You are on page 1of 3

EGO-KAÇ İYİMSERLİĞİYLE YAKALAYACAĞIMIZ BU TUTKU VE DALGALAR

İSTANBUL’U ŞİİRSEL ADALETE TAŞIR MI?

Bu kez lafı dolaştırmadan ve hemen söylüyorum: Ben günümüz kavramsal “sanat”ına,


bienal türü bu etkinliklerin star-küratörleri ile star-sanatçılarına ister sanat isterse politik
eylemlilik babında inanmıyorum. O yüzden 10. Uluslararası İstanbul Bienali ve Hou Hanru
özelinde bir şeyler söylemeyi de küratörlerin ve onların safındaki sanat cv’cilerinin
kendilerine bırakıyorum. Benim “dışardan biri” olarak meramım, bu postmodernist zamanları
ve değerleri, mümkün öznel hakikatliliğimde tarihsel olarak yerli yerine oturtmaya gayret
etmekten ibarettir. İşte bu amaçla güncel sanat pratiklerine itirazlarımı bir kez daha ifade
etmek istiyorum.

Her şeyden önce kısa bir tarihsel-tanımsal çerçeve belirlemek yararlı olacaktır: Sanat,
büyük ölçüde “homo ludens”ler, “homo brevis”ler de olan biz “homo sapiens”lerin
tarihimizdeki kimi yaratıcı etkinliklerimizle, bu etkinliklerin sonuçları olarak ortaya çıkan
kimi yapıtların ancak yine aynı tarih içinde oluşturulmuş bir öykü, bir disiplin (sanat tarihi)
çerçevesinde incelenmesiyle varolan bir olgudur. Bilimin ve felsefenin temelindeki dürtü
“merak”sa sanatın temelindeki dürtü “yaratmak”tır, denebilir. Fakat biz tarihli, bellekli
varlıklar olduğumuz ve anlama yetisine sahip olduğumuz için, bu ve benzeri dürtülerimizin
zaman içindeki sonuçlarını bir öykü dahilinde idrak etmek, sınıflandırmak, disipline etmek
gereğini duyarız ki bu da düpedüz bir başka dürtü değilse anlama yetimizin kaçınılmaz bir
sonucudur. Anlama yetisinin bu tarihsel-toplumsal bağlamı nedeniyledir ki meraklarımızın,
düşünmelerimizin, yaratmalarımızın sonuçları zamanla bir “elek”ten geçmek, öncesiyle ve bir
arada bulunduklarıyla kıyaslanmak zorunda kalırlar. İşte düşünüp yazdığımız her şeyin felsefe
olamamasının, yarattığımız her şeyin sanat olamamasının ve merak ettiklerimizin sonucunda
bulguladıklarımızın hepsinin bilim olamamasının açıklaması budur. Başka bir deyişle,
saydığım bu alanlar, anlama yetisinin gerekleri, belleğin seçiciliği, toplumsallık ve ölümsüz
olmayışımız nedeniyle, zaman içinde kendiliğinden seçici ve ayrımcıdırlar. Tarih, her olguyu
yan yana koyamaz ya da insanlık geçmişte belirli bir amaçla aynı etkinlikte bulunmuş kişileri
eşitlikçi bir tutumla anımsayamaz. Tersine bir beklenti, zamanın ve insanlığın insafsızlığından
çok, bizim ölümlü ve çocuksu narsisizmimizi işaret eder. Demek ki ağırlıkla Amerikan
damgasını taşıyan II. Dünya Savaşı sonrası sanat pratiğinin geçmiş sanata dair en büyük
saldırı argümanlarından biri olan elitizm, ideolojik bir paradigma olmaktan çok önce ve çok
öte, bizzat toplumsallığımızın, belleğimizin, ölümlülüğümüzün ve anlama yetimizin doğasıyla
ilintilidir. Sanat, hiç de Arthur C. Danto’nun savladığı ya da görmek istediği gibi güncelle,
herhangi bir sanat kuramıyla ya da eleştirmenlerden, izleyicilerden, yatırımcılardan vb
oluşmuş bir sanat dünyasıyla “bağımlı belirlenim” ilişkisi içinde değildir. Yani sanat ne
bunlara bağımlıdır ne de bunlar tarafından belirlenir. Tersine, bunları zamanla kendi formel
öyküsünü izleyen sanatın kendisi inşa eder. Evet, sanatın iç öyküsü “formel”dir; zamanın ruhu
açısından ikna edici bulunmayan formların terki ve yıkımı üzerine yeni form önermelerinin
öyküsüdür. Üstelik bu öykü, tıpkı bilimin öyküsü gibi, toplumsal tarihimizin tüm ekonomi-
politik olarak belirlenmiş ideolojik uğraklarına karşın görece bir “özerkliğe” sahiptir; çünkü
kendi tarihi içinde refleksif bir soyutlamayla kendi üzerine katlanarak kendi içinden “form”
kavramını ve bilincini çıkarabilmiştir. Eş deyişle, toplumlar köleci, feodal, kapitalist vb
olurlar ve bilimcilerle sanatçılar kah aristokrasinin kah burjuvazinin emrindedirler; ama yine
de bilimin temelini bilebildiğimiz en kesinlikli uslamlama dili olan matematik, sanatın
temelini de salt duyusal olanın dili olan form oluşturmaya devam eder. Kant, estetik

1
deneyimlemeyi, kılı kırk yararak “anlama yetimizi form aracılığıyla özgür bir oyuna davet
eden” diye idafe eder. Günümüz sanatının formu, formun dününü, sorunlarını ve niteliğini
hiçe sayması, içeriğe, espriye, jeste, protestoya, kurama, metne, popülizme, pop’a, kitsch’e,
pastişe tutunmaya çalışması form denen zahmetli kabustan (insan burada Ulysses’te Stephen
Daedalus’a “tarih benim kaçmak istediğim bir kabustur” dedirten Joyce’u anımsıyor)
kaçmaya çalışmanın umarsızlığı değilse nedir? Matematiksiz bir bilimi, formsuz bir sanatı mı
kekeletmeye çalışıyoruz, yoksa insanlığın devasa birikimi artık omuzlayamayacağımız kadar
fazla geldi de bundan böyle görmemeyi, bilmemeyi mi tercih ediyoruz? Bu Dünya’dan
herhangi bir ölümlü olarak geçip giderken, anladığım bir parça bir şey varsa diyorum ki
bugünün kavramsal ağırlıklı sanatı tam da form problemi olmadığı için ve sanatın kavramla
ilişkisi son derecede sorunlu olduğu – daha doğrusu, sanatın epistemolojik değeri tam da onun
kavramsız form inşasında yattığı - için ölü doğmuştur ve yaşamayacaktır. Geleceğin şayet
epistemolojik suikast değilse epistemolojik felaket olarak elinin tersiyle iteceği, tam bir acz
pasajından geçiyoruz ne yazık ki. Göz’el olanda gözün, işitsel olanda kulağın, dilsel olanda
dilin unutuluşu sayesinde, medyatik dezenformasyonun başarılarını gölgelediği bir
enformasyon çağındaki tözünü inkar eden bu yitiklik sayesindedir ki aradan yaklaşık yüzyıl
geçmesine karşın resimde, müzikte, edebiyatta eski ustaları halen selamlamaya devam
etmekteyiz.

Bu vahim durum karşısında günümüz küratörlerine ve kavramsal sanatçılarına dönüp


baktığımızda ise zafer çığlıkları, coşku ve kahkahayla karşılaşıyoruz. Haklılar, çünkü onlar
problemi tam da Dostoyevski’nin Büyük Engizitörü’nün çözdüğü gibi çözdüler: Problem,
problemi ortaya koyanların kendileriydi. Postyapısalcılar sayesinde artık insanlık olarak
geçmişteki bütün düşünüş hatalarımızdan arınmış bulunuyoruz. Her şeyi bilmekteyiz ve tüm
sorunların çözümüne ulaşmış durumdayız. Çünkü binlerce yıldır birlikte yaşamamıza rağmen
salt ideolojik körlüğümüzden ötürü görememiş olduğumuz yanıbaşımızdaki “öteki”ni ancak
şimdi görebildik. Bundan böyle zinhar emperyalist olmayacağız, sömürmeyeceğiz ve
gücümüzün temelinde yer alan bilginin sonuçlarını bilgiden mahrum olanların aleyhine
kullanmayacağız. Çünkü mülkiyet kavgalarımızın nedeni olan o kaba maddeyi arzulamaktan
arındık ve bunun yerine kültürlerin kapsayıcı tinselliğini koyduk. Bu kadar akıllanmamıza
rağmen Irak’taysak verdiğimiz geçici rahatsızlıktan ötürü özür diler ve sizi iyimserliği
sürdürmeye davet ederiz. Yeni bir imparatorluğun kuruluş sancılarını yaşamakta olduğumuzu
anlıyor musunuz? Bu, gerçekte Soğuk Savaş’ın bitimine, Aydınlanma Avrupa’sı karşısında
Amerika’nın kazandığı zafere, iletişim devriminin henüz baş aşağı duruşuna, kendine
sınırsızca yol açarken emeğin önünü kesmeye devam eden global sermayeye, kapitalizmin
günah çıkarma partisine katılışın keyfine kadeh kaldıranlar bana Antik Yunan’dan sonraki
Roma’yı, İlkçağ’dan sonraki Ortaçağ’ı hatırlatıyorlar. Gerek sanat tarihinde gerekse toplumsal
tarihte görürüz ki “zamansal sonralık” tek başına anlamlı ve tutunulacak bir şey değildir. Hele
ki cehaletin, kolaycılığın insanın dolaylı-dolaysız her türlü bilme etkinliğinde hiçbir yeri
yoktur. Ne kadar güzel değil mi, savaş yıllarının Avrupa’daki dönemsel ve karamsar Dada
hakikatliliğinin Duchamps bozunumu üzerinden Yeni Topraklar’a varıp pop-star kültünün
çarklarında harcanmış Amerikan soyut ekspresyonistlerinden sonra ulaştığı neo-dada sanatsal
nihilizminin kapitalizmin kadim nihilizmiyle buluşması sayesinde bugün, sponsor desteğiyle
devrimci bir star olabiliyorsunuz; hem politik eylemci hem de sanatçı olabiliyorsunuz; hem
üst-düzey bir kavramsal elit hem de bir halk adamı olabiliyorsunuz; bir taşla bir sürü kuş
vurabiliyorsunuz. Olan, Picasso’yla Che’ye olmuş gözüküyor; yaşasalar her halde iyimser
Hanru’yu ve mütevazı Esche’yi çok kıskanırlardı.

2
Ne diyelim, birazcık mutlu olup kıvanmayı ben de çok isterim, ama yutulacak dolma
mı şimdi bu? Mekanları karikatür dergilerinin inceliğini aratacak pornografik ve düzeysiz
esprilerle ve parkalinç destursuzluğu / düstursuzluğu ile doldur, Beral Madra’nın da yazmış
olduğu gibi bir “lunapark”a çevir, sonra da sanki bu mekanları açılış gecesinde “süpeeer”
nidaları yankılanan kimi kentsoylularla değil de Gülhane Şenlikleri’ne katılan varoş
sakinleriyle doldurmuşsun gibi devrimci, halkçı geçin – Pes. Bu kadarına pes diyor ve görsel
sanatları yakından tanıdığını bildiğim, şehrimizin kültürel yaşamına birçok katkısından ötürü
değer verdiğim Eczacıbaşı’na bienalle yollarını ayırmasını naçizane öneriyorum. Başlarında
avangart yeller esen genç sanat işçilerinin ise tutarlı ve dürüst davranıp işlerini bienal
mekanları yerine doğrudan sokaklarda ve alternatif mekanlarda sergilemelerini dilerim.
Çünkü “egolarımızdan kaçarak” “iyimserlik”le yakaladığımız bu “tutku ve dalga”,
“İstanbul”u “şiirsel adalet”e taşımıyor; sadece reklama hizmet ediyor. Bir de Hanru’nun
metninde bahsettiği şu “iyimserlik” gücünü, kaynağını nereden alacak, anlamış değilim;
çünkü yazıda bu belirtilmiyor. Kendi adıma, insanlığın geleceği, 3. Dünya, modernizm vb
konularda iyimser olsam da küratörler, bienaller ve genelde kavramsal postmodernist sanatın
geleceği konusunda karamsarım.

Özcan Türkmen
17/10/2007

You might also like