You are on page 1of 11

SUSKUYU ÇAĞIRMAK

Modernist sanatın dünüyle yarını arasındaki Postmodern


Araf’ta

Wittgenstein’ın bizi konuşamayacaklarımız


hakkında susmaya davet etmesinden bu yana, aşağı
yukarı seksen yıldır, sıkıntılı bir Araf’tayız. Sanat söz
konusu olduğunda, kimileri gerçekten uydular bu
çağrıya; uymayanlarsa konuşabilmek adına daha çok bir
this has been done before1 ile yetinmek zorunda
kaldılar. Ama son otuz, kırk yılın tozpembe postmodern
bulutlarının dağılmaya yüz tuttukları şu günlerde,
nihayet o eski yıldızı tekrar seçebiliyoruz sanki. El
uzatasıya yakın, davranınca uzak, ayartırcasına göz
kırparak bize fısıldıyor o yıldız: “senin geleceğinim – bil,
bul beni!”

Eteğimizdeki taşları toplamaya başlayalım öyleyse:


Modern, belirli bir zamandaki mevcut üretim
ilişkilerine/tarzına karşılık gelip onları/onu temsil
edebilen şeydir (Yoruma Doğru, Mehmet Ergüven). Bu
anlamda, örneğin, rönesans da romantizm de
zamanlarının modern sanat tutumlarıdırlar. Modernizm
ise modernin temel ölçüt olacak kadar bilincine varılıp
onaylandığı bir anlayışı ifade eder2. O halde
modernizmin artsüremli bir bakışla kavranıp devreye
sokulan tarihsel diyalektiğe dayandığı söylenebilir. Pek
iyi, tam olarak neden kesintiye uğramıştır veya
terkedilmiştir modernizm; ne olmuştur da Hegel’de
1
(ing.) “bu daha önce yapıldı”
2
Böylece “modernist sanat” veya sanatta “modernizm” derken, özellikle
empresyonizmle başlayıp 20. yüzyılın ilk çeyreğinde doruğuna varan, II.
Dünya Savaşı’ndan bu yana postmodernizmin yaygınlaşmasıyla birlikte
giderek vadesini doldurmuş görünen süreci kastetmiş oluyoruz.

1
anlatımını bulan o yadsıma yasası, postmodernizmin
olumlayıcı tarihsizliği ile görünüşte yer değiştirmiştir?
Tek tümcede yanıt vermek gerekirse, modernin tanımı
ve modernizmin pratiği çerçevesinde sorun, üretim
ilişkilerinin dönüşüm hızı ve kararsızlığıyla sorunlu hale
gelen temsil pratiğinin, modernizme bir değer negatifi
halinde geribeslenmiş oluşudur. Marx’tan günümüze,
kapitalizmin mutfağındaki üretim ilişkilerinin hem
entropisi hem de dönüşüm ivmesi sürekli artmış ve
mahiyeti tümüyle belli olmayan bir globalizme doğru
sancılı ve kaotik bir yol tutturulmuştur. Büyük savaşlar,
büyük umutlar ve büyük hayalkırıklıklarıyla dolu bu
yolda sanatın kendisi de yaşamaya devam edip yola
ayak uydurmaya çabalayan insanların kendileri gibi
parçalanmış; tamamen susmadıysa şayet, kekemeliği
büsbütün ilerlemiştir. Demek ki yukarda bahsettiğimiz
Araf, öncelikle kapitalizmin eseridir. Ama - her halde Big
Brother’a pek bir şey söylenemeyeceğinden - fatura
modernizme çıkarılmış; Marinetti, Duchamp, Braque,
Stalin gibi yan yana durmaları tuhaf kaçan, ak ya da
kara, ama mutlaka keskin figürleriyle modernizmin,
Soğuk Savaş ve sonrasının kamuoyuna sıkı bir özeleştiri
sunması talep edilmiştir. Ne ki yorumsama masasındaki
otopside psikanaliz ve göstergebilim gibi görece geç
geliştirilmiş neşterler kullanılınca kadavra tanınmaz hale
gelmiş, modern post lanmıştır.

Yaşanan onca şeyden sonra ve yaşanmakta olan


onca şeyle birlikte, postmodernizm gibi hakiki
yanılsamalar içeren, tepkisel/romantik bir sürecin
başlayıp geliştiğine şaşmamak gerekir. Hatta iyi bir
tarih okuması, bir yandan benzer süreçlerin geçmiş
varlıklarını bize anımsatmak, bir yandan da asıl
yönsemeye dair fikir vermek suretiyle bizi böyle bir
dönemin kaçınılmazlığına ikna edebilir. Gerçekten de
postmodernizmi, bir takım cinayetleri faili meçhul
bırakmamak adına çoğunca yanlış kişileri yakalayan,

2
kimi zaman da hırsız diye kendi koluna yapışan,
beceriksiz bir polisin, bir zehir hafiyenin işbaşındaki
atraksiyonlarını izler gibi izlemek, ibret verici olduğu
kadar, keyiflidir de. Örneğin, o, aydınlanmanın - ve onun
uzantısı sayabileceğimiz modernizmin - logosentrik
(sözmerkezci) olduğunu mu öneriyor, o halde
çelişkilerin keskince ortalıkta durduğu yerde logosun
duruma el koymasının zorunluluğunu itiraf ediyordur. Ya
da “temsil yoktur, sunum vardır” mı diyor, o zaman
“ben anlamaktan acı çekiyorum” demek istiyordur. Aynı
bağlamda “meta-anlatılar öldü!” buyurduğunda da
“suskunun olamadığı yerde anlatılar sürer ve anlatılar
arasında kimi meta-anlatılar varolur; ben, meta-
anlatıların öldüğünü ilan eden bir meta-anlatıyım!”
altyazısı okunabiliyordur. Bütün bunları sizin bir
çocuğun “gu” derken “su”yu kastettiğini bilip ona asıl
gereksinimini vermeniz gibi, gerçekliğin diline tercüme
etmeniz gerekmektedir. Aksi takdirde, yani diyalektiği
postmoderni de dışarda bırakmayacak denli iyi
kavramadıkça, kendinizi yeldeğirmenlerine kılıç
sallayanlara kılıç sallarken bulabilirsiniz.

Ama Derrida’nın ayağının bizzat kendisinin


eleştirdiği mevcudiyet metafiziğine veya Wittgenstein’ın
merdivenindeki bir basamağa takıldığı yeri
ayrımsayabildiğimiz gibi, çelişkisizliği veya özdeşliği
örnekseyen suskunun eşyanın tabiatına aykırı olduğunu
da anlayabilmeliyiz. Susamayız; sessiz odalarda alttan
alta işler beyaz gürültü; atomlarınsa -273° de sustukları
varsayılır. Böylece Wittgenstein’ın sorduğu soruların,
mesela neyi konuşamayız ın ve nasıl konuşuruz un
önemi bir kez daha gündeme gelir. Kaldı ki bir kez
sormaya başlayınca ardı arkası gelmez sormanın:
Modernizm susması gereken bir yerde konuşmakla
susku sınırını hiç ihlal etmiş midir acaba? Veya bir sürçü
lisan ettiysek affola yı gerektirecek modernist lapsuslar
söz konusu olmuş mudur? Veya modernizmin tüm

3
saatleri birer saatli bombaya çevirmesi ona neler
kaybettirmiştir? vb. Bugün, kuramsal açıdan sorun,
aydınlanmanın aklığına vurulduklarında bir hayli
karanlık kalan Freud, Saussure, Lacan vb. köşe
taşlarının aydınlanmanın diyalektiğine
eklemlenebilmesine ilişkin gözükmektedir. Nitekim bu
sorunun çözümüne yönelik çabaların değerli bulunduğu,
Zizek gibi isimlere gösterilen ilgiden anlaşılmaktadır.
Buna koşut bir diğer açılım da popüler kültürün veri
alınmasıdır ki Frankfurt Okulu’ndan bu yana, bu tutum
neredeyse olmazsa olmaz hale gelmiştir. Sözünü
ettiğimiz bu karanlıklar ak tablomuzla ne ölçüde
bağdaşabilirler? Gerekli ve mümkün olmalıdır bu
bağdaşım; çünkü gölge olmaksızın, salt ışıkla gerçekçi
bir tablo oluşturmak bir mimesis kusuru, dramatik etkisi
zayıf bir chiaroscuro (ışık-gölge) demek olacaktır. Öte
yandan, üretim ilişkilerindeki dönüşümleri ve bunların
hayatımıza teknoloji, meta, ideoloji vb. olarak, her
boyutta yansımasını hala net bir biçimde
gözlemleyebiliyorsak, postmodern kuramı fazla
şımartmamamız ve onun bindiği dalı kesmesini de
alkışlamamamız gerekir. Demek ki bütün mesele, aşağı
yukarı, düşüncelerimizin dil e gelişine dair yeni
farkındalıkları, dilin düşünceye ve düşüncenin
gerçekliğe uygunluğuna dair eski inancımızla, kantarın
topuzunu iki tarafa da fazla kaçırmadan
bağdaştırabilmektedir. Çünkü suskunun
sahnelenemediği bu oyunda, şayet semantik tümden
yadsınmayacaksa, gösterge balonlarının ipleri belirli
gösterilen tutamaklarına bağlanmak zorunda
kalınacaktır.

Söz hazır oraya gelmişken, temsil sorununu


açmakta yarar var. Postmodernizmin savladığı gibi,
temsil sahte, giderek hepten olanaksız bir şey olabilir mi
acaba? Bu soru modernizmi koskoca bir palavraya
indirgeyebilecek kadar mayınlı bir alana ayak basar.

4
Ama modernin, dolayısıyla üretim ilişkilerine denk
düşüp onu temsil ettiğini savlayan herhangi bir şeyin
palavra olması, ancak üretim ilişkilerinin palavra olması
kaydıyla gündeme gelebilir. Oysa PC’nin transistörün
icadından önce varolamaması, Pentium işlemcilerin
Intel286 işlemcisinden önce, mesela 1990 yılında
üretilememesi türünden gerçekler - ve bu gerçeklerin
kaçınılmaz olarak akla getirdiği artsüremlilik fikri -
postmodernizm içinde herhangi bir yere konulamaz.
Otomobillerin ve bilgisayarların hızı giderek artıyor ve
bunlar işlevsel olarak olduklarından başka şeylere
dönüşüyorlarsa, modern yaş(atıl)ıyor demektir. Demek
ki bir Levi’s kotu veya bir Porsche’yi 1990’la
ilintilendirmektense mesela Ortaçağla ilintilendirmek
zorlama olduğu kadar bir kaçıştır da. Kaçmak hoş ve
kimi zaman gerekli, susmak yerine konuşmak da güzel
ve vazgeçilmez olabilir; ama üretilip yaşanılan şeyin
hakkını verememenin ve mevcut gerçekliğin
mimesisine ulaşamamanın acısı da bir taraftan sızım
sızım çekilir. Kaldı ki “herhangi bir şeyi temsil
etmiyorum” diyenin gene de bir şeyleri temsil etmekte
olduğu, tutarlı bir şekilde savlanabilir. Örneğin,
malzemeyi böylesine çeşitlendirerek gün be gün yeni
nesne-yapıtlar üretmenin mantığıyla kapitalizmin meta
üretme mantığı, çoğulculukla globalizm ve liberal sağ
politikalar, simulacrum ile kullanım değerini adam akıllı
unutmuş bir toplum (Jameson) vb. arasında kimi
bağıntıları göstermek mümkündür. Ama postmodernizm
kendi fenomenolojizminin bu şekilde tekrar
fenomenolojiye tabi tutulmasından elbette hoşlanmaz;
çünkü çıplaklığını duyurduğu kralın karşısında giyinik
olduğunu varsaymak ister.

Temsil olanaksız değil, olsa olsa, üretim ilişkilerinin


dönüşümünün baş döndürücü - ve kimi zaman mide
bulandırıcı - hızından ötürü ve özellikle bu dönüşümün
yönsemesinin belirsiz ve sancılı bir niteliğe büründüğü

5
dönemeçlerde, son derecede sıkıntılı sayılabilir. Fakat
bu sıkıntı, kararsızlığın - elbette yine geçici olacak - yeni
bir kararlı denge noktasına varmasıyla birlikte
aşılacaktır. Bu arada yaşadığımız süreçten bazı önemli
sonuçlar çıkarmak mümkündür. Bunların belki en başta
gelmesi gerekeni, kapitalizmle modernizm arasındaki
geçirimsiz ilişkide, modernizmin yükselişinin çoğunca
kapitalizmin yeni bir krize girişine eşlik eden bir olgu
halinde saptanabilmesidir. İkinci olarak, temsil
sorununun sonuçta altyapıyla üstyapı arasındaki
mimetik ilişkiye gönderme yaptığını ve
postmodernizmin bile mimesisin çekiminden
kurtulamadığını görebiliriz. Bu bağlamda asal ve
kaçınılmaz olan, yapılararası tekabüliyet anlamında
mimesisin kendisidir; modernizm, patlak vermiş bir
krizin kimliğine bürünürken postmodernizm, krizin
henüz ufukta gözükmediği veya bastırıldığı, dingin ve
uyumlu bir duruma öykünür. Doğaldır ki hemen her
koşulda, böylesi dingin ve uyumlu bir durumun
kendisinden çok hayali vardır ortada. Ama kaygımızın
büyüklüğü, bizi bile bile bir hayale tutunmaya sevkeder.
Böylece eski sandıklar açılır ve üretim ilişkileri bize
yeniyi beğendirene dek, geçmişin kendisi moda olur.

Kuramdan Auschwitz’den sonraki sanata - mimari


belki bir parça dışarda kalmak üzere - dönecek olursak,
postmodernizmin orada hemen hiçbir şey söylemediği
halde, susmayı da kendine bir türlü yediremediğine
tanık oluruz. Modernizm, zamanının üretim tarzına
uygunluk arayışı içinde, soyutla ve ifadesini geometride
bulan bilim öykünüsü ile buluşmuşsa da yine oralarda
bir yerlerde ekspresyon (ifade/anlatım/dışavurum) diye
bir şey de varolmuştur. Postmodernizm, o ekspresyona
tutunmuş ve bunu Dada’nın karşı-sanatı ve kolajıyla
harmanlamıştır. Öyle ki nesnenin yükünden kurtulmaya
çalışan soyutun karşısında, postmodernin hemen her
türlü mekanı ve malzemeyi çoğulculuk adına sahiplenen

6
pratiği bir hayli heretik (sapkın) görünür.
Postmodernizmin bu tutumu, aynı zamanda, tinin
kendisini nesne üzerinden olumsuzlamasını bekleyen
Hegelci görüngübilimin de bir anlamda tersine
çevrilmesini içerir. Karşı-sanata gelince, bu olguda
kolajdaki gibi tekil değil, çifte bir yadsımayı farketmek
mümkündür: Sanat kurumuna ideolojik karşı çıkışında
yapıttan ve sanat dilinden vazgeçmeyişi, karşı-sanatı
sonuçta hem politik eylemin hem de sanatın yadsındığı
bir durumla yüzleştirir. İnsanın ussal/toplumsal
doğasının kaçınılmaz bir sonucu olarak, sanat, örneğin
felsefe kadar - ve felsefenin kurumsallığı anlamında –
kurumsaldır ki üretilip sanat yapıtı diye ortaya konmuş
nesne-yapıtlar ister istemez bu kurumsallığın iyiden
iyiye incelmiş eleğine tabi tutulurlar. Oysa sanattan
dışarı taşmak isteyen nesne-yapıtları ereksiz ereksellik
dışına da taşıran ekspresif fazlalıklar - ki burada fazlalık
sözcüğü kitsche göz kırpar - o elekten geçebilecek gibi
değildirler. Yaratmak ve oynamak eylemleri insani
özgürlükle doğrudan alakalı oldukları halde sanat, homo
ludens in (oynayan insan) rastgele bir etkinliğine
indirgenemez. Ayrıca bir yapıtın sanat yapıtı olup
olmadığı konusu - tıpkı dile getirdiğim bir düşüncenin
felsefe sayılıp sayılamayacağı konusunda olduğu gibi -
yapıtı üretenin öznelliğinden ve yapıtla kurulabilecek
her nevi duygusal ilişkiden bağımsızdır. Sanatın ussal
karakteri, bu karakterin ortaya çıkmasında sözümona
son derecede belirleyici oldukları savlanan seçkinci
ideolojiler ve/veya hegemonik güçler bertaraf edilse
bile, olgu dahilinde ayrımsanabilir kalır. Başka türlü
söylemek gerekirse, sanatın kavgasında her zaman bir
işçi-işveren kavgasından fazla ve ayrı bir şeyler bulunur.

Böylece tekrar ekspresyon konusuna dönmüş


olduk. Hemen söyleyelim ki ekspresyonizm, dadaizm
gibi, modern sanatın üvey evlatlarından biridir. Ama
ekspresyonun kendisi ekspresyonizme - daha doğrusu

7
hiçbir izm’e - malolmayacak kadar eski bir hayalettir.
Öyle ki bu hayaleti happening den action painting e;
oradan ekspresyonizme; oradan Van Gogh, Gauguin ve
Toulouse-Lautrec’e; oradan Goya’ya, Bosch’a,
Rembrandt’a, Caravaggio’ya; oradan eski Grek ve Mısır
sanatlarına; oradan da Lascaux Mağarası’na değin
kovalayabiliriz. Ekspresyon çoğunca ürkülerimizin ve
heyecanlarımızın altında yatan fizyolojiye atıfta bulunur.
Vebadır, korkunç yarasını sergileyen bir dilencidir,
raşitik bir çocuktur - Bütün bu durumlarda, bir anın
durallığındaki şoke edici görüntüye, bir epifani ye
(kutsallığın kendini göstermesi) yaslanır. Ama Maleviç’in
süprematist döneminde bile sezinleyebileceğimiz
ekspresyon, sadece ona tutunamayacağımız kadar
yapışmıştır forma; olanaksız salt ekspresyon, olanaksız
salt formun alter-egosu gibidir. Aslında birlik içindeki bu
düalite, bize felsefedeki madde-ruh ikiliğini çağrıştırır;
ekspresyonist de ruhu maddeye dökmenin esrarı
peşindeki bir tür simyacıdır. Öyle ki hakikat, Odin’inki
gibi, iki yüzünden biri mevcut olmayan bir disktir sanki;
yazı ve turanın aynı şey demek olduğu maddesel kısım
söz konusu olduğunda konuşabiliriz; ama diskin
olmayan yüzü, suskudur. Munch’un çığlığı, çığlık olduğu
kadar suskudur bu yüzden; çığlığın dışavurumu, etkisini
dıştan ziyade içe vurulmuş olmasına borçludur. O çığlığı
görebilmek için, tıpkı resimdeki köprü üstünde yürüyen
o diğer iki kişi veya Laokoon’a bakan Lessing gibi, onu
işitmememiz; damarlarımız içinde sessizce dolaşan
kanımızı birden karşımızda görür gibi görmemiz gerekir.
Aynısı Guernica için de geçerlidir; bu resimler, espas
içindeki forma dair yüzeyel gerilimi, aynı zamanda sesle
susku arasındaki bir gerilime de dönüştürmüşlerdir.

Psikanalizin gelişimi - iki büyük savaşın ve nükleer


tehdidin yanı sıra - ekspresyonun öne çıkmasındaki
başlıca etkenlerdendir. Ama ekspresyon hayaletinin
modernizmle bağlantılı bu geri dönüşü, ekspresyonun

8
kutsanmasıyla olduğu kadar, biçimin tükendiği savıyla
da ilişkilidir. Ekspresyonun biçimin yakasını zaten hiç
bırakmamış olması bir yana, biçimin tükenmesi diye bir
şey söz konusu olabilir mi acaba? Biçim, sanat dilinin ta
kendisi olduğuna göre, tükenen bir şey varsa bunun
dilin kendisinden ziyade gramer, deyimleme ve sentaks
gibi, verili bir ifade içinde çözümlediğimiz dilsel kurucu-
yapılar olması çok daha muhtemeldir. Durum böyleyse
de üretim ilişkilerinin tuval resmiyle sorunlu olduğu bir
zamanda, geliştirilecek yeni ve modern sözdizimlerine
tuvalde pek yer kalmamıştır. Çünkü üretim ilişkilerinin
etkinliği ile tuval, ekran a dönüşmüştür; modern sanatın
bugünkü suskusu da, metaforik olarak, bu metamorfoza
dairdir. Gene de mesele tuvalden kalkıp ekrana
taşınmakla çözülebilecek gibi değildir; böyle olsa,
postmodernizmin çoktan suskunun ötesine geçmiş
olduğu söylenmelidir. Oysa sadece postmodern olanı,
yani bilgisayar ekranındaki görüntüyü tanıyıp oraya
varana kadar altta işleyen moderni, yani fiziği ve
matematik kodu bilmeyen postmodernizm, bilmediği bir
dilin sözdizimini de söküp yeniden üretemez. Bunun
yerine, üretim ilişkilerini temsil etmemek, hatta hiçbir
şeyi temsil etmemek gibi bir olanaksızlılığa (!) bel
bağlar ki sonunda kemirdiği ekspresyonu tümüyle
tüketmek durumuna düşer. Nitekim bugün vardığımız
yer, artık ekspresyonist dahi olunamayan acıklı bir
yoksulluktur.

O halde, modernist sanatın yakında tekrar aramıza


döneceğini müjdeliyoruz. Tabii bu kimi hüsranları da
beraberinde getirecektir. Örneğin, bugünkü kimi
kavramsal kolaycılıklar, maalesef olamayacaktır. Yine,
boyalarımızı yalnızca kendimiz veya dostlarımız için
yapacağımız, belki de meraklılarına satacağımız
resimlerde kullanacak olmamız da kuvvetle
muhtemeldir. Benzer şekilde, sergi salonlarındaki açılış

9
kokteyllerimizi de, sevip duvara astığımız tablolarımızı
da galiba çok özleyeceğiz. Yerleştirmelerin ve yontuların
kamusal alanlarda yaşama şansı olabilecekse de elle
tutulabilir nesne, resim sanatından uçup gidecek gibi
gözükmektedir. Hemen hemen kesin olan bir diğer
konuysa, ortada sanat adına salt görsel, salt işitsel ya
da salt yazınsal karakterde hemen hiçbir şeyin
kalmayacağıdır. Çünkü sanatın bunları aynı potada
eritecek mecrayı bulduktan sonra o mecraya sırt
çevireceğini düşünmek için ortada fazla sebep yoktur -
Nedir o mecra?

Modernin günümüzdeki en açık örneği olduğu


halde, nedense postmodernin alamet-i farikası olarak
algılamaya devam ettiğimiz bilgisayarla mutlaka
kınamamız/küçümsememiz gereken bir şeylerin
yapılmakta olduğu, çoğumuzun, çoğu aydınımızın
paylaştığı bir yanılgıdır. Bu, ne ayet ne kadı dinleyen,
ama şeytan icadı da olmayan bir saz dır artık.
Bilgisayarın kendisi esaslı bir temsildir; ama onun temsil
ettiği şey, kapitalizmin sanal gerçekliğinden ibaret
değildir. Milyonlarca insanın bağlandığı iyi kötü, küresel
bir ağ, adeta organik bir aygıt vardır bugün elimizde. Bu
insanların hiçbir gerçek ve insani iletişimde
bulunmadıkları, orada kendilerini değil de fantastik
kişiliklerini ifade ettikleri, kapitalizmin manipülasyonuna
tamamen açık bir mutsuz bilinçle porno ve reklam
çöplüğüne batmış, asosyal mahluklar oldukları vb.,
içinde insana dair en ufak bir güven taşımayan, bir
yönüyle tutucu ve korkak, diğer yönüyle aşağılayıcı ve
saldırgan önyargılarla dile getirilen şey, bir tür
fantazmadan veya bir tür gotik korkudan öteye
geçemez. Belki bizim de aralarına dahil olduğumuz bu
insanlar, hiç kuşkusuz, bizim de dönmemiş olduğumuz
gibi, Rousseau’cu bir özlemle tekrar doğaya
dönmeyecekler veya özgürlük yolunda önceki
kuşakların verdiği mücadeleyi aynı şekilde

10
sürdürmeyeceklerdir. Bilgisayar, ne kutsanacak bir
meta ne de lanetlenecek bir canavardır; olsa olsa, gücü
mertebesinde elbette büyük tehlikelere de gebe bir
gereçtir. Bu gereç, ikili kodun ve etkileşimin tüm
gizilgücüyle yakın geleceğin modern dijital sanatına
sahne olacaktır ki bu yönde ilk yapıtlar verilmiştir. Ama
yapıt ın ne olduğuna dair fikrimizi de kökten
değiştirecek kadar atipik olan/olacak bu yapıtların,
örneğin resim sanatının tuvalle yüzlerce senede
katettiği yolu on senede katetmesini de beklememek
gerekir. Her şeyden önce alışkanlıklar gözden
geçirilmeli ve - varsa - ileri gitmiş/geri kalmış saatler,
Apollinaire’in şaşırtıcı dehasının görebildiği tam şimdi ye
ayarlanmalıdır.

Biz türkler, tarihimizi tarihinde resmedemedik. O


güzel treni kaçırdığımıza ne kadar üzülsek az, ne kadar
hayıflansak geç ve faydasız bugün.

Özcan Türkmen, 07/07/05

11

You might also like