You are on page 1of 2

BRECH’TİMİS ÇOK YAŞA !

Bir gece Beyoğlu’nda ayak üstü sohbet ettiğim, İTÜ Tiyatro Kulübü’nden bir TİMİS
(Tİyatro Miyatro İStanbul) oyuncusundan Üç Kuruşluk Opera’nın 25 Nisan’daki gösterimine
nazik bir davet aldım. O gece bu oyunu mutlaka göreceğime dair kendi kendime, sessiz bir
söz verdim. Her şeyden önce, Brecht’in kağıtları kendine has bir Almanca ile dolduran
kalemini Weill’ın yıllarca dilimden düşürmemiş olduğum şarkıları ile buluşturmuş bir
“Dreigroschenoper” benim için herhangi bir oyun değildi.Ayrıca oyunun sahneleneceği
Kültür ve Sanat Birliği (KSB) binası ve onun oditoryumu da eski bir İTÜ’lü olarak benim için
pek çok anıyla dolu, özel mekanlardı.

Böylece oyun günü kafam Brecht’in sözleri, Weill’ın şarkıları ve İTÜ’deki günlerin
anıları ile dolup taşarak belki on yılı aşkın bir süreden sonra ilk kez KSB’ye geldim.
Heyecanlı, memnun ve meraklıydım. Öteden beri fazlaca basık olduğundan yakındığımız
oditoryumda bana sanki bizim zamanımızdakinden daha neşeli görünen bir izleyici
topluluğunun arasında kendime sahneyi çapraz açıdan gören bir yer buldum. Bir süre sonra
ışıklar söndü ve Macheath’in Soho’nun orta yerinde söylediği şarkı başladı. Bu, sözleri uysa
da Weill’ınkinden hayli farklı, ama en az onun kadar iddialı ve akılda kalıcı, özgün bir
şarkıydı. Darbukanın eşliği “mavi nota”lı şarkıya oryantal bir hava da katmıştı. Sahnede tam
da olması gerektiği gibi ince, uzun, bıçkın, delikanlı bir Macheath gördük. Derken darbukayla
coşan Mac sahneyi kendisi gibi beyaz eldiven giymiş arkadaşlarına bıraktı. Artık Peachum’un
dilenci çetesiyle baş başaydık.

Yetenekli ve enerjik TİMİS oyuncuları tarafından iki perde halinde sunulan üç


perdelik “opera”, insana zamanın geçtiğini unutturacak denli başarılıydı. Oyun süresince,
itiraf etmeliyim ki beklediğimden daha sıkı bir performansla, özgün şarkılar, buluşlar ve
yorumlarla karşılaştım. Kuşku yok ki şimdiye dek oynanmış en genç, en dinamizm yüklü
Brecht’lerden biriydi izlediğim. İyi kullanılmış ışığın darbuka “güm”ü ve hareketsiz
oyuncularla birlikte oluşturduğu yabancılaştırma etkisi, karanlıkta oynaşıp duran tehditkar
oldukları kadar davetkar beyaz eller, rollerini değiştiren ve/veya birbirlerinden rol çalan
oyuncular, “grotesk”in ses ve görüntü, jest ve mimik olarak tam yerli yerine oturuşu, özenli
koreografi, günceli yakalayan bu anti-otoriter, anti-patriyarkal okuma unutulacak gibi değil!
İzleyicisini de zaman zaman aşan ve yadırgatan bu oyunun, bir teknik üniversite olarak ne
yazık ki kültür ve sanata arzu edilen ölçüde yatırım yapmayan İTÜde, ancak büyük bir özveri
ve inancın alt edebileceği, son derecede kısıtlı imkanlarla, üstelik çoğu tiyatro serüvenlerinin
çok başındaki yaklaşık bu otuz genç tarafından böylesine özgün ve başarılı bir şekilde
kotarılmış olması heyecan ve gurur verici. Bu başarının İTÜ’de bundan sonra köklü bir
gelenek oluşturacağına ve üniversite yönetimini öğrencilerin gelişimlerini felsefe, sanat ve
tarih toplantıları gibi, felsefe kulübünün yeniden hayata geçirilmesi gibi etkinliklerle daha çok
desteklemek gerektiği konusunda ikna edeceğine inanıyorum.

Aslında oyunun içtenlikle kaleme alınmış sunuş yazısını okuduğunuzda TİMİS’in


başarısının nedensiz ya da rastlantısal olmadığını kolayca görebiliyorsunuz. Benjamin’in
küçük burjuvaya ilişkin sözlerine yer veren ve “normal”, “toplumdışı”, “sorumluluk”,
“tarihsel süreç”, “kapitalizm”, “biz” vb demode(!) vurgular yapan bu yazı, tarihsel bir bilinci
ve farkındalığı bugünün koşullarına taşıyabilen, bunun yanı sıra güncel saptamalar da
yapabilen, sağlam bir temelin varlığını gösteriyor. Hiyerarşik bir yapılanmanın dışında
kalmayı yeğlediklerini, eldeki metinle yetinmeyip feminist ve postyapısalcı okumalardan da
yararlandıklarını söyleyen TİMİS oyuncuları, aynı zamanda “oyunun yazıldığı zamanın
şartlarında anlatılan ilişkilerin pek fazla değişmeden günümüzde de devam ettiğini gördük”
diye yazarken 12 Eylül’ü yaşamamış kuşakların hemen hiç göremedikleri bir şeyi
“görebildiklerini” de açığa vuruyor ve farklarını böylece ortaya koymuş oluyorlar. “Şu an
yaşanılan tüketim toplumunda bu sınıfsal farklılıklar artık eskisi kadar belirgin değildir ve
mücadelenin muhatapları daha büyük kesimleri kapsamaktadır” diye devam eden yazı,
“devinen yaşam koşullarının arkasında her zaman bozuk ve çürük bir şeyler arama
sorumluluğumuz devam ediyor” şeklinde, toplumsal sorumluluğa dair içinde vicdani
rahatsızlıklar ve samimi itiraflar da barındıran bir çağrıyla noktalanıyor. Bu samimiyeti
özellikle Scotland Yard’ın dilencileri copladığı sahneye, Peachum’un ve Macheath’in
“toplumdışı” iki insan, daha doğrusu iki “mikrop” olarak son sözlerine kattıkları yoğun
duyguyla pekiştiren genç oyuncular, hazır bulunduğum gösterimde izleyicinin de yapmış
olduğu gibi, ayakta alkışlanmayı hak ediyorlar.

Ama bu kadar söz yetsin. Okuluma torpil geçiyor değilim, yaratıcı bir etkinliği
değerlendirmek söz konusu olunca bunu kimseye yapmam; sadece şunu söylemek istedim:
Eğlenceli olduğu kadar “farkında”, amatör olduğu kadar “usta” bir oyun izlemek, içimizdeki
ruha ve güce olan inancınızı tazelemek istiyorsanız İTÜ KSB’ye buyrun!

Özcan Türkmen 26/04/07

You might also like