artık sana bir çuvaldız, yani batmasıyla rahatsız eden bir şiş gibi gelir
diyor.
(Yunus Emre Divânı, sayfa 25, 31, 38, 57, 93, 118.)

Mevlana’nın Kuran karşıtı olan sözlerinden bazı örnekler :


“Tanrı’dan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri
kalmaz uçıp gider. (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları
1988 baskısı, sayfa 276 b.3449. )

Bilindiği gibi, Kuran Cebrail vasıtasıyla Peygamberimize Vahye dilmiştir, Mevlana’ya


göre böyle bir ilim istikrarsız olup uçup giden bir ilimmiş, geçerli olması için kendisine
Allah tarafından vasıtasız gelmeliymiş. Aslında demek istediği, kendisine de
peygamberlere verildiği gibi peygamberlik verilmedikçe iman etmeyeceğini söylemesidir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen :

-Ve onlara bir âyet geldiği zaman derler ki: Allah'ın Peygamberlerine verilmiş olanın
benzeri bizlere verilinceye kadar biz imân etmeyiz. Allah Teâlâ peygamberliği nereye
yönelteceğini en iyi bilendir. Elbette günahkâr olanlara yapmakta olduktan tuzak ve
hileden dolayı Hak Teâlâ'nın katında bir alçaklık ve şiddetli bir azap isâbet
edecektir. 6/124

Bu istediği olmayınca da, sofist durur mu; şöyle diyor.

“Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müridlere sözsüz dersler verir.” (Şark İslâm
Klasikleri, Mesnevi Cilt 2 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 101
b.3323. )

Sofu baktı peygamber olamıyor, bu olmayınca yine İlâh’lığından dem vuruyor. Hal böyle
567
olunca da, Ledün ilmini öğrenmek için kelimelerden dolayısıyla kitaptan
uzaklaşmayı şart görüyor, şöyle ki:
“Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın.” (Mesnevi
Cilt 1 Mevlana , sayfa 291 b.3642. )
Anlattığı bir hikayede, güya Çinlilerle, Rumlar resim yapma yarışmasına girişmişler, arada
perde çekişi olduğu halde Çinliler duvara resim yapmışlar, Rumlar ise karşı duvarı
cilalamışlar, perde aradan çekilince Rumların duvarına Çinlilerin resmi aksetmiş ve
böylece Rumlar kazanmışlar. Bu örnekle kayıtlı yazılı olanı red ediyor ve bununla
vasıtasız bilgiyi övüyor, gerçi örnek çelişkili ve tutarsız fakat yinede iddiasını buna
bağlamaya çalışıyor. Şöyle ki:
“Oğul, Rum ressamları, sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur.”
(Mesnevi Cilt 1 Mevlana , sayfa 278 b.3483.)
“Onlar, fıkhı ve nahvi, terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir.”
(Mesnevi Cilt 1 Mevlana , sayfa 279 b.3497.)
Dini bütün kayıtları terk ettiğini söylüyor, bunun yanında mahf olmayı seçtiğini kendi
ağzıyla söylemesi bence ilginç, güya bununla “fenafillahı” kastettiğini ima etse de.
Ve Sofizmin temel ilkesi olan, hiçbir şeyi gerçek olarak görmemeyi, akla - karanın, doğru
ile yanlışın bir olduğunu savunan şu sözleri söylüyor.
“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar beni
tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı).”
“Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat
aynı.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlana , sayfa 280 b.3503-3504.)
İnancı bu olunca aklı sıra Hac etmeyle şu şekilde alay etmeye kalkışıyor:
“Pir ‘Ey Bayezid nereye gidiyorsun, gurbet pılı
Pırtısını nereye kadar çekip süreceksin?’ dedi.”
“Bayezid, ‘Hac mevsimi.. Kâbe’ye gidiyorum’ diye cevap verdi. Pir dedi ki : ‘Yol masrafı
olarak yanında ne var?”
“Bayezid, ‘İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte’ deyince,”
“Pir (şeyh), ‘Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil.”
“O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu.”
“Umre ettin, ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safa’ya koştun, Saiy erkânını
yerine getirdin.” (Mesnevi Cilt II Mevlana , sayfa 272 b.2238, 2239, 2240, 2241, 2242,
2243.)

Muhyiddin İbn’ül Arabinin, Kur’an’a karşı olan sözlerinden bazı örnekler :

“Futûhât’da dikkatimizi çeken onuncu motif, İbn’ül arabinin eser yazmak için dâima
Allah’dan bilgi hatta izin beklediğini söylemesidir. Futûhat’da şöyle diyordu :”
<<... Eserlerimi yazmak husûsunda, bana gerçekten izin verilmiştir...>>
<<... Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, buradaki her harfi ilâhi bir imlâ ve rabbâni bir ilkâ
(= ulaştırma) ile yazdım...>> demektedir. İşte bu gibi sözlerle, normal boyda 7000 sayfa
tutan Futûhat’ın her harfini dahi kendisine Allah’ın dikte ettiğini iddia ediyordu.” (El -
Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür
Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 93. )
“Futâhad’da çok nâdir olarak gözümüze çarpan onbirinci motif, İbn’ül - arabinin kendisine
âyet(!) geldiğini iddiâ etmesidir... Bizzat kendisi şöyle diyordu :”
<<... İşte bu 586 yılında İşbiliye kabristanında bir Cuma günü namazdan sonra bize gelen
âyet’dir. Bu sırada sarhoş (gibi) kaldım : Üç yıl müddetle namazda veyâ uyanıkken yahut
568
uykuda, ancak bunu okuyabiliyordum...>> (bahsi geçen; El - Futûhât El - Mekkiyye,
Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 99. )
Kendi yazdıklarının tamamı için de, Allah’tan gelme olduğunu ve kendisine ayet indiğini
İbn’ül Arabi, kendisince Kuran’a alternatif üretmeye çalışıyor, daha önce örneğini
verdiğim gibi, Mevlana da Mesnevisi için Kuran’a nazire yaparak aynı şeyleri söylüyor.
İbn’ül Arabi, kendi yoluna engel olarak gördüğü fakih’ler hakkında şöyle demekten
çekinmiyordu :
<<... Fakih’ler, evliyanın Firavunları ve Tanrının iyi kullarının Deccal’larıdır...>> (bahsi
geçen; El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 11. )

9- Sofuların, Kuran’a batıni mana isnâd etmeleri ile, anlaşılması gereken mananın
zahiri yani açık mana değil de, batıni yani gizli mana olduğunu iddia etmeleri:
Sofuların insanları Kuran’dan uzaklaştırıp, kendilerine bağlamak için kullandıkları bir
metot ta, Kuran’ın batıni manası olduğunu ve bu batıni mananın Kuran’a esas teşkil
ettiğini söylemeleridir. Adı mubin yani Apaçık olan bir kitap hakkında bu şekilde iddiada
bulunmak sofular için sıradan bir iştir. Bundan amaçları, böylece Kuran’a karşı ve aykırı
olarak iddia ettikleri bütün sözlerini batıni Kuran manası olarak adlandırmak ve böylece
kabul ettirmeye çaba gösterirler. Bunu kabul edenlerin nazarında, kendilerini bilinmeyeni
bilen özel şahıslar; kendi ifadeleriyle evliya olarak göstermeye çalışırlar.
Batıniliği kabul ettirme yöntemleriyse, tümden zahiri manayı terk etmeyi teklif etme değil
de. Zahirle, iddia ettikleri Batıniliği birleştirmeyi teklif etmektir. Böyle bir yöntemle
kendilerine gelecek tepkileri azaltmak ve sinerek daha etkili olmak amacındadırlar.
Böylece işlerine geldiği zaman zahiri manayı öne sürecek veya batıni mana iddia
edeceklerdir. Fakat esas amaçları batıni iddialarını kabul ettirmektir. Tasavvufi
mesleklerini başka türlü yürütmek, Kuran’a rağmen imkansızdır. Kuran hiçbir şekilde,
küfre ve şirke yol veren bir kitap değildir.
Kur’an’ın batıni öğreti ihtiva etmediği ve apaçık bir kitap olduğu ile, bazı özelliklerinden
örnek verecek olursam; Kuran’dan mealen :

- Bunlar apaçık Kitâb’ın âyetleridir. 26/2

- Apaçık Kitâb’a andolsun ki, 43/2

- Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kuran yaptık. 43/3

- Andolsun ki biz size (gerekeni) açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş
olanlardan örnekler ve takvâya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik. 24/34

- Andolsun biz (bilmediklerinizi size) açık açık bildiren âyetler indirdik, Allah,
dilediğini doğru yola iletir. 24/46

- Bilmeyenler dediler ki : “Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize)


gelmeli değil miydi ?” Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi.
Kalpleri birbirine bezedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık
gösterdik. 2/118

- İşte Rabb’inin doğru yolu budur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı
olarak açıkladık. 6/126
569

- Biz onlara öyle bir kitap getirmişizdir ki, iman edecek her hangi bir kavme hidâyet
ve rahmet olmak için onu tam bir ilim üzere tafsil etmişizdir. 7/52

- (Resûlüm) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. 75/16

- Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir.
75/17

- O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. 75/18

- Sonra onu açıklamak bize aittir. 75/19

- Onların sana getirdiği her misale (her batıl iddiaya) karşı mutlaka biz sana, (o bâtılı
yok edecek) gerçeği ve en güzel açıklamayı getiririz. 25/33

- Şüphesiz size (hayatınız için gerekli bütün) bilgi ve uyarıları içinde olan bir kitap
indirdik. Neden düşünmüyorsunuz ? 21/10

- Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kuran’da insanlara her türlü misali verdik.
39/27

- Korunsunlar diye, eğriliği olmayan, Arapça bir Kuran indirdik. 39/28

- Andolsun biz, Kuran’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur. 54/17

Ve Kuran’ın apaçık, yeterli ve insanın kolayca anlaya bileceği bir kitap olduğuna dair,
Kuran’dan daha birçok örnek verilebilir. Allah’ın apaçık ve yeterli dediğine, kapalı ve
yetersiz diyen kim olursa olsun Kuran’ı red etmiş olmakla muhakkak küfretmiştir. Bu
itibarla, kuran şifresi adı altında, Hurufilik adı altında veya ebcet hesabı adı altında veya
özerinde ondokuz vardır oda şu manalara gelir diye iddia edenler ve bu gibi iddiaları
olanlar, Kuran’ı anlayamamış ve şeytanın oyuncağı olmuş kimselerdirler. Allah Kuran’ı
bütün insanlara ve cinlere istifade etsinler diye indirmiştir, Kur’an’da hiçbir kula özel bir
bilgi yoktur. Allah bizlere ne bir bilmece, ne bir şifre nede bir labirent indirmemiştir.

Buna rağmen sofistlerin dediğine bakalım :

“Nazari sûfi müfessirler, Kur’an’ı tetkiklerine ve felsefi görüşlerine dayandırıp onu arzu
ettikleri şekilde mânalandırmışlardır. Kur’an’ın gâyesi, insanları irşad olduğundan, onlar
Kur’an’dan kendi anlayışlarına uyacak manaları çıkarmakta zorluk çekmişlerdir. Fikir
sâhibi filozof, sûfi, fikrinin revaç bulması için, onları Kur’an’la te’yid etmek lüzûmunu
hissetmiştir. Tabiidir ki, bu da Allah kelâmını kendi arzu ve tahayyülüne göre tevil etme
ihtiyacını doğurmuştur. Bu şekilde ki keyfilik, bir çok noktalardan Kur’an’ı, asıl gaye ve
hedefinden uzaklaştırmıştır. Sûfi, görüşlerini geçerli kılabilmek için, Kur’an’la görüşü
arasında bir zıtlık alsa dahi, onu kendi görüşü tarafına meylettirmeye uğraşır. Bir Mü’min
her hâlükârda Kur’an’a teslim ve onun hizmetkârı olması icâb ederken, o Kur’an’ı kendi
görüş ve felsefesinin hizmetine sokmuş olur. (Tefsir Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayını 1987 baskısı. Praf. Dr. İsmail Cerrahoğlu Cilt 2, sayfa 8. )
570
Nazari tefsirden başka, sofuların bir de İşâri tefsir iddiaları vardır. Sofular bu çeşit
tefsirlerinde de Kuran’ın açık ve anlaşılır manasını değil de, kalplerine doğduğunu iddia
ettikleri manaları esas almışlardır. Bu anlayışlarını esrarengiz bir hale getirmek için de,
kapalı bir üslûp ile, remiz ve işaret yoluyla ifade ettiler. Yaptıkları tefsirlere de tefsir değil
işâret adını verdiler. Bunun için bu çeşit tefsirlere “işari tefsir” adı verilir. Onlara göre
Kuran, açık anlaşılır manasından başka bir çok batıni manalar taşır. İddia ettikleri Kuran
tefsirlerinde âyetlerin zahiri manasından ziyade, yine kendilerince ileri sürülen batını
manalar üzerinde durmuşladır.
Hal bu ki değil Kuran’ı batını bir şekilde tefsir etmek, Kuran için batın olsun veya olmasın
tefsir iddia etmek Kur’an’a uygun değildir. Zira manası apaçık olan bir kitabın tefsir
edilmesine ihtiyaç ve olanak yoktur. Zaten açıkça anlaşılırdır. Ancak insanların çalışmak
suretiyle, onu düşünerek doğru bir şekilde anlamaya ihtiyaçları vardır, daha fazla bilgi
sahibi olanlarda diğerlerine anlatır.

Nazari ve İşari tefsirler konusunda İsmail CERRAHOĞLU, yazdığı “Tefsir Tarihi” ikinci
cildinde şöyle demektedir :
“Sufi tefsirin nevileri arasında şu iki esaslı farkı görmek mümkündür : İlki, Nazari sûfi
tefsir, sûfinin zihninde beliren bazı ilmi mukaddimelere, ön yargılara dayanır. Sonra
Kur’an ayetleri bunları te’yid etmek için getirilir. İşari sûfi tefsir ise, ilmi mukaddimelere
dayanmayıp, sûfinin rûhi riyazetine dayanır. Rûhi riyazetle aydınlanan (aydınlandığını
iddia eden) sûfi, kudsi işaretleri alacak dereceye ulaşır (ulaştığı boş bir iddiadan ibarettir.)
ve orada âyetlerin taşıdığı öz mânâ ve gaybi şeyler kalbine doğar. (Bütün bu konum
iddiaları, sofunun Kuran’da batıni mana olduğunu yutturmak için kurduğu bir tuzaktır.)
Diğeri ise, Nazari sûfi tefsir sâhibi, âyetin, kendi verdiği manadan başka bi mânâ
taşımadığı kanaatindedir. Halbuki, işari sûfi tefsir sahibi ise kendi verdiği mânânın
dışında, zâhir bir mânâ olmadığını iddia etmez, nasların zâhirleri üzerine yüklenmiş
bulunduğunu, fakat bir iç öz mânânın da ayette mündemiç olduğunu söyler. Onlara göre
Kur’ân dış manasından başka bir çok mânâlar taşır.”
“Mutasavvıflar Kur’ân tefsirlerinde ayetlerin zâhir manasından ziyâde, batını üzerinde
durmuşlardır.” (Parantezler harici alıntılar, Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
sayfa 10. )

Her ne kadar amacım, sofuların yaptıkları tefsir çeşitlerini sıralamak değil de, Batınilik
iddialarıyla varmak istedikleri amaçları belirtmek ise de, yaptıkları tefsirlerinden bir iki
örnek vermekte, yüzlerini göstermek açısından fayda vardır. Şöyle ki :

et - Tüsteri tefsirinden :
“Kezâ Enâm sûresinin 54.’... Rabbiniz sizden kim bilmeyerek fenalık işler de arkasından
tövbe eder ve nefsini düzeltirse, ona

rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır. O, bağışlar ve rahmet eder’ âyetini tefsir ederken.”
“Yüce Allah Dâvûd Peygamber’e şöyle vahyeder : “Ey Dâvûd, kim beni bilirse beni
murâd eder. Kim beni murâd ederse beni sever. Kim beni severse taleb eder. Kim beni
taleb ederse beni bulur. Kim beni bulursa, beni hıfzeder”. Bunun üzerine Hz. Dâvûd şöyle
dedi : Ya Rabbi, taleb ettiğimde seni nerede bulurum dedi. Allah da cevap olarak. Beni
benden korkanların kırık kalplerinde bulursun dedi.” Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu, sayfa 20. )
Görüldüğü gibi, Kuran’da anlatılanlarla, bur da yapılan tefsirin hiçbir ilgisi yoktur.
571
Sofistin bu şekilde tefsir yapmaktan amacı, Allah’ın kalbe sığdığını iddia etmektir. Bu
ise bir sapmadır. Allah’ın sevgisi kalplerde olur, fakat Allah’ın zatı hiçbir kalbte yerleşik
değildir. Zira, Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.
Sülemi Tefsirinden :
“Bakara sûresinin 158. ‘Muhakkak Safâ ve Merve Allah’ın nişaneleridir’ âyetini, Ca’ferin
şöyle anladığını rivâyet ederler. “Safa, muhalefetlerden arınan rûhtur, Merve, efendisine
hizmetle mürüvveti kullanan nefistir.” şöyle de denilmiştir : “Safâ, dünya bulanıklarından
ve nefis arzusundan temizlenme, sa’y, Allah’a kaçmadır...” Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr.
İsmail Cerrahoğlu, sayfa 30. )

Bu tefsirde de, Kur’an’daki asıl manadan uzaklaştırmayla, insanları Hac’dan uzaklaştırma


amaçlanmıştır. Daha önce verdiğim örneklerde sofuların, Hac yerine gelin bizi tavaf edin
dedikleri hatırlanmalıdır.

Kuran’ın net ve kesin, değişik manalara gelmeyen bir istikrarlı manası vardır. Sofular ise
Kuran’ı övme maskesi altında her harfinin binlerce manaya geldiğini, hatta dört kitabın,
yani Kura, İncil, Zebur ve Tevrat'ın tek bir harfte, “Elif” harfinde mündemiç yani
toplanmış olduğunu söylemekten çekinmemişlerdir. Şöyle ki :

“Sûfilere göre, kul, Kur’an’ın her harfine bin mânâ verse, Allah’ın o harf de bulunan
ilminin sonuna varmış olamaz.” Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, sayfa
21. )

“Ne elif okudum ne cim ne varlıktandır gelicim.


Okumaz yüz bin müneccim tâli’im yıldızdan gelür’ diyen Yûnus’un Divânında bu hurûf
meselesine dair bâzı mühim işaretler vardır. Şu parçalarda olduğu gibi :”
“Yigirmisekiz hece okursun ucdan uca
Sen elif dersin hoca mânası ne demektir”
................................................................
“Dört kitâb’ın manası tamamdır bir elifte
Bâ dedirmeniz bana ben bu yoldan azarım”
“Yedi Mushaf mânasın okudum tamam kıldım
Ya ne için karayı ak üstünde yazarım”
(Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını 1991 baskısı, Ord.
Prof. Dr. Fuat Köprülü, sayfa 328.)
Kuran’ın bir harften ibaret olduğunu, okunup öğrenilmesinin gereksiz olduğunu iddia eden
bu gibi sözler, Kuran’a yapılabilecek en büyük saldırılardandır.

“M. Yusuf Musa, batıni - sûfi tefsirine bir örnek gösterir:


1) Abdurrahman Sülemi Nisaburi (h.412) : Kitabu Hakiki - Tefsir, 2) Muhyiddin ibn
Arabi’nin tefsiri, 3) Abdurezzak el-Kaşani (h.887) : Te’vilatü’l - Kuran. Kuran ayetlerinin
Sufi (bâtın) gelenekte nasıl anlamlandırıldığına bir örnek : Yasin sûresi, 13-17; “sen onlara
o şehir halkının (Ashab-ı Karye) örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti. Hani biz onlara
iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar ikisini yalanlamışlardı. Biz de (iki elçiyi) bir
üçüncüsüyle güçlendirdik; böylece dediler ki : “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz”.
Dediler ki : “Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz. Rahman (olan
Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz yalnızca yalan söylemektesiniz.” Dediler
ki : “Rabbimiz gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir, bizim
572
üzerimizde apaçık bir tebliğden başkası yoktur.” Bu ayetin bilinen zahir anlamı,
Allah’a isyan halinde olan bir şehir halkına önce iki, sonra onları güçlendirmek üzere
üçüncü bir elçiyi göndermiş olmasıdır. Halk ise Allah’a itaate çağıran bu elçilerin çağrısını
reddediyor. Sufi tefsir geleneği ise batini yorumla bu üç elçinin bilinen beşer - elçi
olmadığını, ayetlerin ruh, kalb ve aklı sembolize ettiğini, şehir halkının da insan bedenine
işaret ettiğini söylüyor. (Kaşani’nin Tevilatu’l - Kuran Tefsiri, Yasin sûresi.) (İslam
Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl ilişkisi. Beyan Yayınları 1994 baskısı, Yazan, Ali
Bulaç, sayfa 96.)

Kuran’ın aslıyla ilgisi olmayan, tamamen batıni ve keyfi mana ifade eden bu gibi, tefsir
iddialı sözler, Kuran’ın esas mesajını insanlardan perdelemek için sofularca
uydurulmuştur. Daha önce de belirttiğim gibi, Kuran’da batıni mana olduğunu yuttura
bilmek için zahir mana yoktur demezler, ancak zahiri mana ve batıni mana birliktedir,
Zahiri manayı yok sayan küfretmiştir; batıni manayı da yok sayan küfretmiştir taktiğini
kullanırlar. Zahir mana Kuran’da vardır sözü sofularca oltaya takılan yeme benzer, zira bu
ifadeleri hemen hemen lafta kalır, asıl amaçları yemin ardında saklamış oldukları batıni
iddialarını ve öğretilerini gerçekleştirmektir.

Örneğin :
“... ibn’ül-arabi der ki :
<<... Saâdet (evet) bütün saâdet, zâhir ile bâtın’ı toplayan (yani bir araya getiren) zümre
iledir...>>
“Zahir ile bâtın’ı, başka bir deyişle İslâmiyet’teki esasların dış ve iç mânâlarını bir araya
getirmek, İbn’ül - arabinin en çok dikkat ettiği bir prensip olmalıdır. Çünkü sünnilik,
esâsında bundan ibarettir ve bu iki sözü zikrederek :”
<<... Zâhir ile batın’ı toplamamız için...>>
“şeklinde sözler sarf etmektedir. Bu iki söze (tabire) tekâbul eden ifrat ve tefrit deyimleri
de kezâ bir arada zikredilmekte ve Futâhat’da ifrat ve tefrit’in kötülüğü’ne başka bir vesile
ile tekrar temâs edilmektedir.”
<<... Ehl-i Zâhir’in akılları, şüphesiz ki vardır fakat onlar düşünceli (ûlû’l elbaş)
değildirler... >> (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr.
Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 17. )

Ahmed el Rufai’den :

“Ehli tasavvufun bazılarının dedikleri gibi demeyin! Onlar hakkında şöyle demişlerdir : <<
Alimler, zahir ehlidir, biz ise batın ehli! >> Böyle şey olmaz! Çünkü İslâm tümüyle
İslâm’dır; içi dışın özüdür, dışı, için zarfıdır : Zahir olmazsa batında olmaz.. Zahir olmazsa
batın ne anlaşılır ve ne de açıklanabilir!”
Bu şekilde zahirin reklamını yaptıktan ve batıni öğreti haliyle vardır ve Kuran’a uygundur
tavrını sergiledikten sonra, İslam’a mal ettiği bu öğretiyi perçinlemek için :
“Zahir ile batını birbirinden ayırmaya çalışmayın! Bu, bir bidattır!”
İfadelerini kullanıyor : (Alıntılar, El - Burhân’ül Müeyyed, Pamuk Yayınları 1975 baskısı,
Gavsul A’zam Ahmed’el rufai, sadeleştiren H. Naim Erdoğan, s. 74-75. )
Ahmed’el - Rüfai’nin Batıniliği tavsiye eden diğer bazı sözlerinden :
“Oğlum, iç ve huzur ilmini öğren, çünkü onun bereketi, senin tahmininin çok üstündedir.”
“Oğlum, iç ilmini öğrenmeden, dış bilgilerle yetinen, farkına varmadan helâk olur.”
“Oğlum, Allah’tan ihsan bekliyorsan; iç ilmini öğren.” (Onların Âlemi, Bahar Yayınları 4.
573
Baskı, Ahmed el-Rüfai, çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 133.)
Batına dayanmayan, Zahiri yani açık bilginin, insanı farkında olmadan helake götüreceğini
iddia etmektedir.

Abdülhakim Arvasi’nin, Kur’an’ın yazılı şekil olarak anlamaya perde olduğunu, Kur’an’ın
anlaşılması için, harflerin, dolayısıyla tüm yazılı şeklin yok sayılması gerektiği yolundaki
sözlerinden örnekler :

“Üçüncü bir nokta da şudur ki, kadim olan kelâmdan, hâdis olan harfler ayıklanacak olursa
kadim mânalar hali üzere baki kalır, Allah lütuf ve keremiyle basirete açılan bir insan,
Kur’an’ın kadim mânalarını derin bir anlayışla bakarsa onları nihayetsiz bulur. Sonra da
ayıklanan harflere nazar edince kadim manaları kendisinde peçeleyen bir surete benzetir.
Bu sureti de ayrı tutacağı mânalarda sonsuz görür.
İşte Kur’ân’ın batını budur !
Sureti bulunan harflere bakınca da, onları iki cildin arasında kuşatılmış hisseder.
İşte Kur’ân’ın zahiri de budur !” (Rabıta-i Şerife, Büyük Doğu yayınları 3. Baskı,
Esseyyid Abdülhakim Arvasi, sadeleştiren, Necip Fazıl Kısakürek, sayfa 71-72. )

Verdiğim örneklerde görüldüğü gibi, Kuran’ın zahiri yani açık manasını tanıma maskesi
altında, Mubin öğretiden ibaret olan Kuran mesajını engellemek amacıyla, sofistler
Batıniliği savunarak, Batıniliği kabul ettirebilme çabalarına girişmişledir.

10- Sofuların akla ve soru sormaya karşı çıkmaları :

Sofuların, kendilerine Murid elde edebilmek için kullandıkları yöntemlerden bir tanesi de,
insanların düşünmelerine, akletmelerine ve kendilerine soru sormalarına karşı
çıkmalarıdır. Soru sorulmaması gerektiği yolunda ki iddialarını ispatlamak içinde
Kuran’dan kendilerince örnek vermektedirler, şöyle ki :

“Hızır ile Mûsâ (A.S.) ın kıssası :


Hz. Mûsa, Hızır’a neden şunu yaptın şeklinde itirazda bulununca Hızır (A.S.) da, Hz.
Mûsa’ya hüccet getirdi ve dedi ki :
- Eğer bana uydunsa ben bir şey yaptığımda bana << niçin şunu şöyle yaptın? >> diye
sorma.
Nitekim Hak Teâlâ Kuran’ı Kerim’inde haber vererek buyuruyor :
<< Hızır dedi ki : O halde bana tâbi olacaksın, kendisinden bir söz açmadıkça bana hiçbir
şeyden sorma. >> (El-Kehf sûresi, âyet 70. )
Bu âyetten de ma’lum oldu ki, insan uyup tâbi olduğu kimseye << Şunu niçin şöyle
yaptın ? >> diye sorması doğru ve münâsip değildir.” (Müzekkin-Nüfus, Aslan Yayınları
1991 baskısı, Eşrefoğlu Rumi, sayfa 474. )

Sofuların, Kehf sûresindeki Mûsa kıssasını ele alarak, hiç soru sorulamayacağı ve
olayların izahının istenemeyeceği yolundaki iddiaları bir aldatmacadan ibarettir. Zira
kıssada soru sorulması yasaklanmamış ancak olayların aksamaması için sabır tavsiye
edilmekte ve sonuç olarak olayların izah edileceği vaad edilmektedir. Yani, soruların
cevapsız bırakılacağı şeklinde bir durum söz konusu değildir. Buna rağmen insan aklının
bu konularda aceleci olduğu ve ilgilendiği konularda soru sormamaya dayanamadığı
vurgulanmaktadır. Hal böyle olunca soru sormak normal bir olay olduğu gibi, din adına
574
kim ne iddia ediyorsa netice itibarıyla, istendiğinde o iddiasının dine uygun
olduğunu ispat etmek zorundadır. Kuran’da esası ve dayanağı olmayan; Kuran’a uygun
olmayıp ters düşen hiçbir olay veya söz İslâmi değildir.
Bu konuda verdikleri örnekle ilgili olarak, Kuran’dan mealen

- Bir vakit Mûsa, genç adamına demişti ki : << Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki
denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut uzun bir zaman yürüyeceğim.>> 18/60

- Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde bir
yol tutup gitmişti. 18/61

- (O belirtilen yeri) geçip gittiklerinde Mûsa genç adamına : “Kuşluk yemeğimizi


getir bize. Hakikaten şu yolculuğumuz yüzünden (epey) yorgunluk çektik.” dedi.
18/62

- (Genç adam) Gördün mü! Dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu
hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde
yolunu tutup gitmişti. 18/63

- (M^sa) : “İşte aradığımız o idi.” dedi. Tekrar izlerini takip ederek geriye döndüler.
(kayaya vardılar). 18/64

- (Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet
vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik. 18/65

- Mûsa ona : “Sana öğretilenden bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi
öğretmen için sana tâbi olabilir miyim? dedi. 18/66

- (O da) “Sen benimle (berâber bulunmağa) sabredemessin.” dedi. 18/67

- “Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin?” 18/68

- (Mûsa) : “İnşâallah, dedi, beni sabredici bulursun, senin emrine karşı gelmem.”
18/69

(O kul) : “O halde, dedi, eğer bana tâbi olursan ben sana anlatıncaya kadar
(yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma.” 18/70

- Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi.


(Mûsa) : Halkını boğmak için mi gemiyi deldin? Hakikaten sen (ziyanı) müthiş bir iş
yaptın! dedi. 18/71

- (O kul) : “Sen benimle berâber bulunmağa sabredemezsin demedim mi? dedi. 18/72

- (Mûsa) : “Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir
güçlük çıkarma.” dedi. 18/73

- Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar. (O kul) hemen onu
575
öldürdü. (Mûsa) : “Bir can karşılığı olmadan temiz bir canı öldürdün ha?
Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın! dedi. 18/74

- (O kul) : “Ben sana demedim mi, benimle berâber bulunmağa sabredemezsin?”


dedi. 18/75

- (Mûsa) dedi ki : “Eğer bundan sonra (bir daha) sana bir şey sorarsam, artık bana
arkadaş olma (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır (artık benden
ayrılmakta mâzur sayılırsın). 18/76

- Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. (Köy
halkı), onları konaklamaktan kaçındılar. Derken orada yıkılmak isteyen (yıkılmak
üzere olan) bir duvar buldular; hemen doğrulttu. (Mûsa) : “İsteseydin buna karşılık
bir ücret alırdın.” dedi. 18/77

- “İşte dedi, bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır. (Şimdi) sana sabredemediğin


şeylerin içyüzünü haber vereceğim”. 18/78

- “Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim.
(Çünkü) onların arkasında her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.”
18/79

- “Çocuğa gelince Onun anası babası mü’min kişiydiler. Çocuğun onları isyana ve
küfre sürüklemesinden korktuk.” 18/80

- “İstedik ki, Rab’leri onun yerine kendilerine ondan daha merhametli birini versin.”
18/81

- “Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara âit bir hazine vardır.
Babaları da iyi bir kimde idi. Rabb’in istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına
ersinler ve Rabb’inden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları, ben
kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü.” 18/82

Kıssada görüldüğü gibi, sabırlı olmak şartıyla ilgilenilen olayın iç yüzünü sorup öğrenmek
esastır. Diğer bir hususta olayları yapan, kendisine olaylarla ilgili soru sorulan kimsedir ve
güvenirliği kesin olarak soru sorana bildirilmiştir. Mûsa’nın bu şahıs hakkında önceden
bilgisi vardı ve güvenilir bir kimse olduğunu bilmekteydi, yoksa soru sormakla yetinmez,
fiili olarak mani olmaya çalışırdı. Şeyhlerin ise böyle güvenilir bir yönleri olmadığı gibi,
yaptıklarıyla ilgili olarak, yaptıkları sıradan veya olağan üstülüğü olmayan genelde söze
dayalı hayali şeyler şeyler olmasına rağmen, soru kabul etmedikleri gibi, tavırlarıyla ilgili
olarak izahatta bulunmaktan da kaçınırlar.Bu ise Kuran’a uygun olmayan bir durumdur.

Sofuların bu konuda söylediklerinden ve tavsiyelerinden örnekler verecek olursam, şöyle


ki :

Söyledikleri bir rivayette; Ca’fer-i Sadık Hem tasavvufa hem de şeyhliği karşı olmasına
rağmen onun adına şöyle rivayette bulunmaktadırlar :
576
“Bir gün İmam-ı Ca’fer-i Sa’dık Hazretlerine bir mürid geldi. Ve şeyhe dedi
ki :
- Sultanım bana himmet eyle.
Meğer ki o kimse şeyhin bostancısı imiş. Şeyh bu kimseye dedi ki :
<< Senin hatunun dul kalmayınca, çoluk - Çocuğunu dağıtmayınca, yatağın it yatağı gibi
kuru yer olmayınca, evin hârab olmayınca sen maksûduna erişemezsin. >>
Sâdık ve gerçek mürid olan bu kimse, şeyhinin dediklerini bir bir yerine getirdi için
zamanın sultanı oldu. Hal bu ki Allah için terk ettiği çocukları, hatunu ve kendisi bir zarar
da görmediler. Eskiden daha da mükemmel oldular.” (Müzekkin-Nüfus, Aslan Yayınları
1991 baskısı, Eşrefoğlu Rumi, sayfa 482. )

Evini ve çoluk çocuğunu mahvetmesine rağmen, mürid ve ailesinin neye dayanarak daha
iyi olduklarını ve zarar görmediklerini izah etmedikleri gibi, uydurma olduğu belli olan bu
gibi örneklerle, müridlerini istedikleri gibi yönlendirmeyi amaçlamaktadırlar.İslâmi
dayanaktan yoksun bu gibi iddialarla ayrıca Müslümanların aile yapısına da saldırıp
yıkmayı hedeflemektedirler, ayrıca bu rivayet, Ca’fer-i Sadık’a bir iftiradır, Ca’fer-i Sadık
Hem tasavvufa hem de şeyhliği karşı bir şahıstır.
Ayrıca Müzekkin - Nufusta şöyle demektedirler :

“Şeyh gassâl (ölü yıkayıcı) gibi, mürid de ölü gibidir.”


(Bahsi geçen Müzekkin - Nufus Sayfa 473.)

Bu sözleriyle, müridi şeyh önünde cansız ve iradesiz bir konuma getirmek istemektedirler,
böylece onunla istedikleri gibi oynama imkanı bulmayı hedeflemektedirler.

“Bazan öyle olur ki, tâlibi (müridi), mürşid (Şeyh) akıldan candan ve nefisten eder.
Gönülden ayrı, cansız, akılsız ve nefissiz olarak alır gider. Zira bu yolda akıl, gönül, ve
can her meclise götürülemez. Her yere götürülmesi de serbest değildir.

BEYT
Ko bu yoldaşlarını yalnız ol
Sen dahi sığmazsın anda sensiz ol.

Farsça şiir :

Her şebi vakt-i seher der köy-i cânan mirevim


Çân zi hod nâ mahremim ez hişi pinhan mirevim
Çün hicâb-ı müşkül akl-u can der koy-ı o
Lâ cerrem der koy-ı, o bi aku can mirevim.

Mânası
Her gece seher vaktinde mahbubun köyüne gideriz.
Kendi kendimize nâ mahrem olduğumuz için gizli gideriz.
Onun köyünde perde akla ve ruha müşkül geldiği için
Şüphesiz oraya akılsız ve cansız gideriz.”
(Bahsi geçen Müzekkin - Nufus Sayfa 422.)

Mevlana’nın akla karşı çıkması :


577
“Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki : “Senin bu ağlaman, aklının başında
olduğuna delâlet eder.
Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır.
Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Tanrı’ya perdedir,
geleceğin de.
Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum
alacaksın?”
(Mesnevi, Mevlana Cilt 1 sayfa 176 b. 2200 - 2201 - 2202 - 2203.)

Abdülhakim Arvasi’den :
“Kendinden olmak küfür
Kendinden geçmek iman.”
(Bahsi geçen kitap, Rabıta-i Şerife, Esseyyid Abdülhakim Arvasi, sayfa 66.)

Sofuların bu gibi, akla karşı çıkan sözlerine karşılık, Kuran’da akla dikkat çekilmiş, etkin
ve doğru bir şekilde kullanılması emredilmiştir, şöyle ki : Kur’an’dan mealen :

- Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azabı ve rezilliği),
aklını kullanmayanlara verir. 10/100

- İçlerinde sana kulak verip (Kuran’ı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi
duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa! 10/42

- (Bu Kuran), çok mübârek bir Kitâb’dır. Onu sana indirdik ki ayetlerini
düşünsünler ve aklı selim sâhipleri öğüt alsınlar. 38/29

- Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın, kendilerini
doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklıselim sâhipleridir. 39/18

- Şimdi Rabb’inden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (bunu kâbul
etmeyen) kör gibi olur mu? Ancak aklıselim sâhipleri öğüt alır. 13/19

- Bu (Kuran), insanlara bir tebliğdir. (İnsanlar), bununla uyarılsınlar. O’nun yalnız


Tek bir İlâh olduğunu bilsinler ve aklıselim sâhipleri öğüt alsınlar diye
(gönderilmiştir). 14/52

Ve sağlıklı akıl konusunda Kuran’dan daha birçok örnek vermek mümkündür. Sofuların
ve yandaşlarının en büyük korkularının başında, Kuran’ın sağlıklı akıl sahipleri tarafından
anlaşılmasıdır. Zira bu durumda kurmuş oldukları tuzakları yıkılmış olacaktır. Örneklerde
görüldüğü gibi, Kuran’ı dışlamak suretiyle, kendi söz ve kitaplarını onun yerine koymakta,
yahut da Kuran’a batıni manalar vermekte, yahut ta insanların akletmelerine karşı
çıkmaktadırlar. Sofistler ve onlar gibi onlar. Asırlarca insanların, Kuran’ın manasını merak
etmeden okumalarına ve hatta gidip ölülerin başında okumalarına sebep oldular. hal bu ki
Kuran ölülere değil yaşayanlara inmiş bir kitaptır. Kuran’ın insanlar tarafından
anlaşılmasını istemeyenler. Israrla Kuran’ın anlaşılmaz bir kitap olduğunu iddia
etmişlerdir. Şöyle ki .

“Hulâsa Kur’an-ı kerimin ma’nasını yalnız Muhammed << Aleyhisselam >> anlamış ve
578
hadis-i şerifleri ile bildirmişlerdir. Kur’ân’ı kerimi tefsir eden, Odur. Doğru tefsir kitâbı
da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirahatlarını
fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir kitaplarını yazmışlardır. (Beydâvi) tefsiri,
bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitâblarını da anlayabilmek için, otuz sene
durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları,
seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, (Tefsir) ilmidir....”
“... hattâ Cebrâil << Aleyhisselam >> dahi Kur’ân-ı kerimin manâsını, esrârını,
Resûlullah’a sorardı...”
“... zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, İslâmi yeti öğrenmek için, tefsir ve hadis-i
şerif okuması uygun değildir...”
(Kur’an’ın anlaşılması bir tarafa, ne olduklarını belirtmediği fakat bir ibret olarak şu
sözleri sarf etmesi, “ Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, otuz sene durmadan
çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir.
Ana ilimlerden biri, (Tefsir) ilmidir....” veya diğer imkansızlık sözleri, Kuran’ı övme
maskesi altında Kuran’a açıktan açığa yapılmış bir saldırıdır.

“Tefsi, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsir kitâbları, bu nurun
anahtarlarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler çıktığı gibi, o tefsiri okumakta,
kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsirleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine
bildirmek için, çeşitli derecedeki insanlara göre binlerle kitab yazmışlardır.” (Tam İlmihal,
Se’âdet-i Ebediyye, Işık Kitâbevi, İhlâs Vakfı Yayını 1980, Yirmibeşinci baskı, sayfa 44,
Yazan Hüseyn Hilmi Işık.)
Görüldüğü gibi, dediklerine göre insan hiç aklını kullanmayacak ve asla Kuran’a
yanaşarak onu anlamaya çalışmayacaktır; Kuran’dan uzak duracaktır. Bu duruma düşen
kimse bir zorlukla karşılaştığında nemi yapmalı, dediklerine göre ölülerden istianede yani
dua yoluyla yardım istemede bulunmalıdır, şöyle ki :

“Resulullah S.A. Efendimiz şöyle buyurdu :


- << İşlerde şaşırırsanız, kabirler ehlinden yardım isteyiniz.. >> (Hadis-i Erbain,
Tasavvuf, Rahmet Yayınları. 1970 baskısı, sayfa 110. Yazan, Sadreddin-i Kunevi, çev.
Abdulkadir Akçiçek. )
Bu uydurma rivayetin Arapça metninde yardım şekli “İstiane” olarak belirtilmektedir. Hal
bu ki, Allah’tan başkasından “istiane de bulunmak” Kuran’da kesinlikle, şirk olarak
tanımlanmıştır. Kuran’dan mealen :

- (Rabbimiz) Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz. 1/4

Milyonlarca kimsenin her gün okuduğu Fatiha Sûresinde geçen tanımlama bu şekildedir.
Görüldüğü gibi İstiane ibadetle aynı olarak belirtilmiştir.

Sofistlerin bu gibi şeylerden amaçları yaşayanlarını ilâhlaştırdıkları gibi, ölülerini de


ilâhlaştırmaktır. Bu gibi İslâm’a ters düşen öğretilerle yönlendirdikleri yüz binlerce kişi,
türbelere bez bağlamakta, türbelere adaklarda bulunmakta ve onlardan “istiane’de”
bulunmaktadır. Ölü olsun veya canlı olsun, Allah dışında herhangi bir kimseden istianede
bulunmak, Kuran öğretisine göre o kimseyi ilâhlaştırmaktan başka bir şey değildir.

Kütüb-i Sitte konusunu işlerken belirttiğim gibi, yeri gelmişken şunu tekrar belirteyim ki,
Kuran’a göre ölü, isterse iyi bir kimse olmuş olsun veya iyi olmayan bir kimse olmuş
579
olsun. Dünya da yaşayanlar tarafından kendisine yapılan hitapları kesinlikle
duymaz. Zira Kuran’a göre, ölüm ile uyku konum olarak bir ve aynı şeydir. Nasıl ki,
uyuyan bir kimse uykuda olduğu müddetçe dünya hayatında yaşayanlar tarafından
kendisine yapılan hitapları duymuyorsa, ölünün durumu da bir ve aynı şeydir. Bu konuda
Kuran’dan mealen :

- O’dur ki, geceleyin sizi öldürür, gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş
süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O’nadır;
sonra (O, dünyâda) yaptıklarınızı size haber verecektir. 6/60

- Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp


kendilerinden geçirir); sonra hükmettiğini tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar
(bedenlerine) gönderir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.
39/42

Seçtiğim bütün örnekleri, tasavvuf adı altında faaliyet yürüten sofuların, başka bir ifadeyle
sofistlerin meşhur önderlerinden verdim. Bunun yanında adı yaygın şekilde duyulmamış
olan binlercesi tarih içerisinde ve günümüzde faaliyet göstermiş ve göstermektedirler.
Gavs veya Kutup olarak telakki etikleri önderlerinin zihniyeti ne ise, küçük bir köyde
faaliyet yürüten birkaç kişiye hitap eden şeyhler ininde zihniyeti aynıdır. Onların temel
zihniyeti hiçbir hakikati hakikat olarak kabul etmemeleridir. Bundan dolayı inanç
yönünden her kalıba girmekte mahzur görmezler. Asırlardır Kur’an’a aykırı inançlarını,
İslam adı altındaki toplumlar da sürdüre bilmelerinin temelinde, Müslüman olduklarını
iddia etmelerine rağmen, Kur’an bilgisinden uzak kimseler tarafından kabul görmeleridir.
Onları kutsal şahsiyetler olarak kabul eden kimselerin en başında, inanç yönünden meczup
hale gelmiş fertler ve halk kitleleri olduğu gibi, kendilerine inanan ve kendi menfaatleri
için yararlı olduklarını düşünen hatta onları bozuk dünyevi amaçları için kullanmak
isteyen çeşitli devlet sistemleri ve saltanat düşkünlerinin verdiği çeşitli destekler ile
kendilerini din alimi olarak gören ve öylece tanıtmaya çalışan; aslında Kuran öğretisine
göre doğru abdest almayı dahi öğrenememiş buna rağmen İslam önderleri olarak
kendilerini tanıtılmak suretiyle, din kisvesi altına bürünmüş meşhur kimseler tarafından
desteklenmeleridir. Örneğin:

Bediüzzaman olarak vasıflandırılan Said’i Nursi onlar konusunda şöyle diyerek destek
vermektedir:

“Evet, Resûl-i Ekrem Aleyhissâlatü Vesselâm, Hazret-i Hasanı (R.A.) kemâl-i şefkatinden
kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasandan (R.A.) teselsül eden nurani nesl-i
mübarekinden Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylani gibi çok mehdi misâl verese-i nübüvvet ve
hamele-i Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) olan zatların hesabına, Hazret-i Hasan (R.A.) başını
öpmüş . Ve o zâtların istikbâlde istikbâlde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı
nübüvvetle görüp, takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i
Hasanın (R.A.) başını öpmüş...”
“... Evet, Hazret-i Hasanın (R.A.) başını öpmesinde Şâh-ı Geylaninin hisse-i azimesi var.”
(Risale-i Nur Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan Said Nursi, sayfa 19,
20.)
İran’ın Gilân kasabasından olan, büyük ihtimalle Arap asıllı olmayan Abdulkadir Geylani,
güya Hasan (R.A.) torunu imişte, bunu bilen Resûlullah (S.A.V.). Abdulkadir Geylani’nin
580
nâm-ı hesabına Hasanın (R.A.) başını öptüğünü, Saidi Nursi iddia etmektedir.
Övücü sözlerinin arasına Mehdi sözcüğünü yerleştirmeyi de ihmal etmeyerek, böylece
Mehdi kavramının İslam dininde tartışmasız bir gerçek olduğunu vurgulamaktadır. İslam
dininde öyle bir kavram olmadığı gibi, bu tür kavramlar Kuran’a güven duymayan Kuran
karşıtları tarafından ortaya atılmış iddialardır. Şöyle ki:

Kur’an’a inandığın ve Mümin veya Müslüman olduğunu iddia eden bir kimse, Kuran’ın
yol gösterici olarak İnsanlığa vaad ettiği kurtuluş gerçeklerine rağmen, Peygamberimiz
tebliği yaparken, insanlara her ne kadar size tebliğ etmekte olduğum Kur’an ayetleri ile
sizleri dünya ve ahiret mutluluğuna çağırmakta isem de, İnsanlığın asıl kurtuluşu kıyamete
“kimilerine göre kırk gün; kimilerine göre kırk yıl kala” Mehdi veya İsa peygamber
gelecek, işte o zaman İnsanlık hidayet bulacaktır dediğini düşünebilsin. İnsanlar o zaman
Kur’an’ın kurtuluş için yetersizliğini düşünerek, şahısların yapabildiğini Peygamberin
aralarında güncel olarak varlığına rağmen, Kuran’ın hidayeti tam olarak neden
sağlayamadığını kendi kendilerine veya çevrelerine soracak ve böylece Kuran’a olan
güvenleri kırılacaktır. Öyle ya, İddia ettiklerine göre, peygamber elinde Kuran tebliğ
yapıyor, buna rağmen İnsanların hidayete ermesi için Kuran’a alternatif olarak ne zaman
gelecekleri meçhul olan şahısları çare olarak gösteriyor. Bu gibi iddialar Kuran’a aykırı
olduğu gibi, insanları Kuran’dan uzaklaştırmak için ortaya atılmış iddialardır. Ayrıca, bu
ve bu gibi sözlerin bire bir ilişkide fayda zarar yününden de “kıyamete kırk gün veya kırk
yıl” kalıncaya kadar hiçbir aktif önemi yoktur. Atalarımız; bizler ve nesillerimiz bu dünya
hayatında imtihanımızı tamamlayıp gittikten sonra bizim açımızdan Mehdi veya İsa
peygamber gelse ne olur gelmese ne olur veya gelip gelmemesi bu durum karşısında kimin
umurunda. Bu iddiaları ciddiye alan kimseleri, elinde reçetesi olmasına rağmen bunu bir
kenara bırakarak, doktor arayan şaşkın hastalara benzetiyorum. İnsanlar elinde Kur’an
Mehdi veya İsa Peygamber aramakta, tabiri caizse bu bir kara mizahtır.

Konumuza dönersek, Said’i Nursi’nin sofistleri öven diğer sözlerinden örnekler:

“Silsile-i Nakşinin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani”. (Risale-i Nur
Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan Said Nursi, sayfa 42.)

“... tarik-ı Nakşinin (Nakşibendi tarikatı demek istiyor, tarik-ı Nakşi diyerek güya
sevecenliğini gösteriyor.) üç perdesi var:”
“Birisi ve en birincisi ve en büyüğü : Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki.
İmam-ı Rabbani de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.”
“İkincisi : Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Saniyeye tarikat perdesi altında hizmettir.”
“Üçüncüsü : Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk
etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.” ( alıntıda
parantez içi hariç, Risale-i Nur Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan
Said Nursi, sayfa 43.)
“Onsekizinci Mektup
[Bu Mektup <<Üç Mes’ele-i Mühimme >> dir]
Birinci Mes’ele’i Mühimme : << Fütühât-ı Mekkiyye >> sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.)
ve << İnsan-ı Kâmil >> denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi
evliyâ-i meşhûre, Küre-i Arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf dağı arkasında ki Arz-ı
Beyzâdan ve Fütuhatta << Meşmeşiye >> dedikleri acâibden bahsediyorlar, << gördük >>
diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin, yerde
581
yerleri yoktur.
Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar
nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?
Elcevap : Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini
doğru görmüşler...” (Risale-i Nur Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan
Said Nursi, sayfa 89, 90.)
Ve Saidi Nursi bunlar gibi, daha birçok övücü ve benimseyici sözler söylemektedir.

Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, (halil necatioğlu)nın sözlerinden örnekler :

“HALİL NECATİOĞLU
İkinci misâl, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi’nin bizzat kendisidir. Mevlânâ da önceleri bir
ilim adamı olarak “karşı durumda iken, sonradan tasavvufu iyi tanıdığı zaman;
bozulmamış, an’anesine sahip, din dışı tesirleri almamış, gerçek tasavvufu, derûni hayatı
tanıdığı zaman, inadından ve karşıt tavrından vazgeçmiş kimselerden biridir.”
“... Tasavvufun ihtiyâri bir zevk mesleği olmadığı, aksine her Müslüman için mecburi,
zaruri bir yol olduğu kanaatine gelmiş bulunuyorum. Şer-i Şerife, hadis-i şerife, âyet-i
kerimelere bağlı bir kimse olarak.” (Tasavvuf Üzerine Sohbet, Seha Neşriyat 1990 baskısı,
Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN “Halil Necatioğlu” sayfa 26-27.)

Muhammed İkbal’in sözlerinden örnek :

“Aşk muhabbet delili olan Mevlâna ki onun sözü susuzlara bir selsebildir.” (Cavitname,
sayfa 142 b.352. )

SOFULARIN DEVLET DESTEĞİYLE DESTEKLENMELERİ

İslamın yönetim şekli biât, yani seçimle iş başına gelen devlet başkanları ve onların
istişare meclisi olan şura’nın toplumu Kur’an’a göre yönetmeleridir. Biât esası,
Muaviye’den itibaren kaldırılarak, idarenin babadan oğula geçmesi ve dolayısıyla Krallık
rejiminin geçerli olması yoluna gidildi. Bu ise müslümanların idari sistemini gasp etmek
manasına geliyordu ve Kuran’dan destek görmesi beklenemezdi. İslâmi biât sistemiyle
işbaşına gelmemiş olmalarına rağmen, kendilerine İslâm halifesi adını takan krallar, meşru
yönetici olduklarına dair Kuran’dan delil getiremeyince, meşruiyetlerini topluma kabul
ettirmek amacıyla, Kur’an dışında, Kuran’ın gösterdiği yol haricinde yollar aramaya
başladılar. Bunun için çeşitli metotlar tatbik ettiler. Bu metotlarının en en başta geleni
peygamber adına uydurmuş oldukları binlerce sahte rivayettir. Öyle ki, bu uydurma
rivayetlerinin Kur’an’dan üstün olduğunu, Kur’an ayetlerini nesh , yani iptal ettiğini
söylemekten ve kabul ettirmeye çalışmaktan çekinmediler. Peygamber hadisleri adı altında
ki bu rivayetler vasıtasıyla, İslâm adına toplumu çok çeşitli mezhep ve fırkalara böldüler.
Kur’an’ı bir çok hususta dışlayınca da, Kuran’ın müslümanlara vermiş olduğu bilimsel ve
moral destekte kitlelerin arasından kalkmış oldu. İşte tam bu noktada doğan boşluğu, adına
tasavvuf dedikleri, kendilerine sofu denen sofistlerin hayali ve aldatıcı sözleriyle örülmüş
uyuşturucu bir sistemi topluma dikte ettiler. Aynı zamanda batıni olan bu sisteme İslamın
rûhu adını taktılar. Böylece İslâmi sistemle gelmemiş olan yöneticiler. İslâm’dan, sahte
hadisler ve tasavvuf yoluyla uzaklaşmış toplum fertlerini, şeyhler ve sahte din alimleri
vasıtasıyla kendilerine bağladılar. Sahte din alimlerinin ve şeyhlerin kendilerine yapmış
oldukları bu hizmet karşılığında da faaliyetlerini sürdürme ortamıyla mali destek
582
sağladılar. Yaptıkları bu hareket, İslâm adına teşekkül etmiş diğer krallıklarda da
örnek kalıp görevi gördü. Bu Emevi tezgahı gönümüzde de halen çeşitli şekillerde
sürmektedir.

Bu durumlar neticesinde ortaya şöylece bir olay çıktı :

1- Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devreden Kraliyet.


2- Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti uygulamalar.
3- İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar.
4- Mescit yerine, tekke ve zaviyeler.

5- Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti.


6- İslâm ümmetçiliği yerine ırkçılık.
7- Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü.
8- Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri.
9- Kabe yerine, türbelerin tavaf edilmesi.
10- Allah iman ve Allah’ın birliği yerine, Kutup, Gavs, kırklar, Yediler, Evtad v.s. Telakki
edilen kimseler.
11- zekat ve Sadakalar yerine, Sofistlere vakıf tahsisi ve mali destek.
12- Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık.
13- Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum.
14- Yaratılış ve yaratıklar üzerine açık ve müspet düşünen toplum yerine, düşünceden
kaçan, akletmeyen, boş hayaller kuran fertler toplumu.
15- Meşru müdafaa üzerine kurulu, af ve barışa teşvik eden İslâm cihadı yerine, haksız
saldırılar ve çapulculuk.
16- Allah’ın korumasını isteme yerine nazarlıklar, muskalar, kullar v.s. den medet ve
koruma ummak.
17- Allah’a istiâne yerine, kullara istiâne.
18- Peygamber yerine, rivayet imamları.
19- Allah’ın tevhidi; birliği yerine, kulların ilâhlık iddiaları.
20- Aklı önemseme ve kullanma yerine, aklı küçümseme ve red etme.
21- Gayba iman yerine, gayb konusunda keyfi iddialar ve falcılık.
22- Açık ve adil adalet yerine, zorbaların ve diktatör yöneticilerin tağuti kararları.

Bu ve bu gibi durumlar neticesinde, fertler ve toplumlar hızla İslâmiyet’ten uzaklaştılar.


İsmen Müslüman olmalarına rağmen büyük bir inanç bunalımı içine düştüler. Zira, İslâm
adına bir çok kimseden İslâm’a aykırı ve çelişkili sözler öğretiliyordu, onlarda
sorgulamadan bunları kabul ediyorlardı.

Sofuların devlet tarafından destek görmeleriyle ilgili olarak, Osmanlılardan örnek verecek
olursam, şöyle ki :

Osmanlılarda, şeyhlik olayı bir devlet teşkilatıydı, bu şeyler merkezi idare tarafından
teşkilatlandırılmış ve kadroya bağlanarak tayin yoluyla maaşa bağlanmış, yada vakıflar
yoluyla kendilerine maddi olanaklar sağlanmış, kendilerine mürid toplayabilmeleri için,
şeyhler ve müritleri vergi ve posta ücreti gibi ödemelerden muaf tutulmuşlardır.
Merkezde Meclis-i Meşayih ve taşralarda Encümen-i Meşayih olmak üzere
teşkilatlandırılmak suretiyle tüm Şeyhlerin merkezi devlet idaresine bağlanması ve
583
verilecek emirleri yerine getirmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. 1914 senesinde
payitaht yani merkez kabul edilen İstanbul’da 258 tekke ve zaviye mevcuttu. O günkü
İstanbul nüfusuna göre bu büyük bir rakamdır.

Bu konuda Sadık Albayrak şöyle demektedir:

“Tekke ve zaviyeler menşe’i itibariyle İslâm’ın batıni tarafını tarikatlarla yayan


müesseselerdir. Tarikatlar ise İslâm’ın zuhuru ile Hazreti Peygamber (s.a.v.)’e dayanmakta
ve kaynak esas olmak üzere zamanımıza kadar gelmiş dini telkin ve eğitim vasıtalarıdır.
Mevzu’un genişlemesine girmeden 1918’de Meclis-i Meşayih’in idare tarzına ait çıkmış
olan nizamnameden bu hususu açıkça izah edelim.”
“Bu nizamname (Takvim-i Vekayi, sayı 3296. 9 şevval 1336 - 18 Temmuz 1334 - 1918)
üç fasıl üzerine tertip edilmiş on yedi maddeyi ihtiva etmektedir. Bu nizamnamenin tatbiki
için de üç fasıl ve ondört maddelik bir talimat name çıkarılmıştır. Ayrıca taşra meşayih
encümenleri için de on altı ve tekkelerde tatbik olunacak hükümler hakkında da yirmiyedi
maddelik talimatnameler çıkarılmıştır. Diğer taraftan bütün tekkelerin sağlık ve
temizlikleri için de on maddelik bir talimatname çıkarılmıştır. ( Bu nizamname ve
talimatnameler toplu olarak Dârü’l - Hilâfeti’l - Aliye, Evkaf-ı İslamiye Matbaasında 1337
de basılmıştır.)”. (Türkiye’de Din Kavgası, Şamil Yayıevi 1984 baskısı, Sadık Albayrak.
Sayfa 191. 4. Baskı).

Osmanlılarda tasavvuf konusunda en son çıkmış talimatnamelerden biri olan bu


talimatnamenin 27. Maddesinde yürütme ile ilgili teşkilatlanmayı göstermesi açısından
şöyle denmektedir :

“Madde : 27 - Bu talimatname’nin tekkelerde en güzel bir şekilde tatbikine merkez ve


tekkelerin şeyhleri ile Meclis-i Meşayih müfettişleri nezaret edeceklerdir.” (Türkiye’de
Din Kavgası, Şamil Yayınevi 1984 baskısı, Sadık Albayrak. Sayfa 196. 4. Baskı).

“TEKKELERDE ŞEYHLİK VE POST NİŞİNLİK”

Tekkelerin gerek İstanbul’da ve gerekse diğer İslâm memleketlerinde yayılmış olması,


içtimai bakımından yaygın bir sahası olduğunu gösterir. Bugün kapatılmış oldukları ve
yerleri unutulmuş olduğundan sayıları ve yerleri hakkında gerekli bilgiye sahip değiliz.
Yalnız İstanbul’da bulunan tekkeler hakkında istenilen bilgi mümkün olduğu kadar temin
edilebilmektedir. 1914 senesinde merkez kabul edilen İstanbul’da 258 tekke ve zaviye
mevcuttu.”
“Bu tekke ve zaviyelerin dağılımı şöyle idi : Mevlevi (5), Nakşi (51), Kadiri (45), Rufai
(40), Halveti (31), Sümbüli (21), Sadi (15), Şa’bani (14), Bedevi (8), Cerrahi (7), Gülşeni
(4), Bayrami (4), Uşşak (4), Halidi (3), Sinani ve Şa’bani (4), ve Şazeli (2). (İstanbul
Belediyesi İhsaniyat Mecnuası, C. 3. Sh. 45, Dersaadet 1330).”
“Yalnız tekke ve Zaviyelerin devlet bünyesinde ifa ettikleri hizmetler göz - önüne alınarak
devlet tarafından hizmet sahalarında pek çok kolaylıklara nail olmuşlardır. Teşkilat olarak
faaliyete geçtikten sonra her türlü muhabereleri posta ücretinden muaf tutulmuştur.”
(Türkiye’de Din Kavgası, Şamil Yayınevi 1984 baskısı, Sadık Albayrak. Sayfa 196-197.
4. Baskı).
“Resmi tekkelerde hizmet ifası için imtihan şart koşulduğu gibi hususi tekkelerde de
halifelik icazetnamesi alması ve hangi tekkenin şeyhliğine tayin edilecekse o tekkenin
584
erken ayinlerine hakkı ile vakıf bulunması lazımdır. (Türkiye’de Din Kavgası, Sadık
Albayrak. Sayfa 198).
“Mevleviliğin Osmanlı imparatorluğu içinde haiz bulunduğu yüksek nüfuzu bilen
ittihatçılar her müessesede olduğu gibi buraya da el attılar ve İkinci Meşrutiyet’in başında
Konya’da Mevlâna Dergahı Post-nişini bulunan Abdülhalim Çelebi azl edilerek yerine
Veled Çelebi (izbudak) tayin edilmiştir.”
“Bu tayinle Veled Çelebi sekiz sene kadar Mevlâna Dergâhı Post-niş inliğinde bulunmuş
ve İttihatçıların amêline hizmetten geri kalmamıştır.” (Türkiye’de Din Kavgası, Sadık
Albayrak. Sayfa 203).

Örnekler, sofularla bire bir devlet ilişkisini göstermeleri açısından seçilmişlerdir.

Vermiş olduğum bütün örnekler dikkate alındığında, tasavvuf adı altında yürütülen
sofuluğun veya sofistliğin Kûr’an’a açıkça aykırı olduğu ve İslâm karşıtı bir faaliyet
yürüttüğü açıkça görülür. Sofu zihniyetine ait örnekler, tasavvuf mesleği içerisinde Gavs
veya Kutup olarak telakki edilen en baştaki önderlerinden seçilmiştir ve tasavvufi
düşüncenin ana yapısını temsil etmektedirler. Bu sofinim zihniyetini özellikle, Vahdet-i
Vücut nazariyesi, yani kainattaki her şeyin Allah’ın bir parçası, dolayısıyla Allah olduğu
düşüncesiyle; Dünya’da hiçbir hakikat kabul etmeme düşüncesi üzerine kurulduğunu
belirtmek isterim. Her iki düşünce veya inanç tamamen Kûr’an’a terstirler.

Sofistlere karşı yapılacak en etkili mücadele, Kûran’ı öğrenmek ve insanlara öğretmektir.


Kûr’an, İslâm dininin Tek kaynağı ve Tek rehberi olarak alınırsa, o zaman bütün karşıt
hile ve tuzaklar net olarak ortaya çıkar.

FELSEFE YOLUYLA FİLOZOFLARIN İSLÂM DİNİNE SALDIRMALARI


OLAYI :

Rivayetler, Mezhepler ve Tasavvuf yoluyla İslâm dinine yapılmış olan saldırılar halkın
tamamını hedefleyen saldırılardır. Felsefe yoluyla yapılan saldırılar ise özellikle okumuş
kimseleri hedeflemekte ve okumuşlardan saptırdıklarını halka örnek göstermek suretiyle,
onların peşine sürükleyerek dolaylı bir şekilde halkı da saptırmayı amaçlamaktadır.
Örneğin : Halkın bilgin olarak gördüğü meşhur kimselerin Kuran’a dolayısıyla İslâm
dinine aykırı görüş ve kavramları İslâmi imiş gibi kullanmaları, İslâm dini yönünden cahil
halkın bunları örnek alıp kullanmasına yol açmakta ve İslâm’dan daha da uzaklaşmalarına
sebep olmaktadır. Bir toplumda okumuş kimselerin önemli bir konumu, tavırlarıyla veya
fiili öğretileriyle halkın öğretmenleri olmalarıdır. Öğretmen saparsa, ona uyan öğrencinin
ne hale geleceği açıktır. İşte felsefe yoluyla İslâm dinine yapılan saldırı bu derece kötü bir
olaydır.
Her ne kadar, felsefecilerin hedefledikleri ana esas olarak okumuş kimseler ise de, bunun
manası her okuması yazması olan kimseler demek değildir, bazı konularda ihtisaslaşmış
kimselerdir. Bundan dolayı, felsefeciler, felsefi kavramları ellerinden geldiğince zor
anlaşılır bir şekilde ifade etmeye gayret göstermişlerdir. Bundan dolayı, Aristo’cu veya
Eflatun’cu olmak okumuş dahi olsalar halktan kimselerde pek rastlanmaz, fakat fakat isim
altında olmaksızın felsefi kavramlara bazen halktan kimselerin sözlerinde rastlamak
mümkündür; bu sözler felsefi bir temeli olmaksızın taklit olarak sarf edilmiş sözlerdir.
Direkt olarak Aristocu, Eflatuncu v.s. Olmak ise Farabi, İbn Sina ve felsefi temel üzerinde
onlar gibi bilinçli bir şekilde kabul gösterip düşünen kimselere has bir olaydır. Filozoflar
585
kendilerini üstün bir sınıf olarak görürler, halkın da onları böyle görmesi için, halk
tarafından bilgin olarak görülmeyi fakat bilgelik iddiaları olan felsefelerini halkın
bilmemesini isterler. Aksi takdirde cahilce, felsefe diye söylemiş oldukları sözlerinin boş
iddialar olduğu ortaya çıkacak ve esrarengizlikleri sona erecektir.
Felsefenin ana konusu “Varlığın” ne olarak anlaşılması gerektiği ve “Varlığın” ne olduğu
hususudur. İslâm dinide bu konuda bilgi veren bir dindir. Vahye dayalı bütün dinlerin en
temel amaçlarından biride bu ve bu gibi sorulara cevap vermek ve doğruları göstermektir.
İzah doğru olunca buna uyan davranışta doğru olmaktadır. İzah yanlış olursa buna uygun
davranışta yanlış olmaktadır. Bu yolda felsefenin hareket noktası, duyularla ve İnsanlar
arası ortak imkanlarla, Varlığı incelemek ve buna bağlı cevaplar vermektir. Vahye dayalı
dinlerin hareket noktası ise Varlığa ve buna ilişkili olarak ne yapılması gerektiğine Vahiy
yoluyla izahlar getirmektir. Felsefe Varlığı, Varlıkla izah etmeye çalışırken, Vahye dayalı
dinler ise Varlığı var edenin, yani Allah’ın verdiği bilgilerle izah etmeye çalışırlar,
izahların bu çerçevede gerçek olması içinde Vahyin gerçek olması yani insani tavırlarla
tahrif edilmemiş bir vahiy olması gerektiğini de belirtmek isterim. Diğer bir hususta, bu
durum İlâhi vahye inananların Varlığı incelemekten kaçtıkları veya üzerinde
düşünmedikleri manasında değildir. Varlık üzerinde düşünmek İslâm dinin de çok önemli
bir husustur buna İslâm dininde “Tefekkür” denir. İslâm dini Varlığın Vahyin yol
göstericiliğiyle tefekkür etmek suretiyle akla uygun ve gerçek olarak anlaşılmasını ister.
İslâm dininde, Vahiy ile bildirilenlerin hiç biri varlıktaki gerçeklerle çelişmez. Bundan
dolayı 20. Asırda fen bilimlerinde yapılmış yapılmış olan hiçbir bilimsel ispatın Kuran’la
çatıştığı görülmemiştir. Kuran’ın bu gibi gerçekleri önceden haber vermiş olması Varlın
izahında İlâhi Vahyin esas ve önde olduğunun açık bir göstergesidir. Hal bu ki, Varlığı
yalnız Varlıkla izah kalkışan filozofların izahları bir takım tutarsız tahminler ve kendi
aralarında dahi uyum göstermemiş olan çok çeşitli ve birbirlerine zıt fikirler yığınıdır.
Hem dinin, hem de felsefenin amacı Varlığı izah etmek ise de, görüldüğü gibi, hareket
noktaları bir birlerine ters yöndedir. Felsefe, tespit edebildiği Varlık konusunda aşağıdan
yukarıya doğru hareket ederken, İlâhi vahiy ise Varlık konusunda kapsamlı bir şekilde,
yukarıdan aşağıya doğru bilgi vermek suretiyle hareket eder. Hem felsefenin hem de dinin
izah sahasına görünen evren ve görünmeyen evren de girer, başka bir ifadeyle fizik ve
fizik ötesi; fiziksel alemle, metafiziksel alem; duyu ve fenni vasıtalarla tespit edilebilen
alemle, tespit edilemeyen alem; şuhud alemiyle, gayb alemi de girer. İnsan elinde ki
imkanlarla elinin eriştiği varlığı inceleye bilir. Fakat elinde olmayan imkanlarla
erişemediği varlığı inceleyemez, bundan dolayı felsefenin gaybı aşarak metafiziksel alemi
incelemesi mümkün değildir. Bu imkana İlâhi vahiy sahiptir. İlâhi vahyin verdiği bilgi
bundan dolayı tek ve tutarlıdır. Felsefenin verdiği bilgi ise çok çeşitli ve tutarsızdır. Dene
bilir ki, felsefe aczin gayb karşısında ki bir feryadıdır.

Varlığın izahı konusunda ki şu üç husus arasında ki farka dikkat etmek lazımdır:


1- İlâhi Vahiy yoluyla izah. Bu izah tarzında İlâhi Vahyin doğruluğuyla ilgili olarak, duyu
organları ve imkan vasıtalarıyla tespit edilebilen Varlık üzerinde düşünülür araştırma
yapılır ve örnekler gösterilir. Hiçbir çelişki ve tutarsızlıkla karşılaşılmayınca da, elde
edilen güvence desteğiyle İlâhi Vahiy tarafından gayb konusunda verilen bilgilerin
çelişkisiz ve kabul edilebilir gerçekler olduğu görülmekle gayba iman söz konusu olmuş
olur. İlâhi Vahiy bilgileri bir bütündür, hiçbir zaman bir kısmını kabul edip bir kısmını ret
etmek olmaz. Bir tanesini ret etmek tamamını ret etmek manasındadır. Hiçbir zaman şahsi
fikirler İlâhi Vahiy bilgilerinin önüne geçemezler. Varlığı izahta ve bununla ilgili olarak
gösterilen öğretide, şahsi fikirler değil, Allah tarafından bildirilen Vahiy bilgileri esastır.
586
Örneğin, İslâm açısından dini konularda ileri sürülecek tüm fikirlerin açık ve net
olarak Kuran’a uygun olması; Kuran’da bir esası bulunması ve Kuran’la çelişmemesi
gerekir.
2- Felsefe yoluyla izah tarzında ise, varlık tespit edilebilen varlıkla izah edilmeye çalışılır.
Gayb konusunda şahsi iddialarda bulunulur. Çok çeşitli fikirler ileri sürülür. Tüm felsefi
ekollerce ileri sürülen fikirlerin birbirlerine uygun olması gerekmediği gibi, bir birlerine
aykırı olmaları esastır, zira aykırı olmasalardı, ayrı, ayrı ekoller haline gelemezlerdi.
Ayrıca diğer bir temel nokta da, filozof olduğunu iddia eden şahısların İlâhi Vahiy bilgisi
aldıklarını iddia etmemeleri gerekir, iddia etmeleri halinde filozof olduklarını değil de
peygamber olduklarını iddia etmiş olacaklardır. Zira bu konum peygamberle filozof
arasındaki ayrılık noktasıdır.
3- Varlığa ait bazı hususları, fen metotlarıyla izah eden, fizikçi, kimyacı, mühendis gibi
kimseler ise sanatlarından hareketle metafiziği izaha kalkışmadıkları müddetçe konumuz
haricidirler.

Daha önce de kısaca konu ettiğim gibi, İnsan bu dünya da bir müddet yaşam sürmesine
rağmen, bu dünyanın yabancısıdır. Bu dünyaya nereden gelerek doğduğunu kendi başına
kendi başına bilemediği gibi, öldükten sonra nereye gideceği konusunda da bir fikir sahibi
değildir. Ayrıca insanın en çok merak ettiği şeylerin başında, bu varlığı var edenin kim
olduğu ile İnsan olarak var olmuş olmanın mahiyet ve manasıdır. Bütün insanlar elbirliği
etseler, yaşadıkları evrende boş ve manasız her hangi bir mahiyeti olmayan ve herhangi bir
hususu ifade etmeyen bir şeyi ömürleri boyunca arasalar bulamazlar. Bir şeyin mahiyetini
bilmeye bilirler, fakat boş olduğunu ispat edemezler. Var olan her şeyin bir manası vardır,
bunun böyle olduğunu anlamak istersen boş olarak tasavvur ettiğin bir şeyi şahsileştir ve
ona boş olduğu hitabını yönelt, sonra kendini onun yerine koy, önceden kendisine
yönelttiğin boşluk hitabını nasıl ret ettiğini tahmin edebilirsin. Var olan her şeyin bir
manası vardır zira varlık bütünüyle bir mahiyettir sahip olduğu tüm parçaları da bu özelliği
taşır. Hal böyle olunca, birer insan olarak bizi var edenin kim olduğuyla, bizi niçin var
etmiş olduğunun ve bizden ne istediğinin büyük bir önemi vardır. Ve hiçbir insanın
bundan daha önemli bir sorusu olamayacağı gibi, bu sorunun cevabını öğrenip gereğini
yapmaktan daha öncelikli bir işi olamaz. Bu öyle bir durumdur ki merak sınırlarını da
aşmaktadır. Gerçekten, Ahir et hayatı varsa ve biz ebedi olarak var olacaksak, bir gün
Allah herkese Dünya da yaptığının karşılığını verecekse, bu bizim için çok önemli bir
husustur. İşte bu konularla ilgili olarak, gerek filozofların şahsi görüşleri, gerekse
Peygamberlerin İlâhi Vahye dayalı tebliğleri vardır. Her iki grubun hareket noktaları bir
birlerine ters olduğu gibi vardıkları neticelerde aynı değildir. Peygamberler tebliğlerini,
Allah’tan almış oldukları bilgilerle, Allah adına yapmaktadırlar. Filozoflar ise kendi
kafalarında ürettikleri ve tahmine dayanan görüşleriyle kendi adlarına öğreti yapmaya
çalışmaktadırlar. Bu iki durum, sistem ve hareket noktaları bir birlerine zıt olup,
Peygamberlerle filozofları kesin olarak bir birlerinden ayırır.
Her ne kadar, bu çalışmamda esas amaç olarak, İslam Dini adına ortaya atılmış felsefe
temelli görüşleri konu edecek isem de, önemli olanın gerçeklerin ortaya çıkması
olduğundan, kısmen de olsa batılıların son asırlarda ortaya atıkları felsefi görüşlere ve
Varlık üzerindeki düşüncelerine deyinerek, Kuran’ın bu konularda da üstünlüğünü
tanıtmaya çalışacağım.

Kuran öğretisiyle yetinmeyip karşı çıkan ve Kuran’a alternatif üretmeye çalışan, El Kindi,
Farabi, İbn Sina, Sicistani, İbn Bacce, İbn Rüşd gibi filozof iddialı kimseler, Kuran’a
587
karşı, Eflatun ve Aristo felsefesini İslam alemine getirmiş, öğretisini yapmış ve
savunuculuğunu üstlenmişlerdir. Taklidi olan Felsefelerinin temelinde orijinallik
bulunmayıp hareket noktaları itibarıyla taklit ve geliştirme çabaları olduğundan, bunların
zihniyetini ve savundukları fikirlerini öğrenmek için özellikle Eflatun ile Aristo
felsefesinin bilinip, Kuran’la karşılaştırılmasına ihtiyaç vardır, bende konuyu hareket
noktası olarak o şekilde ele almayı amaçladım. Doğrudan konuyla ilgilenip, konunun
tarihsel gelişimine ağırlık vermeyeceğim . Aksi takdirde konu çok uzayacak, felsefelerini
tanıma açısından da fazla bir şey kazandırmayacaktır. Yalnız şu kadarını belirteyim ki,
felsefe, Abbasiler döneminde özellikle Halife Me’mun’un 832 de kurmuş olduğu Beytü’l -
Hikme yoluyla İslâm alemine girmiş ve el - Kindi (185/801 - 260/873), İlk Arap Filozofu
olarak bilinir. Beytü’l - Hikme’de felsefe dışında çeşitli fen kitaplarının da tercümesi
yapılmıştır. Bu iki dal bir birlerinden tamamen farklıdır, fen bilimlerinin müspet olarak
öğrenilmesi iyi bir şeydir ve gerçekleri yansıtmaları halinde Kuran’la hiçbir zaman ters
düşmezler, felsefe ise bunlardan ayrı olup, İslam aleminde ortaya atılmasının temel amacı,
Kuran’a alternatif oluşturma çabalarıdır.

Felsefi düşünceyle, Vahiy öğretisi arasında ki farka, Kuran’dan bir örnek verecek olursam,
şöyle ki, Mealen:

- Üzerine gece basınca (İbrâhim) bir yıldız gördü; “Budur Rabb’im” dedi. Yıldız
batınca : “Ben Batanları sevmem,” dedi. 6/76

- Ay’ı doğarken görünce : “Budur Rabb’im dedi. O da batınca : “Rabb’im bana


doğru yolu göstermese, elbette sapan topluluktan olurum.” dedi. 6/77

- Güneşi doğarken görünce : “Budur Rabbim, bu daha büyük” dedi (O da) batınca
dedi ki : “Ey kavmim, ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” 6/78

- “Ben, yüzümü tamâmen gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben
O(na) ortak koşanlardan değilim!” 6/79

Yukarda yazılı ayet mealleri örneklerinde ki. Duyular ve tabiatı araştırma yoluyla kainatı
var edeni, yani Allah’ı aramak felsefi veya döşünce yoluyla yapılan bir arayıştır. İbrahim
peygamber o yolla aradığını bulamıyor. “Rabb’im bana doğru yolu göstermese, elbette
sapan topluluktan olurum.” dedi. ifadesiyle hakikati bulmanın ancak Allah’ın
göstermesiyle mümkün olacağını itiraf ediyor, hakikati bu şekilde elde etmek, insanın
yalnızca duyuları vasıtasıyla hakikatleri aramasından tamamen farklıdır. İbrahim
peygamber netice itibarıyla, ancak Vahiy yoluyla ve Vahye dayalı olarak hakikatin
bulunabileceğine karar kılıyor. İşte, Allah’a teslim olup, ondan bilgi istemek olayı dinsel
şekilde hakikati arayıştır. Dolayısıyla söz konusu iki arayış şekli kesin olarak bir birinden
farklıdır. Kainatın Sahibini ve Kainatı anlamak için dinsel esas Allah’a teslimiyet ve
Ondan yardım istemektir, bu olduktan sonra Vahyi esas alarak Kainat üzerinde düşünmek,
İslam dininde övülen bir olaydır. Kuran’dan mealen :

- Rabbi ona : (İbrahim’e); teslim ol ! “dediğinde, O : “Ben, alemlerin Rabbine teslim


oldum” dedi. 2/131

- Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru
588
İbrahim milletine (dinine) tabi olandan daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i
dost edinmişti. 4/125

Allah’a teslimiyet gerçekleştirdikten sonra, kainattaki hiçbir şey, İslam da ki dinsel


öğretiyle çelişmediğinden, değil yalnız dünya konusunda, gökleri de kapsayacak şekilde
düşünüp araştırma yapmak serbest ve güzel bir yoldur. İslam dinine göre göklerdeki ve
yerdeki nimetlerden istifade etmekte mümkündür, zira Allah onları bizim istifade
edebilmemize uygun şekilde yaratmıştır. Kuran’dan mealen :

- O, göklerde ve yerdekilerin tamamını, kendi tarafından sizin hizmetinize verdi.


Bunda, tefekkür eden bir kavim için ayetler vardır. 45/13

- Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette


aklıselim sâhipleri için ibret verici deliller (ayetler) vardır. 3/191

- Onlar ayakta oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve


yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: “Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın,
sen yücesin, bizi ateş azâbından koru!” 3/191

- “Rabb’imiz sen birini ateşe soktun mu, onu perişan etmişsindir, Zalimlerin
yardımcıları yoktur.” 3/192

- Biz bu Kuran’ı bir dağa indirseydik. Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça,
parça olmuş görürdün. Bu misalleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz. 59/21

Felsefi düşünceyle, Vahiy ışığında, vahiy bilgisine dayalı olarak düşünmek arasındaki
farkı gördükten sonra. Varlık konusunda ki, Felsefi görüşlerle, dinsel öğretiyi karşılaştırıp,
varlık konusunda Kuran öğretisinin ve Kuran Işığında düşünmenin, felsefi düşünceden
üstünlüğünü; varlıktan da örnekler vererek gösterecek olursam :
Varlık : Var olan her şeyde var olma özelliğidir, bir şeyin varlığından bahsedebilmek için
muhakkak onun var olmuş olması gerekir. Başka bir ifadeyle var olan her şey varlıktır ve
mevcuttur.

VARLIK ÜZERİNDE KURAN IŞIĞINDA DÜŞÜNMEK BAŞKA BİR İFADEYLE


TEFEKKÜR

Duyularımızla; Akıl ve Fen Aletleriyle Tespit Edebildiğimiz Varlık Üç çeşittir:


1- Maddesel Varlık.
2- Uzay boşluğu veya Mekan.
3- Zaman.

Tezahürleriyle tespit edebildiğimiz Varlık İki çeşittir.


1- Ruh.
2- Canlılık.

Bunlar üzerinde düşünmek suretiyle Allah’ın, var ve bir tek yaratıcı olduğunu başka bir
ifadeyle ondan başka İlâh olmadığını şu şekilde kolayca anlamamız mümkündür. Bu
varlıklara bir birlerine karşı olan hakimiyet ve üstünlükleri açısından bakalım, hangisi
589
varlığının devamı ve korunması açısından diğerine muhtaçsa, muhtaç olan ihtiyaç
duyduğunun yaratıcısı olamaz, zira yaratıcılık bir üstünlük olayıdır, yaratan kendisine
muhtaç olacağı bir üst varlık yaratmaz, böyle yapması halinde kendi yarattığının esiri olur,
bunun ise bir mantığı yoktur.
Bunlara baktığımızda, Madde, Ruh ve Canlılığın Varlıklarını ortaya koyabilmek için
mekana ve zamana muhtaç olduklarını aksi taktirde kendilerini ifade edemeyeceklerini ve
varlıklarını ortaya koyamayacaklarını görürüz, böylece Uzay ve Zamana muhtaç
olduklarından bunların İlâh olmalarının mümkün olmadığı ortaya çıkar. Herhangi bir şeye,
herhangi bir şekilde muhtaç olmak İlâh’lık kavramına aykırıdır, ihtiyaç noksanlıktır, İlâh
için noksanlık düşünmek ise akla uygun değildir. Uzay boşluğuyla zamana baktığımızda
Uzay boşluğunun Zamana muhtaç olduğunu görürüz, zaman olmazsa Uzay boşluğu
kendisini ortaya koyup ifade edemez, Uzay boşluğu kimilerinin dediği gibi yokluk
değildir, gözlerimizle açıkça görebildiğimiz Varlığın bir çeşididir, ve çok önemli bir
varlıktır, örneğin: ülkeler toprak ve su sınırlarını tanımladıkları gibi hava sahalarını da
aynı şekilde tanımlar ve sahiplenerek koruma mücadelesine girerler.Uzay, Yokluk olsaydı,
yani bir hiç olsaydı onun bir parçasının da sahiplenilmesinden ve uğrunda mücadele
verilmesinden bahsedilemezdi. Var olduğunda şüphe olmayan bu müthiş büyüklükteki
Varlığın kendisini ifade etmek için mutlak olarak zamana ihtiyacı vardır, örneğin, son
zamanda modern fen tarafından ortaya atılan büyük patlama olayı, başlangıcından bu güne
kadar geçen bir zaman süreciyle ifadelendirilir, bu olayla ilgili görüşlerden zamanı
kaldırdığımızda görüşler çökerek manasını yitirir, zira zaman olmayınca ileriye dönük
herhangi bir gelişmeden söz edilemez. Uzayı bu olayın dışında dahi düşündüğümüzde
Uzayında kendisini bir zaman süreciyle ifadelendirdiğini ve ortaya koyduğunu görürüz,
örneğin: başlangıcından bu güne kadar uzayı hep belirli zaman aralıklarında görürüz, yarın
onu görmemiz için zaman sürecine tabi olarak yarına intikal etmesi gerekir, yarın olmazsa
artık yarın için bir uzaydan söz etmekte mümkün olmaz. Bu bağımlılık olayına zaman
açısından anlık vakitler alarak baktığınızda da durum aynıdır, her an taze bir vakittir ve her
anda Uzay yeni bir görünümdedir. Zaman ise, anlardan müteşekkil bir süreçtir, var olması
için madde ve uzayın varlığına ihtiyaç göstermez, zira o ortaya çıktığı andan itibaren hem
varlığın hem de yokluğun ölçüsüdür. Başlangıcı olan herhangi bir şeyin varlığa
gelmesinden itibaren varlığını ne kadar sürdürdüğünü zamanla ölçebildiğimiz gibi o
varlığın yok olması halinde ne zamandan beri yok olduğunu da onunla ölçebiliriz. Bundan
dolayı zaman madde ve uzay üstü olup, maddenin ve uzayın yok olup olmamasından
kendi doğasıyla ilgili olarak etkilenmez. Zamanın doğasına baktığımızda, zaman varlığını
anlarla ortaya koyduğunu görürüz, an ise zamanın en küçük birimi olup devamlı yok
olmakta ve tekrar yeniden meydana gelmektedir, böylece zamanın sürekli yok edilip
kesintisin olarak tekrar yaratıldığını görürüz, durum böyle olunca madde ve uzayın
bekaları için muhtaç oldukları zamanı kim sürekli olarak var edip yok etmektedir, bu
sorunun cevaplandırılabilmesi için yoktan var edip varlıkta olanı yok edebilen bir varlığa
ihtiyaç olduğu kesindir, bundan da kaçınılmaz olarak, Allah’ın var ve bir olduğunu
görürüz, birdir zira olayların kendilerini ortaya koymalarında ve kendilerini ifade ettikleri
her şekilde bir tek istikrar ve mantık vardır. İlâh birden fazla olsaydı bu ifadelendirme
istikrarını bulamazdık, her ilah kendi prensibini ortaya koyma mücadelesine girmesi ve
diğerine üstünlük sağlamaya girişmesi nedeniyle varlıkta tek bir prensip olmazdı, bundan
da Allah’ın var ve bir tek İlâh olduğunu görürüz.

Bu konularla ilgili olarak Kuran’dan örnek verecek olursam, mealen:


590
- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil
midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81

- O’nun işi, bir şeyi(n olmasını) istedi mi ona, sâdece “ol” demektir, hemen oluverir.
36/82

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, Allah, zatı itibariyle isteklerinde zamana tabi
değildir. Bir şeyin olmasını istedi mi, o şeye sâdece “ol” demesiyle o şey hemen olur.
Kuran'dan mealen:

- Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize
hiçbir yorgunluk dokunmadı. 50/38

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, Allah’ın yaratıkları var ettiğinde hikmeti icabı,
onları zamana tabi kılarak var ettiğini, böylece, Allah’ın zatının zamana tabi olmadığını,
fakat varlıkları zaman sıralaması içerisinde yaratmakla onları zamana tabi tuttuğunu
görmüş olmaktayız.

Uzayın mesafeleri ve boyutları bakımından ise.Kuran'dan mealen:

- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) biz ona
şah damarından daha yakınız. 50/16

Yukarıdaki ayet mealinde, Allah’ın zatı itibarıyla, yaratıklara hakimiyet sağlamada hiçbir
mesafe engeline tabi olmadığını görmüş oluruz. Allah’ın hiçbir şekilde zamana ve mekana
ihtiyacı olmadığı gibi, zaman ve mekan Allah’a engel değil ve O’nu kuşatamazlar, zira,
zaman ve mekan birer yaratıktırlar, hiçbir yaratık Allah’a üstün gelemez. Hiçbir yaratık
yokken de Allah vardı.

Uzay mesafeleri ve boyutların ise yaratıklara etkinlikleri vardır. Kuran’dan mealen:

- Melekler ve Ruh, miktârı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir. 70/40

Görüldüğü gibi yaratıklar için etkilenme söz konusudur.

Yaratıkların gaybı yani bilinmeyeni bilmelerine mani olan etkenlerden iki tanesi zaman ve
mekan engelidir. Bundan dolayı hiçbir yaratık gaybı bilemez. Fakat, Allah’a karşı hiçbir
engel olmadığından Allah gaybı bilir. Kuran’dan mealen:

- De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman
diriltileceklerini de bilmezler. 27/65

Şimdi, Madde, Uzay ve Zaman konusunda yaptığım sıralamaya dikkat edersek, şöyle bir
durumla karşılaşırız.

a- Maddenin varlığı için, uzay ve zamana ihtiyacı vardır ve bu durum her konumunda aynı
olduğu için, madde hem uzay hem de zaman tarafından kuşatılmıştır.
591
b- Uzayın varlığı için zamana ihtiyacı vardır, ve bu durum her konumunda aynı
olduğu için, uzay zaman tarafından kuşatılmıştır.

c- Zamanın varlığı için, madde ve uzaya ihtiyacı yoktur, fakat kendisi durmadan yok olup
var olmaktadır, öyleyse onun bir var edip, yok ediciye ihtiyacı vardır. Bundan da, zamanı
yok eden, yoktan var eden ve an olarak varlığını sağlayan, Allah’ın var olduğunu kolayca
anlarız.

Madde İlâh olamaz, zira uzaya ve zamana muhtaçtır, ihtiyaç noksanlıktır, noksanlık ise
Allah için düşünülemez. Aynı şekilde Uzayda İlâh olamaz, zira o da zamana muhtaçtır,
zaman da İlâh olamaz zira o da yok olmakta ve yoktan var edilmektedir. Yok olmak veya
yoktan var olmak noksanlıktır. Ruh, canlılık v.s. De İlâh olamazlar, zira bunlarda Uzay,
zaman ve madde tarafından hapsedilmektedirler. Örneğin: İnsan ruhu, insan bedeni
içerisinde haps olmaktadır, hapsolmak noksanlıktır. Allah ise her türlü noksanlıktan
uzaktır, münezzehtir. Böylece yaratılmış olan kainatın, zamanda dahil olmak üzere varlığı
için bir takım ihtiyaçları olduğundan hiç biri İlâh olamazlar. Allah’ın varlığının ve
birliğinin ispatı için varlıkları ve istikrarlı davranışları bir delildir. İlâh birden fazlada
olamaz, zira aksi takdirde kainatta çatışmalar çıkardı, örneğin: zaman bir an hiç mevcut
olmazsa kainatın varlığını ve varlıkta bulunmasını izah etmek mümkün olmazdı. Bundan
da anlaşılır ki, Allah birdir ve kesinlikle ortağı yoktur.

Felsefecileri incelemeye başlamadan önce, tekrar şunu ifade edeyim ki, benim varlık
konusunda, Kuran’ı esas alarak izahlarda bulunup şahsi anlayışımı ortaya koymam
tefekkürdür. Ayetler ayetler esas olmak üzere herhangi bir hususta yanılmam ayetlerden
kaynaklanan bir olay değil de, benim şahsi yanılgım olmuş olur. Filozofların vahyi esas
almadan varlık konusunda şahsi görüşlerini bildirmeleri ise felsefi felsefi düşüncedir. İşte,
tefekkür ile felsefi düşünce arasında bu şekilde bir ayırım vardır. Bundan dolayı hiçbir
filozof, filozof olduğunu iddia ettiği müddetçe kendisini vahiy kaynaklı bir dinin bağlısı
sayamaz. Saya bilmesi için varlık konusunda kendi şahsi kanaatlerine göre değil de, İlâhi
vahye dayalı olarak söz söylemesi gerekir. Böyle yaptığında da filozof olmuş olmaz, zira
bu durumda yaptığı felsefe değil de tefekkür olmuş olur.

İslam Dinine; Kuran’a, yapmış oldukları saldırılarında, El Kindi, Farabi, İbn Sina,
Sicistani, İbn Bacce, İbn Rüşd gibi filozof kimseler. Ustadları olarak Eflatun ve Aristo’yu
öne sürdüklerinden bunlara ait felsefi görüşlerin kolayca anlaşılması için Eflatun ve
Aristo’nun görüşlerinin öncelikle bilinmesine ihtiyaç vardır. Bende bunların görüşlerini
ortaya koyup, yanlışlarını belirtmeye çalışacağım. Yaptığım izahatlarda felsefecilerin
yaptığı gibi konuyu karıştırıp anlaşılmasını zor bir hale getirmeyeceğim. Bundan dolayı
açık, net ve kolay anlaşılır ifadeler kullanmaya çalışacağım. Ayrıca felsefi düşüncenin
varlığın izahında, İlâhi vahiy karşısında ne derece düşük olduğunu belirtmek için, birçok
meşhur felsefecinin görüşüne de kısaca değinmeyi amaçlamaktayım.

EFLÂTUN (Platon i.ö. 427 - 347)

Sokrates’in öğrencisi olarak nitelendirilen Platon m.ö. 427 - 347 yılları arasında Atina’da
yaşamıştır. Felsefesinin temel görüşü İdea öğretisidir. Bu öğretide İlâh kavramı ikinci
planda gelmektedir.
592
İLÂH ANLAYIŞI :

“Eflâtun için Tanrı kaosu (düzensizliği) düzenleyen ve şekillendiren dünya mimarıdır.


Buna göre Kaos Tanrıdan önce vardır.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W
Weischedel Sayfa 111.)
Eflâtunun varlık anlayışı, temel olarak idealarla, madde yığınından müteşekkildir. Ona
göre idea bir şeyin esas yapısı veya şeklidir; bir modeldir. Örneğin: on insanın önüne birer
çamur yığını koyalım ve karşılarında model olarak bir at bulunmuş olsun, onlardan
önlerindeki çamurdan model ata bakarak at şekilleri yapmalarını isteyelim, her biri
ellerinden geldiğince model ata benzeyen at şekilleri oluşturmaya çalışacaklardır. Böylece
oluşturacakları at şekilleri gerçek at ayarında olamayacağı gibi, her birinin yapmış olduğu
at, diğerinden farklı olacaktır. On çamur yığınından bir tek kişinin modele bakarak on ayrı
at şekli oluşturması halinde bile şekiller birbirinden farklı olacağından netice
değişmeyecektir. Bu örnekteki model ata idea dersek, diğer şekiller onun düşük
kopyalarıdır. İşte Eflâtuna göre, bu yaşadığımız dünyadaki tüm varlıkların dünya dışındaki
bir alemde, model konumunda asılları vardır, bu asıllar onların idealarıdır. Bu yüzden
gördüğümüz her şey bu modellere bakarak yapılmış taklitlerdir. Modeller yani idealar
yaratılmamış, değişmeyen ve değiştirilmesi mümkün olmayan ezeli ve ebedi varlıklardır.
Tanrı, önündeki çamurdan at yapmaya çalışan heykeltıraş gibi, bu idealara bakarak bir
yığın halinde, düzensiz bir karışım (kaos) halinde bulunan önündeki maddeden bu
dünyada gördüğümüz varlıkları oluşturan bir yeteneksiz mimardır. Zira oluşturduğu
varlıklar, asılları gibi olmaktan çok uzaktırlar. Asıllarının birer gölgesi olmaktan ileriye
gidememektedirler, hatta kendi ham maddeleri dahi gölge konumundaki bir önemsiz
varlıktır. Fakat her şeye rağmen şekillendirilmeden önce kaos halinde bulunan bu ham
madde Tanrıdan öncedir, zira, Tanrı ondan önce olmuş olsaydı kaos olmayacaktı. Böylece
Eflâtunun Tanrı anlayışı bu yönüyle, ezeli ve ebedi bir Tanrıyı değil, kaçınılmaz olarak,
kaostan sonra meydana gelmiş bir Tanrıyı içermektedir. Gölgelerle oynayan öyle bir Tanrı
ki, değil gücü hayali dahi idealara erişememektedir.
“Platon’a göre kadim olan ilk madde vardır; ama bu adı bile anılmayacak kadar belirsiz,
niteliksizdir. Bu sebeple de görünüme bile çıkamaz. Tanrı Demiurgos idealara bakarak,
onları örnek alarak, bu niteliksiz ve görünüme bile çıkmayan ilk maddeye tesir ederek
nesneler dünyasını yaratır. Platon’un bu yaratma görüşü yoktan yaratma değil tesir
etmedir. Tanrı, mevcut örneklere bakarak, yine var olan maddeye tesir etmiş ve nesneler
dünyasını meydana getirmiştir. Bu düşünce içerisinde de Tanrı, hazır malzeme ile inşaat
yapan bir yapı ustasından ileri bir etkinliğe sahip değildir.” (Yaratılış ve Gayelik, Prof Dr.
Hüseyin AYDIN. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 271 - 1996 Baskısı Sayfa 28.)

“Eflatun’un çıkardığı sonuca göre şunu kabul etmek mecbur etindeyiz; gerçekte var olan
şey nesneler değil, tersine idelerdir. Nesneler idelere katılmak suretiyle ne iseler o olurlar.
Böylece onları asılları, ideleri, ezeli reel olanlardır, ama nesneler idelerin sırf kopyalarıdır
ve böylece realiteleri cüzi bir derecededir. Reel olandaki gerçekten reel olan şey realitenin
derinliğidir. Buna bir şey daha eklenir. Nesnelerin ölümlü olmaları, ortaya çıkmaları
varlıklarının bir niteliğidir. Aynı şey ideler için geçerli değildir. Adaletin idesi neyse
ebediyen o kalır, keza ağacın idesi içinde aynı şey söylenebilir.” (Felsefenin Arka
Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 61.)
İşte Eflatun’un inandığı Tanrı kaostan sonra meydana gelmiş, hayallerle oynayan, her şeye
gücü yetmeyen aciz bir Tanrı’dır. Böyle bir Tanrı anlayışının, Kuran’da belirtilen, kainatı
yoktan var etmiş, kainattaki hiçbir şeyin ona benzemediği, denk olmadığı, her şeyden
593
üstün, her şeye gücü yeten Allah öğretisiyle ve buna bağlı Müslümanların Allah
inancıyla bir ilgisi yoktur.
Eflatun için gerçek Tanrı aslında idealardır, zira ona göre ezeli olan ve değişmeyen asıl
varlıklar bunlardır. Ona göre ruh bu ideleri başka bir dünyada görmüştür, bu dünyada
onları düşünce yoluyla anımsadığından varlıklarından haberdardır. Doğada görünen
görünümler kadar idea mevcuttur ve bunların sıralanışında en üstte iyilik ideası vardır.
Böylece Eflatun için gerçek manada Tanrı iyilik ideası olmuş olur.
“İçinde olduğumuz gerçekte değil de, duyular üstü bir alanda bulunan ideaları nasıl
bileceğiz? Bu soruyu Platon ruhun ölümsüzlüğü inancına dayanarak yanıtlar: Ruh, başka
bir var oluşunda ideaları bir başka dünyada görmüştür. Şimdi de onları anımsayabilir.
Dolayısıyla idealar bilgisi bir anımsamadır.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit Gökberk.
M.E. Bakanlığı yayınları 1979 sayfa 8-9.)
“İdeaların sayısı da Platon’u uğraştıran bir sorun olmuştur: Başlangıçta ideaların sayısı
sınırlı idi, yalnız estetik ve ahlâk ideaları vardı. Sonraları doğadaki görüngeler kadar idea
olmuştur. Bir başka sorun da: İdeaların sıralanış düzeni idi. Sonunda Platon, ideaları
mantıksal bakımdan değil de, ereksel olarak sıralamış, sıranın en üstüne iyi ideasını
koymuştur. İyi ideası her şeyin hem nedeni, hem de ereğidir.” (Felsefenin Evrimi, Prof.
Macit Gökberk. M.E. Bakanlığı yayınları 1979 sayfa 9.)
“İyilik ideası Platon’un Tanrısıdır. O, iyilik ideasını ilk olarak

varlığa gelen, varlıkların göreceği işi görecek gücü belirleyen ilke olduğunu
söylemektedir.” (Felsefeye Başlangıç, Doç. Dr. Sebahattin Arıbaş, Malatya 1997 sayfa
131. )
Eflatunun idealar için ezeli, ebedi ve değişmez asıllar demesi ile başlangıçta yalnız estetik
ve ahlak idealarının bulunduğunu, sonradan doğadaki görüngeler yani mevcutlar kadar
idea oluştuğunu söylemesi bir çelişkidir. Şöyle ki, ona göre ezeli olan idealar için
çeşitlemeyle hem değişkenlik hem de başlangıç kabul etti, zira estetik ve ahlâk ideasından
sonra meydana gelen ideaların bir başlangıç zamanı olmuş olur, ayrıca değişmez dediği
ideaların, değişme bir tarafa, kökten yoktan meydana gelip çoğaldılar demesi diğer bir
çelişkidir. Ruhun başka bir yaşantısında ideaları gördüğünü ve şimdi onları hatırladığını
söylemesi aslı olmayan bir iddiadır. İnsanların böyle bir hatırlama iddiaları olmayıp,
idealar Eflatun ve taraftarlarının aslı olmayan hayalleridir.
Ayrıca Eflatun, idealarla dünya ötesi yaşam için çizdiği manzara korkunçtur. Eğer ki
dünya yaşamında ne varsa bunun aslı dünya yaşamı ötesinde de mevcutsa, bu demektir ki,
zülüm, kalleşlik, hainlik gibi birçok idealar dünya yaşamı ötesinde insanları saf olarak
beklemektedir. Zülüm ve haksızlıklardan dolayı dünya yaşamında acı çeken insanlar,
dünya yaşamından sonra ebedi olarak bunların asıllarıyla muhatap olacaklarsa bu insanları
bekleyen bir felakettir. Bunun Cennet ve Cehennem kavramlarıyla karıştırılmaması
lazımdır. Zira, Cennet ve Cehennem’in adalet ve merhamet kavramlarıyla diret ilgisi
vardır. İdeaların öyle bir olayla ilgisi yoktur. Örneğin, zulüm ve haksızlık idealarını, adalet
ve merhamet kavramlarıyla bir araya getirip bağdaştırmak mümkün değildir. İslam dinine
göre, ne zulmün nede haksızlığın ahirette yeri yoktur.
Ayrıca dünyadaki olaylara baktığımızda, idea görüşünün doğru olması mümkün değildir.
Örneğin, insan iyi iken kötü olabilir, kötü iken de iyi olabilir, bu da sabit bir idea görüşünü
doğrulamaz, dolayısıyla idea diye bir şeyin olmadığının kanıtıdır. Ayrıca , Eflatun’un idea
dediği şeylerin ideası varsa, yani ideaların model olmayıp onlarında ideaları olduğu
söylenirse ve böylece devam edilirse; her ideanın da bir ideası olduğu iddia edilirse, böyle
bir şey olmadığına dair Eflatun’un söyleyecek hiçbir sözü olamaz, zira böyle bir ideayla,
594
kendi idea iddiası arasında temelde fark yoktur. Böylece, sonsuz evrenler ve bir
birlerini kopyalamış görüntüler serisi teşekkül eder ki, Eflatun’un idea, iddiası sonsuzda
kaybolur. Veya birileri çıkıp dese ki, bu dünyada gördüğümüz her şey asıldır yani ideadır,
posası ise geldiğimiz ya da gideceğimiz evrende kaldı derse, Eflatun’un öğretisinden daha
mantıksız ve temeli olmayan bir iş yapmış olmaz.
Diğer bir hususta Eflatun’un tüm görüşlerinin maddesel evrenle ilgili olduğudur. Her ne
kadar idealar maddesel değildir diyorsa da, görüntüleri maddesel ya da Ruh ve akıl gibi
madde de yerleşik ve madde tarafından haps oluna bilen varlıklardır. İdealar ile
görüntülerini kuşatan, mekan ve zaman varlıklarından bahsetmemektedir. Böylece, mekan
ve zaman altı varlık hayalleri içerisinde dolanmaktadır. Ayrıca bizler ve bu dünya da
gördüğümüz diğer varlıklar birer gölgeysek ve asıllarımız başka yerdeyse, bu bir kimlik
parçalanması olup, hayatın manasını izah etmekten uzak bir görüştür; hayatın manasını
iyice belirsiz hale getirmektedir.
Eflatun’un, iyilik idesi en üsttedir demesine bakarak onun çok insancıl olduğu neticesini
çıkarmamak lazımdır. Kadınlar için şöyle diyen bir kimse insancıl olamaz:
“Eflatun’un (Platon’un) eserlerinde onların neresini açarsak açalım, bunlar kadın üzerine
özel bir saygının emaresini taşımaz. Bunun tam aksine Eflatun kadınlar erdemlikte
erkeklerden çok geri kaldıklarını ve onlardan daha zayıf yaratılışta bir cins olarak çok daha
hilebaz olduklarını belirtmektedir. Onların yüzeysel, kolay heyecanlanan ve çabucak hayâl
kırıklığına uğrayanlar diye nitelendirmektedir. Kadınlar tahkir edici konuşmalara
eğilimlidirler; bunu yaparken korkaktırlar ve batıl inançlıdırlar. Hatta Eflatun iddiasında
daha da ileriye gider ve kadın yaratılmanın Tanrıların bir lâneti olduğunu söyler, çünkü
kendilerine egemen olamayan; korkak ve gayri âdil olan erkekler öldükten sonra bunun,
cezasını kadın olarak dünyaya gelmekle çekeceklerdir. Kadınların üzerine böyle düşünen
birisi evlilikte ince, rûhi duygulara da fazla yer vermeyecektir. Nitekim Eflatun, evliliği iki
insanın birbirine eğilim duyarak ve ortak bir zihniyetle (niyetle) hayatlarını
şekillendirmenin bakış açısı altında görmemektedir, tersine sadece çocukların dünyaya
getirilmeleri görüşünden mütalâa etmektedir. Erkekle kadını birbirine götüren faktör
sempati olmamalıdır, tersine bu birleşmeden olabildiğince güçlü ve sağlıklı kusursuz
yapıdaki bir genç nesli meydana getirmek olmalıdır. Bunun için birbirlerine uyan eşlerin
bir birini bulmaları devletin sağlayacağı bir durumdur. Kadınlar erkeklere savaşçı güçlerin
bir ödülü olarak tahsis edilir ya da aşırı bir fikirle erkeklerin ortak malı olarak görülür.
Buna göre Eflatun’un erkekle kadın arasındaki aşk üzerine çizdiği taslak düpedüz rûhu
rikkate getiren bir tablo değildir.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W
Weischedel Sayfa 51-52.)
Eflatun’un kadınlara hakaret etmesinin ve aile yapısına karşı çıkmasının temel nedeni,
yukarda ki satırlardan da anlaşılacağı gibi, normal aile yapısına karşıydı ve bunun doğru
bir şey olduğunu kadınlara karşı çıkmakla savunuyordu. Hal bu ki, kadınlı - erkekli aile
yapısı olmaması toplumun ölümü olduğu gibi, bu konudaki yaratılış gerçeğini de inkardır.
İşte, Farabi ve İbni Sina gibilerinin, İslam dinine karşı çıkardıkları Eflatun’un görüşleri ve
hayat anlayışı bu şekildeydi. Farabi ve İbni Sina gibi kimseler bu gibi görüşleri yutturmak
için, bunların İslâm’a uygun üstün hikmetler olduklarını iddia ediyorlardı.
İkinci olarak fikirlerine dayanak yaptıkları şahıs, Eflatun’un öğrencisi Aristo’dur, onun
görüşleri ise şu şekildeydi:

ARİSTO (Aristoteles M.Ö. 384-322)

Eflatun’un öğrencisi olan Aristoteles M.Ö. 384’de ya da 383’de Makedonya kralının özel
595
hakimi unvanını alan birinin evlâdı olarak Stageira’da doğdu Aristoteles öğretmeni
Eflatun’dan sonra gelen Atinalı bir vatandaş değil de bir taşralıdır. O, Eflatun’dan
aristokrat bir aileye dahil olmakla da ayrılır. Eflatun’a karşı hayranlık doluydu, dahası
onun bir Tanrı olduğunu söylemiştir.
Aristo felsefi fikirleriyle İslâm dünyasında Meşşai Filozofların ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Bunların başında Farabi (870-950) ve İbni Sina (980-1037) gelir. Aristo ve
Eflatun’un felsefelerini esas alan bu iki şahıs ve onlarla aynı düşüncede olanlar, İslâmi
esaslara karşı savaş açmış ve onları red etmişlerdir.
Eflatun’un felsefi görüşlerini ana esaslarıyla göstermeye çalıştım. Aristo’nun ise görüşleri
şu şekildeydi:

İLÂH KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ veya İLÂH ANLAYIŞI :

Aristo’nun, Allah konusundaki inanç ve düşüncelerini şu şekilde özetleye biliriz. Ona


göre, Allah, alemi yaratmamıştır. Allah ve Alem ikisi birlikte ezeli ve ebedidir, yani ona
göre, Allah’ın bir başlangıcı olmadığı gibi, aleminde bir başlangıcı yoktur. Allah’ın, alem
üzerinde ki etkinliği, aleme ilk hareketini vermiş olmasından ibarettir. Fakat bu hareketin
kendiside başlangıçsızdır, yani başlatılmış olmasına rağmen, başlangıcı yoktur der. Böyle
bir iddia ise mantığı olmayan bir çelişkidir. Allah’la, alem ilişkisini ilk hareket olayından
ibaret sayan Aristo’ya göre, Allah’ın alem üzerinde hiçbir bilgisi de yoktur. Buna göre,
Allah, alemin var olup olmamasının farkında bile değildir, zira bilgisi olmaması bu
neticeyi gerektirir, hatta aleme ilk hareketi verdiğinin farkında değildir.

Bu konularda kaynaklardan örnekler verecek olursak :

“Aristo’nun alemiyle Tanrı’nın münasebeti bir yaratık yaratıcı münasebeti değildir. Fakat
âleme hareketi zaruri olarak verdiği için ve âlem de bu zorlama harekete uyduğu halde
Tanrı’nın bu işlere ait bir ilmi var mıdır? İradesi ve ilmi bu işe dahil olmakta mıdır?
Bundan sonraki bölümlerde görüleceği gibi Tanrı’nın “düşüncenin düşüncesi” ve bu
düşüncenin konusunun ancak kendisi olduğu için Aristo’nun teolojisinde Tanrı’nın âlem
hakkında hiçbir bilgisi olmadığı hususunda eski ve yeni Aristocular hem fikirdirler.
Demek ki Tanrı Aristo’ya göre âlemi bilmeden ve tanımadan hareket etmekte, ilmi bu
hususta lâhik olmamaktadır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin
Karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Yayını 1986. Sayfa 102-103. Doç. Dr. Süleyman Hayri
BOLAY )

“ Aristo’nun Tanrısı âlemi ve küllileri bilemediğinden onun için bir varlık bilgisinden
bahsetmek de zorlaşıyor. Bu sebeple Allah - Âlem münasebeti bir yaratılış ve var oluş
münasebeti içinde düşünülemez. Çünkü Aristo’nun Tanrısı yaratıcı bir tanrı değildir.
O’nun yaratıcı vasfı yoktur. Bu vasıf olmayınca Aristo’nun Tanrısı diğer Yunani anlayışlar
gibi ezeli olan maddeye şekil kazandıran bir yapıcı (sani’), bir mimardır. V. Aster’in
ifadesiyle “Tanrı kendisi gibi ezelden beri hazır olan malzemeye sadece form vermiştir.”
Böyle bir Tanrının önceden bazı şeyleri tespit ve takdir etmesi de bahis konusu
olamayacağı aşikârdır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması.
M.E.G.S.B. Yayını 1986. Sayfa 111. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

Görüldüğü gibi, Aristo Âlemi ve âlemdeki her şeyi, ezeli, ebedi ve yaratılmamış olarak
görmektedir. Onun, Allah konusundaki düşüncesinin kaynağı âlemde hareketin mevcut
596
olmasından kaynaklanmaktadır. Yani âlemde bir hareket mevcut olmamış
olsaydı, Aristo için Allah’tan söz etmek var olduğunu iddia etmek söz konusu
olmayacaktı, iddia ettiği Allah anlayışı âlemden haberi olan, âleme müdahale eden, âlimi
tanzim edip yöneten yoktan var eden bir Allah anlayışı da değildir. Hatta, Allah ilk
hareketi başlatmıştır demesine rağmen, hareketi başlangıçsız ve ebedi saymakla, Allah için
iddia ettiği ilk ilk hareket ettirici olayını hiçe indirgemektedir. Hareket varsa hareket
ettirende vardır mantığını kabul eden Aristo, yaratık varsa Yaratıcıda vardır mantığını
kabul etmemektedir. Buna göre, aslında Allah’ı kabulü dar çerçeveli bir zan olayıdır.
Aristo’nun, Allah anlayışını bir pilin içindeki enerjiye benzetmek dahi mümkün değildir.
Aristo için Allah, adeta bir kere çakmış bir manyeto enerjisi gibidir. İlginçtir, bu bir kere
çakmış olan manyeto enerjisi konumunda ki Allah için, Aristo kablo konumunda ara
hareket ettiriciler de iddia etmektedir. Bu ara hareket ettiriciler ki, Aristo için bunlar
gökteki yıldızlardır. Ona gire Canlı ve Ruh sahibidirler, tıpkı Allah gibi onlarda
hareketsizdirler, gök yüzüne çakılıdırlar ve İlâhlık vasıfları vardır.

Bu konularda kaynaklardan örnekler verecek olursak :

“Aristo’nun kanaatınca hareket ettirilmiş her şeyin dışarıdan başka bir şey tarafından
hareket ettirilmiş olması bizi hareketin, hareketsiz bir motor olmaksızın izah
edilemeyeceği esasını kabule sevk eder. Hareket esasen başlangıçsız ve sonsuz olduğu için
hareketi ancak hareketsiz ve ezeli bir motörle izah etmek mümkün olur. Bu motörün aynı
zamanda diğer geçici bir takım hareketsiz motörleri de kuşatıcı mahiyette olmasını, Aristo
gerekli görür. Bu bakımdan muharrik çok olabilir. Fakat bunlardan her birinin hareket
ettirilmiş olması gerekmediğini, bunun bir zaruret olmadığını, bilâkis hareketsiz olmasının
zaruret olduğunu söyler.”
“Buna paralel olarak Aristo ilk Muharrikin yalnız bir tane olmasını da zaruri bulur ve
bunun sebebini de şöyle izah eder: Çünkü hareket ve süreklidir; daimi olduğuna göre
zaruri olarak sürekli olması gerekir. Sürekli ve kesintisiz olmak için de bir olması icap
eder. Bir olmak için ise hareket gibi ilk Muharrikin de bir tane olması gerekir. Aristo’nun
bu muhakemesine göre böyle kendi kendine hareketsiz ezeli bir muharrikin zorunlu olarak
hareket ettirdiği ilk şeyin de ezeli ve sonsuz bir şekilde hareket ettirilmiş olması gerekir.”
(Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Yayını 1986.
Sayfa 104-105. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

Aristo her ne kadar, Allah’ın bir olduğunu söylüyorsa da, Allah’tan başka varlıklara ilâhlık
vasfı verdiğinden, Kuran ölçüsüne göre bir müşriktir. Zira müşrikler, Allah’ın varlığını
inkar etmeyen fakat Allah’a ortak koşan kimselerdirler. Aristo da, aynen bunun gibi,
Allah’ın varlığını kabul etmesine rağmen, gök cisimlerine ilâhlık vasfı vermek suretiyle
onları, Allah’a ortak koşmaktadır. Dolayısıyla, İslam’a göre bir müşriktir. Şöyle ki:

“Öte yandan Aristo 55 sabit kürre ve bir takım manevi varlıklar ( Les entelligences) kabul
ediyor, yıldızlara gezegenlere ilâhi varlıklar gözüyle bakıyor. Onlara ruh ve canlılık
atfediyor. İlâhların ikametgahlârı olan göğün ilâhi cisimler olan yıldızlarla dolu olduğunu
söylüyor. Bu ilâhi varlıkların ilk muharrik gibi hareketsiz, değişmez ve ebedi olduğunu
kabul ediyor; onları yaratılmamış müstakil varlıklar olarak gösterip adeta ilâhlaştırıyor. Bu
sabit yıldızlar ve gezegenlerin ezeli, sonsuz ve gayri maddi cevherler olduğunu, ilk
Muharrikten aldıkları hareketleri başka varlıklara ulaştırdıklarını bunların da hem
muharrik, hem mutavassıt olduklarını ve fakat hareketsiz kaldıklarını kabul ediyor. O
597
bunların aynı zamanda canlı oldukları kadar gök cisimlerinin hareketleri kadar
ezeli ve sonsuz mahiyette hareketsiz ve mekansız cevherler olduklarını ileri sürüyor.”
“Bu düşünceleri gösteriyor ki Aristo’nun Yunan Mitolojisinin tesirinden kendisini
kurtaramadığı ortaya koymaktadır. Aristo mütercimi ve şarihi Tricot da Yunan
Politeizmi’nin Aristo’nun eserlerinde iz bıraktığını söylemesi bu kanaatı te’yit etmektedir.
Görülüyor ki Aristo Gök varlıkları arasında bir hiyerarşi kurmaya çalışmasına ve Tanrı’yı
bir olarak kabul etmesine rağmen Tanrıların adetçe birden fazla olması yıldız ve kürelere
ilâhi sıfatları yüklemesi ve farklı bir sürü muharrik kabulüyle çok Tanrıcı teolojik bir
anlayıştan kurtulamamıştır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması.
M.E.G.S.B. Yayını 1986. Sayfa 115. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )
İlâh konusunda ki düşünceleri bu şekilde olan Aristo, Alemi, Ay üstü ve Ay altı olmak
üzere ikiye ayırmaktadır. Ona göre, Ay üstü alemi, Ay altı alemini yönetmektedir. Aristo
felsefesinde yoktan bir var oluş asla mümkün olmamasına, her şey ebedi ve ezeli
sayılmasına rağmen, Aristo iddia ettiği bu özellikleri ilâhlaştırdığı Ay üstü alemine
atfetmekte, Ay altı alemi için bu hususiyetlerin geçerli olmadığını söylemektedir. Bu ise
bir çelişkidir, şöyle ki:
“Aristo Ay-üstü aleminde ki gök cisimlerinin oluş ve yok oluşa tabi olmadıklarından,
onların muntazam bir şekilde ezeli ve ebedi olarak hareket ettiklerini, onların varlığını
zaruri olmasından dolayı kendilerinin de ezeli olduklarını kabul eder. Aristo bu
cisimlerden meselâ güneşin dünyaya muntazam yaklaşmasının oluşu, uzaklaşmasının da
yok oluşu hasıl ettiği inancındadır. Meselâ ona göre baharın ve yazın her yerin yeşerip
canlanması, güzün ve kışın da bu canlılığın kaybolması güneş hareketlerinin tesiriyle hasıl
olur. Bunların ikisi de eşit zamanda meydana gelir. Çünkü Aristo bunların tabii oluş ve
yok oluş sürelerinin eşit olduğunu kabul eder. Unsurlar ise bu yaklaşıp uzaklaşmalarda
birbirlerine değişir dururlar. Bileşik (mürekkep) cisimler bitkilerin büyümesi ve
hayvanların gelişmesi ve yok oluşu bu hareketin tesiriyle olur. Ezeli ve ebedi oluş da
(tekevvün) bu şekilde meydana gelir. Aristo güneşin bu hareketleriyle aynı zamanda,
uzviyetlerin gelişmesini ve dumura uğrayışını da izaha çalışmaktadır.” (Aristo
Metafiziği... Sayfa 71. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )
“Aristo’ya göre Gök bizim dünyamıza o kadar hakim ki, onun dışında ne yer, ne boşluk,
ne de zaman olabilir, ne de bir cisim meydana gelebilir. Bu bakımdan değişmeleri, keven
ve fesat âlemi olan Ay-altı aleminde her tesiri ve her şeyi üst alemde ki varlıklar meydana
getirir. Ama Ay-altı âleminin düzensizlik, ötekinin düzeninden ibaret olmasına rağmen
Aristo “âlemin düzeni” olduğunu, hatta âlemin bizzat düzen mânâsına geldiğini ve bu
düzenin ezeli olduğunu iddia eder. (Aristo Metafiziği... Sayfa 100-101. Doç. Dr. Süleyman
Hayri BOLAY )
“Aristo’nun oluşta her şeyin bir çıkış ve bir bitiş noktası olduğu kanaatını taşıdığını
biliyoruz. Ay-altı aleminin bütün fertleri doğup yok olduğuna göre, cevherleri de meydana
gelip yok olmaktadır. Ezelilik sıfatını Aristo Ay-üstü alemi, gök cisimlerine verir ve
onlara has bir sıfat olarak görür. Diğer bütün varlıklar bir başlangıç ve bir sona sahip
olduklarından zaman içinde gelişip fesada uğruyorlar. (Aristo Metafiziği... Sayfa 68. Doç.
Dr. Süleyman Hayri BOLAY )
Aristo, böylece Allah’ı kainattan habersiz ve kainata müdahalesi olmayan bir ilâh olarak
kabul ederken, buna karşılık Ay-üstü alemi olarak tanımladığı yıldızları ve gezegenleri
ilâh saymaktadır. Felsefesin de hiçbir şey yoktan var olmaz; vardan da yok olmaz
demesine rağmen, Ay-altı alemi dediği dünya varlıklarını yok olucu ve var olucu
saymaktadır. Bu kadar önemsiz saymağa çalıştığı dünya için şu ifadeleri kullanması bir
çelişkidir:
598
“Aristo’ya göre bu kâinatın merkezi hareketsiz ve sabit olan Arz (dünya)
küresidir ki Aristo bunu “Hayatın kaynağı ve her çeşit canlı varlığın anası olarak
görmektedir. Aristo böylece âlemin merkezine konulmuş hareketsiz bir dünya ile dışına
çıkarılmış yine hareketsiz bir Tanrı kabul etmekte, Güneş, Ay gibi gök cisimlerine canlılık
ve ruh atfetmektedir.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 100. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )
Aristo’nun gök cisimleri ve dünya için söyledikleri gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Zira
biliyoruz ki dünya hangi elementlerden meydana gelmişse, Ay, Güneş, Yıldızlar ve
gezegenler de aynı elementlerden meydana gelmiştir. Ay-üstü, ay-altı diye alemi ikiye
ayırıp, bunlarla ilgili olarak keyfi iddialarda bulunmak gerçeklerden çok uzak iddialardır.
Hele, Allah konusunda söylediği, alemden habersizdir, alemle ilgisi yoktur gibi iddialar,
Müslüman olan hiç kimse tarafından kabul edilebilecek sözler değildir.
Aristo’nun iddia ettiği ettiği gibi, Allah, kainattan habersiz ve ilgisiz olmuş olursa, bu
demektir ki, ne iyilik mükafat bulacak ne de kötülük cezalandırılacaktır. Bu ise, merhamet
ve adaletin kainatta bulunmadığı manasınadır ki, bununda İslam diniyle bağdaşır bir yönü
yoktur. Hele yaratıklara ilâhi vasıflar verip, onları Allah’a ortak koşmak, İslam dinide ki
en büyük suç, yani şirktir.
Aristo diğer taraftan felsefenin en önemli sorularından olan, Alemin niçin var olduğu
sorusunu da cevapsız bırakmıştır. İnsanın dünya’ya nereden geldiği ve nereye gittiği
konusunda bir fikri bulunmamaktadır. İnsanın dünyada ki misyonunu ise dünyayı
tanımaktan ibaret saymaktadır. Bu ise hayatı izahtan yoksun, önemli olmayan bir
misyondur. Zira geçici bir dünya hayatı sonunda, Aristo’ya göre hiçliğe gömülecek olan
insan, nerden geldiğini ve niçin geldiğini bilmeden, etrafını seyrederken attığı bir kaç
adımda uçurumdan aşağı yuvarlanıp yok olan şaşkın seyyaha benzemektedir. Böyle bir
misyon veya görev, şu muazzam evrende sayamayacağı kadar çok nimetlerle
niymetlendirilmiş insanın varacağı son nokta olamaz.
Bu konuda, Aristo’nun görüşleri şu şekildedir:
“Aristo Ay-altı âleminde ki varlıkların mertebelenmesinde organlaşma ve evrim kabul
etmekte, Ay-üstü âlemdeki ezeli varlıkların Güneş ve yıldızları da canlı ve manevi
varlıklar olarak düşünmekte onlara ve âleme bir ruh atfetmekte, merkeze hareketsiz Arzı
koyarak âleme hareketi veren hareketsiz ilk Muharrikle bir ikilik içine düşmekte, âlemi
düzenli kabul etmekle birlikte âlemin niçin var olduğunu izahsız bırakmakta onun için
mutlak bir yok-oluşu mümkün görmekte ilk Muharrikin âleme ilk hareketi vermesinde
ilmi ve şuuru olduğunu kabul eder görünmemektedir.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 103.
Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )
“Logos Grekler için nesneleri tanımak ve onları görülür kılmak, dünyayı açmak
yeteneğidir. Eğer Aristoteles şöyle derse: “İnsan logos’a sahip olan varlıktır.” Bu demektir
ki onun misyonu dünyayı tanımasıdır. Buna göre onun yeniçağ düşüncesindekinin aksine
dünyaya egemen olması değildir. Aristoteles ve grek düşünüşü, esas itibariyle insan
varlığının anlamı dünyayı tanımaktır”. (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W
Weischedel Sayfa 73-74.)
İnsanda nefis denen bir şey vardır, bu nefis ıslâh olmamışsa insanı en olmaz şeyleri
istemeye sürükler bu isteklerini en başında ilâh olma isteğidir. Aristo da bunun dışında
değildir. Her ne kadar Ay-altı alemi olarak nitelendirdiği dünya içinde ki olayları ve
insanın görevini, dolayısıyla insanı hiçe saymış, boş ve manasız görmüş ise de, dünya
bütünlüğü içerisinde olma dolayısıyla kendisinin Allah’ın bir parçası olduğunu
söylemekten kaçınmamıştır. hal bu ki onun felsefesinin temelinde, Ay-üstü aleminin
ilâhlık taşıdığı iddiası vardır. Fakat bu iddiayla bütün çelişkisine rağmen. “Tabiattan olan
her şey, içinde tanrısal olan bir şey taşır” iddiasında bulunmuştur. Bundan hareketle, bütün
599
sarf edilen gayretlerin nihai hedefi ona göre İlâhlaşmak olmalıdır. Bu manada Aristo bir
“Vahdet-i Vücut” çu dur.

Bu konuda şöyle demektedir:


“Aristoteles buna daha başka belirlemelerden bir miktar daha eklemektedir. Dünyanın
içindeki tüm çaba benliğin gerçekleştirilmesine yönelir. Buna göre reel olanın en reel, yani
saf realite olması icap eder. Dünyadaki bütün sarf edilen gayretler yetkinleşmeye
yöneliktir. Buna göre son hedef en yetkin olan nedir? Aristoteles şöyle cevap veriyor:
Tanrılık. Demek ki realitenin o ana niteliği gerçekleştirmeye ve yetkinliğe yönelik sürekli
itiş ondan doğmakta ve onda temellendirilmektedir. Tabiattan olan her şey, içinde tanrısal
olan bir şey taşır.”
“Aristoteles’te de son söz dünya değildir, tersine Tanrıdır. Elbette dünyayı dışından
yaratan Hıristiyanlığın anladığı yaratıcı Tanrı değildir onun demek istediği, tersine
dünyada içkin olan ve onun çabasının son hedefi bulunan tanrılıktır. Hıristiyanlığın Tanrı
kavramına olan bu uzaklığını Luther, belirgin olarak sezmiş ve Aristoteles’i bu yüzden bir
masal şâiri ve küflü bir filozof diye adlandırmıştır.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz
Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 75.)
Görüldüğü gibi, Teslisi kabul eden Protestan Mezhebinin kurucusu Martin Luther’in red
ettiği bir Aristoteles’i, İslam felsefesi adı altında, İslam dinindeki tevhit inancına rağmen,
şu veya bu şekilde felsefi oyunlarla İslami göstermek mümkün değildir.
Aristo’nun bu konulardan başka, Uzay, Zaman, Akıl, Ruh, Cevher ve Araz konularında da
bazı görüşleri vardır. Konumuzla ilgili olmaları açısından Ruh ve Akıl konularında ki
görüşlerine kısaca değinecek olursak şöyle demektedir:

ARİSTO’NUN RUH ANLAYIŞI

Sanatkarın aletlerini kullanması gibi, Ruh’unda bedeni kullandığını söyler. Ayrıca ruhları,
bitkisel ruh, hayvani ruh ve insani ruh olmak üzere üçe ayırır. Bunlar konusunda ve ruh’un
esas yapısı konusunda, sıradan, keyfi ve bazı basit şeyler söyler, örneğin:
“Aristo’nun nazarında canlı varlıklarda ruh form’u, beden de maddeyi teşkil eder. Ve
bunlardan biri, diğeri olmaksızın bulunamazlar.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 84. Doç. Dr.
Süleyman Hayri BOLAY )
“Görüşün göze bağlı olması gibi ruh da vücuda bağlıdır, ondan ayrılamaz. Bu böyle
olmakla beraber, Aristo’nun nazarında ruh bedenden öncedir.” (Aristo Metafiziği... Sayfa
86. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

Dikkat edilirse, ruh bedenden ayrı olamaz demesi ile, ruh bedenden öncedir demesi bir
çelişkidir.

ARİSTO’NUN AKIL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ

Aristo, insanda biri aktif, biride pasif olmak üzere iki aklın var olduğunu kabul eder. Pasif
aklın ölümlü, aktif aklın ölümsüz olduğunu söyler. Aktif, başka bir ifadeyle faal aklın
faaliyetinin, Tanrının faaliyeti olduğunu söyleyerek, aktif aklı ilâh’laştırır.

Bu konudaki görüşlerinden bazı örnekler:

“Aristo iki çeşit akıl kabul eder: 1) Münfail (Pasif) akıl ki duyum ve imajdaki
600
kavranabilirleri alır. Bu akıl fesada tabidir ve faal akıl kendisine tesir eder. 2) Faal akıl
ki kavranabilirler kendisinde bizzat fiil halinde mevcuttur. Bu manada o kavranabilirleri
meydana getirir ve dolayısıyla etken sebebe benzer. Bu akıl kuvve halindeki akla nispetle
formun rolünü oynar ve fiile taalluk eder; böylece de pasif akla düşünme imkânı veriri.
Tıpkı ışığın bize renkleri görme imkânı vermesi gibi.”
“Aristo, daima özce fiil halinde olan bir akıl olmadığı zaman düşünmenin de hiçbir suretle
mümkün olamayacağını ifade eder ve böylece faal aklı insani ruha bağlı fakat onun
faaliyetinden aşkın (muteal) olarak kabul eder. Bizim düşünme melekemiz müşterek
duyularda birikmiş imajlar münasebetiyle çalıştığı halde faal aklın çalışması aklın ebedi
bir fiilini gerektirir. Çünkü onda kuvve halinde hiç bir şey yoktur ve Aristo ancak onun
ölümsüzlüğünü kabul eder. Bu bakımdan Aristo psikolojisinde o bizim düşüncemizi
sağlayan prensiptir; onsuz hiç bir şey düşünülemez. Halbuki buna karşılık pasif akıl fesada
tabidir, ölümlüdür. Faal akıl ise bedenden önce vardır ve tabiatıyla ondan sonra da
yaşayacaktır.”
“Faal akıl Aristo’nun kanaatınca, ruhtan tamamen farklı onun bir nevi olarak bedenden
ayrıldığı ölümsüz olduğu fesada uğramadığı; buna karşılık münfail aklın ölümlü olduğu
için Aristo’nun anlayışında ferdi ruhun ölümsüzlüğü münakaşalara yol açmıştır. Zira faal
akıl ruhun sadece bir nevi olmakla birlikte kendisi değildir, üstelik aklın bir çeşidi olan
münfail akıl da bedenle yok olmaktadır. Weber’e göre “aslında Aristo faal aklın ezeli ve
ebedi olduğunu kabul etmekle ferdi ölmezliği kayıtsız şartsız inkâr etmiş olmaktadır.”
Rohde ise onun Aristocu âlemin Tanrısıyla kıyas edilebileceğini söylüyor ve Aristo’dan
“faal aklın faaliyetinin Tanrının faaliyeti olduğu” şeklinde bir cümle naklediyor. (Aristo
Metafiziği... Sayfa 94-96. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY)

Örneklerde görüldüğü gibi, Aristo, Allah’ı kainattan habersiz ve kainata müdahalesi


olmayan bir ilâh olarak tanımlamakta, bunun yanın da yoktan var oluşu red ettiği gibi,
yıldızları gezegenleri ilâhlaştırmakta hatta “Tanrı dünyada içkindir, tabiatta olan her şey
içinde tanrısal olan bir şey taşır.” demekle her şeyi ilâh saymakta. Bu manada Aristo,
İslam dinine göre tipik bir putperesttir. Buna rağmen Eflatun’un ve Aristo’nun felsefelerini
İslami bir gerçekmiş gibi ortaya koyup, Kuran öğretisiyle, İslami maske altında mücadele
hedeflenmiştir. Kuran karşıtı Felsefi hareket, İslam halifesi unvanlı Emevi kralı
Memun’dan itibaren başlatılmak suretiyle asırlardan beri süre gelmektedir. Bu şekilde
devlet destekli olarak yürütülmesinin nedeni, İslam devleti adı altında kurulmuş olan
çeşitli diktatörlük düzenlerini Kuran öğretisinin desteklememesi nedeniyle, diktatör
kralların saltanatlarına bir hasım olarak gördükleri Kuran öğretisine karşı mücadele
yürütmeleridir. Kuran karşıtı bu mücadelenin temel araçlar daha öncede çeşitli örneklerle
belirttiğim gibi, Peygamberimiz adına uydurulmuş Hadisler, Tasavvuf, Mezhep oluşumları
ve Felsefe öğretisi gibi çeşitli öğretilerdir. İslam iddialı felsefede, Eflatun ve Aristo’nun
öğretileri hareket noktası olarak kabul edildiğinden bunların öğretilerinden kısaca
bahsettim, şimdi de Eflatunun ve Aristo’nun felsefelerini İslami bir gerçekmiş gibi ortaya
koyup, İslam diniyle mücadele etmeyi tasarlayanların görüşlerine bakalım:

KİNDİ (801-873)

Kindi, İslam aleminde ilk Arap filozofu olarak bilinir. Felsefeyi İslam düşüncesinin bir
parçası olarak ileri sürmüştür. “Felsefe-i Ülâ” adlı risalesinde dinin temelde felsefe ile
çelişmediğini ortaya koymaya çalışır. “İlahiyat felsefenin bir bölümüdür ve ilahiyatla
uğraşmak mantıksal bir yükümlülüktür. Peygamberin tebliğ ettiği vahiy ile felsefenin
601
işaret ettiği ve bizi kendisine yönelttiği hakikat bir ve aynıdır; her ikisi birbirleriyle
uyum ve birlik içindedirler.” der. Çeşitli görüşleriyle İslam aleminde felsefeye yer açmaya
çalışan Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’e yol açmıştır. Sinsice yaklaşımlarla,
sıkıştığında Vahiy bilgisinin felsefi bilgiden üstün olduğunu söylemesine rağmen, onun en
önemli saldırısı felsefeyi İslam dininde meşru bir yol olarak kabul ettirmeye çalışmasıdır.
hal bu ki Felsefe ile Vahiy bilgisi bir birlerinden tamamen ayrı iki bilgidir. Zira, Allah’ın
varlığıyla, kainatı izah konusunda hareket noktaları tamamen bir birlerine zıttır. Ayrıca
felsefe Vahyi esas alan bir tefekkür sistemi de değildir. Bu konuda daha önce açıklayıcı
bilgi vermeye çalıştım.

Kindi’nin bazı sözlerinden örnekler verecek olursam, şöyle ki:

“İlahiyat felsefenin bir bölümüdür ve ilahiyatla uğraşmak mantıksal bir yükümlülüktür.


Peygamberin tebliğ ettiği vahiy ile felsefenin işaret ettiği ve bizi kendisine yönelttiği
hakikat bir ve aynıdır; her ikisi birbirleriyle uyum ve birlik içindedirler.” (Felsefe-i Ülâ,
Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 121, Beyan
Yayınları 1994. )
“Kindi’nin tanımında felsefe aklın ürünü olan bir zihin faaliyetidir; buna karşılık din ise
Vahiy ürünüdür. Felsefe mantık yöntemine, din iman yoluna dayanır. Aralarında ne türden
bir ilişki var, sorusuna Kindi’nin verdiği cevap şudur:”
“Felsefe Hakikat’in bilgisi ve onu araştıran bir faaliyettir. Yunanlılar gibi, İslam bilginleri
de, Hakikat’in insan tecrübesinin üstünde ve ötesinde olduğunu kabul ederler; yani
Hakikat, tabiat üstü bir alemde değişmez ve ebedi olarak vardır. Bu durumda felsefe şöyle
tanımlanabilir: “İnsanın imkânı dahilindeki şeylerin hakikatinin bilgisidir. Filozofun nazari
bilgi ile ulaşmak istediği hedef, Hakikat’i elde etmek ve pratik bilgisiyle ona göre
davranmaktır.” (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl
İlişkisi, Sayfa 121, Beyan Yayınları 1994. )

Görüldüğü gibi bu ifadeler “Hakikat” konusunda çelişkilidir, öyle ki, Hakikat insan
tecrübesinin üstündeyse ki öyledir, Gayb’tır. Gayb konusundaki Hakikat bilgileri Vahiy
bilgisi olmadan anlaşılamaz, bunu kabul ettiğini söyleyen bir kimsenin. “Filozofun nazari
bilgi ile ulaşmak istediği hedef, Hakikat’i elde etmek ve pratik bilgisiyle ona göre
davranmaktır.” demesinin bir mantığı yoktur. Zira, imkansızı filozofların yapabileceğini
söylemek gerçeğin bir ifadesi değildir. Ve her iki ifade çelişmektedir.
Daha öncede belirttiğim gibi Kindi’nin ana çabası felsefi düşünceyi İslam alemine
yerleştirip onu İslami bir yol olarak göstermeye çalışmasıdır, Şöyle ki:
“İslâm düşünce tarihinde din ve felsefeyi uzlaştıran ilk filozof olan Kindi, Farabi, İbn Sina
ve İbn Rüşd’e yol açtı. O, mantıkçıların yolundan hareketle, dini felsefeye irca etti; sonra
dini ilâhi ilim kategorisine koyarak felsefeden daha yüksek bir konuma çıkarttı.” (Felsefe-i
Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 122, Beyan
Yayınları 1994. )
Yani şunu demek istiyor, din felsefeden daha yüksektir, fakat felsefede dinden ayrı
değildir. Böylece din öğretisinde Kuran artı Felsefe ikilemini ortaya koymaya çalışmıştır.
Buna benzer şekilde nasıl ki Hadis uydurmalarını kabul ettirmeye çalışanlar; Kuran temel
kitabımızdır gibi görünürde Kuran’a bağlılık ve övgü görüntüsü vererek, Kuran’ı temele
gömüp bu temelin üzerini rivayetlerle örtmeye çalışıyorlarsa, Felsefecilerde zaman zaman
İlahi Vahye, başka bir ifadeyle, Kuran’a görünürde övücü sözler söylemek suretiyle
gerçek amaçlarını gizleyip, felsefelerini Kuran öğretisine ortak ederek, ellerinden
602
geldiğince felsefi sözlerini Kuran’ın önüne geçirmeye çalışırlar. Değil mi ki,
Hadisçilerde, hadisler Kuran ayetlerini nesh yani iptal eder diyorlardı, felsefecilerinde
yaptıkları aynı şeydir. Bundan dolayı İslam dininden taraf görünüşte, Kuran’a saldıranlara
iyi dikkat etmek lazımdır. Ara sıra söyledikleri sözler değil de ortaya koymaya çalıştıkları
öğretinin tamamına dikkat etmeye gerek vardır. Buna örnek olmak üzere, Kindi’nin şu
sözlerini gösterebiliriz:

“İlâhi bilgi << özel bir bilgi >> türüdür. Bu bakımdan ilâhi mahiyette olan Hakikat’in
Bilgisi peygamberlerden başkasında tecelli etmez. (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm
Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 121, Beyan Yayınları 1994. )

Bir taraftan bu şekilde söyleyecek, diğer taraftan da insan ürünü olan Felsefi düşünceleri,
Kuran’a ortak edecek yada Kuran’ın önüne geçirecek, bu sinsice tasarlanmış Kuran
karşıtlığından başka bir şey değildir. Zira onun ana çabası Felsefeyi İslam aleminde kabul
ettirmekti. O bir yol açmıştır, onun açtığı yolda giden Farabi, İbn Sina, Rüşd gibileri çeşitli
felsefi fikirler öne sürerek, Kuran öğretisine karşı faaliyet yürütmüşlerdir, ana dayanakları
da putperest, Eflatun ve Aristo’nun ortaya koyduğu felsefi görüşlerdir. Şöyle ki:

FARABİ (258/870 - 339/950)

Ebu Nasr b. Muhammed b. Turhan b. Uzluğ el-Farabi: İnsanlığın ilk öğretmeni olarak
Aristo’yu görmekte, kendisinin de ikinci öğretmen olduğunu iddia etmekte yada öylece
isimlendirmektedir. Ona göre en mükemmel insan Aristo’dur ve Ona göre filozoflar
peygamberlerden üstündür. Şöyle ki:

“Farabi, Aristo’nun kitaplarını 40 veya 100 defa okuma ihtiyacı hisseder. Ona göre en
mükemmel insan Aristo’dur; insanlığın << ilk öğretmeni >> (Muallim’ul Evvel) dir. O,
filozof - peygamber karşılaştırması yapar ve üstünlük önceliğini birincisine veriri. Bu
görüşündeki delili de peygamberin, isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı,
halbuki filozofun çalışıp, gayret sarf ederek İlâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle
çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı biçimindedir. O böylesi bir iddianın
büyük tepki çekeceği korkusunun etkisiyle olsa gerek, filozofluğun vahyi insanlara iletme
anlamındaki peygamberlikten üstün olduğunu ancak, her peygamberin filozofluk yönü de
bulunduğu için peygamberlerin sadece filozof olan şahsiyetlerden, filozofluklarının yanı
sıra diğer özelliklere de fazladan sahip olmaları nedeniyle üstün oldukları gibi çarpık bir
iddiayı ileri sürer. Ancak bunun hemen arkasından da bazı tevillere kaçar ve gerçeklere
peygamberlerin ameli ve ahlâki hikmeti bildiğini, filozofun ise hem ameli ve ahlâki
hikmeti bunun yanı sıra, birde nazari hikmeti bildiğini ve bu nedenle filozofun
üstünlüğünün tartışılamaz olduğunu belirtir.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin
Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 127-128 .)
“Samâni emiri Nuh b. Sâman, Fârâbi’yi Buhara’ya çağırıp iltifat etmiştir. Fârâbi orada
Aristo’nun bütün eserlerini Arapçaya çevirip şerh etti. Ansiklopedik mahiyette bir eser
meydana getirdi. Sâmani sarayında yaptığı sanılan bu eserin adı et-Ta’limu’s-Sani’dir.
Bugün eserin yalnız hangi bahisleri içine aldığını bilemiyoruz. Fârâbi bu eseri yazdığı için,
Muallim-i Evvel (Birinci Üstat) kabul edilen Aristo’dan sonra, Muallim-i Sani (İkinci
Üstat) sayılmıştır.” (Fârabi, El-Medinetü’l Fadıla, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
1985 baskısı S.4 Müellif H. İsmail Mekki, Terceme, Abdullah Özbek. )
Görüldüğü gibi, Aristo hayranı olan Farabi için teker teker bütün filozoflar
603
peygamberlerden üstündür. Anlaşılan odur ki, Farabi’nin peygamberliğe veya
peygamberlere inandığı falan yoktur. Aristo felsefesini, Müslümanlara kabul ettirebilmek
için, peygamberlik olayına inanıyor görünmeye çalışmaktadır. Zira, onun inancının
kaynağı Kuran değil, Aristo’nun felsefi sözleridir. Bizim inancımıza göre Kuran Vahyi,
Allah sözüdür, Bütün filozofik sözler ise, kime ait olursa olsunun, şahsi kul sözleridir.
Örneğin; Allah konusunda şöyle demektedir :

“Tanrı kendi kendisini biliyor demek, kendi kendisini düşünüyor demektir. Tanrı kendi
kendisini düşünüyor demek, yaratıklara varlıklarını veriyor demektir. Yaratıklar, Tanrı’ya
en yakın varlıklar olan “Akıllar” halinde Tanrıdan çıkıp varlığa gelirler. “Sudûr” ederler.
Tanrıya en uzak olan varlık, belirsizlik demek olan “Madde” dir.” (Felsefeye Giriş M.E.B.
Yayınları 1992 baskısı S. 78 Yazarları, Heyet.)
“Aristo’yu taklit edilecek en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak
düşünen, onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan ve ona
muhalif olmaktansa, İslam’a muhalif olmayı tercih eden Farabi ve İbn Sina, tanrı
görüşünde de ufak farklılıklarla üstatlarını takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl,
ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü... akıllar sûdur etmiştir. Tanrının evreni yaratmasının
bu akıllar aracığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan başlayarak
safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı vardır ve
yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde anlaşılmaması gerekir. Çünkü
onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da kapsadığını
belirtirler.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı
Sayfa 129.)
“Farabi’nin geliştirdiği sudur teorisinde, evren Tanrı’dan - bir bakıma O’nun iradesi
olmaksızın - türemiş kabul ediliyordu ve Tanrı ile evren arasında çok sayıda aracı varlıklar
(mutavassıt) tasavvur edilmiştir. Teori kaçınılmaz olarak, İmam Gazali’nin felsefecileri
tekfir edeceği üçüncü sorunu, Tanrı’nın bilgi alanının sınırları sorununu gündeme
getiriyordu. Çünkü evrenin kendisinden zorunlu sudur ettiği Tanrı kendi zatından
başkasını bilmiyordu ve Tanrı ile evren arasında çok sayıda aracı varlıklar (mutavassıt)
tasavvur edilmiştir. Teori kaçınılmaz olarak, İmam Gazali’nin felsefecileri tekfir edeceği
üçüncü sorunu, Tanrı’nın bilgi alanının sınırları sorununu gündeme getiriyordu. Çünkü
evrenin kendisinden zorunlu sudur ettiği Tanrı kendi zatından başkasını bilmiyordu. İslâmi
öğreti ve Kur’an vahyi açısından bu tanım doğal olarak anlayışla karşılanamazdı. İşte
Farabi bu teori ile Aristo’yu İslâm’a yaklaştırmak ve Tanrı’yı irade sahibi kılmak istediyse
de, teorinin üzerinde oturduğu sudur görüşünde, varlıklar Tanrı’dan dışa vuramamazlık
edemediklerinden, gerek Tanrı’yı iradesizleştiren gerekse varlık dünyasını kesin bir
determinizm içine sokan görüşlerden dolayı bu çabasında başarı sağlayamadı. (Felsefe-i
Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 129, Beyan
Yayınları 1994. )

Aristo‘nun felsefi görüşlerini esas alan Farabi’nin iddialarına göre, Allah hiçbir şeyi
yoktan yaratmamıştır, hatta hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi herhangi bir şeyin
meydana gelmesinde veya gelmemesinde etkende değildir, zira, bu görüşe göre
yaratıklar, istese de istemese de kendisinden “sudur” yani fışkırmak suretiyle varlığa
gelmektedir; Allah aynı zamanda kendi zatından başkasını bilmemekte, yani kainatın
varlığı konusunda bir bilgisi bulunmamaktadır. Ayrıca, her şeyin Allah’tan çıkarak
meydana geldiğini “sudur” ettiğini söylemekle her şeyi İlâh kabul etmektedir. Bu
bağlamda “Vahdet-i Vücut” çu müşriklerin iddia ettikleri şirkin aynısını iddia etmektedir.
604
Bütün bu iddialar Kuran’a aykırı ve dolayısıyla İslâm diniyle bağdaşması
mümkün olmayan iddialardır.
Ayrıca, Aristo’nun Münfail Akıl ve Faal akıl görüşünden hareket eden Farabi,
peygamberleri Vahiy alan kimseler değil de, hayal kuran kimseler olarak tanımlamaktadır,
şöyle ki:

“Farabi’nin üzerinde durduğu ikinci önemli konu nübüvvettir. Ona göre nübüvvet
tabiatüstü bir olay değildir. Yalnızca bir insan olan peygamberin muhayyile gücünün
kemalin doruğuna ulaşması halidir. Ona Münfail Akıl ulaşır. Peygamber işte bu yolla,
şimdi ve gelecekteki cüz’i bir takım bilgileri, haberleri feyiz yoluyla alır. Farabi bu
bağlamda mucizeyi de akılcı yöntemlerle açıkladı ve kutsi güçlere bazı tanımlar getirdi.
Burada Farabi’nin peygamberlerle filozof arasında ilginç benzerlikler kurduğu görülüyor.
Getirdiği bu felsefi yaklaşıma göre, peygamber de filozof da Faal Akıl’la ilişki kuran
seçkin insanlardır. Aralarında ki fark, buna muhayyile gücüne sahip mertebesiyle varması,
ikincisinin ise buna düşünce ve nazarla ulaşmasıdır.” (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm
Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 127, Beyan Yayınları 1994. )

Görüldüğü gibi, Farabi, Vahyi inkâr etmenin yanında, Akıllı davranışı filozofa, hayal
kurmayı peygamber yakıştırmaktadır. Peygamberin Vahiy almasını konu ettiği zaman,
İslam da anlaşılan gerçek manadaki vahiy kavramını değil de, peygamberin hayal
kurduğunu ve bu hayalleriyle, faal akılla ilişki kurduğunu söylemektedir. Aslında faal akıl,
Aristo’nun iddia ettiği, aslı olmayan bir hayalden başka bir şey değildir, bundan dolayı
hayal kurmak peygamberin değil, Aristo ve Farabi gibi kimselerin işidir.

İslam dininde, ahirete inanmak, dolayısıyla bütün nefislerin yaptıklarının karşılığında


muamele görmek üzere dirileceklerine; ayrıca Cennet ve Cehennemin gerçek olarak var
olduğuna; ahiret hesabına inanmak, imanın şartlarındandır. Farabi bu ve bu gibi hususlar
konusunda kuşkulu olup, onları inkar etmektedir, şöyle ki:

“Din - felsefe ilişkisini belirleyen son önemli nokta ölümden sonraki hayata ilişkin
filozofların görüşleri etrafında çıkan tartışmalardır. Gerçek şu ki; Farabi hayatı boyunca
ruhun ölümünden sonraki ebediliği konusunda büyük bir kuşku içinde yaşadı.” ( Ali
Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 136, Beyan Yayınları
1994. )

“Farabi, taklid edilmeye en layık kişiler olarak gördüğü Platon ve Aristo’nun fikirlerini,
filozofların hakikatı ifade ettikleri ve değişik filozofların ifadelerinde açığa çıkan
farklılıkların hakikatın yapısına uygun olduğu inancıyla birleştirip aynı gösterme gayretleri
taşır. Kûr’an’a ters olup olmamak hiç önemli değildir onun açısından. Ona göre vahiy,
akıllar arası ilişkiden doğan bir şeydir. Ayrıcalıklı başka bir özelliği yoktur. Peygamber ise
vahyi elde etmiş kişi olarak saadeti elde etmiş birisidir. Fakat filozof da ondan geri
kalmaz. hatta daha ileridedir. Filozofun, hakikati açık ve tam olarak bildirmesine karşılık,
muhatabı halk olduğu için, Peygamberlerin halkı ahlak ve erdeme çekebilmek için, cennet,
cehennem, hesap günü gibi aslı olamayan (haşa) sembolik şeyleri kullandığını, asıl
amacının filozofun yapmaya çalıştığının en basit şekli olduğunu belirtir.” (Vahiyden
Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 126.)

“Farabi ve İbn Sina’nın daha sonraları Gazâli’nin çok sert eleştirilerine konu olacak
605
inançlarından birisi de mahşerde dirilme ile ilgilidir. Onlara göre ölümsüz olan vücut
değil, ruhtur. Ancak tekrar dirilecek olan ruhlarda herkesin ruhları değil sadece seçkin,
üstün insanların ruhlarıdır. Onlar böylelikle cismani dirilişi açıkça reddeder, hatta İbn Sina
bununla ilgili olarak “Risalet’ül Adhaviye” isimli bir kitap yazar. Ona göre bedenin
dirilmesi peygamberin zihninden doğan hayali bir “mit”ten başka bir şey değildir. O,
peygamberin bu mit’le kitleleri kontrol altında tutmaya çalıştığını iddia eder. Ona göre
akla uygun yaşamak cennet, hayâl alemi ise cehennemdir. Hisler ise kabir alemidir.
Dolayısıyla bu yaşanan hayattan başka bir hayatın olamayacağını iddia eder. İbn Sina
ölüm sonrası cismani dirilişi Peygamberin mit’i olarak nitelemesine karşılık halk için
yazdığı bazı kitaplarında Kur’an ayetlerini kullanarak, cismani diriliş ve hesap gününün
gerçek olduğundan bahseder. İnsanların yaşantılarına çekidüzen vermeleri gerektiğini
belirtir. Farabi ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ve İbn Sina gibi ikiyüzlü
olmadan cismani dirilişin Kur’an’da geçen bir teşbih olduğunu, bunun imkânsızlığını
savunur. Zaten o, filozoflar içerisinde davasına en bağlı İslam’a en uzak olanıdır.”
(Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 130.)

İşte, Farabi’nin inanç konusunda ki görüşleri bu şekildedir. Amacım filozofların tüm


felsefelerini detaylı olmadığından. Farabi’nin düşünceleri konusunda verdiğim örneklerin,
onun İslâm dinine karşı yapmış olduğu saldırıları belirtmek açısından yeterli olduğu
kanaatindeyim.

İBN SİNA (370/980 - 428/1037)

Ebu Ali el-Hüseyin İbn Abdullah İbni Sina. Aristo felsefesini benimseyen İbni Sina,
İslâmi kavramlara batini manalar vermekte, İslâmi değerlere karşı çıkmasına rağmen,
Müslüman olduğunu iki yüzlülük yapmak suretiyle iddia etmektedir. İslâmi değerlere karşı
yaptığı hücumlarında, örneğin: Dünyanın ezeli olduğunu, yoktan yaratmanın imkansız
olduğunu, yaratıkların yoktan değil de, Allah’ın müdahalesi olmadan ve ondan doğmak
suretiyle meydana geldiğini iddia etmektedir. Bu manada İbni Sina bir “Vahdet-i
Vücut’çudur”. Ayrıca, Allah’ın cüzleri bilmediğini, cehennem azabının devamlı
olmadığını, cismani haşrin olmadığını, alemin gayesiz olduğunu, ve Peygamber sözlerinin
gerçek değil sembolik olduğunu da iddia etmektedir.
Bu gibi iddialarıyla ilgili olarak kaynaklardan örnekler verecek olursam, şöyle ki:

“İbni Sina ise Farabi’ye oranla Felsefesinde biraz daha fazla İslâmi kavramlar ve unsur
kullanır. Bazıları onun bu özelliğinin, İslâm’ı gerçek anlamıyla bilenlere sevimli görülme
arzusundan kaynaklandığını iddia ederlerse de yanlış bir kanaattir. Çünkü araştırıldığında
onun Müslümanlara şirin görünmek gibi bir kaygı taşımadığı görülür. O, İslâmi kavramları
ve asıl anlamlarının çok dışında anlamlar içerecek şekilde kullanarak, kendine özgü bir
felsefe-inanç oluşturma gayreti taşır. Bütün yaptığı da bundan ibarettir. Onun felsefesinde
İslâm’ı ilgilendiren önemli noktalar şunlardır: O, Peygamberlikle ilgili olarak,
Peygamberin Cebrail gibi bir varlıkla görüşmesinin imkânsız olduğunu, çünkü
peygamberliğin bir tür parapsikolojik ve metapsişik olay olduğunu belirtir. Kendi düşünce
ve fikirlerinin de “Vahiy olarak nitelenen bilgiden” farksız olduğunu belirtir. O, şeriata
karşı lakayt bir tavır takınmayı yaşantısının normal özelliği haline getirmiş, ancak eğer bir
felsefi problemi halledemezse camiye gidip dua etmeyi alışkanlık edinmiştir. Fakat, klâsik
kaynakların belirttikleri bu dua olayının konusu olan varlık ta, Vahiy İslam’ında anlamını
bulan Alemlerin Rabb’i olan Allah değildir. İbn Sina’nın inandığı ve düşündüğü yüce
606
varlığın sıfat ve özellikleri Allah’ınkinden oldukça farklıdır. O en genel anlamıyla
Aristo’nun inandığı tanrı kavramına inanır.”
“Aristo’ya göre tanrı vardır ve varlığı zorunludur. Ancak onun, yoktan var etme gibi, bir
sıfatı yoktur. Aristo’nun inancındaki tanrı, malzemesini hazır bulan ve kendi iradesi
olmadan bu malzemeye şekil veren bir tanrıdır. Yani bir anlamıyla mimar tanrı’dır.
Üstelikte evrene şekli kendi isteğiyle vermemiştir. O, evren dışında ve hareketsizdir.
Hareketsizdir çünkü hareket edecek olsa başka hareket ettiriciye muhtaç olur. Onun
kainata şekil vermesi, limonu doğrudan hiçbir etkisi olmadığı halde kişinin ağzını
sulandırması gibidir. Yani madde, tanrı gibi olmak, ona yakın olmak için biçim kazanır ve
tanrıya yaklaştıkça biçimi (formu) artar. Aristo bu düşüncelerini madde - forum kuramıyla
açıklayarak, tanrının maddesiz form (şekil) olduğunu, saf maddenin ise formsuz olduğunu
belirtir. Böylelikle ona göre tanrı ile formsuz madde (heyûlâ) arasında diğer bütün
varlıklar yer alır.”
“Aristo’yu taklid edilecek en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak
düşünen onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan ve ona
muhalif olmaktansa, İslâm’a muhalif olmayı tercih eden Farabi ve İbn Sina, tanrı
görüşünde de ufak farklılıklarla üstatlarını takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl,
ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü... Akıllar sûdur etmiştir. Tanrının evreni
yaratmasının bu akıllar aracılığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan
başlayarak safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı
vardır ve yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde olmaması gerekir.
Çünkü onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da
kapsadığını belirtirler.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları
1991 Baskısı Sayfa 128-129.)
“İbn Sina gerçek sistemini Hikmetu’l - Mesrikıyye’de açıkladığını söylemektedir. Onun
sisteminde, yukarıda belirttiğimiz gibi, felsefi bilgilerle İslâmi bilgiler aynı zamanda
birleşir, uyuşmaya çalışılır. Dünyanın öncesiz (kadim) olduğu düşüncesini ona veren veya
onun bu düşüncedeki hareket noktası. Kur’an olmayıp, Aristo ve Eflatuna ait kozmogoni
metafiziğin ortaya koyduğu sonuçlardır. Bu açıdan sistemde egzastansiyel bir determinizm
görmek mümkündür. Bu görünümünden dolayıdır ki İbn Sina’nın sistemi, ortaçağ
felsefesinin bütün karakterini taşır.”
“İbn Sina bir yönden âlemin ezeli olduğunu söylerken, diğer yönden onun mümkün
olduğunu kabul eder. Onun anlayışına göre, âlem Allah’la birlikte daima vardı. Bir yönden
Allah’ın âlemden önce olmayacağı, diğer yönden de O’nun âlemden önce olduğu
kanaatındadır. Böylece ilk bakışta İbn Sina’nın düşüncelerinde bir çelişki ortaya
çıkmaktadır. Eğer âlem Allah’la birlikte varsa öncesiz, Allah ona oranla bir önceliğe
sahipse mümkün veya yaratılmış (muhdes)tır. Ancak İbn Sina, bu çelişkiyi şöylece ortadan
kaldırmak ister: ona göre, Allah âlemde zaman itibariyle değil, fakat tıpkı sebebin
sonucundan önce olduğu gibi, öz (zat) ve sıra önceliği itibariyle öncedir.” (İbni Sina
metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 24 -82 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları
1997 - Ankara)

Görüldüğü gibi, peygamberliği hayal ürünü, parapsikolojik bir olay olarak gören İbn
Sina’nın İslâm’da ki peygamberlik anlayışıyla bir ilgisi olmadığı gibi, Allah’ın, alemi
yoktan var ettiğini de kabul etmemektedir. Ona göre alem, Allah’la birlikte ezeli yani
başlangıçsızdır. Alem, Allah’ın içinde, bir çocuğun anne karnında olması; bir eşyanın bir
bir sandık içinde olması gibi, Allah’la birlikte hep vardı, meydana gelmesi bir doğum olayı
şeklinde açığa çıkmasıdır. Yani İbn Sina’ya göre, Allah alemi yoktan var etmemiş,
607
kelimenin tam anlamıyla “haşa” doğum yapmıştır. Ve bu doğum bir dişinin ister,
istemez doğurması gibi, Allah’ın iradesi dışında meydana gelmiştir iddiasındadır. Ve
sözlerini bilgiç göstermek için Allah birdir, birden bir çıkar, Allah’ta sadece bir sefer
doğum yapmıştır, ilk ve tek olarak doğurduğu bir sonrakini, oda bir sonrakini doğurmak
suretiyle bir doğum zinciri meydana getirmiştir. Dokuzuncu doğumdan sonra ki buna 9.
Akıl demektedir. 10 cu olarak faal akıl meydana gelmekle ve bu faal akıl ay altı dünyanın
şekillerinin içinde bulunduğu, yani içinde yaşadığımız âlemi, göğe ait hareketlerin
yardımıyla meydana gelmektedir der. Bu gibi düşünce ve iddialar, İslam dinine göre küfür
ve şirk olan iddialardır, zira İslam da peygamberlik parapsikolojik bir olay değil gerçek
manasıyla bir dini vahiy alma olayıdır. Allah’ta alemi yoktan var etmiştir, Allah doğum
yapmaktan münezzehtir. Hıristiyanlar İsa Allah’ın oğludur dediler, bu sözleri Kûr’an
ayetleriyle ret edilmek suretiyle tekfir edildiler, İbn Sina bütün alem; Allah’ın çocuğudur
demektedir. İslam dininde ki tevhit inancıyla bağdaşmayan bu iddiası İslam dini açısından
kabul edilemez, Kûr’an ölçüsüne göre İbn Sina bir müşrikten başka bir şey değildir.
Filozofların ve bazı kimselerin, hiçbir şey yoktan var olamaz diye iddia etmelerinin
nedeni, Allah’ı kendileriyle kıyas edip, kendileri gibi görmelerindendir. Nasıl ki kendileri
var olan hiçbir şeyi yok edemiyorlarsa ve yok olan hiçbir şeyi var edemiyorlarsa ve yok
olan hiçbir şeyi var var edemiyorlarsa, Allah için de aynı şartların geçerli olduğunu
zannediyorlar. Hal bu ki, Allah kainat şartlarına veya Laboratuar şartlarına tabi olan bir
insanın haline tabi ve mahkum olmaktan uzaktır. Kûr’an öğretisine göre, Allah her
istediğini yapabilen, ol deyince her istediği olan bir İlah’tır, örneğin değil kainattaki bir
şarta mahkum olması, isterse bütün kainatı bir emirle yok edebilen ve onun yerine bir
birinin şartları diğerine uymayan sonsuz kainatları var edebilecek bir Allah’tır. Böyle bir
olayın meydana gelmesi içinde sadece ol demesi yeterlidir. Bundan dolayı, Allah’ın gücü
kast edilerek, hiçbir şey yoktan var olmaz, yok olanda var olmaz gibi iddialar, İslam
dinindeki Allah anlayışına göre uygun olmayan iddialardır. Allah’ı yaratıklar seviyesine
indirip, hiçbir temeli ve mantığı olmayan iddialarda bulunmak, Allah’ı hakkıyla takdir
edememekten kaynaklanmaktadır, bu konuda Kûran’dan mealen :

- Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu
içindedir, gökler de sağ elinde dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzak ve
yücedir. 39/67

- Ey insanlar, size bir temsil verildi, onu dinleyin: O Allah'tan başka yalvardıklarınız
(var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek
onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de. 22/73

- Allah'ı layıkıyla takdir edemediler (O'nu gereği gibi bilemediler). Allah kuvvetlidir,
üstündür. 22/74

- İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfe(sperm)den yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi
apaçık bir hasım kesildi? 36/77

- De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir." 36/79

- O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz. 36/80

- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır. O, çok
608
bilen yaratıcıdır. 36/81

- Bir şeyi(n olmasını) istedi mi, O'nun işi, ona, sadece "ol!" demekten ibarettir, o da
hemen oluverir. 36/82

- Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah, her türlü noksan sıfatlardan
münezzehtir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz 36/83

- Allah, çocuk edindi, dediler. Haşa, O, yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi
O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. 2/116

- (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol"
der, o da hemen oluverir. 2/117

İbn Sina’nın diğer bir iddiası da, Allah’ı Allah’ı cahillikle vasıflandırmasıdır. İbn Sina’ya
göre, Allah kainatı bir bütün olarak bilmekte olup, tek tek varlıklardan ve olaylardan
habersizdir ve onları bilmemektedir. Örneğin : “Uzay varlıklarının kitle olarak var
olduklarını bilir, fakat Güneş’in, Ay’ın v.s. Var olduğunu bilmez; İnsanların kitle olarak
var olduğunu bilir, fakat, Muhammedi, Mustafa'yı, Emini tek tek olarak bilmez, ne
yaptıklarından habersizdir,” iddiasında bulunmuş olmaktadır. İbn Sina bu iddiasına
gerekçe olarak, Allah bilgisinin bir bütün olduğunu şayet tek tek olayları bilirse, bilgisinde
bir dalgalanma ve bir ikilik meydana geleceğini, bununda olamayacağın söylemektedir.
Allah’ın bilgisinde, artma, eksilme ve herhangi bir değişiklik olamayacağı doğru olmakla
birlikte, Allah’ın cüzileri bilemeyeceğini iddia etmesi yanlıştır, böyle bir iddia, Allah’a
noksanlık ve acizlik isnat etmektir. Allah ise noksan sıfatlardan, acizlikten ve bilgisizlikten
uzaktır. Allah için azla çok uzakla yakın, zorla kolay aynıdır, hiçbir şey Allah’ın gücü
karşısında bir dirence sahip olamaz. İbn Sina’nın bu konuda yanlışa sapmasının temelinde,
Allah’ın zamana tabi olduğunu zan etmesinden dolayıdır, zaman ise yaratıklar için olayları
sıralama, perdeleme veya açığa çıkarma aracıdır, Allah için ise böyle bir mania söz konusu
olamaz. Durumu daha yakından görmek için zamanın yok olduğunu farz edelim, böyle bir
durumda tüm olaylar; geçmiş, gelecek, uzak, yakın, büyük, küçük, her ne varsa boyutsuz
bir noktada toplanmış olur, böyle bir durumda dolayısıyla hepsi zamansız olarak hep
birlikte kendilerini ifade etme durumunda olurlar, bu ifade konumunda, cüzilerle,
küllilerin kendilerini ifade etmeleri arasında fark yoktur, bu açıdan külli neyse cüzide
odur, cüzi neyse küllide odur, böyle düşündüğümüzde, ne küllilerin varlığı nede cüzilerin
varlığı, Allah’ın bilgisinde artma ve eksilmeye yol açmadığı gibi, hiç birisi, Allah’ın
bilgisi dışına çıkamaz, varlıkları itibarıyla da, Allah onlara bütün yünlerden hakimdir.
Varlıklarını bilme hususunda, tüm kainatı bilmeyle, bir toz zerresini bilme veya düşen bir
yaprağın çıkardığı sesle, tüm yıldırımların bir anda çıkardığı sesi bilme açısından, Allah
için bir fark yoktur. Allah en açık olan şeyi bildiği gibi, en gizli olan şeyi de aynı şekilde
görür ve bilir, ne varın varlığı, nede yokun yokluğu ne var olanın yok olması nede var
olmayanın varlığı gelmesi, Allah’ın gücünü etkilemez. Nedenini özetlersem: Allah ile
Kainat arasındaki ilişki, Yaratıcı ve yaratık ilişkisidir, Allah, kainatın yaratıcısı, kainatta
Allah’ın yaratığı olduğundan, yaratığın, Allah’ın zatında bir değişiklik yapması veya
herhangi bir etkinlikle zatında değişiklik meydana getirmesi mümkün değildir. Haşa,
böyle bir şey olmuş olsaydı, bunun manası, kainatında İlahlaşması demek olurdu, Kuran
öğretisine göre İlah ancak ve ancak tek olarak Allah’tır, dolayısıyla, Allah kainat üzerinde
değişiklikler meydana getirir, kainat ise Allah’ın zatında değişiklik meydana getiremez.
609

İbn Sina’nın bu konulardaki düşüncesi şu şekildedir:


“İbn Sina, Tanrı alemde külli ve umumi bilgiye sahiptir, ama bilgisi tikel ve cüz’i değildir,
der.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 133, Beyan
Yayınları 1994. )
“İbn Sina’ya göre, eğer Allah sonsuz ve değişmez ise cüz’i şeyleri düşünemez. Allah’ın
cûz’i şeyleri düşündüğünü söylemek O’nun tabiatında değişikliği kabul etmektir;
dolayısıyla da özünde bir eksiklik kabul edilmiş olur. O’nun olgun olması için, hareketsiz
olması lazımdır, hareketsiz olması için de dünyayı bilmemesi gerekir. Ancak bu tür akıl
yürüten İbn Sina’nın bu düşüncesinin yanında, Kur’an-ı Kerim Allah’ın her şeyin bilgisine
sahip olduğunu bildirmektedir.”
“İbn Sina düşüncesinde, Allah hem bilgin (âlim) hem de hayat sahibi (Hayy)dir. Böylece
onun sistemi Allah-da ilim ve hayatı birleştirmiştir. O, bilen ve yaşayandır. Bu yönden
Allah’a nisbet edilebilecek tek bilgi, külli bir bilgidir. O, Allah olarak değişikliği kabul
etmez; cüzileri cûz’i ve değişen olarak bilmez, fakat onları külli olarak bilir. Allah’ın
özünde, bilgisi ile bilgisinin nesnesi arasında arasında ayrılık söz konusu değildir.” (İbni
Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 68 -70 T.C Kültür Bakanlığı
Yayınları 1997 - Ankara)

Görüldüğü gibi, İbn Sina, safsata türünden laf kalabalığıyla, sözleri evirip çevirerek, Allah
için bilgisizlik ve acizlik ortaya koymaya çalışıyor, bu tür iddialar ise Kuran’a aykırı
olduğu gibi, Kuran öğretisine karşı açıktan açığa saldırıdır. Şöyle ki,

Allah’ın her şeyi bildiğine dair, Kuran’dan mealen:

- Görmedin mi ki, şüphe yok Allah, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa -hepsini-
bilir, üç kişi arasında bir gizlice konuşma olmaz ki, illâ O -Allah- dördüncüleridir ve
beş kişi arasında olmaz ki, illâ O altıncılarıdır ve bundan daha az ve daha çok kimse
arasında -öyle konuşma olmaz ki- illâ O, her nerede olsalar onlar ile beraberdir.
Sonra onlara ne yapmış olduklarını kıyamet gününde haber verir. Şüphe yok ki:
Allah her şeyi hakkiyle bilendir. 58/7

- De ki: Göğüslerinizde olan şeyi gizleseniz de, açıklasanız da onu Allah bilir. Ve
göklerdekini de, yerlerdekini de bilir. Ve Allah her şeye hakkıyla kadirdir. 3/29

İslimi inanışa göre, aynen dünyada olduğumuz gibi, beden ve ruh ile dirileceğiz, İbn Sina
ise bedeni dirilmeyi inkar etmektedir. İbn Sina bu inkarını getirirken iki yüzlü
davranmaktan çekinmez, öyle ki halk için yazdığı kitaplarda cismani yani bedensel dirilişi
kabul eder görünürken, felsefi iddialarında ise inkar etmektedir. Şöyle ki :

“İbn Sina ölüm sonrası cismani dirilişi Peygamberin mit’i olarak nitelemesine karşılık halk
için yazdığı bazı kitaplarında Kuran ayetlerini kullanarak, cismani diriliş ve hesap
gününün gerçek olduğundan bahseder. İnsanların yaşantılarına çekidüzen vermeleri
gerektiğini belirtir. Farabi ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ve İbni Sina gibi iki
yüzlü olmadan cismani dirilişin Kuran’da geçen bir teşbih olduğunu, bunun imânsızlığını
savunur. Zaten o, filozoflar içerisinde davasına en bağlı ve İslam’a en uzak olanıdır.”
(Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 130-
131.)
610

Daha öncede belirttiğim gibi, filozoflar ve onların dışında ki bir çok kimse, Allah’ın
gücünü kendi güçleri gibi zan ederek akıllarına esen bir çok şeye imkansız demektedirler.
Bundan dolayı, Farabi ve İbn Sina bedenlerin dirilmesini inkar etmektedirler. Hal bu ki,
çevrelerini kuşatan müthiş kainat olayına veya bizzat kendi yapılarına dönüp baksalardı ve
düşünselerdi, bunun Allah için kolay olduğunu görüp anlayacaklardı. Direkt veya dolaylı
olarak, Allah için imkansız olan herhangi bir şey iddia etmek, bizim Kuran öğretisinden
öğrendiğimiz Allah tanımından çok uzak bir iddiadır, Allah her şeye kadirdir, bazı şeyleri
yapmadığında bu onları yapmaya gücü yetmediğinden değildir, sadece yapmak
istemediğinden ve onun zatına yakışmadığından dolayıdır. Yapmamak ve Yapmaya güç
yetirmemek ayrı hususlardır.

Kuran’dan mealen:

- Onların sözü seni üzmesin. Şüphe yok ki, biz, onların neleri gizlediklerini ve neleri
açığa vurduklarını biliyoruz. 36/76

- İnsan görmedi mi ki, muhakkak biz onu bir nutfeden yarattık, sonra o, bir apaçık
düşman -kesilmiştir. 36/77

- Ve kendi yaradılışını unuttu da bize bir misâl getirmeye kalkıştı, dedi ki: Kemikleri
kim diriltebilir ki, onlar çürümüşlerdir. 36/78

- Deki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. Ve O, her yaratmayı bilir.” 36/79

İbni Sina, Ahiret konusunda tereddüt içerisinde olduğu gibi, Cehennem azabının
ebediliğini de inkar etmektedir. Ona göre, Ahiret olsa dahi, bir ceza ve mükafat yeri değil,
nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra dünyada yapamadıkları temizliği yapma yeridir. Hal
bu ki, İslam’a göre dünya hayatı bir imtihan yeridir. Ahiret ise bir netice alma yeri olup,
nefislerin kendilerini temizlediği bir yer değildir.

Bu konuda İbn Sina şöyle demektedir:

“Nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra dünyada yapamadıkları temizliği akıl âleminde


yapıp yapamayacakları konusunda, İbn Sina tereddüt eder. Necat’ta, fazla açıklama
vermeksizin, bunun olabileceğini söylerken, İşarât’ta şüphe içindedir, belki de bu olabilir
der. Eğer nefisler dünyada iken semavi haller ve nefislerle ilişki içinde bulunabilmişler ve
çeşitli vasıtalarla bir şeyler alabilmişlerse bu temizlik gerçekleşe bilir.”
“İbn Sinacı Augustinciliğin en başta gelenlerinden Roger Bacon, İbn Sina’yı en iyi
tanıyanlardan biridir. Bacon dünyanın yaratılışı konusunda, yaratılışın bir aracı ile oluşu
ve cehennem azabının devamlılığını inkâr etmiş olması konularında İbn Sina’yı tenkid
eder.” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 43 -140 T.C Kültür
Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara)

Bu konuda Kuran’dan mealen:

- İnkar edenler: "O Sa'at bize gelmez," dediler. De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbim
hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey,
611
O'ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne de bundan büyük hiçbir şey yoktur ki
apaçık bir Kitapta bulunmasın. 34/3

- (Her şeyi apaçık bir Kitapta tesbit etmiştir) ki, inanıp iyi işler yapanları
mükafatlandırsın. Onlar için mağfiret ve güzel rızık vardır. 34/4

- Ayetlerimiz hakkında (bizi) aciz bırakmağa çalışanlara gelince: onlar(a gelince)


içinde pislikten acı bir azab vardır. 34/5

- De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" de. O, rahmet etmeyi


kendi üstüne yazmıştır. Sizi elbette varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde
toplayacaktır. Ama kendilerini ziyana sokanlar, inanmazlar. 6/12

- Allah -ki O'ndan başka ilâh yoktur- sizi, vukuunda asla şüphe olmayan kıyamet
(Duruşma) gününde bir araya toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim
olabilir? 4/87

- O küfredenler, bölük halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman


kapıları açılır, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve
bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi? derler. "Evet geldi"
derler ama, azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur. 39/71

- O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin


yeri ne kötüymüş! denildi. 39/72

Görüldüğü gibi, İslâm dinine göre, kıyamet gününden; ahiretten şüphe etmek Kuran
ayetlerini inkar etmek olduğu gibi, Kuran’ın İsl3am dini öğretisine göre cehennem azabı
gerçek ve ebedidir.

Aslında İbn Sina İslâmi hiçbir hususa inanmamaktadır. İslâmi hususlardan şüpheci bir
tavırla bahsetmesi ortalığı karıştırıp insanları şüphe içerisinde bırakmak içindir. Zira İbn
Sina, Kainatın, Allah’ın müdahalesi ve gayesi olmaksızın geldiğini iddia etmektedir. Eğer
ki, Alemin meydana gelmesinde, Allah’ın hiçbir müdahalesi, gayesi ve amacı olmamış
olsa, Alem boş ve manasız bir hale gelir, boş manasız bir Alemle ilgili olarak Allah’ın
kanunlar koyması düşünülemez, zira manası olmayanın kanunu da olmaz. Hal bu ki,
İslâmi inanışa göre, hiçbir şey Allah’ın gücü dışına çıkamaz, Allah boş iş yapmaz ve
yarattığı alemi gayesiz ve başıboş bırakmaz.

Bu konuda İbn Sina şöyle demektedir :

“İbn Sina sisteminde, âlem, ilk sebep ve sebeplerin sebebi olan Allah’tan yayılır. Ancak
bu oluşta Allah için bir gaye söz konusu değildir.” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani
ALTINTAŞ. Sayfa 85 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara)

İbn Sina’nın felsefi fikirleri incelendiğinde, Kuran’la bağdaşmayan daha birçok husus
bulmak mümkündür. Ayrıca iddialarına bugünkü Astronomik tespitler çerçevesinde
bakıldığında saçma oldukları açıkça görülür. Bugün bir ilk okul öğrencisine bile, güneş,
ay, yıldızlar dünyayı yönetiyor dense ciddiye almaz; güler geçer, bu tür şeyleri ciddiye
612
alanlar, gerçekleri dışlayıp aklını kullanmayan meczup kimselerdirler.
Aristo, Eflatun, Farabi gibi kimselerin de durumu bundan farklı değildir. Daha önce
yüksek felsefi görüşler olarak ileri sürdükleri fikirler, bugün için alay konusu olacak
seviyededir. Hayatın manası, insanın nereden gelip nereye gittiğinin cevaplandırılması bu
gibi kimselerden çok uzak bir olaydır.

İBN-İ RÜŞD ( 1126 - 1198 )

1126 DA Kurtuba’da doğan İbn-i Rüşd de bir Aristo bağlısı olup, ona göre biricik filozof
Aristo’dur. Her türlü dini tesir ve kayıtlardan uzak olmasına rağmen Kuran ayetlerine
Kuran’la ilgisi olmayan batıni yorum ve teviller getirmek suretiyle, Aristo felsefesine
bağlı felsefi görüşlerini, İslam aleminde çeşitli sahalarda eğitim görmüş kimselere kabul
ettirmeye çalışmıştır. İbn-i Rüşd’e göre Felsefe ileri derecede eğitim görmemiş halk
kitlelerinin anlayacağı bir konu değildir. İbn-i Rüşd’ün, temelde yaptığı şey, İslam’a bağlı
olduğunu söyleyip, İslam’a saldıran diğer filozoflardan farklı değ

ildir. Bu tür bir davranış içinde olan filozoflar, Kuran’ın yerine, filozofların felsefi
sözlerini, Vahyin yerine, filozofların felsefi düşüncelerini, Peygamberin yerine, filozofun
kendisini, Allah’ın Tevhidi yerine, Vahdet-i Vücut’çuluk v.s gibi iddialarla yaratıkların
ilâhlaştırılması ile müşrikliği, Kuran’ın açık manası yerine, batıni mana iddialarını,
kısacası Kuran öğretisine saldırmayı hayatlarının amacı olarak saymışlardır. İddialarını
kabul ettirmek amacıyla, felsefenin İslam dini dışında değil, İslam’ın içinde olduğunu,
kendilerinin de birer Müslüman olduklarını söylemeyi kendilerince gerektiğinde ifade
ederler.
İbn-i Rüşd’ün bu gibi iddialarıyla ilgili olarak kaynaklardan örnekler verecek olursam,
şöyle ki:
“İbn Rüşd’ün amacı, felsefi düşünme biçimi ile vahyi uzlaştırıp her ikisi arasında
düşmanlık ve çelişki olmadığını kanıtlamaktı. Ona göre, aklın etkin rol almadığı bir din
düşüncesi kabul edilebilir değildir. Kendisinin orta yolu temsil ettiğine inanıyordu. Hikmet
(felsefeyi kast ediyor) ve Şeriat, biri diğerine muhtaç iki düşünme ve bilgilenme
yöntemidir; her iki tarza muhtaç insanlar var. Din ve felsefe, aynı memeden süt emen iki
kardeştir...”
“... İbn Rüşd kendisine Muallim el-Evvel adını verdiği Aristo’nun hakikate vahiy
olmaksızın ulaştığına inanıyordu. Onun gözünde Aristo, hikmeti kavramada adeta
erişilmez doruk noktasını temsil ediyordu.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-
Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 228-229, Beyan Yayınları 1994. )

Daha önce belirttiğim gibi, din ve felsefe bir birlerinden kesin olarak ayrı olup, bir
birleriyle bağdaşması mümkün olmayan hususlar ihtiva etmektedirler. Ayrıca, felsefi
düşünceyle tefekkürde bir birlerinden ayrı hususlardır, İslam açısından tefekkür, Vahye
bağlı kalınarak yaratılış ve yaratıcı konusunda düşünmektir, felsefi düşünce ise vahiy
dışında kalınarak şahsi düşünceyle gaybı bilme iddiasıdır. Bu ise İslam’a göre imkansızdır.
İbn-i Rüşd’ün, Aristo için vahiy olmaksızın hakikate ulaşmıştır demesi, İslam inancına
göre, kabul edilmesi mümkün olmayan boş bir iddiadır, İslam inancına göre gaybi
hakikatler ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir. İnsan, gayb konusunda arayış içine
girebilir fakat bu gaybi hakikatlere oluşması için yeterli olamaz, gaybi hakikatlere
ulaşması ancak Allah’ın bildirmesine yani vahiy bilgisiyle bilgi sahibi olmasıyla
mümkündür. Kuran’dan mealen :
613

- De ki: "Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman


dirileceklerini de bilmezler. 27/65

- Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları, O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası


bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, ki mutlaka onu
bilir, yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık
bir Kitapta olmasın. 6/59

- De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.


Size 'Ben meleğim' de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki:
"Körle, gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" 6/50

- De ki: "Size söylenen şey yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi
koyacaktır, bilmem." 72/25

- Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. 72/26

- Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, elçisinin önüne ve arkasına


gözetleyiciler (koruyucular) koyar. 72/27

- (Böyle yapar) Ki onların, Rablerinin kendilerine verdiği mesajları duyurduklarını


bilsin. Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır ve her şeyi bir bir
saymış (hesabetmiş)tir. 72/28

Görüldüğü gibi İbn-i Rüşd’ün, Aristo için, vahiy bilgisi olmaksızın hakikate ulaşmıştır
demesi, Kuran öğretisine göre kabulü mümkün olmayan bir iddiadır. İbn-i Rüşd’ün böyle
bir iddiadan asıl amacı, anlaşılan odur ki, İnsanlara vahiy bilgisine ihtiyaç yoktur demek
istemesinden kaynaklanmaktadır, İslam inancına göre, vahyi inkar, vahiy lüzumsuzdur
demek küfürdür.

“Kitapları İbrani ve Latin dillerine çevrildikten sonra Batı’da yaygın olarak bir “İbn Rüşd
Felsefeciliği (Averroisme) ortaya çıktı. Aristo’nun eserleri daima İbn Rüşd’ün şerhleri ile
birlikte anılırdı. Ernest Renan ona “Şarih-i Azam : En büyük Şarih” unvanını verir.
İtalya’da Pado İlahiyatında ise İbn Rüşd’e “Filozofların Emiri” denilirdi. Aristo felsefesine
derin vukufiyeti ona “Aristo’nun Ruhu ve Aklı” denmesini hakkedecek kadar felsefe
çevrelerinde teslim edilen bir gerçekti. Batı’da Ortaçağın en büyük filozofu kabul edilen
İbn Rüşd’ün yüzyıllarca özgür düşüncenin sözcüsü ve dini inançlara karşı bir filozof
şeklinde telakki edilmesi gayet anlamlıdır:” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-
Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 227, Beyan Yayınları 1994. )
“Acaba bir latin İbn Sina Sinacılığı var mıdır? Gilson bunun olamayacağını, çünkü bir
Hıristiyan için, İbn Rüşd’cü olmanın İbn Sinacı olmadan daha kolay olduğunu ileri sürer.
Ona göre İbn Rüşd her türlü dini tesirden uzaktır:” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani
ALTINTAŞ. Sayfa 43 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara)

Dinleri kabul etmeyen İbn-i Rüşd, işine geldiğinde dindar gözükmeyi ihmal etmez, Şöyle
ki:
614
“İbn Rüşd, hikmetin doğru ve kesin bilgi türünü temsil etmekle birlikte, dinin
tamamıyla yerini tutamayacağını, hikmet ve felsefenin öğretemediği bilgileri ancak dinin
öğretebileceğini söyler.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi,
Sayfa 238, Beyan Yayınları 1994. )

İbn-i Rüşd’ün bu şekilde söylemesi ancak insanları aldatmak amacıyladır. Zira Din ve
Kuran konusunda söyledikleri başka türlü izah edilemez, şöyle ki :

“Tanrı’yla birlikte Madde ve Suret’in ezeli olduğunu ve bu ezeliliğin “oluş” biçiminde


açığa çıktığını söyleyen İbn Rüşd iddialarını ispatlamak için tevil edip anlamlarını
değiştirdiği bazı ayetleri kullanır. İbrahim - 48 ve Fussilet - 11 ayetlerinin Allah’la birlikte
başka ezeli varlıkların bulunduğuna delil olduğunu iddia eder. İslâm dışı ve muhalif
iddialarını ispatlamak için çarpıtıp anlamını değiştirdiği ayetleri ileri süren İbn-i Rüşd, yeri
geldiğinde kendi düşüncelerinin yanlışlığını gösteren ayetler karşısında, Kuran’ın
sembolik olduğunu, bildirdiklerinin gerçek olmadığını ileri sürer. Örneğin, Ad diye bir
kavmin olmadığını belirtir. Bu düşünceleri de kendi zamanından itibaren büyük tepkiler
çekmiş, hatta bu nedenle bir çok defa zor durumda kalmıştır.”
“İbn Rüşd, cismani diriliş konusunda önceki filozoflardan biraz farklı özelliğe sahiptir. O,
bazen bunu kabul ederken bazen de reddeder. O, cismani dirilişin dini açıdan mümkün
olacağını ancak akıl ve felsefi açıdan imkânsız olduğunu belirtir. Bu nedenle halka karşı
konuşmalarında dinin esasını kabul eder gibi görünür ve buna göre tavır takınırken, felsefi
kitaplarında dinin birçok esasını reddeder. Cismani diriliş de bunlar arasındadır.”
(Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 136-
137.)

Allah’la birlikte Madde ve Suretin ezeli olduğuna delil göstermeye çalıştığı, İbrahim - 48
ve Fussilet - 11 de şöyle denmiştir, mealen :

- Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: "İsteyerek veya
istemeyerek (buyruğuma) gelin" dedi. "İsteyerek (buyruğuna) geldik." dediler. 41
Fussilet 11

- Sakın, Allah'ı, elçilerine verdiği sözden cayar, sanma! Çünkü Allah daima
üstündür, öc alandır! 14 İbrahim 47

- Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek
olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıka(rıla)caklardır. 14 İbrahim 48

Bahsi geçen ve meallerini yukarıda yazdığım ayetlerde, Allah’la beraber ezeli varlıklara
delil teşkil edecek hiçbir husus yoktur. Göklerin ve yerin Allah tarafından, yoktan var
edildiğini Kuran’ın başka ayetlerinde de görmek mümkündür. Kuran’dan mealen:

- Allah, çocuk edindi, dediler. Haşa, O, yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi
O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. 2/116

- (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol"
der, o da hemen oluverir. 2/117
615
- De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi
beslenmeyen Allah'tan başka dost mu tutayım?" "Bana, İslam olanların ilki olmam
emredildi" de ve sakın ortak koşanlardan olma! 6/14

Görüldüğü gibi, Kuran öğretisine göre gökler ve yer, Allah tarafından yoktan var
edilmiştir, yoktan var edilen hiçbir şeyin ezeli olamayacağı açıktır. Bir kimsenin aksini
iddia etmesi halinde, iddia eden kimsenin iddiasını İslam dinine mal etmesi mümkün
değildir.
Daha önce de belirttiğim gibi, İbn-i Rüşd, din ve felsefenin aynı memeden süt emen iki
kardeş olduğu iddiasında bulunmuştur, fakat iddia ettiği iki kardeş arasında, İbn-i Rüşd
açısından çok önemli bir fark vardır, öyle ki; ona göre Din mecazlardan yani
benzetmelerden müteşekkil, kelimeleri açık ve anlaşılır mana ihtiva etmeyen bir öğretidir,
bu benzetmeler aynı öğretideki asıllara dayanılarak anlaşılabilir, Ona göre ise din söz
konusu olunca bu mümkün değildir zira iddiasına göre din hiçbir asıl ihtiva etmeyen bir
mecazlar topluluğudur. Felsefe ise mecazlar ihtiva etmeyen ve dinin kendisiyle anlaşıldığı
bir öğretidir, böylece asıl olanın felsefe olduğunu iddia eder. Şöyle ki:
“Aristoteles felsefesini İslâm dünyasına tanıtanların başında İbni Sina (980-1037) yer alır.
Ancak, İslâm felsefesinin, özellikle Batı dünyası için en önemli düşünürü İbni Rüşt’tür
(1126-1198). Onun felsefedeki çalışmaları, gerçekte, Aristoteles’in yaptıklarının yorum ve
açıklamaları niteliğindedir. Kendisi Aristoteles’i hep “filozof” diye anar, öylesine bağlı
ona. Onu bütün felsefenin doruğu özü sayar. Din - felsefe ilişkisi konusunda: Din,
felsefenin mecazlarla anlatılmış genel olarak anlaşılır biçimidir diye düşünür.” (Felsefenin
Evrimi, Prof. Macit GÖKBERK, sayfa 32 M.E.B. Yayınları 1979. ) Dinin bir mecazlar
topluluğu olduğunu iddia eden İbn-i Rüşd, başka ifadelerinde ise bu sözleriyle çelişkili
olarak dini Zahir - Batın diye ikiye ayırmaktadır ve bu ayırımı da kasıtlı yapmaktadır, zira
ona göre dinin mecazları halktan cahil kimselere zahir mana ile yutturulmalı, seçkinler ise
asıl olanın batın yani mecaz olduğunu bilmelidir. Bu ifadeler ise dini ciddiye almamanın;
ret etmenin etmenin tipik ifadeleridir.
Bu konudaki sözleri şöyledir:
“Onun asıl doktrini, Kuran’da ve Hadis’te avamın (halkın çoğunluğu) anlamaya güç
yetiremediği bir takım içeriklerin olduğunu ve bunları tevil ile ancak filozofların
anlayabilecekleri düşüncesine dayanıyordu. O, avama bu anlamların zahir (dış) ifadelerini
aşmamalarını şart koştu, bâtın (iç) anlamları kavrama işini seçkinlerin (havass) görevi
saydı.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 228,
Beyan Yayınları 1994. )
İbn-i Rüşd, Allah konusunda da Aynı görüştedir. Ona göre, Allah’ın varlık üzerindeki tek
etkisi ilk hareketi vermekle sınırlı olup, kainatı asıl yöneten, Allah’tan sudur eden
akıllardır. İbn-i Rüşd’ün din karşıtlığı ile İslam dinine olan saldırılarını belirtecek başka
örnekler vermek mümkündür, fakat daha öncede belirttiğim gibi amacım detaylı bir felsefi
eser meydana getirmek olmayıp, felsefe yoluyla İslam’a yapılan saldırıları örneklendirmek
olduğu için vermiş olduğum örneklerin yeterli olduğu kanaatindeyim zira örnekleri
çoğalttığımda temelde aynı iddiaların tekrarını vermiş olmaktan öteye gitmez.
İslam’a yapılan felsefi saldırılar yalnızca Farabi İbn-i Sina, Kindi veya İbn-i Rüşd
tarafından meydana getirilmiş değildir. Bunların yanında, örneğin Ebu’l Alâ-Ma’ari,
İbnu’l Mukaffa, Miskeveyk, İbn’ul Rovendi gibi diğer bazı kimselerde vardır, Şöyle ki:
“Kültür İslâm’ının entelektüel oldukça önemli etkilere sahip olan felsefe, sadece
bahsettiğimiz bu filozofların ilgi ve düşüncelerinden ibaret değildir. En önemlilerinden
örnek olarak bahsettiklerimizin yanı sıra, Hayyam gibi, İslâm hukukuna karşılık Roma
616
hukukunu savunanlar olduğu gibi İslâm’a olan karşıtlığını yaşantısında göstermekle
yetinmeyip, kendilerine bağlanan insanlar için bir din oluşturmaya teşebbüs eden Ebu’l
Alâ el-Ma’ari gibileri de vardır. Resûlullah (sav)’ı ve Kur’an’ı Maniheist açıdan eleştirip,
Kur’an’a nazire yazmaya çalışan İbnu’l Mukaffa, İslâm ahlakına karşılık felsefi bir ahlâk
oluşturmaya çalışan Miskeveyh, alemin ezeliliğini iddia edip, Resûlullah (sav)’a
küfretmeyi alışkanlık haline getiren İbn’ul Ravendi veya Allah’a inanmadığını açıkça ilan
eden İbn Bacce gibileri de vardır. Yazdığı Hayy bin Yekzan isimli kitabıyla meşhur olup,
kitabında vahyin insanlar için gerekli olmadığını, insanların kendi akıllarıyla doğruyu elde
edebileceğini savunan İbn Tufeyl veya peygamber, şeriat, ibadet konusunda alaycı ve
ink3arcı Nasuriddin Tûsi, ve yahut Allah’ın sadece zihinde tasarlanan varlık olduğu,
gerçeği olmadığını iddia eden Sadrettin Konevi’de İslâm Felsefesi’nin bünyesinde
yerlerini alırlar. Yaşarlarken en yakın dost, arkadaş ve öğrencilerini dinsizlerden,
Yahudilerden, Hıristiyanlardan v.s. Oluşan bu filozoflar daha sonraları büyük İslâm
düşünürleri olarak tanınacak ve Kültür İslâm’ının mensuplarınca dinin kendilerinden
alınmaya lâyık kişileri olarak görüleceklerdir. Ancak tabi ki bu arada inanç ve düşünceleri
daha da kamufle olmuş şekliyle Kültür İslâm’ının bünyesinde varlığını sürdürecektir.
Haklarında bilgi verdiklerimiz ve benzerleri Kültür İslam’ının yapı taşları olarak övgü ve
takdirle anılmaya devam edilirler. İnanç ve düşüncelerindeki dışılıklara veya karşıtlıklara
bakılmadan sırf Müslüman toplumun üyesi oldukları için oldukça yüksek takdirlerle
karşılanmaya devam edilirler.
Oluşturdukları düşünce sisteminde bütün malzemelerini, başta Yunan filozofları olmak
üzere, Hint, Fars Mısır kültürlerinden alarak Müslüman toplumunda orijinal hale gelen
filozoflar kendilerini meşrulaştırabilmek için İslâm takısını almayı ihmal etmemişlerdir.
Onlar böylelikle İslâm Filozofu oluverirler. Halbuki onların İslâm’la olan tek bağlantıları
sadece Müslüman toplumunda yaşamış olmalarıydı. Vahiy İslam’ıyla bir ilgileri olmadığı
gibi, oluşum aşamasındaki Kültür İslam’ıyla da pek ilgileri yoktu.” (Vahiyden
Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 137-138.)

Felsefe konusunda durum bu şekildeydi, kendilerine Müslüman adı alan, İslam karşıtı
filozoflar, Kuran’ın bildirdiği Vahiy İslam’ına karşı karşı ellerinden geldiğince bir gayret
ve mücadele içine girdiler. Amaçları kendi sözlerini Kuran’ın yerine ikâme etmektir. Fakat
şunu bilmelidirler, bir şahıs isterse filozof olsun veya olmasın kendi aklından ve
düşüncesinden hareketle gaybı bilemez. İnsanın bu dünya nerden geldiği, dünya hayatı
boyunca ne yapması gerektiği ve öldükten sonra nereye gideceği konusunda filozoflar
teker teker söz söyleseler veya hepsi bir araya gelip birlikte bir karara varsalar söyledikleri
sözler keyfilikten kurtulamaz, öyle ki onların söylediğiyle, en cahil kimsenin bu konuda
söyleyeceği arasında fark yoktur. İnsan bunun böyle olduğunu kendi nefsinde de deneye
bilir, öyle ki, vahiy yoluyla elde edilen bilgileri kullanmamak şartıyla, aklına gelen bütün
fikirlerden ve vasıtalardan istifade ederek, nerden geldiği bu dünyada ne yapması gerektiği
ve öldükten sonra nereye gideceği konusunda bir cevap bulmaya çalışsın, cevap vermekte
aciz kaldığını ve büyük bir boşlukta yüzdüğünü görecektir. Vahiy bilgisi bildirim yani
tebliğdir, kabulü iman işidir. Bu kabulde akıl vahiy bilgileri ışığında tabiata ki verilere ve
bilgilere bakar ve doğru neticelere varır. Felsefi düşüncede ise akıl yalnızca tabiattaki
verileri kendince değerlendirmeye çalışarak netice almaya çalışır, vahiy bilgisinden
yoksun olduğu için vardığı neticeler şahsi ve keyfidir, bundan dolayı bir konu hakkında
birçok değişik felsefi görüşe rastlanmaktadır. Bu neden felsefi düşünceler ile Vahiy
bilgisine dayalı düşünceler köklü şekilde bir birlerinden ayrılır. Allah’ın bildirdiğiyle,
kulların keyfi ve tutarsız sözleri hiçbir zaman bir olamaz. Muhakkak ki, Allah’ın sözü
617
üstündür ve gerçeğin salt tebliğidir. Allah’ın sözü çelişki ihtiva etmediği gibi,
varlıkların tabi olduğu yaratılış kanunları da, Allah’ın sözüne ters düşmeyip doğrulama
durumundadırlar. Örneğin: 20. Yy da bir çok fenni keşifler yapılmasına rağmen hiç biri
Kuran’la çelişmemiştir. Kuran’la uyum içinde olup, onu doğrulamaktadırlar. Fakat felsefe
öyle değildir, filozofların görüşleri, yaratılış kanunlarıyla çeliştiği gibi, filozoflar arasında
konular bazında görüş birliği yoktur, her filozof tabi olduğu felsefi ekolün doğruluğunu
savunarak diğerlerini dışlamaktadır. Nasıl ki müşriklerin dinleri çeşit çeşit olmasına
rağmen işledikleri ve vardıkları ortak inanç şirk ise, filozofların felsefeleri çeşitli olmasına
rağmen vardıkları ortak netice şirktir, bu şirk olayında dikkat çeken husus kendi
nefisleriyle birlikte tabiat varlıklarını da ilah saymalarıdır. Fakat böyle bir iddia gerçeğin
ifadesi değildir, zira kendileri zayıf ve yardıma muhtaç oldukları gibi, maddeyi ve uzayı
kuşatan zaman dahi kendi başına aciz bir durumdadır, kendisi durmadan yok edilip,
yoktan var edilmektedir. Bu da Allah’ın kudretine muhtaç olduğunun açık ifadesidir.
Bir kısım filozoflarda metafizik sorulara cevap veremeyeceklerini açıkça itiraf etmişlerdir.
Metafiziği izah konusunda sözleri olmadığını itiraf eden bu gibi kimseler, filozofluktan
çok dünyevi işler konusunda fikir ileri süren ve kendi inançlarına göre bir takım iddialarda
bulunan kimselerdirler.
Filozofların gaybı izah konusunda aciz kaldıklarına dair, bazı meşhur filozoflardan örnek
verecek olursam durum şu şekildedir:

THALES (M.Ö. Yaklaşık 625-545)


Varlığın öz olarak neden kaynaklandığını merak eden Thales’in vardığı netice, her şeyin
kökeninin “su” olduğu ve her şeyin tanrılarla dolu olduğudur. ( Bak, Felsefenin Arka
Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 15-16.)
Thales gibi başkaları da varlığın kökenini, örneğin: havaya, ateşe dayandırmak
istemişlerdir. Hava, ateş, su gibi şeyler madde kökenli olup, iddia şeklinde dahi olsa
varlığın kökeni olduklarının söylenmesinin tutarlı bir yanı yoktur, böyle bir iddiada
bulunan kimselerin, varlığın bir parçası olan Uzay ve Zamanı görmemiş olmaları gerekir
ki, böyle bir görmeme ise varlığın izahında büyük bir sapmadır, ne Uzay nede Zaman
madde cinsinden şeyler değildir. Ayrıca Thales’in her şeyin tanrılarla dolu olduğunu
söylemesi de düzgün bir düşünce değildir, her şey tanrılarla dolu olsaydı, kainatta büyük
bir kaos baş gösterecekti ve kainatta bir düzenin varlığından söz etmek mümkün olamazdı.

PARMENİDES (M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış.)


Parmenides esas var olanın saf varlık (bununla, Allah’ı kast etmektedir) olduğunu, diğer
tüm varlıkların varlıkları olmayan bir hiçten ibaret olduğunu iddia etmiştir. Şöyle ki:
“Haydi bakalım, ben söyleyeceğim - sen de can kulağıyla dinle.
Hangi araştırma yollarının düşünüleceğini yalnız:
Biri var-olmanın olduğu, var-olmamanın olmadığıdır,
Bu inandırma yoludur-doğruluğun ardından yürür çünkü -
Öteki, var-olmama, var-olmamanın zorunlu olduğudur;
-------------
Söylemek ve düşünmek gerek var-olan’ın olduğunu;
Var-olmak,
Hiç ise yoktur; bunları düşünmeni istiyorum.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit
GÖKBERK, sayfa 101 M.E.B. Yayınları 1979. )
“Parmenides - anımsamaktır - realiteyi buna benzer bir bakışla dünyayı sırf bir görünüş
618
olarak esas itibariyle reddetmeye yönelmişti:”
“Parmenides saf kalıcı varlık uğruna tamamen dünyayı kaybetmeyi göze alıyor.”
( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 33, 34, 35.)
Varlıkların varlığı ile Allah’ın varlığı bir ve aynı şey değildir, fakat bu demek değildir ki
varlıkların varlığı yokluk veya hiçliktir. Allah, varlıkları gerçek varlıklar olarak var
etmiştir, buna gücü yeter var olmalarında da, Allah’ın varlığını ihlal eden bir durum söz
konusu değildir. Varlıkların varlığı kendilerine göre özeldir, Allah’ın varlığı da kendi
zatına göre özeldir. Aksini iddia etmek, Allah’ı ancak hiçleri yaratabilen yada yaratan bir
İlâh konumuna getirmek olur ki, Allah böyle bir noksanlıktan uzaktır. Parmenides’e şunu
sormak gerekir, bir yaratık olarak varlığın bir parçası olan kendisi bir hiçse, hiç varı nasıl
bildi ve O’nun hakkında söz söyledi? Hiçin hiçten başka üreteceği bir şey olamayacağına
göre, Parmenides kendi sözlerine nasıl güvendi. Ayrıca yaratılmış tüm varlıklar birer hiç
ise, iyi ile kötü, güzel ile çirkin aynı şey olmuş olur, halbuki bunlar hiçbir zaman aynı şey
değildirler.

HERAKLIT (Herakletios, M.Ö. 540-480)


Heraklit, Parmenides’in aksine, tüm varlığın, Allah’tan ibaret olduğunu, mevcut olan her
şeyin Allah olduğunu söylemiştir. Ayrıca hayatın esasına, adalet ve barışı değil savaşı
koymuştur, ona göre savaş her şeyin babasıdır, iyi ve kötü birdir ve aynı şeydir. Şöyle ki:
“Benim değil logos’un sesini duyduktan sonra bütün şeylerin bir tek şey olduğunu logos’a
uyarak söylemek bilgeliktir. - Bağlanışlar bütün olan ile bütün olmayan, birlik olan ile
ikilik olan (anlaşma ve anlaşmazlık), ses birliği ses aykırılığı, bütün - şeylerden bir - şey
bütün şeyler. - Değişerek dinlenir (insan vücudundaki aither-ce ateş). Dağılır ve yeniden
toplanır, yaklaşır ve uzaklaşır. Tanrı: gündüz gece, kış yaz, savaş barış, tokluk açlık;
başkalaşıp değişir, ateşin tütsülük baharlarla bir araya gelince her birinin kokusuna göre ad
alması gibi. - Aynı şeydir yaşayanla ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar; çünkü bunlar
değişince ötekilerdir ve ötekiler değişince de bunlar. - Ölümsüzler: ölümlüler, ölümlüler:
ölümsüzler; çünkü bunların hayatı onların ölümü, onların hayatı da bunların ölümüdür.......
- Fakat savaşın ortaklaşa ve herkes için olduğunu, hakkın kavga olduğunu ve her şeyin
kavgaya zorunluluğa göre olduğunu bilmek gerek - Savaş bütün şeylerin babasıdır, bütün
şeylerin hakanıdır, bir takımların tanrı (eros) olduğunu bildirir; birtakımın ise insan,
birtakımlarını köle yapar, birtakımını ise özgür.”
“Daire çemberi üzerinde başlangıç ve son ortaklaşa bir şeydir. - Keçeci mengenesinin
doğru ve eğri yolu bir ve aynıdır. - İnen ve çıkan bir ve aynıdır. - İyi ile kötü bir ve aynı
şey. İmdi hekimler kesip doğrayıp üstelik karşılığını istiyorlar, hastalıkların yaptığı işi
gördüklerinden hiçbir ücret almaya hak etmedikleri halde...”
“Tanrı için bütün şeyler güzel, iyi ve hakça (adaletli)dir, insanlar ise birtakım şeyleri
haksız buluyorlar bir takımlarını da hakça.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit GÖKBERK,
sayfa 92,93,95 M.E.B. Yayınları 1979. )
Görüldüğü gibi, Heraklit’in İlâh anlayışına göre, iyi-kötü, güzel-çirkin, adalet-zülüm ve
akla gelebilecek her şey bir bütün halinde İlâh’ı meydana getirmektedir; hepsi bir ve aynı
şeydir. İyiliklerle birlikte kötülük, pislik ve çirkinlikleri İlâh addeden Heraklit bununla
yetinmeyerek, tasarladığı İlâh’ın adaleti gözeten bir İlâh değil de, hakkın yerine kavgayı
esas alan bir İlâh olduğunu iddia etmiştir. Hal bu ki Allah yaratıklardan teşekkül edip
onlarla bir olmaktan ve akla gelebilecek bütün zülüm,, kötülük ve noksanlıklardan
münezzeh ve uzaktır. Allah her şeyin yaratıcısıdır ve hiçbir yaratık İlahlıktan pay
almamıştır. Hiçbir şey O’nun eşi benzeri ve dengi değildir. Allah adaleti gözetir ve adaleti
emreder, hiçbir zaman kaba güçle galip gelen saldırgan zorbaları haklı görmez, iyiyi ve
619
kötüyü kesin olarak bir birinden ayırır ve bir saymaz. Allah nezdinde iyi ile kötünün
bir olması olacak şey değildir.
Yukarıda izah etmiş olduğum, Parmenides ve Heraklit’in görüşlerini gerek felsefe
tarihinde gerekse sofizim tarihinde bir çok filozof ve sofist alıp kullanmış, hem kendileri
sapmış, hem de birçok kimseleri saptırmışlardır. Sofistleri incelerken bu konuda sofistlerin
görüşleriyle ilgili örnekler vermiştim, hatta kendileri sofist olmamalarına rağmen, Zenon,
Maister Eckhart, Plotin, Spınoza, Leıbnız ve Fıche’nin görüşlerine deyinmiştim, örneğin,
bunlardan Johann Gottlieb Fichte (1762 - 1814 ) Parmenides gibi, yaratılmış varlıkların
varlığını inkar etmekte, Spinoza ( 1632 - 1667 ) Heraklit gibi, yaratılmış varlıkların
hepsini İlâh saymıştır, şöyle ki:

Fichte’ye göre :
“Ben’in yanında bağımsız olarak mevcut olan bir dünya (numen) mevcuttur, diyemeyiz.
Bize dünya olarak görünen şey bizi kuşatan nesnelerin toplamı gerçekte mevcut değildir.”
( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 272.)
“Buna göre mutlak Ben’in yerini mutlak Tanrı almaktadır. Bu Fichte’nin düşünüşündeki
büyük ve kesin dönüşümüdür. “sadece Tanrı vardır, onun dışında hiçbir şey yoktur”
diyebilmiştir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 276.)

Spinoza’ya göre :
“Dünya, Tanrının bizzat var oluşundan farklı bir tarz değildir ve Tanrının düşündüğünden
ayrı bir tarz değildir insan. Eğer bir nesne mevcuttur dersek, bu takdirde tutarsız bir söz
sarf etmiş oluruz. Aslında şöyle demeliyiz: Bu nesnenin bana göründüğü tarzda Tanrı da
bana görünüyor, çünkü Tanrı her şeyin içindeki her şeydir, o tüm reel olanın içindedir,
nesnelerde ve insanda mevcuttur, ya da daha doğru bir ifadeyle: Tüm reel olan Tanrının
içinde içkindir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa
192.)
“Ben varım, ben oyum” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel
Sayfa 190.)
“Spinoza var olan her şeyin doğanın kendisi olduğunu söylemekle kalmayıp Tanrı ile doğa
arasında benzerlik gözetti. Tanrı’nın her şey olduğunu ve her şeyin Tanrı.da var olduğunu
söyledi.” (Sofi’nin Dünyası sayfa 282, J. Gaarder Pan Yayıncılık 1997 ).

Böylece iki söylemle karşılaşmış oluyoruz, bir söylemde, “Allah’tan başka bir şey yoktur”
ifadesiyle içerik olarak Varlıkta mevcut olan her şeyi İlâh saymakta. Diğer söylemde ise
“Her şey, Allah’tır” ifadesiyle Varlıkta mevcut olan her şeyi İlâh saymakta, dolayısıyla her
iki söylevde de aynı şey iddia edilmektedir sadece söylevler değişiktir. Bütün müşriklerin
inançlarında bu tür söylevlere rastlamak mümkündür, putperestlerin kendilerine insan,
hayvan, taş v.s. Şeklinde put kabullerinde, Sofistlerin kendilerini ve tabiatı İlâh saymak
için enel-hak v.s demelerinde, çeşitli filozofların kendilerini ve tabiatı İlâh saymak için
Parmenides ve Heraklit mantığıyla yaptıkları felsefi iddialarda sık sık rastlamak
mümkündür. İslam felsefesi adı altında İslam dinine yapılan saldırılar bu şirk iddialarının
sadece bir parçasıdır, felsefi yolla yapılan şirk çok daha geniş kapsamlıdır, bunu böyle
olduğunu ve bu konuda felsefe adı altın da mevcut olan durumun kapsamını göstermek
için değinmediğim filozoflardan batı felsefesinde yer bulan diğer bazı filozoflardan örnek
verecek olursam, şöyle ki:
620
NİCOLAUS von CUES ( 1401-1464)
Aslen Katolik bir kardinal olan Nicolaus von Cues Roma’da papaya vekillikte yapmıştır.
Felsefi görüş olarak şöyle demektedir :
1- Yaptığı hesaplara göre ölüler 1700 ile 1734 tarihleri arasında dirilecekler.
2- Tanrı hem en büyük hem de en ufak olandır.
3- Varlık konusunda Heraklit gibi düşünerek, dünyanın Tanrı’nın açılı olduğunu
söylemesi.

4- Felsefi görüşlerinden vaz geçerek, metafizik konulara ancak Vahiy bilgisinin cevap
verebileceğini söylemesi, şöyle ki:
Nicolaus’u “Bütün bunların yanında bir takvim reformu meselesi onu uğraştırmıştır ki, bu
arada eni konu uzun hesaplardan sonra ölülerin 1770 ile 1734 tarihleri arasında
dirilecekleri sonucuna varılır.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W
Weischedel Sayfa 145.)
“Böylece Nicolaus daha başka bir düşünüş girişimiyle Tanrıyı ‘tüm çelişkilerin birleşmesi’
olarak kavramaya çalışır, ama bu Tanrı düşüncesiyle sonlu olan, sonsuz olanın içinde
gerçekten ortadan kaldırılmış saklanmış değildir. Bu sebeple Nicolaus hatta Tanrının
çelişik olanın rastlamasının üzerinde olduğunu vurgulamaktadır.”
“Buna göre Nicolaus, Tanrıyı onun üzerinde daha büyüğünün olamayacağı bir şey olarak
kavramaya çaba harcamaktadır. O mutlak olarak en büyük olandır. Böylece Tanrı sonlu
büyüklüklere olan ilintisinden büsbütün kurtarılır, çünkü sınırlı olanın niteliği
çoğaltılabilmesidir. Mutlak olarak en büyük için daha çok diye bir şey yoktur, ama böyle
anlaşıldığında Tanrı hâlâ diama bir karşıtlık ilintisi içinde bulunur, yani mutlak olarak en
ufak olan ilişkilidir. Bu çelişki de Tanrının gerçek kavramında ortadan kaldırılmak
mecburiyetindedir. Nicolaus bu sebeple mantıki sonuca bağlı kalarak paradoks bir ifadeyle
de olsa, Tanrının hem en büyük, hem de en ufak olduğunu vurgulamaktadır.” ( Felsefenin
Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 149-150.)
“Tanrıyı kavramla ele geçirmenin bütün girişimlerinde Nicolaus dünyayı hemen hemen
büsbütün gözden kaçırmaktadır. Kuşkusuz o tüm realitenin tanrının bakışı açısı altında
mütâlâa edilmesi gerektiğini tekrar tekrar vurgulamaktadır. Sonlu olarak doğanın her şey
sonsuz olan kökünden ortaya çıkar, ama o bunu âdeta Tanrı kendi içinde katlanmış olarak
taşımaktadır. Dünya yalnızca onun, katlanılanın açılımıdır ve o bu sıfatla tanrısal olarak
kalır. Böylece dünyanın Tanrının içinde olması gerekmektedir.” ( Felsefenin Arka
Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 151.)
Ölüler 1700 ile 1734 tarihleri arasında dirilecek gibi aslı olmayan İddialarla, Allah en
küçüktür veya Dünya Allah’ın içinde olan bir parçadır gibi, düşünceler ileri süren
Nicolaus, kendi düşüncelerine kendiside inanmamış olacaktır ki, hatasından dönerek,
düşüncelerini bizzat kendisi ret edecek şekilde şöyle demiştir:
“Ben biliyorum ki ne biliyorsam hiç biri Tanrı değildir ve kavradığım şeylerin tümü ona
benzemez.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 152.)
“O, Tanrının her türlü bakış için görünmez olduğunda ayak direr; böylece Nicolaus’un
Tanrıyı her hangi bir tarzda ister felsefi düşünceyle olsun isterse olumsuz tanrıbilimle
olsun, isterse özlemle, yada mistik bakışla olsun, kavrayabilme çabası sonunda
başarısızlığa uğramaktadır. Onun son sözü şu mealdedir: “Eğer tüm insani inisiyatif
akamete uğrarsa, bu takdirde sadece ve sadece Tanrının inisiyatifi söz konusu olur. Tanrı
ile temasa gelmeye ilişkin bütün imkânlar onun kendi olan vahyiyle tecellisinden doğar.
Eğer gizli Tanrı ışığıyla karanlığı kovamazsa ve kendi kendini açığa vurmazsa, büsbütün
bilinmez kalır, ama bu şu anlama gelir: İnanç bütün tanımanın ve bakışın üzerindedir.
621
Sonunda felsefi tanrıbilimi vahiy lehine kendini ortadan kaldırır.” ( Felsefenin Arka
Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 153.)

Gerçekten, Allah’ı tanımanın doğru yolu Vahiydir. İş ki Vahiy gerçek bir Vahiy olmuş
olsun, o zaman ortada bir problem kalmış olmaz.

SCHELLING (1774-1854)
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling.

Bir Vahdet’i Vücut’çu olan Schelling, Heraklit gibi, tabiatı İlâh saymaktadır, şöyle ki:
“Schelling için önemli olan nokta, artık yine tabiat ve rûhun mutlak bakış açısından
mütalâa edilmesidir. Onların da yaratıcı tanrılığın egemen olduğu nokta-i nazardan
görülmesidir. Bu ilkin tabiat için ifade edilebilir. Bütün tabiat olayında yaratıcı tanrılık
etkendir. Bu sebepten Schelling için her tabiat varlığı bir ağaç, bir hayvan, evet hatta bir
parça maden, dış dünyanın gözlemlenen bir parçası değildir; tersine aynı zamanda onun
içinde egemen olan tanrısal hayatın bir ifadesidir. Tabiat ‘gizli Tanrıdır’. “ ( Felsefenin
Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 284.)
Bununla da yetinmeyen Schelling, Allah’a bilgisizlikte izafe ediyor, şöyle ki:
“Schelling dünyanın “Tanrı’da var olduğunu” söylüyordu. Ona göre Tanrı bir takım
şeylerin farkındaydı, ancak doğanın bazı yanları Tanrı’nın bilinç ötesi varlığının bir
yansımasıydı. Çünkü Tanrı’nın da vardı “karanlık bir yüzü” (Sofi’nin Dünyası, Jostein
Gaarder, sayfa 400-401, Pan Yayıncılık 1994).
“Schelling “Ruh” ile “madde” arasındaki ayırımı kaldırmaya çalıştı. Ona göre tüm doğa,
yani hem insan ruhu hem de fiziksel gerçeklik tek bir Tanrı’nın ya da “evrensel ruh” un
ifadesiydi.” (Sofi’nin Dünyası, Jostein Gaarder, sayfa 396-397, Pan Yayıncılık 1994).

ERNEST HAECKEL (1834-1919 )


Ernest Haeckel’in felsefi görüşlerinden şu şekilde bir tasnif yapmak mümkündür.
1- İnsanla, böcekler arasında fark yoktur. Dünya ezelidir, Ruh ölümlüdür. Darwin,
Musa’ya göre ne ise, ilimde dine karşı odur.
2- İlim esastır, dine gerek yoktur zira ilim için hiçbir sır yoktur.
3- Tabiat Allah’tır demesi,
4- Ahireti inkar etmesi,
5- Eğitim, dinlerden kurtulmak isteyen bir toplumun en önemli meselesidir demesi.
Şöyle ki:
“Bilimsel felsefeye göre insan kainâtın merkezi ve gayesi olamaz. İnsan, varlıklar zinciri
içinde bir halkadan ibarettir. Böceklerin tek hücrelilere bağlılığı gibi o da varlıklara bağlı
durumdadır. İnsanın üstünlüğü, omurgalı hayvanların genel tekâmülü esnasında, diğer
hayvanlara göre olağan-üstü bir şekilde ileri gitmiş olmalarından dolayıdır.”
“Dünyanın sonradan, yoktan yaratıldığı iddiasına karşı da ilim, onun tabii bir şekilde var
olduğu fikrini ileri sürer. Tabiatta gördüğümüz bütün şekiller, varlığın meydana gelmesi
için gerekli bütün güçler tabiatın kendisinde mevcuttur. Türler hep biçim değişikliğini
(transformation) suretiyle bir birinden doğmuşlardır. Bu durum, bir takım kanunlara tabi
olmuş ve öyle bir düzen takip etmiştir ki, bunu tayin etmek artık bizim için mümkün
duruma gelmiştir. İşte böylece ilim, kainatın yaratılışı efsânesi yerine, dünyanın tabii
tarihini koymuştur.”
“İlim, ruhun ölümsüzlüğü akidesine karşı çıkar. İlim nazarında insan ferdi de, diğer
yaratıklar gibi, bir takım maddi cüzlerin geçici olarak bir araya gelmesinden ibarettir.”
622
“Tabiatta, yine tabiat aracılığı ile açıklanamayacak hiçbir şey yoktur. Tabiat
kanunlarının ve özellikle “Tabii Ayıklama” ( Sellection Natürelle ) kanunu ile tekâmül
kanunlarının anlamını gerçek şekilde değerlendirenler için tabiat, kendi yaratılışının, kendi
ilerleme ve gelişmesinin yapıcısı ve kaynağıdır. Darwin Musa’ya göre ne ise, ilim de dine
karşı odur.”
“İlim ile dinin meslek ve doktrinleri arasında böyle anlaşmazlık ve zıtlık olduğu gibi, her
ikisinin temelleri arasında da zıtlık vardır. Dinler vahye dayanırlar. İlim ise deneyden
başka bir şey tanımaz. İlim nazarında hiçbir fikir, olguların doğrudan doğruya ifadesi
yahut fikirlerin çağrışımı (I’association) tabii kanunların gerekli kıldığı bir sonuç değilse,
herhangi bir değere sahip olamaz.”
“Artık dini bir vehim için yer yoktur. Meğer ki gözler, gerçeği görmemek için, bir örtü ile
kapatılmış olsun. Lamarck’ların, Darwin’lerin kurdukları şekliyle mevcut ilim göz önünde
bulundurulacak olursa görülecektir ki, varlığın ve bilginin temel meseleleriyle ilgili
hususlarda, din ile ilmin iddiaları arasında mutlak bir uyuşmazlık ve doğrudan bir çelişki
vardır. Binâenaleyh, mantıklı ve aydın bir kimse için hem dini hem de ilmi kabul etmek
mümkün değildir; ikisinden birini tercih etmek zorundadır.”
“Eğer kainatta bir noktada bir sırrın varlığı kabul edilecek olursa, başka noktalarda da bir
takım sırların var olmamasına engel olabilecek hiçbir şey yoktur. İlmin bundan böyle
“artık dünyâda insan için hiçbir sır (myste’re) yoktur” düstûrunu tam bir şekilde
savunması gerekir.”
“İlke olarak koyduğumuz canlı madde, bizzat bir değişme (changement) ve yaratma
(creation) esasına sâhiptir. Bu esas Allah’ı ortadan kaldırmaz, kendisi bizzat Allah’tır;
kâinatın dışında bir Allah değil, onun içinde olan bir Allah’tır; tabiatın aynıdır. Şurasını
iyice bilmek gerekir ki, ilim adamları, teizmi reddettikleri gibi ateizmi de reddederler.
Onlara göre dünyâ ile Allah, bir ve aynı şeydir. Panteizm ise kainatın ilmi olarak
kavranmasıdır.”
“Monizme göre, “Hakikat” meselesinde, dinlerin İlâhi vahiy iddialarında, korunabilecek
bir nokta bile mevcut değildir. Çünkü vahiy, bize diğer bir hayattan (âhiretten) haber verir-
ki nazarımızda hiçbir anlamı yoktur - ve bizim için yegane varlık olan şeyi, asılsız bir şey
derecesine indirir.”
“Eğitim, dinlerden kurtulmak isteyen bir toplumun en önemli meselesidir.” (Batı
Klasikleri, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, Yazan Emile Boutroux, M.E.G.S.B. Yayını
1988, sayfalar. 146, 147, 148, 150, 151, 154, 159, 161.)

Çağımızda yaygınlık göstermiş olan fen bilimlerinin yeni yeni filizlenmeye başladığı 1834
- 1919 tarihleri arasında yaşamış Ernest Haeckel yeni tanıştığı teknik buluşlar karşısında
hayrete düşüp, bunların dayandığı fenni ve doğayı putlaştıran bir zümrenin adete
sözcülüğünü yapmaktadır. Bu tür zihniyete sahip olan kimselere göre fen bilimlerinin izah
edemeyeceği hiçbir şey yoktur. Onlara göre öyle bir anahtar bulmuşlardır ki,
dokundurulduğunda açamayacağı hiçbir kapı mevcut değildir. hal bu ki durum hiçte iddia
ettikleri gibi değildir. Fen bilimlerinin ne tesir sahası nede gücü sonsuz olmayıp sınırlıdır.
Örneğin bir insan bedenini fen bilimleri vasıtasıyla ele alıp inceleye biliriz, fakat aynı
bedenin içinde mevcut olan ruh’un nasıl bir şey olduğu konusunda fen bilimlerinin
söyleyeceği bir söz yoktur. Yada fen bilimleri vasıtasıyla maddeyi parçalara ayırabiliriz,
ayrı olan parçaları fiziksel ve kimyasal yollarla birleştirmemizde mümkün olabilir, fakat
uzay boşluğu üzerinde kullanacağımız tüm fenni metotlar ve işlemler uzay boşluğu
üzerinde herhangi bir değişiklik meydana getiremezler. Örneğin, uzay boşluğunun bir
kenarında atom bombaları patlatsak, patlatılan yerin, patlatılmamış olan yerden, boşluk
623
olarak hiçbir farkı olmaz, bundan dolayı yıldızların çeşitli müthiş tepkimelerinin
uzay boşluğu üzerinde hiçbir tesiri olmamaktadır. Yada fen bilimleri vasıtasıyla, geçmiş
olan dünle, gelecek olan getirmekte mümkün değildir, veya ileride bu ve bu gibi şeyleri
yapabilmek mümkündür iddiasında bulunulursa, bu iddianın dahi önemi yoktur. Zira biz
bu alemde kapalı bir ortam içerisin de hapsolmuş durumdayız, bu ortamda elde
edeceğimiz bütün fenni veriler kapalı bulunduğumuz ortam dışı hakkında herhangi bir
bilgi veremezler; içinde bulunduğumuz evrenin dışı gayb alemidir. Gayb sahasına giren
konularda kendi başımıza kaldığımızda değil gaybı keşfetmek, insanlık olarak kimliğimizi
dahi tanımlayamamaktayız. Fen bilimleri bir tarafa düşünce dahi insanın kimliği konusuna
cevap getirememektedir. Yanımızda, zamanın, uzayın ve uzay içindeki fen bilimlerinin
tesir edebildiği varlıkların elektronlarına varıncaya kadar bilgilerini ihtiva eden bir kitap
olsa ve bu kitabın anlattığı fenni bilimlerin tümünü anlama imkanımız olsa, kitap
bittiğinde soracağımız soru, ya sahi biz kimiz sorusudur. Nereden geldik bulunduğumuz
yer ve icapları nedir ve buradan da nereye gitmekteyiz. Fennin aciz düştüğü bu soruların
cevabı ancak vahiyle mümkündür. Gerçek vahiy doğru cevap demektir.
Ernest Haeckel ve onun gibi düşünenler, fen bilimleri vasıtasıyla bilinmezin ufkunda
uçtuklarını zan ederken, tarihin karanlıkları içinde çok derinlerde olan Panteizm, başka bir
ifadeyle “Vahdet-i Vücut” çukurunun içinde boğulduklarının farkına varamamaktadırlar.
İspatlarımız deneye ve fenne uygundur derken, gayb konusunda hayallerini ve keyfi
iddialarını ileri sürmektedirler. Darwin’in hiçbir bilimsel değeri olmayan, “Türlerin
kökeni” isimli teorisini, ispat edilmiş bir hakikatmiş gibi ileri sürmekten de geri
durmazlar, bu teoriye bu kadar önem vermelerinin nedeni, bilimsellik kaygısıyla değildir,
amaçları, “Semavi kitapların bildirdiği ilk insan olan “Adem” olayını boşa çıkarıp, semavi
kitapların insanlar tarafından yazılmış boş şeyler olduğunu ispatlamaya çalışmak içindir.”
Yoksa Darwin’in ortaya attığı teorinin, bilimsel bazda ortaya atılmış birçok teori yanında
bir değeri yoktur. Onlar, Allah’ın tabiat veya tabiatı Allah saymakla, yaratılışı, ahireti,
ahiretteki hesabı ve ruh’un dünyadaki ölümünden sonraki dirilişini yok saymakla, ne
büyük bir inkara düştüklerinin, hem de insanları ne kadar büyük bir kargaşa ve mutsuzluğa
sürüklediklerinin farkında değillerdir. Durum onların dediği gibi olmuş olsa, haklı haksız,
iyilik ve kötülük bir olmuş olur, zira ahiret olmayınca, iyiliğe karşı mükafat, kötülüğü
karşı da ceza söz konusu olmaz, böylece bu dünyada elinde güç bulanan her zalim zorba,
keyfine göre menfaat sağlamak için kendisinden zayıf olanları ezmekten çekinmeyecektir.
Dünyada kavga ve mutsuzluk meydana gelir. İnsanın tüm manası dünya hayatındaki
yaşamından ibaretse ve ölüm hiç olmaksa, yaşamda hiç olmuş olur, zira hiçten hiç doğar,
kendilerine hiçi seçenler kendilerini hiç seviyesine indirmiş olurlar. İnsanın ve hayatın
manası bir hiçten ibaret değildir. Allah’ı tabiatla bir düşünenler veya İnsanlaştırmak
suretiyle İnsan seviyesinde görenler, ellerine istedikleri gibi oynayabilecekleri bir İlah
geçirmiş olurlar, çocukken kendisine bıcı bıcı yapıp altını temizleyecekleri ve kundağa
sarabilecekleri, yetişkin iken de kendisine işkence yapabilecekleri hatta öldürebilecekleri
bir İlah anlayışı, Allah’ı hakkıyla takdir edememenin bir ürünüdür. Allah, müşriklerin
kendisine karşı yapmış oldukları yersiz nitelendirmelerden uzak ve münezzehtir.
Hiçbir zaman gerçek ilmi verilerle, gerçek vahiy bir birleriyle çatışmaz, zira vahyi bildiren
Allah, hem tabiatın hem de tabiat kanunlarının yaratıcısıdır. Böylece vahiy ve ilim
muhakkak gerçek bir uyum içerisinde bulunurlar. Bundan dolayı ne vahiy ilme karşı bir
tehlike nede, ilim vahye karşı bir tehlikedir. Ve bunların öğrenilmesi için gerekli olan
eğitim, gerçek vahye dayalı dini yok edici değil destekleyicidir.

İnsanlık için diğer tehlikeli bir hususta, insanın hayvan seviyesine indirilmesi ve bir
624
hayvan gibi görülmesidir, insan organizma açısından hayvanlarla bazı şeyleri
paylaşabilir fakat bir çok özellikleriyle hayvanlardan farklıdır, bundan dolayı hukuku da
hayvanlardan farklıdır. Şöyle ki:

İnsan aynı zamanda çok özeldir, zira o Yerlerin, dağların ve Göklerin yüklenmekten
korktuğu emanetin yüklenicisi olarak dünyaya gelmiştir, bunun hakkını yerine
getirmekle yükümlüdür yerine getirmemesi halinde zalimlerden olur, bundan dolayı
İnsan bir hayvana bakıldığı gibi değerlendirilemez, konumu onlardan ayrı olduğu
gibi hukuku da çok farklıdır. Kuran’dan mealen :

- Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un
sorumluluğun)dan korktular; onu insan yüklendi; (fakat onun ağır sorumluluğunu
tam kavrayamadı) doğrusu o, çok zalim, çok cahildir. 33/72

Görüldüğü gibi, Kuran’da insana getirilen tanım hayvanlardan çok farklıdır, İnsanla
hayvan aynı kefeye konup değerlendirilemez. Ateistler ise insanla, hayvanı bir
görmektedirler. Tabii Sellection iddiasıyla, altta kalanın canı çıksın mantığını temel
prensip edinmişlerdir, bu ise insanlık açısından bir vahşettir.

FRİEDRİCH NİETZSCHE (1844 - 1990 )


Bir nihilist olan Nietzsche, Allah’ın varlığını inkar ederek “Tanrı öldü” demiştir. Allah’ın
varlığını kabul etmeyen Nihilizm felsefesine göre, “bütün gerçekler bir hiçten ibarettir.
Dünya hiçlikle çevrilidir. Allah diye bir şey yoktur,” hatta Nietzsche “Ahlâkın canına
kıyması son ahlâki şarttır” der. Dini bir hiç sayan nihilistler, din dışı kuralları da hiçe
sayarlar, bu felsefi düşüncenin temsilcisi Nietzsche (Niçe) dir. Bu felsefenin varacağı
hedef, netice itibarıyla yıkıcı, kırıcı ve tahrip edeci bir haldir. Allah’a inancı olmayan
insanlara güvenmek mümkün olmadığı gibi, onlardan gerçek manada yapıcı bir hal
beklemekte mümkün değildir, zira inancı olmayan insanların, kötü davranışlarını
sınırlayacak bir değerleri de yoktur. Felsefelerinin icabı olarak “Nefsi Emmare”lerinin
kölesi olurlar.

Buna örnek olarak:

BERNARD RUSSEL ( 1872 - 1970 )

Allah tanımaz bir ateist olan Russel, felsefi görüş olarak aileye karşı çıkmıştır. “Serbest
aşk biricik makûl sistemdir ve evlilik Hıristiyanlığın batıl inancının bir sonucudur” der.
Ahlâk anlayışı olarak da “Arzunun yöneldiği şey ahlâki anlamda iyidir, arzuya aykırı olan
şey ise fena ve kötüdür.” iddiasında bulunur. ( bak, Felsefenin Arka Merdiveni, İz
Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 370-377.)
Aile yıkılırsa çocuğa sahip çıkan olmaz, bu ise toplumların yıkım ve felaketi demektir.
Hele arzunun yöneldiği her şeyi iyi saymak bir vahşettir, zira bir çok sadist ve zalim insan
haksızlık ve saldırganlıktan hoşlanır, böyle şeyleri iyi saymak ise çirkinliktir. Allah’ı
reddetmeleri de dillerinde bir yalandan başka bir şey değildir, örneğin: Feurbach,
Tasavvur’da, Allah’ın varlığını kabul ediyor, fakat bunun zihinden doğan bir düşünce
olduğunu anlamıyor. Şöyle ki:

LUDWİNG FEUERBACH ( 1804 - 1872 )


625

Din diye bir şey kabul etmeyen ve Allah tanımaz bir ateist olan Feuerbach’a göre insanın
bütün amacı dünya ve dünyadaki yaşam süresiyle ilgili dünyevi menfaatleri olmalıdır.
“Feuerbach’ı ilgilendiren kesinkes bu dünyanın realitesidir. Tabiatın realitesidir; buradaki
ve şimdiki insanın (zaman ve mekândaki insanın) tabiatıdır. Bu onun için biricik realitedir.
“Feuerbach bağımsız mevcudiyetini sürdüren bir Tanrının olmadığını iddia etmektedir.
Tanrı en doğrusu sadece tasavvur, hayâl gücünde var olan bir şeydir, ama gerçekte ve
realitede hiçbir şey değildir.” ( bak, Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W
Weischedel Sayfa 337-338.)
Dünya hayatını amaç edinip, Allah’ın varlığını inkar eden Feuerbach bu düşüncesiyle
insanı bir hiç seviyesine indirip, insanın mahiyetiyle ilgili ana sorulardan kaçmaktadır.
Netice itibariyle önceleri zengin maddi varlık sahibi olmasına rağmen, yardıma muhtaç ve
sefil bir halde öldü, şöyle ki:
“Feuerbach servetinin son bakiyesini de yitirir. Malikanedeki seyfiye artık muhafaza
edilemez olur. Nürnberg’in yakınına taşınır” Feuerbach’ı caddedeki gürültüler, çocuk
çığlıkları ve köpek havlamaları o kadar çok rahatsız eder ki, uzun yıllar doğru dürüst
çalışamaz olur; sonunda toplanan vakıf paralarıyla kamu daireleriyle ve dostlarının
bağışlarıyla güçlükle geçimini sağlar. Feuerbach’a birkaç kez inme iner, sonunda rûhen
kendini bilmezlik içinde hayatını zelilâne sürdürür. 1872’de altmış sekiz yaşında olduğu
halde ölür.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 335.)
Bu şekilde düşünen filozofların yanında metafiziğin düşünülerek bilinemeyeceğini ve
vahiy bilgisinin esas olduğunu kabul eden ve filozof olarak tanımlanan kimselerde vardır.
Daha önce de değindiğim gibi, bu şekilde söz söyleyen kimseler her ne kadar filozof
olarak kabul edilseler de, metafiziğin öğrenilmesinde vahyi esas aldıklarından filozof
değildirler, bir kimsenin filozof olabilmesi için tek dayanağının yalnız kendi şahsi
düşüncesi olmalıdır. Şöyle ki:

BLAİSE PASCAL (1623 - 1662 )


Felsefe sahasında meşhur olan Pascal aynı zamanda matematik ve fen dalında da şöhrete
sahiptir. Felsefi düşünce yoluyla gerçeği aramaya çaba göstermesine rağmen başarısız
olunca felsefeyi ret ederek , dinsel vahyi esas alır. Hıristiyanlıktaki inanç esaslarını kabul
etmeye çaba harcar, fakat Hıristiyanlıktaki vahiy söylevleri ona karanlık ve akla yatkın
gelmez, buna rağmen inancın yeri akıl değil kalptir der. Halbuki Kainattaki hiçbir doğru
vahyin bildirdiği doğrulara ters düşmez. Vahiy doğruysa muhakkak inanç yönünden
sağlıklı bir akla ve kalbe birlikte hitap eder. Ve akılla, kalp birlikte Vahyin doğruluğunu
kabul ederler. Bunun gibi, kainatta bilinen veya bilinecek olan hiçbir gerçek doğru vahiyle
çatışmaz ancak onu doğrular, bunun bir fenni buluş olması veya olmaması arasında fark
yoktur. Bundan dolayı inanç konusunda akıl önemli bir etkendir, ancak bilenler arasında
bilgi seviyesi yönünden derece farkı olabilir, fakat her bilgi seviyesinde sağlıklı akıl
normal çalışır. Sağlıklı çalışma mevcutsa; Vahiy, akıl ve kalp çatışmazlar. İnanç
konusunda Pascal’ın aklı dışlaması kabul edilebilecek bir şey değildir. Bu konulardaki
düşünceleriyle ilgili olarak, şöyle ki:

“Pascal felsefeye her şeyden önce insanla ilgilenmesi yüzünden yönelir. Onun parolası;
kişi kendini tanımalıdır biçiminde özetlenebilir. İnsanın ne olduğunu araştırmadan
yaşaması müthiş bir sapıklık olur, demektedir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık
1993 W Weischedel Sayfa 172.)
“İnsan büyük olmak ister ve kendisinin küçük olduğunu görürü. Yetkin olmak ister ve
626
kendisinin yetkinsizliklerle dolu olduğunu anlar. İnsanın kişisel varlığındaki ve
mahiyetindeki bu kesin çelişki, onun kendisini çık - seçik kavramasını önler, onun tam bir
bilgisizlik içinde yaşamasına yol açar. İnsan tabii ve kendisinden kazınamaz olan
yanılgılarla dolu bir yaratıktan başkası değildir. Hiçbir şey ona gerçeği göstermez. Biz
sağlam bir mevki ele geçirmek için buna yönelik şiddetli bir özlem duyarız. Sonsuza kadar
yükselen bir kuleyi üzerine inşa edebileceğimiz bir son ve toprak uçurumlar halinde
yarılır. “İnsan, kendinden yola çıkarak hiçbir şeyi tanıyamaz.” Ben her yanda
karanlıklardan başka hiç bir şey görmüyorum.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık
1993 W Weischedel Sayfa 177.)
“Pascal var oluşun Hıristiyanlıktaki yorumuna cesaret eder. İnsana Tanrının lütfûyla
müyesser olan hidayette tabii kişisel varlığın kavranmazlığı saydam hale gelir. Yine de
bununla güçlükler ortadan kalkmış değildir, çünkü hıristiyancı mesaj da onu tanımayacak
kadar karanlıktır mumyalarla doludur. İşlenen ilk günah, her şeyden çok anlaşılmaz olan
sırdır. Böylece Pascal müdrike ile sağgörüye ulaşmanın tüm imkânını sağlayan akıl değil,
bir başkasıdır. Bu inançtır ve inancın yeri akıl değildir, tersine yürektir. “Kalbin, aklın
tanımadığı makul sebepleri vardır.” Tanrıyı hisseden kalptir, akıl değildir. Buna inanç
denir. Tanrıyı akıl için değil, yürek için duyulandır. İnanç, elbette nesnel ve kesin bilişe
malik değildir. Din “emin değildir.” Tanrıyla insan arasında “sonsuz bir kaos”
açılmaktadır. Tanrı “deus obsconditus” ’gizli Tanrı’ olarak kalmaktadır, besbelli
İsa’dakidir. Bunun için inanç bir muhataradır ki elbette kesin bilişin özel tarzını birlikte
getirir. Böylece Pascal için sonunda boyun eğmek gerçek felsefi ödev olur.” ( Felsefenin
Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 179.) Bütün sağgörülü
fikirleriniz sizin kendi içinizde ne gerçeği ne de selâmeti bulamayacağınız gibi bir sonuca
götürebilir. Filozoflar bunu vadettiler, ama onu gerçekleştiremediler. Böylece felsefeden
vazgeçiş felsefe yapmanın meşru sonudur. Felsefe ile alay etmek gerçekten felsefe
yapmaktır. Bunu elbette felsefe yaparken o derece güçlüklerle çarpışan Pascal gibi biri
söyleye bilirdi.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa
179 - 180.)
Bazı filozoflar da, metafizik konuların akıl tarafından bilinemeyeceğini söylemelerine
rağmen Vahyi de ret ederler. Bunların inançları sadece kendi keyifleridir. Örneğin: Volta
ire (1694 - 1788 ). “Metafizik bilinemez, yaşamın amacı zevktir. Dünya mümkün
dünyaların en kötüsüdür “ der. Vahye karşı çıkmakla birlikte, Aklın, Allah’ı bilme
yeteneğinin olduğunu söyler. Auguste Comte (1798 - 1857). Metafiziği ret eder, kendisi
bir din icat ederek buna “İnsanlık Dini” der. Bazı şahıslara ibadet edilmesini teklif ederek
bu kimseleri putlaştırır ve Auguste Comte bir ara delirir. Kant (1729 - 1804). Metafiziğin
akıl tarafından bilinemeyeceğini söyler ve onun Metafizik denilen Varlık felsefesine son
verdiği bazı kimselerce kabul edilmektedir.

Felsefe konusunda daha birçok örnekler verilebilir, fakat netice olarak şu görülür ki,
felsefe yoluyla gaybı bilmek mümkün değildir. Bu konuda fikir söyleyen her dilden ayrı
bir ses çıkmaktadır. Vahyi esas almadıktan sonra, sıradan insanlarda filozofların söylediği
sözler gibi birçok sözler söyleyebilirler, fakat bütün bu sözler “Zan” olmaktan öteye
gidemez ve gerçeklerden çok uzaktırlar. Daha öncede belirttiğim gibi, felsefecilerin ortak
bir neticeye varamadığını ve çeşit, çeşit sözler söylediklerini gören Sofist’ler, hiçbir
hakikat yok deyip felsefeye bir tepki olarak karşı çıktılar. Fakat onlarda feci şekilde
yanılıyorlardı, zira bizzat kendimiz ve bizi kuşatan şu muazzam kainatta her gün işlenen
birçok iyi ve kötü fiiller göz önündeyken bütün bunlar manasız ve karşılıksız olamayacağı
gibi, Yaratıcısız da olamaz, kainatta çok büyük bir “Akıllı Tasarım” vardır, her akıllı
627
tasarımın muhakkak bir tasarımcısı vardır. Basitçe ifade edecek olursam, örneğin: bir
bina projesi çizmek bir akıllı tasarımdır, kaçınılmaz olarak tasarlayıcısı vardır, kainatta
öyledir. Bütün bunları ve daha birçok soruyu düşünüp cevabını bulmaya çalışmadan,
hakikatin varlığını inkâr ederek, hem kendi gerçeğini, hem de gözü önünde duran yaratılış
gerçeğini hiçe saymak insanların söyleyeceği son söz olmamalıdır ve böyle bir durum
insan aklını tatmin edip yatıştıran bir durumda değildir. Çok ibret verici bir durumdur ki,
Allah’ı inkâr ellerinden gelmediğinden, doğru vahye uyup, Allah’ı tevhit’te
edemediklerinden karşıt olduklarını söyleyen her iki taraf yani filozoflarla, sofistler,
Allah’a şirk koşma bunalımında şaşkın vaziyette gezinip dururlar. Halen yaptıkları şeyde
budur.
Şu bir hakikattir ki, yeryüzünde şu anda getiricisinin elinden insanlara değişikliğe
uğramadan intikal etmiş haliyle mevcut olan tek dini kitap Kuran’dır ve Kuran
peygamberimiz Muhammed’in uydurduğu bir sözde değildir. Aksini iddia edenlere
tamamı gibi değil, bir kısmı gibi söz söylemeye davet ile, yapamayacakları konusunda
Kuran’da ayetler mevcuttur, bu bir meydan okumadır, bu güne kadar Kuran’daki bu
meydan okumaya cevap verebilen çıkmamıştır, bu demektir ki bundan sonrada kimsenin
çıkması mümkün olmayacaktır. Kuran 14 öncesinden, fen ve tabiat bilgilerinden haber
veriyor, bu gün fen ve tabiat bilgilerinin geldiği seviye bellidir. Bu konuda hiçbir buluş bu
güne kadar Kuran’a ters düşmemiştir, bundan sonrada ters düşmesi mümkün olmayacaktır,
bu durum 14 asır önce yaşamış bir insanın başarabileceği bir şey değildir, bu da Kuran’ın
insan sözü olmadığını gösterir. Dünya ve Ahiret konusunda verdiği bilgileri ve bu
bilgilerin uyumunu insan anladığında hayrete düşer ve muazzam bir olayla karşı karşıya
olduğunu görür. Hele, Allah konusunda verdiği bilgileri ve tevhit inancını saf ve berrak
olarak onun onun dışında olup, onu kabul etmeyenlerin görüşlerinde bulmak mümkün
değildir. İşlediği konulara rağmen baştan sona içinde hiçbir çelişki olmaması insanı
hayretler içinde bırakan başka bir olaydır. Normal insan yetenekleriyle anlaşılabilecek
şekilde inmiştir, ne batını (gizli öğretisi) vardır ne de gizli saklısı o açık bir sözdür. Allah,
insanlara ne bir muamma ne de bir lâbirent indirmemiştir. Kuran doğru yolun rehberidir,
anlaşılması için kendi dışında hiçbir şeye muhtaç değildir, aksi takdirde muhtaç olduğu
şeyin esiri olurdu. Kuran hürdür, İslam dininin tek kaynağı ve tek rehberidir, Kuran’ı
başka şeylere bağlayıp, açık veya dolaylı olarak yetersiz olduğunu söyleyenler onun
ayetlerini inkar eden kimselerdirler. Peygamberimiz son nebi’dir ve vefat etmiştir, ondan
sonra peygamber gelmeyeceği gibi, Kuran’ın anlaşılmasını tekellerinde bulunduran özel
şahıslarda gelmeyecektir. İsa peygamber veya başkası gelmeyeceği gibi, Mehdi adı altında
iddia edilmiş hayali şahısta gelmeyecektir. Yüz senede veya bin senede bir özel şahıslar
bekleyenler veya iddia edenler hayallerle uğraşan ve Kuran’la insanlar arasına engeller
koyan kimselerdirler. Ayrıca, rivayetçilerin peygamber sözüdür diye ortaya koyduğu
rivayetler, din tebliği bir tarafa, İslam’a ve Müslümanlara karşı bir çok hakaretler
içermektedir. Bir müslümanın bunları kabul etmesi mümkün değildir. Hadis adı altında ki
rivayetlerde, İslam dininin farzlarıdır diye icat ettikleri birçok doğma vardır, sonra dönüp,
Kuran’ı bu doğmaların ölçüsüne vurmaya kalkıştılar, Kura^’a aykırı doğmalarını Kuran’da
bulamayınca da, Kuran’ı İslam dini için yetersiz olmayla itham ederek, Kuran’ın
rivayetlerine tabi olması gerektiğini söylediler. Şöyle ki: Namaz için Kuran’da olmayan
belirli rekat sayıları iddia ettiler ve bununla Kuran’ın yetersizliğini öne sürdüler. Bu
iddialarına bağlı olarak, örneğin: Sabah namazının farzını iki rekat rekat olarak kabul edip
kılanlar Cennete gidebilirler, fakat kabul etmeyip sabah namazını altı rekat ve fazlası
kılanlar, kendilerince iddia edilmiş iki rekat farzını inkar etmiş olmakla, cehennemlik
olmuş olmaktadırlar, dolayısıyla iki rekat kılanlar cennetlik beş on rekat kılanlar
628
cehennemlik olmuş olurlar ki ibadeti bile suç işleme kapsamına koydular.
Yazılarımda bu konularla ilgili olarak birçok örnek verdim. Bu gibi kimselerde en dikkat
çekici hususlardan bir tanesi, Kuran’ın bir kısmını kabul edip, bir kısmını ret etmeleridir.
Dinlerinin bir kısmı, Kuran’ın bir kısmıyla ilgili iken, diğer bir kısmı Kuran’dan üstün
tuttukları uydurma rivayetleriyle ilgilidir. hal bu ki, Müslüman olabilmek için Kuran’ın
tamamını kabul etmek şarttır, aksi davranışta bulunanlar konusunda, Kuran’dan mealen:

- Biz İsrail oğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına ibadet


etmeyeceksiniz, anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz.
İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin!" Sonra siz, pek azınız hariç,
döndünüz; hala da yüz çevirip duruyorsunuz. 2/83

-“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan


çıkarmayacaksınız!” diye sizden kesin söz almıştık; göre göre bunu kabul etmiştiniz.
2/84

- Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından


çıkarıyorsunuz; onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları
çıkarmak size yasaklanmış iken (çıkarıyorsunuz, sonra da) esir olarak geldiklerinde
fidyelerini veriyor (kurtarıyor)sunuz. Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir
kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil
olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler.
Allah yaptıklarınızı bilmez değildir. 2/85

Meallerini vermiş olduğum ayetleri düşünerek, istersen tarihin birçok olayına bak, istersen
bugünkü olaylara bak, Kuran’ kısmen kabul eden toplumların uğradıkları durumu,
Kuran’ın belirttiği durumdan değişik göremezsin, Ahirette de durumları, Kuran’da
belirtildiği şekildedir.

İslam dini açısından Kuran’ı Tek Kaynak ve Tek Rehber kabul etmemenin neticesinde
şöylece bir oluşum ortaya çıktı:

1- Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devreden Kraliyet.

2- Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti uygulamalar.

3- İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar.

4- Mescit yerine, tekke ve zaviyeler.

5- Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti.

6- İslâm ümmetçiliği yerine ırkçılık.

7- Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü.

8- Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri.


629
9- Kabe yerine, türbelerin tavaf edilmesi.

10- Allah'a iman ve Allah’ın birliği yerine, Kutup, Gavs, kırklar, Yediler, Evtâd v.s.
Telakki edilen kimseler.

11- Zekat ve Sadakalar yerine, Sofistlere vakıf tahsisi ve mali destek.

12- Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık.

13- Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum.

14- Yaratılış ve yaratıklar üzerine açık ve müspet düşünen toplum yerine, düşünceden
kaçan, akletmeyen, boş hayaller kuran fertler toplumu.

15- Meşru müdafaa üzerine kurulu, af ve barışa teşvik eden İslâm cihadı yerine, haksız
saldırılar ve çapulculuk.

16- Allah’ın korumasını isteme yerine nazarlıklar, muskalar, kullar v.s. den medet ve
koruma ummak.

17- Allah’a istiâne yerine, kullara istiâne.

18- Peygamber yerine, Rivayet imamları, Mehdi iddiaları, şu kadar surede şu şahıs geldi
veya İsa Peygamber gelecek v.s. gibisinden, insanların kurtuluş için Kûran'a umut besleme
morallerini kırma amaçlı iddialar.

19- Allah’ın tevhidi; birliği yerine, kulların ilâhlık iddiaları.

20- Aklı önemseme ve kullanma yerine, aklı küçümseme ve ret etme.

21- Gayba iman yerine, gayb konusunda keyfi iddialar ve falcılık.

22- Açık ve adil İlâhi adalet yerine, zorbaların ve diktatör yöneticilerin tağuti ve keyfi
kararları.

Bu gibi kimselerden uzak durulması gerektiği hususunda Kûran'dan mealen:

- Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin
yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber
verecektir. 6/159

- Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak


koşanlardan olmayın. 30/31

- (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar), dinlerini parçaladılar ve bölük bölük


oldular. Her hizip (parti) kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir. 30/32

- Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kûran ile) onlara karşı büyük cihad et 25/52
630

SIRAT-I MÜSTAKİMDE OLMAK İÇİN TEK SEÇENEK

Kûr’an’dan mealen:

- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağut
(şeytan)ı inkar edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa
yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir. 2/256

- Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. kafirlerin


dostları da tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş
halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. 2/257

Kuran’ı anlamak ve İslam dinini öğrenmek için olmayacak hayali ve yersiz arayışlar içine
girmemek gerekir. Allah, Kuran’ı kendi dışındaki hiçbir bilgi kaynağına ihtiyaç
göstermeyecek şekilde tam, mükemmel ve kolay anlaşılır olarak indirmiştir. İslam dininin
öğrenilmesi için gerekli olan her şey Kur’an’da mevcuttur. Kur’an dışında kendisine yol
ve İmam benimseyen ve Müslüman olduğunu iddia eden bütün hiziplere çağrım, İslam
Dininde Kur’an’ın İmamlığından başka İmamlık ve Öğrettiği Sıratı Müstakimden başka
yol yoktur, Kur’an’a aykırı İmamlarınızı ve yollarınızı bırakın, gelin hep birlikte Kur’an
İslamında İnanç birliği sağlayalım, Kur’an İslam Dininin Tek Kaynağı ve Tek Rehberidir.

You might also like