You are on page 1of 6

“TUHAF OKURLAR”IN KÜLTÜR BAŞKENTİ

“Ne tuhaf okurlarsınız siz” – Kara Kitap

AB’nin geçenlerde resmileşen bir kararından İstanbul’un


2010 yılında Almanya’nın Essen ve Macaristan’ın Pécs
şehirleriyle birlikte “Avrupa Kültür Başkentleri”nden biri
olacağını öğrenmiş bulunuyoruz. Güzel bir haber gibi duruyor;
dahası, pek çok kesim için bunun sevindirici bir haber olduğuna
kuşku yok. Gel gelelim, bir yandan AB’nin ve Dünya’nın içinde
bulunduğu kaotik durumu diğer yandan da bizim hiç de iç açıcı
olmayan mevcut “kültürel” manzaramızı göz önünde
bulundurduğumuzda bir parça “buruk”, bir parça “şaibeli” bir
gelişme bu. Yazımızın geri kalanında yukarda kısaca “kaotik” ve
“iç açıcı değil” diye nitelediğimiz dış ve iç manzarayı biraz daha
açarak neden böyle düşündüğümüzü somutlaştırmak istiyoruz.
Ayrıca biri ressam, diğeri edebiyatçı, sanata emek veren iki
insan olarak kaleme aldığımız bu yazının hiç değilse kültür ve
sanat alanlarında bir tartışma/soruşturma başlatmasını
hedeflemekteyiz. Böyle bir hedefe – genelde ülkemizde hemen
her zaman olduğu gibi - ulaşamayacaksa bile bu yazı, bizim için
olgulara modernist perspektiften entelektüel bir tanıklık
anlamına gelmektedir.

İçerisi-dışarısı ayrımının tamamen ortadan kalkmakta


olduğunun – şimdilik kültür düzleminde “global bir varoşlaşma”
halinde beliren bir tür negatif eşitlenmenin - bilincinde olarak,
yine de önce “dışarısı” ile başlayalım: Kültürel bir birlik olarak
“Avrupa” efsanesinin başlangıcı Rönesans’a dek geriye
götürülebilir. İtalyan Rönesans’ından itibaren Avrupa ölçeğinde
evrensel bir insanlık ruhu esmiş, Antik Çağ’ın kazanımları studia
humanitatis ile orijinal dillerinde gün ışığına çıkarılıp
parlatılmıştır. Matbaanın icadını izleyen 50 yıl gibi bir zaman
zarfında Avrupa ölçeğindeki 220 kadar basımevinde yaklaşık
8,000,000 adet kitap basılmıştır. Bu dönem, çeşitli ülkelerdeki
öğrenci ve hocaların bol bol yazışıp seyahat ederek birbirleriyle
fikir ve bilgi alışverişinde bulundukları, son derecede canlı bir
ortama tanık olmuştur. Gotik sanat yavaş yavaş terkedilir,
feodalite gücünü günden güne kaybeder, krallıklar gelişir,
coğrafi keşifler başlar, protestanlık doğar ve nihayet
Aydınlanma’ya varılarak siyasal, hukuksal ve endüstriyel

1
burjuva devrimleri gerçekleştirilir. Bu devrimlerle birlikte
Floransa hümanizmansının başlıca esin kaynaklarından biri olan
“Roma yurttaşı” da bilgide öne çekilmiş bulunan “nesne”nin
“kapital” biçiminde somutlaştığı büyük bir gelişmenin ardından,
yepyeni bir güçle tekrar doğmuş olur. Bu kazanımlar zorlu ve
kanlı bir tarihsel süreçle ele geçirilmiş olup bedeli tastamam
ödenmiştir.

Modernizm, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde doruk noktasına


ulaşır; o noktadan sonra da Avrupa, iki Dünya Savaşı ve faşizm
ile birlikte o doruktan hızla aşağılara doğru yuvarlanmaya
başlar. I. Dünya Savaşı bir çok Avrupalı aydının büyük umutlar
beslediği bir savaşken II. Dünya Savaşı sadece Amerika’nın
kazandığı bir savaş olmuş ve merkez, Yeni Dünya’ya kaymıştır.
Avrupa’nın çöküş sürecinin izleri Baudelaire, Nietzsche,
Dostoyevski, Thomas Mann, Joyce, Kafka, Adorno gibi isimlerin
yapıtlarında sürülebilir. Merkezin Yeni Dünya’ya kayması, sanat
açısından hemen tümüyle “pop”un ve “kitsch”in egemen hale
gelmesi demek olmuştur. Bütün referansların hiçe sayılarak
nitelikli olan her şeyin “elitist” diye güya demokrat ve radikal bir
tutumla dışlandığı bu popülist hegemonya, özellikle Soğuk
Savaş’ın ardından SSCB’nin yıkılışı ve neoliberal politikaların
hayata geçirilmesiyle birlikte adam akıllı pekiştirilmiş ve ancak
postmodernist kuramların onayıyla ayakta durabilen bir sanat
anlayışı ortaya çıkmıştır. Üstelik referansların terki meselesi, ne
yazık ki sanattan belki daha hayati konularda da karşımıza
çıkmaktadır. Joseph Beuys, Jannis Kounellis, Anselm Kiefer ve
Enzo Cucchi’nin “Bir Katedral İnşa Etmek” adıyla kitaplaştırılan,
1985 tarihli tartışmaları, hem aydın burjuvanın salt kapitalist
olarak rotasından sapmasının hem de bu sapmanın sanat ve
politika alanlarında yarattığı kaotik boşluğun önemli bir belgesi
niteliğindedir. Metalar ve kapital sınırsızca dolaşırken emeğin
serbest dolaşımı konusunda büyük problemler yaşayan
ekonomik globalizm, ulus-devletlerin duvarlarını aşar ve
yurttaşların parlamento, parti, sendika gibi tarihi kazanımları
ifade eden temsil olanaklarını onların ellerinden alırken insanlığı
büyük bir kaosun, adeta yeni bir Ortaçağ’ın kucağına
bırakmıştır. İnsanlığın elinde ise güdümlü bir Birleşmiş
Milletler’den, bir yandan uluslarüstü, dev şirketlere diğer
yandan da ekonomik çıkarları gereği sağa tutunup ayak
diremeyi ya da göçmeyi yeğleyen işçilerine laf anlatmak için
paralanıp duran Avrupa Birliği’nin İnsan Hakları

2
Mahkemesi’nden ve nihayet ancak fonlarının büyüklüğü
ölçüsünde söz sahibi olabilen STK’lardan başka bir temsil
olanağı kalmamıştır. Bu “olanaklar” aslında tam bir olanaksızlık
oldukları içindir ki her alanda olduğu gibi sanatta da “terör”
türemiştir. Meşruiyet zemini de hukuki kurumları da henüz
oluşmamış bir globalizmin yarattığı mevcut krizde sanat,
Adorno’nun çoktan beri inanmadığı, ister istemez sahte ve cılız
bir muhalefetin başına soyunmuştur.

Bunları yazarken halen yenik durumda olan Avrupa’dan


tamamen ümidi kestiğimizi söylemek istemiyoruz; insanlığın
yakın gelecekte muhtemelen ihtiyaç duyacağı güçlere dair
bellek de ilgili referanslar da yine onun tarihinde mevcuttur;
fakat tinin ve zamanın artık Avrupa adında bir evi yoktur,
diyoruz. Eğer Avrupa belirli bir ruhun, bilincin, belleğin ve
iradenin adı idiyse o bugün her yerdedir; yok eğer sadece belirli
bir coğrafyanın adı idiyse bugün o coğrafya tarihi bir dekordan,
bir parodi ve pastiş mekanından ibarettir. Bunadıkça
saldırganlaşan Sam Amca’nın Haçlı operasyonlarına alet olan bu
“coğrafi Avrupa”nın, İnsan Hakları Beyannamesi’ne ve herkesi
bağlayan bir yaptırım gücü olacak, gerçek bir Birleşmiş
Milletler’e, belki Kant’a doğru bir yolculuk yapması gerekiyor
bugün - ki yaklaşık yüz yıldır aslında gerilediğimiz için, bu
yolculuk geriye doğru değil, ileriye doğru yapılmış olacaktır.
Kısacası, günümüzde ille de coğrafi Avrupa’dan bir şey
beklemenin pek bir manası yok; çünkü önümüzü açacak olan
değerleri insanlık olarak tarihten biliyoruz. İhtiyacımız olan şey
ne yeni ve güçlü bir merkez ne de eski ulus-devlet yapısıdır;
ihtiyacımız olan şey, burjuva demokrasisinin yurttaşlara sunmuş
olduğu politik temsil olanaklarının bu kez evrensel olarak inşası,
yani mecazen, bugünün “katedral”inin inşasıdır.

Çeşitli sanat dergilerinde, internette ve gazetelerde daha


önce yayımlanan yazı ve söyleşilerimizde aktüel bienal, sergi,
panel vb etkinlikler vasıtasıyla, biz sürekli olarak “hayati”
olduğuna inandığımız bu temsil sorununu gündeme getirdik.
Böylesine global bir sorunu mikro ölçeklere hapseden ya da
tümden yoksayan kuram ve pratiklere sürekli olarak
epistemolojik tahrifatı ve ekonominin iş görmeye devam eden
nesnesini hatırlatmaya çalıştık. Yazdıklarımızın kimi zaman hayli
provokatif bir kılığa bürünmesine karşın herhangi türden bir
yanıtla, bir katkıyla karşılaşamadık. Bu ve aşağıda açacağımız

3
bir çok şey yüzünden, “içerdeki” kültürel manzara karşısında –
şikayetçi olmayı tamamen geçtik – son derecede karamsarız. Bir
giriş mahiyetinde olmak üzere, 16 Mayıs 2006 tarihinde Murat
Belge’ye gönderdiğimiz, yanıtsız mektuptan iki bölüm aktarmak
istiyoruz:

“Biz yıllar yılı talibi ve talebesi olduğumuz modern den


geçemedik; yani modern paradigmayı içselleştirme konusunda
rüştümüzü ispatlayacak yapıtları ortaya koyamadık. Böyle bir
farkındalığın, örneğin Paz'ın Yalnızlık Dolambacı ya da
Shayegan'ın Yaralı Bilinç i somutluğunda ve niteliğinde bir
örneği yok elimizde. Oysa akademik bir tez ya da roman
biçiminde olmayan, bu türden, açık açık konuşan bir yapıta çok
ihtiyacımız var. Böylece bir anlamda, rahmetli Oğuz Atay'ın
günlüğünde bahsettiği Türkiye'nin Ruhu projesinin ne yazık ki
hala tamamlanmamış (belki de başlatılmamış) olduğu
söylenebilir. Bu konuda çok doğru izler üzerinde olduğunuzu
düşündüğüm, son derecede önemsediğim tespitleriniz,
vurgularınız var. Örneğin, toprak mülkiyeti, kapıkulu düzeni,
Dostoyevski'ye karşılık Recaizade, acıya karşılık gülmece,
devrimin üç sloganına burada adalet in de eklenmesi vb.
Türkiye'nin Ruhu, tam da buralardan yola çıkmalı, diye
düşünüyorum.”

“Türkiye'nin Ruhu nun Türkiye'ye anlatılamamasının bedeli


çok ağır olmuştur. Söz konusu bedel, bize 70'lerin başında, bize
özgü bir küçükburjuva sınıfından başkaca bir toplumsal sınıf
yaratamadığımızı göstermek gibi sevimsiz bir işe kalkışmış
bulunan Oğuz Atay'ın yazgısından tutun da ressamlarımızın bir
çoğunun hala bir Picasso resmini görememeleri ne, edebiyatın
bu ülkedeki köşebaşlarını tutanların Ulysses'i hala
anlayamamalarına, aydınlarımızın Einstein'ın evreniyle
Newton'un evreni arasındaki farkları kavrayamamalarına,
Schönberg'in Bach'a bağlı olarak izah edilememesine, 1525
Alman Köylü Savaşı'yla 1689 İngiliz Uzlaşması'nın arasında bir
bağlantı kurabilenlerin azlığına vb. kadar, her alanda ödenmeye
devam etmektedir. Böyle bir durumda elbette yeni Oğuz
Atay'lar kitaplarını bugün de yayımlatamayacaklar, bugün de
bir başlarına kalacaklardır. Oysa yurtdışına öğrenime gönderilen
onca aydınımıza karşın modern in hakkını hala veremediğimiz
bu kadar ortadayken bir taraftan da bakıyoruz ki pek çok
postmodern düşünür ümüz, sanatçı mız, star ımız var bizim!

4
Açıkça söylemek gerekirse, arkalarına aldıkları postmodern
yeller sayesinde rahatça sörf yaptıklarını zanneden bu kişilerin
gerçekte savruluyor olmaları çok daha muhtemeldir. Çünkü ne
yazık ki modern akabelerden geçmeden ulaşılabilecek hiçbir
postmodern düzlük yok.”

Mektubumuzda andığımız “Yalnızlık Dolambacı” ve “Yaralı


Bilinç” örneklerini tekrar önümüze koyarak soruyoruz: Evet,
böyle bir farkındalığın belgesi niteliğinde ne/neler var elimizde?
Biz bunları ortaya koyabilmiş olsaydık Picasso ve Rodin sergileri
bu kadar sessiz sedasız, tartışmasız ve gündemsiz geçip
gidebilir miydi? Ya da el birliği ile bir “fenomen” haline getirilmiş
bulunan yazar Orhan Pamuk, hiçbir yazınsal perspektif
içermeyen, bütünüyle hamasi ve düzeysiz bir “karalama”ya
hedef olabilir miydi? Edebiyat, resim, müzik, felsefe, tarih –
bunları bilgi çerçevesinde, olgu çerçevesinde, ilgili disiplinin
hakkını vererek konuşamıyoruz. Sanki insanlığın kazanımı olan
bilgiyi kendimize mal edip “biz” dediğimiz, “kültürümüz”
dediğimiz, “insanımız” dediğimiz şeye yeterince ayna
tutabilmişiz, kendimizi didik didik edip anlamışız gibi “moda”
terimlerle, yine “moda” konuları güya inceliyor, ya hazdan
esrimiş estet zevat olarak ya da düpedüz prezantabl bir
pazarlamacı edasıyla kültürel alanda arz-ı endam ediyoruz.
Oysa araştırılacak çok şey, katedilecek çok yol, yapılacak çok iş
duruyor önümüzde. Yeter ki şairin Necip Fazıl’ı, Ece Ayhan’ı
Mallarme ve Pound ile yan yana okuyabilsin; yeter ki ressamın
20. yüzyılın başında Fransa’da yapılmış olanla Osman Hamdi
Bey ve Gerome arasındaki mesafeyi idrak etmek zahmetini
göstersin; yeter ki sosyalbilimcin örneğin Hegel’i okumak gibi
bir vehme kapılmış olsun; yeter ki tarihçin olgulara
karşılaştırmalı bir yöntemle eğilsin ve salt fenomenolojik olanla
yetinmesin. Gerçekte ekmek kadar, su kadar gereksinim
duyduğumuz bilgileri artık zamansızlıktan mı, tembellikten mi
yoksa görüsüzlükten mi, demode sayıp bilmemeyi
sürdürüyoruz. Niçin? Yetişmemiz lazım! Fakat neye? Benzer
yollardan geçmeden, o yoldan daha önce geçmiş olana nasıl
yetişmeyi düşünüyoruz?

Fakat ne yazık ki tren hepten kaçmış gözüküyor; bugün


dahi sorulmayan bazı soruları en geç 60’larda sormuş
olmalıydık. Ama bunu yapamamış ve kendi aydınlanmamızı bir
türlü gerçekleştirememiş olmamızın tarihsel nedenleri var

5
kuşkusuz. Her şeyden önce bunları ortaya çıkarıp anlamak
gerekir; bu ise gene kendimize dair kadim savunma reflekslerini
bir tarafa bırakabilme ve yüzleşebilme cesaretini haiz olmayı
gerektirir. Oysa etimolojik sözlüğümüzü açıp baktığımızda
gördüğümüz büyük kavramsal boşluk, önümüzdeki en büyük
engeldir. Dille yoğrulmuş kavramlarımızın eksik oluşu,
düşüncemize ket vurur ve tek bir adım bile attırmaz bize.
Kavramlarımız eksiktir; çünkü tek cümleyle söylemek gerekirse,
bilgi gelmemiştir. Bilgi gelmemiştir; çünkü talep edilmemiştir.
Talep edilmemiştir; çünkü bu talebi dayatan tarihsel-ekonomik
koşullar oluşmamıştır. Böyle olunca da kültürden ziyade kültle
ilişkili, ancak bir çocuğun görüsüne ve saflığına sahip bir
toplum söz konusu olur ve bu toplum, neredeyse bütünüyle,
merkezin oluşturduğu konjonktürün insafına terkedilmiş bir
halde yaşar. Farkında olmasa da varlığı ve bekası her an tehdit
altındadır – ki içten içe bunu sezdiği içindir ki her an defans
halindedir.

Evet, biz pesimistiz, biz demodeyiz, biz 2010’da verilecek


payeye fazlaca sevinemiyoruz. İlgili kişilerin Picasso’ya, Joyce’a,
Schönberg’e dair yorumlarını hala okuyamadıkça, Orhan
Pamuk’u Lacan’la, Thomas Mann’la, OğuzAtay’la, Kemal
Tahir’le, Tanpınar’la vb bağlantılı olarak değerlendiren yazıları
göremedikçe, şairleri reklamcılık mutfağında mutlu mutlu
hamur yoğururken izledikçe, Doğan Hızlan’a hizmet ödülü değil
de onur yazarlığı payesi verildikçe, niteliksizliğin ve
kavramsızlığın sanat ve kültür esnaflarının çarkını Allah’a şükür
döndürmeye devam edebildiğine tanık oldukça, bu yazıdan
alınması gereken kişiler alınmadıkça da karamsarlığımız
sürecektir.

Sabahattin Tuncer, Özcan Türkmen 04/12/2006

You might also like