You are on page 1of 5

"BİR BİLANÇO"YU TARTIŞMAK

Karşı Sanat Çalışmaları dahilinde 8 Nisan - 31 Mayıs


2005 tarihleri arasında düzenlenecek "Bir Bilanço : 80'li
Yıllarda Türkiye'de Sanat Üretimi" başlıklı sergi için
hazırlanmış bulunan basın duyurusu, bize, sanat yapıtının
varlığı ve mahiyeti ile estetik kuramın, içine çektiği
herhangi bir nesneyi kuram aracılığıyla sanat kılması
arasındaki derin ayrım üzerinde tekrar düşünmek imkanı
vermektedir. Söz konusu ayrım, bu ve bunu takip edecek
yazılarımızın asıl konusunu oluşturacak olan, sanat
yapıtına dair, keskin epistemolojik ve ontolojik kavrayış
farklılıklarından kaynaklanmaktadır.

Sanat yapıtıyla kuram arasındaki problemli ilişkiye


odaklanmayı bir sonraki yazıya bırakarak, bu yazıda, daha
çok verili sergi metnini irdelemeyi amaçladık. Ancak, Erol
Göka'nın, metne referans olarak seçilen Küller Arasındaki
Ruh (Birikim Dergisi, 49. sayı) başlıklı yazısına geçmeden
önce, aklımıza takılıveren birkaç soruyla başlamak
istiyoruz: İlkin, sayın Madra'nın öne çıkardığı
"Anlatıl(a)mayanın Anlatılması" kavramında parantez içine
alınmış a'nın, hesaba katılması durumunda, tikel ya da
tümel istenç perspektifinden tutarsız bir anlama yol
açacağı açıktır. Çünkü "anlatılmamak" başka bir şeydir,
"anlatılamamak" ise apayrı bir şey. Nitekim Madra'nın, söz
konusu tutarsızlığı Göka'nın metnini kendi metniyle
ilişkilendirme boyutunda da sürdürdüğünü görüyoruz.
Gerçekten de Göka'nın metninde tam da metinlerin
doğasına içkin olduğu savlanan bir "anlatamama"
görüngüsünün altı postmodern düşünürlerden kimi
alıntılarla doldurulmaya çalışılırken Beral Madra'nın, bu
metni, sanatçıyla toplum arasındaki iletişim kanalında bir

1
tıkanıklık oluşturduğunu düşündüğü kimi kişi ve
kuruluşların(?) "anlatmama" haliyle bağlantılandırmış
olması ilginçtir. Göka'nın metni daha ziyade estetik
sorunlar etrafında belirlenirken, Madra'nın bunu izleyen
parağrafı, sanatın toplumsal alana maledilişine dair bir
şikayeti dile getirmektedir. Bu noktada, 80'li yıllardaki
İstanbul odaklı sanat üretimini tanımlayıcı bir içerik
taşıdığı düşüncesiyle seçilmiş olduğu söylenen, 93 tarihli
bir yazının; 2005 tarihinde, 80'li yıllara dair, estetik
meseleler üzerine olmayan bir başka yazıyla/sunumla
tuhaf bir şekilde harmanlanmasıyla karşı karşıyayız. Son
derece somut, dönemsel bir olgunun, söze dair temsil
sorunlarını "differend" bağlamında ele alır görünen,
yetersiz ama heyecanlı(!) bir özetle bu şekilde
bağlantılandırılması hangi gerekçelerle gerekli
görülmüştür? Sayın Madra, oniki yıl önce Erol Göka'nın
taşıdığı heyecanı burada hangi bağlamda paylaşmaktadır?
(Sayın Göka'nın heyecanının bugünkü akıbeti ise ayrı bir
merak konusudur).

Şimdi, sayın Göka'nın başvurulan metni ne


demektedir, onu irdeleyelim: Her şeyden önce, Erol Göka,
bizi entelektüel fiyaskolardan koruma konusunda giriştiği
mücadeleyi bir adım daha ileri götürse ve bizi, baz
almamız gereken, "hakiki" postmodern yaşantı
fenomenleri konusunda bilgilendirseydi kuşkusuz daha
memnun olacaktık. Gerçi Göka, söz konusu fenomenlerin
"mevcut dünya"da gerçekleştiklerini de kabul etmektedir.
Yine de sayın Göka, yazısını kaleme aldığı sıralarda
kimilerinin başına musallat olabilmiş "Marx'ın
Hayaletleri"nden azat olmuş görünmektedir. "Mevcut
dünya" bir yana, diğer düşünürlerin arasında Lyotard'ın -
bu metin bağlamında- neden hiçbir sıfatı haketmediği, hiç
değilse "felsefi dünya" açısından dikkat çekicidir. Kaldı ki

2
Göka, yazısında diğerlerinden çok bu "sıfatsız" Lyotard'ın
görüşlerinden istifade etmektedir.

Göka'nın metninde im, representasyon, ibraz gibi


farklı dillerin bir arada kullanıldığını görmekteyiz.
Differend, presentasyon, representasyon gibi, Fransız
radikallerinin pek sevdikleri sözcükler metinde olduğu gibi
bırakılırken "sign" sözcüğünün Türkçe'de işaret,parola
anlamlarına gelen "im" sözcüğüyle karşılanması, bu
sözcükten "gösterge" anlamını çıkartabilmek için hayli
gayret sarfetmemizi gerektirmiştir. Gayret sarfetmemiz
gereken bir diğer noktaysa, felsefenin bugün nasıl olup da
"varoluşun saçakları" gibi, değme şaire eyvallah
dedirtecek metaforlara varacak denli estetize edildiğini
anlamaya ilişkindir. Böyle bir anlama çabasına kılavuzluk
edebilecek bu metne göre "saf ifade edemediğimiz" değil,
"saf ifade etmediğimiz", yani saf ifade etmek (?) özgürlük
ve/veya yetisinden bile isteye feragat ettiğimiz bir
"differend", varoluşumuzun saçaklarında bir sarkıtın
ucundaki bir damla nevi titreşip durmaktadır. Ama
binlerce, onbinlerce yıldır saçaklarda titreşip durduğu
halde, tek bir insan evladı bu "differend"i farkedememiş,
bu muazzam keşif Jacques Derrida'ya nasip olmuştur. Ve
fakat, aynı differend, farklı saçaklarda Heidegger'e nihil,
Ricoeur'e ise akıcı ve imlalı (?) bir dil şeklinde görünmüş
olmakla, bize, ifade içinde yanlış bir yere giren bir "söz"ün
çektiği "acı"nın belki on mislini çektirmiştir.

Göka, varoluşun saçaklarından, hoş bir sıçramayla, im


çağının cenaze töreninde Jacques Derrida'nın verdiği
heyecanlı bir söyleve geçmektedir: İm çağının sonu
gelmiş, "differend" kendini açığa vurmuştur! Burada,
şüphe yok ki, binlerce yıldır başımızın üzerinde vibrasyon
halindeyken şimdi nedense kendini açığa vurmaya karar

3
veren "differend"e teşekkür borçluyuz. Gerçi biz hala
"differend"in maskesi düşmüş halini ayan beyan görmüş
değiliz; yine de gösterenleri sürekli sürükleyerek bizi
gösterilenlerden kurtardığı için kendisine minnettarız.
Tabii, nasıl olduysa, bu açığa çıkış, bir yandan gerçek (?)
im-alemi öne çıkarmış, diğer yandan im çağını Hades'in
Ülkesi'ne yollamıştır. Cenaze merasimindeki söylevi
"postmodern, küller arasındaki ruhu ortaya çıkarma
girişimidir" şeklinde etkileyici bir son-alıntıyla noktalayan
Göka, burada gene bize daha fazla yardımcı olmayı
amaçlayarak, bu "külü ruhtan ayırma" tekniğinin
detaylarına girseydi belki bizi her türden fiyaskoya düşme
tehlikesinden ilelebet kurtarabilirdi.

Göka'nın bu manidar özeti (kolajı?), sadece dünya


fenomenlerinden değil, bizzat kendisinin saydığı isimlerin
kitaplarından tanıdığımız postmodernizmi konumlamak
bakımından yararlı bir metindir. Postmodernizm, - Niall
Lucy'nin vurgusunu da kullanarak - tek sözcükle ifade
etmek gerekirse, "romantik" bir söylemdir. Bu söylemin
kendisi, Peter Osborne'un belirttiği gibi, "öte-anlatının
ölümünü bildiren" anlatı olarak, "unutulmaya terk ettiği
anlatıların çoğundan büyük bir anlatı"dır. Batı felsefesine
dair cahilane bir "birleşik özne" masalı anlatarak bizden
bu masala inanmamızı bekleyen bu söylem (Terry
Eagleton), metafiziği metafizik yaparak ayıklayabileceği
yanılgısına düşmektedir. Daha vahim bir boyutta,
Eagleton'un uyardığı gibi, postmodernizm, "politik
enerjinin büyük bir kısmını gösteren e yöneltmeyi
başarmış" ve kendini "kapitalist toplumu taklit ederken
bulmuştur". Wittgenstein'ı dil oyunları döneminden
Tractatus'taki dil anlayışına gerileten akım, "yapısal" bir
yoldan, sonuçta genel bir epistemolojik belirsizliğe, asıl
iktidar sahiplerinin gizlenmesine ve kimliğimizin gizemli

4
"öteki"lerde aranması gerekliliğine varmıştır.

Erol Göka, bu yazısında, kendini "post" ekiyle


modernizme kuramsal mı tarihsel mi, hangi bakımdan
eklemlediği muğlak bir postmodernizmin bizzat
Derrida'nın "mevcudiyet metafiziği" veya "yapının
yapısallığı" vb. kavramlarıyla "içerden" etkisizleştirildiğini
unutmuş veya göz ardı ediyor görünmektedir. Diğer
taraftan, felsefe denince başlıca Nietzsche'ye, politika
denince de Hitler ve Stalin gibi kimi "kaka" adamlara
bakarak konuşmaktan pek öteye geçemeyen bu
akım'ın/akın'ın, moderne gösterdiği felsefi ve tarihsel
özensizliğin tersini bizden hangi hak ve gerekçelerle talep
ettiği hususu, çoğu zaman olduğu gibi, es geçilmektedir.

Öznenin söyleme indirgendiği bu hoş "Kırmızı Başlıklı


Kız ile Kurt" masalını biz epistemolojik kategoride antik
septiklerin veyahut ortaçağ nominalistlerinin ötesine
geçebilmiş saymıyor ve elinde züppece bir baltayla, belki
de bir Fransız giyotiniyle dolaşan bu bir "dantel
inceliğindeki" söylemi, bilgisiz bir özgürlüğü hayal eden,
Oedipal bir çocukluk olarak Alman Romantiklerinin yanına
koyuyoruz. Bir yandan da, Fransız Komünist Partisi denen
"baba"nın elinde çok çekmiş, belki de ilkgençliğini
yaşayamamış bu geç romantizmin, varoluşun
saçaklarında titreşen şeylerden çok önce, gözünün
önünde duran devasa yaratıkları görebilecek kadar
büyüyeceği günler gelecek mi, onu merak ediyoruz.

Sabahattin Tuncer , Özcan Türkmen 17/03/2005

You might also like