Professional Documents
Culture Documents
Her şeyden önce kısa bir tarihsel-tanımsal çerçeve belirlemek yararlı olacaktır: Sanat,
büyük ölçüde “homo ludens”ler, “homo brevis”ler de olan biz “homo sapiens”lerin
tarihimizdeki kimi yaratıcı etkinliklerimizle, bu etkinliklerin sonuçları olarak ortaya çıkan
kimi yapıtların ancak yine aynı tarih içinde oluşturulmuş bir öykü, bir disiplin (sanat tarihi)
çerçevesinde incelenmesiyle varolan bir olgudur. Bilimin ve felsefenin temelindeki dürtü
“merak”sa sanatın temelindeki dürtü “yaratmak”tır, denebilir. Fakat biz tarihli, bellekli
varlıklar olduğumuz ve anlama yetisine sahip olduğumuz için, bu ve benzeri dürtülerimizin
zaman içindeki sonuçlarını bir öykü dahilinde idrak etmek, sınıflandırmak, disipline etmek
gereğini duyarız ki bu da düpedüz bir başka dürtü değilse anlama yetimizin kaçınılmaz bir
sonucudur. Anlama yetisinin bu tarihsel-toplumsal bağlamı nedeniyledir ki meraklarımızın,
düşünmelerimizin, yaratmalarımızın sonuçları zamanla bir “elek”ten geçmek, öncesiyle ve bir
arada bulunduklarıyla kıyaslanmak zorunda kalırlar. İşte düşünüp yazdığımız her şeyin felsefe
olamamasının, yarattığımız her şeyin sanat olamamasının ve merak ettiklerimizin sonucunda
bulguladıklarımızın hepsinin bilim olamamasının açıklaması budur. Başka bir deyişle,
saydığım bu alanlar, anlama yetisinin gerekleri, belleğin seçiciliği, toplumsallık ve ölümsüz
olmayışımız nedeniyle, zaman içinde kendiliğinden seçici ve ayrımcıdırlar. Tarih, her olguyu
yan yana koyamaz ya da insanlık geçmişte belirli bir amaçla aynı etkinlikte bulunmuş kişileri
eşitlikçi bir tutumla anımsayamaz. Tersine bir beklenti, zamanın ve insanlığın insafsızlığından
çok, bizim ölümlü ve çocuksu narsisizmimizi işaret eder. Demek ki ağırlıkla Amerikan
damgasını taşıyan II. Dünya Savaşı sonrası sanat pratiğinin geçmiş sanata dair en büyük
saldırı argümanlarından biri olan elitizm, ideolojik bir paradigma olmaktan çok önce ve çok
öte, bizzat toplumsallığımızın, belleğimizin, ölümlülüğümüzün ve anlama yetimizin doğasıyla
ilintilidir. Sanat, hiç de Arthur C. Danto’nun savladığı ya da görmek istediği gibi güncelle,
herhangi bir sanat kuramıyla ya da eleştirmenlerden, izleyicilerden, yatırımcılardan vb
oluşmuş bir sanat dünyasıyla “bağımlı belirlenim” ilişkisi içinde değildir. Yani sanat ne
bunlara bağımlıdır ne de bunlar tarafından belirlenir. Tersine, bunları zamanla kendi formel
öyküsünü izleyen sanatın kendisi inşa eder. Evet, sanatın iç öyküsü “formel”dir; zamanın ruhu
açısından ikna edici bulunmayan formların terki ve yıkımı üzerine yeni form önermelerinin
öyküsüdür. Üstelik bu öykü, tıpkı bilimin öyküsü gibi, toplumsal tarihimizin tüm ekonomi-
politik olarak belirlenmiş ideolojik uğraklarına karşın görece bir “özerkliğe” sahiptir; çünkü
kendi tarihi içinde refleksif bir soyutlamayla kendi üzerine katlanarak kendi içinden “form”
kavramını ve bilincini çıkarabilmiştir. Eş deyişle, toplumlar köleci, feodal, kapitalist vb
olurlar ve bilimcilerle sanatçılar kah aristokrasinin kah burjuvazinin emrindedirler; ama yine
de bilimin temelini bilebildiğimiz en kesinlikli uslamlama dili olan matematik, sanatın
temelini de salt duyusal olanın dili olan form oluşturmaya devam eder. Kant, estetik
1
deneyimlemeyi, kılı kırk yararak “anlama yetimizi form aracılığıyla özgür bir oyuna davet
eden” diye idafe eder. Günümüz sanatının formu, formun dününü, sorunlarını ve niteliğini
hiçe sayması, içeriğe, espriye, jeste, protestoya, kurama, metne, popülizme, pop’a, kitsch’e,
pastişe tutunmaya çalışması form denen zahmetli kabustan (insan burada Ulysses’te Stephen
Daedalus’a “tarih benim kaçmak istediğim bir kabustur” dedirten Joyce’u anımsıyor)
kaçmaya çalışmanın umarsızlığı değilse nedir? Matematiksiz bir bilimi, formsuz bir sanatı mı
kekeletmeye çalışıyoruz, yoksa insanlığın devasa birikimi artık omuzlayamayacağımız kadar
fazla geldi de bundan böyle görmemeyi, bilmemeyi mi tercih ediyoruz? Bu Dünya’dan
herhangi bir ölümlü olarak geçip giderken, anladığım bir parça bir şey varsa diyorum ki
bugünün kavramsal ağırlıklı sanatı tam da form problemi olmadığı için ve sanatın kavramla
ilişkisi son derecede sorunlu olduğu – daha doğrusu, sanatın epistemolojik değeri tam da onun
kavramsız form inşasında yattığı - için ölü doğmuştur ve yaşamayacaktır. Geleceğin şayet
epistemolojik suikast değilse epistemolojik felaket olarak elinin tersiyle iteceği, tam bir acz
pasajından geçiyoruz ne yazık ki. Göz’el olanda gözün, işitsel olanda kulağın, dilsel olanda
dilin unutuluşu sayesinde, medyatik dezenformasyonun başarılarını gölgelediği bir
enformasyon çağındaki tözünü inkar eden bu yitiklik sayesindedir ki aradan yaklaşık yüzyıl
geçmesine karşın resimde, müzikte, edebiyatta eski ustaları halen selamlamaya devam
etmekteyiz.
2
Ne diyelim, birazcık mutlu olup kıvanmayı ben de çok isterim, ama yutulacak dolma
mı şimdi bu? Mekanları karikatür dergilerinin inceliğini aratacak pornografik ve düzeysiz
esprilerle ve parkalinç destursuzluğu / düstursuzluğu ile doldur, Beral Madra’nın da yazmış
olduğu gibi bir “lunapark”a çevir, sonra da sanki bu mekanları açılış gecesinde “süpeeer”
nidaları yankılanan kimi kentsoylularla değil de Gülhane Şenlikleri’ne katılan varoş
sakinleriyle doldurmuşsun gibi devrimci, halkçı geçin – Pes. Bu kadarına pes diyor ve görsel
sanatları yakından tanıdığını bildiğim, şehrimizin kültürel yaşamına birçok katkısından ötürü
değer verdiğim Eczacıbaşı’na bienalle yollarını ayırmasını naçizane öneriyorum. Başlarında
avangart yeller esen genç sanat işçilerinin ise tutarlı ve dürüst davranıp işlerini bienal
mekanları yerine doğrudan sokaklarda ve alternatif mekanlarda sergilemelerini dilerim.
Çünkü “egolarımızdan kaçarak” “iyimserlik”le yakaladığımız bu “tutku ve dalga”,
“İstanbul”u “şiirsel adalet”e taşımıyor; sadece reklama hizmet ediyor. Bir de Hanru’nun
metninde bahsettiği şu “iyimserlik” gücünü, kaynağını nereden alacak, anlamış değilim;
çünkü yazıda bu belirtilmiyor. Kendi adıma, insanlığın geleceği, 3. Dünya, modernizm vb
konularda iyimser olsam da küratörler, bienaller ve genelde kavramsal postmodernist sanatın
geleceği konusunda karamsarım.
Özcan Türkmen
17/10/2007