You are on page 1of 390

ORHAN HANÇERLÝOÐLU

Dört Bin Yýllýk Düsünce, Sanat ve Bilim Tarihinin Klasik Yapýtlarý Üzerine Elestirel Ýncele
6. Basým
Remzi Kitabevi
BÜYÜK FÝKÝR KÝTAPLARI DÝZÝSÝ, 8
Altýncý Basým, Eylül, 1995
YAZARIN ÖTEKÝ YAPITLARI
KARANLIK DÜNYA (Roman)
BÜYÜK BALIKLAR (Roman)
ÝNSANSIZ SEHÝR (Hikayeler)
OYUN (Roman)
EKÝLMEMÝS TOPRAKLAR (Roman)
ALÝ (Roman) (TDK Edebiyat Ödülü)
KUTU KUTU ÝÇÝNDE (Roman)
YEDÝNCÝ GÜN (Roman)
BORDAMIZA VURAN DENÝZ (Roman)
BASKA DÜNYALAR (3 Roman)
BÜTÜN ROMANLARI (Toplubasým, 2 cilt)
MUSAHÝPZADE CELAL (Ýnceleme)
ERDEM DÜSÜNCESI (Düsünce Tarihi'nin 1. cildi)
MUTLULUK DÜSÜNCESÝ (Düsünce Tarihi'nin 2. cildi)
ÖZGÜRLÜK DÜSÜNCESÝ (Düsünce Tarihi'nin 3. cildi)
FELSEFE SÖZLÜÐÜ
FELSEFE ANSÝKLOPEDÝSÝ (Kavramlar-Akýmlar, 7 cilt)
FELSEFE ANSÝKLOPEDÝSÝ (Düsünürler, 2 cilt)
EKONOMÝ SÖZLÜÐÜ
TÝCARET SÖZLÜÐÜ
ÝNANÇ SÖZLÜÐÜ
ÝSLAM ÝNANÇLARI SÖZLÜÐÜ
RUHBÝLÝM SÖZLÜÐÜ
TOPLUMBÝLÝM SÖZLÜÐÜ
TÜRK DÝLÝ SÖZLÜÐÜ
Remzi Kitabevi A.S.
Selvili Mescit S. 3 34440 Caðaloðlu-Ýstanbul
Tlf: 5116916-5220583, Fax: 5229055
BÝRÝNCÝ BASKIDAN ÖNCE
Bu yapýt; erdem, mutluluk ve özgürlük üstüne yaptýðým çalýsmalardan meydana gelmistir. Bu k
incelemeye giristiðim yýllarda böylesine bir bütünlemeyi düsünmemistim. Ne var ki her üç ka
tarihsel
serüveni zorunlu olarak birbirlerine baðlýydý ve sonunda kaynastýrýlmalarý gerekiyordu. Eli
deki yapýt, bu gereðin
ürünüdür.
O. H.
ÜÇÜNCÜ BASKIDAN ÖNCE
Daha önce söylediðim kaynastýrma islemini bu baskýda gelistirmeye çalýstým. Özellikle Kant,
Hegel gibi düsünürlerin sunulmasýnda ayrýntýlara girmek gereðini duydum. Buna karsý, kimi d
in de
gereksiz ayrýntýlarýný ayýkladým. Amacým, yapýtý daha bir derleyip toplamaktý. Öðrenmek ben
r.
Öðrendiklerimi özetleyip yayýmlarken bu mutluluðu okurlarýma da aktarmak istemistim. Ataç u
nýn bir zamanlar
dediði gibi; pek büyümsemeyin, ama pek de küçümsemeyin, yeter.
O. H.
BU BASKIDAN ÖNCE
Bir roman rahatlýðýyla okunmasýný istiyordum. Yeniden düzenledim ve gelistirdim. Kimi ayrýn
dan
vazgeçemedim, daha iyi açýklayabilmek için yeni ayrýntýlara da girdim. Düsüncenin tarihi, i
asma
sürecinin de tarihidir. Yýllarca önce yaptýðým çalýsmalarýn zorlamasýyla giristiðim bu öykü
bir
öykü deðildi. Eksiklerim var belki. Ama bunca yýllýk çalýsmanýn sonunda bir sey öðrendim: E
ve yanýlgýsýz bir yapýt yazmak olanaksýz. Bizler nasýl bizden öncekilerin eksiklerini gider
e çalýsmýzsak bizden
sonrakiler de bizim eksiklerimizi giderirler, yanýlgýlarýmýzý düzeltirler. Gelecek kusaklar
k daha gelismis
bilgilerine güvenerek hiçbir kusku duymadan yayýnlýyorum bu yapýtý. Elimden geleni yaptým.
O. H.
ÝÇÝNDEKÝLER
Gök Bosluðunda Bir Dünya
Suda Bir Hücre
Yasamak
Yeryüzünde Bir Ýnsan
Ýnsanda Bir Korku
Korkuda Bir Kavram
Kavramda Giz
Altýnçað
Özdeði Biçimlendiren Marduk
Tanrýlara Kafa Tutan Kral
Ölüler Kitabý
Evren-Tanrý
Aydýnlýk ve Karanlýk
Eloah'lar Arasmda Bir Yahova
Antikçað
Zeus
Dionysos
Apollon
Eros
Anteros
Aphrodite
Psykhe
Pan
Prometheus
Pandora
Uyum
Ýlk Fizikçiler
Kutsal Matematik
Karanlýklar Ýçinde Ýlk Isýk
Gök Bosluðunda Bir Zeka
Düssel Varsayýmlar Baslýyor
Büyük Öðütçüler
Mutluluk Köpeklikte
Mutluluk Keyfetmede
Alýnyazýsý
Düssel Bir Evren
Öðütler Yetmeyince
Her Ýse Yarayan Erdem
Theos ve Theoria
Süphe
Çiçekli Bir Bahçe
Direkler Arasýnda Bir Galeri
Baba ve Oðlu
Gerekli Olan
Ýki Kurum
Ýlk Kavga
Ýki Kavram
Dinsel Biresim
Tanrýya Götüren Üç Yol
Üç Üçüzlüler
Ortaçað
Bütün Bunlar Yetmeyince
Ýslam ve Düsüncesi
Tasavvuf
Ýnsanýn Ýnsanla Savasý
Ýnsanýn Kendisiyle Savasý
Yenidendoðus
Ýnsan ve Deliliði
Ayna
Bre Zavallý Ýnsan
Ütopya
Pasifik Okyanusunda Bir Ada
Günes Ülkesi
Atina'lý Timon
Düsünüyorum, Demek ki Varým
Karýnca'yla Yaban Keçisi
Tap ve Ýste
Bos Kaðýt
Her Sey Ýyidir
Yasasýn Bencillik
Defolun Ask ve Öcalma Duygularý
Aydýnlýk, Ama Kaç Mumluk?
Sakal Býrakma Özgürlüðü
Metafiziðe Karsý Fizik
Usun Sýnýrlarý
Krallýk Etmekten Býkýlýr mý?
Heykel
Ben
Ben Olmayan
Evrensel Ruh
Nane Ruhu
Tasý Parçalayan Mantar
Evet Diyen Ýnsan
Doktor Jekyll ve Mister Hyde
Üçüncü Yol
Her Sey Benim Ýçin
Öyleyse Yararlanalým
Suç ve Cezasý
Ask
Kazýk
Kaba ya da Ham
Kaba Ekonomi
Gerçek Aydýnlýk
Bilgi
Ýnsandýsý
XX'nci Yüzyýl Çalparalarla Baslýyor
Çalpara Orkestrasýnýn Sefi
Çocuklar Ýçin Özgürlük
Bilincin Altý ya da Dýsý
Asaðýlýk Duygusu
Bilimi de Býrakýn
Keyfinize Bakýn
Olmak ya da Olmamak
Saçma
Varlýðýn Bilimi
Varmýs Gibi
Varsayým
Metafiziðe Karsý Metafizik
Hayýr Diyen Ýnsan
Ýnsan Artýk Sade Ruh
Ýnsan Uzayýn Derinliklerinde
Biraz Daha Öðüt
Mutlu Olmak Ýçin Daðlara Týrmanmak Gerek
Mavi Kus
Evrenimiz Kýrmýzýya Kayýyor
Öðüt Dinlemeyen Ýnsan
GÖK BOSLUÐUNDA BÝR DÜNYA. Milyonlarca yýl önce, gök bosluðunda sýcak bir gaz bulutu belirdi
lut,
uzun bir gelisme sonunda dünyamýz olacak. Biz insanlar, acý ve tatlý bütün serüvenlerimizi
n üstünde
yasayacaðýz: Öykümüz, günesin parlak ýsýklarý altýnda renklenen bu bulutla baslýyor. Sýcakl
hidrojen ve oksijen biresimini göðe uçurduðunu varsayýyoruz. Yasamýmýzýn gerçeklesmesi için
su kalýn bir
bulut halinde dünyamýzý çevrelemis olmalý. Yoksa dünyamýz soðuyamazdý. Bu, öylesine kalýn b
ki günes
ýsýnlarýnýn dünyamýza ulasmasýna engel oluyordu. Dünyamýz karanlýktý, bundan ötürü de soðum
Soðuma, milyonlarca yýl sürmüstür herhalde. Isý, kaynama derecesinin altýna düstüðü zaman,
çevreleyen
bulut saðanaklar halinde bosanmaya baslamýstýr. Böyle olmasaydý suyu nereden bulabilirdik?
Dünyamýzdaki
bosluklar sularla dolmustur. Yaðmurlarýn tuzsuz olduðunu biliyoruz. Tuz, okyanuslara,
uzun jeolojik çaðlar
boyunca kara parçalarýndan tasýnmýstýr: Ýnsan tohumlarýnýn varlasabilmesi için tuzlu sular
ordu.
SUDA BÝR HÜCRE. Canlýlýðýn gerçeklesebilmesi için hücre (cellule) yasamýna elverisli bir or
alýydý.
Ýste, canlýlýðýn ilk adýmý olan hücre, okyanuslarýn bu tuzlu sularýnda gerçeklesmis olmalý.
n,
hidrokarbonlarýn, tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon bilesimlerinden meydana g
eldiðini tanýtlamýs bulunuyor.
Okyanuslarda erimis olarak bulunan hidrokarbonlarýn birbirleriyle birleserek gitti
kçe daha gelismis bilesikler
meydana getirmis olmalarý düsünülebilir. Kimya laboratuvarlarýnda yapýlabilen bu bilesikler
n, genis okyanus
laboratuvarlarýnda da yapýlabileceði yadsýnamaz. Bu bilesiklerin içinde, canlýlýðýn temel ö
proteinler de
vardýr. Proteinler, amino asitler denilen çok küçük parçacýklardan meydana gelmislerdir. Ýç
karbon,
hidrojen,
oksijen, azot ve kimi durumlarda da fosfor ve kükürtlü elementler bulunur. Canlýlýðýn en ge
li özdeði olan
enzimler de proteinlerden baska bir sey deðildirler. Canlý hücrenin plazmasýnýn büyük bölüm
dir. Bütün
canlý organizmalarýn bilesimini meydana getiren bu canlý özdeðe protoplazma denir. En küçüð
büyüðüne
kadar bütün canlýlar, içlerinde protoplazma bulunan hücrelerden dokunmustur.
YASAMAK. Yasamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Tasýyla topraðýyla, göðüyle yýldýzýyla t
yasamakta. Ama biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiðimiz kýmýltýlar ölçüsünde kul
kilerle
hayvanlarý canlý, bunlarýn dýsýndaki tüm nesneleri cansýz saymýsýz. Öyle olsun. Biz de, ger
ir baslangýç
olduðu halde bizlere pek uzun gelen insanlýk serüvenimizde bu yanlýs anlamý sürdüreceðiz. B
amda yasam,
protein özdeðinin varlýk biçimidir ve bütün gizleri çözümlenmistir: Yasam, bir özdeðin (mad
a bir
özdekten bir seyler almasý ve baska özdeklere bir seyler vermesiyle gerçeklesiyor. Canla
nma, böylesine bir
alýsverisle baslamaktadýr. Bu alýsverisi saðlayan da doðanýn yansýma (in'ikas, reflexion) ö
dir. Doðada her
nesne baska nesneleri yansýtýr ve baska nesnelerde yansýr. Cansýz doðada bu yansýma, örneði
un günesi
yansýtmasý ve günesin suda yansýmasý gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansýma, uzun bir ge
isme süreci sonunda,
protein özdeðinde aktif bir yansýmaya ulasmýstýr. Protein özdeði, artýk çevresinin etkileri
f tepkiler
göstermeye
baslýyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda bulunduðu bir enerji harcýyor. D
emek ki bu enerjiyi
çevresinden geri alma yeteneðini olusturmaktan baska çýkar bir yolu yok. Protein özdeðinin
resiyle bu sürekli
özdek alýsverisi mayalanma (fermentation) özelliðini olusturmustur. Mayalanma da, zorunl
u olarak, metabolizma
(deðistirme ve dönüstürme) olayýný gerçeklestiriyor. Metabolizma çeliskili bir süreçtir, he
ayrýstýrýr.
Bir yandan besinsel özdekler canlý dokulara dönüstürülürken, öbür yandan canlý dokular cans
dönüstürülür. Soðuyan gaz bulutundaki o güzelim yasam, böylelikle baslar: Cansýz doðadaki y
canlý
organizmanýn olusumuyla yasambilimsel (biyolojik) bir yansýmaya, uyarýlganlýða (tenbih yet
eneðine) dönüsmüstür.
Canlý organizmanýn gelismesi, zamanla, daha yüksek bir yansýtma biçimi olan duyum (ihsas)'
larý olusturacaktýr.
Giderek, çok daha yetkin bir yansýtma aracý olan sinir sistemleri meydana gelecektir.
Canlý organizmanýn en
gelismis biçimi olan insandaysa düsünme ve bilgi edinme süreci, çok özellesmis bulunan bu s
nirler aracýlýðýyla
baslar. Ýnsanýn dýsýnda bulunan tüm nesnel gerçeklik bu sinirler aracýlýðýyla yansýr ve bil
var ki, kýsaca
özetlediðimiz bu pek açýk ve yalýn sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimsel çabalarý
ularý gerekmistir.
YERYÜZÜNDE BÝR ÝNSAN. Taslardan, topraklardan, madenlerden; bitkilerden, hayvanlardan in
sana kadar
gelen bu süreç, ne türlü bir süreçtir? Bu akýl durdurucu görünümün altýnda yatan nedir?
Simdi artýk bu çok yalýn doða yasasýný açýk seçik biliyoruz. Milyonlarca yýl süren bu drama
altýnda
yatan, doðanýn evrensel evrim yasasý'dýr. Ama bu yasayý bilimsel olarak açýklayabilmek için
les Darwin (1809-
1882) gibi bir bilgin gerekiyordu.
Öküze, korunmasý için, boynuz verilmis. Ya mürekkepbalýðý korunmayacak mý? Onun da boyasý v
Mürekkepbalýðý öylesine boyar ki suyu, saldýranlar ne etseler onu bulamazlar. Boynuzsuz, bo
asýz tavsan da çevik
bacaklarýna güvenir. Kuslar kanatlanýp uçarak kendilerini kurtarýrlar. Ya boynuzsuz, boyasý
, kanatsýz, hantal
bacaklý insan? Onu da usu (aklý) koruyacak. Ýyi ama neden kimine boynuz, kimine boya,
kimine çevik bacak,
kimine kanat, kimine us? Örneðin bütün varlýklar boynuzlu olamazlar mýydý?
Bu soruya Darwin'den çok önce Fransýz bilgini Jean Lamarck (1744-1829) karsýlýk vermisti:
Hayýr, olamazlardý.
Çünkü her varlýk; içinde varlastýðý özdeksel kosullara göre olusuyordu. Ne türlü kosullar i
mak
zorundaydý. Kusu varlastýran kosullar çevik bacaklarý gerektirmediði gibi öküzü varlastýran
ar da usu
gerektirmiyordu. Gereksinme (ihtiyaç) organ yaratmaktaydý. Buna karsý, artýk gereksenmey
en organlar da köreliyor
ve ortadan kalkýyorlardý. Ortamýn zorlamasýyla meydana gelen özellikler kalýtýmla kusaklard
kusaklara geçiyor,
geçerken daha da gelisiyorlardý. Örneðin zürafa, önceleri otla beslendiði için normal boyun
normal bacaklý bir
hayvandý. Yasadýðý çevre çöllesince baska bir çevreye geçerek yiyeceðini yüksek dallardan s
da
kalmýstý. O yüksek dallara erisebilmek için de zorunlu olarak bacaklarý ve boynu uzamýstý.
Ne var ki bu karsýlýk evrimi açýklamaya yetmiyordu. Daha baska ve haklý sorularý da karsýla
ilmek gerekiyordu.
Çevresel kosullarýn etkisiyle varlasan özellikler nasýl oluyor da kusaklardan kusaklara
geçebiliyordu? Ortam adý
verilen bilinçsiz bir güç bu kadar düzenli ürünler meydana getirebilir miydi?
Darwin'in büyük önemi, bu sorularý bilimsel olarak karsýlamasýndadýr. Darwin bu alana bol s
bilimsel
kanýtlar getiriyor. Kendinden önce bu alanda çalýsan Lamarck, Diderot, Robinet, Charles
de Bonnet vb. gibi
evrimcilerin kuramsal varsayýmlarýný düzeltiyor ve bilimsel olarak doðruluyor. Özellikle La
arck'ýn soyaçekim ve
çevreye uyma varsayýmlarýný yepyeni doðal ayýklama ve yasama savasý bulgularýyla güçlendiri
in'e göre
yasam kasýrgasý içinde ancak yasama gücü olanlar canlý kalýrlar ve türlerini sürdürürler. B
ayýklanma ya
da doðal seçme (selection naturelle)'dir. Yasama savasýnda ayakta kalanlar belli özellik
ler gösterenlerdir. Bu
özellikler, soyaçekimle yeni kusaklara geçmektedir, hem de daha geliserek. Bitki ve ha
yvan yetistirenler kuraldýsý
(müstesna) özellikler gösterenleri birbirlerine asýlaya asýlaya yeni türler elde ederler. Ý
nlarýn bile yapabildiði bu
asýlamayý doða daha kolaylýkla ve doðal olarak yapmaktadýr.
Gerçekten de, bu seçim, doðumdan önce baslamaktadýr. Örneðin bir insan yaratmak için iki yü
bes milyon
erkek tohumu sekiz saat süren bir yarýsa girisirler. Kadýn yumurtasý karanlýk bir kösede gi
lenmistir. Ýki yüz yirmi
bes milyon yarýsçý arasýndan hangisi amaca daha önce varýr, yumurtayý gizlendiði kösede bul
e, doðacak
çocuðu o meydana getirecektir. Kazanan, en güçlüdür. Çünkü, en iyi kosucu, en iyi bulucu ve
delici olarak üç
sýnavda da basarýya ulasmýstýr. En güçlü, en iyi, en uygun böylelikle seçilir ve yenilen ik
mi dört milyon
dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz olanak (imkan), doðal süpürgenin acýmak b
lmeyen
süpürüsü önünde ölüp giderler. Cinsi yasatan, sürdüren en güçlülerdir (Dr. Fritz Kahn, Ýnsa
).
Darwin'e göre böylesine bir evrim sonunda hayvandan insana geçiste son hayvan halkasý ma
ymundur. Ýnsan, çok
gelismis bir maymun türünün uygun kosullar altýnda evrimi sonunda meydana gelmistir.
Bir fille bir kertenkelenin, bir insanla bir solucanýn ayný soydan olduklarýný hemen kav
ramak kolay deðildir elbet.
Prof. Alfred Weber, insanýn bir maymun deðisimi olduðunu bir türlü anlamak istemeyenlere:
Utanmayýn, diyor,
aslandan ya da gül aðacýndan geldiðiniz söylenseydi, hiç kusku yok, hosunuza gidecekti. Kut
al Kitap size,
yüzyýllarca, bir toprak külçesinden var olduðunuzu söyleyip durdu da niçin utanmadýnýz? (Fe
arihi, s. 345-
346). Gerçekte insanla hayvan arasýnda, sanýldýðý kadar, büyük bir uçurum yoktur. Hayvanýn
aný,
tomurcuðun çiçeðe oraný gibidir.
Antropoloji bilgini Sir Arthur Keith söyle diyor: Darwinisme'i maymundan hemen ins
ana geçivermis bir evrim
zinciri olarak anlamak yanlýstýr. Büyük insan familyasýnýn çesitli gruplara ve bu gruplarýn
itli türlere ayrýldýðý
bir eski dünya düsünün. Bugün maymunlar nasýl büyüklü küçüklü çesitli gruplar halinde görün
dünyanýn insanlarý da öyle görünmekteydiler. Ýste bu çesitli türler girdabý içinde bir tür,
sýndan
artakalarak bugünkü insan türünü meydana getirmistir (A. Keith, Ýnsanlýðýn Eskiliðine Dair)
Darwin kuramý, evrene altý bin yýllýk bir yas biçen, gökle yer arasýndaki bütün varlýklarýn
yaratýldýðýný bildiren Kutsal Kitaplarý kökünden çürütmektedir. Ondokuzuncu yüzyýlýn bütün
Darwin'e genis çapta tepki göstermislerdir. Oxford Piskoposu Wilberforce, Darwin'i s
avunan Th. Huxley'e,
kendisinin baba yönünden mi, yoksa ana yönünden mi maymundan geldiðini sormaktadýr. Huxley,
bu kabalýða su
karsýlýðý veriyor: Bilimsel gerçekleri baltalamak için diller döken bir adamýn soyundan gel
nse, alçakgönüllü
ve haddini bilen bir maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim (A. Adývar, Tarih Boy
unca Ýlim ve Din, c. II, s.
109). Yurdumuzda da bu kuramý tanýtmaya çalýsan Ahmet Mithat Efendi'nin yazýlarýna karsý o
eti su
buyruðu vermistir: Ahmet Mithat Efendinin maymunlarýna dair matbuata zinhar nesne ya
zdýrýlmamasý...
Antropoloji alanýndaki son bulgular günümüzden 400 milyon yýl önceki Silür döneminde deniz
nlarýnýn
yasadýðýný, 300 milyon yýl önceki Karbon döneminde kara bitkilerinin belirdiðini, 150 milyo
eki Jura
döneminde dinozorlarla sürüngenlerin göründüðünü, 60 milyon yýl önceki Eosen döneminde de m
de
insanlasmasý muhtemel primatlarýn çoðaldýðýný meydana koymustur. Bu çaðlardan kalma fosil k
günümüzden 35 milyon yýl önceki Oligosen döneminde yasamýs olan Aegyptopitehecus Zeuxis'in
anlasmayý
hazýrlayan maymun türlerinden Drvopithecus'ün atasý olabileceði kanýsýný uyandýrmýstýr. Dry
fricanus
adý verilen bu maymun türüyse, günümüzden 25 milyon yýl önceki Miosen döneminde yasamýstý.
bulunan
Ramapitehecus punjabicus ve Kenyapithecus Africanus'ün insan türünü meydana getirecek ol
an ilk insanýmsýlar
(Latince: Hominidae) olduklarý sanýlmaktadýr. 12 milyon yýl önceki Pliosen döneminden hiçbi
osil
bulunamamýssa da 3 milyon yýl önceki Pleistosen döneminden ilk insanlasan maymun grubu o
lduðu sanýlan
Australopithecus fosilleri bulunmustur. Çünkü, bunlara gelinceye dek bütün maymun gruplarý
lukla
aðaçlarda
yasarken bu grubun yerde yasadýðý saptanmýstýr. Bu maymun-insan fosillerinin ilki 1924 yýlý
Rodezya'da
bulunmustu. Daha sonra bu türden düzinelerle fosil meydana çýkarýlmýstýr. Bu fosillerle bir
te bunlarca yapýldýðý
sanýlan yontulmus çakýl taslarý da bulunmustur. Pleistosen döneminin üçüncü buz çaðýndan ön
genis ölçüde yayýldýðý sanýlmaktadýr. Neandertal adamý bu ilk insanlardan biridir ve Homo s
Neanderthalensis adýyla anýlmaktadýr. Bu dönemin dördüncü buz çaðý Neandertal adamýný hemen
etmistir. Ama, bu çað sona ermeden Homo sapiens sapiens adý verilen gerçek insanlar dünya ü
tünde
görünmüslerdir. Sürüp gitmekte olan soyumuzun atalarý bunlardýr. Bu insanlar çesitli ýrklar
e var
olmuslardýr.
Bu ýrklarýn ilki de Cro-Magnon ýrkýdýr.
Zaman içindeki bu tarihsel serüveninden de anlasýlacaðý gibi, insan, doðanýn ürünüdür ve ya
evrimin
sonucudur. Yasambilimsel evrimden insansal tarihe geçis emek'le baslamýstýr. Ýnsansal em
eði hayvansal
çaba'dan
ayýran, bu emeðin bilinç'li olusudur. Emek ve bilinç, birbirlerinin kosulu olarak, insan
a özgü bir diyalektik
ikilesme'dir. Yüksek hayvan türlerinde beliren zeka ve onunla sýnýrlý olarak gelismis bulu
nan çaba, evrim
sonucunda
insansal bilinç ve bilinçli emeðe dönüsmüstür. Bu gelisme, pek uzun bir evrimin ürünüdür. H
ka ve
çaba,
sadece doðadan yararlanmak'la kalmýs, doðayý yararýna uygun olarak deðistirip, ona egemen o
mak'la
insanlasmýstýr.
Ýnsan, kendisini meydana getiren doðasal kosullarý asmakla varlasmýstýr ve bundan ötürüdür
o, doðasal
kosullara indirgenemez. Bilinç ve eyleminin birbirlerini karsýlýklý olarak etkilemesiyle
gerçeklesen uzun bir evrim
sonunda alet yapmýs ve hayvandan farklý olarak kendi kendini üretmistir. Hayvan, tek b
asýna bir varlýk olduðu
halde, insan ancak toplumsal bir varlýk'týr: Ýnsan, toplumsal iliskilerinin toplamýdýr.
Ama gene de karsýlanmasý gereken bir soru var: Ýnsan nedir? Madenler, bitkiler ve hayv
anlar arasýnda böylesine
baskalasmak (insanlasmak) neden?
Hollandalý anatom Louis Bolk'a göre, bu baskalasmanýn nedeni, bireysel gelismedeki gec
ikmedir (Retardation
kuramý). Ýnsana özgü nitelikler, bu gecikmenin sonucudurlar. Hayvan doðduktan birkaç gün, y
a birkaç hafta
sonra yürür, insan ancak bir yýl sonra yürümeye baslar. Hayvanýn büyümesi birkaç gün ya da
biter,
insanýn büyümesi on dokuz yýl sürer. Üretme yeteneði hayvanda birkaç ay ya da birkaç yýlda,
on bes yýlda
baslar. Hayvanlar tüylü doðarlar, insan on bes yýl sonra tüylenir. Daha pek çok alanlarda d
görüleceði gibi insan,
pek uzun yýllar, doðus sýrasýndaki durumunda (embrional durum) kalýr. Bu gecikme, sonunda
insanýn kýlsýzlýðýnda
görüldüðü gibi büsbütün yok olmaya varacak olan (elimination) bir organ gerilemesini, güçsü
hayvan çevresine uyar, insansa bu güçsüzlüðünden ötürü çevresine uyamaz. Bu yüzden de yasay
çevresini kendisine uydurmak zorundadýr. Tükenip yok olmamasýný da gene bu gecikmeye borçlu
ur. Profesör
Bolk'a göre, gelismenin gecikmesi, bir iç engelleme yüzündendir. Bu engellemeyi de iç gudd
elerin ürünleri olan
hormonlar saðlamaktadýr. Ýnsan vücudunda engelleyici hormonlarýn çoðalmasý, beynin büyümesi
.
Zekanýnsa, beynin bedene göre büyüklüðüyle arttýðýný biliyoruz. Su halde, denilebilir ki, i
güçsüzlüðündedir. Ýnsan çevresine uyamayacak kadar güçsüzlestiðinden, çevresini kendisine u
akýllanmak zorunda kalmýstýr. Beyni büyümüs, zekasý artmýstýr. Maymun, soðuða karsý, kýllan
kýllanamayýnca, maymunun derisini yüzüp kendi sýrtýna geçirerek yasar. Bu yüzdendir ki, dað
daðda, ova
hayvaný ovada, deniz hayvaný denizde, sýcak hava hayvaný sýcakta, soðuk hava hayvaný soðukt
ayabildiði
halde
insan, dünyanýn her kösesinde yasamaktadýr.
Ýsviçreli zoolog Portmann da, insangillerin (hominid) baskalasmasýný erken doðumlarýna baðl
ktadýr. Bu
erken doðus, kusaklar boyunca, olaðanlasmýstýr. Ýnsan, doðduktan sonra daha bir yýl ana rah
deki gibidir, hýzlý
bir büyüme içindedir. Bir yýl sonra bu büyüme yavaslar. Maymungiller (anthropoid) yetisme ç
ristikleri
zaman insangiller henüz erginlesmeye baslamýslardýr. Ýnsanýn erken doðusundan ileri gelen b
gecikme, ömrü
boyunca sürmektedir. Bu gecikme, insan yavrusunun uzun yýllar ana babasýnca beslenmesi
ni gerektirir. Evlilik
kurumunun biyolojik temeli budur. Güçsüzlüðün nedeni olan erken doðum, güçsüzlüðün gereði o
zorlamýstýr. Portmann'a göre insan, insanlýðýný erken doðusuna borçludur. Görüldüðü gibi, A
Louis
Bolk, bu konuda birbirlerini tamamlamaktadýrlar.
Alman antropologu Profesör Arnold Gehlen, ortak bir atadan gelmis olduklarý halde, i
nsanla hayvan arasýnda bir
nitelik (mahiyet) ayrýmý bulunduðu kanýsýndadýr. Ýnsanda bir hayvanlýk vardýr ama, insan de
arlýk, bu
hayvanlýðýn sýnýrýný astýktan sonra baslar (A. Gehlen, Der Mensch, Seine Natur and Seine St
g in der Welt,
1940). Hayvanýn her organý; bir çevreye uymadýr. Ýnsanýn hiçbir organý, çevreye uyma deðild
nýn herhangi
bir organýný ele alarak onun yasadýðý çevreyi, yediði seyleri, karsýlastýðý düsmanlarý orta
Devekusu
step için, sempanze orman için yapýlmýstýr. Buna karsý insanýn, doðanýn hiçbir kosuluna uyg
hiçbir organý
yoktur. Buz çaðý hayvanlarýnýn hepsi tüylüdür. Buz çaðý insaný tüylü deðildir. Ýnsan, yasam
çevreye uymasýna deðil, kendine özgü bir özellikle çevreyi kendisine uydurmasýna borçludur.
an demek, bu
özellik demektir. Hayvanlýk alanýnda çevreye göre organlarýn özellesmesi kavramý (specialis
), insanlýk
alanýnda çevrenin özellestirilmesiyle elde edilmistir. Hayvan, doða karsýsýnda tam ve uygun
insansa eksik ve
doðaya karsýt bir varlýktýr. Hayvanýn bütün davranýslarý doðanýn isteðine göre düzenlenmist
davranýslarýysa doðaya karsýdýr. Ýnsan varlýðý, dik yürüme ve bunun ardýndan beynin büyümes
çýkmasýyla baslar. Dik yürüme, insanýn ellerini serbest kýlmýstýr. Ayaklýk etmekten kurtula
os kalýnca,
zekanýn güdümüyle, aletleri islemeye ve kullanmaya baslamýstýr. Hayvan, organlarýnýn özelle
den
çevresine baðlýdýr. Ýnsansa, organlarýnýn özellesmemesi yüzünden çevresine karsý özgürdür.
beyin-el diyalektiðine borçludur. Bu yüzdendir ki, hayvan uygunsuz kosullar içinde türünü y
ettiði halde, insan
her çesit kosullar içinde türünü sürdürmektedir. Beyin ve el, insaný bütün özel durumlar ka
Ýnsan bu çevre, kosullarýný deðistirebilir ya da onlara karsý kendini koruyabilir, doðayla
asabilir ve doðayý
yenebilir. Böylesine bir güç, insandan baska hiçbir canlýda yoktur. Hayvan aletsiz yasayab
ildiði halde, insan aletsiz
yasayamaz. Ates, balta, silah vb. gibi aletlere sahib olmayan insan doðayý yenemez v
e tükenip gitmek zorunda
kalýrdý. Su halde insan, doðayla deðil, kültürle bir baðlantý içindedir. Kültür, zekayla de
r doða, yeniden
ve insana göre yapýlmýs bir doðadýr.
Buna karsý, insanla hayvan arasýnda hiçbir nitelik ayrýlýðý bulunmadýðýný; insanýn gelismis
van
olduðunu ileri süren kuramlar da vardýr. Bu kuramlara göre; insan yetenekleri (kabiliyet
leri) hayvan yeteneklerinin
yetkinlesmis (mükemmellesmis) bir biçiminden baska bir sey deðildir. W. Köhler, zekanýn ha
yvanlarda da
bulunduðunu
tanýtlamýstýr. Ýnsanda karsýlastýðýmýz töre (ethik), deðer ölçüleri, toplumsallýðýn meydana
hiçbir ilgileri bulunmayan fenomenlerdir. Ýnsanca bir özellik olarak ileri sürülen dil fon
ksiyonu da nihayet gelismis
bir beyin isidir. Dil fonksiyonu, beyinde, silvius yarýðý dolaylarýna yayýlmýstýr (bkz. J.
rmitte, Les MEcanismes
da Cerveau). Maymungillerde kendilerine göre bir dil bulunduðu Gerner ve Schwidetzky
'nin gözlemleriyle
doðrulanmýstýr. Kohts yirmi üç sözcüklü, Blanche W. Learned otuz iki sözcüklü bir maymunca
leri
sürmektedirler (bkz. Jean Rostand, Biyoloji Açýsýndan Ýnsan, Ender Gürol çevirisi, 1964). Ý
yapýyla
hayvanlýk yapý arasýnda, temelde, hiçbir ayrýlýk yoktur. Ýnsanlýk yapýda görülen organ eksi
u organlarýn
görevlerini beynin yüklenmesi yüzünden meydana gelen doðal gerilemeler, daha açýk bir deyis
gereksiz
kýlýnmalardýr. Tüylü bir hayvanýn derisini yüzüp sýrtýna geçirmeyi beceremeseydi, soðuktan
insan
da tüylenecekti.
Bilimsel bulgular, insaný insan edenin emek (is) olduðunu tanýtlýyor. Hayvan doðada bulduk
larýyla yetinir,
insansa doðayý emek harcayarak üretir. Ýnsan, alet yapan bir hayvandýr. Ancak alet isi deði
, is aleti doðurmustur.
Elin gelismesi, insangillerin baskalýðýnda, atýlmýs en önemli bir adýmdýr. Kant'ýn da dedið
l, dýsarýya doðru
uzamýs bir beyindir. Tüylü atalarýmýz dik yürümeyi, bir zorunluk olarak göze almýslarsa, bu
eni, ellerin
baska türlü isler yapmak zorunda kalmýs olmasýdýr. Maymunlarda bile eller, týrmanmak için,
klardan baska
türlü
kullanýlmaktadýr. El, isin bir aleti deðil, isin ortaya çýkardýðý bir üründür. El, yetkinle
týðý islere
borçludur. Elin gelismesi, insan yapýsýnýn bütün bölümlerini doðrudan doðruya etkilemistir.
e karsýlýklý
olarak elin de isi gelistirmesi insangillerin isbirliðini zorunlu kýlmýstýr. Bu isbirliði,
baska bir deyisle toplumsallýk,
insanlarý, birbirlerine söylemeleri gereken bir seyleri olmak durumuna getirmistir.
Dil, bu zorunluktan doðmustur.
Ýnsanbilim (antropoloji) alanýna büyük katkýlarda bulunan, Friedrich Engels, Doðanýn Diyale
adlý ünlü
yapýtýnda söyle der: Ekonomi politikçiler is (emek) bütün zenginliklerin kaynaðýdýr, derler
is, bundan da
öte sonsuz bir seydir. Ýnsanýn tüm varlýðý için ilk temel sart odur ve bu ölçüdedir ki bir
aný is
yaratmýstýr, dememiz gerekir. Yüz binlerce yýl önce, jeologlarýn üçüncü zaman dedikleri, he
kle
saptanamayan dünya tarihi dönemi sýrasýnda, belki de onun sonlarýna doðru, dünyanýn sýcak b
muhtemelen simdi Hind Okyanusunun dibine batmýs büyük bir kara parçasý üzerinde insan benze
i maymunlarýn
son derece gelismis bir kusaðý yasýyordu. Bizim bu ecdadýmýzý Darwin asaðý yukarý tanýmlamý
bedeni
tamamen kýllarla örtülüydü, sakallarý ve sivri kulaklarý vardý ve topluluk halinde aðaçlarý
lardý. Bu
maymunlar, belki de özellikle yasayýs biçimleri dolayýsýyla aðaçlara týrmanýrken ellerine v
arýna farklý
fonksiyonlar kazandýrarak düz yerde yürürken ellerini kullanma alýskanlýðýný yavas yavas bý
dik biçimde
bir yürüyüs kazanmaya basladýlar. Böylece maymundan insana geçis'in en önemli adýmý atýlmýs
bütün
insan-benzeri maymunlar ayakta durabilirler ve iki ayak üzerinde hareket edebilirl
er. Ama bunu yalnýz zorunlu
hallerde ve pek beceriksizce yaparlar. Doðal yürüyüsleri yarý dik'tir ve ellerini de kulla
nýrlar: Çoðu ise el
kemiklerini yere dayar ve sakat bir kimsenin koltuk deðnekleriyle yürüyüsü gibi bükük bacak
la uzun kollarýn
arasýnda bedenlerini titretirler. Genel olarak maymunlarda dört ayak üzerinde yürümeden ik
i ayak üzerinde
yürümeye geçisin bütün basamaklarýný bugün bile görebiliyoruz. Ama iki ayak üzerinde yürüme
son
çare olmaktan öte gitmemistir. Kýllý ecdadýmýz arasýnda dik yürüme zamanla bir gereklilik h
eldiyse, bu,
arada
geçen zamanda eller için gittikçe deðisik çalýsma sekilleri gelismesini zorunlu kýlmýstýr.
yaðýn
kullanýlmasýnda bazý farklarýn meydana gelisi maymunlar arasýnda da görülür. Belirtildiði g
týrmanýrken
el,
ayaktan baska türlü kullanýlýr. Daha asaðý memeli hayvanlarýn ön ayaklarýnýn kullanýlýsý gi
yiyeceklerin toplanmasýna ve tutulmasýna yardým eder.
Bazý maymunlar aðaçlarda yuvalarýný ellerle yapar, hatta sempanze gibi kötü havadan korunma
n dallarýn
arasýnda çatý meydana getirirler. Düsmanlara karsý korunmak için sopalarý ellerle yakalar,
da meyveleri ve
taslarý
bunlarla fýrlatýrlar. Yakalandýklarýnda insanlardan kopya ettikleri birçok basit hareketle
r için ellerini kullanýrlar.
Ama insana en çok benzeyen maymunlarýn bile gelismemis eli ile binlerce yüzyýllýk is yoluy
la son derece gelismis
insan eli arasýndaki farkýn ne kadar büyük olduðu burada anlasýlýr. Kemiklerin ve kaslarýn
e genel düzeni
ikisinde de aynýdýr. Ama en ilkel vahsinin eli, hiçbir maymun elinin taklit edemeyeceði
yüzlerce is yapar. Hiçbir
maymun eli tas býçaðýn en kabasýný bile meydana getirememistir. Ecdadýmýzýn binlerce yýllýk
ndan
insana geçis sýrasýnda yavas yavas eli uydurmayý öðrendikleri ilk hareketler baslangýçta he
e en basitleriydi.
En
ilkel vahsiler, hatta ayný zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana b
enzer bir duruma
dönüsenler
bile, bu geçis dönemi yaratýklarýndan çok daha üstündür. Ýlk çakmak tasý insan eliyle býçak
inceye
kadar, öyle zaman dönemleri geçmistir ki, bizce bilinen tarihsel dönem onunla karsýlastýrýl
emsiz kalýr. Ama
asýl adým atýlmýstý, el özgür hale gelmisti ve artýk durmadan yeni beceriler kazanabiliyord
ece kazanýlan
daha
büyük esneklik kusaktan kusaða geçiyor ve artýyordu. O halde el, is organý olmakla kalmaz,
yný zamanda bu isin
ürünüdür de.
Ancak is, gittikçe yeni hareketlere uyma, bu yoldan gelistirilmis kaslarýn, bað organl
arýnýn, daha uzun dönemler
içinde kemiklerin kalýtsal yoldan geçmesi bu kalýtsal inceliðin yeni, gittikçe daha karmasý
areketlere gittikçe
yenilenen biçimde uygulanmasý, insan elini Rafael'in tablolarýný, Thorwaldsen'in heykell
erini ve Paganini'nin
müziðini yaratabilecek bir mükemmellik düzeyine kadar getirmistir. Ama el tek basýna deðild
. O, son derece
karmasýk bir tüm organizmanýn ancak tek bir organýydý. Elin yararlandýðý seyden bütün beden
landý, hem
de
iki yoldan. Önce, Darwin'in dediði gibi, büyüme korelasyonu yasasýndan yararlandý. Bu yasay
göre, bir organik
varlýðýn ayrý parçalarýnýn belli biçimleri, görünüste onlarla baðýntýsý olmayan baska parça
her
zaman baðýntýlýdýr. Böylece, çekirdeksiz kýrmýzý kan hücrelerine sahip ve kafanýn iki eklem
aburganýn
ilk kemiðine baðlandýðý bütün hayvanlarda hiç eksiksiz; yavrularý emzirmek için süt bezeler
Bunun gibi,
memeli hayvanlarda çatal týrnaklar kural olarak gevis getirmek için kýrkbayýr ile baðýntýlý
i biçimlerdeki
deðismeler, aradaki baðýntýyý açýklayabilecek durumda olmamýza raðmen, öteki beden kýsýmlar
deðismelere sebep olur. Gözleri mavi olan tamamen beyaz kediler her zaman ya da heme
n her zaman saðýrdýr.
Ýnsan
elinin gittikçe gelismesi ve buna paralel olarak ayaðýn dik yürüyüse uymasý, hiç süphesiz b
korelasyon
yoluyla organizmanýn öteki kýsýmlarý üzerinde de etkisini göstermistir. Elin gelismesinin d
ysýz, belirlenebilecek
biçimde geri kalan organizmaya yaptýðý etki çok daha önemlidir. Daha önce deðinildiði üzere
aymun
ecdadýmýz sürü halindeydi, bütün hayvanlarýn en toplumsalý olan insanýn, toplumsal olmayan
i ecdattan
çýkýsýný aramanýn imkansýzlýðý açýktýr. Elin gelismesiyle, isle baslayan doða üzerindeki eg
ilerlemede insanýn görüs açýsýný genisletti. Ýnsan, doðadaki maddelerde sürekli olarak yeni
dar
bilinmeyen
özellikler kesfetti. Öte yandan isin gelismesi, karsýlýklý destekleme, ortaklasa etkinlik
hallerini çoðaltma ve bu
ortaklasa etkinliðin her birey için saðladýðý yararýn bilincine varma yoluyla toplum üyeler
birbirine gittikçe
yaklasmasýna zorunlu olarak yardým ediyordu. Kýsacasý, olusan insanlar, birbirlerine söyle
yecek bir seylerinin
bulunduðu noktaya eristiler. Ýhtiyaç, kendine bir organ yarattý. Maymunun gelismemis gýrtl
aðý, durmadan daha
gelismis modülasyon elde etmek için yapýlan modülasyon yoluyla yavas, ama saðlam biçimde de
ti ve aðýz
organlarý yavas yavas birbiri ardýndan ahenkli harfleri söylemesini öðrendi... Önce is, son
a onunla birlikte dil, bir
maymunun beynini etkileyen en önemli iki dürtü bunlardýr ve bu etki altýnda maymun beyni,
bütün benzerliðine
raðmen çok daha büyük ve çok daha üstün bir insan beynine doðru gelismistir (Ýbid, Ankara 1
if Gelen
çevirisi).
Görüldüðü gibi, insan usunun, ne kökeninin ne de özünün, sadece doðal ve yasambilimsel (tab
olojik)
etkenlerle açýklanamayacaðý açýktýr. Usun ve bilincin özü, ancak toplumsal (içtimai, sosyal
riyle
kavranabilir. Ýnsan toplumu olmaksýzýn insan usu, insan bilinci ve insan düsüncesi de olam
azdý. A. Spirkin ve O.
Yakhot, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm adlý yapýtlarýnda bu konuda su somut örneði verir
ler: Hepimiz
ormanlarda hayvanlar tarafýndan yetistirilen ve sonradan insanlar tarafýndan bulunan
çocuklarýn öykülerini
duymusuzdur. Bu tür olaylarýn en heyecanlýsý 1920 yýlýnda Hindistan'da ortaya çýkanýdýr. Ök
baskaný
olan Mr. Singh, birtakým garip varlýklarýn kurtlarla birlikte bir maðarada yasadýklarýný du
. Halk bunlarýn hayalet
olduklarýný söylemektedir, fakat daha sonra bunlarýn iki küçük kýz çocuðu olduklarý anlasýl
urtlarýn
elinden alýnýr ve öteki çocuklarla birlikte yetistirilmek üzere öksüzler evine getirilir. A
k kýzlar çevreleri için
büyük bir dert kaynaðý olurlar. Çünkü, bir insandan doðmus olmalarýna raðmen; iki küçük hay
davranmaktadýrlar. Hayvanlarýn arasýnda geçen yasamlarý yalnýz davranýslarýný deðil, ayný z
nsel
yapýlarýný da etkilemistir. Ýnsanlarýn önemli özelliklerinden biri olan dik yürüme bu çocuk
inmemektedir.
Ayrýca insan bilincine ve düsünme yeteneðine veya insanca duygulara, heyecanlara sahip o
lduklarý yolunda da
hiçbir belirti yoktur. Alacakaranlýkta yasarlar, gündüzleri uyur, gece olunca hareketlil
ik gösterirler. Yýllar geçer.
Zamanla, büyük çabalar sonucunda, fakat yavas yavas, insanca özellikler belirmeye baslar
. Ýlk sözcükler söylenir.
Çevrelerinde olup bitenleri kavradýklarýný gösteren insanca kavrayýsýn ilk belirtileri orta
r. Baslangýç
kavramlarý biçimlenir ve küçük hayvanlar insana dönüsmeye baslarlar. Ne yazýk ki büyüyemede
gerçekler bize neyi anlatýr? Ýlkin bilincin doðal yasambilimsel kaynaðý kuramýnýn tamamen y
lduðunu
gösterir.
Kaba ya da bilimsel olmayan özdekçiler (maddeciler) insanýn, doðanýn çocuðu olduðunu ileri
rdi. Bu
iddiada,
bilincin kaynaðýnýn doðaüstü olduðu yolundaki idealist ve teolojik iddialarla çelistiði ölç
ayý vardý.
Fakat, insan bilincinin yalnýz doðal temelini vurgulayan metafizik özdekçilik de tümüyle do
deðildir. Bu gerçek,
kurtlardan kurtarýlan çocuklar olayýnda hiç kusku býrakmayacak bir biçimde kanýtlanmýstýr.
eðin
ellerimiz, kanýmýz, gözlerimiz ve saçýmýzda sözkonusu olduðu gibi doðanýn basit bir ürünü d
ortaya
çýkabilmesi ve görevini yapabilmesi için, doðal yasambilimsel temelinin yanýsýra, toplumsal
sullar (toplumsal
yasam ve insan toplumu) da gereklidir. Ýnsan bilinci karakteri itibariyle toplumsa
ldýr. Ýnsanýn toplumsal
iliskilerinden, toplumsal yasamýndan ve hareketliliðinden soyutlanmýs olarak ortaya çýkama
z. Bir
çocuk, ancak bir insan topluluðu içinde yasayarak, bir insan olabilir (Ýbid, Bilim Yayýnla
rý, Engin Karaoðlu
çevirisi, s. 53-5). Ýnsanýn özü, tek basýna bir bireye özgü ve soyut bir sey deðil, toplums
kilerinin tümüdür.
Bu gerçek, genel olarak insan konusunda herhangi bir akýl yürütmeyi gereksiz ve olanaksýz
kýlar. Ýnsan, bütün
insanlýðýn gelismesinin bir ürünüdür (Nasýl ki bir elma da, elma aðacýnýn deðil, bütün bir
toplumsal soyunun, yüzbinlerce yýllýk deney ve bilgi mirasýna sahiptir.
Ýnsanbilim (antropoloji), doðal varlýklar içinde insanýn özelliklerini içgüdüler, dil ve dü
ik, us ve
eylem alanlarýnda da en ince ayrýntýlarýna kadar incelemis ve bilimsel gerçekler ortaya ko
ymustur.
Ýnsaný insan eden, kendine özgü içgüdüleri midir?.. Bu sorunun karsýlýðý kesindir: Hayýr. Ö
simdiye kadar sanýldýðý gibi psisik deðil, fizyolojik olduklarý anlasýlmýstýr. Ýçgüdü, bir
r beden
yapýsý isidir. Her hayvan türü için baska olan davranýs biçimleri, hayvan fizyolojisini biç
dirip, soydan soya
geçerek içgüdü haline gelmislerdir. Ýçgüdüler öðrenilmezler ve deneme yoluyla kazanýlmazlar
içgüdüsel
davranýslarla öðrenilmis davranýslarýn gelismeleri birbirleriyle ters orantýlýdýr. Öðrenebi
nlarýn içgüdüleri,
öðrenebildikleri oranda, azalmaktadýr. Bu anlamda, insan denilen varlýkta hiçbir içgüdü bul
aktadýr. Ýçgüdü,
belli bir olay karsýsýnda belli bir davranýstýr. Düsmanýný görmek, hayvaný ya baðýrtýr, ya
nýna
saldýrtýr. Ýnsanýnsa ne türlü davranacaðý belli deðildir, daha doðrusu ne türlü davranacaðý
nduðu
sosyal, ethik ve entellektüel kosullara baðlýdýr. Baðýrmak, kaçmak, saldýrmak söyle dursun,
eðer o anda
isine
öyle geliyorsa düsmanýný yanaklarýndan öpebilir. Ama, içinde, gene de hos olmayan bir duygu
anýr. Ýnsanýn
içgüdüsü iste bu kadarcýktýr ve pek güçsüzdür. Onu fizyolojik bir davranýsa sürükleyemez. Ý
içgüdüsel davranýslarýnýn yerini, zeka ile ilgili plastik (birbirleriyle kaynasabilen) davr
nýslarý almýstýr. Ýnsanýn,
içgüdüleri deðil, içgüdü kalýntýlarý olan içtepileri (ilcalarý, impuls'leri) vardýr. Ýnsaný
olmadýðý
gibi, özellesmis davranýslarý da yoktur.
Buna karsý, dil ve düsünce, insaný insan eden insanca özelliklerin basýnda geliyor. Ýnsan,
ya açýlan ilk
canlýdýr. Ýnsanýn dünyaya açýlmasýný dili ve düsüncesi saðlamýstýr. Yirmi milyon yýl önce y
türden geldikleri halde, çaðdas maymunun bilgisizliðine karsý çaðdas insanýn üstün bilgisi,
lerin
aðýzlarýndaki dili gereði gibi kullanabilmelerinden doðmustur. Çaðdas maymun, asaðý yukarý,
lyon yýl
önceki ortak atamýzýn deneylerini tekrarlamaktadýr. Maymun, pek yavas gelisen bireysel d
eðerleriyle birlikte göçüp
gidiyor. Ýnsanýn bireysel deðerleriyse, sözcüklerin gücüyle gittikçe toplumsallasmaktadýr.
çocuðuna
hemen hiçbir bilgi veremeden ölür. Ýnsan, çocuðuna yirmi milyon yýllýk bir bilgi býrakýr. D
gillere, kendisini
öteki canlýlara pek üstün kýlan hýzlý bir gelisme saðlamýstýr. Ýnsanýn dilini kullandýðý gü
diyalektik gerçeklesmeye baslamýstýr. Bu diyalektik, dil düsünce diyalektiðidir. Ýnsanýn öz
e
gerçeklesmektedir. Düsüncenin dile baðlýlýðý (identik birliði) tanýtlanmýstýr. Ýlk düsünen
Konusmadan düsünme yetisi, uzun bir süre sonra gelismistir. Dil ve düsünce, birbirlerini k
arsýlýklý etkileyerek,
genel diyalektiðin içinde, çok hýzla gelisen özel bir diyalektiðe baslamýs bulunmaktadýrlar
, sözcüklerle
özetleyerek dünyanýn fizik yükünden kurtulmustur, bilgi elde edebilmek için harcamak zorund
bulunduðu gücü
ve
süreyi kazanmýstýr. Artýk gitmesi, görmesi, dokunmasý, bulmasý, isitmesi, aramasý, koklamas
asý gerekmez.
Düsünmesi yeter. Dil ve düsünce diyalektiði, geçmisle geleceði birlestirmis, uzaklýðý yakýn
ir. Hayvan
geçmisini bilemez, insan bilir. Hayvan geleceðini tasarlayamaz, insan tasarlar. Ýnsan,
dillenmesi yüzünden, süreyi
ve
uzayý (zaman ve mekaný) eline geçirmistir, baskalarýnýn deneyleriyle eylemde bulunmaktadýr.
Ralp Waldo
Emerson'un dediði gibi: Eðitilmis bir köpek, baska bir köpeði eðitemez. Bu basarý, dil düsü
, insanca bir
basarýdýr. De la Mettrie'nin dediði gibi, aðýzdan sözcükler çýkmadan önce neydi insan? Ötek
daha az
içgüdüsü olan kendi türünün hayvaný. Kendini kral görmezdi. Maymun kendine neyse, o da kend
u (La
Mettrie, L'Homme-Machine, 1748).
Ýnsanca özelliklerden biri de, tekniktir. Ýnsan, içgüdülerinin eksikliðini nasýl zekasýyla
orsa, organlarýnýn
eksikliðini de teknikle giderir. Uçmak için kanatlarý olmayan insan uçma makinesi yapar, k
anat organýnýn
eksikliðini teknikle giderir. Ayrýca insan, birçok organlarýnýn görevlerini de tekniðe yükl
raba yapýp ayaklarýyla
yürümekten kurtulur, asansör yapýp merdivenleri týrmanmaktan kurtulur. Bunlardan baska ins
an, birçok
organlarýnýn
görevini de teknikle asar. Sesini isittiremeyeceði uzaklýklara telefon telleri çeker, yu
mruðuyla vuracaðýna bir tasla
vurarak isini daha iyi yapar, gözleriyle göremediðini dürbünle görür. Teknik, her gün biraz
, organik doðayý
görev dýsý býrakmaktadýr. Uygarlýðýmýzda yük tasýyýcý hayvanlarýn yeri her gün biraz daha a
dünyayý teknikle deðistirebilen tek canlýdýr. Ya kendine organlar yaratýr, ya organlarýnýn
týrýr, ya da
kendi organlarýnýn isini doðaya gördürür. Ýnsan, tekniði zekasýyla ortaya koyar. Teknik, do
ur: Örneðin bir
mihverin çevresinde dönen tekerlek, insan zekasýnýn ürünüdür, doðada böyle bir sey bulunama
rým
milyon yýl önce yaptýðý býçak, doðada yoktur. Çividen, düðmeden tutun da buhar makinesine k
eknik
aleti doðada bulamazsýnýz. Ýnsan, islerini tekniðe gördürürken, kafa çalýsmalarýna ayýracað
olmaktadýr. Teknik, ayrýca, insaný doðaya baðlýlýktan da kurtarmýstýr. Artýk insan, atýn yü
hýzýna baðlý deðildir. Atýn yerine otomobili, aðacýn yerine kömürü ve petrolü koyarak bütün
hýzlandýrmýstýr. Ýnsan, yepyeni bir doða yapabilmek gücünü kazanmaktadýr. Örneðin doðada yi
elektrovoltluk elektrik gerilimleri yoktur. Oysa insan, böyle bir gerilimi teknikl
e meydana getirerek bu durumda
doðanýn nasýl davranacaðýný deneyebilmektedir.
Görüldüðü gibi, insaný insan eden emek, is, tek sözle eylem (action)... Kafadaki beyni us,
aklarý el, aðýzdaki
tad alma organýný konusan dil eden hep o.
Ýnsan türünü meydana getiren hayvanýn, öteki hayvanlara baskýn çýkan eylemselliði nereden d
oru,
karsýlýðýný, insanýn atasý hayvanýn öteki hayvanlara göre daha çok oyunseverliðinde bulmakt
insan
çocuðunun maymun çocuðundan daha oyuncu olduðu bilinmektedir. Ýnsan, duyulur izlenimler yýð
a
düzenlemistir. Oynayan çocuk, ilkin, hiçbir ayýrma yapmaksýzýn, bütün duyularýyla birlikte
Esyayý görür,
dokunur, koklar, sesini isitmek için birbirine çarpar, tadýný almak için aðzýna sokar. Bu o
, ona duyu niteliklerini
ayýrt etmeyi öðretir. Çiçeði koklar artýk, aðzýna sokmaya çalýsmaz. Oysa, çiçeðin bir tadý
çiçekte kokunun tattan önemli olduðunu öðrenmis, kokuyu öteki önemsiz niteliklerden soyutla
mistir. Bu
soyutlama, insanlasmada, çok önemli eylemsel bir basarýdýr. Artýk seker yesil, kýrmýzý, ya
rý renkte olabilir.
Çocuðun sekerde arayacaðý renk deðil, tat olacaktýr. Çocuk, bu oyun deneyleriyle, esyanýn t
erini ve kendi
davranýsýyla olan ilgilerini de öðrenmektedir. Avuçta sýkýlan cam elini kesmektedir, elden
an tabak düsüp
kýrýlmaktadýr. Yanmayan sobaya dokunulabilir, yanan sobaya dokunulmaz. Önemli bir sonuç da
ha meydana çýkar:
Göz, ellerin görevini üstüne almýs, ellerin yükünü azaltmýstýr. Çocuk artýk bir seyin yas m
fif
mi, sert mi yumusak mý olduðunu görebilir. Bunlarý anlamak için o seye elleriyle dokunmasý
erekmez. Görevleri
azalan eller simdi daha çok eylemde bulunabileceklerdir, el bilgi isinden kurtarýlmýstýr
. Daha sonra göz, oyunun
saðladýðý duyularýn isbirliðinden güçlenerek, öteki duyularýn da görevlerini yüklenmektedir
filmde bir
kisinin sarký söylediðini görebiliriz, önümüze getirilen, bir tabakta tatlý bulunduðunu gör
bahçemizde
bulunan bir karanfilin güzel koktuðunu görebiliriz. Duyularýn bu isbirliði, insandan baska
hiçbir hayvanda
gerçeklesmemistir. Cisimlerin, öteki duyularýn niteliklerini de kapsayan bu optik görünüsle
i sembollerdir. Ýnsan,
artýk, eylemsel oyunlarýyla edindiði bir semboller dünyasýnda yasamaktadýr. Optik (görünen)
yükü azaltýlmýs
bir dünyadýr. Su halde, yükü azaltýlmýs bir dünyaya açýlan insan atasý hayvan, insanlasma y
hayvanlara
göre, çok daha eylemde bulunmak imkanýna kavusmustur. Bu genis eylemsel çalýsma, onu, ele,
dile ve akla
götürmektedir. Daha açýk bir deyisle, eylemin dürtüsüyle el-dil-akýl diyalektiði baslamýstý
le,
insanlasma isidir.
ÝNSANDA BÝR KORKU. Ýlk insan, soðumus lav kayalarýnýn üstüne çýkýp çevresine bakýnca, kendi
deðerlendirdiði iki sey gördü: Kendisinden asaðýda olanlar, kendisinden yukarda olanlar...
endisinden asaðýda
olanlara aldýrmadý ama, kendisinden yukarda olanlardan ölesiye korktu. Uçsuz bucaksýz bir
doðanýn ortasýnda ne
kadar yalnýzdý. Gökler gürlüyor, simsekler çakýyor, yýldýrýmlar düsüyor, kendisinden pek gü
parçalýyorlardý. Kendisinden yukarda olanlarýn en üstünde gök vardý. Artýk, yüzyýllar boyun
tý bu
gökten, saygý duyacaktý bu göðe. Öylesine bir korku, öylesine bir saygýydý ki bu, gelecek k
en akýllýlarý
bile kendilerini bundan kurtaramayacaklardý. Milyonlarca yýl yücelik, tanýlýk, güçlülük ölç
nde
tutacaktý, gök. Gök, ona baðýrýyor, parmaðýný sallýyor; onu boðmak için saðanaklarýný, onu
yýldýrýmlarýný gönderiyordu. Ona yalvarýr, tapar, yaltaklanýrsa belki kendisini korurdu da.
KORKUDA BÝR KAVRAM. Bir XViii'nci yüzyýl düsünürü, Volney (Constantin François, Comte de
Chasseboeuf, 1757-1820), gök ölçüsünün hikayesini kendi açýsýndan; söyle anlatýyor: Ýlk ins
düsünceleri yoktu. Önce kollarýný, bacaklarýný kullanmasýný öðrendiler. Gittikçe; babalarýn
yararlanarak gelistiler. Yasama araçlarýný saðlama baðladýkça zekalarý, ilkel gereksemeler
yaçlar) zincirinden
kurtularak dolayýsýyla anlamalara; sonuç çýkarmalara (istidlallere) yöneldi. Ýnsan zekasý,
ek, soyut bilgileri
kavramak gücünü de kazandý. Yeryüzünde kendilerinden baska birçok varlýklar kaynasýyordu, b
arýn çoðu
karsý gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ates yakýyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boðuyor, ye
n
yýllar bu etkilerin nedenlerini düsünmeden katlandýlar. Bütün bunlarýn neden böyle olduklar
ak isteyen ilk
insan saskýna döndü. Sonra, söyle düsünmeye basladý:
1- Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler. Tanrý düsüncesinin temeli budur. Kimileri
ileri tatlý
etkiler uyandýrmaktadýrlar. Acýyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklasmak istiy
ordu. Tatlýyla etkileyenlere
umut baðlýyor, onlara yaklasmak istiyordu. Ýste korku ve umut, gök ölçüsünün bu ilkeleri, b
ular.
Kendisi nasýl bir baskasýný itmek isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyince yak
abiliyorlardý. Su halde onlarda
da kendisininki gibi bir irade, bir zeka olmalýydý. Ýste Tanrýlýk irade, Tanrýlýk zeka düsü
le basladý.
Kendisine kötülük etmek isteyen bir soydasýnýn önünde nasýl alçalýyor, ona nasýl yalvarýyor
n önünde
de alçalabilir, onlara da yalvarabilirdi. Ýste ilk yere kapanýs, ilk dua. Yoluna engel
olan daða yer deðistirmesi için
yalvarýrken onu düsüncesinde varlýklastýrdýðýnýn, ilk düsünce varlýklarýný yaratmaya baslad
deðildi. Kendisinden güçlü, kendisine üstün olan bu düsünce varlýklarý pek çoktular, su hal
ayýsýz
Tanrýlarla doluydu (politeisme). Bunlarýn kimisi iyilik ediyordu, kimici kötülük. Ýyilikle
, iyilikçi ruhlarla
kötülükçü Tanrýlar böylece doðdular. Ýste ilk insanlarýn dini böyle basladý (Ýlk sistem: Fi
.
2- Yeryüzünde ve insan düsüncesinde baslayan bütün bu ilkeler (üstünlük, korku ve umut, üst
üstün
zeka, güçlünün önünde eðilis, yalvarýs, düsünce varlýklarý, bu varlýklarýn çokluðu, iyilikç
insanlarýn tarým gereksemeleri için göðe yöneldiler. Tarým, toplulukla yasamaya baslayan in
lar için bir
zorunluktu. Tarýmý basarmak içinse göðün gözetlenmesi gerekiyordu. Topraðýn gökle ilgisi be
aslamýstý.
Bir yýldýz kümesinin görünmesi, en yüksek yerine varmasý ve batmasýyla bir bitkinin göverme
i ve
kurumasý arasýndaki ilgi, olanca açýklýðýyla insanlarýn gözüne çarpýyordu. Su halde yeryüzü
varlýklarý, yönetiyorlardý. On bes bin yýl önce Mýsýr'da yasayanlar yýldýzlara tapmaya basl
lar, Nil nehrinin
yukarý kýyýlarýnda yasayan zenci ýrktan ilkel topluluklardý (Ýkinci sistem: Yýldýzlara tapm
3- Ýnsan bu yýldýzlara birer ad takma gereðini duyunca, bunlara yeryüzü adlarýný yakýstýrma
Tebli
Habes, ýrmaðýn tasmasý sýrasýnda görünen yýldýzlara tasma yýldýzlarý, sapan sürme sýrasýnda
öküz
ya da boða yýldýzlarý, aslanlarýn susuzluktan çölleri býrakýp ýrmak boylarýna geldiði sýrad
lan
yýldýzlarý, kuzularýn ya da oðlaklarýn doðduðu zaman görünen yýldýzlara kuzu ya da oðlak yý
Bu benzetmeler sayýsýzdý. Artýk kuzu, kýs mevsiminin kötülük eden ecinnisinden gökleri temi
boða
yeryüzüne bereket tohumlarý saçýyordu. Ýnsan dili böylelikle mecazlara alýsýyor, gittikçe z
yordu. Artýk
insan, göðün boðasýndan (boða adýný verdiði yýldýzlardan) beklediði gücü, yeryüzündeki boða
olmustu. Yerden göðe çýkan mecazlar böylelikle. gene yeryüzüne indiler. Birtakým yanlýs kýy
basladý.
Öküz, balýk ve daha bir sürü sey kutsallastý (Üçüncü sistem: Putlara tapmak).
4- Kýyaslamalar insanlarý maddi anlamlardan manevi anlamlara geçirdiler. Ýyilik getiren
tanrýlara bilgi, temizlik,
erdem melekleri; kötülük getiren tanrýlara da cahillik; günah, kabahat zebanileri denilmey
e baslandý. Tanrýlarýn
özleri birbirlerine uymadýðýndan tapýnma ikiye bölündü. Ýyi tanrýlara yapýlan sevgi ve sevi
tanrýlara yapýlan korku ve ýstýrap tapýnmasýydý (Dördüncü sistem: Karsýt ilkelere tapmak).
5- Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun öbür ucundaki ölümsüz bahar ülkelerini, k
y bölgelerinin
ölümsüz gecelerini anlata anlata bitiremiyorlardý. Ýste cennet ve cehennem düsünceleri bu h
yelerden doðdu.
Yüzyýllardan beri öldükten sonra ne olacaðýný kendi kendine soran insan, bu yerlerde yasaya
mek
düsüncesinden
hoslanýyordu. Böylelikle sevgili ölülerini barýndýracak bir yer de bulmus oluyordu. Sonsuz
ahar ülkesi çekiyor,
sonsuz karanlýk ülkesi korkutuyordu. Su halde iyiler birinciye, kötüler ikinciye gitmeli
ydiler. Bundan da tanrý
tüzesinin (adaletinin) insanlarýn tüzelerindeki yanlýslarý düzelttiði düsüncesi doðdu (Besi
m: Mistiklik,
büyük yargýca tapmak).
6- Ýnsanlar giderek üstünde yasadýklarý yeryüzünü tanýmaya basladýlar. Dünyanýn çapý ölçüld
kocaman pergel gibi göklere açýlarak göklerin akýllar durdurucu, sonsuz yörüngeleri hesapla
Dünyanýn evren
içindeki küçüklüðü meydana çýktý. Tanrý düsüncesi önce dünyadan, sonra günesten koparak büt
Evren Tanrý, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü ilkeyle güdülen seyi kendinde toplaya
çok daha büyük,
çok
daha yaygýn bir varlýk olmalýydý (Altýncý sistem: Evrene tapmak).
7- Sonralarý etkenle edilgeni, nedenle sonucu, güdücüyle güdüleni tek varlýkta birlestirmey
oðru bulmayarak
bunlarý birbirlerinden ayýrdýlar. Her türlü kýyaslamalarý ancak kendi varlýklarýna bakarak
dikleri için, evrenin
güdücü ilkesine cin, akýl, ruh adýný verdiler. Tanrý da, evrenin kocaman gövdesini hareket
en, bütün varlýklara
daðýlmýs yasama ruhu oldu. Her varlýk, büyük varlýðýn bir parçasýný tasýmaktaydý. Bu parça,
(Yedinci sistem: Evrenin ruhuna tapmak).
8- Matematik ve fizik gelisiyordu ama, insanlarýn büyük çoðunluðu bilgisizdi. Bu yüzdendir
bilginin getirdiði
bilimsel deyisler, çoðunluðun elinde bayaðýlasýveriyordu. Böylelikle evrenin herhangi bir m
neden baska bir sey
olmadýðý ileri sürüldü. Bir makine de kendi kendine yapýlamayacaðýna göre, herhalde bunun b
lmalýydý
(Sekizinci sistem: Büyük isçiye tapmak).
Volney'e göre, bütün bu basamaklardan eski Mýsýr'da çýkýlmýs, sonralarý yeryüzünde tekrarla
eskiden Nil kýyýlarýnda da olmustur. Volney, gök ölçüsünün, doðum yeri olarak Mýsýr toprakl
Volney'e göre, bütün din sistemleri, eski Mýsýr'ýn günese tapmakla baslayan fizik güçlere t
isteminden
çýkmýstýr. Hintlilerin Chrisna'sý (Krisna), Hýristiyanlarýn Christos'u (Hristos) hep eski M
günese
taktýklarý koruyucu anlamýndaki chris sözcüðünden gelmedir. Ayrýca, eski Mýsýrlýlar günese
ardý! ki
Latincelesmis Yessu ya da Jesus adýnýn kaynaðý budur. Eski Yunanlýlar bu adý Tanrý Baküs'e
rmislerdi.
Bilindiði gibi, Tanrý Baküs de, Meryem'den babasýz olarak doðan Ýsa'ya örnek olarak Minerva
n babasýz olarak
doðmustu.
Bir yanda sonsuzdan gelip sonsuza giden sonsuz bir uzay, öteki yanda düsünen yepyeni b
ir varlýk insan... Bir
XX'nci yüzyýl düsünürü, Felicien Challaye, din duygusunu bu sonlu varlýkla sonsuz varlýk ar
kurulan baðda
bulmaktadýr. Felicien Challaye'a göre, sonlu ve kutsal olmayan varlýk, sonsuz ve kutsa
l varlýkla karsýlasýnca
kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçis halinin sonucudur. Challaye gök ölçüsünün h
i
açýsýndan, söyle anlatmaktadýr: Ýlk insanlar, kendi kisiliklerinin dýsýndaki yaygýn gücü (M
larý anda
sonsuzu duymuslardýr. Ben varým, varlýða katýlýyorum. Ne yalnýz anam babam, büyükanamla büy
atalarým,
ne de bütün insanlýk ve bütün hayvanlýk beni var edemezdi. Evrenin bütün güçleri bende topl
günes, bir
samanyolu, bir evcen olmasaydý, ben de var olamazdým. Ben, evrensel hayatýn ürünüyüm. Varlý
liðinde
varlýðý buluyorum. Bu varlýk, benim dar kisiliðimi her yandan sarmakta ve onu asmaktadýr. B
varlýk sonsuzdan
beri
benden önce gelmekteydi, sýnýrsýz akýsý boyunca sonsuza kadar benden sonra gidecektir. Ýste
, sonsuz varlýk'týr.
Sonlu varlýðýn, kendisinden çýkmýs olduðu sonsuz varlýða baðlýlýk duymasý, onun önünde eðil
evlatçý bir sevgiyle sevmesi, onda evrensel hayatýn bütün yönlerini bulmasý akla uygundur.
akla uygunluk ve
sevgi, gök ölçüsünün temelidir.
Sonlu varlýðýn sonsuzluk duygusuna erismesi söyle olmustur: Ýlk eðilim, karsýlandýðý zaman
karsýlanmadýðý zaman acý veren bir duygudur (haz ve elem). Bu eðilim, zekanýn ise karýsmasý
sallasýr,
toplumun etkisiyle de sosyallesir. Bu sevinç ve acý eðilimi, korunma içgüdüsü, insaný yalný
atý boyunca
gözetmekle kalmaz, ölümle yok olus düsüncesinden ötürü acý çekmesine de engel olur. Ýnsan,
düsüncesini sevimsiz, asaðýlatýcý bularak reddeder. Korunma içgüdüsü, yok olus düsüncesinin
sonsuzlukla sonluyu baðdastýrmaya çabalar. Ýnsanýn doðal eðilimlerinden bir baskasý da, mer
imi, bu çabayý
destekler. Evreni tanýmak, onun köklerine ve derinliklerine inebilmek bu merak eðilimi
nin karsýlanmasý
zorunluðundan doðmustur. Ýnsanýn üçüncü bir doðal eðilimi olan sevgi (sempati) de ilk iki e
ni
tamamlamaktadýr. Sevgi, sonlu varlýklardan asarak sonsuz varlýða yönelmistir (mistisizm).
Din, bu üç doðal
eðilimin, korunma içgüdüsünün, merakýn ve sevginin zekayla ruhsallasmasýndan ve toplumla so
esmesinden
doðmustur.
Felicien Challaye din düsüncesinin gelisimini de söyle sýralamaktadýr:
1- Ýnsan, önce, kendi kisiliðinin dýsýnda her yönde belirmis bulunan yaygýn bir güç gördü.
dede,
hem ruhta beliriyordu. Ýlkel insanlar bu güce Mana adýný taktýlar. Mana düsüncesine bütün d
çesitli
semboller halinde rastlanmaktadýr. En ileri felsefelerde bile çýkýs noktasý hep bu ilkel M
ana düsüncesidir.
2- Toteme olan inanç bu Mana düsüncesinden çýkmýstýr. Totem, Mananýn cisimlesmesidir. Bir k
nsanlarý
belli bir hayvan, ya da bitki çesidini en çok Mana toplayýcý saymýslar ve onu kutsal görmüs
dir.
3- Ýnsan, kendi canýný düsününce Mana'yý kisilestirmistir. Bundan da ölümden sonra yasama d
us,
ölümden sonra yasama düsüncesi ölülere tapýnmaya yol açmýstýr.
4- Mana'nýn kisilestirilmesi canlýcýlýðý (animizm) meydana getirmistir. Canlýcýlýk, doðada
una benzer
ruhlar bulunduðuna inanmaktadýr. Önceleri fetisizm adýyla adlandýrýlan animizmin büyücülüðe
kolaylýkla anlasýlýr bir
olaydýr.
5- Ýnsan, Mana'da bir düzen ilkesi bulduðu zaman, dine töresel kaygýlar girmis demektir. E
rdem, bu düzeni
saðlamak için gereklidir.
6- Ýnsan, Mana'yý kisilestirince artýk onu her baktýðý yerde görmeye baslamýstýr. Bunun son
elbette
çoktanrýcýlýk olacaktý.
7- Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açýklanýsýndaki ilerleme bu çok tanrýlarý tek tanrýda
stirmeye yol
açmýstýr. Bu birlestirme, önce bir hiyerarsiden (tanrýlarý sýralayarak en büyüðünü bulmakta
enin tek
ve
biricik Tanrýsýna varmýstýr.
8- Budizmde olduðu gibi, din düsüncesinde bir adým daha ilerleme, engin evrenin varlýðýný a
k ve açýklamak
için tanrý düsüncesinin gerekmediðini, bu anlama ve açýklamanýn tanrýsýz da yapýlabileceðin
Kurban, dua, yasalara saygý, erdem, bayram, efsaneler ve kendinden geçis hali en ilk
el totemizmden çok
gelismis
dinlere kadar bütün dinlerin ortak temalarýdýr.
Mutluluðunu saðlamak için çabalayan insan, epeyce uzun bir tarih süresi sonunda, kendini r
ahat ettirecek, mutlu
kýlacak yeni bir ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür. Gerçekte bu ölçü önce yerden basladý,
Bilimsel açýdan ele alýnýnca hikayesi bir hayli ilgi çekicidir. Bu ölçü, insanýn çevresini
en
gizlilikleri açýklýyor, karanlýklarý aydýnlatýyor, ona güven veriyor, geleceðine umutla bak
du. Hele,
insanlýðýn en büyük korkusu olan ölüm korkusunu karsýlamasý bu ölçüyü büsbütün vazgeçilmez
karanlýklarý olduðu kadar, aydýnlýklarý da düzenliyor, hemen her alanda yararlý oluyordu. Ý
birbirleriyle olan
anlasmazlýklarýný bile bu ölçüye vurarak çözmeye baslamýslardý. Toplumlar, bu ölçüye sýðýna
çalýsýyorlardý. Ölçü, gerçekte, insan yapýsýný çesitli açýlardan kavramasý bakýmýndan, çok
Fransýz düsünürü Auguste Comte (1798-1857) bu ölçüye, insanlýðýn açýklama gereksemesi (ihti
bakmaktadýr. Üç hal kanununun, insanlýðýn birbiri ardýnca geçirdiði üç hale bakýs açýsý bud
1- Auguste Comte'a göre insanlýk, önce teolojik hal içindeydi. Evren, insan iradesinin týp
kýsý iradelerle
yönetilmektedir. Ýnsan düsüncesinin ilk vardýðý açýklama budur. Oysa, bu ilk düsünce de üç
yavas gelismistir. Birinci basamakta insan, çevresindeki esyayý týpký kendisi gibi canlý,
akýllý olarak düsünmüstür
(fetisizm). Ýkinci basamakta insan düsüncesi, çevresindeki olaylarýn görünmez varlýklarca y
iði inancýna
yönelmistir (çoktanrýcýlýk-politeizm). Üçüncü basamakta bu görünmez varlýklarýn tek ve büyü
yönetimi altýnda bulunduðu inancýna varýlmýstýr (tektanrýcýlýk-monoteizm).
2- Ýnsanlýðýn bu halini metafizik hal kovalamýstýr. Ýnsanlýk bu süre sonunda teolojik halde
izik hale
geçmistir. Metafizik hal, bir soyutlama (tecrit) halidir. Evreni yöneten artýk insana
benzeyen bir varlýk deðil, soyut
bir güçtür, soyut bir ilkedir: Oysa bu halde de insan, soyutladýðý nitelikleri, soyut iyili
soyut güzelliði, soyut
tamlýðý (mükemmelliði) gerçek varlýklar saymaktadýr.
3- Ýnsanlýðýn üçüncü halinde, metafizik hal, yerini pozitif hale (olumlu hal, müspet hal) b
u hal;
ortaçaðýn sona ermesiyle baslar. Yeniçað düsüncesi artýk olaylarý baska olaylarla açýklamak
el
ilerlemeler, bu hale gelinceye kadar nedeni bilinemeyen birçok olaylarý, bilim yasal
arýyla açýklamaya baslamýstýr.
Baska bir deyisle, önce teolojik açýklama, sonra metafizik açýklama, yerini pozitif açýklam
býrakmýstýr.
Baska bir Fransýz düsünürü, Henri Bergson (1859-1941) da gök ölçüsü gereksemesinin kaynaðýn
hayatýn içinde bulmaktadýr. Bergson, Töreyle Dinin Ýki Kaynaðý (Des deux Sources de la Mora
et de la Religion)
adlý yapýtýnda bu konuyu inceleyerek su sonuca varýyor: Ýnsan, düsünmeden önce yasamak zoru
Toplumsallýk eðilimi (içtimailik meyli), insanýn yasama zorunluðunun sonucudur. Toplum nasý
insan içinse, insan
da öylece toplum içindir. Toplumunsa birtakým gerekleri vardýr, iste bu gerekler, insaný tö
eye ve dine zorlar.
Hayvan toplumlarýnda örneðin bir arýnýn, toplumunu unutarak sadece kendi isteklerinin pesi
nden gitmeye
basladýðýný düsünelim. Bilinçsiz içgüdüsü bu haylaz arýyý toplum yükümüne (mükellefiyetine)
arýlar yükümlü olmazlarsa kovan yasayamaz. Ýnsan toplumlarýnda da bu yüküm insaný ödevine i
umsallýk,
insan varlýðýnýn en büyük parçasýdýr. Suçunu sadece kendisi bilen, cezadan yakayý kurtaran
çektiði
vicdan acýsý; insanýn kendi varlýðýna, kendi benliðine dönmek isteyisidir. Suçunu açýklarsa
an
kurtulacaktýr, çünkü ödevini yerine getirmis, benliðinin büyük parçasý olan topluma dönmüst
alýskanlýðýndan doðan, içgüdülerin zorladýðý bu ödevseverlik, insaný töreye ve dine götürür
törenin
ve dinin birinci kaynaðýdýr. Bu ödevseverlik iyice desilirse, insanlarýn korunma içgüdüsüne
Ýnsan, açýkçasý, bu görevseverliðiyle kendisini korumakta, yasama zorunluðuna uymaktadýr. B
k, kisinin,
iradesini iten bir kaynaktýr. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insaný koruyan bir din v
e töredir.
Din ve törenin ikinci kaynaðý, insan heyecanýdýr. Toplumsal insan bir taklit, bir benzeme
gereksemesi içindedir.
Ýnsan yapýsý, örnek almak, benzemek eðilimini tasýr. Bu ikinci kaynaktan çýkan din ve töre,
olarak alýnan
kisiliðin yarattýðý heyecaný yasamak ve taklit etmekle gerçeklesir. Toplum, kisiyi, toplumc
beðenilenleri taklide
çaðýrýr. Bu kaynak, birinci kaynak gibi, kisinin iradesini iten bir kaynak deðil, tersine,
çeken, çaðýran bir kaynaktýr.
Bu, heyecandan doðan taklitçilik kaynaðý iyice desilirse, insanlarýn yaratma içgüdüsüne day
,
açýkçasý, bu taklitçiliðiyle, gene yasama zorunluðunun sonucu olan yaratma gereksemesini ka
maktadýr. Bu
kaynaktan gelen din ve töre, insanýn yaratma gereksemesini karsýlayan bir din ve töredir
.
Bu iki çesit din ve töre, ayrý nitelikler, ayrý özellikler tasýmaktadýr. Birinci kaynaktan
kanlýktan, korunma
içgüdüsünün sonucu olan görevseverlikten gelen) din ve töre statiktir, toplumsaldýr, tutucu
eskiye baðlýdýr,
kolektiftir. Ýkinci kaynaktan (heyecandan, yaratma içgüdüsünün sonucu olan taklitçilikten g
n) din ve töre
dinamiktir, bireyseldir, eskiyi asýcýdýr, ileriye götürücüdür, kisiseldir.
Bergson, yapýtýnýn ikinci bölümünde gök ölçüsünün asýl gerekçesi olan ölüm korkusu üstüne s
söylemektedir: Hayvanlar öleceklerini bilmezler, öleceðini bilmek insancadýr. Ýnsandan bask
bütün canlýlar,
doðanýn (tabiatýn) istemis olduðu gibi, hayat hamlesine uymaktadýrlar. Ýnsanýn öleceðini bi
esiyse,
doðanýn verdiði zeka ile elde edildiði halde, doðanýn karsýsýna dikilmekte, insanýn hayat h
i
yavaslatmaktadýr. Öleceðini bilmek düsüncesi umut kýrýcý bir düsüncedir. Ýnsan, öleceði gün
düsünce, daha da umut kýrýcý olurdu. Ölüm olayý bir anda meydana gelecektir, oysa her an me
gelmediði
görüldüðüne göre sürekli olarak tekrarlanan bu deney, insanda belirsiz bir kusku yaratmakta
düsüncesiyle
erisilen kesinliðin etkilerini hafifletmektedir. Bu hafifletme olmasaydý insanýn hayat
hamlesi büsbütün kýrýlýrdý.
Ölmek kesinliðinin, yasamayý düsünmek için yaratýlan canlýlar dünyasýnda, insan düsünce ve
mesi,
doðanýn niyetine açýkça karsýdýr. Doða, böylelikle, kendi yoluna konulan engel üstünde send
. Ýste bu
sendeleyis onu yeniden doðrulamaya, ölümün kaçýnýlmazlýðý düsüncesine karsý yasamanýn ölümd
süreceði düsüncesini koymaya zorluyor. Doða, düsüncenin yerlestiði zeka alanýna bu hayali a
her seyi yerli
yerine koymus olmaktadýr. Bu hayalin ölüm düsüncesinin kötü tepkilerini önleyebilmesi, kend
uçuruma
kaymaktan alýkoyan doðanýn dengesini gösterir. O halde bize dinin kaynaklarýný belirten hay
l ve düsüncelerin
özel
bir oyunu karsýsýnda bulunuyoruz. Bu açýdan bakýlýnca din, zekanýn ölümü kaçýnýlmaz olarak
doðanýn savunucu bir tepkisi olmaktadýr.
Bu tepki, kisi kadar, toplumla da ilgilidir. Toplum, kisisel emekten yararlanýr. K
isinin hamlesi yavaslamamalýdýr
ki toplumun hamlesi de yavaslamasýn. Bundan baska uygarlýkta ilerlemis toplumlar, sýrt
larýný sürekli yasalara,
sürekli kuruluslara (müesseselere), zamana bile meydan okuyan anýtlara dayarlar. Ýlkel t
oplumlarsa sadece
kisilerden kuruludur. Onlarý kuran kisilerin sürekliliðine inanýlmazsa etkileri de kalma
z. Su halde ölülerin de
dirilerle birlikte bulunmasý gerekmektedir. Bunun sonu, atalara tapma olacaktýr. O z
aman da ölüler, tanrýlara
yaklasacaktýr. Bunun için de tanrýlarýn hiç olmazsa anýlar halinde var olmasý, bir din bulu
sý, düsüncenin
mitolojiye doðru yönelmesi gerekecektir. Zeka, çýkýs noktasýnda, ölüleri, iyilik ya da kötü
dikleri bir
toplumda dirilere karýsmýs olarak düsünmek zorundadýr.
KAVRAMDA GÝZ. Üstün güçlerle çevrili olduklarýný gören, bu üstün güçlerden korkan ilk insan
koruyucularýný çevrelerinde aradýlar. Bu koruyucu çoðu zaman bir hayvan, kimi topluluklarda
bir bitki, pek az
rastlanmakla beraber kimi topluluklarda da deniz ya da yýldýz oldu. Bu koruyucunun a
dýna totem dendi. Ýnsan
denilen yaratýðýn ilk dini, totem dinidir. Artýk her topluluðun (klanýn) kendisini koruyan
ir totemi vardý. Yüzyýllar
böylece geçti. Ýnsanlar bir hayli mutluydular. Tanrýlarý yanýbaslarýndaydý ve onlarý koruyu
ordu. Totem
çaðýndan sonra tanrý, insanlardan gittikçe uzaklasacak, bir daha bu kadar yakýnlarýna sokul
acaktý. Totemin
ana
düsüncesi, bir Malenezya deyimi olan Mana'dýr. Mana, her yere daðýlabilen, bir bakýma tapan
insanlarýn
kendisinde
de bulunan yaygýn ve kutsal bir güçtür.
Gün geldi, insanlar, totemle yetinemez oldular. Çevrelerinde gözleriyle görmedikleri bir
takým yasayan ruhlar
düsünmeye basladýlar. Ölülerinin de yasamakta devam ettikleri düsüncesi kafalarýný kurcalýy
lýcýlýk diye
çevirebileceðimiz bu animizm, insanlarýn ikinci dinidir. Görünmez ruhlar, yasayan ölüler el
te büyücülüðü
doðuracaktýr. Bunun içindir ki, nerede animizme rastlarsak yanýbasýnda büyücülüðü de buluyo
zmin
temel düsünceleri (mana, tabu, yarý insan yarý hayvan atalar), animizmde de devam etmekt
edir. Ýlk dinin bu ilk
ilkeleri en gelismis tektanrýcý dinlerde bile devam edecektir. Animizme önceleri fetis
izm deniyordu. Bu sözü
zencilerin perili ve büyülü nesnelerine bakarak Portekizli gemiciler yakýstýrmýslardý. Feit
Portekiz dilinde
büyülü nesne demektir.
Bütün güzel sanatlarýn kökünde animist büyücülüðün izleri vardýr. Ýlk insanlarýn erdemleri
totemin isteðine aykýrý davranýsta bulunmamalarýnda belirmektedir. Klanýn toteme saygý duya
leri
erdemlidirler. Ýnsanýn çevresinde korkulacak, tapýlacak bu kadar çesitli güçler, ruhlar, ya
an ölüler bulunmasý
elbette çoktanrýcýlýðý doðuracaktý. Çok sayýdaki tanrýlara ilkin Mýsýr'da rastlýyoruz. Eski
totemizm ve animizm kalýntýlarýna dayanmaktadýr. Mana, tabu, ölümden sonra yasama düsüncele
çoktanrýcýlýkta
devam ediyor. Ýyi ruhlar iyi tanrýlarý, kötü ruhlar da kötü tanrýlarý meydana getirmistir.
emizmden
doðduðuna baska bir kanýt da, her klanýn ayrý birer totemi olduðu gibi, eski Mýsýr'da yasay
r topluluðun da ayrý
bir tanrýsý bulunmasýdýr. Bu yerli tanrýlar baðlý olduklarý topluluðun öbür topluluklar üst
ne göre öne
geçmisler ya da geride kalmýslardýr. Mýsýr çoktanrýcýlýðýnýn en önemli üçgeni, karýsý Ýzis
Tanrý Oziris üçgenidir. Eski Mýsýr çoktanrýlarý üçlü, sekizli, dokuzlu gruplar halinde topl
. Bu güçlü
tanrýlarýn yanýnda akýl da islemektedir. Eski Mýsýr edebiyatýnda ölen bir kadýnýn yasayan k
rdiði söyle
bir mektup vardýr: Ey benim arkadasým, benim kocam. Hiçbir zaman yemekten, içmekten, sar
hos olmaktan,
kadýnlarla sevismenin zevkini tatmaktan ve senlikler yapmaktan geri kalma. Gündüzün de,
geceleyin de kendini
her
türlü zevke terk et. Kalbinde kaygýlarýn yer etmesine sakýn meydan verme. Çünkü, Batý ülkes
ile karanlýk
hüküm sürmektedir. Burasý öyle bir ülkedir ki, içinde bulunanlar hiçbir zaman dýsarýya çýka
Uyumaktadýrlar ve artýk hiç uyanmayacaklardýr. Burada hüküm süren tanrýnýn adý tam bir sönm
Gök ölçüsü arastýrýsýnda eski Mýsýr'ýn çok önemli bir yeri vardýr.
Öncesizlik ve sonrasýzlýk içinde bilincin bilinçle kavranmasý (suurun, suurla idrak edilmes
) insanla baslýyor. Bu,
gerçek bir baslangýç deðil, bassýz ve sonuz olmakta olan'ýn insan maddesince sezilmesidir.
aska bir deyisle, bu
hikaye, evrensel diyalektiðin hikayesi deðil, kendi kendini sezen maddenin hikayesid
ir. Biz insanlar henüz bu
büyük hikayenin içindeyiz. Açýklamaya çalýstýðýmýz macera, kendi maceramýzdýr.
Günümüzden bes bin yýl önce Mýsýr'da bir terzi yasadý. Bu terzi, yüz bin yýllýk bilinç diya
rduðu bir
düsünceydi. Bes bin yýldan beri, gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ýsýklarda, bu te
.
Terzi, Mýsýr papirüslerinde Hermes Tut adýný tasýyor. Yunanlýlar ona Ermis ya da üç kez bil
amýna
Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre adý Honok'tur. Araplar, Hermes-ül-Heramise adýyla
anmaktadýrlar. Kur'an'a
göre o, Adem ve oðlu Sit'ten sonra gelen, üçüncü peygamber Ýdris'tir.
Kýsas-ý Enbiya, onu söyle anlatýyor: Hazreti Sit'ten sonra peygamberlik Ýdris aleyhisselam
a geldi. Ve ona dahi
otuz sahife nazil oldu. Kalemle yazý yazan ve elbise diken ilk insan odur. Ondan önc
e insanlar, hayvan derisi
giyerlerdi. Ýdris aleyhisselama göklerin, esrarý açýlmýstý. Sonunda Tanrý, onu diriyken göð
azreti Ýdris
göðe çekildikten sonra insanlar doðru yoldan ayrýldýlar, putlara tapar oldular. Tanrý, onla
Nuh aleyhisselamý
gönderdi (Ahmet Cevdet, Kýsas-ý Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, 1323 baskýsý, s. 4).
Oysa Yunan kaynaklarý onun kýrk iki yapýtý bulunduðunu yazmaktadýrlar. Hermes'in bu deðerli
pirüsleri
kaybolmustur. Bugün, onun düsüncelerini, öðrencilerinden gelen Mýsýr ve Yunan kaynaklarýnda
oruz.
Tevrat, onu söyle anlatmaktadýr: Ve Yared yüz altmýs iki yasýnda Hanok'un babasý oldu. Hano
, üç yüz yýl
Tanrý'yla yürüdü ve Hanok'un bütün günleri üç yüz altmýs bes, yýl oldu ve gözden kayboldu.
(Tevrat, Tekvin kitabý, 5. bap, 18-24).
Tevrat'ýn hesabýna göre terzi Hermes, ilk insanlardan biridir, altýncý kusaktandýr. Baba-oð
dizisi söyle
sýralanmaktadýr: Adem (930 yýl yasamýs), Sit (912 yýl yasamýs), Enos (905 yýl yasamýs), Ken
10 yýl yasamýs),
Mahalel (895 yýl yasamýs), Yared (962 yýl yasamýs), Hermes ya da Hanok (365 yýl yasamýs)..
evrat, Hermes'in Ý.Ö.
3000 yýlýnda yasadýðý bilindiðine göre, insan soyunun günümüzden on bin yýl önce basladýðýn
Oysa bilim, günümüzden kýrk milyon yýl önce insana pek benzeyen yaratýklarýn yasamaya basla
amýs
bulunuyor. Çaðdas bilimle Tevrat'ýn arasýnda, otuz dokuz milyon dokuz yüz doksan bin yýl va
.
Terzi Hermes'in, kendinden sonraki bütün düsünsel akýmlara ýsýk tutan düsüncesi sudur: Ýnsa
tanrýlar,
tanrýlar ölümsüz insanlardýr.
Terzi Hermes, evrensel düsünü söyle kuruyor: Kocaman bosluðun en altýnda ölümlülük yeri dün
üstünde de ölümsüzlük yeri Zuhal yýldýzý... Zuhal yýldýzý, evrensel aklýn bütün esrarýný ta
kattýr, ölümsüzlüðe orada erisilir. Zuhal, parlak bir ýsýk içindedir. Ruhlar, oradan kopara
a doðru düsmeye
baslarlar. Bu düsüs bir sinavdýr. Düsüs, büyük ýsýktan, inildikçe yavas yavas koyulasan kar
. Isýk
ruh, karanlýk maddedir. Ruh, kýsa bir sýnama için yeryüzüne inip maddeyle birlesecek, ama m
ddeye boyun
eðmeyecektir. Ruhun maddeye boyun eðmesi, ona yenilmesi demek, sonsuz olarak yok olm
asý demektir. Ýnsan
ruhu,
tümel ruhun (Tanrý'nýn) çocuðudur. Sýnavý kazanamazsa, o ruhta bulunan tümel ýsýk (Tanrýsal
, ýsýk
yalnýz basýna çýktýðý yere dönerek ruhu karanlýkta býrakacaktýr. Ruh da, ýsýksýz kalýnca, k
tükenecektir. Büyük bosluk, inen çýkan ve arada eriyip tükenen sayýsýz ruhlarýn kasýrgasýyl
tadýr. Sýnavý
kazanan ruhlar, yedi kat göðe basarýyla yükselip ölümsüzlüðe kavusurlar. Salt gerçeði (mutl
öðrenirler.
Maddeye boyun eðmeyen basarýlý ruh, yeryüzündeki kýsa sýnavýný verdikten sonra, ilk basamak
ay'a
yükselir.
Ay, düsünce dehasýdýr, elinde gümüs bir orak tutar, doðumlarý ve ölümleri düzenler. Ruhlarý
kurtararak
büyük ýsýða doðru çeker (cezbeder). Göðün ikinci katýný yöneten Utarit yýldýzýdýr. Utarit,
sýnavýný basarýyla vermis ve birinci katta cesetlerinden ayrýlmýs ruhlara çýkacaklarý yolu
Bu kata çýkan
ruhlar, soyluluklarýný (asaletlerini) tanýtlamýs ruhlardýr. Üçüncü katý Zühre yýldýzý yönet
dehasýdýr, elinde ask, aynasýný tutar, birbirlerini unutan ruhlar ask aynasýnda birbirleri
ni bulurlar. Dördüncü kat
gök, günesin egemenliði altýndadýr. Günes, güzellik dehasýdýr, basarý ýsýklarý, saçmaktadýr
ruhlar, ölümsüzlüðe yükselebilmek için böyle bir tüm güzellikten geçerler. Günes, onlarý ta
ak
ölümsüzlüðe hazýrlar. Besinci katý Merih yýldýzý yönetir. Merih, tüzenin (adaletin) dehasýd
keskin
kýlýcýný tutmaktadýr. Altýncý katý yöneten Müsteri yýldýzýdýr. Müsteri, bilimin dehasýdýr,
tutmaktadýr. Yedinci ve son katsa, ölümsüzlüðe kavusulan büyük aydýnlýk, tümel aklýn tüm sý
yýldýzýnýn katýdýr.
Ruhlarý ölümsüzlüðe götüren, dünya sýnavýnda, iradelerini kullanarak, güçlerine dayanarak,
ettikleri aydýnlýk bilinç'tir. Bu bilince (suura) kavusabilmek için, yükselmeyi istemek ye
ter. Yükselen ruh, aydýnlýk
bilincine dayanarak, tüm güzellik, tüm güç, tüm akýl olacaktýr. Buysa ölümsüzlüktür.
Terzi Hennes'in bu öðretisi, eski Mýsýr'ýn Tep ve Memphis tapýnaklarýnýn büyük ve kutsal sý
de
hiçbir papirüste yazýlmamýstýr. Sadece yeraltýnda gizlenmis bir maðaranýn duvarlarýna sembo
retlerle
kazýlmýstýr. Yüzyýllar boyunca, tapýnaklar baskanlarý birbirlerine aðýzdan anlatmaktadýrlar
e sýr, ona
layýk olandan baska, kimsenin eline geçmez. Tep ve Memphis tapýnaklarýna baðlanarak yýllarc
sýnav geçirip çile
çektikten sonra bu sýrra kavusanlar, onu, en dayanýlmaz iskenceler altýnda bile açýklamazla
.
Dinler, hemen hepsi, kendilerine en büyük kývýlcýmý yollayan üçüncü peygamber Ýdris'i birka
geçistirmislerdir. Bunun nedeni de kolaylýkla anlasýlmaktadýr.
Hermes'in öðrencilerinden Asklepios, büyük ustasýnýn su sözlerini de açýklamaktadýr: Ýnsanl
dýr,
tanrýlar da ölümsüz insanlar... Esyanýn dýsý, içi gibidir. Ýçle dýs arasýnda hiçbir ayrýlýk
Küçükle büyük, arasýnda hiçbir ayrýlýk yoktur. Evrende hiçbir sey ne iç, ne dýs, ne küçük,
ve o yasanýn gördüðü bir tek is vardýr. Bu sözlerin anlamýný anlayan, gerçeði görür. Kimi i
ayýslarý,
olaðanüstü çabalarý ve yetkinlikleriyle öteki insanlarýn görmediklerini görebilirler. Oysa
r nedeni daima
gizlidir. Çünkü sonsuzluk, pek kýsa bir son olan zaman ve gene pek kýsa bir son olan mekan
içinde anlasýlamaz ve
anlatýlamaz. Bizler, ancak, öldükten sonra onu anlayabilir ve anlatabiliriz. Çünkü, yasarke
zaman ve mekanla
sýnýrlýyýz. Sýnýrsýzlýk, sýnýrlýlýk içinde kavranamaz.
Ýste, dinleri ve felsefeleriyle, elli yüzyýlý kaplamýs bulunan ýsýk karanlýk diyalektiði bu
n gelmektedir.
Hermes'in büyük sýrrýný öðrenebilmek için geçirilecek sýnavlar pek güçlüdür. Aklý ve irades
istekliler, ya yolun dönülebilecek parçasýndan tersyüz edip geriye dönerler, ya korkudan çý
, ya da bin bir
ürkütücü görünüs içinde yürekleri durur, bir uçuruma yuvarlanýr, ölür giderler. Sýnavý basa
si
vardýr.
Ýstekliyi önce Ýzis tapýnaðýna götürürler. Tapýnak, yeraltý mezarlarýna giden deliklerle do
kapýsýnda Ýzis heykeli vardýr. Ýzis, oturmustur, dizlerinde kapalý bir kitap vardýr, yüzü ö
in altýnda su
söz yazýlýdýr: Yüzümdeki örtüyü hiçbir ölümlü kaldýramadý.
Su halde?.. Bu yolda yürüyebilmek için ölümsüzlüðe hazýrlanmak gerekmektedir. Buysa, uzun y
eyen,
katlanýlmasý pek zor bir çabadýr. Ýstekli, buna katlanmayý göze alýrsa, tapýnak hizmetçiler
a kalmak,
ortalýðý süpürmek, bulasýk yýkamak, ayakyollarýný temizlemek zorundadýr (kendilerini hor gö
gördüren
kyniklerle melamileri hatýrlayýnýz). Bütün bu isleri yaparken tek söz söylemek, konusmak ya
týr. Bu sýnavdan
geçen istekli, isteðinde direniyorsa, küçük bir deliðin içinden karanlýk bir labirente býra
tüne,
gürültüyle kapatýlýr. Ýstekli, dizleri ve dirsekleri üstünde sürüne sürüne, çamurlu ve yýla
n uzun
dolasacaktýr. Arasýra küçücük odalara yolu düserek ayaða kalkabilecek, bu küçük odalarda, ç
tlere,
hayvanlara ve yýlanlara rastlayacaktýr. Sonra, gene küçük deliklerden karanlýk yollara gire
ek, sürüne sürüne
ilerleyecektir. Bu küçük odalarda, kimi zaman, sessiz bir rahibe rastlayacak, rahip on
a, geriye dönmek isteyip
istemediðini soracaktýr. Sýrrý öðrenmek için direniyorsa, gene kaderiyle bas basa kalarak,
anlýk yollarda
sürünmeye devam edecektir. Derinlerden kulaðýna, söyle seslenen çýðlýklar gelecektir: Bilim
eyen deliler,
burada gebermislerdir... Artýk geriye dönülemez yollara girmis bulunmaktadýr, kimse karsýsý
a çýkýp geriye dönmek
isteyip istemediðini sormayacaktýr buradan kurtulmak için ölmekten baska bir sey yapýlamaz
. Soðuk, karanlýk,
yýlanlar, akrepler, korkunç çýðlýklar, açlýk, susuzluk; sürünmekten paralanmýs dizler, kana
. Ýstekli, ya
da artýk çaresiz, dizlerinin gittikçe gömülerek ayaklarýnýn yükseldiðini, çok dik bir yokus
oðru
sürüklenmekte olduðunu hissetmektedir. Güçlükle sürüklendiði bu yolun sonunda da, korkunç b
karsýlasacaktýr. Tutunabilir de düsmekten kurtulursa, çýldýrmasý isten bile deðildir. Çýldý
dar güçlüyse
çevresine bakýnabilir ve süründüðü dehlizin sol ucunda küçük bir kurtulus kapýsý bulunduðun
a
yuvarlanmadan o kurtulus kapýsýna sýçrayabilirse uzun bir merdiveni týrmanarak masallardak
i gibi renk renk
dösenmis bir odaya varacaktýr. Odanýn duvarlarýnda yirmi iki sýrrý belirten nakýs semboller
arfler ve sayýlar vardýr
(Hermes'in öðrencisi olan Pythagoras'ýn sayý mistikliðini, Ýslam hurufiliðini ve noktavilið
atýrlayýnýz). Burasý,
Oziris'in ýsýklý tapýnaðýdýr. Burada, insan, gerçeði belirtmek ve tüzeyi gerçeklestirmek iç
irlesir.
Ýsteklinin çilesi henüz baslamýstýr ve daha pek uzun yýllar sürecektir. Geçireceði sayýsýz
da ates
sýnavý, su sýnavý, sehvet sýnavý vardýr. Bunlarýn her biri, yukarda anlattýklarýmýzdan da ü
sýnavlardýr. Ates sýnavý, cehennem atesi gibi yanan kýzgýn bir fýrýndan cesaretle geçmeyi g
mektedir.
Gerçekte,
bu fýrýn, isteklinin cesaretini denemek için hazýrlanmýs yapma bir fýrýndýr. Sehvet sýnavý,
için belki de çok
daha güç bir sýnavdýr. Ýstekli, günlerce, aç ve susuz, karanlýk dehlizlerde dolastýktan son
i renklerle
dösenmis bir yatak odasýna varacak, orada, bir sehvet müziði dinleyerek, kendisine içki ve
yiyecek sunan çýplak ve
genç bir güzelle karsýlasacaktýr. Güzel kýz, ona, bugüne kadar çektiklerinin karsýlýðý olar
ve
elindekileri sunacaktýr. Eðer bu genç kýza kanar da açlýðýn, susuzluðun ve sehvetin gücüne
o güne
kadar çektiði bütün çileler bosuna harcanmýs olacaktýr. O zaman, artýk, ömrü boyunca tapýna
olarak
hizmetçilik etmek zorundadýr, kaçmaya çalýsýrsa hemen öldürülür.
Ýstekli, bu sýnavlarýn her birinin sonunda, tek basýna tas bir odaya kapatýlarak, aylarca,
kendi kendine
düsünmeye
býrakýlmaktadýr. Böylelikle, hamur gibi yoðrulan insan yapýsý, gittikçe, tanrýlýk yapýya ya
Eski Mýsýr
rahiplerinin o büyüleyici ve etkileyici güçleri, böylesine bir yoðrulma sonunda elde edilmi
tir.
Son sýnav, mezar sýnavýdýr. Ýstekli, diri diri ve özel bir törenle bir mezara gömülür. Oysa
lýlýðýndan
hemen, hiçbir sey kalmamýs, mezara pek yarasan bir yapýdýr. Mezarda, tam bir letarjiye düs
erek, kendi ruhuyla
karsýlasýr. Uzun yýllar sonunda elde ettiði bu sonuç, onu, büyük sýrra, gereði gibi hazýrla
dan çýktýktan
sonra, kendine gelince, büyük rahiple birlikte, Mýsýr'ýn sýcak, sessiz ve derin bir gecesin
e, tapýnaðýn
rasathanesine
çýkacak ve orada yedi kat göðün yedi yýldýzýný seyrederek, büyük rahibin aðzýndan Hermes'in
Ýsteklinin geçirdiði sýnav, tek ruhtan kopan sayýsýz ruhlarýn yeryüzünde geçirmekte oldukla
örneðidir. Hermes'e göre, insanca ölümlü olmak da, tanrýca ölümsüz olmak da elimizde... Anc
ofan
denilen
basrahibin yeni ermisine söylediði gibi, her akýl bu gerçeði kavrayamaz... Büyük sýrrý gönl
arak
eylemlerimizle söyleyelim. Bilim gücümüz, inan kýlýcýmýz, sükut kalkanýmýz olsun. Ufaklýkla
çoðunluktur, ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar, bu gerçek karsýsýnda akýllarýný büsbütü
ler,
bu gerçeði kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler. Gerçeði gizlemekten baska çýkar bir
k,
bulmak, susmak gerek.
ALTINÇAÐ. Ýsa'dan önce 700 yýllarýndayýz. Yunanlýlar üç yüzyýldan beri derebeylik çaðýný ya
edinenlerle mal edinemeyenler yerlerini almýslar, sýnýflar doðmus. Tedirginliklerinin ne
denlerini henüz
kavrayamýyorlar ama, esitlik ve özgürlük içinde geçen eski altýnçaðlarýnýn özlemini çekmeye
n
Hesiodos söyle yakýnýyor:
Heyhat, demek ki gökyüzünün beni
Alçakça yasanýlan bu kederli zamana atmasý gerekiyormus.
Bu çað daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?
Oysa bugün yeryüzünde bet bereketin kalktýðý
Acý ve kederli bir yokluk çaðý yasýyoruz.
Zeus'ün görevlendirdiði, gece ve gündüz
Çalýsan insanlar türlü sýkýntýlar içinde bocalýyor.
Ama yakýnda Zeus, insanýn besikten çýktýðý an
Yaslandýðý bu çaðý mezara sokacaktýr.
Bu çað ki çocuklarý babadan; babalarý çocuklardan uzaklastýran
Kimsenin kimseye saygý duymadýðý, görevlerin unutulduðu
Kimsenin dostu ve konuðu kalmadýðý bu çað son bulacak.
Amansýz saldýranlar antlarý hiçe sayacak, hakka karsý
Alay ederek bir tek canlý býrakmayacaklar.
Ýste o zaman, gök kubbeye doðru birlikte
Utanç ve Nemesis, gövdeleri parlak giyitlerle, uçacaklar
Ýnsanýn kendilerini sürüp attýðý uzak yerlere gidecekler
Tanrýlarýn gösterecekleri yere yerlesecekler
Bizse burada acýlar içinde kalacaðýz.
Yýrtýcý kuslar gibi güçlüler güçsüzlere saldýracak.
Özlemi çekilen bu altýnçað nasýl bir çaðdýr?.. Yüzyýllarca önce, kuzeyden gelerek Balkan ya
inen Ýyon, Dor ve Eolya boylarý, buralarý ele geçirerek yerlestiler. Çobanlýkla geçiniyor,
tlik ve özgürlük içinde
yasýyorlardý. Kimsenin kimseye üstünlüðü yoktu. Herkes doðadan ortakça ve esitçe payný alýy
vardý ve
yoksulluk bilinmiyordu. Düzeni, doðal yasalar saðlýyordu. Devlet, yasa, dýs ve iç baskýlar
tu. Hemen hiçbir suç
islenmiyor, buna karsý da hiçbir ceza düsünülmüyordu. Mutluydular. Öylesine mutluydular ki,
týnçaðýn özlemi,
sonralarý, Kutsal Kitaplarda bile dile getirilmistir. Altýnçað, Tevrat'ta Eden bahçeleri (
cennet) olarak belirtilir.
Ýnsan, buradan, bir hýrsýzlýk sonunda kovulmustur.
Ýste Askralý Hesiodos, bu çaðýn özlemini çekmektedir. Çiftçi çocuðudur. Kardesi Perses, soy
en seçilen
yargýçlara para yedirerek mallarýnýn üstüne oturmustur:
Ey Perses, kulaðýna küpe et diyeceklerimi:
Karnýný doyur da öyle kalkýs kavga dövüse
Baskalarýnýn malý için, gücün yetmeyecek bir daha
Bunu yapmaya, neyse burada bitirelim kavgamýzý
Artýk ülestik mirasýmýzý, ama çok seyleri
Çalýp götürdün, hediye yiyici baylara
Yaltaklanýp iyice, gönüllüdür onlar böyle islere.
Budalalar bilmiyorlar yarýmýn bütünden ne kadar çok olduðunu
Ebegümecinde ve çiris otunda ne büyük yarar bulunduðunu.
Çünkü, artýk mal kavgalarý vardýr, yasalar vardýr. Yasanýlan bu yeni çaðda, altýnçaða göre
anlasýlmayan bir sürü dalavereler dönmektedir. Esitlik bozulmus, insanlarýn kimi güçlenirke
imi güçsüzlesmistir.
Ýnsanlýðý utanç ve pervasýzlýk kaplamýstýr:
Kötü bir utanç yoksula yoldaslýk eder.
Utanç insanlara hem dokunur hem de yarar.
Utanç yoksullarda, pervasýzlýk zenginlerde bulunur.
Malýn çalýnmýsý deðil, Tanrý vergisi olaný hayýrlýdýr.
Bir kimse büyük varlýk toplarsa yumruk gücüyle
Ya da diliyle, yaðma ederse çok kez olduðu gibi
Kazanç hýrsý aklýný yanýltýnca
Ýnsanlarýn, utanmazlýk utancý susturunca.
Ne olur? diyeceksiniz. Hesiodos, çaresiz, böylelerini Tanrý'yla ürkütmeye, düzensizliði Tan
rkusuyla
önlemeye çalýsýyor:
Karartýverirler Tanrýlar bahtýný, kalmaz evinin bereketi
Bu adamýn, pek kýsa sürer varlýðýn yoldaslýðý
Böylesine Zeus kendi kýzar, sonunda da ona
Haksýz islerine karsýlýk yükler aðýr bir ceza.
Çünkü, artýk suçlar ve cezalar vardýr. Ama ne suçlar cezalardan ürkmekte, ne de cezalar suç
önleyebilmektedir.
Bu yüzden insanlar, töresel nitelikler edinmeli, örneðin Hesiodos'un dediði gibi, yarýmýn b
çok olduðunu
bilmelidirler. Yakýnda Yunan topraklarýnda boy gösterecek olan töreci düsünceler, ezenleri
emekten çok
ezilenleri teselliye yarayacak olan töresel kurallarý hazýrlayacaklardýr. Simdilik Tanrý'y
a yalvarmaktan baska
yapacak bir sey yoktur:
Fakat sen uzak tut deli yüreðini bunlardan
Gücün yettiði kadar kurban sun ölümsüz Tanrýlara
Saf ve temiz olarak, yak güzel but parçalarýný
Ayrýca sarap tütsü sunarak dost kýl kendine
Yatacaðýn vakit yataðýna, bir de kutlu ýsýk çýkýnca
Ta ki sana dost olsun yürekleri ruhlarý
Ta ki satýn alasýn baskasýnýn malýný, deðil seninkini baskasý.
Peki ama, bu altýnçað birdenbire neden yok oluverdi?.. Göðün en tepesinden býrakýlan bir çe
ere on günde
düseceðini sanan zavallý Hesiodos bunu nereden bilsin:
Fakat Zeus gizledi geçimi öfkelenince yüreði
Aldattýðý için onu Prometeus'un düzeni
Bu yüzden insanlar için acýlar tasalar buldu
Söyle dedi öfkeyle bulut toplayýcý Zeus ona:
Lapetes oðlu, çok bilmislikte olmayan esi.
Seviniyorsun atesi çaldýðýna, aldattýðýna beni
Fakat büyük dert açacaðým gelecekteki insanlarýn basýna
Onlara ben ates yerine bir afet yollayacaðým, hepsi
Neselenecekler yürekten oksayýp severek afetlerini:
Hesiodos'un hakký var. Nitekim aradan bunca yüzyýl geçtiði halde, insanlarýn pek küçük bir
k ve
pek büyük çoðunluðu bilmeyerek bu afetlerini yürekten oksayýp sevmektedirler (*). (*) Hesio
'tan aktardýðým
siirsel parçalar, genç yasýnda ölen deðerli bilim adamý Suat Yakup Baydur'un çok basarýlý ç
en alýnmýstýr.
ÖZDEÐÝ BÝÇÝMLENDÝREN MARDUK. Bulabildiðimiz ilk düsünce ürünlerine Sümerlerde rastlýyoruz.
düsünceleri Sümer Tanrýsý Marduk simgelemektedir.
Sümer Tanrýsý Marduk'un büyük önemi, bugün dünya uluslarýný etkileyen üç büyük dine kaynakl
olmasýdýr. Tevrat'la Ýncil'deki hikayelerin, kurallarýn kaynaðýný görmek isterseniz, Ý.Ö. d
kadar
inmeniz
gerekecek. O zamanlar Dicle'yle Fýrat nehirleri arasýnda (Mezopotamya) Sümerler diye a
dlandýrýlan bir kavim
yasýyordu. Sümerlerin birçok tanrýlarý arasýnda Marduk, maddeye biçim veren, ve deltayý yar
tanrý sayýlýyordu.
Tevrat'la Ýncil'deki hikayelerin çoðu Sümer efsaneleridir.
Bu efsanelere göre öteki tanrýlar, Marduk'u, okyanus tanrýsý Tiamat'la savasmaya çaðýrdýlar
k, Tiamat'ý
yendi ve denizlere sýnýrlar çekti. Tanrýlara tapýnan bir varlýk bulunsun diye de balçýktan
yarattý. Sonralarý
insanlardan hosnut kalmayan tanrýlar, onlarý yok etmeyi kararlastýrdýlar. Tanrý Ea, tanrýla
kurulunun bu kararýna
karsý, çok sevdiði bir insan olan Ut-Napistim'i kurtarmayý düsünür. Onun düsüne girerek bir
apmasýný
fýsýldar. Ut-Napisim, yaptýðý geminin içine karýsýný, çocuklarýný, isçilerini, hayvanlarýný
r.
Tufan baslamýstýr, bütün insanlar boðulmuslardýr. Ut-Napistim'in gemisi yüzmektedir. Ýnsanl
lduðunu
gören tanrýlar, kuskuya kapýlmýslardýr. Tanrýlar kraliçesi olan Ýstar sýzlanmaya baslamýstý
den balçýk
oldu. Tanrýlar kurulunun bu kararýna katýldýðým için ben de sorumluyum bundan...
Fýrtýna, yedi gün sürdükten sonra kesilir: Ut-Napistim, önce bir güvercin salýverir, güverc
gelir: Ertesi gün
bir kýrlangýç salýverir, o da geri gelir. Üçüncü gün bir karga salýverir, karga geri gelmey
isini durdurur ve
gemisinin konduðu daðýn doruðunda bir kurban keser. Tanrýlar, kurbanýn çevresine sinekler g
üsüsürler. Tufaný
tertipleyen tanrý Enlil, tanrýlar kurulunun kararýna ihanet ettiði için tanrý Ea'ya bir güz
Tanrýlar artýk
yapacaklarý bir sey kalmadýðý için, Ut-Napistim'le karýsýna ölmezlik baðýslarlar.
Nuh ve Tufan hikayesinin aslý olan bu Sümer efsanesi, Tevrat'la Ýncil'den dört bin yýl (kýr
yüzyýl) öncedir.
Gene ayný bölgede, Ý.Ö. XX'nci yüzyýlda yasamýs kral Hamurabi'nin (2003-1961) kanunlarýný i
niz. Sümer
efsanelerinin mirasçýsý olan Asur-Babilonya uygarlýðýnýn bu büyük yapýtý, Hamurabi kanunlar
allarýna
kaynaklýk etmislerdir. Samuel Reinach, Qrpehus adlý kitabýnda söyle demektedir: Hamurabi
kanunlarý, Musevi
kanunlarý için ilerisürülmesi gelenek haline gelen tarihten yedi yüzyýl önce yapýlmýstýr. E
kanunlarýnýn
Musa'ya tanrý tarafýndan yazdýrýldýðý doðruysa, tanrý, Hamurabi'nin yapýtýný asýrmýs demekt
TANRILARA KAFA TUTAN KRAL. Ýlk mitolojik tanrýlara Sümerlerde rastladýðýmýz gibi tanrýlarý
n ilk
insanlara da gene Sümerlerde rastlýyoruz. Felsefesel düsüncenin temeli mitolojik düsüncedir
Özellikle antikçað
Yunan felsefesinde mitolojik düsüncenin izlerine Platon'da bile rastlanýr. Hint, Çin, Ýran
vb. gibi uluslarýn ilk
felsefeleri mitolojileriyle kaynasýktýr. Bu bakýmdan Gýlgamýs'ýn önemi bugün insanlýðýn eli
en eski
mitolojik metin olmasýdýr. Ýnsanlýðýn en eski destaný olan Gýlgamýs Destaný, düsünce yapýsý
mitolojik kalýntýlarýn en ilgincidir. Babillilerin ilk sözcükleriyle adlandýrdýklarý destan
Nagba Ýmuru (Her seyi
görmüs olan) deyimiyle anýlýr. Sümer, Asur, Akad vb. gibi çesitli Mezopotamya topluluklarýn
islenmis olan
destanýn bugün elde bulunan metni Sümerlerden kalmadýr. Asur ve Akadlardan kalma bölümler d
bulunmustur.
Ýlkin Thompson tarafýndan Ýngilizce The Epic of Gilgamish (Oxford 1930) adýyla yayýmlanmýs
e daha sonra
Almanca, Fransýzca, Türkçe çevirileri yapýlmýstýr. Bu destanýn bulunmasýyla Herakles Mitosu
an öyküsü gibi
birçok gelismis mitlerin kaynaklarý da meydana çýkmýs olmaktadýr. Destan, temel düsünce ola
doðanýn sýrlarýný
bilmek isteyen insanýn arastýrýcý çabasýný isler ve tanrýlara bile kafa tutacak ölçüdeki gü
Ölümsüzlüðün
insan için olanaksýz bulunduðunu saptar. Ýnsan, karsýsýna çýkacak doða engellerini yenip as
ndi yolunu
kendi
yaratacaktýr. Ýnsanýn kendi yolunu açmasýna tanrýlar bile engel olamayacaktýr. Tufan bile g
seler insan
soyunu
yok edemeyeceklerdir. Tanrýlar ve doða, insana her gün biraz daha yenilecek ve sýrlarýný he
gün biraz daha
kaptýracaktýr. Destan, ayný zamanda, insanýn idealist düslerle kendini kendine yabancýlastý
dan önce çok daha
gerçekçi bulunduðunu da tanýtlamaktadýr. Tanrýlar, insana yardým etmemekte, tersine, güçlük
adýrlar.
Ýnsan bu güçlükleri kendi alýnteriyle, bilinçli çabasýyla yenmektedir. Destanýn bir baska ö
insanýn inançla
deðil, bilgiyle davranmasý gerektiðini belirtmesidir. Gýlgamýs inanmaz, ancak her seyi görü
ilir (Sha Nagba
Ýmuru). Bilmek ve anlamak, onun insanlýk niteliðidir. Gýlgamýs, efsanelestirilmis gerçek bi
kahraman
sanýlmaktadýr. Kimi incelemecilere göre Mezopotamya'da iki ýrmak vadisinin güneyinde gerçek
en yasamýs ve
hüküm sürmüstür. Ünlü destanlarýnda yarý insan, yarý tanrý sayýlmýstýr. Kimi yorumculara gö
tutan insanýn, insan gücünün simgesidir. Gördüðü isler, týpký Yunan mitolojisindeki Herakle
ri gibi on iki
tanedir. Bu çok eski mitosun Herakles mitosunu genis ölçüde etkilediði bellidir. Destanlar
da anlatýldýðýna göre
Gýlgamýs, çok akýllý ve çok çalýskan bir genç kralmýs. Halkýný da, kendisi gibi bos oturmam
osarmýs.
Uruklu kýzlar ve kadýnlar tanrýlara yalvarýp kocalarýnýn ve sevgililerinin biraz da kendile
ine býrakýlmasýný
istemisler.
Tanrýça Aruru kadýnlara acýmýs ve toprak vücutlu yarý hayvan Enkidu'yu yaratarak Gýlgamýs'l
etmeye karar
vermis. Böylelikle genç ve cesur kralý çesitli serüvenlere sürükleyip Uruk erkeklerini raha
akmasýný saðlamýs.
Gerçekten de bu iki güçlü yaratýðýn dostluðu, birçok tehlikeli serüvenlere atýlmalarýný ger
stluk bir
güresle baslamýs, Gýlgamýs olaðanüstü gücüyle. Enkidu'yu tuttuðu gibi yere çarpývermis. Yar
kez
yenilgiye uðrayan Enkidu çok sasýrmýs. Oysa bu yenilgide bir çesit orospular olan Ýstar rah
belerinin de rolü varmýs.
Genç kral, ormanlarda yasadýðýný duyduðu bu yarý hayvan yaratýðý kandýrýp kente getirmesi i
rini
görevlendirmis. Enkidu da yedi gün ve yedi gece bu rahibeyle yatmýs, ondan insancýl olma
sýný öðrenmis. Ýki yiðitin
ilk serüvenleri, tanrý Enlil'in Sedir daðýný korumakla görevlendirdiði Humbaba ya da Kumbab
dlý devi öldürmek
olmus. Bu basarý Gýlgamýs'ý öylesine yücelestirip güzellestirmis ki, tanrýça Ýstar dayanama
evlenmek
istemis. Ama genç kral bu evlenmeye yanasmamýs, üstelik de tanrýçayla alay etmis. Onuru kýr
n tanrýça çok
kýzmýs
ve tanrý Anu'ya basvurarak öcünü alabilecek kutsal bir boða yaratmasýný dilemis. Kahramanla
kinci isi bu
boðayý öldürmek olmus. Genç kral, Uruk kentini çevreleyen duvarlarýn üstüne çýkýp öcünün al
hazýrlanan tanrýçanýn gözleri önünde, bir baltayla boðanýn kafasýný uçuruvermis. Daha pek ç
basarýlar
kazanan iki yiðidin bu serüvenlerinde sonucu alan, esdeyisle devleri, boðalarý vb. öldüren
ep Gýlgamýs'týr,
arkadasý
Engidu sadece yardýmcý durumdadýr. Bütün bu serüvenlerden sonra Engidu hastalanmýs ve ölmüs
asýnýn
ölümüne çok üzülen genç kral böylelikle ilk kez ölümün acýlýðýný öðrenmis ve ölümsüzlüðe er
arastýrmaya baslamýs. Dedelerinden Ut Napistim (Mezopotamya Nuh'u)'in Tufandan kurtu
larak ölümsüzlüðe
kavustuðunu hatýrlamýs ve onu bulup ölümsüzlüðün yolunu öðrenmek istemis. Birçok serüvenler
dedesini
bulmus, ondan ünlü Tufan öyküsünü dinlemis (Bu öykü, destanýn on birinci bölümündedir). Ded
zlerin
dibinde büyülü bir ot bulunduðunu, bu otu bulup yiyebilirse ölümsüzlüðe kavusacaðýný söylem
denizlerin dibine dalýp bu otu koparan Gýlgamýs tam onu yiyiceði sýrada otu bir yýlana kapt
. Ölümsüzlük
umudunu yitiren Gýlgamýs, Uruk'a dönmüs ve yeraltý tanrýsý Nergal'in izniyle yeryüzüne dönm
adasý
Engidu'nun ruhuyla konusup avunmaya çalýsmýs. Ölümün kesin olduðunu bildiðinden, dostuna öb
birçok sorular sormus. Destan bu sorulardan meydana gelen bir bölümle sona ermektedir.
ÖLÜLER KÝTABI. Yirmi dört saatlik günler ve yediser günlük haftalar tertipleyen ilk takvimi
den
yetmis yüzyýl önce (Ý.Ö. V'nci bin yýl) eski Mýsýr'da yapýldýðýný hatýrlarsanýz, gök bilgis
ar
gelismis bulunduðunu bütün gerçekliðiyle belirtmis olursunuz. Kont de Volney, gök ölçüsünün
topraklarýnda bulmakta haklýdýr. XVi'ncý yüzyýlda Paris dolaylarýndaki Issy köyünde bir Ýzi
bulunduðunu da hatýrlayýnýz. Eski Mýsýr tanrýlarý Ýzis, Oziris ve Serapis'e eski Yunan'da,
ma'da, Latin
Ýtalyasýnda, dünyanýn hemen her kösesinde rastlayacaðýz. Günesin çevresinde toplanan bir gö
akýmý, eski
Mýsýr'dan yola çýkarak dünyaya yayýlmýstýr.
Bütün dinlerdeki erdem kurallarýný toplayýnýz. Sonra da bunlarý papirüs tomarlarýnda gizlen
Mýsýr Ölüler
kitabýnýn, ölümden sonra Oziris'in muhakemesinde okunan, su bölümüyle karsýlastýrýnýz: Hiç
etmedim. Yakýnlarýmý bahtsýzlýða sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklýk etmedim. Kimseyi gücü
çalýstýrmadým. Benim yüzümden kimse korku duymadý, yoksulluk ve acý çekmedi, bahtsýz olmadý
gördükleri seyleri hiçbir zaman yapmadým. Kölelere kötü muamele ettirmedim. Kimseyi aç býra
imseye
göz yasý döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini emretmedim. Kimsey
söylemedim. Hiçbir utandýrýcý davranýsta bulunmadým. Zina etmedim. Yiyecekleri pahalý ve ek
atmadým.
Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastýrmadým. Teraziyle tartarken hiçbir zaman
hile yapmadým. Süt
çocuklarýnýn aðýzlarýndan sütü uzaklastýrmadým. Hayvanlarý çalmadým. Tanrý'nýn kuslarýný að
Ölmüs balýðý tutmadým. Hiçbir arkýn suyunu baska yöne çevirmedim. Ben temizim, temizim, tem
Eski Mýsýr'ýn ölümden sonra yasama düsüncesi, gök ölçüsünün bu en çekici yaný, yeryüzü erde
güçlendirmektedir. Çünkü, ölümden sonra sonsuza kadar mutlulukla yasayabilmek için dünya üs
a
süreli erdem sýnavýný basarýyla vermek gerekir. Bu sýnavý basarýyla veremeyenler, öldükten
iden
öldürülüp
yok edilirler. Tanrý Oziris tahtýnda oturmaktadýr. Önündeki terazinin bir kefesinde dirhem
yerine gerçek (hakikat)
vardýr. Ölünün , tartacaktýr. Ölü, hayatýnýn hesabýný doðru vermisse cennetlik olur ve
sonsuz mutluluða kavusur. Eski Mýsýrlýlar buna inanmaktadýrlar. Su halde, erdemli bir yasa
yýs, eski Mýsýr dininin
temelidir. Nitekim dünyanýn dört bucaðýndaki çesitli dinler de hep bu temele dayanmaktadýrl
Ý.Ö. ondördüncü yüzyýlda Mýsýr'da Thebae kentinde çok akýllý genç bir kral yasadý. Bu kralý
Amenotep
(ya da Amenofis)'tir. Ýnsanlarý tek tanrýya baðlamayý düsündüðü sýrada henüz yirmi yasýnday
n bu
ileri ülküsüne çesitli nedenler yakýstýrýyorlar. Kimine göre Amenotep, Thebae rahiplerinin
al egemenliklerini,
kýrmak istemistir. Kimine göre de Mýsýrlý olmayan uyruklarý baðlamak amacýný gütmüstür. Ýçi
k
tanrý sevgisine uyduðunu söyleyenler de var. Nedeni ne olursa olsun, dördüncü Amenotep'in b
sarmak istediði is,
tarih çapýnda önemli bir istir.
O zamanlar Mýsýr'da her kentin, her kasabanýn ayrý tanrýsý vardý. Bu tanrýlar, totem düsünc
lýntýlarýydý.
Nasýl totem sadece kendi klanýný koruyup gözetiyorsa, kasaba tanrýlarý da kendi kasabalarýn
uyup gözetiyordu.
Thebae kasabasýnýn da Amon adýnda bir tanrýsý vardý. Thebae baskent olmadan önce önemsiz bi
rýydý bu.
Büyük tanrý Ra'nýn yanýnda adý bile anýlmazdý. Thebae baskent olunca Amon bas tanrý oldu, g
Ra'yý bir
kalemde silemediði için, adýna Amon-Radendi. Amon, artýk her adýn basýnda ya da sonunda yer
alýyordu.
Kendisiyle
savasacak olan Amenotep'in adý bile onunla süsleniyordu. Amenotep, Amon hosnuttur an
lamýna geliyordu.
Amon'un ondan hosnut olup olmadýðý bilinemezdi ama, bu genç adamýn Amon'dan hosnut olmadýðý
yakýnda
görülecekti.
Bütün tanrýlar güçlerini günesten alýyorlardý. Ra da Doðan Günes Tanrýsýydý. Amenotep, evre
evrensel bir din yaratmaya yeteceðini düsünmüs olmalýdýr. Günes yuvarlaðýný kisilestiren At
al tahta
çýkýncaya kadar pek önemsenmemisti. Amenotep, egemenliði eline alýr almaz büyük din devrimi
on'un yerine
Aton'u getirmekle basladý. Basta Amon olmak üzere bütün tanrýlarýn adlarýný sildiriyor, onl
apmayý kesinlikle
yasak ediyordu. Genç kralýn korkusundan bütün Amonlu adlar Atonlasmaya basladýlar. Kendisi
de Amenotep adýný
býrakarak Aton'un büyüklüðü anlamýna gelen Akhnaton adýný aldý. Bu büyük devrimi Thebae ken
çabuklukla basaramayacaðýný anlayan genç Akhnaton, krallýðýnýn dördüncü yýlýnda baskenti de
Mýsýr'da günes yuvarlaðýnýn ufku anlamýna gelen Akhhetaton adlý yeni bir baskent kurdu. Bu
baskent, Aton
tapýnaklarýyla süslenmisti (bu kentin bugünkü adý Tel-el-Amarna'dýr). Artýk bütün Mýsýr'da
ndi.
Aton'dan baskasýna tapmak yasaktý. Çoktanrýcýlýk bir akýllý delikanlýnýn özel gücüyle bir a
sti
ortadan.
Amenotep'in tek tanrýsý Aton için yazdýðý su sarký, onun bu kocaman devrimle ne büyük bir a
açýkça anlatýyor: Sen ki esyanýn olusu sýrasýnda zaten yasamaktaydýn ey canlý Aton, ufukta
rak
yükseliyorsun. Güzelliðin bütün ülkeleri aydýnlatýyor. Güçlü büyüklüðünle dünyanýn üstünde
ýsýklarýn, yarattýðýn alemin son uçlarýna kadar bütün uluslarý kucaklýyor...
Evrensel günesi evrensel bir düsünce olarak bütün uluslara yaymak... Ýste Amenotep'in büyük
dýr. Ne
yazýk ki ömrü bu büyük devrimin köklesmesine yetmemistir. Öldüðü zaman yirmi dokuz yasýnday
pek az sonra gericiliðin tepkisi basladý, birkaç yýl içinde de insanlarý birlesmeye ve özgü
u düsünce,
yobaz ve çýkarcý kafalarýn saldýrýlarý karsýsýnda yýkýlýp gitti.
EVREN-TANRI. Ýlk din kitabý, Ý.Ö. 2000 yýlýnda Hindistan'da düzenleniyor. Evreni kisilestir
tanrýlastýrmak da
Hind'lilere özgü bir bulus. Asýrý zengin azýnlýkla asýrý yoksul çoðunluðun yasadýðý bu büyü
gizemciliðin (mistisizmin) de kaynaðý.
Tarihte bilinen ilk kutsal kitap, Vedizm dininin kitabý olan Rig-Ved'dir. Vedalarýn
ilk sarkýlarý büyücülük
sarkýlarýdýr. Bunlarda henüz büyük tanrýlarýn adlarý geçmemektedir. Boðazköy kazýlarýnda bu
antlasma Vedizm'in kaynaklarýný baska ülkelere çekmektedir. Bu antlasma Ýsa'dan önce ondörd
da
Hititlerle Mitanniler arasýnda yapýlmýstý. Antlasmada adý geçen tanrýlar (Ýndra, Mithra, Va
sonralarý Vedizm'in
büyük tanrýlarý olmuslardý. Ý.Ö. 1000 yýllarýnda tertiplenen Vedizm sarkýlarý artýk bu tanr
etmektedirler.
Vedalarýn en büyük tanrýsý Ýndra'dýr. Ýndra bir doða tanrýsýdýr, savasçýdýr da. Oysa onun k
dikmek gerekiyordu. Bu akýl tanrýsý da Varuna'dýr. Varuna evrensel düzeni saðlýyor, erdemi
klestiriyordu. Tam
bir gök tannsý, yýldýzlý göðün tanrýsýydý (Varuna sözcüðünü ses bakýmýndan, gök anlamýna ge
Ýran'ýn büyük tanrýsý Ahura'yla karsýlastýrýnýz). Bunlarýn yanýnda baska bir gök tanrýsý, g
tanrýsý Mithra yer almaktadýr. Mithra bir hukuk tanrýsýdýr, insanlar arasýndaki tüzeyi saðl
. Veda
sarkýlarýna göre Varuna'yla Mithra'nýn analarý Aditi'dir. Aditi, evrendeki bütün varlýklarý
özü sayýlmakta ve
totemizmin Mana'sýnýn yerini tutmaktadýr. Vedalarda eski Yunan'ýn Zeus Pater'inin karsýlýðý
ak Diyaus Pitar
vardýr. Bu tanrýlar gittikçe önemlerini kaybedecekler ve yerlerini kurban tanrýlarýna býrak
klardýr. Çünkü,
Vedizm'e göre tanrýlarý yaratanlar kurbanlardýr, bir baska deyisle varlýðý yaratan eylemdir
Vedizm'de erdem, kurban yoluyla elde edilir. Kurbanlar tanrýlarý yaratýrlar. Tanrýlar da
insanlarý iyiliðe ve
güvenliðe ulastýrýrlar. Bu sistemde gök ölçüsünün dýsýnda baskaca bir erdem düsünülmemekted
dilinde bilgi anlamýndadýr. Ancak bu bilgi kulak yoluyla edinilen bir bilgidir. Veda
'nýn bilgisi erdemdir.
Ýnsanlýðýn en eski kutsal kitabý olan Rig-Veda, doðal bir sonuç olarak, Hindistan'da sýnýfl
doðurmustur.
Kast adý verilen bu sýnýflarýn basýnda din adamlarýnýn, Brehmenlerin (rahip) kastý gelmekte
Din adamlarýnýn
altýnda prenslerle savasçýlarýn kastý olan arya kastý vardýr. Bundan sonra, isçilerin ve kö
çudra kastý yer
almaktadýr. Bunlarýn dýsýnda da insanlýðýn en asaðýlýðý sayýlan paryalar vardýr.
Erdem bütün bu sýnýflarda ayrý bir ölçü tasýmaktadýr. Bir kastýn erdemi, öbür kastýn erdemi
m
bir sýnýfa göre almak, bir baska sýnýfa göre vermek'tir. Rig-Veda'nýn onuncu kitabýnýn onun
söyle biter:
Ýnsan bir Brehmene bir inek verirse bütün alemleri elde etmis olur.
Vedizm'in gelismesi, ölümden sonra yasamanýn birbirini kovalayan çesitli hayatlar içinde g
erçeklesmesi yolunda
olmustur. Buysa, yeni bir erdem ölçüsü getirmis bulunmaktadýr. Ýnsan iyi davranýslarla yasa
sonraki
hayatýnda
iyi bir bedene, kötü davranýslarla yasamýssa sonraki hayatýnda kötü bir bedene girecektir.
sa, iyiliðin armaðaný,
kötülüðün cezasýdýr.
Hindistan'ýn temel dini Brahmanizm, bunun da sayýsýz tanrýlarý arasýnda yaratýcý olarak tek
iteliðindeki
tanrýsý Brahma'dýr. Bu ad, Sanskritçe tüm varlýðýn kaynaðý, ilkesi, ruhu anlamlarýný dile g
olarak
saltýk (Os. Mutlak, Fr. Absolu) anlamýnda kullanýlan brahman deyiminden gelir. Denileb
ilir ki Brahma, kavram
olarak brahman'ýn kisilestirilmesidir. Hint inançlarýna göre brahman, üç ayrý biçimde belir
r: Yaratýcý tanrý
olarak Brahma, koruyucu tanrý olarak Visnu, yýkýcý tanrý olarak Siva, Hýristiyanlýðýn üçlüð
Sanskritçe trimurti denir. Bu üçlük de, Hýristiyan üçlüðünde olduðu gibi, bir, üçlükte tekl
koruyucu ve yýkýcý olarak beliren ayný saltýk varlýktýr ve brahman'dýr. Brahman'ýn asýl kis
ta
belirmistir ve bundan ötürü de Brahma, Hint çoktanrýcýlýðýnýn sayýsýz tanrýlarý arasýnda en
n
onun üstüne tasarýmlanmýs hemen hiçbir öykü yoktur. Sadece bütün bilgilerini Veda adý veril
sal kitaba
yazmýs olduðu söylenir. Bundan anlasýldýðýna göre, tektanrýcý dinlerde olduðu gibi, kutsal
bu yaratýcý
tanrýnýn sözleri ya da bilgileridir. Görüldüðü gibi, tektanrýcý dinlerin deðismez niteliði
ve kitabý Hint
düsüncesinde Ý.Ö. 2000 yýllarýnda gerçeklesmeye baslamýstýr. Tektanrýcý dinlerin baska bir
peygamber
de bir süre sonra Buda'nýn kisiliðinde meydana çýkacaktýr. Onun meydana çýkýsýna kadar peyg
görevini
güçlü bir sýnýf halinde kendilerine brahman adýný vermis olan rahipler yapmýslardýr. Budist
a göre Buda,
bütün bilgilerini Brahma'dan almýstýr, artýk olgunlastýðýný ve bildiklerini baskalarýna öðr
iðini kendisine
Brahma söylemistir, Buda da Brahma'dan aldýðý bu buyrukla kalkýp Benares'e gelmistir. Buda
'nýn ünlü Benares
söylevi, Brahma'nýn kendisine verdiði bilgilerin ürünüymüs. Evrensel olusmanýn, esdeyisle,
in çatýsan
karsýtlýklarýn asýlmasýyla olustuðu ilk düsüncelerce de sezilmistir. Hintlilerin Brahma Siv
ilerin Yin-Yang,
Yunanlýlarýn Eros Anteros karsýtlýklarý ve bu karsýtlýklar arasýndaki çelisme ve çatýsmalar
cesi sezinin
en
belli örnekleridir. Hemen bütün mitolojilerin temel belirleyici düsüncesi iyilik kötülük çe
'dir. Hint
mitolojisinde yaratýcý Brahma'nýn karsýsýna yýkýcý Siva çýkar ve bu temel çelisme olumlu Vi
Düsünsel
insan yasamýnýn en eski kaynaklarýndan biri olan Hint inançlarýna göre yaratýcý tanrý Brahm
ce iyilik temeli
üstüne kurulmus bir dünya yaratmak istemis. Ama karsýsýna yýkýcý Siva çýkmýs ve buna her se
el olmus,
çünkü çelismesiz bir dünyanýn yaratýlabileceðine inanmýyormus.
Brahma Siva Visnu üçlüsü, Hint mitolojisinin en ünlü ve ilginç tanrý üçlüsüdür. Diyalektik
tanrýlýk grup yaratmayý (Brahma), yokederken yapmayý (Siva) ve gelistirmeyi (Visnu) simg
eler. Diyalektik bir sav,
karsýsav, biresim (Tez, antitez, sentez) üçlüsüdür. Tanrý Visnu bu gelismeyi ve gelistirmey
anki daha iyi
belirtebilmek için çesitli avatara (yeryüzüne inis)'larda bulunur, yeryüzüne her inisinde b
zulan düzeni daha
gelismis olarak kurar. Halk efsanelerinde serüvenleri pek çoktur. Özellikle Balýk, Kaplu
mbaða, Yabandomuzu,
Aslan, Cüce, Rama ve Krisna biçimlerinde cisimlesmelerinin çesitli efsaneleri vardýr ve
pek ünlüdür. Evrenin her
an
gelismekte olduðu ve sonsuza kadar sürekli olarak geliseceði düsüncesi Hint felsefesinin e
n bilimsel savýdýr. Tanrý
Visnu bu savýn temsilcisidir. Evrenin bir sonu olduðunu tasarýmlayan halk efsanelerind
e bile onun dünyanýn
sonuna doðru yeni bir cisimlesmeyle yeniden dünyaya ineceði ve dünyayý büsbütün yetkinlesti
anlatýlýr. Hint
mitolojisinin Tufan öyküsünde de balýk olup insan Manu'yu sýrtýna alarak kurtaran ve insan
oyunun yeniden
türemesine olanak hazýrlayan odur. Tanrý Visnu, en önemli serüvenlerinden biri olan Krisna
cisimlesmesinde
Pandava'lardan Argiuna'yla dost olur ve Bhagavadghita (Cennet sarkýsý)'nýn konusu olan
ünlü söylevini verir. Bu
söylev, Hint felsefesinin, ölüm ve görev üstüne en ilginç düsüncelerini dilegetirir. Visnu'
diye bir sey
yoktur, sadece olusma ve gelisme vardýr, ölüm denilen sey bu olusma ve gelismelerin be
lli birer asamasýdýr, bütün
varlýklar gibi insanlar da bu asamalardan geçerek daha üstün bir düzeyde, daha gelismis ol
arak varlasýrlar ve
böylece
varlýklarýný sonsuzca sürdürürler. Visnu tasarýmý, bütün ayrýntýlarýyla, ilkel insan zekasý
tilerinden
biridir.
AYDINLIK VE KARANLIK. Zerdüst (Zaratustra), Ý.Ö. 1000 yýlýnda yasadýðý sanýlan bir Ýranlýdý
n
adýna Mazdeizm denilmistir. Ancak Mazdeizm'in kökü Zerdüst'ten çok öncedir. Zerdüst, bu din
rýtýp
biçimlendirmis, insan erdemlerini gelistirerek tektanrýcý bir amaca yöneltmistir. Mazdei
zm'in kutsal kitabý Zend
Avesta'dýr. Aslýnda gerçek bir ozan ve çok bilgili bir düsünür olan Zerdüst, Zend Avesta'ný
sine iyilik tanrýsý
Ahura Mazda (Hürmüz) tarafýndan vahyedildiðini söylemektedir. Mazdeizm, iyi tanrýyla kötü t
iliðine, Ahura
Mazda'yla Angra Mainyu (Ehrimen) çatýsmasýna dayanan bir dindir.
Zerdüs'te göre, iyiliði ruhta, kötülüðü maddede bulanlar aldanmaktadýrlar. Ýyilikle kötülük
maddeleri kaplamýstýr. Savas, her iki alan üstünde olagelmektedir. Ýyilik tanrýsý (gök tanr
vresinde
nasýl yarýtanrýlar varsa Ehrimen'in çevresinde de yarýtanrýlar vardýr. Hürmüz yaratýyorsa E
yaratmaktadýr.
Ehrimen, Hürmüz'ü yenip maddeler ve ruhlarý ele geçirmek için göklere saldýrmýstýr. Savas,
ricidir.
Ýnsanlar, göðün korunmasýna yardým etmelidirler. Bu savasta gökten yana olanlar erdemli ins
ardýr ve savasa
katýldýklarý ölçüde sonsuz mutluluða hak kazanacaklardýr.
Hürmüz, gök-ýsýk ülkesinde oturmaktadýr. Ehrimen, yeraltý-karanlýk ülkesindedir. Dünya, bu
ortasýnda bir sýnav alanýdýr. Ýnsanlar bu sýnavý basarýyla vererek evrensel savasa iyiliðin
da katýlmalýdýrlar.
Zerdüst, baslýca amacý, ekonomik düzen olan bir plan gütmektedir. Ona göre, Hürmüz'ün bakýs
çalýskan çiftçinin üstündedir. Gerçek dindarlýk, oruçla ve tapýnmayla deðil, tarým çalýsmal
Bacasý
tüten, içi tarým hayvanlarý ve çocuklarla dolu bir çiftçi evini seyretmek kadar Hürmüz'ü se
hiçbir sey yoktur.
Zend Avesta, tarým hayvanlarýna iyi bakýlmasý, topraðýn iyi sürülmesi üstüne öðütlerle dolu
Ýnsanlar, iyilikle kötülük arasýndaki bu evrensel savasa nasýl katýlacaklardýr? Zerdüst, bu
n karsýlýðýný
söyle veriyor: Dindar olarak, açýk yürekli olarak, çalýskan olarak... Ýste insanlarýn üç bü
Zerdüst dini, bir evrim (tekamül) dinidir. Dünya, evrim yasalarýna baðlýdýr. Ýnsan güçleri
gerçeklestirmek, bu evrime katýlmak zorundadýrlar.
Kont de Volney (1757-1820), Yýkýntýlar (Les Ruines) adlý ünlü yapýtýnda din adamlarýný çatý
düst
din adamýna sunlarý söyletmektedir: Ey Yahudilerle onlarýn çocuklarý olan Hýristiyanlar, Mu
nýn sandýðýmýz kitap,
Musa'dan altý yüzyýl sonra yazýlmýstýr. Bunu yirmi gerçek belgeye dayanarak tanýtlayabiliri
kitapta Musa'ya
yakýstýrýlan düsüncelerin hiçbirini Musa bilmezdi. O kitabý kaleme alanlar, ki bu kaleme al
r büyük papazla
bir kralýn anlasmasý sonunda yapýldýðý su götürmez bir gerçektir; ruhun ölümsüzlüðünü, ölüm
cennet ve cehennemi, insanlarýn çektiði acýlarýn en büyük nedeni olan kötülüðün baskaldýrma
peygamberimiz Zerdüst'ten öðrenmislerdir. Hem de bu düsünceler, ilk krallarýnýzýn yasadýðý
sizin
yazýlarýnýzda görünür. Zerdüst, o yazýlardan yüzyýllarca önce, bütün bunlarý söylemisti. Ba
arý
tarafýndan yenilen atalarýnýzýn kralýmýz Serhas tarafýndan kurtarýldýðýný ne çabuk unuttunu
zamanlar,
bizi örnek edinmisler, bizden ders almýslardý. Kudüs'e yeni düsüncelerle döndüler. Siz, güc
yüceltecek bir kral bekliyordunuz, bizse onarýcý ve kurtarýcý bir evrensel iyilik tanrýsýný
eceðini müjdeliyorduk.
Ýste Hýristiyanlýðý bu iki düsüncenin birlesmesinden yarattýnýz. Zerdüst'ün yolunu sasýrmýs
a
hiçbir sey deðilsiniz siz.
ELOAH'LAR ARASINDA BÝR YAHOVA. Üç bin yýl öncesine kadar otuz bes bin tanrý, insanlarýn erd
eriyle
uðrastý. Ýnsanlar arasýndaki düzen ancak bir törenin (ahlak) varlýðýyla kurulabilirdi. Otuz
n tanrýnýn çabasý
bosuna deðildi. Ne var ki çesitli tanrýlarýn çesitli töreleri birbirleriyle çatýsýyorlar, d
bozuyorlardý.
Ýnsanlýða tek ölçü gerekiyordu, bunu da tek tanrý saðlayabilirdi. Mýsýr'dan kaçarak Sina çö
tarihçilerin Medyan kahini dedikleri Yetro'nun yanýna sýðýnmýstý. Yetro, ona kýzýyla berabe
rini de verdi.
Ýsrailoðularýný Mýsýr köleliðinden kurtarmak amacýný güden genç damat, akýllý olduðu kadar
rçi
bütün insanlýðý deðil, sadece kendi soyunu (Ýsrailoðullarýný) düsünüyordu. Ama yapmak isted
li
bir isti. Yüzlerce yýllýk tutsaklýðýn bütün niteliklerini benimsemis bir insan sürüsünden,
i yüzyýllarca
koruyacak güçlü bir ulus çýkaracaktý.
Yahudi sözcüðü, en büyük Ýsrail kabilesi olan Yahuda kabilesine iliskinliði dilegetirir, Ya
kabilesinden
olan demektir, daha sonra Musa dininden olan'ý adlandýrmýstýr. Yahudiliðe, Musa'nýn adýna b
arak Musevilik
denir. Yahudilerin kutsal kitabý bu dinin kurucusu olarak peygamber Ýbrahim'i gösterir
. Ýlkin tanrýnýn buyruklarýný
kabilesine ileten oymus. Oðlu Ýshak ve Ýshak'ýn oðlu Yakub da bu dini sürdürmüsler. Daha so
usa (Yahudi
inançlarýna göre Ý.Ö. 1440'da ölmüs) Sina daðýnda Tanrý'nýn on buyruðunu alýyor ve Yahudi d
biçimleniyor. Yahudilik, çaðýmýzda da geçerli olan üç büyük dinin en eskisi ve en önemlisid
nlýk
ve Müslümanlýk onun attýðý temeller üstünde kurulmus ve onun bir uzantýsý olmustur. Bundan
sonraki din bir öncekini tanýmýs ve kabul etmis, ama ayný tanrýnýn buyruðuyla kendisine uyu
sý gerektiðini ve
artýk bozulmus olan eski dine baðlý kalýnmamasýný istemistir. Önceki dinse kendinden sonrak
tanýmamýs ve
sahte
saymýstýr. Beliren din düsmanlýklarýnýn nedeni budur. Yahudilerin kutsal kitabý Tevrat (Tor
evrenin ve insanýn
yaratýlýsýný anlattýktan sonra insanlarýn tek soydan nasýl çesitli soylara (uluslara) ve te
den nasýl çesitli dillere
geçtiðini metafizik gerekçeleriyle açýklar ve insan soyunu Adem'den baslayarak her birinin
oðullarýný ayrý ayrý
saymak yoluyla birbirlerine zincirleyip Musa'ya kadar getirir. Ýbrahim, Ýshak, Yakub
, Yusuf ve Musa peygamberler
hep Nuh'un üç oðlundan Sam'ýn soyundandýr (Samiler adý da buradan gelir). Birinci kitap ola
Tekvin peygamber
Yusuf'a kadar bütün peygamberlerin yaptýklarýný anlatýr. Musa'nýn doðumu ve yaptýklarý ikin
Exodus (Çýkýs,
Ýsrailoðullarýnýn Mýsýr'dan çýkýsý)'de anlatýlýr. Musa, kaynatasý Medyan kahini Yetro'nun s
ona Horeb'de görünür ve söyle der: Musa, Musa... buraya yaklasma, çarýklarýný ayaklarýndan
durduðun kutsal topraktýr. Ben, babanýn, Ýbrahim'in, Ýshak'ýn ve Yakub'un Allahýyým (Exodus
, 4-6). Tanrý,
Ýsrailoðullarýnýn Mýsýr'da çektiklerini bildiðini anlatýr ve Musa'yý onlarý Mýsýr'dan çýkar
e
onlarýn feryadýný isittim ve onlarý Mýsýrlýlarýn elinden kurtarmak, o diyardan iyi ve genis
diyarda, süt ve bal
akan diyarda, Kenanlý, Hitti, Amor, Perizzi, Hivi ve Yebusi'lerin yerine çýkarmak için i
ndim der (Ýbid. 8). Musa,
tanrýya adýný sorar, tanrý: Ben, ben olan'ým. Atalarýnýzýn Allahý, Ýbrahim'in Allahý, Ýshak
'un Allahý
YAHOVA'yým. Sonsuza kadar adým bu, çaðlardan çaðlara anýlmam budura karsýlýðýný verir (Ýbid
sudur: Ýsrail ihtiyarlarýyla Mýsýr kralýna gideceksin ve ona, Ýbranilerin Allahý bize rastg
i, rica ederiz, çölde üç
günlük yol gitmemize ve Allahýmýz Yahova'ya kurban kesmemize izin ver, diyeceksin. Ben b
ilirim ki Mýsýr kralý
izin vermeyecektir. O zaman ben elimi uzatacaðým ve Mýsýr'ý bütün harikalarýmla vuracaðým.
n sonra
salýverecektir. Eli bos çýkmayacaksýnýz. Her kadýn komsusundan ve evindeki konuðundan gümüs
, altýn
seyler, giysiler istesin. Oðullarýnýzý ve kýzlarýnýzý onlarla süsleyin. Mýsýrlýlarý soyun (
a, tanrýnýn
dediklerini yapar, tanrý da Mýsýr'a on afet göndererek firavunu Ýsrailoðullarýný azatlamaya
ar. Ýsrailoðullarý
Mýsýr'dan böylelikle çýkarlar ve tanrýnýn on buyruðunu Sina daðýnda alýrlar (Ýbid, XX, 1-17
bu on
buyrukla kurulmustur. Bu on buyruk sunlardýr: Ben, seni kölelikten kurtaran Yahova'yým
. Benden baska bir tanrýya
tapmayacaksýn. Put yapmayacaksýn. Kendini büyümseyip Yahova adýný almayacaksýn. Altý gün ça
si
günü dinleneceksin. Ananý, babaný sayacaksýn. Öldürmeyeceksin. Çalmayacaksýn. Yalan söyleme
Zina
etmeyeceksin. Komsunun varlýðýna göz dikmeyeceksin... Bu buyruklarýn çoðu Mýsýrlýlarýn Ölül
ardý
ve Ýsrailoðullarý bunlarý biliyorlardý. Ancak buyruklardan iki tanesi yeniydi: Haftada bir
gün dinlenmek ve
Yahova'dan baskasýna tapmamak...
Mýsýrlýlarýn birçok tanrýlarý vardý ve Yahova bu buyruðuyla onlarý yadsýmýyor, ancak kendis
tapýlmasýný yasaklýyordu. Yahudi dininin iki ayýrýcý niteliði vardýr. Bunlardan biri ulusçu
olusu ve sadece
Ýsrailoðullarýna seslenisidir, zaman zaman baska uluslardan da Yahudiliðe kabul edilenle
r olduðu halde Musa dini
Ýsrailoðullarýna özgü kalmýs, Nasýralý Ýsa'nýn onu evrensellestireceði güne kadar yayýlmamý
nci
ayýrt edici niteliði, tek peygamber tarafýndan getirilmeyip birçok peygamberlerin ürünü olm
Bu
peygamberlerden Musa'dan öncekileri kendi kitaplarýnda bizzat Musa anlatmaktadýr. Musa
'dan sonrakiler de
eklenmek suretiyle Eski Ahit adý verilen Tevrat kutsal kitabý, meydana gelmistir. Te
vrat'ýn sadece ilk bes kitabý
Musa'nýndýr: Tekvin, Çýkýs, Levililer, Sayýlar, Tesniye... Tevrat, Musa'nýn bes kitabýndan
sýrasýyla su
kitaplardan meydana gelmistir: Musa'nýn ölümünden sonra hizmetçisi Nuh'un oðlu Yesu'nun kit
bý, Hakimler
kitabý, Rut'un kitabý, birinci ve ikinci Samuel'in kitaplarý, her biri ikiser kitaptan
Krallar ve Tarihler adlarýný tasýyan
dört kitap; Erza, Nehemya, Ester, Eyup peygamberlerin kitaplarý, Davut peygamberin (
ayný zamanda kral)
Mezmurlarý, Süleyman peygamberin, (ayný zamanda kral) Meselleri, Davud'un oðlu Vaiz'in k
itabý, Süleyman
peygamberin Nesideler Nesidesi kitabý; Ýsaya, Yeremya peygamberlerin kitaplarý, ayrýca Y
eremya'nm Mersiyeleri;
Hezekiel, Daniel, Hosea, Yoel, Amos, Obadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefa
nya, Haggay, Zekerya,
Malaki peygamberlerin kitaplarý... Bu peygamberlerin içinde Tanrý'yla yüz yüze geldiði bild
rilen sadece Musa'dýr ve
din onun Tanrý'dan getirdiði on buyrukla kurulmustur. Ondan sonraki peygamberler hep
onun getirdiði seriatý
korumak için çalýsmýslardýr. Son kitap, Malaki peygamberi Tanrý'nýn aðzýndan nakletliði su
na
ermektedir: Kulum Musa'nýn seriatýný, yasalarýný, yargýlarýný anýn. O seriatý Horeb'de bütü
ben
buyurdum. Büyük ve korkunç gün gelmeden önce size peygamber Ýlya'yý göndereceðim. O da, bab
ni
oðullara ve oðullarýn yüreðini babalara döndürecektir; dünyayý lanetle vurmayayým diye... H
rucusu
Ýsa'yý meydana getiren sözler, Tevrat'ýn içindeki daha birçok yoruma yatkýn sözlerle birlik
u sözlerdir.
Tanrý'nýn bildirdiði on buyruðun dýsýnda, Yahudi tanrýbilimcilerince saptanan dinsel kurall
da vardýr. Bu kurallar
Yahudi tanrýbilimcisi Musa bin Meymun (Maimonides, 1135-1204) tarafýndan on üç maddede öze
tlenmistir: 1-
Tanrý tektir, 2- Tanrý ruhtur ve asla temsil edilemez, 3. Tanrý ölümsüzdür, 4- Dua sadece T
ya edilir, 5- Ýsrail
peygamberlerinin bütün sözleri doðrudur, 6- Tanrý, dünyanýn yarýtýcýsý ve koruyucusudur, 7-
amberlerin
en büyüðüdür, 8- Yasa ve töre tanrýca Musa'ya verilendir, bunun dýsýnda hiçbir yasa ve töre
Bu yasa ve
töre asla deðistirilemez, 10. Tanrý, insanlarýn bütün düsüncelerini ve eylemlerini bilir, 1
nrý, buyruklarýný yerine
getirenlere armaðan verir ve getirmeyenleri cezalandýrýr, 12- Tanrý, peygamberlerin bild
irdiði Mesih'i gönderecektir,
13- Tanrý, ölüleri diriltecektir... Tanrý'nýn Ýsrailoðullarýna ilk verdiði söz (Ahit) sudur
m doksan dokuz
yasýndayken Rab ona göründü: Ben kaadir Allahým, dedi, benim önümde yürü ve yetkin ol, seni
edeceðim,
seni çoðaltacaðým, birçok uluslarýn babasý olacaksýn, artýk adýn Abram olarak çaðrýlmayacak
halklarýn babasý, yüce baba, demektir) olarak çaðrýlacak, seni çokverimli kýlacaðým, senden
cak, senin
soyunla aht'imi sonsuz ahit (Ebedi anlasma) olarak saptýyorum, bütün Ken'an diyarýný sonsu
z mülk olarak soyuna
vereceðim ve onlarýn Allahý olacaðým (Tehvin, XVii, 2-8)... Tanrý, bu söz'ü Ýbrahim'in oðlu
yeniler:
Baban Ýbrahim'e ettiðim yemini pekistiriyorum, senin soyunu göklerdeki yýldýzlar kadar çoða
caðým ve sana
bütün
bu ülkeleri vereceðim (Ýbid, XXVi, 3-4)... Ýshak'ýn oðlu peygamber Yakub'u Ýsrail adýyla ad
(Ýbraniler,
bundan sonra Ýsrailoðullarý adýný tasýrlar): Yakub yalnýz basýna kaldý ve gün aðarýncaya ka
onunla
güresti. Yakub'un uyluk basý incindi, býrak gideyim, gün doðuyor, dedi. Güresen tanrýydý ve
: Beni mübarek
kýlmadýkça seni býrakmam, çünkü sen Allahý yendin, artýk sana Yakub deðil Ýsrail denecek (Ý
i
Tanrýyla güresen demektir). Yakub, Allahý yüz yüze gördüm ve caným sað kaldý, dedi. Uyluðu
rdu.
Bunun için bugüne kadar Ýsrailoðullarý uyluk basý üstündeki kalça adalesini yemezler, çünkü
i
dokunmustur (Tekvin, XXXii, 24-31)... Tanrý, Musa'ya on buyruk vermeden önce peygamb
er Nuh'a yedi buyruk
vermistir. Nuh, tufandan önce Tanrý'ya yalvarmýs ve Ved, Suva, Yegus, Yeuk, Nesr gibi
putlara tapanlarýn
cezalandýrýlmasýný istemisti. Kutsal kitaba göre Tufan bu yüzden olmus.
Musa, bir tutsaklar soyundan dövüsken kusaklar yaratmayý amaçlamýstý. Ýsrailoðullarýný Mýsý
sonra kýrk yýl çöllerde dolastýrmasý bu yeni kusaklarý beklemek içindi. Tanrý onlara bir va
detmisti, ama bu
arzý mev'ud (vaadedilen toprak, Filistin) gene de dövüserek elde edilebilirdi. Kölelikte
n dövüsçülüðe geçmek için
sadece on buyruðu kulaklara küpe edivermek yetmiyordu. Özgürlüðü tatmýs, güçlü, genç kusakl
gerekliydi. Yüz yirmi yasýna kadar yasadýðýna inanýlan Musa, yasadýðý sürece, çevresinde dö
vatana
saldýrmayý göze alamadý. Ulusçuluða yönelen yeni dinin amacý o öldükten sonra gerçeklesti.
Yüzyýllarca acý çekmis, insanlýk gücünü yitirmis, ezik bir soy, tarihin en güçlü devletleri
lan Süleyman
Ýmparatorluðuna kadar yükselmisti. Ne var ki Süleyman'ýn ölümünden sonra bu imparatorluk pa
ve
Ýsrailoðullarý gene topraklarýndan sürüldüler. Yahudi tanrýbilimcileri bu olayý, Tanrý'nýn
baðlý
kalmadýklarý için Tanrýca cezalandýrýldýklarý yolunda yorumlarlar. Ýsrailoðullarý dünyanýn
r
ve çok acý çektiler. Özellikle 1930'larda Hitler fasizminde canavarlasan soykýrýmý, uygarlý
allarýna karsýn
insanlýðýn henüz vahset çaðýnda bulunduðunun en büyük kanýtýdýr. Ýsrailoðullarý, yüzyýllarc
yeniden ele geçirmek için, Tanrý gücünü bir yana býrakýp, çaðýmýzda en geçerli güç olan par
ve
Filistin'i satýn aldýlar. Çaðýmýzýn bir uygarlýk çaðý olmayýp bir vahset çaðý olduðunu bir
simdilerde, vaktiyle Hitler'in kendilerine uyguladýðý soykýrýmýný Filistin Araplarýna uygul
ar.
Düsünce tarihi açýsýndan Yahudi tanrýbiliminin büyük önemi, su iki kavramý insan düsüncesin
olmasýdýr: RUH (Ýbranice: Eloah) ve ODUR (Ýbranice: Yahova). Yirmi bes yüzyýldýr insan düsü
saçmasapan
hayallere sürükleyen ve her türlü bilimselliðin karsýsýna dikilen bu iki kavramdýr. Fantast
ecilik (idealizm)
akýmý bu iki kavrama dayanýr. Bu iki kavramýn düsünsel serüveni kýsaca sudur: Musa'nýn yasa
çaðda
canlýcýlýk esdeyisle ruhçuluk (animizm) inancý yaygýndý. Doðadaki tüm nesnelerin canlý ve r
na
inanýlýyordu. Daðlar ruhluydu, tepeler ruhluydu, kayalar ruhluydu, aðaçlar ruhluydu, çalýlý
ruhluydu. Yahudi
tanrýbilimine göre, Horeb'de Musa'ya görünen bu sayýsýz çalýlýk ruhlarýndan sadece biridir.
u,
esdeyisle çalýlýk eloah'ý (Araplarýn Allah deyimi de buradan geliyor) Musa'ya ben Ýsrailoðu
rýnýn tanrýsýyým,
benden baska elohim (Ýbranice eloah'ýn çoðulu: Ruhlar)'e tapmayýn diyor. Görüldüðü gibi, bu
tektanrý
anlayýsý deðil. Sayýsýz eloah'lar var ama, sadece buna tapýlacak. Müslümanlýkta da sürüpgid
n baska
tapacak yoktur (Arapça: La ilahe ill-Allah) dogmasýnýn kaynaðý da bu. Demek ki tek tanrý, c
nlýcýlýk inancýna göre
doðanýn her yanýnda bulunan sayýsýz ruh'lardan biridir ve tapýlacak sadece o olduðu için te
Bu ruh, yirmi bes
yüzyýl, tüm idealist felsefelerde karsýmýza çýkacak, ondokuzuncu yüzyýlda koca Hegel bile e
olusumu
onunla
açýklamaya çalýsacak. Elea'lýlarýn Parmenides'inden günümüzün varolusçuluðuna kadar tüm ide
üstünü kazýyýn, altlarýndan kesinlikle bu eloah çýkar. Sözde bilimci geçinen pozitivist Aug
te
bile sonunda bir insanlýk dini idealiyle ona varýr. Ýlerde bunlarý daha ayrýntýlý olarak an
maya çalýsacaðým. Ýkinci
kavrama gelince: Musa, Horeb'de karsýlastýðý çalýlýk eloah'ýna adýný soruyor. O da ben, ben
rsý'lýðýný
veriyor. Musa iyi ama, kavmim adýný sorarsa ne diyeyim? deyince çalýlýk ruhu ODUR (Yahova)
dersin diyor.
Ýste bu odur kavramý, artýk tüm idealizme temellik edecek. Antikçað Yunanlýlarýnýn Elea'lýl
gelinceye kadar idealizmin temel savýna göre varolusu bulunanlarýn (esdeyisle, bireyse
l olanlarýn) varlýðý yoktur,
varlýðý olanýnsa (esdeyisle, tümel olanýnsa) varolusu yoktur. Daha açýk bir deyisle, doðada
ak böcek, ak
tas var, ama aklýk yok. Ýdealizme göre ak çiçek, ak böcek, ak tas gelip geçicidir ve görünt
ettir. Asýl
gerçeklik yok olan aklýk'týr. Çünkü ak böcek ölüp gidecek ama, aklýk hep vardý ve hep var k
izm diliyle
gerçek varlýðýn varolusu yok. Demek ki varolusu bulunanlarýn tümü (ister masa, ister aðaç,
us, ister insan
olsun) soyutlanarak tek ve deðismez olan varlýða, esdeyisle odur'a indirgenir. Örneðin bu
kustur diyoruz, kus
nedir? Onu ancak birçok kavramlar yükleyerek tanýmlayabiliriz: Omurgalýdýr, yumurtlayandýr,
akciðerlidir, sýcak
kanlýdýr, tüylüdür, hayvandýr vb. Kusu bütün bu niteliklerinden (esdeyisle, onu tüm öteki n
n ayýrdetmek
ve dilegetirmek için ona yüklediðimiz bütün bu kavramlardan) soyutlayalým. Ortada sadece bi
ODUR, mantýk
diliyle DIR, idealist dille VARLIK kalacaktýr. Masayý, tasý, insaný, eseði, teksözle neyi i
terseniz soyutlayýn. Ortada
kalacak olan ve varolusu bulunmayan tek ve deðismez (tüm varolus'larda, esdeyisle bi
reyselliklerde ortak) bir
ODUR (varlýk)'dan baska bir sey deðildir.
Ýste idealizm, Yahudi tanrýbiliminden kaynaklanan bu iki kavramla daima bilimin karsýsýn
a dikilecek. Yirmi
birinci yüzyýla pek yaklastýðýmýz, su günlerde bile hala dikiliyor.
ANTÝKÇAÐ. Ý.Ö. Viii'nci yüzyýlda baslayýp Ý.S. V'inci yüzyýlda sona eren devrede eski Yunan
kültürlerini içine alan felsefeye antikçað felsefesi denir. Bu devreye, ayrýca, klasik ilkç
da verilmistir.
Antikçað felsefesinin ilkçað felsefesinden ayrýlýðý; Uzakdoðu, Hint, Mýsýr, Sümer, Akad, Ba
tit, Fenike,
Ýsrail, Pers, Kartaca gibi birçok kültürleri dýsýnda býrakmýs olmasýdýr. Ýlkçað felsefesi d
Roma
kültürüyle birlikte, bütün bu kültürleri de kapsar.
Yunan felsefesi deyiminden, felsefenin kaynaðý olan antikçað felsefesi anlasýlýr. Antikçað
felsefesi, klasik
sýralamaya göre, Ý.Ö. 600 yýllarýnda ilk düsünür sayýlan Thales'le baslar ve Ý.S. 529 yýlýn
ni
Platonculuðun son sýðýnaðý olan Atina okulunun Roma Ýmparatoru Justinianus'un buyruðuyla ka
sýyla son
bulur. Atina okulunun son yöneticileri sýrasýyla sunlardýr: Proklos, Neapolis'li Marinos
, Ýskenderiyeli Ýsidoros,
Zenodotos ve Sanýlý Damaskios... Okul, Damaskios'un zamanýnda kapatýlmýstýr. Ünlü Sicilyalý
kos da
Damaskios'un öðrencisi ve sürgün arkadasýydý. Aristoteles'e göre ilk filozof, Ý.Ö. X'uncu y
adýðý sanýlan
Homeros'tur. Homeros'tan sonra, Aristotetes'in deyimince, ilk teologlar gelmekte
dir, bunlarýn basýnda da Ý.Ö. 700
yýllarýnda yasayan Askralý Hesiodos vardýr. Hesiodos'un Teogonia adlý yapýtý tanrýlarýn ve
dünyanýn nasýl
meydana geldiðini anlatmaktadýr.
Dünya edebiyattnýn, Mýsýrlý Amenotep'ten sonra, ilk büyük ozaný Homeros'tur. Homeros'un Ý.Ö
yüzyýlda
yasadýðý söylenir. Homeros belki gerçekten yasamýstýr ve essiz destanlarýnýn ilk temel tasl
stur. Ne var
ki
Homeros adý, kendi kisiliðinden çok, bir ozanlar grubunu nitelemektedir. Prof. Walter
Kranz Antik Felsefe adlý
yapýtýnda Ýlias ve Odysseia'nýn, ayný ozanýn deðil, ayný ozan okulunun malý olduðunu söyler
ve
Odysseia'nýn Ý.Ö. 700 yýllarýnda bittiði bilinmektedir. Aristoteles, haklý olarak, Homeros'
lk filozof sayar.
Antikçað Yunan felsefesinin ilk temalarý Homeros'un mýsralarýnda içerilmistir. Örneðin Home
Tanrýlarýn
babasý ve anasý Okeanos'tur der ki bu, Thales felsefesinin özüdür. Homeros, insaný tutar ve
tanrýlar karsýsýnda
yüceltir. Ona göre insan iradesi, tanrý iradesinden de üstündür: Akhilleus yeniden savasa k
týlacaktýr; ne zaman ki
göðsündeki yürek buyuracak ve tanrý kýskýrtacak der. Görüldüðü gibi, burada asýl irade, ins
ce
kýskýrtýcýlýk düsmektedir. Homeros'ta açýkça bir tektanrý eðilimi vardýr, sýk sýk: Zeus, in
babasý sözünü tekrarlar. Ýlk nedenin (arkhe) su ve toprak olduðunu sezdirir, kahramanlarýný
er su ve toprak
olun! diye azarlatýr.
Ýlkçaðda insanlarý otuz bes bin tanrý yönetiyordu. Bütün bu tanrýlar Yunan mitolojisinde öz
özümlenmis mitolöjiye Homeros Hesiodos dini deniyor. Hesiodos mitolojisinde ilk özdeksel
gerçeklik olarak Gaia
(evrenin yaratýcýsý disi ilke) ilerisürülmektedir. Gaia'nýn Homeros mitolojisinde adý geçme
adýyla da anýlýr.
Dünya ya da toprak ana olarak da nitelenir. Romalýlar Tellus'u onunla bir tutarlar.
Ne var ki Tellus yer tanrýçadýr,
Gaia'ysa bir tanrý deðildir, kozmik bir güçtür. Kendiliðinden doðurma (Yu. Parthenogenesis)
a erkek ilkeler gök
Uranus'la deniz Pontos'u doðurmus. Sonra kendi doðurduðu bu erkek ilkelerle birlesip y
ersel ve göksel bütün
varlýklarla tanrýlarý meydana getirmis. Ýlkin birlestiði Uranus doðan çocuklarýndan tiksinm
hepsini onun
karnýna týkmýs. Bu tasarým, topraðýn bütün canlandýrdýklarýný yeniden içine almasýný simgel
Kronos'a babasýnýn erkeklik örgenini kestiriyor ve bundan sonra Pontos'la birlesiyor.
Evrenin ilk egemeni Uranus
böylece oðlunun eliyle tahttan indirilince yerine kendisini tahttan indiren oðlu (Gaia
'nýn da torunu) Kronos geçmis.
Ama o da çocuklarýný yutmaya baslamýs. Bunun üzerine Gaia, onun oðlu Zeus'ü kurtarýp bu kez
nun eliyle
Kronos'u tahtýndan indirmis (yani, gene oðul babayý tahtýndan indiriyor). Zeus böylelikle
tanrýlar tanrýsý olmus.
Gerçek bilimin henüz var bulunmadýðý dünyamýzda bu gibi düssel tasarýmlara bilim deniyordu.
amda
tanrýlarýn yaratýlýsýný inceleyen bilim dalýna Teogoni, evrenin yaratýlýsýný inceleyen bili
ogoni,
insanlarýn yaratýlýsýný inceleyen bilim dalýna Antropogoni denir. Bu bilimlerde tanrýlarýn,
nin ve insanlarýn
doðum (nasýl olustuklarý)'larý söz konusudur. Bilimlerin gerekli açýklamalarý gerçeklestire
ri çaðlarda
kozmogoni ve antropogoni de, teogoni gibi, mitolojik alanýn sýnýrlarý içindeydi. Evrenin v
e insanlarýn olusumu da,
tanrýlarýn olusumu gibi, hayal gücüyle açýklanýyordu. Hiçbir bilimsel veriye dayanmayan ins
yal gücü, büyük
dinlerin, tanrýlýk savlarýndan daha bilimsel varsayýmlarla yaratýlýs olayýnda daima doðaya
tanýmýstýr.
Örneðin Sümerlerin yaratýlýs efsanelerinde, gökyüzünün henüz bombos olduðu bir ön zaman'da,
biri
erkek iki tanrý olarak tasarýmlanmakla beraber, tatlý ve tuzlu sularýn varlýðý ilerisürülme
Bombos da olsa bir
gökyüzü vardýr. Ýskandinav tasarýmlarýnda tanrýlar sýcak buharlarla buzlu sislerin, esdeyis
doðal öðenin
karýsýmýndan meydana gelirler. Hint tasarýmlarý ilkin doðanýn varlýðýný kabul etmisler ve o
adý altýnda
soyut bir kavramla dile getirmislerdir. Brahman, giderek Brahma, Visnu, Siva adl
arý altýnda üç görünümlü tek bir
tanrý olarak belirir. Mýsýr tasarýmlarýnda baslangýç, su ve bataklýk, esdeyisle doðadýr. Za
ar alçalarak bir
bataklýk ada meydana çýkar, bu adada bulunan bir yumurtadan da kaz biçiminde tanrý Ra olus
ur. Japon
tasarýmlarý
da ilkin biçimsiz bir yumurtanýn varlýðýný kabul eder, tanrýlar gökyüzü ve yeryüzüyle birli
anýn
tohumundan olusur. Kimi Japon yaratýlýs efsaneleri gökyüzüyle birlikte insanýn da varlýðýný
ler. Bu
tasarýmlara göre, insan göðe bir ok atmýs ve yeryüzünün bütün varlýklarý bu okun deldiði de
Demek ki yeryüzünde bulunan her sey gökyüzünde de vardýr. Bu Japon tasarýmý ayný zamanda, y
erüstü'yle
birlikte, gene her seyin var bulunduðu bir yeraltý ilerisürmektedir. Ne var ki yerüstündek
i yasam yeryüzünden daha
tatlý, yeraltýndaki yasamsa yeryüzündekinden daha acýdýr (Cennet ve cehennem tasarýmlarý da
ikle
olusmustur).
Çin yaratýlýs efsanelerine göre ilkin hava, esdeyisle doða vardýr. Zamanla Pen-Gu ya da Pan
Ku adýný tasýyan iki
tanrýsal varlýk bu havadan olusur. Bu tanrýsal varlýk havayý yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere
ve ölür.
Soluðundan rüzgarlar, sesinden gökgürültüleri, saçlarýndan yýldýzlar, gözlerinden günes ve
yaðmurlar,
gövdesinden daðlar, kanýndan ýrmaklar ve denizler meydana gelir. Borneo'da yasayan Nigaj
u-Dayak'lar
baslangýçta
iki daðýn varlýðýný ilerisürerler, gökler ve yerler bu daðlarýn birbirlerine çarpmasýndan m
Bütün bu
tasarýmlarýn altýnda evrenin, tanrýsal bir iradeyle deðil, zorunlu bir kendiliðindenlik sür
nde olustuðu düsüncesi
yatmaktadýr. Ne var ki bunu gereði gibi belirtebilmek için doða (Fr. Natura), evren (Fr.
Cosme) ve dünya (Fr.
Monde) kavramlarýný titizlikle birbirinden ayýrmak gerekir (Bu kavramlar, özellikle evre
n ve dünya kavramlarý,
birçok dillerde birbirleriyle karýstýrýlmakta ve yanlýs olarak ayný anlamda kullanýlmaktadý
ukarda sergilenen
tasarýmlarda görüldüðü gibi, ilkin su, hava, dað, buzlu sis, sýcak buhar, yumurta vb. biçim
r doða vardýr.
Evren
ve tanrýlar bu doðadan olusurlar. Dünya, genellikle, tanrýlar tarafýndan meydana getirilir
ya da tanrýsal bir varlýðýn
parçalanýsýndan meydana gelir. Dünyalý varlýk insan da genellikle tanrýlarca yaratýlýr. Ýns
aratýcýya, gerek
duyulmaksýzýn, kendiliðinden olustuðunu ilerisüren yaratýlýs efsaneleri de vardýr. Her seyd
bir tanrý'nýn
varolduðunu ilerisüren Yahudi dini bile tanrý yaratýmý olarak doðanýn deðil, evrenin sözünü
:
Baslangýçta tanrý, gökleri ve yerleri yarattý. Ve yer ýssýz ve bostu. Ve enginin yüzü üzeri
lýk vardý. Ve
tanrýnýn ruhu sularýn yüzü üzerinde hareket ediyordu (Tevrat, Tekvin, Bap I). Karanlýk ve s
biri göðe ve öbürü
yere baðlý olarak doðanýn bu iki parçasý, tanrýlýk irade dýsýnda, yer ve gökle birlikte ken
ydana
çýkmaktadýrlar: Ve tanrý dedi: Isýk olsun. Ve ýsýk oldu. Ve tanrý ýsýðýn iyi olduðunu gördü
(Ýbid, 3-4), Ve tanrý dedi: Sular bir yere biriksin ve kuru toprak görünsün. Ve böyle oldu.
Ve tanrý bunun iyi
olduðunu gördü (Ýbid, 9-103). Görüldüðü gibi, tanrý, ýsýk ve toprak'ý, kendiliðinden meydan
biraz da sasýrtmýs görünen karanlýk ve su'ya karsý birer güç olarak yaratmaktadýr ve yaratt
radýr ki
böylesinin daha iyi olduðunu kavrayabilmektedir. Ýnsansal tasarým, en üstün asamasý olan te
nrý varsayýmýnda
bile, doðanýn kendiliðinden varlýðýna dokunmaya cesaret edememistir.
ZEUS. Tanrýlarýn ve insanlarýn babasý olarak nitelendirilen Zeus (sözcük olarak Hint, Avrup
dillerinin göðün
parlaklýðý anlamýndaki div kökünden geliyor), evren egemenliðini babasý Kronos'un elinden a
int
Avrupalýlarýn yaðmur ve hava tanrýsý olduðunu unutarak hükümdarlarýn ulu'su olmayý kabullen
arýn
hizmetine girmistir. Atmosferden baslayýp aileye, ahlaka, tarýma, devlete varýncaya ka
dar sayýsýz görevler
yüklenmis
bulunmaktadýr. Bu arada kadýn pesinde kosmaktan, kýz kaçýrmaktan, yalan söylemekten, çesitl
enler
kurmaktan,
öc almaktan da geri kalmamaktadýr. Sekizi ölümsüz tanrýça ve on besi ölümlü olmak üzere yir
evlenmis, sayýsýz çocuk ve torun sahibi olmustur.
Oðullarýndan Apollon ve Dionysos her ne kadar dördüncü bir tanrýlar kusaðý olarak evren ege
ni ondan
alamamýslarsa da, onu bir hayli korkutup tedirgin etmislerdir. Egemenliði süresince bu
iki oðlunu yakýndan
denetlemek zorunda kalmýstýr. Antikçað Yunanlýlarý, her ne kadar onun oðlu saymýslarsa da,
i eski ve güçlü
tanrýyý onun yerine geçirmemek için kendilerini güçlükle tutmus olsalar gerek.
DÝONYSOS. Dionysos Yunan öncesi tanrýlardandýr, Trakya'dan ya da Frigya'dan geldiði sanýlma
tadýr. Zeus ve
Apollon'la birlikte antikçað Yunan düsüncesinin üç büyük tanrýsýndan biridir. Tapýmý baslý
ydana
getirmistir. Kisiliði, birçok eski tanrýlarýn karýsýmýndan meydana gelmistir. Çiftçiliðin,
e
özellikle üzümün koruyucusudur. Romalýlar ona Bakkhos (Baküs) derler ve verimlilik tanrýsý
'le bir tutarlar.
Yunanlýlar onu, Zeus'ün Semele'den doðma oðlu saymýslardýr. Semele, kendisiyle birlesen Zeu
'ün ýsýðýna
dayanamayýp ölmüs, Zeus de çocuðunu bacaðýnda saklayýp büyütmüs, sonra da kýskanç karýsý He
kötülüklerinden korumak için onu keçi kýlýðýna sokmus, su perileri arasýnda büyüyen küçük k
üzümden sarap yapmasýný at kulaklý ve at kuyruklu Silenos'tan öðrenmis ve sarap tanrý olmay
ar vermis.
Arkaik
çaðýn gizemsel din anlayýsý Dionysos'a baðlýdýr. Bu dinin büyük özelliði baðlýlarýnýn kudur
geçmeleri (Yu. ekstasis) ve tanrýyý kendi içlerine aldýklarýna (Yu. enthousiasmos) inanmala
. Dionysos'a
tapanlar, onun kendilerine vahsi hayvanlar biçiminde göründüðüne inanýyorlardý. Bu yüzden s
kalabalýk
sarhos sürüleri halinde daðlara çýkarlar, naralar atarak döne döne raksederler, karsýlarýna
anlarýn
üstüne
kudurmuscasýna atýlýp parçalarlar ve çið çið yerlerdi. Böylelikle tanrýyý içlerine almýs ol
rinde
bulundurduklarý inancý onlarý büsbütün costuruyor ve kendilerinden geçirtiyor, büsbütün kud
saldýrgan bir
hale getiriyordu. Dionysos dini, genis halk yýðýnlarýnda, özellikle kadýnlar arasýnda, yayý
tutulmustur. Bu
tapým, Delphoi tanrýsý Apollon tarafýndan da tanýnmýs ve Dionysos'a tapýlmasý Delphoi kahin
ce Apollon'un
buyruðu olarak halka iletilmistir. Bu yüzden de her iki tanrýnýn bu tapýmda birlestiði inan
yayýlmýstýr. Orfik din
ve Eleusis gizemciliðinin kaynaðý da Dionysos tapýmý'dýr. Özellikle Orfik inançlar, Dionyso
emciliðinden
gelistirilmistir, örneðin ölümsüzlük inancý Dionysos'un ölümüyle yeniden doðusu öyküsünün ü
APOLLON. Geleceði haber veren tanrýdýr. Genellikle siir ve müzik tanrýsý olarak bilinen Apo
lon'un ana niteliði,
geleceði haber vermektir. Homeros, onu Lykia'li ve bu yüzden de Yunanlýlarýn düsmaný olarak
tanýtýyor. Oysa,
Yunanlýlar onu en kutsal tanrý saymýslardýr. Tanrýlar tanrýsý Zeus'ün, Leto'dan doðma, en s
oðluymus.
Tanrýlarýn en güzeliymis. Tanrýça Artemis'in de ikiz kardesidir. Leto, Hera'nýn kýskançlýðý
k yer
bulamamýs ve ilden ile kaçmýs. Sonunda, ikizlerini Delos adasýndaki Kynthos daðýnda doðurmu
Isýk-günes tanrýsý
olarak beliriyor, her zaman elinde bulundurduðu sasmaz oklarý günes ýsýnlarýdýr. Bu açýdan
la aynýlasýyor ve
Phoibos (ýsýldayan) adýný alýyor. Açýk havada yapýlan her türlü isin; tarla bakýmýnýn, hayv
in ve
kolonile'rin koruyucusudur. Siir ve müzikte de kutsal coskunluðun uyandýrýcýsý sayýlýyor. H
stalýk saçar, hem
iyilestirir. Tanrýlýk gücün sözcüsüdür. Heykelleri, erkek güzelliðinin simgesi olabilecek ö
Romalýlarýn da en çok benimsedikleri ve taptýklarý Yunan tanrýsý odur. Çesitli diyalektik k
arý içermesi
bakýmýndan ilginç bir yapýsý vardýr. Kardesi Eros'un karsýtlýðýyla olusmustur, hem hastalýk
e
hastalýklarý iyi etmek gibi karsýt niteliklidir.
EROS. Yunan mitolojisinin en ilginç tanrýlarýndan biridir. Kaynaðýnýn pek eski olduðu bilin
tedir. Doðumu
üstüne çesitli anlatýmlar vardýr. En doðrusu, onu iki kisilik içinde ele almaktýr: Bu kisil
den birincisi, evreni
meydana getiren sevgi'dir. Bu kisiliðinde, Eros, Hesiodos'un anlatýmýnda olduðu gibi, ev
rensel olusmayla birlikte ve
kendi kendine bir doðumla meydana çýkar. Hesiodos'a göre ilkin Khaos (bosluk) varmýs. Onda
n toprak ana
Gaia'yla
Eros olusmus. Eros'un ikinci kisiliði sevgi tutkusu'dur ve bu kisiliðinde kimi anlatým
larda Ares'le Aphrodite'in oðlu,
kimi anlatýmlarda Hermes'le Aphrodite'in ve kimi anlatýmlarda da Hermes'le Khton'lu
Artemis'in oðlu olarak
gösterilir. Baska anlatýmlarda da annesi Eileithyia ya da Ýris olarak gösterilmektedir.
Antikçað Yunanlýlarýnýn Orfik
dinine göre de evren yumurtasý ikiye bölününce içinden Eros çýkmýstýr. Platon'un bir yapýtý
olluk tanrý
Poros'la yoksulluk tanrýça Penia'nýn oðlu olduðu söylenir. Romalýlar onu Latinlestirmisler
Amor adýný
vermislerdir. Ýkinci kisiliðinde kanatlý ve güzel bir erkek çocuðu olarak tasarlanmýstýr. B
rden örülmüs bir
çelenkle süslüdür; ok ve yay tasýr, attýðý oklarýn saplandýðý kisi çýlgýnca bir aska tutulu
tanrýlar tanrýsý Zeus bile kendini kurtaramaz. Tanrýlar, birini ask atesiyle tutusturmak
isteyince bu görevi Eros'a
verirler. Ýkinci kisiliði, iyice gelismesi için dünyaya getirilen kardesi karsýt sevgi Ant
eros'la birlikte olusmustur
(Kimi anlatýmlarda Anteros'un annesi baska bir Aphrodite, Dione'nin kýzý Aphrodite'tir
). Eros'un pek çok
serüvenleri içinde en ünlüsü Psykhe'yle olan serüvenidir. Eros'un yanýndan hiç ayýrmadýðý v
zip dolastýðý
sevgi yardýmcýlarý da vardýr. Bunlarýn en ünlüleri Himeros, Pathos, Peitho ve Hermaphrodito
ur.
ANTEROS. Yunan mitolojisinin ilerisürdüðü bu çok önemli diyalektik kavram Yunanca karsýt se
anlamýndadýr.
Birçok metinlerde karsýlýklý ask ya da karsýlýk gören ask ve seveni mutlu kýlan ask olarak
lanýr. Kimi metinler
de onu erkekler arasý ask'ýn simgesi sayarlar. Çesitli halk anlatýmlarýnda bu yorumlara da
yanak olabilecek çesitli
öyküleri vardýr. Ne var ki bütün bu öykülerde, halkýn onu kendi anlayýsýna göre basit serüv
lmasýna
raðmen, Herakleitos diyalektiðine temel olan felsefesel ve çok önemli bir sezi belirmekt
edir. Bu sezi, karsýtlýðýn
gelistirici gücü'nü meydana koyar. Anteros (karsýt sevgi), Eros (sevgi)nin kardesidir ve
anneleri Afrodit, onu
Eros'un daha iyi gelisebilmesi için doðurmustur. Antikçað Yunan mitolojisine göre Eros, an
cak Anteros'un
yanýndayken gelisebiliyormus, ona yaklasýnca sevinir ve ondan uzaklasýnca aðlarmýs. Ýskende
iye anlatýmlarýna
göre
de, ona yaklastýðý zaman büyür ve ondan uzaklastýðý zaman yeniden çocuklasýrmýs. Bu mitoloj
a sonra
antikçaðýn büyük düsünürü Herakleitos tarafýndan Yunanca savas anlamýndaki polemos kavramýy
len
ve
bir logos yasasý olarak ilerisürülen karsýtlarýn birliði ve çatýsmasý ilkesini içerir. Nesn
n sözle dile
getirilisini veren logos kavramý, evrende bir evrensel yasa'nýn varlýðýný ve her seyin bu y
sayla meydana gelip bu
yasayla olustuðunu anlatýr. Ýdealist açýdan en yetkin dile getirilisini Alman düsünürü Hege
yalektiðinde bulan
bu evrensel yasa, daha sonra, bilimsel yerine oturtularak diyalektik materyalizm
in temel yasasý olmustur. Bir
bakýma, ilk bilimsel düsünceyi de bu sezinin hazýrladýðý söylenebilir. Çünkü bu sezi, evren
irtakým
yasalara baðlý olduðu düsüncesini içermektedir. Herakleitos bu yasa'nýn doðasal, insansal,
el olan her
seyde
bulunduðunu ilerisürmüstür. Bilim, bu yasalarý bulup meydana çýkarmaktýr. Nitekim ilk Yunan
i de
doðanýn düsüncesini edinmek için doðanýn kendisini arastýrmýslar ve doða bilginleri olmusla
ikleri
doða, karsýtlýk'larýn birliði olan ve onlarýn çatýsmasýyla devinen bir doðadýr. Olusma ve d
devimle
gerçeklesmektedir. Yüzyýllarca sonra bilimin ve diyalektik felsefenin bilimsel olarak
meydana koyduðu gibi
doðasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular karsýtlýklarýný da içerirler. Varlýklar; bu k
gelisir.
Evrensel gelismeyi saðlayan, nesne ve olgulardaki bu karsýtlýktýr. Özdek bu karsýtlýðý içer
ki, devimsel ve
gelisimseldir.
APHRODÝTE. Antikçað Yunan inançlarýnda ask ve güzellik tanrýçasý olarak tapýlan Afrodit'in
tanrýlýklarý vardýr. Aslý Doðuludur ve verimlilik tanrýçasýdýr. Zamanla ask tanrýçasý nitel
bahar
(bahçeler ve çiçekler) tanrýçasý olmus, Poseidon'un yanýnda deniz tanrýçasý olarak görünmüs
rde
de
cinsel dürtü tanrýçasý olarak anýlýr. Hesiodos, onun deniz köpüðünden doðduðunu söyler. Hom
Dione'nin kýzýdýr, Hephaistos'un kocasýný aldatan karýsýdýr. Thebai'de Ares'in karýsý olara
, Anteros,
Himeros, Pathos, Peito, Himeneo, Aineias, Enea vb. gibi pek çok çocuklarý vardýr. Romalýla
r ona Venus derler.
Kythera adasý yakýnýnda deniz dalgalarýnýn köpüðünden doðduktan sonra ilkin Kýbrýs adasýna
Kipris (Kýbrýs'lý) ve Anadyomene (su yüzüne çýkan) adlarý da verilmistir. Tatlý gülüslü old
, güzel
çelenkli olduðundan Eystephanos, sevgi dolu yüreðinden doðan güçsüzlüðünden ötürü Analkis T
a
birçok adlarla da anýlýr.
PSYKHE. Antikçað Yunanlýlarýnda ilkin ruh kavramý bilinmiyordu, ölümden sonra bedenli olara
asanacaðýna
inanýlýyordu. Zamanla gölge anlayýsýnda bir ruh kavramý gelisti ve ölülerin Hades'de soluk
r halinde
dolasmakta olduklarýna inanýldý. Bu tasarýmdan doðan Psykhe'yi Miletos kralýnýn kýzý ve Ero
'un sevgilisi
sayan Miletos öyküsü Latin ozaný Apuleius tarafýndan Metamorphoseon (Dönüsümler) adlý yapýt
istir.
Efsaneler edebiyatýnýn en siirli parçalarýndan biri olan bu öyküye göre Psykhe'ye güzelliði
r tanrýça
gibi tapýlmaya baslanmýs, Miletos'taki tapýnaklarýnýn bosaldýðýný görüp kýskançlýða kapýlan
onu bir dað basýna býrakýp bir ejdere asýk etmesini buyurmus, annesinin buyruðunu yerine ge
irmek isteyen Eros,
insan ruhunun essiz güzelliði karsýsýnda büyülenmis ve onu ejdere asýk edeceði yerde kendis
asýk olmus, onu
bir düs sarayýna yerlestirmis ve gecelerini onunla geçirmeye baslamýs, insan ruhunun sev
giyle birlesip sonsuzca
mutlu olabilmesi için sevginin yüzünü asla görmemesi gerekiyormus, Psykhe'nin mutluluðunu k
anan
kýzkardesleri, sevgilisinin bir ejder olabileceðini söyleyerek onu kýskýrtmýslar, o da bir
ece dayanamayýp yað
kandilini yakmýs ve sevgilisinin yüzüne bakmýs, ne var ki kandilden damlayan bir yað parças
ros'u uyandýrmis ve
sevgi bulutlara karýsarak yokoluvermis, ama bu yokolus her ikisinin de özlemini büsbütün a
rttýrmýs, Eros, annesi
Aphrodite'e sevgilisini baðýslamasý ve kendisine vermesi için yalvarmýs, oðluna acýyan tanr
san ruhunu birçok
güç sýnavlardan geçirdikten sonra sevgiyle bulusturmaya karar vermis, bu sýnavlarýn tümüne
nan ve çesitli
doða
güçlerinin yardýmýyla basarýya ulasan insan ruhu sonunda sevgiye kavusmus.
PAN. Sözcük olarak Yunanca bütün anlamýna gelir. Arkadia çobanlarýnýn çok eski bir tanrýsýd
lu ve
keçi ayaklý olduðundan ötürü Keçiler Pan'ý anlamýnda Aigipan (Aigis Yunanca keçi demektir)
Sonralarý
tanrý Hermes'le aðaç perisi Penelope'nin oðlu sayýlmýstýr. Yunan yorumcularýna göre tanrý H
nu bir
tavsan
postuna sarýp Olympos'a çýkarmýs, çocuðun keçiliðine bütün tanrýlar gülüp alay etmisler. Do
kurucusu olan Stoa düsünürleri, onun bütünlüðünü daha akýllýca yorumlayarak, onu evrensel b
saymýslardýr. Platun'un yazdýðýna göre Sokrates de ona yakarýrmýs, sevgili Pan, bana ruh gü
er dermis.
Öyküleri siirle doludur. Syrinks ya da Pandean (Pan'ýn kavalý) adýyla anýlan yedi düdüklü f
. Daha
sonra Roma'lýlarýn tanrý Faunus'la bir tuttuklarý Pan bir gün ormanda dolasýrken Syrinks ad
periye gönül vermis,
peri ondan kurtulmak için hemen bir sazlýk oluvermis, ünlü kavalýný iste bu sazlýktan kopar
yedi sazdan
yapmýs,
umutsuz askýný da içli içli seslendirdiði bu sazla dile getirmis. Pitys adlý bir peri kýzý
n'ý sevmis, kendisine
zorla sahib olmak isteyen rüzgar-tanrý Boreas (Poyraz)'ýn elinden kurtulmak için çam aðacýn
müs. Pan bu
yüzden hep çam aðaçlarýnýn altýnda dinlenirmis, çam aðaçlarý da bu yüzden poyraz estiði zam
in
inler
ve uyuyan Pan'ý gölgeleriyle günesin kavuruculuðundan korurlarmýs. Kaynayan öðle saatlerini
erin ve sýcak
sessizliði onunmus, bu saatlerde hiçbir çoban onun öðle uykusunu bozamazmýs, en küçük bir g
uyanýveren yüce doða tanrý öylesine korkunç bir haykýrýsla baðýrýrmýs ki, panik (Pan korkus
rtlar ve
kuslar saklanacak delik ararlarmýs. Roma imparatoru Tiberius çaðýnda (bu çað Hýristiyanlýðý
dýðý ve
yeni dini yaydýðý çaðdýr, Ý.S. 14-37) ölmüs Pan. Bunu Kehanetler Üstüne adlý yapýtýnda Plut
tan
Thamos'un gemisi Ege denizinden geçerken Paksos adasýndan esrarlý bir ses duyulmus, doða
nýn yürek paralayýcý
bir
feryadý olan bu ses Epeiros'a gidince bildirin: Ulu Pan öldü! demis, Epeiros'a varan g
emiciler hep bir aðýzdan
doðanýn buyruðunu yerine getirmisler, gemiden kýyýlara doðru Ulu Pan öldü, ulu Pan öldü! di
O
zaman daðlardan, taslardan, aðaçlardan, bitkilerden ve hayvanlardan iniltiler yükselmis,
bütün doða yasa
bürünmüs.
Hýristiyanlarca bir mucize sayýlan bu öykü, doðanýn çesitli biçimlerde cisimlenisi ve bunda
bir doða
dini (Pan dini) olan çoktanrýcýlýðýn (Paganlýðýn) yerini Hýristiyanlýða býraktýðýna yorulmu
PROMETHEUS. Prometheus Yunan mitolojisinin en ilginç tipidir. Ýlk erkek insanlarý tanrýl
ardan öcalmak için o
yaratmýstýr. Ýlk disi insan olan Pandora'yý da ondan öcalmak için tanrýlar yaratmýstýr. Böy
unan
mitolojisinde ilk kez çocuk pisirip yedirme temasý dýsýnda yepyeni bir öcalma temasý islenm
ktedir. Bu tasarýmda,
ister erkek ister disi olsun, insan, bir öcalma öðesidir. Nitekim Prometheýýs da öç anlamýn
en Yunanca tisis
kökünden türetilen bir Titan'dýr. Bir dev'dir, ama Yunan mitolojisinin öbür devleri gibi do
korkunç, acaip bir
yaratýk deðildir. Tersine, çok akýllý, duygulu, iyicil bir yaratýktýr. Bencilliklerinden ve
spotluklarýndan ötürü
tanrýlara, özellikle de Zeus'e kýzmaktadýr. Ýnsanlarý da evrende kendine benzer varlýklarý
için yaratýr.
Tanrýlarýn tanrýsal serüvenlerine karsýn Prometheus'un insansal serüveni böylece baslar. He
dos'a göre
Ýapetos'la
Klymene'nin oðludur. Atlas, Menoitios (kimi metinlerde Prometheus'un annesi Asia o
larak gösterildiði gibi bu
kardesi de Athos olarak gösterilir) ve Epimetheus'un kardesidir. Prometheus, öteki k
ardesleri gibi, tanrýsal düzene
kafa tutmus, karsý çýkmýs, ne var ki öteki kardeslerinden farklý olarak sonunda insanlar ya
atmak ve onlara atesi
(yaratýcýlýðý, bilimi, uygarlýðý) vermekle bu düzeni deðistirmeyi basarmýstýr. Bu yüzden de
zincire
vurulmus ve Prometheus Desmotes (Zincire vurulmus Prometheus) adýyla anýlmýstýr. Tanrýlarc
a görevlendirilen bir
kartal, sürekli olarak, her gece yeniden olusan, karaciðerini kemirmektedir. Onu, Ka
fkas daðýnýn tepesindeki bu
tanrýsal iskenceden bir insan, bir ölümlü olan Herakles kurtarýr. Prometheus Zeus tahtýndan
düsmedikçe benim
iskencelerimin sonu yoka der, böylelikle de insanlýða özgürlüðün yolunu göstermis olur.
PANDORA. Pandora Yunan mitolojisiniýi Havva'sýdýr. Evrenin ve tanrýlarýn yaratýlýsý (Kozmog
e Teogoni)
konusunda genis tasarýmlar ileri süren bu mitoloji, insanlarýn yaratýlýsý (Antropogoni) kon
sunda uzun yüzyýllar
susmustu. Bu konuda ilk tasarýmlar Ý.Ö. V'nci yüzyýlda ilerisürülmeye basladý. Bu tasarýmla
yaný, birçok
mitolojilerden farklý olarak, ilkin tek erkek insan deðil, birçok erkek insanlar (Adem
'ler) yaratýlmýs olmasý ve uzun
bir süre aralarýnda bir üreme düsünülmeksizin bir erkekler dünyasýyla yetinilmesi ve sonund
rýlar tanrýsý
Zeus'un Titan oðlu Prometheus'a düsmanlýðý yüzünden erkek insanlarýn basýna bela olmasý ama
isi insan
Pandora'nýn yaratýlmasýdýr. Efsaneye göre Titan karý koca Ýapetos'la Klymene'nin dört oðlu
r: Atlas,
Menoitios, Prometheus, Epimentheus. Bu çocuklarýn dördü de akýl gücü bakýmýndan tanrýlara ü
tanrýlara kafa tutmaktadýrlar. Bu yüzdendir ki tanrýlar tanrýsý Zeus onlara karsý özel bir
uymaktadýr.
Çocuklardan ilk ikisi Atlas'la Menoitios, tanrýlarla titanlar arasýndaki ünlü savasa katýlm
ve Zeus tarafýndan Atlas
gökkubbeyi omuzlarýnda tasýmakla, Menoitios da yer'in dibine kapatýlmakla cezalandýrýlmýstý
ha sonra
Prometheus karaciðeri kartallara yedirilerek, Epimetheus da ilk kadýn Pandora'yý kendi
sine es etmekle
cezalandýrýlacaktýr. Bu tasarýmýn ilginç ve kendisine özgü yaný ilk kadýnýn bir ceza olarak
unmasý ve
ilk erkek insanlarýn Titan'lar tarafýndan yaratýlmasýna karsý ilk disi insanýn Tanrý'lar ta
dan yaratýlmasýdýr. Ýlk
erkek insanlar çok akýllý ve becerikli olan Titan Prometheus tarafýndan yaratýlmýstýr.
Bir baska ilginç ve kendine özgü yan da, ilk disi insanýn tanrýlarca erkek insanlarýn basýn
ela olsun diye
yaratýlmasýna karsý ilk erkek insanlarýn Titan Prometheus tarafýndan tanrýlarýn basýna bela
mek üzere
yaratýlmýs
olmasýdýr. Prometheus, tanrýlar gibi budala ve duygusuz bencillere karsý, kendisi gibi a
kýllý ve duygulu özgeciller
meydana getirmek amacýyla insanlarý gözyaslarýyla sulandýrdýðý topraktan yaratmýstýr. Tanrý
s'ün
buyruðuyla tanrý Hephaistos da ilk disi insan Pandora'yý su ve topraktan bir heykel ya
parak yaratacak. Yunan
mitolojisi insanlarýn çamur'dan meydana geldikleri tasarýmýnda tektanrýcý büyük dinlerle. b
mektedir. Pandora,
sözcük olarak tüm armaðan demektir. Çünkü ona Aphrodite güzelliðini, Minerva çekiciliðini,
azlýðýný
ve yalancýlýðýný, bütün öteki tanrýlar da tek tek kendi özelliklerini armaðan etmislerdir.
dýn daha
varlasýrken tüm tanrý olmus bulunmaktadýr. Ýster titan, ister erkek insan olsun, artýk ona
içbir güç karsý
koyamayacaktýr. Tanrýlara kafa tutan Prometheus'çu erkek insanlar artýk kafa tutamayacak
larý ve önünde hemen
diz
çökecekleri yepyeni bir tanrý'yla karsýlasacaklardýr. Tanrýlar iyi ve kötü bütün güçlerini
lerdir.
Tanrýlarda da bulunmayan us (akýl)'dan baska her seye sahiptir. Tanrýlar gibi bencil v
e duygusuzdur, isteklerinin
önüne çýkacak her engeli gözünü kýrpmadan yýkabilecektir. Üstelik, akýlsýz olduðundan tanrý
tanrýlar onun yönetiminde bütün insanlarý rahatlýkla yönetebileceklerdir. Tanrýlar, Pandora
siliðinde böylesine
bir güç yaratmýs olmakla da yetinmemektedirler. Ona, bütün kötülükleri ve acýlarý içine dol
apalý kutu
vermislerdir. Tanrýca bencillik niteliðinden ötürü bir gün dayanamayýp bu kutuyu açacaðýný
ler. Nitekim
Pandora, bir gün dayanamayýp kutunun kapaðýný açacak, bütün kötülükler ve acýlar insanlarýn
kutuda sadece umut kalacaktýr.
Kardesi Prometheus'un yasaklamasýna raðmen Pandora'nýn çekiciliðine ve güzelliðine dayanama
nunla
evlenen
titan Epimetheus, çevresine yayýlmýs bulunan bütün kötülüklerin ve acýlarýn ortasýnda, bu u
lanmasýný
ve
kendisinden türeyecek kusaklara kullandýrmasýný bilecektir. Pandora'yla Epimetheus'un bi
rlesmesinden birçok
kýzlar doðmustur. Bu kýzlarla Prometheus'un yarattýðý erkekler evlenmekte ve yeni insan kus
klarý türemektedir.
Bu
yeni insan kusaklarý, kisiliklerinde, tanrýlýk bir yanla titanlýk (devlik) bir yaný birlik
te sürdürmektedirler. Tanrýlýk
yan onlarýn metafizik güçlerini gelistirirken titanlýk yan da fizik güçlerini gelistirecekt
r. Bu fizik güç, gün geçtikçe,
metafizik gücü boyunduruðu altýna alacaktýr. Ýnsanlar artýk birbirleriyle birleserek üremek
undan ötürü de
kisiliklerindeki tanrýlýk yan her gün biraz daha eriyip gitmektedir. Ne var ki artýk tan
rýlar da insan soyu kadýnlara
dayanamayýp onlarla birlesmeye, onlardan çocuklar yapmaya baslamýslardýr. Örneðin tanrýlar
rýsý çapkýn Zeus
bu
insan kadýnlardan on besiyle birlesmis ve sürüyle çocuklarý olmustur. Artýk tanrýlarla insa
r birbirlerine
karýsmaya
ve insanlar tanrýlasýrken tanrýlar insanlasmaya baslamýstýr. Ýnsan tanrýlar tanrý insanlarý
irgin
etmekte,
büsbütün safdýsý býrakmaktadýrlar. Tanrýlar tanrýsý Zeus ne yapacaðýný sasýrmýstýr, bu karg
aramaktadýr. Sonunda, onlarý tufan'la yoketme yoluna gidecektir. Bu yolla onlardan s
onsuzca kurtulacaðýný
sanmaktadýr. Ne var ki Prometheus'cu aklý gün geçtikçe daha da gelisen insan, yokolmaktan
kurtulmanýn yolunu
bulacaktýr. Prometheus'un oðlu Deukalion'la Pandora'nýn kýzý Pyrrha, bu iki akýllý insan ka
ca, kocaman bir
gemi yaparak evreni kaplamýs bulunan azgýn ve kudurmus sularýn üstünde kalan Parnassos daðý
ayý
basaracaklardýr. Evrende, bir daha tanrýlarýn oyununa gelmeyecek olan yeni insan soyla
rý türemeye baslayacaktýr.
UYUM. Hesiodos'tan sonra Siroz'lu Ferekides'in Teologia'sý ve Lindos'lu Kleobulos,
Atina'lý Solon, Isparta'lý
Khilon, Lesbos'lu Pittakos, Priene'li Bias, Korinthos'lu Periandros ve Milet'li
Thales (ilk filozof) adlarýný tasýyan
Yedi Bilge'nin sözleri gelmektedir. Antikçað Yunan felsefesi, tarihin pek uzun bir süres
ini kapsar.
Baska uluslarýn ermisleri varsa Yunanlýlarýn da bilgeleri var, diyor Nietzsche. Gerçekte
n de Yunan bilgeleri,
çaðdas bilgeliðin babasýdýrlar. Bu bilgeler, evrenin en güçlü gerçeði olan ölçü'yü sezmisle
felsefede ölçü, bilimde ölçü, tek deyisle yasamakta ölçü... Ýyice bakarsak hiç deðilse sunu
vren, bir
ölçü isidir.
Nereden gelip nereye gidiyoruz düsüncesi (kosmogonia), simdilik ne yapmalýyýz düsüncesinin
ethika)
yanýndadýr. Nereden gelip nereye gittiðimiz, hele niçin gelip niçin gittiðimiz açýk seçik a
yýnca simdilik ne
yapmamýz gerektiði düsüncesi daha bir önem kazanmýstýr. Kýsa süren konukluðumuz kendi çabam
terimizle
çok daha deðerlenebilir. Ýnsanlýk, bu düsüncesinin ilk öðütlerini Yedi Bilge'nin özdeyisler
týr.
Felsefe tarihçilerinin çoðu, ilk filozof olarak Thales'i (Ý.Ö. Vi'ncý yüzyýl) ele alýrlar.
e gelinceye kadar,
arada, töresel öðütler veren önemli bir Yunan ozaný daha, Hesiodos (Ý.Ö. Viii'nci yüzyýl) v
ilozof olarak
göz önünde tutulmak gerekir. Oysa, Thales'le baslayan antikçað düsüncesine öðütleriyle öncü
Bilge'nin önemi üstünde birlesilmistir.
Hellen düsüncesinin bu Yedi Bilge'si kimlerdir? Walter Kranz, Antik Felsefe Metinler
i adlý yapýtýnda onlarý
Kleobulos, Solon, Khilon, Thales, Pittakos, Bias, Periandros olarak sýraladýðý halde, bu
Yedi Bilge'nin gerçek
sayýlarý bilinmiyor. Birçok metinlerde baska adlar da Yedi Bilge arasýnda sayýlmýstýr. Gerç
bu bilgelerin
yediden daha çok olduklarý anlasýlmaktadýr. Böyle olduðu halde kendilerine, eski Yunanlýlar
kutlu bir sayý olan
yedi sayýsýnýn yakýstýrýldýðý sanýlýyor. Walter Kranz'ýn sýraladýðý adlar, çesitli metinler
adlardýr. Asaðý yukarý hepsi Ý.Ö. Vii'nci ve Vi'ncý yüzyýllarda yasamýslardýr. Ýçlerinde So
ar,
Periandros gibi krallar, Pittakos ve Bias gibi devlet adamlarý bulunan bu bilgeler
in isi, toplumlarýna yararlý olmaktý.
Ýlk filozof sayýlan Thales de bu Yedi Bilge'nin arasýndadýr. Ancak, Thales, evrenbilim üstü
de de kafa yorduðu, ilk
nedenin su olduðunu söylediði için bilimsel bir deðer kazanmýs, ötekilerse sadece törebilim
tutucu öðütler
söyleyen kisiler olarak kalmýslardýr.
Rodos'lu Kleobulos, ölçü en iyi sey, diyor, babayý saymak gerek. Dinlemeyi sevmeli, geve
zeliði deðil. Hazza
hükmetmeli. Zorla hiçbir sey yapmamalý. Yurttaslara en iyi öðütleri vermeli. Çocuklarý eðit
alka karsý olana
düsman gözüyle bakmalý.
Atina'lý Solon, hiçbir seyde asýrý olma, ölçülü kal, diyor. Keder doðuran hazdan kaç. Çabuk
e,
edindiklerini de çabuk gözünden düsürme. Hükmedilmeyi inceleyerek hükmetmeyi öðren. Yurttas
n
hoslarýna gideni deðil, en iyiyi söyle. Görünmeyenleri görünenlerden çýkar.
Isparta'lý Khilon, tutkularýný dizginle, ölçülü ol, diyor. Dostlarýnýn iyi günlerine yavas
, kötü günlerine
kosa kosa. Kendinden yaslýyý say. Kanunlara uy. Haksýzlýða uðrarsan barýs, hakarete uðrarsa
müsleri öv.
Kendini bil, (Delphoi'daki Apollon tapýnaðýnýn kapýsýnda yazýlý olan, Sokrates'in alýp isle
Platon söyle
açýklamaktadýr: Sadece bir insan olduðunu bil).
Lesbos'lu Pittakos, uygun zamaný kolla, ölçüyü göz önünde tut, diyor. Yapmak istediðini söy
aramazsan
gülerler. Baskasýnda hos görmediðini kendin yapma. Bahtsýzlarý ayýplama, çünkü tanrýlarýn ö
.
Kazanç doymak bilmez, sana uyaný kazan. Bir kimseyi affeden onun üstüne yükselir, ondan öç
n onun haline
düser.
Pirine'li Bias, çok dinle, yerinde konus, ölçüyü kaçýrma, diyor. Ýnsanlarýn çoðu kötüdür. Ý
basladýktan sonra sýký sarýl. Çabuk konusmaktan sakýn, yanýlýrsýn. Yaptýðýný düsün. Güzelli
l.
Korinthos'lu Periandros, bahtlýlýkla ölçülü ol, diyor, bahtsýzlýkta düsünceli. Atýlganlýk a
r. Kazanç
çirkin bir sey. Ana babana layýk olduðunu göster. Dostlarýna karsý bahtlýlýklarýnda nasýlsa
larýnda da
öyle kal. Bütünü düsün. Sessizlik en güzel seydir (sükun hali, iç sessizliði). Kanunlarýn e
taze olsun.
Milet'li Thales de, ölçülü ol, diyor. Kötü yoldan zengin olma. Babadan kötü seyi kapma. Kef
n yoldasý
felakettir. Ana babana ne etmissen çocuklarýndan onu bekle. Kendini dizginleyememek
kadar kötü sey yok.
Acýnmaktan çok kýskanýl.
Ölçü, ölçü, hep ölçü... Yedi Bilge'nin yedisi de ölçüyü öðütlüyorlar. Hense Leonard'ýn Hell
Bilgisi adlý yapýtýnýn 61. yapraðýnda arkaik düsünüs baslýðý altýnda, bu ölçü, söyle deðerl
kendini parçalanmamýs alemin bir organý olarak görür. Hayatýn trajik ahenksizliði ona acý g
de gene sonunda
yalnýz uyum (ahenk, harmonia)'u sezer. Bu uyum, törebilimde tam ölçü, sanatta dengeli biçim
doðayý tanýmada
geometrik oran, dinde evrenin düzen verici gücü olarak kendini gösterir.
ÝLK FÝZÝKÇÝLER. Dinsel düsünceden kendini sýyýrarak bilimsel bir niteliðe dönüsen ilk düsün
felsefe, Ý.Ö. Vi'üncü yüzyýlda, antikçað Yunanlýlarýnýn Miletos (Ýzmir'in güneyinde Balat k
baslamýstýr. Antikçað Yunan düsüncesinin ilk üç düsünürü Thales, Anaksimandros, Anaksimenes
Milet
okulu'na, Efes'li Herakleitos'u da kapsayarak, Ýyonya okulu (Os. Medrese-i Yunaniy
ye, Fr. Ecole Ionique) da denir.
Bakýslarýný din'den ayýrýp doða'ya çeviren ilk düsünürler bunlardýr. Milet'lilerin baslýca
fizikçi,
kendiliðinden özdekçi ve diyalektikçi oluslarýdýr. Evrendeki her seyin kendisinden yapýlmýs
ilk neden ya da
ilk özdek (Yu. Arkhe) olarak ilerisürdükleri su, hava vb. gibi özdekleri de canlý olarak dü
müslerdir; çünkü bu
özdekler yaratýcýdýr ve bütün varlýklar bu ilk özdeklerden olusmustur. Bu yüzden Milet okul
sel
tutumuna canlý özdekçilik denir. Milet'liler, Aristoteles'in anlatýmýyla bilinmektedir (Ar
istoteles, Metafizik, a 3,
983, b 6-11, 10) Onlarýn karsýlýk aradýklarý bütün nesnelerin yapýlmýs olduðu ilk özdek ned
da
Aristoteles tarafýndan ortaya konulmustur. Bu soru, bir açýdan fiziðin baslangýcý olduðu ka
bir baska açýdan da
metafiziðin baslangýcý sayýlabilir. Çünkü çesitli dönüsümlere uðrayarak evrensel nesneleri
en ve
böylece sürekli olarak devinen ilk özdeðin kendiliðinden deðismediðini ve neyse o kaldýðýný
.
Nitekim, çok geçmeden, ilk neden nedir? sorusunu olus nedir? sorusu izlemis ve Ýyonya'
lýlarýn deðisirlik
felsefesi, karsýsýnda, Elea'lýlarýn deðismezlik felsefesi'ni bulmustur. Milet'lilerin vars
ayýmlarýný, daha önce gelismis,
özellikle Mýsýr ve Babil, bilgileri üstüne kurduklarý kesindir. Ne var ki onlar, büyük bir
asama olarak,
pratik çalýsma'yý kuramsal çalýsma'ya dönüstürmüslerdir. Felsefenin ilk kurucularý sayýlmal
ndir. Ýlk
filozof Thales, antikçað Yunanlýlarýnýn pratikte ise yarar özdeyisler ilerisürmüs bulunan Y
ilge'sinden biriydi.
Thales ilk neden su'dur demekle pratik yarar düsüncesinden kuramsal bilgi düsüncesine il
k sýçrayan kisi olarak
önem kazanmýstýr. Bu sýçrama, bilimsel uðrasýnýn ilk adýmý olarak nitelenir. Aristoteles sö
lsefeyle ilk
uðrasanlar, bütün nesnelerin ilk temel (Arkhe)'inin özdek olduðunu sanýyorlardý. Kendisinde
varolan bütün
seylerin çýktýðý ve o ilikten meydana geldiði ve yok olarak ona döndüðü seye temel varlýk o
lýyor,
yalnýz durumlarý deðisiyor öðe diyor, bunun var olanlarýn ilk baslangýcý olduðunu söylüyor
bu
biçimdeki varlasma olduðu gibi kaldýðýndan, hiçbir seyin meydana gelmediðini ve hiçbir seyi
yok olmadýðýný
düsünüyorlardý. Bu türlü felsefenin asýl basý olan Thales, bunun su olduðunu söylüyor. Bu d
de,
bütün varlýklarýn besinlerinin nemli olduðunu ve sýcaðýn da bu nemden çýktýðýný ve onunla y
varmýstýr, bir de bütün nesnelerin tohumlarýnýn yaratýlýsýnýn nemli olmasýndan. Ýlk temelse
her seyin
meydana geldiði seydir. Su ise nemli seylerin ilk temelidir. Ondan çok daha eskiler
de tanrýsal bir düsünceyle doða
üstüne böylesine düsünceler yürütmüslerdir. Okeanos'la Tethys'i meydana belisin babasý ve a
arýn
and'ýný
da kendilerinin Stkys adýný verdikleri su yapýyorlardý. En saygýdeðer sey en eski olan seyd
r, and da en saygýdeðer
seydir. Thales'in yasadýðý çaðda Miletos kenti, önemli toplumsal ve ekonomik gelismeler içi
ydi. Tarihçi
Rostovtzeff, bu kentte, önce halkýn egemen olup soylu kisileri öldürdüðünü, sonra da soylul
emen olarak
halktan olanlarý diri diri yaktýklarýný anlatýr (Eski Dünyanýn Tarihi, c. I, s. 204). Bu yü
yoksullar ve yoksul
insanlarýn uðrasýsý sanýlan felsefe de küçümseniyordu. Aristoteles'in Politeia adlý yapýtýn
Thales
bu kanýyý da deðistirmis ve astronomi bilgisiyle bol zeytin ürünü alýnacaðýný bir yýl önced
ak
zeytinlikleri ucuza kapatýp zengin olmustur. Aristoteles söyle der: Thales, böylece, dün
yaya, filozoflarýn isterlerse
zengin olabileceklerini, ama tutkularýnýn baska türden olmasý nedeniyle yoksulluðu yeðledik
erini de göstermistir.
Thales, sudan ve denizden, ondan çýkan bütün canlýlýkla birlikte denizsel bir enginlik ve s
nsuzluðu da anlýyordu.
Kendisini izleyen Anaksimandros, Thales'in ilk nedeni su'yun yerine, sonsuz ve sýnýr
sýz (Yu-Aperion)'lýðý koyarken
bu düsünceden esinlenmis olmalýdýr. Anaksimandros, bu deyimiyle, göðün sýnýrlarý içinde
bulunan evrenin karsýtý olarak sýnýrsýz'lýðý ortaya koymustu (Diels, Doxagraphi Graeci, 376
).
Anaksimandros'un bu varsayýmý da, kendisini izleyecek olan Anaksimenes'in, bu sýnýrsýzlýk i
de, evrenlerin
çokluðu varsayýmýný etkilemis olmalýdýr. Anaksimenes'in üçüncü ilk neden varsayýmý olarak i
Aer, pneuma, psykhe) da bu sýnýrsýzlýðý ve sonsuzluðu kapsar. Anaksimenes, salt sýnýrsýzlýk
n
varlasmasýný açýklayamayacaðýný düsünmüstür. Ona göre bu sýnýrsýz özdek, seyreklesip yoðunl
nesneleri
varlastýran hava olmalýdýr. Daha sonra Hippias ve Diogenes gibi düsünürler de yetistirecek
lan Milet okulu'nun,
özellikle Thales'in, büyük önemi, insan düsüncesine yol göstermis olmasýdýr.
Milet'li fizikçi-düsünürlerin üçüncüsü olan Anaksimenes'e göre hava, seyrekleserek atesi ve
ak yeli,
bulutu, suyu, topraðý ve taslarý meydana getirir. Fransýz metafizikçi ve felsefe tarihçisi
mile Brehier, ünlü Felsefe
Tarihi'nde söyle der (MEB. yayýný, Ýstanbul 1969, Miraç Katýrcýoðlu çevirisi, c. I, fasikül
-5): Nesnelerin
yapýlmýs olduðu madde nedir? Bu soruyu soran Aristoteles'tir. Kendilerinde çözümleri aranan
meselelerle
Milet'lilerin uðrasmýs olduklarýna dair hiçbir kanýtýmýz yoktur. Onun için bütün nesnelerin
n Thales'e göre
su, Anaksimandros'a göre sonsuz, Anaksimenes'e göre hava olduðu bize öðretilince bu formüll
ri madde
meselesine
bir karsýlýk sanmaktan sakýnmalýyýz. Bunlarýn anlamýný kavramak için, elden gelirse, onlarý
hangi
meselelerle uðrasmýs olduklarýný arastýrmamýz gerekir. Anlasýldýðýna göre, onlarýn uðrasmýs
basýnda bilim tekniði meselesi geliyordu. Bunlar, her seyden önce, meteorlarýn ya da ast
ronomi olaylarýnýn
mahiyet
ve nedenini, yerdepremleri, yeller, yaðmurlar, simsekler, ay ve günes tutulmalarý gibi
olaylarý ilgilendiren meseleler
ve ayný zamanda da yeryüzünün biçimi ve dünyadaki hayatýn kaynaklarý üzerindeki genel mesel
. Bu bilim
tekniklerinden bizim Milet'liler, Yunan ülkelerinde yalnýz, Mezopotamya ve eski Mýsýr me
deniyetlerinin
kendilerine iletmis olduklarý seyi yapýyorlardý. Babilonya'lýlar gibi gözlemleyen kimseler
di. Bundan baska kendi
kadastrolarý için sehirlerin ve kanallarýn planlarýný yaparlardý ve hatta dünyanýn haritasý
sine bile
girismislerdi: Ýkinci olarak mekanik sanatlarla uðrasýyorlardý. Ýnsanýn üstünlüðünü onun te
a
görürlerdi. Bu görüs en iyi dilegetirilisini Ýyonya'lý Anaksagoras'ta bulur, ona göre insan
lleri olduðu için
hayvanlarýn en akýllýsýdýr, çünkü el temel alet olup aletlerin ilk örneðidir. Milet'lilerin
liði, göðü
ve meteorlarý anlamak için kullandýklarý birtakým tesbihleri seçme tarzlarýndadýr gibi görü
. Bu
tesbihlerde
efsanelerin garabetinden hiçbir sey yoktur, bunlar ya kendi zenaatlarýndan ya da doðru
dan doðruya yapýlan
gözlemlerden alýnmýstýr. Bu gözlemlerinden biri de özellikle gemicilikle uðrasan Milet'lile
n kara ve deniz
fýrtýnalarýnýn gözlenmesiydi. Ortalýk sessizlik içindeyken az sonra çýkýverecek olan fýrtýn
olan bir
simsekle birdenbire yýrtýlýveren kalýn ve kara bulutlarýn peydahlandýðý görülmekteydi.
Anaksimandros bunlarý açýklamaya uðrasýrken bulutla týkalý kalan yelin kendi siddetiyle bul
parçaladýðýný ve
simsekle gökgürültüsünün de bu ani parçalanýsla bir arada belirdiðini görüyordu. Ýmdi Anaks
e
yýldýzlarýn olusumunu fýrtýnalarla kýyaslayarak düsünür. Anaksimandros'un gök hakkýnda vard
etmek için, kalýn bulutlar kýný yerine yoðunlasmýs ve saydamsýz bir hava kýlýfýný (çünkü on
buðulardan baska bir sey deðildir), iç ve yel yerine atesi, kýlýftaki yýrtýklar yerine de a
in fýrlamasýna yolveren bir
çesit soluk yerleri ya da soluk alma borularý koymak yeter. Bu kýlýflarýn daire biçiminde o
duklarý ve bir arabanýn
dingil bosluðu etrafýndaki tekerlek ispitleri gibi dünyanýn etrafýna yerlestirilmis bulund
uklarý farzedilirse, yýldýzlar
bizim için artýk sadece bu soluk alma yerlerinden çýkan iç atesin bir kýsmýndan ibaret olur
u soluk alma
yerlerinin
ayný anda hep birden kapanmasýyla ay tutulmalarý ve safhalarý açýklanmýs demektir. Anaksima
os daire
biçimindeki bu kýlýflardan döner olanlarýnýn üç tane olduðunu kabul ediyordu. Ona göre yery
akta,
günesle ayýn yalnýz bir tek soluk alma borusu olan birer kýlýflarý, sabit yýldýzlarýnsa (be
samanyolunun) birçok
soluk alma yerleri bulunan sadece bir kýlýfý vardýr. Bu gibi benzetisler, kozmogoni mese
lesini yeni bir biçimde
formüllestirmeye olanak saðlar. Göðün olusmasý, bir fýrtýnanýn olusmasýndan temelde hiç de
.
Kabuk aðacý nasýl sararsa, ilk zamanlarda dünyayý çevirmis olan atesin de parçalanarak dair
içiminde üç tane
halkanýn içine öylece daðýlmýs olduðunu bilmek söz konusudur: Ýmdi Anaksimandros'a göre söz
n
neden'in muhakkak ki yaðmurlarýn, fýrtýnalarýn ve yellerin baslangýcýndaki nedenden ibaret
unduðu sanýlýr. Bir
ates küresini parçalayan ve onu halkalarla kýlýflayan deniz üzerinde peydahlanan birtakým b
'lardýr. Milet
fiziðindeki baslýca olay muhakkak ki ýsýnýn etkisiyle deniz suxyunun buðulanmasýdý. Bu buðu
leri
(yeller, bulutlar vb.) eski Yunan'da akýl bakýmýndan diriltici özellikleri bulunan seyle
r diye gözönünde tutulurdu.
Demek oluyor ki Anaksimandros, canlý varlýklarýn günesin ýsýsýyla buðulanan nemlilikte (rut
e) doðduklarýný
kabul ederken, sadece, pek eski bir görüsü izlemis oluyordu. Bütün bunlar bize, Milet öðret
nin merkezi olarak
Aristoteles'in ileri sürdüðü ilk töz'ün anlamýný açýklamamýza olanak saðlayabilir. Thales,
bulunduðu seyin su olduðunu söylemekle, varlýklarýn maddesini deðil, ancak son derece yaygý
ozmogoni
konusunu yenibastan ortaya koymus oluyor. Milet düsünüsünün gelismesine bakýlýrsa, süphesiz
u sudan,
denizden ortaya çýkan bütün hayat ile birlikte denizin engin'liði gibi bir sey anlamak ger
ekir. Anaksimandros'u
Thales'in su'yu yerine kendisinin sonsuz dediði seyi koymaya sevkeden sey neydi?..
Öyle görünüyor ki
Anaksimandros'un sonsuz'u büyüklük bakýmýndan engin bir sýnýrsýz'lýktýr... Anaksimenes, hav
larak
almakla Anaksimandros'tan uzaklasmaz. Hava deyimi, ancak sonsuz'un mahiyetini açýkla
r. Bu, sýnýrlarý
bulunmayan
bir hava'dýr, Anaksimandros'un ölümsüz bir hareketle dirilmis olan sonsuz'u gibidir. Öyle
anlasýlýyor ki
Anaksimenes bu hareketin, esyanýn kaynaðýný açýða vurabileceðine inanmýs deðildir. Bir kalb
en hareket
gibi, bir kaynasma hareketi de karmasýk seyleri birbirinden pekala ayýrabilir ama, o
nlarý meydana getiremez.
Demek
oluyor ki Anaksimenes bu ölümsüz hareketin üzerine esyanýn kaynaðý hakkýnda bir baska yorum
rip
koymustur.
Hava seyreklesmesiyle atesin ve yoðunlasmasýyla da yelin, bulutun, suyun ve en sonun
da da topraðýn ve taslarýn
olusmasýna yol açýyor.
Antikçað Yunanlýlarýnýn ilk düsünceleri özdekçi bir yapýdadýr. Thales'in su'yu, Anaksimandr
siz ve
sýnýrsýz'ý, Anaksimenes'in soluk-hava'sý, Herakleitos'un ates'i, hatta Anaksagoras'ýn nus'u
hep özdektir. Ruh
kavramýný hafiften kurcalayanlar bile özdeði yadsýmaya cesaret edememislerdir. Bu kurcalayý
arýn ilki
Anaksimenes, ikincisi de Anaksagoras'týr. Ne var ki Platon'a gelinceye kadar ruh özd
eklikten kurtulamayacaktýr.
Tam bu sýrada iki büyük Abdera'lý, Leukippos'la Demokritos, özdeðe gerçek bir temel buluyor
. Atomcu
özdekçilik onlarýn eliyle saðlamca kurulacak ve günümüze kadar etkisini sürdürecektir. Ý.Ö.
yýz.
Sokrates Platon, Aenesidemos-Pyrrhon öðretileri gibi birbirine karýsmýs ve birbirinden a
yrýlamayan öðretileriyle
Leukippos-Demokritos, atomos (bölünemeyen) kavramýný ortaya atýyorlar. Özdek artýk su, hava
tes vb. gibi belli
bir nesneye takýlýp kalmaktan kurtulmus; oysa atom adý altýnda hepsinde ortak olan bir t
emelde genellesmistir.
Onlara göre atom, özdeðin artýk bölünemeyen en küçük parçasýdýr. Evrende her sey, tanrýlar
n
yapýlmýslardýr. Örneðin bir kaya parçasý, bir aðaç, bir insan, bir yýldýz atomlar yýðýnýdýr
rde
birbirlerini çeken sert parçacýklardýr. Atomlarýn uzayda yer kaplamalarý ve birbirlerine ça
rak devinmeleri iki yeni
düsünceye yer vermektedir: Mekanizm ve bosluk... Yüzyýllarca sonra Fransýz düsünürü Descart
celere
sahip çýkacaktýr. Abdera'lýlarýn atomculuðu, Epikuros'la Lucretius'un aracýlýðýyla Gassendi
'a ulasarak
doðabilimlerinin doðusunu saðlayacaktýr. Ýnsan düsüncesi, gerçekten pek büyük ve önemli bir
dadýr.
KUTSAL MATEMATÝK. Ýsa'dan önce 520 yýlýnda Güney Ýtalya'dayýz. O zamanlar bu ülkeye Büyük Y
deniyor. Kroton kentinde yýldýzlý, sýcak, sessiz bir gece... Büyük bir tapýnaðýn taraçasýnd
bir ses
konusuyor. Dinleyenler arasýnda kendinden geçenler, bayýlanlar, letarjiye tutulanlar v
ar. Kocaman neft lambalarý,
taraçanýn ortasýndaki Persephone heykelini aydýnlatmaktadýr. Öðrenciler, uçsuz bucaksýz bir
uk denizinde
yüzüyorlar. Dokunaklý ses, usta öðretmen Pythagoras'ýn (Fisagor, Ý.Ö. 580-504) sesidir. Öðr
udur: Evren,
bir sayý uyumudur.
Pythagoras, gizli bir din okulu kurmustur. Öðrencilerine ahlak, siyaset ve din öðretmekt
edir. Bu bilimlerin
tümüne mathematalar adýný veriyor. Ýlk anlamý, insan bilgisinin tümünü kusatan demek olan m
k sözcüðü
de
buradan gelmektedir.
Anaksimandros'la din bilgini Ferekydes'in de öðrencisi olduðu bilinen Pythagoras'a göre,
ilk ilke (arche) sayý'dýr.
Esya, duyulur hale gelmis olan sayýlardýr. Bilimin amacý, her varlýðý karsýlayan sayýlarý b
dýr. Örneðin akýl
belli bir sayýdýr, ruh belli bir sayýdýr, adalet belli bir sayýdýr. Evren, bir sayý uyumudu
Doðadaki bütün
karsýtlýklarýn kökü, birle çok arasýndaki karsýtlýktýr. Oysa, salt (mutlak) bir, ne tek ne
hem tek hem de
çifttir. Bir baska deyisle, salt bir, teklikle çiftlik birlikteliðidir. Ýlk varlýk, olan b
ir, noktadýr. Nokta hareket ederek
çizgi; çizgi, hareket ederek satýh; satýh, hareket ederek cisim olmustur. Su halde her b
aska cisim, bir baska
sayýnýn
karsýlýðýdýr.
Pythagoras'ýn gizli din tarikatýna girmek pek zordur. Ýsteklinin erdemli, akýllý, aðýrbaslý
aklayabilecek bir
yapýda bulunmasý gerekir. Önce, istekliye belli, etmeden uzun ve gizli bir sorusturma
yapýlýr, sonra da istekli bir
dað basýna götürülerek sýnavlardan geçirilir. Ýstekli, ýssýz dað basýnda, bir gece geçirmek
ada
istekliyi korkutmak için birçok araçlara basvurulmaktadýr. Korkmadan dayanabilmesi istek
linin iradesini
gösterecektir. Daha sonra düsünsel sýnavlar baslayacak, isteklinin bilgisi ve görgüsü yokla
aktýr. Örneðin bir
yuvarlaðýn içine çizilen bir üçgenin ne demek olduðu sorulmaktadýr. Yeter karsýlýk alýnýnca
takýlmalar,
küçümsemeler baslar. Ýsteklinin bütün bunlara ses çýkarmadan göðüs gererek irade gücünü kan
Hermetisme sýnavlarýnýn sadelestirilmis biçimleri olan bu sýnavlardan basarýyla sýyrýlabile
ekli, noviciat adý
verilen ilk dereceye alýnabilir.
Pythagoras, ilk derecede öðrencilerine hemen hiçbir sey öðretmemekte, sadece onlarý diledið
içime hazýrlamak
için yoðurmaktadýr. Düsüncesine göre, önce, gençlerdeki sezgi (intution) yeteneðini gelisti
rekir. Daha
sonra
onlara, ana baba ve dost sevgilerini, bu sevgiler aracýlýðýyla da tanrý sevgisini asýlamak
oluna gidilebilir. Bu
asýlamada müzikten de yararlanýlýr. Genç öðrenciler, her sabah ve her aksam, su sarkýlarý d
tedirler:
Ölümsüz
tanrýlara dön, kendini essiz asklara býrak, inanýný koru... Bil ki, çesitli uluslarda ve çe
li dinlerde daðýtýlmýs
görülen tanrýlar, tektir. Evrenin tek tanrýsý vardýr. Hepsine hosgörüyle bak, ama gerçeðin
da bil...
Gizlilik aleminde bütün dinler birlesirler.
Sýr, söylenmemistir Oysa körpe kafalar o sýrra belki de kendiliklerinden varabilecek bir
biçimde
hazýrlanmaktadýr. Öðrenci, tanrýnýn ruhunu kendi ruhunda görmeye baslamýstýr. Elinde, hepta
verilen yedi
telli bir saz vardýr. Bu yedi telli sazdan yedi ses çýkmakta, bu yedi sesten de yedi g
izli ses birlesimi elde
edilmektedir Yedi ses birlesimi, ýsýðýn, yedi rengini, yedi gezegen yýldýzý, varlýðýn yedi
rsýlamaktadýr.
Eðer insan ruhu, bu yedi sesle akort edilir, uyumlu kýlýnýrsa ruhunuzdan dinleyeceðiniz sa
rký, gerçeðin sarkýsý
olacaktýr.
Ýkinci derecede öðrenci, sayýlar bilimiyle karsýlasmaktadýr. Ýlk derecede ortalýkta görünme
goras, ikinci
derecede yüzünü göstererek öðretmenliðe baslayacaktýr. Öðrencinin ikinci dereceye yükseldið
denilmektedir. Kutsal ve gizli sayýlar biliminde sayý, soyut bir varlýk deðil, mutluluðumu
zu saðlayacak kutsal bir
anahtardýr. Kutsal sözler gibi, kutsal sayýlar da eski Mýsýr ve Asya tapýnaklarýndan gelmek
irler.
Ýnsanlar bir'le sayar, bir'le düsünürler. Bir, insanla Tanrý arasýnda ortak bir ilkedir. Bi
, bilenle bilineni,
düsünenle düsünüleni birlestiren ortak bir ölçüdür. Peki, bu ortak ölçünün öbür ucu niçin g
görebilmek için onunla birlesmek gerekir (Ayný sonuca varan Hermetisme'i ve Ýslam mistik
liðini hatýrlayýnýz). Ona
benzemeye çalýsarak ona yaklasýlabilir. Ýnsan, esya gibi edilgin (münfail) deðil, onun gibi
etkin (fail) olmalýdýr.
Ýnsan, kendisini böylesine yüceltmek için çalýsmalýdýr (Ýnsanca ölümlü, Tanrýca ölümsüz olm
Hermes'i hatýrlayýnýz): Bir, erkek bir ilkeyle disi bir ilkenin birlesmesidir (Orpheus
da su mýsraý söylüyor: Tanrýsal
karý ve koca olan Zeus...). Gücünüz yeterse sonsuz alemleri idrakinizle kucaklayýnýz, orada
bulacaðýnýz sey su
olacaktýr: Yaratýcý düsünce ve o yaratýcý düsünceyle sarmas dolas ruh, can (l'ame) ve ben..
in her yönünde
rastlayabileceðiniz bu üçlükle, o üçlüðün ilkesi olan teklikten baska bulabildiðiniz hiçbir
. Evrensel üç
leme, tanrýsal birliktelik (vahdet) içindedir.
Pythagoras'ýn beden, can (l'ame), ruh (l'esprit) üçlemesi Hint'in Brahma Visnu Siva üçleme
sine uygun olduðu gibi,
Hýristiyanlýðýn baba oðul ruhülkudüs üçlemesini hazýrlamýstýr (teslis). Bu üçlüðün ortak il
monoteisme'inin bulusu olan teklik'tir. Teklik, üçlüðü özetlediði gibi, üçlükle birleserek
e
bulunabilir. Ýste Pythagoras'ýn sayýlar biliminin ana ilkeleri bu ilk dört sayýda toplanma
ktadýr. Öteki sayýlar, bu dört
sayýnýn birbirleriyle çarpýlmasý ve toplanmasý sonunda elde edilebilirler. Örneðin kutsal y
dördün
toplanmasýndan meydana gelir ve insanýn Tanrý'yla birliðini belirtir. Katsalon, ilk dört s
ayýnýn toplamýna esittir ve
Tanrýlýðýn sürekliliðini anlatmaktadýr.
Pythagoras da, Hermes gibi, dünyanýn günesin çevresinde döndüðünü biliyordu. Deðil sadece d
gezegenlerin günesin çevresinde dönmekte olduklarýný biliyordu. Durgun yýldýzlardan her bir
n de baðýmsýz bir
günes topluluðu olduðunu, onlarýn da bizim günes topluluðumuzun yasalarýna baðlý bulunduðun
varlýklarýn bile bir günes topluluðundan farksýz olduðunu ve ayný yasalara göre yasadýklarý
u. Ancak bu
bilgiler, yaygýn bilgiye aykýrý bulunduðundan bir sýr olarak titizlikle saklanmýs, yazýya g
lmek söyle dursun,
kulaktan kulaða fýsýldanmakla yetinilmistir.
KARANLIKLAR ÝÇÝNDE ÝLK ISIK. Efes'li Herakleitos (Ý.Ö. 540-480), deneydýsý felsefenin en bü
düsünürüdür. Günümüzün birçok bilimsel gerçeklerini, deneysel bilimden yüzyýllarca önce, sa
kavramýs bulunuyordu. Çaðdaslarýný öylesine asmýstý ki iyice anlayamadýklarý için ona, kara
rdý.
Çaðdaslarý bir yana, koca Sokrates bile, kendisine Herakleitos'un yapýtýný okuyan Euripides
e söyle demis:
Anladýklarým çok güzel, öyle sanýyorum ki anlamadýklarým da. Herakleitos'un derinliðine ine
için Delos'lu
bir dalgýç gerekiyor.
Herakleitos'un etkileri de pek yaygýndýr. Stoa okulu, Herakleitos'tan, yola çýkmýstý. Logos
tisi, stoa
aracýlýðýyla, Hýristiyanlýða aktarýlmýstýr. Goethe, Hölderlin, Nikolaus, ona pek çok seyler
Hegel,
Herakleitos'un lojiðime almadýðým tek sözü yoktur, diyor. Nietzsche söyle demektedir: Dünya
r zaman gerçek
gerekecek, öyleyse her zaman Herakleitos gerekecek.
Soylu bir ailenin büyük oðluymus. Büyük oðula kalan kral rahipliðini küçümseyerek kardesine
Yurdunda rejim deðistirecek kadar güçlüymüs, tiran Melankomas'ý tiranlýðý demokrasiye býrak
dýrmýs.
Ama demokrasi de hosuna gitmemis ve yalnýzlýðý yeðleyerek bir köseye çekilmis. Efes'liler k
isinden yasalar
yapmasýný istedikleri zaman karsýlýk bile vermemis onlara. Bir gün Artemis tapýnaðýnda çocu
asýk
oynuyormus. Kendisine saskýnlýkla bakanlara: Ne sastýnýz reziller, demis, sizinle birlik
te devleti yönetmek daha mý
iyi sanki?
Herakleitos, çoklukla birlik arasýndaki kökten iliskiyi sezen ve bütün seylerden bir sey,
bir seyden bütün seyler,
diyebilen ilk düsünürdür: Benim deðil, logos'un sesini duyduktan sonra bütün seylerin bir t
sey olduðunu
söylemek bilgeliktir. Bütünle bütün olmayan, birlik olanla ikilik olan, anlasma ve anlasma
zlýk, bütün seylerden bir
sey ve bir seyden bütün seyler logos'ta birlesirler (Doða adlý yapýtýndan, B 50, 10, 84 a).
Evrendeki sonsuz deðismeyi sezmisti. Bütün cisimleri yalnýz bir ve ayný öðenin deðismeleri
ktadýr: Gündüz
gece, kýs yaz, savas barýs, tokluk açlýk, atesin tütsülük buharlarla bir araya gelince her
inin kokusuna göre
adlanmasý gibi, baskalasýp deðisir. Ayný seydir yasayanla ölmüs, uyanýkla uyuyan, gençle ya
nlar
deðisince ötekilerdir ve ötekiler deðisince de bunlardýr. Ölümsüzler ölümlüler, ölümlüler ö
bunlarýn hayatý onlarýn ölümü, onlarýn hayatý da bunlarýn ölümüdür. Soðuk ýsýnýr, sýcak soð
nemlenir. Birbirine karsý olan, birlikte giden, birbirinden ayrýlanlardan en güzel uya
rlýk (harmonia). Görünmez
uyarlýk görünenden daha güçlüdür. Kendinde ikilik olan seyin logos'ta nasýl uyustuðunu anla
ters yana
dönen uyarlýk yayla lyra'da olduðu gibi. Yayýn adý hayattýr, isiyse ölüm. Ama savasýn (pole
taklasa ve herkes
için olduðunu ve her seyin kavgaya ve zorunluða göre olduðnnu bilmek gerek. Savas (polemos
), bütün seylerin
babasýdýr; birtakýmlarýna Tanrý olduðunu bildirir, birtakýmlarýna insan, birtakýmýný köle y
a
özgür. Karma içkide de katýlanlar, karýstýrýlmayýnca, birbirinden ayrýlýrlar (Doða adlý yap
, 88, 62,
126, 8, 54, 51, 48, 80, 53, 125).
Herakleitos'a göre, her sey deðistiði halde deðismeden kalan bir sey vardýr ki logos'tur.
Logos, her seyin nedeni
olan tanrýca bir evren yasasýdýr. Logos'un tam anlamý Yunancadan baska bir dille çevrilemi
yor. Söz, anlam,
düsünce, akýl anlamlarýnýn tümünü birden kapsayan bir sözcüktür logos. Sonsuzdan gelen ve s
n
logos,
kendini karsýtlýklar ve çelismelerle vermektedir. Logos, bu karsýtlýklar ve çelismelerle sü
li olarak gelisir ve
serpilir. Ama bütün bu çelismelerin ve karsýtlýklarýn içinde bir ve deðismeden kalýr. Herak
bu sonuca kendi
deyisiyle söyle varmýstýr: Kendi kendimi arastýrdým (Doða adlý yapýtýndan, B 101).
Logos, evrenin en büyük gücüdür. Blosom oðlu Ephesos'lu Herakeitos der ki: Öðretinin ne dem
tediðini
anlamak için insanlar, logos'un sonsuz olduðu kadar sonsuz olarak anlayýssýz olacaklar,
duymadan önce de,
duyduktan sonra da. Çünkü her sey bu logos'a uygun olduðu ve kendileri de her an bunu de
nemekte olduklarý
halde
denemesizlere benzerler. Ýnsanlar uyanýkken yaptýklarýnýn farkýnda deðildirler, týpký uykud
lanlarý
unuttuklarý gibi. Düsünce, insanlarýn hepsinde ortaklasadýr. Ortaklasa olan seye uymalýdýr.
a logos, ortaklasa
olduðu halde çokluk (Herakleitos bu sözle bilgisiz çoðunluðu küçümsemektedir; Nietzsche, He
os'un bu
sözünü pek çokluk yapmýstýr) kendilerine özgü düsünceleri varmýs gibi yasar. Nasýl atese ya
baskalasarak ateslenirler ve uzaklastýrýlarak kömürlesirlerse ruhumuz da ortaklasa olanýn
ardýndan gitmekle
logos'tan pay alýr, ardýndan gitmezse logos'suz kalýr. Akýlla konusmak isteyenler, herke
ste ortaklasa olanla
kendilerini güçlendirmelidirler, týpký yasayla kent gibi ve çok daha güçlü olarak. Çünkü in
salarý
bir tek yasadan beslenirler. Çünkü bu biricik yasa egemenliðini dilediði kadar genisletebi
lir, herkes ve her seye
yettiði gibi artar bile. En çok ve sürekli olarak bir arada bulunduklarý sey olan logos'
la bile anlasamýyorlar (çoklar)
ve her gün karsýlastýklarý seyler onlara yabancý geliyor. Güven olmayýnca logos, tanýmanýn
kurtulur.
Ýçlerinden ne kadar çoðu bunlarla karsýlassa da çoklar böyle seyleri düsünmezler, öðrensele
ar. Fakat
kendilerine öyle görünürler. En inanýlýrýn tanýyýp bildiði, saklayýp koruduðu öyle görünen
sku
yok ki Hak Tanrýçasý, yalanlarýn uydurucularýný ve tanýklarýný yakalatacaktýr. Ne dinlemesi
konusmasýný
bilen kisiler, isittikten sonra anlayýssýzdýrlar, saðýrlara benzerler, varlýklarýyla yokluk
birdir sözü bunu onlara
kanýtlar (Doða adlý yapýtýndan, B 1, 2, A, 16 B, 114, 72, 86, 17, 28, 19, 34).
Herakleitos, her sey ancak karsýtlarýn kavgasýndan doðar, demekle diyalektiði pek güçlü ola
avramýstýr:
Varlýk yokluðu, yokluk varlýðý doðurur. Varlýk ve yokluk, olmak ve olmamak, yasamak ve ölme
ve ayný
seylerdir. Bunlar ayný sey olmasaydýlar deðiserek birbirleri olamazlardý, yokluk varlýða, v
rlýk yokluða, ölüm hayata
ve hayat ölüme geçemezdi. Daire çemberi içinde baslangýç ve son ayný yerde birlesirler. Keç
genesinin
doðru
ve eðri yolu bir ve aynýdýr. Ýyiyle kötü bir ve ayný seydir. Hekimler kesip daðlayýp üsteli
ler, sanki
hastalýklar bunu bedava yapýnýyormus gibi. Zaman, oynayan, dama tasý süren bir çocuktur. Ol
uðu yerde kalan
hiçbir sey yoktur. Ayný ýrmaklara girenlerin üstüne hep baska sular akar. Ayný ýrmaklara he
iriyoruz hem
girmiyoruz, hem biziz hem deðiliz (Doða adlý yapýtýndan, B 103. 59, 60, 58, 42; A 6, 5; M
12, 49a).
Ne var ki insanlara, vaktinden önce verilmis bu kadar gerçek çok geliyor. O çaðýn seçkin dü
bile, basta
Sokrates olmak üzere, Herakleitos'un bu sözlerinden pek bir sey anlamýyorlar. Ýnsanlarý ta
tlý düslere sürükleyerek
günlük acýlarýný, yasam sýkýntýlarýný, yoksulluklarýný biraz olsun unutturabilmek için fizi
.
GÖK BOSLUÐUNDA BÝR ZEKA. Fizikçi Anaksagoras, kendinden önce ilerisürülen sýnýrlý sayýdaki
(unsurlarla) yetinmiyor. Ona göre, öðeler sonsuz sayýda, sonsuz küçüklüktedir. Bu öðelerden
ey yok
olabilir, ne de bu öðelere bir sey katýlabilir (kimyacý Lavoisier yirmi dört yüzyýl sonra a
söyleyecektir).
Onlar için ne doðma, ne bozulma vardýr. Olus'la ölüm düsünceleri yanlýstýr. Hiçbir sey yokt
, hiçbir sey
yok olmaz. Olmak yerine birlesmek, ölmek yerine ayrýlmak denmelidir. Yer deðistirmekte
n, toplanmaktan, dýs
görünüslerin deðismesinden baska deðisme yoktur. Öz deðismez. Özdek (madde) olan bu öðeler
kendiliklerinden kýmýldayamazlar. Onlarý kýmýldatan, devimleyen bir öðeler öðesi vardýr ki,
ihin,
l'esprit)'dýr. An, özdek deðildir, özdek olan öteki öðelerin dýsýndadýr, sonsuza deðin onla
acaktýr. An,
evrenin düzenleyicisidir, bütün öðeleri son uygunluða göre kýmýldatmýs, düzenlemistir. Basl
öðeler
karmakarýsýk bir halde bulunuyorlardý, her sey her seyin içindeydi. An bunlarý etkileyince
, yasama kasýrgasý
basladý. Yasayan her seyin bu öðeler öðesi an'dan payý vardýr.
Klazomen'li Anaksagoras (Ý.Ö. 500-428), antikçað Yunan düsüncesinin çok önemli kisiliklerin
iridir. Atina
kentini felsefe alanýnda uyandýran kisi olarak nitelenir. Doðumuna göre Empedokles'ten d
aha eski, yapýtlarýna
göre
ondan daha yenidir. Günesin kýzgýn bir maden külçesi olduðunu söylüyor. Alnýnda tek boynuz
ir koçun
alnýný yararak tek boynuzun nedenini gösterip bosinançlara karsý çýkýyor. Ýnsanýn elleri ol
hayvanlarýn en akýllýsý olduðunu ilerisürüyor. Kendisine kadar Yunan düsüncesine egemen ola
r)
düsüncesini bir yana býrakýp Empedokles'in özdek parçacýklarý öðretisini gelistiriyor. Plat
ristoteles'i
etkileyip günümüze kadar sürüpgelen ikiciliði ortaya atýyor ve nus (akýl ruh) terimiyle ruh
rmus oluyor.
Anaksimenes'in psykhe (soluk hava ruh)'siyle meydana çýkan bu ruh, Anaksagoras'ýn elin
de bilinç'le
aynýlasmaktadýr. Anaksagoras bu varsayýmýyla insanlýðýn basýna iki bin yýl sürecek bir dert
ama
pratikle
denetlenmek olanaðýndan yoksun bulunan felsefenin zorunlu sonucuna varmaktadýr. Gene d
e o, nus'u pek ince
bir
özdek olarak tasarlamýstýr: Çünkü o, bütün nesnelerin en incesidir, en temizidir diyor. Ne
i Platon, onun bu
kavramýný özdeklikten büsbütün sýyýracaktýr. Aristoteles, nus kavramý için sunlarý söylemek
Anaksagoras, özdeðin karsýsýna onun egemeni durumunda nus'u koymustur. Nus'un yaratan ve
özdeðin yaratýlan
olduðunu söylemistir. Çünkü her sey bir aradayken nus gelip, düzenler.
DÜSSEL VARSAYIMLAR BASLIYOR. Düssel varsayýmlar ileri sürmenin tarihi pek eskidir. Özellik
le dinsel
alan bu gibi varsayýmlarla doludur. Ne var ki bilimsel alanda kurgunun (spekülasyonu
n), düssel varsayýmlarýn,
esdeyisle metafiziðin ve idealizmin baslatýcýsý Elea'lýlar olmustur.
Ý.Ö. Vi'ncý yüzyýldayýz. Bilim, henüz emekleme çaðýndadýr. Fiziðin bittiði yerde zorunlu ol
baslýyor. Ýnsanlar, bilimsel olarak açýklayamadýklarýný, hayaller kurarak açýklamaya çalýsý
uyorlar,
uydurduklarýnýn da doðru olmasý gerektiðini savunuyorlar. Bilimle, esdeyisle pratikle dene
tlenemediði için
gerçeklerden kopan insan düsüncesi kendi kendisinin amacý haline dönüsüyor. Düssel varsayým
likle
ortaya
çýkýyor. Ýnsan düsüncesini yirmi altý yüzyýldýr yanýlgýlardan yanýlgýlara sürükleyen bu çok
Xix'uncu yüzyýlda karsýsýna eytisimsel ve tarihsel özdekçilik, öðretisi dikilinceye kadar,
rulamayacak.
Elea, Ýtalya'da Napoli'nin güneyinde Latinlerin Velia adýný verdikleri bir kýyý kentidir. K
lophon'lu Ksenofanes,
Hellen kentlerinde yetmis yýl süren bir geziden sonra burada yerlesiyor. Homeros'la
Hesiodos'un insan biçimli,
insan nitelikli tanrýlarýna karsý, tanrýnýn tek'liðini savunmaya baslýyor. Görüldüðü gibi,
idealizm; gene
de dinsel bir temelden yola çýkmaktadýr. Söyle diyor Ksenofanes: Tek bir tanrý vardýr. O, n
vücut ve ne de
düsünce olarak insanlara benzer. Tüm görme, tüm düsünme, tüm isitmedir. Hareketsizdir, her
ayný kalýr.
Düsüncesi her seyi yönetir, hem de hiçbir düsünce harcamadan. Homeros'la Hesiodos, insanlar
a ne kadar ayýp
ve
utanç verici sey varsa ona yüklemislerdir; hýrsýzlýk, zina, yalan dolan... Ama öküzlerin ya
aslanlarýn elleri olsaydý
ve bunlar da insanlar gibi resim yapmasýný bilselerdi öküzler öküzlere, atlar atlara benzey
n tanrýlar yaparlar ve
onlara kendi biçimlerini verirlerdi.
Elea'lý Parmenides, ustasýnýn bu dinsel tek'liðini felsefeye aktarýyor: Varlýk, tektir ve d
smez. Çokluk ve
deðisirlik görünüstedir. Biz bu görünüsleri duyularýmýzla algýlýyoruz, tekliðe ve deðismezl
la)
varýyoruz. Duyular aldatýcýdýr, gerçeði gören sadece ustur. Çünkü, gerçek varlýk görülemez,
isitilemez; demek ki duyularýmýzla algýlanamaz. Onu ancak usumuzla kavrayabiliriz.
Elea'lýlar (Melissos, Zenon, Gorgias) devimin (hareketin, esdeyisle deðisirliðin) bir
görünüsten ve kuruntudan
ibaret olduðunu tanýtlamak için birbirleriyle yarýsýyorlar. Özellikle Zenon, o çaðda çürütü

çýkmazlar (Os. Teskikat, Yu. Aporia)'ýný ileri sürüyor. Örneðin Asil kanýtý adýyla ünlenen
Yunan
kahramanlarýndan Asil (çeviklik simgesi)'le bir kaplumbaða (yavaslýk simgesi) yarýsa baslýy
rlar. Asil,
kaplumbaðanýn kendisinden on metre ilerden yarýsa baslamasýný kabul ediyor. Kaplumbaðanýn A
'den on kez
daha
yavas hareket ettiðini varsayarak Asil bir metre ilerleyinceye kadar kaplumbaða bir
desimetre ilerlemis olacaktýr.
Aradaki mesafe ilk adýmda 1 / 10, ikinci adýmda 1 / 100, üçüncü adýmda 1 / 1000, dördüncü a
0.000
olmak üzere gittikçe küçülecek ve fakat daima bölünebilir kalacaðý için 1 / N oranýyla sons
mekte
devam edecektir. Bu hesabýn sonucu olarak da Asil, kaplumbaðaya hiçbir zaman yetisemey
ecektir... Bu kanýttaki
sasýrtmaca sonsuzluk'la sonsuz olarak bölünebilen sonlu'yu özdes kýlmakla gerçeklestirilmis
ir. Sonlu'nun
sonsuzca
bölünebilmesi baska, sonsuz olabilmesi baskadýr. Daha açýk bir deyisle sonlu, sonsuzca bölü
ilmekle sonsuz
olmaz.
Yýðýn kanýtý (Fr., Ýng. Sorite) adýyla ünlenen aldatmaca da söyle: Zenon, karsýsýndakilere
gösterip ben bundan bir tane buðday alýrsam bu yýðýn gene yýðýn olarak kalýr mý? diye sorar
bu
soruyu evet'lerse o zaman da ben bu yýðýndan bir buðday alýrým, kalan gene yýðýndýr, sonra
daha alýrým,
kalan gene yýðýndýr, sonuncu buðday tanesini de aldýðýmda senin öncülüne göre, kalan hiçlið
gerekir dermis. Bunun tersi olarak da bir tane buðday, bir yýðýn mýdýr? diye sorarmýs. Kars
i bu soruyu
hayýr'larsa öyleyse ben bu taneye bir tane daha eklerim, sonra bir tane daha eklerim
vb. Senin öncülüne göre,
bunlarýn hiçbir zaman bir yýðýn olmamasý gerekir dermis. Bununla da görünüs'ün aldatýcý old
zaman us'ta bulunduðunu tanýtladýðýný sanýrmýs.
Çaðdas metafizikçi ve idealistlere göre, metafiziði ve idealizmi baslatan Parmenides gene
de baðýslanmaz bir pot
kýrýyor, devimsiz ve deðismez varlýk'ýn yuvarlak biçimde olduðunu ve uzayda bir yeri bulund
söylüyor. Buysa
onun, ruhsal olmayýp, özdeksel olduðunu söylemek demektir. Hatýrlanacaðý gibi, bu potu Anak
enes'le
Anaksagoras da kýrmýslardý, ileri sürdükleri ruh'larýn özdeksel olduðunu söylemislerdi. Tüm
tafizikçileri
ve idealistleri, bunlarýn en büyükleri olan Platon'la Aristoteles bile, bu potu kýrmakta
devam edecek. Antikçað
Yunan düsüncesinin, çocuksuluðuna ve ilkelliðine karsýn, büyüklüðünü ve temelliðini belki d
aramak gerekir.
Ýnsan düsüncesine böylelikle musallat olan metafiziðin ve idealizmin yirmi altý yüzyýllýk b
hin her
çaðýnda egemen sýnýflarýn desteðinden kaynaklanýyor. Çünkü yoksulluk ve acý çeken genis ins
hayallerle uyutulabilir ve dizginlenebilir. Yoksa, kursunlar výzýldayýnca kaçmaya baslay
an tabur imamýnýn dediði
gibi: Tehlikeeee melhuuuuz.
Varlýklý ve mutlu küçük bir azýnlýða karsý yoksulluk ve acý çeken büyük insan yýðýnlarýný u
dizginleyebilmek için öðütler gerek. Bundan ötürü, insan düsüncesinin büyük öðütçüleri de b
çýkmýslardýr.
BÜYÜK ÖÐÜTÇÜLER. Bu öðütçülerden biri Çin'li Kong Fu Tseu (Konfüçyüs)'dür. Söyle diyor: Ata
saygý gösterin, ana babanýza sevgi gösterin, ödevlerinizi baba çocuk iliskisine kýyaslayara
elirleyin (çýrak usta,
karý koca, uyruk prens vb.), insanlarla iyi geçinin, sadýk bir dost olun, kötülüðe iyilikle
rsýlýk verin, insanlarý
sevin, size yapýlmasýný istemediðiniz bir seyi baskalarýna yapmayýn.
Kendisine, nasýl dua edileceðini soran birine söyle demektedir: Benim duam, yasamýmdýr. On
a göre insanýn
amacý, iyi ve uzun yasamak olmalýdýr. Bunun içinse erdem (fazilet) gereklidir. Erdem, bi
r bilgi isidir.
Erdemsizlikler bilgisizliklerden doðar. Her insan, görevini, gerektiði gibi ve eksiksi
z olarak yapmalý: Kralsanýz
kral olun, uyruksanýz uyruk olun, kocaysanýz koca olun, karýysanýz karý olun, çocuksanýz ço
lun. Ölümden
sonra ne olacaðýný soranlara da sen daha yasamýn ne olduðunu bilmiyorsun, ölümden sonrasýný
lebilirsin?
dermis. Ona göre ölümden sonrasý kesinlikle bilinmemelidir. Çünkü insanlar ölümden sonra ya
bilirlerse ölülere saygý göstermezler, ölümden sonra yasandýðýný bilirlerse sevdikleri ölül
için
canlarýna kýyarlar. En iyisi, hiçbir sey bilmeden yasamak ve katlanmak. Ýnsan, bildiði sey
i bildiðini ve bilmediði
seyi bilmediðini bilmelidir, gerçek bilgi budur diyor.
Bu öðütçülerden ikincisi, ayný yüzyýlda Hindistan'da yasayan Gotama Buda'dýr. O da, asaðý y
enzer
öðütler veriyor: Öldürmeyin, baskalarýnýn malýný ve karýsýný almayýn, yalan söylemeyin, acý
acýlarýný ve sevinçlerini paylasýn, iyicil ve merhametli olun, kin gütmeyin, size yapýlan k
i baðýslayýn.
Buda'ya göre dört büyük gerçek var: Acý gerçeði (Bizi kendilerine baðlayan bütün nesneler a
, istek
gerçeði (Acýnýn kaynaðý istektir, hiçbir sey istemezsek acý duymayýz), acýnýn yokedilmesi g
edilmesi, ancak her türlü istekten vazgeçmekle saðlanýr), acýnýn yok edilmesine götüren sek
gerçeði (Katýksýz
inanç, katýksýz irade, katýksýz söz, katýksýz eylem, katýksýz geçim araçlarý, katýksýz çalý
katýksýz düsünce). Yasamak, acý çekmek demek. Acý, yasamýn özünde var. Öyleyse acý çekmemek
bütün mutluluklarýndan el çekmek gerekir. Ýstememeyi öðreniniz, istemekten doðan bütün acýl
kaldýrýrsýnýz. Ama hiçbir sey istemeden yasamak olanaklý mý ya da böylesine bir yasamanýn ö
arký var?
Buda, bu haklý soruyu söyle karsýlýyor: Ancak elde edebileceðinizi isteyin. Acý çekmenin ne
i istek'tir. Ýstekse
bilgisizlikten doðar.
Büyük öðütçülerin bir baskasý da Yunanlý Sokrates'tir. Sokrates'i ortaya çýkaran soru su: Ý
nlikle
ayýrabilir miyiz?
Yunan düsünürü Protagoras (Ý.Ö. 485-411) bu soruya karsý hayýr demektedir. Ýyiyi kötüden ke
amayýz.
Çünkü, her kisinin ölçüsü kendine göredir. Ölçü, kisilere göre deðisir. Genel bir töre (ahl
en
kesinlikle ayýrabilmek için genel bir töre bulunmasý gerekir. Oysa ne genel iyi, ne de g
enel kötü bulunmaktadýr.
Ýyinin ya da kötünün sayýsý, yasayan kisilerin sayýsý kadardýr. Töre alanýnda herkesin birl
mel yoktur. Su
halde töreye genel, güvenilir bir ölçü aramak bosunadýr. Bilgilerimiz duygularýmýzdan gelir
ular, kisilere göre
deðisir. Ýnsan, her seyin ölçüsüdür.
Protagoras'ýn bu düsüncesine, Sokrates (Ý.Ö. 468-400) karsý çýkýyor. Protagoras'ýn hem çaðd
sýdýr.
Elinde, Delf tapýnaðýndaki yazýlardan aldýðý bir bayrak tutmaktadýr: Kendini bil. Çok konus
yazmamýstýr.
Platon'un, Ksenofan'ýn, Aristoteles'in yapýtlarý olmasaydý belki de onu tanýmayacaktýk. Mat
matiði bos, yararsýz
bulurdu. Doða bilimlerine sýrt çevirmisti. Cinlere, perilere inanýrdý. Tek inandýðý bilgi,
lgisiydi. Bu bilgiye
de, devleti saðlam temeller üstüne oturtmak gerektiðini düsünerek varmýstý. Oysa, devletin
rýna
inanmamakla
suçlandýrýldý, devlet eliyle öldürüldü.
Sokrates, sofistlerin okulundan yetismisti ama, sofist deðildi. Oysa, Bir sey bili
yorum, o da hiçbir sey
bilmediðimdir derken sofistlerle, Protagoras'la birlesmektedir. Fizik alanýnda kesin
liðe inanmamakta, kesin olarak
hiçbir gerçeðe varýlamayacaðýný savunmaktadýr. Ona göre tek kesinlik, erdem bilgisidir.
Çünkü, diyor Prutagoras'a karsý çýkarak, ölçüler kisilere göre deðisirse, toplumu hangi deð
oturtacaðýz? Devlet gereklidir, sosyal düzen gereklidir. Bu gerekli kuruluslarýn saðlamlýðý
liliði içinse genel
bir töre gereklidir. Protagoras, insanlarý deðil, insaný görmeliydi. Ýnsanlar arasýndaki ay
r, baskalýklar
görünüstedir. Ýyice incelenecek olursa iyiye olan eðilim her kiside aynýdýr. Kisilerin için
uyan bu ortak eðilim,
ancak öðretimle ortaya çýkarýlabilir. Erdem, öðrenilir. Kisiler bilmedikleri için kötüdürle
rdir, bölünmez,
ayrýlmaz. Bir davranýsta, erdemli, baska bir davranýsta erdemsiz olunamaz. Erdem varsa
kisinin bütün davranýslarý
ona uygun olmak zorundadýr. Ýnsan, kendini bilmeli, tanýmalýdýr. Erdem, insanýn kendini bil
esi, tanýmasýdýr. Fizik
alanýnda sey'lerin nedenini çözemeyiz ama, kendimizin ne olmamýz gerektiðini bilebiliriz.
Erdemli olmamýz gerekir,
çünkü erdemli yaratýlmýsýz. Erdem, bizim yapýmýzda saklýdýr. Bu bilgi, elde edebileceðimiz
r. Törenin
dýsýnda baskaca hiçbir konuda felsefe yapýlamaz. Öðretim, insana hiçbir yabancý sey vermez,
k insan
zihninde
gizli bulunan tohumlarý uyandýrýr, büyütür, gelistirir.
Kisiler, toplumu meydana getirdiklerinden ötürü önemlidirler. Devlet, erdemli kisilere d
ayanmalýdýr. Kisiler
erdemsiz olursa, toplumlarý da çürük olur. Devletin saðlam bir temele oturabilmesi için kis
lerin kendilerini
tanýmalarý, bilmeleri gerektir. Erdemsizlik, bilgisizliðin sonucudur. Bilgiye kollarýný aça
her insan, erdeme doðru
ilerler. Erdem bilgidir. Ýnsan her seyin ölçüsüdür ama, Ahmet her seyin ölçüsü deðildir. Er
yapýsýnda
vardýr, bu arada Ahmet'in yapýsýnda da vardýr. Ancak öðretimle meydana vuruluncaya kadar Ah
et, deðil her seyin
ölçüsü, kendi kendisinin bile ölçüsü olmamalýdýr. Ahmet, gerçek bir ölçüye varabilmek için,
bilmelidir. Bu da bilgiyle olur, kendiliðinden olmaz. Yapýmýzdaki güç, gerçek bir güç olabi
için desilmek ister;
uyandýrýlmak, büyütülmek, gelistirilmek ister. Ýnsan yapýsý, Ahmet'in yapýsý deðil, insanlý
Oysa, iyiyi kötüden ayýrýp seçebilmek için özgürlük gereklidir. Özgür müyüz?
Sokrates düsüncesinde, özgürlüðün, hafifçe kýmýldamaya basladýðýný görüyoruz. Düsünce, bütü
kadercilik düsüncesidir ve özgürlüðe yer vermemektedir. Gene de, Devlet'in onuncu bölümünde
kaderler
arasýnda bir seçmenin sözü ediliyor (seçme kavramý, günümüz varolusçularýna kadar sürüp gel
arayýp
bir adamýný buluruz da bize iyi ve kötü yasamlarý ayýrt etme gücünü ve bilgisini kazandýrýr
on, insan
için en zor an, bu seçme anýdýr. O zaman belki bütün bu yollarýn hangilerini birlestirip ha
lerini ayýrarak,
yasarken hangilerinin bize ne hayrý olacaðýný hesaplayarak her yerde ve her zaman mümkün ol
n en iyi yasamý
seçebiliriz. Öyle bir adam bulursak öðrenelim ondan güzelliðin, yoksulukla zenginliðin, su
da bu yatkýnlýkla ne
türlü birlesmesinden iyilik ya da kötülük çýkacaðýný... Bütün bunlarý düsünür, ruhun aslýný
yasamlarýn iyisiyle kötüsünü ayýrt edebiliriz. Ýyisi derken, baska her seyi bir yana atýp,
daha iyi edecek yasamý
anlarýz, kötüsü derken de ruhu daha kötü edecek yasamý... Çünkü yasarken de, öldükten sonra
seçmeden en çok iyilik göreceðimizi biliyoruz artýk. Hades'in ülkesine (ölüm ülkesi) giderk
nanç, çelik gibi
sert olmalý içimizde. Öyle olmalý ki, orada para hýrsý ve o cinsten kötülükler gözlerimizi
. Orta
yasamlarý seçelim daha çok. Hem bu yasamda, hem de daha sonrakilerde (Sokrates Platon
düsüncesi, insanýn
çesitli
yasamlara kavusacaðýna, dünyaya daha birçok kez geleceðine inanmaktadýr), yukarý ya da asað
n
kaçýnalým.
Çünkü insanýn mutluluðu buna baðlýdýr (Platon, Devlet, onuncu kitap, 618 B, C, D, E ve 619
.
Bu sözlerde, töresel (ahlaki) anlamda da olsa, bir özgürlük düsüncesi kýmýldamaktadýr. Sokr
le kötü
arasýnda bir seçme yapabileceðimizi öne sürüyor. Seçmenin bulunduðu her yerde, özgürlük var
Bu
sonuç,
Sokrates'in töresel düsüncesinde de belirmektedir. Sokrates'e göre iyi, insaný mutluluða gö
Aklýmýz iyiye
erseydi, iyiye yönelmemezlik edemezdi. Çünkü akýl dýsýnda baskaca bir istem (irade) yoktur,
ve istem ayný
seylerdir. Baska bir deyisle, iyiye eren aklýýnýz iyiye yönelmek zorundadýr. (Burada da, S
okrates'in demek istediði
kader olduðu halde, zorunluk kavramý hafifçe kýmýldamaya ve kader kavramýndan kopmaya baslý
). Aklýmýzýn
iyiye ermesi bir bilgi isidir. Akýl bu bilgiyi edinmemisse, gene zorunlu olarak, i
yiye yönelmeyecek ve bedensel
yapýnýn (istahlarýn) zorunluðuna sürüklenecektir. Daha açýk bir deyisle, iyiyi bilirsek zor
olarak onu seçeceðiz,
iyiyi bilmediðimiz için zorunlu olarak kötüyü seçiyoruz.
Sokrates, bu düsüncesini kanýtlamak için, kandýrýcý örnekler de veriyor: Yaramýza býçak vur
aklýmýz, ilerideki büyük acýdan bizi korumak için simdiki küçük acýya katlanmamýzý gerektir
l
hoslanmalar yolunu seçen yarasýna býçak vurdurmaz ama, bir süre sonra ölüp gider. Acýdan ka
oslanmaya
ulasmak, bedensel hoslanmalarýn pesinde gitmekle deðil, aklýn pesinde gitmekle gerçekles
ir. Buysa, bir bilgi isidir.
Bu bilgiyi bilmediðimiz sürece, zorunlu olarak, yakýn hoslanmayý, ilerideki acýlarýný düsün
eçeceðiz. Bu
bilgiyi biliyorsak yakýn acýyý, ilerideki hoslanmayý düsünerek, seçmek zorundayýz. Bedensel
anmalarýn
kaderine karsý, aklýn kaderini seçmekte özgürüz. Ama bu, bir bilgelik isidir ve bilgelik öz
. Mutluluk,
bilgelikle gerçeklesebilir.
Sokrates, tümevarým (endüksiyon) yönteminin kurucusudur, çünkü tek tek durumlarý ele alarak
varmaktadýr.
Sokrates, Yunan aydýnlanmasýnýn da kurucusudur, çünkü insan yasamýnýn ölçülerini hiç elesti
ibi
kabul eden gelenekçiliðin tersine, bu ölçüleri aklýn süzgecinden geçirerek aydýnlýða çýkarm
bilmediðimi biliyorum ünlü sözü, kuru bir süphecilik deðil, böylesine bir aydýnlanma yöntem
ikçað Yunan
düsüncesinde Platonculuk, Megara okulu, Kirene okulu, Kinik okul ve Elis Eretria oku
lu Sokratesçiliði, çesitli
yanlarýndan alarak sürdürmüslerdir.
Antikçað Yunan düsüncesinde Eukleides, Elis'li Phaidon, Antisthenes, Aristippos ve izdas
larý Sokratesçi
sofistler adýyla anýlýrlar. Çünkü bunlar, düsüncelerinde, Sokrates'i bilgicilik (sofizm) do
unda
yorumlamýslardýr. Bu düsünürlerin öðretilerinde bilgici öðeler pek güçlüdür. Örneðin, Kiniz
Antisthenes, Sokrates töreciliðinden yola çýktýðý halde töreyi umursamazlýða varmýstýr. Çün
r,
rahata kavusturur, oysa insan, hazzýn bu türlüsüne de sýrt çevirerek yasayabilmek için daya
lmalýdýr.
Hedonizmin kurucusu Aristippos bireycidir, topluma deðer vermez, istenen haz birey
sel hazdýr, onun için de ölçü
Protagoras'ýn dediði gibi, bireysel insandýr. Megara okulunun kurucusu Eukleides, bilg
icilerin sanatý olan eristik
sanatýný gelistirmistir, öðretisi göreciliðe yönelen sasýrtýcý, tasýmlarla süslüdür. Bu örn
eyi
yadsýma, bireycilik, eristik bilgici temalar ve yöntemlerdir.
Platon'un bütünsel Sokratesçiliðine karsý olarak Megara, Kirene, Kinik ve Elis Eretria oku
llarýnýn
Sokratesçiliklerine tek yanlý Sokratesçilik adý verilmektedir. Çünkü bu okullardan her biri
krates'in öðretisini
bütünüyle deðil, belli bir yanýndan alarak islemislerdir.
Ýnsan, elbette mutluluðunu arayacak. Soru sudur: Mutluluk nerede?
MUTLULUK KÖPEKLÝKTE. Sokrates'in öðrencisi Atina'lý Antisthenes (Ý.Ö. 444-368), insanýn tam
ve
özgürlüðünü savunan, erdeme ve mutluluða böylelikle erisebileceðini ilerisüren bir okul kur
ntisthenes'e
göre, insanýn ereði mutluluktur, mutluluk da her türlü baðdan kurtulmus içsel bir özgürlükl
ir.
Ýstenilecek tek sey erdem, kaçýnýlacak tek sey erdemsizliktir. Gerçek erdem, insanýn hiçbir
re baðlý ve tutsak
olmamasýyla elde edilir. Bunu saðlamak için de insanýn bütün tutkularýndan sýyrýlmasý gerek
içbir hazzýn,
isteðin, saðlýðýn, zenginliðin, güzelliðin, san ve serefin pesinden kosmamalýdýr... Kinik a
ayýsa göre,
okulun kurulduðu Kynosarges gymnasiomundan, baska bir anlayýsa göre, Yunanca köpek anlamýn
a gelen kyon
sözcüðünden türemistir. Ýkinci anlayýsa göre, doðasal bir yasayýsý yeðleyen, hiçbir toplulu
an,
pasaklý bir kýlýkla gezen, uygarlýðý küçümseyen bu kisiler kendilerine takýlan köpek adýný
Kinizm,
Sokratesçi bir okuldur. Antisthenes de Sokrates gibi töresel bir amaca yönelmeyen bili
mleri küçümser, erdemin
bilgiyle elde edilebileceðini savunur, yasamýn amacý olan mutluluðu erdemlilikte bulur.
Kinikler, doðasal bir
yasayýsý yeðlemekle Stoa okulunun öncüleri sayýlabilirler, bu açýdan Hýristiyanlýðý hazýrla
bilir.
Kiniklerin doðasal yasayýs düsüncesi, sofistlerin insansal deðerlerin doðaya aykýrý bulundu
ine
dayanmaktadýr. Antisthenes, bu bakýmdan, ilk öðretmeni sofist Gorgias'ýn Elea öðretisinden
arlanmýstýr. Kinizm
öðretisini, kurucusu Antisthenes'ten sonra Krates, Kseniades, Oneskrites, Sinop'lu D
iogenes sürdürmüslerdir.
Fýçý içinde yasayan Diogenes (Ý.Ö. 412-323), Kinik düsünürlerin en ünlüsüdür. Sokrates'in ö
Antisthenes, bir hayli yaslandýðý sýrada, bütün dünya zevklerine ve özentili felsefelere sý
isti. Soylular
arasýnda ve zevkli bir ömür sürerek yaslandýðý halde birdenbire doðaya dönmüs, doðaya uygun
yeðlemisti.
Köleler gibi giyiniyor ve zevk almaktansa ölmeyi yeðlerim diyordu. Öðretmeninden öðrendiði
anlayýsýný
herkesin anlayabileceði bir dille anlatmaya baslamýstý. Her türlü mal ve mülk edinmeye, köl
k ve aile
kurumlarýna,
din inançlarýna karsý çýkýyor ve çevresindekilere iyilik öðütleri veriyordu. Tutuklanmýs bi
oðlu olan
Sinop'lu bir genç, Diogenes, ona yanastýðý zaman kendisinden hiç hoslanmamýs ve sopayla döv
k onu
kovmustu.
Diogenes direndi ve Antisthenes'in mesihvari sözlerine uyarak her seyden el etek çek
ip bir köpek gibi yasamaya
basladý. Öðretiye köpeksi adý verilmisse herhalde Diogenes yüzündendir. Ölüleri gömmek için
oprak bir
kap içinde yasýyor ve felsefesini eylemiyle gelistiriyordu. Diogenes, Antisthenes'in
aklýndan bile geçirmediði bir
biçimde bütün geleneði yadsýyarak her türlü ruhsal ve bedensel isteklere sýrt çevirmis, ken
doðanýn içinde
doðal bir varlýk gibi özgür kýlmýstý. Gerçek erdeme böylesine bir özgürlükle varýlabileceði
Antisthenes'in erdem öðütlerinden çok Diogenes'in bu eylemsel felsefesi halk arasýnda tutu
nmus ve Krates,
Kseniades, Oneskrites vb. gibi köpeksi düsünürler yetismistir.
MUTLULUK KEYFETMEDE. Mutluluk, bir yaz denizinin karsýsýnda, bir aðaç gölgesindedir. Tedir
gin edilmeden
üstünde uyunan bir toprak parçasýndadýr. Bir bahar sabahýnda çýplak ayakla kosulan ýslak çi
ir. Sýcak bir
günün bitimine doðru, birdenbire esiveren serin bir yeldedir. Güvenli bir düsüncenin aydýnl
ygun bir sesin
titresimindedir. Ýstekle ýsýrýlan bir peynir diliminde, yanarak içilen bir yudum suda, özle
le aranan bir fincan
kahvededir. Bakkaldan alýnan bir paketi tasýrken dergilerden yapýlmýs kesekaðýdýnda göz ucu
kunuveren güzel
bir sözdedir. Günün ilk aydýnlýðýnda, gecenin son karanlýðýndadýr. Özlenen sevgilinin dudak
nnenin
oksayýsýnda, bir babanýn bakýsýnda, bir çocuðun gülüsündedir.
Çevremiz mutluluklarla doludur.
Sokrates'in ünlü öðrencisi Aristippos'a göre de her davranýsýn nedeni, mutlu olmak isteðidi
samanýn ereði
hazdýr. Bizim haz dediðimize Yunanlýlar hedone, Ý.Ö. ýv'üncü yüzyýlda yasayan Kirene'li Ari
n felsefesine
de hazcýlýk anlamýna hedonisme diyorlar. Aristippos, yasama sanatýnýn büyük ustasý sayýlmak
tikçað
tarihçilerine göre yasamasýný iyi bilir, öðrencilerine örnek olurmus. Dionisios'un sarayýnd
rmaktan hoslanýrmýs.
Sokrates'in okuluna kapýlanmadan önce duygucu bir sofistti. Demokritos ve Profagoras
'la beraber bilgilerimizi
duygularýmýza borçlu olduðumuzu savunuyordu. Oysa, Sokrates'e kapýlandýktan sonra da bu tem
l düsüncesini
deðistirmemis, Sokrates'in töreciliðiyle gelistirmeye çalýsmýstýr. Sokrates'in töresel hosn
(ahlaki
memnuniyet,
eudaimonia) Aristippos'ta gündelik haz (hedone) olmustur. Ama o, bu yoldan da, asaðýda
görüleceði gibi, belki
biraz daha açýklýkla, Sokrates'in vardýðý sonuca varmaktadýr.
Aristippos'a göre, insaný insan eden duygudur. Çevremizi dolduran esyanýn aslýnda ne olduk
larýný bilemeyiz.
Onlar, bizim için, ancak bize göründükleri gibidirler. Aslýnda ne olduklarý da, hiçbir zama
ilemeyeceðimize göre,
pek umurumuzda olmamalýdýr. Bilgilerimiz, duygularýmýzla alabildiðimiz kadardýr, bundan öte
geçemez.
Yasamanýn ereði de, týpký bilgilerimiz gibi, gene bu duyularýmýzla aldýðýmýz hazdýr. Yasama
diðimiz
kadar zevk alalým, ancak ölçüyü de kaçýrmayalým (Ölçü ise karýsýnca Sokrates'in etkisi basl
kýl,
duyularýn sonsuz isteklerine karsý koymalýdýr. Erdem, haz almakta ölçülü olmaktýr. Gerçek h
olandýr.
Sürekli olan hazza da bilgelikle varýlabilir. Bilgenin hazzý, kendi kendinden hosnut o
lmasýyla belirir. Kendi
kendinden hosnut olmaksa töresel hoslanmadýr (ahlaki haz). Bilgelik, gündelik hazlarý küçüm
ek, sürekli
hazlara, töresel hazlara yönelmek demektir.
Aristippos'un Hazcýlýk okulu birçok ünlü düsünürler yetistirmistir. Bu hazcý öðrencilerden
a
Evhemeros, hazcýlýðý dinsizliðe kadar götürmüsler, Ý.Ö. dördüncü yüzyýlda tanrýsýzlýðý (ate
Hele
Evhemeros'un bir kuramýyla günümüz dinler biliminin temeli atýlmýs olmaktadýr. Evhemeros'un
kuramýna göre
tanrýlar, ölümlerinden sonra insanlarca tanrýlastýrýlmýs olan insanlardan baska bir sey deð
.
Ayný çaðda yasayan bir baska hazcý, Hege'sias, hazcýlýðý tüm kötümserliðe (pessimisme) götü
mutluluk, bir kuruntudur, çünkü her yasayýsta acýlar hazlardan fazladýr. Saf mutluluk yoktu
, her mutluluða az ya
da çok acýlar karýsmýstýr. Öyleyse yasamanýn ereði haz, ne yapsak elde edemeyeceðimiz bir e
Su halde
yasamak deðersizdir, gerçeklesemiyor demektir. Günlük olaylarýn hazzýný arayan insan, buna
r zaman
varamayacaðý için, kendisini öldürmelidir. Erdem, erdem içindir. Bunu ancak böyle bilenler;
demi baska
nedenler
yüzünden deðil, sadece erdem için isteyenler, bir baska deyisle bilgeler (hakim, filozof
), yasamakta bir deðer
bulabilirler. Erdeminden ötürü kendinden hosnut olmak erisilebilecek bir erek (gaye),
varýlabilecek bir sonuçtur.
Çünkü erdem, ancak yasayanlar içindir. En üstün iyi, erdemdir. Bu bakýmdan, erdemin bir zor
uðu olduðundan
yasamak da bir çesit iyiliktir. Erdem, yasamakla mümkündür. Su halde yasamakta, kendiliðin
den, biraz erdem
vardýr. Ancak bu durumdadýr ki, töresel idealizm, kötümserliði imkansýz kýlar.
Aristippos'un öðrencisi Hegesias'ýn düsüncesini yalýn bir deyisle söyle özetleyebiliriz: Bi
lamayan insanlar,
erdemsizdirler, erdem dýsýnda da katýksýz mutluluk gerçeklestirilemeyeceðine göre, kendiler
öldürmeleri gerekir.
Hegesias'a, ölüme çaðýran lakabý bu yüzden takýlmýstýr. Ona göre mutluluk, mümkün deðildir,
,
erdemle ancak acýsýzlýða varýlabilir. Bir baska deyisle, olumlu mutluluk (saf haz) elde ed
ilemez, olumsuz mutluluða
(elemsizlik) erisilebilir.
ALINYAZISI. Ý.Ö. V'nci yüzyýl, antikçað Yunan düsüncesinin aydýnlanma çaðýdýr. Bu çaðda, ge
en önemli akýmlarýnýn temel düsünceleri kaynasmaktadýr. Çaðý, bütünüyle kavrayabilmek için,
aynasýnda da seyretmeli bir kez. Birbirinden deðerli birçok büyük yapýtlar arasýndan seçtið
pýt, ünlü
tragedyacý Sophokles'in Antigone'sidir.
Sophokles, olayý, kadercilik açýsýndan görüyordu. Erdemli Antigone, ölümü küçümseyerek göre
getirecek, erdemlerinin gerektirdiði yolda yürüyecekti. Toplumun sesi olan koro ölümlüler a
larýna yazýlmýs olan
felaketlerden asla kaçýp kurtulamazlar diyordu. Antigone de alnýna yazýlmýs olandan kurtul
amayacak, tanrýlarýn
katýnda serefli olana ulasacaktý.
Olay suydu: Oidipus, babasý Laios'u bilmeyerek öldürmüs, Thebai kentine kral olmustu. Ge
ne bilmeyerek
evlendiði annesi Ýokaste'den iki kýz, iki oðlan çocuðu doðdu. Babasýný öldürüp annesiyle ev
,
gözlerine mil çekerek kendisini cezalandýrdý. Artýk kör bir kraldý. Kör bir kralsa, çevresi
rin, hepsinden çok
da çocuklarýnýn oyuncaðý olur. Oidipus'un kaderi buydu. Oðluyla evlendiðini öðrenen Ýokaste
ine
yönelmis, kendini asmýstý. Oðullarý, kör kral Oidipus'a o kadar çektirdiler ki, krallýðýný
tigone'yle
beraber Kolonnas'a gitmek zorunda kaldý. Oysa, ölmeden önce oðullarýna ilenecek, birbirler
inin kanýna girmelerini
dileyecekti. Kör kralýn bu ilenisi çabucak gerçeklesti. Birer yýllýk süreyle Thebai tahtýný
an oðullarýndan
Eteokles, krallýðý, süresi gelen Polyneikes'e býrakmak istemedi. Polinekies, Argos'a kaçtý.
gos kralýnýn kýzýyla
evlenerek kaynatasýnýn yardýmýný saðladý. Argos ordusuyla Thebai kentine yürüdü. Savas, Arg
ozgunuyla
bitti ama, iki kardes de birbirlerini öldürdüler. Thebai krallýðýný eline alan dayýlarý Kre
okles'i törenle
gömdürdü, yabancý bir orduyu kendi ülke'sine saldýrttýðýndan ötürü vatan haini saydýðý Poly
a
kuslara býraktý, onu gömmeye yeltenecek olaný da ölümle cezalandýracaðýný bildirdi.
Ýste genç Antigone'nin erdemleri burada belirmeye baslar. Görevi, kardesini gömmektir. D
ayýsý yeni kral Kreon'un
oðlu Haimon'la nisanlýdýr, onu sevmektedir. Toplum kaypak, güçlüye karsý eziktir. Koro, ölü
ygý bizi
yükseltir ama, güçlülerin gücünü hor görmek de doðru deðildir demektedir. Oysa, Antigone'ni
gene
koronun söylediði gibi, alnýna yazýlmýstýr, bundan kaçýp kurtulunmaz. Antigone erdemlerinin
ktirdiði
görevini yerine getirecek, kardesini gömecek, dayýsý Kreon'un emriyle diri diri gömülecekti
. Kader, bütün yollarý
çizmistir. Kral Kreon'un da alnýna yazýlmýs olanlar vardýr. Nisanlýsýnýn acýsýna dayanamaya
on kendini
öldürecek, oðlunun acýsýna dayanamayan karýsý Kraliçe Eurydike de oðlunun yolundan gidecekt
bunlardan
Kreon'un çýkardýðý sonuç sudur: Acaba en iyisi yerlesmis geleneklere, kanunlara ömrümüzce u
l miydi?
Toplum da koronun aðzýyla su yargýya varmaktadýr: Ey insan... Temkinli bir akýl, mutluluðun
ilk gereðidir.
DÜSSEL BÝR EVREN. Antikçaðýn fizikötesi ve idealist hayalleri sonunda Platon'da doruklasýyo
Bu çaðýn
insanlarýna göre yasadýðýmýz evren, gerçek bir evren deðil, bir hayal evrenidir.
Henüz emekleme çaðýnda bulunan bilimlerin yardýmýndan ve denetiminden yoksun bulunan insan
cesi
düssel varsayýmlarýný söyle sürdürüyor: Elea'lýlar tek ve deðismez bir varlýk olduðunu iler
ve
deðisirliðin bir kuruntudan ve bir görüntüden baska bir sey olmadýðýný söylemislerdi. Dayan
de
duyusal olanýn yanýltýcýlýðý, ussül olanýn gerçekliðiydi. Sokrates'in öðrencisi Platon (Ý.Ö
bu
savý üstünde durdu. Duyumlarý inceliyor ve onlarýn gerçeði bildirmekten uzak bulunduklarý k
arýyordu. En
kaba duyumlarýmýzý bile kavram'larla dilegetiriyorduk. Bu, sadece bir dilegetirme soru
nu deðildi. Baskalarýnýn
duyumlarý bir yana, kendi duyumlarýmýzý bile çesitli ussal sýnýflandýrmalar yapmaksýzýn bil
derken üsüyenin kendi bedenimiz olduðunu, onu taslardan, bitkilerden; hayvanlardan ve öt
eki bedenlerden
ayýrabildiðimiz, esdeyisle bir sürü kavramla sýnýflandýrabildiðimiz için biliyorduk. Kendi
izin
üsümüs olduðunu da onu kasýnmalardan, kýzarmalardan, ýsýnmalardan ayýrabildiðimiz, esdeyisl
kavramla
sýnýflandýrabildiðimiz için biliyorduk. Demek ki bilgi kavramsaldý. Kavramlarsa duyularýn d
bütün bu
sýnýflandýrmalarý yapan usun ürünüydüler. Öyleyse bilgi, nesnesel deðil, ussaldý. Kendiliði
tu, bir
görüntüden ve bir hiçten baska bir sey deðildi. Örneðin masa, kendiliðinde neydi? Onu sertl
, renginden,
boyundan, görevinden vb. esdeyisle kavramlarla dilegetirdiðimiz niteliklerinden soyu
tlarsak geriye ne kalýrdý? Bir
hiç. Hiç demek, yok demekti. Öyleyse gerçek olan, nesneler deðil, kavramlar ve esdeyisle g
eneller (evrenseller,
tümeller)'di. Masa, bu genellerle varlýk kazanýyordu. Ama masanýn bizim bilincimizin dýsýnd
var olduðu da bir
gerçekti, bu demekti ki geneller de bizim bilincimizin dýsýnda vardýlar ve nesneldiler.
Platon bu nesnel genel'lere
idea adýný verdi ve nesnel düsünceciliðin (objektif idealizmin) temelleri de böylece atýlmý
u.
Sokrates, iyilik kavramýný ortaya atmýstý. Ama bu iyilik neydi? Bizler iyi adamý, iyi davr
anýsý görebiliyorduk ama,
iyiliði göremiyorduk. Platon, düsünmeye (esdeyisle, hayal kurmaya) devam ediyordu: Soyut
düsünceler, gerçek
varlýklara karsýlýktýrlar. Ýyi, güzel, doðru dediðimiz zaman soyut olarak gerçek varlýklarý
(idealisme)
düsünüyoruz. Soyut düsüncelerimizin objeleri idelerdir. Ýyinin idesi gerçektir, çünkü belli
en daha
süreklidir. Ýyi insan ölür, iyi davranýs unutulur ama, iyilik ölmez, unutulmaz. Sürekli ola
geçici olandan daha
gerçektir.
O güzel kadýn artýk yasamýyor ama, salt güzellik yasýyor. Ýdelerin duyusu akýldýr. Yasayan
yasayan
iyiliði göremiyorsak bu, aklýmýzýn kusurlu olusundandýr. Aklýmýz yeteri kadar gelisince sal
i, salt iyiyi, salt
doðruyu görebilecektir. Bir davranýs surada iyi, ötede kötü sayýlabilir ama, iyilik her zam
her yerde aynýdýr.
Gerçek geneldir, çünkü kavramsaldýr. Soyut düsüncelerimizin karsýlýklarý olan, süreklilikle
gerçek
saydýðýmýz varlýklardan çok daha gerçek bulunan bu ideler gittikçe genelleserek en tepeye;
cu ideye kadar
çýkarlar. En yüksek ide, iyinin (le bien) idesidir. Ýyinin idesi Tanrý'dýr. Tanrý en yüksek
iktir. Erdem, Tanrý'ya
benzemeye çalýsmaktýr. Kötülükler, iyiliklerin zorunlu karsýlýðý bulunduklarýndan, yok edil
halde insan,
bu kötülük ocaðýndan kaçmaya, Tanrý'ya yaklasmaya çalýsmalýdýr. Buysa insanlarýn tanrýca bi
(adalet) gerçeklestirmeleriyle olur. Erdemin ölçüsü tüzedir. Bilgelik aklýn tüzesi, cesaret
in tüzesi, ölçülülük
duyularýn tüzesidir.
Ýdealizm, genis anlamda, her türlü varlýðý düsüncenin ürünü ya da düsüncenin kendisi sayan
kapsar. Antikçað Yunan düsünürü Platon bu genel anlamda da idealisttir. Ancak Platon'un ide
cýlýðýný özgül bir
karakter tasýmasýndan ötürü genel anlamdaki idealizmden ayýrmak doðru olur. Türcülük deyimi
an,
Platon ideacýlýðýný genel idealizmden ayýrýr; çünkü Platon, varlýklarý gerçek saymaz ve var
ini
gerçek sayar. Platon'a göre, gerçek olan güzel kadýn deðil, güzellik'tir. Güzellik ya da gü
ramý, her türlü güzel
olan nesneden çok daha gerçektir; çünkü sonsuzca süreklidir, ölümsüzdür. Güzel kadýn ölüp g
ölmez. Ýde, saltýk (mutlak) seydir; oysa, o ideyle, Ýlgili nesnede o ideden alýnmýs sadece
ir parça, tikel bir
sey vardýr. Güzel kadýn, kendinden daha güzel bir kadýnýn yanýnda çirkindir; oysa güzel ide
olarak, her
zaman ve her mekanda kendisinin aynýdýr. Güzel idesi bu saltýklýðýný, sürekliliðini, deðism
el (maddi)
olmamasýna borçludur; özdeksel olsaydý esdeyisle ide olmasaydý geçici, göreli, deðisken ve
z olurdu.
Öyleyse yalnýz ideler kendiliklerinden ve saltýk olarak gerçektirler, duyulur seyler ve
nesneler, idelerin gelip geçici
birer kopyalarýndan ibarettir. Nesneler dünyasý esdeyisle özdeksel dünya hiçbir gerçeklikle
bulunmayan bir
simgeler (semboller) dünyasýndan baska bir sey deðildir. Saðlam bilgi süreksiz, gelip geçic
, dayanýksýz seyler
üstüne kurulamaz. Öyleyse bilginin temeli, gelip geçici olan özdeksel nesneler deðil, saðla
dealar'dýr. Kalýcý bir
gerçeklik olan idea, geçici bir görüntüden ibaret bir evren meydana getirmistir. Ýdea varlý
tamlýk, etkinlik,
olumluluk; özdek yokluk, eksiklik, edilginlik, olumsuzluktur.
Isýk, Platon'da da düsünce'dir: Ýnsanlar, bir duvarýn önünde zincirlenmislerdir. Isýðý görm
sýrtlarýný çevirmislerdir. Gerçekler, insanlarýn sýrtlarýyla ýsýðýn arasýndan geçmektedirle
bütün seyler, gerçeklerin kendileri deðil, duvara beliren gölgelerdir. Bu insanlarý omuzlar
an tutup zorla ýsýða
çevirseydik, önce gözleri kamasacak, gerçeði göremeyeceklerdi. Ama sonra, yavas yavas gözle
alýstýkça,
gerçek sandýklarý gölgelerin asýllarýný, asýl gerçekleri görmeye baslayacaklardý. Ýste sevg
bu tasarýmda,
insan ruhunun akýl dünyasýna çýkýsýný gör. Akýl dünyasýnýn son sýnýrýnda iyinin idesi vardý
bir kez görününce de iyi ya da kötü her seyin tümel nedeni olduðu kolaylýkla anlasýlýr. Isý
yaratan da odur (Devlet, Vii, 514A ve sonrasý).
Görüldüðü gibi, Platon da, bir düsünce tanrýsý sonucuna varmaktadýr. Bu tanrý, iyinin idesi
soyut bir düsüncedir. Ancak Platon'a göre görünen, elle tutulan maddeler gerçek deðildirler
irer gölgedirler.
Gerçek olan, soyut düsüncedir, idelerdir. Maddeler, bu idelerin gölgeleri, kopyalarýdýr: Gl
ukon, bil ki, o, gerçekle
bilimin nedenidir. Bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsun, iyi idesinin onlarda
n ayrý ve güzellikte kat kat üstün
olduðuna inanýrsan aldanmazsýn. Nasýl göz dünyasýnda ýsýkla göz günese benzedikleri halde g
, akýl
dünyasýnda da bilimle gerçek iyiye benzedikleri halde iyi deðildirler. Çünkü iyinin özü çok
klerdedir.
Isýðýn, görünen seylere, sadece görünme gücü deðil; doðma, büyüme, beslenme güçlerini, de v
Oysa
ýsýðýn kendisi doðus ve olus deðildir. Onlar, iyiden sadece bilinmis olmak gücünü almakla k
r, varlýk ve
özlerini de alýrlar. Oysa iyi, varlýk ve öz deðildir. Ýyi, güçlülükte, varlýk ve öz olmanýn
(Devlet,
507 B ve sonrasý).
Sunu bil ki Phaidros, ölümsüz denilen ruhlar, göðün en yüksek noktasýna varýnca dýsarýya çý
n
tepesinde dururlar. Kubbe, onlarý da, kendisiyle beraber döndürmeye baslar. O zaman, gök
kubbesinin dýsýndaki
gerçekler bütün gerçekliðiyle görünür. Simdiye kadar yeryüzünün hiçbir ozaný bu gök ötesi b
Phaidros, bundan öte de hiçbiri onu gereði gibi sakýyamayacaktýr. Renksiz, biçimsiz, dokunm
k istesen varlýðýyla
yokluðu belirsiz gerçek, ancak ruhu yöneten aklýn görebileceði gerçek, asýl bilginin yurdu
gerçek, iste o
bölgede olan budur. Ölümsüz ruhlar, kendilerine yarasan besini, asýl gerçekliði, böylece gö
ahatlar, mutlu
olurlar. Ruh, kubbeyle birlikte dönerken, öz doðruluðu görür, bilgeliði görür, bilgiyi görü
olus
halindeki bilgidir, ne de simdiki yasayýsýmýzda varlýklar adýný verdiðimiz seylerdeki baska
ra göre baska baska
olan bilgi... Gördüðü, salt ve gerçek bilgidir (Phaidros, 246E ve sonrasý).
Gerçeði aramayan iki varlýk var: Tanrý ve bilgisiz insan... Birincisi tam içinde, ikincisi
de tam dýsýnda
bulunduðundan ötürü bu her iki varlýk da gerçeðin farkýnda deðildir. Yukardan gelen ýsýkla
n insan,
gerçeðin tek arastýrýcýsýdýr (philosofia). Ýdeler, bize dýsarýdan gelmezler. Onlar, önceden
izdedirler.
Dýsarýdaki maddesel bölgeler, bizlere onlarý hatýrlatarak, onlarý uyandýrýrlar. Bu yüzdendi
lgilerimizi,
duyularýmýz yoluyla, maddelerden aldýðýmýzý sanmaktayýz. Bu bir kuruntudur. Gerçekte, madde
rensel
akýldaki örneklerine göre biçimlenmisler, sonra da, bizlere görünerek, zihinlerimizde uyuya
asýllarýný
uyandýrmýslardýr. Niçin?.. Çünkü gerçek olan, süreklidir, kalýcýdýr. Sürekli ve kalýcý olan
,
sadece düsüncelerdir.
Kendinden asaðýdaki kavramlarý yöneten, düzenleyen, bu en genel kavramýn, iyi'nin özü nedir
laton,
Sokrates'in aðzýndan, bunu da açýklamaya çalýsýyor: Önce sunlar üstünde anlasalým Protarkho
tkin
olmalýdýr, kendi kendine yeter olmalýdýr. Ýyilik üstüne söylenmesi gerekli olan sey, her ak
nýn onu aradýðý,
onu istediði, onu elde etmeye çabaladýðýdýr. Akýllý insanlar, iyilik getiren seylerin dýsýn
seylerin hiçbir
çabaya deðmediðini bilirler. Ýyilik, güzelliði kapsar ama, güzelliðe sýðmaz, ondan da yükse
n
ölçüleri, iyiliði biçimlendiremez. Ýyilikte, güzellik ölçülerinin dýsýnda da, ölçüler vardý
düsüncenin yardýmýyla kavrayamazsak, üç düsüncenin yardýmýyla kavrayabiliriz: Güzellik, ora
Bu üç
ideye tek bir ideymisler gibi bakarsak, iyiliðin özünü kavrayabiliriz (Philebos, 20C, D
ve 64D, 65A).
Mutluluðumuz, yukardaki ýsýða doðru yükselmekle elde edilecektir: Bize en çok söz geçiren r
miz,
aklýmýzdýr. O, vücudumuzun tepesinde, bizi yeryüzünden, göklerdeki soydaslarýmýza doðru yük
dir.
Çünkü biz, topraðýn deðil, göðün bitkisiyiz. Bu yüzdendir ki insan, kendini tümüyle tutkula
gücüyle isteklerini doyurmaya uðrasýrsa düsünceleri de ölümlü olur. Sadece ölümlü yanýný ge
,
kendisinde, ölümlü olandan baska hiçbir sey kalmaz. Oysa insan, kendini bilgeliðe verir, öl
düsünceleri
(çünkü, ölümsüz olan sadece düsüncelerdir) izlemek yetisini gelistirirse, gerçeðe ulasarak
Kendindeki yüceliði böylelikle korumus olan insan, mutluluðu elde eder. Bir seyi korumanýn
yolu tektir: O seyi
kendine yarasan besinlerle, hareketlerle beslemek... Ýçimizdeki yüceliðe, ölümsüzlüðe uygun
tler, evrenin
düsünceleriyle onun yuvarlak hareketleridir. Herkes kendini buna uydurmalý. Bu da, düsünen
in düsünülene, ilk
özüne uygun bir biçimde, benzetilerek basarýlabilir (Timaios, 90A ve sonrasý).
Ya haz?.. Ona büsbütün mü sýrtýmýzý çevirmeliyiz? Platon bunu da tartýsýyor: Philebos, hazz
gerçek amacý olduðunu savunuyor. Haz, canlý varlýklar için bir iyiliktir, diyor. Oysa Sokra
es, iyiliðin varlýðýnda
hazdan çok bilgeliðin payý bulunduðunu söylemektedir. Önce sunu çözmeliyiz. Protarkhos, ne
e de bilgelik,
bir baslarýna, herkesin özlediði üstün bir iyilik deðildirler. Surasý bir gerçektir ki, ara
, hazla bilgeliðin
birbirlerine güzelce karýstýðý bir yasayýsta daha açýk görebiliriz. Önümüzde iki çesme var.
dir ki,
bal akýtýr. Öbürü bigelik çesmesidir ki, sert ama iyi edici bir suyu vardýr. Ýste, sularýný
erine, elimizden
geldiði kadar iyi karýstýrmamýz gereken iki çesme bunlardýr sevgili Protarkhos (Philebos; 6
A ve sonrasý).
ÖÐÜTLER YETMEYÝNCE. Ne var ki artýk, yoksulluk ve acý çeken insan yýðýnlarýna öðütler yetmi
baský altýnda tutacak, baskaldýrmalarýný önleyecek bir güç gerekmektedir. Bu güç, devlet'ti
devletleri böylelikle kurulmaya baslamýstýr. Ýnsanlarýn kendi tüketimleri için ürettikleri
verilen ilkel
komünal toplumda köle bulunmadýðý gibi devlet de yoktu. Savas tutsaklarý, fazla bir boðaz b
ememek için
öldürülürlerdi. Köle ve kölecilik, üretim araçlarýnýn gelismesi ve bundan ötürü emeðin veri
sonucu, insanlarýn tükettiklerinden fazlasýný üretmeye baslamalarýyla ortaya çýkmýstýr. Sav
larý artýk ise
yaramakta, boðazý tokluðuna çalýstýrýlmaktadýrlar. Ama sayýlarý günden güne artmakta, kolay
tutulamayacak kadar çoðalmaktadýrlar. Örneðin Atina kent devleti nüfusunun dörtte üçü köled
ri
çalýstýrabilmek için güçlü bir örgütün, esdeyisle devletin baskýsý gerekmektedir. Köle sahi
devlet kurumunu ortaya koyuyorlar. Bu devletin masraflarý da var, bu masraflarý da b
aský altýnda tutulanlara
ödetmek gerek. Vergi kurumu da böylece ortaya çýkýyor. Düssel varsayýmlar, yeni bir alana y
yorlar: Bu devlet,
nasýl bir devlet olmalý?
Platon, Devlet adlý ünlü yapýtýnda, çömlekçi zengin olmamalý, diyor, çömlekçi zengin olursa
çömleksiz ne yaparýz sonra?.. Ýste Platon'un devleti böylesine bir temele oturmaktadýr. Ama
ekçiye çömlek
yaptýrarak, hem çömlekçinin, hem de toplumun mutluluðunu saðlamaktýr.
Platon'un örnek devleti üç sýnýftan kurulmustur: Yargýçlar, askerler, çömlekçiler (çiftçile
ar, esdeyisle
halk)... Yargýçlar, devleti yönetip adaleti gerçeklestireceklerdir. Askerler, devleti ko
ruyacaklardýr. Çömlekçiler de
devleti besleyeceklerdir. Mülkiyet, gereði gibi çömlek yapabilsinler diye, sadece çömlekçil
tanýnmýstýr.
Yargýçlarla askerlerin mülkiyet haklarý yoktur. Malý olan kisinin aklý malýnda olur, ne yar
ebilir, ne de
askerlik. Bu yüzdendir ki yargýçlarla askerler mal kaygýsýndan kurtarýlmýslardýr. Çömlekçil
rýnýn
mallarýnda olmalarý gerekir, çünkü böylelikle daha iyi çömlek yaparlar. Yargýçlarla askerle
da oduðu gibi,
ortak sofralara oturup çömlekçilerin ürünlerini yiyeceklerdir. Toplum, böylesine bir isbölü
dir. Yargýçlarla
askerler, gereði gibi yönetip savasabilsinler diye, müzik ve jimnastikle eðitilirler. Ya
rgýçlarla askerlere evlenip
çoluða çocuða karýsmak, bir baska deyisle aile kurmak da yasaklanmýstýr. Ailesi olan kisini
klý ailesinde olur, ne
yargýçlýk edebilir ne de askerlik. Çömlekçilerse aile kurmalýdýrlar, böylelikle, çoluk çocu
e daha iyi
çömlek yaparlar. Aský devlet düzenleyecektir. Ýlk iki sýnýfta isteyenin istediðiyle sevisme
saklanmýstýr. Devlet,
kusaklarýn saðlýðý bakýmýndan ölçüp biçerek, sevismelerine izin verirse sevisebileceklerdir
ancak
böylesine kosullarla, serbesttir. Çocuklar da, ilk iki sýnýfta, devletindir. Devlet, çocuk
larý alýp büyütecek, eðitecek,
öðretecektir. Ýlk iki sýnýf çömlekçilerin isine, çömlekçiler de ilk iki sýnýfýn isine asla
er sýnýf
kendi isiyle uðrasýp toplumunu mutlu kýlacaktýr.
Görüldüðü gibi, Platon'un örnek devletinde toplumculuk bir kuruntudan baska bir sey deðildi
Büyük yükü çeken
üretici sýnýf eski düzende sürüp gitmektedir. Ýlk iki sýnýfta sadece iki gelenekle savasýlm
iyet ve aile...
Çocuklarýn ana babalarýyla baðlarý kesinlikle koparýlmýstýr. Ne çocuk anasýný, ne baba oðlu
.
Çocuklar, toplumun çocuklarýdýrlar. Böylece, hýsýmlýk denilen bað da ortadan kalkmýs olacað
birbirine
kardes (eski deyisle, birader ya da hemsire) diyecektir. Bu sonuçla kutsal kardesl
ik de saðlanmýs olacaktýr.
Bu örnek devletin gerçeklestiði yurt (cite, kent), on iki bölgeye ayrýlacaktýr. Her bölgeye
sit topraklý, üçüncü
sýnýftan 5040 aile yerlestirilecektir. Niçin? diye soracaksýnýz. Pythagoras'tan kalma sayý
istikliðini
hatýrlamalýsýnýz. 1 x 2 x 3 x 4 x 5 x 6 x 7= 5040 kutsal bir sayýdýr. Bu ailelere daðýtýlan
larýn gerçek
mülkiyeti devletindir, onlara geçici mülkiyeti (hukuk deyimiyle, zilyetliði) verilmekted
ir. Çömlekçiler, esitliðin
bozulmamasý için, topraklarýný satamazlar. Peki, gün geçtikçe bu ailelerin sayýsý artarsa n
k? Yargýçlar, bu
artýsý önlemekle görevlidirler, 5040 sayýsý bozulmamalýdýr. Yargýçlar gereðinden çok çocuk
önleyemezlerse, kutsal sayýyý bozacak olan kuru kalabalýk sömürgelere sürülmelidir. Böylece
liði de ileri
sürmekle toplumun yararýna baska toplumlarýn ezilmesini yeðliyor Platon.
Çömlekçilerin topluluðunda, geçici de olsa mülkiyet bulunduðu gibi, miras kurumu da vardýr.
on'a göre 5040
küçük birliðin bozulmamasý için miras en büyük oðula kalmaktadýr. Öteki çocuklarýn baba yur
arý
yoktur. Bu 5040 aile bir arada yemek yiyip, bir arada oturmak zorundadýr. Herkes b
irbirini gözetlemekle görevlidir.
Toplumun yararýna aykýrý bir davranýs ya da bir söz sezen, hemen yargýçlara bildirecektir.
suçlama, en önemli
yurttaslýk ödevidir. Yargýçlar müzik dinleyip askerler jimnastik yaparlarken çömlekçiler de
irlerini
gözetleyeceklerdir, Eðitimsel töre (terbiye ahlaki) alanýnda, onlara da bu düsmektedir.
Platon, sadece belli sýnýflar için mülkiyetle aileyi yýkmaya çalýstýðý halde, din kurumunu
desteklemektedir. Örnek devlette dinsizlik, ölüm cezasýyla cezalandýrýlan, en büyük suç say
rýlara,
cinlere, atalara inanýlacaktýr. Tüm islerin tanrýlar, cinler, atalar eliyle düzenlenip yürü
nanýlacaktýr.
Kötülüklere göz yummayacaklarýna, rüsvet vermek yoluyla kandýrýlamayacaklarýna inanýlacaktý
Platon, her türlü yeniliklere de düsmandýr. Mýsýrlýlarýn, bir resmin nasýl çizileceðine kad
i
kurallastýrmalarýný beðenmektedir. Yenilikler, toplumun saðlam düzenini bozarlar. Bu yüzden
k devletin
kapýlarý her türlü yeniliklere kapalý kalmalýdýr. Yenilikler gençlerden türerler. Bu yüzden
ençleri sürekli
bir baský altýnda tutmalýdýrlar. Kötü müzik, kötü siir yasaktýr. Bir müziðin, bir siirin kö
r
karar verir. Onlarýn izni olmadan hiçbir müzik çalýnamaz, hiçbir siir okunamaz.
Platon, bu örnek devletini gerçeklestirmek amacýyla, üç kez Syrakuza'ya gitmis, üçünde de p
kurtarmýstýr. Ýlk yolculuðunda Syrakusa diktatörü Dionysios'un hýsmýna uðrayýp köle olarak
sini
tanýyan birinin satýn almasýyla kurtulabilmistir. Ünlü Akademi, bu yolculuðun türlü yorgunl
la biten sonunda,
Akademos'un bahçesinde kurulmustur.
Platon, Devlet adlý yapýtýnda Sokrates'i söyle konusturmaktadýr: Bana kalýrsa Adeimantos, m
tluluk toplum
içindir. Biz devletimizi bütün topluma mutluluk saðlasýn diye kuruyoruz. Yoksa, bir sýnýf,
lerden daha mutlu
olsun diye deðil. Çünkü, kurduðumuz devlette doðruluðu, kötü yönetilen devletlerdeyse eðril
. Yurt,
bastan basa mutlu olacak. Bir heykeli boyarken biri çýkar da, vücudun en güzel yerlerine
en güzel renkleri
koymadýðýmýzý, örneðin yüzün en güzel yeri olan gözleri niçin erguvana deðil de karaya boya
diyebiliriz ki, ne tuhaf adamsýn, sence güzele boyamak için gözü göz olmaktan çýkarmak mý g
en heykelin
bütünüyle güzel olmasýna bak, bütünün güzelliði için gözlerin kara olmasý gerekiyordu. Koru
böylece, onlarý koruyucu olmaktan çýkartacak bir mutluluk gerekmez. Çiftçilere de bayramlýk
giydirip, altýnlar
takýp, topraðý ister isleyin ister islemeyin; çömlekçilere de ocak basýnda yan gelip kadeh
usturun, arada bir de
tezgaha geçip dilediðiniz kadar çömlek yapýn mý diyeceksin? Bütün yurdun mutlu olmasý için
un
koruyuculuðunu, çömlekçinin de çömlekçiliðini gereði gibi yapmasý gerekir. Biz, toplum için
ucular,
ona hiçbir kötülük etmeyecek koruyucular istiyoruz. Toplum için koruyucular ararken gözetti
iz nedir? Bu
koruyuculara en büyük mutluluðu saðlamak mý, yoksa bütün yurdu göz önünde tutup herkesin mu
saðlamak mý? Evet, koruyucularla yardýmcýlarý kurduðumuz düzene bakýyorlar mý, hem kendiler
m
baskalarýný
görevlerinde usta olmaya zorluyorlar mý? Böylece de bütün yurt gelisip en iyi yönetime kavu
unca her sýnýf
doðanýn
verdiði mutluluk payýný alabiliyor mu? Ýste asýl buna bakmalý Adeimantos... (Devlet, dördün
19-421).
Platon'un örnek devletinde, yargýçlarla savasçýlarýn jimnastikle müzik mutluluklarýna karsý
de,
evrensel mutluluktan; sadece iyi yönetilmek mutluluðu paylarýný almaktadýrlar.
Yüzyýllarca sonra Thomas Morus'ün Büyük Britanya adasýnda düsleyeceði hiçbir yerde olmayan,
sle hayal
ürünü olan anlamýndaki ütopya'nýn ilk örneði Platon'un Devlet'idir.
Ýnsanlar, bilimsel pratiðin denetinden yoksun basýbos düsünceleriyle hayal kurmakta yarýsýy
ar.
HER ÝSE YARAYAN ERDEM. Thrasymakhos'la Platon'un Devlet adlý yapýtýnýn birinci kitabýnda ka
sýlasýyoruz.
Khalkedon'lu (Kadýköylü) olduðunu oradan öðreniyoruz. Yanýnda Kleitophon ve Kharmantides ad
ileri de
var. Kharmantides söze karýsmýyor. Pire'de, kocamýs zengin Kephalos'un evinde toplanmýslar
. Sokrates her
zamanki
gibi, tatlý tatlý konusmaktadýr. Odada, onlardan baska, Sokrates'in öðrencileri olan Plato
n'un kardesleri Glaukon'la
Adeimanthos, Kephalos'la oðullarý Lysias ve Polemarkhos, bir de Entydemos var. Söz, önce
yanlýslýktan açýlýyor.
Sonra, paranýn ne ise yaradýðý, dnðruluðun ne olduðu tartýsýlmaya baslanýyor. Sokrates'in b
r toplulukta
sözün dönüp dolasýp doðruluk üstüne çekilmemesi olacak is deðildir. Sokrates, konusmanýn di
hemen,
güçlü avuçlarýna alýveren soylu bir kisiliktir. Sofist öðretmen Thrasymakhos'u kýzdýran da
erek. Platon'un
kaleminden Sokrates'in deyisine göre, biz böyle konusurken Thrasymakhos birkaç kez söze
karýsacak olmustu.
Yanýndakiler, konusmamýzý sonuna kadar dinlemek istediklerinden, býrakmamýslardý onu. Ben k
nusmaya ara
verince tutamadý kendini. Bir vahsi hayvanýn sinsiliðiyle toparlanýp, parçalayacakmýs gibi
aldýrdý üzerime.
Thrasymakhos'a göre erdem, güçlünün isine gelendir. Toplumu güçlülerin yönetmesi doða kural
ndur.
Hak dediðimiz sey, zor kullanmaktan doðmustur. Haklýyla haksýzý kanunlar ayýrýr, kanunlarý
larsa güçlülerdir.
Nelerin yasak olup, nelerin yasak olmadýðýný zor kullanan güçlüler buyurur. Güçlünün ölçüsü
çýkarýdýr. Güçlünün çýkarý, uygarlýða erismemis toplumlarda yumruk gücüyle, uygar toplumlar
saðlanýr. Bu iki güç arasýnda hiçbir ayrýlýk yoktur. Her düzen, güçlünün isine geldiði gibi
k,
güçlü olmaktýr. Su var ki, töre çenebazlarýnýn yanýldýðý yerlerde, haksýzlýðý ya büyük ölçü
yapmak gerekir. Ayýplanan haksýzlýklar küçük ya da hemen sýrýtýveren haksýzlýklardýr. Toplu
basarýlarý haksýzlýklarý alkýslarlar. Haksýzlýk etmek, basarý saðlar, kazanç saðlar. Bunun
tmek,
iyidir.
Thraysmakhos, Sokrates'i ürküten o saldýrýsýyla, bu düsünceyi söyle savunuyor: Ey Sokrates,
r bu sizin
deminden beri ettiðiniz bos sözler? Karsý karsýya geçmis, budalaca sorular, karsýlýklarla b
irinizin önünde yerlere
yatýyorsunuz. Doðruluðun ne olduðunu gerçekten öðrenmek istiyorsan, yalnýz sormakla kalma,
larýnýn verdiði
karsýlýðý da alkýs toplamak için çürütmeye kalkma. Sormak, karsýlýk vermekten kolaydýr. Sen
bakalým
söylenene, neymis sence doðruluk? Sana kalýrsa çobanlar, koyunlarla öküzleri, efendilerinin
ve kendilerinin
yararýna deðil, koyunlarla öküzlerin yararýna beslerler. Sence, kentlerin basýndaki yönetme
rin de, sürülerin
basýndaki çobanlar gibi, gece gündüz düsündükleri kendi islerine gelen deðildir. Sen, doðru
luðu, eðriyle,
eðriliði anlamaktan çok uzaksýn, bunu bilmiyorsun; Doðrulukla doðru, aslýnda bir baskasý iç
rlý olan,
güçlünün, yönetenin isine yarayan seydir; güçsüzün, yönetilenin de zararýnadýr. Eðrilikse t
olduklarý için yöneticiler islerine geleni yaparlar. Sen saf bir adamsýn koca Sokrates.
Sunu anlamalýsýn ki, doðru
adam, her iste, doðru olmayanýn karsýsýnda zararlý çýkar. Bir doðruyla bir eðri ortak olsa,
aklýðýn sonunda,
zararda olan hep doðrudur. Doðru adam çok, eðri adam az vergi verir. Almaya gelince is t
ersinedir. Doðru adam
az,
eðri adam çok alýr. Bir eðriyle bir doðru yönetimin basýna geçtiler mi, doðru, kendini ise
den evine bile
bakamaz olur. Doðruluðu onun devlet malýndan faydalanmasýna engeldir. Üstelik de, hep doðru
kalmak yüzünden,
hýsýmlarýný gücendirir. Sen eðriyi gözünün önünde tut ki, doðru olmamanýn insana neler kaza
Bunun da en kýsa yolu, eðriliði sonuna kadar götürmektir. Öyle bir eðrilik düsün ki, onu ya
uluklara
ulastýrýyor. Gördüðü haksýzlýða raðmen onu yapmayaný sefil, perisan ediyor. Ýste, böylece s
eðrilik,
zorbalýk dediðimiz düzenin ta kendisi olur. Zorba, baskalarýnýn mallarýný azar azar deðil,
, toptan alýr; bu
mallar ister tanrýlarýn olsun, ister devletin. Oysa ki, onun yaptýðýný yapan bir küçük adam
rezil olurdu. O
küçük adama hýrsýz denir, soyguncu denir. yaðmacý denir. Ama yurttaslarýnýn mallarýna el sü
ayýp
onlarý
köleliðe de sürükleyen kimseye bu adlar verilmez. Yalnýz kendi yurttaslarý deðil, eðriliði
kadar vardýran bu
adamý bilen herkes, ona, muradýna ermis mutlu bir adam diyecektir. Ýnsanlar eðriliði, eðril
k yapmak korkusundan
deðil, eðriliðe uðramak korkusundan ayýplarlar. Görüyorsun ya Sokrates, sonuna varan bir eð
bir adama
böylece
doðruluktan daha çok yarasýr. Eðri adam bu yüzden daha güçlü, daha efendi olur. Basta da sö
gibi,
doðruluk, güçlünün isine gelendir; eðrilikse, kendimize yararlý olan, kendi isimize gelendi
Platon'un Gorgias adlý kitabýnda karsýlastýðýmýz Kallikles de, ters açýdan, ayný düsünceyi
llikles'e
göre erdem, güçsüzün isine gelendir. Çünkü, haklýyla, haksýzý ayýran kanunlar çoðunluðun, g
Güçsüzler, güçlülerden korktuklarý için, kanunlar yapmýslar, kendilerini korumaya çalýsmýsl
k, güçlü
olmaktýr. Erdemsizlik doðaldýr, doðaya uygundur. Güçlü elbette ezecek, vuracak, kazanacaktý
türlü davranýs,
onun gücünün hakkýdýr. Güçsüzler, ki çoðunluktadýrlar, daha küçük yastan baslayarak aslan e
gibi birtakým bos lakýrdýlar, erdem büyülemeleriyle güçlüleri köleliðe alýstýrýrlar. Baska
leri yoktur
zavallýlarýn, elbette kurnazlýklarýný kullanacaklardýr. Güce karsý kurnazlýk da doðal bir d
er,
haklýyla haksýzý, kendi çýkarlarý bakýmýndan belirlerler. Bundan ötürü de çok elde etmek, h
ye
tanýmlanýr. Oysa doða, esitlik tanýmaz. Doðada esitlik diye bir sey yoktur. Bitkilere, hay
vanlara bakýnýz. Olusum,
güçlülerin güçsüzleri yok etmesiyle gelisir. Nitekim insanlar arasýnda da gerçekten güçlüle
nlarý silkip
atarak doðaya aykýrý kanunlarý çiðnerler. Önce, bir usaktan baska bir sey olmayan bu kimse,
týk, efendimizdir.
Daha fazla kazanacak, daha mutlu olacaktýr, çünkü daha iyidir. Haklýyla haksýz üstüne belir
s bütün
lakýrdýlardan büsbütün baska, ayrý bir anlamda daha iyidir. Çünkü doðaya uygundur.
THEOS VE THEORÝA. Antikçað Yunan düsüncesinin ilk gerçek ve büyük bilgini Aristoteles, kend
en önceki
bütün felsefeyi toplayýp sistemlestirdikten sonra onlarý alet anlamýna gelen (Yunanca: org
anon) doðru düsünme
yöntemiyle elestiren ve kendi sistemini bu elestirisiyle gelistiren ilk bilimsel y
apýlý düsünürdür. Mantýk biliminin
kurucusu olduðu gibi, politikadan meteorolojiye kadar günümüzde de kullanýlan çesitli terim
erin yaratýcýsýdýr.
Ansiklopedik dehasýyla insanlýðý iki bin yýl etkilemistir. Bu uzun süreli etkide, kendine d
el bir temel arayan
ve aradýðýný onun sisteminde bulan Hýristiyanlýðýn rolünden çok, onun ansiklopedik dehasýný
Günümüze kadar sürüp gelen bu iki bin yýlýn, ortaçaðýn skolastik dönemini kapsayan pek uzun
Aristoteles'in kesin egemenliði altýnda geçmistir. Öyle ki, onun en küçük bir sözünü yadsým
bu
davranýsýný hayatýyla ödemistir. Onun yapýtlarýnýn tanýklýðý, herhangi bir savýn tanýtlanmý
sayýlmýstýr. Bu uzun tarih süresince, gerçek demek, onun söylediði ve yazdýðý demektir. Fil
nce o, okul
deyince onun öðretisi, bilim deyince onun sistemi anlasýlmýstýr. Araplar onu, ilk öðretmen
mýslardýr. Çaðýnýn
olanaklarý içinde pek derin ve genis bir kavrayýsla ilgilenmediði hemen hiçbir bilim yoktu
r. Özdeðin bulunmadýðý
yerde uzay ve zaman da olamaz düsüncesinde XX'nci yüzyýlýn büyük fizik dehasý Einstein'la b
mektedir.
Günümüz Gestalt ruhbilimi onun biçimciliðine dayanýyor. Günümüz tanrýbilimi hala ona dayana
a
durmaya
çalýsýyor. Khalkidike'deki Stageira (Selanik dolaylarýnda) kasabasýnda doðmus, babasý Nikom
os, Makedonya
Kralý Amyntas'ýn özel hekimiymis. On üç yasýnda Atina'ya, Platon'un ünlü Akademia'sýna öðre
gönderilmis. Platon'un ölümüne kadar tam yirmi yýl orada okumus. Platon'un ölümünden sonra
onya Kralý
Filip, oðlu küçük Ýskender'e öðretmen olmasý için onu Makedonya'ya aldýrtmýs. O zaman öðret
yasýndadýr. Ýskender kral olduktan sonra Aristoteles yeniden Atina'ya dönecek ve pek güçlü
himaye altýnda
Ýskender'in ölümüne kadar hiçbir baskýdan korkmaksýzýn bilimsel çalýsmalarýna baslayacaktýr

yasýndadýr ve daha on üç yýllýk bir yasamý vardýr.
Atina'da, Lykeion bahçesinde okulunu kuruyor ve eskiden öðrencisi olduðu ünlü Akademia'nýn
sýsýna yepyeni
bir güçle çýkýyor (Ý.Ö. 334). Derslerini bahçenin gölgeli yollarýnda gezinerek verdiðinden,
imcilik adý
verilecek. Antikçað Yunan düsüncesinin bilmediði yepyeni bilimler kuruyor: Mantýk, gramer,
eologia, botanik,
anatomia, psychologia, rhetorika, politika... Büyük Ýskender'in dünyayý titreten pek güçlü
esi altýnda, para
sýkýntýsý bilmeden bilimsel bir yasam için çok mutlu kosullar içinde çalýsmaktadýr. Büyük Ý
sonra, o güne kadar pusuda bekleyen gerici güçler hemen inlerinden çýkýyorlar ve onu dinsiz
ikle (klasik suç)
suçlandýrýyorlar. Aristoteles, Atina'dan kaçmak zorunda kalýyor ve bir yýl sonra da sýðýndý
lkis'te
ölüyor. Ýnsanlýk, ilkçaðlarýnda rastlamadýðý ve pek uzun bir süre daha rastlayamayacaðý ess
böylece
yitirmis olmaktadýr. Ne var ki dinsizlikle suçlandýrýlan bu bilgin, din kurumunu iki bin
yýl süreyle ayakta tutacaktýr.
Antikçað Yunan düsüncesinde Aristoteles, çaðdas anlamýyla ilk bilgindir. Kendisinden önceki
lgileri
toplamýs, iç içe geçmis olanlarý birbirinden ayýrmýs, sýnýflandýrmýs, elestirmis ve bütünle
le,
sonradan Metafizik adý verilen Prote Fitosofia (Ýlk Felsefe) adlý yapýtý Thales'ten kendis
ine kadar gelen felsefe
tarihinin çok basarýlý bir özetidir ve en güvenilir kaynaðýdýr. Topladýðý bilgilerin doðrul
bilimsel bir düsünme yöntemi aramýs ve doðru düsünmenin kurallarýný bütün ayrýntýlarýyla sa
bunlara Yunanca alet (doðru düsünmenin aletleri) anlamýna gelen organon adýný vermistir. Ar
stoteles'in bu doðru
düsünme kurallarý'na sonradan mantýk adý verilmistir. Formel ya da biçimsel mantýk (Os. sur
antýk) adý verilen
mantýk, Aristoteles'in saptadýðý bu kurallardýr. Genç Aristoteles henüz Akademia'da bir Pla
öðrencisiyken
kendisine kadar gelen düsünme'de üç bakýs (Yu. theoria) bulunuyordu: Ýnsanýn görünene bakýs
anýn
kendisine bakýsý (insan), insanýn görünmeyene bakýsý (doðaüstü)... Düsünür Aristoteles yönt
arak
bu ilkel bakýs'ý doðru bakýs'a çevirmek istedi: Görünmeyenden görünene bakmak (tümdengelim
ve
görünenden görünmeyene bakmak (tümevarým arastýrma)... Ne var ki, bu doðru bakýs'ý gerçekle
düsünme'nin bilim'den yararlanmasý, esdeyisle düsünce doða bilim diyalektiði, gerekiyordu.
ilimleriyse
düsünmenin pek gerisindeydiler. Bu yüzdendir ki düsünür Aristoteles, düsünme'sine karsýlýk
ilim'i de
kendisi yapmak zorundaydý. Fizik ve fizyolojiden meteorolojiye ve ekonomiye kadar çe
sitli bilim alanlarýndaki,
çaðýnýn ölçülerine göre pek genis, bilimsel çabalarýnýn nedeni budur. Physika adý altýnda t
Akrobasis, Peri Uranu, Peri Geneseos Khai Fthoras ve ayrýca Peri ta Zoa Historia,
Peri Psikhes vb. adlý yapýtlarý bu
çabanýn ürünüdür: Bu bilimsel çalýsmalardan ve bu çalýsmalar sýrasýnda ilk felsefe (Yu. pro
doðdu.
Artýk, çaðýyla zorunlu imkanlar içinde, geleneksel büyük soruya karsýlýk aranacaktýr: Ýlk n
eden, en son
ve en gelismis düsünce olarak, Platon'un idea'sý olamaz. Çünkü idea, görünen sayýsýz gerçek
n
Platon'un sandýðý gibi dýsýnda deðil içindedir ve o biçimlerden soyularak, esdeyisle içleri
rak elde
edilmistir. Kaldý ki Platon bu idea'lara nesnelerin özü demektedir, öyleyse öz nasýl biçims
nesne'den ayrý ve onun
dýsýnda olabilir? Öz'süz biçim ve biçim'siz öz olamaz. Platon'un yanýlgýsý gerçek varlýk'ý,
varlýk'lardan ayýrdýðý öz'de görmesidir. Öyleyse görünenden görünmeyene bakýp (tümevarým, Y
arastýrmalýyýz, ama bulduðumuzu da görünmeyenden görünene bakýp (tümdengelim, Yu. apagoge)
Tümevarýmla arastýrýp idea'yý buluyoruz, simdi onu tümdengelimle doðru yerine oturtmalýyýz.
oyut kavram)
bir töz'dür (Os. cevher), oysa her töz içsel bir öz'dür. Böylesine bir öz elbette özdek (Os
) olamaz (antikçað
Yunan düsüncesinin zorunlu yanýlmasý). Bu öz (Yu. ousia; Aristoteles bunu töz anlamýnda ve
a terimi yerine
kullanmaktadýr), biçim'lenerek (Yu. eidos; Aristoteles bunu nesnenin niteliklerinin
tümü anlamýnda
kullanmaktadýr) gerçeklesiyor. Nesnenin görünümü olan biçim de özdek deðildir. Ýlk özdek (Y
le)
biçim'sizdir, sadece bir güç'tür (Yu. dynamis; Aristoteles bunu imkan anlamýna kulanýyor) o
u edim'e (Yu.
energheia. Aristoteles bunu gerçek anlamýnda kullanýyor) geçirip gerçeklestiren biçim'dir.
eyse bu olus'u (Yu.
genesis) gerçek'lestiren (Yu. energheia) devim'in (Os. hareket, Yu. kinesis) gödücüsü nedi
r? Aristoteles burada
çaðlarý asan essiz bir sezisle çok parlak bir kavram ortaya atýyor: Entelekheia (nedeni ke
ndisinde bulunan)... Ne
yazýk ki bu kavramý olur olmaz yerlerde bosu bosuna örneðin, Demokritos'un dehasýný göstere
le doðru
niceliklerle olusan nitelikler ilkesine karsý çýkmak için harcýyor, tam derinlestirilmesi
gereken yerde
derinlestirmiyor ve gene o soyut eidos'una (biçim) dönüyor. Artýk amacý, tümüyle bir arastý
tümevarýmdýr.
Öylesine bir tümevarým ki alabildiðine bombos bir alanda göklere doðru yükselecek ve, bir d
tümdengelimle
denetlenmeyecektir. Ne var ki, çaðýnýn bilimsel zorunluðu içinde, Aristoteles'in hayranlýk
ici büyüklüðünü
belirtmeye bu kadarý da yetmektedir. Son çözümlemede, Aristoteles'in elinde görünen gerçek'
amak için iki
kavram kalmýstýr: Hyle (madde) ve eidos (biçim)... Biçimsiz olan özdek, biçimle gerçeklesme
dir; esdeyisle
biçimsiz olan kumas biçimlenerek pantolon, ceket, perde, masa örtüsü olacaktýr. Ýlk neden b
ar mýdýr?.. Bir
bakýma bunlar ilk nedene pek benzemektedirler:Bunlarsýz olus olamayacaðý için zorunlu olar
ak olus'tan önce
var'dýrlar. Özdek, güç halinde (Os. bilkuvve) biçim'dir (Aristoteles, özdeðe zorunlu olarak
lik tanýyan bu
düsüncesiyle katýksýz bir maddeci görünüsündedir). Ceketlesecek (biçim) olan elbette kumast
Biçim,
özdeðin energheia (gerçek) haline geçmesidir. Buysa bir kinesis (hareket) isidir. Her özde
k bir dynamis'tir (imkan),
onu energheia (gerçek) kýlmak için bir kinesis gerekir. Öyleyse öyle bir devim olmalý ki, k
ndi kendisinden önce
bulunmasýn ve ilk devindirici (Yu. proton kinoun) olsun. Bu ilk devindirici, biçimle
rin biçimi olan bir noesis
noeseos'tur (düsünmenin düsünmesi) ve tek sözle Tanrý'dýr (Yu. Theos).
En yüksek varlýk olarak düsünülen theos (Tanrý), antikçað Yunan felsefesinde Ksenofanes ve
nides
tarafýndan felsefe konusu yapýlmýstýr. Homeros Hesiodos mitolojik çoktanrýcýlýðýna karsý çý
Ksenofanes tek tanrý (Yu. Eis theos) vardýr, der. O, ne yapý ve ne de düsünce olarak ölümsü
benzer. Tüm
gözdür, tüm kulaktýr, tüm anlaktýr. Deðismez ve devimsizdir. Ýnsansal biçim, nitelik ve dav
ona
yakýstýrýlamaz. Homeros'la Hesiodos, resim yapmasýný bilselerdi süphesiz kendilerine benzey
n tanrýlar çizecek
olan öküzler gibi davranmýslardýr. Parmenides de, ustasýnýn bu savýný gelistirerek, sürekli
ynekhes) ve
bölünmez (Yu. Atomos) bir bütün (Yu. Pan) olan tekvarlýk'ýn savunusunu yapmaktadýr. Bu yüzd
deðisme (Yu.
Alloiousthai), bir kuruntu (Yu. Doksa)'dan ibarettir, der. Theos düsüncesi bir yanda
n tüm tanrý (Yu. Pan Theos)
olarak kamutanrýcýlýða (panteizme), öbür yandan tanrýyla dolma (Yu. En Theos) olarak coskus
gizemciliðe
(antuziazma), bir baska yandan da tanrýnýn kendini seyredisi (Yu. Theoria) felsefeye
ve bilime (teoriye) yolaçmýstýr.
Kök anlamýnda tanrý, (Yu. Theos)'nýn bakýsý'ný dilegetiren theoria, tanrýnýn tanrýsal varlý
os)'ý özgür ve
zorunsuz olarak seyredisidir. Yunanlýlar, bu deyimi, ilkin tanrýlar onuruna yapýlan töre
nleri seyretme anlamýnda
kullanýyorlardý. Hellen doksograflarý (felsefe tarihçileri), bu kavramý, evrenin seyredili
si (Os. Temasasý) anlamýnda
Pythagoras'ýn felsefeye aktardýðýný yazarlar. Demek ki theoria, özgür, zorunlu olmayan, pra
hiçbir amaç
gütmeyen, salt ve kuramsal (teorik) bir bilgi edinme'dir. Böylece, felsefe de, tanrýlýk
theoria'nýn yöneldiði yere
yönelmis ve bizzat bir theoria olmus oluyor. Bu yüzdendir ki Aristoteles, felsefeye,
en tanrýsal bilgi anlamýnda
theologie der ve ilkin Mýsýr'lý rahiplerin theoria yapmýs olduklarýný söyler. Sonra, felsef
esi efsane (Yu.
Mythos) geleneðinde, Hellen ozanlarý theoria yapýyorlar ve krallara tanrýsal yasa (Yu. N
omos)larý bildiriyorlar.
Aristoteles'i de kapsayan Hellen felsefesi döneminde de bu gelenek sürmektedir, su f
arkla ki, artýk ozan bilgelerin
yerini filozof bilgeler almýstýr. Mythos Philosophos (esdeyisle, ozan filozof) kavga
sý, Platon'a kadar sürmüstür.
Ýlkin Platon, düsünsel olarak dikkatle bakma (Yu. Theorein) isinin, bir ozan isi deðil,
bir filozof isi olduðunu
ilerisürüyor ve ünlü filozof krallar deyimini ortaya atýyor. Demek istediði su: Artýk krall
, tanrýsal yasa (Yu.
Nomos)'larý ozanlar deðil, filozoflar bildirecek. Çünkü ozanlar, bu yasalarýn bilgisini, es
eyisle, siyasal eðilime
temellik edebilecek bilgileri canlý bir forma aktarabilecek güçte deðildirler. Theoria,
varlýklarýn, bizim için ne
olduklarýný deðil, kendiliklerinde ne olduklarýný (esdeyisle, kosmos içinde varolan olarak
e olduklarýný) söyler.
Uygulama için zorunlu olmayan, demek ki özgür olan bir bilgidir. Bilimsel bilginin ve
bilimsel bilgi kuramlarýnýn
özgürlüðü sorunu, theoria'nýn bu anlamýndan türemistir. Felsefe, ancak Aristoteles'ten sonr
ulama alaný (Yu.
Praxis)'na yöneliyor. Theoria'yla praxis'in birbirlerini sart kostuklarýný anlamak içins
e, daha binlerce yýl beklemek
gerekecek.
Aristoteles biçimler biçimi'nin niteliklerini asaðý yukarý her tanrýcý ya da tanrýlýða vara
deyimlerle
sayýp döker: Salt edimdir, salt tindir, bilincin bilincidir, kendi kendisine bakýstýr, k
endi kendisini özleyistir vb...
Ancak burada, önemle belirtilmesi gereken, Aristoteles'in parlak bir görüsü daha gözlenmek
tedir: Son
çözümlemede özdekle biçim bir ve ayný sey olmaktadýr (Yu. e eskhate hyle kai e morfe tauto:
tafizik, Viii, 6, 19;
Viii, 10, 27, Xii, 10, 8). Aristoteles, ilk bakýsta, önce karsý çýktýðý Platon düsüncecilið
a birlesmis
göründüðü halde, bu üstün ve sasýrtýcý düsünceye gene kendi doðru düsünme yöntemi'yle varýy
özdeklikle biçimliliði birlikte tasýr. Çünkü her biçim, kendisinden daha üstün asamadaki bi
. Ýplik,
tarladaki pamuða ya da koyunun sýrtýndaki pöstekiye göre biçim, kumasa göre özdektir. Kumas
unduðu ipliðe
göre biçim, cekete göre özdektir. Bu mantýðýn zorunlu sonucu her varlýðýn ve bu arada elbet
arlýðýn
özdek ve biçimi birlikte tasýdýðýdýr. Bundan da zorunlu olarak su sonuç çýkmaktadýr: En üst
bir yaný vardýr. Aristoteles, Metafizik'inde, bizzat kendi mantýðýnýn zorunluðuna uyarak bu
nuçtan kaçýnabilmek
için en yüksek varlýðýn özdeksiz olduðunu ýsrarla belirtmistir. Böylesine bir spekülasyona
sonra, nedenleri
tanýtlanamayacak olan düsünsel varsayýmlar sýralanmaktadýr: Biçimler biçimi ya da salt biçi
zdir. Böyle
olunca da hiçbir sey istemez, hiçbir sey yapmaz. Özdeði devindiren o deðildir, özdek ona öz
'inden ötürü
devinir.
Aslýnda etkileyen o deðildir, etkileyen bu özlem'dir. Özdek, onu özlediði için ondan etkile
. O, kendisiyle
yetinen, kendisine bakan, kendisi için düsünendir. Nesnelere ve insanlara karýsmaz, onla
rýn kaderlerini çizmez.
Kader, özdeðin ona olan özlemiyle çizilir. Öyleyse o, bir doðrudan neden deðil, bir dolayýs
den'dir. Doðrudan
nedenler, özdeðin bu dolayýsýyla nedene özleminden doðarlar. Her var olan'ýn var olmasý içi
(özdeksel
neden,
Yu. hyle), yapýcý (etken neden, Yu. arke tes geneseos), nasýl yapýlacaðýný gösteren plan (b
neden, Yu. to
eidos) ve ne yapýlacaðý düsüncesi (ereksel neden, Yu. to telos) gerekir. Dikkat edilince gö
ki, özdeksel
nedenin
dýsýndaki üç neden, düsünce, esdeyisle ruh birliðinde teklesmekledir. Öyleyse özdek ve ruh,
sýp,
Aristoteles sisteminde de karsý karsýya gelmektedirler. Aristoteles'te ruh, biçim'le özd
estir. Özdek beden, biçim
ruhtur. Ruh, üç basamaklýdýr: Bitki ruhu, hayvan ruhu, insan ruhu... Her basamak bir üstte
kinin özdeðidir.
Bitkilerde sadece özümleme ve üreme ruhu vardýr, hayvan ruhu, devim istek duyum'la belir
ir ve bitki ruhuna
eklenir,
usla beliren insan ruhuysa kendinden önceki bütün ruhlarý içerir. Bitki ruhu hayvanlýk biçi
in özdeði, bitki
ruhunu içeren hayvan ruhu insanlýk biçimin özdeðidir. Bu basamaklarýn tabanýnda biçimsiz öz
pesindeyse
özdeksiz biçim vardýr. Özdek ilk biçimlenisinde, ki bu biçimler biçimine özlemiyle gerçekle
, dört ana
biçimde belirir: Toprak, su, hava, ates (dört ana unsur). Bu dört ana unsur yer deðistir
me ve çarpýsma'yla çesitlenir
ve
sayýsýz biçimlere dönüserek organik dünyayý meydana getirirler. Organik dünyayý böylece kur
nra,
Aristoteles insansal deðerleri islemeye baslamaktadýr: Politika, ethika, poetika, rh
etorika... Ýnsan bir toplumsal
varlýk'týr (Yu. zoon politikon) diyen Aristoteles artýk onun toplum içindeki yerini ve düz
enini de belirlemek
isteðindedir. Önce onun kisisel törebilimini belirtir. Bu törebilimin amacý, antikçað gelen
uygun olarak,
mutluluktur ve bu mutluluk da bilgelikle saðlanýr. Bilgelik, düsünme ve tutumla gerçeklesi
r. Öyleyse düsünsel ve
tutumsal erdemleri birbirinden ayýrmak gerekir: Arete dianoetike ve arete ethike..
. Ne var ki tutum, düsünmeye
dayanmalýdýr. Ýnsan, toplumsal bir varlýk olduðundan onun töresel kisiliði de devlet içinde
acaktýr.
Devlet söyle ya da böyle olmus, bunun önemi yoktur. Önemli olan, devletin yurttaslardaki
bu töresel kisiliði gereði
gibi gelistirip gelistiremediðidir. Yetkin devlet bu ödevindeki basarýsýyla ölçülür.
Antikçað Yunan düsüncesinde Aristoteles'in lise'siyle Platon'un akademi'si genis çapta oku
llasmýs iki büyük
idealist öðretidir. Bu iki idealist öðreti, sadece Yunan düsüncesine özgü kalmayýp bütün bi
ca
Doðu'yu ve Batý'yý, esdeyisle bütün dünyayý etkisi altýna almýstýr. Günümüzde bile insanlýð
egemen olan metafizik düsünce, bu iki idealist öðretinin ortak ürünüdür.
Antikçað Yunan düsüncesinin büyük idealist üçlüsü Sokrates Platon Aristoteles'in ortak yaný
düzenlemeye çalýsmalarýdýr: Toplumun düzenlenmesi gerekiyorsa demek ki düzeni bozulmustur.
üç düsünür
de
devlet'i onarmaya çalýsmaktadýrlar. Her üçünün de düssel varsayýmlarýnýn altýnda, tarihsel
izesi
diye adlandýrýlan sömürgen ekonomik asamanýn meydana koyduðu köklü bir toplumsal tedirginli
maktadýr.
Sokrates törebilimini devleti ayakta tutacak vatandaslar yetistirmek için kuruyor. P
laton, devlet ütopyasýyla
köleleri
iyice çalýstýracak bir örgüt öneriyor. Aristoteles, üyelerinin kisiliklerini güçlendirmekle
i de güçlendirecek
olan bir devlet kurmak pesinde. Dinsel metafizik, bu dünyadan umut kesmis bulunan
kölelere öteki dünyada
mutluluklar baðýslayarak onlarý avutmaya çalýsýyor. Ne var ki bütün bunlar, bir kez düzeni
toplumu
yeniden düzenlemeye yetmiyor. Öyleyse bütün bunlardan süphe etmek gerek.
SÜPHE. Tarihsel süreçte süphecilik, ilerisürülen düsüncelerin eskidiði ve yeni düsüncelerin
çýkmadýðý çaðlarda belirmistir. Bu çaðlardan ilki, Yunan köleci toplumunun yozlastýðý ve çö
çaðdýr. Bu yozlasma ve çöküntü, Yunan bilgicilerinin (sofistlerinin) süpheciliðinde yansýmý
ten beri
ortaya atýlan felsefesel açýklama denemelerinin çokluðu, doðal olarak elestiriyi ve süpheyi
rektirmistir. Bu çaða
antik aydýnlanma çaðý denir. Antikçað Yunan bilgiciliðinin kurucusu Protagoras (485-411), t
hsel süreçte ilk
süphelenen düsünürdür. Söyle der: Her seyin ölçüsü insandýr. Her sey, bana nasýl görünürse
sana nasýl görünürse senin içinde öyledir. Üsüyen için rüzgar soðuktur, üsümeyen için soðuk
,
birbirine tümüyle karsýt iki söz söylenebilir. Demek ki herkes için gerekli kesin ve saltýk
r bilgi edinmek
olanaksýzdýr. Bu göreci süphecilik (Os. Reybiyyei izafiyye, Fr. Scepticisme relativiste)
, Protagoras'ýn izleyicisi
Leontinoi'lý Gorgias (483-375)'ta daha da ileri giderek yokçuluða (nihilizme) varmakta
dýr. Gorgias söyle diyor:
Hiçbir sey yoktur. Varsa bile insan için kavranýlmaz. Kavranýlsa bile öteki insanlara anla
týlamaz. Antikçað Yunan
süpheciliði, bu ilk bilgici döneminden sonra Elis'li Pyrrhon (365-275)'la okullasýyor. B
ilgi sorununu dizgesel
(sistematik) olarak ilk inceleyen süpheci Pyrrhon'dur. Bu yüzden Pyrrhon'a süpheciliðin
kurucusu denir.
Büyük Ýskender'in ve Aristoteles'in çaðdasý olan Pyrrhon, akademia'yla peripatos (Platon'la
Aristoteles) okullarý
arasýndaki karsýtlýðý sezmekte gecikmemistir, daha sonra da bu karsýtlýðýn Stoa ve Epikuros
rýnda
derinlesmesini izlemistir. Bu gözlemleri, Pyrhon'a, felsefe öðretilerine karsý güvensizliði
ve bundan ötürü de
süpheyi asýlamýstýr. Söyle diyor: Gerçekten güzel ya da çirkin olan hiçbir sey yoktur. Herh
r seyi güzel ya da
çirkin bulan insanýn kisisel seçimidir. Gerçek bir bilgi olmadýðýna göre, bilge kisi, her s
yargýdan kaçýnmalýdýr.
Ruhsal rahatlýk (Yu. Euthymia) ancak böylesine bir ilgisizlik ya da duygusuzluk (Yu.
Adiaphoria)'la saðlanabilir.
Bu düsüncelerini sözlü dersleri ve yasamýyla açýklayan Pyrrhon'un öðretisi, yazýlý olarak,
(320-230)
tarafýndan yayýlmýstýr. Timon, ustasýnýn öðretisini üç önermede formüle etmistir: 1- Nesnel
kavranýlmaz (Yu. Akatalepsia)'dýr, 2- Öyleyse nesnelere karsý tutumumuz yargýdan kaçýnma (Y
Epokhe) olmalýdýr,
3- Ancak bu tutumladýr ki ruhsal dinginlik (Yu. Ataraksia)'e kavusabiliriz. Pironc
ular için gerçek mutluluk (Yu.
Eudaimonia) budur. Görüldüðü gibi, yüzyýllarca sonra Kant'ýn öðretisinde biçimlenecek olan
lik,
antikçað Yunanlýlarýnda süphecilik biçiminde yansýmaktadýr. Daha açýk bir deyisle, antikçað
iði
süpheciliktir.
Pyrrhon süpheciliði, stoacýlýkla Epikurosçuluðu da belli ölçülerde etkilemistir. Bundan son
iliðin,
Platon'un izdaslarýnca sürdürülen akademiye sýzdýðýný görüyoruz. Kimi felsefe tarihçileri b
n
süpheciliðinin büyük bir basarýsý olarak nitelerler. Platon akademisinin akademi süphecilið
a anýlan bu
süpheci dönemi, orta akademi dönemidir. Arkesilaos (316-241), Karneades (214-129) ve K
litomakhos (180-110)
gibi düsünürlerce sürdürülen akademi süpheciliði, felsefe tarihçilerince ölçülü süphecilik
Akademi
süpheciliði, kesin gerçek deyimi yerine gerçeðe benzer deyimini koymus ve bununla yetinilm
esi gerektiðini
savunmustur. Onlara göre kesinliði hiçbir zaman elde edemeyeceksek de kimi seylerin ötek
i seylerden daha çok
doðruluða yatkýn olduðunu görebiliriz. Gerçeðe benzer olan, en çok olasýlý (muhtemel) bulun
l olan da,
olanaklý bulunanlarýn içinde en olasýlýya göre davranmaktýr (Bertrand Russell, Batý Felsefe
rihi'nde, bu görüs
çoðu çaðdas düsünürlerin paylasabileceði bir görüstür, der). Bu yüzden akademi süpheciliði,
verimli süphe deyimiyle nitelenmistir. Çünkü bu süphe, kesin gerçeðe henüz ulasamamýssa bil
bileceðini
de
göz önünde tutarak kesin gerçeði aramakta ve her an kendi kendini düzeltip tamamlayarak git
ikçe daha çok
kesin
gerçeðe yaklasmaktadýr. Bununla beraber, Ý.Ö. 56 yýlýnda Atina'nýn elçilik göreviyle Roma'y
düsünürden biri olan, orta akademinin ikinci baskaný Karneades, Roma'da tüze (adalet) üstün
ki ayrý konusma
yapmýs ve birinde tüzeyi tanýtlamak için ilerisürdüðü kanýtlarý ikincisinde birer birer çür
e de
kesin gerçeðin bulunmadýðýný göstermistir. Roma'lý gençlerin pek beðendiði bu söylevlere ya
siddetle karsý çýkmýs ve senato'da yaptýðý bir konusmayla elçi Karneades'in Atina'ya geri g
mesini
saðlamýstýr
(Plutarkhos, ünlü Yasamlar'ýnda, Cato'nun bunu, Karneades'i sevmediðinden deðil, genellikl
e felsefeyi
sevmediðinden yaptýðýný yazar). Orta akademi, özellikle Arkesilaos'un büyük etkisiyle tam i
(Ý.Ö. 69 yýlýnda
ölen Antiokhos'un akademi baskanlýðýna kadar) süpheci kalmýstýr. Bu iki yüzyýl sonunda stoa
olan
akademi süpheciliðinden sonra antikçað Yunan süpheciliði, Girit'li Aenesidemos (Ý.S. birinc
yýlda yasadýðý
sanýlýyor)'la yeniden ve Pironcu biçimiyle canlandýrýlmýstýr.
Tarihlerin yazdýðýna göre, Greklerden iki bin yýl önce Knossos'ta süpheci söz oyunlarýyla s
eðlendiren bir
çesit süpheciler varmýs. Bu yüzden kimi felsefe tarihçileri Anenesidemos'un bu kökenden de
aynaklandýðýna
isaret
ederler. Aenesidemos'un Pironcu süpheciliði, akademi sonrasý süpheciliði ve yeni Pironculu
k adlarýyla da anýlýr.
Aenesidemos, tropos öðretisi (nesnel bilginin olanaksýzlýðýný tanýtlamak için ilerisürülen
)'nde söyle
diyor: Bütün insanlarýn algýlarý ayný olsaydý ayný düsünceleri edinirler, tek düsünceli olu
tli
düsüncelerimiz var. Demek ki algýlarýmýz da birbirinden farklý. Nedensellik de bu bir örnek
saðlayamaz. Neden,
sonuçtan önce olamaz, sonuçla zamandas olamaz, sonuçtan sonra olamaz. Zamandaslýk her ikis
ini aynýlastýrýr.
Nedenin sonuçtan önce olmasý da, birinin varlýðý öbürünün yokluðunu gerektireceðinden, mümk
neden olduðu sürece sonuç ortada yoktur ve sonuç, sonuç olarak meydana çýkýnca nedenle ilis
mamýs
demektir. Günes kýzartýr, karartýr, eritir ve yakar. Demek ki ayný nedenin çesitli sonuçlar
biliyor. Günesin
böylesine çesitli nitelikleri olduðu da söylenemez. Çünkü bunlar, günesin nitelikleri olsay
seyi kýzartmasý, her
seyi karartmasý, her seyi eritmesi ve her seyi yakmasý gerekirdi. Oysa böyle deðil; elma
yý kýzartýyor, buzu eritiyor ve
yapraklarý tutusturuyor. Yapraðý eritmediðine ve buzu kýzartmadýðýna göre, nedenselliði yap
da buzda
aramak gerektiði ilerisürülebilir ki bu da sonucun, neden kadar, nedenselliði olabileceðin
i düsünmek demektir ve
saçmadýr. Olus çelisiktir, öyleyse yoktur. Nedensellik olamayacaðýna göre, olus da mümkün d
Süpheciliðin yargýdan kaçýnmak için dayanacaðý on kanýt vardýr ki her türlü süpheyi ve yarg
kýlar (Yu. tropoi e topoi epokhes): Duyan canlý varlýklarýn yapýsý birbirinden farklýdýr, a
çesitli hayvanlara
çesitli biçim ve oranlarda görünür. Ýnsan yapýsý da birbirinden farklýdýr, her insanýn bask
celere
sahip
olusu bunu tanýtlamaktadýr. Ayný insandaki duyu organlarý da birbirinden farklýdýr, göze ho
en buruna
tiksindirici bir koku verebilir. Duyan kisinin içinde bulunduðu çesitli durumlar ve ko
sullar da birbirinden farklýdýr,
nesneler bize gençlikte ihtiyarlýktakinden baska görünür. Eðitim de duyan kisileri farklýla
aktadýr, bilgiliyle
bilgisiz ayný nesneyi ayný biçimde görmezler. Nesnelerin içinde bulunduklarý durum ve kosul
ar da onlarý
farklýlastýrýr, uzakta giden bir gemiyi duruyor sanýrýz. Nesnelerin nicelikleri ve nitelik
leri onlarý kendi kendilerinden
farklýlastýrmaktadýr, keçiboynuzunun bütünü karadýr ama, ondan ayrýlan parçalar aktýrlar. N
elli birtakým
nitelikleri görecedir, saðdan baska ve soldan baska görünürler. Duyumlara karýsan yabancý u
rlar da onlarý
farklýlastýrýr, nesneler su içindeyken havadakinden daha hafif gelirler. Alýskanlýklar da n
sneleri farklýlastýrýr, her
gün görünen günese aldýrmayýz ama, kýrk yýlda bir görünen ondan daha küçük bir kuyrukluyýld
kapýlýrýz... Ý.S. ikinci yüzyýlda yasayan süpheci Agrippa, troposlarý ondan besa, Agrippa'y
ný yüzyýlda yasayan
süpheci Menodotos da ikiye indirmistir.
Süphecilik antikçaðda bitmiyor. Günümüze gelinceye kadar onun çesitli biçimlerine rastlayac
ikle
Descartes, Hume, Kant, Comte gibi ünlü düsünürlerin süphecilikleri bizi saskýna çevirecek.
rönesans
süpheciliðini ibretle izleyeceðiz. Bütün bu süpheciliklerde ortak olan iki büyük yanýlgý (h
yanýlgýlarý
nesnel gerçekliðe yanlýs bir anlam vermeleri ve onu son (deðismez, baskaca hiçbir bilgiyi
gerektirmez) bilgi
saymalarýdýr. Oysa böyle bir bilgi yoktur. Bilgi süreci de, kendisinden yansýdýðý evrensel
gibi, sonsuzdur ve
sürekli olarak gelismektedir. Sonsuza kadar da gelismeye devam edecektir. Bilgiye
son çekmek, sonsuza son
çekmek demektir ki olanaksýzdýr. Evrensel gelisme nasýl sonsuzsa, onun bilgisi de elbett
e sonsuz olacaktýr. Belli
bir yere bir zamanlar yirmi saatte giden tren teknik gelisme sonucu bugün dört saatt
e gitmektedir. Bir zamanlar
trenin o belli yere yirmi saatte gittiði nasýl kesin (saltýk) ve doðru bir bilgiyse bugün
dört saatte gittiði de öylece
kesin ve doðru bir bilgidir. Her ikisinden de süphelenilemez. Yarýn bu süre belki de çok d
aha kýsa bir zamana
inecektir. Bilgi bu anlamda görelidir ama, tarihsel olarak (esdeyisle, bilgi sürecin
in belli asamalarýna tekabül eden
belli tarihlerde) kesin ve saltýktýr. Her göreli bilgi saltýklýðýný da birlikte tasýr. Süph
endilerinin verdiði
yanlýs anlamdaki saltýk bilginin yokluðundan, bilginin yokluðu sonucunu çýkarýrlar. Bundan
metafizik ve
idealist göreciliðin (relativizmin) çýkmazýna düserler. Ýkinci yanýlgýlarý bilgi sürecinde
lünü abartýp
saltýklastýrmalarýdýr. Oysa bilgi sadece duyumlarla elde edilmez. Bilgi edinmenin, duyum
ve düsüncenin çesitli
etkilesimlerini gerektiren karmasýk bir süreci vardýr. Süpheciler, duyumlarý saltýklastýrma
da yetinmeyip onun
kisiden kisiye deðistiðini ve bundan ötürü de saltýk ve kesin olmadýðýný ilerisürerler. Oys
iler ayný nesnel
gerçekliði birbirinden farklý olarak algýlayabilirler, ama bu duyumlarýmýzýn bizi aldattýðý
elmez. Ünlü bir
diyalektikçinin dediði gibi, eðer bir duyu örgenimiz süphe uyandýrýyorsa baska bir duyu örg
zi kullanýrýz.
Gözlerimize inanmýyorsak ellerimizle yoklarýz. Bu da yetmiyorsa baska insanlarýn ellerin
den ve gözlerinden
yararlanýrýz. Bu da yetmezse çesitli araçlara, deneye, pratiðe basvururuz. Böylece duyu örg
erimiz, hem
birbirlerini denetleyerek, hem de baskalarýnýn duyu örgenleriyle denetlenerek ve ayný za
manda çesitli araçlar,
aygýtlar, deneyler ve pratikle de denenip doðrulanarak bizlere doðru ve kesin bilgiyi
verirler. Örneðin elimize
aldýðýmýz yuvarlak meyveye bu elmadýr deriz. Bu kesin, saltýk, doðru bir bilgidir; süphelen
z. Görüldüðü gibi
antikçaðýn çocuksu süphecilerinden günümüzün sözde bilimsel süphecilerine kadar tüm süpheci
sadece bu iki yanýlgýya dayanýr. Protagoras hava üsüyen için soðuk, üsümeyen için sýcaktýr
ur.
Ama havanýn sýcak ya da soðuk olduðunu sizin üsümeniz ya da üsümemeniz deðil, termometre sa
ava size
sýcak ya da soðuk gelebilir, bu bedensel yapýnýzýn direncine baðlýdýr. Ne var ki havanýn, s
aðýmsýz olan bir
ýsýsý vardýr. Kaldý ki bedensel dirençleri normal olan insanlarýn büyük çoðunluðu da bunu t
ar
doðrulukla saptayabilirler.
ÇÝÇEKLÝ BÝR BAHÇE. Mutluluk duymadan yasayanlar budalalardýr, diyordu Demokritos. Genç Epik
bu sözü
iyice bellemis olmalý. Demokritos yüz yasýnda öldüðü yýl, Epikuros (Ý.Ö. 341-270) on dokuz
anrý
korkusuyla ölüm korkusunun büsbütün serseme çevirdiði insanlarýn, büyücülük eden annesinden
eye
nasýl yardým dilediklerini de hemen her gün görüyordu. Bir ara, Platon'un satýn aldýðý Akad
bahçesine
(Akademi) gidip gelerek, Ksenokrates'in aðzýndan Platon öðretisini dinlemisse de bundan ça
bucak vazgeçmisti.
Kuramsal bilimler onu ilgilendirmiyordu. Ýnsanlara gerekli olan tek bilimin, mutlu
yasama bilimi olduðuna
inanmýstý. Bilimin görevi, insanlarý mutlu kýlmak olmalýydý. Bunu saðlamak için de, mutlulu
leri olan o iki
büyük korkuyla, tanrý ve ölüm korkularýyla, koca bir geleneðe karsý koymayý göze alarak, sa
rekiyordu.
Su
güzelim dünyanýn tadýný çýkarmak dururken, sisirilmis iki kuruntu yüzünden acý çekmek neden
Genç Epikuros, atomcu Leukippos ve Demokritos'a olduðu kadar hazcý Aristippos'a da çok s
eyler borçlu
olmalýdýr.
Aristippos, Epikuros'un ustaca biçimlendireceði mutlu yasama biliminin babasýdýr. Ona göre
, Sokrates'in aradýðý
mutluluk (eudaimonia), en üstün iyi, tek sözle hazdýr. Ýnsanlar hoslanmayý ararlar, hoslanm
yý isterler ve ancak
hoslanarak mutlu olabilirler. Hos olmayan her sey kötüdür. Nereden gelirse gelsin, ne
türlü olursa olsun bir anlýk
hazdýr insanlýðýn dileði. Hazzýn her türlüsü iyidir ve iyiliktir.
Bir açýdan bakarsanýz, Epikuros'u, mutluluðu aramak gerektiðini ortaya atan Sokrates'in zo
runlu sonucu
sayabiliriz. Sokrates, insanlarýn, erdeme eriserek mutluluðu elde edebileceklerini söy
lerdi. Sokrates'ten yola çýkan
kynikler, örneðin Diogenes, çevresi yasaklarla sýnýrlanmýs çekilmez bir yasama biçimi getir
rdi. Onlara göre
mutlu olabilmek için hemen hemen bütün isteklerden vazgeçmek gerekiyordu. Ýnsanlar, bu düsü
nin baskýsý
altýnda, sýkýntýdan bunalýyorlardý. Aristippos, ilk tepkiydi. Ýkinci ve büyük tepki de Epik
r. Sokrates
mutluluðu saðlamak için erdem mi arýyor? Ýste Epikuros'un bulduðu en yüce erdem: Mutluluða
raçlarýn
tam ve doðru olarak tartýlmasý erdemi (phronesis)... Bu erdemin tartýsýna vurursak ortada
ne tanrý korkusu
kalacak,
ne ölüm.
Epikuros, Atina'da bir bahçe satýn alýp okulunu kurduðu yýl, otuz bes yasýndaydý. Daha önce
m adasýnda ve
Lapseki'de öðretmenlik denemelerine girismisti. Epikuros'un bahçesi, Platon'un bahçesine
benzemiyordu. Kapýlarý
ardýna kadar açýlmýstý halka. Sýnýf, ýrk, tür, bilgi, yas ayrýlýðý gözetmeksizin her isteye
Bahçeye
gelenlerin hepsi birbirleriyle kardes sayýlýyorlardý. Epikuros, tatlý tatlý konusan pek se
vimli bir öðretmendi.
Ýnsanlarýn gerçekten pek özledikleri yasam sanatýný öðretiyordu. Bahçeye kapýlananlar, gerç
olaðanüstü sevinciyle mutluydular. Epikuros onlara: Ölümden neden korkuyorsunuz? diyordu,
siz varken ölüm
yoktur, ölüm varken de siz olmayacaksýnýz. Hiçbir zaman onunla karsýlasmayacaksýnýz ki... N
eniz
birlesemeyeceðiniz bir seyden korkmak budalalýk deðildir de nedir?
Epikuros'un üç yüzden çok yapýtý varmýs. Bugün elimizde sadece birkaç mektubu var. Epikuros
lerini
bu mektuplarla ondan söz açan baska yapýtlardan öðreniyoruz. Mektuplarý, öðretisinin, çoðun
a
gidecek
bir ustalýkla kurulduðunu belirtiyor: Ölümün bizler için hiçbir sey olmadýðýný anlamaya çal
elmesi
deðil de, beklemesi ürkütücü olduðu için ölümden korkan kimse ahmaðýn biridir. Çünkü o, gel
bizi bulamayacaðý için bize hiçbir acý veremeyecektir. Bilge ölümden korkmaz. Nasýl yemekle
olluðundan deðil
de iyiliðinden zevk alýrsak, yasamanýn da uzunluðundan deðil güzelliðinden zevk alýrýz. Ölü
iye acý
çekmek en büyük aptallýktýr. Mademki mutluluðu elde edince her seyi elde ediyoruz, öyleyse
isimiz mutluluða
erismek yollarýný aramak olmalýdýr. O halde sana her zaman öðrettiðim ilkeleri güt ve kulla
oikeos...
(Menoikeos'a Mektup).
Epikuros'un Menoikeos'a öðrettiðini söylediði bu ilkeler sunlardýr: Aç kalmamak, susuz kalm
k, üsümemek...
Bu durumda bulunan ve ilerideki günlerde de bu durumda olacaðýný uman insan mutlulukta Z
eus'la yarýsabilir.
Bütün erdemler hos yasamayý saðlamak içindir. Ýnsanýn amacý salt sükun halinde (ataraksia)
týr. Bu
sükunu
bozacak her türlü baðlýlýklardan, bu arada evlilikten ve devlet islerine karýsmaktan, kaçýn
dostlukla
yetinmelidir. Övülecek tek baðlýlýk, dostluktur (kardeslik).
Evreni tanrýlar yaratmamýstýr. Çünkü; durup dururken niçin yaratsýnlar? Kendi kendilerine y
olduklarý halde
evreni yaratmak isine neden girissinler? En yüksek derecede mutlu bulunurlarken, e
vreni yönetmek gibi aðýr bir
yükün altýna niçin girsinler? Böylesine kötülüklerle dolu bir dünyayý neden yaratsýnlar?
Ýlkin her sözcüðün anlamýný incelemek gerekir Herodotos. O zaman diyebiliriz ki, hiçbir sey
doðmaz,
çünkü her seyin kendine özgü doðurucu bir tohumu olmasaydý her sey, her seyden doðabilirdi.
ndan da her
gözden yok olan yokluða dönseydi bütün seyler yok olurdu, çünkü gözden yok olan her sey anc
ukta karar
kýlabilirdi. Bundan çýkan sonuç sudur ki, dünya her zaman, simdi olduðu gibi, var olagelmis
ir ve simdiden sonra
da, simdi olduðu gibi, var olacaktýr. Dünya, maddelerden kurulmustur. Bu maddelerin va
rlýðýný da duyumlarýmýz
tanýtlamaktadýr. Cisimlerden kimileri bilesiktir, kimileri de bilesikleri meydana ge
tiren elemanlardýr. Elemanlar,
görünmez ve deðismez nitelikte bulunan atomlardýr. Çünkü hiçbir sey yokluða dönmediði gibi,
daðýlýnca,
onlarý meydana getiren varlýklarýn da varlýkta kalmalarý gerekir. Dünya sonsuzdur. Çünkü he
nun bir ucu,
olmasý gerekir, dünyanýn ucu bulunmadýðýna göre, sonsuzluða açýktýr, sonu olmadýðýna göre d
sonlu deðil demektir. Atomlarýn hareketinin baslangýcý yoktur. Çünkü atomlar bosluk kadar ö
zdir. Atomlarýn
hareketi sürekli ve sonsuzdur (Herotodos'a Mektup, Büyük Filozoflar Antolojisi, Mehmet
Karasan çevirisi,
Ýstanbul, 1949, s. 59-68).
Ýsteklerimizin kimileri doðal, kimileri de gereksizdir. Menbikeos. Doðal olanlardan ki
mileri sadece doðal,
kimileri de zorunludur. Zorunlu isteklerimizden kimileri yasamak için, kimileri vücu
dumuzun rahatlýðý için,
kimileri de mutluluðumuz içindir. Ýsteklerimiz üstüne doðru bir bilgi, bizlere, istenenlerl
istenmeyenlerin, vücudun
saðlýðýyla ruhun rahatlýðýný aradýðýný öðretmektedir. Mutlu bir yasamanýn amacý, sadece bud
davranýslarýmýzýn nedeni, vücut acýlarýmýzý olduðu kadar, ruh acýlarýmýzý da önlemektir. Bi
yokluðunda acý duyduðumuz zaman ararýz. Acý duymadýðýmýz zaman ona ihtiyacýmýz yoktur. Bunu
zevk,
mutlu bir yasamanýn gereðidir diyoruz. Bize göre zevk, doðal iyiliklerin basýnda gelir. Ze
vkin bu gücü, karsýmýza
çýkan ilk zevke sarýlmamýzý gerektirmez. Çünkü birçok zevkler sonunda acý doðururlar. Acý d
istemediðimiz gibi, zevk doðuran acýlarýn basýmýzýn üstünde yeri vardýr. Bu acýlar, o zevkl
bet.
Böylece ve ayný sekilde her acý, bir kötülüktür ama, her acýdan kaçmak gerekmez. Her acýyý
i, yararý ve
zararý bilgece gözden geçirilerek, deðerlendirmeli. Gerçekten, birçok hallerde, iyi kötü ol
bi, kötü de iyidir.
Zevk en üstün iyidir dediðimiz zaman ne sefihlerin zevklerini, ne de hayvanca hazlarý il
erisürmekteyiz. Bizi
anlamayan bilgisizlerin suçlamalarýna kulak asma. Bizim sözünü ettiðimiz, sadece, ruh rahat
lýðýyla beden
acýsýnýn yokluðundaki mutluluktur. Bedenimiz acýsýz ve ruhumuz rahatsa, mutluyuz Menokieos.
saný mutlu kýlan,
ne kýyasýya içme, ne týka basa yeme, ne cinsel sapýklýklar, ne de zengin sofralarýný doldur
lýklarla etlerin
saðladýðý hazlardýr. Ýnsaný mutlu kýlan; akla uygun ve sade alýskanlýklar, arayacaðýmýz ve
iyice
ölçebilen, ruha rahatsýzlýk veren yanlýs inanýslarý söküp atabilen bir akýldýr. O halde büt
imizin
ilkesi, iyiliklerin en büyüðü olan bilgeliktir. Onu felsefeden de üstün tutmak gerek. O büt
demlerin kaynaðýdýr.
Bu erdemlerse bizlere bilgelik, namus ve doðruluk olmaksýzýn mutlu olunamayacaðýný öðretiyo
nlarsa zevksiz
elde edilemez. Gerçekten, bunlarsýz mutlu bir yasama olamayacaðý gibi, mutlu bir yasama
olmadan da bunlar var
olamaz (Menoikeos'a mektnp).
Bilgelik, mutlu bir yasamanýn, hem sonucu hem de nedeni oluyor böylece.
DÝREKLER ARASINDA BÝR GALERÝ. Ý.Ö. dördüncü yüzyýlýn son günlerinde Atina kentine bakarsaný
görürsünüz: Platon'un sebze bahçesine Ksenokrates kurulmus, ünlü Akademi'nin sözcülüðünü ya
karsýsýnda, Epikuros'un kiraladýðý bir baska sebze bahçesi var. Felsefe öylesine bir geçer
, Atina
bahçývanlarý hýyar yetistirmek için yer bulamaz olmuslar. Antisthenes'in kurduðu Kinik okul
n basýna Krates
geçmis. Stilpon, Euclides'in kurduðu Megara okulunu yürütmek için söylevler çekiyor. Kýbrýs
n gelme
Zenon da Poikile meydanýnda direkler arasýnda kurulmus bir resim galerisine (stoa) y
erlesmistir.
Zenon da (Ý.Ö. 336-264), Epikuros gibi, bir yasama biçimi kurma yolundadýr. Ýnsanlar, kura
msal düsünceden
býkmýsa benzemektedirler. Kuramýn içinden islerine yarayaný seçmeye çalýsýyorlar. Varlýðýn
la
arastýrýlýyorsa, artýk bu, yasamanýn amacýný deðerlendirebilmek içindir. Bu amaç, Zenon'da
ik olmakta
devam ediyor. Gerçekte, antikçaðýn hangi öðretisine bakarsak bakalým hep bu amaçta birlesil
göreceðiz.
Bilim, mutlu yasamak için istenilmektedir. En yüksek erdem, iyi ve mutlu yasamaktýr.
Buna varmanýn yolu nedir?.. Öðretiler burada birbirlerinden ayrýlmaktadýrlar. Zenon da, bu
amaca varmak için,
yeni bir yol bulmaya çalýsmaktadýr:
Mutluluk istiyoruz?.. Haklýsýnýz... Su halde nasýl mutlu olabiliriz?.. Bilgeliðe eriserek.
.. Bilgelik nedir ve buna
nasýl erisilir?.. Zenon'un Stoa okulu, bu soruyu söyle karsýlýyor: Teorik ve pratik erde
mi elde ederek. Teorik erdem,
esyanýn mahiyeti üstünde doðru bilgi edinmektir. Pratik erdem, akla uygun davranmaktýr. Bu
iki erdem birbirlerine
baðlýdýrlar. Esyanýn mahiyeti üstünde doðru bilgi edinemezseniz akla uygun davranamazsýnýz.
n deðeri,
pratik yararýndadýr.
Sorular bitmiyor: Edindiðimiz bilginin doðru olup olmadýðýný nasýl anlayacaðýz?.. Zenon kar
en:
Edindiðimiz bilginin doðaya uygunluðuyla... Ýyi ama, edindiðimiz bilginin gerçekten doðaya
un olup olmadýðýný
nasýl anlayalým?.. Zenon'da karsýlýk hazýr: Tasarýmlarýnýzý (katalepsis) ve sanýlarýnýzý (d
akýn, açýk
seçik bilgi (episteme) edinin. Bilgenin bilgisi böylesine bir bilgidir.
Sorular devam ediyor: Davranýslarýmýzýn, edindiðimiz bu açýk seçik bilgi sonunda, akla uygu
p olmadýðýný
nasýl anlayacaðýz?.. Zenon, burada dört ana erdem ölçüsü veryor: Doðru seçme erdemi (phrone
la
katlanma
erdemi (andreia), ölçülü olma erdemi (sophrosyne), adaletle ülestirme erdemi (dikaiosyne).
. Bu karsýlýk, su soruyu
getiriyor: Doðru seçtiðimizi, sabýrla katlandýðýmýzý, adaletle ülestirdiðimizi nasýl bilebi
ygun
davranarak (naturam sequi), diyor Zenon.
Stoa okulu, böylelikle, kalýcý bir ilkeye varmýs olmaktadýr. Stoa düsüncesine göre en doðru
abýrla
katlanan, en ölçülü ve en adaletli ülestirici doða'dýr, bir baska deyisle, madde'dir. Doðal
bilge, bir kaya
parçasýnýn mutluluðu içindedir. Hiçbir sey onu sarsamaz ve yýkamaz. Akla uygunluðun ölçüsü,
ktur.
Çünkü akýl da bir doða, bir madde ürünüdür ve aklýn bütün düsünceleri doðada olup bitenleri
baska bir sey deðildir. Tasarýmlardan ve sanýlardan kurtulmus bir akýl, açýk seçik doða bil
i edinebilir. Açýk
seçik doða bilgisi de, insana, yasamak ve mutlu olmak için en doðru ölçüyü verecektir.
Zenon'un, kendini öldürerek göçüp gitmesinden sonra, Stoa okulunun basýna öðrencisi Kleante
31-233)
geçti. Mistik, yapýlý bir atlet olan Kleantes, stoa öðretisine, dinsel bir anlayýs getirmey
çalýsmýstý. O da, öðretmeni
gibi kendini öldürünce, okul, bir süre Khrisippos'un (Ý.Ö. 280-206) yönetiminde kaldý. Daha
a Panaitios (Ý.Ö.
180-110) ve Poseidonios (Ý.Ö. 135-51), öðretiye, Platon ve Aristoteles düsüncelerini karýst
. Panaitios,
Roma'nýn ünlü komutaný Scipio'nun arkadasýymýs. Okulun Roma'ya yerlesmesinde, bu arkadaslýð
olmustur. Romalýlar stoanýn pesinde düsünsel bakýmdan nasýl önemli bir güç kazanmýslarsa, s
malýlarýn
elinde yepyeni bir kisilik elde etmistir. Romalýlar, önce, stoayý karýsmýs düsüncelerden ku
rarak eklektizmden
ayýrmýslar, sonra da onu kendi güçlerine uygun bir biçimde Romalýlastýrmýslardýr. Sunu da u
k gerekir ki,
her ne kadar çarmýha germislerse de, artýk dünya üstünde bir Ýsa yasamýs bulunmaktadýr. Sto
bir hayli
güçlenmekte olan karsýt bir öðretiyle savasmak zorundadýr. Bununla beraber stoa, pek güçlü
eri
yüzünden, ortaçaðýn kilise babalarýný bile etkileyecektir. Putçulukla Hýristiyanlýk arasýnd
köylerde
olmus ve sonunda putçuluðu yenen Hýristiyanlýk, bu savasta kazanabilmek pahasýna, ilkeleri
nden birçoklarýný
putçuluða baðýslamak zorunda kalmýstýr (bkz. Hpnse Leonard, Hellen Latin Eskiçað Bilgisi, S
akup Baydur
çevirisi, c. ýý, s. 405-406).
BABA VE OÐLU. Düsünsel alanda gelisen ruh ve madde ikiliðine karsý, eylemsel alanda da eze
nler ve ezilenler
ikiliði gelisiyordu. Ýsrailoðullarýnýn Ýlyasa, Amos, Yusa, Ermiya gibi peygamberleri güçsüz
seslerini
duyurmaya baslamýslardý. Çoban peygamber Amos söyle haykýrýyordu: Ey Ýsrailliler, Asdot ve
elerindeki
saraylara seslenerek deyin ki: Samarie daðlarýnýn üstünde toplanýn ve neler çektiðimizi gör
ahova
buyuruyor ki, onlar doðru olaný bilmiyorlar. Bana adaklar sunmakla üstlerine düseni yaptýk
larýný sanýyorlar.
Onlarýn adaklarýný istemiyorum. Bilin ki, yakýnda, Tanrý'nýn tüzesi ve yargýsý yeryüzünde s
akacak...
Hýristiyanlýk, yeni bir din kýlýðý altýnda eski Yunan'ýn stoa felsefesini dilegetiriyordu.
asayýsa
dönülmeliydi. Ýsa söyle sesleniyordu: Gökteki kuslara bakýnýz; ne ekerler ne biçerler, ne k
eri ne ambarlarý
vardýr, oysa Baba onlarý yeterince beslemektedir. Kýrdaki çiçeklere bakýnýz; ne çalýsýrlar,
eðirirler, oysa
Baba onlarý yeterince giydirmektedir. Vay simdi tok olanlarýn haline, çünkü aç kalacaklardý
Vay simdi gülenlerin
haline, çünkü aðlayacaklardýr.
Gerekli olan, toplum sýnýflarýný altüst edecek yeni bir düzendi. Musa'nýn yarar ölçüsüne ka
ni
saðlamak üzere, yoksulluk ölçüsünü getiriyordu. Gerçek erdem yoksulluktaydý. Tanrý katýna a
lar
ulasabileceklerdi.
Nasýra kasabasýnda doðan doðramacý Ýsa, bütün insanlarýn kardesliðine dayanan yeni bir düsü
du.
Ýnsanlarýn hepsi Baba Tanrý'nýn çocuklarýydý. Ýnsanýn ruhu, Tanrý'nýn ruhuydu. Tanrý, insan
asý
nasýl kendisiyse, kendisi de öylece babasýydý. Ýlk bakýsta karýsýk gibi görünen bu idealizm
e
varmaktadýr: Ýnsan, kendisinin Tanrýsýdýr. Ýnsanlar ancak sevgiyle birbirlerine baðlanabili
rdi. Sevmek içinse
esitlik gerekiyordu. Esitliði saðlayan yoksulluktu. Bu yüzdendi ki, bir devenin iðnenin
gözünden geçmesi, bir
varlýklýnýn Tanrý ülkesine girmesinden kolaydý. Ýnsanlarýn, yüzlerini bile görmeyeceði mira
biriktirmesi saçmaydý. Gökteki kuslara bakmalýydý, onlar ne ekiyorlar ne de biçiyorlardý, n
ilerleri ne de
ambarlarý vardý, ama Baba onlarý pekala besliyordu. Biri sevilip ötekine yüz çevrilmeden ik
efendiye birden kulluk
edilemezdi, ya Tanrý'ya kulluk ya da Mamon'a (eski Suriyelilerin zenginlik tanrýsý) köle
likten birini seçmek
gerekiyordu. Ne yiyecek ne de giyecek için kaygý çekilmemeliydi; yasamak yiyecekten, b
eden giyecekten daha
soylu deðil miydi? Kýr zambaklarýna bakmalýydý, ne çalýsýrlar, ne iplik eðirirlerdi, oysa S
ile onlar gibi
giyinememisti. Bir kýr otunu böyle giydirebilen Baba, insanlara neler yapmazdý? Yarýn için
kaygý çekmemeliydi,
çünkü yarýn denilen gün kendi kaygýsýný çekiyordu, her güne kendi derdi yeterdi.
Dünya kötülüklerle doluydu. Krallar peygamberleri öldürüyor, din bilginleri baskalarýna emr
lerini kendileri
yapmýyorlardý. Doðrular eziliyor, iyilere aðlamak düsüyordu. Oysa gök saltanatý gelmek üzer
anrý, iyilere
düsman olan dünyadan iyilerin öcünü alacaktý. Ýyiliðin egemenliði yakýndý, iyilik çaðýnýn b
olacaktý. Bu, dünyanýn en önemli devrimiydi. Büyükler küçüklüðü, küçükler de büyüklüðü tada
iyi balýklarla kötü balýklarýn bir arada kaynastýðý büyük bir aðýn savrulmasýydý. Ýyi balýk
yeniden denize atýlacaktý. Gök saltanatý, iyi bitkilerle kötü bitkilerin birbirlerinden ayr
caklarý saatti. Karamuðun
buðdaydan ayrýlacaðý an gelmek üzereydi.
Bu düsüncelerden çoðu Ýsa'dan önce de biliniyordu. Ruhlarýn özgürlüðü, eski Yunan'dan geliy
gök
saltanatýndan söz açmýstý. Sirakh oðlu Ýsa, Gamaliel, Soho'lu Antigone, Hillel gibi adamlar
nlara benzer sözler
söylemislerdi. Özellikle, dinin iyilik etmekten ibaret bulunduðunu söyleyen Sirakh oðlu, a
dasýndan çok daha önce
ona önderlik etmisti. Oysa bütün bu davranýslar, Ýsa'nýn uyandýrdýðý ilgiyi doðuramamýstý.
gözetmeksizin, dünyanýn bütün yoksullarýna sesleniyordu.
Ýsa'dan sonraki ilk yüzyýllar, yoksulluðu en büyük erdem sayan yüzyýllardýr. Ortaçaðýn sonl
anýn
her yerinde, yoksul anlamýndaki ebion tilciðinden yapýlan ebionistler adý altýnda dilenci
ordularý türemistir.
Özellikle, bilimin sýký bir baský altýnda tutulduðu en karanlýk çað olan ortaçað, böylesine
epleriyle
doludur. Lyon yoksullarý, Ýncil yoksullarý, Fratricelle'ler, Begard'lar, Bonhomme'lar
bunlarýn sayýsýz örneklerinden
birkaçýdýr. Bütün bu mezhepler, Ýsa'nýn en gerçek çýraklarý olduklarýný savunuyorlardý. Yok
giden
bir çesit dilencilik, yüzyýllar boyunca, en büyük ermislik, varýlmasý gereken tek erdem say
Xiii'ncü yüzyýlda
yeni bir din kurma yolunda beliren Ambria olayý, yoksullar adýna yapýlmýstý. Ýsa'nýn hikaye
öðütlerinden biri
ebionistlerin amacý olmustu: Varlýklý bir adam vardý, yiyip içip keyfine bakardý. Lazar adý
bir yoksul da yaralar
bereler içinde kývranýr, varlýklýnýn artýklarýyla geçinirdi, yoksulu Ýbrahim'in kucaðýna ve
hennemin
acýlarý içinde kývranan varlýklý; ey Ýbrahim baba, diye baðýrdý, Lazar'ý gönder de parmaðýn
dilimi serinletsin, çok acý çekiyorum... Ýbrahim söyle karsýlýk verdi: Ey oðul, sen dünyada
payýný alýrken
Lazar kötülük payýný alýyordu. O simdi acýlarýný unutacak, sen acý çekeceksin.
Ýsa'nýn yaptýklarý ve söyledikleri Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafýndan dört Ýncil'de
mýstýr.
Hýristiyanlýðýn kutsal kitabý, Eski Ahit adý verilen Tevrat'ý bütünüyle kapsadýðý gibi Yeni
t
Ýncil'le birlikte daha birçok mektup ve vahyi toplamýstýr. Hýristiyanlýk, ilk biçimiyle, bi
ahudi mezhebi olarak
belirmistir. Hýristiyanlýðýn bir sistem olarak yayýlýsý, Ýsa'nýn ölümünden sonra, Tarsus'lu
idir. Yeni
Ahit'te yer alan Resullerin Ýsleri adlý kitabýnda söyle demektedir: Bütün uluslarý Ýsa Mesi
mana çaðýrmak üzere
onun aracýlýðýyla inayet ve peygamberlik aldým. Roma'da bulunan kutsallýða çaðrýlmýs bütün
abamýz
Allah ve Rab Ýsa Mesih'ten inayet ve selam olsun. Pavlus, bu mektuplarýnda, Yahudiliði
n erdemlerini anlatarak
uluslarý Ýsa'nýn Yahudi mezhebine çaðýrmaktadýr. Romalýlara mektubunda, Yahudiliðin erdemle
, çünkü
onlar Allah'ýn vahiylerine kavustular, Allah onlara emniyet ,etti demektedir. Eski
ve Yeni Ahit'lerin tümünü
kapsayan Hýristiyanlýðýn kutsal kitabý, Yuhanna'nýn vahyiyle son bulmaktadýr. Kutsal kitabý
buyruklarý
sunlardýr: Bu kitabýn peygamberlik sözlerini her isiten ben sehadet ediyorum. Eðer bir k
isi bunlara bir sey katarsa
Tanrý da bu kitaplarda yazýlmýs olan belalarý ona katacaktýr, eðer bir kisi bunlardan bir s
y çýkarýrsa, Tanrý da onu
bu kitapta yazýlmýs olan hayat aðacýndan ve kutsal sehirden çýkaracaktýr. Bütün bunlara seh
en, tez
geliyorum,
diyor. Amin; gel ya Rab Ýsa!..
GEREKLÝ OLAN. Ýsa, Marta, Marta... ne çok sey istiyorsun? Oysa gerekli olan yalnýz bir s
eydir demisti. Ne
demek istediði belli. Ama insanlara daha ve baskaca birçok seyler gerekmekte.
Tarihsel süreçte Yunan mucizesi'ni Roma mucizesi izlemektedir. Can çekisen Yunan kölecil
iði, yerini, gittikçe
gelisen Roma köleciliðine býrakýyor. Yunanlýlar, tarihsel pratiðin teorisini kurmuslardý, R
lýlarsa Yunan
teorisinin pratiðini gerçeklestiriyorlar. Romalýlarýn düsünsel yasamý, stoacýlýðýn Roma'ya
baslamýstýr.
Roma stoacýlýðýnýn ünlü düsünürleri Marcus Tullius Cicero (Ý.Ö. 106-43), Annaeus Seneca (3-
etos
(50-130) ve Ýmparator Marcus Aurelius'tur (121-180). Stoacýlýðýn Roma'ya yerlesmesinde sto
acý Panaitios'la
Roma'nýn ünlü komutaný Scipio ve stoacý Diodotos'la Roma'nýn ünlü devlet adamý Cicero arasý
tluklarýn
büyük yardýmý olmustur. Romalýlar stoa öðretisiyle nasýl düsünsel bir güç kazanmýslarsa sto
Romalýlarýn elinde yepyeni bir kisilik elde etmistir. Romalýlar, önce, stocalýðý karýsmýs d
n temizleyerek
eklektizmden kurtarmýstýr, sonra da onu kendi güçlülüklerine uygun olarak Romalýlastýrmýsla
dan baska
stoacýlýk, yeni filizlenen Hýristiyanlýkla da savasmak zorunda kaldýðýndan yeni deðerlere y
tir. Buna karsý
Hýristiyanlýk da putçulukla yaptýðý bu savasý kazanabilmek için stoacýlýktan birçok ilkeler
zorunda
kalmýstýr.
Roma stoacýlýðýnýn basýnda Cicero, Seneca, köle Epiktetos ve Ýmparator Marcus Aurelius bulu
adýr.
Bunlardan sadece biri, Cicero, isa'dan önce yasamýstýr.
Marcus Tullius Cicero'nun (Ý.Ö. 106-43) bu konudaki önemi, daha çok, hemen bütün Yunan fels
fesini
Romalýlara tanýtmýs olmasýndadýr. Bu bakýmdan Roma felsefe dilinin babasý sayýlýyor. Stoacý
'un yakýn
dostuydu. Yunancayla stoacýlýðý ondan öðrenmis olmalýdýr. Filozof olarak stoacýlýða pek bir
eðildir. Su
örnekte de görüleceði gibi, düsüncesi, stoa temeline dayanmaktadýr: En gerçek kanun, doðru
u akýl,
doðaya uygun, bütün varlýklarda ayný, deðismez, yok olmaz bir güçtür. O, bize görevimizi gö
uslu adam,
onun buyruk ve yasaklarýna kulaklarýný týkamaz. Bu kanun, hiçbir deðisme tanýmaz; Atina'da
ka, Roma'da
baska
deðildir. Bu, bütün zamanlarda ve bütün uluslarý yöneten tek ve ayný kanundur (De Rebuplica
itap, XXii).
Annaeus Seneca (Ý.S. 3-65), ruhun ölümsüzlüðüne inanmak gibi ruhçu çýkýslarýna karsýn, özel
bakýmýndan stoacýlýða yeni deðerler kazandýrmýstýr. Su mektuplar, onun stoacý düsüncelerini
irler:
Ölçülü tutkularý olmak mý, ya da hiçbir tutkusu olmamak mý daha iyidir dersin Lucilius?.. B
stoacýlar hiçbir
tutkuyu istemiyorlar, Aristocularsa ölçülü olmak sartýyla kimilerine göz yumuyorlar. Ben, k
ndi payýma, bir
hastalýktan vücudun nasýl yararlanabileceðini anlamýyorum. Korkma, elinden alýnmasýný istem
hiçbir seyi
senden ayýracak deðilim. Ben, ancak kötü ve bozuk olaný alacaðým senin elinden. Sehveti ve
ihliði senden
alýyorum ama, yasayýsýný tatlý kýlabilecek her seyi sana býrakýyorum. Onlar seni yöneteceði
en onlarý yönet.
Bütün tutkularýn doðal kaynaktan çýktýðýný bilmez deðilim. Bunlar, yasamaya katlanabilmek i
r. Ancak,
sehvet ve sefihlik, yasamaya katlanabilmek için deðil, sadece kendileri için gereklidi
rler. O halde kapýlarýmýzý
bunlara kapayalým. Çünkü onlarý içeri almak kolaydýr ama, dýsarýya atmak zordur Lucilius...
ius'a Mektuplar,
CXVi). Köle de ne demek oluyor Lucilius? Sehvet ve oburluðun yüzünden asýl köle sen deðil m
n? Hepimiz ayný
kökten, ayný kaynaktan gelmekteyiz. Hiç kimse baskasýndan daha soylu deðildir. Evlerinin a
vlusunu atalarýnýn
resimleriyle süsleyenler, soylu deðil, ünlüdürler. Herkesin bir tek babasý vardýr, o da Gök
dýr. Parlak ya da
sönük basamaklarla herkesin kütüðü ona çýkar (De Beneficiis, XXViii). Sadece namusun iyi ol
anlamadýkça
mutlu olamazsýn Lucilius. Çünkü mutlu yasamak için kuskuyla titrememek gerekir. Bizi güvene
götüren tek bir yol
varsa o da bütün dýs seyleri hor görmek ve namusla yetinmektir. Kendini erdeme deðil de ta
lihe býrakýrsan
özgürlüðünden olur, baskalarýna boyun eðersin. Gerçek iyiler, aklýn verdikleridir. Çünkü on
süreklidir.
Mutluluk budur Lucilius... (Lucilius'a Mektuplar, LXXV).
Epiktetos (Ý.S. 50-130), ölümsüzlüðe inanmaz, bitimsiz bir yasayýsý düsünmeyi açýkça gülünç
baðlý sert bir ahlakçýdýr. Efendisi sakat bacaðýný bükerek eðlenirken, yapma kýrarsýn, demi
da,
hiçbir sey olmamýs gibi, soðukkanlýlýkla, kýrarsýn demedin mi, diye mýrýldanmakla yetinmis.
y onun Andreia
erdemine ne büyük bir düsünce gücüyle baðlandýðýný tanýtlamaktadýr (Ýnsanlarýn, kýrýlan bac
o
bacaðý kýrdýrmamak gerektiðini öðrenmeleri için daha pek uzun yýllar geçecektir). Tek satýr
Düsüncelerini, öðrencilerinin tuttuðu notlardan öðreniyoruz. Bu notlarda, örneðin, sunlarý
ir: Bilgelik,
elimizde olan ve olmayan seyleri bilmek ve ona göre davranmaktýr. Elimizde olanlar d
avranýslarýmýz, elimizde
olmayanlarsa vücudumuzdur. Senin olaný kendine ayýr, senin olmayanýn yakasýný býrak. En büy
ket, ölümü
felaket saymaktýr. Ýsteklerinin her halde gerçeklesmesini istiyorsan sadece kendi elin
de olanlarý iste Her seyin iki
kulpu vardýr. Biri onu tasýmaya elverisli, öbürü deðildir. Kardesin sana bir kötülük ederse
ana kötülük ettiði
yandan alma. Çünkü o kulp onu tasýmaz. Kardesin olduðu yandan al. Çünkü onu tasýyabilecek k
kulptur.
Yapacaðýn isi ölç. O yükü kaldýrabilecek misin? Güresçi olmak istiyorsan kollarýna bak. Fil
k istiyorsan,
baskalarý kadar yemekle beraber, filozoflar kadar içmekle yetinip yetinemeyeceðini düsün.
Bugün filozof, yarýn
tefeci, öbür gün Kayser'in vekilharcý olamazsýn. Tek bir adam olman gerek, iyi ya da kötü t
bir adam. Bilge odur
ki kimseyi kötülemez, kimseyi övmez, kimseden yakýnmaz, kimseyi suçlamaz. O, bütün istekler
kökünden söküp
atmýstýr. Yalan söylememek gerektiðini her zaman tanýtlarýz ve her zaman yalan söyleriz. Ge
li olan, neden yalan
söylememeli? sorusunun karsýlýðýný bulmak deðil, yalan söylememektir. Doða yasasý, her doða
gerektirir. O halde ölmen gerek. Ben sonsuzluk deðilim. Nasýl saat günün bir parçasýysa ben
bütünün bir
parçasýyým. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Geçip gitmenin biçimi hiç de önemli deð
mayla olsun,
ister suyla... Görevimiz, elimizde olaný yapmak, üst yanýna kulak asmamaktýr. Deniz yolcul
uðuna çýkacaksam
gemiyi, kaptaný, mevsimi seçerim. Çünkü bunlar benim elimdedir. Yolda bir fýrtýna koparsa u
samam, çünkü
bu,
benim elimde deðildir. Nasýl kaptaný seçmek benim görevimse, fýrtýnayla uðrasmak da öylece
görevidir, o
düsünsün, bana ne.. (Düsünceler-Sohbetler).
Ýmparator Marcus Aurelius (Ý.S. 121-180) da, Seneca gibi, ruhun ölümsüzlüðüne inanýyor. Bir
da
Epiktetos
gibi, sert bir ahlakçýdýr. Eski stoanýn, kendi kendisiyle hesaplasmak (nefis murakebesi)
ilkesini en iyi
uygulayanlardan biri olduðunu su yapýtýyla da tanýtlamýstýr: Kendime Bakýslar... Marcus Aur
us'a göre bizler, bir
bað kütüðü gibi yemis vermek için yasamaktayýz. Aklýmýz, bedenimiz üstünde egemen olamayaca
güçsüzlesmisse, yasamaktan isteðimizle ayrýlmalýyýz. Seneca'nýn da dediði gibi, yeterince y
elimizdedir.
Marcus Aurelius söyle demektedir: Doðaya uygun olarak yasa ve ondan tasalanmadan ayrýl
, týpký olgunlasmýs bir
yemis gibi. Yemis olgunlasýnca kendisini yaratmýs olan aðaca ve topraða minnet duyarak y
ere düser... Roma
köleciliðinin pratik yasamý günümüz anamalcýlýðýný hazýrlaya dursun, teorik yasamýndan günü
mutluluk öðüdü kalmýstýr.
Mutluluðun engellerinden biri de ölüm korkusudur. Öleceðini bilmek düsüncesi, umut kýrýcý b
. Ölüm
olayý bir anda meydana gelecektir. Oysa, Bergson'un dediði gibi, her an meydana gelm
ediði görüldüðüne göre,
sürekli olarak tekrarlanan bu deney insanda belirsiz bir kusku yaratmakta, ölüm düsüncesiy
le çöken kesinliðin
ürpertici etkilerini yumusatmaktadýr. Bu deney kendisini oyalayarak, ölüm bunalýmýndan kurt
lmustur. Bu
oyalanma genç insanlarda pek güçlüdür. Ama çan seslerinin duyulmaya basladýðý yaslýlýk yýll
oyalanma gücü de bir hayli azalýr. Yaslý insan, artýk ölüm korkusunun baskýsý altýndadýr.
Marcus Tullius Cicero (Çiçeron) bu baskýya karsý direniyor. Yaslýlýðýn üstünlükleri yok mud
ruyor
kendi kendine Bu üstünlükler mutluluk vermez mi?.. Cicero, yaslýlýðýn sorunlarýný dört bölü
Çalýsmaktan uzaklasmak, bedensel çöküntü, zevk yoksunluðu, ölüme yakýnlýk.
Cicero, Yaslýlýk (De Senectute) adlý yapýtýný altmýs iki yasýnda yazdý. Bir yýl sonra, kafa
kesileceðinden habersizdi. Roma imparatorluðunun en ünlü kisilerinden biriydi. Konsüllük et
isti. Usta bir
söylevci, düsünce ve edebiyat adamýydý. Julius Caesar'ýn diktatörlüðünden sonra bir köseye
dini
büsbütün edebiyatla felsefeye vermisti. Caesar, senatoda hançerlenince yeniden siyaset t
utkusuna kapýldý.
Roma'nýn
bir hayli karýsýk günleriydi. Caesar'ý hançerleyenler yaptýklarý isin sonucunu alamadan kaç
meydaný bos
býrakmýslardý: Cicero, bu bosluktan yararlanmasýný bilen Marcus Antonius'e karsý, Caesar'ýn
ni genç Octavius'ü
tuttu. Antonius'le Octavius birlesince, büyük mutluluðuna inandýðý yaslýlýðýný yasayamadý.
k
öldürüldü.
Cicero, dört bölümde topladýðý yaslýlýk sorunlarý üstünde, ayrý ayrý düsünüyor. Yaslýlýðýn
mudur? diye soruyor önce Yaslýlar, gençlerin yaptýklarý isleri yapamazlar, bedensel güçleri
tmez, doðru. Ama çok
daha büyük, çok daha deðerli isler yapabilirler. Büyük isler, çeviklikle deðil, bilgi ve dü
yapýlýr.
Yaslýlýk bu güçleri artýrýr. Isparta'da en önemli görevlerde bulunanlara Yaslýlar, bunlarýn
a da Yaslýlar
Kurulu denirdi. Yaslandýkça belleðimizin (hafýza) gücünü yitirdiði sanýsý doðru deðildir. Ý
a
yaratýlýstan aðýr isliyorsa güçsüzdür elbet. Ýsleyen akýl gücünü yitirmez. Oðullarý, yaslýl
yönetemiyor diye koca Sophokles'i suçlamaya kalkmýslardý. Sophokles, yargýçlara, o sýrada y
dipus
Kolomnosta'yý okudu. Yargýçlarýn parmaðý aðzýnda kaldý. Homeros'u, Simonides'i, Ýsokrates'i
'ý, Platon'u,
Pythagoras'ý, Zenon'u, Diogenes'i düsünün. Bunlar, en ünlü yapýtlarýný en yaslýlýk günlerin
i. Ýnsan çok
yasayýnca görmek istemediði birçok seyi görür derler. Ýyi ama, görmek istediði birçok seyi
Yeni yetistiðim sýralarda bir boða ya da bir fil kadar güçlü olmak umurumda deðildi. Simdi
gençlikteki gücümü
yitirisim umurumda deðildir. Elinde olaný kullanmak gerek. Ünlerini kollarýndaki güce borçl
olanlar
hayýflanabilirler. Kafa gücüyse son soluða dek sürer. Kyros, ölürken, iyice yaslandýðý hald
kendini
gençliðindekinden daha güçsüz bulmadýðýný söylemisti. Milon, Olympia meydanýna omuzlarýnda
girmis. Sana böyle bir omuz gücünün mü, yoksa Pythagoras'ýnki gibi bir kafa gücünün mü veri
sterdin?
Hiçbir is yapamayacak kadar yaslýlar da vardýr elbet. Ama bu güçsüzlük yaslýlýðýn isi deðil
koruyan yaslý, böylesine güçsüzlesmez. Bundan baska, gençler bile zayýf yapýlý olabildiðine
arýn zayýf
yapýlý olmasýnda sasýlacak ne var? Bunaklýk denilen aptallýk, her yaslýda deðil, az akýllý
olur. Hem bunak
gençlerin sayýsý daha mý az? Cacilius, komedilerdeki budala kocamýslar, derken; her seye i
nanýveren, unutkan,
gevsemis yaslýlarý anlatmak istemisti. Bunlarsa yaslýlýðýn deðil uyusuk, tembel, uykucu bir
slýnýn kusurlarýdýr.
Çalýskan yaslý, yaslýlýðýnýn geldiðini duymaz bile Böylece, haberi olmadan yaslanýr. Birden
s
yavas söner.
Yaslýlar asýrý zevklerden yoksundur. Eðer yaslýlýk, bizlerden, gençliðin o en kötü kusurunu
orsa ne
büyük bir iyilik ediyor. Bedensel zevk, doðanýn insanlara verdiði en büyük beladýr. Sehveti
aldýrmadýðý hiçbir
kötülük yoktur. Sehvetle erdem bir arada bulunamazlar. Akýl, zevk isteðini uzaklastýrmaya y
tmiyorsa, bunu
yapabilen yaslýlýða saygý duymalýyýz. Her seye yettiði halde zevk isteðini durdurmaya yetme
klý düsünün, asýrý
zevk isteðinin kötülüðünü daha iyi anlarsýnýz, akýl size gerekiyorsa eðer. Asýrýlýða kaçmay
r
da yararlanabilirler. Yaslýlar, güzel sofralardan, sýk sýk bosaltýlan kadehlerden uzak kalý
orlarsa sarhosluktan,
hazýmsýzlýktan, uykusuzluktan da uzak kalýyorlar demektir. Yaslýlar, iyi sofralarýn basýnda
ururlar. Konusma
hevesini artýrýp yiyip içme hevesini azaltan yaslýlýða çok seyler borçluyuz. Ama insanýn iç
n öyle zevkler
vardýr ki, yaslýlar bunlarý duyamazlar diyebilirsiniz. Doðru, ama yaslýlar bu zevklerin yo
kluðunu da duymazlar.
Yokluðunu duymadýðýn seyin üzüntüsünü de duymazsýn. Bir seye karsý istek duymayan ondan yok
deðildir. Bir bakýma bu yoksunluk da pek o kadar büyütülmemeli. Bir tiyatroyu ön sýralardan
yredenler daha çok
zevk alýr ama, arka sýralardan seyredenler de zevk alýr. Zevk düskünlüðüne, yükselme hýrsýn
geçmek
için didinmeye, tutkularýn tümüne kölelik ettikten sonra ruhun yapayalnýz kalmasý, kendisiy
bas basa yasamasý
ne
paha biçilmez bir zevktir. Eðitim ve bilgiyle beslenince, insana, istediðini yapmak için
gereken zamaný býrakan
yaslýlýktan daha hos bir sey olamaz. Solon, bir mýsraýnda ne güzel söylüyor: Her gün bildik
e birçok seyler
katarak yaslanýyorum.
Yaslýlýk ölüme yakýnmýs. Onca yýl yasayýp da ölümün küçümsenmesi gerektiðini anlamayan yasl
Hangi genç budala aksama kadar yasayacaðýný kesinlikle söyleyebilir? Hem gençlerde insaný ö
n
nedenler yaslýlardan daha çoktur. Yaslýlarýn sayýsýnýn az olusu da gençlerin daha çok öldük
miyor mu?
Ölüm, ruhu tümüyle yok ediyorsa, üstünde durulmaya deðmez, onu sonsuz bir ömür yasayacaðý b
götürüyorsa, istenilmesi gereken bir seydir. Ölüm, gençlerin de basýnda olduðuna göre, niçi
nedeni olsun? Ben, kendi payýma, oðlumun ölümünü görmekle ölümün yasa bakmadýðýný acý bir d
bulunuyorum. Bir genç uzun bir süre yasayacaðýný umar, bir yaslýysa böyle bir umut besleyem
diyebilirler. Kesin
olmayan bir seye umut baðlamak düpedüz budalalýktýr. Bundan baska yaslý, gencin umduðunu el
eçirmis
bulunduðundan, daha iyi bir durumdadýr. Biri uzun bir süre yasamayý umar, ötekiyse uzun bi
r süre yasamýstýr. Bir
aktörün hosa gitmesi için oyunun bitmesi gerekmez, oynadýðý perdede beðenilmesi yeter. Bir
a da olsa,
gereði gibi yasamaya yetecek kadar uzundur. Elmalar hamken çekilip kopartýlýr, olgunlasýnc
a kendiliklerinden
düserler. Böylece, gençlerin canýný da bir güç koparýp alýr, yaslýlarsa olgunluktan sönerle
luk, bana öyle
tatlý geliyor ki, uzun bir deniz yolculuðundan sonra karayý görür gibi oluyor, sonunda bir
limana varmak
kesinliðinin hazzýný duyuyorum. Önemli olan, hayata doymus olmaktýr. Her çaðýn, ayrý ayrý g
i gereken
hevesleri vardýr. Nasýl ki bir genç, bir çocuðun; bir orta yaslý da bir gencin heveslerini
uymaz ve aramazsa bir yaslý
da öylece kendinden önceki çaðlarýn heveslerini duymaz ve aramaz. Yasamaya doymanýn anlamý
ur.
Tanrýlardan
biri bana yeniden çocukluða dönmemi baðýslasaydý bütün gücümle direnirdim. Yarýsý basarýyla
meydanýn
öbür ucuna dönmek istemez. Yasadýðýma pisman deðilim, dünyaya bosuna gelmediðimi biliyorum,
gibi geçirdim. Ksenophon bir yapýtýnda, ölmek üzere olan Kyros'a sunlarý söyletir: Sevgili
larým, siz benim
ruhumu ne zaman gördünüz ki öldükten sonra göremeyeceðiniz için aðlýyorsunuz? Cicero, yaslý
i
su sözlerle bitiriyor: Keske sizler de bu çaða gelseniz de benden dinlediklerinizin doðr
u olduðunu kendi
deneylerinizle anlayabilseniz.
Marcus Tullius Cicero, Yaslýktan (De Senectute), sonra Dostluk'u (De Amicitia) da öv
dü. Düsünce, Aristoteles'le
Theophrastos'tan gelmektedir. Ancak, Romalý stoacý Cicero, dostluðun, Yunan kökünden gelen
tanýmýný
Romalýlastýrmýstýr. Taným, stoacýlýðýn temel düsüncesine uygundur: Dostluk, anlasmaktýr (sy
tluk,
insanlarýn insanlarla ve tanrýlarla ilgili her seyde, yakýnlýk ve sevgi duygularýyla anlas
malarýdýr. Ancak, iki
insanýn birbiriyle anlasabilmesi kolay deðildir. Dostluðu gerçeklestirecek bir anlasmanýn
doðabilmesi için birtakým
nitelikler ister. Bu nitelikleri tasýmayanlar, dost olamayacaklarý gibi, dost da edi
nemezler. Cicero, yapýtýnda, bu
nitelikleri bilimsel bir sýraya sokarak saymamýstýr. Yapýtýn bütünü içinde, konusmanýn gidi
erpistirilen bu
nitelikler, söylece sýralanabilirler:
1- Dostluk, ancak iyi insanlar arasýnda gerçeklesebilir. Ýyilik, dostluðun en gerekli ni
teliðidir. Ýyi olmayan insanlar
dost olamazlar. Ama iyiliðin ölçüsü nedir?.. Cicero, iyilik konusunda, filozoflarýn ölçüler
ulmaktadýr.
Filozoflara göre, bir insanýn iyi olabilmesi için, bilge olmasý gereklidir. Cicero'ya göre
, bu anlamda bir iyiliðe hiçbir
ölümlü erisememistir. Bilgelik, kýskançlýk dolu, karanlýk bir sözdür. Ýyi sayýlmak için doð
hakseverlik ve cömertlik yolunu tutmak yeter. Katýksýz iyilik, erdemli kiside bulunur.
Çünkü dostluðu hem doðuran,
hem sürdüren erdemdir. Genellikle iyi sayýlan insanlar, iyi insanlardýr. Onlarýn erdemleri
, günlük yasayýs için
yeterlidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde bulunmayan insanlarý düslemek gerekmez.
2- Dostluk, sürekliliði gerektirir. Süreklilik niteliði bulunmayan yerde, dostluðun sözü ed
mez. Sürekliliði de
ancak erdemlilik saðlayabileceðine göre, bu nitelik, iyilik niteliðine sýkýca baðlýdýr. Cic
göre, gerçek
dostluklar ölümsüzdür. Ancak bu sürekliliði saðlamak da kolay bir sey deðildir. Ortaya çýka
ilir,
siyasal düsünceler çatýsabilir, insanlarýn huylarý deðisebilir. Kara alýnyazýlarý gibi, dos
öyle
rastlantýlar vardýr ki, bunlardan kaçýnmak, insan bilgeliðinin deðil, talihin isidir.
3- Dostluk, her alanda uyusmayý gerektirir. Her alanda uyusmamýs olanlar, süreklilik n
iteliðini, bundan ötürü de
dostluðu saðlayamazlar. Düsüncelerinde, beðenilerinde, yasayýslarýnda benzerlik bulunanlar,
rbirleriyle
uyusabilirler. Ayrý düsünceler, ayrý beðeniler, ayrý yasayýs biçimleri uyusma yerine, çatýs
ar. Her alanda
uyusmamýs kisilerin dostluðu, yalancý bir dostluktur ve her yalancýlýk gibi günün birinde k
ek
zorundadýr.
4- Dostluk, sadakati gerektirir. Çünkü uzun bir süre uyusmus bulunanlar, bu uyusmanýn bir,
ya da birkaç niteliðini
yitirebilirler. Önceden uyusmamýs kisilerin dostluklarý ne kadar yalancý bir dostluksa,
bu niteliklerin
yitirilmesinden ötürü bozulan dostluklar da o kadar yalancýdýr. Gerçek dostluk, ölümsüzdür.
gözü kördür
derler ama, güler yüz gösterdiði kisilerin de gözlerini kör ettiði bir gerçektir. Onlar, ço
bir kendini beðenme ve
dostunu hor görme duygusuna kapýlabilirler. Hiçbir sey, talihli bir budaladan daha çekil
mez olamaz. Kimilerinin;
önceden erdemli insanlarken, kumanda ve yetki elde ederek mutluluða eristikten sonra
, deðistikleri, eski
dostlarýný
hor görüp yenilerine baðlandýklarý görülebilir. Yetkileri ya da paralarýyla alýnabilecek he
elde edip de,
dostluðu, evrenin bu en deðerli ve en güzel süsünü elde etmemelerinden daha budalaca ne ola
ilir? Alýnabilecek
olan seyler, kim güçlüyse onun malýdýrlar. Dostluksa, sadece dostun malýdýr.
5- Dostluk, akýllýlýðý gerektirir. Herkesin mallarýný alýrken, sadece kendisinin olaný alma
meyen
budalalar
dostluk kuramazlar. Bu akýllýlýk, sevgi alanýnda filizlenen bir akýllýlýktýr. Sevgi erdemi,
luklarý hem kurar, hem
korur. Çünkü, onda her türlü ahenk, süreklilik, saðlamlýk vardýr. Kendini gösterip ýsýðýný
baskasýnda da parladýðýný gördüðü erdem ýsýðýna yaklasýr, ondaki ýsýktan da ýsýk alýr. Dost
tutusur. Sevgi ve dostluk sözcükleri ayný kökten gelirler (Amor, amicitia, amore). Sevme
kse, hiçbir seye
gereksinmeden, hiçbir yarar beklemeden, sevilen'e baðlanmak demektir. Akýllýlýk, gerçek ola
la gerçek olmayaný
ayýrmada tek ölçüdür. Yüze gülücüyle gerçek dostu, akýllýlýk ayýrýr.
6- Dostluk, birliði gerektirir. Taras'lý Arkhitas (Ý.Ö. dördüncü yüzyýlda yasayan Pythagora
) ne doðru
söylemis:
Bir insan, göðe yükselerek evreni ve yýldýzlarýn güzelliðini seyretseydi bu seyir ona hos g
ecekti. Oysa yanýnda
gördüklerini anlatabileceði bir dostu bulunsaydý bundan pek hoslanýrdý... Evet, doða yalnýz
or. Dostluðun
en tatlý yaný da, doðanýn istediði bu birlikteliði gerçeklestirmesidir. Doða, ne istediðini
adýðýný bu kadar açýk
olarak belli ettiði halde, bilmem nasýl oluyor da bu kadar saðýrlasabiliyor, doðanýn uyarma
arýna kulaklarýmýzý bu
kadar týkayabiliyoruz?.. Dostlar arasýnda, sadece sevgi ve beðenme deðil, saygý da bulunac
aktýr. Doða, dostluðu,
erdemin yardýmcýsý olsun diye vermistir, kötülüklerin yardakçýsý olsun diye deðil. Onun ama
rdem, tek
basýna en üstün iyi'ye erisemediðine göre, oraya baskasýyla birlesip ortak olarak erissin.
e, bence, diyor Cicero,
insanlarýn pesinde kosmaya deðer saydýklarý her seyi, serefi, ünü, ruhun sükun ve sevincini
e alan birlik, bu
birliktir. Bütün bunlar var olunca, yasamak, mutlulukla dolar. Bunlar olmadan mutlu
olunamaz. Mademki bu birlik,
en üstün iyiliktir, onu elde etmek istiyorsak, erdem kazanmaya çalýsalým. Erdemsiz, ne dos
tluða, ne de herhangi
bir
seye erisebiliriz. Erdeme deðer vermeden dost edindiklerini sanan insanlar bir gün kötü
bir olayla karsýlasmak
zorunda kalýrlarsa, o zaman; ne kadar yanýlmýs olduklarýný anlayacaklardýr. Atinalý Timon b
(insanlarýn
nankörlüðünden tiksinerek yalnýzlýðý arayan Atinalý zengin), tiksintisini dökebilecek bir i
amaya
katlanamamýstýr.
Cicero, yapýtýnda, dostluðun sýnýrlarýný da çizmeye çalýsýyor. Soruyor: Acaba, Coriolanus'ü
a
yasayan Romalý komutan, önceleri pek sevildiði halde, sürgün cezasýna çarptýrýlýnca Roma'ný
kalkmýstý) dostlarý olsaydý, vatana karsý, onunla birlikte silaha sarýlýrlar mýydý?.. Doða,
erdemin yardýmcýsý
olsun diye vermistir, kötülüklerin yardakçýsý olsun diye deðil. Dostluðun temeli, erdeme ka
ulan saygýya
dayandýðýna göre, insan erdemden ayrýlýrsa, dostluk süremez. Utanç verici bir sey istememek
enince de
yapmamak, dostluðun en kutsal yasasýdýr. Dosttan serefli seyler istemek, dost uðruna ser
efli seyler yapmak,
dostluðun en kutsal yasasýdýr.
Bu konuda üç düsünce ileri sürülmektedir:
a) Dostumuza karsý, kendimize beslediðimiz duygularýn aynýný beslemek düsüncesi: Bu düsünce
ir
düsünce deðildir. Çünkü, kendimiz için yapamayacaðýmýz nice isler vardýr ki, dostlarýmýz uð
yapabiliriz. Örneðin, kendimiz için yalvarmak serefsizlik olduðu halde, dostumuz için yalv
armak ne büyük sereftir.
b) Dostumuza karsý, dostumuzun bizim için beslediði duygularýn aynýný beslemek düsüncesi: B
de,
doðru deðildir. Yapýlan ve görülen iyiliklerin es olmasýný istemek, dostluðu çok ince ve de
aplara vurmak
demektir. Gerçek dostluk, daha zengin, daha cömerttir. Aldýðýndan çok vermemekte bu kadar t
tiz davranmaz.
c) Dostumuza karsý, onun kendisine beslediði duygularýn aynýný beslemek düsüncesi: Bu düsün
anlýstýr.
Çünkü, kimi insanlarýn güçleri kýrýlmýs, ya da basarýya ulasma umutlarý yitirilmis olabilir
da onun gibi
düsünmesi dostluða yarasmaz. Tersine, dost, dostunun güçsüzlüðünü gidermeye, yitirilen umut
desteklemeye
çalýsan kisidir.
Öyleyse, gerçek dostluðun sýnýrlarý baska türlü çizilecektir: Töresel bir temizlik içinde k
asma.
Dostluk üstüne söyleyeceklerim iste bunlar, diyor Cicero, size gelince, siz erdeme öyles
ine deðer verin ki, onsuz
dostluk olamaz erdemden baska hiçbir seyin dostluða üstün tutulabileceðine inanmayýn. Antik
unan
bölünmezciliði (Atomculuðu)'nin büyük ve güçlü ürünü Epikurosçuluk'tur. Epikurosçuluðun büy
özdekçiliði'nin baslýca temsilcisi Lukretius'dur. Özdekçilik, böylelikle, eski Yunan'dan es
Roma'ya geçmis
bulunmaktadýr. Bu, öylesine bir geçistir ki, yüzyýllarca sonra Batý'yý uyandýracak ve özdek
ayýsýna genis
boyutlar kazandýracaktýr. Ýdealizme pek yakýsan bir güçlüler egemenliðinin vataný olan Roma
retius,
Roma'nýn bütün görkemine direnen saðlam bir tohum gibidir. Roma egemenlerinin çýkarlarýna u
düsen dinsel
ve gizemsel felsefenin temsilcileri Cicero, Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius
'un bütün çabalarýna karsýn bu
tohum gittikçe verimli olmaktan alýkonulamamýstýr. Benjamin Farrington, Epikuros'un Tanrýl
arý ve Roma Devleti
adlý yazýsýnda söyle der (The Modern Quarterly, sayý 3, c. I, Londra, s. 214): Epikurosçula
ona karsý: duyduklarý
taparcasýna sevgi, Cicero'nun hosuna gitmiyordu. Tusculenedes, Ý.Ö. 45 yýlýnda Epikurosçulu
Roma'da
yayýlýsýna öfkeleniyor,. baska bir felsefenin önerilmesini amaçlýyordu. Epikuros özdekçilið
'da yayýlýsýnýn
baslýca etkenleri, onun ilk çeviricisi Amafinius'le Lukretius'dür. (Bilinmesi gerekir
ki Lukretius, Roma'da,
kendisinden hiç söz edilmemek yoluyla baltalanmýstýr. Kimi incelemecilere göre, bu susku, ö
gütlenmis ve bilinçli
bir suskudur. Çaðýmýzda da uygulanan bu yöntem bir dereceye kadar etkendir. Nitekim Lukret
ius'un kisiliði ve
yasamý üstüne bu yüzden hemen hiçbir bilgi kalmadýðý gibi, yazýlarýnýn çoðu da yitip gitmis
parçalarýndan birinde büyük özdekçi düsünür söyle der (Lukretius, Nesnelerin Doðasý üstüne,
-63):
Kendi zenginliklerini arttýrmak için vatandaslarýnýn kanlarýný dökerler. Cinayet üstüne cin
leyerek
zenginliklerini iki katýna çýkarýrlar. Kardeslerinin cenaze törenleri onlar için haz konusu
yakýnlarýnýn sofralarý kin
kaynaðýdýr.
Lukretius'un bütün düsüncelerini ve Epikuros özdekçiliðine katkýsýný De Rerum Natura adýný
den
öðreniyoruz. Bu siir altý kitaba bölünmüstür. Lukretius'a göre; evren sürekli olarak devine
n meydana
gelmistir, baslangýcý ve sonu yoktur, yaratýlmamýstýr ve yok olmayacaktýr, zaman ve uzay de
inen özdeðin dýsýnda
varolamaz, bunlar birbirleriyle baðýntýlýdýrlar, özdeðin bölünebilirliði atomda biter; evre
ik
görünüslerinin içinde bu atomlar vardýr, doðayý açýklamada yaratýcý ilkeler hayal etmek yan
dýr, sonsuz
olan evrende sayýsýz dünyalar vardýr, bu dünyalar hep ayný atomsal özdeklerden meydana gelm
ir, devim özdeðin
bir özelliðidir ve hiçbir doðadýsý varlýðýn fiskesiyle meydana gelmis deðildir, demir gibi
cisimlerin bile içi sonsuz bir devimle devinmektedir. Görüldüðü gibi, çaðdas bilimin birçok
ri bu siirde
verilmistir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu gibi özdekçi düsüncelerin her zaman sunla
r gibi sosyo-ekonomik
gözlemleri de birlikte getirmis olmasýdýr: Ýnsanlarýn gümüs ve altýn damarlarýný izlediði,
iklerinin
demirle arastýrýldýðý bu yerlerde Scaptensula'nýn dibinden pis kokulu bir soluk yayýlýr. Ma
lerin yüzleri ve
tenleri bu zararlý soluk altýnda çöker. Onlarýn neden çabuk öldüklerini ve ne türlü çetin b
u uðrasýya
boyun eðdirildiklerini, varlýklarýnýn nasýl bir güvensizlik içinde olduðunu hiç görmediniz
madýnýz mý?
(Ýbid, kitap Vi, satýr 808-815). Lukretius bunlardan baska doðaya hiçbir seyin kumanda e
tmediði ve edemeyeceði,
doðada nesnel yasalarýn var bulunduðu ve doðanýn bu yasalara göre gelistiði, bu yasalarýn n
olduklarý kadar
da
zorunlu bulunduklarý, düsüncenin nesnel gerçeðin bir yansýmasý olduðu, sevinç ve acý izleni
n
duyumlarýmýz ve algýlarýmýzla meydana konduðu vb. gibi saskýnlýk verici çaðdas düsünceler i
Unutulmamalýdýr ki, bütün bu düsünceler Ý.Ö. ileri sürülmüslerdir, yirmi bir yüzyýllýk bir
Lukretius'a göre kendiliðindenlik evrenin olusmasýnda temel yasadýr. Söyle der: Evrenin at
omlarýnýn yerli yerine
yerlestirilmis olmalarý, bir kafanýn hazýrladýðý bir plana göre olmus deðildir. Evrenin içi
bir türlü deðisime
uðradýktan, sonsuzluk boyunca sarsýlýp yerlerinden edildikten sonra, her çesit devinmeleri
ve birlesmeleri deneye
deneye sonunda evreni meydana getiren bir düzene ulasmýslardýr (Ýbid, kitap I, satýr 1024-
1028). Demek ki, bu
düzen kendiliðinden elde edilmis, evren kendi kendini deneye deneye kurmustur. Her s
eyin bir baslangýcý, bir
yasamý ve bir sonu olduðu yolundaki eytisimsel tez, Lukretius'da bütün açýklýðýyla dile gel
inmeler, varolusa
ne kesin olarak üstün gelebilirler ve ne de onu koruyabilirler. Meydana gelmis olaný tümüy
le yýkamayacaklarý gibi,
meydana getirdiklerini koruyamazlar da. Varolma ve yok olma arasýndaki savas bu yüzd
en sonsuza esit kosullarda
sürüp gider. Yasam, kimi zaman burada ve kimi zaman orada üsttedir. Ölüm de öyle. Aydýnlýk
in kýyýlarýna
ayak basan çocuðun yasam viyaklamalarý, ölümün hüzün verici iniltilerine karýsýr. Bu iki ol
ine karýsmadan
hiçbir gecenin ardýndan gündüz gelmediði gibi hiçbir gündüz de geceye dönmemistir. (Ýbid, k
satýr 569-580).
Demek ki evren, sonsuz bir olus içindedir. Epikurosçu ataraxia, Lukretius'un büyük siirs
el deðeri bulunan
dizelerinde söyle dile gelir: Doða'nýn ne dediðini duymuyor musunuz? Beden için acýdan ,uza
, tin için tasasýz
olmaktan baska bir istediði var mý ki? Acýyý dindirebilen, tasayý yok edebilen her sey ona
sevinç verir. Doða, doða
olarak, bundan baska bir sey istemez. Eðer bizim evimizde ellerinde geceyi aydýnlatm
ak için mesaleler tutan
heykeller yoksa, her yaný gümüsle ýsýldamýyor ve altýnla parýldamýyorsa ne çýkar, bir akars
bir aðacýn
dallarý altýnda, dostlarýn arasýnda, taze çimenlerin üstüne uzanarak, kolayca ve masrafsýzc
ndimizi
dinçlestirebilmek, hele hava bize gülümsüyorsa ve mevsim yesil otlarýn arasýna çiçekler ser
rmisse.. bize yeter
(Ýbid, kitap ii, satýr 17-33).
Evet sevgili Lukretius, gerekli olan, simdilik sadece bu.
ÝKÝ KURUM. Bos zamanlarýnda Cicero'nun felsefesel öðütleriyle eðlenen Romalý, pratik yasamý
yürekli,
gözü pek bir isadamýdýr. Kölelerini çalýstýrýrken ne yaslýlýk tanýr, ne de dostluk. Yunanlý
larýný
Latinlere aktarýp Batý felsefesinin terimsel temellerini atan Cicero'nun bile ne yam
an bir isini bilir olduðu ilerde
görülecektir. Romateorisi gelecek yüzyýllara öðütler düzenlerken Roma pratiði gelecek yüzyý
býrakmak
üzere iki Toplumsal kurum pekistirmektedir: Mülkiyet ve aile. Mülkiyet, insanlýk tarihin
in belli bir asamasýnda
meydana çýkmýs tarihsel bir olgudur. Tarihsel süreçte üretim tarzýyla belirlenmistir. Yunan
anlarýnýn altýnçað
adýný verdikleri komünal toplumda özel mülkiyet yoktu, komünal topluluðun hep birlikte mülk
demek olan
ortak mülkiyet vardý. Çünkü insanlar tek baslarýna deðil, kollektif bir biçimde hep birlikt
biliyorlardý. Ortak
çalýsma zorunluðu ortak mülkiyeti gerektiriyordu. Ýnsanlar arasýndaki çesitli iliskiler, es
isle üretim iliskileri, hep
bu ortaklýkla düzenlenmisti. Zamanla üretim aletleri gelisti, bir aile baska ailelerin
yardýmý olmaksýzýn üretebilme
gücünü kazandý. Çalýsma özellesince mülkiyet de özellesti. Daha açýk bir deyisle mülkiyet,
da
ortak olmak zorundaysa, özel çalýsmada da özel olmak zorundaydý. Ne var ki insanlar arasýnd
ki iliskiler de, buna
uygun olarak, yeni biçimlere dönüsüyordu. Ýnsanlar nasýl üretirlerse öylece tüketirler, tük
üretim
biçiminden ayrýlamaz. Ortak çalýsma nasýl ortak mülkiyeti ve ortak tüketimi gerektirmisse ö
ma da öylece
özel mülkiyeti ve esit olmayan özel tüketimi gerektirdi. Ýnsanlar nasýl üretmislerse öylece
dinmisler ve
öylece
tüketmisler, buna uygun siyasal sistemler kurmuslardýr. Bundan ötürüdür ki insanlýk tarihin
toplumlarýn siyasal
sistemleri, üretim biçimleriyle kosullanan mülkiyet biçimleriyle belirlenmektedir. Romalýl
arýn köleci
imparatorluklarý böylesine bir belirlenmenin ürünüdür. Daha sonra olusacak olan feodal, ana
alcý ve toplumcu
sistemler de böylesine bir altyapýyla belirleneceklerdir. Ne var ki insanlar aletsiz
çalýsamaz, üretim araçlarýna
sahip olmaksýzýn üretemezler.
Her insanýn elinde üretim aleti bulunduðu sürece insanlar birbirleriyle esit kalýrlar, ama
insanlarýn bir bölümü
öbür
bölümünün elinden üretim aletlerini zorla alýrlarsa sýnýflar gerçeklesir. Bir bölüm insanla
n bir bölüm
insanlar da köle sahibi olurlar. Sadece köle sahibi olmakla da kalmazlar, ayný zamanda
ve ayný nedenden ötürü
aile
sahibi de olurlar. Aile, tarýmýn ve köleliðin gerçeklesmesiyle meydana gelmistir. Demek ki
özel mülkiyetin
ürünüdür. Ýlkin, insanlar arasýnda her türlü kuraldan yoksun cinsel iliskiler vardý. Bunlar
ile iliskileri deðil, bir
asiret iliskileriydi. Ana, Çocuk, kardes gözetilmeksizin asiretin bütün kadýnlarýyla bütün
leri birbirleriyle
cinsel iliski kurabilirlerdi. Bu durumda Baba belli olmadýðýndan çocuklar toplumundu. As
iretin ekonomik yapýsý da
buna uygundu, herkes asiret için çalýsýr ve her sey herkes arasýnda bölüsülürdü. Bu durum,
klarýnýn
meydana çýkmasýyla, zorunlu olarak ailenin bugünkü biçimi olan tek esli evlilik biçimine dö
iyet ve
bundan doðan miras haklarýný sürdürmek için babalarý kesinlikle belli olan çocuklar yetisti
gerekiyordu. Bu
asama, baska cinsel iliskinin sadece kadýna yasaklanmasýyla gerçeklesti.
ÝLK KAVGA. Mal edinme yüzünden ilk kavga, ilk insanla baslýyor. Musa'nýn birinci kitabýnýn
bölümü
bu masalý söyle anlatýr: Ve Adem, karýsý Havva'yý. bildi. Havva gebe kalýp Kabil'le Habil'i
rdu. Kabil çiftçi,
Habil çoban oldu. Günler geçti. Kabil, Tanrý'ya topraðýn ilk ürünlerini sundu. Habil de sür
rini. Tanrý,
Habil'in armaðanýný aldý, Kabil'in armaðanýna bakmadý. Kabil çok öfkelendi ve kýrda karsýla
Habil'i
öldürdü. Günler geçip kosullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar: Ezenler ve ezi
r... Kavga, bunlar
arasýnda olmaktadýr. Nitekim ilk büyük kavgalara da, ezenlerle ezilenlerin en çok sivrildi
kleri Roma imparatorluðu
topraklarýnda rastlýyoruz.
Bu kavgalardan ilki, Lucius Sergius Katilina'nýn (Ý.Ö. 109-6l) yönettiði kavgadýr. Bu kavga
a, tarihsel diyalektik
çok önemli bir dönüsme örneði veriyor: Ezenlerin soyundan geldiði halde ezilenlerin savunuc
Katilina'yla
ezilenlerin soyundan geldiði halde ezenlerin savunucusu Çiçeron karsý karsýyadýr. Güçlülere
n Çiçeron,
Katilina'ya karsý konsül seçilmistir. Katilina, yoksullara toprak daðýtýlmasýný ve çesitli
le haksýzca kabaran
borçlarýnýn silinmesini istemektedir. Buna karsý Çiçeron, Görevler adlý yapýtýnda söyle yaz
elindeki topraðý almak ve borçlarý silmek ha?.. Fakat bu, devletin temellerini sarsmak d
emektir. Çünkü, devletin
görevi, mülkiyeti korumaktýr. Kendi paramla yaptýrdýðým evi baskalarý kullansýn, böyle sey
olarak verdiðim kendi paramý köylüden geri istememeliymisim, bu da ne demek oluyor?..
Bunun ne demek olduðunu, Katilina ayaklanmasýna katýlan komutan Manlius, bir mektubund
a söyle anlatýyor:
Bütün anlasmazlýklarýn ve savaslarýn kaynaðý olan zenginliði istemiyoruz. Ýstediðimiz, sade
Katilina, önceleri, sosyal adaleti olumlu bir yoldan gerçeklestirmeyi düsünüyordu. Bunun iç
n de iki kez konsül
seçilmeye çalýsmýstý. Ama olumlu yol kapanýnca olumsuz yola basvurmak zorunda kaldý. Büyük
klanma
tertipledi. Ne var ki bu ayaklanmanýn sonunda, üstün güçler karsýsýnda dayanamayarak arkada
nlius'la
birlikte
savas alanýnda öldürüldü. Tarihçi Salluste, Katilina ayaklanmasýný yerdiði halde, onun, Flo
olaylarýnda
kahramanca can verdiðini yazmaktadýr. Söyle diyor: Yüzü, ölümünden sonra bile kahramanlýðýn
i,
varlýklýlarý küçümsemekte devam ediyordu... Katilina olayý, 1611'de B. Johnson'un ve 1748'd
rebillon'un
yazdýklarý iki ünlü trajediye konu olmustur. Ezilenlerin ezenlere karsý ikinci büyük ayakla
sý, gene Roma'da,
Spartaküs adlý kölenin yönettiði ayaklanmadýr (Ý.Ö. 73-71). Spartaküs, Trakya'dan devsirilm
nitelikleri
olan bir adamdý. Kimi tarihçiler onu, Anibal deðerinde bir komutan saymaktadýrlar. Roma'
da büyük çiftliklerin
isletilmesi kölelerin gücüne dayanýyordu. Roma, gittikçe gelisen zenginliðini kölelere borç
. Köleler, genellikle
savas tutsaklarýydý. Kölelerin saðladýklarý üstün bir mutluluða erisen Roma, ne var ki bu m
emekte pek
cimriydi. Romalý kölelerin yasayýsý, Romalý hayvanlarýn yasayýsýndan daha kötüydü. Tanýnmal
demirle göðüsleri damgalanýyor, kaçmamalarý için kalýn zincirlerle birbirlerine baðlanýyorl
soylularý
eðlendirmek için birbirleriyle dövüstürülüyor, birbirlerini boðazlamak zorunda býrakýlýyorl
ayvanlarýn
önüne atýlýp parçalattýrýlmalarý da baska bir eðlence biçimiydi. Spartaküs de bu kölelerden
mis kadar
köleyle birlikte kaçmanýn yolunu bulmus, arkalarýndan gönderilen üstün kuvvetleri darmadaðý
k silahlarýný
ele geçirmistir. Ýtalya'nýn dört bir yanýndan kosup gelen bütün ezilmislerin katýlmasýyla k
da büyük bir
ordu kurarak Roma'yý titretmeye baslamýstýr. Bu, öylesine bir titremeydi ki, Romalý analar
yaramazlýk eden
çocuklarýný, Spartaküs geliyor diye sindiriyorlardý. Spartaküs, üstüne gönderilen kocaman R
ularýna karsý
birçok önemli basarýlar elde ettiði halde, sonunda, yenilgiden kurtulamamýstýr. Bu yenilgi,
Romalýlarýn bile
ummadýklarý bir sonuçtu. Çünkü Spartaküs, Roma'yý kökünden temizleyecek yolun dörtte üçünü
bulunuyordu.
ÝKÝ KAVRAM. Bir yanda ezenlerle ezilenler her gün biraz daha uçlasýrken öbür yanda ezenler
n toprak
sahiplerinin karsýsýna para adamlarý dikilmektedir. Böylelikle insan düsüncesinde iki öneml
avram daha
olusmaktadýr: Vergi ve faiz. Vergi, devlet kurumunun masraflarýný karsýlamak için halktan
alýnan paradýr. Daha
açýk
bir deyisle, Roma'nýn köleci devletinde köleleri baský altýnda tutmak ve baskaldýrmalarýna
el olmak için
kurulan
devlet örgütünün parasýný da köleler öder. 1793 Fransýz Anayasasý, hiçbir vatandas devlet m
atýlmak
serefinden yoksun býrakýlamaz demekle, onu bir seref olarak nitelemistir. Bununla be
raber, birçok vatandaslar bu
sereften, açýk ve gizli olmak üzere iki yolla, yoksun býrakýlmýslardýr. Bu seref yoksunluðu
yoluna maliye
dilinde vergi muafiyeti denir. Gizli yolsa birçok karmasýk vergi formülleriyle gerçekles
tirilir. Bu karmasýk hesap
formüllerinin kolaylýkla anlasýlabilecek olaný araçlý vergilerdir. Bir ölçek tuz alýrken Ro
le Romalý köle
ayný vergiyi öder. Gerçekte her ikisinin de tuz ihtiyacý ayný niceliktedir. Daha açýk bir d
sle, bir varlýklý, parasý
çok olduðundan ötürü daha çok tuz yiyemez. Bu vergiyi ödeyen konsülün varlýðýndan hiçbir se
köle
belki de bütün varlýðýný harcamýs olur. Vergiyi ödeyen konsülle köledir ama, vergi tuzdan a
bi görünür.
Her sey bir vergi konusudur. Ýngiltere Basbakaný Gladstone, yeni kurulan Faraday lab
oratuarlarýný gezerken:
Elektrik ne ise yarar? diye sormus. Faraday da: Devletin vergi almasýna yarar efen
dim! demis. Ýste baskaldýran
kölelerin azaltýlmasýný istediði vergi bu vergidir.
Faiz, kiralanan paranýn kira bedelidir. Borç para verenle borç para alan arasýndaki anla
smadan ya da yasalardan
doðar. Büyük dinler, paranýn gittikçe artan gücüne karsý toprak sahipleri sýnýfýný korumak
yasaklamýslardýr. Çünkü büyük dinlerin meydana çýktýklarý çaðlarda egemen sýnýf, köleci esd
ri
sýnýfýydý. Toprak sahipleriyse topraklarýný isletebilmek için daima borç para almak durumun
r. Aldýklarý borç
paraya karsý faiz ödemek istemiyorlar, kendilerine borç verenlerin erdemli 'olmakla ye
tinmeleri gerektiðini ileri
sürüyorlardý. Tanrý adýna bunun da çaresi bulunmus ve faiz bütün büyük dinlerce yasaklanmýs
i
egemenlik, köleci esdeyisle toprak sahipleri sýnýfýndan para sahipleri sýnýfýna geçince din
e pek zor bir
durumda kaldýlar. Çünkü daima egemen olan sýnýfý korumak görevini yüklendiklerinden bu sefe
ra sahipleri
sýnýfýný korumalarý gerekiyordu. Ama Tanrý adýna bunun da yolu kolaylýkla bulundu ve hiyle-
'iyye'lerle faize göz
yumma yolu tutuldu. Vergiler ve faizlerle ezilenleri avutmak gerekiyordu. Metafi
ziðin güçlü kurumlarý bu avutma
görevini yerine getirebilmek için tarihsel süreçte durmadan deðisiyorlar, yeni çareler arýy
ar, yeni biçimlere
dönüsüyorlardý.
DÝNSEL BÝRESÝM. Görüldüðü gibi, din kurumu her zaman ve her yerde güçlülerin yanýndadýr. Bu
umutlarýný kesmis bulunan ezilmisler, onun öbür dünya vaatlerine dört elle sarýlmýslardýr.
ki bu oyalanma
da
yetmiyor, ara sýra canlarý boðazlarýna gelip baskaldýrýyorlar. Oyalamanýn bir baska yolu di
ri çesitlendirip, bu
çesitli dinleri de küçük ayrýntýlarla çesitli mezheplere ayýrarak, ezilmisleri birbirlerine
tmaktýr. Ý.S. III.
yüzyýlda Ýran'da akýllý bir adam yasadý. Bu adam, bütün dinlerin ayný kaynaktan doðduðunu,
yüzünden bunca yýldýr insanlarýn bos yere birbirleriyle boðustuklarýný görerek bütün dinler
inde
toplamaya, bir çesit dinler biresimi (sentez) yapmaya kalktý. Bu akýllý adamýn adý Mani'dir
(Ý.S. 216-276).
Fransýzlar, Manes ya da Manichee diyorlar, Latincede de Mancius deniyor. Bu büyük Ýranlýnýn
kurduðu dinin adý
Manilik'tir (Manicheisme). Manilik dünyanýn dört bucaðýna hýzla yayýlmýs, Xi'nci yüzyýlda F
bile
sokulmustur.
Ermis Augustinus bile bir ara bu dini benimsemistir. Manilik, dinlerin biresimin
i yaparak, dinler arasýndaki kavgayý
kaldýrmak amacýný güdüyordu. Zerdüst rahipleri Ý.S. 276 yýlýnda Mani'yi yakalayarak derisin
ar. Oysa
Manilik akýmýný önleyemediler. Bu akým, için için kaynayarak yüzyýllar boyunca yasadý ve gü
i.
Maniliðin temelinde hemen her dinden, akýl ölçüsüne uyularak alýnmýs, bir parça vardýr. Din
ralý, iyilikle
kötülük karsýtlýðýna dayanmaktadýr. Ýyilik, ýsýk ve ruhtur, kötülük de karanlýk ve bedendir
le
kötülük karýsýmýdýr. Evrenin bir parçasý olan insan da öyledir, ruh ve bedenden, iyilikle k
.
Bedenin (maddenin) içine hapsedilip acý çeken ruhlarý kurtarmak gerekir. Bütün ruhlar arýna
maddeden
kurtulup
gerçek yerlerine, ýsýk göðü'ne çýktýklarý zaman dünyanýn sonu gelecektir. Mani, Ýsa'dan da
kendisini müjdelediðini, sözünü ettiðini Kutsal Ruh'un kendisi olduðunu ileri sürmüstür. Ma
lerin
günes-ýsýk gücü temeline dayandýðýný görmüs, dinin bütün dualarýný bize ýsýk gönderen günes
Oruç tutmak, kardesçe bir arada yemek yemek gibi çoðu dinlerdeki ortak biçimlere de önem ve
misti. Ýnsanlarýn,
kendilerini baðlayan ve zora sokan biçimlerden ne kadar hoslandýklarýný biliyordu. Hýristiy
nlara ermis Pavlus'un
yazdýklarýna aldýrmamalarýný söyleyerek, gerçek Ýsa'nýn bir ýsýk habercisi olduðunu, bu ýsý
m
diniyle gerçeklestiðini bildiriyordu. Ýyi bir Mani olabilmek için her türlü tutkudan ve yal
ncýlýktan sakýnarak
yasamak yetecekti. Ýyiliðin ilkeleri, tutkularýný yenmesini bilmekle doðru sözlü olmaktý. Ý
dan istediði,
yasadýklarý sürece, bu kadarcýk bir çaba gösterebilmeleriydi. Bu çabayý gösterebilenler arý
lmus
(erdemli)
ruhlar olacaklardý.
TANRIYA GÖTÜREN ÜÇ YOL. Erdeme, tanrýya benzemeye çalýsmakla ulasýlýr, diyor Plotinos. Ýnsa
tanrýya benzemek olmalýdýr. Plotinos (203-270), Mýsýrda yerlesmis bir Romalý ana babanýn ço
. Likopolis'te
doðmustur. O zamanlar Mýsýr topraklarý Roma Ýmparatoru Septimus Severus'un egemenliði altýn
dý. Plotinos,
Ý.S.
231 yýlýnda, yirmi sekiz yasýndayken felsefeyle ilgilendi. Ýskenderiye'de. Ammonios Sakk
as'ýn öðrencisi oldu. Roma
Ýmparatoru Gordianus'un Ýranlýlara karsý açtýðý savasa katýldý. Romalýlarýn basarýsýzlýðýyl
ra,
243 yýlýnda, Roma'ya yerlesti. Roma'da kurduðu felsefe okulunda, ölümüne kadar, sürekli ola
yirmi bes yýl
felsefe okuttu. Hemen herkesçe beðenilen, asýrý saygý gören mutlu bir kisiydi. Öðrencileri
a o çaðýn en ünlü
bilginleri, sanatçýlarý, Ýmparator Gallienus, Ýmparatoriçe Salonina vardý. Okulu, bilgili k
lerin bulusma yeriydi..
Ýmparatordan saygý, sevgi; yardým görüyordu. O kadar ki, Ýmparator Gallienus, Platon'un düs
ine uygun olarak
örnek bir devlet kurmak için ona bir yer göstermeyi bile düsünmüstü. Devlet adamlarý, impar
bu isteðinden
güçlükle vazgeçirdiler. Plotinos, düsüncelerini yazmaya basladýðý zaman elli yasýndaydý. He
okuzar yazý
bulunan altý kitabýný, öðrencisi Porphyrios yayýmladý. Plotinos'un yapýtýna, bu yüzden, Enn
Dokuzluklar) adý
verilmistir. Enneadlar'ýn tam basýmýný 1835 yýlýnda Oxford'da Creutzer yaptý. Bouillet'nin
lik Fransýzca
çevirisi de 1856 yýlýnda Paris'te yayýmlandý. Plotinos'a göre evren, tanrýdan geliyor, tanr
or. Ýnsan da
tanrýdan gelmistir, tanrýya dönmektedir. Ýnis merdiveninin ilk basamaðýnda ruhlar, ikinci b
samaðýnda hayvanlar,
üçüncü basamaðýnda cisimler vardýr. Çýkýs merdiveninin alt basamaðýndaysa anlamak, orta bas
çýkarmak, son basamaðýnda da mistik sezis bulunmaktadýr. Bu merdiven inilmistir, öteki merd
venden çýkýlacaktýr.
Mademki yeniden çýkacaktýk, su halde niçin indik? diye sormazsanýz Plotinos'un varlýk düsün
i baslangýç
noktasýnda biten bir yuvarlak olarak çizebilirsiniz.
Özdek (madde), önce tanrýya karsý gibi görünür. Ýlk bakýsta iki ayrý uçta durur gibidirler.
enen, öbürü
etkileyendir. Tanrý, özdeði sürekli olarak etkilemektedir. Her varlýk, bir özdekle bir biçi
irlesiðidir. Tanrý,
biçimdir. Oysa özdek bu biçimle biçimlendiðine göre; tanrýnýn karsýsýnda deðil, içindedir.
tir. Bu
ilke, birlik, baska bir deyisle tanrýdýr. Tanrý, kendisi hiçbir sey olmadýðý halde, her sey
Ýyilikçi deðildir,
çünkü salt iyiliktir. Güzelliði yoktur, çünkü salt güzelliktir. Düsünceleri bulunmaz, çünkü
nitelikler vermeye çalýsmamalýyýz, çünkü bu niteliklerle onu sýnýrlamýs oluruz. Tanrý, bizi
sey deðildir, çünkü her seydir. Bizler ondan geldik, yeniden ona gidiyoruz. Bu açýdan bakar
anýz her yaratýk er geç
erdemli olmak zorundadýr: Çünkü tanrýya gidis, vazgeçilmez bir gidistir, hiç kimse gitmemez
edemez. Su halde
kuskulanmak gerekmez, nasýl olsa sonunda hep erdemli olacaðýz. Bu düsünce, erdemsizlere so
luk aldýran bir
düsüncedir. Tanrý salt iyiliktir, her seyin varlýðýný isteyen Baba'dýr. Her sey ondan çýkmý
ya da bilinçsiz,
gene ona dönmek istemektedir. Her sey tanrýnýn çevresinde döner, tanrýya yaklasmak ister. B
reyler son varlýklar
deðildirler. Ýlk varlýk da, son varlýk da tanrýdýr. Tanrýdan ilk çýkan sey anlak'týr (zeka)
süje (mutlak zeka,
nous) ve obje (anlasýlýr alem, kozmos) olmak üzere ikiye ayrýlýr. Tanrýlýk birlikten bu iki
nasýl geçilmistir?
Plotinos bunun bilinemeyeceðini söylüyor. Tanrýlýk birlik bölünemeyeceðine göre, gerçekten
iliðin
açýklanmasý oldukça zordur. Kimi filozoflar bunun sadece bir görünüsten ibaret olduðunu ile
ektedirler.
Söyle ya da böyle, Plotinos'a göre anlak da, kendisinden çýktýðý tanrý gibi, yaratýcýdýr, t
ratmýstýr. Nasýl
anlak, tanrýdan çýktýðý halde tanrýya doðru gitmekteyse, öylece, tinler de anlaktan çýktýkl
dönmek
isterler. Platon'dan ve stoacýlýktan gelen Plotinos'un evreni, incelenmeye deðer bir e
vrendir. Her çýkanýn, çýktýðýna
bin pisman, bir an önce çýktýðý yere dönmek istediði bir hosnutsuzlar evrenidir bu. Tinler
ratýcýdýrlar, onlar da
kendilerinden daha az yetkin (mükemmel) olan cisimleri yaratmýslardýr. Oysa her cisim
gene tanrýnýn izini
tasýmaktadýr. Tanrýya dönmek isteðindedir. Cisimlerin varlýðý, biçimleriyle belirir. Cisiml
kleriyse
onlarýn bir çesit yokluklarýdýr. Cisimsel alem, varlýkla yokluk arasýnda bocalayan sürekli
deðismedir. Cisimlerin
ötesinde dibi olmayan bir uçurum vardýr, bu uçurumda henüz biçimlenememis kaba özdekler kay
lar. Bu kaba
özdeklerin altýnda artýk baska bir sey yoktur. Tanrý nasýl yukarýya doðru sonsuzsa, bunlar
asaðýya doðru
sonsuzdurlar. Ancak bu kaba özdekler, bir gün, biçimlenip tanrýya döneceklerdir. Böylece he
sey sonunda bir
tekte,
bir birlikte, bir biçimde, hepsini toplayan bir deyisle tanrýda birlesmis. olacaktýr.
Ýnsan tinleri (ruhlarý), kaba cisimlere bürünmek için hayatlarýný tanrýlýk hayattan ayýrdýl
lotinos.
Çektikleri iste bu davranýslarýnýn cezasýdýr. Sizler bu cezayý hak etmediðimizi düsünecek m
lmem, Plotinos
hak ettiðimiz düsüncesindedir. Plotinos'un töresine (ahlak) göre, insanlarý tanrýya götürec
üç yol, daha
doðrusu bir yolun üç geçiti vardýr: Sanat, sevgi, felsefe... Ýnsan bu geçitlerden geçerek,
samaklardan çýkarak
tanrýya ulasacaktýr. Erdeme sanat, sevgi ve felsefe yoluyla varýlýr. Ýnsan, ancak bu yolla
rdan giderek tanrýya
benzeyebilir. Sanatçý ideyi duyulur görünüslerinden, seven insan ruhunda, filozof tanrýda a
amaktadýr.
ÜÇ ÜÇÜZLÜLER. Yunan düsünürlerinden Porfirios (Ý.S. 233-304), Jamblikos (Ý.S. 283-333) ve P
412-485) Hýristiyanlýðýn ilk yüzyýllarýnda çok tanrýcýlýðý sürdürmeye çalýsan Yeni Platoncu
Platonculara görç, saltýk (mutlak) hiçbir zaman bilinemez ve onunla hiçbir iliski kurulama
z. Gerçek varlýklar, üç
basamakta toplanan ve sayýlarý pek çok olan tanrýlardýr; anlýksal tanrýlar (neoroi), evren
nrýlar
(hyperkosmoi),
evrenle karýsmýs tanrýlar (egkozmioi) insanlarla ilgilenirler. Gerek insanlarýn ve gerek
nesnelerin yönetiminde bu
tanrýlarýn üstünde hiçbir güç yoktur. Bu tanrýlar sisteminde, her basamakta üçer tanrýdan d
lunur.
Çoktanrýcý Yeni Platoncularýn bu üç üçüzlü (triple ternaire) öðretilerinin kökü, eski Mýsýr
hudi
mistisizminde de (kabala) bu üçlemeler vardýr. Öyle anlasýlýyor ki insanlar, ilk düsünceler
eri, diyalektik
üçlemenin (tez-antitez-sentez) sezisi içindeydiler. Son Yunanlýlar, böylece, üç üçüzlüleriy
tarih
sahnesinden çekiliyorlar. Ý.Ö. 600 yýllarýnda düsünmeye baslamýslardý, Ý.S. 529 yýlýnda çok
Platonculuðun son sýðýnaðý olan Atina okulunun Roma Ýmparatoru Justinianus tarafýndan kapat
sustular.
Okul, artýk Romalýlarýn çýkarlarýna uygun düsmeyen çoktanrýcýlýk yüzünden, öðretmen Sam'lý
zamanýnda
kapatýlmýstý: Tarihçiler, okulun kapatýldýðýndan kimsenin haberi olmadý, diyorlar, çünkü va
in
haberi yoktu.
ORTAÇAÐ. Mutluluklarýný arayan insanlar, bir ara, bu mutluluðu, özgür düsüncenin kapýlarýný
buldular. Yüzyýllarca süren bu araya, ortaçað diyoruz. Artýk erdem, gerçekten erdem olduðu
l, tanrý
buyurduðu için erdemdir. Artýk Yunanlýlarýn doða-tanrýlarýnýn yerini Hýristiyanlýðýn kisi-t
u
kisi-tanrýnýn düsünürleri, doða-tanrýlarýn düsünce sisteminden kurtulamayacaklardýr. Skolas
Hýristiyan
okulu düsünürleri, yüzyýllar boyunca, Platon'la Aristoteles'i gevelemekten baska bir sey y
apmamýslardýr. Hýristiyan
düsüncesinin, Ý.S. V'inci yüzyýla kadar süren ilk dönemine patristik (Yunanca kilise babasý
mýndaki patros
deyiminden geliyor), bu tarihten sonra ortaçaðýn sonuna kadar süren ikinci dönemine skolas
tik (Latince okul
anlamýna gelen schola deyiminden geliyor) denir. Bu iki dönemden birincisine Platonc
u Hýristiyan tanrýbilimi
evresi, ikincisine Aristotelesçi Hýristiyan tanrýbilimi evresi de denebilir. Bununla b
eraber Platon etkisi Xiii'ncü
yüzyýla
kadar ilk skolastik düsünürlerde de devam etmis ve ancak bu yüzyýlda Aquino'lu Thomas'yla
yerini Aristoteles
egemenliðine býrakmýstýr. Patristik felsefenin ünlü babalarý Clemens (150-215), Tertulian (
-222), Origenes
(185-
254) ve Augustinus (354-430)'tur. Patristik felsefe, Hýristiyanlýða yapýlan saldýrýlara kar
koymaya çalýsan bir
savunma felsefesi, bir apologia'dýr. Kilise babalarýnýn Felsefesi olan patristik felse
fe, ortaçað skolastiðinin ilk
hazýrlýklarýdýr. Skolastik, bütün ortaçaðý kaplar. Skolastiðin ayýrt edici niteliði dogmati
elli bir konuyu
incelemek demek, o konuda Aristoteles'in , ne yazdýðýný okumak demektir. Daha derin bir
inceleme, Aquino'lu
Thomas'nýn, Aristoteles'in bu yazýsý üstüne ne yazdýðýný okumak demektir. Bilimsel bir ince
Aristoteles'in
ve
Aquino'lu Thomas'nýn bu yazýlarýný tekrarlayan üçüncü bir kitabý okumak demektir. Hiçbir ki
tartýsma,
kusku ve kurcalamaya izin yoktur. En küçük kisisel bir çýkýsa cesaret eden, ölüm ya da bir
iri diri ölüm
demek olan afaroz cezasýyla cezalandýrýlýr. Bu sýký disipline raðmen skolastik, önemli düsü
stirmistir.
Bunlarýn basýnda skolastiðin kurucusu Scottus Eriugena (833-880) gelir. Anselmus (1033
-1109), Petrus
Abaelardus
(1079-1142), Aquino'lu Thomas (1224-1274), Duns Scotus (1270-1308) vb. onu izler
ler. Hýristiyan felsefesinin
skolastik dönemi, yaklasýk dokuzuncu yüzyýldan XVi'ncý yüzyýla kadar sürmüstür.
Hýristiyanlýk, temelde, ilkel bir kamulculuk anlayýsý içinde Ýsa'nýn söylediði birkaç siirl
arettir. Bu yalýn
sözlere felsefesel bir temel bulmak gerekiyordu. Ýlk yýllarda Yunan stoacýlýðýyla savasmak
unda kalan Hýristiyan
kilisesi babalarý, bu düsünsel temeli, önce Platon öðretisinde, sonra da Aristoteles öðreti
buldular. Her iki
dönemin de ayýrýcý niteliði, felsefesel sorunlarý birtakým tartýsýlamaz dogmalara baðlamýs
iyan
düsünürleri, yüzyýllarca, bu dogmalardaki açýk çelismeleri anlasýlýr kýlmaya çalýsmýslardýr
i
olarak ortaya çýkan Hýristiyanlýðýn dogmalarý, gerçekte, Yahudiliðin dogmalarýdýr. Hýristiy
bu dogmalarý
desteklemek amacýndan doðmustur ve Hýristiyan tanrýbiliminin hizmetçisi (La. Ancilla theol
ogiae) durumundadýr.
Bu çaðýn hemen bütün düsünürleri din adamlarýdýr, Hýristiyan kilisesinin hizmetçileri (La.
siae)
durumundadýrlar. Bu demektir ki, Hýristiyan felsefesi kutsal Roma kilisesi imparator
luðunun (La. Sacrum
Imperium
Romanum) hizmetinde olan ve onun buyruklarýna göre biçimlenebilen bir felsefedir. Buys
a felsefe kavramýnýn
gerçek anlamýyla çelisiktir. Bu bakýmdan denilebilir ki Hýristiyan felsefesi, antikçað Yuna
dealizminin
Hýristiyanlýk dini ölçüleri içinde bir devamýndan ibarettir. Kaldý ki Hýristiyanlýk, Yunan
bulunmaktadýr. Hýristiyanlýðýn tanrýsý: Parmenides'in varlýk, Sokrates-Platon'un iyi idesi,
toteles'in ilkneden,
Plotinos'un bir düsüncelerinin karma ürünüdür. Bundan baska, bir Ýngiliz tarihçisi, Edward
n da The Decline
and Fall of the Roman Empire adlý yapýtýnda, yaptýðý arastýrmalar sonunda Platon'un gizli b
Logos öðretisi (Ýng.
Logos docfrine)'ini bulduðunu, Hýristiyanlýða temel olduðu kuskusuz bulunan bu öðretinin ço
tepkiye karsý
gizli tutulduðunu ve Platon'un öðrencilerine gizlice okutulduðunu, kulaktan kulaða gelen b
u öðretinin Ýskenderiyeli
Yahudi dinbilimci Phile tarafýndan açýklandýðýný ve Phile tanrýbiliminin de Hýristiyan tanr
erin baslýca
kaynaklarýndan biri olduðunu ilerisürmüstür. (bkz. Ýbid, c. ý, s. 572 vd.). Platon'un bu öð
Platon sisteminde
gerçekten de bir bosluk olarak kalmýs bulunan, soyut Ýdealar dünyasýndan somut özdeksel dün
a nasýl
geçildiðini
açýklamaktadýr. Platon'a göre bu geçis bir yaratan'ýn gücüyle olmustur, yaratan (esdeyisle
ruhsal bir güçtür,
bu
ruhsal güç yaratýlýs yoluyla özdeksel yaratýlaný kendi varlýðýndan çýkarmýstýr. Yaratan, ya
Hýristiyan baba, oðul, kutsal ruh üçlüðünün temeli olduðu gibi Aristoteles erekçiliðinin de
Ortaçað Hýristiyan düsünürlerinin basýnda Origenes (Ý.S. 185-254) geliyor. Ona göre erdemin
i, asýl erdem
deðildir. Kötü, kendi basýna hiçbir anlam tasýmaz. Gerçek olan iyidir, bir baska deyisle Ta
Kötülük, iyiliðin
yadsýnmasýdýr (inkarýdýr). Özgür ruhlar tanrýlasmaya özendiklerinden Tanrýdan yüz çevirirle
erdemsizlik; onlarýn bu gururlarýnda belirir. Ýyiyle kötü, bir baska deyisle erdemle erdem
sizlik, tanrýyla yokluk
arasýnda özgür bir seçmeyi gerektirir. Her sey tanrýdan gelmistir, tanrýya dönecektir. Düny
sama, bir çesit
cezadýr, bir çesit ödentidir (kefarettir). Aurelius Augustinus (Ý.S. 354-430) da asaðý yuka
bunlarý söylüyor. O da
Origenes gibi, Platonculuðun dostudur. Ona göre de erdem, tanrýnýn tözüdür (cevheridir). Ta
irade, ötesinde
baska hiçbir sey bulunmayan bir ilke olduðundan, yaratmanýn nedenini arastýrmak bosunadýr.
Tanrý yarattý, çünkü
yaratmak istedi. En yüksek iyi, mutluluk deðil, erdemdir. Tanrýnýn iradesi iyi, güzel, doðr
'dur. Ýnsan kötülük
yolundadýr. Onu kurtaracak olan Tanrýdýr. Tanrý, insaný kurtarýr, çünkü kurtarmayý ister. A
nlarý
kurtarmaz, hangilerini kurtarýp hangilerini kurtarmayacaðýný önceden seçmistir. Bir baska d
yisle, insanlar
arasýnda
kimileri kurtulusa önceden ayrýlmýslardýr. Her iki düsünürün düsüncelerinden çýkan sonuçlar
miz
Hýristiyan düsünce okulunu doðurmustur. Ortada, yedi yasýnda bir çocuðun bile sorabileceði
rular
durmaktadýr: Dünyalýk yasama bir cezaysa, bana bu ceza niçin veriliyor? Dünyaya gelip gelm
emek elinde olmayan
ben böyle bir cezaya uðramak için hangi suçu isledim? Kurtulus planý daha ben doðmadan yapý
a, ben de bu
planýn içine girebilen mutlulardan deðilsem, bunda benim ne suçum var? Neden ben bu planýn
içinde deðilim?
Tanrý
beni niçin gözden çýkarmýs, kurtulmaya deðer görmemis? Saçlý sakallý düsünürler, yedi yasýn
sorularýna karsýlýk bulmak zorundadýrlar. Bulamazlarsa ne erdemden, ne de erdemsizlikten
söz etmemeleri
gerekir.
Skolastiðin kurucusu Scottus Eriguena'dýr (Ý.S. 833-880). Eriugena, yukardaki sorularýn
karsýlýklarýný
bulamayýnca, su ilkeyi ortaya atýyor: Tanrý salt yokluk, sonsuzdan gelip sonsuza giden
sýr'dýr. Bu düsünüre göre,
sadece Tanrý deðil, insan da böyledir. Ýnsan da bir sýrdýr, çünkü insan da bir Tanrýdýr. Ço
doðdu. Su
halde babadan baska bir sey olamaz. Ýnsan, küçük çapta bir evrendir, evrensel bütün varlýkl
dinde özetler
(Claude Bernard'ý hatýrlayýnýz). Varlýðýnýzdan kuskulanmayýnýz, düsündüðünüz için varsýnýz
hatýrlayýnýz). Ýnsan, günah isleyerek meleklerden ayrýldý, tövbeyle tanrýlýða yükselir. Gün
eyisle
erdemsizlik, insanýn kendi beden yapýsýndan gelir. Bir bakýma insan duyularýnýn, gelismekte
olan insan aklý
üstündeki egemenliðinin zorunlu bir sonucudur. Su halde erdemsizlik, insan için zorunlud
ur. Eriugena'ya göre
erdemsizlik, töz olarak (cevher olarak, substantiellement) yoktur. Tanrýdan ayrýlýs, düsüs,
bir yoksunluktan baska
bir sey deðildir. Su halde salt kötülük, bir baska deyisle erdemsizlik, daha bir baska d
eyisle seytan yoktur.
Erdemsizlik, yasamanýn yokluðu demektir. Bir varlýktan bütün iyi seyleri kaldýrýn, onu yok
is olursunuz.
Yaratma, basý gibi sonu da olmayan bir olustur. O, olmus deðildir, oluyor. Hepimiz,
varlýðýmýzýn kökleriyle, bas ve
son olarak, sonsuzluðun içindeyiz. Bu düsünceleri Eriugena'yý kilisenin, kendisini tutan i
mparatorun gözünden
düsürmüs, perisan etmistir. Görülüyor ki düsünce, bu kadarcýk da olsa özgürlüðe yönelince k
ortaçaðýn karanlýðý çýkmaktadýr. Bu çaðýn önemli sayýlan bir baska düsünürü de Anselmus'tur
Anselmus'a ii'nci Augustinus diyorlar, bundan da düsüncelerinin hangi yönde olduðu anlasýl
abilir. Ona göre inan
(iman, dogma) her türlü tartýsmadan önce gelmelidir. Bizler inanmak için düsünmüyoruz, ters
düsünmek için
inanýyoruz. Anselmus'u iyice incelerseniz, onun, göründüðü kadar budala olmadýðýný anlarsýn
inana
sarýlmakla, yukarýdaki sorularýn karsýlýðýný bulmaktaki güçsüzlüðünü belirtmis, inanmayýp d
demek
istemistir. Anselmus, insan aklýnýn karsýsýnda, inandan baska çýkar bir yol bulamamýstýr. O
gezdirirken
Petrus Abaelardus'tan (Ý.S. 1079-1142) da söz açmak gerekiyor. Abaelardus, gerçekten öneml
i bir düsünürdür.
Kovulmus, kendi kitabý kendisine yaktýrýlmýs, afaroz edilmis, öðretmeninin kýskançlýðýna uð
afadýr.
Ona göre kötülüklere sürüklenmek günah deðildir, tersine, erdemin gereðidir. Çünkü her erde
her
savas da bir düsman ister. Günah bir eylem (fiil) deðildir. Günah eylemin biçiminde, bir b
aska deyisle emreden
iradede bulunur. Günah, eylemde deðil, niyettedir. Bundan çýkan sonuç sudur: Niyeti kötü ol
an adamýn yaptýðý
is kötü bile olsa o adam bir kötülük yapmýs olmaz. Buna karsý, kötülüðe niyet eden adam o k
fýrsat
bulamamýssa bile kötülükten kurtulamaz, kötülük yapmýs sayýlýr. Ýstek, doðaldýr. Ýnsanlar b
ma
o isteðe kendini býrakmak niyeti kötülüðün ta kendisidir. Abaelardus, isteði, niyeti, eylem
birinden ayýrmakla
erdem alanýnda yeni bir görüs ortaya atmakta; insan yasayýsýný sürekli bir kötülük gibi gör
layýsýna
karsý koymaktadýr.
Sýra Aquino'lu Thomas'ya (Ý.S. 1224-1274) gelince, Platon düsüncesinin yerini Aristotele
s'in aldýðýný
görüyoruz. Düsünür Thomas hemen bütün mutluluðunu Aristoteles'i incelemekte, onu yeni basta
atmakta
bulmustur. Ona göre evren, mümkün olan alenilerin en iyisidir (Leibniz'i hatýrlayýnýz). Ýra
zorunlu olarak iyiye
doðru gider; sehvet kötüye doðru gider. Günahýn kaynaðý özgürlükte ya da seçme özgürlüðünde
Yedi yasýndaki çocuk deðil, saçlý sakallý koskoca kilise babalarý da bunu sormaktan kendile
i
alamamaktadýrlar. Mademki Tanrý iyilikçidir ve tüm iyiliði istemistir, öyleyse kötülükler b
radesine
karsý nasýl olusabilmislerdir?.. Hiç deðilse kendi kendilerine bunu soran bu saçlý sakallý
ise babalarýnýn içinde
Ý.S. iii'ncü yüzyýlda yasamýs Lactantius adýnda biri de var. Latince birçok din yapýtlarý v
akýllý bir kisi. O da
söyle bir mantýk kuruyor bu konuda: Tanrý, dünyamýzdan kötülükleri ya atmak istiyor ama ata
ya atabilir ama
atmak istemiyor, ya ne atabiliyor ne de atmak istiyor. Bu konuda baska bir ihtim
al olamaz. Atmak istiyor da
atamýyorsa; bu güçsüzlüktür, Tanrý'nýn özüne aykýrýdýr. Atabiliyor da atmak istemiyorsa bu
özüne aykýrýdýr. Ne atabiliyor, ne de atmak istiyorsa bu hem güçsüzlük, hem de kötülüktür k
büsbütün aykýrýdýr. Hem atabiliyor, hem atmak istiyorsa Tanrý'ya yakýsan da budur bütün bu
neden duruyor? (Tanrýnýn Gazabý Üstüne, Xiii'nci bölüm).
Lactantius, koyu bir dinci olduðundan, kendi kurduðu bu güçlü mantýða karsýlýk bulmak için
dýr.
Bulduðu karsýlýk sudur: Tanrý, kötülüðü istemistir ama, insanlara da, ona iyilikle karsý ko
iye, bilgeliði
vermistir.
Ýnsan zekasý, yüzyýllar boyunca, ortaçaðýn koyu karanlýðýyla savasmaktan yýlmamýstýr. Bu yü
ortaçað, irili ufaklý birçok tartýsmalarla doludur. Bunlardan özellikle çok ilginç olan iki
cýlarla Gerçekçiler ve
Tomacýlarla Skotçular arasýndadýr.
Xi'nci yüzyýlýn sonlarýna doðru, Abaelardus'un öðretmenlerinden Compiegne papazý Roscelin,
kavramlarýn
(Tr. tümeller, Os. külliler, Fr. universeaux) hiçbir gerçeklikleri bulunmadýðýný ilerisürdü
avramlar havada
uçup giden seslerden baska bir sey deðildiler: Gerçeklik, genellikte deðil, bireysellikt
eydi. Güzel diyoruz, bu,
sözümüz tasarýmýmýza verdiðimiz bir addan (Fr. nom, bundan da bu akýma yakýstýrýlan ad: nom
barettir,
seslerle dilegetirilir ve hiçbir gerçekliði karsýlamaz. Gerçek olan su ya da bu güzel kadýn
güzel çiçektir, tek
sözle canlý bir bireyselliktir.
Papaz Roscelin'in bu düsüncesine, Abaelardus'un bir baska öðretmeni, Champeaux'lu papaz
Guillaume bütün
gücüyle karsý çýktý. Ona göre, genel kavramlar gerçektiler (Fr. reel, bundan da bu akýmýn a
sme). Bunu
anlamamak için insanýn saðduyudan yoksun bulunmasý gerekirdi.
Roscelin'in ortaya attýðý' bu sav, kiliseyi temellerinden sarsan bir savdý. Çünkü kilise, t
genel
kavramlar üstüne kurulmustu. Basta Tanrý olmak üzere bütün dinsel gerçeklikler birer genel
ramdýlar. Eðer
genel kavramlarýn gerçeklikleri yoksa bütün bunlarýn, sonuç olarak da kilisenin hiçbir gerç
olamazdý. Aslýnda
Roscelin'in amacý bu sonucu saðlamak deðildi, ne bu kadar akýllý ne de böylesine gözüpekti.
aha çok, bütün
insanlara bulastýrýlmak istenen ilk günah ve Tanrý kavramýnda dilegetirilen baba, oðul, kut
al ruh teklemesi gibi
dogmalarla savasmak istemisti. Günah, ancak bireysel ve kisisel günah' olmalýydý; insan,
dünyaya gelmeden
yüzyýllarca yýl önce islenen ilk günahýn cezasýný deðil, kendi kisisel günahýnýn cezasýný ç
tanrýlýðý, üçlükte teklik kavramý içinde eritilerek yadsýnmamalýydý. Roscelin'in amacý bunl
ara
varmaktý. Ne var ki ilerisürdüðü düsüncenin zorunlu sonucu olarak elde tutmak istedikleri d
ok olup gidiyorlardý.
Kilise, Guillaume ve Anselmus'un yardýmlarýyla, varlýðýný siddetle savundu ve Roscelin'i sö
lanlamaya
mahkum etti.
Oysa ok yaydan ve söz aðýzdan çýkmýstý bir kez. Roscelin istediði kadar kendi sözünü yalanl
onun düsüncesi kilisenin basýna birçok dertler açmakta devam edecekti. Skolastiðin büyük dü
Scottus
gizlice bu akýma karýsacak ve Durand, Ockham Buridanus, D'Ally gibi birçok düsünürler kendi
ini izleyeceklerdi..
Ýki öðretmenin ortasýnda kalan erdemli öðrenci Abaelardus, bu tartýsmayý tatlýya baðlamak i
(Fr. conceptualisme) ilerisürdüyse de, parlak zekasýna karsýn kavramcýlýk adý altýnda adcýl
ir türlü
gizleyemedi. Kavramcýlýk, tümelleri bilimsel yerlerine oturtuyor, bunlarýn gerçekliklerini
savunmak kadar gerçek
olmadýklarýný savunmayý da yersiz buluyordu. Bu, açýkça su demekti: Genel kavramlarýn gerçe
larý o
kadar
bellidir ki bunlarýn gerçek olmadýklarýný söylemek yersizdir.
Yahudi tanrýbiliminin, antikçaðlý Elea'lýlarýn, idealizmin babasý Platon'un ünlü tümel'leri
an
bu tartýsma, özellikle XiV'ncü yüzyýlda Ýngiliz tanrýbilimcisi Ockham'lý William (1295-1349
afýndan basarýyla
sürdürülmüstür. Adcýlýðýn kurucusu sayýlan ve Ýngiliz görgücülüðünün öncülerinden olan Will
öðretisi scepticisme theologique (Tr. Tanrýbilimsel süphecilik) adýyla da anýlýr. Aforoz ed
is bir Fransisken
papazý olan William, felsefenin tanrýbilim karsýsýnda baðýmsýzlýða kavusmasýnda baslýca etk
ridir.
Skolastiðin büyük düsünürler çaðý Ockham'lý William'la kapanmýstýr. O, bir tanrýbilimci olm
Aristotelesçi mantýkçýydý. Tümel olan gerçek deðildir (yani: nesne deðildir, sadece birbiri
eyen birçok
seyleri dilegetiren bir sözcüktür, bir ad'dýr) demekle Aristoteles mantýðýnýn ilkin Porphyr
arafýndan ilerisürülen
ve sonra Ýbni Sina ve Augustinus tarafýndan benimsenen ve metafizik alanda sürdürülen yanlý
yorumunu
düzeltmek
istemisti. Porphyrios, Aristoteles'in Kategoryalar'ýna yazmýs olduðu yorumda, cinsleri
n ve türlerin töz ya da
cisimsel olup olmadýklarýný tartýsmýstý. Tümeller gerçektirler (La. Universalia sunt realia
en metafizik realizm,
bu yanlýs yorumun ve tartýsmanýn ürünüydü.
Buna karsý, Aristoteles'in de amacýna uygun olarak, insan zihninde olup bitenleri düze
nlemek isteyen mantýksal
tümellerin birer ad'dan ibaret (La. Universalia sunt nomina) olduðunu belirtmek gere
kiyordu. Ockham'lýya göre,
tümellerin nesnelerden önce de var bulunduklarý (La. Universale anterem) doðruydu, ama b
u tanrýbilimsel
açýklamalar için, geçerliliði bununla sýnýrlý, bir önermeydi. Yaratýcý bir tanrýyý varsayma
rýn daha
önce tanrýlýk zihinde var bulunmasý gerekiyordu. Ne var ki bu, mantýðýn alaný olan insan zi
e de var
bulunmalarýný gerektirmezdi. Bilgi edinmek islemini gerçeklestiren insan zihni için tümell
er elbette nesnelerden
sonra (La. Universale post rem) meydana çýkmýslardý. Ýnsan zihni, onlarý, tek tek nesnelerd
n soyutlayýp birer ad
olarak ortaya koymustu. Ockham'lý William, böylelikle, bilimle metafiziði, felsefeyle
tanrýbilimi birbirlerinden
ayýrmýs ve birbirlerine geçemeyecekleri sýnýrlarýný çizmis oluyordu. Ýlkin Compiegne papazý
tarafýndan
ortaya atýlan (Xi'nci yüzyýl) ve sonra Ockham'lýnýn öncülüðünde ortaçað Aristotelesçilerinc
(XiV'ncü
yüzyýl) adcýlýk öðretisinin büyük önemi, elde ettiði bu sonuçtadýr. Duns Scotus'ün yarý ger

yüzyýl), mantýðý metafiziðe baðlayarak adcýlýk yönündeki büyük eðilimiyle Ockham'cýlýðýn te
unutulmamalýdýr. Ockhamisme (Fransýzlar Occamisme biçiminde de yazarlar) deyimi, özellikle
William of Ockham
(Fransýzlar Guillaume d'Occam derler)'ýn mantýðýný dilegetirir (bkz. E. A. Moody, The Logic
of William of .
Ockham, London 1935). Bu mantýk, özellikle, anlamlarý üçe ayýrmasýyla ünlüdür: Mantýksal (Ý
bilgi
bilimsel (Ýng. Epistemological), tanrýbilimsel (Ýng. Theological). Nesneleri temel, düsünc
eleri de ikincil olarak ele
alýsý bu mantýðýn güçlü yanýdýr. Ne var ki tekilin geneli içerdiðini yadsýmasý da büyük yan
sadece tekil nesneler gerçektirler, genel kavramlarý insanlar tarafýndan yaratýlmýslardýr v
nesnelerden baðýmsýz
olarak hiçbir gerçeklik tasýmadýklarý gibi nesnelerin niteliklerini de yansýtmazlar. Bu ile
isürüs, metafiziðe metafizik
anlayýsla karsý çýkmanýn zorunlu yanýlgýsýný tasýmaktadýr. Nitekim Ockhamcýlýðýn bu doðruyu
görüsü, Berkeley'le çaðdas semantikte, özdekçiliðe karsý kullanýlacaktýr. Tekil'le genel'i
ayýrýrken,
onlarýn diyalektik baðýmlýlýðýný görmeksizin, metafizik bir anlayýsla karsýtlastýrmak bu ya
nidir.
Ockhamisme'in tanrýbilimsel süphecilik'le nitelenmesi, tanrýbilimin ussallýk ve bilimsel
lik iddiasýna karsý yarattýðý
süpheden ötürüdür. Ockham'lýya göre insan sadece inanmalýdýr, tanrýbilimi ussallýkla baðdas
çalýsmamalýdýr.
Tanrýlýk alanýn bilimini yapmak iddiasýný tasýyan bütün skolastik, çürük ve bos varsayýmlar
ska
bir
sey deðildir. XiV'ncü ve XV'ncü yüzyýllarýn üniversitelerini gerçek birer savas alanýna çev
amcýlýk, güçsüz
yanlarýna raðmen, ortaçaðýn en ilerici akýmlarýndan biridir. Kadcýlýk, ortaçaðda özdekçilið
lisidir.
Ortaçaðýn ikinci ilginç tartýsmasý Tomacýlýkla Skotçuluk arasýndadýr. Tomacýlýk, ortaçaðýn
ondördüncü yüzyýla kadar süren skolastik döneminde, Skotçuluðun (Skotizm) karsýsýnda yer al
Aquino'lu Saint Thomas'nýn (1224-1274) öðretisiyle Ýskoçyalý düsünür Duns Scottus'un (1270-
isi
Hýristiyanlýðýn temel sorunlarý üstünde çatýsmýslardýr. Thomas öldüðü yýl Scottus dört yasý
felsefesinin bu köklü polemiði her iki düsünürün izdaslarýnca yapýlmýstýr. Hýristiyan felse
düsüncede,
birbirine karsýt yönlerde uçlasmýs bulunmaktadýr. Gerçekte her iki düsüncenin kökleri ortaç
k
dönemindedir. Tomacýlýk Ogüstinusçuluðun, Skotçuluk Pelagusçuluðun izindedir. Ogüstinusçýil
len
Tomacýlýk gerici, Pelagusçuluðun izinden gelen Skotçuluk ilerici bir akýmdýr. Tomacýlýða gö
deden
üstündür, Tanrý özgür deðildir ve dünyayý yaratmak zorunda olduðu için yaratmýstýr. Tanrý b
göre, insan için özgürlük söz konusu olamaz, insan kurtulusu için hiçbir sey yapamaz ve Tan
muhtaçtýr, insaný ancak Tanrý kurtarabilir. Bu bakýmdan Tomacýlýk entellektüelci (entelektü
gerekirci
(determinizm) ve yazgýcý (fatalizm) bir akýmdýr: Buna karsý Skotçuluk iradeci (volontarizm)
yadgerekirci
(endeterminizm) ve usçudur (rasyonalizm); irade zekadan üstündür, Tanrý özgürdür ve dünyayý
istediði
için yaratmýstýr, insan da özgürdür ve Tanrý'nýn yardýmý na muhtaç olmaksýzýn kendi çabasýy
kurtarabilir,
Kutsal Kitap'a usa uygun olduðu için inanýlmalýdýr... Aquino'lu Thomas, gerici bir kampta
yer aldýðý halde,
Hýristiyan okul (skolastik) felsefesinin en önemli düsünürlerinden biridir. Hýristiyanlýða
oteles'i o kabul
ettirmis ve felsefe dilinin temellerini atmýstýr. Summa Theologiae adlý yapýtý yüzyýllar bo
ca tek gerçek kitap
sayýlmýstýr. Bu yapýt, Katolik metafiziðinin en yüksek asamasýdýr. Hýristiyan kilisesi, ort
n ezici
egemenliðini Augustinus, Anselmus, Thomas üçlüsüne borçludur. Hemen bütün Avrupa'ya yayýlmý
bu
egemenlik, Thomas'dan sonra çökmeye baslayarak Vatikan'ýn dar sýnýrlarýna kadar çekilecekti
Günümüzde,
Vatikan Katolik kilisesinin resmi felsefesi Yeni Tomacýlýktýr. Eski Tomacýlýk nasýl felsefe
en yararlanarak
güçlendirilmeye çalýsýlan bir tanrýbilimcilikse Yeni Tomacýlýk da öylece bilimden yararlana
irilmeye
çalýsýlan bir tanrýbilimciliktir. Kilise, önce savastýðý her karsý gücü daha sonra, çýkarýn
lunu
tutarak varlýðýný sürdürmeye çalýsmaktadýr.
Skotçuluk, ortaçaðýn skolastik döneminde Tomacýlýðýn karsýsýnda yer almýstýr. Ýnce doktor a
Scottus'un öðretisine karsý Tomacýlýk insaný asaðýlatýr, güçsüzlestirir, kör bir yazgýcýlýð
Skotçuluk insaný yüceltir, güvenini artýrýr, töresel sorumluluða sokar (endeterminizm). Bun
aska her iki öðreti
de kavramcý (konseptüalizm) olduklarý halde Thomas'nýn kavramcýlýðý gerçekçiliðe (realizm),
kavramcýlýðý adcýlýða (nominalizm) yakýndýr. Thomas kavramlarý gerçek saymaya, Scottus gerç
eðilimlidir. Nitekim Skotçuluk, Ockham'ýn adcýlýðýný hazýrlamýstýr: Ockham, Durand de Saint
an
Buridanus, Pierre d'Ailly ondan güçlenmislerdir. Skotçular, Meryem'in ilk günahtan kurtu
lmus olan gebeliði
(immaculee conception) savýný tutarlar, Tomacýlar karsýt düsünceyi savunurlar. Skotçular, Ý
rmýha gerilisini
Tanrý isteði sayarlar, Tomacýlar bunun insanlarýn günahlarý için gerektiðinden çok ödenmis
olduðunu
ilerisürerler. Skotçuluk usçudur (rasyonalizm), usu en büyük güç sayar, Kutsal Kitap'a ve k
se öðretisine usa
uygun olduðu için inanýlmalýdýr. Bu, açýkça, insan usu kutsal kitaptan üstündür, anlamýna g
(dogmatizme) karsý çok önemli bir tepkidir. Skotçuluk, ortaçað Hýristiyan düsüncesinin en i
akýmýdýr ve
skolastiðin çöküsünü hazýrlamýstýr.
BÜTÜN BUNLAR YETMEYÝNCE. Ne var ki yoksulluk ve acý çeken genis insan yýðýnlarýna bütün bun
yetmiyordu. Ortaçaðýn feodal üretim düzeninde adlarý deðisen köleler (köylüler ve isçiler)
dýrdýlar.
Xiii'ncü yüzyýlýn sonunda Fransa, Flandre'a saldýrmýstý. Köylüler ve isçiler insanca yasama
dan
yoksundular, aðýr vergiler altýnda her gün biraz daha eziliyorlardý. 1323 yýlýnda ayaklandý
Burges, Ypres, Cassel
kentleri onlardan, Gand kentiyse ezenlerden yanaydý. Papa, ayaklananlarý aforoz etti
. Kral da zenginlerin ve
soylularýn korunmasý için ordular gönderdi. Ayaklananlar baslangýçta önemli basarýlar elde
lerdi. Ama
sonunda onlar da, Katilina ve Spartaküs gibi, boyun eðmek zorunda kaldýlar. Yöneticileri
Jacop Peyt ateste yakýldý.
En yakýnlarý onu ele vermis ve yakalattýrmýslardý. 28 aðustos 1328'de isçiler, savas alanýn
kuz binden çok ölü
býrakýyorlardý. Flandre'ýn çalýsan insanlarý eskisinden daha kötü kosullara boyun eðmek zor
ar.
Bir baska önemli kavga da, XVi'ncý yüzyýlda Almanya'da olup bitti. 1525 yýlýnýn mart ayýnda
n köylüleri
ayaklandýlar ve dileklerini' on iki maddelik bir programa baðladýlar. Bu program, özet o
larak, su istekleri
dilegetirmektedir: Kendi papazýmýzý kendimiz seçmek istiyoruz. Tevrat'ýn buyurduðu ve Ýncil
kaldýrdýðý vergiyi
ödemeye hazýrýz, ama bunu Tanrý'ya verir gibi vermek isteriz. Bugüne kadar bize toprak köle
eri gözüyle bakýldý,
oysa Ýsa, toprak sahipleri kadar çobanlar için de acý çekmisti. Kutsal Kitap'ýn sözünü etti
nlardan deðil
sek biz neyiz öyleyse, Kutsal Kitap'ta yerini bulup bize ne olduðumuzu gösterin (Topra
k sahibi Kabil'le çoban
Habil'i hatýrlayýnýz). Kimi toprak sahibi senyörler, deðil hepimiz için olmasý gereken av h
anlarýndan
yararlanmak, av hayvanlarýnýn bize verdikleri zararý bile kabul etmiyorlar, Tanrý'nýn insa
nlarýn yararlanmasý için
yarattýðý topraklarýn akýldan yoksun hayvanlara çiðnettirilmesine göz yummak zorunda býraký
yveler ve
sular hepimizin olmalý, acýkan ve susayan bir yoksul bunlarý istediði gibi yiyip içebilmel
idir. Senyörler ormanlarý
köy topluluklarýna býrakmalýdýrlar, yakacak odun kesebilmeli ve kendimize kulübelik kereste
rabilmeliyiz. Bu
maddeler Tanrý'nýn sözüne uymuyorsa, bu uymazlýk gösterildiði takdirde o maddedeki dileðimi
hemen
vazgeçmeye hazýrýz. Yeter ki bu uymazlýk Kutsal Kitap'la tanýtlanmýs olsun... Papazdý, kere
ydi derken Alman
köylüleri bu baskaldýrmada yüz otuz bin ölü býraktýlar. Ünlü dinci Luther de bu gürültüde s
inlerin
yanýný tutmustu.
ÝSLAM VE DÜSÜNCESÝ. Batý, ortaçaðýn karanlýðýný yasarken, Ý.S. Vii'nci yüzyýlýn baslarýnda,
düsünce sistemi kuruluyor. Muhammed (570-632) yeni bir din getirmistir. Yüzyýllardan ber
i tam uyku içinde
bulunan Doðu insanlarý artýk yeni bir erdeme yöneleceklerdir. Bu yeni din, Musa'nýn getird
iði gibi, tektanrýcýdýr.
Bu yeni din, Ýsa'nýn getirdiði gibi bütün insanlarý erdeme çaðýrmaktadýr. Oysa, ne Musa'nýn
bi sadece
bir ulus için, ne Ýsa'nýn getirdiði gibi Tanrý'yý kisilestirmek içindir. Ýnsanlar, Tanrý'ný
eðil, kullarýdýrlar.
Onun buyruklarýna göre yasayacaklar; böylece, hem bu dünyada, hem de öteki dünyada mutluluk
arýný
saðlayacaklardýr. Bu yeni din, toteme baðlanan ilk insanlardan beri genis çapta topluluk
larý etkileyen yirmi
sekizinci dindir.
Müslümanlýk, Musevilikle baslayan ve Hýristiyanlýkta Yunan felsefesiyle iliski kuran tekta
nrýcý din anlayýsýnýn
sonuncusudur. Yahudi kaynaðýndan türeyen tektanrý dogmasý her üç dinin de temel öðesidir. Y
yönetici
olan bu tanrýyla insanlar arasýndaki iliskiler, tapým (kült) ve tören (rit), pratiði düzenl
n törebilimsel kurallar bu
dinsel zincirin temel belirleyicileridir. Müslümanlýðýn kurucusu Muhammed, Yahudi geleneðin
ve Hýristiyanlýðýn
gnostik yorumunu özümsemistir. Müslüman olabilmek için Adem'den baslayan bütün Yahudi peyga
rleri
zincirine ve onlara gönderilen kitaplara inanmak sarttýr. Ancak Muhammed ve Kuran, z
amanla bozulduðu
ilerisürülen bu tanrýsal sistemin düzelticisi ve tamamlayýcýsý olarak son peygamber ve son
sal kitap olmak
niteliðini tasýr. Muhammed'in nebilikle peygamberliði (Ar: Nübüvvet ve resalet) kisiliðinde
toplamasý, yani eski
seriatý sürdürdükten sonra yeni seriatý getirmis olmasý bundan ötürüdür. Müslümanlýk, Arapl
sisteminden sýnýflý bir topluma geçtikleri ve komünal, iliskilerin feodal iliskilere dönüst
ve bu
toplumsal dönüsümün bir yansýmasý olarak olusmustur. Bu yüzden, Yahudilik ve Hýristiyanlýkt
lý olarak, çok
güçlü sýnýfsal bir karakteri vardýr. Bu sýnýfsal karakter özellikle kader dogmasýnda belirl
her sey tanrýca
düzenlenmistir ve tanrýnýn dilediði gibi olmaktadýr, katlanmak ve ölümden sonraki mutlulukl
eklemek gerekir.
Ýslam dini, Vii'nci yüzyýlýn ilk yýllarýnda yayýlmaya baslamýstýr. O günlerde Araplarýn bir
baðlanmýstardý. Hýristiyan Arap papazlarý, Arap panayýrlarýnda dolasarak öðütler vermekte;
dirilmenin, öteki dünyada sorguya çekilmenin, cennet ya da cehenneme gitmenin sözünü etmekt
ydiler. Arap
ülkesinde boy boy manastýrlar türüyordu. Bir yandan da Hýristiyan Nasturilerle Yakubiler,
Yahudiler, putatapan
Sabiiler Arap ülkesinde Yunan düsüncesini yayýyorlardý. Muhammed, aristokrat bir ailenin y
oksul çocuðuydu.
Varlýklý amcalarý vardý ama, kendisine pek yardým etmiyorlardý. Yasadýðý yer uyanýk ve varl
ris kenti
olan Mekke'ydi. Toplumsal bir kargasalýk Arap ülkesini sarmýstý. Suriye, Mýsýr, Kuzey Afrik
'nýn büyük bir parçasý
Bizanslýlarýn elindeydi. Yemen, Irak, Basra Körfezi kýyýlarý, Anadolu'nun bir parçasý Ýran
iðine girmisti.
Toplumsal yasayýs, ilkel bir yasayýstý. Araplar birçok kadýnlarla evlenmekte, bakamayacakl
arý kadar çocuk
yapmakta, verimli olmayan kýz çocuklarýný diri diri topraða gömerek öldürmekteydiler. Yeni
en gerekiyordu.
Bizans düzeninin alýnmasý Bizans egemenliðini, Ýran düzeninin alýnmasý Ýran egemenliðini gü
. Musa
ulusçuydu, oysa Arap ülkesinde kaynastýrýlmalarý gereken birçok uluslar yasýyordu. Bir bire
e gidilmesi
gerekiyordu ve gidildi. Müslümanlýk, bu biresimin ürünüdür. Ýslam sözcüðü, Tanrý'ya baðlanm
teslim kökünden türetilmistir. Müslümanlýk, Yahudiliðin Elohim ve Yahova ikiliðiyle Hýristi
is üçlüðü
karsýsýnda, katýksýz tektanrýcýdýr. Siyasal bir karakter tasýr, pratik bir dindir (iman ile
birlesimi).
Müslümanlýðýn kutsal kitabý Kuran, Arapçanýn mudhar adý verilen Hicaz lehçesiyle yazýlmýstý
Mekke'de, yirmi sekizi Medine'de meydana getirilen yüz on dört sureden ibarettir. Va
az, nasihat ve telkin sureleri
Mekke' de, seriat ve devlet sureleri Medine'de meydana gelmistir. Kuran'ýn tamamla
nýsý yirmi üç yýl sürmüstür.
Çesitli zamanlarda meydana getirilen sureler, deðisen gereklere göre, çelisik yargýlarý kap
amaktaydýlar.
Bunlar, halife Osman zamanýnda ayýklanarak Kuran'a kesin biçimi verilmistir (ayýklanan v
e çýkarýlan ayetler
Buhari'nin Hadis'inde vardýr). Gusül ve halifelik kurumu gibi hükümler Himyeri kabileler
inden; oruç, namaz, nikah
gibi hükümler Yemenlilerle Yahudilerden alýnmýstýr. Dinsizlik çaðýndan (cahiliyet devri) ka
irtakým kurallar
olduklarý gibi muhafaza edilmis; kumar, yýldýzlara bakmak gibi adetler yasaklanmýstýr. Müsl
n olabilmek için
bes yükümü yerine getirmek ve altý dogmaya inanmak sarttýr. Bu bes yükümün üçü sýnýf farký
bütün
müslümanlara, ikisi varlýklý sýnýftan olan Müslümanlara farz (yapýlmasý zorunlu) kýlýnmýstý
sunlardýr: 1- Tanrýdan baska bir tanrý olmadýðýný ve Muhammed'in tanrýnýn kulu ve elçisi ol
e söylemek
(Ar. Kelimei sehadet), 2- Namaz kýlmak, 3- Oruç tutmak, 4- Varlýklý olanlarýn zekat (mal v
e paranýn kýrkta birini her
yýl sadaka olarak daðýtmak) vermesi, 5- Varlýklý olanlarýn yasadýklarý sürede bir kez hac (
eki kabeye
giderek
çevresinde dolasma)'a gitmesi... Zekat, varlýk vergisidir. 361 gram gümüse esit herhangi
bir deðere sahip olanlar
varlýklý sayýlýrlar ve bu varlýklarýnýn kýrkta birini her yýl yoksullara vermekle yükümlüdü
ska,
varlýklýlar, sart olmamakla beraber, ramazan bayramlarýnda fitre (sdaka-i fýtýr) vermeli v
e kurban bayramýnda da
kurban kesmelidirler. Ýnanýlmasý sart olan altý dogma da sunlardýr: 1- Tanrýnýn varlýðý ve
Tanrýnýn
melekleri, 3- Tanrýnýn peygamberleri (Adem, Sit, Ýdris, Nuh, Hud, Salih, Ýbrahim, Lut Ýsma
il, Ýshak, Yakup, Yusuf,
Eyüp, Suayýp, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Ýlyas, Ýlyesa, Zülkifil, Yunus, Zekeriya, Yahya
Ýsa, Muhammed), 4-
Tanrýnýn peygamberlerine gönderdiði kutsal kitaplar (Adem'e gönderilen on yaprak, Sit'e gön
erilen elli yaprak,
Ýdris'e gönderilen otuz yaprak, Ýbrahim'e gönderilen on yaprak, Musa'ya gönderilen Tevrat
kitabý, Davut'a
gönderilen Zebur kitabý, Ýsa'ya gönderilen Ýncil kitabý, Muhammed'e gönderilen Kuran kitabý
Ahiret (ölümden
sonraki dünya)'in varlýðý, 6- Kaza (tanrýca yazýlanýn olmasý) ve kader (tanrýnýn önceden ta
azdýðý)'in
tanrýdan geldiði... Meleklerin sayýsýný sadece Tanrý bilir, dört büyük görevli melek vardýr
ruklarýný
peygamberlere ulastýrmakla görevli Cebrail, eceli gelen insanlarýn ruhlarýný almakla görevl
Azrail, dünyadaki
olaylarý düzenlemekle görevli Mikail, kýyamet gününü yönetmekle ve o gün insanlarý diriltme
Ýsrafil.
Ahret gününe inanmak; bir gün dünyanýn sonu geleceðine (kýyamet), büyük kutsal mahkeme kuru
anlarýn
orada yargýlanacaklarýna, cennet ve cehennemden birine gönderilip sonsuza kadar orada
yasayacaklarýna
inanmak
demektir...
Ýnsanlarýn elindeliði (irade-i cüz'iye) sadece dilemek alanýndadýr, sunu ya da ötekini dile
te özgür ve
bu yüzden de sorumludurlar. Bununla beraber, dilek iyi ya da kötü olsun, bütün olup bitenl
er tanrýca önceden
belirlenmistir (kader) ve önceden belirlendikleri biçimde (kaza) olurlar... Farz (Müslüm
anlarca yapýlmasý kesin
olarak zorunlu kýlýnmýs islerdir. Namaz gibi bütün Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ý ayn
at gibi bir kýsým
Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ý kifaye denir), vacip (yapýlmalarýnýn kesin olarak zoru
lu kýlýnýp
kýlýnmadýklarý bilinmeyen, bununla beraber her halde yapýlmasý gerekli olan islerdir), sünn
(farz ya da vacip
olmadýklarý halde, peygamber tarafýndan yapýldýklarý için ona uyularak yapýlan islerdir. Pe
erin her zaman
yapýp ara sýra ihmal ettiði islere sünnet-i müekkede, ara sýra yapýp çoðunlukla ihmal ettið
sünnet-i gayr-i
müekkede denir), müstehap (kusluk namazý kýlmak gibi peygamberin ara sýra yapýp çoðunlukla
dýðý
ibadetler), haram (sarhosluk, hýrsýzlýk, yalancýlýk gibi kesin olarak yasaklanmýs seyler),
ekruh (kesin olarak
yasaklanýp yasaklanmadýklarý bilinmemekle beraber yapýlmamasý gerekli seylerdir. Bunlardan
harama yakýn
olanlarýna keralýet-i tahrimiyye, helale yakýn olanlarýna keralýet-i tenzihiye denir), hel
al (yapýlmasýna izin verilmis
seyler), mubah (yapýlmalarý ve yapýlmamalarý yasaklanmamýs seyler), müfsit (ibadetleri boza
seyler).. Namazýn
sabah, öðle, ikindi, aksam, yatsý olmak üzere günde bes vakit kýlýnmasý farzdýr. Gün doðark
edeyken
ve
gün batarken namaz kýlýnmasý yasaklanmýstýr. Ayrýca cuma namazý, cenaze namazý gibi farz-ý
ayram
namazlarýyla teravih namazý gibi sünnet olan namazlar da vardýr. Oruç, gün doðusundan gün b
adar,
yemek
yememek, hiçbir sey içmemek ve cinsel iliski kurmamak suretiyle tutulur. Farz olan o
ruç, ramazan ayý süresince
tutulmasý gereken oruçtur. Ayrýca adak oruçlarý gibi vacip, muharrem ayýnýn 9, 10, 11. günl
e tutulan oruçlar
gibi sünnet, her kameri ayýn 14, 15, 16'ýncý günleri tutulan oruçlar gibi müstehap olan oru
da vardýr. Ramazan
bayramýnýn ilk günüyle kurban bayramýnýn dört gününde oruç tutmak yasaklanmýstýr (haram)...
r
yönetim bütçesi de önermektedir. Bu bütçeye göre bes çesit gelir ve sekiz çesit gider sayýl
ler sunlardýr:
Ganimet (savasta ele geçirilen her türlü deðerlerdir ki bunlarýn beste biri yönetime, beste
dördü savasanlara
ayrýlýr),
zekat (genellikle kýrkta bir olarak alýnan gelir vergisi. Ayrýntýlarý sunlardýr: Kýrk koyun
da keçi için bir koyun ya
da keçi, otuz sýðýr ya da manda için bir yasýný bitirmis bir buzaðý, yirmi miskali bir misk
buçuk dirhemdir, bir
dirhem de 3.207 gramdýr geçen altýndan ve iki yüz miskali geçen gümüsten kýrkta bir altýn v
s veski
geçen topraðýn yaðmur suyuyla sulanýyorsa ürününün onda biri, el emeðiyle sulanýyorsa ürünü
cizye (Müslüman olmayan uyruk erkeklerden yýlda bir dinar olmak üzere alýnan vergi), haraç
Müslüman olmayan
çiftçilerden anlasma yoluyla alýnan kira), islenmemis toprak (bir topraðý isleyen ona sahi
p olur, islenmemis toprak
yönetimindir)...
Bu gelirler su giderlere harcanýr: Yoksullara yardým, çalýsamayacak durumda olanlara yar
dým. Müslümanlýðý yeni
kabul edenlere yardým, köleleri özgür (azatlanmýs) kýlmak için ödenti, borcunu veremeyen bo
borçlarýný
kapatmak için ödenti, konuklara ve yolda kalanlara yardým, hayýr islerine harcama, memur
maaslarý (o zamanlar
memur olarak sadece tahsildarlar bulunduðu için tahsildarlarýn maisetini temin)... Muh
ammed, maas oranýný
söyle
ayarlamýstýr: Bize memur olan kisi karýsýnýn maisetini saðlayabilir, bir de ev alabilir, bi
de hizmetçi tutabilir.
Bundan fazla haddi tecavüzdür. Peygamber Muhammet'in ölümünden sonra meydana çýkan yeni ger
er ve
sorunlar su bilimleri olusturmustur: Kutsal kitabýn bosluklarýný peygamberin sözleri ve
islemleriyle
doldurabilmek gereðinden Hadîs bilimi, kutsal kitabýn açýk olmayan sözlerini yorumlama gere
den Tefsir bilimi,
yeni kosullara uygun bir hukuk gereðinden Fýkýh bilimi, aykýrý anlayýslar arasýndaki tartýs
reðinden Kelam
bilimi, kutsal kitabýn ve peygamber sözlerinin gizli anlamlarýný arastýrma gereðinden Tasav
uf bilimi... Ýslam
düsüncesinde Kelam açýk felsefenin, Tasavvuf gizli felsefenin olusma alanýdýr. Bununla bera
er her ikisinde de
amaç dindir, bilim bu amaca varabilmek içi sadece bir araçtan ibarettir. Gerçek Ýslam fels
efesindeyse (ki baslýca
temsilcileri El Kindi, Farabi, Ýbni Sina, Ýbni Rüst, Ýbni Bace, Gazali, Sühreverdi, Ýbni Tu
eyl'dir) amaç bilimdir, din
bu amaca varabilmek için bir araçtan ibarettir. Pratik sorunlardaki görüs ayrýlýklarýndan m
epler, teorik
sorunlardaki görüs ayrýlýklarýndan meslekler olusmustur. Mezhepler, dinsel geleneðe sýkýca
arak Kuran ve
Hadis'i kýyas (benzerine uydurma) yöntemleriyle yorumlayan ehli sünnet mezhepleri ve y
eni gereklere uydurmak
için deðistirerek yorumlayan ehli bid'at mezhepleri olmak üzere ikiye ayrýlmýstýr. Ancak ký
yoluyla uygulama
çesitlendiði gibi oybirliðini saðlamak da her zaman mümkün olmadýðýndan ehli sünnet de, yap
nlu
olarak çesitlenen ehli bid'at gibi, çesitli mezheplere ayrýlmýstýr.
Ehli sünnet dinsel kurallar alanýnda Selef, Matüridiyye, Es'ariyye gibi mezheplerle hu
kuk kurallarý alanýnda Ýmam
Ahmet Ýbn Hanbel'in içtihatlarýndan Hanbelilik, Ýmam Ebu Hanife'nin içtihatlarýndan Hanefil
k, Ýmam Safii'nin
içtihatlarýndan Safiilik Ýmam Malik'in içtihatlarýndan Malikilik mezheplerine bölünmüstür.
d'at akýmýnda da
Kaderiyye, Sýfatýyye, Müsebbihe, Mutezile gibi birçok mezhepler türemistir. Siilik (Sia) k
atýksýz ilk biçimiyle bir
siyasal partidir ve peygamberin amcaoðlu Ali'yi halife yapmak istemeyen Hariciler
(Havariç)'e karsý Ali'yi tutanlarýn
partisini adlandýrýr. Sonralarý bid'at sayýlmýs ve Sii-Batýnilik adý altýnda tasavvuf tarik
gizli ve siyasal
sýðýnaðý olmustur. Sonralarý genis anlamýnda, tasavvuf deyimiyle anlamdas kýlýnan Batýnilik
e katýksýz
biçimiyle bir siyasal partidir ve altýncý Ýmam Caferus Sadýk'ýn oðlu Ýsmail'i , küçük karde
'a karsý
imam yapmak isteyen Ýsmaili'lerin birçok ülkelerde kurduklarý gizli örgütün adýdýr. Bu baký
ilik
(peygamberin amcaoðlu ve damadý Ali yandaslýðý) deyimi, Siilik, Batýnilik, Ýsmaililik deyim
inin tümünü
kapsayan genel bir anlam tasýr ve gerçek halifeliðin Ali soyuna özgü olduðu savýný içerir.
inin ayýrýcý
niteliði, kadýnlarýn asaðý görülmesi ve çok kadýnla evlenmenin hukuksallastýrýlmasýdýr. Kur
kekleri
kadýnlardan üstün kýlmýstýr, kadýnlarýnýzý dövün, mirasýnýzda erkek için kýz payýnýn iki ka
gönlünüzün dilediði kadýnlardan iki, üç, dört tane alýn (Nisa suresi 34, 11, 3). Müslümanlý
nidir,
halife de bu devletin baskanýdýr. Genis ve ayrýntýlý bir hukuk sistemi vardýr, bu hukuk Kur
an (Tanrý sözleri) ve
Hadis (Peygamber sözleri)'le kesin olarak sýnýrlý ve deðismezdir. Bunlarda bulunmayan yeni
olaylar için kýyas ve
icmaý ümmet yollarýna basvurulur. Bu yöntemlerle de çözülmesi olanaksýz bulunan sorunlar iç
yetkililerin
Kuran ve hadise dayanarak yaptýklarý yorum)'la çözümlenir. Ýcma (topluca verilen karar), üm
(bir dinde
olanlarýn
topluluðu)'in bir araya toplanamayacak kadar çoðalmasý sonunda yetkililerin bir araya ge
lerek topluca bir karara
varmalarýný dilegetirir, Müslümnlýðýn temel amacý olan dinsel ve sýnýfsal devlet örgütü ilk
hammed
tarafýndan Medine kentinde, Yunan site devletlerini andýran bir biçimde, bir kent-devl
eti olarak kurulmustur. Daha
sonra ve özellikle Emeviler zamanýnda dünyanýn pek büyük bir bölümüne egemen olan Ýslam imp
meydana gelmistir. Günümüzde dünyanýn bes kýtasýnda çesitli devletlerle temsil edilen müslü
milyonu askýn bir nüfusu kapsamaktadýr.
Ýslam felsefesi (Us. Felsefei Ýslamiyye, Fr. Philosophie Islamique), ortaçað Hýristiyan fe
lsefesi gibi, çesitli
uluslardan düsünürlerin Müslümanlýk disiplini içinde düsünmelerini dilegetirir. Antikçað Yu
sini
Suriyelilerden öðrenen Ýslam düsünürler, Hellenistik felsefeyi Arapçaya çevirmekle ise basl
ve
düsüncelerini
Yunan felsefesinin Müslümanlýkla uzlastýrýlmasý yolunda gelistirmislerdir. Bu bakýmdan teme
apýsý tanrýbilimci,
uzlastýrýcý ve eklemecidir. Müslümanlýðýn daha ilk yýllarýnda dinsel dogmalar ve bu dogmala
an toplumsal
düzen yetmemeye baslamýstý.
Ýlk çeviricilerden El Kindi, Plotinos'un ünlü dokuzlularýný çevirmis ve Aristoteles'i Yenip
oncu öðelerle
karýstýrarak sunmustu. Ýlk Arap ve Müslüman düsünürü sayýlan El Kindi (Ölümü: 872) usçudur,
(Ar. Alburhan)'ya ve ona yaklasmaya çalýsmýstýr. Ýslam doða felsefecileriyle tartýsmýs ve o
karsý çýkmýstýr. El
Kindi, uslamlama (Ar. Alistidlal) yoluyla kanýtlýyor ve bilinen özellikler (Ar: Al-Hav
ass)'den daha az bilinen
özellikleri, ilinek (Ar. Al'araz)'lerden öz (Ar. Al-zat)'ü çýkarsamaya çalýsýyordu. Tümelle
Al-külliyat)'i girçek
saymýyor ve onlarýn iç düsünme (Ar. Al-murakaba)'nin ürünleri olduðunu ilerisürüyordu. Ona
duyulur, (Ar. Al-mahsüsat) seyler deðil, anlakalýr (Ar. Al-makulat) seylerdir. El Kind
i, usu da üçe ayýrmaktadýr:
Önce insan ruh (Ar. Al-nefs)'unun dýsýnda sonsuz ve eylem halinde bir us (Ar.. Al-akl
bilfiil), bir de sonsuz ve
kendiliðinden isleyen bir us (Ar. Al-akl al-faal) var. Ýnsan ruhunda bulunan güç halinde
ki us bunlarýn etkisiyle
gelisip edinilmis us (Ar. Al-akl al-mukteseb) oluyor. Ýnsan usunu olusturan bu usl
ar, tanrýlýk uslardýr. El Kindi
messai okulunun kurucusudur. Onu bu yolda Ahmed Serakhsi, Ebu Ma'ser Belkhi, Far
abi ve Ýbni Sina
izlemislerdir. Bununla beraber Ýslam felsefesinde, eski Yunan'da olduðu gibi, bir doða
felsefesi de gelismistir.
Sokrates'ten önceki Yunan ve Hint felsefelerinin etkisiyle olusan Ýslam doða felsefesi
, özgür düsünceli
mutezileciliðin bilimsellesmesidir ve tabiiyyun, dehýyyun, Ýslam atomculuðu, batýnilik, ih
van-üs-safa gibi-felsefesel
akýmlarý kapsar. Ýslam doða felsefesinin (ki buna genel olarak tabiiyyun deniyor) kurucu
su Ebu Bekr Zekeriya Razi
(841-926, Fransýzlar Rhazes ya da Al-Razes diyorlar)'dir. Razi, deney ve tümevarým (Ar
. Al-istikra) yöntemlerini
kullanan, bilginin sadece duyularla elde edildiðini savunan Ýslam felsefesinin ilk gör
gücüsüdür. En çok baðlandýðý
düsünürler Yunanlý Anaksagoras'la Empedokles ve Ýranlý Mani'ymis. Bedensel hastalýklarýn, a
anda, ruhsal
nedenleri olduðunu ilerisürecek kadar çaðýný asmýs bir düsünürdür. Yetkeler, onun Hekimlik
somatik
hekimliðin ilk yapýtý sayarlar. Felsefesinde tanrý, bosluk (Uzay), süre (Zaman), ruh ve özd
k olmak üzere bes temel
öðe vardýr.
Fizikte ýsýðýn bir ortamdan baska bir ortama geçerken kýrýldýðýný göstermistir. Kimyada bas
özelliklerini saptamýs, yerçekiminin varlýðýný tanýtlamak için deneyler yapmýstýr. Razi, me
düsünürleriyle (özellikle El Kindi, Farabi, Ýbni Heysem, Ýbni Hazm) olduðu kadar mutezileni
düsünürleriyle
de (özellikle Cahiz, Ýbni Keyyal) kýyasýya çatýstýðý için yalnýz kalmýs ve Ýslam felsefesin
kuramamýstýr.
Bundan sonra Ýslam felsefesinde, gene eski Yunan'da olduðu gibi, Platon ve Aristotel
es etkileri egemen olmustur.
Ýslam felsefesinin iki büyük okulu, mesaiyye ve israkiyye bu etkilerle olusmustur. Mes
ailik Platon, Aristoteles
uzlastýrýlmasý, Ýsrakilik Platon tasavvuf uzlastýrýlmasýdýr. Bu arada Ýslam disiplini, Cabi
yyan gibi çok
büyük bir hekim düsünür yetistirmistir ki kimya biliminin babasý sayýlýr. Cabir, bilginin d
rla elde edildiðini ve
daha sonra derece derece ussal bilgiye erisildiðini ilerisürmüstür. Hayvan'dan insana yüks
elisi, karanlýk (Ar.
Zulmani)'tan ýsýk (Ar. Nurani)'a çýkýs olarak niteler ki bunda ýsýkçýlýðýn ilk izleri görül
göre bilgi
elde etmek için görünenden görünmeyene doðru uslamlama ve yorumlama (Ar. Al istinbat) yoluy
a yürümek
gerekir.
Ýslamsal Aristoculuk, mesaiye okulunda özellikle Farabi (870-950) ve Ýbni Sina (980 -1
037)'yla gelismistir. Farabi,
Aristoteles mantýðýna dayanan usçu bir metafizik olusturuyor. Aristoteles'i, Plotinos'un
da yardýmýyla, Ýslam diniyle
uzlastýrmaya çalýsmaktadýr. Ne var ki böylesine bir uzlastýrmayla yetinmemektedir, Ýslam di
i de bilimle
uzlastýrmasý gerekmektedir. Din (Ar. Seriat)'le özgür felsefe (Ar. Hikmet)'nin ve kimi y
erde de gizemsel bilgi (Ar.
Marifet)'nin uzlastýrýlmasý hemen bütün Ýslam düsünürlerinin baslýca uðrasýdýr.
Yüzümüzü ister batýya, ister doðuya, ister kuzeye; ister güneye çevirelim, karsýmýzda daha
p
Aristoteles'le Platon'u göreceðiz. Türkistanlý Farabi de Aristotelesçidir. Bu yüzden kendis
ne ikinci öðretmen
(Muallim-i Sani) denilmektedir. Farabi, bir Türk düsünürüdür. Türkistan'ýn Farab kentinde
doðmustur. Asker çocuðudur. Ýlk öðrenimini yurdunda, yüksek öðrenimini Baðdat'ta yapmýstýr.
Türkistan'da kadýlýk yaptý, sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan Türkçe kad
, Farsça,
Süryanice ve Yunanca biliyordu. Hekim, metafizikçi ve müzikçiydi. Yüzden çok kitap yazmýs;
stoteles, Platon,
Zenon gibi Yunan düsünürlerini yorumlamýs, bunlarýn görüslerine kendi görüslerini katmýstýr
Uyun-ül-Mesail adlý kitabýnda, kisiyi erdemli kýlan, Tanrý'dýr, diyor Farabi, her iste basa
ancak Tanrý'nýn
eliyle olur. Tanrý'nýn baðýsý (inayet-i ilahiye) her seyi kusatýr, herkesle bitisiktir. Her
olan seyin nedeni kaderdir.
Kötülüklerin de nedeni kaderdir (Tanrý istemeseydi kötülük olmazdý). Kötülükler ilinek (ara
yidirler.
Çünkü kötülükler olmasa iyilikler de olmazdý.
Farabi'nin düsünce sisteminde törebilimin (ahlak ilmi) önemli bir yeri yoktur. Farabi doðr
udan doðruya töreden
söz açmamýs, töreyi islememistir. Ancak Aristoteles'in töresini yorumlarken kendi düsüncele
i de katmak
istemis,
karýsýk, açýk seçik olmayan sözler etmistir. Örneðin, öðretim (tedris, talim) yoluyla eðiti
tehzip) yolunu
birlestirmis, her gerçek öðretimin bir eðitim olduðunu ya da her eðitim için bir öðretim ge
söylemistir (bu
konuda' çok aydýnlýk olan Sokrates'i hatýrlayýnýz).
Ara-yi ehl-i Medine-tül-Fazýla adlý kitabýnda da bir baskanýn erdemlerini saymýstýr. Farabi
göre, baskanlýk
edecek kiside su erdemler bulunmalýdýr: Organlarý tam olmalýdýr, anlayýslý olmalýdýr, belle
güçlü
olmalýdýr, akýllý ve ince görüslü olmalýdýr, güzel konusur olmalýdýr, öðrenmeye gönüllü olm
eðlenceye tutkun olmamalýdýr; doðruluðu sevmeli ve yalancýlýktan tiksinmelidir. Nefsini yük
utmalý ve
kendisinden kuskulandýracak seylerden çekinmelidir, dindar olmalý ve dünya kaygýlarýnda göz
unmamalýdýr,
tüzesever (adaletli) olmalý ve kötülük yapmaktan çekinmelidir, isinde ayak diremeli ve dile
li olmalýdýr.
Görüldüðü gibi Farabi'nin erdemleri, Müslümanlýðýn erdemleridir. Oysa Farabi bütün bu erdem
ide
toplanamayacaðýný da düsünmüs olmalý ki, sözlerini söyle bitiriyor: Bu erdemler tek kiside
zsa, birkaçý
birinde, birkaçý da ötekinde bulunursa, o iki kisi baskan olur. Eðer bu erdemler üç kiside
ulunursa o üç kisi
baskan olur. Bu erdemler için daha çok kisi gerekiyorsa o kadar kisi baskan olur.
Farabi, bu hosgörüsüyle, baskanlýðýn kapýlarýný on iki kisiye kadar açmýs demektir. Kisiyi
,
Tanrý'dýr düsüncesine uygun olarak organlarý tam bulunmak, belleði güçlü olmak gibi tanrý v
telikleri de
erdem saymýstýr. Oysa tek kollu doðmus bir kisinin, nasýl bir öðretim ya da eðitimle, ikinc
ir kol edinebileceðini
söylememistir.
Farabi toplumcudur. Kisinin yetkinliðe erisebilmesi için pek çok seyler gereklidir, di
yor. Kisi, tek basýna, bu
seylerin tümüne birden erisemez. Toplum, kisilerden birinin eksiðini ötekiyle tamamlar.
Yetkinliðe erismek gücü,
insana doðarken verilmistir. Oysa birçok insanlar bir araya toplanýp her biri ötekinin i
htiyacýný hazýrlamak suretiyle
birbirlerine yardým etmedikçe, insan, tek basýna, bu yetkinliði elde edemez.
En yüksek iyilik, en büyük yetkinlik ancak kentte (sehirde) yasamakla elde edilir, ken
tten asaðý bir toplulukta
elde edilemez. Erdem, yardýmlasmadýr. Ýnsanlar, kötülükler için de yardýmlasabilirler. Ama
mutluluða
ulastýracak seylerde , yardýmlasan kent, erdemli kenttir. Mutluluða ulasmak için yardýmlas
an toplum, erdemli
toplumdur. Bütün kasaba ve kentleri mutluluða erdirmek için yardýmlasan ulus, erdemli ulus
tur. Bunun gibi, bütün
uluslar, mutluluða varmak için birbirlerine yardým ederlerse yeryüzü, erdemli bir yeryüzü o
. Erdemli kent, bütün
organlarý tam olan bir bedene benzer. O bedenin bütün organlarý, yasamak için, nasýl birbir
erine yardým etmek
zorundaysalar, kentlerin bütün kisileri de, mutlu olmak için birbirlerine yardým etmek z
orundadýrlar. Bedenin
organlarý çesitlidir, görevleri ve güçleri baskadýr. Oysa içlerinde bir organ vardýr ki onl
askanlýk eder. Bu
baskan, yürek'tir. Görevleri baskana yardým etmek olan baska organlar vardýr, bunlar en
yakýn yardýmcýlardýr,
baskanýn isini kolaylastýrýrlar. Bu ikinci organlar, görevlerini baskanýn amacýna uygun ola
ak yaparlar. Üçüncü
organlar da görevlerini, ikinci organlarýn amaçlarýna uygun olarak yapmaktadýrlar. Böylelik
e asaðý doðru inerek
sadece hizmet eden, amacý bulunmayan ve kimseye baskanlýk etmeyen organlara kadar va
rýlýr. Toplum da
böyledir,
böyle islemelidir.
Kisiler, bütün davranýslarýnda, ya iyi bir seyle ya da kötü bir seyle karsýlasýrlar. Kisi,
lanmasýný bilirse,
iyiden olduðu kadar kötüden de yararlanabilir. Ýyi olana ya uyar, ya uymaya çalýsýr, ya da
eyin iyiliðini görerek
on uymak için uygun bir fýrsat bekler. Kötü olandan da ya kaçýnmaya uðrasýr, ya kötülük ken
ndinden
atmaya çabalar, ya da kurtulmayý basarmak için onu kendinden atýncaya kadar baskalarýndan ö
nek almaya
çalýsýr.
Ýnsanlar için ceza ve armaðan gereklidir. Ancak her ikisi de niyete göre gerekli olur (A
baelardus, dört yüzyýl
sonra, Xii'nci yüzyýlda ayný sözü söyleyecektir). Ýnsanýn niyeti tanrý bilgisiyle, tanrý se
düzelir. Ýnsan,
tanrýnýn ve peygamberinin yolunda yürürse niyetinde iyilik; islediði islerde , doðruluk olu
.
Farabi, bir yandan Aristoteles'le uðrasadursun, öbür yandan da kimini açýkça söyleyip kimin
ncak sezdirdiði
düsünceleriyle gelecek yüzyýllarda yasayacak olan birçok büyük düsünürlere öncülük etmistir
düsünceleri açýkça gülünç ve günümüz düsüncesine aykýrý bulunmakla beraber, düsünce sistemi
sasýrtýcý bir genislik görülmektedir. Genis çapta bir insancýlýk (humanisme), dünya devleti
Machiavelli'den yedi yüzyýl önce bir insanlarý yönetme sanatý, bir siyaset bilimi, Darwinci
iðin ilk tohumlarý,
Hobbes'un düsünceleri, Rosseau'dan yüzyýllarca önce bir toplumsal sözlesme (contrat social)
eðilimi Farabi'yi bir
hayli yüceltiyor. Kendinden sonra gelen düsünürler ondan çok yararlanmýslardýr.
Farabi'nin karanlýk býraktýðý töre düsüncesini, ünlü öðrencisi Ýbn-i Miskeveyh aydýnlýða çý
Miskeveyh'e göre, eðitim önce, öðretim sonra gelmelidir. Bir baska deyisle, uygulanýs (amel
ye) önce, kuram
(nazariye) sonra yapýlmalýdýr. Töre, bilimden önce gelir. Bilgin olmak için her seyden önce
demli olmalýdýr.
Erdemli olmak için bilmek yetmez, uygulamak gerekir. Gerçek bilim ancak erdemi uygul
ayanda bulunur.
Ýbni Sina da görgücülükle usçuluðu baðdastýrýyor ve bu baðdastýrma isinde doðabilimsel Ýsla
kurucusu Razi'yle Farabi' den yararlanýyor. Ne var ki Ýbni Sina bu görgücü-usçu (Fr. Empiri
o-rationaliste)
alandan usaaykýrýcý (Fr. Irrationaliste) bir alana kaymakta ve Mesailikten israkiliðe geçm
ektedir. Bilimleri de söyle
sýnýflandýrmaktadýr: 1- Özdeðine baðlý biçimlerin bilimi, ki doða bilimleridir. Ýbni Sina b
bilimler (Ar:
Al-ilm-ül-esfel) diyor; 2- Özdeðinden tümüyle ayrýlmýs biçimlerin bilimi, ki metafizik ve m
Ýbni Sina
bunlara yüksek bilimler (Ar. Al-ilm-ül-ali) diyor; 3- Özdeðinden ancak zihinde ayrýlan bil
imler, ki matematiksel
bilimlerdir; Ýbni Sina bunlara orta bilimler (Ar. Al-ilm-ül-avsat) diyor. Ýbni Sina, tüm
bilgilerimizin sezgiyle elde
edilen açýk' ilkelerden çýkarsama (Ar. Al-istintaç) yoluyla olustuðu kanýsýndadýr. Bilgi sü
uyum ve algýyla
basladýðýný kabul etmekle beraber gerçek bilginin ussal olduðunu ilerisürüyor. Ýbni Sina, ç
bir
görüsle cisimlerin kendi iç güçleriyle devindiðini savunuyor. Bu iç güçe özgüç (Fr. Autodyn
da Ar.
Al-kuvvet al-nefsiye demektedir. Ý. H. Ýzmirli, Ýbni Sina'nýn, Batý skolastiðinden çok önce
lýkbilimsel kanýt (Fr.
Preuve ontologique)'ý ilk ilerisüren düsünür olduðunu söylemektedir.
Ýslam felsefesinde Ýbni Sina, mesailikten israkiliðe kol atmýs bir düsünür olmakla beraber,
slýbasýna bir
okuldur.
El Cüzcani, Behmenyar, Ýbni Zeyle, Ebu Abdullah Masumi, Meymun bin Necib al-Vasýti, ünlü o
zan Ömer Hayyam,
Ebül Maali, Ebül Abbas Zevkeri, Abdürrezzak et-Türki gibi ünlü düsünürler Ýbni Sina okulu'n
r.
Fahrüddin Razi, Nasireddin Tusi Seyyit Serif Cürcani gibi önemli düsünürlerin de onun etkis
nde olduklarý bir
gerçektir. Ýslam felsefesinde iman felsefesi'nin kurucusu Ýmam Gazzali (1058-1111)'dir
. Mesailiðe hücumlarýyla
ve
Es'ariliði gelistirmesiyle ünlüdür: Ýslam felsefesinin ilginç, ama en gerici düsünürlerinde
ir. Denilebilir ki
felsefe, onun ve onun güçlendirdiði Es'arilik yüzünden Arap yarýmadasýndan Batý'ya göçetmek
kalmýstýr.
Tüm felsefe ve filozoflara düsman olan Gazzali gerçekten çok ilginç seyler söylemektedir: Ö
n, tanrýnýn
varlýðýný kanýtlamak için metafizikçilerin ilerisürdükleri tüm kanýtlar saçmadýr diyor, çün
fizikseldir (örneðin ilk kýmýldatýcý kanýtý gibi), oysa metafizik fizikle açýklanamaz, özde
ilimciler
kendi sistemlerinde metafizikçilerden çok daha tutarlýdýrlar. Göksel ruhun tikel varlýklara
yayýldýðý savý saçmadýr
diyor, çünkü bu doðayla tanrý arasýnda bir akým kurmak olur ki hem din anlayýsýna, hem de d
anlayýsýna
aykýrýdýr. Platon'la Farabi'ye karsý çýkarak, tanrý tümelleri bilirmis de tikelleri bilmezm
yor, bunu ilerisürmek
tanrýyý yadsýmaktýr. Gazzali'nin ve Es'ariliðin gerici ve ezici baskýsý yüzünden Batý'ya gö
sefesi
(Messaiyye) Endülüs Araplarý arasýnda özellikle Ýbni Bacce (Ölümü: 1138) ve Ýbni Rüsd (1126
flarýndan
sürdürülmüstür: Ýbni Bacce, özellikle Ar. Mütevahhid (yalnýzmýsçasýna yasayan insan) adýný
kuramýyla ünlüdür. Kendisini böylesine yalnýzlastýran insanýn (ki bu yalnýzlastýrma gerçekt
olarak
yapýlacaktýr) kötülüklerden arýnarak akl-al faal (tanrý)'la birlesebileceði kanýsýndadýr. B
zdýðý yapýt bir
hükümetin yönetimini tasarýmlar. Örneðin bu yetkin yönetimde ne hekimler ne de hakimler (ya
, kadýlar)
bulunmayacaktýr, çünkü her ikisi de yetkin yönetim sayesinde gereksiz olacaktýr. Antikçað Y
felsefesi, bu
Ýslam düsünürlerince Batý'ya tanýtýlmýstýr.
Özellikle Ýbni Rüsd, Xii'nci yüzyýlýn baslarýnda Michael Scott tarafýndan Latinceye çevrili
oskunluk ve,
hayranlýk uyandýrmýstýr. Ýngiliz düsünürü Bertrand Russel, Felsefe Tarihi'nde söyle der: Ýb
felsefesinden çok Hýristiyan felsefesi için önemlidir. O, Ýslam felsefesi için ölü bir sond
stiyan felsefesi içinse
bir baslangýç olmustur.
Batýlýlar, Ýspanya Araplarýndan Ýbni Rüsd'e Averroes ve onun Aristotelesçi öðretisine de Av
e derler.
Batý, Yunan felsefesini ve özellikle Aristoculuðu Ýbni Rüsd'ten öðrenmistir. Ýbni Rüsd, Ari
s öðelerini Farabi
ve Ýbni Sina'dan almakla beraber, onlardan ayrýlarak Aristoteles'in özdekçi yanýný islemist
r. Bu yüzdendir ki Ýbni
Rüsd öðretisi, Xii'nci yüzyýlda, Hýristiyanlýða aykýrý bulunarak suçlanmýs ve yasaklanmýstý
düsünür Herman van Riswik, Ýbni' Rüsdçülüðünden ötürü 1512'de yakýlmýstýr. Ýbni Rüsdçülüðün
büyük
ve verimli ürünü Roger Bacon'dur. Ýbni Rüsd'e göre ruh ölümlüdür, nedeni olan her sey zorun
bundan
ötürü
tanrý da bir zorunluluða baðlýdýr. Biçimler özdeðin içinde gizlidirler ve tanrýlýk etkiyi g
izin birbirlerinin
içinden çýkarak varolurlar. Bundan ötürü de yoktan yaratma söz konusu olamaz, söz konusu ol
n gizliden
açýða
ilksiz-sonsuz ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz bir süreçtir. Görüldüðü gibi
bu varsayýmlar,
kökleri Aristoteles'te bulunan, tüm özdekçi varsayýmlardýr. Ýbni Rüsdçülük, birçok bakýmlar
kilisesiyle çatýsmaktadýr. Evren ilksiz ve sonsuzdur (Hýristiyanlýða göre evrenin basý ve s
ardýr, yaratýlmýstýr ve
yok olacaktýr), yokluk diye bir sey yoktur (Hýristiyanlýða göre tanrý evreni yoktan varetmi
tir), ruh bedenle birlikte
,göçüp gider (Hýristiyanlýða göre ruh ölümsüzdür), tanrýnýn baðýsý insaný ölümsüz kýlamaz (
insaný tanrýnýn baðýsý kurtarýr ve ölümsüz kýlar), insan usu tanrýyla ayný seydir (Hýristiy
yaratýðýdýr, eksiktir ve suçludur, asaðýlanmýstýr ve düsmüstür, bu yüzden de usuyla kendini
ancak
tanrýnýn baðýsýný dileyebilir).
Bu arada Ýslam felsefesi disiplini içinde birtakým Yahudi düsünürler de yetismistir ki bunl
rýn en basýnda Ýbni
Cebirol (Fransýzlar Avencebrol diyorlar) gelir. Kamutanrýcýdýr. Bir baskasý Ýbni Me'mun (11
5-1204, Fransýzlar
Maimonide diyorlar)'dur.
Isýkçýlýðýn kurucusu Sahabettin Sühreverdi (1153-1191)'dir, öteki Sühreverdi'lerden ayýrmak
(Maktul) Sühreverdi adýyla anýlmaktadýr. Henüz otuz üç yasýndayken, Halep'te, bilgisini kýs
rýn dinsizlikle
suçlamalarý yüzünden, Selahattin Eyyubi'nin buyruðuyla öldürülmüstür. Arap ve Acem olmadýðý
bilinmekte, Türk soyundan geldiði sanýlmaktadýr. Çevresinde saygý ve kýskançlýk uyandýran t
ce
gücü
vardý. Genç Sühreverdi, Isýk düsüncesinde Platon'la Tasavvufu birlestiriyor. Gerçekte o da
avvuf yolunun
yolcularýndandýr. Ama, Batýniler gibi, sözcüklerin gizli anlamlarýný aramýyor. O, bir düsün
Gerçeðe,
sözcük yorumlayarak deðil, düsüncesini yoðunlastýrarak varmaya çalýsmaktadýr. Bunun için de
n
sadece
yönteminden yararlanýyor (Mükasefe yöntemi). Ona göre felsefe, bir sezgi isidir (Ýlham vahi
hads). Felsefe
yapmak,
peygamberlik yapmak demektir. Ýnsan, özvarlýðýný (Nefsini) eðiterek, yavas yavas ve basamak
samak Isýða
doðru
yükselir. Ýnsan Isýða yaklastýkça, Isýðýn aydýnlýðý artar. Sezgi yoluna bir kez girildi mi,
san. Her
basamaðýn aydýnlýðý, insaný, bir yukardaki basamaðýn aydýnlýðýna çeker. Böylelikle, Isýklar
Tanrý) her anlamý kapsayan büyük aydýnlýðýna ulasýlýr. Gerçek felsefe, mantýk oyunlarýna ba
böylesine bir sezgi merdivenine týrmanabilmektir. Anlamlar alemi (Alem-i mana), sözcükle
rle anlatýlamaz ve
mantýk
oyunlarýyla tanýtlanamaz. Ýnsanlar, ona, bir baslarýna ulasabilirler. Felsefe, onlara, s
adece bu yolu göstermekte
yardýmcý olabilir. Ýste, Sahabettin Sühreverdi, Isýk Heykelleri (El heyakilün-nur) adlý yap
bu yollarý
göstermektedir. Sühreverdi'ye göre ruh ve beden diye bir ayrýlýk yoktur, bunlar ayný seydir
Bütün cisimler gibi
beden de yoðun bir karanlýktýr. Bu karanlýk, Isýða doðru yükseldikçe yoðunluðu erimeye basl
büsbütün
aydýnlanýr, Isýk alemine girer. Bedenler ruh ayrýlýðý, sanýldýðý gibi, bir öz ayrýlýðý deði
Sühreverdi, düsüncesinin bu çizgisinde kisiliðini ortaya koymakta, Platon'dan ayrýlmaktadýr
laton'a göre
cisimler gerçek varlýklar deðildir, gerçek olan o cisimlerin ideleridir (soyut kavramlarýdý
). Sühreverdi'ye göre
ruhlar da, cisimler de gerçektirler. Bunlarýn arasýnda özde bir ayrýlýk yoktur. Ruh, tasarl
nmýs bir kavram, bir ide
deðil; cismin aydýnlanmasýdýr.
Sühreverdi, düsüncesinin , bu çizgisinde, Zerdüst'ten de ayrýlmaktadýr. Sühreverdi'ye göre
a ýsýk, bir
karsýtlýk deðildir ki aralarýnda kavga olsun. Karanlýk, ýsýktan gelmistir, ýsýða dönecektir
orunluluktur.
Kisi, öz varlýðýný eðiterek, her zaman ýsýklanabilir, ruhlasabilir. Ruh, bedenin eðitilmisi
rminci yasýmýz,
yirminci yasa vardýðýndan ötürü onuncu yasýmýzý ortada bulamaz ki onunla kavgaya tutussun.
göre
karanlýk, ýsýktan koptuðu halde, ayný özden gelen bir düsmandý. Evrense ýsýkla karanlýðýn s
ar,
bu savasa, ýsýða yardýmcý olarak katýlmalýydýlar.
Ak sakallý budalalar, genç düsünürümüzü buralardan yakalayýp fitnelemis olsalar gerektir. O

býrakmamak için elinden geleni yapmaktadýr. Isýk Heykelleri adlý yapýtýnda (heykel, Arapça'
lýp, kýlýk, görünüs
anlamlarýna da gelmektedir) sezgi yöntemini bir yana býrakarak, ýsýklar ýsýðýnýn bambaska b
u, öteki
felsefelerin tuttuklarý mantýk 'yolundan tanýtlamaya çalýsýyor: Hayvansal ruh, tanrýsal ruh
baskadýr. Ýnsan ruhu,
tanrýsal ýsýklardan biridir. Doðusu tanrýdan olduðu gibi, batýsý da tanrýyadýr. Kimileri, i
nun cisim
olmadýðýný anlayýnca, bu ruhun tanrý olabileceðini sanmakla sapýklýk uçurumuna düserler. Oy
ir.
Ahmet'le Mehmet'in ruhlarý bir olsaydý, birinin bildiðini ötekinin de bilmesi gerekirdi.
Böyle olunca, bir insanýn
bildiðini bütün insanlar da bilirdi. Kimileri de bu ruhun, tanrýnýn bir parçasý olduðunu sa
Bu da sapýklýktýr.
Tanrýnýn cisim olmadýðý kesin bulunduðuna göre, cisim olmayan bir sey nasýl parçalanabilir,
bilir?
Kimileri de bunun öncesiz olduðu kuruntusuna kapýlýrlar. Böyle olsaydý, onu ýsýk ve kutsall
inden ayrýla
rak karanlýk ve ölüm alemine inmeye kim zorlayabilirdi? Bir fitil, bir atesten tutusur
. Ama o fitili tutusturmakla o
atesten hiçbir sey eksilmez (Nur Heykelleri, Saffet Yetkin çevirisi, 1963 baskýsý, s. 10
-11). Burada görüldüðü gibi,
genç düsünürümüz tuttuðu yoldan ayrýlarak Batýni tasavvufun açýkça söylediði gibi, evrende
ir
(vahdet-i vücut), diyemiyor. Ýlk düsüncelerinde birlestirmeye yüz tuttuðu maddeyle ruhu yen
den ayýrýyor. Madde,
öz olarak, karanlýktýr.
Isýklar ýsýðý (Tanrý), onu parlatýyor, ruhlandýrýyor. Oysa bu ruh, o yüce ýsýðýn ýsýðý deði
olmasýdýr. Ýnsanda parlayan ýsýk-ruhla, onu parlatan ýsýklar ýsýðý-ruh arasýnda hiçbir ilgi
bir deyisle,
parlatan sadece parlatmýstýr, kendinden bir sey vermemistir. Maddeler, ýsýklar ýsýðýna yakl
ydýnlanýrlar,
ruhlasýrlar, gerçeðe ulasýrlar. Ýyi ama, ulastýklarý gerçek nedir? Bu gerçek, hiç deðilse B
rlýk birliði
gerçeði gibi, yeni bir gerçek olmadýðýna göre bu kadar çaba nedendi? Parlatan ýsýðýn bambas
u
kutsal kitaplar da söylemiyorlar mýydý? Sühreverdi'de, Platon'da olduðu gibi, bir siir tadý
var. Bu siir tadýna, çok
daha sonra, Xvi'ncý yüzyýlda, Bruno'da da rastlýyoruz. Gerçekten de bu üç önemli düsünür ay
Uçsuz
bucaksýz bir öncesizlik ve sonrasýzlýk düsüncesi. Sonsuz bir aydýnlýk düsünün. Öylesine der
nis bir
bosluk ve pembelik. Bu aydýnlýkta, gittikçe büyüyen, bir karaltý beliriyor. Bu karaltý, ken
i etkiliyor, çoðaltýyor.
Sonsuz bosluktaki karaltý, o ana kadar uyumakta olan mekaný; sonsuz bosluktaki büyüme, o
ana kadar uyumakta
olan zamaný uyandýrýyor. Bu karaltýnýn gelisen bir derecesinde, büyük aydýnlýktan gelen bir
dýnlanma ve
kýmýltý baslýyor. Ýste insana kadar sürüpgelen aydýnlýk ve kýmýltý...
Aydýnlandýkça artan aydýnlanabilme gücü, güçlendikçe zorunlu olarak artan aydýnlýk. Aydýnla
lk
parlayýsý, hem de birbirlerini aydýnlatmaya baslýyorlar. Bosluðun içindeki doluluk, gittikç
rtan bir hýzla büyüyor,
yükseliyor, kaplýyor. Evren, olusmaktadýr: Bilinç, etkileyerek ve etkilenerek, yayýlmaktadý
. Bu basdöndürücü
gidisin sonunda, zorunlu olarak, yeni bir karaltýyý doðuracak olan tüm aydýnlanma var. Yep
yeni bir bosluk ve
yepyeni bir aydýnlýk. Öylesine yeni, taze, pýrýl pýrýl bir bosluk ve pembelik, zamansýz, me
maddesiz. Oysa
hikayemiz gene de bitmiyor. Sonsuz aydýnlýða yepyeni bir karaltý düsmek üzeredir: Bugün kaf
a bulunan akýl,
en az yüz bin yýldan beri gelise gelise olusmus bir akýldýr. Bu aklý ana babalarýmýzdan böy
e yetkinlesmis
olarak
alýyoruz. Yüz bin yýllýk maddesel gelismeyle yüz bin yýllýk bilginin onardýðý bu akýl, çaðd
bir oyun
oynayalým. Öyle bir akýl düsünelim ki, ne yüz bin yýllýk maddesel gelismeden, ne de yüz bin
giden
yararlanmýs olsun. Ýnsansýz , bir adada kendi kendine doðmus bir akýl... Bu akýl, tanrýlýk
varabilir mi?
Ýspanya Araplarýndan Ýbni Tufeyl (Ölümü: 1185. Fransýzlar Abentofal diyorlar) Tanrýnýn oðlu
y ibn-i
Yakazan) adlý ünlü yapýtýnda, böylesine bir oyun oynuyor. Ýbn-i Tufeyl, Xii'nci yüzyýlda, A
imi altýnda
bulunan Endülüs'te yasamýstýr. Hekim, filozof, ozan ve riyaziyeciydi. Sorumuzu karsýlayan
yapýtýný roman biçiminde
yazdý. Yapýt, XVii'nci yüzyýlda Ýngilizceye çevrilerek birçok Batýlý yazarlarý etkiledi. De
lü Robinson
Cruzo'sunu, ondan etkilenerek yazdýðý söylenir. Oysa Ýbn-i Tufeyl'in de, X'ncu yüzyýl düsün
n Ýbn-i
Sina'nýn Hayy ibn-i Yakazan risalesinden etkilendiði bilinmektedir. Ýbn-i Sina'nýn da, H
uneyn Ýbn-i Ýshak'ýn
(Ölümü: 910) Yunancadan çevirdiði bir öyküden yararlandýðý sanýlýyor. Düsünce, bir Helenist
andýrmaktadýr. Ýbn-i Tufeyl, sorumuzu söyle karsýlamaktadýr: Evet, varabilirdi... Hay, Atla
denizindeki insansýz bir
adada kendi kendine doðmus (tenasülü binefsihi) bir çocuktur. Yavrusu ölmüs bir ceylan, onu
alýp emziriyor.
Bundan baska, aðaçlarýn besleyici sularý ve olgun yemisleri de var. Küçük Hay, mutludur. Ke
sine analýk eden
ceylanýn pesinden kosarak, becerikliliði öðrenmistir. Günler geçtikçe de, kendi baskalýðýný
r. Çünkü
adada, kendine benzemedikleri halde ceylâna benzeyen baska hayvanlar da bulunmakta
dýr. Kendisi tektir ama,
çevresi, birbirine benzeyenlerle birbirlerine benzemeyenlerin kaynastýðý bir alandýr. Küçük
bunlara bakarak,
tür düsüncesini ediniyor. Hayvanlarýn cinsel organlarýný çirkin bulmaktadýr. Bu yüzden, ört
i duyuyor.
Önce yapraklardan, onlarýn kuruyup döküldüklerini görünce de, daha sanra, saðlamlýk düsünce
k, kus
tüylerinden giyitler yapýyor. Bir deðneðin ucunu sivriltmeyi, o deðneði çesitli islerde kul
mayý öðreniyor.
Hayvanlardan kiminin boynuzlarý, kiminin güçlü disleri, kiminin hýzlý kosan bacaklarý var.
im Hay de, onlarýn
üstünlüklerine karsý, ellerini ve aletlerini kullanarak üstünlüðünü saðlayacaktýr (insan, a
vandýr, diyen
Marx'ýn tanýmýný hatýrlayýnýz).
Hay'cik, yüz bin yýllýk yetkinliði ve bilgileri bulunmayan aklýyla, birtakým seziler pesind
: Bir seyi bir yerden
alýp öbür yere koyabiliyor. Az önce bos olan o yer, simdi kaplanmýstýr. Çevresi yer kaplaya
eylerle doludur. Bu
seylerden çoðu, birbirlerine benzemedikleri halde, yer kapladýklarýndan ötürü, aralarýnda b
taklýk var.
Benzemezler arasýnda benzerlikler bulunuyor. Bu benzerlikler, kendisini de, hiçbirin
e benzemediði halde, bütün
çevresindekilere yaklastýrmaktadýr.
Günesten kavrularak tutusan odunlar var. Ates ýsýtýcý, aydýnlatýcý, içine atýlan balýðý pis
ndiricidir.
Alevler, niçin göðe doðru yükseliyorlar? Yukarda, varmak istedikleri bir yer olmalý. Bitkil
r de yukarýya ' doðru
büyüyorlar. Yukarda, bütün cisimleri kendine çeken bir güç olmalý. Yaðmur yukardan yaðýyor.
arda
çakýyor. Gürültüler yukardan geliyor. Bulutlar yukarda dolasýyor. Yukarýsý bir hayli önemli
da ceylan ana
ölüyor. Hay, yeni bir gerçekle karsýlasmýstýr: Ölüm... Ceylan ana kýpýrdamýyor artýk. Aðzýn
sallamýyor, gözlerini oynatmýyor. Az önce gezip dolastýðý, hareket ettiði halde, simdi bu b
lik neden? Kendisi
de, bacaklarýný kýpýrdatmadan durabilmektedir, ama sonra keyfi isteyince gene kýpýrdatabili
or bacaklarýný. Ceylan
ana da keyfi isteyince kýpýrdatabilir mi yeniden? Hay, onun üstüne atýlýyor, çekistiriyor,
taklýyor. Bosuna. Ceylan
ana bitmistir. Öyleyse onu kýpýrdatan, isleten güç neydi? Soðumus cesedi desiyor Hay. Ýçini
týrýyor. Eline sýcak
bir yürek geçmistir. Bütün bir soðukluk içinde tek sýcak sey. Sonunda bu yürek de soðuyacak
en son
soðuduðuna göre, en canlý o olmalý.
Bu bitmislikte, bu durmuslukta eksilen, yitirilen nedir? Yoksa bu yitirilen sey
de, alev gibi, duman gibi, yukarýya
giden bir sey midir? Kýpýrdayabilenler, bir gün, kýpýrdamaz olabiliyorlar. Su halde bütün k
abilenler
sonludurlar. Ya yukarýsý?.. Yukarýsý sonsuz mudur? Yukarýsýnýn ancak bir yüzü görünmektedir
sonludur. Ya görünmeyen yüzde sonsuzluða doðru bir uzanýs varsa? Hay, göðe iki deðnek sapla
ni, bu
deðneklerin de, göðün görünmeyen yüzüyle birlikte sonsuzluða doðru uzanabildiklerini düslüy
deðneklerden birini kýrabilirdi. Sonsuzluða gittiklerinden ötürü birbirlerine esit olmalarý
reken bu iki deðnekten
biri kýrýlmakla bu esitliði bozmaktadýr. Baska bir deyisle, öbür uçlarý sonsuzluða gittiðin
rlerine esit
olmalarý gereken deðnekler, birinin kýrýlmasýyla, hem esit hem de esit olmayan bir duruma
gireceklerdir ki böyle bir
durum düsünülemez, çelisiktir. Su halde, yerdekiler gibi, göktekilerin de sonlu olmalarý ge
ekir. Sonsuzluk,
kendisinin sonu görememesi deðildir. Kendisinin sonunu göremedikleri de sonludurlar. H
ay, dallarý kýrýp, yonttuðu
deðnekleri býçak gibi kullanarak bir kulübe yapmýstýr. Kendisi olmasaydý, simdi yer kaplaya
u kulübe de
bulunmayacaktý. Öyleyse, bütün bu yerdekilerin ve göktekilerin, bütün bu sonlularýn da bir
malýdýr. O
yapýcý olmasaydý, bütün bu sonlularýn da, su kulübe gibi, bulunmamalarý gerekirdi. Bu yapýc
týklarý gibi,
sonlu olmamalýdýr. Sonlu olsaydý onun da bir yapýcýsý bulunacaktý. Ýlk yapýcý, zorunlu olar
'dur. Bundan
baska, bütün sonlularýn cisimleri sonunda dökülüp daðýlmakta, son bulmaktadýrlar. Su halde
sonsuzluðun zorunluðundan ötürü, elbet cisimsiz olmalýdýr. Sonsuz cisimsiz bu kýmýldatýcý,
li
kýmýldayanlarý kýmýldatabilmek için onlarla birlikte'dir. Ýste ceylan ana, bu birlikteliði
diði için artýk
kýmýldamaz olmustur.
Öyleyse, bu birlikteliði görebilmek, bu birlikteliði anlayabilmek için kendi içimize bakmam
gerekir. Tanrýnýn
oðlu Hay, böylelikle, baha'sýna kendi içinde ulasmaktadýr. Bir baska deyisle, babasýný kend
nde bulmaktadýr. O,
hem her yerde bulunan, hem de hiçbir yerde bulunmayandýr. Salaman'la Absal, tam bu sýr
ada, karsýmýza
çýkmaktadýr. Komsu adayý yöneten, iki yöneticidirler. Salaman, Kutsal Kitap'ýn açýk anlamla
lumu
düzenlemeye çalýsmaktadýr (zahiri, sünni, seriatçý). Ab sal, Kutsal Kitap a gizli anlamlarý
oplumu düzenlemek
düsüncesindedir (Batýni, alevi, hakikatçý). Adalardaki toplumsa, her iki yola da bos verme
kte, bildiklerini
okumaktadýrlar. Absal'i yabani bir hayvan sanýp avlamaya kalkýsan, sonra, kendi türünden b
ir canlý olduðunu
anlayarak onunla dost olan Hay'se (kendiliðinden akýl), komsu adanýn düzensiz toplumunu
yola getirmek için
üçüncü bir yolu, kendi yolunu deneyecektir. Oysa, üçüncü yolda tutmuyor. Ýnsanlar, ne türlü
un, hiçbir
yoldan tanrý düzenine gereði gibi ayak uydurmak istemiyorlar. Bu yollar, kisiyi erdeme
ulastýrmýyorlar. Nitekim,
yapýt da, toplumu düzenlemekten umutlarýný kesen Hay'le Absal'in, toplumsal adayý Salaman'ý
yönetimine
býrakarak ýssýz adaya dönmeleriyle sona ermektedir.
Ýbn-i Tufeyl'in, öyküsünden çýkardýðý sonuç sudur: Ýnsanlar esit anlayýsta deðildirler. Ger
kisiler içindir. Çoðunluk, birtakým biçimler, yasalar konmadan yönetilemez. Daha açýk bir d
e, çoðunluða seriat
bilimi gerekir, hakikat bilimi üstün yaradýlýslý bir azýnlýk içindir. Hay (kendiliðinden ak
man'ýn seriat
bilimindeki, iki gereðin gerekçelerini uygun bulmamaktadýr (Ýbn-i Tufeyl'e göre, Hay'in va
rdýðý sonuç, ilke
bakýmýndan, seriata uygundur. Hay, seriatý beðenmistir). Gerekçelerine akýl erdiremediði ge
ler sunlardýr:
1- Apaçýk gerçek dururken, niçin birtakým gizlemelere gidilmistir? Örneðin, yeryüzünde, ins
birbirleriyle dövüserek asla geçemeyecekleri gerçek köprüler varken Sýrat köprüsü gibi bir
köprüsünü ortaya atmak neden? Erdemsizlerin birbirlerine verecekleri acý, cehennem atesind
en daha mý az
ürkütücü?
2- Din, mal edinilerek esitsizliðin doðmasýna izin verdiði halde zekat yasasýný koyarak, ke
di yarattýðý
kötülükle gene kendisi uðrasmak gibi bir çelismeye niçin düsmüstür?. Ýbn-i Tufeyl, seriatýn
karsýlamadýðý görüsündedir. Isýkçýlýk (Ýsrakiyye) okulu Xiii'ncü yüzyýlda yasamýs olan Sems
Kemmune, Kutbüddin Sirazi gibi düsünürlerce sürdürülmüs ve daha sonra bir tarikat halinde ö
ek,
özellikle
Ýran'da, günümüze kadar sürüpgelmistir. Sühreverdi, bu tarikat baðlýlarýna Seyh-ül-israk ad
rada
Ýslam disiplini Abdüllatif Baðdadi (Ölümü: 1231), Ebül Berekat Baðdadi (1076-1166), Ýbni Ha
332-1406)
gibi baðýmsýz düsünürler de yetistirmistir. Bunlarýn arasýnda Ýbni Haldun çok önemlidir. Öz
alanýnda
olaylarý anlatmak yerine, olaylarý düsünmek gerektiðini ilerisüren bu düsünür tarihsel olay
erine tarihsel
nedenler'i koymakla tarih felsefesinin temellerini atmýs oldu. Bugün, birçok Batýlýlar, on
da, Vico'nun, Spenglerin,
Montesquieu' nün, Rousseau'nun, Sorel'in, Malthus'ün, Machiavelli'nin, Darwin'in, Ni
etzsche'nin düsünce
tohumlarýný buluyorlar. Ýbni Haldun, önce, evrensel deðisme'yi sezdi: Tarih bilimiyle uðras
nlarý yanýltan, uluslarýn
hal ve durumlarýnýn, günlerin ve yüzyýllarýn geçmesiyle deðismekte olduklarýný unutmaktýr.
e
Tanrý'nýn bütün varlýklar için koyduðu bir yasadýr (Mukaddime, Zakir Kadiri Ugan çevirisi,
skýsý, L cilt, s.
70-71). Ýbni Haldun, sonra, evrensel evrim'i yakaladý: Biz, varlýklarý birbirine baðlý olar
k görüyor ve varlýklarýn
birinden ötekine geçisini, yetkin bir düzen içinde, izliyoruz. Maddelerden her biri, asaðýd
n yukarýya doðru
yükseldiði ya da yukarýdan asaðýya doðru alçaldýðý zaman, kendisine yakýn olan maddenin biç
girmektedir. Yukarýya doðru yükselen madde, kendisinden asaðýda olan maddeden daha hafifti
r. Bu hal, yýldýzlar
alemine çýkýncaya kadar sürer. Varlýklara bak. Varlýklarýn, madenlerden baslayarak, yavas y
s ve tabaka tabaka
biçimlenmis olduðunu görürsün. Maden, bitki ve hayvanlarýn ana maddeleri ortaktýr. Madenin
yükseði bitkinin
en asaðýsýna bitisiktir. Örneðin, tohumsuz yetisen maden tohumsuz türeyen sebzelerle, hurma
ve üzüm gibi
bitkiler
inci sedefiyle kabuklu sümüklüböcek gibi hayvanlara yakýndýr ve onlarýn biçim ve kalýplarýn
ecek
durumdadýr. Bu gelisme, en asaðýdan baslayarak, maymun ve sebek gibi hayvanlardan geçip
insana kadar
yükselmistir. Ýnsanýn en asaðýsý, iste bu hayvanlardan baslamýstýr. Benim gördüðüm budur. D
lir
(Mukaddime, ayný çeviri, i'nci cilt, s. 241-247). Ýbni Haldun, toplumsallýk zorunluðu'nu d
a anlamýstýr: Toplumsal
yasayýs, insanlar için zorunluktur. Ýnsan, yasamak için, yasama gereçlerini saðlamak zorund
dýr. Bu gereçleri tek
basýna saðlayamaz. Bir buðday tanesinin un olabilmesi, çesitli hüner ve zenaatleri gerekti
rir. Üretim, üretime
yetecek
kisilerin bir araya toplanmalarýyla olur. Korunmak da öyle (Mukaddime, ayný çeviri, i'nc
i cilt, s. 106-112). Ýbni
Haldun, toplumsal olaylarýn tüm kökünü ekonomik temelde ve üretim araçlarýnda görmektedir.
ruhumuzu
olusturan da ekonomik kosullardýr: Her kazanç ve mal, emek harcayarak elde edilir. M
aden, bitki ve hayvanlardan
saðlanan kazanç da insan emeðinin ürünüdür. Ýnsanlarýn çalýsarak elde ettikleri para ve mal
sanayide
harcadýklarý emeðin deðerinden ibarettir. Pazarlarda satýn alýnan buðdayda is ve emeðin deð
ez.
Oysa, buðdayýn deðeri, onu elde etmek için harcanan is ve emeðin deðeridir. Kazma vurulmamý
uyudan su
çýktýðýný gördün mü hiç? Doðrusunu Tanrý bilir (Mukaddime, ayný çeviri, ikinci cilt, s. 349
ayiin
gelismesi, toplumsaI gelismenin basýnda gelir (ii'nci cilt, s. 402). Bu gelisme, i
nsaný düsünsel bilgilerle uðrasmaya
yöneltir (s. 403). Ancak bu gelismenin sonunda, toplumun çürüyüp daðýlmasý da bir zorunlukt
i Haldun'a
göre
Çoban toplumlardan Çiftçi toplumlara, Çiftçi toplumlardan da Sanayi toplumlarýna geçilir. S
yi toplumuna geçis,
bir gelismenin sonucu olduðu kadar, bir çöküntünün de nedenidir. Çünkü toplumlar, artýk Çob
eki
güçlerini yitirmeye, bolluðun ve rahatlýðýn içinde gevseyip çürümeye baslamýslardý. Topluml
insanlarýn ömrü gibidir. Ýhtiyarlýk ve ölüm, önlenmesi ve giderilmesi mümkün olmayan bir ha
cilt, s. 104).
Tarihsel zorunluðunu yasayan her toplum, kent yasayýsýna girip sanayilestikten sonra k
ocayacak ve ölecektir. Bu
sonuç önlenemez. Toplumun çöküntüsü iki alanda baslar: Bil ki, devlet iki temel üstüne kuru
temellerden
biri ordu, öteki paradýr. Bozgunluk bu iki temelin sarsýlmasýyla belirir (ii cilt, s. 10
7). Devlet yýkýlmaya
yaklastýðýnda vergiler artar. Vergilerin artmasý da devletin yoksulluðunu önleyemez. Böyle
durumda,
kazanmaktan umut kesilmis olacaðýndan, pazarlardaki alýsveris durur. Çöküntü, isler tümüyle
kadar devam eder (ii cilt, s. 68). Ýbni Haldun, Ýlmi Umran adýný verdiði Sosyoloji bilimin
in de kurucusu
sayýlmaktadýr. Toplumbilimsel düsüncenin ilk izlerine Aristoteles'le Farabi'de rastlanýyor
. Ama onu bir bilim olarak
ilerisüren, derinlestiren ve ona bilimsel bir baðýmsýzlýk kazandýran kesinlikle Ýbni Haldun
r. Söyle diyor: Bil ki,
birinci kitapta inceleyeceðimiz kural ve yöntemler benim icad ettiðim yeni bir bilim o
lup, yararý çok büyüktür. Ben
bu arastýrma yöntemini, derin arastýrma ve incelemelerden sonra buldum. Basýmýn saðlýðýna a
ki,
Tanrý'nýn
kullarýndan hiçbirinin bu konuda söz söylemis olduðunu bilmiyorum. Bu konu kendi basýna ayr
ir bilim gibidir.
Çünkü her bilimin kendine özgü bir konusu vardýr. Ýncelediðim konu, yeryüzünde toplumlar ha
ayan
insanlarýn toplumsallýk kural ve yasalarýdýr. Bunlar doðal yasalar ve kurallardýr (I. cilt,
s. 9-96). Ýbni Haldun,
toplumbilim'e (kendi deyimiyle ilmi umran'a) tarih felsefesi yoluyla varýyor. Amacý,
tarihçileri elestirmek ve onlarýn
niçin yanýldýklarýný saptamaktýr. Tarihçilerin yanýlma nedenlerini söyle sýralýyor:
1- Bir mezhebe ya da düsünceye asýrý baðlýlýk tarihçiyi yanýltýr. Tarihçi tarafsýz olmalýdý
2- Bir haberi anlatana inanmak, tarihçiyi yanýltýr. Haberi anlatanýn doðruluðunu deðil, hab
n doðruluðunu
kanýtlamak gerektir.
3- Olaylarýn nedenlerini arastýrmamak tarihçiyi yanýltýr. Olaylarý sanýlara göre deðil, ger
lerine göre
deðerlendirmelidir.
4- Olayýn doðruluðu kuruntusuna kapýlmak, tarihçiyi yanýltýr. Tarihçi, kendi kuruntularýnda
kurtulabilmelidir.
5- Olaylarý, o olaylarý doðuran durumlarla karsýlastýrmasýný bilmemek; tarihçiyi yanýltýr.
an,
kendi duyduðu gibi, çoðu baska biçimlere sokarak anlatmýs olabilir. Doðrulamak, olaylarý du
larla
karsýlastýrmak demektir.
6- Devlet büyüklerine yaranmak kaygýsý, tarihçiyi yanýltýr. Bu kaygý, kötüyü güzel gösterme
doðurur. Tarihçinin isi, tarihi güzellestirmek deðil, olduðu gibi anlatmaktýr.
7- Toplumsal yasayýsýn doðal kurallarýný ve yasalarýný bilmemek (Sosyoloji), tarihçiyi yaný
Haldun, her
sözün sonunu, doðrusunu Tanrý bilir, diyerek bitirdiði halde, toplum düzenini, bir yirminci
yüzyýl maddecisi gibi,
maddesel temellere oturtmaktadýr. Toplumun toplumsal ve siyasal düzenleri, tanrýsal düze
nler deðil, doðal
düzenlerdir. Toplumlar da, doðal varlýklar gibi, doðmakta, büyümekte ve ölmektedirler (Vico
pengler).
Tarih, olaylarý anlatmak deðil, olaylarý düsünmektir (Sorel). Toplumsal olaylarýn kökü, eko
temellerde ve
üretim araçlarýndadýr (Marx). Toplumlar arasýndaki ayrýlýklar, coðrafya kosullarýnýn baskal
(Montesquieu). Siyasal düzen, ideolojik deðil, pratik olmalýdýr (Maccbiavelli). Ahlak düze
ni, insanlarýn
çoðalmasýyla ilgilidir (Malthus). Gelisme, en asaðý maddeden baslayarak, maymun ve sebek g
ibi hayvanlardan
geçip,
insana kadar yükselmistir (Darwin). Ahlaksýzlýðýn ve çöküsün nedeni, kent yasayýsýna geçist
u).
Gerekli olan, güçlülük ve iradeliliktir (Nietzsche). Ýbni Haldun, Mukaddime'sini su sözlerl
bitirmektedir: Tanrýnýn
doðru düsünce, açýk bilgi baðýsladýðý kullarý bizden sonra yetiserek, bizim bu yapýtta yazd
anlattýklarýmýzdan, daha genis ve daha derinini yazar ve anlatýrlar umudundayýz. Bir bilgi
yi ilk önce ortaya koyan
kimsenin görevi, ancak, o bilginin konularýný açýklamak, bölümlerini ayýrmak, o bölümlerde
konular
üstünde söz söylemektir. O kimseden sonra yetisenlerse o bilgiyle ilgili sorunlarý azar az
ar o bilgiye eklerler ve bu
yolda onu ilerletirler: Tanrý bilir. Siz bilmezsiniz. Ben Mukaddime'yi bes ayda ya
zdým, 776 yýlýnýn (Ý.S. 1377) tam
yarýsýnda bitirdim. Düzenlemek ve ayýklamak için harcadýðým süre bu bes ayýn dýsýndadýr. Ya
anlattýðým gibi, buna kavimlerin tarihini de ekledim. Bilgi, ancak, aziz ve bilgin ola
n Tanrý eliyle baðýslanýr (III.
cilt, s. 352).
Ýslam felsefesi, bir baska yandan, gizemsel açýdan da birçok düsünürler yetistirmistir. Ýma
zali'nin baslattýðý
felsefesel tasavvufa felsefei tasavvufiyye adý verilmektedir. Bu alanda Muhyiddin
Arabi, Sadreddin Konevi, Nasýr
Tusi, Molla Cami, Ýmam Rabbani, Sadreddin Sirazi, Feridüddin Attar, Bayeziti Bistami
, Seyh Bedreddin, Nasýr
Hüsrev, Ýbrahim Ethem, Sakik Belhi vb. gibi birçok ünlü düsünürler yetismistir.
TASAVVUF. Ýslamsal disiplin içinde olusmus bulunan tasavvuf deyimi, genel olarak, ik
i öðeyle açýklanmaktadýr.
Bunlardan biri varlýk birliði (Ar. Vahdet-i vücut) felsefesi, ikincisi dinin yüzeyiyle y
etinmeyerek derinliklerine
inme eðilimidir. Ne var ki bu öðelerin ikisi de Ýslamsal tasavvufun baslangýcýnda geçerli d
irler, akýma zamanla
katýsmýslardýr. Ýslamsal tasavvuf, ilkin, Batý'da da görüldüðü gibi, dinsel yasamýn asýrý,
sonucu
olan gizemcilik (Fr. Mysticisme)'le baslamýstýr. Ýlk mutasavvýflar dinsel yasamý, içlerine
apanarak, bireysel olarak
ve ruhsal yanlarýyla yasamak isteyen asýrý sofulardý. Bu sofular, varlýk birliði felsefesin
en habersiz olduklarý gibi
kutsal kitabýn açýk anlamlarýnýn altýndaki gerçek anlamlarýný bulup çýkarmak isteðini de du
rý,
sadece, asýrý bir Müslüman olarak, dünya islerinden el etek çekip bütün gün ve gecelerini d
ir yasama
vermekti. Nitekim Ýslam peygamberi de peygamberliðe hazýrlanýrken böylesine bir yasam sürmü
k
mutasavvýflarýn dileði, belki de, sadece ona benzemekten baska bir sey deðildi. Günlerini
ve gecelerini örneðin
Hasan Basri tanrý korkusuyla titreyerek (hkz. El-Isfahani, Hilyet-ül-Evliya, cilt II
, s. 131), Rabia Adeviyye tanrý
askýyla aðlayarak (bkz. Sarani, EI Tabakat-ül-Kübra, cilt I, s. 72) geçiriyordu; varlýk bir
iðini düsünerek ya da
dinsel sözcüklerde gizli anlamlar arayarak deðil. O zamanlar asýrý dincilikte peygamberi v
e yakýnlarýný taklit eden
ehl-i sünnet'e de mutasavvýf deniyordu. Arap bilgini Ýbni Haldun, ünlü Mukaddime'sinde söyl
der (s. 328):
Tasavvuf, bir seriat bilimidir. Temeli, ashab (peygamberin yakýn dostlarý) ve tabiin
(bu yakýn dostlarýn dostlarý) ile
onlardan sonra gelenlerin hak ve hidayete uyan halleridir ki kendini Allah'a ver
mek, tapýmla uðrasmak, dünyanýn ,
her türlü islerinden ve süslerinden yüz çevirmek, çoðunluðun önem verdiði mal ve mülkten el
halktan
ayrýlarak ve yalnýzlýða çekilerek ibadete dalmaktýr.
Bir baska Ýslam bilgini Sühreverdi de Avarif-el-Maarif adlý yapýtýnda mutasavvýflarýn ehl-i
etten olduklarýný,
tapýmý seriata uygun olarak yaptýklarýný, dinin kural ve temellerini arastýrmakta derinlese
ek dinin gerçek amacýna
doðru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir inana kavustuklarýný yazmaktadýr. Ýslam
lerde çok yetkili
0bir kisi olan ve mutasavvýflara karsý olduðunu hemen her yapýtýnda açýkça söyleyen Abdülba
ile bir
yapýtýnda: Hiç süphe yok ki Sufiler içinde seriata harfi harfine riayet edenler vardýr deme
tedir (bkz. A.
Gölpýnarlý, Tasavvuf, 1969, s. 97). Zamanla tasavvufa katýlmýs bulunan panteist felsefeyle
Batýnilik, bu akýma, iki
temel özelliði olan varlýk birliði anlayýsýyla yoruma dayanan içrekçiliði getirmislerdir. B
sonunda tasavvuf
su asamalara ulasmýstýr: Ýlmelyakin asamasýnda dini olduðu gibi, esdeyisle herkes gibi görü
uygular. Aynelyakin
asamasýnda görünenden görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalýsýr. Hakkalyakin asamasý
in gerçek
amacýna varýr ve tam bir inan içinde ölüp tanrýda ölümsüzlesir. Bu son asamayý Cüneyd-i Bað
tanýmlamaktadýr: Tasavvuf, tanrýnýn seni sende öldürüp kendisiyle yasatmasýdýr. Tasavvuf sö
kökten türediði de tartýsmalýdýr. Genel olarak bilgi anlamýna gelen Yunanca sophia sözcüðün
ilerisürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanýldýðý kesin olarak bilinmemekle beraber, Yunan
sefesiyle iliski kuran
ilk Ýslam düsünürlerinden çok önce kullanýldýðý sanýlmaktadýr. Biruni'nin Tahkik-i malil-Hi
ilerisürdüðü (s. 16) bu sav, doðru olmasa gerektir. Yoksulluðu yeðlemeleri dolayýsýyla Arap
ma
anlamýna gelen soy giymeleri yüzünden bu adý almýs olmalarý olanaklýdýr.
Din kurumu, bütün biçimlerinde, usla çelisiktir. Dinin inanmayý sart kostuðu dogmalar çoðun
gerçekdýsý
konulardýr.' Batýnilik akýmý, gerçekte, Ýslam dininin usçu bir elestirisidir. Ne var ki bu
stiri, tarihsel kosullar
altýnda açýða vurulamamýs, dinsel bir görünüs altýnda gizlenmistir. Dilimize Ýçrekçilik dey
Batýnilik,
siyasal amaçlar da gütmüs ve bu amaçlara varma yolunda din görünüsünden olduðu kadar tasavv
a genis
çapta
yararlanmýstýr. Ana savý sudur: Kuran'ýn iç anlamlarýna erenler için dýs anlamlarý gereksiz
n, Batýni
yorumuna göre, namaz kýlmanýn amacý, tanrýya yaklasmaktýr, tanrýya yaklasmýs olanlarýn nama

gerekmez.
Batýniler böylelikle din kurumundaki usa aykýrýlýklarý yok etmisler, ne var ki bunlarýn yer
usçu yorumlamalarla
yeni inançlar getirmislerdir. Örneðin, evrenin yaratýlýsýnda bes temel güce inanýrlar: 1- S
er seyden önce var
olan, bir çesit tanrý, ama yaratýcý deðil, bir olusun baslangýcý ve ilkesi, olusma onun ist
yle deðil, sadece onunla
baslýyor), 2- Tali (her seyden önce var olanýn ardýndan gelen, us, erkek ilke), 3- Cedd
(özdeðin biçimlenme
yeteneði,
bir çesit nefs, disi ilke), 4- Feth (olusmanýn içinde gerçekleseceði uzay, mekan), 5- Haya
l (olusmanýn onunla
gerçekleseceði zaman)... Görüldüðü gibi evren, her seyden önce var olan'dýr, ilksiz ve sons
ne yaratýlmýstýr,
ne
de yok olacaktýr; sürüp gitmekte. olan bir olus vardýr, bu olus özdekseldir ve etkin-erkek
ilkeyle edilgin-disi ilkenin
karsýlýklý etkileriyle sürüp gitmektedir. Bu anlayýs, tümüyle bilim öncesi bir özdekçilik a
in
olusmasý ve olusmanýn sürüp gitmesi, doðaüstü güçlerle deðil, doðal güçlerle açýklanmaya ça
bu temel felsefesel öðretisinin üstünde zamanla dinsel inançlarý da asan yeni bos inançlar
istir, örneðin
önce
peygamber'in yerine konan imam'ýn giderek tanrýlýðýna inanýlmýstýr. Batýnilerin saf, usçu,
ve arý felsefesi
zamanla bilgisizlerin elinde yeni usa aykýrýlýklara dönüsmüstür. Batýnilik'le tasavvuf birb
karýstýrýlmamalýdýr;
Batýnilik, tasavvuftan yararlanmýs ve tasavvufu etkilemistir, her iki düsünce akýmýnda birb
rine geçmis ortak yanlar
vardýr, ama birbirinden ayrý yanlar da vardýr.
Batýniler genellikle Alevidirler. Alevilik (Fr. Alevisme) ilkin Ali sevmek anlamýnda
ve bir siyasal parti olarak
belirmistir. Peygamber Muhammed, Ali'yi sever ve tutarmýs, ölümünden sonra da kendi yeri
ne geçirmek istermis.
Peygamber, Ýslam'ýn bütün serefli islerinde özellikle Ali'yi görevlendirirmis. Peygamberin
en sonra Ali'yi
Halife yapmak isteyenler Sia adý altýnda partilesmisler, Ali'ye karsý olanlar da Havar
ic adý altýnda toplanmýslardýr.
Ýslamlýðýn ilk yýllarýnda, özellikle Ebu Bekir ve Ömerin Halifelikleri sýrasýnda, sadece si
melerle
sürüpgiden Alicilik; sonralarý Ýran'dan gelen toplumcu akýmlarla Ýslamlýðýn bosluklarýndan
ci
düsüncelere en uygun bir barýnak olmus ve düsünsel bir öðreti biçimine dönüsmüstür. Ne var
çelismelerle çesitli anlayýslara bölünmüstür. Bu anlayýslarýn içinde Ali'yi tanrýlastýranla
ir. Alevilik;
Orta Asya'da, Hindistan'da, Yemen'de, Ýran'da, Suriye'de ve Anadolu'da pek güçlü bir var
lýkla yayýlmýs,
günümüze kadar sürüp gelmistir. Anadolu'da kýzýlbaslýk, tahtacýlýk adlarý Alevilik'le esanl
da
Alevilere göranlar denir. Aleviler kendilerini söfi (gizemci) adýyla adlandýrýrlar. Siiler
e göre Ali, Tanrý'nýn dostu
anlamýnda veli (Ar. Vali Allah)'dir. Buysa onu sadece bir nebi (peygamber) olan Mu
hammed'e üstün kýlar. Ali'nin
tanrýlýðý, Abd Allah b. Saba'nýn kendisine, Tanrý'nýn niteliklerinden biri olan Ali nitelið
astederek Sen osun
demesiyle filizlenmistir. Ýmamlýðý da, Peygamberin: Ben kimin efendisiysem Ali de onun e
fendisidir sözüne
dayanýr, Gizemcilik, Ali'nin su sözlerinden güçlenmistir: Ben her aksam Peygamberin evin
e giderdim. Peygamber
birçok ayetleri bana yazdýrýr, gizli anlamlarýný açýklardý. Sia partisine baðlý olanlara gö
evmeyenler
Müslüman deðildirler. Bu partiden, önce Galiye kolu türemistir. Bu kolun adýna kurucusu Abd
Allah b. Saba'dan
ötürü Sebeiye de denilmektedir. Galiye tarikatýna baðlý olanlara göre Ali, Tanrý'dýr ve bul
de
oturmaktadýr.
Bir gün yeryüzüne inerek dünyayý düzeltecektir. Gök gürlemesi Ali'nin sesi, yýldýrým Ali'ni
denilen seylerin, gizli anlamlarýnda, hepsi helal'dir. Sia partisinden türeyen ikinc
i kol Ýmamiye adýný tasýr. Bunlara
özel olarak Rafýzi de denilmektedir. Bu terim, Arapçada terk etmek anlamýndaki rafaza sözcü
n türetilmistir.
Rafýzilik, genel olarak bütün Siileri adlandýrýr ve Ebu Bekirle Ömer'in imamlýklarýný yadsý
kanlarýný terk
edenler anlamýndadýr. Siiliðin üçüncü büyük kolu, Ali'nin torunu ve Ýmam Zeynelabidin'in oð
kurduðu
Zeydiye tarikatýdýr. Bu anlayýsa göre Ýmamlýk, Fatma'nýn soyuna özgüdür. Fatma'nýn soyundan
ler
X'ncu yüzyýlda güçlü bir imparatorluk kurmayý basarmýslardýr.
Ali yandaslýðý'na sia denir. Terim, halife Osman'ýn öldürülmesinden sonra ilerisürülmüstür
r
Muhammed'in amcasýnýn oðlu ve damadý Ali'ye düsman olan Haricilik karsýtý olarak siyasal bi
arti niteliðindeki
Siilik'i adlandýrmýstýr. Ýlkin, Ali'ye karsý Osman'ýn soyunu (Emeviler) tutanlara Sia-i Osm
n ve Ali'yi tutanlara Sia-i
Ali denmis; daha sonra sadece Ali yandaslýðýný dilegetirmistir. Ýslam tarihleri siiliðin ge
ismesini genellikle üç
asamada incelerler. Bunlardan birincisinde Sia-i Ula, ikincisine Usul-ü Sia ve üçüncüsüne A
i'nin ölümünden
sonraki Sia denir. Sia-i Ula, Halifelik konusunda Ömer'den sonra Ali'nin Osman'a y
eðlenmesini dileyenlerin
olusturduklarý siyasal akýmý dilegetirir. Hemen bütün ashab ve tabiin bu görüsteydi. Bunlar
zzat Ali'nin
Müslümanlarýn en hayýrlýsý önce Ebu Bekir, sonra Ömer'dir sözüne uyarak Ebu Bekir'le Ömer'i
lerini
onaylamýslar, ne var ki ondan sonra Osman'ýn deðil Ali'nin halife olmasý gerektiðini ileri
sürmüslerdir. Bu sav, ilkin
bir ehl-i sünnet savýydý. Ama zamanla Ali'yi tanrýlastýracak kadar asýrý bir Ali'cilik güdü
asladýðýndan
Kur'an ve hadislerin açýk anlamlarýna baðlý kalanlar elil-i sünnet adýný alarak sia adýný b
Dr. R. Dozy,
Ýslam Tarihi adlý deðerli ve ünlü yapýtýnda söyle demektedir: Baslangýçta Hariciler de Ali'
tarý idiler.
Siiler de böyle olmakla beraber iki partinin düsünceleri çok çelisikti.
Politikada Haricilerin düsünceleri kendilerini demokratlýða götürdüðü halde Siilerin bencil
i
mutlakiyetçi bir yönetime ve ezici bir istibdada götürüyordu. Her ne kadar bu iki parti çoð
ukla kisisel bir amaca
ulasmak için çabalayan baskanlarýnýn yönetimi altýnda bulunuyorlarsa da Siiler gene yürekle
in derinliðinde bir
Ýran mezhebi tasýyorlardý. Özgürlüðü seven Arap ýrkýyla tutsaklýða alýsmýs Ýran ýrký arasýn
ortaya çýkýyordu. Peygamber'e bir halife (halef) seçmek, Ýranlýlar için alýsýlmamýs ve anla
seydi. Onlar,
devlet baskanlýðý için ancak soydan geçme (veraset) kuralýný tanýyorlardý. Mademki Peygambe
çocuk
býrakmadan ölmüstü, damadý Ali onun doðal mirasçýsýydý. Bundan ötürü Ali'den önce halife ol
ve Osman; Ali'nin hakkýný elinden almýs olan birer zorbaydýlar. Ayrýca hükümet ve Araplarla
larýn zenginilklerine
karsý duyduklarý kin de bu düsüncelerini güçlendiriyordu. Bir de hükümdarlarýný tanrý soyu
e alýsmýs
olduklarý için bu puta tapma geleneðini Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin üstüne aktardýl
r (Dr. R. Dozy, Tarih-i
Ýslamiyet, Abdullah Cevdet çevirisi, Mýsýr 1908, c. I, s. 281 vd.). Dozy'nin bu doðru savýn
su da eklenebilir: Yeniplatonculuktan
türeyen vahdet-i vücut (Varlýk birliði) felsefesi, deðil Ali'nin, Yezidilikte olduðu gibi s
ytan'ýn bile
tanrý sayýlmasýna yeterdi.
Tarikat deyimi, yol anlamýna gelen Arapça tarik sözcüðünden türetilmistir: Tasavvuf termino
isinde tanrýya
kavusma yolu olarak tanýmlanýr. Ýslam dini açýsýndan tanrýlýk bilgiyi elde etmenin tek yol'
an ve hadis'lerdir,
es deyisle Tarikat-ý Muhammediyye (Peygamber Muhammed'in yolu)'dir, baskaca hiçbir y
orum gerekmez. Ne var
ki tasavvufçular bu düsünceye katýlmazlar, onlara göre dinin açýk (Ar. zahir) anlamlarý bil
ler içindir (ki bu
bilgisizler o çaðýn Arap dünyasýnda yüzde doksan dokuzdur) ve bilgili ya da bilgiye yetenek
i kisiler için gizli (Ar.
zatýn) anlamlarý vardýr ki ancak büyük çapta bilgililerin yorumlarýyla açýða çýkarýlabilir.
gerekçeyle açýlýnca, çesitli bilgilere göre çesitli yorumlarýn meydana gelmesi ve bu yüzden
tarikat'larýn
olusmasý doðaldýr: Seriat'dan hakikat'a marifet'le geçilmektedir. Çesitli ustalar çesitli m
rifet'ler
gösterdiklerinden tutulacak yol'lar da doðal olarak çoðalmýstýr. Dinler, insan mutluluðunu
mak amacýyla,
anlasmazlýklarý giderecek; kötülükleri önleyecek, ölüm korkusunu yenecek sözler getirdiler.
rin açýk
anlamlarý vardý. Ama insan aklý gelistikçe, bu açýk anlamlar, mutluluðu saðlamaya yetmedile
sözlerin açýk
anlamlarýnýn ardýnda, gizlenmis anlamlarý yok muydu?.. Var olan, gelisen insan aklýydý. Açý
amlarýn yetmezliði
vardý. Kalýplarý parçalama tutkusu vardý. Özgür düsünceye susayýs vardý. Mutluluðu elde etm
güzelim dünyada gereði gibi yasamak bilinci vardý.
Yeni anlamlar yaratýlmasý gerekiyordu. Açýk (zahiri) anlamlardan gizli (batýni) anlamlar v
ar edildi. Zahirilik
yetmeyince, Batýniliðe gidilecekti elbet. Kestane, dalýnda duruyordu. Meyveyi elde ede
bilmek için meyveyi
gizleyen zarý soymak gerekirdi. Amaç, kestaneyi yiyebilmekti. Kestane bu güzelim dünyada
, dalýnda býrakýlamazdý.
Oysa, yesil kabuðu parçalamak sanýldýðý kadar kolay bir is deðildi. Yesil kabuðu parçalamay
nlarý
asýyorlar, derilerini yüzüyorlar, öldürüyorlardý. Gizliliði arastýranlar, gizlenmeliydiler.
gibi asýlmak, Nesimi
gibi derisi yüzülmek düpedüz budalalýktý. Anlasýlýr'a varabilmek için anlasýlmaz olmaktan b
r yol
yoktu. Açýk seçiðin yerini, bu açýk seçikliði gizlemek amacýyla semboller aldý.
Ýslam düsüncesinde mezhepler bu zorunluktan doðdular. Ortodoks Müslümanlýðýn karsýsýna, Mar
en
sekiz yüzyýl önce, Protestan Müslümanlýk çýkýyordu. Yunanca'da akýl anlamýna gelen logos, A
kelam
olmustu, Yunancada bilgi anlamýna gelen sophos da tasavvuf. Felsefe, Ýslam statüsüne Ebu
Hanife'yle (699-767)
girdi. Türk soyundan gelen bu Ýslam imamý, logos'u da, sophos'u da gereði gibi kullanýyord
u. Ýslamlýk, birinci
yüzyýlýný henüz bitirmisti. Ebu Hanife, akla uygun olmayan hiçbir kuralýn uygulanamayacaðýn
Tutulacak yolu nakil deðil, akýl gösterecekti. Su din büyüðü böyle dedi; bu din büyüðü böyl
uygun
olmayan kurallara boyun eðmek gerekmezdi. Akla uygunluðu da, tartýsmalar sonucunda, çoðunl
uðun oyu
belirtecekti.
Akýlcýlýk yolu, Cebriye'yi, Kaderiye'yi, Mutezile'yi doðurdu. Soru suydu: Yaptýklarýmý ben
yapýyorum, Tanrý
mý yaptýrýyor?.. Cebriye' ye göre, yaptýklarýmýzý biz yapýyorduk, Kaderiye'ye göre Tanrý ya
riyeciler
soruyorlardý: Öyleyse neden biz sorumlu olalým?.. Mutezile de Cebriye'yle birleserek söy
le diyordu: Ýman
kitaptaysa akýl da insandadýr. Kader diye bir sey yoktur. Tanrý benim isime karýsmaz, ne
ceza verir ne armaðan.
Kitap da Tanrý sözü deðil, kul sözüdür. Viii'nci yüzyýlda Vasýl bin Ata ( ? -748) ve onu iz
n meydana
getirdiði Mutezile (Fr. Motazalites) akýmý, Ýslam felsefesinde usçuluðu ve usaaykýrý buluna
sel inançlara karsý
çýkmayý gerçeklestirmistir. Ünlü gizemci Hasan Basri'nin öðrencisi olan Vasýl bin Ata, büyü
Mürtekibi
kebir) konusunda öðretmeniyle anlasamayarak ondan ayrýlmýs ve bundan ötürü onun ve izleyici
inin öðretisine
Arapça ayrýlma anlamýndaki itizal sözcüðünden türetilen ehli sünnetten ayrýlanlar anlamýnda
enmistir.
Bu
davranýs, Ýslam dünyasýnda, dogmatik çeliskilere karsý insan usunun ilk sahlanýsýdýr. Vasýl
nýn baskaldýrdýðý
sorun suydu: Mademki ceza ölümden sonra verilecek, demek ki cezayý ruh çekecektir. Madem
ki ruh ölümsüzdür,
öyleyse nasýl yanýp kül olacak? Mutezileciliðin temel fesefesi bu çok haklý sorudan türemis
Cahiz ( ? - 868),
Muammer ibni Abbad, Ebül Hüseyin Basri, El Nusaybini, Hisam vb. gibi düsünürler yetistiren
mutezile akýmý Basra
mutezilesi (Ar. Mutezilei Basriyye, Fr. Ecole dissideute de Bassora) adýyla anýlýr. Ba
slýca sorunlarý kader, ceza,
tanrýnýn nitelikleri konularýdýr. Mutezileciler kaderi yadsýrlar, onlara göre kul kendi eyl
mlerinin yaratýcýsýdýr.
Böyle olmasaydý, tanrýca belirlenen eylemlerinden sorumlu olamazdý. Eðer kader varsa ve in
sana bütün
eylemlerini
tanrý yaptýrýyorsa neden kendi yaptýrdýðýný gene kendisi cezalandýrýyor? Mutezileciler bir
almadýðýný
aklýn aldýðýna indirgeyerek Ýslam dinini güçlendirmeye alýsmýslardýr. Bu açýdan Ýslam felse
anlamýnda Arapça Akliyyun adýyla da anýlýrlar. Cennet, cehennem, vahiy vb. gibi Kuran'da b
ulunan bütün usdýsý
tasarýmlarý da yadsýmýslardýr. Özellikle Cahiz, bilginin ilk kosulu süphedir, diyecek kadar
eri gitmis ve
bilimselesmistir. Ýslam felsefesinin ilk Kelamcýlar'ý da mutezilecilerdir. Ýslam felsefe
sinde insan usunun
yadýrgamayacaðý bütün tezler mutezilecilerce ilerisürülmüstür. Bu açýdan da mutezileciler,
sinde
özgür
felsefeyi gerçeklestiren ilk ve tek felsefe akýmýdýr. Mutezileciler, tanrýnýn nitelikletini
de yadsýrlar ve tanrýnýn zat
(öz)'ýný sýfat (nitelik)'ýndan ayýrýrlar. Onlara göre tanrýya insansal nitelikler yakýstýrm
cezalandýrýcý,
armaðan verici saymak tanrýlýk düsünceye aykýrýdýr. Kuran da tanrý kelam (söz)ý deðil kul k
k
(sonradan meydana getirilmis)'tur. Mucize (tansýk) diye bir sey yoktur, evrende us
dýsý hiçbir olgu gerçeklesemez.
Sünnilerce sapkýnlýk sayýlan Mutezile düsünceleri bes ilkede toplanabilir: 1- Ýnsan, eylemi
kendisi yaratýr.
Özgürdür ve kadere baðlý deðildir. Böyle olmasaydý kendi eyleminden sorumlu olmamasý gereki
nrýca
cezalandýrýlmasý da onun kendi eylemini kendisinin yarattýðýna en büyük kanýttýr. Yoksa tan
anrýlýk
tüzeye (adalete) aykýrý olurdu. Bu düsünceden ötürü Mutezile'ye Ashap al- Adl (Adaletçiler)
ir. Oysa kaza ve
kader'e inanmak Ýslamlýðýn bas kosullarýndan biridir. Mutecileciler bu düsünceleriyle açýkç
karsý
çýkmaktadýrlar. Kader inancýný yadsýmalarý nedeniyle onlara Kaderiyye de denmistir. 2- Tanr
ndisinden
ayrý nitelikleri yoktur. Nitelik (sýfat) öz (zat)'den ayrý ve baðýmsýzdýr, bundan ötürüdür
a da
özüne eklenen nitelikler kabul etmek birçok tanrýlarýn varlýðýný kabul etmek demektir. Tanr
lerini
yadsýdýklarýndan ve tanrýyý böylesine bir birlikte tasarladýklarýndan ötürü Mutezile'ye Ehl
Birlikçiler) de
denir. Mutezileciler bu düsünceleriyle de açýkça Kuran'a karsý çýkmaktadýrlar, çünkü bizzat
göre
nitelik ve öz birbirinin aynýdýr ve tanrýnýn nitelikleri vardýr. Birbirine pek benzeyen her
iki düsünce arasýndaki
ayrýlýk suradadýr: Sünnet ehline göre tanrý bilgindir ve bilgisi vardýr.
Mutezile'ye göre tanrý bilgindir ama, bilgisi olduðundan ötürü deðil. Bunun gibi, tanrý her
görür ama, görme
niteliði olduðundan deðil. Tanrý demek, her sey demektir. Ona ayrýca nitelikler yüklemek ge
ekmez. Görüldüðü gibi
her iki, düsünce de birlik (tevhid)'çidir. Mutezileciler bu savlarýyla Ýslamýn tevhid anlay
karsý çýkmaktadýrlar,
tevhid'in kendi anlayýslarýnda olduðu gibi anlasýlmasýný ilerisürmektedirler. Ehli sünnet d
hidcidir, çünkü
tanrýnýn özüyle nitelikleri birbirinden ayrýlamaz der, bütün nitelikler tanrýnýn zatýnda bi
Ne var ki
sünniler niteliklerin varlýðýný kabul eder, Mutezile yadsýr. 3- Mutezile'nin üçüncü ana ilk
izal)'a neden
olan büyük günah sorunu üstündedir. Esdeyisle Mutezileciler bu sorun üstündeki ayrýlýklarýn
ile
adýný almýslardýr. Mutezile'ye göre inanlý (Mü'min)'yla inansýz (Kafir) arasýnda bir rütbe
ki o da
kabahatli (Fasýk)'dir. Büyük günah isleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak fasýktýrla
meden önce tövbe
ederlerse mü'min olurlar, etmezlerse kafir olurlar. Mutezileciler, sünni anlayýsýna aykýrý
lan bu duruma orta
derece (Ar. Menzile beyn al-menzileteyn) derler. 4- Mutezile'nin tia'd val-vaid
adýný verdiði dördüncü ilke,
birinci ve üçüncü ilkeleriyle ilgilidir. Bu ilkeye göre kötülerin cezalandýrýlmasý ve iyile
landýrýlmasý
tanrý için zorunlu (vacip)'dur. Baðýslama (sefaat) ancak tanrýnýn haklarýyla ilgili (Hak-ul
a müteallik) tapým
alanýnda olabilir. Yoksa kullarýn kendi yarattýklarý eylemlerinden ötürü tanrýca baðýslanma
daletine
aykýrý olur. Tanrýnýn yasakladýðý bir eylemi yapanýn gene tanrýca baðýslanabileceðine inanm
Mutezilecilerin besinci ilkesi, iyi seylerin yapýlmasý ve kötü seylerin yapýlmamasý (Ar., E
r bi'1-maruf va'n-nehy
ani'1 münker) zorunluðunu ilerisürer. Bir bakýma ehli sünnet de bu düsüncededir ama, iyinin
kötünün Kuran'da
açýklanmýs olmasýný, esdeyisle Kuran'da yasaklanan ve izin verilen seylerle sýnýrlý olmasýn
sar. Mutezileyse
bu konuda usun ölçütlüðünü kabul eder, esdeyisle Mutezile'ye göre, iyiyi ve kötüyü us ayýrý
in
dýsýnda Mutezileciler Ýslamlýðýn temel ilkelerine iki aykýrý görüs daha ilerisürmüslerdir:
le
görülemeyeceði ve tanrýnýn söz (kelam), buyruk (emir) ve yasaklarýnýn (nehiy) yaratýlmýs (m
duðu.
Mutezilecilik çesitli Abbasi halifeleri ve özellikle halife Ma'mun tarafýndan korunmus
tur. Us'a dayanan
Mutezileciliðin karsýsýna bir zaman sonra inan'a dayanan gerici Es'arilik dikilmisse d
e usçuluk akýmýnýn
gizemcilikte gizlenerek sürüpgitmesine engel olunamamýstýr.
Tasavvuf (sophos), bu düsünce akýmlarýnýn (logos) ortasýnda gelisti. Tasavvuf zinciri söyle
lanmaktadýr: Ebu
Hasim (Viii'nci yüzyýl), Zünnun (dokuzuncu yüzyýl), Bayezid-i Bistami (dokuzuncu yüzyýl), C
-i Baðdadi
(dokuzuncu
yüzyýi), Hallac-ý Mansur (858-922), Ýbn-i Sina (980-1037), Ýmam Gazali (1059-1111), Muhyid
din-i Arabi (1156-
1240)... Ve sonunda, kestaneyi yiyebilmek için kabuklarý iyice parçalayan Mevlana Cela
leddin'le Hacý Bektas
(Xiii'nci yüzyýl). Ýslamlýkta tasavvuf çerçevesi içinde o kadar çok tarikat türemistir ki,
er Muhammed'in
tarikatýnda pek az kimse kalmýstýr denilebilir. Bu tarikatlarýn tümü tasavvuf ana düsüncesi
irlesirler, düsünce
ayrýlýklarý pek önemsizdir. Çoðu da tarikatý kuranýn adýný tasýr: Seyh Ahmet Namýki-i Cami'
iler,
Mevlanacýlara Mevleviler, Hacý Bektasçýlara Bektasiler denir.
Tasavvuf tarikatlarýnýn büyük çoðunluðu, özellikle sii-batýniler, varlýkbirliði (vahdeti vü
birlesirler. Bu anlayýs, tüm varolanlarýn tanrýnýn çesitli belirimleri olduðu, daha açýk bi
le her varlýðýn bizzat
tanrý olduðu inancýný dilegetirir. Ýslam gizemciliðinde vahdet-i sühut ve vahdet-i kusut'ta
onra erisilen üçüncü ve
son asamadýr: Bu en yetkin asamada bütün varlýklar, görünüsteki ayrýlýklarýndan sýyrýlarak
birlesir
ve kaynasýrlar. Önce bütün varlýklarý ayrý ayrý gören (vahdet-i sühut) gizemci, sonra kendi
i tanrýlýk iradeyle
birlestirmis (vahdet-i kusut) ve daha sonra kendi varlýðýný tek varlýða katarak vahdet-i vü
asamasýna ulasmýstýr.
Bu yetkin asama, kendinden önceki bütün asamalarý kapsar. Bu asamada gizemci, artýk kendis
inin tek varlýðýn
insan
biçimindeki belirtisi olduðunu bilmektedir. Örneðin Muhiddin Arabi, Feridüddin Attar, Mevl
ana Celaleddin gibi
son büyük gizemciler bu asamaya ulasmýslardýr. Ýslam Temciliðinin bu asamasý, Batý'nýn kamu
(panteizm) benzer. Dinsel alanda inanca dönüsen bu spekülatif varsayýma göre her sey, tek
seydir. Ayrýlýklar
görünüstedir, öz birdir. Ýslamsal vahdet-i vücut anlayýsý bu özü tanrýya baðlar. Bir çesit
tanrýnýn
doðalastýðýný ve sayýsýzca çesitlendiðini, çesitli varlýklar halinde meydana çýktýðýný iler
olduðu gibi bu bir yaratma deðil, bir belirme (tezahür etme, zahir olma, görünme)'dir. Tan
rý ot olarak görünür,
böcek olarak görünür. Her sey tanrýdýr. Demek ki yaratan ve yaratýlan (Halik ve mahluk) yok
., sadece tanrýsal
bir varlasma vardýr.
Tasavvuf düsünürlerinden Hallac-ý Mansur, bu düsüncenin açýk seçiðini su sözle ortaya attý:
(Enelhak)... Hemen yakalayýp döve döve öldürdüler. Mansurun sonu, kendinden sonra gelen tas
vvuf
düsünürlerine
ders oldu. Mansurun açýk seçik sözü çok söylendi ama, öylesine anlasýlmaz biçimlerde söylen
enler,
öldürülmek söyle dursun, sözlerini kimsecikler anlamadýðýndan ötürü, tümen tümen hayranlýk
harflere, isaretlere, sayýlara anlamlar verildi. Açýk seçik düsünce sýr oldu. Tarikata gire
re güvenilmiyor, sýrrý
öðrenebilmeleri uzun denemelere baðlanýyordu. Mansurun iki kelimeyle söyleyiverdiði o yalýn
ebilmek
için uzun yýllar geçirilmesi gerekiyordu. Bu korku, tarikatlarda birtakým dereceler, men
asik adý verilen formaliteler
doðurdu. Önce çýrak, sonra kalfa, sonra usta olunuyor, ustalýktan sonra da yavas yavas yüks
lenlere gerçek adý
verilen sýr, azar azar sunuluyordu. Sýrrý öðrenebilme derecesine gelen, kellesini vermeden
sýrrý açýklayamayacak
kadar tarikata baðlanmýs oluyordu. Elde edebilmek için geçirilen uzun ve yorucu çaba sýrrý
sallastýrýyordu. On
dakikada öðrenebileceklerini on yýlda öðrenenler bilgilerini önemsemek zorundaydýlar. Dýsar
anlar da, hiçbir
sey anlamadan saskýn saskýn bakýp durduklarý harfleri, sayýlarý, isaretleri büsbütün kutsal
. Üç, bes, yedi,
kýrk derken, isler büsbütün karýstý. Güzelim insan düsüncesi putlasmaya basladý.
Pythagoras'tan gelen sayý mistikliði, Ýslam düsüncesinde Esterabatlý Fazlullah'ýn eliyle Hu
ilik oldu. Her harf bir
sayýyý karsýlýyor, her sayý bir sözü anlatýyordu. Açýkça söylenemeyen söz, sayýlarla harfle
sti.
ondördüncü yüzyýlda yasamýs olan Fazlullah; sayýlar, harfler, isaretler komedyasý arkasýnda
larak sunu
söylemektedir: Biz, evrenin tanrýsý olarak ancak insaný bulduk (Ma Hüday-ý alem adem yaftim
.
XX'nci yüzyýlýn ikinci yarýsýnda bile kolaylýkla söylenemeyen bu sözü XiV'ncü yüzyýlda söyl
harflerin, sayýlarýn ardýna gizlenmek gerekirdi elbet.
Mevlana Celaleddin (1207-1273), bir siirinde söyle demektedir: Bizim yolumuz, Su güz
elim dünyada yasamak
yoludur... Bir baska siirinde de söyle diyor: Körün ayaðýna bir engel takýldý, yaygýyý yaya
aymamýs dedi.
Yaygýyý yayan da, a kör dedi, kimseye suç yükleme; sen tutacaðýn yolu görmüyorsun.
Mevlana'nýn öðrencileri arasýnda Süryanos adýnda bir de Rum delikanlýsý var. Çetrefil lakýr
beceremeyen, açýk sözlü bir genç olacak ki, uluorta konusmalarýndan ötürü yakalayýp kadý'ný
Kadý soruyor: Sen Mevlana'ya tanrý diyormussun, doðru mu?.. Süryanos hep o açýk sözlülükle:
diyor, ben
Mevlana'ya tanrý demedim, tanrýyý yaratandýr dedim. Tanrý benim, ama bunu yýllardýr bilmiyo
m, bana tanrý
olduðumu Mevlana öðretti... Süryanos'u iyice çýldýrmýs sanarak býrakýyorlar. O da gelip olu
i Mevlana'ya
anlatýyor. Mevlana: Kadý'ya deseydin ki, diyor, yazýklar olsun sana, eðer sen de tanrý ola
madýysan.
Mevlana'ya göre bilgi, insaný öbür varlýklardan üstün kýlar. Evrenin bütün varlýklarý içind
is olan tek
varlýk insandýr. Her ne kadar evrendeki bütün varlýklar ayný varlýðýn belirtisiyseler de, i
ilgisiyle, hepsinin
üstündedir. Hacý Bektas'a göre de her insan, gereken bilgiye erismis deðildir. Gereken bil
giye erisen insana kutup
(deðirmen tasýnýn ortasýndaki demirin adý) denir. Deðirmen tasý nasýl kutbun çevresinde dön
ende öylece
kutbun çevresinde dönmektedir. Sayýsý pek çok olan bu kutuplarýn içinde de biri vardýr ki;
e yetkin bir bilgiye
erismistir, ona da kutuplar kutbu (kutb-ül-aktab) denir. Kutuplar kutbunun bir yanýn
da sað imam, öbür yanýnda sol
imam oturur (imaman). Bu büyük yöneticiler üçler adýný tasýrlar. Bunlardan sonra evrenin dö
eten dört
direk gelir (evtad-ý erbaa). Dört direkten sonra gelen rütbe aptallar (abdaller ya da
büdela; aptal ve budala
sözcüklerinin nereden geldiði de böylelikle anlasýlmýs oluyor) rütbesidir. Üçlerden sonra d
le aptallar, besler
adýný alýrlar. Bunlarýn altýnda da yediler, kýrklar ve üç yüzler (rükeba, nüceba, nükeba) v
çesit
genel kuruldur. Evren, bu organlarla yönetilir (saltanat-ý ilahiye).
Mevlana Konya'da, Hacý Bektas Kayseri'de tasavvufu sürdüredursunlar, ayný yüzyýlda yasayan
ir de
alçakgönüllü
Yunus Emre var. O da, kendi köseciðinden güzelim Türkçeyle söyle mýrýldanmaktadýr:
Dervislik dedikleri hýrka ile taç deðil, Gönlün dervis eyleyen hýrkaya muhtaç deðil. Bütün
týnda yatan
gerçek nedir?
Dokuzuncu yüzyýl tasavvuf bilginlerinden Bayezid-i Bistami, yüzyýllardan beri tartýsýlan ün
(miraç)
hikayesiyle, bu gerçeði anlatmaktadýr: On iki yýl benliðimin demircisi, bes yýl gönlümün ay
m. Sonra, bir
yýl, bütün gücümle, gönlümle benliðimin arasýna baktým. Dýsýmda bir dinsel yadsýma (küfür)
yýl onu kesmek için çalýstým. Sonra baktým, içimde de bir dinsel yadsýma kemeri gördüm. Bes
kesmek
için çalýstým. Halka baktým, onlarý ölmüs gördüm. Ýlk anladýðým sey Tanrý birliðiydi (vahda
.
Nitelik (keyfiyet) havasýnda on yýl uçtum. Bu havadan yüz milyon kez daha büyük bir havaya
lastým. Öncesizlik
(ezeliyet) alanýna erisinceye kadar uçtum. Öncesizlik alanýnda Ahadiyet aðacýný gördüm. Gör
dým ki,
bütün bunlar hud'aymis (hud'a, hiyle demektir). Yorumcular, Bistami'nin son sözünü söyle yo
umluyorlar:
Gördüðüm her seyin Tanrý deðil, ben olduðumu anladým.
Xiii'ncü yüzyýl tasavvuf bilginlerinden Feridüddin Attar, Mantýk-ut-Tayr adlý hikayesinde b
gerçeði açýkça
anlatmaktadýr: Kuslar, kendilerine, bir kral seçmek isterler. Kuslar krallýðýna Kafdaðý'nýn
a oturan Simurg'u
(anka kusu) uygun bulurlar. Hep birden, Simurg'a gidip önünde yere kapanmak için, yola
koyulurlar. Kafdaðý'nýn
ardýna ulasmak kolay bir is deðildir. Yolda, kuslarýn yarýsý ölür. Amaçlarýna varabilmek iç
edi alan
geçmeleri gerekmektedir. Bu yedi alaný geçinceye kadar bir o kadar kus daha ölür. Sonunda,
milyonlarca kustan
ancak otuz kus kalmýstýr. Onlar da bitkinlikten can çekismektedirler. Kafdaðý'na varýnca, b
lduklarý Simurg
kendilerinden baska bir sey deðildir (Simurg Farsça otuz kus demektir).
Hikayeden çýkan sonuç sudur: Tanrýyý arayan, sonunda kendisini bulur.
Xiii'ncü yüzyýlda Hasan bin Sabbah, kartallarýn bile uçamadýðý Alamut kalesinde, Batýniye t
urdu (bu
tarikata Melahide, Ýsmailiye, Hashasiye adlarý da verilmektedir). Öðrencilerini afyonla
(hashas) sersemletip
istediðini yaptýrýyordu. Selçuklularýn ünlü basbakaný Nizamülmülk böylelikle öldürülmüstür.
göre, dinin bir içi, bir de dýsý vardýr. Gerekli olan, bademin kabuðu deðil içidir. Kuran'ý
amý deðersizdir, iç
anlamsa kitaba bakarak anlasýlamaz. Bunu bildirmek için temiz yürekli (masum) bir imamýn
varlýðý yeter. Temiz
yürekli imamýn buyruklarý kesin olarak yerine getirilmelidir.
Kutsal kitaplarýn dýs anlamlarýný (zahir ilmi) peygamberler, iç anlamlarýný (batýn ilmi) da
lar bildirirler. Tenzil
adý verilen dýs anlamlar kafalarý olgunlasmamýs insan sürülerini yönetmek içindir, gerçek t
verilen iç
anlamlardadýr. Örneðin, dýs anlamda evli erkek ve kadýnlarýn birbirleriyle cinsel iliski ku
malarýný bildiren zina, iç
anlamda tarikat sýrlarýný açýklamak demektir. Dýs anlamda ölüler dünyasý olarak anlasýlan a
mda
evrenin
dönerek kesintisiz insan olusunu anlatýr. Müstecip ve mezun derecelerini atlayanlar da
i derecesine yükselince dýs
anlamlardan kurtulurlar. Tasavvufun ünlü ilkesi sudur: Misk derler, bu laftýr, miskin
anlamý kokusundadýr.
Bugün Hindistan, Afganistan, Ýran, Türkistan, Arabistan, Yemen, Suriye, Irak ve Anadol
u'da yasamakta olan
Batýniliðin en büyük imamý (sahib-i azam) Kerim dördüncü Aða Han'dýr. Kerim Han'ýn, Peygamb
'yla
Ali'nin soyundan gelme torunu olduðuna inanýlýr. Kendisine baðlý olanlar her yýl onu altýn
elmasla tartarlar. Her
yýl, aðýrlýðýnýn paraca tutarý kendisine verilir. Babasý Ahmet Aða Han, Kerim Aða Han'dan d
n
1946 yýlý tartýsýnda 3.600.000 Ýngiliz lirasý almýstý. Viii'nci yüzyýlýn sonlarýna doðru im
Sadýk'ýn
(Fatýma'yla Ali soyundan 6. imam) oðlu Ýsmail'e baðlanmak amacýyla Ýsmaililer adýyla anýlan
týnileri,
öðretilerini su dört ilkede açýklamaktadýrlar:
1- Ýmamlýk, Ýsmail'in çocuklarýna özgüdür.
2- Ýmamýn her yaptýðý gerçektir.
3- Ýmamýn her sözü Kuran'dýr.
4- Ýmam, yeryüzünde Tanrý'nýn ruhunu tasýyan kutsal bir varlýktýr. ondördüncü yüzyýl tasavv
Bedreddin,
Varidat adlý ünlü yapýtýnda, bu gerçeði, söyle özetliyor: Tapýnma (ibadet), içimizin arýnma
tasavvufçu, herkesin anlayamadýðý seyleri bildiði halde, bunlarý halka söylemez. Bildikleri
açýða vurursa onu
öldürürler. Buna, ikiyüzlülük diyebilirsiniz. Ama dýsla için bir ayrýlýðý olmalýdýr. Her in
deðerlendirilmelidir. Gerçek, halka daha isin basýnda ve açýkça söylenirse ya yollarýný sap
da o gerçeði
söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek ayrý ayrý gözetilerek, ortalama bir yolla, halký gerçeð
yavas alýstýrmak
gerektir. Bu alýstýrmayý saðlamak için tasavvuf tarikatlarýnda dokuz derece vardýr:
1- Ýlk derece, inceleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna tafarrus deniyor). Dýsarýda
bulunanlardan içlerine
alacaklarý kisiyi uzun uzun incelerler. Kendini beðenmislerle inatçýlarý bir yana ayýrýrlar
nlarla uðrasmazlar.
Tasavvuf dilinde söyle sözler vardýr: Ýçinde ýsýk olan evde konusmayýnýz, çorak tarlaya toh
. Bu
sözlerin açýk anlamý sudur: Felsefemizi anlayamayacak kadar budalalarý, kendini beðenmis ah
aklarý, inatçý
aptallarý içimize almaya çalýsýp bizi bos yere uðrastýrmayýnýz... Ýnceleme süresi, ortalama
Ýnceleme
çalýsmasý çok ilgi çekicidir: Her düsünceyi destekleyip o düsünceden yana görünerek inceled
yi gereði gibi
konustururlar. Kuskucularýn kuskularýný büsbütün artýrýrlar.
2- Ýkinci derece, alýstýrma derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'nis deniyor). Bu der
ecede, tutumu iyice öðrenilmis
kisinin dostluðu kazanýlmaya çalýsýlýr. Bu dostluðu günden güne güçlendirmek için her araca
3- Üçüncü derece, kuskulandýrma derecesidir (tasavvuf dilinde buna taskik deniyor). Akýllýc
enlenmis
sorularla, içeriye almayý uygun gördükleri kisiyi iyice denerler, kuskusunu artýrýrlar ya d
uyandýrýrlar. Sorular
söyledir: Cennetin kapýsý niçin sekiz tanedir de cehennemin kapýsý yedi tanedir?.. Ýnsanýn
idir de niçin dili
tektir?.. Namaz neden su zamanda kýlýnýr da bu zamanda kýlýnmaz?..
4- Dördüncü derece, bekleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna talik denir). Yukarýdaki
sorularla meraký
uyandýrýlan kisi, sorularýn karsýlýklarýný öðrenmek ister. Bu karsýlýklarý öðrenebilmek içi
tiðini
söyleyerek bekletirler. Kisinin kuskusu, meraký ve tarikata girme isteði, böylelikle, tu
tku çizgisine yükselir,
dayanýlamayacak bir duruma gelir.
5- Besinci derece, yemin ettirme derecesidir (tasavvuf dilinde buna rabt denir).
Tarikata girecek kisiye, kendisine
verilecek sýrlarý hiç kimseye açýklamayacaðý yolunda çok aðýr yemin ettirilir. Bu yemin, bi
apýlýr. Tören,
yeminin deðerini artýrmak için, bir hayli süslü ve özentilidir.
6- Altýncý derece, açýklama derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'sis denir). Son söz söyle
mez. Ancak, yavas
yavas
açýk (zahir) ve gizlinin (batýn) anlatýlmasýna girisilir. Açýðýn bosluðu karsýsýnda gizlini
rtilir.
Gizlinin ancak, kendisi gibi yüksek anlayýslý kimselerce anlasýlabileceði, böylesine yüksek
layýslý kisilere
söylenebileceði sezdirilir.
7- Sekizinci derece, çýkarma derecesidir (tasavvuf dilinde buna hal denir). Gizliyi öðre
ndikten sonra açýðýn hiçbir
deðeri kalmadýðý anlatýlýr. Böylece, birçok dinsel yükümler kaldýrýlýr. Tapma biçimleri, ak
rýna
yönelir.
8- Dokuzuncu ve sonuncu derece, sýyrýlma derecesidir (tasavvuf dilinde buna insilab
denir). Bu dereceye
yükselen
kisi, artýk dinsel yasalarýn, yasaklarýn, törelerin, törenlerin tümünden kurtulur. Kendisiy
bas basa kalýr.
Tarikata giris, birçok tarikatlarda özel bir töreni gerektirir. Örneðin Bektasilikte bu tör
n söyle yapýlmaktadýr:
Tarikata girecek kimseye harici denir. Rehber adý verilen yol gösterici, kendisini m
ahfil'in kapýsýna getirmistir.
Kapýnýn dýsýnda harici muhafýz adý verilen bir dýs bekçi, kapýnýn içinde de dahili muhafýz
iç bekçi
vardýr. Haricinin üstünden dünyayý andýracak bütün mallar alýnmýstýr. Basý açýk, gözleri ba
li
omuzuna doðru göðsündedir. Haricinin boynuna týyg-ý bend denilen bir ip baðlanmýs ve bu ipe
, belin, dilin
kilitlendiðini göstermek için üç düðüm atýlmýstýr. Rehber, dünyanýn bütün kirlerinden temiz
aptes aldýrýr. Ellerini yýkatýrken, bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin, aðzýný yýkatý
u aðýz bundan
sonra hiçbir yalan söylemesin, ayaklarýný yýkatýrken, bu ayaklar bundan sonra doðru yoldan
masýn, bir havlu
verip yüzünü kurulatýrken de, bu ana kadar islediðin bütün çirkab-ý ma-sivadan yüzünü sil d
Rehber, kapýda, su terceman'ý okuyarak haricinin içeri girmesi için izin ister: Bismisah
, Allah Allah, eli erde, yüzü
yerde, özü darda, erenlerin dar-ý mansurunda, Muhammed Ali divanýnda, Pir huzurunda; boy
nu baðlý, basý açýk,
caný kurban, teni terceman, müteehhil ikrarý vermek isteyen falanca adlý bir koç kuzulu ku
rbanýmýz var.
Erenlerimizin pendü nasihatýyla hareket etmek ister. Hanedan-ý ehl-i beyte tevelld ve
teberra kýlmak sartýyla
pirimiz hünkarýmýz Hacý Bektas Veli efendimizin katarýna katýlmak ister. Getirelim mi, emir
mürsidimizin, ne
buyrulur, sahým erenler?
Bektasi babasý, mahfildeki kardeslerin oylarýný alýr ve haricinin içeri girmesine izin ver
ir. Harici, içeriye, üçer
adýmda bir durup peymançe' ye geçerek girer. Peymançe, henüz doðmamýs çocuðun ana karnýndak
u
andýran bir durustur. Mahfilde üç, bes, yedi ve on iki olmak üzere kümelenmis mumlar yanma
ktadýr. Rehber,
hariciyi, mürsit adý verilen aydýnlatýcýya teslim eder. Mürsit, hariciye söyle seslenir: Ey
lip, Hacý Bektas
efendimizin yoluna girmek istiyorsun. Bu yol çetindir, kýldan ince kýlýçtan keskindir, mel
amet yoludur, demirden
yaydýr. Erenler, gelme gelme, dönme dönme, gelenin malý, dönenin caný buyurmuslar. Erenleri
nasihatlarýyla
hareket edecek kuvveti ve azmi kendinde buluyor musun, ne dersin?.. Talip, mürsidi
n bu sorusuna: 'Allah
eyvallah,
diye karsýlýk verir. Mürsit, bu karsýlýðý alýnca su sözleri söyler: Nefsinle mücadele et, h
ikte bulun, batýla
uyma, kudretin varken affet, devletin varken mütevazý ol, kimseden mürüvvet ve insaf bek
leme, eline, beline;
diline
sahip ol, hakikat sýrlarýný fas etme: Mürsit, bu sözleri söyledikten sonra talibin basýna b
taç giydirir, kulaðýna da
su sözleri fýsýldar: Seriatta üstün varol, tarikattan haberdar ol, marifette payidar ol, h
akikatte sabit kadem ol.
Bu sözlerin anlamý sudur: Harici seriattan gelmektedir, tarikata girmistir, marifet
baska bir deyisle, açýk anlamlarýn
altýndaki gizli anlamlar öðrenecek, gerçeðe ulasacaktýr.
Bundan sonra rehber, talibi mürsidin önünden alýp öteki makamlarýn önüne götürür. O makamla
gerekli
bilgiyi verirler. Rehber, cümleden cümleye selam ve niyaz!.. diye baðýrarak talibi yerin
e oturtur. Mürsit sol eline bir
kap su, sað eline de bir tutam tuz alýr: Halil Ýbrahim peygamber, Tanrý'ya itaat ederek
nefsini Rahmana, malýný
konuklara, cesedini atese, oðlunu kurban olmaya teslim ettiði halde gene de hamdetme
kte kusur etmedi. Lanet
olsun ahdini bozana!.. diyerek acý tuzu tatlý suya atar ve talibe içirir. Su kabý elden
ele dolasarak bütün erenler
birer
yudum içerler. Sonunda mürsit de bir yudum içerek, esselam ey hazýrun! diye baðýrýr, isbu k
teslim oldu ve
erenler yoluna niyet kýldý, huzurunuzda suya ve tuza ant verdi ki, yüz döndürmeye, bu yold
a ve kapýda ola.
Su, bilimi ve bilgeliði (ilim ve hikmeti) tuz da tüzeyi ve erdemi (adalet ve fazilet
i) göstermektedir. Suyun, yaratýcý
ilk unsur olduðunda Tanrý düsüncesiyle insan düsüncesi birlesmektedir. Ý.Ö. Vi'ncý yüzyýlda
ales ,ilk
yaratýcý maddenin su olduðunu söylemisti. Ý.S. Vii'nci yüzyýlda Kuran, Enbiya suresinde, bi
er seyi sudan yarattýk
demektedir.
Pythagoras'ýn sayý mistikliði hemen bütün tarikatlarda yer almýstýr. Üç, bes, yedi, dokuz,
sayýlarý kutsaldýr.
Batýni adý altýnda toplanan tarikatlara göre insandan sonra üç varlýk (zaman, mekan, kaos-c
feth, heyula)
meydana gelmistir. Nuh, Ýbrahim, Musa, Ýsa, Muhammed olmak üzere bes peygamber vardýr (p
eygamberlik,
tasavvufta, sadece bir bilgi derecesidir). Bes peygamberi yedi imam izler, her i
mamýn on iki hucceti vardýr (huccet,
imamdan sonra gelen derecedir). Huccetten sonra dai, mezun, müstecip dereceleri ge
lir. Yedi yýldýz, on iki burç,
haftanýn yedi günü, yýlýn on iki ayý, boyundaki yedi kemik, beldeki on iki fýkra, yedi kat
yedi iklim, insanýn
yüzündeki yedi delik hep bu anlamlarý karsýlamaktadýr.
Tasavvuf tarikatlarýnýn, bütün gizliliklerine ve kimi yerde, Seyh Bedreddinin de söylediði
ibi, ikiyüzlülük
sayýlabilecek sözlerine raðmen akýlcý ve bilimci maddecilikleri açýkça görülmektedir. Ruh s
e,
maddesel birliði daha iyi açýklayabilmek için kullandýklarý karsýt bir sözcüktür. Keramet d

yetenekler, bilgisizleri adam etmek için kimi yerde kullanmak zorunda kaldýklarý çocukça o
yunlardan baska bir sey
deðildir. Hemen bütün tarikatlarda hiçbir doðaüstü yeteneðe inanýlmaz. Acayip ve garaip gör
sek
kendimize
bakarýz, derler. Ünlü Türk ozaný Yunus Emre, tasavvuf düsüncesini, su mýsralarýyla özetlenm
Allah'ý ararsan gönlünde ara, Mekke'de, Kudüs'te, Hac'da deðildir.
Böylesine bir gerçeklikte insanla aðaç, toprakla yýldýz birbirinden ayrýlamazken, Müslüman'
iyan'ý
ayýrabilecek hiçbir neden kalmamýstýr. Ünlü tasavvuf sairlerinden Nasýr Hüsrev (1003-1088),
n'ýnda söyle
demektedir: Senin Hýristiyanlardan üstünlüðün nedir? Kafandan bu kuruntularý çýkar. Sen, Mu
e inanmýs,
ona yapýsmýssýn. Oysa Hýristiyanlar, Ýsa'yý tutmustur. Onlar peygamberdirler, yoldastýrlar.
nin Hýristiyanlýða
düsmanlýðýn saçmadýr, bosunadýr.
Xi'nci yüzyýlýn sonlarýna doðru, Fatými halifesi Müstansýr Billah'ýn Fatýmiler, Batýnilik g
ratorluk
kurmuslardýr iki büyük tarikat çaðrýcýsý (dai-i azam) Mýsýrdan gizlice yola çýkmýslardý. Bu
Hüsrev'di ve halifenin buyruðu gereðince Horasan'a gidiyordu. Öteki Hasan Sabbah'tý ve hal
ifenin buyruðuyla
Alamat kalesinin yolunu tutmustu.
Hasan Sabbah'ýn cinayetler tertipleyerek basardýðýný, Nasýr Hüsrev felsefe ve edebiyat yapý
ertipleyerek
basarmaya çalýsýyordu. Saadetname, basýndan sonuna kadar bir öðütler dergisidir: Dünyanýn m
köylüdendir. Ekinler; baðlar, bahçeler onun emeðinden meydana gelir. Âdemoðullarý için bund
iyi is olur
mu? Köylü yýlanýn, karýncanýn ve ister insan ister yük hayvaný olsun herkesin rýzkýný rahat
köylü böyle
olursa ki olmasý gerektir melekleri bile yener. Bu dünyada akýllýca tohum ekenler, ahret
te cennet bahçesinin
çiçeði olurlar (Saadetname, XXiii, 220-225). Bu dünyada bulunan üç grup insan, bütün öteki
en
sereflisidir. Bunlar, Tanrý'nýn has ve seçkin kullarýdýr. Bu yücelerin ilki peygamberler, i
incisi ermisler (imamlar),
üçüncüsü filozoflardýr (nebiler, veliler, hakimler). Bunlar, kusa kurda rahatlýk ve mutlulu
aðýslarlar. Geri kalan
insanlarsa ayak takýmýdýr (avam sýnýfýndandýr), birbirlerini yaralayýp sokmakta yýlana ve a
enzerler. Tanrý'nýn
seçkin kullarý olan imamlar yücedirler ve her görmüs olduklarý seyin gerçeðine ermislerdir
etname, XXiV,
230).
ÝNSANIN ÝNSANLA SAVASI. Deðil insanlarý, evrendeki bütün varlýklarý birbirleriyle kardes sa
el düsünce
akýmý (batýn ilmi), özel mülkiyetin kaldýrýlmasý ve mal ortaklýðýnýn kurulmasý sonucunu doð
ihi,
Sii-Batýni tarikatlarýn bu konudaki savaslarýyla doludur. Babekilik, Karmatilik, Anado
lu'da Seyh Bedreddin
tarikatý, Bektasilik, Hurufilik gibi birçok tarikatlar özel mülkiyetle açýkça savasmýslardý
vvufun ilkesi sudur:
Her seye malik ola ve bir seye malik olmaya... dokuzuncu yüzyýlda, iki ünlü tasavvuf bil
gini, Ýbrahim Ethem'le Belhii
Sakik,
söyle konusuyorlar. Türk bilgini Sakik soruyor: Sizin yasama ilkeniz nedir?.. Ýbrahim
Ethem, bulunca Sükrederiz,
bulmayýnca sabrederiz, diyor. Sakik, onu bizim Horasan'ýn köpekleri de yapar, diye kar
sýlýk veriyor, bulmayýnca
sükretmeli, bulunca daðýtmalý.
Dokuzuncu yüzyýlýn ikinci yarýsýnda, asaðý Mezopotamya'da, köleler efendilerine isyan etmis
. Bu isyan
bastýrýldý
ama, toplumsal tedirginlik bütün sarsýntýsýyla gittikçe daha çok büyüdü. Baslarý ezilmis gi
ncý Zanç
birlikleri, kalabalýk isçi ve rençber topluluklarýnýn da katýlmasýyla yeniden güçleniyorlar
aralarýnda
haberlesebilmek için gizli bir alfabe yaptýlar. 980 yýlýnda yeniden patlayacak ve uzun yýl
lar devam edecek olan bu
isyanlarý Savad'ýn dýsýnda oturan gizli sefler yönetiyorlardý (karmata, gizleyen anlamýndad
Vasit bölgesi
dolaylarýnda, bu gizli seflerden aldýðý buyruklarla ise koyulan Hamdan Karmat, Kufe'nin
doðusunda müstahkem
bir
yer yaptýrmýstý. Bu yerde ortaklasa yasanýyor, ortak sofralarda yemek yeniyor, bütün mallar
ortaklasa
kullanýlýyordu.
Giderler, ortak bir kasadan harcanmaktaydý. Gittikçe güçlenen ayaklanmanýn basarýya ulasabi
mesi için Arap
aristokratlarýnýn partizanlýklarýndan yararlanmak gerekiyordu. Bu düsünceden yola çýkan Kar
er, hilafetin Ali
çocuklarýna özgü bulunduðu savýný, bir araç olarak, ortaya attýlar. Hiç de umurlarýnda bulu
iyasal sav,
onlara, Arap dünyasýnýn büyük çoðunluðunu kazandýrýyordu. Gerçekte, yýkýlmasý gereken su ya
,
eskimis bir düzendi. Bu eskimis düzenin tohumlarý da Ömerin halifeliði çaðýnda atýlmýs bulu
an'ýn
ezilmesinden sonra Arap develeri, tasýyamadýklarý bir yükün altýnda büsbütün kamburlasarak,
'ye
yönelmislerdi.
Hikayeye göre, Ýran elmaslarýný tasýyan bu develeri görünce Ömer aðlamaya baslamýs; keske a
sten
bir dað bulunsaydý da bizler Ýran'a gidemeseydik, bütün fitneler iste bu elmas yýðýnlarýnýn
lidir, demisti.
Karmatilik akýmý, dokuzuncu yüzyýldan baslayarak Xii'nci yüzyýla kadar Ýslam dünyasýný sars
ik (istiraki)
temeline dayanan genis bir toplumsal tepkidir.
Ondördüncü yüzyýlda Seyh Bedreddinin Xiii'ncü yüzyýlda Baba Ýlyas ve Baba Ýshak'ýn liderlik
gösteren
halk
ayaklanmalarý, Karmati ayaklanmalarý gibi, görünüste ilerisürülen dýs nedenlerin ötesinde,
iç nedene (bir
batýni nedene) dayanmaktadýr. Bu iç neden, dokuzuncu yüzyýlýn baslarýnda Karmatilerden yetm
bes yýl önce
Azerbaycan'da bas kaldýran Babek ayaklanmasýnda, hiçbir gizliliðe bürünmeden, açýkça dilege
stir.
Hurremilerin basýna geçen Babek, insanlar arasýnda esitlik ve bütün mallarda ortaklýðý savu
adýr. Asya ve
Afrika topraklarýný köklü bir toplumsal tedirginlik sarmýstýr. Gittikçe genisleyen Ýslam ak
u topraklarda
yasayan çesitli halklarý yoksulluða düsürmüstür. Ýslam dünyasýnda da varlýklarý her gün bir
ir
azýnlýðýn karsýsýnda, yoksulluklarý her gün biraz daha derinlesen büyük bir çoðunluk türeme
k
alanýn alabildiðine genislemesi büyük rekabetlere yol açmýstýr. Gittikçe zenginlesen yeni b
istokratlar sýnýfý
doðmustur. Öte yandan Ýslam ordularýnýn girdikleri topraklarýn halklarý aðýr vergiler altýn
ktedirler. Önce
Müslüman olmayanlardan alýnan bu aðýr vergiler, sonra Müslüman olanlara da yükletilmistir.
n adamlarýna
tanýnan az vergi ayrýcalýða (imtiyaz), halkýn aðýr vergiden kurtulmak için din adamý kýlýðý
,
din adamlarýndan da kaldýrýlmýstýr (bu konuda bkz. Hilmi Ziya Ülkenin notlar eklediði Tahir
rimi'nin Türk
Tarihinde Mezhep Cereyanlarý, 1940, s. 23-30).
Hurremiler Babekin yönettiði tarikat Mazdekçiliðin ezilmesinden sanra Ýran'dan kaçarak ötey
ieriye daðýlan
Mazdekçilerin düsünsel torunlarýdýr. Bunlarýn Asya ve Afrika'da daðýlýslarýný Nizamülmülk s
Mazdek, mal insanlar arasýnda ortaktýr, diyordu. Çünkü insanlar, Tanrý'nýn kullarý ve Ademi
larýdýr. Her biri
ihtiyacýna göre yekdiðerinin malýný kullanmalý ve hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalýdýr.
malca esit
olmalýdýr. Mazdekin bu sözleri üzerine herkes malýný ortaklýða koymustu... Mazdek öldürüldü
rýsý
Hürrem binti Kade, iki adamýyla birlikte Medayin'den kaçtý. Rey kasabasýna giderek halký ko
asýnýn yoluna çaðýrdý.
Pesine takýlanlara Hurrem Din adý verildi... Hurrem Dinliler her yana daðýldýlar ve her ke
ntte baska bir ad aldýlar ve
her yerde de sürekli olarak bas kaldýrdýlar. Batýniler onlarla beraber oldu, çünkü her iki
hebin aslý birdir
(Siyasetname,
Mehmet Serif çevirisi, s. 205, 216 ve 234).
Acý ve yoksulluk çeken genis halk yýðýnlarýný insan etmek için toplumu düzenlemek gerektiði
en bir de
Türk bilgini var: Seyh Bedreddin (13571420).
Seyh Bedreddin bir Selçuk prensidir, Sultan ii'nci lizeddin Keykavus' un besinci k
usaktan torunudur. Edirne'nin
yakýnýndaki Simavna kasabasýnda doðmustur. Babasý Gazi Ýsrail, Simavna kalesini alan Türk o
sunun
kumandanýydý. Kalenin alýnýsýndan sonra da Simavna kadýsý olmustur. Bedreddin, Yýldýrým Bay
mura
yenilmesinden sonra Bayezidin oðlu Musa Çelebi'nin kazaskerliðini yapmýstýr. Bayezidin ötek
oðlu Mehmet
Çelebi, kardesini ortadan kaldýrýp yönetimi tek basýna ele alýnca (1413) Ýznik'e sürülmüs,
inin çýkardýðý
isyanlar sonunda da yakalanarak Serez'de asýlmýstýr. Serezin Yunanlýlara geçisinden sonra
Bedreddinin kemikleri
bir sandýk içinde Ýstanbul'a getirilerek Topkapý Sarayý Müzesi,'ne konulmustur.
Bedreddinin toplumculuðu, sürgün olarak gönderildiði Ýznik'te baslýyor. Kendisi, toplumsal
sini söyle
anlatmaktadýr: Tanrý, dünyayý yarattý ve insanlara verdi. Su halde dünyanýn topraðý ve bu t
eri
insanlarýn ortak malýdýr. Ýnsanlar esit olarak yaratýlmýslardýr. Birinin mal toplayýp öbürü
nrý'nýn
amacýna aykýrýdýr. Ben, senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen, benim esyamý ke
ndi esyan gibi
kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizindir.
Tanrý, insanlara akýl verdi. Herkes, Tanrý'yý aklýnýn erdiðince kavrayabilir. Birinin kavra
inin kavrayýsýna
benzemeyebilir. Ayný kavrayýsta bulunmayanlarýn birbirlerini kýnamalarý, birbirlerini zorl
amalarý doðru deðildir:
Düsünce ve vicdan özgürlüðü, doðal düzenin ürünüdür. Ayrýlýklar din adamlarýnýn isleri karý
doðmustur. Bunlar ortadan kaldýrýlýrsa bütün dinler bir olur. Hýristiyanlarýn Tanrý'yý kavr
ak
dinsizliktir. Onlar da ayný Tanrý'ya tapmaktadýrlar. Müslüman, Hýristiyan, Musevi, Mecusi h
p ayný Tanrý'nýn
kuludur. Hepsi kardestirler. Aralarýnda sevgi ve saygý olmalýdýr. Onlarýn bu sevgi ve saygý
arý gerçeði
yanlýsa üstün kýlacak, amaç, gürültüsüzce kendiliðinden elde edilecektir. Birbirlerini seve
ayanlar her
zaman birlesebilirler.
Hükümet, seçimle kurulmalýdýr. Ulus, tam bir özgürlük içinde oyunu kullanabilmelidir. Kýyan
(zalim ve
mütegallip) bir hükümetin buyruklarýna uymamak gerekir (caizdir). Saray, saltanat, yeniçer
i, tekkeler, dervisler hep
zorbalýðýn ürünüdür. Bu zorbalýða boyun eðilmemelidir.
Bedreddinin açýk seçik maddeciliði, tasavvuf konusundaki düsünceleriyle büsbütün belirmekte
n,
varsayýlan ölüm ötesi (ahret) üstüne hemen bütün tasavvuf bilginleri sustuklarý, gerçek düs
mak
gücünü, gösteremedikleri halde Seyh Bedreddin, Varidat adlý yapýtýnda korkusuzca ve açýk yü
larý
söylemektedir: Ruhlar, maddelerde bulunan güçlerden ibarettir. Ýnsaný iyiliðe sürükleyen ke
melek,
kötülüðe sürükleyen kendi gücü de seytandýr. Bu güçler, sadece insanlarda deðil, bütün cisi
Örneðin,
bir yaðmur tanesi bir neden ve güçle olusur (tesekkül eder). Yaðmur tanesini olusturan ve
tarlaya düsüren güce
melek denir. Deccal, Dabbe, Mehdi'nin görünmesi gibi kýyamet belirtileri yüzyýllardan beri
bosuna beklenmistir,
bundan sonra da bosuna beklenecektir. Vücut zerreciklerinin bir kez daðýldýktan sonra ye
niden bir araya
gelmesine
ve cesetlerin yeniden dirilmesine (hasrine) imkan yoktur. Her güzel sey cennet, he
r kötü sey cehennemdir.
Kitaplarda tanýmlanan cennet ve cehennem bir düsçülük ürünüdür (hayal aleminde tahakkuk etm
Bedreddin, tapýnma (ibadet) konusunda da sunlarý söylemektedir: Tapýnma, bütün namazlar ve
iyazlar, ahlakýn
düzeltilmesi, içyüzün arýnmasý içindir. Gerçek tapýnmanýn hiçbir kosulu, sýnýrý, biçimi yok
dönerseniz Tanrý oradadýr, ayetini hatýrlayýnýz). Tapýnma, hangi biçimde yapýlýrsa yapýlsýn
e uygun
olur. Gerçek tasavvufçu, herkesin anlayamadýðý seyleri bildiði halde bunlarý halka söylemez
arý meydana
apaçýk
koyarsa öldürüleceðini bilir. Gerçi bu, ikiyüzlülük sayýlabilir. Ama dýsla için bir ayrýlýð
kendi yerinde (mertebesinde) haktýr. Gerçek, halka, daha isin basýnda ve apaçýk söylenirse
a yollarýný sapýtýrlar,
ya
da gerçeði söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek, ayrý ayrý gözetilerek, ortalama bir yolla b
lerine alýstýrýlabilir.
Ama her halde halk, gerçeðe (hakikate) alýstýrýlmalýdýr.
Halifelerinden Börklüce Mustafa'yla Torlak Kemalin çýkardýklarý isyanlar bastýrýlýp baðlýla
geçirilince Seyh Bedreddin, sürgün olarak bulunduðu Ýznik'ten yola çýkarak Çelebi Sultan Me
in o sýrada
bulunduðu Serez'e kendi ayaðýyla gelmis ve boynunu ipe uzatmýstýr. Tarih söyle yazýyor: Çel
ultan Mehmet,
Bedreddini karsýsýnda görünce, yüzünüz neden bu kadar sarardý? diye sormus. Bedreddin de su
rmis:
Günes, batarken sararýr.
ÝNSANIN KENDÝSÝYLE SAVASI. Ýnsan denilen varlýk, kendisiyle savasmanýn mutluluðunu da sezmi
r. Bu
savas, Ýslam düsüncesinde, Melamilik adý altýnda yeni bir mutluluk yolu (tarikat) olarak b
elirmektedir. Arapça
melamet sözcüðü, asaðýlanma ve hor görülme anlamlarýna gelen levm kökünden türetilmistir (l
çýkýsma, azarlama, serzenis, sitem gibi baska anlamlarý da var). Kuran söyle demektedir: O
nlar ki kendilerini hor
görenlerin hor görüslerinden korkmazlar (vellezine layehafune levmete laimün...). Nisabu
r kentinin Türk
Müslümanlarý, Tanrý'nýn bu sözüne tutunarak, yepyeni bir yoldan mutluluðun pesine takýlmýsl
lýk,
henüz üçüncü yüzyýlýný yasamaktadýr (dokuzuncu yüzyýl).
Kuran'ýn, ne sözcük, ne de yorumlanmýs anlamlarýný kurcalamadan, Tanrýlýk düsünceye karýsar
varmaya çalýsanlar, insanlýklarýný hor görmek ve asaðýlamak yolunu tutarlar. Hem kendi kend
ni kýnarlar, hem
de
baskalarýnýn kendilerini kýnamasýný özlerler. Kendini üstün görmek, böbürlenmek, ikiyüzlülü
böylelikle ezilecektir. Oysa bu, varýlacak bir amaç deðil, varýlmýs bir amaçtýr. Bu türlü d
varýlmýs amaca
uygun davranýslardýr. Öðrenilecek ya da öðretilecek bir sey yoktur. Bilmek, bulmak, olmak y
ter. Melümilik, bu
yüzden, tarikat biçimlerinin ve öðretilerinin her türlüsünden sýyrýlmýs bir tarikattýr. Ne
ne biçimciliði, ne
dereceleri, ne törenleri, ne de öðrenilmesi gereken bir yöntemi vardýr: Kimi yazarlar, bu
nedenlerden ötürü,
Melamiliði bir tarikat saymamaktadýrlar. Melamilik, kýsaca, söyle tanýmlanabilir: Kýnanacak
davranýslarla tanrýsal
sevinci duymak düsüncesi.
Melami olmak isteyen, nerede olursa olsun çünkü Melamilerin tekke, mahfil, zaviye gibi
belli bir toplantý yerleri
de yoktur yol göstericinin (mürsit) önüne oturur. Yol gösterici, ne istiyorsun? diye sorar
. Dilekçi, Hakký istiyorum;
der. Yol gösterici (rehber), Hakký isteyen Haktan baska her seyi gönlünden çýkarýr, sen de
yap, diye karsýlýk
verir. Tören, bu kadarcýktýr. Bundan sonra gönül bosaltma (tahliye-i derun; gönlün Haktan b
a her seyden
bosaltýlmasý) baslar. Gönül bosaltma; yürürken, otururken, konusurken, çalýsýrken, her yerd
emlerin
varlýktan (Haktan) geldiðini ve kendisinin de bütün varlýklar gibi varlýkbirliði ya da tüm
r parçasý
olduðunu düsünerek ölümsüzlük sevincini duymak demektir (Hakta fani olarak bekabillahý zevk
ktir).
Baskaca
hiçbir bilgiyi gerektirmeden ömür boyunca sürecek olan bu sevince melamet nesesi denir:
Artýk, Melami olanýn
yapmasý gerekli tek sey, kendi gibilerle oturup sohbet etmektir (muhabbette fena,
sohbete devamda vefa,
marifette
bekaa). Baskaca yapýlacak. hiçbir sey yoktur. Ne özel kýlýk, ne özel tören, ne özel yerlerd
lantý, ne tövbe, ne
zikir, ne de öðrenilmesi gereken baskaca bir bilgi... (Rüsum ve kuyudu ref, tarik-i te
vhidin esasýdýr).
Görüldüðü gibi, Melamet dýsýndaki dinsel yollar da (Sünniler ve Batýniler) böyle bir sonuca
bir sevince
varmaya, çalýsmaktadýrlar. Melamiliðin baskalýðý, ötekilerde sonunda varýlacak olan amacý ç
olmasýndadýr. Bir seriatçý (Kuran'ýn sözcük anlamlarýna uyan, Sünni) namazlar kýlacak, oruç
, zekatlar
verecek ve bütün bunlarý bir ömür süresince yaptýktan sonra öbür dünyada Tanrýsýna kavusaca
etçi
(Kuran'ýn gizlenmis saydýðý anlamlarýna uyan, Batýni), bu yola törenlerle girecek, uzun yýl
asacak, bekleyecek,
çesitli derecelerden geçecek, yükselecek ve sonunda ama gene de yasadýðýmýz dünyada Tanrýyl
secektir.
Melamiyse, Melami olduðu gün bu zevke girmistir ve artýk ömrünce bu zevkle birlikte yasaya
caktýr. Daha açýk bir
deyisle, ,öteki yollarda sonda varýlan melamet nesesini Melamiler önde elde ederler ve
onunla birlikte yasarlar.
Melamilik, bir yasama biçimidir.
Melami adýyla anýlan dokuzuncu yüzyýlýn ilk Melamileri, Nisabur kentinde, böylesine yalýn b
düsünceden yola
çýkmýslardýr. Gerçekte, Sünnilikle Batýniliðin bir biresimi (sentez) yapýlmýstýr. Melamiler
sözcük
anlamýyla din) saygý görmektedir ve gerekli sayýlmaktadýr (Melamiler tevil etmezler, tevci
h ederler; baska bir
deyisle, sözcüðün açýk anlamýný daha bir açýklamaya çalýsýrlar, sözcüðün anlamýný bir yana
yakýstýrmaya çalýsmazlar). Buna karsýlýk, Batýniliðin varlýkbirliðini bir nese kaynaðý olar
lerdir, bu
kaynaktan kendi deyislerince zevk etmektedirler.
Melameti adýyla anýlan ilk Melamiler, Nisabur Türkleridir. Bu yolun ilk yolcusu olarak
da Ebu Hafs-ý Haddad
(Ölümü: Hicri 260) adlý bir Türk gösteriliyor. Ýnsanýn, hem kendince hem de baskalarýnca ký
ektiðini
belirten bir de ilgi çekici öyküsü var. Ebu Hafs, kendisinden öðüt almak isteyen birine söy
yor: Ticaret yap,
kazancýný dilencilere daðýt, sonra sen dilen, ekmeðini dilendiðin parayla al, daha sonra ti
areti de, dilenmeyi de
býrak. Gene Nisaburda ve ayný yüzyýlda Melamiliði bir topluluk yolu olarak ortaya atan da
Hamdun Kassar (Ölümü:
Hicri 271) adlý bir Türktür. Xii'nci yüzyýla kadar benliðini korumus olan bu yalýn Türk düs
ii'nci yüzyýldan
sonra Batýnilikle karýsmaya baslamýstýr. Katýksýz Melametiliðin yerini, dinsel yasaklara al
yan, Ali'cilik güden
Kalenderiler almýslardýr. Bu yüzden, önceleri Melametiliði pek seven dinci toplum, Melamet
iliðe kötü gözle
bakmýstýr. Kalenderilik, Xi'nci yüzyýlda Batý Türkistan'da ortaya çýkan Yesevi tarikatýndan
Naksibendiliðin
bir koludur. Katýksýz Sii-Batýni ilkeler güden Yeseviye tarikatý, daha sonra, Bektasiliði d
rmustur. Bektasilikten
de Hurufilik, Abdallýk, Haydarilik gibi kollar türemistir.
Xii'nci yüzyýlda, Melamiliðin bozulmasý ya da bozulmus sayýlmasý, Kalenderilerle gelen asýr
i
düsüncelerinin, bu biresimde, aðýr basmaya baslamýs olmasýndandýr. Peygamberin amca oðlu ve
dý Ali,
Türkler
için, halifeliðe getirilmis ya da getirilmemis olmasýný umursamadýklarý, saygý deðer bir di
l ortaklýðý
ilkeleriyse Samanlýk dini günlerinden kalma, eski bir gelenekleridir. (Ziya Gökalp, De
rgah dergisinde yayýmlanan
Türk Devletinin Tekamülü baslýklý yazsýnda, bu konuda önemli bilgiler vermektedir).
Ýlk Melamilerin, ilkeleri, yalýn düsüncelerdir: Tanrý gereklidir (Allaha iftikar). Peygamb
ere benzemeye çalýsmalýdýr
(Peygamberi taklit). Tasavvuf, iyilikçilikten baska bir sey deðildir. Ýnsanlara iyilik
, yardým etmelidir. Ama onlardan
yardým istenmemelidir. Kendimizle uðrasmalý, baskalarýnýn kusurlarýný görmemeliyiz. Hiçbir
emelidir.
Dindarlýk bile gizli tutulmalý, bir övünç nedeni olmamalýdýr. Ýnsanlara iyilik etmek de bir
evki veriyorsa,
bu zevk ezilmelidir. Haktan baska, ne açýðý, ne de gizliliði arastýrmak gerekmez (Haktan ba
ka ne zahiri, ne de
batýni kesf ve keramete itibar edilmez). Kisi, herkesten önce, kendi kendisini kýnamalýdýr
. Kendimizle
savasmalýyýz.
Böylesine saðlam bir temele dayanan Türk biresimi melamet düsüncesi, gittikçe çesitli düsün
karýsmaya
baslayacak, ondokuzuncu yüzyýlda Seyh Muhammed Nurun elinde yedi dereceli bir Batýni t
arikatý biçimine
girecektir.
Xii'nci yüzyýlda Kalenderilikle birlesen Melamilik, XV'nci yüzyýlda Bursalý Ömer Dede'nin e
inde yeniden
canlanmýstýr. Bayramiye tarikatýnýn kurucusu Hacý Bayram ölünce; tarikat büyükleri anlasama
ayramiliði
üç
kola ayýrmýslardýr: Fatih Sultan Mehmetin pek saygý gösterdiði ünlü Bayrami bilgin Ak Semse
Semsiye
tarikatýný, Ömer Dede Melamiye tarikatýný kurmustur. Bayramilikten türeyen bu Melamiliðe Ba
mi-Melamilik
denir. Ak Semseddin; Hacý Bayram tacýný, hýrkasýný tespihini, seccadesini ve asasýný bana b
iyerek posta
oturunca, yýllardan beri onunla geçinemeyen Ömer Dede (Emir Sikkini) su karsýlýðý vererek H
ayram'ýn
halifeliði iddiasýndan vazgeçmistir: Söyleyin ona, gerçek; taç, hýrka, tespih, seccade ve a
a deðil, kalb-i
musaffadadýr... (Melamiliðin, her türlü biçimcilikten sýyrýlma anlamýný hatýrlayýnýz).
Ancak Bayramilik, Erdebil tasavvufçularý yoluyla gelen Halvetilikten doðduðuna göre, Sii-B
atýni ilkelerle yüklü
bir tarikattýr. Ömer Dede'nin Melamiliði de, dolayýsýyla bu yükü yüklenmis bulunmaktadýr.
Artýk, ilk Melamilerde bulunmayan, zikretmek yöntemi de uygulanmaya baslayacaktýr (zik
retmek, sürekli olarak
Tanrý'nýn adýný ya da sözlerinden birini mýrýldanarak, bir çesit düsünsel sarhosluða erisme
yle
birleserek neselenmek demektir). Xvi'ncý yüzyýlda yasayan Melami seyhi Ýsmail Masuki, Al
lah, Allah, Allah diye
zikredeceði yerde, ünlü enelhak'çý Mansurun yolunda bulunduðunu anlatmak için, Allahým, All
llahým
diye zikretmeye baslamýstýr. Buysa, düpedüz Mansurun dediði gibi, ben Tanrýyým demektir. Us
bir ozan olan ve
Oðlan Seyh adýyla anýlan Ýsmail Masuki, bu düsüncesini siirlerinde de açýklamaktadýr: Deðme
hakire hor
deyu kýlma nazar, Kalbinin bir kusesinde ars-ý Rahman gizlidir. Daha sonra, baska bi
r Melami seyhi, Hamza Bali
gelecek ve varlýkbirliði (vahdet-i vücut) sýrlarýný büsbütün açýklayacaktýr. Bu seyhten son
Melami-
Hamzavi adýný alarak yasamakta devam edecektir. Hamzavilerden adý bilinmeyen bir ozan
da, sunlarý
söyleyecektir:
Ben ne dersem Hak onu isler hemen, Söyle henzer, ben onun aðasýyým.
Sonunda, ondokuzuncu yüzyýlda, Seyyit Muhammed Nur adýnda Mýsýrlý bir Arap seyhi ortaya çýk
. Yanya'ya
gitmis Naksibendi olmus, Mekke'ye gitmis Halveti olmus, Usturumca'ya giderek Mel
amilikte karar kýlmýstýr. O
günlerde Ýstanbul'da Hamzavi-Melamilik yolunu Seyyit Abdülkadir Efendi yürütmektedir. Muha
mmed Nur,
Ýstanbul'a gelerek onlarý da kendi yoluna almak istemisse de, Abdülkadir Efendi buna y
anasmamýstýr. Muhammed
Nurun açtýðý yeni yol, Hamzavi-Melamilerin baðýmsýzlýðý karsýsýnda, Nuriye Melamiliði adýný
Artýk Melamilik, Arap ve Acem düsüncelerinin bir biresimi olmak durumunu yitirerek, ta
m bir Batýni-Sii tarikatý
biçimine girecektir. Muhammed Nur, Rumeli'nin birçok yerlerinde tekkeler açtýrmýs, Ali'cil
ik gütmeye baslamýs,
gerçeði öðrenme yollarýný derecelendirmis, birtakým törenler tertiplemistir. Kesin olarak,
in yeniden dünyaya
ineceðine inanmaktadýr. Bu inanç, katýksýz Alevi inancýdýr. Bu metafizik inançla yalýn bir
liði
baðdastýrmaya çalýsmaktadýr. Seyh Bedreddin'in Varidat'ýný yorumlayan bir yapýtýnda, açýkça
söylemektedir:
Bilgisizlere göre (avam) vücut, Hakkýn (Tanrý'nýn) vücudunun gayrýdýr. Bilgililere göre (ha
t, Hakkýn
vücudunun gölgesidir. Tasavvufa erisenlere göre (asfiya) vücut, Hakkýn vücudunun aynýdýr.
Muhyiddin-i Arabi'yi yorumlayan yapýtýnda da sunlarý eklemektedir: Ýlah ve Allah Arapçada
müstaðrik demektir
ki, Türkçe kaplamak anlamýndadýr. Su halde, Tanrý, bütünlüðün adýdýr. Onu, ondan baskasý bi
vhit
edemez). Çünkü, bir seyi birlestirmek için bir baska seyin de bulunmasý gerekir. Baska sey
olmayýnca ne
birlestirilecek?.. O halde, sen, sana secde edersin (kendin için, kendine ibadet e
dersin anlamýna; kendisi için
namaz
kýlan Hallac Mansuru hatýrlayýnýz). Esyanýn vücudu, Tanrý'nýn vücududur. Esyanýn, baðýmsýz
.
Bu, suyun kara oraný gibidir. Kar, görünüstür (zahirdir). Su temeliyse gizlidir (batýndýr).
lk (halk edilenler,
yaratýlanlar), Hakkýn belirmesidir (zuhurudur). Ondan baska varlýk yoktur ki yeni varlýk
lar yaratýlabilsin (bir baska
deyisle, yaratma yoktur; yaratýlan yoktur, yaratan yoktur; ancak varlýðýn çesitli biçimlerd
kendini göstermesi
vardýr).
Muhammed Nura göre, bu bütünlük'ün bilincine ve zevkine bilgiyle varýlýr. Birlesme (tevhit,
ten olduðunu
duyma), anma ya da söyleme (zikir) yoluyla elde edilecektir. Söyleye söyleye anma, ana
n, anýlan (zikir, zakir,
mezkur) birlesirler. Ýnsanýn bu bilgiye varmasý için yetistirilmesi gerekir. Bütünlük bilin
her bilinçli insanýn
kendiliðinden, yetistirilmeden elde edebileceði bir bilinç deðildir (bana Tanrý olduðumu Me
lana öðretti, diyen
Süryanos'u hatýrlayýnýz). Bu bilince, altý basamakla çýkýlýr. Ýlk üç basamaða birlesme katl
it) ya
da ölümlülük asamalarý (meratib-i fena), son üç basamaða da birlik katlarý (makamat-ý ittih
ölümsüzlük
asamalarý (meratib-i beka) denir. Bu basamaklar sunlardýr:
1- Tevhid-i efal basamaðý: Bütün eylemlerin, bütün olmakta olanlarýn varlýðýn isi olduðunu
ilikkötülük
ayýrýmý bize göredir, varlýða göre ne iyilik vardýr, ne de kötülük. Olmakta olan, olmasý ge
inci
basamakta bu bilgi zevk edilir.
2- Tevhid-i sýfat basamaðý: Yasamak, bilim, buyrultu, isitmek, görmek, söylemek varlýða özg
i
basamakta
bu bilgi zevk edilir.
3- Tevhid-i zat basamaðý: Vücut, varlýðýn , vücududur. Esyanýn ki insan da bu esyadan birid
vücutlarý yoktur. Üçüncü basamakta bu bilgi zevk edilir.
Bu üç basamakta; eylem varlýðýn eyleminde, nitelik varlýðýn niteliðinde, vücut varlýðýn vüc
ok
edilir. Artýk eyleme, niteliðe, vücuda baðlý bir kisilik kalmaz. Kisilik, gerçek kisilik'le
birlesmistir. Bu birlesmenin
bilincine ve dolayýsýyla zevkine varýlmýstýr. Bu kattaki melamet nesesi, bir sorumsuzluk n
esesidir. Her is Tanrý'nýn
isi, her istek Tanrý'nýn isteði olduðuna göre, ortada hiçbir yasak kalmamýstýr (Batýni tari
ibaba mesleði
denilmesi bu yüzdendir, çünkü her sey mubahtýr). Bu sorumsuzluksa, toplumu kargasalýða götü
önlemek
için de Peygambere benzemeye çalýsmak ilkesi konulmustur (edeb-i Muhammediye). Bir bas
ka deyisle, her istek
Tanrý'nýn isteðidir ama, Peygamber gibi istek duymak gerekir (bu çabaya, tecelliyat-ý Muha
mmediye'ye mazhar
olmak, deniyor).
4- Makam-ý cem: Bu basamakta varlýk açýklanýr, esya gizlenir (Hak zahir, halk batýn olur).
ir baska deyisle, ilk üç
basamaðýn bilincine eristikten sonra ana varlýk görünmüs, meydana çýkmýs; onun meydana çýký
parça
varlýklar ortadan çekilmislerdir. Ýlk üç basamaðýn bilgisi ve zevkiyle ana varlýðýn bilgisi
kine varýlmýstýr.
Günes, vücudumuzun ardýnda gizliyken önümüzdeki gölgemizi görüyorduk. Günes yükselerek meyd
gölgemiz yok olur.
5- Makam-ý hazret-ül-cem: Bu basamakta ana varlýk yeniden gizlenir, parça varlýklar meydan
a çýkar (halk zahir,
Hak batýn olur). Çünkü ana varlýk, gücünü parça varlýklara vermis, onlarda belirmistir. Söy
isiten,
yapan, dileyen ana varlýðýn gücüyle parça varlýklardýr.
6- Makam-ý cem-ül-cem: Bu basamakta kisi, tanrýsal gücünü duyar. Çünkü Tanrý, onun vücudund
ir.
Önce, sonra, açýk, gizli hep kendisidir (evvel benim, ahýr benim, zahir benim, batýn benim
).
Ýlk üç basamakta kendini ana varlýkta öldüren, yitiren, yok eden kisi; son üç basamakta ölü
stir. Bu
kattaki melamet nesesi, bir ölümsüzlük nesesidir. Ýlk Melamilerin, daha ilk adýmda, Haktan
aska her seyi
gönüllerinden çýkararak elde ettikleri bu neseyi, son Melamiler bir hayli basamak týrmandýk
an sonra elde
etmektedirler.
Muhammed Nurun basamaklarý bitmemistir. Yedinci basamak olarak bir de makam-ý ahadiy
et-ül-cem vardýr
ama;
onu ne ben söyleyebilirim ne de sen anlayabilirsin, diyor; çünkü o makam, Peygamberin ma
kamýdýr. Kuran'daysa,
yetimin malýna yaklasýlmamasý buyurulmustur. Peygamber, bu makamýný bana öðretmistir ama, b
alarýna
öðretmeme izin vermemistir. Bu makamda ne birlik ne de çokluk vardýr. Ancak Peygamberin
kendisi öðretirse
zevk
alýnýr, baska türlü zevkine varýlamaz.
Oysa, Muhammed Nurun damadý ve halifelerinin halifesi (halifet-ül -hulefa) Abdürrahim
Fedai, Tefsir-i Suret-ül-
Kevser adlý yapýtýnda bu basamaðý açýklamýstýr. Tanrý, Peygambere söyle demektedir: Ey Muha
bana
deðil, sana tapýlmasýný istedim, benim deðerimin deðil, senin deðerinin bilinmesini istedim
en bensin ve
ben senden baska hiçbir sey deðilim.
Batýniliðin büyük sýrrý böylelikle açýklanmaktadýr: Gerçek Tanrý, aklý basýnda olan insandý
olmayan insanlar, aklý basýnda olan insanlarýn pesine takýlýp onlarýn gösterdikleri yoldan
erlerse, mutlu
olabilirler.
Bu sonuç, ilk üç basamaðýn doðurduðu anarsiyi önleyecek bir sonuçtur. Peygamberce davranmak
, bu
sonuçla anlam kazandýðý gibi, bilgisizlerin ve akýlsýzlarýn elde ettikleri sorumsuzluk ve ö
eselerine
karsý, sorumluluðun ve ölümlülüðün bütün yükü ve acýsý da akýllý ve bilgili kisilere düsmek
altýncý basamakta bitmek zorundadýr, yedinci basamakta neselenmek kolay deðil.
YENÝDENDOÐUS. Gün, birdenbire doðmaz. Aydýnlýk, karanlýðýn içindedir. Gök, aydýnlýðýný, kar
içinden süzer. Bunun gibi; insan düsüncesinin yenidendoðusu (renaissance) de belli bir tar
ihte birdenbire
baslamýs
deðil. Düsünce tarihini incelerken, düsünce çaðlarýný birbirlerinin içine geçmis, biri daha
baslamýs olarak görürüz. Ý.S. V'ncý yüzyýlýn ortalarýna kadar süren ilkçaða karsý ortaçað,
baslamýstýr. Ortaçaðýn skolastiði ondördüncü yüzyýlda eridiðine göre, yeniçaðýn bu yüzyýlda
bu
yanlýs bir sanýdýr. Tarihçiler, yeniçaða baslangýç olarak Türklerin Ýstanbul'u aldýðý yýl o
rmation
davranýslarýnýn baslangýç yýlý olan 1517 yýlý üstünde tartýsa dursunlar, bu çaðýn ilk düsün
gerilerde bulunmaktadýr.
Akýl, artýk, inandan ayrýlmaya baslamýstýr. Ý.S. 1347 yýlýnda Tubingenli Profesör Jean de M
t söyle
konusmaktadýr: Erdemsizlik de, erdemlilik gibi, Tanrý isidir. Günah, bir erdemsizlik d
eðil, tersine, bir
erdemliliktir. Dayanýlmaz bir güdüye kapýlan kimse asla günah islemis sayýlmaz; niçin sayýl
o güdü de bir
Tanrý isidir.
1348'de, Nocalos d'Autrecourt, Sorbonne Üniversitesi'nde su savý (tez) okuyor: Doðayý in
celemeliyiz.
Geriliðimizin nedeni, yüzyýllar boyunca o koca doðayý bir yana býrakýp Aristoteles'le, Plat
la bosuna vakit
geçirisimizdir. Doðayý incelemek bizleri kolaylýkla kesin bir bilime götürür. Tanrý'yý en y
lýk olarak
düsünebiliriz ama, onun gerçekten var olup olmadýðýný bilemeyiz. Evren, her halde sonsuz ol
, çünkü
yokluktan varlýða bir geçis düsünülemez.
Oxford profesörlerinden Roger Bacon (1214-1294) gözlemin ve deneyin önemini Xvi'ncý yüzyýld
yasayacak olan
adasýndan (Francis Bacon) daha önce kavrayarak kürsüsünde uygulamaya baslamýstýr. Toulouse'
Profesör
Raymond de Sebond da Tanrý'nýn kitabý saydýðý doðayý öteki kitaplardan üstün tuttuðunu açýk
Haçlýlar Doðu'ya dinleri uðruna saldýrdýlar, oysa kendi dinlerini temelinden sarsacak yeni
celerle döndüler.
Bizanslýlarýn kanadý altýna sýðýnmýs Yunan yarýmadasý düsünce geleneðini yüzyýllardan beri
sürdürüyordu. Ýsa'ya yeni kuzular toplamaya gidenler, Yunan yarýmadasýnda mitolojik boðalar
larýna binmek
zorunda kaldýlar. Bizans kilisesi de Katolik kilisesiyle barýsmak için Floransa'ya bil
ginler gönderiyordu. Bu
bilginler, iki kiliseyi barýstýramadýlar ama, Ýtalya'nýn gözünü açtýlar. Bizans imparatorlu
ine eline
geçisi de ekmeklerine yað sürdü. Bizans'tan Ýtalya'ya gerçek bir göç basladý. Edebiyat, san
sefe, eski Yunan'ýn
bütün zenginlikleri Ýtalya'ya akýyordu. Bu yüzden, yeniden uyanýs dediðimiz Renaissance dav
da, Batý'nýn
ilk uyananý Ýtalya oldu. Bu uyanýs 1483 yýlýndan baslayarak bütün Batý'yý etkiledi.
Dante, Petrarca, Boccacio yeniden dirilmis birer eski Yunanlýydýlar. Artýk kilisenin ünlü
kardinalleri bile skolastik
dilden tiksiniyorlar, eski Yunan edebiyatýna tapýyorlardý. Kardinal Nicolaus Cusanus,
skolastiðin yanlýslarýný
açýkça elestiriyordu. Homeros, Ýsa'yý yenmisti.
Fransýz tarihçisi Michelet, her sey Xii'nci yüzyýlda bitmisti, diyor, eðer olaylar doðal gi
islerini kovalasaydýlar
yenidendoðus (Renaissance) Xii'nci yüzyýlda baslayacaktý. Ýlkçað, ahmak kisileri olan bir ç
açað, akýlsýzlar
çaðýdýr. Oysa budada, skolastik yeterlikten ve kelimelere tapmaktan doðan modern bir yaratý
týr. Xii'nci yüzyýlda
gömülen ortaçaðýn býraktýðý bosluk bu budalalarý yetistirdi. Ýste yenidendoðusu üç yüzyýl g
Saçma sapan konusmayý ve büyücülüðü birer sanat haline getiren bu budalalar ordusunun içind
düncü
yüzyýlýn
sonlarýna doðru, yeniçaðýn ilk yeni insaný doðacaktýr. Bu yeni insanýn doðumu elbette kolay
ktý.
Yeni insan, her türlü iç ve dýs etkiden kurtulmus; kisiliðini bulan ve insanlýða güvenen ye
bir varlýktýr. Irk,
kavim, parti, lonca ve aile baðlarýndan kopmustur. Olabildiðince özgürdür. Artýk o, Ýtalya'
uðu halde Ýtalyan
deðildir. Dante'nin dediði gibi, onun vataný bütün dünyadýr. Artýk o, baðlý olmak zorunluðu
tadýr.
Baskalarýna benzemeye deðil, benzememeye çalýsmaktadýr. Bu durum, duygu ve düsünce alanlarý
le
olduðu
gibi, dýs görünüslerde de böyledir. 1390 yýlýnda, Floransa'da genel bir erkek kýlýðý kalmam
kendine
göre, özel bir biçimde giyinmektedir. ondördüncü yüzyýl Ýtalya'sýnda, alçak gönüllülük ve y
bilinmemektedir.
Dünyaya, ortak bir görüsle deðil, objektif bir bakýsla bakmak bilinci uyanmýstýr. Yeni insa
düsünen bir kisidir
(uomo singolare). Artýk o, bir ýrka, bir partiye, bir loncaya, bir aileye baðlý ve onlar
la beraber genel bir yasayýs
içinde yasayan bir insan deðil, baslý basýna bir kisiliktir. Kendine özgü düsünceleri, kend
görüsleri,
kendine
özgü duygularý vardýr. Yasayýsý da elbette kendine özgü olacaktýr. Ozan Petrarca (1304-1374
lýk Üstüne (De
Vita Solitaria) adlý kitabýnda yalnýz yasamanýn erdemini savunuyor. Petrarca'ya göre mutlu
luk, iç ve dýs etkilerden
sýyrýlmakla, baðýmsýz olmakla mümkündür. Ýnsanýn ilk ödevi kendini gelistirmektir. Bu gelis
yalnýz
yasamakla erisilebilir. Yalnýz yasamak, insanlarý sevmeye engel deðildir. Ýnsan yalnýz yas
ar ama, her zaman
insanlarla ilgilenir, onlarla beraber olabilir.
Yeni insan, bilgili ve çok yönlüdür. Hem düsünür, hem dilci, hem devlet adamý, hem ressam,
ikçidir.
Büyük ozan Dante (1265-1321) bunun en belli örneklerinden biridir. Tanrýsal Komedi'yi (D
ivina Commedia)
inceleyiniz, ele alýnmamýs hiçbir sorun býrakmadýðýný göreceksiniz. Dante'nin islediði bu s
er biri
çaðýnýn en ileri bilgilerini kapsamaktadýr. Ünlü adlar bir yana, XV'nci yüzyýl Ýtalyan kent
kaç dil bilen,
Tanrýsal Komedi'yi ezberden okuyan sokak kadýnlarýyla doludur. Alman tarihçisi Jacob Bur
ckhardt, Floransalý
tüccar ve devlet adamlarýnýn eski Yunancayla Latincede bilgin olduklarýný yazýyor. Gene Buc
hardt'ýn Ýtalya'da
Yenidendoðus Kültürü adlý kitabýnda bildirdiði XV'nci yüzyýlda yasamýs bir Leon Battista Al
dýr ki
sanatçýlardan, bilginlerden tutun, kunduracýlara varýncaya kadar dünyanýn bütün hünerlileri
sleklerinin
sýrlarýný sorup öðrenmistir. Yeni insanýn çok yönlülüðü doymak bilmez bir çok yönlülüktür.
sonsuz bir sevgi duyan, çevresindeki her seye kendini bütün varlýðýyla verebilen bir varlýk
Battista'nýn su sözü,
yeni insanýn niteliðini belirtiyor: Ýnsanlar isterlerse her seyi yapabilirler.
Bu sözün kaynaðýný Bacon'da arayýnýz. Roger Bacon (1214-1294), daha Xiii'ncü yüzyýlda, bu s
söylemisti: Sihirbazlýk hiçbir sey deðildir. Çünkü insan aklý doðayý kullanarak her seyi ya
Yeni insan, kendi kendine, kendi gücünü böylece bulurken dýsarýya doðru da gelismeye, sivri
ye baslamýstý.
Artýk o, ün pesinde kosabilir. Ortaçaðda sýnýflarýn olan ün artýk kisilerin eline geçmekted
'nin,
Petrarca'nýn, Boccacio'nun ünleri Ýtalya'nýn sýnýrlarýný asmýs, bütün Avrupa'ya yayýlmýstýr
sýnýfýna özgü, olan ozanlýk ünü artýk halkýn avuçlarý arasýndadýr. Eskiden yalnýz büyük erm
tutulurken 1350 yýlýnda Arezzo Belediyesi Petrarca'nýn doðduðu evi müze haline getirmistir.
Petrarca, ününün bu
sevincini de tattýktan sonra daha yirmi dört yýl yasayacaktýr.
Yenidendoðus; sanatla baslamýstý. Can çekisen ortaçað, son nefesi yaklastýkça, daha kýrýcý,

oluyordu. Bilim susturulmustu. Oysa sanat, dinci sisteme dayanýr görünerek büyük isler bas
arýyordu. Ressam
Giotto
(1266-1336) klasik tiplerden sýyrýlarak Ýtalyan güzellerini Meryemlestirmeye baslamýstý. Mi
ar Brunelleschi
(1377-
1446) gotik sanatý yýkýyor, yeni insanýn büyük basarýsýný saðlýyordu. Artýk üç ve yedi üstü
karsýsýnda Floransa kilisesi yükseliyordu. O kadar ki, kendisine nereye, gömülmek istediði
orulan Michelange
(1475 -l564), Brunelleschi'nin yapýtýný sonsuza kadar seyredebileceðim bir yere, karsýlýðýn
ekti.
Ýtalya'nýn kent (sehir) devletleri, eski Yunan'ýn kent devletlerini andýrmaktadýr. Her bir
inin kendine özgü
özellikleri, kendine özgü güçleri vardýr. Birbirleriyle savasan bu kentler, hem birbirlerin
, hem kendilerini
yetistirmislerdir. Yeni insan, yeni kentleri doðurmustur. Yen kentler de yeni ulus
larý uyandýrmýstýr. Ulus düsüncesi
de yeni insanla birlikte gelisen bir düsüncedir. Ortaçaðda bugünkü anlamýyla bir ulus düsün
Ortaçað
uluslarý baslý basýna birer varlýk deðil, bir ortaçað devletinin üyesiydiler. Bilgileri, gö
dilleri, sanatlarý
ortaktý. Ulus bilinci de, yeni insanla beraber doðmus, bir yenidendoðus (Renaissance)
bilincidir. XV'nci yüzyýl,
insanýn, kentin, ulusun kendini bulmaya, kendini tanýmaya basladýðý bir yüzyýldýr.
Yeni insan, kendini bulduðu gibi dünyayý da bulmaya (kesfetmeye) baslamýstýr. Marco Polo,
(1254-1323), Moðol
dünyasýna dalýyor, Christophe Colomb (1451-1506) Doðu Hindistan'a açýlýyordu. Bunlar, deniz
e açýlan yüz
binlerce Ýtalyan arasýndan en büyük adlardýr. Bilim, gittikçe denemelere doðru yöneliyordu.
oðrafyanýn deniz
yolculuklarýyla ilgisi kuruluyor, botanik, zooloji dev adýmlarýyla gelisiyordu. Petrar
ca daðlara týrmanýyor, doðanýn
güzelliklerini kavrýyordu. Yeni insan, çevresini didiklemeye baslamýstý. Evrenin hiçbir sýr
en býrakmak
istemiyordu. Çünkü bütün varlýðýyla suna inanmýstý: Ýnsan aklý her seyi çözebilir.
Ýnsanýn insanlýða karsý bu güveni, gözlerimizi yasartacak kadar duygulandýrýcýdýr. Ýnsan, s
en
içindeki
bu yalnýz varlýk, kendinden baska neden medet umabilirdi ki? Yýldýzlar, o ellerini uzatýnc
aya kadar sýrlarýný
sakladýlar. Asýlmaz çöller, o adýmlarýný atýncaya kadar, kapýlarýný açmadýlar. Toprak, o üs
ceye
kadar, zenginliklerini vermedi. Denizler, o üstlerine yürüyünceye kadar dalgalarýný çekmedi
. Ýnsan, bütün
bunlardan mutluluðunu zorla almalýydý. Gücü yettiði kadar yapabilirdi bunu. Elbette gücünü
caktý. Oysa bu
gücün sonsuza kadar yeteceði sezisi insanýn içini kaplamýstý bir kez. Bu sezinin pesinden g
ek zorundaydý.
Yenidendoðusun getirdiði erdem, insanýn insanlýða olan güveni'dir. Yenidenbiçimlenis anlamý
reformasyon,
yenidendoðus anlamýndaki rönesans çýðýrý içinde yer alan dinsel bir akýmdýr. Alman papazý M
n (1483-
1576) 1517 yýlýnda Wüttenberg kilisesinin kapýsýna astýðý, Katolik kilisesine karsý ünlü pr
en
Protestanlýk adýný alan bu akým, gerçekte, genel düsünceyi dilegetiriyordu. Katolik kilises
Rönesans'ýn getirdiði
yeni hayat görüsüne uymayacak kadar donmus, bozulmus ve köhnelesmisti. Hýristiyanlýðý, ilk
de biçimine
döndürerek skolastiðin eklentilerinden temizlemek hemen bütün Hýristiyanlarýn dileðiydi. Fr
da Calvin ve
Ýsviçre'de Zwingli'nin gelistirdikleri Protestanlýk,, sonradan Calvinizm aracýlýðýyla Ýngil
ye geçerek
Anglikanizmi doðurmustur. Ýnsanlar arasýndaki esitsizliðin Tanrýsal düzenin gereði olduðunu
isüren Lutherin
düsünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakýmdan uygun düstüðü için hiç yadýrganmadý ve k
benimsendi. Ýznik Konsilinin hazýrladýðý Ýncil metni de temel kutsal kitap olarak dokunulma
lýk ve
yorumlanýlmazlýk kazanýnca, kilisesiz ve papazsýz bir dine dönüs yolundaki ilk protestolarý
lmezlikten gelip, yeni
Protestan kiliseleri yükselmeye basladý. Daha sonra, Katolik kilisesinin tuttuðu yolda
n gidilerek, ayýklanan
Aristotelesçilik geri getirildi ve Ýznik Konsilinin hazýrladýðý metin bununla temellendiril
eye çalýsýldý. Lutherin,
önceleri seytanýn yataðý dediði us, yeniden eski tahtýna oturtulmustu. Su farkla ki, usla k
tsal kitap çatýsýrsa kutsal
kitabýn dediði olacaktý. Aristotelesin söylediði deðil... Yeni ekonomik iliskilerin meydana
getirdiði Rönesans'ýn
yeni insaný, dinsel insan olmaktan çýkarak kisisel insan olmaya baslamýstýr.
Yenidendoðus düsüncesinin ayýrýcý niteliði insancý (ümanist) olusudur. Bu düsünce insan'ý a
insanla olan iliskileriyle deðerlendirir. Ýnsan, artýk bilgilerini yenilemekte ve bütün in
aklardan (dogmalardan)
kuskulanmaktadýr. Yenidendoðus süpheciliði, metafizik temeli yýkarak, bireyci (endividüalis
) temeli kurmaya
baslamýstýr. Ortaçaðýn feodal toprak aðasýnýn desteði olan metafizik, yeniçað burjuvasýnýn
ycilikle
çatýsýyor. Ne var ki bu çatýsma, ayný anadan doðan iki kardesin çatýsmasýdýr. Ýdealist meta
st bireyciliðe
boyun eðmek üzeredir. Bu sýrada, yeniçaðýn yeni insanýný simgeleyen iki büyük zeka doðuyor:
usanus'la
Giordano Bruno. Kardinal Nicolaus Cusanus (1401-1464)'a göre tanrý kavranamaz. Çünkü us, y
apýsý gereði,
birlestiricidir ve birlestirme isini gerçeklestirebilmek için de çokluklar ve ayrýlýklar g
erekir. Tanrýysa ancak
çokluklar ve ayrýlýklarýn dýsýnda düsünülebilir. Öyleyse düsünce, bu son ereðinde kendisiyl
düsmektedir.
Daha açýk bir deyisle, birlestirici olan düsünce, ayrýlýklarla çalýsmak için yapýlmýs olduð
birlestirebilmek için ayrýlýklarýn varlýðý gerekir yetkin birlesmeye (Tanrý) yükselince çal
rtaçaðdan
Rönesans'a geçis döneminde yasayan' ve düsünce yapýsýyla da bir kolu geçmiste, öbür kolu ge
ulunan
Cusanus, Kant'ýn öncüsü sayýlabilir. Düsüncenin sýnýrýný çizmis ve bu sýnýrýn ötesinde kala
görüsle sezilere býrakmýstýr. Tanrýyla doðayý da birbirinden ayýrmýs, güçlü bir sezgiyle ev
bir gelisme
süreci olduðunu söylemistir. Cusanus'e göre, doðada karsýtlar (çokluklar ve ayrýlýklar) var
aysa bütün
karsýtlar birlesmistir, öyleyse bu iki yapý ayný sey olamaz. Evren devim halindedir ve s
onsuz bir deðisme içindedir,
Tanrýysa tüm deðismezliktir. Cusanus, karsýtlarýn sürekli olarak geçitlerle ortadan kalkaca
le bir
çesit eytisimsel anlayýsa varmýs bulunmaktadýr. Cusanus'e göre dünya, evrenin merkezi de ol
maz. Çünkü evrenin
merkezi ancak kendi dýsýndaki bir seye göre olabilir, evrenin dýsýnda bir sey tasarlamaksa
evrenin bütünlük (La.
universum) niteliðini ortadan kaldýrýr. Tanrýbilime karsýt düsüncelerinden ötürü Cusanus öð
suz
Tanrýbilim adý verilmistir.
Giordano Bruno (1548-1600), tipik bir rönesans adamýdýr. Doða karsýsýnda duyduðu büyük cosk
den
onu ozan-düsünür olarak nitelendirirler. Gençliðinde Dominiken tarikatýna girmis, oysa cüpp
yle birlikte
metafizik düsüncelerini de pek çabuk üstünden atmýstýr. Hareketli bir yasamý vardýr, her ye
usturmaya
uðradýðýndan serbestçe düsünebilmek için ömrü boyunca kentten kente dolasmýstýr. Sonunda, y
Roma'da Campo di Fiora meydanýnda yakýlmak suretiyle öldürülmüstür. Kendisine bu cezayý teb
n
Engizisyon yargýcýna, ölümümü bildirirken siz, benden çok korkuyorsunuz demis. Kopernikus s
eminden
esinlenerek evrenin sonsuzluðunu kavramýs. Tanrýnýn da, varsa eðer, ancak böyle bir sistem
nde, sonsuzlukta
gerçeklesebileceðini düsünmüs. Aristoteles'in evreni bölümlere ayýrmasýný açýkça gülünç bul
sonsuz evrendi. Akýl için iki sonsuz olamayacaðýna göre Tanrý ve Evren bir ve ayný seydiler
anrý evrenin yaratýcýsý
deðil, kendisidir. Yaratýlan bir sey yoktur, olmakta olan bir sey vardýr. Ne yaratan v
ardýr, ne de özgürce bir yaratma
isi.
Bunlarýn yerine doða'yý ve meydana gelme zorunluðunu koymamýz gerekir. Evren-Tanrý, açýlara
yayýlarak,
kendisi bireylesmeden bireyleri meydana getirir. Sonsuz büyüklükte nasýl bulunuyorsa bir
parçacýk otta, bir kum
taneciðinde, bir karýncada da öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerd
ulunmasý
yüzünden
doða'da hiçbir sey yok olmaz. Ölüm, hayatýn bir deðismesinden baska bir sey deðildir. Doða'
izlerin kurup
çattýðýmýz anlamda bir ölüm olamaz. Sadece her sey sürekli olarak deðisir, o kadar. Bu deði
zdur.
Tohumlar baska tohumlara yönelirler, deðisirler. Örneðin tohum, ot olur, basak olur, ekm
ek olur, keylus olur, kan
olur, insan tohumu olur. Ýnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki t
ohumu olur. Bu deðismeler ve
yenilesmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir. Bu sýrada bir baska Ýtalyan, Tommaso Campan
ella (1568-1639)
yeni
gidise ayak uydurabilmesi için felsefeyi zorluyor. Oysa bu zorlayýs sonuçsuz kalacaktýr,
ortaçaðýn son
kalýntýlarýndan olan Ýtalyan kilisesi onu da boðup susturmak üzeredir. Ýtalya'da doðan yeni
artýk Ýtalya'da
barýnamayarak Ýngiltere'ye, Fransa'ya, Almanya'ya doðru yola çýkmak zorundadýr. Campanella'
a göre Varlýk'ýn
ilkeleri sunlardýr: Yapabilmek, bilmek, istemek... Bilgi olmasaydý doða hiçbir zaman hiçbi
r seyi meydana
getiremezdi. Ýste Tanrý bu üç ilkenin birlesimidir, bir baska deyisle salt (Mutlak) ikti
dar, salt bilgi, salt sevgidir.
Bilgilerimiz duyularýmýzdan gelir. Oysa bu duyularý bilgi haline getiren akýldýr. Campanel
la'nýn bu ileri çýkýslarý,
sonralarý, çok daha aydýnlýk olarak islenecektir. Görüldüðü gibi, yeni insan önce kendini,
doðayý tanýma
yolundadýr. Çekinmeden aynaya bakmasýný, aynadakini olduðu gibi görmesini öðrenmistir. Düsü
týk, bu
yeni
bilgilerine dayanacaktýr: Zavalýlýðýný, gülünçlüðünü, karmakarýsýklýðýný bilmekte, gene de
bilgileri onu yýpratmayacak, güçlendirecektir. Yeni insan; yavas yavas, dünya gerçeklerini
bulmakta, ortaya
çýkarmakta, incelemekte ve bütün bunlardan yeni sonuçlara varmaktadýr. Bakýslar gökten yere
s, yerden de
aynaya çevrilmistir. Ayna, bakmasýný bilenlere her seyi olduðu gibi göstermektedir. Yeni i
nsan, Yunanlý balýkçýnýn
bir fýrtýna sýrasýnda Neptunus'a dediðini kendi kendine mýrýldanmaktadýr: Ey Tanrý, beni is
tar ister mahvet,
ben dümenimi kýrmadan dosdoðru gideceðim. Tommaso Campanella'nýn Ýtalya'da boðulan sesi, Ýn
re'de
Francis
Bacan (1561-1626)'un aðzýnda devam etmektedir: Bilmek mi istiyorsunuz? Su halde sorm
aktan vazgeçerek
kendiniz deneyiniz. Deneyin mihengine vurulmamýs olan deney öncesi (a priori) bir düsünc
e, gereken bilgi deðildir.
Pesin yargýlardan kaçýnýnýz. Kimi insanlarýn büyük kötülüklerden kurtulduklarýný görüyoruz,
koruyuculuk sonucunu çýkarýyoruz, ayný insanlarýn o büyük kötülüklerden kurtulmadýklarý hal
Esya üstünde anlasacak yerde, herkesin istediði anlamý verdiði kelimeler üstünde beyhude ye
kavga ediyoruz.
Felsefenin kurtulusu, gözleme ve deneye baðlanmakla saðlanabilir. Doða üstüne soyut düsünce
dalmaktan
kurtulunuz, bu soyut düsünceler hiçbir isinize yaramayacaktýr. Bir baska Ýngiliz, Thomas H
obbes (1588-l679),
ulusdasýnýn sürdüðü tarlaya yeni tohumlar atmaktadýr: Felsefe yapmak, doðru düsünmektir. Dü
ak,
ayýrmak, toplamak, çýkarmak; bir baska deyisle, saymak demektir. Su halde doðru düsünmek, b
rlestirilmesi
gerekeni birlestirmek, ayrýlmasý gerekeni ayýrmaktýr. Birlesebilen ya da ayrýlabilen seyle
r cisimlerdir. Demek ki
felsefenin cisimlerden baska bir konusu olamaz. Ruhlar, Melekler, Tanrý düsünülemez. Bu
soyut kavramlar felsefe
konularý deðil, inan konularýdýr. Felsefenin konusu cisimler, metodu da dýs ve iç duyarlýkt
ve iç duyarlýðýn her
ikisi de deneye dayanýr. Gözlem biliminin dýsýnda gerçek hiçbir bilgi yoktur. Hobbes'a göre
özgürlük
(Kayýtsýz hürriyet, La liberte dindifference) diye bir sey yoktur. Biz insanlarýn davranýs
larý dayanýlmaz içgüdülerin
elindedir. Tutkusuz akýl, çekiciliði olmayan töresel ilkeler insanlar üstünde hiçbir etki y
maz. Bir istekten sonra
gelen davranýsýmýzý yönetmek bizim elimizdedir ama, isteðimizi yönetmek elimizde deðildir.
avranýsýn yeter
bir
nedeni vardýr. Yeter neden, zorunluktur. Evrendeki her cisim gibi insan da bu zoru
nluða baðlýdýr. Her seyde olduðu
gibi törede de en gerçek yönetici, çýkar (Menfaat) düsüncesidir. Salt iyi, salt kötü, salt
alet), salt töre
(Ahlak) yoktur, bunlar uydurulmus kavramlardýr. Gerçekte iyi, hosa giden, kötü de hosa g
itmeyen seydir. Doðada
olduðu gibi Devlette de hakký meydana getiren güç (Kuvvet)'tür. Gerçek Devlet, herkesin her
ese karsý kavgasýdýr.
Devlet bu kavgaya bir dereceye kadar son verdiði için onun emrettiði erdem, yasak ettiði
erdemsizliktir.
Rönesans
insaný, artýk, önüne serilen her türlü bilgiden süphe etmektedir. Felsefe tarihçilerinin mo
süphecilik (Fr.
Scepticisme moderne) adýný verdikleri rönesans süpheciliði (Fr. Scepticisme de renaissance
) de Henricus
Cornelius
Agrippa von Nettesheim (1486-1535)'le baslamaktadýr. Nettesheim, bilgi olanaðýný ilerisüre
n herkese siddetle
saldýrmýs, çalýsmalarýnýn bos ve tehlikeli olduðunu ve onlarý hiçbir sonuca eristirmeyeceði
ustur. Bilime
karsý bu bilgisizce saldýrýda kendisini bir baska rönesans adamý, Michel de Montaigne izle
mektedir. Montaigne'e
göre de bilim adamlarý, hiçbir ise yaramayan yanlýs sonuçlara varmaktan baska hiçbir is yap
mazlar. Copernicus'a
niçin inanmalý? Yakýn gelecekte biri çýkýp onu pekala çürütebilir. Paracelsus, kendisinden
hekimlerin
hastalarýný öldürmekten baska bir sey yapmadýklarýný söylüyor, ama Paracelsus da ayný sýnýf
hekimlerdendir. Güvenilir bilgi arayacaðýmýza bilgisizliðimizi görüp kabullenmemiz gerek. B
lumsuz
süphecilikte Montaignein izleyicileri de rahip Pierre Charron (1541-1603)'la pisko
pos Jean Pierre Camus (1584-
1654)'dür. Charron, gerçek bilim insanýn kendisidir, diyor. Ýnsan kendisini incelerse, tüm
bilgilerinin duyularýndan
ve usundan geldiðini görür. Oysa bu ikisine de asla güvenilemez. Bilim adamlarýnýn yapabile
ekleri tek sey vardýr,
eski süpheli varsayýmlarý yeni süpheli varsayýmlarla deðistirmek. Bilim asla bundan öteye g
mez. Piskopos
Camus'ye göre de sav, hiçbir sey bilemeyiz; karsý sav, bir sey bilebiliriz; biresim, b
ir seyin bilinip bilinemeyeceði
konusunda yargýdan kaçýnmalýyýz. Felsefe de bulanýk bir uçurum ve içinden çýkýlamaz bir lab
esans
süpheciliðinde bu iki papazý François la Mothe le Vayer (1586-1672) izlemektedir. (Molie
rein birçok piyeslerinde
alay ettiði süpheci budur). Yapýtý bile su adý tasýr: Süpheci felsefenin süphelerinin bilim
çok ise yaradýðýný
gösteren konusma. Le Vayere göre süphecilik, bilimi yýkmýstýr ve bosuna bir uðrasý olduðunu
týr. Bilimsel
arastýrma gereksiz, umutsuz ve sonuçsuzdur. Rönesans süphecilerinin son düsünürü Francisco
ez (1562-
1632)'dir. Sanchez'e göre de nesneler (Sanchezin deyimiyle: ne yazýk ki) birbirleriy
le iliskilidirler, bundan ötürü de
tek tek hiçbiri bilinemez. Bundan baska sayýlarý da sýnýrsýzdýr, demek ki tümünü bilmek esa
ksýzdýr.
Dahasý, sürekli olarak deðisirler, deðisen seyler nasýl bilinebilir? Duyulara asla güvenile
ez, çünkü onlar sadece
dýs
görünüsü gösterebilirler, nesnenin kendiliðine inemezler. Rönesans süphecileri, görüldüðü g
süphecilerinden çok daha bilimdýsýdýrlar. Bundan baska, her seyden süphe etmisler, ama tanr
n süphe
etmemislerdir (Nettesheim'a göre, tek bilgi kaynaðý tanrýdýr, Charron'a göre, insanýn incel
esi bizi tanrýnýn
bilgisine götürür, Montaigne'e göre, eðer tanrý insanlara ilkeleri bildirmeseydi bu ilkeler
olabilir miydi?, Camus'ya
göre, insanýn bilebileceði gerçekler ancak tanrýnýn ona göstermek istediði kadardýr, Le Vay
tanrýsal
gerçeklere tanrýnýn yardýmý olmadan asla ulasýlamaz). Ne var ki rönesans süpheciliði metafi
eli yýkarak
yerine
bireyci temeli koymaktadýr. Ortaçað toprak aðasýnýn (feodal) desteði olan metafizik, yeniça
insanýnýn
(burjuvazi) desteði olan bireyciliðe boyun eðmek üzeredir. Gerçekte her iki dünya görüsünün
nýdýr;
metafizikte genellikten özelliðe daðýlan us, bireycilikte özellikten genelliðe yükselmekted
Sadece çýkýs noktalarý
deðismistir, vardýklarý sonuç birdir. Bireyler, bireysel olduðu kadar ortak bir usla birbi
rlerine baðlýdýrlar. Stoacýlarýn
dedikleri gibi bu us Atina'da baska türlü, Roma'da baska türlü olamaz. Justus Lipsius'un
(1547-1606) rönesans
stoacýlýðý böylesine bir usu önermektedir. Metafizik ruh, bireycilikte kýlýk deðistirmistir
okulunun kurucusu
Petrus Pomponatius (1462- 1525), Scaliger (1484-1558), Cremonini (1552-1631), Za
barella (1533-1589) ve
Lucilio
Vanini' nin (Pompejo Ucilio, 1583-1619) dillerinde artýk onun ölmezliði açýkça tartýsýlmakt
rtýk kimse ruhun
ölmezliðine inanmýyor ama, Vanini gibi dili koparýldýktan sonra diri diri yakýlýmayý göze a
lar Cremonini'nin
su öðüdüne uyuyorlar: Ýçinden dilediðin gibi, dýsýndan herkes gibi davran (Intus ýýt Iibert
moris est)...
Aristoteles, ortaçaðýn metafizik eklentilerinden temizlenerek yeniden ele alýnmaktadýr. Th
eodoros Gaza'nýn
yönetiminde Rudolf Agricola ve lacobus Faber, insancý (ümanist) bir Aristoteles yaratm
aktadýrlar. Bireysel ruh
ölümlüdür ama, ruhun usu ölümden sonra evrensel usa karýsacaktýr. Çünkü onun özü olan düsün
ayrýlýr.
Bu anlayýs, Teleziana akademisinin kurucusu Bernardino Telesio'yla (1108-1588) Fre
ncesco Patrizzi'nin (1527-
159.7) natüralizmine uygun düsmektedir. Öbür yandan da, Georgios Gemistos Plethon (1355-
1450), Basilius
Bessarion (l403-1472), Marsilius Ficinus'un (1433-1499) eliyle metafizik eklenti
lerinden temizlenmis insancý bir
Platon meydanâ çýkarýlmaktadýr. Ýnsanýn ruhu tanrýdan türemis olduðuna göre, insanda bütün
ek ve
anlayabilmek gücü var demektir. Bilgi derebeyine özgü deðildir, burjuva da bilgi edinebili
r. Bütün bunlarýn üstünde
de, Giovanni Pico della Mirandola'yla (1463-1494) Andreas Caesalpinus'un (I509-1
603) seçmeciliði (eklektizm)
eski Yunan düsüncesinin çesitli akýmlarýný birlestirerek uzlastýrmaya çalýsmaktadýr. Aristo
Platon'un
temelde
birlesmekte olduklarý düsüncesi yeniden ortaya atýlmýstýr. Ortaçaðda derebeyliðin çýkarlarý
nan
Yunan düsüncesi, artýk burjuvazinin çýkarlarýna göre yorumlanmaktadýr. Ýnsanlýk yasamýna bi
temel
yerlestirmeye çalýstýðý için bilimsel olan hiçbir seyden hoslanmayan ortaçað metafiziðince
anan
Epikuros, Petrus Gassendi'nin (1592-1655) eliyle, burjuvazi bireyciliðine uygun me
kanikçi atom anlayýsý içinde
yeniden doðurtulmaktadýr. Yenidendoðus (Rönesans), her bakýmdan burjuvaziye uygun ve yarar
lý bir doðustur.
Doða, artýk, metafiziðin hiyerarsik durallýðý içinde deðil, mekaniðin yer deðistirme devims
dir.
Derebeyinin hiyerarsik düzendeki dokunulmaz üstün yeri deðisecek ve bu yere her ne kadar
yeri deðisenin
kendisi
deðismezse de burjuvazi oturabilecektir. Yenidendoðus, bütün bu olusmalar içinde de, bir y
eniden biçimlenis
(reformasyon) gerektirmektedir. Protestanlýk, kapitalizmin temellerini hazýrlamaktadýr
. Luthere göre sosyal
esitsizlik tanrý düzenidir ve olduðu gibi korunmasý gerekir. Calvin'e göre üretim için alýn
faiz gereklidir ve
dinsel yasalara aykýrý deðildir. Protestanlýk, ekonomik bir dinciliktir ve burjuvazinin
ticaret sorunlarýný
kapsamaktadýr. Birey ve bireyin ekonomik sorunlarý, tanrýsal düsünce içinde bile, birinci p
ana çýkmýstýr. Jacob
Boehme'de (1575-1624) dilegelen Rönesans gizemciliði (mistisizm) de bu yoldadýr. Boehm
e'e göre tanrý dural
deðil, devimseldir. Tanrý doðalasmýs ve insanlasmýstýr, öyleyse birey tanrýlýk deðerdedir.
sonlarýna
doðru, bütün bu dinsel yenilenmeler de yetismeyecek, kaynaðýný insanda ve us'ta bulan yeni
ir doðal din akýmý
türeyecektir. Laelius Socinus (1525-1562), Jean Bodin (1530-1596) ve Herbert of Ch
erbury'nin (1581-1648)
ellerinde olusan bu doðal din, insan usunu ve böylelikle de bireyi yüceltmektedir. Bu çaðýn
dincilerinin çoðu ayný
zamanda ekonomicilerdir. Bodin de bunlardan biridir ve ekonomik olaylarý, metafiziðe
uygun olan dogmatik
açýdan
deðerlendirmektedir.
ÝNSAN VE DELÝLÝÐÝ. Ýnsancýlýk deyimiyle dilimize çevrilen humanisme (ümanizm) bir yenidendo
Ýlkin antikçað yapýtlarý üstünde çalýsma ve onlarý meydana çýkarma anlamýný dilegetiriyordu
karanlýðýnda insanlýklarýndan çýkan Avrupalýlar insan'ý Hellen putçuluðunda arýyorlardý. Bi
in gün
ýsýðýnda fenerle adam aramasýna benzeyen bu is, sonunda felsefesel bir deyise dönüstürüldü.
eðer
ölçüsü
olarak insaný alma anlamýyla tanýmlandý. Ortaçað tanrýcýlýðýndan öylesine býkýlmýstý ki, he
olarak konulmasý düsünülen insan, sonunda Tanrýnýn yerine konuldu. Kutsal Roma Ýmparatorluð
evrendasçýlýðý, bencil bir bireyciliðe dönüstü. Bir bakýma Kutsal Roma Ýmparatorluðu (Sacru
Romanum) bunu hak etmis sayýlýrdý. Ne var ki böylesine bir bireyciliðin sonu el altýndan ge
e Tanrýcýlýða
varýyordu. Konusma dilinde bencilik'le esanlamda kullanýlan bireycilik terimi, felse
fede bireyi bas gerçek sayan ve
her seyin birey için olduðunu savunan bir dünya görüsünü tanýmlar. Tarihsel süreçte ,burjuv
mesiyle
meydana çýkmýs ve çökmeye yüz tutan metafizik dünya görüsünün yerini almýstýr. Gerçekte dil
bir metafizikten baska bir sey deðildir: Metafizik dünya görüsünün bas gerçeði olan Tanrý'n
Tanrý
niteliðinde bir insan anlayýsý getirmektedir: Rönesans düsüncesinden bu yana Olguculuk, Mah
Pragmacýlýk'tan günümüz Varolusçuluðuna kadar bütün bireyci öðretiler zorunlu olarak öznel
f
idealist)'dirler. Tek sözle hepsinde temel bireysel düsünce, esit ruh, esit Tanrý'dýr. Ola
ylara yön veren formül
budur. Bu görüsün elde etmek istediði amaç da her seyin birey'i göz önünde tutarak düzenlen
. Örneðin,
ekonomi, toplumu deðil, bireyi gelistirmek için düzenlenecektir; eðitim, toplumu deðil, bi
reyi yetistirmek için
düzenlenecektir. Bu anlayýsa göre toplum, birey'lerden kurulu olmakla bireyin ürünüdür. Bir
in zenginliði ve
mutluluðu toplumun zenginliði ve mutluluðu demektir. Bu görüs, bilimsel olmak iddiasýna rað
, zorunlu olarak
halk dilindeki anlamýna dönüsüyor ve bencil bir ahlak yaratýyordu. Bireyci insancýlýðýn ünl
smus,
Machiavelli ve Montaigne ister istemez böylesine bir anlayýsý pekistirerek yeni toplum
sal tedirginliklerin
tohumlarýný atýyorlardý.
Hollandalý bilgin Erasmus (Didier Erasme, 1467-1536), mutluluða erismek isteyen insa
nlara yeni bir yol
gösteriyor: Delilik yolu... XVi'ncý yüzyýlýn basýnda yayýmlanan Deliliðe Övgü (Encomium Mor
yapýtýnda
söyle diyor: Ýnsanlar akla ne kadar baðlanýrlarsa, mutluluktan o kadar uzaklasýrlar. Davra
nýslarýný akla göre
düzenleyenler, delilerden daha deli olduklarýndan, insanlýklarýný unutur, Tanrýlýða özenirl
im üstüne bilim,
sanat üstüne sanat yýðarlar. Bütün bunlarý da doðaya karsý savasmak için kullanmaya kalkarl
u Tanrýlar;
kendilerine deli, akýlsýz, budala, avanak gibi güzel adlar verilen kisilerden daha mut
lu kisiler var mýdýr
yeryüzünde?..
Erasmus, yenidendoðus çaðýnýn büyük adlarýndan biridir. Evlilikdýsý doðmus bir çocuktu. Yas
mutluluðunu yaratmasýný, yarattýktan sonra da korumasýný bilmistir. Bencildi. Büyük kavgala
tartýsmalardan
kaçýnýrdý. Ne Katolik, ne de Protestan olduðu halde, küçük kurnazlýklarla, her iki yönü de
is, üstüne
sýçratmamýstýr. Felsefe alanýnda büyük bir deðer tasýmaz. Ancak klasik Yunan ve Latin düsün
p yayarak
çaðýný genis ölçüde etkilemis, uyarmýstý. Aykýrý düsüncelerinden, alaycýlýðýndan ötürü kend
Voltaire'e (1694-1778) benzetirler. Ýnsancýdýr (hümaniste). Bir bakýma, bütün bu nitelikler
e, örnek bir yeniçað
adamýdýr. Hollanda' da doðdu, Fransa'da okudu, Ýtalya'da gezdi, Ýngiltere'de yasadý, Ýsviçr
dü. Altmýs dokuz
yýllýk ömrü mutlulukla geçmistir.
Mutluluðu akýldýsý yasamakta bulan Erasmus, bu düsüncesini söyle savunuyor: Ey ulu Tanrýlar
komedyadýr
bu
deliler sürüsü, ama ne de mutludurlar. Biri bir kadýncýðýn askýndan ölür, kadýn onu ne kada
onun
sevgisi
o kadar artar. Bir baskasý evlenirken kýzdan çok, parasýný alýr. Beriki karýsýna eliyle sev
er bulur. Ötekiyse,
karýsýný öylesine kýskanýr ki, bir an bile gözünden kaçýrmaz. Birdenbire gelen ölümle keder
m, bin bir
çýlgýnlýk yapar, göz yasý oyunu oynatmak için parayla aðlayýcýlar tutar. Ötede bundan ötürü
r
baskasý kederli görünmeye zorlar kendini, disini sýkýp kaynanasýnýn mezarý üstünde aðlar. D
tluluðu
uykuda bulan tembeller, kendi islerini býrakýp baskalarýnýn islerini düzenlemek için kosup
uranlar. Kimi
borçlarýný ödemek için ödünç almakla zenginlestiðini sanýr. Su doymak bilmez tüccar ufak bi
denizlerde dolasýr, bir kez elden gidince dünyanýn bütün altýnlarýnýn geri veremeyeceði hay
larýn keyfine
býrakýr. Kimi de evinde rahat rahat oturacaðý yerde, savasa gider. Bütün insanlarýn en deli
tüccarlardýr.
Durmadan
kazanmak için en alçak araçlarý kullanýrlar; yalan, yalan yere yemin, hýrsýzlýk, hile, alda
r bütün ömürlerini
doldurur. Bu asaðýlýklarýna raðmen, gene de kazandýklarý altýnlarýn kendilerini yükselteceð
. Yükselirler
de nitekim. Toplum, parasý olana deðer verir. Birçok din adamlarý da bu asaðýlýk zenginlikt
bir parça koparmak
için onlara en serefli Tanrý katlarý verirler. Ey ulu Tanrýlar, bu çýlgýnlar sürüsü, aldatm
kleri kimselerce
aldatýldýklarý zaman, sizler de kahkahalarla güler, mutlulanýrsýnýz sonunda.
Erasmus, deliliði söyle tanýtýyor: Tanrýlar ve insanlar üstüne sevinç saçan yalnýz benim. A
tet'tir
(gençlik). Mutluluk adalarýnda (Kanarya adalarýnýn eski adý) doðdum. Methe'yle (sarhosluk)
poidia (bilgisizlik)
benim sütninelerimdir. Ýzzetinefis, yüze gülme, tembellik, sehvet, bunaklýk, zevkusefa, Ko
mos (içki sofralarý
Tanrýsý), Morpheus (rüyalar Tanrýsý) hizmetçilerimdir. Bu sadýk hizmetçilerimle, dünyayý yö
etirim
ben.
Ýlk mutluluðunuz su güzelim dünyaya gelmektir. Dünyaya gelmenizi ananýzla babanýzýn evlenme
borçlusunuz.
Hizmetçilerimden unutmak olmasaydý ananýz o acýlara bir daha katlanýp sizi doðurmazdý. Çocu
akýldan yoksun
olduðundan, eðlendirir, haz verir. Delilik olmasaydý gençliðin ne tadý olurdu? Nitekim genç
adýna delikanlýlýk
demiyor muyuz? Yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç, ne haz, ne de mutluluk vardýr. Tanrý
insanlara akýldan
çok tutku verirken, ne yaptýðýný hepimizden iyi biliyordu. Eðer hizmetçilerimden yüze gülme
lülük,
kurnazlýk olmasaydý, kadýnla erkeði hiçbir güç bir arada tutamazdý. Kral halkýný, koca karý
disini, dost
dostunu bunlarsýz yönetebilir mi sanýyorsunuz? En büyük mutluluk, insanýn kendinden hosnut
lmasý, elindekilerle
yetinmesidir. Hizmetçim izzetinefis olmasaydý bu mutluluðu saðlayabilir miydiniz? Hele i
nsanýn kendinden hosnut
olmasý kadar güzel ve hos, oysa delice ne vardýr? Kutsal Kitap'tan birkaç yaprak ezberle
mekle cennete gitmeyi
garantilediðini sanan su zýrdeli ne kadar mutludur. Akýllýyla deliyi ayýrt eden nedir? Bir
i aklýnýn, öbürü tutkusunun
pesinde gider. Oysa akýllýyý aklýnýn pesinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öylesine bir
lýdýr ki, mutluluk
saðlayan bir tutku yerine, mutsuzluk saðlayan bir tutku seçmistir.
Hele bakýn: Kirli ve iðrenç bir doðum, zahmetli bir eðitim, her yönden gelen tehlikelerle d
lu bir çocukluk, yorucu
incelemelere, öðrenmelere boyun eðen bir gençlik, hastalýklar ve sakatlýklarla çevrili bir
iyarlýk, acý bir zorunluk
olan ölüm... Bu bahtsýz ömür süresince sayýsýz tehlikeler, hastalýklar; korkular, yoksulluk
pis, alçaklýk, utanç,
acý, pusu, ihanet, dava, hakaret, hile... Eðer insanlarýn çoðu akýl yolundan gitselerdi, dü
üstünde kendini
öldürmedik adam kalmazdý. Oysa ben, bütün bu dertleri birbirinden ayýrýp bin bir biçimde yu
masýný bilirim.
Ýnsanlara bilgisizliði, umursamazlýðý daðýtýrým. Kimine daha mutlu bir talihin tatlý umudun
kiminin
ayaklarýna sevimli sehvetin bir günlük güllerini serperim. Gönderdiðim düsler onlarý baðlar
sinin
eðirecek ipliði kalmamýs olsa bile, yasamaya karsý en ufak bir tiksinti duymak söyle dursu
n, onlarý yasamaktan
ayrýlmaya zorlayan nedenler ne kadar artarsa, yasamaya baðlýlýklarý da o kadar artar.
Mutluluk bilgisizliktedir; bir adam vardý. Bu adam evlendikten sonra, karýsýna bir kut
u dolusu elmas verdi.
Elmaslar sahteydi. Adam, karýsýný, verdiði elmaslarýn pek deðerli olduðuna inandýrmýstý. Ka
uydu.
Bu deðersiz cam parçalarýna bakarken gözleri doluyor, elleri titriyordu. Bilgisizliðin ver
diði bu mutluluðu, hangi
bilgi verebilir? Ya da bu elmaslarýn sahteliðini bilmeyenin mutluluðuyla, bu elmaslarýn
gerçeðini boynuna takanýn
mutluluðu arasýnda ne fark vardýr?
Ah su mutlu deliler... Yaptýklarý bin bir deliliðe ne de güvenirler. Tanrý katýna yüz akýyl
için nasýl da
hazýrlanýyorlar, deliliklerini armaðanlandýrmak için cennet bile az gelecek. Tanrýnýn karsý
zilince kimi balýkla
dolmus karnýný gösterecek. Kimi günde su kadar yüz hesabýyla okunmus bin ölçek duayý ortaya
Bir
üçüncüsü, uzun uzun tuttuðu oruçlarý sayacak ve günde bir kez yediðinden ötürü karnýnýn kaç
olduðunu anlatacak. Biri, tasýmaya yedi geminin yetmeyeceði kadar çok tören, tespih,. mýrýl
cek. Bir
baskasý altmýs yýl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokunmadýðýný söyleyerek övünecek. Öte
in en
yoksulunun bile giymekten utanacaðý pis cüppesini gösterecek. Baska biri de kayaya yapýsýk
ger gibi elli yýl
ayný manastýra baðlý kaldýðýný haykýracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kýsýldýðýný
leri
de yalnýzlýktan avanaklastýklarýný ya da susmaktan dillerinin uyustuðunu anlatacaklar. Tanr
yice sasýrtacaklar.
Bütün bunlardan hiçbir sey anlamýyorum, diyecek Tanrý, benden daha mübarek olmak isteyenler
verecek
cennetim
yok benim, gidin kendinize benimkinden baska bir cennet arayýn!.. Oysa önemi yok bu
sonucun. Onlar simdi
benim
verdiðim umutlarla mutludurlar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Eðer su piskopos, giymis olduðu ak kaftanýn kusursuz bir ömür sü
mek, basýný örten çift
boynuzlu ve uçlarý birbirine tek düðümle baðlý külahýn eski kutsal kitapla yeni kutsal kita
tirmek,
ellerindeki eldivenin dünyanýn kötülüklerini ellerine bulastýrmamak, asasýnýn kendi güdücül
sürekli olarak gütmek ve dikkatini onlarýn üstünden bir an bile eksik etmemek anlamlarýna g
ldiðini bilseydi,
mutlu
olabilir miydi? Böylesine bir sorumluluðun altýnda yasayamaz, ezilir giderdi elbet. Oy
sa piskoposlarýmýz o kadar
budala deðildirler. Kendileri otlamaya bakar, sürüleri otlatmak isini Ýsa'ya býrakýrlar.
AYNA. O güne kadar aynaya bakanlar, kendilerini güzel görmek istediler. O gün, yeniden d
oðus Ýtalya'sýnda, ilk
olarak, korkmadan, kendini olduðu gibi görmek isteyen bir adam aynaya baktý. Bu adam F
loransalý Niccolo
Macchiavelli'dir (1469-1527).
Ayna tüm gerçeði gösteriyordu. Geriye, gördüðünü yapmacýk utanca, kapýlmadan açýklamak kalý
Niccolo Macchiavelli de sadece bunu, bir bakýma hiçbir güçlüðü bulunmayan bu kolay isi yapa
, bu yüzden de
mezar tasýna su sözleri yazdýracaktý: Hiçbir övgü bu adýn büyüklüðüne erisemez. Devlet, Tan
diyen
Aquinolu Thomas'ý hatýrlarsanýz, devlet insana dayanýr diyen Macchiavelli'nin gücünü daha i
bilirsiniz.
Macchiavelli'ye göre bir ulusa dayanan devlet, güçlü devlettir. Devlet, gücünü kiliseden de
ulustan alýr. Din,
töre; hukuk da kiliseye deðil; devlete baðlýdýr. Devlet, gerekiyorsa, bütün bunlarý birer a
rak kullanacaktýr.
Amaç devlettir. Araçlar bu amaca yararlý olmak zorundadýrlar.
Hükümdar adlý yapýt, Macchiavelli'nin aynada gördüklerini açýklar: Ýnsanlar, nankör, yalanc
ehlike
karsýsýnda korkak, kazanç karsýsýnda çýkarcýdýrlar (Hükümdar, XVii'nci bölüm). Bütün bunlar
yönetmek gerekir. Ýyi olmayan insanlar arasýnda iyi kalmak isteyen bir insan er geç orta
dan silinir. Su halde,
hükümdar iyi olmamayý öðrenmelidir (Hükümdar, XV'nci bölüm).
Devleti yasatmak için her türlü kötülüðü yapabilirsiniz. Ýste, iyice bakýnýz ve görünüz ki,
mutsuzluðu, nice erdemsizlikler de mutluluðu doðururlar. Gerçeði görebilirseniz cömert olun
yacaðýný
anlarsýnýz. Cömert olabilmek için sonuna kadar açýk elli olmak gerekir. Böylesine bir açýk
karsýsýndaysa
bosalmayacak kese yoktur. Su halde sonuna kadar cömert olunamaz. Önce cömert görünüp, sonra
suyu
kesmekse
insaný cömert deðil, gülünç eder. Keseniz bosalýnca, cömertlik ününü yitirmemek isteyeceksi
yeni
vergiler
salmak, ötekinin berikinin mallarýna el koymak zorunda kalacaksýnýz. Bu halde de cömertliði
iz hiçbir ise
yarayamayacak, halkýnýzýn gözünden düsecek, sevilmeyeceksiniz. Bu yola sapmayarak yoksul bi
hükümdar
kalmayý
seçerseniz, sunu unutmayýnýz ki, yoksul bir hükümdarý sevebilecek bir halk yoktur, hele dün
tünde eski
cömertliðinizi hatýrlayabilecek bir insan yaratýlmamýstýr. Cömertlik, gerçek olmayan bir ku
dan baska bir sey
deðildir, bundan baska hiçbir etkisi de düsünülemez. Çünkü verebildikleriniz, veremedikleri
yanýnda devede
kulak kalacaktýr. Býrakýn bu kuruntuyu, adýnýzýn pintiye çýkmasýndan çekinmeyin. Geliriniz
yetiyorsa,
ülkenize saldýranlara karsý koymak için paranýz varsa, yeni vergiler koyup halkýnýzýn canýn
, ötekinin
berikinin malýna el atmadan yeni isler basarabiliyorsanýz cömertlik ünü kendiliðinden gelir
size. Büyük isleri ancak
pinti sayýlan hükümdarlar yapabilmistir. Bir hükümdar pinti sayýlmasýndan ürkmemelidir, çün
nilen bu
haldir ki onu tahtýnda tutar. Becerebilirsen cömert görün, ama sakýn cömert olma.
Macchiavelli, yapýtýnýn Xvi'ncý bölümünde verdiði bu öðütten su sonucu çýkarýyor: Hükümdar
halkýnýn, ya yabancýlarýn parasýný harcar. Kendi parasýný yukarda sayýlan nedenlerden ötürü
Halkýnýn parasýný harcamakta cömertlik göstermelidir. Çünkü baskalarýnýn parasýný harcamakl
kazanýlýr. Keyhüsrev, Sezar, Ýskender böyle yapmýslardý. Yabancýlarýn parasýnýysa su gibi h
lculuða
alýsmýs olanlara pintilik edilmez.
Sevilmekten çok korkulmak iyidir. Tüm sevilmek de, tüm cömertlik gibi bir kuruntudur. Se
zar Borgia korkuttuðu
için basardý, Sipyon korkutamadýðý için basaramadý. Ölüm cezasý, mallara el koymaktan iyidi
ce
ölenleri ilgilendirir ama, mallar pek çok kisiyi ilgilendirir. Oðul, babasýnýn öldüðünü unu
malýnýn elden
gittiðini unutmaz.
Macchiavelli, yapýtýnýn XViii'nci bölümünde, verilen sözlerin tutulmasý gerekip gerekmediði
liyor. Ona göre
sözünde durmak büyük bir erdemdir, ama bütün büyük isleri sözünde durmayanlar basarmýslardý
ancak kendine yararlý olduðu sürece sözünde durabilir. Hükümdarýn sözüne güvenerek boyun eð
,
gerekiyorsa, hemen vurulmalýdýr. Basarý, sözünde durmakla deðil, aldatmakla elde edilir. Es
i masallarda
hükümdar
çocuklarýnýn beslenmek için yarýsý insan yarýsý hayvan Siron'a verildiklerini hatýrlayýnýz.
mý açýktýr,
hükümdarlarýn yarý insan yarý hayvan yapýsýný tasýmalarý gerekir. Çünkü hayvanlýk olmadan i
olamaz.
Hem tilki hem aslan olunuz, çünkü aslan kendini tuzaklara karsý nasýl savunamazsa tilki de
öylece kendini
kurtlara
karsý savunamaz. Tuzaklardan korunmak için tilki, kurtlarý korkutmak için aslan olmak ge
rekir. Ýnsanlar iyi
yaratýlýslý olsalardý hükümdarlar da sözlerinde durabilirlerdi. Oysa insanlar kötüdürler, k
klerle
yönetilemez. Papa Vi'ncý Aleksandr, insanlarý aldatarak basarýya ulasmýstýr, hiç kimse onun
dar hiçbirini
tutmadýðý yeminler etmemistir. Tilkilik insana asýl niyetleri gizleyebilmek hünerini öðreti
i hükümdarýn
basarýsýnda gereken de budur.
Macchiavelli'ye göre töre (ahlak), ancak devlet için vardýr, devletten ayrý, baðýmsýz olara
r anlam tasýmaz.
Devletin sýnýrlarýnýn bittiði yerde töre de biter. Burjuva devletinin temelleri böylelikle
aktadýr.
BRE ZAVALI ÝNSAN. Baktýðý ayna yeni insaný ürkütmüyor, kuskusunu artýrýyor büsbütün. Özgür
büyük yazarý Montaigne (1533-1592) söyle seslenmektedir: Bre zavallý insan, az mý derdin va
ki kendine yeni
dertler uyduruyorsun? Az mý kötü haldesin ki bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun? N
diye yeni
çirkinlikler yaratmaya çalýsýyorsun, içinde ve dýsýnda o kadar çirkinlikler var ki... O kad
hat mýsýn ki rahatýnýn
yarýsý sana batýyor? Doðanýn (tabiatýn) seni zorladýðý bütün yararlý isleri gördün bitirdin

baska isler çýkarýyorsun kendine? Sen tut doðanýn sasmaz, hiçbir yerde deðismez kanunlarýný
sonra o
senin
yaptýðýn, tek yönlü, acayip kanunlara uymaya çabala. Üstelik bu kanunlar ne kadar kendine ö
yanýksýz,
gerçeðe aykýrý olursa gayretlerin de o ölçüde artýyor senin. Mahalle papazýnýn sana emretti
slere sýký
sýkýya baðlanýrsýn; Tanrýnýn, doðanýn emirleri umurunda deðildir. Bak, bir düsün bunlar üst
böyle geçip gidiyor (Denemeler, kitap iii, bölüm V, Ask üstüne).
Montaigne'e göre biz insanlar, kendimizi kötülemede gösterdiðimiz zekayý hiçbir yerde göste
iz. Kafamýzýn,
o
her seyi bozabilen tehlikeli aletin pesine düstüðü, öldürmeye kasdettiði av kendi kendimizd
Ýnsaný öldürmek için
gün ýsýðýnda genis meydanlar ararýz, ama onu yaratmak için karanlýk köselere gizleniriz. Ýn
gizlenip
utanýlan bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok ,erdemleri içine alan bir sereftir. Biri
günah, öbürü sevaptýr.
Bizi yaratan isi hayvanlýk saymaktan daha büyük hayvanlýk mý olur? Öbür yandan, birçoklarýn
nýn ereði
(gayesi) saydýklarý erdem, ya da Aristippos'un sözünü ettiði haz, katýksýz olarak elde edil
stir. Sokrates der
ki: Tanrýlardan biri hazla elemi birlestirip karýstýrmak istemis, bunu basaramayýnca, ba
ri sunlarý kuyruklarýndan
birbirlerine baðlayayým, demis. Gülme son haddine varýnca göz yaslarýyla karýsýr, aðlayan i
gülen insanýn
yüzünde beliren çizgiler aynýdýr. Kendi kendime günahlarýmý açarken görüyorum ki en iyi huy
kötüye
çalan bir yön var. Korkarým ki Platon, en saðlam bildiði doðruluðu iyi yoklasaydý, bu doðru
nsanýn karýsýk
yapýsýndan
gelen bir bozukluk bulurdu. Oysa bu bozukluk çok derinlerde gizlidir, onu ancak ke
ndimiz görebiliriz.
Yüz yýl sonra bir Fransýz düsünürü, La Rochefoucauld, bu bozukluðu uluorta açýklayacaktýr.
da
bir Fransýz romancýsý, Roger Martin du Gard, bu benciliðin sonucu olarak Tanrý tanýmazlýðýn
ziðini
gerçeklestirecektir. Rönesansýn olusturduðu bireyci-insancý düsünce-sanat anlayýsý, metafiz
açmak isterken
ters açýdan ve bundan ötürü de besbeter bir metafiziðin içine gömülen bu iki Fransýzý sahes
is olmakla
niteleyerek göklere çýkaracaktýr.
ÜTOPYA. Ýnsan, artýk insanlýðýný ve deðerini sezmeye baslamýstý. Ýnsanca yasamanýn kosullar
gereðini duyuyordu. Antikçaðýn bütün deðerleriyle birlikte Hesiodos'un altýnçað özlemi de d
de
yasanýlan düzenin temelden bozukluðu meydandaydý. Ne var ki bu bozukluðun gerçek nedenlerin
meydana
çýkarabilecek kosullar henüz gerçeklesmemisti. Gereken bilgiden yoksun bulunan kafalar, öz
ledikleri düzeni hayal
güçleriyle biçimlendirmeye çalýsýyorlardý. Üç yüz elli yýl sonra Engels'in söyleyeceði gibi
ir üretimden
ve az gelismis bir sýnýf çatýsmasýndan birtakým kusurlu teoriler ortaya çýkmýstý: Bu bilimd
temsilcisi vardýr: More, Bacon, Campanella.
Platon'dan yirmi yüzyýl sonra bir Ýngiliz düsünürü, Thomas More (1478-l535), insanlarý mutl
k için
Platon'unkine benzer bir devlet düsünüyor. Çað, Yunan düsüncesinin yeniden dirildiði Rönesa
Humanisme adý verilen insancý düsünce akýmlarý Avrupa'yý kaplamýstýr. Ýnsan, bir araç olmak
amaç
olma yolundadýr. Ýngiltere adasý da, ayrýca yeni bir düzeni gerektiren toplumsal bir karga
salýk içindedir. Savaslar,
toprak üretiminin kökünü kazýmýs; açlýk ve hýrsýzlýk almýs yürümüstür. Ýnsanlýk, kendisini
baska hiçbir ise yaramayacak da olsa, yeni bir öðreti beklemektedir. Gözler, nereden gel
irse gelsin, bir kurtulus
yolu arastýrmaktadýr.
Thomas More, böyle bir ortamda meydana çýkmýstýr. Hiçbir yerde bulunmayan anlamýna, Ütopya
an
yapýtý, kendisini, Platon'dan sonra ikinci toplumcu olarak düsünce zincirine soktu. Ütopya
'yý yazdýðý yýl, kýrk
yasýndaydý. Mutluydu. Ýngiltere Kralý Viii'nci Henry onu seviyor, yanýndan ayýrmýyor, Ýngil
basvekilliðine kadar
yükseltiyordu. O Viii'nci Henry ki, on yedi yýl sonra, tutup onu astýracaktý. Yapýtýndan öt
aydý, hiç deðilse
ünü büsbütün artardý. Oysa, koyu Katolikliðinden ötürü asýldý.
Yapýtýn kurulusu da, Platon'un kurulusunu andýrmaktadýr. Rafael, Gilles ve More karsýlýklý
usarak yeni
toplumu düzenlemektedirler. Rafael, yolculuktan dönmüstür. Gördüðü Ütopya adasýný anlatmakt
arastýrýcýlara göre Ütopya adasý, Kanarya adalarýdýr. Amerika'ya adýný veren denizci Amerig
i yazdýðý bir
mektupta, bu adalarda yasayanlarýn kolektif yasayýslarýný anlatmýstýr. Kanarya adalarýnda ö
kiyet yoktur.
Thomas More'un, Platon'dan olduðu kadar, bu mektuptan da yararlandýðý sanýlmaktadýr.
Platon, düsünü on iki bölgeye ayýrýyordu, bu mistik sayý Thomas More'a yetmiyor. More'un ad
elli dört kentten
kuruludur. Platon her bölgeye 5040 aile yerlestiriyordu, More her kente 6000 aile
yerlestirmektedir. Her aile yirmi
iki kisilik olacaktýr; bu yirmi iki kisinin yirmisi erkek, kadýn, çocuk, ikisi de esir
dir. Thomas More, Platon gibi
sevgili esircikleri unutmamaktadýr. Öyle ya, esirler olmazsa usaklýðý, hizmetçiliði, kaba i
ri kim yapaca?..
Her iki düsünürde de esirler, toplumun temelidirler. Onlarsýz edilemez. Bu bakýmdan Ýngiliz
aristokrasisi
Yunan aristokrasisini andýrmaktadýr. Thomas More, humanisme'e bu açýdan basýný çevirip baký
Mutluluk hakký, esirler için deðil, özgür Ýngilizler içindir.
Platon, toplumunu sýnýflara ayýrýyor, her sýnýfý ayrý bir statüye baðlýyordu. Thomas More'd
dýsýnda, sýnýf
yoktur. Herkes esittir. Kadýn ya da erkek her toplum üyesi iki yýl tarlada çalýsmak zorund
adýr. Ýki yýllýk tarla
çalýsmasý toplum üyesini bu yükümden kurtarmaktadýr. Bu yükümden kurtulanlar zenaatlarýna d
r.
Ziraat
çalýsmasý, Ütopya'da, bir çesit askerlik yükümü gibidir. Buna karsýlýk askerlik yükümü yokt
saldýrma savasý yapmayacaklardýr. Bir savunma savasý gerektiði zaman da gönüllüler toplanac
Thomas More,
zorla asker edilenlerin savasta hiçbir ise yaramayacaklarý kanýsýndadýr.
Platon, özel mülkiyetle birlikte aileyi de sarsýyordu. Thomas More aileye dokunmuyor. Üt
opya adasýnda ask,
üstün tutulmaktadýr. Birbirlerini sevenler evlenmelidirler. Ancak kýzlar on sekiz, erkek
ler de yirmi iki yasýndan önce
evlenemezler. Bir de, nisanlýlar, evlenebilmek için çýplak vücutlarýný üçüncü bir kisiye gö
olduklarýný tanýtlamak zorundadýrlar. Bosanmaya da izin vardýr. Birbirleriyle anlasamayanl
arý zorla baðlý tutmamak
gerekir. Ancak, bosanmak kötüye kullanýlmamalýdýr; evlilikte bir kez bosanmak mümkündür, ik
evlilikte
bosanmak
yasaktýr. Çocuklar, ana babalarýnýndýr. Çok çocuklular, çocuklarýndan birini çocuksuz ailel
ye
zorlanabilirler. Her ailenin bir evi vardýr. Evler, her on yýlda bir, kura çekilerek d
aðýtýlýr. Her aile, on yýlda bir, yeni
kuraya katýlarak oturduðu evi deðistirmek zorundadýr.
Thomas More, Platon'dan bir adým daha ileriye giderek, özel mülkiyeti bütün Ütopyalýlar içi
aklamýstýr.
Platon bu yasaðý sadece yöneticiler (yargýçlarla askerler) için koymustu, amacý da yönetici
her türlü sosyal
baðlardan sýyýrarak iyi yönetimi saðlamaktý More'un Ütopya'sýnda özel mülkiyet yasaðýnýn ge
ir.
Özel mülkiyet her türlü kötülüklerin, hýrsýzlýklarýn, öldürmelerin kaynaðýdýr. Özel mülkiye
mutlu bir toplumdur. Oysa, bu düsüncenin bilimsel gerekçesi nedir ve bilimsel sonucu n
e olacaktýr? Thomas More
bu sorularý karsýlayamýyor. Bu yüzdendir ki ütopya deyimi, günümüze, bir masal terimi olara
mýstýr.
Üretim toplumundur. Tüketim için gerekenler genel ambarlarda saklanmaktadýr. Her otuz ai
le birleserek bu genel
ambarlardan gruplar halinde yararlanacaklardýr. Üretim planlýdýr, sadece gerekenler üretil
mektedir, lüks üretim
yasaktýr. Her otuz aile bir phylarkhos (sef) seçecektir. Her on phylarkhos da aralarýn
dan bir proto-phylarkhos
seçecektir. Devlet baskaný, halkýn göstereceði dört aday arasýndan proto-phylarkhoslarca se
ktedir.
Devlet gücünü bunlar yürütmektedir. Devlet baskanlýðý, diktatörlüðe kaçmamak sartýyla, ömür
özendi mi kendisine isten el çektirilir. Bu yöneticiler yasa koyamazlar, konulan yasal
arýn iyi yürütülmesini
saðlarlar. Yasa koyuculuðu, Ütopya vatandaslarýnýn seçtiði ayrý bir kurulun görevidir.
Protestanlarla savasan, koyu Katolikliðinden ötürü kralýna direnerek asýlmayý göze alan Tho
ore, din
konusunda özel bir anlayýs gösteriyor. Ütopyalýlar çesitli dinlere baðlý olabilirler. Birbi
ni hos görmek,
birbirlerine saygý göstermek zorundadýrlar. Hosgörü (tolerance, müsamaha) yasasýný çiðneyen
zasýyla
cezalandýrýlýrlar. Bir dinin öbürüne üstünlüðünü savunmak, herhangi bir dini küçümsemek yas
sadece, bir Yaratýcýnýn varlýðýna inanmaktýr. Bütün Ütopyalýlar, hangi din ya da mezhepten
lsunlar,
böylesine yüksek bir inançta birleseceklerdir. Ütopya vatandasý bir Yaratýcýya inanmak zoru
dýr, ama bu
Yaratýcýya dilediði yoldan varabilir, yollarýn da (dinler) birbirine hiçbir üstünlüðü yoktu
la Tanrýya varan,
öteki yolla varana satasmayacaktýr; satasýrsa ceza görür. Bu hosgörürlük anlayýsý öylesine
mustur ki
Tanrýsýzlar bile Ütopya'da yasayabilirler, ancak memurluk yapamazlar. Dinsizlik suç deðild
ir, herhangi bir dini
küçümsemek suçtur: Thomas More, kendinden sonrakileri bir hayli etkileyen bu yeni düsünceyl
, Rönesans
çaðýnýn ileri adýmlarýndan birini atmýs bulunmaktadýr. Dinsel hosgörü, ortaçaðýn koyu karan
Avrupa'nýn ilk kez karsýlastýðý yepyeni bir düsüncedir. Ancak bu düsünce, Xvi'nci yüzyýl iç
adým olmakla
beraber, bilimsel açýdan, insanlarýn hiçbir zaman tek anlayýsta birlesemeyecekleri gibi ge
ri bir temele
dayanmaktadýr. Bilimsel açýdan bakýnca, hosgörü yasasý da günümüzdeki anlamýyla tam bir üto
Ütopya'nýn dýs politika anlayýsý da bir hayli ilgi vericidir. Bu anlayýs, Kraliçe Elizabeth
bu yana sürüp
gelmis bulunan Ýngiltere politikasýný andýrmaktadýr. Ütopya adasý da, Ýngiltere gibi, birço
tlerin kaynastýðý
büyük bir kara parçasýnýn (kýta) yanýndadýr. Ütopyalýlar, bu kara parçasýndaki devletlerden
e üstün
kýlmamak politikasýný güdüyorlar. Bunu saðlamak için iki yol tutmaktadýrlar: Güçlenmeye yel
lette
karýsýklýklar çýkararak onu içinden çökertmek ve o devletin saldýrmaya yeltendiði güçsüz de
tmek...
Bu yardým, birlikte dövüsmekten çok, para yardýmýdýr. Ütopya'da para yoktur ama, dýs politi
için
deðerli madenler bulundurulmaktadýr. Para yardýmý yetmez de savasmak zorunda kalýnýrsa pek
z sayýda asker
gönderilebilir. Bu askerlerin de mümkün olduðu kadar saðlam yerlerde bulunarak kendilerini
bosu bosuna
öldürtmemeleri gerekir. Ütopya, böylesine bir dýs politikayla, her zaman, güçsüz devletleri
tudur. (Thomas
More, yapýtýnýn yayýmlanmasýndan on bir yýl sonra, 1529'da Ýngiltere basbakaný olmustur. Gü
ika, bu
politikadýr. 1558'de Ýngiltere tahtýna oturacak olan, More'un kralý Viii'nci Henry'nin kýzý
Elizabeth doðmak üzeredir.
Elizabeth çaðý, More'un bu politikasýný geleneklestirecektir).
Görüldüðü gibi Thomas More, Latince yazdýðý Ütopya'sýnda, mutluluk alanýna iki yenilik geti
el
mülkiyetin kaldýrýlmasý ve dinsel hosgörü... Her iki düsünce de, Thomas More'dan önceki düs
k
ileri düsüncelerdir. Çünkü Platon, insanlarýn mutluluðunu iyi yönetilmelerinde buluyordu. Ö
yeti sadece
yönetici sýnýflar için kaldýrýrken insanlarýn iyi yönetilmeleri amacýný güdüyordu. Daha açý
aton'un
insan mutluluðu için düsündüðü amaç, özel mülkiyetin kaldýrýlmasýyla saðlanacak olan sýnýfs
iyi yönetilmeydi. Ýnsanlar iyi yönetilirlerse mutlu olacaklardý, iyi yönetilmeleri için de
eticilerin mülkiyet
baðýndan kopmalarý gerekirdi. Thomas More'a göre insanlarýn mutluluðunu iyi yönetilme deðil
tlik saðlar;
esitlik için de özel mülkiyetin kaldýrýlmasý gereklidir. Bundan baska, özel mülkiyet, toplu
rinin tek
nedenidir. Özel mülkiyetin kaldýrýlmasý bu kötülüklere son verecektir. Örneðin hýrsýzlýk öz
,
özel mülkiyet olmazsa hýrsýzlýk edilmez. Kavga, özel mülkiyet yüzündendir, özel mülkiyet ol
edilmez.
Yalan özel mülkiyetin ürünüdür, özel mülkiyet kalkarsa yalan söylenmez. Platon, özel mülkiy
iyi
yönetilmeye engel olmasý bakýmýndan kötü bulmaktadýr. Platon'la Thomas More arasýndaki kökt
buradadýr.
Ayrýca Ütopya'da her insan üreticidir. Ne yönetici ne de koruyucu adý altýnda üretime katýl
hazýrdan yiyiciler
yoktur. Üretim çalýsmasý, askerlik yükümü gibi bir yükümdür (mükellefiyet). Üretimin planla
z ve
lüks üretimin yasaklanmasý üretim bolluðunu saðlamaktadýr. Üretim bolluðu, tüketimi artýrýr
insanlarý mutlu kýlar. Bundan baska, insanlarý mutsuz eden aç kalma korkusu, istifçilik ku
skusu da ortadan
kalkmaktadýr. Platon, konuyu bu açýdan ele almamýstýr. Platon'a göre her sýnýf, iyi yönetil
aðlanacak olan
toplumsal mutluluktan kendi payýný kendi ölçüleri içinde almaktadýr. Ýyi üretim için özel m
siz deðil,
tersine, gereklidir. Üretici sýnýf, daha iyi üretebilmek için, özel mülkiyetle güçlendirilm
Görüldüðü gibi,
Platon iyi üretimde özel mülkiyeti gerekli sayarken, Thomas More özel mülkiyeti iyi üretime
engel saymaktadýr.
PASÝFÝK OKYANUSUNDA BÝR ADA. Francis Bacon, Yeni Atlantis'i, ölümünden iki yýl önce, 1624't
dý.
Altmýs üç yasýndaydý; bütün tutkulardan elini çekmis, yükselme umutlarýný yitirmisti. Yazýl
yazýp sonra Latinceye çeviriyordu. Ýngilizcenin birkaç yüzyýl içinde unutulup gideceðine, L
eninse ölümsüz bir
dil olduðuna inanmýstý. Düsüncelerinin gelecek kusaklarca benimsenmesini istiyordu. Bugünün
saklarýysa onun
betiklerini anlayabilmek için yeniden Ýngilizceye çeviriyorlar.
Yeni Atlantis, insanlýðýn çok eski bir düsünün Bacon'ýn açýsýndan yeniden ele alýnýsýdýr. B
ülkesi düsüdür. Bacon, bu ülkeyi Pasifik Okyanusu'nda bilinmez bir adanýn üstünde kuruyor.
a, Ben Salem
adasýdýr. Alýsýlmýs anlatýsa uyarak telleyip pulluyor önce; Peru'dan yelken açarak Güney de
luyla
Japonya'ya doðru yola çýktýk diyor, yanýmýza on iki aylýk yiyecek almýstýk. Bes ay doðudan
ler esti,
sonra batýdan esmeye basladý. Bu yüzden gün oluyor pek az yol alabiliyor, gün oluyor hiç yo
alamýyorduk. Geri
dönmeyi düsündüðümüz sýrada güneyden doðuya doðru esen bir fýrtýna çýktý, kuzeye doðru sürü
kullandýðýmýz halde yiyeceðimiz tükendi, uçsuz bucaksýz sularýn üstünde yiyeceksiz kaldýk.
hazýrlanýyorduk. Gönüllerimizi göklerdeki Tanrý'ya yönelttik, yardýmýna sýðýndýk, denizini
topraðýný da göstermesi için yalvardýk. Gerçekten de, ertesi gün, aksam üstüne doðru kuzey
r
gördük. Bu, bize, karaya yaklastýðýmýz umudunu verdi. Çünkü Güney denizinin insanlarca gere
tanýnmadýðýný, orada simdiye kadar bulunmamýs adalar olabileceðini biliyorduk. Rotamýzý kar
bir seyler
görünen kuzey yönüne çevirdik, bütün gece yol aldýk. Ertesi sabah gün aðarýrken gözlerimizi
kara parçasýnýn uzandýðýný gördük. Kara parçasý, ormanlarla kaplý olduðundan bir hayli karâ
buçuk saat gittikten sonra iyi bir limana girdik. Burasý, pek büyük deðilse de, iyi yapýlmý
denizden pek hos
görünen güzel bir sehirdi.
Bacon'a göre bu erdemler ülkesini yöneten Süleyman evi, bir baska adýyla Altý Günlük Ýsler
dir. Bu ev ya da
kolej, deneysel bilimin simgesidir. Bacon, bu simgesiyle, Xi'nci yüzyýldan XV'nci yüzyýl
a kadar güçlü bir egemenlik
kurmus olan skolastik düsünceye karsý koymaktadýr. Dinsel gerçeklerden baska hiçbir gerçek
ayan, aklýn
hiçbir tartýsmasýna izin vermeyen skolastik düsünce, Bacon'ýn yasadýðý XVi'ncý yüzyýlla XVi
gücünü duyurmaktaydý. Bacon, kuramsal bilimi denemelerle insanlýða yararlý kýlmak istiyordu
bakýmdan,
ömrünce tasýdýðý Süleyman evi düsüncesi, incelenmeye deðer bir düsüncedir. Süleyman evi'nin
nedenlerini arastýrmak, gizli güdülerini çözmek, olabilen her seyi yapabilmek için insanýn
tündeki
egemenliðini genisletmektir.
Süleyman evi'ni yöneten otuz altý ustadýr. Bu ustalar birçok çýrakla usta adaylarýný yetist
dirler. Çalýsmalarý
gizlidir. Tapýnak olarak kullandýklarý iki uzun, özellikle dösenmis salonlarý vardýr. Bu sa
lar çesitli simgelerle
süslenmistir. Bu tapýnaklarda toplanýp gizlilik andý içerler. Otuz altý usta, üçer üçer gru
dýr. Ýlk dört
üçlük grup, on iki usta, ýsýk toplayýcýlarý adýný tasýrlar. Bunlar, gizlice baska ülkelere
in en , yeni
örneklerini toparlar, henüz ulasamadýklarý yeni ýsýklar varsa, kendi ülkelerine tasýrlar. B
i üçlüðün adý
yaðmacýlar'dýr, bunlar bir çesit filozofturlar. Altýncý üçlük sýr adamlarý'dýr, betiklerde
nemeleri
toplarlar. Yedinci üçlüðün adý öncüler'dir, kendi düsüncelerine göre yeni denemelere girisi
inci üçlük
çesitli deneyleri belirli bir yönteme göre sýralamakla görevlidir, bunlara sýralayýcýlar de
Dokuzuncu üçlüðün
adý hayýr sahipleri ya da drahomacýlar'dýr, görevleri çesitli denemelerden genel kurallar ç
aktýr. Bu
çalýsmalarýn üstünde düsünüp tartýsmak üzere bütün ustalarýn katýldýklarý bir toplantýdan s
yüksek bir ýsýk altýnda yeni denemeleri yönetir, bu sonuncu üç ustanýn adýna lamba denmekte
Süleyman evi'nin ustalarý, ilk yaratýlan ýsýðý, bütün evreni aydýnlatabilecek olan ýsýðý ar
görmüslerdir. Ülkelerinin halký bu yüzden erdemlidir. Bir daðýn yüksekliðiyle bir maðaranýn
ayný sey
olduðunu, her ikisinin de göðün ýsýnlarýndan ayný oranda uzak bulunduðunu bilmektedirler. S
vi'nin
hazýrlýk gereçleriyle çalýsma araçlarý yirmi bir grupta toplanmaktadýr: Derin maðaralar, yü
ler, göller,
yapma
kaynaklar, yapma doða evleri, saðlýk odalarý, hamamlar, bahçeler, parklar, özel havuzlar, d
spanserler, makineler,
ýsý
fýrýnlarý, optik laboratuvarlar, uzaklastýrýp yakýnlastýran araçlar, deðerli taslar, ses ev
oku evleri, makine evleri,
matematik evleri, marifetler evi.
Bacon, bu araçlarla gereçlerin her birinin görevlerini ayrý ayrý, uzun uzun anlatmaktadýr.
bu çalýsmalar,
sonunda, erdemli bir ülke yaratmýstýr. Bacon, Ben Salem halkýnýn erdemleri üstüne çesitli ö
veriyor. Bu
örneklerden biri sudur: Gemiciler karaya çýktýklarý zaman, adanýn saðlýk memuruna bahsis ve
isterler.
Memur,
bir is için iki kere para alamayacaðýný söyler. Ben Salem'de rüsvetin adý bir is için iki k
ara almaktýr.
GÜNES ÜLKESÝ. Ýtalyan Giordano Bruno 1600 yýlýnda Roma'da diri diri yakýlýrken Fransýz Mich
ontaigne
yasamýyordu, öleli sekiz yýl olmustu. Ama bir baska Ýtalyan, Tommaso Campanella, o sýrada
otuz iki yasýndaydý ve
Bruno'nun diri diri yakýlýsýný gördü. Oysa, onun da basýna gelecekler vardý, diri diri yaký
ktý ama, Ýspanya
egemenliðine karsý çýktýðýndan ötürü ömrünün yirmi yedi yýlýný Napoli zindanlarýnda geçirec
XVii'nci yüzyýla geçiyor, XViii'nci yüzyýla yöneliyoruz. Görüyorsunuz ki Xii'nci yüzyýlda ö
henüz gizli gizli yasamakta, can çekismektedir. Bu koca karanlýk çaðý öyle birkaç yüzyýl iç
eyivermek
olacak is deðildi elbet.
Kendilerini mutlu kýlacak devleti yeryüzünde bulamayan insanlar, onu masallarda tasarlýy
orlar. Ýngiliz Thomas
More'un Ütopya masal devletinden sonra, Ýtalyan papazý Tommaso Campanella'nýn (1568-1639
) Günes Ülkesi
masal devleti böylesine bir düsünce ürünüdür. Örnek, Platon' dan gelmistir. Rönesans, yeni
ar
yaratmaktadýr. Aranýlan, insan mutluluðudur. Tommaso Campanella da, Platon'la Thomas M
ore gibi, bu
mutluluðun, düzenli bir devletle gerçeklesebileceði kanýsýndadýr. Her üçüne göre de kisiler
için devlet
gereklidir. Ancak bu devletin nasýl olmasý gerektiði yolunda birbirlerinden ayrýlmaktadýrl
ar. Bununla beraber, kisiyi
mutlu kýlacak devletin toplumcu bir devlet olmasýnda birlesmektedirler.
Campanella'nýn Günes Ülkesi (Civitas Solis), Topraban adasýndadýr (Seylan). Ülke, yedi bölg
ayrýlmýstýr ve her
bölge bir yýldýzýn adýný tasýmaktadýr. Tepedeki tapýnaðýn içinde yedi samdan yanýyor. Pytha
sayý
mistikliðinin Campanella'da da sürüpgittiði görülmektedir. Koyu dinci olan bu devletin basý
büyük metafizikçi
ya da soy adýný tasýyan bir papaz vardýr. Campanella, böylelikle, Mesih Monarsisi (Monarch
ia Messiae) adlý
yapýtýnda savunduðu, bütün prenslerin papanýn yönetimi altýna girmeleri düsüncesini de gerç
tedir:
Büyük metafizikçi isbasýna seçimle gelir, koltuðunu bilgeliðinin gücüyle kazanmýstýr. Daha
e, büyük
metafizikçi, günes ülkesinin en bilge kisisi olduðu için seçilir. Ömrünün sonuna kadar bu k
oturabilir.
Ancak, kendisinden daha bilge bir kisi yetisirse büyük metafizikçiliði ona býrakmak zorund
adýr, Büyük metafizikçi
ya da sol; memurlarýný kendi seçer. Kesin ve karsý konulmaz yetkileri vardýr. Kendisinden
daha bilge bir kisi
yetismediði sürece bir çesit diktatördür. Dinsel ve siyasal yönetim, tümüyle ona býrakýlmýs
iði üç
büyük bakan vardýr: Pon (pouvoir, güç) adýný tasýyan güç bakanýdýr, askerlik ve savas gibi
isleri
o yönetir. Sin (sagesse, bilgelik) adýný tasýyan bilgelik bakanýdýr, dinsel ve eðitimsel bü
eri o yönetir. Mor
(amour, ask) adýný tasýyan ask bakanýdýr, saðlýk isleriyle cinsel isleri o düzenler.
Platon, özel mülkiyeti sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi saðlamak amacýyla yasaklýyo
Thomas More,
özel mülkiyeti esitliði saðlamak ve kötülüklerin kökünü kurutmak amacýyla bütün vatandaslar
Campanella bu konuda Thomas More'a katýlmaktadýr. Günes ülkesinde de özel mülkiyet bütün va
slar için
kaldýrýlmýstýr. Her sey devletindir. Günes ülkeliler birlikte üretip birlikte tüketmektedir
Thomas More'un
yasakladýðý lüks üretime Campanella izin vermektedir. Ona göre, kisilerin mutluluðu için lü
ereklidir.
Platon'un sekiz saat olarak yasalastýrdýðý çalýsma yükümü (mükellefiyet), Thomas More' da a
Campanella'da dört saattir: Çalýsma saatlerinin gittikçe azalmasýnýn nedeni, planlý çalýsma
eði
gerektirdiði
düsüncesidir. Campanella'ya göre lüksü de içine alan bütün üretim için vatandaslarýn dört s
yetecektir. Böylelikle vatandaslar eðlenmeye, güzel sanatlarla uðrasmaya, Tanrý'ya baðlanma
a daha çok vakit
bulacaklar ve daha mutlu olacaklardýr. Günes ülkesinde tembellik suçtur ve cinsel birles
meden yoksun býrakýlmak
cezasýyla cezalandýrýlmaktadýr.
Platon, aileyi de özel mülkiyet gibi sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi saðlamak amac
a yasaklýyordu.
Thomas More aileye dokunmamýs, tersine, aileyi desteklemisti. Campanella bu alanda
Platon'la birlesmektedir.
Günes ülkesinde aile yoktur, kadýnlarla erkekler evlenmeden birbirleriyle birlesirler.
Çocuklar, Platon'da olduðu
gibi, toplumundur, ana babalarýný tanýmazlar. Devlet onlarý toplu olarak büyütür, eðitir ve
vatandas yapar.
Ancak, Thomas More özel mülkiyet yasaðýný Platon'a karsý nasýl bütün topluma yaymýssa, Tomm
nella
daaile kurmak yasaðýný Platon'a karsý bütün topluma yaymaktadýr. Bir baska deyisle, Platon'
sýnýflar vardýr ve
yasaklar bu sýnýflar için ayrý ayrýdýr; Thomas More'la Tommaso Campanella'da sýnýflar yoktu
nulan yasaklar da
bundan ötürü bütün toplum içindir. Günes ülkesinde aile bulunmadýðý halde cinsel birlesmele
ar kolay
deðildir, isteyen istediðiyle birlesemez. Kimin kiminle birleseceðine memurlar karar v
erir. Bu yasa, gelecek
kusaklarýn saðlýðý ve yetkinliði gerekçesine dayanmaktadýr, ask bakanýnýn yürütmek zorunda
görevlerden biridir. O kadar ki, ask bakaný, sadece insanlarýn yetkinliðiyle deðil, hayvan
larýn yetkinliðiyle de
görevlidir. Bu açýdan üretim araçlarý olarak ele alýnan insanlar ve hayvanlar, yetkin olmal
. Aile konusunda
Campanella'nýn bir özelliði de, Thomas More'un özel mülkiyette bulduðu bütün kötülükleri ai
.
Thomas More bütün kötülüklerin (hýrsýzlýk, kavga, öldürme, kýskançlýk, yalan) kaynaðýný öze
bulmaktaydý. Tommaso Campanella da bütün bunlarýn kaynaðýný ailenin varlýðýnda bulmaktadýr.
kötülüklerin tümü kadýna ve çocuklara verilen deðerden doðar. Bu deðerler ortadan kalkarsa
azalacaktýr. Bu noktada da More'la Campanella arasýnda bir ayrýlýk vardýr. More, özel mülki
in kaldýrýlmasýyla
kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacaðýna inanýyordu. Campanella, ailenin kaldýrýlmasýyla kö
ortadan kalkacaðýna inanmýyor, sadece azalacaklarýný söylüyor. Bu düsüncesinin sonucu olara
s
ülkesinde
güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardýr. Campanella'nýn pratik etkileri, Platon'la Mo
re'a göre, çok genis
olmustur. Öncekiler, pratik alanda hiçbir yanký uyandýrmadýklarý halde, Tommaso Campanella
zun bir süre
gerçeklesmistir. Kalabriya ayaklanmasý, Günes ülkesinin gerçeklestirilmesi için yapýlmýstý.
i adýndaki bir
sosyalist sefin yönetiminde yapýlan ayaklanma, önceden haber alýnýp bastýrýlmasaydý, Campan
nýn düsü, daha
o
yasarken gerçeklesecekti. Bu ayaklanmaya otuz çektirmeyle Türkler de katýlmýslardý.
Campanella'nýn öldüðü yýl olan 1639'da, cizvit papazlarý, onun düsünü Paraguay'da gerçekles
Ýspanya'nýn
olaya önemsememesinden yararlanan papazlar, Paraguay yerlilerini Günes ülkesi örneðine uyg
un olarak
örgütlediler. Toprak mülkiyeti, Tanrý'ya (Paraguay yerlilerinin dilinde Tupanbak) býrakýlmý
ke otuz köye
ayrýlmýstý. Üretim, Tanrý için yapýlmaktaydý, tüketimse bütün vatandaslar içindi. Her köyde
azýyla bir
yerli yardýmcý, üretimi ve tüketimi düzenliyordu. Ancak aileye dokunulmamýs, aile cizvitler
e de, Thomas More'da
olduðu gibi, desteklenmisti. Daha da ileri gidilerek, birtakým erdemsizlikler doðurduðun
dan ötürü bekarlýk
yasaklanmýstý. Evlenme zorunluðuna karsý, çocuklar toplumundu. Çocuk, memeden kesilinceye k
dar anasýnda
býrakýlýyor, memeden kesilince toplumsal eðitime veriliyordu. Çocuklara, aileye baðlýlýk ye
topluma baðlýlýk
duygusu asýlanýyordu. Çocuklar, koyu bir Katolik eðitimiyle yetistiriliyorlardý. Esir avcýl
rýndan kaçan bütün
yerliler Günes ülkesine sýðýnýyorlardý. 1765 yýlýnda .ülkenin nüfusu yüz elli bine çýkmýstý
1773 yýlýna kadar, yüz otuz yýl yasadý. 1767 yýlýnda, dinsel nedenler yüzünden, Ýspanyollar
'dan cizvit
papazlarýný kovdular. Yerliler, alýstýklarý düzeni bir süre daha uyguladýlarsa da saðdan so
len baskýlara
dayanamayarak daðýlmak zorunda kaldýlar. Tupanbak, topraklarýný koruyamamýstý. Böylece, Tom
Campanella'nýn Katolik egemenliði ütopyasý da tarihin derinliklerine karýsmýs oldu.
ATÝNA'LI TÝMON. Yenidendoðusun getirdiði erdem ne türlü bir erdemdir? Bunu en iyi biçimde a
k sanatýn
aynasý yansýtabilir. Bu çaðýn yetistirdiði en büyük sanatçý William Shakespeare Atina'lý Ti
unda
bakýsýný özgür ve erdemli yeni insanýn üstüne çeviriyor: Timon, Atina'nýn cömertliðiyle ün
isidir.
Kýlýcýyla Atina'yý kurtarmýs, erdemleriyle de süslemistir. Kesesi, devletin kesesi gibidir.
Senato, kýlýcýna güvendiði
kadar, kesesine de güvenir Timon'un. Kentinin karsýlastýðý her güçlüðe yetisen erdemli bir
. Sofrasý da,
kesesi
gibi, herkese açýktýr. Hemen bütün Atina, onun bir sarayý andýran konaðýnda yiyip içmektedi
nýn babasý
sayýlmakta, bütün Atinalýlarca sevilmektedir. Timon, seçtiði bu yolda mutludur.
Böylesine bir cömertliðe dayanamayan kese elbette tükenecektir. Alacaklýlar, önce yavastan,
sonra hýzlýca hýzlýca
kapýsýna birikmeye baslýyorlar. Timon, kuskusuzdur. Yakýnlarýna, dostlarýna, senatoya güven
tedir. Atina'nýn
babasý, soylu, erdemli Timon'u ortada býrakacak deðiller ya... Yardýma kosmak sýrasý Atina'
a, Atinalýlara
gelmistir. Kahyasýnýn her kapýdan kovulduðunu, Atina'nýn kendisine sýrt çevirdiðini duymak
'u sasýrtýyor
önce.. Kulaklarýna inanmýyor. Sonra, yüreðinde bir acý, her an biraz daha artan bir acý duy
a baslýyor. Kendisine
rastlamamak için evlerine saklanan yakýnlarýnýn, dostlarýnýn, senato üyelerinin hikayesini
maz kulaklarla
dinliyor. Kirpikleri aðlamak isteðiyle titremektedir, ama aðlayamýyor, içindeki sýcak duygu
arla birlikte göz yaslarý
da kurumus gibidir. Artýk, benliðini saran tek bir duygu var: Tiksinti. Timon, tiksi
niyor Atina'dan. Oysa belli
etmiyor. Yeniden para bulduðu, eski gösterisine kavustuðu söylentisini yayarak Atina'ya
son bir sölen vermek
isteðindedir. Gizlendikleri yerlerden birer ikiser çýkan Atinalýlar, soylu
Timon'un sölenine kosuyorlar. Onu övmek, onun erdemlerini belirtebilmek için birbirler
iyle yarýs etmektedirler.
Yazarlar övgüler dizmekte, sairler siirler düzmektedir. Sofra, eski günlerin mutluluðu için
edir. Herkes yerine
oturunca Timon soðukkanlýlýkla ayaða kalkýyor: Sahanlarýnýzýn kapaklarýný kaldýrýn da, diye
köpekler!.. Atinalýlar saskýnlýkla sahanlarýnýn kapaklarýný kaldýrýyorlar. Sahanlar bostur.
Ýnsanlara karsý duyduðu tiksinti öylesine sonsuzdur ki, Timon, Atina'yý býrakýp tek basýna
ak için bir ormana
çekiliyor. Dönüp son bir kez baktýðý Atina'nýn duvarlarý onu tiksintiyle titretmektedir. Su
, bencil, ama
insanca bir haykýrýstýr: Ey o kurtlarý çeviren duvar, yere bat da Atina'yý koruma. Analar,
ffetinizi bir yana býrakýn;
çocuklar, itaat nedir unutun. Köleler, alný kýrýsýk senato üyelerini yerlerinden zorla çeki
da onlarýn yerine
sizler geçin. On altýsýndaki oðul, topallayan babanýn elindeki deðneði kap da onun beynini
Büyüklere saygý,
Tanrýlara inan, barýs, adalet, iyi komsuluklar, bilgi, görgü, sanatlar, meslekler; merte
beler birbirinizi yok eden zýtlar
haline gelin de kargasalýk bitmesin. Tanrýlar, Atina'nýn üstüne çökün. Zevk düskünlüðü genç
kadar
islesin de çamur yýðýný içinde boðulsunlar. Kasýntýlar, donmalar Atinalýlarýn göðüslerinde
hasat bastan basa cüzam olsun!.
Timon'un insanca bencilliði bas kaldýrmýstýr artýk. Merhaba diyenlere, ne olurdu biraz tem
iz olsaydýn da üstüne
tükürseydim diye karsýlýk veriyor. Al su ekmeði, yemeðine katýk yap diyen olursa, önce sen
da aðzýmýn
tadý gelsin diyor. Hele biri, seni seviyorum demeyegörsün, karsýlýðýný alýyor hemen: Niçin
sana para
vermedim ki?.. Bir baskasýna verdiði karsýlýk da, erdem konusunda, birçok sorunlarý çözebil
slan olsan tilki
sana oyun oynardý. Kuzu olsan kurt seni yerdi. Tilki olsan da eseðin suçlamasýna uðrasan a
slan senden
kuskullanýrdý.
Esek olsan sersemliðin yüzünden dert çeker, ayýya kahvaltý olurdun. Ayý olsan at seni öldür
olsan parsýn pençesine düserdin. Hangi hayvan olmalýydýn ki baska bir hayvana boyun eðmeyes
n. Ne türlü bir
hayvansýn ki hayvan olmakla neler kaybettiðini görmüyorsunla.
Timon'un bütün erdemleri bencilliðinden doðmustur. Yasama yolunda cömertliði, iyilikseverli
seçmisti. Kendini
koruma içgüdüsünü bu duygularla karsýlamaktadýr. Varlýðýný cömertliðiyle, iyilikseverliðiyl
l
olumlu bir yoldur. Varlýðýný cimriliðiyle, kötülük severliðiyle de duyabilirdi; kendini kor
yollarla
da karsýlanabilirdi. Karayý deðil de aký, olumsuzluðu deðil de olumluluðu seçmis olmasý Tim
ha yolun
basýndayken sevimli kýlýyor. Bu yol, onu kendine karsý da övündürmektedir. Yardýmýma güvene
silkip
atacak bir yaratýlýsta deðilim diyor. Yardýmýna güvenen birini silkip atacak yaratýlýsta bi
an olmayýsý onu
mutlulandýrmaktadýr. Düskünlerin kalkýnmasýna yardým etmek yetismez, sonra da onlara destek
malý... diyor.
Düskünlerinin kalkýnmasýna yardým etmekle yetinmeyip sonra da onlara destek olmak onu mutl
ulandýrmaktadýr.
Ben karsýlýk beklemeksizin veririm diyor. Karsýlýk beklemeksizin vermek onu mutlulandýrmak
tadýr. Timon, bu
duygularýyla kendini doyuruyor. Böyle olabildiðinden ötürü mutludur. Bu mutluluk onu büsbüt
olmaya
zorlamaktadýr. Ýsteðiyle mutluluðu birbirini etkileyerek gittikçe daha çok gelisecektir. Bu
gelismenin sonucuysa
doðal bir sonuçtur: Timon tükenecektir.
Timon, bu ilk görünüsünde; erdemleriyle deðil, bencilliðiyle insandýr. Cömertliðiyle iyilik
nin,
mutluluðunun birer aracý olduklarý gün gibi bellidir. Ýnsanca olan karsýlýksýz almak yerine
anüstüce olan
karsýlýksýz vermek yolunu seçmistir. Güçlü bir bencillik onu buralara kadar götürmüstür. Tü
çevresinin
birdenbire bosalmaya basladýðýný görünce sasýrýyor, Bacon kadar akýllý olmadýðý için, bunun
kavrayamýyor: Çevresinde dostlarý varken Timon'un sýkýlacaðýný ne söyle, ne de aklýna getir
Ne diye
aðlýyorsun? Dost bulamayacaðýmý sanacak kadar güvenin mi yok? Merak etme, dosttan yana hiç
sul deðilim....
Timon, bu ikinci görünüsünde, budalalýðýyla insandýr.
Timon'un üçüncü görünüsü, insanca olan tepkisiyle beliriyor. Bu tepki, insan bencilliðinin
dir; bir inanç
kýrýklýðýndan çok, bir benlik kýrýklýðýnýn sonucudur. Timon'un benliðini doyuran araçlar yo
ni
koruma içgüdüsü olumlu bir yolda ilerleyemeyince olumsuz yollara sapmak zorundadýr. Timon,
aký býrakarak
yeniden karaya dönüyor. Ýnsanlardan tiksinmektedir. Üstünden insanca olan her seyi çýkarýp
çýplaktýr,
aðaç
yapraklarýyla örtünmektedir. Artýk yapabildiði, cömertlik yerine sövmek, iyilik yerine kötü
ektir. Ak bir
hayli güçlüydü, kara da o kadar güçlü olacaktýr. Çünkü, bu üçüncü görünüste, benliðini doyu
içgüdüsünü karsýlayan tiksintiyle sövmedir. Yapabileceði sadece budur, baskaca yapabileceði
ey
kalmamýstýr: Ey insanlara iyilik gönderen ulu Tanrýlar... Ýçimize sükran duygusu serpin, ke
armaðanlarýnýz
kendi adlarýnýzý yükseltsin. Ama verecekleriniz büsbütün tükenmesin, yoksa Tanrýlýðýnýz hor
yetecek kadar verin ki birinin ötekine vermesine meydan kalmasýn. Çünkü siz, ey Tanrýlar, i
sanlardan ödünç
almaya kalksaydýnýz insanlar sizlere de sýrt çevirirlerdi.
DÜSÜNÜYORUM, DEMEK KÝ VARIM. XVii'nci yüzyýlýn ilk çeyreði içindeyiz. 1619 yýlýnýn 10 kasým
ordular otuz yýl savaslarýnda çarpýsadursun, gözlerini Tuna nehrinin mavi sularýna dikmis y
rmi üç yasýnda genç bir
subay, Rene Descartes (1596-1650) kendi kendine söyle düsünüyor: Evet, insanýn amacý mutlul
erismektir.
Mutluluðumuzu saðlamak içinse aklýmýzý kullanmamýz gerekir. Ýyi ama, bu aklý bu amaca erise
bir güçle
nasýl isletmeli? Aklýmýz pek daðýnýk. Aristoteles mantýðý onu gereði gibi çalýstýrmamýza ye
ek
için yeni bir metot bulmalýyýz. Bu metot, matematik metodu olmalýdýr. Bir düsünceyi bu meto
bölüp
parçalayarak
o düsünceyi meydana getiren ana düsünceleri bulup ayýrmak, sonra bu ana düsünceleri birlest
rek o düsünceyi
yeniden kurmak (analitik geometri)... Ýnsanlarýn bütün düsünceleri birbirlerine baðlýdýr, b
den çýkar, baska bir
deyisle, bir düsünceyi doðuran baska bir düsüncedir. Su halde, sýrayý titizlikle kovalarsam
oðru olmayan bir
düsünceyi doðru sanmaktan sakýnabilirsem (baska bir deyisle, düsünce zincirinin arasýna yan
ir düsünce
karýstýrmazsam), ne kadar gizli olursa olsun sonunda bulamayacaðým hiçbir bilgi kalmayacak
týr.
Kesin olan tek sey var: Bir seyin doðruluðundan süphe etmek... Süphe etmek, düsünmektir. Su
halde düsünmekte
olduðum süphesiz. Düsünmekse var olmaktýr. Su halde var olduðum da süphesizdir. Ýste bilgim
varým. Simdi
bütün öteki bilgileri bu saðlam bilgimden çýkarmalýyým.
Ýste Descartes'ý yeniçað felsefesinin kurucusu yapan metot, bu metottur.
Descartes, bu metotla düsünerek, su sonuçlara varýyor: Varlýðýmýn amacý ne?.. Mutluluk. Mut
de etmek
için iyi yasamamýz gerek. Su halde iyi yasamanýn bilgilerini elde etmeliyiz. Bu bilgil
eri bize felsefe verecektir.
Felsefeye baslamak içinse hayatýmýzýn islerini düzenleyen bir töre (ahlak) edinmeliyiz. Su
alde önceden birkaç
iðreti ilke koyarak yasamamýzý düzenleyelim, sonra da bu düzen içinde asýl töreye, asýl mut
sýl ilkelere
eriselim.
Descartes, iyi yasamak için gereken erdemin geçici ilkelerini Metot Üstüne Konusma adlý ünl
apýtýnýn üçüncü
bölümünde veriyor:
1- Dine, kanunlara, göreneklere, akýllý insanlarýn uyguladýklarý asýrýlýktan uzak ölçülere
yasamak.
2- Ýslerimde kanýlara varmak ve vardýðým bu kanýlarýn üstünde titizlikle direnmek (baska bi
le, artýk bu
kanýlardan kuskulanmamak ve bu kanýlarý deðistirmemek).
3- Düsüncelerimden baska hiçbir seyin elimde olmadýðýný bilerek dünyanýn düzeninden çok ken
isteklerimi deðistirmeye ve talihten çok kendimi yenmeye çalýsmak.
4- Yaptýðým isi baskalarýnýn yaptýklarý islerle ölçerek deðerlendirmek (baska bir deyisle,
analitik geometri metoduyla aklýmý isletmek isinin yapabileceðim en iyi is olduðuna inan
mak).
Descartes'a göre bu kurallar insaný bahtiyar (bonheur) eder, felsefeyle uðrasabilmek içi
n gereken kafa ve beden
rahatlýðýný saðlar, gerçek mutluluðu (beatitude) verecek olan bilgeliðe hazýrlar. Çünkü mut
iktedir
(antikçað Yunan felsefesi idealini hatýrlayýnýz). Bilgeliðe de felsefeyle varýlýr.
Descartes'ý böylesine bir kolaylýða götüren nedir? Bana öyle geliyor ki Descartes, bütün bu
sunu demek
istiyor: Her seye razýyým. Beni tedirgin etmeyin. Býrakýn da rahat rahat düsüneyim ve size
erçek mutluluðun,
erdemin kurallarýný bulayým.
Ya böylesine bir boyun eðisten sonra bulduðu nedir?.. Descartes, Prenses Elizabeth'e 4
aðustos 1645 günlü
mektubunu yazmamýs olsaydý bunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Çünkü bu asýl amacýn kurallarý
yazýsýnda, hiçbir kitabýnda söylememistir. Prenses Elizabeth'e yazdýðý kýsa mektup, sonrada
Mektuplar (Lettres sur la Morale) adlý bir kitaba alýnarak Descartes'ýn bütün bir ömür boyu
sinin amacý biraz
olsun aydýnlatýlabilmistir. Descartes bu mektubunda asýl töreye, asýl erdeme, gerçek mutlul
erisebilmek için su
ilkeleri koymaktadýr:
1- Yapýlmasý ya da yapýlmamasý gerekeni bilmek için elden geldiði kadar düsünceyi kullanmak
2- Aklýn öðütlediði her seyi, tutkulara kapýlmaksýzýn yerine getirebilmek için saðlam ve de
karar
sahibi olmak.
3- Bizim edilmesi elimizde olmayan bütün ergilere (nimetlere) istek duymamaya alýsmak.
4- Gerçeðin bilgisinde aklýmýzla ilerleyerek üstün iyiye ve onun vereceði hosnutluða (mutlu
eatitude
anlamýnda) varmaya çalýsmak. Geçici kurallarýyla saðladýðý rahatça düsünmek süresi sonunda
Descartes'ýn vardýðý bu kesin ilkelerden erdemin tanýmýný çýkarabiliriz. Descartes'a göre e
, ölçüsünü
kullanmaktýr. Mektubunda açýkça söylediði gibi, yasamaktan hosnut olmamýz için yalnýz erdem
Descartes, Ýsveç Kraliçesi Christin'e yazdýðý 20 kasým 1647 günlü mektubunda, vardýðý bu so
açýklýyor: Böylelikle eskilerin en ünlü ve en karsýt iki görüsünü uzlastýrdýðýmý sanýyorum
Zenonia Epikouros'un görüsleridir. Zenon üstün iyiyi erdem ya da namusta, Epikouros zevk
ya da sehvet adýný
verdiðimiz hosnutlukta görüyordu. Bütün kötülükler bilgisizlikten doðan ve pismanlýklar doð
lýktan
geldiðine göre erdem, iyi sandýðýmýz seyleri islemekte gösterdiðimiz karardan ibarettir. Ya
e olsa,
biz onu iyi sandýðýmýza göre, erdemli davranmýs oluruz. Nitekim, yaptýðýmýz iyi bile olsa,
u kötü sanarak
yapmaya baslamýssak, erdemli davranmýs olmayýz. Erdem, bizim kararýmýzdadýr. Övülmeye deðer
k sey
erdemdir. Ondan baska bütün iyiler övülmeye deðil, beðenilmeye deðerler. Amacýmýz iyi olaný
e onu
istemektir. Ýyi sandýðýmýzý istemek erdemiyle yetinelim. Meðer ki bu iyi sandýðýmýz seyler,
e
edildiklerine inandýðýmýz seyler olsun. Sunu açýkça görüyorum ki, bizde kendiliðinden bulun
lu biricik sey
özgür iradedir. Çünkü özgür irade bizi her bakýmdan Tanrýya benzer kýlmakta ve ona baðlý ol
kurtarmaktadýr. Su halde onu iyi kullanma, bütün iyilerin en büyüðüdür. Böylece, en büyük h
ancak
ondan gelebilir. Ýyiyi bilmek için olduðu kadar elde etmek için de ellerinden geleni yap
maktan geri kalmadýklarýný
bilenlerin benliklerinde duyduklarý mutluluk, hiçbir zevkle ölçülemeyecek kadar tatlý, süre
, saðlam bir zevktir.
Descartes'ýn yaptýðý, bir yýkma ve yeniden kurma isidir. Nitekim bu düsüncesini bir yapýtýn
da açýklýyor:
Oturduðumuz evi yeniden yapmaya baslamadan önce nasýl yýkmak, araç ve gereçler bulmak, plan
mekle
yetinmeyip yeni evimizi yapýncaya kadar içinde rahatça oturabileceðimiz geçici bir ev bulm
ak gerekirse... (Discours
de la methode pour bien conduire sa raison et chercher la verite dans les scienc
es, üçüncü bölüm).
Ýçinde rahatça oturulabilecek bu geçici ev sudur: Tanrýnýn, çocukluðumdan beri içinde yetis
in verdiði ve
bana baðýsladýðý dine sýkýca baðlý kalmak (ayný kitap ve bölüm)... Kendilerinden kuskulandý
sayarken ne Tanrý, ne gök, ne de yerin var olmadýðýný, bedenimizin de bulunmadýðýný kolaylý
Ama
kendimizin var olmadýðýmýzý düsünemiyoruz. Varýz, çünkü düsünüyoruz. Bizim için ilk doðru,
(Principes de la Philosophie, birinci bölüm, yedinci ilke).
Günümüzde olduðu gibi, XVii'nci yüzyýl Fransa'sýnda da her deðerin karsýsýna dikilen ufaklý
le
saldýrýyorlar, Descartes'ý Tanrýsýzlýkla suçluyorlar. Descartes, bir dostuna yazdýðý mektup
kýnmaktadýr:
Tanrýnýn varlýðýný kanýtlamaya çalýstýðýmý kanýt olarak ilerisürmekten baska hiçbir kanýt g
Tanrýsýzlýkla suçluyorlar (Chanut'ye Mektup, 1 kasým 1646)... Buna karsý, onu büyük bir Tan
nlar da vardýr.
Descartes'ý inceleyen Charles Adam, incelemesini su sözlerle bitirmektedir: Descarte
s sadece bilim alanýnda
önemli bir yer tutmakla kalmaz, bütün çaðlarýn metafiziði de ona çok sey borçludur. O, meta
fiziðin zorunlu
temelini kurmustur. Fizik, bu temel olmadan, eski ahlak gibi, kocaman bir yapý olu
rdu, ama sadece kum üstüne
otururdu (Charles Adam, Descartes'ýn Hayatý ve Yapýtlarý).
Ýt ürür kervan yürür deyimince ufaklýklar saldýradursun, Descartes güzel yeni evinin temell
atmaktadýr. O,
olaðanüstü bir mimardýr ama, ne edelim ki XVii'nci yüzyýl araç ve gereçleriyle böylesine bi
rabildi. Nitekim
on üçüncü ilkeden sonra tuðlalarýný dizmeye baslamýstýr: Tanrý bilinmedikçe baska hiçbir se
n bir
bilgi elde edilemez (on üçüncü ilke). Pesin yargýlar, çoðumuzun, var olmak zorunluðunun Tan
eldiðini
anlamamýza engel olur (on altýncý ilke). Bir seyde ne kadar olgunluk varsa o seyi meyd
ana getiren Tanrýda da o
kadar olgunluk vardýr (on yedinci ilke). Tanrýnýn varlýðý, sadece bununla bile, bir daha ka
lanabilir (on sekizinci
ilke). Tanrýda bulunanlarý tümüyle anlayamadýðýmýz halde hiçbir gerçeði, onu bildiðimiz açý
yiz
(on dokuzuncu ilke). Biz kendi kendimizi yaratmadýk, yaratanýmýz Tanrýdýr ve sadece bu yüzd
n bile Tanrý vardýr
(yirminci ilke). Bir an için var olduðumuza göre bir an sonraki varlýðýmýzý saklayan bizden
a bir güç var
demektir, buysa Tanrýdýr (yirmi birinci ilke). Tanrýnýn nitelikleri ancak doða ýsýðýnda bil
iði kadar bilinebilir
(yirmi ikinci ilke). Tanrý, cisim. deðildir, günah islemez (yirmi üçüncü ilke). Önemli olan
cartes'ýn, bu metafizik
tuðlalarýn arasýna insan özgürlüðü harcýný nasýl karýstýrdýðýdýr. Gerçek su ki, Descartes,
Hýristiyan kilisesinin anlayýsýndan büsbütün baska, insanlarýn hemen hiçbir islerine karýsm
pyeni bir Tanrý
koymak istiyordu. Descartes'ý yetkiyle incelemis bulunan La Bertoniere bunu söyle be
lirtiyor: Önce, pratik bir
güçlüðü karsýlamasý gerekiyordu. Ýlahiyata saygý göstermek, ona boyun eðer görünmek, sonra
bilim
kurmak, her iki alaný birbirinden kesin olarak ayýrmak, bu iki alandan birinde çözümlenece
k sorular bulunduðunu
ve bunun da ancak düsünce gücüyle çözümlenebileceðini kanýtlamak... (La Bertoniere, Descart
Ýnceleme).
Descartes, insan gücünü, gene Ýlkeler kitabýnda, yavas yavas Tanrý gücünün arasýndan söylec
baslar: Kuskulandýðýmýz seylere inanmaktan sakýnmamýzý saðlayarak aldanmamýza engel olan öz
demiz
vardýr (altýncý ilke). Sonsuzu anlamaya çalýsmak hiç de gerekli deðildir. Sýnýrýný bulamadý
olduðunu düsünmemiz yeter (yirmi altýncý ilke). Tanrý, yanýlmalarýmýzýn nedeni deðildir (yi
cu ilke).
Ýnsanýn baslýca olgunluðu özgür bir iradeye sahip olmasýdýr, insaný övülür ve yerilir kýlan
idir
(otuz yedinci ilke). Ýrademizin özgürlüðü, kendinden edindiðimiz deneyle, kanýtsýz olarak b
(otuz
dokuzuncu ilke).
Kýrkýncý ilkeye gelince... Çatýsma, zorunlu olarak, baslýyor: Tanrýnýn her seyi önceden düz
sindir...
Descartes, bizlerden önce davranmak telasý içinde, kýrk birinci ilkede, gerekli soruyu o
rtaya atmaktadýr: Özgür
irademiz, Tanrýnýn kurduðu bu düzene nasýl uydurulabilir?.. Sorunun karsýlýðýný verirken, a
ca yüzyýl
geçtiði halde, zavallý Descartes'ýn nasýl terlediðini gözlerinizle görebilirsiniz: Tanrýnýn
düsüncemizin sonlu
olduðunu göz önünde tutarsak bu güçlükten kurtulabiliriz. Gücün Tanrýda olduðunu anlayacak
ama
bu
gücün bizleri nasýl özgür býraktýðýný kavrayacak zekamýz yok. Özgürlüðümüzden kuskulanamayý
gücü bu özgürlüðe inanmamýza engel olmamalýdýr. Çünkü, içten bildiðimiz ve deneylerle doðru
gerçekten (irade özgürlüðünden) kuskulanmamýz mümkün olmadýðý gibi yapýsý gereði anlasýlmaz
bildiðimiz seyleri (Tanrý gücünü) anlamaklýðýmýz da mümkün deðildir (kýrk birinci ilkenin a
Filozofumuz, Düsünceler adlý kitabýnýn Doðru ve Yanlýs Üstüne baslýðýný tasýyan dördüncü bö
konuya dönmek ve gene böylece kývranmak zorunda kalmýstýr. Söyle diyor: Tanrýnýn bizi aldat
deðildir. Öyleyse bize verdiði aklý iyi kullanacak olursak hiçbir zaman yanýlmayýz. Ama yan
bir
gerçektir. Öyleyse bizde bir eksiklik var. Ama Tanrýnýn bizi böylesine eksik býrakmasý da i
nsýzdýr. Öyleyse biz
yeteneklerimizi iyi kullanamýyoruz. Algýmýz (müdrikemiz) ve irademiz ayrý ayrý yetkindirler
yanlýs yapamazlar.
Ancak biz onlarý çalýstýrýrken irademizi, algýmýzda bulunan bilgimizin sýnýrýnda tutmalýyýz
gimizin
sýnýrý içinde kaldýkça doðru, bu sýnýrý asýnca; yanlýs isler. Bize özgürlük vermis olmasý T
tersine, bu özgürlüðü iyi kullanmamak bizim kusurumuzdur. Bununla beraber Tanrý bu özgürlüð
nmamýzý
saðlayabilirdi. Ne edelim ki, yanýlmamak gücünü de verdiðine göre, yanýlmamýza engel olmadý
yakýnmaya hakkýmýz olmamalýdýr (Les Meditations Metaphysiques Touchant la Premiere Phlloso
phie, dördüncü
düsünce).
Descartes'ýn bütün bu sözlerinden çýkan sonuç nedir?.. Bu sonuç söyle özetlenebilir: Bilmiy
varmayýn. Önceden kurulmus düzenle özgürlük, öyle bir çýkmazdýr ki çözmeye uðrasmak saçmadý
istediðim de bu deðil. Ben, sadece insan düsüncesinin gücünü arastýracaðým. Sokrates gibi b
iri içmek
istemem. Lütfen yakamý býrakýn.
Nitekim, Ýlkeler kitabýnda, o büyük üslupçulara özgü terbiyeli deyisiyle, bunu açýklamaktan
yor:
Tanrýnýn dünyayý niçin yarattýðý üstünde durmayacaðýz ve büyük amaçlara yönelen nedenleri f
büsbütün çýkaracaðýz. Biz, sadece akýl gücümüzle algýlarýmýzýn nasýl meydana geldiðini aras
sekizinci ilke)... Baska bir yapýtýnda da sunlarý söylemektedir: Saðduyulu insan, bütün kit
arý okumak zorunda
deðildir. Ömür süresini iyice hesaplayarak birtakým iyi isler yapacaktýr. Bu' isleri ona sa
ece kendi aklý öðretir.
Ýnsan, yöntemini bilirse, bütün yasamý boyunca gerekli olan bilimi kendisinde bulabilir. Ýs
e ben yalnýz bu yöntemi
öðretiyorum (La Recherche de la Verite par la LumIere Naturelle, önsöz).
KARINCA'YLA YABAN KEÇÝSÝ. XVii'nci yüzyýl düsüncesi Dekartçýlýðýn egemenliði altýndadýr, De
metafiziði özellikle Port Royal manastýrýnýn tanrýsal bahçelerinde filizleniyor.
Piskopos Jansenius (1585-l638) söyle demektedir: Ýnsan, yaratýlýsýndan bozuk, günahlarla ki
lenmis, asaðýlýk bir
yaratýktýr. Bu asaðýlýk yaratýk kendi çabasýyla kendini kurtaramaz, onu ancak tanrýnýn baðý
atia)
kurtarabilir. Bunun için de tanrýya baðlanmasý ve oturup beklemesi gerekir. Baskaca yapa
bileceði hiçbir sey
yoktur.
Gerçek erdem, temiz bir yürekle tanrýya baðlanmak ve onun baðýsýný beklemektir. Tanrýya bað
ar
erdemsizdirler. Port Royal manastýrýnda toplanan Janseýüstlerden biri de Blaise Pascal'd
ir (1623-1662). Bilim
alanýndan basarýlarla yola çýkan bu çok akýllý matematikçi, sonunda isi tam bir mistikliðe
leri
aklýna pek güvenirken sonra aklýndan da kuskulanmaya baslayan Pascal bu kuskusuyla Des
cartes'tan
ayrýlmaktadýr.
Descartes'la birlikte matematiði en kesin bilim saymakta, oysa matematiðin de içinden çýka
mayacaðý sorunlar
bulunduðunu, bu sorunlarýn ancak gönül sezisiyle çözülebileceðini söylemektedir. Bu açýdan
sey
biliyorum, o da hiçbir sey bilmediðimdir diyen Sokrates'e yaklasýyor. Ona göre akýl tam ge
rçeðe varamaz, akýl
ülkesinin sýnýrlarýnýn bittiði yerde gönül ülkesi baslar. Erdem, Tanrýya baðlanan ve Tanrýn
temiz bir gönüldür. Akýldan gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen bilgiler vardýr ki öne
olan da bu
bilgilerdir.
Pascal de, Jansenius gibi, benin bilinmesini Tanrýnýn bilinmesine baðlayan Descartes düsün
cesinin doðurduðu
bir
sonuçtur. Ancak Descartes bu önermeye (kaziye) akýl yoluyla varýyordu. Pascal gönül yoluyla
varýyor.
Sayýlarýn kesinliklerinden bir sonuca varamayan büyük matematikçi ve fizikçi Pascal, Düsünc
(Pensees) adý
altýnda toplanan notlarýnda Tanrýnýn büyüklüðünü belirtmek için insanýn küçüklüðünü tanýtla
yöne dönse karsýlastýðý sonsuzluk, yücelik onu korkutmaktadýr. Soruyor: Bu sonsuzluðun için
deðeri
nedir? Her sey bir hiçlikten çýkýp sonsuzluða doðru sürüklenmektedir. Esyanýn ne ilk nedeni
e son ereðini
tanýyamamak umutsuzluðu içinde ancak gelip geçici birtakým belirtileri seyretmekten baska
ne yapabilir insan? Bu
akýl durdurucu akýsý kovalamaya kimin gücü yetebilir? Öyleyse haddimizi bilelim. Aklýmýzý y
bu sonsuzluk,
Tanrý gücünün en büyük kanýtýdýr.
Pascalin açýsýndan alýnýnca, bir karýnca için de bir yaban keçisinin Tanrý sayýlmasý gereke
Ýnsan ancak bir sey bilebilir, diyor Pascal; yakýnda öleceðini. Bundan baska hiçbir seyi k
esinlikle bilemez. Ölüme
karsý gözlerimizi kapamaya çalýsmak neye yarar, gerçek su ki, ister açýklayalým ister açýkl
u ölüm
hepimizi korkutmaktadýr. Su halde Tanrýya inanarak bu korkudan kurtulmak daha karlý deði
l mi? Tutun ki bir
kumar oynuyorsunuz, ya yazý atacaksýnýz ya tura. Ýkisinden birini seçmek zorundasýnýz. Tanr
kluðunu
seçerseniz bir iki geçici mutluluk elde edebilirsiniz, ama ömrünüz de ölüm korkusu içinde k
kla geçer.
Tanrýnýn varlýðýný seçmek her bakýmdan daha yararlýdýr. Çýkarýnýzý düsününüz.
Pascal bu düsüncesiyle bir çesit faydacýlýk, pragmacýlýk yapmaktadýr. John Stuart Mill'den
-1873) önce
faydalýdan yana olmak gerektiðini, William James'ten (1842-1910) önce pratik ise yarar
lýðý savunmaktadýr.
Kimi insanlar, diyor Pascal, en üstün iyiyi baskalarýna söz geçirmekte, kimileri bilimsel
arastýrmalarda, kimileri de
sehvette aramýslardýr. Oysa, en üstün iyi, hiçbir küçülme ve kýskançlýk duymaksýzýn herkesi
endir.
Buysa Tanrýdýr.
Pascal'ýn açýsýndan alýnýnca, Tanrýnýn yerine günesin, suyun, havanýn da konulabileceði düs
Pascal, Düsünceler'inde su sonuca varýyor: Tanrýnýn varlýðý yolunda kanýt ve tanýtlarýn say
l,
ruhumuzdaki tutkularýn sayýsýný azaltmakla inana (iman) varmaya çalýsýnýz. Ey gerçeði yalný
aya
kalkýsan insanlar, sonunuz ne olacak? Ne siz bu felsefelerden geçebiliyorsunuz, ne d
e onlar size gereken karsýlýðý
verebiliyorlar. O halde, ey kendini beðenmis insanlar, kendi benliðinizin kendiniz içi
n nasýl bir aykýrýlýk (paradoks)
olduðunu biliniz. Ey beceriksiz akýl, zavallýlýðýnýzý anlayýnýz. Ey budala doða, susunuz. B
nsan insanlýðýn
sonsuzca üstüne yükselebilir. Gerçek deðerinizin ne olduðunu Tanrýnýzdan öðreniniz. Tanrýný
eyiniz
(Pensees, üçüncü bölüm).
Cartesianisme (Renee Descartes'ýn Latincelestirilmis adý Renatus Cartesius'tur) yolu
nda yürüyen Jansenistlerin
yanýnda vesilecileri (occasiona-listler) de anmak gerekir. Bu ad altýnda toplanan düsünürl
er asýl nedeni Tanrý
saymakta, öteki bilinen nedenleriyse vesile nedenler olarak görmektedirler. Vesileci
düsünürlerin basýnda,
kendinden sonraki birçok düsünürleri etkileyen Arnold Geulincx (1624- 1669) gelmektedir.
Geulincx'e göre, siz
beni itmekle bana birkaç adým attýrabilirsiniz ama, benim birkaç adým atmamýn asýl nedeni s
deðilsiniz, Tanrýdýr.
Siz bir vesilesiniz. Cisimler, sontular etkin olamazlar. Etkin olan sadece sonsu
zdur, Tanrýdýr. Bizler Tanrýnýn
yaptýklarýnýn seyircisiyiz, onun islemlerinde hiçbir rolümüz yoktur. Kendi kendimizi bile e
kileyemeyiz. Erdem,
Tanrýnýn düzenine boyun eðmektir. Bu boyun eðis, Tanrýnýn örneði olan akla uygun davranmakl
Baska bir deyisle, Geulincx, hem boyun eðmemizi istiyor, hem de bununla yetinmeyer
ek, bu boyun eðisi aklýmýzla
yapmamýzý öðütlüyor. Aklýmýz bu boyun eðise karsý koyarsa ne yapmamýz gerektiðini bildirmed

koyusta aklýn da bir vesile sayýlacaðýný, asýl karsý koyanýn Tanrý olmasý gerektiði düsünce
yor.
Bununla beraber Geaulinexin düsüncesi bir bakýma açýktýr: Karsý koyan akýl, akýl deðildir.
Vesilecilerin bir ikincisi de Nicole Malebranche'týr (1638-1715). Berkeley'le yaptýðý bi
r görüsmenin heyecanýndan
ölen bu hasta düsünüre göre de erdem, Tanrý sevgisidir. Mutluluk bu sevgidedir. Çesitli var
r Tanrýnýn birer
görünüsünden baska bir sey deðildir, su halde bütün istemlerimizin amacý Tanrýdýr. Her iste
bir Tanrý
sevgisini tasýr. Gerçeði ortaya koyacak, insaný Tanrýyla birlestirecek tek yol dine uygun
olarak yasamak yoludur.
Dine uygun olarak yasamak, aklýmýzdan çok inanýmýzý dinlemek demektir. Baska yollardan yürü
ik ve aksak
bilgilerle oyalanmaktansa, ömrümüzü, birçok seyleri hiç bilmeden geçirip sonunda sonsuz ola
aydýnlanmak çok
daha iyidir (De la Recherche de la Verite, altýncý kitabýn son yapraðý).
Descartes'ýn izinden yürüyen dinci düsünürlerin içinde erdemi kendine özgü, özel bir biçimd
bir
baska
düsünür de Pierre Bayle'dýr (1647-1706). Bayle'a göre erdem, aklýn aldýðýna deðil, aklýn al
.
Akla uygun olana inanmak kolaydýr, bunu herkes yapabilir. Güç olan, herkesin beceremed
iði akla uygun olmayana
inanabilmektir. Gerçek dincinin erdemi bu güç eylemde belirir. Tanrý düsüncesini, bilimle,
kýlla baðdastýrmaya
çalýsmak bosunadýr. Bunlar hiçbir zaman baðdasamazlar. Su halde her birinin alanýný ötekind
mak,
birbirlerine karsý hiçbir üstünlük düsünmeksizin, her birini kendi alaný içinde deðerlendir
ir. Aklýn gücü
kendi sýnýrý içindedir, bu sýnýrý asamaz. Hiçbir bilimde gerçek bir kesinlik yoktur. Buna k
da sýnýrý
çizilemez, inan inanabildiðin kadar... Her ikisi birbirlerine karsý da çelisiktir. Ýsteyen
dilediði yolu tutsun. Ben
kendi payýma her iki yolu birden tutuyorum, diyor Bayle.
TAP VE ÝSTE. Küçük bir çocuðun denize düstüðünü görünce hemen atlayýp onu kurtarmaya çalýsý
davranýsýnýz erdemli bir davranýstýr. Yüzme bilmiyorsanýz siz de boðulabilirsiniz. Üstünüzd
bise
sýrýlsýklam olur. Ýçi para dolu cüzdanýnýz denizin dibine düsebilir. Hiç deðilse üsütüp has
Su halde
erdeme uygun olan bu davranýsýnýz akla aykýrýdýr. Öyleyse akýl karsýsýnda erdemin durumu ne
Bu sorumuzun karsýlýðýný Baruch Spinoza'dan (1632-1677) alýyoruz. Descartes'ýn öldüðü yýl S
iz
yasýndaydý. Otuz bir yasýnda ilk denemesini yayýmlayacak, Descartes düsüncesini açýklayacak
scartes'ýn
analitik geometri yöntemini gereði gibi uygulayarak, o kocaman Etika'sýný gelistirebilme
k için önünde daha on dört
yýl vardýr. Oysa kýrk bes yasýnda ölecek, Etika'nýn basýldýðýný göremeyecektir. Engizisyond
anda'ya
sýðýnan Ýspanyol Yahudisi soyundan bir göçmen ailesinin oðludur. Haham olmak için yetistiri
e de düsünür
olmus, havradan kovulmustur. Spinoza'ya göre erdem, akla uygun davranmaktýr. Öyleyse a
kla uygunluðun ölçüsü
nedir? Bu soruyu karsýlayabilmek için Spinoza düsüncesini biraz desmek gerekir. Spinoza,
en genis anlamýyla
özgürlüðü (hürriyet) düsüncede bulmaktadýr. Her seyi anlamak özgür olmaktýr. Açýk düsünceye
tutsaklýðý (esaret) yok olur. Ýnsanlar bilmediklerinin tutsaðýdýrlar, bilgiye erisince özgü
er. Su halde
erdemliliðimizin ölçüsü esyayý anlayýsýmýzdadýr, özgür olusumuzdadýr. Töresel bakýmdan iyi,
y;
kötü, zekayý bulandýran seydir. Erdem, güçlü olmaktýr (erdem karsýlýðý olan Latince virtus
güç, kuvvet anlamýna geldiðini hatýrlayýnýz). Güçlü olmak için de özgür olmak gerekir. Özgü
uygun davranmak gerekir.
Spinoza bu düsüncesini tanýtlamak (ispat etmek) için önce tanýmlamalarla (tarif) ise girisi
or: Ýyi deyince, kesin
olarak bize yararlý olduðunu bildiðimiz seyi anlýyorum. Kötü deyince, bir iyiliðin tadýný a
bize engel
olacaðýný bildiðimiz seyi anlýyorum. Sonra, önermelere (kaziye) baslýyor: Ýyi ya da kötü üs
,
kendisinden haberimiz oldukça bir sevinç ya da acý duygulanýmýndan (affection, tahassüs) ba
ka bir sey deðildir.
Herkes kendi tabiatýnýn kanunlarýna göre iyi olduðunu sandýðý seyi zorunlu olarak ister, kö
sandýðý seyi
zorunlu olarak istemez. Birisi kendisine yararlý olan seyi aramak, baska bir deyis
le kendi varlýðýný korumak için ne
kadar çok çabalarsa ve bunu basarmak için ne kadar gücü varsa, onun o kadar erdemi var dem
ektir. Kendi
kendini
korumak çabasý, erdemin ilk ve biricik temelidir. Kendi kendini koruma çabasýndan önce gel
en erdem
tasarlanamaz.
Erdemle islemek; aklýn buyurduðu kurallara göre islemek, yasamak ve kendi varlýðýný korumak
(bu üç sey
birdir)
baska bir sey deðildir ve erdemin bu temeline göre onun kendi yararýný arastýrmasý gerekir.
Kimse kendi varlýðýný
baska bir sey için korumaya çalýsmaz. Akýlla yaptýðýmýz bütün çabalar ancak anlamaya savasý
klýný
kullanmasý dolayýsýyla, ancak onu anlamaya götüren seyin kendisi için yararlý olduðunu bili
zler ancak bizi
anlamaya götüren seye iyi, ona engel olan seye de kötü diyebiliriz. Aramýzda birlesik bir
sey olmadýkça hiçbir sey
bizim için iyi ya da kötü olamaz. Bir sey bizim tabiatýmýza uygun olmasý bakýmýndan zorunlu
ak iyidir, bizim
tabiatýmýza aykýrý olmasý bakýmýndan zorunlu olarak kötüdür. Daha sonra da bu önermelerden
varýyor:
Aklýn ilkelerine (prensip) göre yasamaklýðýmýzdan ileri gelen iyilik yapma isteðine dindarl
yorum. Ýnsaný, aklýn
ilkesine göre, dostluk baðýyla baska insanlara baðlanmaya zorlayan isteðe namusluluk diyor
um. Aklýn ilkelerine
göre yasayan insanlarýn övdükleri kimseye namuslu diyorum. Dostluk baðýndan kaçýnan ve ona
vranan
kimseye namussuz diyorum. Böylelikle, söylediklerimden, gerçek erdemle güçsüzlük arasýndaki
, baska bir
deyisle gerçek erdemin aklýn ilkelerine göre yasamaktan baska bir sey olmadýðý ve güçsüzlüð
nsanýn
kendi dýsýnda olanlarca yönetilmesine kendini býrakmasýndan baska bir sey olmadýðý kolayca
.
Spinoza, aklýn ilkelerini de söyle anlatýyor: Aklýn ilkesi, insanýn kendi kazancýný ve kend
yararlý olan seyi
arastýrmasýdýr. Akýl, tabiata aykýrý hiçbir sey istemez. O halde o, herkesin kendi kendisin
evmesini, kendi iyiliðini
istemesini, gerçekten kendisine yararlý olan seyi aramasýný, onu daha çok yetkinliðe götüre
lan seylere
yönelmesini, kendi varlýðýný korumasýný buyurur. Erdemin temeli, insanýn kendi varlýðýný ko
çabadan baska bir sey deðildir ve üstün mutluluk insanýn ancak kendi varlýðýný korumasýndan
r. Dýsýmýzda
bize yararlý olan seyler vardýr, varlýðýmýzý korumak için gereksediðimiz bu seyleri de iste
. Yan yana gelen iki
insan, ayrý ayrý iki insandan iki kat daha güçlüdür. Su halde insana insandan daha yararlý
sey yoktur. Öyleyse
insanlar, bütün tenlerin tek ten, bütün nefislerin tek nefis olacak biçimde birlesmesinden
baska bir sey
istemezler.
Böylece birlesince kendi varlýklarýnýn korunmasý için birlesik çabada bulunurlar, birlesik
arlarý olan seyi ayný
istekle arastýrýrlar. Bundan su sonuç çýkar ki, akýlla yönetilen insanlar, aklýn ilkelerine
endi kazançlarýný
arastýran insanlar baskalarýna olmasýný istemedikleri seyi kendilerine de istemezler ve
bunun içindir ki onlar
adaletli, sadýk, namusludurlar (Etika, dördüncü bölüm, XViii'nci önermenin scholie'si). Spi
a'ya göre, insanýn
kendi
çýkarýný ve kendine yararlý olan seyi arastýrmasýný gerektiren aklýn bu ilkelerini dindarlý
n temeli deðil
de, tersine, dinsizliðin ve erdemsizliðin temeli sananlar aldanmaktadýrlar. Erdem, ins
anýn kendi varlýðýný korumasý
için en yararlý seydir ve hiçbir sey insanýn varlýðýný korumak bakýmýndan ondan daha yararl
rdem, iste
bunun için, bütün insanlarca istenmelidir.
Su halde denize düsen küçük bir çocuðu kurtarmak için elbisenizin ýslanmasýný, cüzdanýnýzýn
düsmesini, hastalanmayý, boðulmayý göze alarak hemen atlamalýsýnýz. Çünkü siz de denize düs
için
de
atlamalarý gerekir. Baskalarýna olmasýný istemeyeceðiniz seyi kendiniz için de istemeyeceði
e göre, kendiniz için
istediðinizi baskalarý için de isteyeceksiniz. Bu türlü davranýs, akla aykýrý bir davranýs
inoza'ya göre akla
uygun bir davranýstýr. Sonunda gene kendi çýkarýnýz söz konusudur.
Akla uygun davranmak, tabiatýmýzýn zorunluðundan çýkan seyleri yapmaktan baska bir sey deði
r, diyor
Spinoza.
Su halde akýllý insanlar acý duymazlar, kimseye acýmazlar, pisman olmazlar. Aklýn ilkeleri
ne göre yasayan bir
insanda bütün bunlar kötüdür, yararsýzdýr, isleme gücünü azaltýr. Ýnsan, erdeminin elverdið
lemeye ve
sevinç duymaya çalýsmalýdýr. Spinoza, önce, su gerçeði ortaya atýyor: Öz varlýkta (nefis) ö
yoktur. Öz
varlýðýn bir seyi ya da baska bir seyi istemesi, nedenle (sebep) gerektirilmis olup o
neden de baska bir nedenle
gerektirilmistir ve bu sonsuz olarak böyle gider (Etika, ikinci bölüm, önerme XLViii'nci
).
Descartes'cý Spinoza'yý Descartes'tan ayýran özellik, bu zorunluðu Tanrýya kadar götürmesid
pinoza, bu
açýdan,
eski Yunan düsünürleriyle birlesiyor. Tanrý da (eski Yunan'da Tanrýlar da) bu zorunluða bað
Descartes bütün
bilgilerin temelinde Tanrý özgürlüðünü buluyordu Descartes'a göre gerçek özgürlük Tanrýdayd
baska türlü olabilirdi. Spinoza'nýn doða Tanrýsýysa zorunlu olarak vardýr ve her seyi, özgü
siyle deðil,
tabiatýndan gelen bir zorunlukla belirlemistir.
Spinoza, bu düsüncesini, Etika'nýn birinci bölümüne yazdýðý ekte söyle açýklýyor: Ýnsanlar,
i güden
nedenleri bilmedikleri için, kendilerini özgür sanýrlar. Çevrelerindeki her seyin de kendi
leri için yapýldýðýný
kafalarýna koymuslardýr. Bundan ötürüdür ki, kendi özgürlüklerine benzer güçlü bir özgürlüð
düsünüp kendileri için çalýstýðýna inanýrlar. Bu üstün varlýðýn ne kendisini, ne nedenini,
bilirler. Bundan ötürüdür ki ona, kendi biçimlerini; kendi nedenlerini, kendi düsüncelerini
kýstýrýrlar. Bunca,
birbirinden ayrý görünen, tapýnýslarýn özeti budur. Bütün bu yanýlmalarýn zorunlu sonucu ol
a tapmakla,
onu hosnut ettiklerini sanýrlar. Doymak bilmez hasisliklerini doyurabilmek için bütün doða
yý hizmetlerinde
kullanmak isteðindedirler. Tanrý da, elbet, onlarýn hizmetinde olacaktýr. Tapmak, gerçekte
, hizmete çaðýrmaktýr.
Bu
yanlýs ön düsüncenin (prejuge, pesin yargý, bos inan) zorunlu sonucu da, onlarý ereksel ned
nselliði (gai illiyet)
aramaya sürüklemistir (daha açýk bir deyisle, insan kafasýna takýlan gereksiz soru sudur: B
bu olup bitenlerin
gayesi nedir acaba?). Eh, bu erek, insanlarýn mutluluðu olmalýydý her halde. Böylesine bir
ön düsünceden doðacak
metafiziði düsünün artýk. Ýnsanlar, kendi mutluluklarý için doðada bulduklarý birçok seyler
nlarýný
sýkan fýrtýnalar, yer depremleri, hastalýklar, kötülükler gibi birçok seylere de rastladýla
unlar nedendi?..
Bunlar da Tanrýlara gerekli saygýnýn gösterilmediði zamanlarda oluyordu her halde. Kýsýr dö
daire-i faside)
girilmisti bir kez. Tap ve iste. Tapýnmaný çoðalt ve isteðini artýr. Deney, durup dinlenmek
izin bu yanlýs
uslamlamalara karsý kendini gösterdiði ve her gün milyonlarca örnekle iyilikler ve kötülükl
fularla sofu
olmayanlarýn basýna ayný oranda geldiði halde, insanlar kendilerini bu pesin yargýlarýndan
urtaramazlar. Tanrýlarý,
içinden çýkýlmaz bir çelismeyle hem iyi hem kötü saymak, daha akla uygun bir sistem kurmakt
kolay geldi.
Buysa,
insanlarý, Tanrý yargýsýnýn sonsuz derecede insan aklýnýn üstünde bulunduðu kuramýný yerles
,
seylerin-ereksel nedenselliðini bir yana býrakarak özlerini ve özelliklerini göz önünde tut
matematik bilimler,
insanlara doðru yolu göstermeseydi bu karanlýðýn içinde boðulup gitmek isten bile deðildi.
e, ereksel
nedensellik bir kuruntudan ibarettir. Doða, belli bir ereðe göre deðil, tabiatýndan gelen
bir zorunluktan ötürü
davranýr.
Spinoza'ya göre Tanrý, doða demektir. Doða, var olmak için kendinden baska bir seyi gereks
emeyen seydir. Her
sey, bu tek varlýktan zorunlukla meydana gelmistir. Zorunluk, doðanýn tabiatýnda vardýr ve
doða ne yapmýssa bu
zorunluktan ötürü yapmýstýr. Özgürlük yoktur. Spinoza gibi matematiksel bir kafanýn bu sonu
emeyeceði
açýktýr. Nitekim Etika adlý ünlü yapýtýnýn son bölümü su baslýðý tasýmaktadýr: Aklýn gücü y
üstüne... Spinoza bu bölüme söyle baslýyor: Sonunda, Etika'nýn insaný özgürlüðe götüren yol
bölümüne geçiyorum. Bu bölümde aklýn gücünü anlatacaðým. Aklýn, duygulanýmlar (affection, t
üstünde ne yapabileceðini, özgürlük ya da öz varlýðýn üstün iyiliðinin (beatitude) ne olduð
Burada, bilgili kisinin bilgisiz kisiye ne kadar üstün olduðunu göreceðiz. Aklýn yetkinlest
rilmesi ve vücudun
korunmasý týbbýn isidir. Benim yapacaðým sadece aklýn, duygulanýmlarý dizginleyebilmek için
ar gücü
bulunduðunu göstermektir. Önceki bölümlerde bu gücün salt (mutlak) bir güç olmadýðýný göste
Spinoza'nýn bu sözlerinde altýný çizeceðimiz gerçekler sunlardýr:
1- Ýnsanýn özgürlüðü, aklýn gücünde belirir.
2- Aklýn gücü, bilgiyle gerçeklesir.
3- Aklýn gücü, salt (mutlak) bir güç deðil, baðýntýlý bir güçtür.
Karsýt bir düsünce olarak, burada,Spinoza'nýn da yaptýðý gibi, stoacýlarý kýsaca anmak yara
: Salt
zorunlukçu olan stoacýlar, duygulanýmlarýn salt irademize baðlý olduðunu ilerisürmüslerdi.
göre, irademiz
vücudumuzu eðitebilir, duygulanýmlarýmýza kesin olarak egemen olabilirdi. Nitekim stoacý kö
Epiktetos, bacaðýný
kýran efendisine, yüzünü bile burusturmadan, bu kadar oynarsan bacaðýmý kýrarsýn dememis mi
iye
mýrýldanmýstý.
Spinoza, haklý olarak, bu düsüncenin karsýsýndadýr. Duygulanýmlarýmýza böyle bir güçle egem
mümkün
deðildir (Epiktetos'un acý duymamasý deðil, duyduðu acýyý belli etmemesi baska bir konudur)
u arada
Descartes'ýn
da, stoacýlarýn bu görüsünü desteklediðini, kayýtsýz irademizin salt gücünü kanýtlamaya çal
Descartes, özgürlüðümüzü bu irade gücümüze baðlýyordu. Özgürdük, çünkü irademiz tasdik edeb
edebilirdi. Bunda, sýnýrsýz olarak, serbestti. Spinoza'ysa, ondokuzuncu yüzyýlda doðrulanac
ibi, böylesine bir
özgürlüðe hiçbir zaman erisemeyeceðimiz kanýsýndadýr. Spinoza bu doðru sonuca kendi yöntemi
tes'ýn
yöntemi)
varmýstýr ve irademizin tasdik ya da ret isinde belirleyici kosullarýn oynadýðý önemli rolü
emektedir. Pek
derinden ve yetkiyle kavradýðý tek sey, doðal zorunluktur.
Spinoza, ünlü yapýtýnýn besinci bölümünün iii'ncü önermesinde, insan özgürlüðünü islemeye b
olan duygulaným, bulanýk bir düsüncedir. Biz, bu duygulanýmdan açýk seçik bir düsünce elde
bu
düsünceyi, aklýmýzla o duygulanýmdan ayýrmýs olacaðýz. O halde, biz bir duygulanýmý ne kada
o
duygulaným o kadar egemenliðimiz altýna girmis olacaktýr.
Ayný bölümün Vi'ncý önermesinin scholie'sinde de su pek önemli sonuca varmaktadýr: Seylerin
nlu olduðu
bilgisine, daha açýk seçik bildiðimiz tikel seylerde ne kadar çok rastlarsak, öz varlýðýn (
duygulanýmlar
üstündeki gücü de o kadar büyük olur. Gündelik deneyin bize gösterdiði budur. Nitekim, kayb
r maldan
dolayý duyduðumuz acýnýn, onu korumanýn bizce mümkün olmadýðý bilgisiyle yumusadýðýný görme
saðlam bir yolda yürümektedir: Özgürlük, zorunluðun bilgisini gün yüzüne çýkarmaktadýr. Ýns
nedenlerin kölesidir. Bu nedenleri bilirse, bilgiyle davranýr ve özgürlesir. Ýrade, akýldan
baska bir sey deðildir: Aklý
da akýl eden bilgidir. Aklýn dýsýnda olarak düsünülen irade özgürlüðü bos bir kuruntudur. S
bulunduðumuz
için seçeriz. Önemli olan, neyi seçmek zorunda bulunduðumuzu açýk seçik bilmemizdir. Bu ger
Sokrates, verdiði bir örnekle, aydýnlatmýstý: Sonraki acýyý bilmeyen bilgisiz yakýn mutlulu
yarasýna býçak
vurdurmaz. Sonraki mutluluðu bilen bilgili yakýn acýyý seçer, yarasýna býçak vurdurur. Her
de, seçimlerinde,
zorunluðun pesinden gitmektedirler. Ancak, bilgidir ki gerçek zorunluðu sahtesinden ayýr
abilir. Bilgisizin
zorunluðu mutsuzluða, bilgilinin zorunluðu mutluluða ulastýrýr. Yarasýna býçak vurdurmazsa
a da
yarasýna býçak vurdurursa kurtulacaðýný bilmeyen bilgisizin zorunluðu, elbette, býçaðýn ver
ak
olacaktý. Ýste bu bilgidir ki kisiyi özgür kýlar, zorunlu olaylara egemen yapar. Bu seçim,
içbir zaman, bilgisiz bir
iradenin keyfine göre gerçeklesmemistir. Kayýtsýz irade gibi görünenin altýnda, her zaman,
zorunluk
yatmaktadýr.
BOS KAÐIT. Yeni doðmus bir çocuðu düsünün. Diyelim ki, onun ruhu bir yaprak kaðýttýr. Ýste
bos
mudur, dolu mudur?.. Descartes'ýn da savunduðu Platoncu düsünceye göre bu kaðýt doludur: Bi
, doðustandýr.
Bu
bilgileri meydana çýkarmak için aklý isletmek, usa vurmak (muhakeme etmek) yeter. Spinoz
a'yla ayný yýlda doðan
bir baska XVii'nci yüzyýl çocuðu, Ýngiliz düsünürü John Lock'a (1623-1704) göre, bu kaðýt b
yasadýkça, deneyler ve gözlemlerle doldurulacaktýr. Aptallarýn ve bilgisizlerin kaðýtlarý ö
oyunca bombos
kalýr. Doðustan bilgi yoktur. Hem doðustan olmak, hem de bilinmemek saçmadýr, çelisiktir. K
doðustan dolu
olsaydý bilinmesi gerekirdi. Kimi gerçekler üstünde bütün insanlar birlesiyorsa böyle bir g
yoktur ya bu
birlesme, o gerçeðin doðustan olduðunu tanýtlamaz. Kendisine sözü edilmeyen bir gerçeði ken
n bilen tek
kisi gösterilemez çünkü. Hoslanma ve tiksinme (haz ve elem) eðilimleri doðustan olabilir am
, bunlar birer bilgi
deðildirler. Bilgiler, duyularla alýnýr, kendiliðinden (a priori) deðildir. Duyular yoluyl
a alýnmamýs olan hiçbir bilgi
gösterilemez. Soyut kavramlar bile duyular yoluyla edinilir. Erdemin doðustan olmadýðý her
bakýmdan bellidir,
çünkü her çaðda ve herkesçe benimsenmis genel bir erdem yoktur. Vicdanlar da çaðlara, ulusl
dinlere,
anlayýslara göre deðismektedir. Benim vicdanýmý sýzlatan, ayný eðitimi görmemissek, sizin v
sýzlatmayabilir. Ýlkelerin doðustan olduðunu ilerisürmek erdemsel eðitimin gereksizliðine i
mak demektir.
Gereksizdir de yüzyýllardan beri niçin onun pesindeyiz? (Pensees sur l'Eduction, Eðitim Üs
tüne Düsünceler). Hem
eðitimi önermek, hem de bilginin doðustan olduðunu savunmak çelisiktir.
Ruh baslangýçta düz, yazýsýz, bos bir kaðýttýr. Bu kaðýt, duyumlarýn getirdiði deneylerle d
n önce
düsünemeyiz. Erdem düsüncesi de duyularla gelmistir. Erdem, bir otoriteye uymaktýr. Erdemi
buyuran baslýca üç
otorite vardýr: Tanrý otoritesi, devlet otoritesi, görenekler otoritesi... Erdem, anca
k bu otoritelerden birine, ikisine,
ya da tümüne baðlanmakla var olabilir. Baðlanmayan için erdem zorunlu deðildir.
Ýngiliz düsünürü Lock, görüldüðü gibi, düsünce zincirinin önemli ustalarýndan biridir. Dene
yöntem tanýmamakla, Bacon' la beraber, günümüze kadar varan Ýngiliz düsüncesini büyük ölçüd
Doðustan bilgi olamayacaðýný savunarak Descartes'ý bir hayli yýpratmýstýr. Skolastik anlayý
vurusu indirmistir. Erdemi bir buyruðun sonucu saymakla törebilimcilerin yolunu aydýnl
atmýstýr. Gene bu açýdan,
duyumculara, faydacýlara temel olmustur. John Lock, evrene ve onun olaylarýna özdekçi bi
r gözle bakýyor. Spinoza
ve Locke'la ayný yýlda doðan bir baska XVii'nci yüzyýl çocuðu, Richard Cumberland (1632-171
erdem alanýnda
XViii'nci yüzyýl düsüncesine öncülük etmektedir. XViii'nci yüzyýl erdemcileri baslýca iki y
klerdir:
Cumberland'ýn yolu, Hobbes'ýn yolu... Cumberland, Hobbes'a karsý bir direnmedir. Bilin
diði gibi Thomas Hobbes
(1588-1679) erdemi, herkesin herkesle kavgasýnýn zorunlu bir sonucu saymaktaydý. Devle
t, bir dereceye kadar,
herkesin herkesle kavgasýna son verdiði için erdem de, devlet buyruklarýný yerine getirmek
demekti. Bu bakýmdan
Hobbes da Locke gibi düsünmüstü. Ýste Cumberland bu düsünceye karsý çýkmaktadýr.
Cumberland'a göre, erdem bir güvenlik gereksemesi deðildir. Ýnsan, toplum, devlet ve evr
en ayný amaca doðru
yürümektedirler. Bu amaç, en üstün iyiye varmak amacýdýr. Ýnsan, ne topluma, ne devlete, ne
vrene karsý
deðildir, tersine, onlarla uyumludur, büyük bütünün bir parçasýdýr. Erdem, korkunun deðil,
mak
eðiliminin bir sonucudur. Ýnsaný kendine sevdiren bencil içgüdünün yanýnda insaný insana se
gecil bir
içgüdü de vardýr. Doðal yasa (tabii kanun), bütün evrenin, her türlü varlýklarýyla birlikte
yiye
yönelmesini buyurur. Ýste akýl insana bu doðal yasayý gösterir. Ýnsan da bu doðal yasaya öz
diðergam,
alturist)
içgüdüleriyle uyarak bütün insanlarýn, bütünüyle evrenin iyiliðini ister. Çünkü kendi mutlu
pesinden gitmektedir. Bencil (hodgam, egoist) içgüdünün verdiði bir mutluluk da vardýr elbe
. Ama bu mutluluk
sürekli deðildir. Öteki mutluluksa süreklidir, sonsuz haz vericidir. Çünkü insan, ancak evr
ve toplumla uyumlu
olarak yasarsa mutlu olabilir. Su halde Cumberland'a göre erdem, Hobbes'ýn dediði gibi
bir korkunun sonucu deðil,
bir sevginin sonucudur; bir bencilliðin sonucu deðil bir özgeciliðin sonucudur; bir güvenl
ik gereksemesi deðil, bir
mutluluk gereksemesidir; bir devlet buyruðu deðil, bir Tanrýya yönelme eðilimidir. Bir duy
gu isi deðil, bir us isidir.
(De Legibus Naturae, Doða Yasalarý Üstüne).
HER SEY ÝYÝDÝR. Bu üç yýldastan (ayný yýlda doðan Spinoza, Locke, Cumberland) on dört yýl s
ska
XVii'nci yüzyýl çocuðu, Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1717) doðacak ve fiziði metafizikle
açýklamaya çalýsarak,
düsünce zincirini aydýnlanma çaðýna doðru aðýr aðýr izlemekten hoslanan bizleri bir hayli s
bütün teknik bulgularýyla ilgilenmis, bu bulgulara katkýda bulunmaya çalýsmýs, teoriyi prat
e birlestirmeye
uðrasmýs ilginç bir düsünürdür.
Varlýk, som bir bütün deðil. Tas, böcek, ot, insan, yýldýz vb. gibi çesitli biçimlerde beli
Bu biçimler, deðisik
görünüslerinin altýnda, ayný yapýyý tasýyorlar. Demek ki bunlar, özdeksel ya da ruhsal olsu
emel öðenin
bilesikleridir. Bu bilesikleri meydana getiren temel öðe nedir? Ýste monat düsüncesi de, f
elsefenin bu ana
sorusuna
verilmis karsýlýklardan biridir. Evrendeki bu çesitli bilesikleri belki sonsuzca parçala
yabiliriz. Ama bu soruyu
karsýlayabilmemiz için artýk baskaca parçasý olmayan (Yu. Atoma), yani parçalanamayan bir b
rim tasarýmlamamýz
gerekir. Bu birim, kuvve halinde de olsa, çesitli bilesiklerin som bütünlüðünü, yani tüm va
idir. Daha
açýk bir deyisle, özdeksel ve ruhsal, tüm varlýkta ne varsa bu birimde de bulunmalýdýr. Böy
masaydý varlýk bu
birimlerin bir bilesiði olamazdý. Fizikte atom ve metafizikte monat adý verilen bu bir
im çesitli düsünürlerce
(Pitagorasçýlar, Platon, Yeniplatoncular, Giordano Bruno, Van Helmont, Henry Moore,
Diderot, Voltaire, Kant,
Renouvier vb.) çesitli açýlardan yorumlanmýstýr. Ne var ki monat'ý, felsefesinin temel kavr
mý yaparak, üne
kavusturan Alman düsünürü Leibniz olmustur. Monat düsüncesini, Leibniz'den önceki zincirin
ilmeye
deðer son halkasý olarak kullanan ve Leibniz'e kaynaklýk eden Ýtalyan düsünürü Giordano Bru
nu bireysel
Tanrýlýk olarak tanýmlamaktadýr. De Monade ve De Triplici Minimo (1591) adlý yapýtlarýnda B
o, doðayla
Tanrýyý bir sayan kamutanrýcý bir anlayýsla doða Tanrýnýn monatlardan geldiðini ilerisürer.
t, bu doða
Tanrýnýn bireysel bir biçimidir. Bu yüzdendir ki evren, en küçük zerresinde bile ayný nitel
ve canlý-ruhludur.
Doða-Tanrý ya da Tanrý-doða (Bruno'nun kamutanrýcýlýðý kendine özgü ve çok parlak bir bilin
getirilmis bir doða-Tanrýcýlýktýr), sonsuz ve sayýsýz bireysellikleri olan monatlarda bütün
ir. Bu
yüzdendir ki monatlar sonluyla sonsuzu, kendi özel yasalarýyla evrenin genel yasalarýný, öz
eksellikle ruhsallýðý
birlikte tasýrlar. Alman düsünürü Leibniz, kendi monat kavramýný, özdekçi yanýndan temizled
düsüncesine dayamýstýr. Onun için monat, ruhsal bir töz'dür (cevher). Monadologie (1714) ad
pýtýnda,
monatlarý, Bruno gibi sonsuz sayýda tasarlar; bu tasarýmýyla da Descartes' ýn üç ve Spinoza
tek töz
tasarýmlarýndan ayrýlýr. Leibnizin monatlarý da, Bruno'nunkiler gibi, evrenin bütününü içer
var ki yer
kaplamazlar ve tüm ruhturlar. Leibniz'e göre karmasýk olan yalýn olanlardan kurulu olmalýdý
, yalýn olanlarsa yer
kaplamazlar, yer kaplamayan özdek deðildir, özdek olmayýnca da mutlaka zihinseldir. Doðanýn
gerçek atomlarý (Fr.
Les Veritables Atomes de la Nature), monatlardýr.
Bütün bilesikleri onlar meydana getirirler. Monatlar, çesitli derecelerde birbirlerine
benzerlerse de biri ötekinin
ayný deðildir, çünkü evrende birbirinin ayný olan iki sey yoktur ve bir seyin ayný olan anc
onun kendisidir.
Leibniz bu savýyla ruhsal monatlarý özdeksel atomlardan ayýrmaktadýr; atomlar ayný nitelikt
olarak sonsuz
sayýdaydýlar, monatlarsa ayrý niteliklerde olarak sonsuz sayýdadýrlar. Evren monatlardan k
urulmustur. Bu
bakýmdan
monatlar, gelismemis monatlardan gelismis monatlara yükselen bir sýralanma düzeni içinde
dirler. Her monat
kendi
gelisme olanaðýný kendi içinde tasýr, baskaca bir monattan etkilenmez ve baskaca bir monatý
etkileyemez
(Leibniz'in
ünlü deyimiyle: Monatlarýn pencereleri yoktur). Monatlarýn tasarýmlama ve istahlanma güçler
ardýr, bu güçlerle
bilgiler edinirler. Yüksek bir monatý daha asaðý bir monattan ayýran da bu bilgi derecesid
ir. Her monat, gelecekteki
bütün durumlarýný da içinde bulundurur ve sonsuzca gelisme olanaðýna açýktýr. Monatlar aras
ve düzen,
Tanrýca önceden kurulmus bir uyumun sonucudur. Bu uyum, pencereleri olmadýðýndan ötürü birb
ine hiçbir
etkide bulunamayan monatlarda bir karsýlýklý etki görünüsü doðurur. Monatlar düzeninin en a
k monatý
(Leibniz'e göre bu özdek, özdeksiz ve ruhsal bir özdektir) en üstünde de en yetkin monat ol
rak Tanrý monatý
bulunur. Aradaki monatlarsa inorganik evrenle organik evrenin monatlarýdýr. Organik
evrenin monatlarý asaðý
derecedeki hayvanlarýn, yukarý derecedeki hayvanlarýn ve insanlarýn monatlarý olmak üzere ü
bölümde
sýnýflanýr. Bu sýnýflama, bulanýk duyum ve algýlardan açýk seçik algý ve duyumlara doðru yü
smeyi
gösterir. Bu anlayýsa göre sýralanmanýn en altýndaki özdek monatýnda da en yükseðindeki ola
lgýlama,
tasarým ve istah güçleri) kuvve halinde bulunmaktadýr. Bu özdek, Leibniz'e özgü bir paradok
lan özdeksiz bir
özdek olsa bile, Tanrýlýk olanaðý da içeren bir özdektir. Leibniz' in dolaylý olarak meydan
duðu bu özdeksel
sonuç, kaçýnýlmazlýðý oranýnda, pek parlak bir sonuçtur.
Bütün bunlara karsý Leibniz, Tanrýlýk düzeyde, olabildiðince iyimserdir (optimist). Sanki N
zsche'nin
kötümserliðini (pesimist) yüz elli yýl öncesinden sezmis de onu simdiden karsýlamak istermi
ibidir. Söyle der:
Dünyamýz, mümkün olan dünyalarýn en yetkinidir. Bu yetkin dünyada her sey en iyidir. Voltai
Candide adýný
tasýyan çok hos kitabýnda, ona, mümkün olan alemlerin bu en mükemmelinde sana bir temiz sop
çekersem bu
da
mý en iyidir? sorusunu soracaktýr, ama bu soruya daha bir hayli yýl vardýr (Alman düsünürü
iz öldüðü yýl,
Fransýz düsünürü Voltaire yirmi iki yasýndaydý).
Leibniz'e göre özdek (madde) sadece, Spinoza'da olduðu gibi, yer kaplama niteliðiyle açýkla
amaz, Özdek, cansýz
bir yer kaplamadan ibaretse çekme, itme, sýcaklýk, ýsýk nedir? Özdek, her seyden önce bir d
nmedir, bir güçtür
(kuvvet). Evrendeki sayýsýz güçler arasýndaki birliði saðlayan, Tanrýca önceden kurulmus ve
mýs bir uyum,
bir
öncel düzen'dir (Fr. L'harmonie preetablie). Leibnizin açýsýndan erdem, doðustandýr, dýsarý
mis bir bilginin
sonucu deðildir. Çünkü dýsarýdan hiçbir bilgi gelemez. Ne doðum ne de ölüm vardýr. Bunlar,
tlarýn
sonsuz gelismesinde birer görünüsten ibarettir. Ölmezlik, bir zorunluluktur. Ýnsan, kendi ö
tabiatýna karsý
baðýmsýz, kendi kendine karsý özgür olamaz. Su halde, erdem, bir zorunluktur. Tanrý, bu mon
ar monadý,
mümkün
olan alemlerin en iyisini zorunlu olarak yaratmýstýr. Kötülükler, ancak, esyanýn ayrýntýlar
e iyiliklerin
parlaklýðýný artýrmaya yararlar. Yoksa, bütün, en yüksek derecede mükemmeldir. Bu mükemmel
ey
mükemmeldir. Su halde erdem, bu mükemmelliðin zorunlu sonucudur. Mükemmel bütünde hiçbir se
isteyebilse
de, bu mükemmellikten kurtulamaz. Su halde erdemsizlik, mümkün deðildir. Tanrýlýk irade, Ta
rýlýk zekanýn
emrindedir. Tanrý, ne tabiatýn ve ne de erdem yasalarýnýn özgür yaratýcýsý deðildir. Yaratm
aydý, yarattý.
Evren gibi, erdem de; bu zorunluðun ürünüdür. Mutlu olmak için mutlu bir çevrede yasamak ge
iyor. Leibniz,
mutluluklarýný arayan insanlara bu çevreyi göstermektedir: Dünya Tanrýlýk düsüncede sonsuz
evrenler vardý, diyor Leibniz. Bunlardan ancak bir tanesi var olabilirdi. Tanrýnýn bas
ka bir evren yerine bunu
seçmesini gerektiren neden, onun sonsuz iyiliði, sonsuz bilgeliði, sonsuz gücüdür. Tanrý iy
nin, bilgeliðinin,
gücünün ona seçtirdiði en iyi olacaktý elbet. Sevilen seyin mutluluðu, kisiyi mutlu kýlar.
yetkinliðini seyre
dalarak, her türlü iyiyi yarataný gereði gibi seven kisilerin zorunlu mutluluðu da bundan ö
. Evrenin düzenini
biraz anlayabilseydik, onun, en bilgili insanlarýn istediklerini kat kat geçtiðini, on
u olduðundan daha iyi kýlmanýn
mümkün olmadýðýný görürdük. Bu evren, yalnýz genel olarak bütün için deðil, ayný zamanda ay
için de en iyi evrendir (Monadoloji, 53, 55, 90. fýkralar). Fransýz düsünürü Voltaire (1674
78), ünlü Felsefe
Sözlüðü'nün Her sey iyidir (Bien-tout est) maddesinde, Leibnizin bu düsüncesini söyle elest
tedir: Bir elmayý
yedik diye sonsuz bir ömür süreceðimiz bir haz ülkesinden kovulmusuz. Bin bir yoksuluk için
e, hepsi acý çekecek
ve baskalarýna da çektirecek çocuklar meydana getirmisiz. Önümüzde bütün hastalýklara tutul
dertlere
uðramak, acýlar içinde ölmek, sonra da, bir fenalýk olarak, yüzyýllarýn sonsuzluðu içinde y
. Leibnizin
iyilik, yetkinlik dediði bu mu? Mesanemde bir tas mý peydahlanýyor, bu hayran olunacak
bir mekaniktir. Taslý
usareler yavas yavas kanýma karýsýyor, oradan böbreklere süzülüyor, sidik borusundan geçip
eye yerlesiyor,
orada yetkin (mükemmel) bir Newton çekimiyle birikiyor. Ben de bu dünyanýn en yetkin düzen
i içinde ölümden bin
beter sancýlar çekiyorum. Bir cerrah geliyor, apýs arama sivri bir sis saplýyor, tas zor
unlu bir mekanikle
parçalanýyor,
ben de ayný mekanikle dayanýlmaz acýlar içinde ölüyorum. Bütün bunlar iyidir, öyle mi? Ýste
damla
hastalýðýndan, bütün cinayetlerden, bütün acýlardan, ölümden meydana gelmis anlasýlmaz bir
k (Felsefe
Sözlüðü, I. cilt, s. 105).
Voltaire, ayrýca, dünya görüsünü de bir Suriye masalýyla açýklamaktadýr: Erkekle kadýn, dör
yaratýlmýslar. Cennet yemeði yerine kuru peksimet yemeye kalkmýslar. Cennet yemeði deri de
liklerinden uçup
gidermis. Ama peksimet yiyince ayakyoluna gitmek gerekmis. Ýyice sýkýsmýs olduklarý halde
ayakyolunu arayan
kadýnla erkek, rastladýklarý bir meleðe yol sormuslar. Melek de onlara, dünyamýzý gösterere
te, demis, buradan
altmýs milyon fersah ötede su, gördüðünüz küçük yuvarlak yok mu, evrenin, ayakyolu orasýdýr
alemlerin en yetkininde yasýyoruz, öyle mi?.. Fransýz alaycýlýðýný dürtmek için bu saf Alma
en daha
uygun bir konu bulunamazdý. Alman düsünürü Leibnizin bu iyimserliði, Fransýz düsünürü Volta
ayli
eðlendiriyor. Candide adlý yapýt, böylesine bir eðlencenin ürünüdür. Candide, sözcük anlamý
yürekli, budalamsý bir kisidir. Eskilerin safderun dedikleri, Leibnizin bu iyimserliði
ne inanmýs, bön bir
oðlancaðýzdýr. (Voltairein L'Ingenu adýný tasýyan, asaðý yukarý ayný anlama gelen bir roman
si daha
vardýr. Onda da XVii'nci yüzyýl Fransa'sýyla alay eder. Voltairein örnek Fransýzlara özgü k
bu
alaycýlýðýndadýr). Voltaire, Candidei altmýs bes yasýnda yazdý. Leibniz öleli kýrk üç yýl o
celeri,
bir baska büyük Alman düsünürü Christian Wolff'un (1679-1754) da yardýmýyla çaðýný etkilemi
ar
uyandýrmýstý. Wolff, Leibnizin daðýnýk düsüncelerini bilimsel bir sistem içinde toplamýstý.
yüzyýlýn ikinci
yarýsý baslarken, bütün Alman üniversitelerinde bu iki büyük düsünürün Leibnizo-Wolffien ad
ma
öðretisi okutuluyordu.
Bu öðreti, evrenin iyi bir Tanrý eliyle yaratýldýðýný, mümkün alemler içinde mümkün olan en
u
ilerisürmekteydi. Görülen kötülükler bir zorunluðun sonucuydu. Tanrýsal sorumluluðun bu köt
maðý
yoktu. Doðada her sey zorunlu olarak var olmaktaydý. Yeter neden (sebeb-i kafi) olma
dan hiçbir sonuç doðmazdý.
Bununla beraber, insanoðlunun tikel buyrultusu (cüzi irade) da vardý. Yeter nedenlerin
zorunlu sonuçlara
götüreceði
su ya da bu yolu seçebilirdi. Ýnsanoðlu, önüne açýlmýs olan birçok yollardan dilediðini seç
ndide,
Baron Tunder-ten-Tronk'un satosunda oturuyor. Sayýn Baronun kýz kardesinin evlilik dýsý ço
cuðudur. Ekmek elden
su gölden keyfince yasamaktadýr.
Mutludur. Öðretmeni sayýn Pangloss, genç ve saf Candide'e, yeter nedensiz hiçbir sonuç olam
yacaðýný ve
mümkün alemlerin en iyisinde Baron hazretlerinin satosunun mümkün satolarýn en iyisi olduðu
u öðretmektedir.
Ancak zavallý Candide, Baronun kýzý sevimli Bayan Kunegond'a asýk olduðu için, mümkün aleml
en iyisindeki
mümkün satolarýn en iyisinden kovulacak, bu rahat yasayýstan ayrýlmak zorunda kalacaktýr. K
fasý, Leibnizo-
Wolffien iyimserliðiyle doldurulmus olan delikanlýnýn acýklý ve gülünç öyküsü böylece basla
onu,
Bulgarlarýn asker toplayýcýlarý yakalýyorlar (Voltairein Bulgarlar dediði Prusyalýlardýr).
Abarlara karsý savasa sokuyorlar (Voltairein Abarlar dediði de Fransýzlardýr, sözünü ettiði
s da 1756'da
baslayan Yedi Yýl Savaslarýdýr). Candide, mümkün alemlerin en iyisindeki mümkün savaslarýn
isinden
mümkün davranýslarýn en iyisini yaparak, sývýsýyor. Oysa, gene de, söyle düsünmektedir: Yet
iz hiçbir
sonuç yoktur. Her sey zorunlu olarak zincirlenmis, en iyi amaç için düzenlenmistir. Sayýn
Bayan Kunegond'un
yanýndan kovulmam, kýrbaçlanmam, ekmeðimi kazanmak için dilenmem gerekiyordu elbet. Bütün b
ar baska
türlü olamazdý. Bundan sonra, mümkün alemlerin en iyisinde, Candide'in basýna gelmedik bela
kalmýyor.
Soyuluyor, dayak yiyor, bindiði gemi batýyor; insanlarýn birbirlerini ezdiklerini, bir
birlerinin kuyularýný
kazdýklarýný, kendi mutluluklarýný baskalarýnýn mutsuzluklarýnda bulduklarýný görüyor. Ona
eter
nedenler yüzünden, mümkün alemlerin en iyisinde olup biten, zorunlu sonuçlardýr.
Candide, bu arada, sayýn Bayan Kunegond'u; sevgili öðretmeni Pangloss'u, Pangloss'un öðret
isine karsý çýkan
kötümser düsünür Martini bulmustur. Bunlarýn da baslarýna, mümkün alemlerin en iyisinde, ge
bela
kalmamýstýr. Hastalanmýslar, dövülmüsler, çirkinlesmislerdir.
Hep birden Ýstanbul'a geliyorlar. Voltaire, gerçek saydýðý düsünceyi, bir Türk düsünürüne s
stir. Bu
gerçek düsünce, ne Pangloss'un öðrettiði iyimserlik, ne de Martinin öðrettiði kötümserlikti
,
iyimserlikle kötümserliðin ortasýnda, dünyayý olduðu gibi gören, iyi yönleriyle olduðu kada
yle de
kabul eden bir düsüncedir. Artýk Candide, bütün bönlüðüne raðmen, kuskulanma yoluna girmist
öðretmeni
Pangloss'a soruyor: Peki, sevgili Pangloss, asýldýðýnýz, parçalandýðýnýz, dayak yediðiniz,
acý
çektiðiniz zamanlarda da gene dünyada her seyin yolunda gittiðini düsündünüz mü?. Oysa Pang
, Martin
gibi, kendi düsüncesinde direnmektedir.
Panglossia Martin, durup dinlenmeden, tartýsmaktadýrlar. Bu sýrada Candide, Pangloss v
e Martinin gözlerinin
önünden kocaman kayýklarla Erzurum'a, Limnos'a, Midilli'ye sürülen pasalarla beyler geçmekt
dir. Sürülenlerin
yerlerini almak için baska pasalarýn; baska beylerin geldikleri görülmektedir. Sonra, sýra
larý geldikçe; bunlar da
sürülmekte, öldürülmektedirler. Babýali'ye sunulmak üzere içleri samanla doldurulmus sýra s
kafalarý
geçirilmektedir. Tartýsmalarýnýn hiçbir sonuca baðlanamayacaðýný anlayan Candide, Pangloss
in, bir Türk
dervisine basvuruyorlar. Pangloss söz alarak: Sayýn dervis, diyor, size, insan denil
en bu acayip yaratýðýn niçin
yaratýldýðýný sormaya geldik?.. Dervis, onlara ters ters bakarak: Sen ne karýsýyorsun be ad
diye karsýlýk veriyor,
bu senin isin mi ki?..
Candide, araya girerek: Fakat sayýn efendim, diye sýzlanýyor, yeryüzünde ne kadar çok kötül
.. Dervis gene
süzüyor onlarý: Ýyilik olmus, kötülük olmus, bundan ne çýkar, diye karsýlýk veriyor, padisa
mi
gönderdiði zaman içindeki sýçanlarýn rahat olup olmadýklarýný düsünüyor mu? Pangloss dayana
halde
ne yapmalý? diye soruyor. Türk dervisi tek sözle karsýlýyor bu soruyu: Susmalý. Pangloss: S
zinle, nedenler ve
sonuçlar üstüne, mümkün alemlerin en iyisi üstüne, kötülüðün doðusu, ruhun özü üstüne konus
diye
direnmek istiyor: Ama bu sözleri duyunca dervis, onlarý kapý dýsarý ediyor.
Susmak... Elde ettiðimiz sonuç bu mudur? Bir bakýma, bütün mümkünlerin arasýnda uygulanabil
tek
mümkün,
buymus gibi görünmektedir. Oysa, Voltaire de, bizler gibi, bu sonuçla yetinmeyecektir.
Türk dervisi, sadece
kuramsal gerçeði ortaya koymustur. Bu kuramsal gerçeðin uygu alanýndaki anlamýný da bir Tür

belirtecektir. Ýyimser, kötümser ve kuskucu üç filozofumuz, dervisin yanýndan kovulduktan s
nra, bir müftünün
boðdurulduðunu duyuyorlar. Pangloss, rastladýklarý ihtiyar bir Türk bahçývanýna, boðulan mü
yor.
Bahçývan, bahçesinin önündeki aðaçlarýn gölgesinde, serinlemektedir. Onlara: Bilmiyorum, di
ir zaman ne
bir müftünün, ne de bir vezirin adýný öðrenmedim. Sözünü ettiðiniz olaydan da haberim yoktu
lere
karýsanlarýn çoðu zaman kötü bir biçimde öldüklerini, buna da layýk olduklarýný sanýyorum.
bitenlerle ilgilenmem, bahçemin yemislerini Ýstanbul'a göndermekle yetinirim.
Pangloss'un sorusunu yeniden sorabiliriz: Peki, o halde ne yapmalý?.. Sorunun karsýlýðýný i
tiyar bahçývandan
almýs bulunuyoruz: Bahçemizin yemislerini yetistirmeli. Ama Pangloss inatçýdýr. Ýhtiyar Tür
tarak,
üç büyük kötülük olan sýkýntýyý, utancý ve yoksulluðu uzaklastýracak böylesine bir isle uðr
usanmaksýzýn çene çalmaktadýr (Voltaire'e göre, týpký Leibniz gibi). Ýkide bir, Candide'e:
arýn en
iyisinde mümkün bütün olaylar zincirlenmistir, demektedir, eðer siz, sayýn Bayan Kunegond'u
aský için güzel bir
satodan tekmeyle kovulmamýs olsaydýnýz, eðer engizisyon iskencelerine katlanmamýs olsaydýný
eðer yaya olarak
bütün dünyayý dolasmamýs olsaydýnýz, eðer Baron hazretlerini kýlýçla biçmemis olsaydýnýz, e
ülkesinden aldýðýnýz koyunlarý yitirmemis olsaydýnýz, simdi burada, turunç reçeliyle fýstýk
.
Artýk aydýnlanmýs ölan Candide, Pangloss'un bu gevezeliklerine, romanýn son sözü olan su ka
iyor: Bütün
bunlar güzel sözler ama... bahçemizi islemek gerek. Ama Leibniz, Voltaire'den habersiz
olduðu halde (Voltairein
Candide ou L'optimisme adlý yapýtý 1759 yýlýnda yayýmlanmýstý, Leibniz kýrk üç yýl önce ölm
düsüncesinde beliren her türlü soruyu karsýlamaya çalýsýyor: Tanrýnýn kötülüklere neden izi
likle
anlamamýz mümkün olsaydý, bilebildiðimiz küçük nedenlerin yanýnda koskocaman nedenler, bizi
düsünemeyeceðimiz büyüklükte nedenler görecektik. Tanrý, bütün parçalarý birbirine baðlý ol
ni
titizlikle yaratmýs, bunu yaparken her ihtimali hesap etmis, bu hesabýn sonunda da b
irtakým kötülüklere göz
yummamazlýk edilemeyeceðini anlamýstýr. Tanrýsal bilgeliði kötülüðe göz yumduran kaçýnýlmaz
varlýðýna
inanmak zorundayýz. Gerçi, Tanrýnýn böyle bir seye izin vermis olmasý bizi sasýrtýyor, çünk
ki, Tanrýdan
Tanrýsal iyiliðe aykýrý hiçbir sey çýkamaz. Su halde, olaya bakarak, bu iznin kaçýnýlmaz bi
k olduðu
sonucunu çýkaracaðýz. Tanrýnýn suçsuzluðunu tanýtlamaya (ispat etmeye) çalýsmak gerekmez. K
dünyaya girmis bulunuyor, su halde Tanrý yetkinliðinden hiçbir sey yitirmeden ona göz yumm
us olsa gerektir.
Mademki Tanrý kötülüklere izin vermistir, o halde izin verdiðine iyi etmistir (Ýnanla Aklýn
gunluðu Üstüne
Konusma, s. 48 ve sonrasý).
Voltaire henüz ortada yoksa da, Leibnizin karsýsýnda, baska bir Fransýz düsünürü, Pierre Ba
1647-1706) var.
Bayle'a göre, akýlla inan uyusamaz. Akla uygun olana inanmak kolaydýr, bunu herkes yap
abilir. Güç olan, herkesin
yapamadýðýný yapmak, akla uygun olmayana inanmaktýr. Tanrý düsüncesini akýlla baðdastýrmaya
bosunadýr. Su halde her birinin alanýný ötekinden ayýrmak, birbirlerine karsý hiçbir üstünl
, her
birini
kendi alaný içinde deðerlendirmek gerekir. Her ikisi birbirlerine karsý da çelisiktir. Ýste
en inan yolunu, isteyen akýl
yolunu tutabilir: Birbirlerine karýsmadan her iki yolu birden tutmak da mümkündür. Yoksa
, Tanrýyla bu dünyadaki
eksiklik, bozukluk asla uzlastýrýlamaz.
Leibniz, Bayle'a karsýlýk vermek için, Theodicee (Tanrýyý Savunma) adlý yapýtýný yazdý. Yap
Amsterdam'da yayýmlandýðý zaman Bayie öleli dört yýl oluyordu. Leibniz bu yapýtýnda kötülüð
olarak tanýmlýyor ve bu eksiklik olmasaydý iyiliðin de olamayacaðýný ilerisürüyordu. Leibni
bu eksiklik,
Tanrýnýn yetkinliði karsýsýnda yok olmaktadýr. Ýyimser olabilmek için bütünü göz önünde bul
.
Tanrý düsüncesiyle insan aklý arasýnda hiçbir çelismezlik yoktur, elverir ki insan aklý Tan
inliðini kavrayabilsin.
Leibniz, Theodicee'de Monadoloji'ye göre biraz daha yumusamýs görünüyor. Tanrý, bu dünyayý
nliðini
göstermek için yarattý, diyor. Dünyanýn sonlu varlýklardan kurulmasý bir zorunluktu. Sonlu
lýklarýnsa eksik
oluslarý, yetkin olmayýslarý bir zorunluktu. Sonlu varlýklar, sonlu olduklarý için, yetkin
eðildirler. Çünkü sonsuz
varken, sonlu yetkin olamaz. Su halde dünyanýn eksik, kusurlu olusu da bir zorunlukt
ur. Leibniz, bir hayli
direndikten sonra, baklayý çýkarýyor aðzýndan sonunda: Bu dünya iyi bir dünya deðildir. Anc
lanlar
arasýnda en iyisidir. Tanrýnýn iyiliði, birçok eksik dünyalar arasýndan, en az eksik olanýn
e belirmistir.
Tanrýnýn sonsuz iyiliði olmasaydý daha çok eksik olanýný da seçebilirdi.
YASASIN BENCÝLLÝK. Bencillik kolundan tutmasa, erdem pek uzaklara gidemezdi diyen La
Rochefoucauld,
bilim yolundan gelmiyor. O, daha çok, Sainte-Beuve'ün dediði gibi, yemeklerden sonra eðl
enmek için düsünceler
karalayan, giderek yaptýðýndan etkilenen, düsüncelerinin tadýna varan, tadýna vardýkça da o
a bir
düzenlemek gereðini duyan akýllý bir adamdýr: Çesitli davranýslarý tek açýdan ele almýs, so
yorumlamýstýr.
Yasadýðý çað, XVii'nci yüzyýl, Fransa'nýn en aydýnlýk, en mutlu çaðlarýndan biridir. Xiii'n
eu,
Mazarin, ondördüncü Louis bu soylu düsünüre altmýs yedi yýl süren güvenli bir ömür saðlamýs
Rochefoucauld, Prens de Marsillac, Vi'ncý François adlarýndan da anlasýlacaðý gibi, mutlu d
us bir kisiydi.
Büyük tutkularý yüzünden askta, siyasal alanda çesitli tedirginliklere uðramýs, sekiz gün k
stille zindanýna
bile kapatýlmýstý ama; gene de birçok insanlarýn imrenecekleri gibi yasamýstýr. Kraliçe-Ric
u çatýsmasýnda
kraliçeyi tuttu, Fronde ayaklanmasýnda iç savasýn seflerinden biriydi; tasýdýðý ad kendisin
nuçlardan
koruyordu. Özdeyislerin (Maximes), 1665 baskýsýna yazdýðý önsözde söyle demektedir: Okuyucu
doðru yol,
kendisini kural dýsý tutmaktýr. Söylelikle, sözlerimin doðruluðuna ilk katýlan kendisi olac
La
Rochefoucauld'ya göre bir kötülüðüne rastladýðýmýzda sasmamýz gereken tek insan yoktur. Bir
tutulmamýza engel olan sey, bir çok kötülüklerimiz olusudur. Birini övüsümüz, bir baskasýný
ir. Sadece
yermek için övdüðümüz de olur. Dürüst insanlar, kötülüklerini hem baskalarýndan hem kendile
gizleyebilenlerdir. Ýki yüzlülük, kötülüðün erdeme saygýsýdýr. Erkeklerin cesurluðuyla kadý
ik
tutkusuyla utanma duygusunun sonucudur. Borcumuzu ödemek için deðil, bize ödünç verecekleri
daha kolay
bulabilmek için öderiz. Ýyilik, tembellikle iradesizliktir. Cömertlik, daha büyüklerine ula
mak için küçük
çýkarlardan vazgeçebilmektir. Ýncelik, ince sayýlmak isteðinden baska bir sey deðildir. Deð
irlik, daha büyük
alýmlara kavusmak isteðidir. Bizi ne kadar överlerse övsünler, bize yeni bir sey öðretmis o
zlar. Taptýklarýmýzý
deðil, bize tapanlarý severiz. Beðenmediklerimizi sevmek güçtür ama, kendimizden çok beðend
imizi sevmek
ondan daha güçtür. Önemsiz iyiliklere karsý deðerbilir olabiliriz, büyük iyiliklere karsýys
olmamak elimizde
deðildir. Günahlarýmýzýn sorumluluðunu tasýyan çýkar duygusu, sevaplarýmýzdan ötürü de övül
Gülünçlükleri göze çarpmamýs insanlar, iyi incelenmemis olanlardýr. Göz tokluðu, büyüklere
küçükleri de avundurmak için erdem sayýlmýstýr. Nankörlüklerle karsýlasmamak için verebilme
tutmak
gerektir. Küçük suçlarýmýzý açýklayýsýmýz, büyük suçlarýmýz olmadýðýna herkesi inandýrmak i
adam, bizim gibi düsünendir. Bize kurnazlýk edenlere kýzmamýz, kendilerini bizden daha bec
erikli
sandýklarýndandýr. Baskalarýnýn gururuna dayanamayýsýmýz, kendi gururumuzu incittiði içindi
diði
adamdan daha asaðý olduðunu sanan tek kimse yoktur. Övünmenin bir yolu da baskalarýný kötül
.
Yaptýðýmýz
iyilikler, ceza görmeden kötülük yapabilmemiz içindir. Baskalarýna karsý maske tasýmaya o k
alýsmýsýzdýr ki,
sonunda kendimiz bile gerçek yüzümüzü unuturuz. Acýlarýmýzda çesitli iki yüzlülükler vardýr
nin
ölümüne acýrken kendi yoksunluðumuza aðlarýz. O ölünün bizim için iyi duygularýný düsünerek
birlikte ya malýmýz, ya mutluluðumuz, ya da gücümüz gitmistir. Gerçekte acýndýðýmýz bunlard
diriler için akan göz yaslarýnýn serefini tasýrlar. Bu türlü acýlarda insan kendi kendini d
atabilir. Ýki yüzlülüðün
bir baska çesidi de vardýr ki herkesi aldatýr. Bu, güzel bir yasa özenen kimselerin acýsýdý
Bunlarýn aðlayýp sýzlanmalarý bir türlü dinmez, acýlarýnýn ömürlerince süreceðine herkesi i
Böylesine bir benlik tutkusu, daha çok büyüklük düskünü kadýnlarda bulunur. Kadýn oluslarý
en
birçok yollarý onlara kapadýðý için bu yolu tutarlar. Bir baska çesit göz yasý vardýr ki ka
kolayca
akar, diner. Adlarý iyiye çýksýn diye aðlarlar, acýnmak için aðlarlar, aðlamak için aðlarla
ayýp sayýlýr
diye aðlarlar. En cömertçe baðýslanan sey öðüttür. Üðüt istemek ya da vermek kadar iki yüzl
isteyen, verenin duygularýna karsý saygý besler görünürken gerçekte kendi duygularýný ona o
aktan,
davranýsýnýn sorumluluðunu onunla paylasmaktan baska bir sey düsünmez. Öðüt veren de kendis
rilen
güveni öder görünürken gerçekte kendi çýkarýndan ya da böbürlenisinden baska gözettiði bir
Gerçek yiðitlik gibi tam korkaklýk da yoktur. Bunlarýn arasýndaki alan öylesine genistir ki
cesaretin bütün
biçimlerini içine alýr. Bu biçimler, huylarýmýz kadar deðisiktir. Baslangýçta seve seve ile
kimseler vardýr ki
hemen usanýverirler. Görevlerini yapmýs sayýlmak için ileri atýlmýslardýr. Korkularýný gizl
er de çesitlidir.
Kimi, yerinde kalmak gücünü gösteremediði için ileri atýlýr. Herkesin karsýsýnda yapabilece
kendine
yapabilen yiðit yoktur. Geri dönebileceðine inanmak da ileri atýlmayý saðlayabilir. Kahrama
lýk, tehlikeyi gereði
gibi görmemektir. Acýma, baskalarýnýn dertlerinde kendi dertlerimizi anmaktýr. Uðrayabilece
iz, kendi basýmýza
gelebilecek yýkýmlarýn kurnazca bir sezisi dir. Baskalarýna yardým etmemiz, gerekirse bizi
m de yardýmýmýza
kossunlar
diyedir. Onlara yaptýðýmýz iyilikler, aslý aranýrsa, önceden kendimize yaptýðýmýz bir iyili
erdem
dediðimiz seyler, talihin ya da kendi hünerimizin düzenlediði davranýslarla çýkarlarýn bir
gelmesinden
ibarettir. Erkeklerin yiðit, kadýnlarýn iffetli oluslarý cesaretlerinden, iffetlerinden
ileri gelmez. Çesitli nedenlerin
dýsýnda tutkular, gün olur, karsý tutkularý doðururlar. Cimrilik el açýklýðýna yol açar; gü
sýkýlganlýk küstahlýðý yaratýr. La Rochefoucauld'ya göre, hiçbir sey üzerinde tam bir bilgi
. Çünkü bir
seyi bilmek için ayrýntýlarýný bilmek gerekir. Ayrýntýlar sonsuz olduðuna göre bilgilerimiz
kalmak zorundadýr.
La Rochefoucauld bu düsüncelerinde yalnýz deðildir. Dünya edebiyatýnýn sayýsýz yapraklarý,
erli toplu
deðilse de, bunlara benzer deyimlerle doludur. Fenelon, ölmünden bir yýl önce, bir dostuna
söyle yazýyordu:
Ýnsanlardan çok az sey istediðimi sanmakta haklýsýnýz. Ýnsanlara çok sey vermeye, buna kars
rdan hiçbir
sey beklememeye çalýstým. Bu alýsveristen hosnudum. Öyle sanýyorum ki, en iyisi bütün insan
n uzak
durmaktýr. Ýyi insanýn azlýðý, insanlýk için yüz karasýdýr. Montaigne'le La Fontaine de asa
düsüncededirler. Fontenelle söyle demektedir: En içten gelen davranýslar, kendilerini en a
z duyuranlardýr.
Özseverliðin doðurduðu davranýslarýmýzý hemen hemen anlamayýz, baska ilkelere uyarak davran
J.J. Rousseau'nun ünlü Açýklamalar'ý da bu alanda kurulmus yapýtlardandýr. P. Jannat'nin ya
dýðý 1853
baskýsýna yazdýðý önsözde, Sainte Beuve, Özdeyisler için, yazarýnýn adýný sonsuzluða baðlay
dediði halde, sunlarý da eklemekten kendini alamamýstýr: Ýnsanoðlu, bilmeden baðlý bulunduð
teli kendisi
ortaya atmazsa, siz hiçbir zaman o teli ona göstermeyin, adýný anmayýn. Çünkü bu bilgisizli
e daha ince,
daha deðerli bir tel vardýr. Achilleus'un yokluðunda Troia ordusunun yükünü sýrtýnda tasýya
la Friedland
savasýnda atesin içine atýlan Ney'i býrakýn kendi hallerine. Bu gibi anlarda sakýn onlara y
klasmayýn. Gerçeðin
pesini býrakmaktansa ölüme katlanan Archimedes'e de yaklasmayýn. Yakaladým seni ey bencil,
sen kendini
harcarken
mutluluk payýný alýyorsun, diyerek cüppesinin eteðine asýlmayýn sakýn. Ne diyorum, bana bil
lasmayýn,
ormandaki su küçük oduncu kulübesini seyrederken içimi bilmediðim bir barýs, bir durgunluk,
r mutluluk sardýðý
sýrada; lekesiz, günahsýz düslerime gömülmüsken bana bile yaklasmayýn. Nedenin böylesine gü
içime
büründüðü, böylesine bir beceriklikle gizlendiði sýrada söz etmeyin çýkardan, özseverlikten
kadar
doðalca kalýp deðistirmistir ki artýk onu kisinin davranýsýnda kendine özgü bir ilke, bir e
larak görmek
gerekir. Voltaire de Felsefe Sözlüðü'nün insan erdemlerinin sahteliði bölümünde bu konuda s
or: Dük
de la Rochefoucauld onun üzerine düsündüklerini yazýp da insanoðlunu isleten o duyguyu açýð
ca, yüksek
Katolik ruhani meclisi üyelerinden Esprit adýnda bir kisi, Ýnsan Erdemlerinin Sahteliðin
e Dair adlý göz boyayan bir
betik yazdý. Bu kisi, erdem diye bir sey olmadýðýný söylüyor, her bölümü Hýristiyanlýk yara
itiriyor.
Böylece, Bay Esprit'ye göre Cato, Aristides, Epiktetos iyi adamlar deðillermis de iyil
er yalnýz Hýristiyanlarda
bulunabilirmis. Hýristiyanlar arasýnda da yalnýz Katoliklerde erdem varmýs. Katoliklerde
n de cizvitleri bir yana
býrakmalýymýs. Sözün kýsasý, cizvit düsmanlarýndan baska hemen kimsede erdem yokmus. Biziml
arýmýzdan
baskasýnda erdem olamaz demek istiyor. Doðrusu küstahlýðýn bu kadarý insaný çileden çýkarýy
edir
senin o erdem dediðin? Ýyilik etmek deðil mi? Sen bize iyilik et, yeter. Nedenini sana
hemen baðýslarýz. La
Rochefoucauld, Spinoza felsefesinin aristokrat eðlenceliðidir.
DEFOLUN, ASK VE ÖCALMA DUYGULARI. Wollaston, Clarke, Shaftesbury gibi bir ayaklarý X
Viii'ncü
yüzyýlda bulunan XVii'nci yüzyýl adamlarýný daha sonraya býrakarak bu yüzyýlý kapatýrken dü
duygusal etkilerini yansýtmak için gene bir sanat ürününün aracýlýðýndan yararlanmaya çalýs
seçtiðimiz sanatçý XVii'nci yüzyýl Fransa'sýnýn gözde ozaný Pierre Corneille'dir (1606-1684
ar ona, Fransýz
trajedisinin babasý diyorlar. Ünlü ozan Corneille, yedisinden yetmisine kadar bütün insanl
arý duygulandýracak bir
oyun yazmak istedi. Kaynaklar boldu. Fransa'yý Ýspanyol modasý kaplamýstý. Mutfaklarda Ýspa
yol yemekleri
pisiriliyor, çalgýlý kahvelerde Ýspanyol sarkýlarý söyleniyor, bayanlar Ýspanyol dantelleri
leniyor, baylar
Ýspanyol býyýklarý býrakýyorlardý. Böylesine bir Ýspanyolluðun ortasýnda eline bir Ýspanyol
Oyun, Las
Morcedades del Cid adýný tasýyordu. Yazarý Güilhem de Castro, olaya klasik bir açýdan bakmý
demleri gereði
gibi yarýstýrmayý becerememisti. Corneillein ustalýðý, hele Ýspanyol tarihçisi Juan Mariana
storia d'Espana'sýna
kulaklarýný týkayýnca, bu olaydan toplumu sasýrtacak bir oyun çýkarabilirdi. Las Morcedades
zlaydý. Le Cid
yetiyordu. Tarihçi Juan Mariana'ya göre olay sudur: Kendisine Araplarýn taktýklarý Cid (Se
yyid) adýyla anýlan
Rodrige, Xi'nci yüzyýlda yasamýs bir satýlýk kýlýçtý. Paraya düskün, gözüpek bir savasçýydý
raðmen hangi ulustan fazla para alýrsa o ulusun hesabýna savasýyordu. Kýlýcýný çoðun Arapla
kte,
Ýspanyollara
karsý kullanmýstý. Castil Kralý Vi'ncý Alphonce, hýsýmlarýndan Ovideo kontu Don Gormaz'ýn g
enes
Diaz'ý, kendine bendetmek istediði Rodrig'e verdi. Bu evlenme, siyasal bir evlenmeyd
i.
Ýspanyol halk masallarýna göre olay suydu: Kahraman Rodrig, Gormaz kontu Don Gormaz'ý öldür
tü: Ya
öldürdüðü adamýn kýzýyla evlenmesi, ya da cezalandýrýlmasý gerekiyordu. Rodrig, kýzla evlen
ldu.
Dona Ximena'nýn getirdiði drahomayla zenginlesti üstelik, büyüklüðü arttý.
Güilhem de Castro bu olaydan su oyunu çýkarmýstý: Ximena'nýn babasýný öldürünce, evlenmeler
oplum
hiçbir kýzýn, babasýný öldüren adamla evlenmesini hos görmezdi. Oysa, ask her seyden üstünd
toplumu
da yenecek, sevgilileri birlestirecekti.
Bu kadarý Corneille'e yetmiyordu. Doðal bir sonuca böylesine kolaylýkla varmak ustalýðýna y
azdý. Ýsler bir
hayli karýstýrýlmalý, erdemler kalýn çizgilerle belirtilerek birbirleriyle yarýstýrtýlmalýy
Ximena'yý çok
sevdiði için babasýný öldürmek zorunda kalmýstý. Çünkü Ximena'nýn babasý, Rodrigin babasýný
Ximena, asaðýlanmýs bir adamýn oðluyla evlenemezdi. Rodrig erdemliydi, önce alnýndaki lekey
emizleyip
Ximena'ya layýk olmalýydý. Ýsler böylelikle gereði gibi karýsacaktý. Ximena da Rodrigi çok
n kraldan onun
öldürülmesini, babasýnýn öcünün alýnmasýný isteyecekti. Ximena erdemliydi, görevini askýnda
olarak Rodrig'e layýk olmalýydý. Ama bu iki layýk böylesine bir çýkmazda, nasýl birlesebile
rdi? Kolayý
bulunurdu elbet. Önce toplumu yeni erdemlerle uyutmak gerekiyordu Tam sýrasýydý. Araplar
ortaya çýkýverdiler,
Castilin üstüne saldýrmak üzereydiler. Rodrig'e yeni erdem gösterileri fýrsatý çýkmýstý. Ro
urtaracak,
kral da onun suçunu baðýslayacaktý. Yeter miydi?.. Yetmiyordu. Ximena'yý seven genç bir söv
e onun öcünü
almak için Rodrigi düelloya çaðýracaktý. Ximena önce genç sövalyenin ölmesi, Rodrigin kazan
delikanlýyý öldürmesi için Tanrýya yalvaracaktý. Olur muydu?.. Ximena her seyden önce insan
na göre pekala
olurdu ama, o güzelim erdemleri de, toplumun gözünde, hapý yutardý. Öyle bir çözüm bulunmal
m Ximena
sevinsin, hem Rodrig sevinsin, hem kral sevinsin, hem zavallý sövalye sevinsin, hem
toplum sevinsin.
Bu düelloya önce kral karsý koyacaktý: Eðer ben bu eski göreneði uygulayacak olursam, haksý
saldýrýsýn
cezasýný vereyim derken, devletimi en kahraman savasçýlarýndan yoksun býrakarak zayýflatmýs
um. Görülüyor
ki, kral kendi mutluluðunu savunmaktadýr. Gerçekte ne Ximena, ne Rodrig, ne de genç sövaly
e umurunda deðildir.
Sonra, karsýlýklý bir diyalog: Ben dövüsmeye deðil, cezamý çekmeye gidiyorum. Onun vuruslar
en
geldiðini, onun silahlarýnýn sizin serefinizi savunduðunu bildiðim için ona karsý koymayýp
diyecek Rodrig. Ximena da su karsýlýðý verecek: Öleceksin ha? O delikanlý o kadar korkunç m
i bu korku
bilmez yüreði korkutuyor? Demek sen, benim babamý o kadar hor görüyorsun ki onu yendikten
sonra baskalarýna
yenilmeyi düsünüyorsun?. Görülüyor ki, genç sövalye zavallý bir araçtan baska bir sey deðil
Rodrig
gösterisiyle, Ximena da duygularýnýn tepkisiyle kendi mutluluklarýný savunmaktadýrlar.
Bir de kralýn kýzý var; o da Rodrigi sevmekte, ancak bir kral oðlu olmadýðý için onunla evl
yeceðini
düsünerek askýný gizlemektedir. Aristokratça erdemi böylelikle beliriyor, oysa gene de Xime
a'ya söyle
söylemekten
kendini alamýyor: Onun ölmesini nasýl isteyebilirsin? Öyle bir kahramanýn ölümünü istemek d
yýkýlmasýný
istemek demektir. Hiç insan babasýnýn öcünü almak için vatanýný düsmanlara býrakýr mý? Seni
onu
askýndan yoksun býrakman, hayatýnýysa bize baðýslamandýr. Görüldüðü gibi, prenses bir tasla
Hem sevgilisini kurtarýyor, hem babasýnýn tahtýný kurtarýyor, hem de Ximena'yý ask alanýnda
iyor. Bu da ona
özgü bir erdem örneðidir.
Ximena'nýn bencilliði bir baska açýdan da sahlanmak üzeredir. Bütün bu olup bitenlerden yor
us, býkmýstýr. Bir
ara dayanamayýp, defolun ey kalbimi altüst eden ask ve öc alma duygularý, her ikiniz de
defolun, ikinizin de
vereceði mutluluk, doðuracaðý acýlara deðmez! diye baðýrýyor. Elinden gelse aský da, öç alm
ra itip
keyfine bakacaktýr. Ama yapamýyor, çýkmaza girmis bir kez. Ýnsan, karmakarýsýk ettiðini bir
silkip kurtulamaz.
Sonunda çözüm bulunuyor: Rodrig, genç sövalyeyi yenecek, ama öldürmeyecektir. Delikanlýyý a
en
Ximena, Rodrigin öldüðünü sanarak acýsýný açýklýyor: Bütün gayretime raðmen gizleyemediðim
sizden saklamayý gerekli görmüyorum, hasmetlim. Ben seviyordum. Görevimi askýmdan üstün tut
u
gözlerinizle gördünüz. Gerçekten de bütün bu çekilenler böyle olmak için deðil, böyle olduð
i.
Oysa gene yetmiyor. Toplum bir hayli yumusamýs olduðu halde soðumamýs bir mezarýn üstüne dü

kurulamaz. Kahraman Rodrig vataný uðruna yeni savaslara katýlacak, bu savaslardan döndükte
n sonra Ximena'yla
evlenecektir. Toplum, tiyatronun kapýsýndan rahatlýkla çýkabilir. Sonuçtan emindirler; yapý
masý gereken bir
düðün yapýlmamýstýr, yapýlmasý gereken bir düðünse kýsa bir süre sonra yapýlacaktýr. Ayrýca
gönüllerini ferahlatmýstýr: Bu kadar temiz ve güzel bir ask insanýn yüzünü kýzartmamalýdýr.
efi
kurtulmustur artýk. Sevgilisini bunca tehlikelere atýsý, babasýnýn öcünü almak demektir.
AYDINLIK, AMA KAÇ MUMLUK? Genis bir kapýdan giriyoruz. Kapýnýn ardý aydýnlýk. Bu kapý, XVii
yüzyýl
kapýsýdýr. Böylesine bir aydýnlýk, XVii'nci yüzyýlýn losluðunu, XVi'ncý yüzyýlýn karanlýðýn
týk
insan kendi aklýný kullanarak kendi anlamýný kavramak üzeredir. Evrendeki yerini bulacak,
yasama düzenini
kuracaktýr. Yeniden doðus, üç yüzyýl sonra, ürünlerini vermeye baslamýstýr. XViii'nci yüzyý
günes
ýsýðý içinde, masmavidir. Akýl, büyük Fransýz devrimini kotarmaktadýr. Parolayý ünlü Alman
Aklýný kullanmak gücünü göster.
Felsefe tarihi, XViii'nci yüzyýla aydýnlanma çaðý adýný koyuyor. Kant'ýn tanýmýna göre insa
ayýsý
yüzünden düsmüs olduðu durumdan aklýný kullanarak kurtulmus; aydýnlanma yoluna girmistir. A
p o akýldýr.
Ama insan onu bugüne deðin kullanmaktan ürküyor, aracýlarýn yardýmýný arýyordu: Artýk aklýn
kavusmustur.
Gök ölçüsü yerini yer ölçüsüne býrakmak zorundadýr. Öbür dünya bu dünyaya inmistir. Eskimis
yeni bir yasama düzeniyle deðistirilecektir. Ýnsan, artýk, evrendeki yerini bilmektedir.
Artýk bütün deðerler; din,
devlet, toplum, eðitim ve erdem hallaç pamuðu gibi yeniden atýlacak, yeniden didiklenece
ktir. XViii'nci yüzyýl, yeni
bir düzen içinde insanlýðýn birleseceðine inanmaktadýr.
Antikçað aydýnlanmasýnýn baskenti Atina'ydý. XViii'nci yüzyýl aydýnlanmasýnýn baskenti Lond
'nci
Yüzyýlýn Ýngiliz düsünür yazarlarý ellerine geçirdikleri her sorunu aklýn öçlüsüne vurmakta
sanatý, toplum çoðunluðuna yayýlabilmek için, elini, yazarlýk sanatýna uzatmýstýr. Soyut dü
debiyatla
kaynasmaktadýr.
John Locke (1632-1704), bu büyük Ýngiliz düsünür-yazarý, XViii'nci yüzyýlýn sadece dört yýl
XViii'nci yüzyýl aydýnlanmasýnýn kurucusu sayýlmaktadýr. Çünkü Locke, davranýslarýmýzý akla
gerektiðini çoðunluða yayan ve çoðunluðu etkileyen ilk düsünürdür. Locke'a göre erdem, bir
aktý. Bu
otoriteler de Tanrý otoritesi, devlet otoritesi, görenekler otoritesiydi. Erdem, anc
ak, insanýn bu otoritelere kendini
baðýmlý kýlmasýyla var olabilirdi. Bu otoriteleri kaldýrýrsanýz ortada erdem adýna hiçbir s
acaktý. Oysa birey
özgür olmalý, görenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalýydý. Erdemimizi, yeni bastan,
e düzenlemek
gerekiyordu.
Baska bir Ýngiliz, William Wollaston (1659-1724), erdeme, nesnelerin tabiatýnda bulu
nan objektif bir ölçü
aramaktadýr. Ona göre erdem, doðru bir yargýdýr. Bu yargý, doðru olmayana, baska bir deyisl
yalana dayanýyorsa
erdemsizlik belirir. Örneðin bir köpeði kamçýlayan bir kisi, köpeðin duygusu yokmus gibi da
akla doðru
olmayan, yalan olan bir yargýya dayanmakta, bu yüzden erdemsiz olmaktadýr. Buna karsý sözün
utan bir kisi,
sözünü yadsýmamýs (inkar), yalana sapmamýs, doðru bir yargýya uygun davranmakla erdemli olm
. Tüm
erdemler doðru yargýlara, tüm erdemsizlikler de yalan yargýlara dayanýr. Wollaston'a göre,
rdemin ölçüsü
mantýksal doðruluktur. Doðru bir yargýya dayanan davranýs ayný zamanda evrendeki uyuma da u
gun bir
davranýstýr.
Erdemin insaný mutlu kýlýsý bu yüzdendir Erdem, doðruculuktur. Çünkü erdemsizlik yalancýlýk
erdemsizlikleri düsününüz, bunlarýn altýnda her zaman bir yalancýlýðýn gizlenmis olduðunu g
Hýrsýzlýk
erdemsizliði mülkiyet hakkýný yok saymak yalancýlýðýna dayanýr, korkaklýk erdemsizliði kork
büyümsenmesi yalancýlýðýna dayanýr.
Erdeme, nesnelerin tabiatýnda bulunan objektif bir ölçü arayan baska bir Ýngiliz düsünürü d
l Clarke'tir
(1675-1729). Clarke'e göre töre yasalarý, nesnelerin doðal niteliklerinden doðmustur. Ýnsan
bu doðal niteliklere
uymak zorundadýr. Erdem, nesnelerin doðal niteliklerine uygun davranmaktýr. Bir odun küf
esini sýrtlayýp
sýrtlamamak bizim elimizdedir, ama sýrtlarsak aðýrlýðýný da duymak zorundayýz, çünkü aðýrlý
r,
bu yüzdendir ki bu aðýrlýða katlanmak bir erdemdir. Korunmak, zayýfýn doðal niteliðidir; bu
r ki zayýfý
korumak bir erdemdir. Karanlýk ve soðuk bir kýs günü, bir gece yarýsýnda bir ormana giren k
nin cesareti bir
erdemdir. Erdemsizliklerse bu doðal niteliklere uygun davranmamakla belirir.
Bir baska Ýngiliz, Shaftesbury (1671-1713) de erdeme estetik açýsýndan bakmaktadýr. Ona gör
erdem, güzelle
iyinin uyusmasýdýr. Erdemli insan, kendini bir sanat ürünü gibi biçimlendirebilmis insandýr
encil ve özgecil
içgüdüler, insanýn doðal nitelikleridir. Gereken, ne birinin eksikliði, ne de ötekinin fazl
r ikisinin de en
uygun oranda uyusmasýdýr, insan elbette kendisini düsünecektir, ama gereken odur ki, ken
disiyle birlikte
baskalarýný da düsünecektir. Kendisini nasýl yüceltiyorsa, toplumu da öylece yüceltecektir.
u bencillikle
özgeciliðin uyusmasý insana özgüdür, yoksa bu nitelikler hiçbir oranda uyusmadan hayvanlard
a vardýr. Evren
nasýl uyumlu bir bütünse insan da öylece uyumlu bir bütün olmalýdýr. Erdemli insan, uyumlu
olarak
yetismis insandýr. Bu uyumda güzelle iyi birlesirler. Uyumlu bir bütün olarak yetismis i
nsanda töresel yargýlama
gücü vardýr. Shaftesbury, erdem alanýnda hem estetikçi hem toplumcudur. Ona göre insan tek
asýna ne iyi, ne de
kötüdür; insan ancak toplum içinde iyi ya da kötü olabilir, bencil ve özgecil içgüdüleri an
m içinde
gelisebilir, töresel yargýlama gücüne de ancak toplum içinde uyumlu bir bütün olmakla kavus
lir. Su halde
Shaftesbury'ye göre erdem, toplumsal bir eðitim isidir.
Shaftesbury'nin yolunda yürüyen birçok Ýngiliz düsünürleri vardýr. Akýl ölçüsü, akla uygunl
inde
ortaktýr. Joseph Butler la (1692-1752) Francis Hutcheson (1694-1747) da bu yoldadýrl
ar. Butler, Shaftesbury'nin
töresel yargýlama gücünü adlandýrmýs, bunun vicdan olduðunu söylemistir. Akýlla yönetilen v
an bencil
ve özgecil eðilimler vicdanýn sesiyle yargýlanýrlar. Bu sürekli yargýlama kisiyi erdemli ký
Su halde Butlera göre
erdem, Shaftesbury'den daha kesinlikle, kisinin kendi kendini yargýlamasýdýr. Hutcheso
n da bencil ve özgecil
eðilimlerin yanýna bir üçüncü eðilim koymaktadýr; bu üçüncü eðilim insaný, bütünün mutluluð
mutluluðuna götüren daha yüksek bir eðilimdir. Ýste bu yüksek eðilimdir ki insaný erdemli k
luluk, antikçað
Yunan düsüncesinde olduðu gibi, erdemli olmakla saðlanýr.
Bernard de Mandeville (1670-1733), Arýlar, Efsanesi ya ,da Genel Zenginliði Yapan Ki
sisel
Kötülüklerdir (The fable of the bees or private vices made public benefits) adlý küçük yapý
yýlýnda
yayýnladý. Yapýt, XViii'nci yüzyýlýn aydýnlarý arasýnda gerçek bir fýrtýna kopardý. Kavgala
ce,
kendi gücünün heyecanýný yasýyordu. Sokratesin tohumlarýný attýðý, birçok büyük düsünürleri
olumlu erdem kuramý kökünden sarsýlýyordu. Mandevillein düsüncesi, bilimsel bir denemeye da
maktaydý;
Shaftesbury'nin The Moralist adlý yapýtýna karsý yazýlmýstý.
Mandeville, insan toplumunu bir arý kovanýnda inceliyordu Ýnceleme bir hayli ilgi çekici
ydi. Arýlarý durmadan
çalýstýran, güvendiren, zengin eden, örgütleyen, örnek bir toplum haline koyan neden, erdem
ik deðil,
erdemsizlikti. Arý kovanýndaki yükselmenin nedenleri hýrsa, çekememezliðe, kendini beðenmis
açgözlülüðe,
zevk düskünlüðüne dayanýyordu. Gelisme, refah kötülüklerden doðuyordu. Genel zenginlik, öze
çatýsmasýndan çýkmýstý. Kisisel tutkular, hýrslar, açgözlülükler, çekememezlikler birbirler
arýlar toplumu gelisip güçlenmekteydi. Genel çýkarlar, özel çýkarlarýn toplamýndan baska bi
di
(Dostoyevski'nin Raskolnikof'u da, Suç ve Ceza'da, bu düsünceden yola çýkmýstý).
Mandeville, bundan sonra, düsüncesini masallastýrýyor: Erdemsizlikle zengin olmus bir arý
düsünürü, bu genel
erdemsizliði gözleyerek, insan toplumlarýnda olduðu gibi, erdem elden gidiyor, halimiz n
ice olacak! diye
haykýrmaktadýr. Kuskusu gün geçtikçe, öteki arýlarý da etkilemistir. Simdi bütün arýlar erd
ktedirler.
Oysa Jupiter (Yunanlýlarýn Zeus'ü) gerçeði görmekte, arýlarýn bu nankörlüklerinden ötürü öf
Sonunda, onlarý bir çýrpýda erdemli kýlarak cezalandýracaktýr.
Erdemli arýlarýn kovaný ýssýz bir çöle dönmüstür. Mahkemeler kapanmýs, yargýçlar ekmeksiz,
devlet memurlarý, issizlikten bunalmaya baslamýslardýr. Her arý azla yetinmekte, kimse çalý
mamaktadýr. Sadece
gerekli olan is yapýlmaktadýr; herkes tutumlu olduðu, asýrý zevklerinden sýyrýldýðý, baskal
ek
azla doyduðu için çok az sey gereklidir. Lüks, düsünce, sanatlar sýfýra yönelmistir. Ýssizl
. Ýyi
arýlar savas güçlerini de yitirmislerdir. Düsmanlarý bundan kolaylýkla faydalanýp onlarý ký
rler. Canýný
kurtarabilen pek azý da bir aðaç kovuðuna sýðýnýrlar. Artýk, erdem yoluyla mutluluða kavusm
Sokrates sunu demisti: Erdemlerimiz olmazsa, toplumumuz çürür. Bernard de Mandeville d
e ters açýdan sunu
demektedir: Erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz gelismez.
Mutluluk erdemli olmaya baðlýdýr, diyen Shaftesburycilere karsý çýkan Mandeville'e göre mut
uk, erdemsiz
olmaya baðlýdýr. Kisiyi mutlu kýlan bencilliðidir. Bencil olmadýklarý, birbirlerini kýskanm
azla yetindikleri
gün arýlar toplumu ýssýz bir çöle döner. Mandeville'e göre erdem, kendimizi baskalarýndan ü
çabasýdýr.
Bir baska deyisle, bir çesit komplekstir, asaðýlýk duygusudur. Erdemimizi böbürlenmek için
niriz. Ýyiliði sadece
iyilik için istediðimiz zaman da kendimize karsý böbürleniriz. Oysa uygarlýðý yaratan erdem
klerdir. Bir yandan
erdem oyunlarýyla kendimizi pöhpöhlerken, öbür yandan sürüyle erdemsizlikler etmeseydik top
umuz
gelismezdi. Erdemsizlikler insanlarý ileriye götüren bir kamçýdýr. Bencillikle kamçýlanmaya
an miskinin biridir,
ne kendine hayrý olur ne de toplumuna.
Giderek karsýmýza bir baska Ýngiliz çýkacaktýr. Bu Ýngiliz David Hume'dur (1711-1776). Hume
kýldan
kuskulanmakla ise baslýyor ve soruyor: Akýl, her sorunu çözebilir mi?.. Su halde aklýn yet
kisini iyice tanýmamýz
gerekir. Aklýmýzý isleten düsüncelerimiz, dýs duyulardan ya da iç duygulardan alýnmýstýr. A
körde renk
kavramý yoktur. Tanrý düsüncesi de, kendi bilgeliðimiz ve iyilik etmek niteliðimize sýnýrsý
enislik vermemiz
sonunda, bizde doðmustur. Su halde erdemin kaynaðý bizdedir. Ama bu kaynak aklýmýzda mýdýr?
Hayýr. Bir
davranýsýn erdemli ya da erdemsiz olduðunu sadece aklýmýzýn ölçüsüyle çýkaramayýz. Ölçümüz,
duygu ölçüsüdür. Duygudaslýk (sempati) adýný verdiðimiz bir duygu akýmýdýr bu. Hem de öyle
baskasýnda gördüðümüz bir erdem, bize engel olsa bile, hayranlýk uyandýrýr. Bu duygudaslýk
alarýnýn
davranýslarýný deðerlendirmeye götürür, bu deðerlerle kendimize dönüsümüz daha sonradýr. Bi
,
ölçüyü baskalarýnda bulup kendimize uygularýz. Su halde vicdan, yaratýlýsýmýzla birlikte is
yargýç deðildir,
bir toplum ürünüdür. Toplum içinde duygudaslarýmýz olmasaydý vicdanýmýz da olmazdý. Ama bu
dýstan
gelis deðildir; çünkü toplum, ortak bir iç yasama, ortak bir iç dünyadýr. Toplum biziz; top
bizim dýsýmýzda bir
sey deðildir. Duygudaslýk, bizi baskalarýnýn iyiliðine götürür. Çatýstýðý hallerde, kendi i
n bencilliði
bile yener. Su halde erdem, toplum içinde doðal bir duygudaslýktýr.
XViii'nci yüzyýl aydýnlýðý Ýngiltere'den, önce Fransa'ya, sonra Almanya'ya geçmistir. Frans
an düsünür
yazarlarýnýn bu aydýnlýða kattýklarý ýsýk Ýngilizlerinkinden az deðildir.
Baska bir XViii'nci yüzyýl düsünürü, Fransýz maddecilerinin öncüsü Julien de la Mettrie (17
olsun,
diyor, ne zararý var, akýl bizi gerçek nedenlere doðru götürüyor, oysa bu sonuçlarý deðisti
. Böbürlenme
duygumuzu toplumun yararýna kullanýyoruz, iste bu erdemdir. Mademki toplumun iyiliðini
altýný kazýyýnca gene
kendi iyiliðimiz çýksa bile birçok davranýslarýmýzda kendi iyiliðimize üstün tutuyoruz, bun
dem
diyebiliriz elbet. Kendi hayatýmýzý hiçe sayarak denize atlayýp bir baskasýnýn hayatýný kur
. Yasama
iyiliðimizin yerine böbürlenme iyiliðimizi koyabilmissek bu elbette önemli bir adýmdýr. Mut
uðu engelleyen
önyargýlardýr, iste akýl önyargýlarýn hakkýndan geliyor artýk. Vicdan sýzýsý, pismanlýk gib
üzüntülerden kurtulmalýyýz (Spinoza'yý hatýrlayýnýz).
Bir baska Fransýz düsünürü, Claude Adrien Helvetius (1725-1771) de bencillikle erdemin uyu
sabileceði
düsüncesindedir. O da, Mandeville gibi, Ýngiliz düsünürü Hobbes'tan yola çýkýyor. Nedeni ne
lsun erdem
toplumun yararýna olan davranýslardýr. Bütünün mutluluðu, kisilerin mutluluðunun toplamýdýr
e bütünün
mutluluðunu saðlayan erdem bencillikle çatýsmaz. Mademki toplumun yararýný saðlýyor, erdem
it bencillik
olsun, ne çýkar? Toplum, bu çesit bencilliði gelistirmeye çalýsmalýdýr. Helvetius da, Sokra
ibi, erdemin ancak
eðitimle meydana çýkarýlýp gelistirilebileceðini savunmaktadýr.
Bu sýralarda özdeði (maddeyi) tümüyle yadsýyan özdeksizcilik (immateryalizm) öðretisi bir p
esi altýnda
karsýmýza çýkýyor. Özdeði yadsýma deyiminden alýnan bir önekle Yadözdekçilik deyimiyle de ç
liz
Protestan piskoposu ve düsünürü Georges Berkeley (1685-1753) tarafýndan ilerisürülen bu öðr
e varlýk
algýlamadýr (La. Esse est percipi), algýlarýmýzýn ve düsüncelerimizin dýsýnda özdek diye bi
r. Özdeði
felsefesel bir kavram olarak bir yana iten ve onu somut biçimleri ve o somut biçimle
rin özellikleriyle aynýlastýrma
yanýlgýsýna düsen Berkeley, Treatise on the Principles of Human Knowledge (Ýnsan Bilgisini
n Ýlkeleri Üstüne .
Arastýrma, 1710) adlý yapýtýnda söyle demektedir: Tasarýmlarýn zihinsiz varolmadýðýný ve va
rkes
bilir. Çesitli duyumlarýn da onlarý algýlayan zihinden baska bir yerde varolamayacaklarý b
ana hiç de daha az açýk
gelmemektedir. Varolmak deyimiyle ne denmek istendiði iyice incelenecek olursa bu
savým çok daha iyi
anlasýlacaktýr. Üstünde yazý yazdýðým masa vardýr dediðim zaman, onu görme ve dokunmayla al
oluyorum. Bunun gibi bir koku vardý, demek ki koklamakla algýlamýstým; bir ses vardý, deme
k ki isitmekle
algýlamýstým. Bütün bu anlatýmlarda varolan'ýn algýlanan olduðu açýkça görülmektedir (Kimi
tarafýmýzdan çizilmistir). Bu savýyla özdekçiliðe savas açan piskopos Berkeley, fiziksel ne
rin tasarýmlar
olduðu savýndan yola çýkarak tasarýmlarýn algýlanarak varolduðu ve bundan ötürü de fiziksel
algýlanmadan ibaret bulunduðu sonucuna varmaktadýr. Felsefe açýsýndan yukarda sözü edilen b
dýsýnda mantýk açýsýndan da birçok yanýlgýlara düsmüs bulunan Berkeley, bu yapýtýndan üç yý
Three Dialogues Between Hylas and Philonous (Hylas ve Philonous Arasýnda Üç Konusma, 1
713) adlý yapýtýnda
öznel düsünceci savýný daha da gelistirmistir. Bu yapýtýnda da Duyulur evren, duyularýmýzla
rendir.
Duyularla tasarýmlardan baska hiçbir sey algýlanamaz. Hiçbir tasarým zihinden baska hiçbir
erde varolamaz (s.
425) demektedir. Ona göre Düsünmeyen bir varlýðýn bir zihin tarafýndan algýlanmaksýzýn varo
risürmek
olanaksýz bir çelismedir (Ýbid, s. 462). Berkeley bu yapýtýnda Philonous'tür, Hylas da ona
arsý koymaktan çok,
konusma olanaðý saðlayan, bilimsel öðrenim görmüs saðduyuyu simgeler. Philonous, Hylas'a ka
týksal ve
görgül kanýtlarýný bir bir sýralamaktadýr: Renk ancak onu gören için, koku ancak onu duyan
Onlarý vareden
bizim onlarý algýlayan ruhsal varlýðýmýzdýr, bizim onlarý algýlayan ruhsal varlýðýmýz olmas
azlardý.
Nesnelerle onlarýn bizdeki düsüncesi bir ve ayný seydir, nesneler düsüncelerdir. Cisimlerin
nesnel varlýklarý yoktur,
onlarý vareden bizim ruhumuzdur. insanlar, sonsuz güçlü ruhun (Tanrýnýn) etkisiyle düsüncel
gýlayan ruhlardýr.
Kumasýn kýrmýzý olduðu kesin deðildir, gözlerimiz sarýlýða tutulmussa bu kumasý sarý gördüð
bizim gözlerimizden baska yapýda olan hayvanlar bu kumasý baska renklerde görebilirler.
Demek ki renk, kumasta
deðil, gözlerdedir. Varolan bir sey, kendinden baska olmasý olanaklý bulunmayan bir seyd
ir. Oysa nesneler, çesitli
algýlara göre çesitli seyler, esdeyisle kendileriyle ayný kalamayan seylerdir. Örneðin önüm
ran bir kap su,
elimiz sýcaksa soðuk ve elimiz soðuksa sýcaktýr, esdeyisle kendi kendisiyle ayný deðildir.
hafif bulduðunu
karýnca aðýr bulur. Tatlý bir tatla güzel bir koku haz, acý bir tatla kötü bir koku acý ver
ek ki tatlar ve kokular
da zihnimizdedir. Berkeley, antikçað Yunan süphecisi Ainesidemos'un yüzyýllarca önce ileris
nýtlarý bir bir
yineledikten sonra, Philonous'la Hylas'ý söyle konusturur: Hylas: Ama Philonous, zih
nin dýsýnda varolan
algýlamasýz bir töz düsüncesini býrakmaya razý olduðumdan, özdek sözcüðünü istediðim gibi k
zihinde varolan duyusal düsünceler toplamýna vermekten beni alýkoymamalýsýnýz. Gerçek anlam
htan baska
bir töz olmadýðýný kabul ediyorum. Ne var ki özdek deyimine uzun zamandan beri alýsmýsým, o
sýl
ayrýlacaðýmý bilemiyorum. Dünyada özdek yoktur demek benim hala canýmý sýkýyor. Oysa, gerçe
sözcükle
zihin dýsýnda düsüncesiz bir töz kastedildiðine göre özdek yoktur. Ne var ki özdekten eðer
kla
beliren bir sey kastediliyorsa özdek vardýr. Bu ayrým, ona büsbütün baska bir doðrultu veri
sanlar bunu
anlayabilirler, çünkü nihayet özdek üstündeki anlasmazlýk tam olarak kabul edildiði takdird
inle filozoflar
arasýndadýr. Onlarýn ilkeleri sizinkiler kadar doðal ve insansal, saðduyuya ve kutsal kita
ba uygun deðildir. Bizim
istediðimiz ya da sakýndýðýmýz sey, mutluluðumuzu ya da acýmýzý meydana getireceðini anladý
mutluluk ya da mutsuzluk, haz ya da acý, zevk ya da ýstýrabýn saltýk varlýðýyla bizimle büt
leri kesilmis
meçhul seylerin ne ilgisi var? Nesnelerin bizi ilgilendirisi, bizi mutlu kýlýp kýlmamala
rýna baðlýdýr ve mutlu kýlýp
kýlmamalarý da sadece algýlandýklarý derecededir. Bunun ötesinde onlarla ilgili deðiliz ve
arý býrakabiliriz.
Bununla beraber savýnýzda bir yenilik seziyorum. Filozoflar ya da halk gibi düsünmediðimi
görüyorsunuz.
Öðretinizin eski düsüncelerime ne eklediðini ya da onlarda ne deðistirdiðini bilmek isterim
Philonous: Yeni
kavramlar ilerisürmüs deðilim. Yapmak istediðim sadece eskiden filozoflarla halk arasýnda
bölünmüs olan
hakikati
birlestirmektir. Halk, algýladýðý nesnelerin gerçek nesneler olduðunu sanýyordu. Filozoflar
algýlanan seylerin
zihinde varolan seyler olduðunu söylüyordu. Yan yana konan bu iki anlayýsýn birlestirilmes
i, benim ilerisürdüðüm
savýn temelidir... Hylas: Uzun zamandan beri duyumlarýma güvenmiyordum, esyayý donuk bir
ýsýk altýnda ve sahte
bir gözlükle gördüðümü seziyordum. Simdi gözlük çýkarýldý ve aydýnlandým. Simdi onlarý asýl
görüyorum ve saltýk varlýklarý hakkýnda üzüntü çekmiyorum. Bununla beraber beni buraya geti
henüz
tümüyle kavramýs deðilim. Siz de akademiciler, kartezyenler ve buna benzer öðretililer gibi
ayný ilkelerle söze
basladýnýz ve uzun zaman onlarýn felsefesel süpheciliklerini ilerletiyor gibi göründünüz. O
ardýðýnýz sonuçlar
onlarýnkine tümüyle karsýt çýktý. Hylas'ýn bilimsel bir karsý koyucu olmaktan çok, destekle
aragöz'deki
Hacivat gibi konusturucu durumunu belirttiði için olduðu gibi aktardýðýmýz bu parçanýn teme
eri, kýsaca
Principles adýyla anýlan yukarda sözünü ettiðimiz yapýtta verilmektedir. Bu yapýtýn on yedi
agrafý özdeksel
tözün iki bölüme ayrýlmasýndaki felsefesel anlam baslýðýný tasýr, söyledir: Özdeksel tözden
larýn bile
ne anladýklarýný incelersek görürüz ki bundan maksatlarý, genel bir varlýk düsüncesi ve bun
rý meydana
getirisindeki göreli anlamdýr. Varlýk üstündeki genel düsünce bana soyut ve anlasýlmaz görü
. Varlýðýn
olaylara destek olmasýysa büsbütün anlasýlamaz. Her halde baska bir anlam kastediyorlar, n
e var ki bunu
açýklamýyorlar. Özdeksel töz deyiminin dilegetirdiði anlamýn iki bölümünü düsündüðüm zaman
birbirlerinden ayrýlamayacaklarýný görüyorum. Ama bu özdeksel dayanak, ya da devim, biçim v
uyumlanabilen
öteki nitelikler sorunuyla neden uðrasýp kendimizi üzelim? Bunlarýn zihin dýsýnda var bulun
larý kabul edilmiyor
mu ve bu da hiç mi hiç anlasýlmayan bir varsayým deðil mi?. Yapýtýn on sekizinci paragrafý
aki
nesnelerin varlýðý tanýtlanmak ister baslýðýný tasýr, söyledir: Her ne kadar katýlýk, biçim
iklerini
tasýyan özdeklerin zihin dýsýnda varolmalarý mümkünse de bunu bizim bilmemiz nasýl mümkün o
Bunu
ya duyularýmýzla ya da usumuzla bilmis olabiliriz. Duyularýmýz bize sadece duyduklarýmýzýn,
elerimizin ya
da duyumlarýmýzla araçsýz olarak algýlanabilen seylerin bilgisini verir. Ne var ki nesnele
rin zihin dýsýnda, ya da
algýlanmaksýzýn var bulunduklarýný bildirmez.
Bunu özdekçiler söyler sadece. Bundan ötürü nesnelerin varlýðý hakkýnda herhangi bir bilgim
bunu
usumuzla, esdeyisle duyularýmýzla doðrudan doðruya algýlanabilenle yapabileceðimizi uslamla
ayla anlarýz. Bu da
nesnelerin zihin dýsýnda, esdeyisle algýlamamýz dýsýnda var olduklarýna bizi inandýracak bi
en deðildir. Kaldý ki
özdeðin atesli yandaslarý bile özdekle düsüncelerimiz arasýnda zorunlu bir baðýntý bulunduð
cesaretini
gösterememektedirler. O halde her bakýmdan görülüyor ki, hiçbir cisim düsüncesiz varolamaz,
izde
varolana benzeyemez. Rüyalarda, sayýklamalarda ve buna benzer olaylarda meydana kona
n nesneler bunu her
türlü
tartýsmanýn dýsýnda tutar. Bundan da anlasýlýr ki, düsüncelerimizi meydana getirmek için dý
kým
nesneler bulunmasý hiç de zorunlu deðildir. Berkeleyin çesitli yanýlgýlarla dolu olan bu va
sayýmýna temel aldýðý
özdek tanýmý da baska yanýlgýlarýn ürünüdür. Berkeley'e göre özdek, tanrýnýn yokluðu'dur. S
özdeðe evet densin, tanrýnýn özdek olmadýðýný kimse kanýtlayamaz (Common-place Book, s. 32)
y'e göre
tanrýnýn özdek olmasý, tanrýnýn olmamasýdýr. Buysa olanaklý deðildir, çünkü tanrý olmadan e
açýklanamaz. Demek ki Berkeley, özdeðin varolmadýðýný ilerisürerken, varolmakla yok olmak a
ir seçme
yapmaktadýr ve varolmayý tanýtlamak için özdeðin yokolduðunu tanýtlamaya çalýsmaktadýr. Ber
rýnýn
kimi yerinde de, temel savýna aykýrý olarak, nesnel gerçekliði yadsýmadýðýný ve ancak onun
varolabileceðini
yadsýdýðýný söylemektedir ki bu da nesnel gerçekliði yadsýmak demektir. Söyle der: Duyularý
apan
tasarýmlar gerçek nesnelerdir ya da gerçekten vardýrlar, bunu yadsýmýyoruz. Ama onlarý algý
zihinler
varolmaksýzýn varolabileceklerini ya da zihinsiz varolan ilkörneklerin kopyalarý oldukla
rýný yadsýyoruz (Principles,
paragraf 90), Nesnelerin gerçekliðinden azýcýk olsun indirme yaptýðýmý düsünmek, yanlýstýr
91).
Burada Berkeley gerçekliðin tanýmýnda da yanýlgýya düsmektedir, nesnel gerçek ya da gerçekl
ncimizin
dýsýnda ve biz algýlamasak da varolan bir gerçekliktir. Nitekim insanýn varlasmasýndan önce
bir dünya vardý,
onu
algýlayacak hiçbir bilinç bulunmadýðý çaðlarda da nesnel gerçeklik bulunuyordu. Berkeley sö
tedir:
Duyulur nesnelerin zihinsiz varolduklarý da söylenebilir, ama baska bir zihinde varo
lurlar (Ýbid, paragraf 91). Bu
baska zihin, Berkeley'e göre tanrýnýn zihnidir. Bunu açýkça da söyler: Son çözümlemede, ben
gýladýklarý
tasarýmlar tanrýnýn zihnindedir, esdeyisle tanrý tarafýndan sürekli olarak yaratýlmaktadýrl
d, paragraf 91).
Demek ki Berkeley'e göre varlýk ya bizim algýmýzda ya da biz algýlamadýðýmýz zaman baskalar
a,
algýlayacak hiçbir bilinçli insanýn bulunmadýðý çaðlarda da tanrýnýn algýsýnda varolmaktadý
Diyorsunuz ki, benim için aðaçlarýn bir parkta ve kitaplarýn bir dolapta onlarý kimse algýl
ksýzýn varolduðunu
imgelemekten daha kolay bir sey yoktur. Haklýsýnýz, ama yaptýðýnýz sadece zihninizde kitapl
ve aðaçlar diye
adlandýrdýðýnýz belli tasarýmlar kurmaktan ve bu tasarýmlarý algýlayabilecek bir kimsenin t
mayý ihmal
etmekten baska bir sey deðildir. Su halde bu, varmak istediðiniz amaca yaramaz, sade
ce imgeleme ya da
zihninizde
tasarýmlar kurma gücüne sahip olduðunuzu gösterir. Düsünce nesnelerinin zihin olmadan varol
u
düsünebileceðimizi göstermez. Bunu göstermek için onlarýn düsünülmeden, kavranmadan varoldu
göstermemiz gerekir ki bu, açýkça saçmadýr (Ýbid, paragraf 23).
Ferkeley duyum ve tasarým deyimlerini esanlamda kullanýyor ki bu da baska bir yanýlgýdýr.
Ben ve benim gibi
olanlarýn dýsýnda bir de some Eternal Spirit (Öncesiz ve sonrasýz bir Ruh, esdeyisle tanrý)
zihninden ve algýsýndan
tasarýmýndan da söz etmektedir ki bu yüce varlýðýn varolmasý da ben ve benim gibilerin algý
baðlýdýr.
Berkeleyin düsüncelerinin zorunlu çelisik sonucu budur. Ne var ki Berkeley, sadece özdek
sel töz'ün algýdýsý
varlýðýný yadsýyarak ruhsal töz'ün algýdýsý varlýðýný kabul etmektedir. Bu kabulse, havada
a
gerek duymadýðý bir dogmadýr. Berkeleyin bütün öðretisi böylesine bir dogmayla temellenmekt
dogmanýn
doðruluðu varsayýmý üstüne kurulmaktadýr. Tanýtlamak istediði de, bu dogmaya dayanarak, nes
bilinç
dýsýnda
varolmadýklarý deðil, sadece bu nesnelerin özdeksel bir töz olmayýp ruhsal bir töz olduklar
u yüzden
Berkeleyin öznel düsünceciliðine Özdekyadsýcýlýðý anlamýnda immateryalizm (Bu deyimi ilkin
yazdýðý bir kitabýn baslýðýnda kullanmýstýr: Berkeley's Immaterialism) denilmistir. Richard
hins da
Berkeley öðretisini Yenigerçekçilik (Ýng. New Realism) adýyla nitelemektedir. Fraser de ona
Düsünsel gerçekçilik
(Ýng. Ideal Realism) demektedir. Kimi yapýtlarda özdeksizci düsüncecilik (Fr. Idealýsme imm
terialiste) de
denmistir. Berkeley özdeksizciliði, temelde, Leibniz metafiziðine dayanýr. Alman metafiz
ikçisi Leibniz Yalnýz
ýsýk, renk ve sýcaklýðýn deðil; devim, biçim ve genisliðin de ancak görünüste nitelikler ol
ilirim
diyor ve özdeði somut biçimlerindeki özelliklerle aynýlastýrma yanýlgýsýna düsüyordu Bu büy
bilim adamý ve düsünürü olduðu gibi Berkeleyi de Her nesne yalnýzca niteliklerinin toplamý
a, nitelikler
de yalnýz zihinde varolduklarýna göre özdek ve erke, atomlar ve yýldýzlardan meydana gelen
nesnel evren
ancak
bilinçteki bir kurulus olarak vardýr saçmasýna götürmüstür. Oysa bilme sürecinin öznelliði,
bilginin
nesnel temelini yok etmez.
Tüm öznel düsüncecilik gibi Berkeley özdeksizciliði de tekbenciliðe düsmekten, ben yoksam e
de yoktur
saçmasýna varmaktan kurtulamamýstýr. Nitekim Berkeley bunu açýk'ça da söylemektedir: Göðün
yerin yapýsýnýn, kýsaca, dünyanýn güçlü çatýsýný meydana getiren tüm cisimlerin zihnin dýsý
yoktur: Ben onlarý algýlamadýkça, onlar zihnimde ya da baska bir yaratýðýn zihninde varolma
nlarýn hiçbir
varlýklarý yoktur. Ya da bir ölümsüz ruhun zihninde varolduklarýný kabul etmek gerekir. Dem
ki sonuç da, çýkýs
noktasý gibi, Leibnitz'ci bir Tanrý savunusu'dur. Fransýz özdekçisi Diderot, Körler Üstüne
p'unda Ýnsan
zekasýnýn yüzünü kýzarttýðý ve bütün sistemlerin en saçmasý olduðu halde savasýlmasý en güç
tanýmladýðý Berkeley öðretisini, eytisimsel olmayan metafizik yapýlý bir özdekçilik izledið
asý en güç
sistem saymýstýr. Çünkü metafizik özdekçilik de, düsüncecilik gibi, özdeði niteliklerine in
gý her iki
kampta da ortaktýr. Çaðdas idealizm ve metafizik, Diderot'nun deyimiyle bütün sistemlerin
en saçmasý olan
Berkeley özdeksizciliðini savunmakta devam etmektedir. Bu savunu, özellikle, özdeðin varol
madýðý savýyla
özdeðin zihinde varolduðu savýnýn ayný sey olmadýðý varsayýmýna dayanmaktadýr. Daha açýk bi
birçoklarýna göre, özdek sadece zihinde vardýr demek özdeksel dünya yoktur demek deðilmis.
pek açýktýr ki
özdek sadece zihinde vardýr demek, özdeksel dünya yoktur demektir. Bu gerçek, sözcük oyunla
gizlenemeyecek kadar açýktýr. Örneðin Amerikalý Profesör W. T. Stace söyle demektedir: Halk
da
Berkeleyin, maddenin varolmadýðý yolundaki saçma düsünceyi önerdiði sanýlýr. Doktor Johnson
isitince
tasa tekme atarak onu çürütmeye girismis. Ama Doktor Johnson bunu yapmakla, felsefeden
anlamayan akýlsýz bir
filisten sayýlmayý hak etmistir. Aslýnda Berkeley, ilerisürdüðü sanýlan çýlgýn önermeyi ger
lsa,
Doktor Johnson'un tekmesi de bu düsünceyi kesin bir biçimde çürütmüs sayýlabilirdi. Gerçekt
leyin dile
getirdiði görüsler ise istediðiniz kadar tekme atýn, çürütemezsiniz bunlar sunlardýr: Madde
izim ve
tanrýnýn zihinlerimizde ve zihinlerimiz için varolur, maddenin özü algýlanýr olmaktýr, madd
görünebilir ve
elle tutulabilir görünüsünün altýnda bilinmeyen ve bilinemez bir alttabaka yoktur. Bildiðim
darýyla, aklý
basýnda hiç kimse maddi dünyanýn varolmadýðýný iddia etmemistir. Belki bir tek Gorgias. Ama
ias galiba
yalnýzca bir sakacýydý. Maddi dünya vardýr, oradadýr süphesiz, Doktor Johnson'un ispatladýð
una isterseniz
düs, isterseniz yanýlsama ya da sadece bir görünüs deyin. Ama gene de bu düs, bu yanýlsama,
görünüs
oradadýr.
Kesinlikle varolmaktadýr (bkz. Stace, Hegel Üstüne, Birikim Yayýnlarý, Ýstanbul 1976, Murat
Belge çevirisi, s. 19-
20. Kimi tümcelerin ve sözcüklerin altýný ben çizdim. O.H.). Profesör Stace' ýn bu sözlerin
yanýlgýlar
vardýr: Ýlkin, Berkeley ileri sürdüðü sanýlan çýlgýn önermeyi gerçekten söylemistir; bunu,
kendi
yapýtýndan aktardýðýmýz alýntýlarda göstermis bulunuyoruz. Ýkinci olarak, tanrý ve zihni bi
iddi bir
tartýsma konusu deðildir. Üçüncü olarak, Madde yalnýz bizim zihinlerimizde ve zihinlerimiz
varolur demek,
pek açýk olarak özdeðin zihin ya da zihinler dýsýnda varolmadýðýný söylemek demektir. Dördü
zihin ya da zihinler dýsýnda varolmadýðýný söylemek, gene pek açýk olarak özdeksel dünyanýn
savlamak demektir. Besinci olarak, özdeðin özü hiç de algýlanýr olmak deðildir; insana duyg
a algýlanamayan
sayýsýz özdekler vardýr, örneðin elektromanyetik alanlar algýlanamazlar, ama özdekseldirler
stein'ýn
matematiksel denklemlerinde açýk seçik göründükleri gibi pusula ibrelerini kuvvet çizgileri
yunca yöneltirler;
kaldý ki bunu tanýtlamak için elektromanyetik alanlara kadar uzaklasmak da gerekmez, örn
eðin saniyede yirmiden
az
ve yirmi binden çok titresimler algýlanamazlar, ama vardýrlar, Berkeleyin ünlü sözü esse es
ercipi (Varolmak,
algýlanmaktýr) hiçbir söz oyunuyla gizlenemeyecek biçimde bunlarý yoksayar. Altýncý olarak;
esör Stace için
özdeksel dünya vardýr demek, yukardaki parçada açýkça söylediði gibi o bir düs, bir yanýlsa
vardýr demektir; oysa varolan ne düs, ne yanýlsama, ne de görünüstür, özdeksel dünyanýn ve
nesnel
gerçekliðin ta kendisidir. Özetle, bizzat idealizm gibi özdeksizcilik savý da, neresinden
tutarsanýz tutun, ipe sapa
gelmez bilimdýsý bir savdýr. Ünlü bir diyalektikçi söyle der: Öðretilerinde bir otobüsü düs
onun
altýnda ezilmemek için karsý kaldýrýma seðirtirken, otobüsün düsünceden ibaret olmadýðýný p
Evren ve tüm evrensel olanlar özdektirler. Bunlarýn dýsýnda özdek diye ayrý bir sey elbette
k. Nasýl ki elma,
armut, üzüm, karpuz ve baskalarýnýn dýsýnda meyve diye bir sey yoksa. Elmayý, armudu, üzümü
yadsýmadan meyve de nasýl yadsýnamazsa tas, toprak, kus, aðaç yadsýnmadan özdek de öylece y
az.
XViii'nci yüzyýl akýlcýlýðýnýn doðal sonucu olan deneycilik, Ýskoçya okulunun elinde biçim
Bu
okulun kurucusu Glasgow Üniversitesi Profesörü Thomas Reid'dýr (1710-1796). Reid'a göre dýs
deneylerden
baska,
onlar kadar önemli olan, bir de iç deneyler vardýr. Ýnsan ruhunu, doðusunda, henüz hiçbir s
yazýlmamýs, bombos
bir kaðýt (tabula rasa) sayan Locke'la, onun yolunda yürüyen Berkeley ve Hume yanýlmaktadýr
ar. Öyle bir çesit
yargýlar vardýr ki bunlar kendiliðinden, insan ruhunda meydana gelirler. Erdem yargýsý bun
larýn basýnda gelir.
Erdem
yargýsýnýn meydana gelmesi için hiçbir dýs deney gerekmez. Doðruyla yanlýsý, iyiyle kötüyü
nla
beraber doðmus olan bu yargý gücüdür. Reid, ancak iç deneylerin ürünü saydýðý bu yargý gücü
(common
sense) adýný vermektedir. Bu yargýlar, Reid'a göre, zihnin içgüdüleridir ve bizimle birlikt
oðarlar. Bu yargýlarýn
doðruluklarýndan kuskulanmamalý, onlarý olduklarý gibi benimseyip uygulamalýyýz. Saðduyu, h
am insanda
aynýdýr, deðismez. Su halde, Reid'a göre erdem, bir içgüdüdür.
Fransýz maddecilerinden Paul-Henri Baron d'Holbach'sa (1723-1789) bu düsüncenin tam te
rsini savunmaktadýr.
Küçük yasta Fransa'ya göçmüs bir Alman olan Baron d'Holbach'a göre, maddeyi gereði gibi anl
yanlar
hemen
ruha basvurmaktadýrlar. Nedenini çözemediðimiz bir olayla karsýlastýk mý Tanrýdan medet umu
. Mademki bu
olayýn nedenini bulamýyorum, su halde bu bir Tanrý isidir, demek kadar sakat bir düsünce o
labilir mi? Bu davranýs,
insan aklýnýn henüz gücüne kavusmadýðý çaðlarda hos görülebilirdi. Ýlkel insan, içinden çýk
gürültüsünün nedenini nasýl cinlere baðlýyorsa, aklýn gerçek gücüne kavusamamýs insan da er
baðlamaktadýr. Oysa, düsünce, bir molekül hareketidir. Madde, canlýdýr. Cansýz sanýlan bir
neðin bir
elma, midemize girip kanýmýza karýsarak canlanýr. Kaldý ki aslýnda da cansýz deðildi o. Büy
lgunlasmakla,
kýzarmakla hareket ettiðini pekala tanýtlýyordu. Bizimle birlestikten sonra canlýlýðý su gö
r biçimde belirdi.
Bütün nedenler maddeden doðmaktadýr. Maddeyle açýklanamayan hiçbir neden yoktur. Tek bilim,
ziktir. Su
halde
erdem fiziktir, bir molekül hareketidir.
Burada, Fransýz Ansiklopedicilerini de gözden geçirmek zorundayýz. Bir ansiklopedi kurma
k davranýsý, XViii'nci
yüzyýlýn en önemli davranýslarýndan biri olmustur. Fransýz Ansiklopedisi, pek küçük bir azý
unan
bilimi genis toplumlara yaymýstýr. Ansiklopedinin ilk cildi 1751 yýlýnda yayýnlanmýstý ve X
i'nci yüzyýl
aydýnlanmasýna uygun olarak Akla Göre Düzenlenmis Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Ansikl
opedisi
(Encyclopedie ou Dictionnaire Raisonne des Sciences, des Arts et des Metiers) adýný
tasýyordu. Bu ilk ansiklopedi
35 cilt olarak 1780 yýlýnda tamamlandý.
Bu büyük iste emeði bulunanlarýn basýnda d'Alembert, Diderot, Voltaire, Rousseau, Baron d'
Holbach gelmektedir.
Ansiklopedinin ilk yayýnlayýcýsý Jean d'Alembert (1717-1783) ne maddeye, ne de ruha bel
baðlamayan bir
kuskucuydu. Bu bakýmdan ansiklopedinin onun yönetiminde yayýnlanan ciltleri bu kuskucu
luðun etkisi altýndadýr.
Deneylerin dýsýndaki bilgilere sýrt çevirmistir, deneylere bile kuskuyla bakmaktadýr. D'Al
embert'e göre salt hiçbir
bilgimiz yoktur. Dünyayý böyle biliyoruz, çünkü bize böyle görünüyor, aslýnda belki bambask
François Marie Voltaire'se (1694-1778) bir düsünürden çok bir yayýcý, bir dilci, bir etkile
idir. Gününe göre
asýrý sayýlan birçok yeni düsünceleri Fransa'ya o sokmus, o tanýtmýstýr. Voltaire yeni bir
sindedir.
Bu dünya, aklýn egemenliðine girmelidir. Ruhu maddeden ayýranlara kýzdýðý kadar, ruhu madde
irlestirenlere
de
kýzmaktadýr. Ona göre varlýk, hem maddesel hem de ruhsaldýr. Bu ikiliði birbirinden ayýrmak
dar, bir saymak da
akýlsýzlýktýr. Ruhu maddeden ayýrmaya çalýsmak bosuna, gereksiz bir soyutlamaya girismek de
tir. Ruhu
maddeyle birlestirmek de gülünçtür. Ruhun görevleri maddeye baðlýdýr ama, onun kendine özgü
a
vardýr.
Voltaire, ünlü Felsefe Sözlüðü'nün Erdem (Vertu) maddesinde erdemi kýsaca, benzerine iyilik
k'le
tanýmlamaktadýr: Erdem nedir? Benzerine iyilik etmek. Bana iyi gelen seyden baskasýna
erdem adýný verebilir
miyim? Ben yoksulum, sen cömertsin. Ben tehlikedeyim, sen yardýmýma kosarsýn. Sana hiç düsü
den erdemli
bir insan derim. Dinsel erdemlerin seni ilgilendirir, inancýn varsa bundan bana ne
? Ermis Pavlus sana
iyilikseverliðin inandan da, umuttan da ileri bir sey olduðunu söylemekte haklýydý. Toplul
uk halinde yasýyoruz. Su
halde bizim için gerçekten iyi olan, topluluk için yararlý olandýr: Dünyadan el etek çekmis
r adam kendi basýna
iyi bir insan olabilir, ama ben ancak baska insanlarýn yararlanacaðý erdemli bir davra
nýsta bulunduðu zaman ona
erdemli insan diyebilirim. Tek basýna kaldýkça ne iyi, ne de kötü adamdýr, bizim için hiçbi
deðildir. Ýnsanlar
arasýndaki erdem bir iyilik alýsverisidir. Neron, Papa Vi'ncý Alexandre gibi canavarla
r birçok iyiliklerde de
bulunmuslardýr, deniliyor. Hiç çekinmeden söyleyelim, o iyilikleri ettikleri gün hepsi de
erdemli insanlar
olmuslardýr. Kimi Tanrýbilimciler Ýmparator Antonius'un böbürlenmek için adaletli, çalýskan
liksever olduðunu
ve erdemleriyle insanlarý aldatmaktan baska bir sey yapmadýðýný söylerler. O zaman ben de k
ndimi tutamýyor:
Tanrým, diye haykýrýyorum, ne olur, bize sýk sýk böyle yalancýlar gönder!..
Peki, ya kötülük?..
Gene ayný sözlüðün Kötü (Mechant) maddesinde de sunlarý söylemektedir: Ýnsanýn, yaratýlýsýn
haykýrýp duruyorlar. Bundan daha yanlýs bir düsünce olamaz. Ýnsanoðlu hiç de kötü olarak ya
Ama
hastalandýðý gibi kötülesebilir de. Yeryüzünde bir milyar insan 'varsa bunun, asaðý yukarý
yonu dikis
diken, yün eðiren, çocuklarýný emziren, birazcýk da komsularýný çekistiren kadýnlardýr. Bu
ryüzünde
ne gibi kötülükler ettiklerini anlamýyorum. En az iki yüz bin de çocuk vardýr ki elbette ne
am öldürür, ne de
yaðma ederler. Asaðý yukarý bir o kadar da kocamýs ya da hasta çýkar. Geriye pek pek yüz mi
güçlü, cinayetler
isleyebilecek delikanlý kalýr. Bu yüz milyondan doksan milyonu sürekli olarak didinip to
praðý zorladýklarýndan
kötülük etmeye vakitleri yoktur. Geriye kalan on milyona yasamaktan mutluluk uman issi
z güçsüz kimselerle
aristokratlarý, çesitli ve saygýdeðer meslekler tutanlarý katýnýz. Demek oluyor ki gerçekte
arak, daima
dünyayý karýstýrmak isteyen kimi politikacýlarla kendilerini bu politikacýlara kiralayan bi
kaç bin serseriden baskasý
kalmýyor. Bu yýrtýcý hayvanlardan da ayný zamanda kullanýlanlarýn sayýsý hiçbir zaman bir m
lmaz. Hem bu
sayýda yol kesen eskýyalarý da hesaba katýyorum. Su halde, yeryüzünde; en fýrtýnalý zamanla
e, kötü
denilebilecek binde bir kisi vardýr, o da her zaman kötü deðildir. Ayný sözlüðün Töre (Mora
) maddesinde
söyle der: Nasýl tek geometri varsa, öylece, tek töre vardýr. Hintli boyacý da, Tatar çoban
haklýyla haksýzý bilir.
Konfüçyüs bir fizik sistemi kurar gibi bir töre sistemi kurmus deðildir, o bunu bütün insan
binde bulmustur.
Bu töre dincilerde olduðu kadar paganlarda da vardýr. Töre; ne bos inançlarda, ne de dinse
l dogmalardadýr. Bütün
dogmalarýn birbirlerine karsýt olduklarý halde akýllarýný kullanmasýný bilen bütün insanlar
ayný kaldýðý ne
kadar söylense azdýr.
Voltaire, sözlüðünün Doðruya Eðriye Dair (Du Juste et de 1'Injuste) maddesinde de su düsünc
aya
atmaktadýr: Bize doðruluk, eðrilik duygusunu kim vermis? Bize bir beyinle bir de kalp
vermis olan Tanrý. Peki,
aklýnýz size erdemi ne zaman öðretiyor? Ýki kere ikinin dört ettiðini öðrettiði zaman. Ey S
arýnýn sapsarý
insanlarý, kara Afrikalýlar, tüysüz Kanadalýlar, Platon, Cicero, Epiktetos... Pirincinizin
fazlasýný, gelip sizden
isteyen yoksulu öldürmektense, bunu ona vermenin daha iyi bir sey olduðunu hepiniz bil
iyorsunuz. Bu duygu
hepinizde ortaktý. Doða her zaman sunu haykýrmýstýr: Eðri deðil, doðru olunuz.
Voltaire, ünlü sözlüðünün Esitlik (Egalit6) maddesine de söyle baslamaktadýr: Köpek köpeðe,
rçludur?
Hiçbir sey. Hiçbir hayvan ötekinin buyruðu altýnda deðildir. Ama insanoðlu akýl denen Tanrý
us. Ne
kazanmýs biliyor musunuz? Dünyanýn her yerinde köle olmayý.
Voltaire'e göre hayvanlar akýlsýz olduklarý için özgürdürler. Öyleyse insanlar sadece hayva
nlarýyla esit
olabilirler. Nitekim sözlüðün 1711 baskýsýnda su parça eklenmistir: Yaratýlýslarýna baðlý o
akýmýndan
bütün insanlar, esittirler. Çin kralý, Moðol imparatoru, Türk padisahý kullarýnýn en asaðýs
a, düsünmeyi,
ayakyoluna gitmeyi, yediklerini hazmetmeyi yasaklýyorum! diyemez. Bir ineðin pesinde
dolasan bir boða, baska bir
boðanýn saldýrýsýna uðradý mý öteki çayýra gidip kendisine baska bir sevgili bulur, özgürdü
ayak
yiyen horoz baska bir kümeste kendini avutur: Ama bizler için is böyle deðildir. Bir vez
ir bir bostancýyý Limni
adasýna sürer, basvezir veziri Bozcaada'ya sürer, padisah bas veziri Rodos adasýna sürer,
yeniçeriler de padisahý
tutuklayýp dini bütün' Müslümanlarý keyfine göre sürgün edecek bir baskasýný tahta çýkarýrl
böyle ufak tefek islerde kullanmakla yetinirse ne mutlu.
Hiçbir ise ihtiyacýmýz olmasaydý isçi arar mýydýk? diye soruyor Voltaire. Demek oluyor ki i
yaçlarý olmasa bütün
insanlar zorunlu olarak esit olacaklardý. Peki, sadece düsünmek, ayakyoluna gitmek ve
yediklerini hazmetmek
bakýmýndan esit olan insanlardan birinin kaldý ki insanlar düsünmek, ayakyoluna gitmek ve
yediklerini hazmetmek
bakýmýndan da esit deðildirler öteki insanýn isine neden ihtiyacý olsun?.. Voltaire'e göre,
l yasayýsta böyle bir
ihtiyaç duyulmamýstýr: Bütün dört ayaklýlarýn, kuslarýn, sürüngenlerin yararlandýklarý doða
bir
yasayýsta insanoðlu da onlar kadar mutlu yasamaktaydý. O zaman, bir baskasýna egemen olm
ak kimsenin aklýna
bile
getirmeyeceði bir kuruntuydu.
Görüldüðü gibi, Voltaire, insanlarý hayvanlastýrmak için kafa patlatmakla suçladýðý Roussea
sonuca varmaktadýr. Bu sonuç, Yunanlý Hesiodos'tan beri yirmi bes yüzyýldýr özlemi çekilen
Ne var ki Voltaire ötekiler gibi bu çaða dönülmesini öðütlemiyor. Tersine, artýk bu çaða dö
kanýsýndadýr. Çünkü insan akýllanmýstýr. Akýl, hayvansal gereklerin dýsýnda, birçok ihtiyaç
Ýnsanoðlunun alageyiklerin, karacalarýn barýnaðýndan, yataðýndan baska bir eve, yataða ihti
. Çünkü
insanoðlu, yapýsýna uygun bir iklim bulmamýstýr. Açýk bir deyisle, insanoðlu, hayvanlar gib
a
uymamaktadýr.
Öyleyse insanoðlunun doðayla çatýsmasý akýlla, bir baska deyisle, insanlýðýyla baslamaktadý
kýl, bu
insanlýk niçin esitsizliði doðuruyor? Esit olmak için her halde doðaya uygun olmak mý gerek
Voltaire, bu gerekli
soruyu söyle karsýlýyor: Soyumuza kancayý takan yoksulluk, bir insaný bir ba.ska insanýn bu
ruðuna vermektedir.
Peki, yoksulluk soyumuza neden kancayý takmýstýr?.. Voltairein' bu konudaki düsüncesini ki
asýl sorun budur su
sözlerinden çýkarabiliriz: Kalabalýk bir aile verimli bir tarlayý ekip biçiyor. Yaný basýnd
ki küçük ailenin de
nankör, verimsiz topraklarý var. Topraðýn paylasýlmasýnda kimine verimli, kimine verimsiz t
praklar düsmüs.
Öyleyse esitsizlik talihsizlik'le baslýyor. Ama sadece bu da deðil. Her insan, doðustan,
baskasýný ezmeye, zengin
olmaya, zevke, safaya eðilimlidir, tembellikten de pek hoslanýr. Onun için her insan b
askalarýnýn parasýný, karýlarýný
elde etmek, onlarýn efendisi olmak, hepsini kendi keyfine boyun eðdirmek, sonra hiçbir
sey yapmamak, ya da
ancak
pek zevkli seyler yapmak ister. Voltaire bu nedenleri pek olaðan bulmaktadýr: Su tal
ihsiz dünyamýzda bir arada
yasayan insanlarýn iki sýnýfa, buyuran varlýklýlarla is gören yoksullara ayrýlmamasý, yukar
yýlan eðilimleri
yüzünden, imkansýzdýr. Esitsizlik, iki papazýn birbirlerini kýskanmasý kadar olaðandýr.
Dahasý var: Her insanýn yüreðinin ta içinde kendisini öteki insanlarla esit saymaya yerden
kadar hakký
vardýr.
Böyle olunca, bir kardinal asçýsýnýn efendisine yemek hazýrlatmasý gerekmez. Ama asçý söyle
r: Ben de
efendim gibi bir insaným, ben de onun gibi viyaklayarak dünyaya geldim, o da benim g
ibi ayný acýlarla, ayný
törenlerle ölecek: Ýkimiz de ayný beden isini görüyoruz. Sayet Türkler Roma'yý zaptederler,
kardinal, efendim
de asçý olursa onu yanýma alýrým. Bu sözlerin hepsi akýllý uslu, doðru sözlerdir. Ama Türk
'yý
alýncaya kadar asçý görevini yapmalýdýr. Yoksa insan topluluðu bozulur gider.
Kuralar çekilmis, paylar daðýtýlmýs, talihlilerle talihsizler yerlerini almýslardýr. Voltai
1771 baskýsýna su sözleri
ekliyor: Kuralar çekildikten sonra gelmis bize diyorsun ki, ben de sizin gibi bir
insaným, benim de iki elimle iki
ayaðým, belki sizden fazla gururum, hiç deðilse sizinki kadar karýsýk, saati saatine uymaz,
sizinki kadar çelismeler
içinde bir aklým var. Bana da payýma düsen topraðý verin. Su bilinen dünyamýzda verimli ver
elli bin milyon
arpent (bes bin metrekarelik toprak ölçüsü) ekilecek toprak var. Dünyada topu topu bir mil
yar kadar iki ayaklý
hayvanlarýz, her birimize elli arpent düser. Hakkýmý yemeyin, verin bana elli arpentimi.
Aldýðý karsýlýk sudur:
Burada herkesin payý daðýtýlmýstýr. Bizim aramýzda karnýný doyurmak, üst bas edinmek, basýn
yer
bulup ýsýnmak istiyorsan, babanýn yaptýðý gibi sen de bizim için çalýs, ya da bizi eðlendir
tme, karsýlýðýný
öderiz. Yoksa dilenmek zorunda' kalýrsýn ki bu da senin gururunu büsbütün kýrar.
Görüldüðü gibi, Voltaire'e göre insan toplumunun bozulmamasý için köleler köleliklerini yap
u,
dilencilik ederek gururu büsbütün kýrmaktan iyidir. Hem, köleler talihsizliklerinden baska
niçin kölelesmisler,
biliyor musunuz? Voltairei dinleyin: Kalabalýk bir aile iyi bir tarlayý ekip biçiyor,
yaný basýndaki iki küçük ailenin
de nankör, verimsiz topraklarý var. Bu iki yoksul ailenin varlýklý aileye ya hizmet etme
si, ya da onu boðazlamasý
gerekir. Yoksul ailelerden biri karnýný doyurmak için zengine kolunun emeðini sunar.
Öbürü gidip üstüne saldýrýr, dayaðý da yer. Ýste hizmetçiler, ýrgatlar hizmet eden ailenin,
aðý yiyen
ailenin torunlarýdýrlar.
Voltaire'e göre, hiçbir seyi olmayan bir sürü insanlar bulunmalýdýr. Çünkü, hali vakti yeri
adam kendi
topraðýný býrakýp sizinkini sürmeye elbette gelmeyecektir. Hem, bir çift kunduraya ihtiyacý
rsa bunu size
Danýstay baskaný yapamaz. Bütün yoksullar mutsuz deðillerdir, çünkü söyle doðmuslardýr. Son
ma
ne halde olduklarýný pek fazla duymalarýna engel olur.
Topraðýn paylasýlmasýnda talihsiz bir atanýn torunu olmak talihsizliðine uðramýssanýz, artý
a kadar,
payýnýza ya ýrgatlýk, ya da dayak yemek düsecektir. Metafiziðe saldýrýlarýyla ünlenen Volta
e
tutulmus bu düsüncesiyle katýksýz bir metafizikçidir.
Voltairein, bütün yapýtlarýndan çýkarabileceðimiz genel düsüncesi söyle özetlenebilir: Ayak
an
akýldan yararlanamayacaktýr. Bu sýnýfýn kendisini aydýnlatmaya ne vakti ne de yeteneði vard
ydýnlanmýs
monarsi
bunlarý yönetir. Akýllý bir kral en iyisidir. Tarihsel deðismeler, akýl ve din çekismesinde
oðmustur. Akýl, doðal
dindir. Uluslarý, aydýnlatarak, hurafelerin pençesinden akýllý kisiler kurtaracaklardýr. Ta
rý, en yüksek varlýktýr.
Din, bu yüksek varlýða tapmaktan ibarettir. Akýl, bu yüksek varlýðýn varlýðýný tanýtlar. Çü
yapýcýyý gerektirir. Tanrý düsüncesinden baska icat edilen her sey saçmadýr, Ýsa adlý bir Y
e lüzum var?.
Töre (ahlak), Tanrýnýn insanlara verdiði akýlla kavranan doðal bir güçtür. Bütün gönüllere
umdur.
Çesitli töreciler çatýsmýslardýr ama, ayný töreyi öðretmislerdir. Ýki kere iki her yerde dö
er yerde
ayný ilkeden ayný sonucu çýkarýr. En büyük töre yasasý haksýzlýk yapmamaktýr, bunu da, düny
e
olursa olsun, bütün insanlar bilirler.
Diderot (1713-1784), Madam Puisieux'ye, 1749 yýlýnda Londra'dan söyle yazýyordu: Körlerin
erdemli
olabileceklerine inanmýyorum Madam. Bir kör için, iseyen biriyle hiç ses çýkarmadan kaný bo
an biri arasýnda ne
ayrýlýk vardýr? Bizler de, esyanýn uzaklýðý ya da küçüklüðü yüzünden, týpký körler gibi, ac
muyuz? Erdemlerimiz, duyumlarýmýza, esyanýn bizim üstümüzdeki etkilerine o kadar baðlý ki..
a korkusu
olmasa, pek çok kimsenin uzaktan kýrlangýç kadar görünen bir insaný öldürürken, bir öküzü e
boðazlamaktan
daha az acý duyacaðý besbellidir. Acý çeken bir ata acýdýðýmýz halde umursamadan bir karýnc
z?
Ah
Madam, bilseniz, körlerin erdemi bizimkinden, bir sýðýrýn erdemi bir körün erdeminden ne ka
baska.
Bizimkilerden daha çok duyularý olan biri de bizim erdemimizi, kötü bir sey söylemeye dili
m varmýyor, ne kadar
kusurlu bulurdu.
Büyük Fransýz düsünürü Diderot, XViii'nci yüzyýl Fransýz özdekçiliðini, yukarda görüldüðü g
temellendirmektedir. Ünlü devrimci Georges Politzer, onun için, Marx ve Engels'ten öncek
i en büyük özdekçi
(materyalist) düsünür diyor. Lenin, Diderot'nun, hemen hemen çaðdas diyalektik materyalizm
in sonuçlarýna
vardýðýný söylemistir. Engels, Tarihsel Özdekçilik (1892) adlý yazýsýnda, basta Diderot olm
Fransýz
özdekçileri için sunlarý yazmaktadýr: Bu arada maddecilik, Ýngiltere'den Fransa'ya geçerek,
ülkede
Descartesçýlýktan gelen bir baska maddecilikle karsýlastý ve onunla kaynastý. Maddecilik, b
slangýçta, bu ülkede
de
tamamen aristokratik bir öðreti olarak kendini gösterdi ama, aradan çok geçmeden içindeki d
vrimci öz açýða
çýktý.
Fransýz maddecileri, sadece dinsel konularý elestirmekle kalmadýlar; yollarýnýn üstüne çýka
it bilimsel
geleneði ve politik kurumu da elestirdiler. Savunduklarý maddecilik öðretisinin her konu
ya evrensel bir biçimde
uygulanabileceðini göstermek için bu öðretiyi bilimin bütün konularýnda, Encyclopedie adlý
erinde
uyguladýlar ve daha sonralarý bu yüce eserin adýyla anýldýlar. Böylece, bu öðreti, her iki
e (apaçýk
maddecilik ya da deisme) Fransa'nýn bütün okumus gençliðinin kabullendiði bir öðreti haline
i (bkz. F.
Engels, Sosyalist Düsüncenin Gelismesi, Salahattin Hilav çevirisi, 1964, s. 45, 46).
Denis Diderot'nun düsünceleri kýsaca söyle özetlenebilir: Evrendeki bütün olgularýn özü bir
de dýsýnda
bir ruhun varlýðý bos bir kuruntudan ibarettir. Bitkide süren, hayvanda duyan, insanda düsü
en hep o bir seydir ki
bu da madde'dir. Sýrf düsünceyle felsefe yapýlamaz, çünkü düsünce maddesel olaylardan gelir
arla olusur.
Metafizik, yüzyýllardan beri payandalanarak ayakta tutulmaya çalýsýlan çürük bir yapýdýr, h
karsýsýnda
tutunamaz. Evrim, doðaldýr ve doðanýn seçmesiyle, ayýklanmasýyla sürüp gider. Bütün varlýkl
nden
türemis
ve birbirlerine katýsmýslardýr (Diderot'nun bu ilginç görüsünü Lamarck ve Darwin, çok daha
tekrarlayacaklardýr):
Diderot'nun bu Herakleitos'vari sezisleri, gerçekten hayranlýk vericidir.
Bu yüzyýlýn yetistirdiði bir baska Fransýz düsünürü de, çesitli konular üstüne Demeç'leriyl
)
ünlenen J. J. Rousseau'dur. Dijon Akademisi, 1749 yýlýnda, bir yarýsma düzenlemisti: Bilim
lerle sanatlarýn
ilerlemesi erdemimizi gelistirdi mi? Ýste o güne kadar kendini müzikçi sanan Ýsviçreli Jean
Jacques Rousseau'yu
(1712-1778), çaðýnýn en önemli yazar düsünürlerinden biri yapan soru, bu sorudur.
Ýnsan iyiydi, onu kötü eden uygarlýktýr (medeniyet). Otuz yedi yasýndaki Rousseau, soruyu b
e karsýlayarak
Dijon Akademisi'nin armaðanýný kazanacak. Hem de öylesine bir basarýyla ki, ünü bir anda bü
upa'ya
yayýlacak ve yazarlýk hayatý bu ünlenmeden sonra . baslayacak. Genç Rousseau, simdi, kocam
an bir aydýnlanma
çaðýna bir basýna karsý çýkmanýn övüncü içindedir.
Rousseauya göre, birkaç yüzyýl önce Avrupalýlar mutlu bilgisizlikleri içinde erdemli yasýyo
Bu bölgede
edebiyat sanatýnýn yeniden dirilerek erdemsizliklerin türemesine Müslümanlar sebep oldu. B
izans'ýn çökmesi
Yunan sanatýnýn kalýntýlarýný Ýtalya'ya göçtürdü. Yazma sanatýný düsünme sanatý izledi. Avr
bilgiçlikleri, erdemsiz uygarlýklarý da böylece baslamýs oldu. Müslümanlar, Bizans'ý silip
ydiler
Avrupa'da bir yeniden doðus (Renaissence) olmayacak; Avrupalýlar da mutlu bilgisizli
kleri içinde erdemli erdemli
yasayýp gideceklerdi.
Rousseau, bu düsünceleri savunan Bilimlerle Sanatlar Üstüne Demeç (Discours sur les Scienc
es et les Arts) adlý
yapýtýnýn sonradan yapýlan bir yeni baskýsýna söyle baslamaktadýr: Ün nedir? Ýste ünümü bor
Bana bir armaðan kazandýrmýs ve adýmý tanýtmýs olan bu parça orta derecededir, bir bakýma h
i deðildir
diyebilirim. Eðer bu ilk yazýya gereðinden çok deðer verilmeseydi yazarý da nice mutsuzlukl
rdan korunmus olurdu.
Oysa önceden gösterilen bu yersiz övgünün, sonradan, çok daha yersiz yergileri üstüme çekme
rimmis
benim.
Rousseau'nun, sonradan önemsizliðini böylece açýkladýðý bu yapýtýnda savunduðu düsünceye gö
sanat
ve bilim insanlarý kusatan zincirleri çiçeklerle süsler, özgür yasamak için doðmus görünen
aki o doðal
duyguyu boðar, tutsaklýklarýný (esirliklerini) sevdirir ve onlarý sözde uygar uluslar kýlýð
. Bilimler ve
sanatlar kral tahtlarýný saðlamlastýrmýslardýr. Sanat, davranýslarýmýza yapmacýk katmadan ö
e
kadar
sadeydi, törelerimiz kaba ama, ne kadar doðaldý. Doðrusu, insanýn tabiatý simdikinden iyi d
ldi ama, insanlar
birbirlerinin ruhlarýna kolayca girebildiklerinden ne kadar rahat yasýyorlardý. Bugünse
hosa gitmek sanatý daha
kurnazca özentilerle birtakým kurallara baðlandýðýndan törelerimiz bayaðýlastý. Bütün ruhla
görünüyor. Ýçimizden geldiði gibi yasayamýyoruz. Kimse, olduðu gibi görünmek gücünü göstere
baský altýnda toplum adlý bir sürü meydana getiren insanlar, daha güçlü bir neden davranýsl
rmezse,
ayný
durumlar karsýsýnda hep ayný seyleri yapacaklardýr. Ýnsanlarýn özlerini asla bilemeyeceðiz.
Bilim ve sanat yükseldikçe erdemin silindiði görülür. Bu olay, her yerde ve her zaman olage
mistir. Astronomi
saçma inançlardan doðmustur; hitabet tutkudan, kinden, dalkavukluktan; geometri cimril
ikten; doða bilgisi bos bir
meraktan; her sey, töre (ahlak) bile insanýn kibrinden... Bilimlerin ve sanatlarýn biz
im kötü eðilimlerimizden
çýktýklarý açýktýr. Su halde bunlarýn hiçbiri bizim erdemlerimizden doðmus deðil. Hele varm
eri yere
bakýnca doðuslarýndaki kusur büsbütün beliriyor. Lüks onlarý beslemese sanatlar ne ise yara
ksýzlýk olmasa
hukukun ne yararý olurdu? Sonunda, mutlu bir rastlantýyla, gerçeði bulsak bile ondan han
gimiz gereðince
yararlanabileceðiz ki? Söyleyin bana ünlü filozoflar, boslukta cisimlerin neden birbirle
rini çektiðini öðretmemis
olsaydýnýz sayýmýz daha mý az olurdu, daha kötü mü yönetilirdik, daha güçsüz; daha erdemsiz
Elde
ettiðimiz sonuç nedir?
Lüksün zorunlu sonucu olan törenin bozulmasý, böylelikle zevklerimizin de bozulmasýna sebep
olmustur.
Ýlkçaðlarýn sadeliðini özlemle anmadan erdemi düsünemiyoruz artýk. Romalýlar sanat zevkleri
irdikçe
askerlik deðerlerinin azaldýðýný görmüslerdir. Yunanlýlar, Prometeus'u Kafkasya'daki bir da
na
çivilemediler. Eski Yunan cumhuriyetleri, vatandaslarýný evlerine kapayýp uyusturan, bed
enlerini çökertip ruhlarýný
gevseten durgun sanatlarý yasaklamýslardý. Bilgisizliðe övgünün en güzelini yapan ünlü bilg
es deðil midir,
Tanrýlarýn bana verdiði akýl üstünlüðü hiçbir seyi bilmediðimi bildiðimde beliriyor, diyere
Bahçelerimiz heykellerle, salonlarýmýz tablolarla süslü. Halka beðendirilmek istenen bu yap
ar neler söylüyor
dersiniz? Bunlar, insan aklýnýn, insan duygusunun ne kadar sapýklýðý varsa iste onlarý canl
lar. Bütün bu
kötülükler, bilimlerle sanat deðerlerinin yükselip töre deðerlerinin alçalmasýyla insanlar
okulmus olan o
uðursuz esitsizlikten deðilse, neden doðuyor? Artýk bir insanýn namuslu olup olmadýðý deðil
anata kabiliyeti
olup olmadýðý aranmaktadýr. Bir kitabýn yararlý olmasý deðil, güzel yazýlmýs olmasý aranmak
parlak zekayadýr, erdeme deðil. Bu sonuç bilimlerle sanatlarýn yeniden diriltilmesiyle b
ir kez daha belirmistir. Evet,
yazarlarýmýz, düsünürlerimiz, astronomlarýmýz, sairlerimiz, ressamlarýmýz var da deðerli va
yok.
Sultan
Ahmet, matbaayý yurduna sokmamak için direnmekte haklýydý. Ýnsan kafasýnýn bütün saçmalýkla
iletecek
olan bu makine ne kadar korkunçtur. Krallar bu korkunç makineyi kapý dýsarý etmelidirler.
Yarýnýn çocuklarý,
bizden daha budala deðillerse eðer; ellerini havaya kaldýrýp acý acý söyle baðýracaklardýr:
anrý, sen bizi
babalarýmýzýn bilgilerinden ve uðursuz sanatlarýndan koru. Bize bilgisizliðimizi, saðlýðýmý
uzu
baðýsla. Bizi mutlu edebilecek ve senin en deðerli saydýðýn seyler iste
asýl bu nimetlerdir.
Rousseau, yapýtýný; su sözlerle bitirmektedir: Ey erdem, sade ruhlarýn ince ve yüksek bilgi
i, seni öðrenmek için
bu
kadar araca ve zahmete ne lüzum var? Senin ilkelerin bütün yüreklerde kazýlý deðil mi? Seni
anunlarýný
öðrenmek
için kendine kapanmak, hýrsýzlardan uzak kalýndýðý bir anda, vicdanýnýn sesini dinlemek yet
Ýste asýl
felsefe
budur, onunla yetinelim.
Bir baska yapýtýnda da, bu düsüncesini, söyle tamamlamaktadýr: Ruhun derinliðinde bir tüze
et) ve bir töre
(ahlak) ilkesi vardýr. Bu ilke ruhla birlikte doðmustur. Ne dersek diyelim, yaptýðýmýz isin
iyi ya da kötü olduðunu
biz onunla ölçeriz; baskalarýnýn islerini de bu ilkeyle ölçeriz. Ýste ben buna vicdan diyor
1754'te Dijon Akademisi'nin açtýðý yarýsmaya ikinci kez katýlan Jean-Jacques Rousseau, ünlü
sizlik üstüne
Söylev'ine söyle baslýyordu: Ey insan, hangi ulustan olursan ol ve ne türlü düsünürsen düsü
Yalancý
kitaplardan deðil de, asla yalan söylemeyen doðadan okuduðumu sandýðým biçimiyle iste tarih
Öyle bir çað ki,
bunu hissediyorum, kisi orada durmak ister. Sana gelince, insanlýðýn durmasýný isteyebilec
eði çaðý arayacaksýn.
Bahtsýz torunlarýna daha da büyük hosnutsuzluklarý hazýrlayan nedenlerden ötürü simdiki dur
yakýnan
sen
belki de geri dönmek isteyeceksin ye bu duygun, atalarýn için bir övgü, çaðdaslarýn için bi
irme, senden
sonra
yasamak bahtsýzlýðýna katlanacaklar içinse acýma ve korku olacaktýr.
Rousseau, iki türlü esitsizlik belirtiyor: Doðal esitsizlik, siyasal esitsizlik... Doðal
esitsizlik saðlýksal ve bedensel
güçlerin esitsizliðidir. Siyasal esitsizlikse toplumsal üstünlüklerin yarattýðý esitsizlikt
ba bu iki esitsizlik
arasýnda bir iliski var mýdýr, daha açýk bir deyisle örneðin bir patron, çalýstýrdýðý isçil
a da
kafasýnýn gücü bakýmýndan her halde daha üstün müdür?.. Rousseau, ünlü Söylev'inin birinci
esitsizliði inceliyor. Ona göre doðal esitsizlik, gerçek bir esitsizlik deðildir. Gerçek es
tsizlik, uygarlýkla
baslamaktadýr.
Rousseau'nun bu söylevinin tadýna varabilmek için onun bütün yapýtlarýnda beliren genel düs
i bilmek
gerekir. Rousseau'ya göre ilkel insan, esit ve özgürdü. Toplumsal insan da esit haklarla
yapacaðý sözlesme
(contrat
social) ve yasalarla kendi özgürlüðünü kendisi saðlayacaktýr. Tek devlet biçimi, halk egeme
Toplumda
herkes aklýnýn yasasýna uyar. Bilindiði gibi, Rousseau akýlcýdýr, akýlsa ortaktýr, bu yüzde
an herkes ayný
seyi yapacak ve isteyecek demektir. Ýnsan, aklýnýn almadýðý seylere zorlanamaz. Genel özgür
nden vazgeçen
kisiler genel iyiliði ancak kendi çýkarlarýyla uyustuðu oranda isterler.
Öyleyse insanlar baska çýkarlarýný saðlamak için özgürlük çýkarýndan vazgeçeceklerdir. Gerç
uyusmaya dayanýr. Çesitli gelenek, görenek ve toprak kosullarý çesitli yasalar gerektirir.
Ýnsan, kisisel
yorgunluðunu azaltmak için uygarlýðý istemis, oysa uygarlýk ondan daha büyük yorgunluklar i
rek onu
aldatmýstýr. Baslangýçta doðal özgürlük, töre, esitlik vardý. Mülkiyetin ortaya çýkmasý uyg
ve
özgürlüðün, törenin, esitliðin çöküntüsü basladý. Devlet baskýsý bu çöküsün en yüksek nokta
genel kölelik ya da ereksel bir düzenle baskýnýn yok edilmesi olacaktýr. Tanrý, en yüksek ö
in, bu yüksek
varlýðýn bize verdiði dinsel duygudan ibarettir. Yeter ki tapýnma biçimciliði, kurallar, di
damlarý gibi aracý ve
yabancý güçler onu bozmasýn. Her vatandasa görevlerini sevdirecek bir uygarlýk dini olmalýd
e (ahlak) de, din
gibi, Tanrýsal bir duygudan meydana gelir. Bu duygu ben sevgisinin gelismesi sonuc
u olan vicdan duygusudur.
Vicdan, akýl yoluyla aydýnlatýlýr ve insanlarý yönetir. Ýnsan iyidir, yabancý bir sey onu d
medikçe de iyi
kalacaktýr. Ýnsanýn tek tutkusu ben sevgisidir ki onun da iyilik ya da kötülükle hiçbir ilg
yoktur. Ýnsan, içinde
bulunduðu kosullara göre iyi ya da kötü olur (Lettres de A. M. de Beaumont).
Rousseau, doðal esitsizliðin gerçek esitsizlik olmadýðýný tanýtlamak için ise basýndan basl
nsaný,
Aristotelesin zannettiði gibi, bir, hayvan türü olarak deðil, bugünkü biçimiyle gerçek bir
olarak ele alacaktýr.
Ama ilkel insan da, kimi hayvanlardan daha çevik, kimi hayvanlardan daha güçsüz olsa da,
hayvanlar gibi karnýný
doyuruyor, susuzluðunu gideriyor ve birlesiyor. Birinin öbürüne hiçbir üstünlüðü yoktur. Çü
ise yaramayacaktýr. Eðer onu bir aðaçtan kovarlarsa öteki aðaca gidebilir. Hiçbir hüneri, d
tartýsmasý, ilgisi, evi
barký yoktur. Buysa hiçbirinin ötekine ihtiyacý olmadýðýný belirtmektedir. Bir baskasýna ih
madýðýna göre
ona zarar vermek isteðini de duymayacaktýr. Hem ne türlü bir zarar verebilirdi ki? Biri,
ötekinin topladýðý yemisleri
ele geçirebilirdi ama, ona söz geçiremezdi. Söz geçirmek isteyenin kölelestirmek istediðini
aðýnýn altýna alýp
kaçmamasý için sürekli bir çaba harcamasý gerekirdi. Buysa, kölelestirilmek istenilenden ço
estirmek
isteyenin özgürlüðünü yok ederdi.
Kölelik baðý, insanlarýn karsýlýklý iliskileriyle baslamaktadýr. Kendisini öteki için kesin
erekli kýlamayan
adam, onu hiçbir zaman kölelestiremez. Öyleyse gerçek esitsizlik bu gereklilikle, daha açýk
bir deyisle uygarlýkla
baslamaktadýr.
Esitsizlik Üstüne Söylevin ikinci bölümü su sözlerle baslýyor: Bir topraðý ilk olarak çevir
nimdir
demeye cesaret eden ve çevresinde buna inanacak kadar budalalar bulan adam, uygar
toplumun babasýdýr.
Kazýklarý
çekip atarak ya da hendeði doldurarak öteki insanlara, bu adamý dinlemeyiniz, meyvelerin
herkesin olduðunu ve
topraðýn hiç kimsenin olmadýðýný unutursanýz mahvolursunuz diyebilecek bir adam, insanlýðý
ardan,
savaslardan, yoksulluktan ve acýlardan korumus olurdu.
Öyleyse bu is nasýl oldu? Bir adam çýkýp da bir toprak parçasýnýn çevresine kazýklar çakýp,
nimdir
diyebildi?.. Rousseau bu sonucu söyle bir gelismeye baðlamaktadýr:
1- Ýnsanýn ilk duygusu, korunma duygusudur. Ýlkel insan korunabilmek için doða engellerini
asmayý, gerektiðinde
öteki. hayvanlarla dövüsmeyi er geç öðrenmek zorundaydý. Çünkü zorluklar gittikçe bas göste
Kurak yýllar, uzun ve dondurucu kýslar insanlarýn yeni hünerler elde etmelerini gerektir
iyordu. Kara yemisleri
donunca ya da kavrulunca göllerden ve denizlerden yararlanmalýydý. Olta, zoka, yay ve
ok bu zorunlukla yapýldý.
Tüylü hayvanlarýn derilerini yüzüp bu derilere bürünmek böylelikle öðrenildi.
2- Zihin aydýnlandýðý oranda hünerler gelisti. Odunlar kesilmeye, kulübeler yapýlmaya basla
te bu kulübeler,
ilkel ailelerin birbirlerinden ayrýlmalarýný doðuran ve belki de ilk çatýsmalarý gerektiren
k mülkiyet tohumlarýdýr.
3- En hünerli, en sayýlan oldu. Bu durum ilk esitsizliðe atýlan en büyük adýmdý. Sayýlan, u
aygýdan
yararlanmaya baslayacaktýr. Önce bunu kurnazlýkla saðlayacak, iki yüzlülük ve yalan böyleli
ilizlenecektir. Bu
durumu, bir gün gelecek, elbette sertlik ve korkutma kovalayacaktýr. Ýlkel insan artýk y
epyeni bir duyguyla bas
basadýr, baskalarýna karsý üstün olmak istemektedir. Bir yandan rekabet, öteki yandan çýkar
masý ve
sürekli
olarak kendi yararýný baskalarýnýn zararýndan saðlamak durumu gibi kötülükler, mülkiyetin i
ve doðmakta
bulunan esitsizliðin ayrýlmaz nedenleridir.
4- Para doðmadan önce varlýk, toprak ve hayvanlardan ibaretti. Babalardan çocuklara geçen
bu varlýk gittikçe
büyüyünce, kimileri için mülklerini ancak baskalarýnýn zararýna büyütebilmekten baska yapac
y
kalmamýstý.
Kimileri de ister güçsüzlük, ister tembellik yüzünden olsun, büsbütün malsýz kalmak zorunda
lerinde
her sey deðistiði halde sadece kendileri deðismemis olan bu gibiler için de geçimlerini va
rlýklýlarýn elinden ya bir
hizmet karsýlýðýnda ya da zorla almaktan baska yapýlabilecek hiçbir sey yoktu. Ýste; huy ve
pýlarýn çesitliliðine
göre, ezmek ve ezilmek böylelikle belirmeye basladý. Tüzenin (adaletin) pek güçsüz bulunduð
çaðda çesitli
kötülükler olaðanüstü bir hýzla gelistiler.
5- Varlýklýlar, çýkarlarý gereði, birbirleriyle dayanýsmak zorundaydýlar. Buna karsý yoksul
kendilerini
korumak için barýs ve düzen yasalarý koymak zorunda kaldýlar. Gerçekte hepsi kendi özgürlük
saðlamak
kuruntusu içinde kendi zincirlerine kosuyorlardý. Ýçlerinden en akýllýlarý, özgürlüklerinin
korumak için
özgürlüklerinin öbür parçasýný harcamak gerektiðini anladýlar. Toplumsal sözlesme (contrat
eði devlet
böylece doðmus oldu.
Rousseau, ünlü Söylevini su sözlerle bitirmektedir: Esitsizlik, doðal deðildir, gücünü insa
elismesinden
almakta ve sonunda mülkiyet yasalarýyla gerçeklesmektedir. Çoðunluk yoksulluktan kývranýrke
ir avuç kisinin
gerektiðinden çok seyleri bol bol ellerinde tutmasý doðal yasaya bu doðal yasa ne türlü yor
anýrsa yorumlansýn
açýkça aykýrýdýr.
Voltaire'se, kendisine yapýtýný gönderen Rousseau'ya su karsýlýðý vermektedir: Yapýtýnýzý a
erim.
Ýnsanlara ne olduklarýný söyleyerek onlarý sevindiriyorsunuz ama, düzeltmiyorsunuz. Bilgisi
liðimiz ve
güçsüzlüðümüz yüzünden bizi hosnut eden toplumumuzun kusurlarý öyle güçlü sözlerle anlatýla
hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamýstýr. Yapýtýnýzý okuyan, elinde olmadan, d
yakla yürümek
isteði duyuyor. Bu huyu býrakalý altmýs yýldan çok olduðu için kendi payýma imkansýzlýðýný
gidisi sizden ve benden çok hak edenlere býrakýyorum. Eðer gelismeden ve bunun sonucu ol
an sanatlardan
yakýnmasý gereken biri varsa o da ben olmalýyým. Kötüye kullanýldýðý halde sanatlarý sevmek
kötülükler
bulunduðu halde toplumu sevmek gerektiði gibi...
SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLÜÐÜ. Ýnsan özgür olmak istiyor. Soru sudur: Özgürlük nedir ve nasýl eld
edilir?.
1789'da yayýmlanan Ýnsan Haklarý Bildirisi'nin birinci maddesi, özgürlük (erkinlik, hürriye
ilkesini su özdeyisle
dile getiriyordu: Ýnsan özgür doðar, özgür yasar... Doðru muydu? Doðru olsaydý, bu ilkeyi o
tabilmek için
yapýlan Fransýz Ýhtilali'nin hiçbir anlamý kalmazdý. Ýnsanlar özgür doðmuyorlar, özgür yasa
olmak istiyorlar, yüzyýllardan beri de bunun için savasýyorlar. Doðrusu suydu: Ýnsan özgür
gür
yasamalýdýr.
Niçin? diye sorulabilir. Tarih, bu soruyu gerekli kýlan örneklerle doludur. 1922 yýlýnda f
asizmin sözcüsü
Mussolini söyle demektedir: Bizden özgürlük deðil, ekmek istiyorlar, ekmek!.. Bu sözde, ekm
k, özgürlüðün
karsýsýna bir karsýt güç olarak çýkarýlmýstýr. Oysa özgürlükle ekmeðin doðal iliskisini ort
n
grevcilerinin istedikleri ekmekti elbet. Ama özgürlüðü vererek karsýlýðýnda alýnacak ekmek
ancak
özgürlükle elde edilebilecek ekmek mi?.. Önemli olan buydu ve Mussolini'yi çökerten yanýlma
bu olmustur.
Ýnsan Haklarý Bildirisi, özgürlüðü söyle anlatmaktadýr: Baskalarýna zarar vermeden istediði
ek... Bu
tanýmda özgürlük bir hayli kýsýtlýdýr ve yeni sorularý getirmektedir: Baskalarý kimlerdir?
zarar Vermek
ne demektir? Ýnsan, kendisinden baska olan o kisilere zarar vermeden istediðini nasýl
yapabilir?.. Nitekim, 1818
Connecticut Anayasasý, bu sorularý daha da pekistirmistir: Her yurttas, her konudaki
düsüncelerini serbestçe
konusmak, yazmak ve yaymak hakkýný tasýr, ancak bu özgürlüðün kötüye kullanýlmasýndan da so
Büyük Fransýz Devrimi'nden etkilenen bütün anayasalar, ilk maddelerinde, özgürlüðün bu taný
dýr.
Görünüs sudur: Özgürlük doðaldýr. Ama bu özgürlük, sorumluluðu gerektirir. Gene, bu özgürlü
vermemelidir... Bu ilkeleri saðlamak için de, örneðin yüz maddelik bir yasa, ilk maddesind
e ortaya attýðý özgürlük
ilkesini, geriye kalan doksan dokuz maddesiyle kýsýtlamaya çalýsmaktadýr.
Özgürlüðün kök anlamý, sonralarý, çesitli yeni anlamlara itilmistir. Montesquieu (Charles-L
Secondat,
1689-1755), sözcüðün serüvenini söyle anlatmaktadýr: Özgürlük sözcüðü kadar çesitli anlam v
insan kafasýný yormus baska bir sözcük yoktur. Kimileri özgürlüðü, önceden kendisine sýnýrs
anma
yetkisi verilmis kisiyi düsürmekteki kolaylýk anlamýna almýslar, kimileri de boyun eðecekle
i kisiyi seçmek yetkisi
olarak. Baskalarý silahlanmak ve zor kullanmak hakký olarak benimsemisler, daha bask
alarý da yapacaklarý
kanunlarla yönetilmek sanmýslardýr. Bir ulus da, uzun bir süre, özgürlüðü sakal býrakmak ge

(Ruslar,
sakallarýný kestirmek isteyen Büyük Petro'ya özgürlüklerini ileri sürerek direnmislerdi). K
ri bu adý bir hükümet
biçimine vererek öteki hükümet biçimlerini ondan yoksun býrakmýslardýr. Demokrasinin tadýný
demokrasiye,
monarsiden yararlananlar monarsiye mal etmislerdir (Kapadokyalýlar, Romalýlarýn getirm
ek istediði demokrasiyi
istememislerdi). Sözün kýsasý, herkes, kendi geleneklerine ya da eðilimlerine uygun düsen h
t biçimine bu
adý
verip isin içinden sýyrýlmýstýr. Sonunda, demokrasilerde ulus her istediðini yapýyormus gör
özgürlüðü demokrasiye mal etmisler, ulusun yetkisiyle özgürlüðünü birbirine karýstýrmýslard
Lois, on birinci kitap, konu II).
Montesquieu, özgürlüðün serüvenini böylece anlattýktan sonra ona kendi açýsýndan yeni bir a
tedir:
Özgürlük, kanunlarýn izin verdiði her seyi yapabilmek hakkýdýr. Demokrasilerde ulus her ist
ni yapýyormus
görünür. Oysa siyasal özgürlük her istediðini yapmak demek deðildir. Bir devlette, baska bi
isle kanunlarý olan
bir toplumda, özgürlük, ancak istememiz gerekeni yapmak olmalýdýr. Bir vatandas, kanunlarýn
yasak ettiði seyi
yapabilseydi özgür olamazdý; çünkü öteki vatandaslar da ayný seyi yapacaklardý. Özgürlük, y
kullanýlmadýðý yerde vardýr. Öteden beri denenmistir, kendisine yetki verilen her insan bu
etkiyi kötüye kullanma
eðilimindedir. Bir sýnýrla karsýlasýncaya kadar kötüye kullanýr. Erdemin bile sýnýrlanmaya
rdýr. Yetkinin
kendi kendisini durdurmasý gerek. Yetki, gene yetkiyle sýnýrlanýr. Bir anayasa öyle olmalýd
ki, o yasa gereðince hiç
kimse, kanunun kendisini yapmaya çaðýrmadýðý bir seyi yapmaya ve kanunun izin verdiði seyle
de yapmamaya
zorlanmasýn (De l'Esprit des Lois, on birinci kitap; konu üçünçü ve dördüncü).
Montesquieu'yü bu sonuca götüren, devlet ve hukuk, tarih felsefesi, din, ahlak ilkeler
ini kapsayan genel düsünce
yapýsý söyle özetlenebilir: En yetkin devlet biçimi, Ýngiliz sartlý monarsisidir (mesrutiye
Hükümet güçleri kanun
yapmak, yapýlan kanunu uygulamak, uygulanan kanunu yargýlamak olmak üzere üçe bölünmeli ve
birbirlerine karsý baðýmsýz olmalýdýr. Her ulusa uygulanabilecek kanun yapýlamaz, kanun her
usun yapýsýna göre
deðisik ve o yapýya uygun olmalýdýr. Coðrafya baskalýðý, büyüklük ya da küçüklük, bolluk ya
baskalýðý, yasama biçimleri uluslarý birbirinden ayýrýr. Ýnsan aklý, bütün bu ayrýlýklarý k
r.
Güçlü akýl, tarihi etkiler. Üstün bir güç olan Tanrý vardýr ama, bu Tanrý belki de bir kanu
bir sey
deðildir. Din, toplumsal bir güç olmalýdýr, toplum kanunlarýnýn gücüyle uyusmalýdýr. Din, s
mekanizmadýr. Kanunlarýn yetmediði yerde baslamalý ve kanun eksikliðini tamamlamalýdýr. Ýns
aratýlýstan
iyidir. Çünkü akýl, insanlarý iyi olmaya zorlar. O akýl ki Tanrýyý da iyi olmaya zorlamýstý
reni (insanlarý ve
Tanrýyý) yöneten baðýmsýz bir güçtür. Akýl, her ulus ve her devlet biçimi için ayrý ahlak k
ir.
Görünüsteki çesitlilik de bunu tanýtlamaktadýr.
Montesquieu, plansýzlýkla suçlandýrýlan yapýtý ilerledikçe, özgürlüðü, daha açýk anlamlarda
zorunluðunu duyuyor: Siyasal özgürlüðü yalnýz anayasayla olan ilgisi bakýmýndan incelemek y
Bir de bu
özgürlüðü vatandasla olan ilgisi bakýmýndan belirtmek gerek. Burada özgürlük, kisinin duydu
a da
güvenliði üstüne edindiði kanýdýr. Kimi devletin yönetim biçimi özgür olur da vatandas özgü
ur.
Gene öyle olur ki vatandas özgür olur da yönetim biçiminin özgürlükle ilgisi olmaz. Bu gibi
erde devletin
yönetim biçimi, uygulama bakýmýndan deðil de hukuk bakýmýndan özgürdür, vatandas da hukuk b
de uygulama bakýmýndan özgürdür. Devletin yönetimiyle ilgili özgürlüðü meydana getiren, yal
unlarýn
hükümleridir. Dahasý var. Devletlerin çoðunda, özgürlük, devlet yönetiminin istediðinden ço
asýyla
sýnýrlanmýs, baskýya uðramýs, ya da sindirilmis olduðundan her yönetim biçiminde vatandasla
kesine
olan eðilimini destekleyecek ya da köstekleyecek özel kanunlar vardýr. Felsefe anlamýnda öz
lük, kisinin
istediðini yapabilmesi, hiç olmazsa istediðini yapabildiði kanýsýný tasýmasýdýr. Siyasal an
kisinin
güvenliðidir, hiç olmazsa güvenlik içinde yasadýðý kanýsýný tasýmasýdýr. Hiçbir sey bu güve
suçlandýrmalar kadar bozamaz. Su halde vatandas özgürlüðünün baslýca dayanaðý, ceza kanunla
idir.
Vatandaslarýn suçsuzluðu güven altýna alýnmazsa özgürlüðü de güvenli olamaz. Özgürlük, ceza
orantýsýyla deðisir. Ceza kanununun her cezayý, suçun özünden çýkarmasý özgürlüðün basarýsý
her çesit bireysel yargý ortadan kalkar. Ceza, kanun koyucunun keyfine deðil, olayýn özüne
aðlanýr. Ýnsanýn insaný
ezmesi söz konusu olmaz artýk. Ýyi bir kanunu uygulayan bir ülkede durusmasý gerçekten yapý
ak asýlan kisi,
Osmanlý imparatorluðunda yasayan pasalarýn herhangi birinden daha özgürdür (De l'Esprit des
Lois, on ikinci
kitap, konu bir, iki, dört).
Montesquieu, özgürlüðü, ters açýdan da tanýmlamaya çalýsýyor: Ýki çesit kölelik vardýr. Ger
topraða baðlayandýr. Bu çesit köleler evlerde çalýsmazlar; efendilerine belli ölçüde buðday
yvan verirler.
Kisisel kölelikse ev islerine özgü, daha çok efendinin kisiliðine baðlýdýr: Kölelik demek,
anýn malýyla ve
vücuduyla baska bir insanýn avcunun içinde olmasý demektir. Böyle bir durum için iyidir den
mez elbet. Kölelik,
kölenin isine yaramadýðý gibi, efendinin isine de yaramaz. Kölenin isine yaramaz, çünkü erd
tümüyle
uzaklasmaktadýr. Köleliðin baslangýcýnýn acýma duygusunda bulunduðunu söylerler. Devletler
savas
tutsaklarýnýn öldürülmemeleri için köle olarak kullanýlmalarýna izin vermis, sanki savas tu
öldürülmeleri
gerekliymis. Mal ve mülkün insanlar arasýnda bölüsülmesine izin veren kanun, bölüsen insanl
bir kýsmýnýn
bölünen mallar arasýna konulmasýna izin vermez. Kölelik, doðal hukuka olduðu kadar medeni h
ka da aykýrýdýr
(De l'Esprit des Lois, on besinci kitap, konu i, ii, X).
Özgürlüðün ne olduðunu anlayabilmek için yüzyýl daha geçecek. Bugün artýk onu açýk seçik bi
özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eðilimlerini, beðenilerini serbestçe gelistirebilme
si olanaklarýna sahip
olmasý demektir. Buysa, ancak doðanýn ve toplumun nesnel yasalarýný insanlarýn kendi yararl
rýna
kullanabildikleri
ve gelismenin bütün ön kosullarýný yaratabildikleri bir toplumda gerçeklesebilir. Böylesine
r toplum
varlasmadýkça özgürlük bir bos sözden ibarettir ve sakal býrakma özgürlüðü anlayýsýndan öte
diyalektikçi söyle der:
Özgürlük, doða yasalarýndan baðýmsýzlýk düsü deðildir. Tersine, bu yasalarý öðrenmek ve onl
kullanabilmek demektir. Bu, dýs doða yasalarý için olduðu kadar, insanýn beden ve ruh varlý
n yasalar
için
de böyledir. Demek ki irade özgürlüðü denilen sey, nedeni bilerek karara ulasmak yetisinden
baska bir sey
deðildir. Bir insanýn belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüðü, bu kararýn tutarlýlýð
uða
baðlýdýr. Kararsýzlýk, çesitli ve çelisik bir sürü karar olanaðý arasýndan bilgisizliði seç
uç olarak
özgürlük, doðadan gelen zorunluklarý tanýyýp bilerek, hem kendi üstümüzde hem de dýs doða ü
yürütür olmaktýr. Böylece özgürlük, tarihsel gelisimin zorunlu bir ürünüdür.
METAFÝZÝÐE KARSI FÝZÝK. Bir yanda, fiziðin denetiminden yoksun metafizik, düsünce gücüne gü
çesitli hayaller kuradursun; öte yanda, emekleme döneminden kurtulan fizik ayaða kalkmýs,
hýzla ilerlemeye
baslamýstýr. Aristoteles, cisimlerin doðal durumlarýnýn dinginlik (sükunet) olduðunu sanýyo
onlarý devindirmek
için bir dýs etkinin gerektiðini düsünüyordu (Kendisi devinmeyen bir ilk devindirici, esdey
sle tanrý düsüncesine de
böylelikle varmýstý). Ýtalyan fizikçisi, büyük öke Galileo Galilei (1564-1642)'ye gelinceye
r fizik alanýnda
Aristoteles anlayýsý egemendi. Galile, parlak bir sezisle, cisimlerin doðal durumlarýnýn d
inginlik (sükun) olmayýp
devim olduðunu anlamýstý. Cisimlerin devimli ya da dingin görünüsleri hýz farklarýndan doðu
Dinginlik, sýfýr
hýzda bir devimden baska bir sey deðildi. Oysa Aristoteles, sýfýr sayýsýný yokluk sayýyor v
n bir nicelik deðil,
bir nitelik olduðunu ilerisürüyordu. Gerçi Aristotelesin bu anlayýsýna Galile'den önce de k
nlar olmustu.
Örneðin Vi'ncý yüzyýlda Ýskenderiyeli Philoponos, havayla engellenmese, atýlan bir okun yol
devam edeceðini
söylemisti (Xii'nci yüzyýl düsünürleri cisimlerin devim deðisikliðine karsý gösterdikleri d
clýnatio viölenta
adýný verdiler. öndördüncü yüzyýlda da Paris Üniversitesi Profesörü Buridanus bu güce impet
iki
deyim de Osmanlýca'ya meyli kasri deyimiyle çevrilmistir). Ne var ki Galile, eðik düzeyl
er üstünde küçük toplarla
yaptýðý deneylerde, diyelim daðýn tepesinden kopan bir kaya parçasýnýn, eðer sürtünme etkil
slayýp bir
engelle karsýlasmazsa (esdeyisle, bir dýs etkiyle durdurulmazsa) sonsuza kadar yuvar
lanacaðýný tanýtlýyordu.
Bunun
gibi, diyelim odamýzýn bir kösesinde duran masa da, eðer biz onu itip çekmezsek, kendiliðin
en odanýn öbür
kösesine gidemezdi. Galile'nin ileri sürdüðü durgunluk ya da dinginlik bu anlamdadýr (Durgu
luk ya da dinginliðin
göreli olduðu ve bir cismin durumunu ancak baska bir cisme göre dile getirdiði unutulmam
alýdýr). Durgunluk ya da
dinginlik, belli bir hýzda dengede kalmaktan ibarettir. Süredurum yasasý, cisimlerin,
devim deðisikliðine karsý
dirençlerini dile getirir ve genellikle dýs bir güç tarafýndan zorlanmadýkça her cisim oldu
rde durur ya da doðru
bir çizgi üstünde devimini sürdürür formülüyle dile getirilir. Kullandýðýmýz araba bir döne
bu
yasanýn gerçekliðini kendi bedenimizde de duyarýz. Sola dönmüssek saða, saða dönmüssek sola
gövdemiz doðru bir çizgi üstünde devimini sürdürmek ister, araba köseyi dönerken karsý bir
lunur,
bedenimizse bu karsý etkiye süredurum (atalet) direnci gösterir. Ýlkin Newton, daha sonr
a Einstein, Galile'nin bu
bulusundan çok önemli sonuçlar çýkarmýslardýr. Süredurum gücünün ivme, geri tepme, merkezka
tli
biçimleri vardýr. Gerçekte Newton'un yerçekimi adýný verdiði olgu da süredurumun bir biçimi
ska bir sey
deðildir. Örneðin hýzla dönen bir atlýkarýncadaki adam, gövdesinin, atlýkarýncanýn merkezin
ldiðini
duyar. Oysa bu duygu, doðru bir çizgi üstünde gitmek isteyen gövdenin bir merkez çevresinde
dönme etkisine
karsý
gösterdiði süredurum tepkisidir.
Ýngiliz fizik bilgini Isaac Newton'un 1665 yýlýnda Kepler yasalarýndan çýkardýðý bu kuram 1
yayýmlanan
Philosophiae Naturalis Principie Matematica (Doða Felsefesinin Matematik Ýlkeleri) a
dlý yapýtýnda açýklanmýstýr.
Gezegenlerin günes çevresindeki devimlerini açýklayan Kepler yasalarý, gezegenleri günese d
u çeken bir gücün
varlýðýný gösteriyordu. Newton'un uslamlamasýna göre güneste ve gezegenlerde bulunan bu güç
ait
özdeksel
elemanlarda da olmalýydý. Daha açýk bir deyisle, tüm cisimler karsýlýklý olarak birbirlerin
kte olmalýydýlar.
Bu tümevarýmsal uslamlamadan yola çýkan Newton, kütleleri m ve m kare ve aralarýndaki uzakl
r olan iki
özdeksel cismin birbirlerini siddeti f, mm / r kare olan bir güçle çekeceðini hesapladý. Bu
adaki f, evrensel çekim
deðismezidir ve 6,7.10 üzere eksi sekiz'e esittir, esdeyisle birer gramlýk iki kütle bir
santimetre uzaktan
birbirlerini bu sayýdaki dinlik bir güçle çeker. Çeker ama, çekim gücü adý verilen bu güç n
bir güçtür?
Newton bunu açýklayamamýs ve açýklayamadýðý için de Alman düsünürü Leibniz tarafýndan kýyas
Newton, çekimin nedenlerini ve içyüzünü açýklayamadýðýný adý geçen Principia'sýnda söyler,
bitirir: Su ana kadar çekimin nedenlerini bulamadým, bunun için de hypotheses non fing
oo (Newton'un varsayým
kurmuyorum anlamýndaki ünlü sözü). Çekim gücünün gerçek yüzü, niteliði ve nedenleri iki yüz
tarafýndan açýklanacak. Yürümemiz gereken daha pek çok yol var.
USUN SINIRLARI. Metafiziðin dayanaðý olan us (akýl) ne türlü bir ustur? Neyi bilebilir, ney
bilemez? Nesnel
gerçeklikten koparýlýp soyutlanmýs olan bu usun sýnýrlarý nedir? Bu sorularýn karsýlýðýný d
Immanuel Kant (1724-1804) vermeye çalýsacak.
Gerçeðe us yoluyla varýlabileceðini ileri süren ilk metafizikçi Parmenides (I.Ö. 540-450)'t
beri us, hemen hiçbir
fiziksel engelle karsýlasmaksýzýn, bunca yüzyýl, ipi kopmus bir balon gibi basýbos; hayal a
emlerinde gezip
dolasmýstýr. Ne var ki artýk onun, kimi yerde gerçeklere de yaklasmasýný beceren, gücünden
nme baslýyor.
Bu süphelenmeyi baslatan, özellikle Hume'un temsil ettiði Ýngiliz süpheciliðidir. Ýngiliz d
id Hume
(1711-1776) bir açýdan, tüm çaðdas düsünceci yanýlgýlarýn babasý sayýlabilir. Kantçý ve olg
k onun
ürünüdür. Çaðdas düsünceci öðretileri genis çapta etkilemistir. Kant, onun, kendisini metaf
ndan
uyandýrdýðýný söyler. Elestiricilik, olguculuk, yeni olguculuk, yararcýlýk, pragmacýlýk, va
vb. gibi birçok
çaðdas düsünceci öðretiler, Hume'cu öðretilerdir. Hume, bilgi edinmek için deneyden baska h
nak
bulunmadýðý düsüncesinden yola çýkar. Ne var ki bunu düsünceci bir biçimde yorumlar. Hume'a
ve
duyum, nesnel gerçekliði deðil, onun sadece izlenimler (Ýng. Impressions, Os. Ýntibaat)'in
i verir. Anlýðýmýz bu
izlenimlerden düsünceler (Ýng. Ideas, Os. Fikirler) yapar. Nesnel gerçeklik hiçbir zaman b
ilinemez. Çünkü onu
bilmek için deneyden baska hiçbir kaynaðýmýz yok. Deneyse evrensellik ve zorunluk öðelerind
yoksundur. Deney
evrensel deðildir, çünkü sýnýrlýdýr, daha yeni bir deneyin nasýl bir sonuç vereceðini bilem
in bugüne
kadar hep ayný sonucu vermesi, bundan sonra da o sonucu vereceðini kanýtlamaz. Deney z
orunluktan yoksundur,
çünkü örneðin bize soðuma olayý donma olayýnýn izlediðini verir, ama bu sadece bir olgudur
u bir olgu
deðildir, esdeyisle deney bize soðuma olayýný donma olayýnýn izlediðini verir, ama soðuma o
r zaman ve
her
yerde zorunlu olarak donma olayýnýn izleyeceðine dair gerekçe vermez. Soðuma olayýný örneði
lasma olayý
da izleyebilir. Bu ikisinden hangisinin gerçekleseceðini anlamamýz için gene deneyi izle
mek ve olgu'ya bakmak
zorundayýz. Demek ki bilebileceðimiz sadece olgulardýr, onlarýn zorunlu olduðu deðil (Kantç
stiriciliðin ve
Comte'cu olguculuðun ne kadar basit bir temel üstünde yükseldikleri de böylelikle açýkça gö
or).
Hume'a göre deney, evrensel ve zorunlu olmadýðýndan, gerçek deðil, yanýlsama (Ýng. Illusion
Vehmi
havas)'dýr. Bu yanýlsamayý saðlayan da çaðrýsým (Ýng. Association, Os. Tedai)'dýr. Soðuðu d
i
birçok kez görmüsüz, soðuðu yeniden görünce anlýðýmýz bu eski görgülerini çaðýrýr, bizler d
arasýndaki iliskiyi evrensel ve zorunlu sanýrýz. Buysa bir kuruntudan baska bir sey deði
ldir. Hume, böylelikle,
sadece nesnel gerçekliði deðil, bilimin temeli olan nedenselliðin de nesnelliðini yadsýr. Ý
, metafizik uykusundan
uyanan Kant bu temelden yola çýkacak.
Bir zamanlar gök bilgini Copernic söyle düsünmüstü: Yýldýzlarýn; dünyamýzýn çevresinde dönd
dayanarak gök olaylarýný çözemiyorum. Bir de tersini deneyeceðim. Dünyamýzýn, onlarýn çevre
ine
inanarak bakacaðým gök olaylarýna... Copernici örnek alan Kant da söyle düsünüyor: Bilgimiz
nesnelerden gelenlerle düzenleniyor inancýna dayanarak metafizik olaylarý çözemiyorum. Bir
de tersini
deneyeceðim. Dýsýmýzdaki nesneler, bilgimizden gidenlerle düzenleniyor inancýna dayanarak b
kacaðým metafizik
olaylara... (Kant, Kritik der Reinen Vernunft, ikinci baskýnýn önsözü).
Ýste, ünlü düsünür Immanuel Kant'ýn ruhçuluk serüveni böylelikle baslar. Bu serüven, Kant'ý
serüvenidir. Kant, koskoca doðanýn karsýsýna insan aklýný çýkarýyor ve bütün doðasal nesnel
kurulduðunu (insa edildiðini) ileri sürüyor. Gerekir ki bu akýl, Tanrýlassýn (Nitekim ondan
nra gelip onun
yolunda yürüyenler bu aklý Tanrýlastýracaklardýr). Oysa Kant, bunu yapmýyor. Tersine, bütün
nesnelerin
kurucusu olduðunu savunduðu insan aklýna sýnýr çiziyor, onun güçsüzlüðünü gösteriyor ve akl
asla bilinemeyecek olan bir metafizik gerçekler alemi bulunduðuna inanýyor. Ýnsan aklýnýn g
e güçsüzlüðü
çelisme'sini böylesine ortaya koymak, diyalektik yönteme götüren adýmlardan en büyüðünü atm
.
Nitekim Kant, kocaman sistemi içinde, pek az kimsenin farkýna vardýðý önemli bir gerçeði be
ektedir: Ben,
sadece incelemekle görevimi yerine getireceðim. Doða, sýrasý gelince, gerçeði açýklayacak o
mý da ortaya
çýkaracaktýr (Immanuel Kant'ýn Yapýtlarý, Ernst Cassirer yayýný, Berlin, 1922-1923, cilt dö
151).
Kant'a göre felsefe arastýrmasý, bir deðerlendirme (elestiri) olmalýdýr. Felsefe, us'la (Al
Vernunft) yapýlýyor.
Öyleyse usu deðerlendirmek, onun ne olduðunu ve ne olmadýðýný iyice bilmek gerek. Felsefe n
bir usla
yapýlýyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt usia (Os. Akl-ý mahýz, Fr. Raison pure, Al.
Reinen vernunft). Öyleyse
salt us nedir?.. Kant'ýn üç büyük yapýtýndan ilki olan Salt Usun Elestirisi (Kritik der Rei
Vernunft, 1781) bu
sorunun karsýlýðýný arastýrýr. Salt us, duyarlýðýn (Al. Sinnlichkeit) verilerinden alýnmamý
ori) bir bilgiyi
gerçeklestirdiði iddiasýndadýr. Buysa nesneler düzenini asarak düsünce düzenine yükselmek d
. Öyleyse,
salt
usun bilme yöntemi bir askýnlýk yöntemi'dir. Salt us bu yöntemle gerçek bir bilgi edinebili
mi?.. Öyleyse bilgi
nedir, önce onu tanýmlamak gerek. Kant'a göre her bilgi, bir yargýdýr (Al. Urteil). Ne var
ki her yargý, bir bilgi (Al.
Kenntnis) deðildir. Örneðin, her cisim yer kaplar yargýsý bize yeni bir bilgi vermez, çünkü
m kavramý esasen
yer kaplamayý içerir; bu yargýda sadece bir çözümleme yapýlýyor ve cisim kavramý çözümlener
esasen bulunan bir bilgi hiçbir gereði yokken yeniden ortaya konuyor. Oysa, bu yük aðýrdýr
argýsý bize yeni bir
bilgi verir, çünkü yük kavramý kendiliðinden aðýr ya da hafif olduðunu bildirmez; burada, ö
ersine, bir
çözümleme deðil bir bilgi elde ediyoruz. Demek ki bize bilgi veren yargýlar, çözümsel yargý
, biresimsel
yargýlardýr. Salt us bu biresimsel yargýyý askýnlýk yöntemiyle, deneyi asarak gerçeklestire
mi? Kant bu soruya
kesin olarak su karsýlýðý veriyor: Gerçeklestiremez. Böylece metafiziði kesin olarak yýkmýs
: Salt us, deneyden
yararlanmadan hiçbir bilgi gerçeklestiremez. Öyleyse metafizik tasarýmlar, insanlarýn roma
ntik düslerinden baska
bir sey deðildirler (Bu yargý, Kant' ýn özdekçi yanýný belirtir ve Engels bunun içindir ki
sine Utangaç özdekçir
der). Kant öncesi felsefenin Tanrýlastýrdýðý us, böylelikle tahtýndan indirilmis olmaktadýr
askýnlýk yöntemiyle
çalýsan salt usa güvenilmeyecektir. Kant arastýrmakta, esanlamda elestirmekte devam ediy
or: Salt us, biresimsel
yargý olan bilgi'yi niçin gerçeklestiremez?.. Çünkü us, sadece bir birestirme isini gerçekl
irmektedir ve bu is için
gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadýr. Elimizle tuttuðumuz tasý yere býrakýnca o
düstüðünü
görüyoruz ve ancak ondan sonradýr ki (a posteriori) Býrakýlan tas, düser bilgisini edinebil
yoruz. Bu deneyi
yapmadan önce (apriori) bu konuda hiçbir bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri veren duya
rlýk'týr. Duyarlýk, bu
gereçleri bize nasýl veriyor?.. Zaman ve mekan içinde veriyor. Oysa nesneler düzeninde z
aman ve mekan diye bir
sey
yoktur.
Demek ki bunlar duyarlýðýn dýsarýdan almadýðý, kendinden çýkardýðý bir seylerdir ve duyarlý
dýsarýdan aldýðý hiçbir seyi bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde edilemeyeceklerine göre
n verileri
olamaz.
Çünkü küçük çocuklar, zaman ve uzayý düsünmeksizin bilirler, hiçbir ussal islemi gerçeklest
halde
sevdikleri seylere yaklasýr ve sevmedikleri seylerden uzaklasýrlar. Öyleyse, duyarlýk, n
e nesneler düzeninden ne de
düsünce düzeninden aldýðý bu seyleri nasýl elde etmistir?.. Kant, bu soruya, kendine özgü b
veriyor:
Sezi'yle (Al. Anschauung). Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak duyarlýðýn sezisiyl
e elde edilebilir. Zaman, iç
duyarlýðýn biçimidir, içimizden gelen her duygu zamanla birliktedir; mekan, dýs duyarlýðýn
, dýsýmýzdan
gelen her duygu mekanla birliktedir. Katýlmadýklarý hiçbir duyumun gerçeklesemeyeceði bu bi
ler, usun verileri
olmadýklarý halde Deneyüstü'dürler (Al. Transzendentale): Deneyden çýkarýlmamýslardýr ama,
a deney
yapýlamaz. Görüldüðü gibi, Kant, artýk Askýn (Al. Transzendent) kavramýndan Deneyüstü (Al.
tal)
kavramýna geçmektedir; ona göre askýn bilgi olamaz ama, deneyüstü bilgi olabilir. Bir soru
aha gerekiyor:
Deneyden gelen verilere duyarlýðýn seziyle elde ettiði biçimlerin katýlmasý, bilimsel bir b
iyi gerçeklestirmeye
yeter mi?.. Yetmeyeceðini söyleyen Kant, sonunda, usa deneyüstü bir görev bulmustur: Bires
tirme isi. Kant'a göre
us bu görevi gerçeklestirmeseydi, ne duyularýn verileri ve ne de duyarlýðýn katkýlarý bilim
ilgiyi
gerçeklestirebilirdi. Öyleyse us, bu birestirme isini nasýl yapýyor?.. Duyarlýðýn katkýsýyl
kte gelen bilgi
gereçlerini düzenleyici kalýplara (Fr. Ulam, Ar. Kategorie) sokarak, us, bu kalýplarý ne d
eneyden ve ne de duyarlýðýn
sezisinden almýstýr; bu kalýplar onda temel olarak vardýrlar ve kendisiyle birliktedirle
r. Demek ki, Kant'a göre bilgi,
gene de, nesneler düzeninde deðil, us'un düsünme düzeninde (Al. Verstand) gerçeklesmektedir
Kant, böylelikle
kendi düsünme yöntemini de bulmus oluyor: Deneyüstü yöntem (Al. Transzendental methbde). Ke
di kurduðu bu
terimle, elestirici bakýsýný dilegetirerek, bilgi'nin duyularýn ürünü olduðunu savunan Duyu
k'la anlýðýn ürünü
olduðunu savunan Anlýkçýlýk'ýn üstüne asýyor ve gerçeðin, her ikisinin birlesik bir üstünde
ilerisürüyor. Önemli olan sudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le baðýntý'sýný kesmeden çýkma
estirme
görevini gerçeklestirirken deneyle baðýntýsýný koparýrsa ki fiziðin üstüne yükselme anlamýn
dur
askýn'ýn alanýna girer ve köksüz düsler kurmaya baslar. Kant'ýn deneyüstücülüðü, bir Baðýnt
Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birlestirilir, salt us'un kurgularý birestir
ilemez. Us'un birestirici kalýplarý,
deneyle hiçbir ilgileri olmayan ve deneyden çýkarýlmamýs önsel (a priori) kalýplardýr ama,
deneyin verilerini
birestirmekte ise yarayabilirler. Kavramlar' la nesneler asla kopmaksýzýn baðýntýlý olmalýd
etafizik, bu baðýntýyý
gerçeklestiremediði içindir ki metafizik bilgi olamaz. Yoksa, Kant'a göre kesin, tümel, he
r zaman ve her yerde
geçerli bilgi elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargýlarýn tümü sonsaldýr, den
gerçeklesmislerdir ve bu yüzden bilimsel ve kesin bir bilgi vermezler. Biresimsel ya
rgýlarýn da önsel olanlarý vardýr
ama, sonsal olanlarý da vardýr. Ýste asýl kesin ve bilimsel bilgi bu önsel biresimsel yargý
lardadýr. Örneðin,
matematik yargýlarýn tümü bu niteliktedir, iki kez ikinin dört ettiði yargýsý hiçbir deneyd
týr.
Çünkü deney sýnýrlýdýr, bin deney yaparýz ama, bin birinci deneyde ne elde edeceðimizi bile
Matematik
yargýlar, deneyden çýkmamýs önsel biresimsel yargý'lardýr ama, bir bakýma bu karakterde ola
afizik yargýlara
benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. Ýki kez ikinin dört ettiði her zaman den
nebilir, Tanrýnýn
varlýðý hiçbir zaman denenemez (Kant, bu düsüncelerden ötürü, 1794'te Gillaume II. hükümeti
tar almýs
ve
din konusunda yazý yazmasý yasaklanmýstýr). Kant, us'un önsel kalýplarýný, Aristoteles'ten
rarlanarak, yargý
biçimlerinden çýkarýyor. On iki yargý biçimi vardýr, öyleyse bunlardan her birini meydana g
n kendisiyle
biçimlendiren on iki kalýp olmalýdýr. Bir yargý, ya insanlar ölümlüdür önermesinde olduðu g
s. Külli,
Fr. Universel), ya kimi insanlar erdemlidir önermesinde olduðu gibi Tikel (Os. Cüz'i,
Fr. Particulier), ya da
Sokrates, düsünürdür önermesinde olduðu gibi Özel (Os. Hususi, Fr. Singulier) olur. Bunlarý
ana getiren
kalýplar, sýrasýyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al. Allheit), Çokluk (Os. Kesret, Al. Vielheit
, Teklik (Os. Vahdet, Al.
Einheit) kalýplarýdýr ki Nicelik (Os. Kemmiyet, Al. Quantitaet) ana kalýbýnda toplanýrlar.
ir yargý, ya Herakleitos
us'ludur önermesinde olduðu gibi Olumlu (Os. Ýcabi, Fr. Affirmatif), ya Diogenes, us'l
u deðildir önermesinde
olduðu gibi Olumsuz (O,s. Selbi, Fr. Negatif), ya Ruh, ölmezdir önemesinde olduðu gibi Sýný
layýcý (Os. Tahdidi,
Fr. Limitatif) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Varlýk (Os. Hakikat, Al.
Realitaet), Yokluk (Os.
Selb, Al. Negation), Sýnýrlýlýk (Os. Mahdudiyet, Al. Limitation) kalýplarýdýr ki Nitelik (O
Keyfiyet, Al. Qualitaet)
ana kalýbýndan toplanýrlar. Bir yargý, ya Tanrý, iyilikçidir önermesinde olduðu gibi Kesin
Hamli, Fr.
Categorique), ya Tanrý, iyilikçiyse kötüleri sevmez önermesinde olduðu gibi Varsayýmsal (Os
arti, Fr.
Hypothetique), ya Tanrý ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür önermesinde olduðu gibi Ayrýk (Os.
Disjonctif) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Tözlülük (Os. Cevheriyet, Al
ubstantialitaet),
Nedensellik (Os. Ýlliyet, Al. Kausalitaet), Karsýlýklýk (Os. Müsareket, Al. Wecheelwirkung
) kalýplarýdýr ki Ýliski
(Os. Ýzafet, Al. Relation) ana kalýbýnda toplanýrlar. Bir yargý, ya insanlýk belki dik yürü
baslamýstýr
önermesinde olduðu gibi Belkili (Os. Ýhtimali, Fr. Problematique), ya Tanrýnýn iyilikçi olm
sý gerekir önermesinde
olduðu gibi Zorunlu (Os. Zaruri, Fr. Apodictique), ya dünya yuvarlaktýr önermesinde olduðu
gibi Savlý (Os.
Tahkiki, Fr. Assertorique) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Olanaklýlýk (
s. Ýmkan; Al.
Möglighkeit), Zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), Gerçeklik (Os. Haliyet, Al. Wi
rklichkeit) kalýplarýdýr ki
Kiplik (Os. Daýp, Al. Modalitaet) ana kalýbýnda toplanýrlar. Görüldüðü gibi Kant, deney ver
n ancak on iki
biçimde birbirleriyle birestirilebileceðini ilerisürmektedir. Bu on iki biçimi de dört ana
biçimde (Nicelik, Nitelik,
Ýliski, Kiplik) topluyor. Bunlarýn içinde en önemli bulduðu Ýliski'dir. Çünkü her biresim b
kiyi dile getirir. Bu
iliskilerden de zorunlu olarak Nedensellik ve Süreklilik yasalarý çýkar. Bu yasalar, ken
dilerinden çýkarýldýklarý
kalýplar gibi, önseldirler.
Kant, bu önsel, deneyden alýnmamýs, us'un kendi malý olan kalýplarýn, ilkelerin ve yasalarý
ygu alanýný
sýnýrlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmýyor; fizik yolunu da kapayarak Bili
nemezci üçüncü felsefe'nin
kapýlarýný açýyor. Kant'a göre us, deneyin verileriyle baðýný koparýp metafizik yapamayacað
in verilerinin
arkasýna geçerek fizik de yapamaz. Çünkü deney bize sadece görünenleri (Al. Erscheinung) ve
ktedir. Bizse bu
görünenlerin ardýnda bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal ediyoruz ve yukarý sýnýrý asm
çalýstýðýmýz gibi bu
asaðý sýnýrý da asmaya çalýsýyoruz. Kant, bu her iki asmayý da ayný asma (Al. Transzendent)
ve us'un
kalýplarýnýn sadece seyin görüneni'ne (Fenomen) uygulanýp, sey'in kendisine (Numen) uygulan
mayacaðýný
söylemektedir. Kant, böylelikle, us'un sýnýrýný kesinlikle çizmis oluyor: Bu sýnýr, seyin k
dir ve hiçbir
zaman asýlmamalýdýr, çünkü bilinemez. Kant'ýn olustuðu ortam, bir matematik-fizik-usçuluk o
itekim
genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmistir. Matematiðin ve fiziðin ilke
leri us'un ürünü sayýlmakta,
gerçeðe us yoluyla varýlabileceðini savunan ântikçað Elea'lýlarýnýn düsüncesi Leibniz-Wolf
ek
asamasýna ulasmýs bulunmaktadýr. Ýngiltere'den gelen yepyeni bir ses, David Hume'un sesi
, us'un elestirilmesini
ve
yetilerinin gereði gibi belirtilmesini öðütlemektedir. Tarihsel düsünce diyalektiði XViii'n
yüzyýl sentezini Us'ta
gerçeklestirmistir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapmasý gerekeni yapmýs ve su
sonuca varmýstýr: Bizler,
gizlerle dolu bir evrende bir düs'ün düsünü görmekteyiz. Gerçekte bildiðimiz hiçbir sey yok
zislerimizin,
kavramlarýmýzýn, deneydýsý idelerimizin içine gömülmüsüz; bir seyler kuruyoruz. Ne var ki,
sandýðýmýz
sey sadece olay'lardýr. O olaylar ki, bilmediðimiz nesneyle asla bilemeyeceðimiz bir özn
enin birbirlerine olan
iliski'sinden doðmustur. Nesne'yi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceðiz, us'a zoru
nlu olarak bu iki
bilinemez'in ortasýndaki iliski alaný kalýyor. Oysa us, özgür olma dileðindedir; asma çabal
u yüzdendir. Salt
us'un elestirisi'nde bu özgürlük dileðinin ise yaramadýðý anlasýlmýstýr; salt us deneyle ol
arak
kuram yapamýyor, ama eylem de yapamaz mý?.. Kant'ýn ikinci büyük yapýtý Uygulayýcý Us'un El
i (Kritik der
Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun karsýlýðýný arayacaktýr. Zorunlukla olan'ýn karsýsýn
de özgürlükle
olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanýdýr. Us, salt olamýyor ama, uygulayýcý olabilir
e var ki bu durumda adý
deðiserek Ýrade olur. Doðru'nun duyusu nasýl nesneler düzeninden düsünce düzenine yükselip
ek
zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düsünce düzeninde biçimlenip nesneler, düzenine inmek
orundadýr.
Özgürlükle olmayan iyiliðin hiçbir anlamý olamaz. Ceza korkusu, armaðan umudu, beðenilme is
eneðe
uyma zorunluðu vb. gibi etkenlerle gerçeklestirilen iyilik, gerçek iyilik deðildir. Deme
k ki us'un uygulayýcý olarak
çok önemli bir görevi var: Ýyiliði, özgürlükle, salt iyilik için gerçeklestirmek. Bu özgürl
etkilerinden kurtulmus bir özgürlük olmalýdýr. Özgürlük zorlamaz, sadece yükümlü kýlar. Tör
fizik
yasa gibi zorunlu olamaz. O, serbest bir seçim isidir. O, kendi yasasýný kendisi koyar
. Önceden konmus ve verilmis
bir yasaya uymaz. Demek ki Tanrýsal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir törebilim deðildir
. Yasa'yla özgürlük'ün
çeliskisi, ancak kendi yasaný kendin koymakla asýlabilir. Ancak bu yasayý insanlýðý bir ara
rak deðil, bir erek
olarak belirtecek bir biçimde koymalý. Yoksa deney alanýyla yeniden bir iliski kurup özgür
lüðünü yitirmis olursun;
çünkü insanlýðý araç olarak gözeten bir yasa, us'un özgür yasasý deðil, kisisel çýkarýnýn y
l
olmalý. Yoksa bu yasa us'un gerçek ürünü olan önsel biresimsel yargý niteliðini tasýmaz ve
li'lik
niteliðini
elde edemez. Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmis bir Kosullu (Al. Hypothet
isch) yasa deðil, uygulayýcý
us'un kendi kalýplarýnda biçimlendirdiði bir Düzenlenmis (Al. Kategorisch) yasa'dýr. Bir se
elde etmek için deðil,
iyilik için iyilik edilecek. Ýste Kant'ýn Ýyi irade (Al. Gute wille) adýný verdiði özgür ir
ur (Kant, bu
törebilimsel düsüncelerini, söz konusu yapýtýndan çok, Grundlegung zur Metaphysik der Sitte
e Metaphysik der
Sitten adli yapýtlarýnda incelemistir). Görüldüðü gibi Kant, Salt Us'un Elestirisi'nde yads
iziði, Pratik
Us'un Elestirisi'nde diriltmeye çalýsmaktadýr. Kant'ýn bu idealist eðilimi üçüncü büyük yap
belirecektir. Doðru ve iyi ideleri incelendikten sonra geriye us'un üçüncü bir islevi kalmý
týr: Güzel idesi. Us,
doðayla törebilim arasýnda kalan estetik alanda nasýl isliyor ve bu isleyisin de ötekiler
gibi önsel ilkeleri var mýdýr?..
Kant'ýn üçüncü büyük yapýtý, Yargý Gücünün Elestirisi (Kritik der Urteilskraft, 1790) bu so
arayacaktýr. Kant, duyulardan gelenle (salt us) düsünceden giden (uygulayýcý us) arasýndaki
köprüyü Yargý gücü
adýný verdiði (yargýlayýcý us) ussal bir yetiyle kurmak istiyor. Deneylerden gelen' le düsü
erçeklesiyor,
düsünceden giden de deneyde gerçeklesecek. Oysa bu gerçeklesmenin us'un buyruðuna uygun ol
up olmadýðýný
Yargý gücü denetleyecek (Bu tema, diyalektik özdekçiliðin teori, pratikle doðrulanýr önerme
antçý sezisidir).
Doðru, bir düsünceyle gerçeklestirilen bir iyi'liðe güzel bir davranýs diyoruz. Öyleyse güz
iki ideyi birbirine
baðlayan bir köprüdür ki bunu da Yargý gücü gerçeklestirir. Kant, güzeli yüce'den ayýrýyor.
nizin
kudurmus dalgalarýna bakarak: Ne güzel diyebiliriz ama, gerçekte duyduðumuz güzellik deðil;
büyüklük, güçlülük
ve ürkünçlükten doðan yücelik'tir (Al. Erhabene). Yücelik, böylesine güzel (Fr. Dynamique)
iði gibi yýldýzlý
bir gecenin ihtisamý gibi matematiksel (Fr. Matheniatique) de olabilir. Böylece yüce'd
en ayrýlan güzel; iyi'den,
hos'tan, yarar'dan da ayrýlmaktadýr. Güzel'in niteliði, hiçbir karsýlýk gözetmeksizin yargý
sudur. Kantçý
törebilime göre iyi de bu niteliði tasýr, oysa iyi, eylemsel bir irade isidir; güzelinse n
e eylem ne de iradeyle
ilgisi vardýr. Hos duysal bir beðeni, güzel'se yargýsal bir beðenidir. Bir tabak meyve tab
losu, onlarý yemek isteðini
duyurursa hos ve ancak bu isteði duyurmadýkça güzel'dir. Yararlý elde edilmek istenir, güze
'se sadece seyredilir.
Hiçbir karsýlýk gözetilmeden beðenilmek onun temel niteliðidir. Güzel'in baska bir niteliði
el geçerli
olusudur. Kant böylece önsel biresimsel yargý'yý burada da yakalamýs oluyor. Demek ki güzel
de de bir önsellik
var, bu önsellik bizi kendisine karsý belli bir tutuma zorlar. Bu tutum, özel deðil, gen
el bir tutumdur; sadece bizim
için deðil, herkes için geçerlidir. Güzellik yargýsý kavramsýz (Fr. Sans concept) bir yargý
k ki bir bilgi isi
deðildir.
Güzellik, ereði düsünülmeyen bir ereksellik'tir. Bir müzik parçasýnda bize zevk veren onun
leme
nedeni deðildir, oysa o gene de bir ereðe uygun olduðu için güzel'dir. Kant, böylece, estet
k yargý'yý (Fr. Jugement
esthetique) ereksel yargý'dan (Fr. Jugement teleologique) ayýrýyor. Sanatçý güzeli yaratýrk
onu belli bir ereðe
göre biçimlendirir, bizse o güzeli ereðini düsünmeden kavrarýz. Güzelin bizler için anlamý,
eðine
uygunluðu deðil, bizim ereðimize uygunluðu'dur. Kant, yapýtýnýn ikinci bölümünde, Ereklik (
itaet)
kavramý'ný incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristotelesin Entellekheia'sý gibi, kend
i nedenine uygunluk'tur. Ýki
türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit) var: Biri güzeli doðuran öznel uygunluk, ikincisi ya
rarlý'yý doðuran nesnel
uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yaðlýboya bir tabloda estetik yargýnýn konusu olurken
r ilaç kutusunun
içinde ereksel yargýnýn konusu olabilir. Cansýz doða, sürekli bir nedensellik içinde Descar
ir mekanizmle
düzenlenmektedir. Canlý doðaysa kendi ereðiyle düzenlenir. Kömür bir neden-sonuç zincirinin
a göz
pek bellidir ki görmek için yapýlmýstýr. Bu yüzden, doðanýn açýklanýsýnda ereklik kavramýnd
.
Kant, burada, us'un metafizik yapamayacaðýný söylediði halde metafiziðin alanýna yeniden ve
ice girmekte
olduðunu görerek sakýntýlý bir dil kullanmaktadýr. Ne nedensellik ne de ereklik doðanýn ken
i açýklayamaz,
der. Cansýz ve canlý, tümüyle doða, Kant'a göre bilinemez olmakta devam etmektedir. Duyular
bize bu bilginin
anahtarýný veremez, ama duyulur üstü'nde anlak alýr'da birtakým anahtarlar gizlidir. Görüld
dealizmin
kapýsýný her seye raðmen aralýk býrakmak bilinemezciliðin zorunluðudur. Kendisinden önceki
akýmlarýnýn
düsünsel sentezini ustaca gerçeklestiren Immanuel Kant'ýn, kendisinden sonraki felsefe a
kýmlarýný büyük ölçüde
etkileyen bu üç önemli yapýtýný toparlarsak su sonucu saptarýz: Doðru'yu us kurar, iyi'yi u
urur, güzeli us
yargýlar. Bilinemez kendilik' in dýsýndaki bilinir olaylar dünyasýný tek sözle us düzenler.
argý, idealist bir
vargýdýr.
Kant, tarih görüsünü açýklayan dokuz önermesinde, düzensizlikler düzen içindir, demektedir.
, bütün
istidatlarýn gelismesi için doðanýn koyduðu bir araçtýr. Ýnsan birlik ister ama, doða ikili
istir. Bunda da
doðanýn bir ereði vardýr elbet. Her davranýsýn bir karsý davranýsý vardýr. Bu karsý davraný
yarýp
onun istidadýný gelistirirler. Ýnsan tüm iyi olsaydý gelisemezdi. Kötülükler, insaný, iyili
gelistirmektedir ki
bunun da sonucu, bir toplum düzenine varacaktýr. Doða, insanýn hem çalýsmasýný, hem de çalý
açmaya
uðrasmasýný istemistir. Çalýsmaktan kaçmaya uðrasmak çalýsmayý gerektirir çünkü. Ýnsan, bir
yasayabilmek ereðine ulasmak için çalýsmak zorundadýr. Ýnsanýn kötü bencilliði onu gelistir
düzeni
yaratacak çabaya katýlmasýný saðlamaktadýr. Doðanýn bu inceliðini gereði gibi anlamamýz ger
lar
olmasaydý insan sünepelesirdi, gelisemezdi (Bernard de Mandevillein Arýlar Masalý'ný hatýrl
yýnýz). Ýnsanlýk tarihi,
yetkin bir toplum yasasýný meydana getirmek için, doðanýn gizli bir planýnýn gerçeklestiril
den ibarettir.
Uyusmazlýklar, çatýsa çatýsa, o yetkin toplumu hazýrlamaktadýrlar. Erdemsizliklerden gocunm
lý. Çünkü insaný
büyük erek olan erdeme götürecek bu erdemsizliklerdir. Doðanýn insan cinsini çözmeye zorlad
n
(problem), tüze'yi (adalet) gerçeklestiren uygar bir topluma erismek sorunudur. Ýnsan,
en geç bu sorunu
çözebilecektir. Bu sorun, insanlýðýn son sorunudur.
Söyle düsünüyor Kant: Tarihsel gidis pek düzenli görünüyor. Kisilerin ayrý ayrý gidisleri d
bilir ve
kisiler bu tarihsel düzenin farkýnda olmayabilirler. Ama insan türünün genel gidisi, bu düz
nli gidise uygundur (bu
konuda bkz. Macit Gökberk, Kant ile Herder'in Tarih Anlayýslarý, Ýstanbul, 1948).
Sonra, bu tarihsel düzeni arastýran ünlü önermelerini sýralýyor (Idee zu Einer Allgemeinen
chichte in
Weltbürgerlicher Hinsicht, yukarda adý geçen Cassier baskýsýnýn 4. cildinde, s. 151-166):
1- Bir varlýðýn doðal güçleri, tam ve ereðe uygun olarak gelismek için belirlenmislerdir.
2- Ýnsan aklý, tam olarak, insan türü çerçevesi içinde gelisebilir (Baska deyisle, gelisen
kisilerin ayrý ayrý
akýllarý deðildir).
3- Doða, kendi mekanik düzeninin üstünde kalan her seyi, insanýn kendi özgür aklýyla elde e
ni istemistir
(Baska deyisle, akýl mekanik düzenden yararlanmayý gerektirmeyen bir güçtür).
4- Doðanýn, gelismeyi saðlayan mekanizmasý uyusmazlýktýr (antagonisma) (Baska deyisle, uygu
luðu saðlayan
uyusmazlýktýr). (Dikkat ediniz: Ýnsanýn toplumsal olmayan toplumsallýðý, özgür bulunmayan ö
hem toplumu kurmaya, hem de ve ayný zamanda toplumu daðýtmaya çalýsan bir didisme içindedir
Toplumu
toplum
eden, bu çelisik didismedir).
5- Doðanýn insan türünü varmaya zorladýðý en güç erek, tüzeyi saðlayan uygar bir toplum ere
sal
düzendeki büyük maksadý bu erekte buluyor. Böyle bir toplum, hem içinde en genis özgürlüðün
kisiler arasýndaki zorunlu çatýsma yüzünden en genis özgürlüksüzlüðün dalgalandýðý bir topl
6- Bu, hem en güç, hem de insan türünün en geç varabileceði bir erektir.
7- Gerçekten uygar bir yasa kurabilmek, uluslar arasýndaki iliskilerin uluslararasý ya
salara uygunluðuna baðlýdýr
(Baska deyisle, nasýl gelisme ayrý ayrý kisilerden çok insan türünün gelismesiyse, insan tü
ismesi de ayrý
ayrý uluslarýn deðil, ancak uluslararasý bir gelismenin sonucu olabilir. Bunu saðlamak için
de, önce, devletlerin
birbirleriyle olan iliskilerinde hiç birinin tek basýna bozamayacaðý güçlü yasalarýn bulunm
ekir).
8- Ýnsan türünün tarihi, yetkin bir toplum düzeninin olusmasý için doðanýn gizli bir planýn
vas
gerçeklesmesidir. Çünkü doða, insanýn bütün yeteneklerini ancak böyle bir yetkin düzende me
ilir
(Baska deyisle, insanýn bütün yeteneklerinin gerçeklesebileceði tek ve biricik durum, böyle
ine yetkin bir toplum
düzenidir. Ýnsan, ancak bu yetkin düzen içinde gerçek ve güçlü insan olacaktýr: Ýnsanlýðýn
ek
uzun geleceðinin bu vaadini tasýmaktadýr).
9- Ýnsan türünün tam ve uygar bir topluma erismesini amaç edinen bir doða planýný düsünmek,
büyük
maksadýný desteklemektir.
Kant'a göre insan, böylelikle, doðadan büsbütün koparak kendisinin kurduðu dünyaya yerlesme
r.
Alman düsünürü Immanuel Kant'ýn öðretisi, elestiricilik (kritisizm) adýyla anýlýr. Yeniçað
cusu
sayýlan Kant, us'un (akýl) ne olduðunu anlayabilmek için us'u elestirmistir. Üç ünlü yapýt
en
doðmustur: Saf Us'un Elestirisi (1781), Pratik Us'un Elestirisi (1788), Yargý Yetisi
nin Elestirsi (1799)... Elestiri
düsüncesini Ýngiliz düsünürü David Hume'dan (1711-1766) alan Kant'a göre elestiri, her türl
çalýsmasýnýn
çýkýs noktasý olmalýdýr. Us nedir ve us'un gücü ya da güçsüzlüðü nerede baslayýp nerede bit
elestirisiyle, düsünsel (spekülatif) felsefenin Tanrýlastýrdýðý us'u gerçek yerine oturtmak
r. Yaptýðý is, pratik
alanda bir eylemcilik isidir. Gerçekte, doðrudan bir felsefe kurmaya girismemekte, a
ncak us'un felsefe yapýp
yapamayacaðýný ve ussal bir felsefenin mümkün olup olmadýðýný arastýrmaktadýr. Vardýðý sonu
felsefe
yapamaz. Bu açýdan Kant, bir baska noktadan idealizme vardýðý halde, us'un güçsüzlüðünü ve
erisemeyeceðini belirtmekle idealizmi kökünden çökertmektedir. Pratik us adýný verdiði irad
eyleme, böylelikle
de eylemsel töreye (ahlak) ve duyumculuða önem vermekle özdekçiliði (maddecilik) tutmakta v
üstün
görmektedir.
Tanrýya us yoluyla varýlamayacaðýný ileri sürerek, gerçek bir özdekçilik anlayýsýyla, bütün
ktadýr.
Kant, bu bakýmdan, gerçek bir utangaç özdekçidir. Ne var ki, duyularýn getirdiði nesnel alg
biçimlendirebilmek için, us'a önsel (a priori, deney dýsý) veriler yakýstýrmakla bir baska
tadan gene idealizmle
birlesiyor. Kant, us'un saltýk gerçeði ya da kendiliðinden seyi (Fr. Chose en soi) bilem
eyeceðini ilerisürmekle
bilinemezcilikle (agnostisizm) nitelenmistir.
KRALLIK ETMEKTEN BIKILIR MI? XViii'nci yüzyýlýn erdemini, ünlü bir trajediden seyretmek is
temez misiniz?
Bu sefer perdemizi, Kant'ýn ülkesi olan Almanya'da açacaðýz.
XViii'nci yüzyýl aydýnlýðýnýn en verimli yýllarýndan birinde, 1759'da yazýlan Philotas traj
i bir erdem
örneði sunmaktadýr. Ünlü Alman ozaný Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781), bu trajediyle, F
ansýz klasisizmine
karsý açtýðý savasý güçlendiriyordu. Gereksiz olan hiçbir sözü söylememek ilkesinden yola ç
yasýndaydý. Yirmi altý yasýndayken yazdýðý Miss Sara Sampton adlý dramýyla Alman edebiyatýn
ir çýðýr
açtýðý söyleniyordu. Bütün Avrupa'yý etkileyen Corneille, Racine beðenilerine karsý eski Yu
di yazarlarýnýn
süssüz, sade, doðrudan amaca yönelen yollarýna sýðýnmýstý. Bir yandan da Slýakespearein sað
evrenselliðini inceliyordu. Genç Alman yazarlarý için bunlardan daha deðerli bir öðretmen b
namayacaðýný
görmüstü. Yedi Yýl Savaslarý'yla para adamlarýnýn egemenliðine doðru gelisen Alman toplumun
bir düzen
gereði de, onu costuran nedenlerin basýnda geliyordu. Philotas trajedisi böyle bir ort
amda yazýldý. Philotas
trajedisinin yazýldýðý yýl Lessingin en yakýn arkadasý olan Kleist, Yedi Yýl Savaslarý'nda
radan ölmüstü.
Lessing, kisinin vataný uðruna kendini harcamasý erdemini, bu ölümle deðerlendirmistir.
Otuz yasýndaki genç Lessing, Philotas'ý yazarken, Kant otuz bes, Rousseau kýrk yedi, Vol
taire altmýs bes, Goethe
on, Goldoni elli iki yasýndaydý, Schillerse yeni doðmustu. Alman edebiyatý; kunduracý usta
sý Hans Sachs'ýn
(1494-1576) ve Martin Opitzin (1539-1639) mýsralarýndan baska bir deðer tanýmamýstý. Alman
iyatrosunu,
Fransýz örneðine uygun olarak Profesör Gottsched (1700-1766) düzenliyordu. Lessing, her se
yden önce, güçlü bir
yönetici olan Profesör Gottschedin beðenisiyle savasmak zorundaydý.
Philotas trajedisi bir perdeliktir, bir perdelik tiyatro oyunlarýnýn da ilkidir. Bir
Yunan kralýnýn savas çadýrýnda
geçer. Oyuncularý dört kisidir. Bas kisi Philotas, henüz delikanlýlýk çaðýna bile erismemis
ir çocuktur.
Lessing, erdem dersini bu çocukla vermektedir. Olayý, hiçbir tarih öyküsüne dayanmadan, Les
ing uydurmustur.
Amacý, gerçek kahramanýn, kendini çoðunluðun yararýna harcayan kisi olduðunu tanýtlamaktýr.
Kisi, kendini niçin çoðunluðun yararýna harcar?.. Lessing, Philotas trajedisiyle bu soruyu
kesin olarak karsýlýyor:
Erdemli olduðu için... Nitekim bunu, altýncý sahnede, kendini harcamak için bir kýlýç araya
lotas'ýn aðzýndan
da dinlemekteyiz: Kýlýç mý?.. Tanrým, zavallý ben, zavallý ben: Simdi farkýna varýyorum ki
enim. Beni
esir eden asker hepsini elimden aldý. Kýlýcýmýn sapý altýn olmasaydý onu bana býrakýrdý bel
z altýn, sen,
her zaman böyle, erdemin karsýsýna mý çýkacaksýn?. Lessing, birbirleriyle savasa tutusan ik
omsu krallýk
düsünüyor. Genç Philotas, savasa katýlmak için kral babasýna yalvarmýs, ondan güçlükle izin
ir.
Katýlacaðý ilk savastýr bu. Kaný kaynamaktadýr. Dayanamaz, düsmana bir an önce saldýrayým d
r edilir.
Esir
edilisiyle, babasýnýn bütün kazançlarýný bir kalemde silip süpürdüðünün farkýndadýr. Babasý
verilmesi karsýlýðýnda, savastan da, kazandýðý topraklardan da vazgeçecektir. Erdemli Philo
una
katlanabilecek
bir çocuk deðildir. Üstelik bir hayli utanmaktadýr da: Aklýmý kaçýracaðým: Ah, ne talihsizl
de alaycý bir
yüzü vardý beni attan düsüren o kocamýs askerin. Bana çocuk dedi. Kralý da, beni bir çocuk,
ladý bir
çocuk
olarak düsünüyor her halde....
Oysa kendisini esir eden kralýn oðlu da, kendi babasýna esir düsmüstür. Simdi, doðal hukuku
rampa kuralý, çok
daha kolaylasmýstýr. Ama hayýr... Erdemli Philotas buna da katlanamayacaktýr. Kendisi bi
r trampa konusu
olmasaydý, komsu kralýn çocuðunu esir eden babasý kim bilir ne büyük kazançlar elde edecekt
ndan baska,
utanç, o kahredici utanç, gene erdemin arkasýna gizlenmis, ara sýra kendi varlýðýný duyurma
Tanrýlar, esir
olusumun bütün acý sonuçlarýný yok edebilirler. Yalnýz bir tanesini edemezler: Utancý... Ba
benim yüzümden
bir sey yitirmeyecek, öyle mi?.. Esir düsmüs Polytimetin, eðer ben esir, olmasaydým, babam
a saðlayacaðý seyler,
küçümsenecek seyler midir? Simdi benim yüzümden bütün bunlar birer hiç olacak.... Öyleyse n
lý?..
Philotas; babasýný üstün etmek için, kendini öldürecektir. Utancý da, gizlendiði yerden, ke
oplumun yararýna
harcamak erdemini güçlendirmektedir. Bu sonuca varmak için bir kýlýç gerekiyor. Ýste burada
týn, utancý
görmemezliðe gelerek, erdemin karsýsýna dikilmistir. Onu esir eden düsman askeri, sapý altý
lduðu için, kýlýcýný
elinden almýstýr.
Philotas, komsu kraldan kýlýcýnýn geri verilmesini ister. Oysa, erdem sadece Philotas'a öz
gü deðil ya, kýlýcý geri
almak için giden düsman baskomutaný Stratos, su haberle gelir: Kralým, prensi esir eden
askere gittim. Senin
adýna
kýlýcý geri istedim. Ama dinle bak, asker ne soylu bir karsýlýk verdi: Kral kýlýcý benden a
ben bunu gene onun
uðruna kullanacaðým, dedi, ama belki de sizin istediðiniz kýlýcýn altýn sapýdýr... Bunlarý
onra, benim
dur dememe kalmadan, güçlü elleriyle sapý büküp kýrdý, küçümseyerek ayaklarýmýn önüne attý:
Ýste al, dedi, altýnýnýzdan bana ne....
O kýlýç olmazsa baska bir kýlýç da olabilir elbet. Önemli olan bu deðildir. Önemli olan, ik
cuðunu
deðistirmek için babasýna gönderilecek habercinin kendisine biraz vakit kazandýrmasýdýr:
Yemin et bana Parmenio, babamý yirmi dört saat oyalayacaðýna yemin et... Parmenio sözünü tu
aktýr ama,
yemin etmeye yanasmamaktadýr: Yemin mi edeyim?.. Yemin etmek için çok yaslýyým ben.... Phi
lotas da ona su
kandýrýcý karsýlýðý vermektedir: Ama ben de yeminsiz inanmak için çok gencim. Haydi yemin e
ben sana
babamýn üstüne yemin ettim, sen de oðlunun üstüne yemin etmelisin. Philotas'ýn erdemini han
nedenler
gütmektedir?.. Buraya kadar o erdemi hafifçe kýmýldatan bir utanç gücü sezmistik. Simdiyse
aha önemli bir
güdücü ortaya çýkmaktadýr: Ün tutkusu... Philotas, Parmenio'ya söyle tesekkür ediyor: Ne di
ana Parmenio,
ne ad koyayým sana? Sen benim gelecekteki ilmimin yaratýcýsý, kaynaðý olacaksýn.
Philotas baska bir kýlýçla kendini öldürerek erdem sonucunu gerçeklestirmistir. Lessingin ü
bütün gücüyle
parmaðýný bastýðý açý, hiç kusku yok ki, Philotas'ýn kendini çoðunluðun yararýna harcamasýd
ardýnda gizlenen bir ikinci açý da, Philotas'ýn o kahredici utançla yurduna dönemeyeceðini,
rttaslarýnýn yüzüne
bakarak yasayamayacaðýný, bir gün babasýnýn yerine oturarak krallýk edemeyeceðini belirtmek
. Bütün
bunlarýn
üstüne bir üçüncü açý, güçlü bir ün tutkusu da eklenince, Philotas ölmekten baska ne yapabi
Lessingin trajedisi, , bu zorunlu sonuca vararak, Kral Aridanus'un su sözleriyle b
itiyor: Aðla Strato, ben de
aðlayayým. Oðlumu geri alacaðým. Ama onu çok pahalýya alsam da karýsma bana. Dereler gibi k
una akýttýk,
bosuna ülkeler fethettik. Ýste karsýmýzda, zaferi bizden daha üstün olan, bizim kazandýklar
nmis, çekip
gidiyor. Gel, bana oðlumu getir. O gelince ben artýk kral kalmak istemiyorum. Siz ey
insanlar, krallýktan býkýlmaz
mý sanýrsýnýz?... Philotas'ýn utancýyla ün tutkusu, kendisini öylesine bir erdeme ulastýrmý
al Aridanus
bile, böyle bir erdem karsýsýnda, artýk krallýðýný küçümsemektedir. Seyirci, perde kapandýk
erinin
önünde yeni bir trajediyi canlandýrabilir: Tutkusuz ve utanç içinde tahta oturan bir baska
çocuðun, genç Kral
Polytimetin trajedisini.
HEYKEL. XViii'nci yüzyýl Parisinin gün görmez bir sokaðýnda, yaðmurlu bir aksam, sýcak bir
halýnýn
üstüne diz çökmüs, gözleri baðlý, kulaklarý týkalý, insan denilen bilinmeze biraz daha yakl
ciyle
titreyerek, sevgilisinin uzattýðý çiçeði derin derin koklayan filozof Condillac'a imrenmez
isiniz? Dýsarýda kentin
gürültüsü, damlarda sakýrdayan yaðmur, soðuktan buðulanmýs camlar, sýcak bir oda, yumusak b
rdýmcý
bir
sevgili, çözümlenen insan... Etienne Bonnet de Condillac (1715-1780) böylesine mutludur.
Matmazel Ferrand,
elindeki çiçeði uzatýrken, sevgili filozofuna ne duyduðunu soruyor. Oh, ne güzel... diye ka
sýlýk veriyor
Condillac, simdi ben bir menekseyim. menekseden baska da hiçbir sey deðilim. Condill
ac su anda sadece
burundur. Ýleride sadece göz, sadece kulak, sadece damak, sadece el olacaktýr. Filozof
umuz, bütün
düsüncelerimizin
duyularýmýzdan geldiðini kanýtlayacak denemeler yapmaktadýr.
Condillac, duyularýmýzý incelemek için bir heykel tasarlamýstýr. Bu heykel, insanlarýn bütü
lýklarýndan
yoksun, tastan bir heykeldir. Heykele önce tek duyu, sadece koku alma duyusunu ver
erek sonuçlarýný incelemeye
baslamýstýr. Sadece koku alma duyusu bulunan heykel neler bilebilir? Bu heykele bir
menekse uzatýrsak o bize
göre
menekse koklayan bir heykel, ama kendine göre sadece menekse kokusu olacaktýr. Heyke
limizde, simdilik,
menekse kokusundan baska hiçbir bilgi bulunamaz.
Heykelimizin, karsýlasabileceði türlü deðismeler hakkýnda henüz hiçbir düsüncesi yoktur. Ha
bilmediði
acýdan ne kadar korkutamazsa, elem de ona, hiç bilmediði bir tadý arzu ettiremez. Ama he
ykelimizin burnundan
menekseyi çekip yerine bir gül uzatýrsak karsýlastýrma baslayacaktýr. Heykelimiz, biri simd
ki duyumla, öteki artýk
var olmayýp izlenimi sürüp giden duyumla ilgili iki var olma biçimi içinde bulunacaktýr. Oy
a, artýk, eskiden var
olmus bulunduðu durumda bulunmadýðýný duymaya baslamýstýr. Ýste ilk bilgi budur.
Kokularýn çoðalmasý bilgileri de çoðaltacaktýr. Karsýlastýrmalar iyi kokularla kötü kokular
iyi
kokularýn mutluluðu baslayacak, anýlar meydana gelecek, iyi kokularýn hazzýna yönelerek köt
ularýn
eleminden
kaçýlacak, yargýlara varýlacaktýr. Heykel, sadece koku alma duyusundan yola çýkarak birçok
düsüncelere de
erisebilmektedir. Örneðin bir kokudan baska bir kokuya geçis heykelimizde geçmis düsüncesin
doðuracaktýr.
Çesitli zamanlarda sýrasýyla ayný durumlarý duymus olmasý, bir deðismeden sonra bir baska d
enin geleceði
duygusu, heykelimizde gelecek düsüncesini doðuracaktýr.
Koku alma duyusuna, birer birer, öteki duyular da eklenerek deneyler ilerletilince
düsüncelerin daha da
gelistikleri
görülmektedir: Hele dokunma duyusunun katýlmasý insan aklýnýn gerçeklesmesini tamamlayacakt
ondillac'a
göre sadece koku alma duyusunun incelenmesi bile bilgi alanýnda çok önemli sonuçlar doðurma
tadýr. Bilgileri
çoðaltmak ya da azaltmak için duyularýn sayýsýný çoðaltmak ya da azaltmak yeter, duyularý a
rlýklarýn
bilgileri de az olur. Bilgi, duyularýn gücü ya da sayýsýyla orantýlýdýr.
Duyumculuk (sensualisme) alanýnda Condillac'ýn yeniliði, bu alana deneyciliði sokmus olm
asýndadýr. Gerçekte,
düsünce bir hayli eskidir. Ý.Ö. V'nci yüzyýla kadar uzanmaktadýr. Ýlk duyucu sayýlmasý gere
ritos (Ý.Ö.
420)bilgilerimizin kaynaðýný duyularýmýzda bulmustu. Çaðdasý büyük kuskucu Protagoras da on
e
katýlmýs, felsefesini bu duyumcu temele dayamýstý. Sonra, Aristoteles'ten (Ý.Ö. 385-322), L
cke'a (1632-1704)
kadar birçok düsünürler, bilgi alanýna duyular yönünden bakmýslardý. Düsünce zincirinde Con
kasýný,
Locke'un halkasýna perçinlemektedir. Ancak Condillac, duyularýmýzla birlikte aklýmýzý da gö
tutan
Locke'un bu ikiciliðini elemis, aklýn da duyularýn sonucu olduðu düsüncesine vararak sadece
duyularý gözlemeye
koyulmustur. Condillac'ýn bu heykel tasarýmýný, Diderot'nun saðýrlar ve dilsizler hakkýndak
ektubundan aldýðý
söylenmistir. Condillac da Traite des Sensations adlý kitabýnýn sonuna eklediði karsýlýkta,
rsine, Diderot'nun bu
düsünceyi kendisinden aldýðýný ileri sürmektedir. Ýngiliz filozofu John Locke'un bu iki çað
iyice
etkilediði açýktýr.
Condillac'ýn heykeli, tek duyuyla bile, asýk olabilir, kin güdebilir, umuda kapýlabilir,
korkabilir. Ýnsaný harekete
getiren ilke, haz-elem ilkesidir. Gerçekten de bizim ilk düsüncelerimiz sadece hazdan
ya da elemden ibarettir. Haz
duymasaydý, heykelimiz, hareket etmesini hiçbir zaman istemezdi. Elem duymasaydý, bu h
areketini gerektiði yerde
durduramaz, yok olup giderdi. Demek oluyor ki, onun hos ya da hos olmayan duygul
arla her zaman karsýlasmasý
gerekir. Onun bütün hareketlerinin ilkesi ve kuralý bundan ibarettir. Su halde sadece
koku alma duyusu bulunan
heykel en çok haz duyduðu kokuya, sadece isitme duyusu bulunan heykel en çok haz duyduðu
sese asýk olacaktýr.
Kendisine acý veren hos olmayan kokudan, hos olmayan sesten de tiksinecektir. Bunu
anlayabilmek için asýk
olmanýn, bir nesne karsýsýnda hazlanmak ya da arzulamakla birlikte olduðunu, tiksinmenin
de hosnutsuzlukla
birlikte bulunduðunu göz önünde tutmak yeter. Umutla korku da, askla tiksinmenin doðduðu ay
ilkeden
doðarlar.
Heykelimizin hos ya da hos olmayan duyumlarý duymasýný saðlayan alýskanlýk, kendisine, bu d
yumlardan daha
da
duyabileceðini düsündürür. Düsünülen bu duyum hosa giden bir duyumsa umuda, hosa gitmeyen b
yumsa;
korkuya yol açar.
Heykelimiz sadece bunlarla da yetinmez, uyur, düs görür, hastalanýr, sarhos olur. Heykel
imizi hiçbir duyumla
uyarmayalým, bu durum uyku durumudur. Böyle bir durumda heykelin daha önce edindiði duyu
mlarý anmasý, düs
görmesidir. Sadece koku alma duyusu bulunan heykel eðer kendisine çok acý veren bir koku
yla karsýlasmýssa
artýk
baska hazlarý düsünemez, tek düsündüðü bu acýdan bir an önce kurtulabilmektir. Ýste bu, hey
lýðýdýr.
Nasýl ki bizler de önceleri büyük isteklerle aradýðýmýz hazlarý aðýr hastalýklarýmýzda iste
adece
yeniden saðlýða kavusmayý düsünürüz. Heykeldeki uðrasýnýn büsbütün duracaðý durumlar da var
gücünü bütünüyle uyusturacak kadar güçlü bir duyum heykeli sarhos eder.
Heykelimiz erdemlidir. Condillac'a göre iyilik ve güzellik sözleri, esyanýn hazlarýmýza ne
uretle yol açtýklarýný
anlatýrlar. Duygulu her yaratýðýn güzellik ve iyilik üstüne kendine göre bir düsüncesi vard
de koku
alma ya da tat alma duyusuna hos gelen her seye iyi; görme duyusuna, isitme duyusu
na ya da dokunma
duyusuna
hos gelen her seye de güzel denir. Ayrýca, iyilik ve güzellik tutkularla ve zihinle de
ilgilidir. Tutkularý oksayan sey
iyi, zihnin tat aldýðý sey güzeldir, hem tutkularýn hem de zihnin hosuna giden seyse hem i
yi hem de güzeldir.
Heykelimiz hos kokularý, hos tatlarý, kendi tutkularýný oksayan hosluklarý bilmektedir. De
mek oluyor ki, onun
iyilik üstüne bir düsüncesi vardýr. Gördüðü, isittiði, dokunduðu, zihninin de haz duyarak b
eri de
bilmektedir. Öyleyse onun güzellik üstüne de bir düsüncesi vardýr. Bundan çýkan bir sonuç d
iyinin hiç
de salt (mutlak) olmayýslarýdýr. Bunlar, kendilerini yargýlayan kisinin huyuna, suyuna,
yapýsýna baðlýdýrlar.
Güzelle iyi, birbirlerine karsýlýklý olarak yardýmda bulunurlar. Heykelin gördüðü seftali,
inin canlýlýðý
yüzünden onun hosuna gider, bu seftali onun gözlerine güzel gelir. Heykel bu seftaliyi y
er, görmek hazzý tatmak
hazzýna karýsýr, böylece bu seftali daha iyi olur. Faydalý olmak, esyanýn güzel ve iyi olma
yardým eder. Sadece
görüldükleri, tadýldýklarý için duyulan haz yüzünden iyi ve güzel olan meyveler, bizlere ya
duklarý da
düsünülürse, daha iyi, daha güzel olurlar. Yenilik ve azlýk da bu bakýmdan önemlidir. Ýyi v
lan bir nesnenin
verdiði saskýnlýk, bu seyi ele geçirmekteki güçlüðe katýlýrsa, bunu ele geçirmekten duyulan
syanýn iyi
ya da güzel olmasý, tek düsünceye ya da aralarýnda birtakým baðýntýlarý bulunan birçok düsü
k tat,
tek koku iyi olabilir. Isýk güzeldir, tek basýna alýnacak bir ses de güzel olabilir. Ama o
rtada birçok düsünce varken,
bir sey, düsüncelerin daha çok ayýrt edilebilmeleri ve aralarýndaki baðýntýlarýn da daha iy
ebilmeleri
ölçüsünde
daha iyi ve daha güzel olur. Çünkü bu halde çok haz duyulur. Su halde erdem de, öteki kavra
lar gibi, verdiði
hazza, bu hazzýn çokluðuna dayanmaktadýr. Bir yandan da örgenler ancak birkaç duyumu doðrud
doðruya
alabilirler, zihin ayný zamanda ancak birkaç düsünceyi karsýlastýrabilir. Pek asýrý bir çok
gasalýða yol açar.
Öyleyse böyle bir çokluk hazza, dolayýsýyla da esyanýn iyilik ve güzelliðine zarar verir. A
aki duyumlar ya da
düsünceler de, bunlardan herhangi biri ötekilere asýrý derecede baskýn çýkarsa, birbirlerin
. Demek oluyor
ki
son derece iyilik, son derece güzellik için, bunlar arasýndaki halitanýn az çok birtakým or
nlara göre yapýlmýs
olmasý
gerekir.
Ýyi ve güzel, herkesin kendi melekelerini kolaylýkla kullanabilmeyi öðrenmis bulunmasýna da
baðlýdýr. Bir
zamanlar çok iyi ya da güzel olmus bulunan bir sey artýk böyle olmayabilir, buna karsý hey
kelin hiç dikkat etmemis
olduðu bir baska sey de günün birinde son derece iyi ya da son derece güzel oluverir. Co
ndillac, bu konudaki
düsüncelerini su sözlerle bitirmektedir: Kosullara, durumlara göre heykelimizin vereceði çe
itli yargýlarý
tasarlamak
kolay deðildir. Kaldý ki böyle bir tasarým oldukça yararsýz olurdu. Bizim için olduðu gibi,
elimiz için de,
gerçek bir iyilik ve gerçek bir güzellik olduðunu göz önünde tutmak; onun bu konuda daha az
eleri
bulunmasýnýn, daha az ihtiyaçlarý, daha az bilgileri, daha az tutkularý olmasýndan ileri ge
diðini gözden
kaçýrmamak
yeter. Bütün bunlar yanlýs. Us ise karýsmayýnca sadece duyularla bilgi edinilemez. Ama görd
bi, ne
heyecan verici, güzel yanlýslar... Sunu da unutmamak gerekir ki bu abartmalý yanlýslar y
apýlmasaydý doðrulara
varýlamazdý.
BEN. XViii'nci yüzyýldan beri birçok öðretiler Kant temeli üstüne kurulmustur. Nitekim Alma
dealizminin
kaynaðý da Kant öðretisidir. Kant öðretisi çesitli biçimlerde izlenmistir: Kimileri Kant'ý
bi anlamaya ve
anlatmaya çalýsmýslardýr. Vaihinger, Schmid, Beck, Reinhold, Maimon, Schulze gibi düsünürle
u yoldadýrlar.
Örneðin Karl Leonhard Reinhold (1758-1823) Kant'ý yaymaya çalýsýrken Kant öðretisinin kandý
n
yanlarýný gidermeye uðrasmýstýr. Kimileri Kant'ý elestirerek yola çýkmakla beraber Kant'ýn
yürüyerek yeni
sistemlere varmýslardýr.
Fichte, Schelling, Hegel bu yoldadýrlar. Kimileri de Kant'ý yeni biçimlerde yorumlayar
ak çaðdas düsünceyle
baðdastýrmaya çalýsmýslardýr (Yeni Kantçýlýk). O. Liebmann, H. Cohen, P. Natorp, E. Cassire
ickert bu
yoldadýrlar. ondokuzuncu yüzyýl düsüncesi, Kant'ýn açtýðý kapýdan akmaktadýr. Onu elestiren
, onu
asmaya
çalýsan, ona eklenen; tek sözle, onu büsbütün gerçeklestiren bir düsünce akýmýdýr bu Ýlk di
düsünürü Johann Gottlieb Fichte'den (1762-1814) geliyor. Fichte'ye göre Kant'ýn üç buyruðu,
buyrukta
toplanabilir: Vicdanýna göre davran... Çünkü vicdan, hem genel bir yasayý belirtir, hem ins
nlýðý bir erek sayar, hem
de kendi yasasýný kendi koyar. Ýnsan özgürdür, vicdan da bu özgürlüðün bilincidir. Ýnsan öz
te
sýzlayan bir vicdaný da bulunmazdý. Ýyilerle kötüleri birbirinden ayýran bu vicdan, her ins
a, insanlýðýn ortak bir
yaný olarak vardýr. Bir baska deyisle vicdan, insan ölçüsünde deðil, insanlýk ölçüsündedir.
makta,
erdemsizlikse davranmamaktadýr (issizlik, tembellik). Çünkü davranmak, baslý basýna bir iyi
iktir. Davranmak,
özgürlüðümüzün gerçeklesmesidir. Fichte, görüldüðü gibi, burada da Kant' tan ayrýlmaktadýr.
davranýs iyi deðildi, Fichte'ye göre her davranýs iyidir, çünkü özgürlüðün gerçeklesmesi ol
slý
basýna bir iyiliktir. Fichte, özgürlüðe yepyeni bir anlam kazandýrmaktadýr: Özgürlük, kendi
sýnýrlandýrýr.
Çünkü özgürlük, insanýn en büyük ereðidir. Bu ereðe varabilme yolunda insan, baska insanlar
karsýsýnda kendi özgürlüðünü sýnýrlandýrýr. Sýnýrlandýrmazsa özgürlük ereðine ulasamaz çünk
gibi görünen bu tanýmlama, gerçek bir anlam tasýmaktadýr. Sorunu biraz desersek görürüz ki
istek
içgüdüsüyle kýmýldar. Ýstek içgüdüsü, sonra, yerini, kendinin etme içgüdüsüne býrakýr. Kend
geliserek, yerini, kendindeki ve baskalarýndaki insanlýðý sayma içgüdüsüne býrakýr. Kaba iç
elmis
bir
içgüdüye geçen özgürlük de böylece sýnýrlandýrýr kendini.
Fichte'ye göre Kant'ýn düsünenle düsünülen ikiliði de bir kuruntudur. Her ikisi de tek düsü
klýn isidir
çünkü. Aklýn sýnýrlarý olduðu doðrudur ama, bu sýnýrlar kendiliðinden var olup da boyun eði
.
Akýl, kendi kendini sýnýrlandýrmaktadýr. Ben olmasaydý, ben dýsý da olamazdý. Ben'i kaldýrý
yok olur.
Ben'siz (akýlsýz) hiçbir sey var olamaz. Ben dýsýný yaratarak beni sýnýrlayan da gene ben'd
skasý deðildir. Bir
baska deyisle, bütün bunlar, objeler, özdekler, sýnýrlar hep aklýn yaratýlarýdýr. Tek yarat
en'dir. Akýl;
bütün bu gerçek sanýlanlarý kendisi yaratýyor. Fichte'ye göre gerçek olan tek sey, yapmak't
dimizi bilmek için
deðil, bir seyler yapmak için yasamaktayýz. Kendisinden geldiðimizi sandýðýmýz, kendisine d
ldiðimiz ilke
de varlýk deðil, ödev'dir. Bizler bir ödevden geldik, bir ödeve doðru gitmekteyiz. Ýnsan, k
i özgürlüðünü bu
ödevinden ötürü gerçeklestirmek zorundadýr. Yapmaklýðýmýz gereken en önemli isimiz de budur
Benler, senler karsýsýndadýr. Öyleyse özgürlük de bireysel deðil, toplumsal bir gerçektir.
da söylediðimiz
gibi, benler, senler karsýsýndaki özgürlüklerini gene benlerinden ötürü, benleri için sýnýr
yse
devletin de zorunluðu gene benlerin senler karsýsýndaki isteklerinden doðmaktadýr. Gerçek d
vlet, benlerin
isteklerine uygun olan devlettir.
Descartes'in düsünce'si, yerini eylem'e kaptýrma yolundadýr. Felsefe, zamaný gelince küçücü
ersine
çevirmeyle meydana çýkacak olan gerçeðe doðru ilerlemektedir. Henüz ruhçu olmak zorunda bul
sistemler
bile
düsüncenin öyle sanýldýðý kadar güçlü olmadýðýný sezmeye baslamýslardýr. Düsünce nedir, nas
kafasýna gökten zembille mi indirilmistir?.. Bu sorularýn karsýlýklarý her ne kadar kesinli
le verilmemisse de, var
olmak için düsünmek'ten çok yapmak gerektiði beliriyor yavas yavas. Baslangýç eylemdi, diyo
oethe. Nitekim
Fichte de bunu açýkça ortaya atmaktadýr: Bir seyler düsünmek için deðil, bir seyler yapmak
sýyoruz.
Özgürlükle zorunluk (hürriyetle zaruret) henüz birlestirilmemis'tir. Ama gene de, karsý kar
a getirilip
birbirleriyle tutusturulmaktan kurtulmuslardýr. Kant, özgürlüðün de bir zorunluk olduðunu,
basýbosluk sayarak zorunluðun karsýsýna çýkarmanýn doðru bulunmadýðýný ortaya atmýstý. Fich
doða yasalarýndan baska, onlara üstün bir zorunluk sayýyor. Fichte'ye göre özgürlük, gerçek
esi gerekli bir
ödevdir. Her eylem bir özgürlüðü gerçeklestirme çabasýdýr. Ýnsanýn bir seyler yapmasý, özgü
gerçeklestirmesi
demektir. Çünkü yapmak, baslý basýna bir özgürlük isidir. Yapmak demek; özgürlüðü kullanmak
özgürlüðün gereðini yerine getirmek demektir. Ne türlü olursa olsun, bir sey yapabiliyor mu
leyse
özgürüm. Özgür olmasaydým hiçbir sey yapamazdým. Özgürlüðüm, bana dýsarýdan verilmis deðild
yasasýný ben kendi varlýðýmda tasýyorum. O, ancak benimle vardýr. Ama öylesine vardýr ki, a
lemimle
gerçeklesir. Yoksa özgürlük, kendi basýna, durduðu yerde, eylemsiz, hiçbir sey deðildir. O,
k eylemimle
varlasýr.
Özgürlüðüm zorunludur, çünkü gerçeklestirilmesi gerekir, gerçeklestirilmekle varlasacaktýr.
stirmek
zorundayým, çünkü gerçeklestirmezsem ben de yok'um demektir. Var olmam için yapmam (eylemde
bulunmam)
gerekir. Bu, benim için kesin bir zorunluktur. Yapabilmem için de herhangi bir sey,
ne olursa olsun özgür olmam
gerekir. Öyleyse, özgürlüðüm de benim için kesin bir zorunluktur. Ben; gerçeklestirmek zoru
ulunduðum
ödevimi (özgürlüðümü) gerçeklestiriyorum. Çünkü ben, ancak bununla mümkünüm. Fichte'nin çýk
ben'dir
(süje). Ben olmayan'dan (obje) yola çýkarsam, diyor Fichte, zorunlu olarak ben olmayanýn
içinde nasýl olup da bir
ben bulunduðum (açýk bir deyisle, bilincin maddeden nasýl çýktýðýný, objenin içinde ya da y
süjenin
nasýl bulunduðunu) açýklamam gerekir. Oysa, bunu hiçbir zaman açýklayamam. Çünkü bu, biline
ol beni,
kör bir doðal zorunluða götürür, özgürlüðümü elimden alýr. Ben'den yola çýkarsam, bütün ben
açýklayabilirim, özgürlüðüm gerçeklesir. Ben olmayanýn beni nasýl gördüðü (ya da düsündüðü)
benim ben olmayanlarý nasýl gördüðüm pek açýktýr.
Bilinç (ben, süje) nedir?.. Eylemsiz olarak düsünülebilirse, hiçbir sey. Bilinç, ancak eyle
bilinç olur. Bilinci
bilinç eden eylemdir (action). Bilincin isi (ya da bilinçliði) bilmek deðil mi? Her bilm
e, bir eylemle baslar. Ben,
ben olmayaný kavrayabilmek için bir eylemde bulunacak, önce kendini ortaya koyacaktýr. B
enin kendi kendisini
düsünmesi bile bir eylemde bulunmasýdýr. Hiçbir eylemde bulunmayan ben, ben olamam. Öyleyse
ben, ben
olabilmek için bir ödevi yerine getirmeliyim. Bu ödev, her seyden önce, benliðimi ortaya k
oyma (özgürlük)
ödevimdir. Benliðimde, ayný zamanda, özgürlüðümün en yüce kanýtýný da tasýyorum. Bu kanýt,
bütün eylemlerimi sasmaz bir ölçüyle deðerlendirir. Özgür olmasaydým vicdaným olamazdý. Çün
deðer ölçüsüne göre deðil, beni nasýl güdüyorlarsa öyle davranmak zorunda bulunacaktým. Fýr
katýlan
yapraðýn vicdaný sýzlamaz, götürülür, gitmek zorundadýr, gideceði yolu özgür eylemiyle seçm
i
yerine getirmekte deðil, sadece güdülmekte, götürülmektedir. Benimse söyle ya da böyle davr
er an,
vicdanýmca ölçülmektedir. Vicdaným, beni överek ya da yererek, davranýslarýmdaki (eylemimde
lüðü
belirtir. Vicdaným, özgürlüðümün bilincidir.
Törem (ahlak) de özgürlüðümün sonucudur. Özgür olmasaydým, ne türlü olursa olsun, herhangi
olamazdý. Özgürlüksüz davranýslar, töre dýsý davranýslardýr. Töremi özgürlüðüm biçimlendiri
ürünüdür. Ödevim olmasaydý, törem de olamazdý. Özgürlüðüm, vicdanýmda olduðu gibi, töremde
güçlü törem, özgürlüðümü özgürlüðüm için istememdir. Çünkü ancak böylelikle ödevimi yerine
Fiçhte'ye göre, özgürlüðün gerçeklesmesi olduðundan, her eylem iyidir. Hiçbir eylem kötü ol
eylem deðil, eylemsizliktir. Eylemsizlik de, pek açýk olarak, issizlik ve tembelliktir
. Ýssizlik ve tembellikte özgürlük
gerçeklesmez, bu yüzden de ödev yerine getirilmemis olur. Öyleyse gerçek devlet, issizliðe
e tembelliðe yer
vermeyen bir devlet olmalýdýr. Her yurttas, çalýsabilecek, kendi çalýsmasýyla rahatça geçin
ktir. Bunu
saðlayamayan devlet, gerçek devlet deðildir. Bunu saðlayabilmek için de, ekonomik alanýn tü
devletlestirilmesi, devlet eliyle düzenlenmesi gerekir. Ama devletin iç ekonomik den
geyi saðlamasý yetmez. Dýs
ekonomi, bunu her an bozabilir çünkü. Öyleyse dýs ticaret de devletlestirilmeli, devlet bi
r kapalý ticaret devleti
olmalýdýr.
Fichte, böylelikle, derinlemesine girememekle beraber, özgürlüðün ekonomik ortamla ilgisini
sezmis
bulunmaktadýr. Kapalý Ticaret Devleti adlý yapýtýnda, bu sezi, elle tutulurcasýna görülür.
, diyalektik
yöntemi olumlu ve bilimsel bir yolda kullanan ilk düsünür de Fichte'dir. Herakleitos'tan
(Ý.Ö. 576-480) beri zaman
zaman ele alýnarak hiçbir yerde gereði gibi yararlanýlamamýs olan diyalektik yöntemi, Kant
ile çýkmaz bir yol
saymýstý. Fichte, bilgimizin, bir koyma, karsý koyma, birlikte kavrama (thesis, antith
esis, synthesis) isi olduðunu
yetkiyle ileri sürdü. Bilgi, Fichte'ye göre, böylesine bir karsýlasma, çatýsma ve bütünleme
sur: Ben, ben
olmayan, benle ben olmayanýn birliði.
BEN OLMAYAN. Ýkinci direnis, gene bir Alman düsünürü olan Friedrich Wilhelm Joseph Schelli
ng'den (1775-
1854) geliyor. Kant'a göre son erek töreydi. Fichte de, baska deyislerden gelerek, b
una katýlýyordu. Schelling'e
göre son erek töre deðil; sanattýr. Ýnsan, son ereðine, sanatýn yaratmalarýnda varacaktýr.
akýl, Kant'ýn
teorik
aklýyla pratik aklýnýn bir biresimidir. Teorik aklýn verileriyle pratik aklýn verileri, es
tetik akýlda birlesirler ve
aralarýndaki uçurumu kapatýrlar. Sanatçý, kendi kendisini asan bir varlýktýr. Sanatçýnýn iç
ini asan,
kendisinden üstün bir ses vardýr. Bu ses, bir bakýma, bilinçsiz bir sestir, sanatçýyý pesin
sürükler. Sanatçý,
bir
çesit, insanüstüdür. Bilinçsiz yaratmayla bilinçli davranýs, o tek alanda, sanatta kucaklas
. Doðayla özgürlük de
sanatta birlesmektedirler. Sanat, doðanýn kopya edilmesi deðil, doðaüstü bir yaratmadýr. Sa
, gerçek idelere
varmaktýr. Erdem, sanattýr. Kant, salt'ýn (mutlak'ýn) alanýna girilmesini yasaklýyordu. Sch
lling bu alana sanat
yoluyla girildiði düsüncesindedir. Fichte, düsünenle düsünülenin ikiliðini her ikisinin de
yaratýsý
olmalarýndan ötürü; kaldýrýyordu. Schelling'se bu ikiliði, karsýtlarýn birliði (tezatlarýn
lkesinden ötürü
kaldýrmaktadýr (Herakleitos'u hatýrlayýnýz). Schelling'e göre salt, örekle gerçeðin birliði
uysa sanatla
belirmektedir. Felsefe Tanrýyý tasarlar, sanatsa Tanrýdýr. Bilim Tanrýlýðýn ereðidir, sanat
ir.
Evrende durgun olan hiçbir sey yoktur. Evren, sürekli bir yaratma alanýdýr. Evrende her
sey, etki ve tepkilerin
sürekli olarak gidip gelmelerinde belirir. Felsefe, bir çift görünüs içinde, salt'ýn bilimi
. Kant'ýn öðretisine uyarak
salt'ýn alanýna girmeyecekse, ne söyleyecek felsefe?.. Özgürlük, bilincine varýlmýs zorunlu
diyor Friedrich
Wilhelm Joseph von Schelling. Ýlkin, Hollandalý düsünür Spinoza'nýn dile getirdiði bu çok ö
erçek
Schellingin dilinde daha da anlam kazanmaktadýr.
Özgürlüðü gündelik dillerinde kullananlar, ondan bir basýbosluk anlamý çýkarmaya çalýsýrlar
özgürlük, hiçbir etkiye baðlý olmadan her istediðini yapabilmek anlamýndadýr. Böyle olunca
runlu
olarak, zorunluk'un karsýsýna konur; özgürlüðün zorunluða karsý savunmasýna girisilir, biri
baðýmsýzlýðýný tanýtlayacak kanýtlar aranýr.
Özgürlükle zorunluk arasýndaki bu çelisme, ancak diyalektik bir yöntemle çözülebilirdi. Özg
luðun
kökten iliskisini kavrayanlar, diyalektik yöntemle çalýsan düsünürlerdir (Fichte, Schelling
egel). Kant'ýn, çok
önemli sezilerine raðmen bu yoldaki basarýsýzlýðý, diyalektik yöntemi çýkmaz bir yol saymýs
Buna
karsý Schelling, söyle demektedir: Doðada her sey, etki, karsý etki arasýnda sürekli bir gi
ip gelmedir, ayný
zamanda karsýt ve birbirine baðlý iki ilkenin savasýdýr (Herakleitos'un polemos'unu hatýrla
).
Ne ben (ruh) ben olmayaný (madde), ne de ben olmayan beni meydana getirir, diyor S
chelling; ben'le ben
olmayan,
düsünce ve varlýk, ruh ve madde, karsýtlarýn birliði (tezatlarýn ayniyeti) ilkesinden gelme
dirler. Daha açýk bir
söyleyisle, her ikisi de birlikte olarak birbirlerinin nedenidirler. Zorunlukla özgürlüðün
irlikteliði de bu
yüzdendir.
Schelling sunlarý da ekliyor: Ben nedir? Ben, ben olmayaný kavrayan anlakla (zeka) b
en olmayana direnen
buyultunun (irade) karsýlýklý çatýsma ve etkileriyle gerçeklesir. Bunlarýn çatýsma ve karsý
i, insan türünün
hayatý olan tarihi meydana getirir. Ben, önce duyumdu. Sonra iç ve dýs algýya (idrak) ulas
tý. Daha sonra da ussal
soyutlama (akli tecrit) çizgisine vardý. Benin gelismesi bu üç basamakla gerçeklesmistir.
Organik gelismenin bu üç
basamaðýna karsý tarih de üç çaðda gelismektedir:
1- Eskiçað, duyum çaðýdýr. Bu çaðda buyrultusuz bir anlak (iradesiz zeka) egemendir. Ben ol
lar duyularla
kavranýr, ama onlara karsý direnilemez. Bu yüzdendir ki, bu çaðda kadercilik güçlüdür. Ben,
mayanlara
boyun eðmektedir (tez).
2- Yeniçað, iç ve dýs algýlar çaðýdýr. Romalýlarýn açtýðý bu çaðda kaderciliðe karsý tepkil
anlakla çatýsmaktadýr. Ben, ben olmayanlara direnmektedir (antitez).
3- Gelecek çað, ussal soyutlama çaðý olacaktýr. Ben'le ben olmayan (ruh ve madde, insan ve
oða, düsünce ve
varlýk), gittikçe, uyusmus bir birlik halinde, kucaklasmaktadýrlar. Düsünce, gittikçe gerçe
secek ve gerçek,
gittikçe düsüncelesecektir (ideallesecektir). Ýdealle gerçeðin birliði (aynýlýðý) belirecek
Ama Schelling burada kalmýyor. Söyle devam ediyor: Tarih, bir süre (zaman) isidir. Sürey
se sonsuzdur. Öyleyse
bu ilerleme de sonsuz bir ilerleme olacaktýr. Bu yüzdendir ki, gerçeklesmis ideal, hiçbi
r zaman erisilemeyecek bir
sonuç, daha açýk bir deyisle, sonsuzluðun sonucu olarak görünmektedir. Oysa düsünce, kendis
eydana
getiren
ikiliðin üstüne yükselebilir. Ýnsan, ussal sezisle kisisel aklýnýn üstüne çýkabilir, kendis
sen aklýyla
evrende evrensellesen (objektiflesen, kisiselliðin dýsýndaki) akýlla birlesebilir. Ýnsan,
kendisinden çýktýðý salt'a
(mutlak) yeniden ulasabilir. Ama insan bu ulasmayý, anlak ve buyrultusuyla deðil (ze
ka ve irade, düsünce ve
eylem),
ancak, sanat yoluyla gerçeklestirebilir. Salt, ancak, güzellik duygusu olarak kavran
abilir. Sanat ve din bir ve ayný
seydir. Görüldüðü gibi Schelling de, dönüp dolasýp mistikliðe ulasmaktadýr. Schelling'de gö
iklik,
diyalektik yöntemin sürüklediði doðru yolda yürürken basa gelen ufak tefek sürçmelerin sonu
san
Özgürlüðü
Üstüne adlý yapýtý, Schellingi yeniden kurtaracaktýr.
Sehelling, konuya su soruyla giriyor: Ýnsanlarýn özgür eylemleri tarihsel zorunlukla baðda
stýrýlamaz mý?
Bu soru, XViii'nci yüzyýla gelinceye kadar, bütün düsünce tarihi boyunca sorulmus olan bir
orudur. Ýlk bakýsta, bu
köklü karsýtlýk, birçok düsünürlere uzlastýrýlamaz gibi görünmüstür. Zorunluk, bilinçsiz do
alanýnda bütün gücüyle meydana çýkmaktadýr. Býrakýlan tas, belli kosullar içinde, zorunlu o
düser.
Bunun
yasalarýný biliriz ve tasýn düsmek zorunda bulunusunu kolaylýkla anlarýz. Ama ya bilinçli i
n?.. Bilimsel anlayýs,
bu bilinçli ve buyultulu (iradeli, bir anlamda basýna buyruk) varlýðýn da tarihsel fenomen
lerin zorunluðuna baðlý
olmasýný gerektirir. Bu gerçeði yadsýmak, bilimi bir yana itip bilimselliðin dýsýna çýkmak
Kaldý ki insanýn
birçok zorunluklara ne denli baðlý bulunduðunu elle tutulurcasýna görmekteyiz. Baðlý olduðu
la
yadsýyamayacaðýmýz bu tarihsel zorunluklar karsýsýnda bilincimizin ve buyrultumuzun gücü ne
Daha baska ve
açýk bir deyisle, özgürlüðümüz var mý?.. Var, diyor Schelling. çünkü zorunlukla özgürlük ar
gerçekte, bir kuruntudan baska bir sey deðildir. Bunlar, birbirlerini , ortadan kaldýr
mak söyle dursun, tam tersine,
birbirlerinin kosuludurlar. Zorunluk olmasaydý özgürlük de olamazdý. Özgürlüðün sözünü edeb
uðu
bütün gücüyle varlastýrmak gerekir. Söyle ya da böyle davranacaðým. Özgürüm. Dilediðim gibi
iyim?..
Davranýs, elde edilmek istenen sonuçla birlikte gerçeklesir. Özgürüm, komsumun kafasýný kýr
m, ama soluðu
da karakolda alýrým. Özgürce davranýsýmýn sonucu, özgürlüðümün elimden alýnarak dört duvar
tutsaklanmamý gerektirir. Dahasý var, komsumun kafasýný kýracaðým derken, o benim kafamý ký
, elde etmek
istediðimin tam tersi bir sonuçla karsýlasabilirim. Öyleyse özgürlüðüm, elde etmek istediði
gerçeklesecektir. Bu sonucu elde etmek içinse bir tahminde bulunmam gerekir, bu tahm
ini tutturamazsam
özgürlüðüm yok olur, gerçeklesemez. Buysa, pek açýk olarak su demektir: Baskalarýnýn eyleml
runluðu,
benim özgürlüðümün kosuludur.
Amacým, komsumun kafasýný kýrmaksa, bu sonucu elde edebileceðimi doðru olarak tahmin etmeli
im ki,
özgürlüðüm gerçeklesebilsin. Bu sonucu doðru olarak tahmin edebilmem, baskalarýnýn eylemler
salara baðlý
bulunmasý, baska bir deyisle, önceden belirlenmis olmasý, esit bir deyisle, zorunlu ol
masýyla mümkündür. Bu
örnekten açýkça anlasýlýr ki, benim özgürlüðüm, baskalarýnýn zorunluðuyla gerçeklesebilir v
gerçeklesemez. Baskalarýnýn zorunluðu, belli kosullar içinde yapmamazlýk edemeyecekleri eyl
mlerde belirir. Bu
eylem zorunluðu da, onlarýn tarihsel zorunluðuyla belirlenmistir. Örneðin, Romalý bir köle,
endisinin yumruðuna
karsý koyamazdý. Onun tarihsel zorunluðu bu türlü bir eylem zorunluðunu gerektiriyordu. Böy
ine bir
zorunluktur ki, Romalý efendiye elde etmek istediði sonucu (özgürlüðünü) doðru olarak tahmi
ebilir. Öyleyse,
pek açýk bir gerçektir ki, insanlar zorunlu bir davranýsla özgürlüklerini gerçeklestirebili
Zorunluðun bilincine
varamamýslarsa, özgürlükleri yoktur.
EVRENSEL RUH. Platon'dan (Ý.Ö. 427-347) beri yüzlerce yýl, ikinci büyük evrensel sistemi ku
abilmek yolunda
Georg Wilhelm Friedrich Hegeli (1770-1831) hazýrlamak için, binlerce düsünür emek vermisle
rdir. Hegelin
sistemi,
gerçeðin önündeki son adýmdýr. Ondan sonra atýlan, tek ama çok önemli, bir adým gerçeði büt
temelinden yakalayacaktýr. Bu sonucu saðlayabilmek için Hegelin adýmý atýlmalý; evrensel bü
, insanlarý
yadýrgatmayacak bir yapýda kurulmalýydý. Bu, onlarýn yüzyýllar boyunca alýsýk olduklarýndan
bulduklarý bir yapýydý. Hegel, evrensel bütünü, bu köhne yapýyý ustaca onararak kurdu.
Hegel, genel olarak idealist akýmýn, özel olarak da Alman idealizminin son ve en büyük tem
silcisidir. Doruðuna
yükselmis böylesine bir idealizmin, gerçekçi ve maddeci bir yüzyýlýn dönüsümcü eylemlerine
labildiði
haklý olarak sorulabilir. Ozan Heine'nin bildirdiðine göre, 1831 yýlý kasým ayýnýn 14. günü
hastalýðýndan
ölüm döseðinde yatan Hegel, ancak isitilebilen bir sesle: Beni öðrencilerimden sadece Miche
et anladý demis.
Sonra, üzüntüyle eklemis: O da yanlýs anladý. Oysa onu çok iyi anlayacak olan biri su sýral
a on üç
yasýndadýr.
Hegelin sistemine diyalektik bir bakýsla bakýnca, onun idealist dýs görünüsüne karsý, özce
ddeci bir
alanda ilerlediði görülmektedir. Diyalektik, onun için, sadece düsüncenin deðil, doðanýn da
e yasasýdýr. En
küçük bir bitkiden, bir böcekten, gökteki yýldýzlara ve insan düsüncesine kadar her sey, te
varlýk,
diyalektik çelismelerin asýlmasýyla olusur.
Ýlkçaðlarda bahçesini sulayan bir Yunanlý, çiçeðine az su vermekle çok su vermenin ayný son
nu,
her
ikisinin de çiçeði öldürdüðünü görüyor ve bundan da varlýðýn var olabilmek için bir karsýtl
sürdürebilmenin bu karsýtlýðýn uyusmasýna baðlý bulunduðunu seziyordu: Bu ilkel sezgiyi fel
da dile
getiren ilk düsünür, antikçaðýn büyük ökesi Herakleitos'tu. Herakleitos, birbirine karsý ol
kte giden,
birbirinden ayrýlan'lardan en güzel uyarlýk: Harmonia diyordu. Durgun, bitmis, olduðu ye
rde kalan hiçbir sey
yoktu; varlýk demek, sonsuzca sürekli bir olus demekti. Sýradan kafalar bu sözlerdeki ev
rensel gerçeði
anlayamýyorlardý, bu yüzden Herakleitos'a karanlýk adýný takmýslardý. Sokrates bile, kendis
nun yapýtýný okuyan
Euripides'e: Öyle sanýyorum ki, anladýklarým çok güzel, anlamadýklarým da. Herakleitos'un d
iðine
inebilmek için Delos'lu bir dalgýç gerek demisti. Herakleitos'un karanlýðý, aydýnlanabilmek
yirmi dört yüzyýl
bekleyecekti. Hegel, Herakleitos'un hiçbir sözü yoktur ki Logik' ime almýs olmayayým der.
Hegel'in diyalektiði de diyalektik bir karakter tasýr, hem bir yasa, hem de bir yöntem
'dir. Evrensel varlýk bu
yasayla olusur, bu olusmayý kavramak için de bu yöntemi kullanmak gerekir. Bizzat Hege
lin olusmasý da bu
yöntemle incelenince, bu olusmanýn iki yan tasýdýðý ve idealizmle materyalizm çelismesini k
içerdiði bütün
açýklýðýyla belirmektedir. Hegel'e göre bütün var olanlarýn temelinde düsünce yatar. Hegel
vramýný
dilegetirmek için yazýlarýnýn kimi yerlerinde geist, ide, us, töz kavramlarýný da kullanmýs
süphe yoktur ki,
düsünce, nesnelerin temelindedir savý, tipik idealist bir savdýr ama, bu sav ikinci yanýyl
a, materyalist bir gerçek
tasýmaktadýr. Düsünce, bir bakýma elbette nesnelerdedir; çünkü nesnelerden gelir, nesnelerd
nsýr. Bir
sarayda
bir kulübedekinden baska türlü düsünülür sözüyle, bu materyalist gerçeði dile getiren de ge
olmustur. Hegel, Minerva'nýn baykusu ancak karanlýk bastýktan sonra uçmaya baslar der. B
u demektir ki, önce
olaylar yasanýlýr, sonra o olaylarýn düsünceleri edinilir. Önce özdeksel yasam vardýr, sonr
l yasam baslar.
Özdek, düsünce' den öncedir. Hegel, Hukuk Felsefesi adlý yapýtýnda bu materyalist gerçeði s
e dile
getirmektedir: Realite; olusma sürecini bitirdikten sonradýr ki, dünyanýn düsüncesi olarak
elsefe meydana
çýkar.
Hegel öylesine maddeci düsünceler ileri sürmüstür ki, bunlarý okurken, sanki Marx konusuyor
nýlýr. Örneðin,
Tarih Felsefesi adlý yapýtýnda söyle der: Gerçek devlet, ancak, sýnýf ayrýlýðýnýn var olduð
yoksulluðun pek büyük oranlar kazandýðý zaman ortaya çýkar. Gene ayný yapýtta, eski Yunanlý
ni
nasýl kurduklarýný anlatýrken, devlet kurumunu metafizik bir anlayýsla en yetkin varlýk say
r. Hegel, anamalcýlýðýn
emperyalist asamasýný çözümleyen Lenin'le ayný maddeci düzeye yükselir: Grekler, çesitli ke
siyasal gücü
ellerinde tutuyorlardý. Uzun bir durgunluk evresinde nüfuslarý artmýstý. Bunun sonucu su o
ldu ki, gittikçe daha
büyük bir yoksullukla yan yana gelisen büyük bir servet birikimi gerçeklesti. Sanayi yoktu
, topraklarýn tümüne el
atýlmýstý. Yurtça yoksulluða gömülmemek için tek çýkar yol, sömürgeler edinmekti. 1955 yýlý
besinci baskýsý yayýmlanan Die Vernunft in der Geschichte adlý konusmasýnda da söyle demekt
dir: Dünya
tarihi... herhangi bir bilinçli erekle baslamaz.
Yasamýnýn incelenmesi de, Hegelin kisisel olusumunda birçok çelismelerin varlýðýný meydana
uttgart'ta
bir mal memuru olan babasý, onu Protestan papazý yapmak istemisti. Hegel, on sekiz y
asýndayken, Tübinge'n'e bu
amaçla gitmis ve Tübingen Üniversitesinde bes yýl Tanrýbilim okumustur. Ozan Hölderlin'le d
Schelling de
Tübingen'deymisler. Dostluklarý orada baslamýs. Hegel'de, bu metafizik eðitimin biçimlendi
rdiði mistik yapý bir
süre sonra karsýtýna dönüsmüs; basta Hýristiyanlýk olmak üzere her türlü dogmayý yadsýyan b
varmýstý. Bir uçtan öbür uca gelisen Hegel, sonunda, yeniden ama, daha yüksek bir düzeyde i
lizme ulasýrken,
gerçekte, akýldýsý olan her seyi çürütmek ve dünyada akýl denilen insansal yetiyi egemen ký
yordu. Dünya
akýlla özdes olmalýydý ki insan için bir anlam tasýyabilsin. Ýste, Hegel'in, sonu evrensel
'ye varan düsünsel
macerasý böylelikle baslamýstýr. O, bu dileðini dile getirmek içindir ki, ussal olan her se
gerçek ve gerçek olan her
sey de ussaldýr demisti. 1789'da Fransýz Devrimi gerçeklestiði zaman yirmi dokuz yasýndaydý
Devrime hayranlýkla
bakýyor ve insanlýk tarihinde ilk kez bilinç'li bir olgunun gerçeklestiðini düsünüyordu. Dü
fa üstünde
duruyor ünlü sözü, Fransýz Devrimi için söylenmistir. Çünkü Fransýz Devrimi, onun için, tar
insansal
eylemlerde düsünce'nin egemenliðini onaylamýstý. Artýk dünya, düsünce'yle biçimlenmeliydi,
kýrý olan
hiçbir sey gerçek sayýlmamalýydý. Hegelin kafasýnda dünya'yla akýl, düsünce'yle gerçek böyl
ti.
Hegelin yasadýðý çað, XViii'nci yüzyýlýn son otuz yýlýyla XiX'ncu yüzyýlýn ilk otuz yýlýdýr
bulgular insan düsüncesini aydýnlatmýs bulunmaktadýr. Yeni bir dünya görüsü gerçeklesmeye b
Ýnsanlar,
artýk, dünyanýn durmadan döndüðünü ve deðistiðini görmektedirler. Sokakta bir kedi yavrusuy
cuklar
bile, kedi yavrusunun dünden bugüne kendisiyle özdes kalmadýðýný anlamaktadýrlar. 1789 Fran
rimi,
insanlarýn, eski'yle bütün baðlarýný koparabileceklerini ve onun yerine bilinçli çabalarýyl
yi koyabileceklerini
tanýtlamýstýr. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde, Zamana, ne istediðini ve ne anlama geldiðini söy
eyen ve sonra da
bunu gerçeklestiren adam, zamanýn büyük adamýdýr derken, çaðýna, ne anlama geldiðini ve ne
söyleyebilmenin çabasý içindedir.
Yukarda sözü edilen Tarihte Us baslýklý konusmasýnda da, insanca olan her seyde, insanca o
lduðu ve hayvanca
olmadýðý sürece düsünme vardýr derken, duyularýn getirdiði verilerden yansýyan günlük düsün
olarak, birbirinden türeyen kavramlar dizisiyle düsünmeyi, felsefesel düsünme'yi dile geti
rmektedir. Hegel'in
diyalektik mantýðý, böylesine bir düsünmenin ürünüdür. Hegel, çaðýnýn, Aristoteles'in kalýp
mantýðýyla açýklanamayacaðýný görmüstür. Formel mantýðýn üç ünlü yasasý, bu çaðýn, hýzlý ve
gereken karsýlýðý verememektedir. Bu mantýðýn üç ünlü yasasýnýn tam tersi olarak; bir sey h
siyle
özdes deðildir, bir sey her zaman baska bir seydir ve kendisiyle çelisme halindedir, b
ir sey ayný zamanda hem
kendisi hem de baskasýdýr ve bir üçüncü olanak içindedir. Hegel'e göre her çesit yasamýn, e
her çesit
hareketin kaynaðý çelisme'dir. Bu demektir ki, insan düsüncesi soyut bir terim ortaya koya
r, sonra da buna karsýt
bir terim ileri sürerek düsüncesini devindirir. Düsünce, bu karsýt terimlerin her birini üs
ir sentezde
gerçeklestirerek üçüncü bir düsünme evresinde kendi birliðine kavusur. Böylece, sentezden s
yükselerek
soyuttan somuta doðru ilerler.
Mevlana Celaleddinin öðrencisi Süryanos'un, bana Tanrý olduðumu Mevlana öðretti dediði gibi
elin
öðrencisi ozan Heinrich Heine de bana Tanrý olduðumu Hegel öðretti demektedir. Hegel düsünc
zorunlu
olarak bu mantýksal sonuca varmýstýr. Dýslasýp doðalasmasý bakýmýndan Tanrý kavramýyla anla
düsünce, en yetkin asamasýna insan bilincinde ulastýðýna göre, bilinçli insan kaçýnýlmaz bi
Tanrýlasmaktadýr. Hegel de, çaðýnýn en üstün bilincini tasýmakta olduðundan bu çoktanrýlý e
olarak
Zeus'lesmistir. Bu yüzden de, ölümüne yakýn yýllarda, sövgülere uðramýs ve dinsiz sayýlmýst
Berlin Üniversitesi Felsefe Profesörü Hegel, bir baska büyük Alman'ýn, ozan Goethe'nin, bir
siir, anlasýlmasý ne
kadar güç olursa o kadar iyidir yargýsýný benimsemise benzer. Dili, her okuyanýn anlayamaya
aðý kadar
profesörce'dir. Bu yüzden de, kendisiyle kýyaslanamayacak birçok düsünürlerin çesitli yapýt
diði halde,
birkaç küçük parçasý dýsýnda, hiçbir yapýtý dilimize çevrilmemistir. Felsefe üstüne konusma
oynamayý severmis, her gün bulusup iskambil oynadýðý dostlarýný da çoðunlukla kendi düsünce
mayacak
aydýn olmayan kisilerden seçermis. Minerva'nýn baykusu, onun için, ancak karanlýk bastýktan
sonra uçmaya
baslamaktadýr.
Hegelin büyük önemi, insan düsüncesinin en yetkin biresimi olan eytisimsel özdekçilik'in en
n ve en büyük
savýný gerçeklestirmis olmasýdýr. Eytisimsel özdekçilik, bizzat Hegelin diyalektiði gereðin
elciliðin
asýlmasýyla gerçeklesmistir. Bundan ötürüdür ki, Hegelcilik bilinmeden eytisimsel özdekçili
r ikisi
derinlemesine bilinmeden doðasal, toplumsal ve bilinçsel gerçekler kavranamaz. Eytisim
sel özdekçiliðin
kurucularýndan Engelsin gösterdiði gibi, eytisimin üç büyük ve temel yasasý niceliðin nitel
teliðin niceliðe
dönüsümü, karsýtlýklarýn birbirlerini içermeleri, yadsýmanýn yadsýnmasý yasalarý Hegel tara
Her üçü de Hegel tarafýndan idealist bir biçimde salt düsünme yasalarý olarak gelistirilmis
Yanýlgýsý, bu
yasalarýn, doða ve tarihten çýkarýlacaðý yerde, onlarý düsünmek için ileri sürülmüs olmasýn
Diyalektik der Natur, diyalektik bölümü). Marx da söyle der: Diyalektiðin Hegel'in elinde
büründüðü
gizemsellik, diyalektiðin genel hareket biçimlerini ilkin onun ortaya koymus olduðu ge
rçeðini hiçbir biçimde
gölgeleyemez. Hegel'de diyalektik bas asaðý durur.
Gizemsel kabuk içindeki gerçek özü bulmak için onun tersine çevrilmesi, ayaklarýnýn üstüne
sý gerekir
(Marx, Kapital, cilt 1, kitap 1, Ankara 1970, s. 28). Hegelcilik, Kant felsefesi
nden yola çýkar ve insan usuyla nesnel
gerçeði tümüyle birbirinden ayýran ve aralarýna asýlmaz bir duvar çeken Kant'ýn tersine, in
yla nesnel
gerçeði
bir ve özdes sayar. Hegel'e göre, gerçek olan her sey ussal ve ussal olan her sey de g
erçektir. Ne var ki bu, ussal'ý
nesnel gerçeklikten çýkaran bir deyim deðil, tersine, nesnel gerçekliði ussal sayan bir dey
mdir. Ona göre düsünce,
çesitli yazýlarýnda bununla anlamdas olarak us, töz, geist, ide terimlerini de kullanmak
tadýr her türlü nesnel
gerçeklikten öncedir ve zamanla doðalasarak evreni ve bütün evrensel varlýklarý meydana get
istir. Düsüncenin
deðisimleri özdeðin deðisimlerinden meydana gelmez, tersine, özdeksel deðisimler düsüncenin
mlerinden
meydana gelir. Ýste düsünce'nin bu saltýklýðý, temelliði ve önceliði Hegelciliðin idealist
rir.
Düsünce, diyalektik olarak, kendi kendisiyle çeliserek gelismis ve sonunda doðayý meydana
getirmistir. Hegelin bu
varsayýmý belli bir anlamda Platon ideacýlýðýný ki bizzat Hegel kimi yerde düsünce yerine i
imini
kullanmaktadýr yeniler. Bu eski varsayýma göre özdek, düsüncenin ürünüdür. Hegel bu sonuca
nasýl
varmýstýr?.. 1817 yýlýnda yayýmlanan E'ncyclopedie'sinde söyle der: Son gelen felsefe, daha
ce gelmis olan
bütün
felsefelerin sonucu olup, tümünün ilkelerini kapsamak zorundadýr. Felsefe tarihinin teme
l doðrultusu izlendiðinde,
aslýnda düsünsel bir uðrasý olan felsefenin, fizikçi düsünürlerin zorunlu özdekçiliðine rað
yapýda
gelis'tiði görülecektir. Ýnsan, bilimin denetinden yoksun bulunduðu çaðlarda kendi düsünces
meseydi
felsefe yapamazdý. Düsünceye olan bu güven, zorunlu olarak düsünce'yi temel kýlar. Felsefen
bu ana
doðrultusunda Hegelin baslýca uðraklarý Herakleitos ve Kant'týr. Herakleitos'un hiçbir sözü
ur ki logik'ime
almamýs olayým der. Sürekli olus düsüncesinin gerektirdiði diyalektik, Herakleitos kaynaðýn
kýrmýstýr.
Hegelin yapýtýný okurken Lenin, bir yapraðýn yanýna su sözleri yazmýstýr: Diyalektik, insan
de deðil, fakat
düsüncededir, yani nesnel gerçeklikte.... Lenin, Mantýk Üstüne Defterlerinin son satýrlarýn
sunu söyler:
Hegelin öz konusu diyalektik yöntemdir. Mantýk'ýnýn tümü ve özeti, son sözü ve özü budur. B
de
dikkat
çekicidir. Hegelin en idealist yapýtýnda en az idealizm vardýr. Bu, çelisiktir ama, açýk ve
rçek bir olaydýr. Hegel,
diyalektiði düsüncenin gelisme yasasý yapmýstýr. Bu hareketli düsüncedeki hareketin kaynaðý
'dir. Bu
demektir ki, insan düsüncesi soyut bir terim ortaya koyar, sonra da buna karsýt bir te
rim ileri sürerek düsüncesini
devindirir. Düsünce, bu karsýt terimlerin her birini üstün bir düzeyde gelistirerek üçüncü
vresinde
kendi birliðine kavusur. Böylece, biresimden biresime yükselerek soyuttan somuta doðru i
lerler.
Kant, doðayý saltýk saymýs ve düsüncenin bu alana asla sokulamayacaðýný ileri sürmüstü. Heg
týk
sayarak, Kant'ýn tersine, doðanýn, bu saltýk düsüncenin ürünü bulunduðunu savunmustur. Bunu
er
Kant'ýn
özellikle tarih görüsü, tarihi, sanki bir düsünce tarafýndan yönetiliyormusçasýna önceden b
bir ereðe
doðru
ilerletir. Hegel'de de düsünce, doðada ve tarihte böylesine içkindir. Her iki görüs de, bel
bir noktada, doðadan
önce
bir mantýðýn varlýðý'ný kabul eder. Ýste Hegel de böylesine bir mantýk'tan yola çýkarak doð
mus
bulunmaktadýr. Hegel'e göre var olmak, olus halinde bulunmaktýr. Sürekli olus halinde bu
lunmayý da varlýðýn
özünde bulunan çelisme saðlar. Varlýk, hem kendisi olan varlýk ve hem karsýtý olan yokluðun
iyle
varlasmýstýr. Sadece kendisi (varlýk) olsaydý devimsiz ve kýsýr kalýrdý, sadece karsýtý (yo
aydý gene devimsiz
ve kýsýr kalýrdý. Varlýk, ayný zamanda hem varlýk, hem de yokluk olduðu içindir ki, vardýr.
lunan
varlastýrýcý güç (Os. Muharrik ruh, Fr. L'ame mobile) budur. Çelisme, olusun itici gücüdür.
arlasma
yoklasmayý, esdeyisle her olumlama yadsýmayý içerir. Gelisme, bu içeriksel çelismenin sonuc
dur. Bu sonuç,
toplumun gelismesinde de görülür; bir zaman için topluma yararlý bulunan yasalar ve kurulu
slar, bir zaman sonra
toplumun yeni çýkarlarýyla çeliserek kendi karsýtlarýna dönüsürler. Akýl akýlsýzlýða, adale
rar zarara
dönüsür. Gelismis asama, bu çelismeden doðar. Örneðin adaletsizlik adaleti yadsýr, ama bu y
adaletsizlik
de
yeni bir adaletle yadsýnýr. Sentez, yadsýmanýn yadsýnmasýdýr. Hegel, Mantýk adlý yapýtýnda
, yeni bir
kavramdýr. Ama öncekinden daha zengin, karsýtýyla zenginlesmis, esdeyisle hem kendisini
hem karsýtýný birlikte
tasýyan, öncekinden daha gelismis bir kavramdýr. Ýste kavramlar sistemi böylelikle gerçekle
ir ve kesintisiz bir akýs
içinde ilerler (Ýbid, kitap 1, giris). Oysa ilerleyen sadece kavramlar deðildir, bu ka
vramlarýn içinde içkin olarak
saltýk düsünce ilerlemektedir. Bunun gibi, tarih de, saltýk düsüncenin zaman içindeki gelis
idir. Düsünce, saltýk
olduðu halde, nasýl oluyor da ilerliyor ve gelisiyor?.. Hegel'e göre düsünce, evrensel bir
temel olma bakýmýndan
saltýktýr; yeniden kendisine dönmek ve sonsuzca saltýk kalmak üzere bir maceraya çýkmýstýr,
ine
yabancýlasarak doðalasmýstýr, insan bilincinde kendisini tanýyarak bu yabancýlasmayý asmýs
cerasýný
tamamlamýs bulunmaktadýr. Bu demektir ki, saltýk düsünce, bir süre için kendisini tarih ve
içinde
yansýtmýstýr.
Gök cisimleri, saltýk düsüncenin doðalasma yolunda attýðý ilk adýmdýr. Astronomik kozmos, s
n
kendisine ilk yabancýlasmasýdýr. Ýtme ve çekme, ayrýlma ve birlesmeden ibaret çelismelerle
al cisimler
olustu
Doðalasma, sýrasýyla; kabuklular, yumusakçalar, böcekler, balýklar, sürüngenler, kuslar, me
er boyunca sürüp
gider. Bu yabancýlasmanýn sonunda da en yetkin organizma olan insan meydana gelir ki
saltýk düsünce, kendisini
yansýtacak aynaya kavusmus olur. Artýk özdeksel yapýda daha fazla doðalasmak gerekmeyecekt
ir. Ýnsanda
beliren ve kendisine kavusan saltýk düsünce, evrimsel gelismesine bilinç, ruh, akýl alanýnd
ki bunlar ayný
seylerdir devam edecektir. Ýnsan, özü gereði ruh, esdeyisle bilinç ve özgürlüktür. Saltýk d
ma
macerasýnýn sonunda ilkin insan bilincinde, esdeyisle bireysel bilinçte kendisini tanýmýstý
(Al. Subjektiver geist).
Sonra, baska bireylerle baðýntýlý olarak bir kültür düzeyine atlamýs ve kendi özüne uygun b
u
gerçeklestirmistir (Al. Objektiver geist). Sonunda da, kendi kendisinin bilincine
ulasarak (Al. Absoluter Geist)
felsefe, din, sanat gibi deðismez, ölümsüz, saltýk deðerleri gerçeklestirmektedir. Baska tü
söyleyisle, birey,
önce öznel bir ruh tasýr. Gelistikçe bu ruhun ortaklasalýðýný kavrar. Öznel ruh, bu kavrayý
ni nesnel ruha
býrakmýs olur. Nesnel ruh, önce, ortaklasa özgürlük demek olan hak biçiminde belirir, hakký
belli biçimi de
özel mülkiyettir. Her birey, özgür eylemleri sonucu, mal sahibi olmak ve malýný baskalarýna
rmek hakkýný tasýr.
Bu veris, sözlesme'dir. Sözlesme, tohum halinde devlet'tir. Oysa birey, hak'la çelisir
ve onu yadsýr, bu yadsýmadan
suç doðar, suç da ceza'yla çelisir ve yadsýnýr. Hak, böylelikle gelismektedir. Bu gelisme s
nda en yetkin varlýk
olan devlet meydana gelir. Ama devlet, ne kadar yetkin olursa olsun, saltýk düsüncenin
amacý olamaz. Özgürlük
ruhun özüdür, hiçbir devlet, kisiye bu özgürlüðü veremez. Ruh, gerçek özgürlüðünü gene ruhu
ve sanatýn, dinin, felsefenin özgür alanlarýnda devletin üstüne yükselir. Görüldüðü gibi; d
toplumun yaratýcýsý olan saltýk düsünce (Al. Absoluter Geist) ya da evrensel ruh (Al. Weltg
ist, Allgeist), laik bir
Tanrý ya da derece derece açýlýp saçýlarak her varlýkta beliren gizemsel bir doða tanrýdýr.
Hegelcilik deyimi, özel anlamda Hegelin öðretisiyle ölümünden sonra 1835'te baslayýp 1848'e
dar süren sað
(Heinrich, Gabler, Göschel vb.) ve sol (Bauer, Ruge, Straus, vb.) Hegelciliði; genel
anlamdaysa Ýngiltere'de gelisen
Anglo-Hegelcilik, Amerika'da gelisen St. Louis Hegelciliði, Almanya'da gelisen Yen
i Hegelcilik (Glockner,
Lasson, Kroner vb.), Ýtalya'da gelisen Hegel rönesansý (Benedetto Croce, Giovanni Gent
ile) gibi Hegelci akýmlarý
adlandýrýr. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, genel olarak idealist akýmýn ve özel olarak da
Alman idealizminin son
ve en büyük temsilcisidir. Öðretisi saltýk düsüncecilik adýyla da anýlýr, çünkü öðretisinin
r.
Bununla beraber o, gene de bir nesnel düsüncecilik gelistirmistir, çünkü evrenin temeline
koyduðu bu saltýk
düsünce insan bilincinden baðýmsýz bir düsüncedir. Denilebilir ki Hegel eytisim üstüne her
emistir, ama
yanlýs söylemistir. Hayranlýkla saskýnlýðý bir arada uyandýrýsýnýn nedeni budur. Örneðin ya
r
süreç olan eytisimle (diyalektikle) Hegel, dünyanýn ve bilginin gelisme bakýmýndan bitmis v
tamamlanmýs olduðu
sonucuna varmýstýr. Hegelin doðru koyduðu yasalardan çýkardýðý yanlýs sonuçlar bizzat kendi
le çelisir ve
kendi kendilerini yalanlarlar. Hegelci mantýk yanyana sýralanan doðrularla yanlýslarýn iki
ciliði ve çeliskileriyle
doludur. Örneðin Hegel'de doðru olarak eytisimin özü sayýlan çelisme; yanlýs olarak mantýks
ve evrimsel
yönlerde isler. Oysa çelisme, bunun tam tersine, tarihsel, dýssal ve devrimsel yönlerde
isler. Örneðin Hegel'de
doðru
olarak eytisimin çeliskisel gücü sayýlan karsýtlar, özdestir; oysa karsýtlar, özdes deðil,
al süreçte antaðonist
(uyusturulamaz) biçimler de alarak baðýmlý ve birlik halindedirler. Bunlara benzer daha
pek çok örnekte de
belirdiði
gibi, Hegelcilik bir düsçülüktür, çünkü kurgusal varsayýmlara dayanýr. Hegelin bu ikiciliði
tutumu,
sisteminin hemen her yanýnda yansýr.
Siyasal düsüncelerindeki devrimci yanlarla tutucu ve gerici yanlar, düsünceciliði tanýtlama
için özdekçi öðeler
kullanmasý, sürekli devimi ilerisürerken deðismezliði savunmasý bu ikici ve çeliskili tutum
en belli örnekleridir.
Dahasý, bütün bu ikici tutum içinde düsünceci birciliði gerçeklestirmeye çalýsmasýdýr. Hege
antikçað
Yunanlýlarýnýn Elea öðretisiyle onu gelistiren Platon-Aristoteles temeline dayanýr. Bu, fel
efenin temel sorununda
düsünceci (idealist) yaný tutan düsünceci bir felsefe geleneðidir ki tarih boyunca hep ayný
lmýs ve ayný savý
çesitli
biçimlerde yinelemistir. Hegelin bu eski ve deðismez sava kattýðý yenilik, onu özdekçi öðel
nýtlamaya
çalýsmaktan ibarettir. Elea'lýlar tek ve deðismez bir varlýk olduðunu ileri sürüyorlar, çok
deðisik'liðin
sonucu
olan olus'un düssel bir görünüsten baska bir sey olmadýðýný söylüyorlardý. Dayandýklarý ger
lanýn
yanýltýcýlýðý ve ussal olanýn gerçekliðiydi. Platon bu savý yeni yorumlarla gelistirmisti.
celemis ve onun
gerçeði bildirmekten uzak bulunduðu kanýsýna varmýstý. En kaba duyumlarýmýzý bile kavram'la
getiriyorduk.
Bu, sadece bir dile getirme sorunu deðildi.Deðil baskalarýnýn duyumlarýný, kendi duyumlarým
e çesitli ussal
sýnýflandýrmalar yapmaksýzýn bilemezdik.
Üsüdüm derken üsüyenin kendi bedenimiz olduðunu, onu taslardan, bitkilerden, hayvanlardan v
öteki
bedenlerden ayýrabildiðimiz, esdeyisle bir sürü kavramla sýnýflandýrabildiðimiz için biliyo
endi bedenimizin
üsümüs olduðunu da onu kasýnmalardan, kýzarmalardan, ýsýnmalardan ayýrabildiðimiz, esdeyisl
kavramla
sýnýflandýrabildiðimiz için biliyorduk. Demek ki bilgi kavramsaldý. Kavramlarsa duyularýn d
bütün bu
sýnýflandýrmalarý yapan usun ürünüydüler. Öyleyse bilgi, nesnesel deðil, ussaldý. Kendiliði
tu, bir
görüntüden ve bir hiçten baska bir sey deðildi. Örneðin masa, kendiliðinde neydi? Onu sertl
, renginden,
boyundan, görevinden vb. esdeyise kavramlarla dile getirdiðimiz niteliklerinden soyu
tlarsak geriye ne kalýrdý? Bir
hiç. Hiç demek, yok demekti. Öyleyse gerçek olan, nesneler deðil, kavramlar ve esdeyisle g
eneller (evrenseller,
tümeller)'di. Masa, bu genellerle varlýk kazanýyordu. Ama masanýn bizim bilincimizin dýsýnd
var olduðu da bir
gerçekti, bu demekti ki, geneller de bizim bilincimizin dýsýnda vardýlar ve nesneldiler.
Platon bu nesnel genel'lere
idea adýný verdi ve nesnel düsünceciliðin (objektif idealizmin) temelleri de böylece atýlmý
u. Hegel,
Aristotelesin katkýsýna da sahip çýkarak, bu temellerin üstünde yükselmektedir. Aristoteles
bu düsünceci
geleneðe en büyük katkýsý ereksellik anlayýsýdýr. Aristotelesin biçimi, bilimsel nedenselli
daki sonuç
deðil, bir erek'tir. Çünkü o, mantýksal bir öncelik tasýr ve sürecin baslangýcýndan beri se
Raison)in içinde
vardýr. Palamut sebebi meselik ereðini içinde tasýr, böyle olmasaydý palamuttan mese çýkmaz
imsel
nedensellik anlayýsýnda neden (Fr. Cause) sonucunu içinde tasýmaz, örneðin ýsýda madensel c
eri genisletme
olgusu yoktur, madensel cisimlerin genislemesi sonucu ýsý nedeninden ayrý bir olgudur)
. Bundan baska erek,
sebepten öncedir (Bilimsel nedensellik anlayýsýndaysa neden, sonucundan öncedir). Ama bu
, bir zaman önceliði
deðil, bir mantýk önceliðidir (Nasýl ki mantýkta öncüller vargýlardan zamansal olarak öncel
týksal olarak
önceldirler). Aristoteles'e göre, dünyalasma sebebinden öncedir. Çünkü o, birbirlerini olus
an bütün sebeplerin
basýndan beri vardýr. Ama bu, dünyalasma olgusunun baslama zamanýndan önce dünyalasma ereði
var
bulunduðu anlamýna gelmez. Çünkü erek ya da biçim, geneldir. Genellerse zaman ve uzay dýsýd
zaman ve
uzay
içinde bulunmayan yok demektir, demek ki geneller (tümeller ya da evrenseller) var b
ulunmayan varlýk'lardýr.
Gerçek olan da bunlar olduðuna göre demek ki asýl gerçek, var bulunan deðil, var bulunmayan
. Var bulunan
görünüs'lerin gerçekdýsçýlýklarý ve sahtelikleri de bu düsünceci mantýksal uslamlama sonucu
aska;
zaman ve uzaydýsý olan saltýk'týr, demek ki asýl gerçek varlýk saltýk'týr. Tanrý kavramýna
yolun dýsýnda,
felsefesel yoldan böylelikle varýlmýs olmaktadýr. Aristoteles erek (Yu. Telos)'ten tanrý (
Yu. Theos)'ya böylelikle
geçmis oluyor. Bu tanrý, Aristotelesin tanýmýyla düsünmenin düsünmesi'dir, esdeyisle kendi
sini düsünen
düsünce'dir. Düsünce de zihin (Fr. Esprit)in özü olduðuna göre gerçek saltýk zihin (saltýk
düðü gibi
düsünceci (idealist) öðretide us, düsünce, zihin, ruh ve tanrý böylelikle özdeslesme olmakt
Hegel, Felsefe
Tarihi Dersleri'nde söyle der: Felsefeyle dinin ortak bir içeriði vardýr, sadece biçimleri
farklýdýr. Felsefe, dinin
hayal ürünü olarak sunduðu seyi, kavramsal olarak yakalar. Hegel, iste böylesine kavramsal
bir felsefe
gelistirmistir. Adý geçen yapýtýnda sunlarý da ekler: Usçuluk, içerik ve biçim bakýmlarýnda
ye ters düser.
Ýçerik bakýmýndan ters düser, çünkü gökyüzünü bombos býrakmýs ve her seyi sonlu iliskilere
m
bakýmýndan ters düser, çünkü onun biçimi özgür ve kavramsal olmayan uslamlamadýr... Felsefe
kendisine
dayanak olarak verilmis bir nesne üstünde düsünmez. Çünkü onun içeriði zaten düsüncesidir.
altýðýn
düsünce gibi olmasý gerekir (Hegel, Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie, 65,
92, 97, 107). Hegel'e
göre felsefenin görevi evreni açýklamaktýr. Evreni açýklamak felsefenin törebilim, bilgi ku
etafizik vb. gibi
bütün öteki sorunlarýný da açýklamak demektir. Evreni açýklamak, onun sebebini açýklamakla
,
nedensellikle açýklanamaz. Çünkü her ilk nedenin de bir nedeni olmalýdýr, kendisi açýklanam
r ilk nedense
evreni açýklayamaz. Evreni açýklayabilecek olan, bir ilk neden deðil, ilk sebep'tir, bir e
reksel sebep. Çünkü ancak
odur ki kendi ereðiyle kendisini açýklar. Sebebin bizzat kendisi bize sebebini açýklar, çün
den sonucunu
içermez ama sebep ereðini içerir. Hegel'e göre evrenin ilk sebebi ya da ilkesi, Platon'd
a olduðu gibi bütün geneller
deðil, bu bütün genelleri de içeren bir geneller geneli olmalýdýr. Bu savý, Hegeli, biçimle
i'nin yaratýcýsý
Aristoteles'e yaklastýrýr. Ne var ki Aristoteles de Elea'lýlar ve Platon gibi, özdeði bir
türlü yadsýyamamýstý. Dikkat
edildiyse düsünceciliðin (idealizmin) antikçað temelinde özdeðin hiçbir zaman yadsýnamamýs
Elea'lý Parmenides, tüm düsünceci savlarýna karsýn, varlýðýn küre biçiminde olduðunu ve uza
bulunduðunu söylemistir. Demek ki varlýk, özdekseldir. Platon Ýdea'larýn örneklik ederek bi
ndirdiði
nesnelerin, biçimsiz ve belirsiz de olsa, özdek olduðunu kabul eder ve onu da Ýdea'lar k
adar ilksiz ve sonsuz sayar.
Bundan baska Platon, Ýdea'larýn bir baska dünyada bireysel varlýklarý bulunduðunu ve ölü ru
bunlarý gidip
görebildiklerini de ilerisürer ki bu da onlarýn özdekselliðinin dolaylý bir kanýtýdýr. Aris
'e göre her biçim bir
üst biçimin özdeðidir, böylelikle sonunda özdeksiz biçim'e varýlýr ama, aradaki sayýsýz biç
llik
kaynasýr. Hegel, özdekten kurtulabilmek için, Kant'ýn duyusal genellerle duyusal olmayan
geneller ayýrýmýndan
yararlanýr. Kant'ýn önsel ulamlarý, duyusal olmayan genellerdir. Hegel'e göre de evrenin s
ebebi olan geneller
geneli,
böylesine duyusal olmayan bir genel olmalýdýr. Nesneler, bir geneller toplamýndan baska
bir sey deðildirler
(örneðin masa, çesitli niteliklerini belirtmek için ona uygulanan kavramlar dýsýnda bir hiç
), demek ki geneller de
nesneldirler. Bundan baska özneyle nesne özdestir, bu sav düsünceciliðin temel ilkesidir,
ayrýca bundan ötürü de
düsünce ürünü olan geneller nesneldirler. Özneyle nesne, esdeyisle bilenle bilinen özdes ol
aydý bilme olgusu
gerçeklesemezdi ve nesne zorunlu olarak Kant'ýn varsaydýðý gibi bilinemez olarak kalýrdý. H
l'e göre bilinemezin
varolduðunu söylemek, ona bir kavram uygulamaktýr, bir kavram uygulamaksa onu bilmek d
emektir: Daha açýk bir
deyisle, ona bilinemez demekle onu bilmis oluyoruz. Evrende bilinmeyen ve belki
de sonsuzca bilinmeden kalacak
olan pek çok sey vardýr, örneðin ayak basamadýðýmýz bir uzay gezegeninde neler olup bittiði
eyiz, ama bu
onlarýn yapýsý gereði bilinemez olduklarý anlamýna gelmez. Evrende az bilinen ya da çok bil
n seyler vardýr, ama
yapýsý gereði bilinemez olan, esdeyisle kendisine bir kavram uygulanamayan hiçbir sey yo
ktur. Bilinemez deyimi,
bizzat çelisik bir deyimdir. Kant'çý bilinemezciliði böylesine elestiren ve kökten çürüten
undan bilenle
bilinenin, esdeyisle özneyle nesnenin özdesliði sonucunu çýkarýr. Açýkça söyle der: Felsefe
düsünceciliktir. Eski ya da yeni bütün düsünürlerin ilerisürdükleri ilkeler, su, özdek, ato
neler deðil,
düsünceler, esdeyisle genellerdir (Hegel, Wissenschaft der Logik, son bölüm). Hegel, böyle
ce, evrenin ilk sebebi
olarak duyusal olmayan genelleri, esdeyisle ulamlarý ele almakta ve bunlardan da b
ir geneller geneline varmayý
amaçlamaktadýr. Hegel, bu ulamlarý birbirinden çýkarsar ve her birinin zorunlu olarak bütün
ileri içerdiðini
ilerisürer. Amacý, açýklamanýn zorunlu gereði saydýðý birciliði (monizmi) gerçeklestirmekti
gereðince
evrenin on iki tane ilk sebebi olamaz, bunlarýn bir tek ilk sebepte toplanmasý gerek
ir. Kaldý ki Hegel, Kant'ýn on iki
sayýsýnda dondurduðu ulamlarýn çok daha fazla olduðu kanýsýndadýr. Bundan baska Hegel, kend
e ileri
sürülmüs bütün genellerin soyut geneller olduklarý iddiasýndadýr, bundan ötürü de içlerinde
n baska
hiçbir sey tasýyamaz ve dolayýsýyla birbirlerinden çýkarsanamazlar, kendinin ilerisürdüðü g
somut
geneller'dir ve bundan ötürü de tüm türlerini kendi içlerinde tasýmakta ve birbirlerinden ç
abilmektedirler.
Demek ki sorun, ilk ulamý, bütün öbürlerinin kendisinden çýkarsanabileceði ulamý bulmaktýr.
lam, hem
zorunlu olarak ilk ve hem de en genel ulam olacaktýr. Bir ulam, ne kadar soyutlana
bilirse o kadar genellesir.
Demek ki ilk ulam, soyutlama süreciyle elde edilebilecek en soyut ulam olacaktýr. Ne
yi soyutlarsak soyutlayalým,
son soyutlamada daima varlýk ulamýný elde ederiz. Masayý, aðacý, kusu bütün niteliklerinden
r birer
soyutlarsak
geriye daima bu masadýr, bu aðaçtýr, bu kustur önermeleri kalýr. Demek ki bütün soyutlamala
eriye kalan
daima ve sadece onlarýn var olduklarý, esdeyisle varlýk'larýdýr. Öyleyse varlýk, bütün ulam
i ve hepsinin
sebebidir. Zorunlu olarak ilk, en genel ve en soyut ulam olan varlýðý, varlýðýndan da soyut
arsak, onun tam karsýtý
olan yokluk'u elde ederiz. Demek ki varlýk karsýtý olan yokluðu içinde tasýyordu; yoksa yok
uk varlýktan
çýkarsanamazdý: Hegel'e göre karsýtlar da birbirleriyle özdestirler ve her sey karsýtýný da
asýmaktadýr. Bunu
ilerisürme, cebimizde elli lira bulunmasýnýn ayný zamanda elli lira bulunmamasý demek olduð
anlamýna gelmez.
Çünkü birinin alaný soyut, öbürününse somuttur. Özdeslik, özdes olanlarýn birbirlerine geçi
naklý
bulunduðunu gösterir. Ýste bu geçis, Hegel'e göre olus'tur. Varlýk, yokluk ve olus Hegel'ci
mantýðýn ilk üç ulamýdýr.
Hegel'ci eytisimde her üçlünün ilk ulamý olumlu'dur, bunun karsýtý da daima olumsuz'dur. Es
isle bir seyin
olmasý
için, ayný zamanda onun olmamasý da gerekir. Birinden öbürüne geçisi dilegetiren olus k de
dir.
Demek ki üçüncü ulam olan olus, öbür ikisinin karsýtlýðýný ve ayný zamanda özdesliðini içer
i
ulamý, ikincinin birinciyi olumsuzlama'sýný olumsuzlayarak uzlastýrýr. Bu sürece sav, karsý
, biresim de denir.
Hegel'e göre us, çelisik olanda duramaz ve bundan ötürü de ilerlemeyi zorunlu kýlar. Biresi
yeni bir sav, ya da
olumsuzlamanýn olumsuzlanmasý yeni bir olumlama olur ve karsýsavýný ya da olumsuzunu ortay
a koyar. Hegel,
eytisimsel üçlünün ilk terimine kendinde (Al. Ansich) demektedir ki bu da Aristotelesin
gizilgüç (Yu. Dynamis) ve
gerçeklesme (Yu. Energeia) deyimlerini karsýlar. Her iki erekselci düsünüre göre erek, gerç
esmeden önce,
sebebinin içinde gizilgüç olarak vardýr. Aristoteles'e göre nasýl mese ereði palamut sebebi
içinde gizilgüç
(bilkuvve) olarak bulunuyorsa Hegel'e göre de olus ereði (Al. Zweck) varlýk sebebinin
(Al. Grund) içinde öylece
gizilgüç olarak var bulunmaktadýr. Bu mantýk, son ulamýn da ilk ulamýn içinde gizilgüç olar
nduðu gerçeðini
açýklar. Kavramlar, böylece, zorunlu olarak birbirlerinden olusurlar. Hegel'e göre her k
avram ya da ulam (Al.
Kategorie, bir nesneye yüklenen nitelik), Ýdea'nýn uðrak (Al. Moment)iarýdýr, esdeyisle bel
ris biçimlerinden biridir.
Evrenin temel ilkesi Ýdea (düsünce ya da ruh)'dýr, evrensel olusma Ýdea'nýn kendini açmasý'
gel söyle der:
Benim bu mantýk sisteminde izlediðim, daha doðrusu sistemin kendiliðinden izlediði yöntem,
ek gerçek
yöntemdir.
Bunun böyle olduðu sundan da bellidir ki, bu yöntem nesnesinden ve içeriðinden farklý deðil
, çünkü nesneyi
ilerleten, kendi kendisindeki içeriktir, kendi kendinde tasýdýðý eytisimdir. Surasý açýkça
r ki bu yöntemin
gidisini izlemeyen ve onun yalýn ritmine ayak uyduramayan hiçbir açýklama bilimsel sayýlam
az (Hegel,
Wissenschaft der Logik, Giris, s. 41-2). Hegel'e göre us, kendisiyle çelisende duram
ayacaðý için kavramlarýn
eytisimi çeliski yaratmayan bir ulama kadar sürüpgelir ve böylelikle birkaç düzine ulam eld
edilmis olur.
Kavramlar
eytisiminin sonunda varýlan ve çeliski yaratmayan kavramsa bizzat kavram (Al. Begrif
f, Fr. Notion) kavramýdýr.
Hegel, Mantýk adlý yapýtýnýn basýna söyle yazmýstýr: Varlýk, kendinde (gizilgüç) olarak nos
am ulamý,
kendinde ve kendisi için olarak, kendinden önceki bütün ulamlarý kapsar. Ýdea'nýn mantýksal
ni böylece
biter
ve kavram'ýn karsýtý olarak doða'ya geçilir. Hegel' in bundan sonra nesnel bir doða felsefe
i gelistireceði
sanýlmamalýdýr, gerçekte dýslasýp doðalasacak olan gene Ýdea'dýr.
Açýlýp gelisecek olan doða deðil, gene de kavramdýr. Çünkü Hegel'e göre kavramla doða özdes
Bilim
üç bölüme ayrýlýr: 1- Mantýk (Kendinde ve kendi için Ýdea'nýn bilimi), 2- Doða felsefesi (D
a Ýdea'nýn
bilimi), 3- Ruh felsefesi (Dýs varolusundan gene kendi üstüne dönen Ýdea'nýn bilimi). Ýdea,
, kendisiyle özdes
olarak varolur. Ayný zamanda da kendi için olmak ereðiyle kendisine karsý koyar. Çesitli f
elsefeler Ýdea'nýn birer
belirlenim (Al. Bestimmung)idir, bu çesitli uðraklarda Ýdea açýlýp yayýlmaktadýr. Doðada da
da yeniden
karsýmýza çýkan hep Ýdea'dýr. Ama Ýdea orada bir dýs varolus biçimini almýstýr, burada kend
di için
vardýr. Ýdea'nýn açýða çýktýðý bu çesitli belirlenimler, Ýdea'nýn duraklamadan içlerinden g
(Al.
Moment)'týr. Bunun içindir ki her özel bilim, kendi içeriðini hem gerçek bir varolusa sahip
görmeli ve hem de ayný
zamanda kendi içeriðini daha yüksek bir varolusa geçmek için basamak yerine geçen bir asama
saymalýdýr
(Hegel,
Enzyclopaedie der Philosophischen Wissenschaften; XVii).
Özdekçiliði de içine alan tüm felsefeyi evrensel düsüncecilik sayan Hegel (çünkü Hegel'e gö
ek de bir
kavramdýr, esdeyisle geneldir) Elea'cýlarla Platon-Aristoteles geleneðine dayanmakla b
eraber özellikle Spinoza,
Hume ve Kant'dan da yararlanmýstýr. Martýk'ýnda Spinoza'nýn her belirlenme, yadsýmadýr sözü
rece
önemlidir der (Ýbid, bölüm ii, s. 117). Örneðin bir seyin güzel olduðunu söylemek, esdeyisl
ellik
yüklemiyle belirlemek, çirkin olduðunu yadsýmak demektir. Hegel, Spinoza'nýn bu ilkesini t
ersine çevirip olduðu
gibi almýstýr. Hegel'e göre her yadsýma, belirlemedir. Çünkü bir seyin çirkin olduðunu yads
u güzellikle
belirlemis oluruz. Hegel'e göre yadsýma (esdeyisle olumsuzlama) karsýtý olan olumlama'yl
a özdestir. Buradaki
olumlama deyimi, Spinoza'nýn belirleme ya da sýnýrlama deyimleriyle ayný anlamdadýr. Örneði
er seyin güzel
olduðunu söylemekle onu belirlemis, bütün çirkinliklere karsý sýnýrlamýs ve ayný zamanda gü
tlemis,
esdeyisle olumlamýs oluyoruz. Demek ki Spinoza'ya göre olumlamak olumsuzlamak olduðu g
ibi, Hegel'e göre
olumsuzlamak olumlamaktýr. Hegel'de olumsuzlama ya da esdeyisle yadsýma, yaratma'dýr. Çünkü
her sey,
olumsuzlanmakla varolur. Herhangi bir seyin varolabilmesi için, her seyden önce olum
suzlamanýn, ya da
yadsýmanýn olaðanüstü gücü gereklidir. Herhangi bir seyde olumsuzlanma gücü (esdeyisle ona
ný, ona
karsý
koyaný) yoksa o sey Hegelin deyimiyle ölür (son bulur). Bundan baska Hegelin sonsuzluk
(Al. Unendlich) kavramý
da Spinoza kaynaklýdýr. Sonsuzluk, sýnýrsýzlýktýr. Spinoza'ya göre belirlenmis olmak sýnýrl
týr. Demek ki
sonsuz, belirlenmemistir. Ne var ki, Spinoza, onun, kendinin nedeni (La. Causa s
ui) ve esdeyisle kendi kendisinin
belirleyicisi olduðunu söyler. Hegel de sonsuz kavramýný tümüyle bu Spinoza'cý anlamda kull
Hegel'e göre
sonsuz, zorunlu olarak, sonluyu içerir. Çünkü içermezse, böylece kendi dýsýnda bir sey býra
kendisi
sonlu olur.
Bu, Hegelin temel varsayýmýdýr (Her sey, kendi karsýtýný içerir). Hegel, özellikle mekanik
selliðin
çürütülmesinde, Humeia beraberdir. Kant'tan da çok sey almakla beraber temelde Kant'a bir
karsýsav olarak
ortaya
çýkmýstýr. Ýnsan usuyla nesnel gerçeði tümüyle birbirinden ayýran ve aralarýna asýlmaz bir
t'ýn
tersine
Hegel insan usuyla nesnel gerçeði bir ve özdes sayar. Hegel'e göre gerçek olan her sey uss
al ve ussal olan her sey
de gerçektir. Ne var ki bu, ussalý nesnel gerçeklikten çýkaran bir deyim deðil, tersine, ne
nel gerçekliði ussal sayan
bir deyimdir. Kant, doðayý saltýk saymýs ve düsüncenin bu alana asla sokulamayacaðýný ileri
el
düsünceyi saltýk sayarak, Kant'ýn tersine, doðanýn, bu saltýk düsüncenin ürünü bulunduðunu
Bununla
beraber Kant'ýn özellikle tarih görüsü, tarihi, sanki bir düsünce tarafýndan yönetiliyormus
n
belirlenmis
bir ereðe doðru ilerletir. Hegel'de de düsünce, doðada ve tarihte böylesine içkindir. Her i
görüs de, belli bir
noktada, doðadan önce bir mantýðýn varlýðýný kabul eder. Hegel, Küçük Mantýða Girisinde söy
gücünün elestirisinin ilginç yönü, Kant'ýn burada Ýde'ye kadar yükselmis olmasýdýr. Kant fe
ece burada
kurgusaldýr. Kant burada anlýðýn konusu olan genel'le sezinin konusu olan tikel arasýnda k
uramsal ve kýlgýsal us
öðretilerinden çok daha baska bir iliski kurar. Ama bu iliskiyi bir ilke olarak koymaz
, deneyde nasýl meydana
geliyorsa öylece verir. Doðanýn iç erekliliði ilkesini bilimsel uygulamalarýnda izleyip gel
stirseydi bizi çok daha
derin bir anlam tasýyan alanlara götürebilirdi.
Çünkü bu ilke, bizi zorunlu olarak su sonuca vardýrýr: Tümel, saltýk, erek, iyi evrende ger
sme haline gelmistir
ki bu da, ereðini kendisi koyup kendisi gerçeklestiren bir güç tarafýndan, esdeyisle kendi
sinde tümelle tikel ve
özneyle nesne karsýtlýðýnýn silinip sadece saltýk gerçekliðin belirdiði Tanrý tarafýndan ge
tedir.
Gerçekten de Hegel'de Tanrý ve dolayýsýyla Hýristiyanlýk arasýnda çok sýký bir iliski vardý
temel üçlüsünün,
Hýristiyanlýðýn temel üçlüsüyle özdesliði açýklanmasý gerekmeyecek kadar bellidir. Kendinde
Hýristiyan üçlemesindeki Tanrý, ikinci asama olan kendi dýsýnda Ýdea (Doða) Hýristiyan üçle
, üçüncü
asama olan kendisi için Ýdea (Ruh) Hýristiyan üçlemesindeki kutsal ruh'tur. Her iki üçlük d
biriyle, karsýtlýk
içinde, özdestirler. Üçünün birliði saltýk Ýdea'dýr. Hýristiyan tanrýbiliminde Tanrý nasýl
k
varsa, esdeyisle nesnelse, Hegel' in saltýk Ýdea'sý da öylece insandan baðýmsýz olarak vard
nesneldir. Hegel,
öznel düsüncecilik anlayýsýna söylece karsý çýkar: Felsefe, din kadar düsüncecidir (idealis
de,
felsefe gibi, sonlu'yu gerçek ve saltýk bir varlýk olarak tanýmaz. Gerçek ve saltýk varlýk,
r ikisi için de sonsuz'dur.
Düsüncecilik, sonlu'nun düsünsel olduðunu söylemek demektir. Sonlu, düsüncedir ama gerçek v
dir.
Öznel düsüncecilikse sonlu'yu tek gerçek biçim sayar, onun dýs varolusunu gözönüne almaz. B
bir
düsüncecilik anlayýsýnda hiçbir sey kaybedilmemektedir, çünkü içerik sonlu durumuyla düsünc
ir. Ama
hiçbir sey de kazanýlmamaktadýr, çünkü kaybedilen hiçbir sey yoktur (Hegel, Wissensçhaft de
ik, I, s. 171).
Hegel idealizminin deðeri, ünlü bir diyalektikçinin su çok doðru sözünde özetlenmistir: Zek
izm, zeki
maddeciliðe aptal maddecilikten çok daha yakýndýr.
Hegelcilik, düsünsel felsefenin doruðu ve sonudur. Klasik felsefe ve kurgu (spekülasyon)
, Hegelcilikle, yirmi bes
yüzyýl süren yapýtýný bitirmistir. Hegelcilik, kendi çaðýný kaparken gelecek çaðlara yön ve
gelemin en
üstün basarýsý olarak kalacak ve her zaman saygýyla anýlacaktýr.
Aristoteles, Kant, Descartes vb. gibi bütün büyük düsünürler, sistemlerinde, idealizmle mat
alizmi içeren, çift
yanlý bir karakter tasýrlar. Hegel de, kendi çift yanlý sistemini, Kant sisteminin bir y
anýný gelistirmekle kurmustur.
Bu çift yanlýlýk, hemen bütün büyük düsünürleri, tümüyle birbirine karsýt yorumlara elveris
yandan, önceleri güçsüz görüneni, güçlü olanýný asmýs ve kurucusunu yadsýmýstýr. Hegelin aç
diyalektik yasanýn gereði de bundan baska bir sey deðildir. Bu yadsýma, kimi yerde öylesin
e güçlüdür ki, koca bir
çaðý kökten deðistirir. Örneðin, Aristoteles'in idealist yaný ortaçaðý evrensel çapta güçle
el yaný
ortaçaðýn çöküsünü hazýrlamýstýr. Bunun gibi, büyük düsünür Hegel de, önce sað ve sol Hegel
sisteminin her iki yanýný karsýt alanlarda gelistirdikten sonra, materyalist yanýnýn ideal
ist yanýný yadsýmasýndan ve
asmasýndan kurtulamamýstýr. Bu çift yanlýlýðýn kaçýnýlmaz kargasasýna, diyalektik materyali
olarak
son
veren Karl Marx'týr.
Öyle sanýyorum ki Hegel yasasaydý: Beni öðrencilerimden sadece Marx anladý diyecek, sonra d
mutlulukla
ekleyecekti, hem de çok iyi anladý. Ýdealizm, 'gene de devam edecek. Ama artýk, Roger Ga
raudy'nin dediði gibi,
mýzmýz felsefeler olarak.
NANE RUHU. Canlý örgenliðin özdeksel yanýný dilegetiren Ar. beden (Tr. Gövde) deyimine kars
rak canlý
örgenliðin özdeksiz yanýný dilegetiren Ar. ruh deyimi uçucu gaz anlamýndadýr. Çoðulu ervah'
ammdan
ötürü de tuz ruhu, nane ruhu vb. gibi deyimlerde de kullanýlýr. Arapçada ruh anlamý nefis d
miyle dilegetirilir ki
can demektir. Canlý örgenlikler arasýnda insanýn ruhu'nu dilegetirmek için Arapçada nefsi n
týka (Düsünüp
söyleyebilen can) deyimi kullanýlýr. Ruh deyimi dilimizde her ne kadar tin deyimiyle özl
estiriliyorsa da bu deyim,
canlý örgenliðin düsünsel yaný'ný dilegetiren Ar. zihin (Fr. Esprit, Al. Geist, Ýng. Spirit
pirito) deyimini
özlestirmek için önerilmistir. Ruh deyiminin antikçað Yunan felsefesindeki karsýlýðý psykhe
nima), buna
karsý tin deyiminin antikçað Yunan felsefesindeki karsýlýðý pneuma (La. Spiritus)'dýr. Bunu
eraber ruh ve tin
deyimleri gerek Doðu ve gerek Batý dillerinde anlamdas olarak da kullanýlmaktadýr. Her n
e kadar ruh deyimi bir
canlýlýk ilkesi ve tin deyimi bir düsünme ilkesi olarak tanýmlanmaktaysa da bu iki deyim a
rasýndaki anlam
karýsýklýðý devam etmektedir. Bu tanýma göre canlý örgenlikler arasýnda hayvan sadece ruhlu
hem ruhlu
ve
hem tinli bir varlýktýr. Ruh ve tin deyimlerinin gerek Doðu ve gerek Batý dillerindeki e
timolojik kökenleri de soluk
(Ar. Nefes) anlamýnda birlesmektedir. Örneðin antikçað Yunan felsefesindeki psykhe (Ruh )d
eyimi de pneuma
(Tin) deyimi gibi soluk demektir, Latincedeki anima (Ruh) deyimi de spiritus (Ti
n) deyimi gibi soluk anlamýndadýr.
Arapçadaki ruh sözcüðünün kökeni yel (Hava, rüzgar) anlamýna gelen rih (Çoðulu: Riyah) sözc
hava anlamýna gelen Arapça rayiha sözcüðü de bu kökten türemistir.
Ruh anlamýný dilegetiren Almanca seele ve Ýngilizce soul deyimleri Got'larýn dilindeki y
elli hava (Fýrtýna) anlamýný
dilegetiren saivala sözcüðündan türemistir. Ýngilizcedeki hortlamýs ruh (Cadý) anlamýný dil
ghost deyimiyle
Almancada tin anlamýný dilegetiren geist deyimleri Flamanca hava anlamýný dilegetiren ga
z sözcüðünden
türemistir.
Ýbranicede ruh anlamýný dilegetiren nefes ve revah (Eloah) deyimleri soluk anlamýndadýr. S
anskritçede ruh
anlamýný
dilegetiren atma deyimi ayný zamanda hava (Yel) demektir. Eski Yunancada buhar ve
hava anlamlarýna gelen
atmos
sözcüðü de Sanskritçeden geçmedir ki hava yuvarý anlamýna gelen atmosfer (Fr. Atmosphere) d
de bu
kökten
türemistir. Görüldüðü gibi, özel ve felsefesel anlamlarý içinde de ruh ve tin deyimleri ins
hep soluk-hava
olarak tasarýmlanmýstýr: Canlýcýlara göre ruh tasarýmý, uykuyla uyanýklýðýn birbirine karýs
.
Ýlkel, düsünde gördüklerini uyanýkken gördükleriyle bir tutar; düsünde gittiði yere gerçekt
uðuna
inanýr.
Buysa bedenden çýkýp ortalýkta dolasan can tasarýmýný gerçeklestirmistir. Bu bedenden çýkýp
e
gidebilen
can, bedenle kýyaslanamayacak kadar akýcý ve yumusaktýr, çünkü aðýz ve burun gibi küçücük d
çýkabilmektedir. Ama bu can-ruh gene de bedenle sýkýca iliskilidir, çünkü ilkel, bedeninde
olan yarayý ruhunda
da varsayar, bundan ötürü de öldürdüðü düsmanýnýn elini keser ve böylece onun ruhunun ok at
olduðunu sanýr. Ruh (Fr. Ame)'un tin (Fr. Esprit)'e dönüsüp nasýl tanrý olduðu da canlýcýla
açýklanmaktadýr: Ruh, bedenle iliskili olmakla beraber, bedene baðlý deðildir; çünkü diledi
dolasabilmektedir. Ne var ki insanýn yasamýnda ruh bedenden çýkýp gezip dolastýktan sonra y
niden bedenine
girer
ve orada oturur. Ama insan ölüp de bedeni çürüyünce bu ruh ondan kaçar, bedeninden kurtulur
insanlar
arasýnda
serbestçe gezip dolasmaya baslar. iste bu serbest ruh tin'dir. Dilediði insanýn bedeni
ne girer ve ona iyilik ya da
kötülük eder. Ýnsanlar, bu tinlerin kötülüklerinden kurtulup iyiliklerine kavusmak için onl
daklar vermeye,
kurbanlar kesmeye, onlardan dileklerde bulunup dualar etmeye baslamýslardýr. Ýste tin
böylece tanrýlasmýstýr. Bu
olay ölümle gerçeklestiðinden ilk tanrýlar ölü ata ruhlarýdýr, ilk kurban kesme ve dua etme
i de mezarlýklardýr.
Ata ruhlarýna tapýmý doðaya tapým izlemistir. Çünkü ilkeller tüm doðanýn ölmüs ata tinleriy
nu
varsaymýslardýr. Ölmüsler canlýlarla kýyaslanamayacak ölçüde çok olduklarýna göre, tüm doða
dolmus olmalýdýr. Doðanýn kýmýldayan (devinen) her yanýnda (aðaçlarda, sularda, yellerde vb
inler sardýr (bkz.
Tylor, La Civili,sation Primitive, c. I, s. 326- 555). Düsünceciliðin ruh anlayýsý tümüyle
tiyan tanrýbilimine ve
metafiziðine dayanýr. Antikçaðýn Parmenidesinden günümüze kadar sürüpgelen ve düsüncecilikl
baskavramý olan tek, deðismez, varolusu bulunmayan varlýk kavramýnýn kaynaðý, Musa dininin
rý Yahova'sýdýr.
Ýbr. yahova deyimi odur, esdeyisle dýr, esdeyisle varlýk anlamýndadýr. Neyi soyutlarsanýz s
yutlayýn hep bu dýr'ý,
esdeyisle varlýk'ý elde edersiniz. Özellikle Platon'un varsayýmýna göre tüm nesneler, onlar
lediðimiz
kavramlarla varlasýrlar. Örneðin aðaç yesildir, dallýdýr, yapraklýdýr, uzundur ya da kýsadý
dan
soyutlayýn, aðaçtan ortada sadece dýr (esdeyisle odur, Ýbr. yahova) kalýr. Varlýðý (ne türl
sun, herhangi
bir varlýðý) bu dýr'dan, esdeyisle varlýðýndan da soyutlayýn, yokluðu elde edersiniz. Daha
yisle, tüm
kavramsal yüklemlerinden ve sonunda da kendiliðinden soyutladýðýnýz kus, aðaç, insan, tas,
, yýldýz ve
sayýsýz
nesnelerden ortada sadece bir yokluk kalýr. Ýste bundan ötürüdür ki düsünceciliðe ve metafi
erçek
varlýk,
var olan deðil, varolmayandýr. Buysa tek'tir, çünkü tüm sayýsýz nesneler soyutlamalar sonun
na indirgenir.
Sayýsýz nesnelerin çokluðu bu teklikte böylece birlesir. Her seyin kökeni de bu deðismez, b
at varolusu (Fr.
Existence) bulunmayan, bu teklik olduðuna göre demek ki' asýl varlýk (Fr. Etre) odur, bu
ysa evrende varolusu
bulunan tüm seylerin varedicisi bulunduðu pek açýk olan tanrý'dýr. Ruh da bunun için özdeks
, çünkü var
deðildir, esdeyisle yoktur. Parmenides-Aristoteles-Platon üçlüsünden Berkeley'lere, Hegel'
lere kadar sürüpgelmis
bulunan tüm idealizmin dayandýðý mantýk bundan ibarettir. Bu mantýða uyarsanýz siz de pek d
arak bir evren
ruhu (Os. Ruhül kainat, Fr. L'ame du monde)'nun sözünü etmek ve her seyi onunla açýklamak z
runda kalýrsýnýz.
Çünkü, bu mantýða göre, ondan baska hiçbir sey yoktur. Bu mantýða uyarsanýz siz de pek doða
rkeley
gibi
evreni özdeksiz saymak zorunda kalýrsýnýz, çünkü ondan baska hiçbir sey bulunmadýðý gibi va
bir sey
de elbette özdeksel olamaz. Ama bu mantýða uyarsanýz, pek büyük bir mantýksýzlýk etmis olac
süphesizdir.
Ýdealizmin vardýðý sonuç sudur: Evrende tek varlýk (Ruh, Tanrý) vardýr, o da var bulunmayan
h kavramýnýn
idealist ve metafizik felsefedeki serüveni budur. Eytisimsel ve tarihsel özdekçi felse
fe ruh kavramýný; metafiziðin
ve
idealizmin bilimdýsý tüm yakýstýrmalarýndan arýndýrmýs ve onu nesnel gerçekliðin yüksek der
is
özdekte imgeler biçimindeki yansýsý olarak tanýmlamýstýr. Ruhsal yan, özneyle nesnenin kars
lesiminde,
toplumsal-tarihsel bir ürün olarak öznede meydana çýkar. Toplumsal-tarihsel bir yasam sürec
yle belirlenmistir. Bu
belirlenimin sonucu olarak öznede duygular ve düsünceler halinde biçimlenir, insan örgenlið
nin iç dünya'sýný
meydana getirir. Bu iç dünyada olup bitenler, temelde, nesnel gerçeklikte olup bitenle
rdir. Ne var ki insansal
bilinç,
nesnel gerçekliðin öznede yansýyan imgelerine kendi etkinliðini de katar ve onlarý zenginle
tirir. Esdeyisle, nesnel
gerçekliði sadece bir ayna gibi yansýtmakla kalmaz, ayný zamanda onu yaratýr da.
Bundan ötürüdür ki kimi insanlara, öbürlerinden farklý olarak; yüce ruhlu deriz. Friedrich
s söyle der:
Ýnsanlar kendi fizik yapýlarý üstünde hiçbir bilgiye sahip olmadýklarý çaðlarda, düslerinde
ayanarak
su
düsünceye varmýslardý: Duygu ve düsünceleri, gövdelerinden deðil, gövdelerinin içinde bulun
beraber
gövdelerini býrakýp giden ruh'tan gelmektedir. Ýste o zamandan beri ruh'la dýs dünya arasýn
i iliskiler üstünde
kafa
yormalarý gerekti. Ruh, ölümle gövdeden ayrýldýðýna ve yasamaya devam ettiðine göre, demek
Ruhun
ölmezliði düsüncesi de böylece doðdu Bu, bir avunç olarak deðil, tam tersine, kendisine kar
sey yapýlamayan
bir alýnyazýsý olarak ele alýndý. Ruhun ölmezliði, çoðunlukla, özellikle eski Yunanlýlarda
uk sayýlmýstýr.
Bu sýkýntý, o zamanlar içinde bulunulan genel bilgisizlikten ve gövdenin ölümünden sonra da
dýðý bir kez kabul
edilince ardýndan insanýn ölümsüzlüðü gibi can sýkýcý bir kuruntuyu da doðal olarak getirec
ne
yapýlmasý gerektiðini bilememekten doðan bir sýkýntýdýr (Etudes Philosophiques, s. 24. Kimi
rin altýný
ben çizdim. O. H.). Ruh, ilkin bir açýklama ve sonra inanç konusu olan ve daha sonra ege
men sýnýflarýn islerine
yaradýðý ölçüde yaygýnlasan bütün bu masallarýn dýsýnda, özdeðin hayvansal evrim sürecinde
olarak örgenlesmistir. Ýnsansal evrim sürecinde ruhsal olusmaya dil ve bilinç olgularý da
katýlmýstýr. Böylelikle
canlý örgenlik, dýs dünyaya uyabilme yapýsýný gerçeklestirmistir. Ruh kavramý, dýs dünyaya
gerçeklestiren bu öznel yapýyý dilegetirir.
1849 yýlýnda doðacak olan bir büyük bilgin, Pavlov, ruh'un gerçek niteliðini tüm ayrýntýlar
eyecek.
TASI PARÇALAYAN MANTAR. Kasýrgalar, simsekler, gök gürültüleri arasýnda madenler, bitkiler,
yvanlar...
Bütün bu olup bitenler neden? Madenler, bitkiler, hayvanlar içinde bu soruyu sorabilen
ilk varlýk insan'dýr.
Ýnsanýn mutluluðu da, mutsuzluðu da bu yüzden. Ýnsan bu sorudan, onu çözünceye kadar, kurtu
ak.
Yüzyýllardan beri sorulan bu soruya pek çok karsýlýk bulunmus, oysa hiçbiri yetmemistir. Dü
zincirine katýlan
bir Alman düsünürü, Arthur Schopenhauer (1788-1860) de bu soruya su karsýlýðý veriyor: Bütü
bitenler
bir iradenin sonucudur. Bu iradeyse var olma isteði'nden baska bir sey deðildir.
Ben bir deneyler ve gözlemler dünyasý içindeyim, diyor Schopen-hauer. Ne ilk, ne de sonl
a uðrasamam. Benim
bulabileceðim ancak bu deneyler ve gözlemler dünyasýnýn gerçeðidir. Ýlk ve son, bu dünyanýn
n,
deneyler ve gözlemler dünyamýn ýsýðýnda bütün olupbitenlerin bu iradeden, bu var olma isteð
nu
görüyorum. Deneylerim ve gözlemlerim bana bu sonucu veriyorlar. Önce bedenime bakýyorum. Ýs
e bedenim bu
iradenin, bu isteðin ürünüdür. Bedenim, olaylasan (hadise haline gelen) irademdir. Bedenim
, var olma isteðimden
doðdu Bunu sadece kendi bedenimde deðil, gözlemler ve deneyler dünyamýn bütün objelerinde g
m: Ýri
disler parçalamak isteðinin, çevik bacaklar kaçmak isteðinin, kocaman gözbebekleri karanlýk
görmek isteðinin,
uzun gagalar sürüngenlerle beslenmek isteðinin ürünüdür. Bu istek hangi yöne çevrildiyse ya
na uygun
oldu.
Kendimden yola çýkarak evrene doðru yürüyor, evrenin de bu istekle var olduðunu görüyorum.
Kendim için edindiðim düsünce, dýsýmdakiler için de bana bir fikir verir. Çünkü ben, sadece
lsaydým,
objeleri hiçbir zaman bilemezdim. Ben, baska düsüncelerin objesi olduðum gibi, kendi düsünc
min de hem süresi
hem objesiyim. Su halde kendim için de bir objeyim ben. Bundan da su sonucu kolaylýk
la çýkarabilirim: Bütün
objeler, benim olduðum seydir.
Ben, bir süre (düsünen) olarak, dýsýmdaki objeleri (düsünülenleri) nasýl idrak ediyorsam, k
de öylece idrak
ediyorum. Bir kusu, bir aðacý, bir baska insaný gördüðüm gibi görüyorum kendimi de. Su hald
kendim için
de, dýsýmdaki bir kus, bir aðaç, bir baska insan gibiyim. Obje olduðumun idraki bana, bütün
jelerin, objektiflesen
alemin, evrenin gerçeðini de vermektedir. Benim yapým, onlarýn da yapýsýdýr. Evren, benden
ka türlü olamaz.
Öyleyse bütün objeler de, evren de ayný var olma isteðinin, ayný iradenin ürünüdür. Temel,
savunduklarý gibi düsünce deðil, iradedir. Düsünce, ondan sonra gelir ve onun bir gösterisi
. Biz, öz olarak,
iradeyiz. Evren de, öz olarak, iradedir. Evreni var eden yasamak isteðidir. Mantar ýsýða u
lasmak için tasý parçalar.
Bu istek, öylesine güçlü bir istektir.
Ya ölüm?.. Ölüm, bir görünüsten baska bir sey deðildir. Gerçekte ölüm yoktur, yasamak vardý
k
içindir. Ölümü önemseyisimizin nedeni, doðumu önemseyisimizdir. Doðum da, ölüm de yasamak i
birer
görünüsünden ibarettir. Görünüsler ne olursa olsun yasamak sürüp gitmektedir. Ölüm kendi ob
k
önemli görünmektedir ama, insan objesinin yasama isteði için zorunludur. Sonsuz sürekliliði
ir parçasý
olusumuz
bizi avundurmalýdýr. Kendilerini öldürenler sadece acý çeken bedenlerinin acýsýna son vereb
er, sonsuz
sürekliliklerine engel olamazlar.
Evren, sonsuzca birbirini yiyenlerin yeridir. Su halde asýl olan erdem deðil, erdems
izliktir. Dünya, Leibniz'in
sandýðý gibi, mümkün olan alemlerin en iyisi deðil, tersine, en kötüsüdür. Acý, sevinçten ç
hayvanlarýn acýlarýyla onlarý parçalayanlarýn sevinçlerini karsýlastýrýn. Erdemi; madenler,
ve hayvanlarýn
dýsýnda, sadece insanlýk alanýnda deðerlendirmeye kalksak bile öldürmeler, yalanlar, yaðmal
ntrikalar
arasýnda
boðulup kalýrýz. Tarihin bir yapraðýný okuyan hepsini okumus demektir. Erdem, bir düsünce o
, evren düzenine
aykýrýdýr. Yasama irâdesi açýsýndan erdemi aramak bosunadýr, çünkü onu böylesine bir boðusm
Ölçüler, kendini yenme çabalarý, çalýsma sevgisi, incelmis bir bencillikten baska bir sey d
ir. Bu incelmis
bencilliðe (splendida vitia) erdem adýný vermekle yetinmeliyiz.
Erdem denmeye deðer tek eðilim, acýmak'týr. Acýmaktan baska erdem adýna bürünen bütün deðer
amacý,
yasama ve var olma isteðidir. Acýmak, her türlü bencil tutkunun dýsýnda bir eðilimdir. Gülm
aðlamak gibi
acýmak da insana özgüdür. Madenler gülmez, bitkiler aðlamaz, hayvanlar acýmaz. Ýnsan acýr v
tsuz
olur. Ýste erdemin insana kazandýrdýðý.
Schopenhauer, acýmak erdemini Budist töresinden almýstýr. Budizmin töresel ilkesi acýmak ve
sevmektir. Budist
töresinin son sözü de vazgeçmedir. Her türlü isteklerden, tutkulardan, gerektiðinde de yasa
tan vazgeçme...
Bu
vazgeçis, Budisti sonsuz mutluluða kavusturmakta, nirvana'lastýrmaktadýr. Schopenhauer,
Hýristiyanlýðý da bu
açýdan elestiriyor ve onu Doðu'dan aldýðý bu ilkelerden ötürü doðru, Yahudilikten aldýðý il
buluyor. Schopenhauer'e göre Ýsrailoðullarý, bütün ýrklar içinde, yasamaya sýkýca yapýsmýs
ne
pahasýna olursa olsun vazgeçmemeye karar vermis tek ýrktýr.
Hiç doðmamýs olmak, doðmus olmaktan çok daha iyidir, diyor Schopenhauer. Var olmak, acý çek
anlamýný
tasýr. Olumlu mutluluk sonsuz bir kuruntudur. Olsa olsa olumsuz bir mutluluða kavusa
bilir insanlar, bu olumsuz
mutluluk da acýlarýnýn kýsa sürelerle azalmasýndan ibarettir. Parmaðýnýza bir iðne batar, a
yi
çýkarýr, acýnýzý dindirerek sevinirsiniz. Mutluluðunuz bu kadarcýktýr, daha çoðunu beklemey
yeni bela
sizleri hiçbir zaman rahat býrakmayacaktýr. O belalarý birer birer yok 'etmeye çabalamakla
geçecek ömrünüz. Birini
yok edince de, ardýnda ikincisinin sizi beklediðini düsünmeden, mutlu sanacaksýnýz kendiniz
. Bu yüzdendir ki
cinsiyeti yaymak büyük bir kötülüktür. Bilinciniz bu kötülüðün utancýný tasýr. Evlenmek, ke
gösteremeyenlere acýmadan ötürü verilmis bir izindir. Ýsa'nýn babasýz doðusunun ince anlamý
adýr. Çünkü
Ýsa, böylesine utanç verici bir kötülüðü isleyen bir adamýn oðlu olamazdý. Düsünce gücümüz,
eðilimlerimizin bosluðunu anlamak içindir. Bunu anladýktan sonra vazgeçmelere doðru yönelir
Ýçimizde,
çevremizdekilere karsý bir acýmadýr baslar. Tüze (adalet) duygumuz gelisir.
Schopenhauerin bu kötümserliði, su sýralarda on yasýnda bulunan Nietzsche'de doruklasacak.
EVET DÝYEN ÝNSAN. XViii'nci yüzyýl Almanya'sý, düsünce düzeninin ekonomi düzenine dayandýðý
tutulurcasýna belirten bir örnektir. Sýrtlarý ýsýnan, karýnlarý doyan, geleceklerine güvenl
ilen insanlar
düsüncenin mutluluklarýna ulasmaya çalýsýyorlar. Büyük asklarla büyük düsünceler gelisiyor.
engelleri kýrýlmýstýr. Kitapçýlar, operalar, tiyatrolar çoðalýyor. Yasamanýn ilk gereklerin
koyan insanlar
resim seyretmek, müzik dinlemek istiyorlar. XVii'nci yüzyýlda baslayan bu gelisme zinc
iri içinde; artýk, bir
nalbantýn oðlu terzi, terzinin oðlu okumus, okumusun oðlu da Almanya'nýn en büyük ozaný ola
ektir. Kisinin
mutluluðu, toplumun mutluluðuna baðlanýyor. Geçici mutluluklarla yanýla yanýla ilerlemeye ç
insan,
sonunda,
bu sürekli mutluluðu bulmustur, en büyük gerçeðe erismistir: Yasamak güzeldir (Wie es auch
, das leben, es ist
gut).
Goethe (1749-1832), bu sonuca varabilmek için insan ikiliðinden, akla karadan yola çýkýyor
. Bu ikilik, iyilikle
kötülüktür. Ýnsan (Doktor Faust), bu ikiliðin çarpýstýðý alandýr. Goethe, 58 yýl, 1773'ten
ikiliði
bire indirmeye uðrasacaktýr. Bu uzun düsünce yýllarý sonunda vardýðý gerçek sudur: Ýnsan, e
ir.
Goethe'ye göre, büyük gerçeðe varabilmek için kötülüðü yardýma çaðýrmak gücünü gösterebilen
düsmaný deðil, iyilik arayýcýsýdýr. Çünkü insanýn öz kaynaðý erdemdir. Seytan (Mefisto), ne
saný
bu öz kaynaðýndan ayýramayacaktýr. Ýnsan sonunda aydýnlýða çýkacak, insan kalmasýný bilecek
yargýlayamayacaðýný anlayacaktýr. Hayat, kendiliðinden ne iyi, ne de kötüdür, neyse odur. Ý
katlanmalý,
evet demelidir. Ýnsan, hayatýn doðal kosullarýna boyun eðmeli, ruhunu yenmeye çalýsan cismi
dizginlemeyi
bilmelidir. Hayat, ancak o zaman, sürekli bir mutlulukla mutsuzluklar kovalamacasý d
a olsa, yasanmaya deðer.
Yasamak, insanlýk toplumunun ortak gücüne katýlmakla, güzeldir. Dehanýn ödevi, bu gücü en y
aca
yöneltmektir. Ýnsana sevinç duyuran, yeryüzü cennetinin kapýlarýný açan, bu amacý vicdanýnd
Böylesine bir sevinci duyuran, yeryüzü cennetinin kapýlarýný açan Mefisto deðildir; insanýn
to'ya raðmen,
kendi kendine eristiði bu bilinçtir. Ýnsan, ancak bu bilince eristiði ana; geçme dur, o ka
dar güzelsin ki... diyebilir.
Goethe'nin uzun siiri, Tanrýyla seytanýn (iyilikle kötülüðün), insan üstünde bahse girismel
baslýyor. Ýnsan,
hangisinin olacaktýr? Tanrýya göre insan, bilinmezi arastýrdýðý sürece yanýlabilir, sonunda
sa üstün
yaratýlýsýný anlayacak, kendisine dönecektir. Seytansa (Mefisto), insanýn hiçbir zaman Tanr
meyeceði,
bencilliðinin, bundan ötürü de kendisinin tutsaðý olarak kalacaðý kanýsýndadýr. Doktor Faus
bir bahis
için iyi bir alandýr. Çünkü, her iki güce de sýrt çevirmis, seytaný olduðu kadar Tanrýyý da
saymamýstýr. Gerçeði aramak için tozlu kitaplarýna gömülerek ömrünü geçirmis, sonunda bula
bulmustur:
Baslangýç sözdü, diye yazýlý. Daha buradayken duralýyorum. Söze o kadar önem vermemeliyim.
düsünceydi. Oysa, her seyi var eden düsünce midir? Baslangýç güçtü.
Ama bunu yazdýðým anda burada kalamayacaðýmý anlýyorum. Öyleyse, baslangýç eylemdi.
Doktor Faust, býkmýs usanmýstýr, ömrünü bosuna geçirdiði kanýsýndadýr. Kendisini öldüreceði
Mefisto çýkýyor. Mefisto ona, hayatýn yasanmaya deðer bulunduðunu, o kadar güzelsin ki, geç
r...
diyebileceði anlarý olacaðýný söylemektedir. Faust, hayatýn böylesine büyüleyici anlarý ola
inanmamaktadýr. Ýkinci bahis, seytanla insan arasýnda tutusuluyor. Mefistö, Faust'a bu a
nlarý yasatacak, Faust da
öbür dünyada Mefisto'ya ruhunu verecektir. Faust, dünya zevklerini, ruhunu vererek satýn a
lmaktadýr. Ruhunu
kurtarmak için yasamanýn hiçbir anýna, geçme dur, o kadar güzelsin ki... dememesi gerekiyor
Dayanamayýp bunu
söylerse bahsi kaybedecektir.
Tanrýya göre insanlarýn bu denemelerinin hiçbir önemi yoktur, sonuç kesindir; insan yanýlma
ndir, yanýlanlar
sonunda sürüye dönecektir: Siz, öz Tanrý çocuklarý, yasayan zengin güzelliklerden tadýnýz.
eðin
yasayacak evren, sizleri sevginin bitmez tükenmez tatlýlýklarýyla sarsýn.... Bahçývan, yesi
nen fidanýn gelecek
yýllar çiçeklerle süsleneceðini bilmektedir. Faust'un býkmýs usanmýslýðý ahmaklýðýnýn sonuc
a
satmasý da ahmaklýðýnýn tepkisidir. Gerçekte, cennetle cehennem, seytanla Tanrý, onun benli
çarpýsmaktadýr.
Seytanla Tanrýnýn diyaloðu, Doktor Faust'un iç diyaloðudur: Ah, benim içimde iki ruh yasýyo
Biri ötekinden
ayrýlmak istiyor. Bu, kaba tutkularla dünyaya sarýlýrken, su, tozlarýn arasýndan hýzla kalk
k ulu atalarýn yurduna
yükseliyor.... Faust'un sözünü ettiði, tozlar, yýllarca, dünya mutluluklarýna sýrt çevirere
ndýðý
kitaplarýnýn tozlarýdýr.
Doktor Faust, göksel Tanrýya benzemediðini sezmektedir. Yeryüzünün ruhu kendisine daha yaký
Ýnsanlarýn
her yerde acý çektiklerini görmüs, saf ve hafif gün'ü aramýstýr: Ah, felsefe, hukuk, týp, m
Tanrýbilim. Bütün
bunlara atesli bir istekle çalýstým. Ýste ben, zavallý çýlgýn, neysem gene oyum. Hey doluna
na kaðýt, kitap
yýðýnlarý üstünde görünürdün. Ah, senin sevimli ýsýðýnda dað tepelerinde gezinebilseydim, k
e
ruhlarla uçusabilseydim, alacakaranlýðýnda çimenler üstünde dolasabilseydim, bütün bilgi si
en sýyrýlýp senin
sebnemlerinde yýkanarak saðlýða doðabilseydim...
Oysa kendini sadece hayata vermek için çok yaslýdýr, isteksiz olmak içinse çok gençtir. Ýns
büyük gücü
sayýlan bilgiyle düsünceden tiksinmektedir. Sehveti isteyecek, ama sevinç bulduðu için deði
k acý veren zevk
olduðu için. Bilgiye susamanýn etkisinden kurtulan kalbi, artýk hiçbir acýya kapalý kalmama
r, geçen ana dur,
o kadar güzelsin ki dersem... O zaman beni zincirleyebilirsin. O zaman sevinçle yok
olmaya razýyým. O zaman
ölüm çanlarý çalabilir. O zaman görevim bitmis olur. O zaman saat dursun, yelkovan düssün,
m tamam olsun.
Çocuk çocuktur, oyun da oyun. Grethenin bir bakýsý bu dünyanýn bütün bilgilerinden daha deð
. Zeka denilen
sey ahmaklýktan baska bir sey deðildir, niçin masumluk kendi kutsal deðerini bilmez? Yapýl
acak tek sey, kendini
bütünüyle vermek, sonsuz olmasý gereken mutluluðu duymaktýr. Umutsuzluk mudur bu? Hayýr, so
zluktur. Kim
Tanrýya inanýyorum diyebilir, kim ona inanmadýðýný söyleyebilir? Mutluluðu içinde duyunca o
d takarsan
tak, mutluluk de, ask de, kalp, de, Tanrý de, ne dersen de. Ad, göklerin parlaklýðýný sisle
diren bir sestir ama,
duygu
her seydir. Grethenin kollarý arasýnda göklerin sevinci nedir ki? Ýnsan için tam olan hiçbi
sey yoktur; istekten
zevke doðru akacak, zevkin kucaðýndayken gene isteðin özlemini çekecektir. Ýnsan, bu ikilik
kurtulamayacak.
Ýstek, zevk, gene istek, gene zevk, yeniden istek, sonunda, keske dünyaya hiç gelmemis
olsaydým....
Fýrtýnadan sonra gökte ebemkusaðý görünür. Ebemkusaðý, insanlýk eyleminin göðe vurusudur. B
hayattýr.
Yalnýzlýk içinde yasayan, çevrelerinde ne mekan, ne de zaman bulunmayan Tanrýçalar annelerd
r. Olusum,
deðisim... Ýste annelerin sonsuz düsüncelerinin sonsuz diyaloðu... Güzellikleri yakaladýðýn
linde bir
süpürge sýrýðý, bir deðnek, bir mantar kalýr. Ýnsandan her zaman kaçacak olan, sükunu tatma
Faust,
sadece bunu tatmadan, özlediði zevklerin her birini tadarak yüz yasýný bulmus, oysa hiçbir
utluluða, geçme, dur!
dememistir. Tam öleceði ana, geçme, dur! diyecek, fakat gene de bahsi kaybetmis olmaya
caktýr. Çünkü, artýk
aydýnlýða kavusmus, evet demesini öðrenmistir. Onu aydýnlýða kavusturan, Mefisto'nun önüne
luluklar
deðil, kendi öz varlýðýdýr. Tanrý, seytanla bahse tutusurken insanýn bu öz varlýðýna güvenm
sonunda, gerçeði bulmustur: Saðduyunun son yargýsý sudur: Hayat o kimsenindir ki, her gün o
u yeniden kendinin
eder. Özgür bir toprakta, özgür bir halk arasýnda bulunmak istiyorum. O zaman, geçen ana, d
r, o kadar güzelsin
ki, diyebilirim. O zaman, yeryüzünde geçirdiðim günlerin izi kaybolmaz. Böyle bir mutluluðu
ezisi içinde,
simdi, o en yüksek anýn zevkini tadýyorum.
Ýnsanlar, o kadar güzelsin ki, geçme, dur!.. diyebilecekleri bir yasamýn özlemi içindedirle
.
DOKTOR JEKYLL VE MÝSTER HYDE. Peki; Goethe'nin insanlarda varsaydýðý bu ikilik, iyilikle
kötülük,
birbirinden ayrýlamaz mý? Kendinde hiç kötülük bulunmayan tüm iyi bir insanla kendinde hiç
k bulunmayan
tüm kötü bir insan varolamaz mýydý? Ýste ondokuzuncu yüzyýl Ýngiltere'sinin çok okunan roma
Louis
Stevenson(1850-1894) da bunu tasarlýyor. Romantik bir açýdan islediði bu tasarýmýn sonucu M
ster Hyde'dir.
Mister Hydein erdemli insanlarý ürperten bir dýs görünüsü var.
Onunla karsýlasanlar sarsýlýyor, tiksinti duyuyorlar. Biçim, özün aynasýdýr. Stevenson da b
giye dayanarak
Mister Hydein biçimini özüne uygun kýlýyor. Karsýmýza çýkardýðý her bakýmdan bir canavardýr
Stevenson bu ise, bir düsünce adamý olmaktan çok, bir romancý olarak girismistir. Doktor J
ekyll'e söylettiði su
sözlerle çýkýs noktasýný açýklýyor: En büyük kusurum taskýn bir nes'em olmasýydý. Bu nes'e
ulastýrmýstýr. Ama ben, basýmý her zaman yükseklerde tutmak, herkesin önünde çok aðýrbaslý
yandýðým için, bu nes'eyi saygýdeðerlik isteðimle uzlastýramýyordum. Nes'emin, tadýný gizli
im, öyle
yaptým. Ne yaptýðýmý düsünecek bir çaða varýp da çevreme baktýðým, toplum içindeki durumumu
çýkardýðým zaman kendimi güçlü bir hayat ikiliðine düsmüs buldum. Kendimi sorumlu tuttuðum
hastalýk denecek kadar utançla ayýp sayýyor, baskalarýndan gizliyordum. Ýçimdeki isteklerin
emenliði, insanýn
çift
yüzlü tabiatýný hem ayýran hem birlestiren o iyilikle kötülük dünyalarýný, bende, birçoklar
aha
derin bir uçurumla ayýrýyordu. Bu yüzden, dinlerin temeli olan, acýlarýn en büyük kaynaðý o
t kanununu
sürekli olarak düsünmeye basladým. Bu kadar genis bir ikilik içinde bulunduðum halde ikiyüz
ldim,
kisiliðimin her iki yönündeki davranýslarý da içtendi. Arastýrmalarým gittikçe su gerçeðe y
an,
gerçekte, bir deðil, iki kisilik tasýmaktaydý. Ben iki diyorum, çünkü bilgim beni daha ötey
di. Ýlerde, bu
yolda arastýrmalar yapanlar elbette beni geride býrakacaklardýr. Sonunda insanýn, birbir
ini tutmaz, birbirine
benzemez, birbirleriyle ilgisiz birçok nesnelerin topluluðundan baska bir sey olmadýðý görü
ek. Buna
inanýyorum.
Stevenson'a göre, insanýn mutluluðuna engel olan, bu iki kisiliðin bir bedende toplanmasýdý
. Ýyilik kisiliðiyle
kötülük kisiliði bir arada bulunmasa, her biri ötekinden ayrý olarak, ötekiyle karsýlasmada
di yolunda
yürüyebilse, her iki kisilik de ayrý yollardan ayný mutluluða ulasabilecektir.. Vicdan sýzl
masý, rezil olmak,
pismanlýk duygusu her iki kisiliðin birlesmesinin sonucudur. Birinin olduðu yerde öbürü bul
nmasaydý, örneðin
pismanlýk duygusu insana acý çektirmezdi. Çünkü, kötü kisilik pismanlýðý doðuran iyilik düs
iyi
kisilikse pismanlýðý doðuracak bir davranýsta bulunmayacaktýr.
Su halde, insana bos yere, acý çektiren bu iki kavgacýyý birbirinden ayýrmak gerekiyor. Ýst
Stevenson'un Doktor
lekylle'le Mister Hyde adlý romaný bu tasarýmý islemektedir. Saygýdeðer Doktor Jekyll, buld
bir ilaçla, Mister
Hydei kendinden ayýrarak Londra sokaklarýna salýveriyor. Artýk rahat rahat adamlar öldürüle
, hýrsýzlýklar
edilecek, yalan söylenecek, sarhos olunacak, sehvet pesinde kosulacaktýr. Bunlar yapýlýr
ken de rezil olunmayacak,
pismanlýk duyulmayacak, vicdan sýzlamayacaktýr: Böylesine bir canavarý meydana getiren Dok
tor Jekyllin çekmesi
gereken acýlar baska bir konu.
Ama Stevenson'un unuttuðu bir sey var: Mister Hyde (erdemsizlik) nes'eden doðmustu;
demek ki Doktor Jekyll
(erdem)'e keder kalmaktadýr.
ÜÇÜNCÜ YOL. Olguculuk (Pozitivizm) öðretisi Hume ve Kant anlayýslarý temeli üstünde Fransýz
Auguste Comte (1806-1837) tarafýndan kurulmustur. Ýngiliz düsünürleri John Stuart Millie (
1806-1873), Herbert
Spencerin (1820-1903) de genis çapta katkýlarý olmustur. Öðretiye olguculuk adýný veren Com
dur. Comte'un
terminolojisinde pozitif deyimi, kök anlamlarýyla yýkýcý (La. Negatio) anlamýndaki negatif
eyimi karsýlýðý olarak
yapýcý (La. Positor) anlamýný dilegetirir. Comte, bu deyimle, kurduðu sistemden önceki bütü
sefelerin yýkýcý ve
olumsuz olduklarýný, ancak kendi sisteminin yapýcý ve olumlu olduðunu ileri sürmektedir. Co
te'a göre, bütün
felsefeler yýkýcý ve olumsuz olmuslardýr, çünkü deneyi asan anlamýnda metafizikle uðrasmýsl
ister
düsünceci (idealist) ister özdekçi (materyalist) olsun, deneyi asan bütün spekülasyonlar me
iziktir. Felsefeden
metafiziði atmak ve bunun yerine bilimi koymak gerekir, bundan ötürü de olguculuk bir bi
lim felsefesi'dir. Comte,
bu savýyla, daha ilk adýmýnda felsefeden vazgeçmekte ve felsefeyi yasaklamaktadýr. Bundan ö
de olguculuk
felsefesiz bir felsefe, esdeyisle felsefenin temel sorunlarýný yadsýyan bir felsefe ol
mak iddiasýný tasýr. Comte'a
göre,
bilim felsefeden vazgeçebilir, çünkü bilim baslý basýna bir felsefedir. Comte'cu bilim anla
da genel bilim
anlayýsýndan farklýdýr. Görgücü (ampirist) ve olaycý (fenomenalist) bir temele dayanan bu b
anlayýsýna göre
bilim, olgularý açýklayamaz, sadece betimleyebilir (tasvir eder). Bu bilim, ne özdeði ne d
e ruhu inceleyebilir, çünkü
bunlar bilinemez. Bundan ötürü de olguculuk bir bilinemezcilik'tir. Bilim, sadece ilin
eksel (La. Positivus) planla
uðrasacaktýr, bu da olgu'lardýr. Bilim bu olgularý gözlemleyerek aralarýndaki baðýntýlarý,
yasalarý
kavramaya çalýsan bir deney ve gözlem alanýdýr. Comte'cu olgu anlayýsý da genel olgu anlayý
farklýdýr.
Comte'cu anlayýsta olgu, sadece duyumlar ve algýlardýr. Duyumlarýmýz ve algýlarýmýzla bize
larak
verilenlerin dýsýnda baskaca hiçbir bilimsel olgu yoktur. Comte, bilimin ancak gözlem so
nuçlarýný bildirebileceðini
ve sadece bu sonuçlar arasýndaki iliskileri gözlemleyebileceðini ilerisüren bu savýyla daha
ilk adýmýnda, felsefeyi
olduðu gibi, bilimi de yasaklamaktadýr. Tanrýnýn dünya ile zar attýðýna inanmýyorum sözüyle
düzenli
bir evrende yasayan insanýn fiziksel gerçeklerin bilgisine ulasabileceðini dilegetiren
ve bulgularýyla da bunu
tanýtlayan büyük fizikçi Albert Einstein, Comte'un bu yasaðýna karsý çýkan bilimcilerin en
eklerinden
biridir. Düsüncecilikle özdekçiliði metafizik ve bundan ötürü de bilimdýsý sayarak bunlarýn
lim
metodolojisi kurmaya çalýsan olguculuk, bu niteliðiyle de üçüncü felsefe adýný almýstýr. Fe
limde bir
yöntem olmak isteyen bu üçüncü yol denemesi, özdeksel ve nesnel gerçeklikten de kopmakla bi
sel bilinç
çerçevesi içine kapanarak bir öznel düsüncecilik (sübjektif idealizm) niteliðini kazanmakta
elikle,
felsefenin ve bilimin temel sorunlarýný saf dýsýna iten bu bilimsel felsefenin uðrasý alaný
sadece iki konu
kalmýstýr: Tarih ve toplum. Auguste Comte bu konularý iki varsayýmla betimlemeye ve bir
varsayýmla düzenlemeye
çalýsmaktadýr: Üç durum yasasý, bilimlerin asama sýralarýnýn saptanmasý, din... Metafiziðe
e
baslayan olguculuk, sonunda yeni bir din önerisiyle yeniden metafiziðin alanýna girmek
zorunda kalmýstýr.
Sistemin
tümüyle incelenmesi sonunda açýkça görüldüðü gibi, Comte'cu savlarýn gerçek amacý ne felsef
r,
sadece siyasa'dýr. Olguculuðun yukarda sayýlan üç uðrasýsý bu amacýn gerçeklestirilmesi içi
gerekçelerdir. Bu siyasa, Comte'un su formülüyle dilegetirilmektedir: Ýlke olarak sevgi,
temel olarak düzen, erek
olarak ilerleme (Fr. L'amour comme principe, l'ordre comme base, progres comme b
ut). Ne var ki bu ilerleme,
kurulu düzenin çerçevesi içinde ve devrimleri önlemek amacýyla gerçeklestirilmek istenen bi
lerlemedir.
Devrimleri önlemek içinse onlarý önceden görmek gerekmektedir. Comte bu gereði de su formül
dilegetirmistir:
Bilmek için görmeli, önceden görmek için bilmeli, düzenlemek için önceden görmeliz (Fr. Voi
savoir, savoir
pour prevoir, prevoir pour regler). Comte'a göre, toplumsal deðisikliklerin baslýca et
keni siyasadýr (bkz. Comte,
Cours de Philosophie Positive, Paris 1839, c. dördüncü s, 399-400).
Comte'cu sistemde köklü bir toplumsal deðismeye engel olmak için gereken siyasaya varmak
ta tutulacak yol
(pozitivist metodoloji) söyle saptanmýstýr: Ýnsansal bilgi olgusunun gelismesi için tarih
gözlemlenecek, bu gözlem
sonucunda anamalcýlýðýn deðismez ve sonsuz bir nitelik tasýdýðýný tanýtlayacak olan toplumb
yerini
saptamak için bilimler sýralanacak, bundan sonra da 1789 Fransýz Devrimi'yle filizlenm
is olan özgürlük sorununu
kökünden çözümleyecek olan siyasa saptanacaktýr. Comte'a göre, bir tasýn özgür olup olmadýð
sözkonusu deðilse bir insanýn özgür olup olmadýðý sorunu da öylece söz konusu deðildir. Tar
mbilim bu
siyasayý gerçeklestirecek olan birer araçtýrlar: Ýyi anlasýlmýs bir tarih bilimiyle ussallý
rgenmis bir siyasa
birbirlerine uygundur (Comte, Ýbid, s. 283-284). Auguste Comte, siyasa amacýný Catheci
sme Positive ou Sommaire
Exposition de la Religion Universelle (1852) adlý yapýtýnýn birinci baskýsýnýn önsözünde sö
dýr:
Batý'yý anarsik bir demokrasiyle kokusmus bir aristokrasiden kurtarmaya geliyoruz. B
iz sosyokratlar, aristokrat
olmadýðýmýz kadar demokrat da deðiliz. Olguculuk, bunlarýn müessif çatýsmalarýnýn yerine ar
nlu bir
baðýmlýlýk iliskisi kuracaktýr. Siyasamýz, bu iki eksik ve tutarsýz yanýn üstünde bulunmakt
fesel ve
toplumsal mezhebimin sürüp geldiði otuz yýldan beri çesitli rejimlerimizde muhalefet denil
en seye karsý daima
derin
bir nefret ve her türlü yapýcý'lara karsý gizli bir yakýnlýk duymusumdur.
Genel kuruculuðun en çok bir ihtiyaç olduðu bu yüzyýlda yapýcý'larý daima yýkýcý'lara yeðle
Tutucularýmýzýn gerilikleri bana basit devrimcilerimizden çok daha yakýndýr. Bundan sonra,
arx'ýn afyon
deyimini tanýtlamak için yazýlmýsçasýna, toplumsal düzeni endüstri anamalcýlýðý yararýna sa
n
deyimiyle modern kesmekes'e egemen olmak için Ýnsanlýk dini'nin (Fr. Religion de l'hum
anite) kurallarý ve
yasalarý sergilenmektedir. Bu müspet din'in mülkiyeti nasýl bas tacý edeceði ve gene Comte'
n deyimiyle, en az
para kazanan isçi sýnýfýnýn baskaldýrýsýna, her kisisel hizmetin bunu yapmaktan doðan haz v
minnettarlýktan baska hiçbir sey içermediði öðüdüyle nasýl engel olunacaðý uzun uzun anlatý
kle
bkz. Ýbid, Önce Toplumsal, Sonra Törebilimsel ve Ýnsansal Düzen baslýðý altýnda verilen sek
konusma). Bu
siyasal sonucu gerçeklestirmek için Auguste Comte, Paris'te, kapýsýnda Positivizm Müdürü (F
Directeur de
Positivisme) yazýlý bir levha bulunan Monsieur le-Prince sokaðýndaki 10 numaralý apartmanýn
a, ne düsünceci ne
de özdekçi olan ve bundan ötürü de sadece tarihsel olgularýn gözlemlenmesine dayanan ilk ol
u varsayýmýný
söylece olusturmustur: Ýnsanlýðýn evrimi, bilginin evrimiyle gerçeklesmistir. Bilginin evri
i, insan düsünüsündeki
deðisiklikleri dilegetirir. Ýnsan düsünüsündeki deðisikliklerde üç durum gözlemlenmektedir.
durum,
Tanrýbilimsel durum'dur (Fr. L'etat theologique). Ýnsanlýk bu durumunda Tanrýlýk güçlerle y
ldiðini sanmýs,
çevresini ve kendisini Tanrýlýk düsünceyle açýklamaya çalýsmýstýr. Ýnsanlýðýn bu ilk durumu
evreden geçmistir. Birinci evrede insan, çevresindeki nesneleri kendisi gibi canlý ve
akýllý olarak düsünmüstür. Bu
evre, insansal düsünüsün fetisçilik evresi'dir. Bir süre insan düsüncesi deðisikliðe uðraya
nin ve
çevresinin çok sayýdaki görünmez varlýklarca yönetildiðini düsünmüstür. Bu ikinci evre çokt
Daha sonra bu çok sayýdaki görünmez varlýklarýn tek ve büyük bir iradenin yönetimi altýnda
düsüncesine
varmýstýr. Bu da, insan düsüncesindeki birinci durumun üçüncü tektanrýcýlýk evresi'dir. Ýns
u
durumu giderek köklü bir deðisikliðe uðramýs ve soyutçuluða yönelmistir. Hýristiyan Avrupa'
kinci
metafizik durum'un (Fr. L'etat metaphysique) tarihsel bölümüdür. Bu durum insan düsüncesini
, kendisine
benzeyen Tanrýlardan vazgeçerek, soyut kavramlara yöneldiði ve Tanrýsýný bu soyut kavramlar
nitelediði bir
durumdur. Ýnsan düsüncesi bu durumda kendisinin ve çevresinin yönetimini soyut kavramlarla
açýklamaya
çalýsmýstýr. Ortaçaðýn sona ermesiyle kapanan bu evreyi, insan düsüncesinin son ve yetkin d
lan olgucu
durum (Fr. L'etat positif) izleyecektir. Olgucu durum, ilk kavgasýný, daha ortaçað sona
ermeden adcýlarla vermis ve
soyut kavramlarý tahtlarýndan indirmis bulunmaktadýr. Yapýcý (Fr. Positif) düsünüs gerçek z
olguculukla
ulasacaktýr. Bu yeni durumu gerçeklestirecek olan, olgucu düsünür ve bilginlerden kurulu,
yeni bir sýnýf yaratmak
gerekmektedir. Siyasal gücü elinde bulunduran sanayiciler, tüccarlar, tarýmcýlardan kurulu
aktif sýnýf bu olgucu
durumu gerçeklestiremez. Maddi güç, kendisini daha da güçlendirecek olan yeni bir manevi gü
muhtaçtýr.
Toplumun düzenlenmesi için gereken bu manevi gücü de yeni bir insanlýk dini saðlayacaktýr.
te'un Üç Durum
Yasasý (Os. Üç Hal Kanunu, Fr. Loi des Trois Etats) adýný verdiði ilk varsayýmý budur. Comt
varsayýmýyla insan
bilgisinin geçirdiði deðisiklikleri saptamak için tarihi gözlemlediði kanýsýndadýr. Ne var
i, bu yeni siyasetini
önermeden önce, toplum'un ne durumlar geçirdiðini saptayacak olan toplumbilimin (Sociolo
gie deyimini öne
süren
de Comte'dur) nasýl olustuðunu gözlemlemek gerekmektedir. Bu gözlemleme de Comte'un bili
mlerin hiyerarsisi
adýný verdiði ikinci varsayýmýný meydana getirecektir. Comte'a göre tek tek bilimler positi
ilimler'dir ve her biri
genelden özele giden bir hiyerarsiye baðlý olarak varlasmýstýr. Bilimlerin bu sýra düzenini
n altýnda, en genel
bilim
olan matematik, en tepesinde de en özel bilim olan toplumbilim vardýr. Her bilim, in
san düsüncesi ve felsefe gibi,
kendi içinde üç durumdan geçmektedir. Auguste Comte, Hegelin üçlemelerinden esinlendiði bu
m'u her
olguda gözlemler ve onlarý çocukluk, gençlik, olgunluk çaðlarýna benzetir. Söyle der: Hepim
kluðumuzda
Tanrýbilimci, gençliðimizde metafizikçi, olgunluðumuzda da fizikçi esdeyisle müspet felsefe
olduðumuzu
anýmsamaz mýyýz? (Comte, Cours de Philosophie Positive, Paris 1830, cilt I; s. 7). Bun
a göre her bilim de kimi
hala birinci ya da ikinci durumda bulunmak üzere bu üç evreyi geçirmis ya da geçirmektedir
. Comte'a göre
bilimler,
yalýnlýklarý oranýnda sonuncu duruma erken erismislerdir. Bilimlerin en yalýný olan matemat
k, ilk gününden beri
olgucu durumdadýr, Tanrýbilimsel ve metafizik durumlarý geçirmemistir, binlerce yýldan ber
i ilk biçimiyle
sürüpgelmis ve üç kez üçün on etmesi için Tanrýya yalvaracak hiçbir saðduyulu kisi çýkmamýs
karsý, örneðin astronomi bilimi karmasýklýðý yüzünden üç durumun üçünü de geçirmistir: Aris
Tanrýbilimsel, Copernicus ve Kepler'le metafizik, Newton'la pozitif olmustur. En k
armasýk bilim ve sýra düzeninin
bas tacý olan toplumsal fizik (Fr. Physique sociale) ya da toplumbilim'se henüz meta
fizik durumdadýr, onu pozitif
duruma pozitivizm getirecektir. Bilimlerin, her biri kendinden önceki bilimlere baðlý
olarak, sýra düzeni söyledir:
Ýlk bilim, en genel, en yalýn; baskaca hiçbir bilimin bilgisini gerektirmeyen aritmeti
k'tir. Bunu, kendinden önceki
aritmetiðin bilgisinden baska hiçbir bilgiyi gerektirmeyen geometri izler. Geometrid
en sonra da, kendinden önceki
aritmetikle geometrinin bilgilerinden baska hiçbir bilgiyi gerektirmeyen mekanik g
elir. Bu üç bilim, bütün
bilimlerin temeli olan matematiki meydana getirir. Comte'a göre matematik, kendini
ayný sýra düzeni içinde
meydana getiren üç bilimi içeren birinci bilimdir. Doða bilimleri, ilk bilim olan bu mat
ematik bilimler'in üstünde
kurulacaklardýr. Doða bilimler de cansýz cisimler bilimleri ya da inorganik fizik'le c
anlý cisimler bilimleri ya da
organik fizik olmak üzere ikiye ayrýlmakla genel bilimler sýralamasýnda bir üçlük meydana g
rirler: Matematik,
inorganik fizik, organik fizik. Bu üçlüðün yeni iki bölümü de ayný mantýksal sýra düzeniyle
bilim
olarak astronomi, kendinden önceki matematiðin bilgilerine kendi özel bilgisini ekleye
rek meydana gelir. Üçüncü
bilim olan fizik, kendinden önceki matematikle astronominin bilgilerine kendi özel b
ilgisini ekleyerek olusur.
Dördüncü bilim olan kimya, kendinden önceki matematik-astronomi- fizikin bilgilerine ken
di özel bilgisini
ekleyerek biçimlenir. Bu üçlük (astronomi, fizik, kimya) de genel üçlüðün ikincisi olan can
ler bilimleri'ni
meydana getirir. Comte'a göre, bu üçlüklerin sýra düzeni de ayný mantýða baðlýdýr. Yani, ik
üçlükteki bilgilere muhtaçtýr ama, birinci üçlük ikinci üçlükteki bilgileri gerektirmez. Bu
n üçüncü
asamada da sürer. Besinci bilim olan biyoloji, kendinden önceki bilimlerin bilgileri
ne muhtaçtýr ve bunlara kendi
özel bilgisini katmaktadýr. Altýncý bilim olan toplumbilim de öyledir, kendinden önceki bil
mlerin bilgilerine kendi
özel bilgisini ekleyerek kurulmustur. Bu mantýksal sýra düzeninin mantýksal sonucu olarak
Auguste Comte,
toplumbilimin yasalarýný biyolojinin yasalarýna indirgemis olur. Görüldüðü gibi bu sýra düz
limler en
genelden en özele, en yalýndan en karmasýða doðru ve Üç Durum Yasasý'na uygun olarak sýrala
Örneðin,
en basta bulunan matematik, Tanrýbilimsel ve metafizik evrelerden hiç geçmemis ve ilk
kurulusundan beri pozitif
olmustur. Buna karsý en sonda bulunan toplumbilim henüz pozitif duruma girmemistir.
Comte'a göre bu sýra
düzeninde didaktik bir ilke de izlenmistir, bilimler bu sýraya göre daha çabuk ve kolay öðr
nilirler. Bu sýra düzeni,
ayný zamanda, bilimlerin tarihsel gelismelerini de saptamaktadýr. Auguste Comte böylec
e sýraladýðý altý bilime
soyut
bilimler demektedir. Her soyut bilimi onun karsýlýðý olan somut bilimler bütünler: Örneðin,
t fizik ve kimyaya
somut mineroloji, soyut biyolojiye somut zooloji ve botanik baðlýdýr. Soyut bilimler,
olgularýn genel yasalarýyla,
somut bilimlerse bu yasalarýn uygulandýðý varlýk ve nesnelerle uðrasýr. Somut bilimler soyu
ilimlere baðlý
olduklarýndan zorunlu olarak onlardan daha aðýr gelisirler. Bilimlerin bu mantýksal sýra dü
eni sonunda olusan
toplumbilim (Comte, sosyoloji terimini ilkin altý ciltlik Cours de Philosophie Pos
itive adlý yapýtýnýn dördüncü
cildinde, Pascal'ýn 1648 yýlýnda ilerisürdüðü fizik sosyal deyiminin yerine kullanmýstýr)'l
, siyasal
olguculuk (Fr. Positivisme politique) denemesine girismektedir. Bu bilimin konus
u Comte'un insanlýk anlamýnda
kullandýðý büyük vücut (Fr. Le grand etre)'tur. Ona göre bu büyük vücut, iki ayrý açýdan in
oyut
toplum düzeni'yle (Fr. Ordre) somut toplumun ilerlemesi (Fr. Progres), bütün bilimlerd
e olduðu gibi ikincisi
birincisine baðlý olarak, Comte'un özel deyimleriyle, statique sociale' le dynamique s
ocialein konularýdýr. Comte,
yukarda adý geçen yapýtýnýn yeni bir bilim olarak önerdiði toplumbilime ayrýlan son üç cild
lumun
dinamiðini, Systeme de Politique Positive (1815-1854) adlý yapýtýnda da toplumun statiðini
incelemistir. -Dinamik
ilerleme, statik düzenin gelismesidir- (Ýbid; Paris 1929, cilt ii, s. 41). Statik to
plumun yasalarýný, dinamik de onun
bu yasalara göre gelismesini inceler.
Comte'a göre tarihsel olaylar, biyolojik olaylardaki zorunluðun ayný olan bir zorunluk
la birbirlerini doðururlar. Bu
yasalarýn varlýðýyladýr ki tarih ve toplumbilim, birer bilim olmuslardýr: Bundan ötürüdür k
ler gibi tarih
ve toplumbilim de pratiðe uygulanabilir ve insanlýðýn hizmetine sokulabilir. Cansýz doða bi
imleri kendi alanlarýnda
nasýl bir teknik yaratmýslarsa canlý doða bilimleri de pozitif anlayýs sayesinde toplumda ö
lece bir teknik
yaratacaklardýr. Bu teknik, toplumu yönetme tekniðidir. Olgucu yönelme tekniðiyse yeni bir
düzenle
gerçeklesecektir. Ýste bu yeni düzen Comte'un önerdiði insanlýk dini'dir. Bu din, Tanrýbili
l ya .da metafizik
deðildir, pozitiftir, çünkü olgulara dayanmaktadýr. Bu tapým, bir Tanrýya deðil, topluma ta
(Fr. Sociolatrie).
Bu dinin Tanrýsý insanlýk (Fr. L'humanite), ilkesi de sevgi'dir (Fr. L'amour). Sevgi,
baskalarý için yasamak
formülüyle dilegetirilir. Baskalarý için yasamak, baskalarýný sevmek demektir.
Kolektif bilinç, birey üstü bir varlýktýr. Ýnsanlýk insanla deðil, insan insanlýkla açýklan
nlýða
katýldýðý oranda ölümsüzlesir. Comte, bir yeni din kurucusu olarak Katolikliði örnek alýr.
n baba oðul
kutsal ruh üçlemesine karsý su üçlemeyi çýkarýr: Ýnsanlýk (Fr. Le grand etre) gök (Fr. Gran
ya (Fr.
Grand fetiche). Katolikliðin papa'sýna karsý insanlýk dininin papa'sý da Auguste Comte'dur
. Katolikliðin koruyucu
melekleri insanlýk dininde kadýnlardýr. Çünkü gerçek sevgi kadýnlara özgüdür. Kadýn, erkeðe
sevmeye daha yatkýn bir yapýdadýr. Bencil erkekler, özgecil kadýnlarý beslemekle görevlidir
. Toplum sevgisine,
insanlýðý, bir insaný sevdiðimiz gibi seviniz formülü gereðince kadýn sevgisi yoluyla varýl
guste Comte
dinine genis bir kilise örgütü de tasarlamýstýr. Her bölgede bir pozitivist tapýnak kurulac
bu tapýnaklarýn basýna
pozitivist bas papaza baðlý pozitivist papazlar getirilecektir. Bu pozitivist örgütü ve pa
pazlarýný insanlýk
besleyecektir. Bu tapýnaklar, Comte'un deyimiyle, insanlýk, ölümlerinden sonra yasamaya
hak kazanmýs ölülerden
mütesekkil bulunduðuna göre, seçkinlerin mezarlarýnýn ortasýnda bulunmalýdýr. Tapýnaklar, o

arasýnda tutan otuz yasýnda bir kadýn heykelleriyle süslenecektir. Bu otuz yasýndaki kadýn,
bir tahsildarýn
karýsýyken ve otuz yasýndayken veremden ölen, Comte'un sevgilisi Clotilde de Vaux'dur. C
omte'un Tanrýlastýrmak
istediði kadýn ve sevgi, bu kadýn ve bu sevgidir. Bu kadýn anne, es, kýz çocuk, kýz kardes
rak bütün kadýnlarý
simgeler. Kadýn, günde üç kez (sabah, öðle, aksam) kutsanacaktýr. Katolik dualarý örnek alý
gün bir
ermisini kutsayan Katolik takvimi de örnek alýnmýstýr. Comte bu takvime, herhangi bir yýla
özgü pozitivizm
takvimi adýný vermektedir. Çünkü takvim, yirmi sekizer günlük aylardan on üç aylý olmak üze
,
günler hiçbir yýl deðismez. Örneðin, dokuzuncu ayýn dördüncü günü her yýlda persembe günüdü
günlük aylardan her yýl artan bir gün (365. gün) evrensel ölüler bayramý, dört yýlda bir ar
gün (366. gün)
de kutsal kadýnlar bayramý günüdür. Katoliklik nasýl her gün bir ermisini anýyorsa insanlýk
e her gün bir
büyük adamý anacaktýr. Ýnsanlýk dininin ermisleri büyük adamlardýr. Aylar onlarýn adlarýyla
un
saptayýsýna göre her yýl su aylardan meydana gelir: Birinci ay Musa (ilk teokrasi) ayýdýr,
kinci ay Homeros (eski
siir) ayýdýr, üçüncü ay Aristoteles (eski felsefe) ayýdýr, dördüncü ay Archimedes (eski bil
inci ay
Caesar (askerlikle uygarlasma) ayýdýr, altýncý ay Paulus (Katoliklik) ayýdýr, yedinci ay Ch
rlemagne (ortaçað
uygarlýðý) ayýdýr, sekizinci ay Dante (çaðdas destan) ayýdýr, dokuzuncu ay Guttemberg (çaðd
ayýdýr,
onuncu ay Shakespeare (çaðdas tiyatro) ayýdýr, on birinci ay Descartes (çaðdas felsefe) ayý
on ikinci ay
Frederic (çaðdas siyasa) ayýdýr, on üçüncü ay Bichat (çaðdas bilim) ayýdýr. Her ayda dört p
rlar
Comte'un sýnýflandýrmasýna göre ikinci derecede büyük adamlara ayrýlmýstýr. Örneðin, Musa a
büyük adamlarla adlanýr: Numa, Buda, Konfüçyüs, Muhammed. Her ayda yirmi sekiz gün vardýr,
'un
sýnýflandýrmasýna göre günler üçüncü derecedeki büyük adamlarla adlanýr. Örneðin, Homeros a
su
günlerdir: Ennius, Lucretius, Horatius, Tibullus, Ovidius, Lucianus. Pozitivistler
örneðin, 13 nisan 1890 tarihini
söyle yazarlar: 19 Arkhimedes 102, Ptolemaios. Pozitivizm takvimi, Comte'un deyimi
yle, Batýnýn dönüsümü'nün
baslangýç yýlý olan 1789 (Fransýz Devrimi) yýlýyla baslar, bundan ötürü 1890 yýlý, pozitivi
. yýldýr.
Comte bu takvime, insansal hazýrlýðýn somut tablosu adýný vermektedir ve onun Charlemagne'
an beri bes ileri
Batý ulusunun (Fransa, Ýtalya, Ýspanya, Ýngiltere, Almanya) kurduðu Batý Cumhuriyeti'nin so
ul dönüsümüne özgü
olduðunu söyler. Comte'un insanlýk deyiminden anladýðý bu uluslardýr: Asya, Afrika ve Ameri
onun insanlýk
sisteminin dýsýndadýr. Comte'a göre Latin Avrupa'nýn metafizik çaðý, Fransýz Devrimi'yle ka
Simdi, yeni
bir çað, pozitivist çað olusturulmaktadýr. Ne var ki Comte, Fransýz Devrimi'nin getirdiði b
yciliðe ve bireysel
özgürlük anlayýsýna siddetle karsý çýkmaktadýr. Ona göre birey, ancak toplum yasalarýna uym
ilir
(bkz. Comte, Catechisme Positiviste, Paris 1890, 3. baský, s. 308-310). Comte, bir
eyle ilgili diye ruhbilimi bile
bilim saymamakta, bireysel olduðundan ötürü bilimin atomla uðrasmasýný yasaklamaktadýr. O,
mokrat ne
aristokrat olan bir sosyokrat'týr (Fr. Sociocrate), ideal saydýðý düzen sosyokrasi'dir (Fr
. Sociocratie) ve bu düzenin
dini de sosyotatri'dir (Fr. Sociolatrie). Comte, toplum düzenini gerçeklestirecek ol
an bu dinin ilkelerini, kendi
deyimiyle, melekçe bir esin'le (Fr. Angelique inspiration) sevgilisi Clotilde'den
almýstýr.
Çünkü Clotildein sevgisi ona, toplumu anarsiye sürükleyen bireyci bencilik (Fr. Egoisme) y
erine, toplumu
düzenleyecek olan toplumsal özgeciliki (Fr. Altruisme) öðretmis bulunmaktadýr. Ýste bu nokt
da, nesnel olmasý
gereken Comte'un ofiguculuðu, zorunlu olarak öznelliðe dönüsmektedir. Comte'a göre insanlar
oplum olarak
birbirlerine nesnel bir bað deðil, ancak bu öznel bað baðlayabilir. Kaldý ki özgeciliðin bu
baðý, mülkiyeti ve
anamalý da haklý kýlmaktadýr. Çünkü kendimizin tüketebileceðimiz kadar üretmek bencilik, ba
timini
düsünerek üretmekse özgeciliktir. Demek ki mülkiyet ve anamal, özgecilik için vazgeçilmez t
bir yapýdýr.
Comte, böylelikle, Saint Simon'un katipliðini yaptýðý günlerden kalma yeni dinle sanayilesm
gibi Saint Simon'cu
düsünceleri olgucu bir yönde gelistirmis olmaktadýr. Comte'a göre insanlýðý yöneten öznel i
u
içgüdüleri, Beynin on sekiz iç görevinin olumlu sýnýflandýrýlmasý ya da ruhun sistematik ta
erdiði bir
cetvelde söyle sýralar: Beslenme içgüdüsü, cinsel içgüdü, analik içgüdüsü, yok etme ya da a
yapma
ya da sanayi içgüdüsü, egemenlik içgüdüsü, beðenilme içgüdüsü, baðlýlýk içgüdüsü, saygý içg
tümel sevgi içgüdüsü. Ona göre bu içgüdülerden ilk yedi tanesi bireysel, son üç tanesi topl
eysel
olanlar benciliði, toplumsal olanlarsa özgeciliði gerçeklestirir. Bireysel olanlarýn ilk üç
slenme, cinsellik,
analýk) korunma içgüdüleridir, ikisi (yok etme, yapma) yetkinlesme içgüdüleridir. Bu bes iç
e'a göre çýkar
içgüdüleri, son iki içgüdüyse (egemenlik, beðenilme) istek içgüdüleridir. Üç toplumsal içgü
saygý) özel içgüdülerdir, tümel sevgi içgüdüsüyse genel içgüdüdür. Bu içgüdüler, beyin örge
kapsamý içindedir ve insanlýðý baskalarý için yasamak'a hazýrlayan ilkelerdir. Bu ilkeler b
n bes düsünsel
görevi aracýlýðýyla amaca yönelirler. Beyinin aracýlýk eden bes düsünsel görevi sunlardýr:
genelleme, sistemlestirme, iliski kurma. Bu görevlerin ilk dördü tasarlama, sonuncusuy
sa dilegetirmedir. Bu
dilegetirme on içgüdüden üç pratik yeti olusturarak karakter sonucuna varýr: Cesaret, basir
t, azim. Böylelikle,
sinir
sisteminin merkezi olan beynin bu on sekiz iç görevi Comte'un deyimiyle, sevmek, düsünme
k, davranmak,
sevgiyle
davranmak ve davranmak için sevmeki gerçeklestirir. Comte buna, beyin kuramý adýný vermekt
edir. Toplum,
böylesine bir beyinle düzenlenmektedir. Bu beyin, olumlu felsefe'den (Fr. Philosophi
e positive) çýkardýðý olumlu
siyasa'yý (Fr. Politique positive) gerçeklestirecektir. Böylelikle olguculuk, Üç Durum Yas
asý'nda dilegetirildiði gibi,
Tanrýbilimle metafiziðin yerine geçmekte ve toplumu düzenlemektedir. Comte'a göre törebilim
toplumbilimin bir
dalýdýr. Çünkü törebilim, bireysel olan benciliðin toplumsal olan özgeciliðe boyun eðmesi d
Comte'un izdaslarý Comte düsüncesini iki döneme ayýrýrlar, 1484 yýlýna kadar olusan olumlu
fe dönemine
olguculuk (Fr. Positivisme) ve 1844 yýlýndan sonra olusan dinsel siyasa dönemine Comte
'culuk (Fr. Comtisme)
derler. Metafiziði yadsýyan ve bilgiyi olgular üstüne kurmak amacýný güden John Stuart Mill
806-1873), Herbert
Spencer (1820-1903), Ernest Renan (1823-1890) felsefeleri de olguculuk adýyla adla
nýr. Bu felsefeler ayný
temelden yola çýkmakla beraber Comte'un ikinci dönemine karsýdýrlar ve Comte'culuðu olgucul
kla çeliskili
bulurlar. Örneðin John Stuart Mill olguculuðu bireycilik ve liberalizm yolunda gelisti
rirken Comte'u Ýngiltere'nin
özel gelisimini anlamamakla suçlar (John Stuart Mill, Auguste Comte and Positivisme,
Londra 1866, s. 111).
Fransýz düsünürleri Emile Littre'yle (1801-1881) Pierre Laffitte (1823-1903) de Comte ol
guculuðuna katkýda
bulunanlar arasýndadýr. Özellikle Comte'un öðrencisi olan Laffitte. Comte izleyicilerinin
yöneticisi olarak bu
anlayýsýn yayýlmasýnda baslýca etkenlerden biridir. Catechisme'e yazdýðý ek'te söyle der: Y
ana verilen
örgütün merkezi, Comte' un vasiyetinde bildirdiði isteðine uygun olarak, Paris'te Monsieur
le Prince sokaðýndaki
10
numaralý apartmaný içindedir. Revue Occidentale gazetesini çýkarýyor, kitaplar ve brosürler
yýmlýyor, dersler ve
konferanslar veriyoruz. Ayrýca 1 ocak günü insanlýk bayramýný, 5 eylül günü Auguste Comte b
1 aralýk
günü de ölüler bayramýný kutluyoruz. Her yýl ulusal ve uluslararasý ziyaretler yapmaktayýz.
, Ýngiltere, Ýsveç,
Amerika'da birçok ocaklar kurulmustur ve benim yönetimime az ya da çok baðlý bulunmaktadýrl
r. J. H. von
Kirchmann (1802-1884), Ernst Las (1836-1885), Hyppolite Taine (1828-1921) öðretileri
de olgucu niteliktedir.
Olguculuk, Avenarius ve Mach'ýn empiriocritisme'lerine de temel olmustur. Olguculuðu
n çaðýmýzdaki gelisimi yeni
olguculuk genel adýný tasýr. Yeni olguculuk; mantýksal atomculuk, genel semantik, mantýksa
l olguculuk
akýmlarýnda
belirir. Bu akýmlar genel olarak felsefe sorunlarýný dil sorunlarýna indirgerler. Olgucu
luk, eski ve yeni bütün
anlayýslarýnda bilimcilik savýna raðmen bilime karsý ve bilimdýsý, metafiziði yadsýmasýna r
izik,
idealizme karsý çýkmasýna raðmen idealist, tarafsýzlýk savýna raðmen taraflý, üçüncü yol sa
lcu
bir anlayýstýr. Ýster ikinci, ister üçüncü ve ne kadar saçmasapan olursa olsun, insanlarýn
o kadar
güzelsin ki, geçme, dur! diyebilecekleri gerçeði bulabilmek umuduyla bu çýkmaz yola da girm
kten kendilerini
alamayacaklardýr.
HER SEY BENÝM ÝÇÝN. XiX'ncu yüzyýlda, Almanya'da Max Stirner (1806-1856) adýnda bir filozof
kuyanlarda
bir hayli saskýnlýk uyandýran bir kitap yazdý. Kitabýn adý, Biricik Ýnsan ve Özgelgesi'dir
Einzig und Sein
Eigentum). Yapýt, genis çapta düsünceleri etkiledi. Birçok düsünürler, Stirnere hayranlýkla
er. Stirner,
Rousseau ya da La Rochefoucauld gibi, hemen herkesin duyup da biçimlendiremediði ya
da açýklamaya cesaret
edemediði insan duygularýný anlatýyordu. Söylediði sözler pek öyle karýsýk seyler deðildi.
Ben, diyordu, dünyayý ve insanlarý sadece kendim için kutlamaktayým. Benden gayrisi benim
umurum deðildir.
Her
sey benim için yaratýlmýstýr, bütün mutluluklar benim içindir. Bu dünya benim dünyamdýr, be
dir
(malým, mülküm). Gerçek benim. Bir is biliyorum, o da benim isimdir. Benim isimi iyilikl
e ya da kötülükle
yorumlayamazsýnýz. Çünkü isim demek ben demeðim. Bense ne iyi, ne de kötüyümdür. Olduðum gi
insaným. Ýyinin de, kötünün de benim için hiçbir anlamý yoktur. Hiçbir sey, önünde, kendimi
gerektirecek bir yücelikte deðildir. Yüce olan bir sey var: Ben. Beni benden baska hiçbi
r sey ilgilendirmez. Ýyinin
isi, Tanrýnýn isi, insanlýðýn isi, gerçeðin isi, özgürlüðün isi, ruhun isi ve daha gerisind
cak kadar bir is
kalabalýðý... Evet efendim, bu islerin hiçbiri benim isim deðildir, hiçbiri beni ilgilendir
ez. Beni sadece benim isim
ilgilendirir. Nasýl bir bitkinin, bir hayvanýn hiçbir ödevi yoksa, insanýn da hiçbir ödevi
tur. Töre, neden benim
ödevim oluyormus? Bunu kanýtlamak için aklýn alabileceði hiçbir neden gösterilemez. Bütün b
imi kafalarýn
bozukluðundan doðma birtakým saçmalardýr.
Hasta beyinlerin putlarýna tapmak gülünç olmaktýr. Kendimden baska, kendisine yönelmem gere
en, hiçbir
gerçek
yoktur. Bütün gerçekler benim için olanlardýr. Tepeden týrnaða kadar benim isim olmayan her
e uðurlar olsun.
Her
insan kendisi için biricik insandýr. Ýnsaný insan eden bencilliðidir. Erdem, kendi istekle
rime benim
uygunluðumdur.
Stirnerin bu asýrý düsüncesinin daha bir süslenmisleri, eðitilmisleri, ileride gösterisli p
esör cüppeleri altýnda,
Ýngiltere ve Amerika'daki üniversite kürsülerinden karsýmýza çýkacaklardýr.
ÖYLEYSE YARARLANALIM. Ýnsan için en iyi davranýs, kendisini en mutlu kýlan davranýstýr, diy
ilkçað
törecilerini düsününüz. Mutluluk töresini (saadet ahlakýný) kuran bütün Yunan filozoflarýný
Sokratesi, Aristipposu, Antisthenesi, Epikouros'u hatýrlayýnýz. Ölüm ötesi mutluluklarýný a
nen din
düsüncelerini gözlerinizin önüne getiriniz. Birçok haklý saldýrmalara uðradýðý halde, yüzyý
kta
duran o büyük sözü, insan her seyin ölçüsüdür sözünü anýnýz.
Sonra da, bakýsýnýzý ondokuzuncu yüzyýl Ýngiltere'sine çeviriniz. Mutluluk faydadadýr. diye
Stuart Mill, 1806
yýlýnda Londra' da doðdu, altmýs yedi yýllýk çok verimli bir yasayýstan sonra 1873 yýlýnda
öldü. Büyük
bir ekonomici sayýldýðý kadar büyük bir filozof sayýlýyordu. Ekonomi ilkelerini 1848'de yay
Faydacýlýk
adlý önemli yapýtýnýysa, ölümünden on iki yýl önce, 1861'de yayýnladý. Düsüncesinin temelle
dar
inen faydacý filozoflara dayanýr. Düsünce zincirinin bir halkasý olarak da Hume'a, XViii'n
ci yüzyýl deneycilerine
(empirisme, tecrübecilik) eklenir. Siyasal alanda Liberal Parti'yi tutmustu 1869 yýlýn
da yayýnladýðý anýlarý çok ilgi
çekicidir.
Felsefenin doðusundan beri, diyor J. Stuart Mill, düsünürler en üstün iyinin (summum bonum)
ne olduðunu
aramýslardýr. Ýste biz de, Bentham'le beraber, bu sorunun karsýlýðýný veriyoruz: En üstün i
dadýr. Ýyiyi
kötüden ayýracak ölçü nedir? Ne akýlcýlar, ne ruhçular bu ölçüyü verememislerdir. Ýste biz,
r, bu
ölçüyü veriyoruz: Ýyiyi kötüden ayýracak ölçü, fayda ölçüsüdür. Hekimlik sanatý iyidir, çün
Müzik iyidir, çünkü zevk faydasýný tasýr. Ýnsanlarýn mutluluðunu, tiksinmeye karsýlýk olara
uygusu
doðurur (hedonisme, hazcýlýk). Hoslanma duygusu, faydacýlýðýn sonucudur. Ýnsan, faydalýdan
faydasýzdan
hoslanmaz.
Bu konudaki tartýsmalar sundan çýkmaktadýr: Fayda sözcüðü, bugüne kadar yanlýs anlasýlmýstý
nki
o
geçici hoslanmalara üstünlük anlamýný tasýyormus gibi, çok zaman, hoslanma sözcüðünün karsý
bir anne, çocuðuna, hep faydasýz seyleri seviyorsun, der. Oysa, bu deyis yanlýstýr. Epikou
ros'tan Bentham'e kadar
bütün faydacý yazarlar fayda sözcüðünü, hoslanmanýn karsýtý olarak deðil, her türlü acýdan
hoslanma olarak anlamýslardýr. Faydalý olan, hoslanýlandýr. Fayda ilkesiyle en üstün mutlul
ilkesi ayný
anlamdadýr. Faydacýlar, davranýslarýmýzý, bize verdikleri mutluluk oranýnda iyi, bize getir
leri mutsuzluk
oranýnda kötü sayarlar. Mutluluktan anladýðýmýz, hoslanma ya da acýnýn yokluðudur. Mutsuzlu
dýðýmýz da,
acý ya da hoslanmanýn yokluðudur. Ýnsanlarýn gerçekten isteyebilecekleri biricik amaç, hosl
a ya da acýnýn
yokluðudur, tek sözle mutluluktur.
Felsefenin doðusundan bugüne kadar bütün mutluluk törecileri (saadet ahlakçýlarý), bütün ha
onecular)
töresel duygularla ilgili hazlara kaba beden hazlarýndan çok deðer vermislerdir. Beden h
azlarýný hor görmeyen
Epikouros bile bu düsüncededir. Çünkü, töresel duygularla ilgili hoslanmalar, beden hoslanm
larýndan daha
süreklidir, daha güvenlidir, daha ucuzdur. Söyle de denebilir: Sürekli fayda, geçici fayda
dan iyidir. Bu ilke, töresel
mutluluðun dayandýðý en saðlam ilkedir.
Bütün öteki seylerin ona göre, onun hatýrý için istenilir olduðu son amaç, olunabildiði kad
zak,
olunabildiði kadar hoslanmaya yakýn bir yasamadýr. Fayda, insan davranýslarýnýn amacý olduð
, zorunlu
olarak törenin de temel ölçüsüdür. Öyleyse töre (ahlak) söyle tanýmlanabilir: Töre, birtaký
llarýdýr
ki, onlara uyulduðu zaman bütün insanlýða, sadece insanlýða da deðil, bütün duygulu yaratýk
zak,
hoslanmaya yakýn bir yasama saðlar. Faydacýlýðýn amacý, karakter soyluluðunu (asaletini) el
mektir. Soylu bir
karakterin soyluluðundan ötürü daha mutlu olduðundan kuskulansak bile, onun öteki insanlarý
ha mutlu
kýldýðýndan, dünyamýza pek çok seyler kazandýrdýðýndan (faydalý olduðundan) kuskulanamayýz.
yapsalar mutlu olamayacaklarýndan söz etmek saçmadýr. Kötü eðitimler, kötü sosyal düzenler
utluluðun
engelleridir ama, bunlar düzeltilebilir. Ýnsan, mutluluk içindir. Ancak, yasamaktan, o
nun verebileceði mutluluktan
fazlasýný beklememelidir.
Mutlu, doymus, her türlü istekleri giderilmis bir yasamanýn iki öðesi (unsuru) vardýr: Huzu
, heyecanla davranýs...
Çok zaman bunun birincisi yetmektedir. Ýnsanlarýn büyük çoðunluðu çok huzur, az hosnutsuzlu
inirler.
Kimileri de çok heyecan içinde acýya alýsabilirler. Bu iki öðe birbiriyle uzlasabilir, çünk
rýnda doðal bir
birlesme vardýr. Birinin uzamasý; öbürünü hazýrlamasý, öbürüne istek uyandýrmasý demektir.
heyecanla davranýsý istetir, heyecanla davranýsýn uzamasý da huzuru aratýr. Sadece bir bozu
luk (vice) olduðu
zamanlarda sükun devresinden sonra davranýs isteði uyanmaz. Bunun gibi, heyecanla davr
anýsýn bir hastalýk
biçimine girdiði hallerde de, sükun devresinden sonra yeniden davranýs üzücü, tatsýz gelir.
ar, yasamakta,
yetecek kadar hoslanma bulamýyorlarsa bunun nedenini kendi bozuk yapýlarýnda aramalýdýrlar
. Çünkü kendilerinin
dýsýnda baskaca hiçbir neden yoktur. Genel ya da özel sevgi duygularý bulunmayanlar yasama
nýn tadýný alamazlar,
heyecanla davranýs haline geçemezler. Onlar için yasamanýn deðeri, bütün bencil ilgilere so
erecek ölüm
yaklasýnca, büsbütün azalýr. Arkalarýnda sevgi býrakacak olanlar insan cinsinin ortak ilgil
yle baðlýdýrlar, ölürken
bile saðlýk gücünü yitirmezler. Yasamayý az hoslanýlýr yapan bencilliðin yanýnda baska bir
düsünsel
kültürün eksikliðidir. Sözün kýsasý, insan acýlarýnýn bu kaynaklarý bütün bütüne düzeltileb
kadar belki birçok kusaklar geçecek, ama basarý her halde gerçeklesecektir. Ýnsanlar, insa
nlýðýn bu mutlu
savasýna
katýlmalýdýrlar.
Her bireyin özel çýkarýný, özel faydasýný genel çýkarla, genel faydayla uyusturmasý gerekti
aska eðitim,
öðretim, kamuoyu (efkar-ý umumiye) bireyin ruhunda öyle çözülmez bir ortaklýk kurmalýdýr ki
ulukla
genel mutluluk arasýnda bir uygunluk bulunsun. Böylelikle insan, genel iyiliðe uygun g
elmeyen bir özel iyilik
davranýsýný düsünemeyecektir.
Faydacýlýk, her iki davranýsýn erdem niteliðini tasýmadýðýný söylemektedir. Faydacýlara gör
ecek
davranýslar, övülecek niteliklerden çýkar. Stoacýlarýn (Zenon'un felsefe okulu) erdemden ga
her seye sýrt
çevirmelerine karsýdýrlar. Faydacýlýk, erdemin yanýnda istenilen baska deðerler de bulunduð
avunmaktadýr.
Örneðin erdemsizlik olan yalancýlýk, yerinde kullanýlýrsa, erdemlilik olabilir. Doðruyu söy
bir hastayý
öldürecekse, faydacýlýk burada yalan söylemeyi gerektirir. Ama bu anlamdaki faydanýn sýnýrl
izlikle
çizilmelidir. Yalan, ancak, kendisinden gayrisini haksýz bir kötülükten koruyacaksa, yalan
dan baska da bir yol
yoksa, faydalýdýr. Bu halde fayda ilkesinin görevi, birbirini alt etmeye uðrasan faydala
rý ölçmekle, karsýlastýrmakla,
birinin ötekine ne zaman üstün tutulacaðýný göstermekle belirir. Nerede bir hak varsa, orad
ir erdem hali deðil,
bir
tüze (adalet) hali vardýr. Söyle bir örnek alalým: Bir endüstri topluluðunda ustalýk, çýrak
hak
saðlamalý mýdýr? Bir düsünceye göre saðlamamalýdýr, çünkü elinden geleni yapanýn ayný hakký
uygundur. Bir baska düsünceye göre saðlamalýdýr, çünkü üstün verimin üstün bir hak elde etm
uygundur.
Bu iki düsüncenin her ikisi de saðlamlýkta birbirlerine esittirler. Ýste faydacýlýk ilkesin
zorunluluðu burada açýkça
belirmektedir: Hangi düsünce toplum faydasýna daha yarardýysa o seçilecektir. Tüzeyi gizlen
is bir erdem
sayarsak,
bu halde, fayda erdemden ayrýlmakta, erdemin beceremediði, isi becermektedir. Bütün bu k
arýsýk zorluklarda
faydacýlýk ilkesini tutmaktan baska kurtulus yolu yoktur. Erdemle fayda arasýndaki bu
ayrýlýk bir kuruntu deðil,
gerçek bir ayrýlýktýr.
Ýnsanlar sadece mutluluðu isterler, mutluluktan gayri hiçbir seyi istemezler. Erdem is
teði, mutluluk isteði kadar
yaygýn deðildir. Faydacýlýk, erdemin, hem çoðu insanlarca istendiðini, hem de bütün insanla
enilmesi
gerektiðini bilmektedir. Erdeme uygun olanýn ne olduðu üstünde anlasabilirsek; erdemi, en
yüksek amaca erismek
için araçlýk eden birçok iyi seylerin basýna geçirebiliriz. Oysa erdem, mutluluk amacýna gö
ir araç deðil,
mutluluk amacýnýn bir parçasý olmalýdýr. Buysa erdemin, kendiliðinden istenilen bir sey olm
a saðlanýr. Erdem,
kendisini karsýlýksýz olarak sevenlerde bu hali alabilir. Erdem bu yolda yalnýz deðildir. Ý
sanlarýn, önce
mutluluklarýnýn aracý, sonra da mutluluklarýnýn parçasý olabilen daha pek çok istekleri var
ra sevgisini, ün
tutkusunu, iktidar isteðini örnek olarak sayabiliriz. Bütün bunlar önce mutluluða erisebilm
k için birer araçtýrlar,
sonra mutluluk amacýnýn birer parçasý haline gelirler. Erdem, faydacýlýk kavramýna göre, bu
istekler arasýnda
sayýlabilir. Erdem, ancak, hoslanmaya götürdüðü, acýdan uzaklastýrdýðý için istenir. Fakat
a bu
ortasým meydana geldi mi, artýk erdeme bir iyi istek gözüyle bakýlmak zamaný gelmis demekti
. Erdem, bir bakýma,
yukarda örnek olarak saydýðýmýz öteki isteklerden ayrýdýr. Onlar, kisiyi baskalarýna karsý
ilirler,
erdemse kisiyi baskalarýna karsý faydalý kýlar. Bu yüzdendir ki faydacýlýk, içine baska ned
karýsmamýs, ancak
erdem için istenilen erdemi genel faydaya uygun görmekte, yayýlmasýný istemektedir.
Yararcýlýk öðretisi, toplumsallasma çabalarýna raðmen tipik bir bireycilik öðretisidir. Büt
bireyin
hoslantýsýna indirger. Bireysel mutlulukla toplumsal mutluluðu uyumlu kýlabilmek için, met
afizik bir anlayýsla,
eðitim ve öðretimden medet umar. En üstün iyiyi, mutluluðu, erdemi ve tüzeyi bireysel yarar
aynýlastýrýr.
Yararlýðýn ölçütü bireysel hoslanma olduðuna göre, zorunlu olarak öznel idealizme dayanýr.
nunda,
katýksýz bir idealizm olan pragmacýlýðý doðurmustur.
SUÇ VE CEZASI. Bütün bu idealist düsünceler dönüp dolasýp sonunda Tanrýcýlýða varmak zorund
zorunlu sonuç, ondokuzuncu yüzyýlýn ilk yarýsýnýn olusturduðu ünlü bir sanat yapýtýnda yans
Dostoyevski'yi (1821-1881) olusturan yýllar, ondokuzuncu yüzyýl Rusya'sýnýn Çar i'nci Nikol
'nýn baskýsý altýnda
ezildiði yýllardýr. Toprak isçileri, bir çesit tarým gereciymisçesine toprak beyleri arasýn
rtýrmayla
satýlmaktadýr. Oysa küçük toprak beylerinin durumlarý da, inek gibi alýp sattýklarý mujikle
ha güvenli
deðildir; sabah aksam bölge komiserinden dayak yemektedirler. Devlet dairelerinde müdür,
memurunu
tokatlayarak
çalýstýrýr. Kýrbaçlamakla kýrbaçlanmak en olaðan günlük islerdendir. Kazançlar yasamaya yet
salgýndýr, aydýnlar arasýnda yýkýcý düsünceler kaynasmaktadýr. Bakýslar gök ölçülerine çevr
nýn
saltanatýný sabýrsýzlýkla beklemektedirler: Bu kadar iðrenç bir seye Tanrý razý olamaz.
Sonya'nýn aðzýyla bu yargýya varan Dostoyevski, yasadýðý sürece onu kývrandýracak olan ikil
eza'nýn
dördüncü bölümünde, Raskolnikov'un aðzýndan ortaya atýyor: Ama gene de razý oluyor iste....
rak
sonra da, ünlü romanýnýn dayandýðý önemli sorulardan birini sormaktadýr: Nasýl oluyor da bu
yaðýlýk,
böyle kutsal bir duyguyla baðdasabiliyor?. Dostoyevski, daha birçok yapýtlarýnda, bu sorun
un uyandýrdýðý
kuskularý çözmeye çalýsacaktýr. Gök ölçüleri karsýsýnda insan yapýsý, çesitli yönlerden ust
ik;
hemen bütün yapýtlarýnýn temelidir.
Dostoyevski doðduðu zaman Puskin yirmi iki, Gogol on bir yasýndaydý: Her ikisi, de ona öncü
etmistir.
Tolstoy'la Turgenyev'se onunla birlikte yetisecek, onunla yarýsacaklardýr. Almanya'd
a Goethe, Ýngiltere' de Byron,
Fransa'da Chateaubriand, Stendhal, Balzac ünleri Rusya'ya erismis olarak yasamakta
dýrlar. 1843'te Balzac
Moskova'ya geldiði zaman Dostoyevski onun Eugenie Grandet'sini Rusçaya çeviriyordu Çað, büy
düsünürlerle
büyük sanatçýlarýn çaðýdýr. Heine, Hugo, Merime, Poe, Musset, Dickens, Flaubert yetismekted
Suç ve
Ceza,'nýn tasarlanmasýndan önce bir de Çehov doðacaktýr. Dostoyevski ilk yapýtý olan Ýnsanc
ladýðý
1846 yýlýnda yirmi bes yasýndaydý. Yýl, en önemli yazarlarýn birbirleriyle yarýsarak kaynas
.
Dostoyevski, Byron öldüðünde üç, Goethe öldüðünde on bir, Puskin öldüðünde on altý, Stendha
bir, Chateaubriand öldüðünde yirmi yedi, Balzac öldüðünde yirmi dokuz, Gogol öldüðünde otuz
Altmýs yasýna kadar yasayacak, edebiyat dünyasýnýn en saðlam yapýtlarýný kuracaktýr.
Suç ve Ceza, böylesine bir çevrede, 1866 yýlýnda yayýmlandý. 1860'ta Rusya'da toprak reform
apýlmýs, toprak
köleliði kaldýrýlmýstý. Çar I. Nikola çoktan ölmüstü. Bütün bunlar açlýkla yoksulluðu azalt
hýzlandýrmýstý. Sosyal denge bozulmustu bir kez, toplumdaki kargasalýk sürüpgidecekti. Turg
ev (1818-1883)
Babalar ve Çocuklar'ýnda, Çernisevski (1828-1889) Ne Yapmalý'sýnda bu sosyal kargasalýðýn n
erini
arastýrýyorlardý. Dostoyevski Suç ve Ceza'sýyla, Turgenyevie Çernisevski'nin karsýsýna göks
ve Ceza, bu açýdan, Dostoyevski'nin kendisiyle yaptýðý önemli bir tartýsmaydý. Nitekim o yý
dýnlarý bu
tartýsmaya çok büyük bir önem verdiler, yapýt bir anda bütün Rusya'ya yayýldý.
Suç ve Ceza'nýn ortaya attýðý sorun suydu: Bir yanda budala, önemsiz, hastalýklý, kimseye y
olmayan, tersine,
herkese zararý dokunan, niçin yasadýðýný kendisi de bilmeyen, yarýn nasýl olsa kendiliðinde
bir kocakarý
var. Öte yanda da yardým görmediklerinden ötürü yok olup giden genç, körpe güçler... Kocaka
adadýðý paralarla milyonlarca kötülük önlenebilecektir. Su halde kocakarýyý öldür, parasýný
u parayý
bütün insanlýðýn yararýna harca. Bir ölüme karsý binlerce dirilme. Bu bir hesap isidir. Hem
dengede bu aptal,
bu kötü yürekli kocakarýnýn ne deðeri olabilir? Bir bit, bir hamamböceði ondan daha deðerli
samak için,
yasamaya deðer olmalýdýr. Baskalarýný sev diyorlar, bundan çýkan sonuç her ikisinin de yarý
k
kalmasýdýr. Kaftanýný ikiye bölüp yarýsýný komsuna verirsen hem sen çýplak kalýrsýn, hem de
lur.
Ýyisi mi, kendini sev, hem kaftanýn saðlam kalýr, hem de komsunun ikiye bölünmüs bir kaftan
daha fazlasýný
almasýný saðlamýs olursun. Bir toplumda özel isler ne kadar týkýrýnda giderse genel isler d
adar düzenli olur.
Kendini düsünmen genel ilerleyisi saðlar, buysa komsun için yarým bir kaftandan daha yarar
lýdýr. Ölüme gidecek
bir adamýn kayanýn üstünde, ancak iki ayaðýný koyabilecek kadar daracýk bir yerde oturmasý
, çevresinde
uçurumlar, ummanlar olsa, sonsuz karanlýklar, sonsuz yalnýzlýk; bitmez tükenmez fýrtýnalar
e, bir arsýnlýk o
daracýk yerde sonsuza deðin ayakta durmasý, adamýn o anda ölmesinden daha iyidir. Ne türlü
rsa olsun,
yasamak
gerek.
Sorun, o yýllar Rusya'sýnýn sorunudur. Dostoyevski, hukuk öðrencisi Raskolnikov'un kisiliði
le sorunu ortaya
attýktan sonra tartýsmaya baslýyor: Olaðan insanlarla olaðanüstü insanlarý birbirinden ayýr
aðan insanlar
boyun eðerek yasamak zorundadýrlar, kanun dýsýna çýkmaya haklarý yoktur. Olaðanüstü insanla
islemeye, bütün kanunlarý ayaklar altýna almaya yetkilidirler, ülküleri uðruna bütün sýnýrl
er. Likürg,
Solon, Napolyon yeni kanunlar koyarken eski kanunlarý haklý olarak çiðnemislerdir. Yerle
smis bir açýdan bakýlýnca
bunlarýn isledikleri de suç deðil midir? Olaðanüstü insanlar bir bakýma tüm suçludurlar, ke
nin ya da
toplumlarýnýn yararýna kan dökmekten bile çekinmemislerdir. Büyükler söyle dursun, toplumla
biraz olsun
sivrilenler bile, az ya da çok, öldürücü olmak zorundadýrlar. Öldürücülük, olaðanüstülüðün
insanlar, ellerine geçirebilirlerse, olaðanüstü insanlarý asýp keserler ama, bir süre sonra
heykellerini dikip
onlara
taparlar. Olaðan insanlar uysal, gelenekçi, eðik boyunludurlar; görevleri kendileri gibi
birtakým varlýklarýn
çoðalmasýna yaramaktýr. Onlar, insanlýðý koruyup çoðaltýrlar, ötekilerse yürütüp bir amaca
Genç hukuk öðrencisi Raskolnikov, faizci kocakarýyý bu düsünceden yola çýkarak öldürmüstür.
dökmüstür ama, herkesin döktüðü kaný, su yeryüzünde bir çaðlayan halinde dökülen, her zaman
Onu bir sampanya gibi akýtanlar sonradan Capitol'de taç giyip insanlýðýn övüncü oldular. Be
insanlara iyilik
etmek istiyordum. Yaptýðým bu biricik anlamsýzlýðý baðýslatmak için insanlýða binlerce iyi
Yaptýðým
ise anlamsýzlýk bile denemez ya, düpedüz beceriksizlik denir. Çünkü bu düsünce, basarýsýzlý
göründüðü gibi, hiç de budalaca deðildi. Basarýsýzlýða uðrayan her sey budalaca görünür. Be
görünen bu eylemle sadece kendime baðýmsýzlýk saðlamak, yasamak için ilk adýmýmý atmak, ger
edinmek istemistim. Bundan sonra her sey ölçülemeyecek kadar yararlý bir yürüyüs olacaktý.
en, ilk adýmda
tökezledim. Basarabilseydim benim de basýma taç giydireceklerdi.
Raskolnikov niçin basaramamýstýr? Çünkü olaðanüstülük sanýsýna kapýlan olaðan bir insandýr.
acýlar çekmeye dayanamazlar, gerçekten büyük insanlarsa büyük acýlar çekmek zorundadýrlar.
asmamalarý
gereken sýnýrlarýn içine er geç çekilirler, kendi cezalarýný kendi elleriyle verirler, sevg
tutsaðýdýrlar.
Olaðanüstüler sevgi'ye boyun eðmezler: Peki ama, buna layýk olmadýðým halde, bunlar beni ne
bu kadar
seviyorlar? Ah, hayatta yalnýz olsaydým, kimse beni sevmeseydi, ben de kimseyi hiçbir
zaman sevmeseydim, bütün
bunlarýn hiçbiri olmazdý.
Raskolnikov kendi erdemini denemek için öldürmüstü. Olaðanüstüler, doðrudan doðruya yaparla
zler.
Erdem, düsünce deðil, eylem'dir: O zaman anladým ki Sonya, iktidar, ancak eðilip onu almak
cesaretini
gösterenlere verilir. is, cesaret etmekten ibaretti. Sorun, yalnýz buydu. Ben, cesar
et göstermek istedim, öldürdüm.
Sýrt üstü karanlýkta yattýðým sýrada bütün bunlarý düsünmüstüm. Beni mahveden de iste bu ol
geçmeye hakkým olup olmadýðýný kendi kendime sorup sorusturmaya basladýysam, demek ki iktid
geçmeye
hakkým yokmus. Ýnsan bir bit midir? Ýnsan, bunu soran için bir bit deðildir, aklýna böyle b
soru gelmeyen için
bittir. Napolyon bu soruyu sormadan gider, kocakarýyý öldürürdü. Benim suçum bu soruyu sorm
.
Gök ölçüsü, olaðan insanlarýn birbirlerine karsý davranýslarýný düzenler. Raskolnikov da ol
olduðuna
göre: Kalk, hemen simdi, su dakikada, dört yol aðzýna kos, yere kapan, ilkin kirlettiðin t
opraðý öp, sonra dört bir
yana eðilerek bütün dünyayý selamla, herkesin önünde, yüksek sesle: Ben öldürdüm! diye baðý

sana yeniden hayat verecektir.
Raskolnikov'un kendisine yüklediði biricik suç, sonuna kadar dayanmamaktýr: Benim davranýsý
onlara niçin bu
kadar çirkin görünüyor? Kanunun sýnýrlarý asýlmýs, kan dökülmüstür. Öyleyse; insanlýða iyil
alan birçok kimselerin de, daha ilk adýmlarýnda, kafalarýný kesmek gerekirdi. Ama bu adaml
ar sonuna kadar
dayandýlar, bunun için de haklý çýktýlar. Bense dayanamadým, bunun için de bu adýmý atmak h
kazanamadým.
Raskolnikov kendisini güçsüzlükle, korkaklýkla suçlandýrmaktadýr. Oysa Dostoyevski, Raskoln
un kendisinde,
inanýsýnda derin bir hata bulunduðunu söylüyor. Dostoyevski'ye göre Raskolnikov, bu hatayý
mistir ama, gereði
gibi anlayamamýstýr. Dostoyevski, büyük yapýtýnýn sonlarýna doðru Tanrýca davranýyor, yarat
r:
Raskolnikov, kendisinde, inanýslarýnda derin bir hata olduðunu, belki daha o zaman, su
lara eðilip baktýðý
sýralarda, sezmis bulunduðunu bir türlü anlayamýyordu. Bu sezisin yarýnki hayatýna ait deði
n, ölümden sonra
dirilisinin, hayata yeni bir bakýsýn habercisi olabileceðini de anlamýyordu.
Dostoyevski, Raskolnikov'u Sibirya'ya gönderip eline de, Turgenyev' le Çernisevski'y
e karsý çýkardýðý, göksel bir
erdemi tutusturduktan sonra yapýtýný su sözlerle bitirmektedir: Raskolnikov, bu yeni hay
atýn kendine bedava
verilmediðini, onu çok pahalýya, gelecekte yapacaðý büyük fedakarlýklarla satýn almak gerek
nüz
bilmiyordu. Ama burada yeni bir öykü; bir adamýn derece derece yenilesmesinin, yavas y
avas yeniden hayat
bulusunun, bir dünyadan bir baska dünyaya geçisinin, su ana kadar hiç bilmediði yeni bir g
erçekle tanýsmasýnýn
öyküsü baslýyor. Bu, yeni bir yapýtýn konusu olabilir.
ASK. Toplumu öðütlerle düzenleme çabasý devam ediyor. Bu öðütlerden bir yenisi de ask.
Ludwig Andreas Feuerbach (1804-1872), Hýristiyanlýk Felsefesi'ni yayýmladýðý sýrada (1839),
man düsünce
çevreleri Hegelciliði tartýsýyorlardý. Hegel, genis bir alanda olaðanüstü etkisini sürdürüy
Ýste, ask felsefecisi Ludwig Feuerbach da, bütün çaðdaslarý gibi, bu Hegelcilikten doðmustu
ve Ölümsüzlük
Üstüne Düsünceler adýný tasýyan yapýtýný Hegelin ölümünden bir yýl önce yayýmlamýstý. Gelec
Ýlkeleri'niyse on üç yýl sonra yayýmlayacaktý: Bir bakýma, insan aklýnýn özlediði tartýsma
olmalýydý.
Hegel, olusu düsünceyle, ruhla baslatmýstý. Doðru muydu? Düsünce mi önceydi doða mý, bir ba
le, ruh mu
önceydi madde mi?
O bitmez tükenmez masal, insan aklýnýn büyük macerasý yeniden baslýyordu.
Feuerbach, soruyu kesinlikle karsýladý: Temel, doðadýr. Doðanýn dýsýnda hiçbir sey yoktur.
gibi, düsünce
de, doðanýn ürünüdür. Düsünce, maddesel bir organ olan beyinden çýkmaktadýr... Bununla bera
ch,
maddecilikte kalamayacaktýr. Söyle diyor: Bence maddecilik, insanýn varlýk ve bilgi yapýsýn
temelidir. Ama bir
fizyolojistin, bir natüralistin anladýðý gibi, varlýk yapýsýnýn kendisi deðildir. Maddecili
ide beraberim ama,
ileride beraber deðilim.
Niçin?.. Çünkü Feuerbdch, bütün dinleri yýktýðý halde, yerlerine yeni bir evrensel din kurm
dýr. Bu yeni
din, ask dinidir. Feuerbach, temeli maddeye dayadýðý halde bir idealisttir artýk. Aský, ma
ddesel bir çekim olarak
deðil, bir insanlýk ideali olarak ele almaktadýr. Feuerbach da, Hegel gibi, diyalektiði,
maddelerde deðil, düsüncede
bulmaktadýr. Feuerbach'a göre düsüncede olup bitenler, düsüncenin ürünleridirler. Ýnsanlar,
niz, diyor,
gerçek din sizin bu sevgilerinizdedir. Varlýðýnýz, askýnýzla biçimlenecektir.
Feuerbach'a göre, dinin gerçeði asktadýr. Önceleri insanlar, kendi niteliklerinin fantasti
k yansýmalarý olan Tanrýlar
yaratmýslardýr. Tanrýlar, insanlýk düzenini kurmaya yetmediler. Oysa, bu düzeni kuracak ola
, insanýn baska
insanlara karsý duyduðu baðlýlýktýr. Bu baðlýlýk, en yetkin biçimine askta ulasýr. Hele cin
duygusal insan
baðlýlýðýnýn en yoðunlasmýs biçimidir. Dostluk, acýma, vazgeçme, coskunluk gibi çesitli eði
iði cinsel
askta beliren askýn çesitli görünüsleridir. Ýnsanlar arasýndaki bütün sorunlar askýn gücüyl
kutsallastýrmak gerekir. Ýnsanlar, böylelikle, bütün acýlarýndan kurtulacaklardýr. Din (rel
), Latince baðlamak
anlamýndaki (religare) sözcüðünden gelir. Su halde, din sözcüðünün ilk anlamý baðdýr. Bunda
arasýndaki her bað, bir dindir. Din' sözcüðünün etimolojik anlamý gerçeði ortaya koymaktadý
in, ruhçu
bir temele deðil, maddeci bir temele oturmaktadýr. Temel doðadýr. Her sey gibi, din de,
doðanýn ürünüdür. Varlýk
yapýsýnýn temeli maddedir ama; kendisi düsüncedir. Bir baska deyisle, varlýk maddeden çýkýy
ruhla
gelisiyor,
varlýklasýyor. Maddelerin oyunu bitmistir artýk.
Feuerbach, mutluluk felsefesini de, bu düsüncesinin üstüne kuruyor. Ona göre, mutluluk eðil
mi insan yapýsýnýn
doðal bir eðilimidir. Ýnsan, doðarken mutluluk eðilimiyle birlikte doðar. Mutluluk eðilimin
töreselliði (ahlakiliði)
bu yüzdendir. Gene bu yüzdendir ki, her törenin temeli mutluluk eðilimi olmalýdýr. Ama mutl
luk eðilimi basýbos
býrakýlamaz elbet. Onu düzenleyen iki doðal kýsýtlayýcý vardýr:
1- Eylemlerimizin kendimizdeki sonuçlarý: Mutluluk eðilimimizi basýbos býrakýp, örneðin içk
la
kaçýrýrsak hastalanýrýz. Böylelikle de kendi eðilimimizi, kendimizden ötürü, kendimiz kýsýt
2- Eylemlerimizin toplumdaki sonuçlarý: Mutluluk eðilimimizi basýbos býrakýrsak baskalarýný
luluk
eðilimlerinin sýnýrýna gireriz. Bu halde baskalarý, kendi mutluluk eðilimlerini savunarak b
zim mutluluk
eðilimimizi bozarlar. Böylelikle de kendi eðilimimizi, gene kendimizden ötürü, kendimiz kýs
.
Özet olarak, hem kendimiz, hem de baskalarý, elbirliðiyle mutluluk eðilimimizi düzenlerler
, asýrýlýklarýmýza engel
olurlar. Bu iki durumun dýsýnda mutluluk eðilimimizin hiçbir engeli yoktur, keyfince yol
alabilir. Anlasýldýðýna
göre, mutluluðumuzu, gene kendi mutluluðumuz düzenlemektedir. Kendi mutluluðumuzu bozmadýkt
n sonra
mutluluk eðilimimizin yöneldiði her yol töreseldir. Toplumsal sonuçlar, kendi mutluluðumuzu
tadýný
kaçýrdýklarýndan ötürü kýsýtlayýcýdýrlar.
Evrensel uzlasmayý askta bulan Feuerbach, töre alanýnda da, inceden inceye hesaplanmýs,
kendisine hiçbir
bakýmdan zarar vermeyecek her mutluluðu cömertçe baðýslamaktadýr kisioðluna. Bu açýdan baký
Feuerbach'ýn
töresi, pek ince bir hesap isi olarak görünmektedir. Hesap tuttu mu, baskaca hiçbir enge
l yoktur. Ýnsanýn Tanrýya
tapmasýný yasaklayan maddeci Feuerbach'ýn karsýsýna dikilen, insanýn insana tapmasýný buyur
hçu
Feuerbach,
düsünce dizisinde, zorunlu olarak böyle bir sonuca varmýstýr. Düsünce alanýna yönelen, böyl
kendi içine
kapanan düsünce, duygusal bir ortamda gezinmek zorundadýr. Ýnsanlara birbirlerini sevmel
erini öðütleyen ünlü
düsünür, yalnýzlýk ve yoksulluk içinde ölmüstür.
KAZIK. Ýnsanlarýn mutluluðunu saðlamak için toplumu düzenlemek düsüncesi, topraða baðlýlýkl
Göçebe
topluluklarýn toplumsal sorunlarý yoktur. Birbirleriyle deðil, doðayla çekismektedirler. N
e saymak, ne de yazmak
gereðini duymuyorlar. Doða korkusu, onlarý, birtakým bitkilere, taslara hos görünmeye zorlu
or. Böylesine bir
yaltaklanmanýn dýsýnda din anlayýslarý da yok. Erdemsizlik bulunmadýðý için erdem kavramý b
tir.
Birbirlerine karsý ne iyilik, ne de kötülük ediyorlar. Doðanýn ezici baskýsý altýnda tutunm
ayarak kardesçe
yasamaktadýrlar. Bilgileri, doðadan korunma yolunda gelismektedir. Bu gelismenin son
unda içlerinden biri
çýkacak,
bir toprak parçasýnýn çevresine kazýklar çakýp, burasý benimdir, diyecektir.
Ýnsanlýk tarihi, artýk, bu kazýðý çýkarmak için çekilen acýlarýn tarihidir.
Esitlik bozulmustur: Artýk, tarih boyunca güçlülerle güçsüzler çatýsacak, çýkarlar çarpýsac
orunlar
tartýsýlacaktýr. Bu esitliði yeniden saðlamak isteyen düsünce akýmýna toplumculuk (sosyaliz
rilecektir.
Çesitli toplumcu düsünürler, çesitli yollar göstereceklerdir. Bu düsünürlerin arasýnda Jean
Rousseau gibi
göçebelik çaðýnýn özlemini çekenler, Thomas More gibi esitlik adasý düsleri kuranlar da bul
Toplumsal
düsünce, çevresine kazýk çakýlan topraðý o kazýðý çakan atamýzýn elinden geri alabilmek içi
basvurarak, belli bir amaca doðru yürümüstür. Thomas More'un açtýðý bu ütopyacý çýðýr, sýra
1625) Yeni Atlantis'i, Thomas Campanella'ya (1568-1639) Günes Ülkesi'ni, Valantin An
drea'ya (1600-1654)
Hýristiyan Ülkesi'ni, Harrington'a Oceana'yý (1656), Winstanley'e Devletin Yeniden Kur
ulusu'nu (1652),
Barclay'e Argenisi (1611), Heywood'a Altýn Çað'ý (1611), Gabriel Foigny'ye Jacques Sadeu
r'ün Serüvenleri'ni
(1679), Vairrase'a Severanbe Tarihi'ni (1682), Morelly'ye Basiliade'ý (1745), Gabr
iel Mably'ye Kenttaslarýn
Hukuk ve Görevleri'ni (1765) yazdýrdý.
Fransa'da 1789 burjuva devrimi olusmaya baslamýstýr. Toprak, soylularýn elindedir. Soy
lu olmayanlar toprak
edinemezler. Varlýklýlardan alýnmasý gereken vergi, tersine, yoksullardan alýnmaktadýr. Kil
senin baskýsý,
soylularýnki kadar ezicidir. Kilise, uçsuz bucaksýz topraklarý Tanrý adýna isletmekte, Fran
köylüsünü yarý aç
çalýstýrmaktadýr. Gelecek yýllarýn vergileri bile toplandýðý halde, krallýðýn bütçesi elli
Devlete vermis bulunduðu borçlarý, Fransýz ulusuna yükleyerek alacaklarýný saðlama baðlamak
n yeni bir
sýnýf, burjuvazi doðmustur. Toprak adamlýðýndan para adamlýðýna geçilmeye çalýsýlmaktadýr.
kendi yasalarýna uygun, yeni bir düzen gerektirmektedir.
1780'de yayýmlanan, Mülkiyet ve Hýrsýzlýk Üstüne Arastýrmalar adlý yapýtýn yazarý Brissot d
evrim
Meclisinin milletvekilidir. Devrim Meclisi, mülkiyete karsý olmamakla beraber, kilis
enin ve soylularýn bütün
mallarýna el koymustur, burjuvalara ve köylülere daðýtmaktadýr.
Meclis, özel mülkiyet üstünde kesin bir yargýya varamamýstýr. Ýlerideki gelismelere göre he
uygulanabilecek yeni bir taným ortaya atmaktadýr: Özel mülkiyet, mülklerin kanun gereðince
erilen parçasýndan
yararlanma hakkýdýr.
Bu taným, salt esitliði saðlamak isteyenleri kýzdýrmýstýr. Bunlarýn basýnda da Gracchus Bab
760-1797)
gelmektedir. Baboeuf, kurduðu Le Tribun du Peuple gazetesinde; Darthe, Antonelle,
Buonarotti'yle birlikte,
Devrim Meclisinin ekonomik esitliði saðlamasý gerektiðini savunuyor.
Ondokuzuncu yüzyýl baslarken, Fransa'da, Marsilya kentinde Charles Fourier (1772-183
7), yanýnda çalýstýðý bir
pirinç
toptancýsýnýn; fiyatlarý yükseltmek için, iki bin ton pirinci denize döküsüne saskýnlýkla b
rier, bu
olaydan su sonucu çýkardý: Plansýz çalýsma bosunadýr. Bilimsel bir plana baðlanmýs üretim,
mden,
ölçülemeyecek kadar verimli olacaktýr. Yüz aile bir araya gelip ayný mutfaðý kullanabilse d
z giderle
beslenebilirler. Engels, onun için söyle diyor: Charles Fourierde o günkü toplumsal kosu
llarýn heyecanlý, ama
ayný zamanda derine inen bir elestirmesini buluyoruz. Fourier, burjuvaziyi, devrim
öncesinin coskun peygamberleri
ve devrim sonrasýnýn dalkavuklarý ile birlikte olduðu gibi ele almaktadýr. Fourier, burjuv
a dünyasýnýn maddi ve
manevi sefaletini hiç çekinmeden ortaya koyar, bu sefaleti filozoflarýn parlak vaatler
iyle karsýlastýrýr, aklýn
egemenliðini gerçeklestirmis olacaðý vaadedilen bir uygarlýðýn herkese rahat ve güven içind
ayý saðlayýsý ve
insanýn içinde en kusursuz hale geldiði bir toplum idealiyle burjuvazinin gerçek dünyasýný
sýlastýrýr. Bu gerçek
dünya ile çaðdas ideologlarýn pespembe dünyasý arasýndaki farký gözler önüne serer. Her yer
ve feci
gerçeðin en sisirilmis tumturaklý sözlerle nasýl bir arada bulunduðunu gösterir ve lafazanl
ve
alaycýlýðýyla hücum eder. Fourier sadece bir elestirmeci deðildir, sakin yaratýlýslý olduðu
manda yergici
bir kimsedir, hatta onun gelmis geçmis yergici yazarlarýn en büyüðü olduðunu söyleyebiliriz
rier, bir toplumun
genel gelismisliðinin ve özgürlüðünün, kadýnýn gelismisliði ve özgürlüðüyle ölçüldüðünü söy
Ama Fouriernin en büyük yaný toplumun tarihiyle ilgili görüsünde aranmalýdýr... Burjuva uyg
kýsýr
döngü içinde dönüp durduðunu, bir türlü çözemediði çelismeleri durmadan yarattýðýný ve sonu
aradýðý ya da aradýðýný ilerisürdüðü seylerin tam tersine ulastýðýný, nitekim yoksulluðun v
doðduðunu söyler. Bu örnekler, Fouriernin, diyalektiði, çaðdasý Hegel kadar ustalýkla kulla
tedir.
Çaðdaslarý insan yetkinliði üstüne sonu gelmez lafazanlýklar ederken Fourier, her çaðýn bir
ir de inis
dönemi olduðunu gösteriyor ve bu görüsünü insanoðlunun geleceðine uyguluyordu. Kant'tan ber
imi
göksel
cisimlerin gelecekteki ölümlerini kabul ediyorsa Fourierden sonra da tarih bilimi, i
nsanlýðýn gelecekteki ölümünü
görmezlikten gelemez (Engels, Sosyalist Düsüncenin Gelismesi, çeviren: Selahattin Hilav,
Ýstanbul 1964, s. 64,
75). Fourier, düsüncelerini 1808 yýlýnda yayýnladýðý Dört Hareketin Kuramý adlý yapýtýnda a
ana çizgileri sunlardýr: 1) Ýnsan iyidir, özgürce gelisebileceði sosyal kuruluslara kavusun
a daha da
yetkinlesecektir... 2) Ticaret kötüdür, insanýn ortaklasacýlýðý gerektiren doðal eðilimleri
3) Evlilik
ikiyüzlülüktür, çünkü her yerde kadýnýn kölelesmesini gerektirir... 4) Uygarlýk her türlü k
oranda ortaklasacýlýðý gerçeklestirecek güçlerin olusmasýný saðlamaktadýr.
1803 yýlýnda, Saint-Simon'un kafasýna söyle bir düsünce takýlýyor: Bir anda Fransa, devlet
arýný, bütün
aristokratlarýný, bütün papazlarýný, bütün mülk sahiplerini yitirse ne olur? Fransa üzülür,
ansa'dýr. Ama
bir anda elli fizikçiyi, elli kimyacýyý, elli fizyolojisti, elli demircilik atelyesi s
efini, altý yüz çiftçiyi yitirse ne olur?
Fransa, Fransa olmaktan çýkar. Su halde Fransa'yý Fransa eden insan, industrielle (sýnai
) insan'dýr. Oysa sýnai
insan, hiçbir zaman faiz ve kira almaz, emeðinin karsýlýðýný alýr. Su halde faiz ve kira, F
'ya hiçbir yararý
dokunmayanlarýn, Fransa'yý Fransa edenleri sömürmelerini saðlamaktadýr. Ýnsan, insaný sömür
anlý bir
çalýsmayla doðayý sömürmelidir. Fransýz ekonomicisi Claude Henri de Rouvroy Comte de Saint-
on (1760-
1825), idealist ve metafizik yapýsýna raðmen, toplumsal evrimi, sýnýf mücadelesinin bu topl
msal evrimin itici gücü
olduðunu ve sýnýf farklarýnýn da özel mülkiyetten doðduðunu açýklamýstýr. Toplumun kendi ça
geleceðin sanayi toplumunun nasýl kurulacaðý üstünde, ütopik ama ilginç düsünceler ilerisür
l
olarak
olumlu bir toplum kurulmasý önerisi, o sýralarda ona katiplik etmekte olan geleceðin ünlü d
uguste
Comte'u etkilemistir. Ýnsanýn insan tarafýndan sömürülmesi ortadan kalkmalýdýr, diyordu. Am
u
gerçeklestirmek için ilerisürdüðü öneriler bilimsellikten uzaktý. Yeni platoncu bir seçkinl
mi anlayýsýyla
toplumun endüstriyeller dediði isverenler, tüccarlar, bankerlerle birlikte isçileri de k
apsayan karma bir sýnýf
tarafýndan yönetilmesini istiyordu. Hýristiyanlýðýn Hýristiyanlarca çoktan býrakýlmýs olan
elsefesini,
kendi deyimiyle en yoksul ve en kalabalýk sýnýfýn kalkýnmasýna uyguluyor ve bunun yeni Hýri
yanlýkla mümkün
olabileceðini ilerisürüyordu Bu bakýmdan Saint-Simonculuk, idealist sosyalizm ya da ülkücü
yalizm adlarýyla
da anýlýr. Anamalcý mütesebbisin kar'ýný haklý buluyor, ancak faiz ve rant'ýn birer sömürü
du.
Üretim araçlarýnýn mülkiyetini kabul etmekte, ancak bunun yetkin ellerde toplanmasýný istem
eydi. Saint
Simonculuk akýmýnda izdaslarý onun bu düsüncesini doðru bulmayarak üretim araçlarý üstündek
i
bütünüyle bir sömürü aracý saymýslardý.
Saint Simonculuða prodüktivizm de denir. Çünkü üretim araçlarý üstünde organizatör otorite
bunlarý
en verimli olanlara daðýtacaktýr. Saint-Simon, böylelikle herkese yeteneðine göre ilkesini
rmektedir. Verimli
üretimden herkes bu üretime katýlmasýyla orantýlý olan payýný alacaktýr. Enfantin, Bazard v
Saint Simoncular
kimi yerde ustalarýný elestirmisler, kimi yerde de düsçülükte ustalarýný kat kat geride býr
. Saint
Simoncular (Fr. Saint Simoniens, Al. Saint Simonisten, Ýng. Saint Simonians)'ýn bu t
utumlarý karsýsýnda
yasamýnýn son yýllarýnda Saint-Simon'un ben Saint Simoncu deðilim diye baðýrdýðý söylenir.
'un
ölümünden sonra 1828 yýlýnda Saint Simoncular dinsel bir mezhep gibi örgütlenmisler ve dins
törenler
düzenleyerek skandallar çýkarmýslardýr. Saint Simon bütün ütopyacýlýðýna raðmen çaðýný geni
düsünürdür. Engels onun için, Büyük Fransýz Devrimi'ni soylular, burjuvalar ve yoksullar ar
geçen bir
mücadele olarak görmek gerçekten dahiyane bir kavrayýstýr. Politikanýn üretim biliminden ba
bir sey olmadýðýný
ve ilerde ekonominin içinde eriyeceðini görmüstü. Onda, sonraki toplumcularýn ilerisürdükle
elerin
doðrudan doðruya ekonomik olan düsünceler dýsýnda hemen tümünü içinde tasýyan dahiyane bir
sliði
vardý der.
Simon de Sismondi (1773-1842) de söyle bir kuskuya kapýlmýstýr: Plansýz bir yarýsma sonunda
gerektiðinden
çok
üretim (surproduction) yapýlsa ne olur? Fabrikacý, fabrikasýný kapayýp bir süre bekleyebili
Fabrikada çalýsan
gündelikçilerse bekleyemezler, açlýklarýndan ölürler. Su halde ekonomik dengesizlik, toplum
dengesizliði
doðurur. Toplumsal yoksulluðun nedeni, ekonomik dengesizliktir.
Bu arada, Pierre Leroux (1797-1871), Esitlik Üstüne (1838) ve Ýnsanlýk Üstüne (1840) adlý y
arýný
yayýmlamaktadýr. Leroux'ya göre tarihsel köle, önce serf, sonra ücretli isçi olmustur. Özgü
it insan olabilmesi
içinse, daðýtýmýn devlet eliyle ve su kurallara göre yapýlmasý gerekir: Her çalýsanýn emek
k niteliði,
yasama gerekleri... Leroux'nun toplumculuðu, üretimin ve tüketimin devlet eliyle, bell
i kurallara göre düzenlendiði
bir toplumculuktur.
Bir yandan da Robert Owen (1771-1858), kuramsal düsünceyi eylemsel alana götürerek, Kana
da'da birkaç köy
kurup, toplumculuk denemelerine girismistir. Owen, büyük bir isadamýydý. Kendi gözlem ve d
eneylerine dayanarak
kendine özgü toplumcu bir tutum gelistirmistir. Düsçü ve hayalci (ütopik) bir alanda da ols
anamalcýlýðýn
çeliskilerini sezmis ve sahibi bulunduðu fabrikada örnekler vererek anamalcýlýðýn zararlarý
ye çalýsmýstýr.
Toplumculuk, özellikle kooperatif modelini Owen'e borçludur. Owen, anamalcý düzendeki ar
tan yoksulluðu, üretim
sürecine deðil, bölüsümün adil olmamasýna baðlýyordu. 2500 isçinin çalýstýðý fabrikasýný ör
durumuna getirmisti. Ýsçi çocuklarý için bakýmevleri açmýstý. Çocuk yuvalarýnýn ilk tohumun
r. Baska
fabrikalar isçilerini on dört saat çalýstýrýrken Owen on buçuk saat çalýstýrýyordu Bes yýll
n sonra,
1819 yýlýnda, kadýnlarýn ve çocuklarýn çalýsma saatlerini kýsýtlayan ilk yasanýn çýkarýlmas
Düsünceleri, özellikle birimi çalýsma saatiyle belirlenen vesikalar karsýlýðýnda emek ürünl
inin yapýldýðý
emek pazarlarý tasarýsý, Proudhonculuðu genis çapta etkilemistir. Engels, onun için bu adam
kisiliðinde yücelik
derecesine varan çocuksu bir yanla insanlarý yönetme konusunda pek az kimsede bulunan
bir yetenek yan yana
bulunuyordu der.
Louis Blanc (1813-1882) da, Çalýsmanýn Düzenlenmesi adlý ünlü yapýtýný 1840'ta yayýmlamýs,
nden
sonra kurulan geçici hükümette yer alarak düsüncelerini uygulamaya baslamýstýr. Fransa'nýn
leridir.
Blanc, açtýðý ulusal isyerlerini yürütemedi. Ýsçiye, verilmesi gereken gündeliði güçlükle b
ma
verilmesi gereken isi bulamýyordu:
Ýki yýl sonra, elimize, yeni bir toplumcu öykü geçecektir. Etienne Cabet (1788-1856), Icar
ie'ye Yolculuk
ütopyasýný yayýmlamýstýr (1842). Icarie, düssel bir ülkedir. Bu ülkede devlet, yaptýklarý i
e ve niceliðine
bakmaksýzýn, herkesin yasama gereklerini karsýlamaktadýr. Yetenekler, doðal verilerdir. Çok
akýllý, çok çalýskan
olmak kisiye hiçbir üstünlük saðlamaz. Ýnsan, elinden geldiðince çalýsacak, esit olarak yas
.
ondokuzuncu yüzyýlýn ilk yarýsý sona ererken, hemen bütün Avrupa toplumculuk çabasý içinded
bütün
toplumcu düsünce adamlarý, Fransa'nýn baskenti Paris'te toplanmýslardýr. Arnold Ruge, Alman
a'dan Paris'e
geçerek; basýna topladýðý Heine, Jung, Hess, Marx, Engels, Hervegh gibi yurttaslarýyla birl
kte Paris'te toplumcu
bir dergi çýkarmaktadýr. Ayrýca. Bakunin, genç Lasalle, Weitlinger Paris'tedirler. Proudho
n, Mülkiyet Üstüne adlý
ünlü yapýtýný yayýmlamýstýr (1840). Savigny, ünlü Roma Hukuku Tarihi'nde (1815) hukukun da
ve
evrimi bulunduðunu kanýtlamýstýr. Her kafadan bir ses çýkmakta, her düsünür kendine özgü bi
önermektedir.
Hepsinin birlestiði kavsak sudur: Toplum, yeniden ve ekonomik bir açýdan düzenlenmelidir
.
Prusya'nýn genç bakanlarýndan Rodbertus (1805-1875), anamalla (sermaye) isgücü arasýndaki ç
smenin devlet
eliyle giderilmesini istemektedir. Mikhail Bakunin (1814-1876), evrensel ayaklan
madan yanadýr, Tanrýtanýmazlýðý
ve her türlü yetkenin (otorite) ortadan kaldýrýlmasýný öðütler. Blanqui (1805-1881) ve Stua
(1806-1873),
ekonomik temelde isgücünün önemini belirtirler. Ferdinand Lasalle (1825-1864), Maithus k
uramýndan yola
çýkarak
insan çoðalmasýnýn anamal çoðalmasýný ölçülemeyecek kadar geçeceðini, bu yüzden de issizlið
geçilemeyeceðini ilerisürer ve üretim kooperatifleri kurulmasýný savunur. Profesör Finkelbl
Karl Marlo takma
adýyla, elemekçisinin yarattýðý ürünlerin daðýtýmýnda, anamalcýlarýn (sermayedarlar) el eme
aldattýklarýný kanýtlamaya çalýsýr.
Joseph Proudhen (1809-1856), ortaya bir ilke atmýstýr: Yýkacaðým ve yapacaðým (destruam et
ificato)... Nasýl
yýkýlacaðýný anlatmaktadýr ama, nasýl yapýlacaðý üstüne açýk seçik bir düsüncesi yoktur. Öz
geçici bir mülkiyetin konulmasý gerektiðini ilerisürmekte, siyasal düzeltmelerden önce ekon
k düzeltmelerin
gerektiðine inanmaktadýr. Hegelciliði yorumlayan Yoksulluðun Felsefesi adlý yapýtýný yayýml
Karl Marx (1818-1883), Proudhon'a, Felsefenin Yoksulluðu adlý yapýtýyla karsýlýk veriyor. M
rx'a göre,
Proudhon'un bu felsefe üstündeki bilgisizliði bir yana, Hegel felsefesi gerçekte bas asaðý
turtulmus (madde
temeline dayanacaðý yerde ruh temeline dayanmýs) bir felsefedir ve onu gerçek yerine, ay
aklarýnýn üstüne
oturtmak
gerekmektedir.
Toplumculuðun XiX'ncu yüzyýlda ulastýðý bu gelisme, Katolik kilisesini bile toplumculukla u
lasmaya
zorlamaktadýr. Bu görevi de Philippe Buchez (1796-1865) üstüne almýstýr. Katoliklik ve Tam
ir Felsefe Üstüne
Denemeler adýný tasýyan yapýtý, bu uzlasmayý saðlamaya çalýsmaktadýr. Bu arada; gözler, çok
um
üstüne
çevrilmistir: Aile ve Katolik manastýrlarý... Bu iki eski kurum, ilk kuruluslarýndan ber
i toplumcu bir yapý
içindedirler. Aile ve manastýr üyeleri, kendi yeteneklerine göre üretmekte, oysa kendi ger
eksemelerine
(ihtiyaçlarýna) göre tüketmektedirler.
Friedrich Engels (1820-1895), Kapital'in yazýlmasý için Marx'ý zorlamaktadýr. Marx'ýn bakýs
k anamal
birikmelerini incelemek üzere, XVi'ncý yüzyýl Ýngiltere'sine çevrilmistir.
Bu arada, bir Alman isçi düsünürü Joseph Dietzgen (1828-1888) maddeci diyalektiði sezmekte,
Bir Kol Ýsçisine
Göre Düsünce Ýsinin Özü adlý yapýtýný yayýmlamaktadýr. Dietzgen'e göre, baslangýçtan beri v
e
nerede bulunduðu da gereði gibi açýklanamayan Hegel'in salt düsüncesi (mutlak fikir) bulaný
ir tasarýmdýr. Ýnsan
denilen maddesel yapýnýn kafasýnda bulunmasý gereken bu düsünce, maddeler diyalektiðinin bi
ansýmasmdan
baska bir sey deðildir.
Kazýk, çakýlmýstý bir kez. Çýkarmak kolay olmayacaktý elbet.
KABA YA DA HAM. XiX'ncu yüzyýlýn ikinci yarýsýnda düsüncenin yöneldiði bilimsellik eski bir
yeni bir
anlam kazandýrýyor. Eski anlayýsta bilginin üç asamasýný dilegetiren halksal (Os. Avami, Fr
ulgaire); bilimsel
(Os. Ýlmi, Fr. Scientifique) ve felsefesel (Os. Felsefi, Fr. Philosophique) deyiml
eri yer deðistiriyorlar. Bilginin son
asamasý, yeni bir deyimle nitelenip, bilginin ilk adýmýyla birlesiyor: Kaba.
Belki de ham demek daha doðru olurdu Kurgul (Os. Zihni, Fr. Speculatif) düsünce, prati
kle baðýntý kurup
diyalektik bir öze kavusuncaya kadar, kaba olmaktan çok, ham kalmýstý çünkü.
Pratikle baðýntý kuramamýs, insan eylemleriyle denetlenememis her düsünce hamdýr. Düsünce,
ik
düsünme
yöntemi içinde, kendi olanaklarýný zorlayarak, genellikle gerçekleri sezmis ve doðru yolu b
lmus; ne var ki
diyalektik düsünme yöntemini öðreninceye kadar bilimsel bir tutarlýða kavusamamýs, ham kalm
kaçýnamamýstýr.
Artýk kaba ya da ham deyimi, halksal'dan büsbütün baska bir anlamda, Osmanlýca avami ve Fr
ansýzca vulgarie
deyimleri karsýlýðýnda ve bilimsel deyimi karsýtý olarak kullanýlmaktadýr. Bu anlam, bir aç
msel olmayan'ý
(Os. Gayri ilmi, Fr. Non scientifique) dilegetirir. Bilimsel olmayan her düsünce, ne
kadar çok doðru'yu içerirse
içersin, tutarlý deðildir, hamdýr, kabadýr.
Bu ham ya da kaba düsüncelerin basýnda diyalektik-öncesi özdekçilik anlayýsý gelmektedir. G
olarak
özdekçilik (Os. Maddecilik, Fr. Materialisme) adýyla anýlan kaba özdekçilik (Os. Avami madd
cilik, Fr.
Materialisme vulgaire), doðru bir temelden yola çýkmakla beraber, diyalektik bilimsell
ikle gelistirilemediði için
metafizik tek yanlýlýðýn sürüklediði yanlýs sonuçlara varmaktan kaçýnamamýstýr. Evrenin özd
sezmek gibi büyük bir basarýya ulastýðý halde, üst olaný alt olana indirgeyerek idealizme d
nu bu
yanýlgýlardan kurtaran, ayýklayýp arýtan, bilimselliðe kavusturan eytisimsel özdekçilik (Os
alektik maddecilik,
Fr. Materialisme dialectique) anlayýsýdýr.
Gerçekte çok doðru bir anlayýsý yansýtan özdekçilik gibi, diyalektik düsüncenin olusup meyd
emel
olan diyalektik-öncesi ekonomi, evrimcilik, toplumculuk anlayýslarý da böyledir. Bütün bunl
r da kaba deyimiyle
nitelenmektedir.
Kaba ya da ham demek; olgu ve olaylardaki özellikle iki ve genellikle çok yanlýlýðý göremem
görünüslerle
yetinip öze inememek, temel düsünceden çýkacak sonuçlarda tutarlýlýðý saðlayamamak, somutu
karýstýrmak,
tek yanlýlýðýn gerektirdiði asýrýlýklara düsmek ve böylelikle üst olaný alt olana indirgeme
Örneðin kaba özdekçilik, XiX'ncu yüzyýlda Alman idealist felsefesine karsý olgucu bir nitel
e olusmustur. Doða
bilimlerindeki kendiliðinden özdekçilik temeli üstünde gelistirilmistir. Baslýca temsilcile
i Ýsviçreli düsünür ve
doðabilimci Carl Vogt (1817-1895), Fransýz doktoru ve düsünürü Pierre Cabanis (1757-1808),
lman fizyoloji
bilgini ve düsünürü Jacob Moleschott (1822-1893) ve Büchnerdir. Yanlýs ve zararlý bir özdek
nlayýsýdýr.
Yanlýslýðý bilinci özdeðe, tüm ruhsal süreçleri fizyolojik süreçlere indirgemesindedir. Zar
zmin
saldýrýlarýna pek çok açýk ve güçsüz kapýlar býrakmasýndadýr. Üstelik de felsefeyi yadsýr v
arýn
doðabilimsel arastýrmalarla çözümlenebileceðini ilerisürer. Ýnsan bilineninin toplumsal bir
uðunun
farkýnda
deðildir. Düsünce ve duygularýn, fizyolojik süreçlerce belirlendiðini savunur. Evrenin özde
bütünlüðünü
sezmek gibi büyük bir basarýya ulastýðý halde bu vargýsýný, eytisimden yoksun bulunduðu içi
larak
idealizme düsmesinden ötürü, asýrýlýða vardýrmýs ve üst olaný alt olana indirgemistir. Kaba
idealizme karsý çýktýðý halde, idealist yapýlýdýr ve metafizik düsünmenin tek yanlýlýk yaný
faaliyeti bütünüyle yadsýr ve bunun sonucu olarak insan bilincini de özdek sayar. Örneðin K
Vogt, tükürük
bezleri nasýl tükürük ya da karaciðer nasýl safra salarsa beyin de öylece düsünce salar, Mo
düsünce,
beyinden çýkan fosfordur derler. Ludvig Büchner ve Ernest Haekel gibi mekanik anlayýslý özd
kçiler de bu kaba
özdekçiliðe düserler, örneðin Haekel, ruh, plazmadýr der. Bilimdýsý olan kaba ya da ham özd
gýlarý
söyle saptanmýstýr: 1. Bu özdekçilikte mekanik yan aðýr basýyor, kimya ve biyolojideki son
meleri hesaba
katmýyordu. 2. Ne tarihsel, ne de eytisimseldi, antidiyalektik anlamda metafizikti
ve gelisme anlayýsýna tutarlý ve
kapsamlý bir biçimde baðlý deðildi. 3. Ýnsanýn özünü somut ve' tarihsel olarak, tüm toplums
rin ürünü
olarak deðil de soyut olarak görüyor ve bu yüzden dünyayý sadece yorumluyordu, oysa bu bir
eðistirme
sorunuydu, esdeyisle devrimci pratik eylemin önemini kavramamýstý. Ünlü bir diyalektikçi de
söyle der:
Düsüncenin özdeksel olduðunu söylemek, materyalizm ile idealizmi birbirine karýstýrmaya doð
nlýs bir adým
atmaktýr. Gerçekten de düsünce özdekten baska bir sey deðilse özdek de düsünceden baska bir
l
demektir,
esdeyisle aralarýnda hiçbir fark yoktur. Oysa bunlar farklý, hem de çok farklý seylerdir.
Bilinç özdeksel bir
gelismenin ürünüdür ama, özdek deðildir. Özdekle bilinç, nasýl birbirlerinden ayrýstýrýlama
e
birbirleriyle aynýlastýrýlamazlar.
Bütün bu kabalýklarýn ve hamlýklarýn içinde biri var ki özellikle incelenmeye deðer.
KABA EKONOMÝ. Toplumsal üstyapýda bütün olupbitenlerin ekonomik altyapýyla belirlendiði açý
anlasýlýnca XX'nci yüzyýlýn bakýsý ekonomi bilimine çevriliverdi. Ekonomi biliminin çok ilg
sel bir serüveni
var.
Aristoteles, her malýn iki deðeri bulunduðunu görmüs ve kullanma (istimal) deðeriyle deðist
e (mübadele)
deðerini birbirinden ayýrmýstýr. Bundan baska faizin, parayý, deðistirmeyi kolaylastýrma gö
den ayýrarak üretici
(kapital, sermaye) kýldýðýný da sezmistir. Bu bakýmdan faizin yasaklanmasýný öðütlemektedir
apýlan
ticareti de doðaya aykýrý bulmakta, erdemsizlik saymaktadýr. Fiyat, doðru olmalýdýr, der. D
fiyat (juste prix),
deðistirilen mallar ve hizmetlerin esit deðerde olmasýdýr. Özgür vatandaslarý kaba islerde
aktan kurtaran
esirliði gerekli bulur ve esiri canlý bir makine sayar.
Görüldüðü gibi Aristoteles, çok önemli birkaç bulusla konuya girmektedir. Buna karsý, Yunan
kovalayan Roma uygarlýðýnda en küçük bir ekonomik sezis yoktur. Sadece Cato ve Varro gibi b
rkaç yazar, tarým
tekniði üstünde düsünmüslerdir.
Ortaçaðda ekonomiye din açýsýndan bakýlmýstýr. Bu çaðda da amaç, kurulu düzenin titizlikle
Karsýmýza, Aristoteles'ten sonra ekonomiye eðilen ikinci yazar olarak Aquino'lu Thomas
(1225-1274) çýkmaktadýr.
Thomas, dinle dünyayý uzlastýrma çabasý içinde, birçok çelismelere düsmüstür. Örneðin, bütü
savunduðu halde, ki Hýristiyanlýk açýsýndan bunu savunmak zorundadýr esirliði zorunlu ve ya
ulur. Mal
edinmeyi uygun görür, ama sýnýrlamaya kalkar, mal edinme (mülkiyet) kisilerin sosyal durum
unu koruyacak kadar
olmalýdýr, der. Burada, kurulu düzenin korunmasý pahasýna, ayrýca, Hýristiyanlýkla da çelis
ektedir.
Bilindiði gibi, Hýristiyanlýk mal edinmeye karsýdýr. Thomas'nýn ekonomik düsünceye getirdið
enilik, narh
statüsüdür, bir seyi gerçek deðerinden pahalýya satmayý ya da ucuza almayý yasaklamaktadýr.
Bununla beraber ortaçað, iki önemli düsünürüyle, ekonomik düsünceye yeni güçler katmýstýr.
biri Buridanus, öteki Oresmius'tur. Jean Buridanus (1300-1358), deðerin, bir malý deðist
iren bir insanýn kisisel
ihtiyacýndan deðil, deðistirme zorunluðunda bulunan bütün insanlarýn ortak ihtiyaçlarýndan
ezmistir.
Bundan baska paranýn cevher deðeriyle deðistirme deðerini (kur) ustaca ayýrarak paranýn deð
irme deðerinin
devletçe onanacaðýn: ilerisürmektedir. Nicolaus Oresmius (1323-1382) da para konusunda b
aslý basýna bir
deneme
yazmakla ekonomiyi, ilk kez, dinden ayýrmýs ve baðýmsýzlýða kavusturmustur.
Kronolojik sýrada Ýslam düsüncesi, ekonomik alanda Aristotelesçiliði sürdürmektedir. Kurulu
al düzenin
titizlikle korunmasý söz konusudur. Sadaka ve zekat yasalarý, varlýklýyla yoksul ayrýlýðýný
ktadýr. Bununla
beraber çok önemli bir Ýslam düsünürü, Ýbn-i Haidun (1332-1406), ekonomik alana yeni düsünc
týr. Ýbni
Haldun, kaderciliðe karsýdýr. Tarihsel olaylarda doða ve insan etkisini sezmis, tarihsel
zorunluðu görmüstür.
Liberaldir, devletin ekonomik alana karýsmasýný yasaklar. Devletin bu alana el atmasýnýn t
icaret düsünce ve
giriskenliðini baltalayacaðý kanýsýndadýr. Bu baltalamanýn, dolayýsýyla amme ekonomisini de
aðýný ilerisürer.
Bundan baska, memur maaslarýnýn indirilmesinin satýn alma gücünü azaltacaðýný ilerisürmekle
lma
gücü kuramýna öncülük etmektedir. Ekonomi tarihinde Ýbn-i Haldun'u ilk liberal saymak doðru
aktýr.
Buna karsý, bir din devrimcisi sayýlan Luther, bir hayli gerici bir yüzle karsýmýza çýkmakt
Sosyal esitsizlik
düzeninin Tanrý isi olduðunu ve bu yüzden de olduðu gibi korunmasý gerektiðini savunmaktadý
Ýlk kapitalist Calvin de bu çaðda (reformation çaðý) karsýmýza çýkýyor. Calvin, ilk kez, ka
r anlayýsý
kuramsal olarak savunmakla önem kazanmaktadýr. Ayrýca, Calvin'de, ilk kez insan emeðinin
ekonomik bir deðer
olarak belirmeye basladýðýný görüyoruz. Emek, Tanrýsal bir buyruktur. Calvin, yepyeni görüs
iriyor:
Uluslararasý ticaret yararlýdýr, genel yoksulluðu azaltýr. Üretim için alýnacak kredide fai
eklidir ve dinsel
yasalara aykýrý deðildir.
Ýlk merkantilist (devletçi ve himayeci) düsünceye de bu çaðda rastlýyoruz. Montesquieu'nün
n J.
Bodin (1530-1596), hammaddelerin çýkýsýyla yapýlmýs maddelerin girisini aðýr gümrük resmine
ersini de
hafif gümrük resmine baðlamak gerektiðini ilerisürüyor. Bundan baska, Bodin, tarihte ilk ke
esirliðin
kaldýrýlmasýný savunmaktadýr. Ayrýca, para miktarýyla fiyat arasýndaki kökten iliskiyi (çað
quantitative)
de sezmistir. Bodin, ekonomik olaylarý dogmatik açýdan deðil, deneysel açýdan deðerlendirme
dir ki, bu
davranýs
ekonomi biliminin gelismesinde çok büyük bir adýmdýr.
Yeni zamanlarda da kurulu düzenin korunmasý yolundaki titizlik devam etmektedir. Anc
ak, bu çaðda ekonomik
düsünce, felsefe (erdem ve töre) ve din etkilerinden kurtularak ulusal ve siyasal etki
ler altýna girmistir. Ýlk
merkantilist düsünceyi ortaya atmýs bulunan Bodin'i merkantilist yazarlar kovalamaktadýr
lar. Bunlarýn arasýnda
Antoine de Montchr6tien (1576-1621), ilk kez, ulusal ekonominin önemi üstünde durmustu
r. Çok önemli bir
görüs
getiriyor: Ekonomik baðlýlýk siyasal baðlýlýðý gerektirir. Montchretien ayrýca, insan emeði
mi
üstünde de durmus, bu yüzden, dýs ticarette sýký himayeciliði savunurken, iç ticarette tam
erbestliði
önermistir.
Gene bu yüzden, tembellerin is evlerinde zorla çalýstýrýlmalarý gerektiðini savunmustur.
Ýlk fizyokrat seziyle de bu çaðda karsýlasmaktayýz. iV'ncü Henri'nin bakanlarýndan Sully (1
-1640), ticaret ve
sanayi öngören merkantilist bir düzen içinde, ilk kez, su düsünceyi ilerisürüyor: Topraðý s
yvan
beslemek Fransa'nýn iki memesidir.
XiV'ncü Louis'nin bakanlarýndan büyük adýyla anýlan Colbert (1619-1683), ekonomi alanýna ço
i yeni bir
düsünce getiriyor: Ulus, ekonomik bir örgüttür. Colbert'e göre, iç pazar kurulmalý ve iç gü
dýrýlarak dýs
ticaret gümrükleri konulmalýdýr. Devlet sanayi kurulmalý, kredi ve vergi kolaylýklarý saðla
Colbert,
sorumlu bir bakan olarak, bütün bu düsüncelerini gerçeklestirerek Fransa'yý kalkýndýrmýstýr
Fizyokrat (doða gücü) düsünce, sanayie verilen bu büyük önemin tepkisi olarak doðacaktýr. Ö
merkantilisti papaz Galiani (1728-1787) söyle demektedir: Önemli olan sanayidir. Buðda
y ucuz oh malýdýr ki,
manüfaktür sanayi gelisebilsin.
Bu arada, Platon ve Thomas Morus'nün yollarýný kovalayan, katýksýz devletçi olmak bakýmýnda
kantilist
sayýlabilecek bir büyük ütopyacý yetisiyor: Tommaso Campanella (1567-1639). Parasýz, ticare
siz, esit yurttaslarýn
örgütlediði bir devlet düslüyor. Ekonomik esitlik (özgürlük) henüz ütopya alanýndadýr.
Tarihte ilk kez, Napoli'de baðýmsýz bir ekonomi kürsüsü kurulmustur. Ýlk ekonomi profesörü
vesi'dir
(1712-l769). Genovesi bir de yeni düsünce getirmektedir: Altýn ve gümüs, deðerlerini, para
larak
kullanýlmalarýndan alýrlar.
Koyu merkantilist düzen, bir yandan fizyokrat tepkiyi hazýrlarken, öbür yandan liberal t
epkiyi kotarmaktadýr.
Ýngiliz merkantilisti Dudley North (1641-1691), uluslararasý ticaret serbestliðini sav
unmak ve gümrük yasaklarýna
karsý çýkmakla liberalizme öncülük etmektedir.
Ýtalyan merkantilisti Ortes (1713-1791), Malthus'ten önce, nüfusun artma eðiliminde olduðu
nu ve buna karsý
ulusal gelirin artmadýðýný görmüs, doðumun kontrolü gerektiðini savunmustur. Ulusal ekonomi
ni ilk kez
kullanan yazar Ortes'dir.
Bullionizm adýyla anýlan Ýspanyol merkantiliznýi, ulusal zenginliði deðerli maden stoklarýn
tmasýnda
görmüstür. Bu yüzden, deðerli madenlerin yurt dýsýna çýkmasý yasaklanmýstýr. Oysa, bu maden
ikleri
yoldan dýsarýya çýkmakta gecikmemislerdir.
Ýngiliz merkantilisti Thomas Mun (1641-1671) da ticaret dengesi kuramýnýn kurucusudur.
Ticaret dengesini
saðlamak için ithalatýn azaltýlýp ihracatýn çoðaltýlmasýný, yiyecek maddeleri üretiminin ar
.
Yüz yýl arayla yetisen iki Ýngiliz filozofu, Locke ve Hume, ekonomi alanýna deðerli görüsle
etirmislerdir. John
Locke (1632-1740), mallarýn yüzde doksan dokuzunun deðerinin insan emeðinden doðduðunu iler
sürmekle
deðer
kuramýnýn öncüsüdür. David Hume (1716-1776) da, enflasyonun etkilerini incelerken genel fiy
t yükselisinin
çesitli mallarda farklý hýz ve oranda belirdiðini yakalamakla ekonomik devre kuramýnýn teme
ini atmaktadýr.
Kameralist (hazineci) adýyla anýlan Alman merkantilistleri de devlet kasasýna, yapabil
dikleri kadar çok, gelir
saðlama yolundadýrlar. Stokçuluðu öngören Hornigk (1638-1712), devletin çýkarý halkýn çýkar
r
(1640-1688), ulusal zenginliði altýn stoklarýndan ibaret bulan Sechendorff (1626-1692)
bunlarýn en önemlileridir.
Merkantilist yazarlardan, parayý altýn ve gümüsten kurtararak toprak karsýlýðýna dayamak is
John Law (1671-
1729), ulusal zenginliðin kaynaðýný tarýmda bularak fizyokrat düsünceyi hazýrlayan R. Canti
(1680-1734), fiyat
hareketlerini tümüyle arz ve talep karsýlasmasma baðlamak isteyen James Steuart (1712-17
80), parayla para
maddesini birbirinden ayýrarak para deðerini yasa gücünde bulan Nicholas Barbon (1640-16
98), istatistik
biliminin
kurucusu William Petty (1623-1687) ekonomik düsüncenin gelismesine yararlý olmus kisil
erdir.
Ekonomi dünyasýný XVi'ncý, XVii'nci ve XViii'nci yüzyýllarda yöneten merkantilizm, devletçi
.
Merkantilist yazarlarýn ortak düsünceleri devletçilik, ulusal ekonomiyi koruyuculuk ve s
anayicilik sorunlarýnda
toplanýr. Enflasyoncu bir düsünceyle ulusal zenginliði (millî servet), devlet kasasýndaki a
týn ve gümüs stokunun
çoðalmasýnda bulmuslar; altýn ve gümüsü yurt içinde tutmak için giris kolaylýklarý ve çýkýs
ardýr.
Zengin madenleri ele geçirmek yolundaki sömürgecilik de bu düsüncenin zorunlu sonucu. olmu
stur. Yurt sanayi ve
ticaretini içte ve dýsta koruyuculuk (himaye), merkantilizmin baslýca özelliðidir. Örneðin,
ltere'de ölülerin
yünlü kumasla kefenlenerek gömülmelerini zorunlu kýlan yasalar yapýlmýs, çesitli gümrük sta
lanmýstýr.
Ýnsan sayýsý çok olan memleketlerin insan sayýsý az olan memleketlere üstün olacaðý düsünce
düsürmeyi
yasaklamak, evlenmeyi ve çok çocuk yapmayý zorlamak, göçmen getirmeyi kolaylastýrmak ve dýs
çýkýslarý
zorlastýrmak sonucunu doðurmustur. Ülke sýnýrlarý içinde kapalý ve kendi yaðýyla kavrulan (
bir ekonomi
düsüncesi, merkantilist görüsün ürünüdür.
1914-1918 i'nci Dünya Savasý'ndan sonra birçok ülkeler yeniden merkantilizme döneceklerdir
(neomerkantilizm).
Sanayi ve ticarete önem veren merkantilizm, XViii'nci yüzyýl Fransýz tarýmýný çöktürmek üze
olojik sýra,
bu durumun tepkisi olarak fizyokrasinin kurucusu Dr. François euesnay'i (1694-1774
). karsýmýza çýkarmaktadýr.
Fizyakrasi, bir yandan asýrý sanayiciliðe karsý tarýmýn önemini belirtirken öbür yandan asý
tam
serbestliði savunmustur: Býrakýnýz yapsýnlar, býrakýnýz geçsinler (laissez faire, laissez p
Yunanca kökünde doða gücü anlamýna gelen fizyokrasi, evrende bir doðal düzenin (ordre natur
arlýðý
düsüncesi üstünde oturmaktadýr. Doðal düzen, doðal yasalarla kurulmaktadýr. Ekonomi de bu d
lara
baðlýdýr. Fizyokrasi, XVi'ncý yüzyýldan beri ortaya atýlmýs bulunan doðal hukuk (droit natu
stemi içindedir.
Ancak, sosyal esitsizliði yararlý ve gerekli, mülkiyet hakkýný titizlikle korunmasý gereken
en güçlü bir hak saymakla
gelismeye yönelmistir. Bununla beraber, ekonomik yasâmý bir bütün olarak ele alan ilk bili
msel çalýsma, fizyokrasi
çalýsmasýdýr.
Fizyokrat düsünce söyle özetlenebilir:
1. Tek üretici güç toprak, tek üretici sýnýf çiftçi sýnýfýdýr. Sadece topraktýr ki yatýrýmý
Ulusal zenginliðin temeli, topraðýn verdiði bu artýkdeðer (kýymet fazlasý)'dir. Toprak dýsý
nayi ve
ticaret, toprak ürünlerine sadece biçim deðistirir, yeni ve artýk bir deðer eklemez. Biçim
tirmek
(fizyokratlarýn deyimince, toplamak), çoðaltmaz (fizyokratlarýn deyimince, çarpmaz). Topra
k dýsý bütün
emekler, ancak, hammaddenin deðerine emekçinin yasamasý için gerekli toprak ürünlerinin deð
ni ekler;
buysa, bir çoðalma, yeni bir deðer elde etme deðildir. Bu ekleme deðer, doðal düzen gereði,
den
topraða dönmek zorundadýr.
2. Ekonomik alaný doðal yasalar yönetir. Topraktan çýkan artýkdeðer, zorunlu olarak, gene t
aða
dönecektir. Üretici sýnýfýn, örneðin bes milyar lira ürettiði düsünülse bu bes milyarýn iki
gübre, çiftçinin ve hayvanlarýnýn beslenmesi karsýlýðý olarak üretici sýnýfýn (çiftçinin) e
Geriye kalan üç milyarýn bir milyarý sanayi ürünleri satýn almak için kýsýr sýnýfa (sanayi
leri,
sermayedarlar, memurlar, serbest meslekçiler), iki milyarý da mülkiyet hakký olarak topr
ak sahipleri
sýnýfýna verilir. Toprak sahipleri sýnýfý eline geçen bu iki milyardan bir milyarýný beslen
gerekli
toprak ürünlerini satýn almak üzere gene üretici sýnýfa, bir milyarýný da gerekli sanayi ür
týn almak üzere
kýsýr sýnýfa verir. Kýsýr sýnýf; bir milyarý üretici sýnýftan, bir milyarý toprak sahipleri
line geçen
iki milyarýn bir müyarýný beslenme, bir milyarýný da hammadde için gene üretici sýnýfa veri
topraktan
çýkan bes milyar gene topraða dönmüs olmaktadýr (ekonomik hareketin cyclique karakteri).
3. Toplumda üç sýnýf vardýr: Üretici sýnýf, toprak sahipleri sýnýfý, kýsýr sýnýf... Toprakt
artýkdeðer, topraklarýný tarýmýn emrine vererek ilk avansý yapmýs olan toprak sahiplerinin
Bu
hak, tarýma elverisli bir toprak hazýrlamak için birtakým masraflarýn yapýlmakta olduðu düs
e
dayanýr. Bununla beraber, bu hak da, Dr. Quesnay'in yukardaki tablosunda görüldüðü gibi, zo
unlu olarak
gene topraða dönecektir. Kýsýr sýnýfýn yaptýðý dýs ticaret, toprak deðisiklikleri yüzünden
kötülüktür. Bir memleket kendi topraklarýnýn yetistirmediði bir ürünü baska bir memleketten
zorundadýr. Bununla beraber, dýs ticaret bir memleketi zenginlestirmez, tersine yoks
ullastýrýr. Ýç ticaret ve
iç pazarlar önemlidir ve serbest olmalýdýr. Ýç pazarlar çoðaldýkça dýs ticaret azalýr ki am
Kisilere özel çýkarlarýný gütmeleri imkanýný saðlamak yeter, islerine karýsmak gerekmez (do
düsüncesinin zorladýðý liberalizm).
Fizyokrasi, basta Mably olmak üzere, birçok yazarlarca elestirilip bir hayli hýrpalana
caktýr. Kaldý ki, XViii'nci
yüzyýlýn sonlarýna doðru büyük kapitalizm doðmakta, uluslararasý genis bir sanayilesme tarý
ip
süpürmektedir. Kumas fabrikalarýna yapaðý yetistirebilmek için çiftçiler tarlalarýndan atýl
rlalar
otlaklastýrýlmaktadýr. Uluslararasý sanayin kaçýnýlmaz gereði olan emperyalizm gücünü duyur
týr
(bkz.
W. Sombart, L'Apogee du Capitalisme, Paris 1932). Din (Calvinizm ve püritanizm), k
apitalist düsünceyi
desteklemektedir. Kapitalizm, bir yandan büyük zenginlikler saðlayarak genel yasama çizg
isini yükseltirken, öbür
yandan sosyal esitsizliði artýrnýaktadýr (bkz. A. Birni, Histoire Economigue de l'Europe
, Paris 1932).
Tam bu sýrada karsýmýza Ýskoçyalý Adam Smith (1723-1790) çýkýyor. Klasik okul adýyla anýlan
ral ve
kapitalcidir. Smith, ulusal zenginliðin tek kaynaðý olarak fizyokratlarýn topraðýna karsý e
göstermektedir.
Öyleyse sadece çiftçiler deðil, bütün çalýsanlar üreticidirler. Çalýsanlar arasýnda sýký bi
rdýr.
Bu isbirliði {cooperation) sosyal isbölümünün sonucudur. Ýsbölümü, emeðin ürününü artýrýr.
belirtmek için, bir iðne fabrikasý örneði veriyor. Ýðne fabrikasýnda her isçi, bir iðnenin
elmesi için gerekli
on sekiz isten birini yapmaktadýr. Ýsbölümü, ihtisasý artýrýr, yeni buluslara yol açar, zam
ndýrýr ama, bir
yandan da isçiyi otomatlastýrarak körlestirir, kisiliðini yok eder.
Eskiden tek basýna herhangi bir seyi yapabilen sanatçý isçi, artýk kocaman bir makinenin kü
ir vidasý kadar
önemsizlesmistir. Smith, ekonomi alanýna, çok önemli bir düsünce getiriyor: Deðeri yaratan,
ektir... Smith,
isçinin, ilkel ekonomi çaðýnda emeðinin tam karsýlýðýný aldýðýný, simdiyse bunu alamadýðýný
Eskiden, isçi ya da çiftçi, emeðiyle ürettiði bütün ürünlerin tek sahibiydi. Simdiyse, serm
rdýmý olmaksýzýn
üretmesi mümkün bulunmadýðýndan, elde ettiði ürünün bir kýsmýný sermayeye býrakmak zorundad
beraber Smith, bu durumu, tüzeye ve töreye (adalet ve ahlak) aykýrý buluyor. Smith'e göre ü
lü fiyat vardýr:
Gerçek (reelle), doðal (naturelle) ve piyasa (courant) fiyatlarý... Gerçek ve doðal fiyatl
ar, yerine göre ad alan ayný
özü tasýrlar ve piyasa fiyatýný doðururlar. Piyasa fiyatý, arz ve talebin karsýlasmasýyla b
Smith, ilk kez,
sermayeyi durgun ve deðisir (sabit ve mütehavvil) olmak üzere ikiye ayýrmakta ve aralarýnd
aki farký
göstermektedir.
Makineler, avadanlýklar, isletme yapýlarý ve çesitli bilgiler durgun sermaye; ham ve yapýl
mýs maddelerle para
deðisir
sermayedir. Kazanç, mütesebbisin karýyla sermayenin faizidir. Smith'e göre zenginlesmis
memleketlerde kazanç
azalýr, isçi ücretleri yükselir. Bundan baska, isçi ücreti en az geçim çizgisiyle sýnýrlaný
altýna düsemez.
Üç türlü gelir vardýr: Kazanç, rant, ücret... Bütün öteki gelirler bu üç gelirin deðisik gö
baska bir sey deðildirler. Üretimde bir denge eðilimi vardýr, bu dengeyi saðlayan, kazançtý
Sermaye ve isgücü,
kazanç getirmeyen alandan kaçar ve denge böylelikle saðlanmýs olur. Adam Smith, nüfus sorun
arýnda da yeni
görüsler ilerisürmektedir: Nüfus azsa, piyasaya isçi arzý da azdýr. O zaman isçi ücretleri
bu da doðumu
artýrýr. Nüfus çoksa bu olayýn tersi gerçeklesir. Smith, para konusunda da bu dengenin sözü
ktedir. Ona
göre
para da bir maldýr ve mal deðistirme (emtia tedavülü) yasalarý para alanýnda da geçerlidir.
vlet, ekonomik alana
karýsmamalý, kisisel çýkarlarý serbest býrakmalýdýr. Devletin bu konudaki tek görevi, mülki
nmaktýr.
Kapitalistler, isçilere insanca davranmalý, onlara iyi ücretler vermelidirler. Uluslarýn
zenginliði böylelikle
gerçeklesebilir.
Adam Smith, Uluslarýn Zenginliði (The Wealth of Nations) adlý ünlü yapýtýnýn ikinci bölümün
bitirmektedir: Üretim ve yoðaltým denklesmesi, bir ulusun sürekli olarak yararýna, ticaret
denklesmesiyse sürekli
olarak zararýna bulunabilir. Bir ulus, üst üste belki yarým yüzyýl ihraç ettiðinden çok deð
lde bulunabilir.
Bütün bu süre içinde giren altýnla gümüs oradan bir çýrpýda, olduðu gibi dýsarýya gönderile
kaðýt
para geçtiði için, memleketin elden ele dolasan parasý gitgide tükenebilir. Hatta alýsveris
ettiði uluslara karsý
yüklenmis olduðu borçlar boyuna artabilir.
Gene de gerçek zenginliði, topraðýyla emeðinin yýllýk hasýlasýnýn deðisebilir deðeri, ayný
artabilir. Su son patýrtýlarýn baslamasýndan önce (1775) Kuzey Amerika'daki sömürgelerimizi
urumu ve bunlarýn
memleketimizle (Ýngiltere) yaptýklarý ticaret, bunun hiç de imkansýz bir sey olmadýðýný gös
ir.
Adam Smith, görüldüðü gibi, katýksýz bir liberal, sermayeci, sömürgecidir. Yukarda sayýlan
ri
ekonomi alanýndaki tam serbestliðin saðlayacaðýna inanýr. Ýleride, sosyalistler, hem onun d
i görüslerinden
yararlanacaklar, hem de onu kýyasýya elestireceklerdir. Daha simdiden, birçok konulard
a çelismeye düsmekle;
deðeri yaratan emektir, dediði halde sonradan deðer yaratýcýlarý arasýna toprak ve sermayey
e katmakla,
kullanma
deðeriyle deðistirme deðeri arasýndaki kökten iliskiyi görememekle, emeðin ürününü sermayey
sýný
erdeme aykýrý bulduðu halde sonradan sermayenin emeðin verimini artýrdýðýný ilerisürmekle,
sunda
gereken açýklýðý bulamamakla, mütesebbisle sermayeciyi ve karla faizi birbirine karýstýrmak
andýrýlmaktadýr.
Klasik okulun ikinci yazarý, Protestan papazý Robert Malthus (1766 -1834), Essay on
the Principle of Popcýfation
(1798) adlý yapýtýnda bir nüfus yasasý ilerisürmüstür. Bu yasaya göre . insanlar geometrik
nla (2, 4, 8, 16...
olarak), tarýmsal üretim aritmetik bir oranla (1, 2, 3, 4... olarak) artmak eðiliminde
dir. Bu yüzden, insan üremesi
tarýmsal üretimle sýnýrlanmýstýr. Açlýk ve sefaletle bunlarýn doðurduðu ölümleri artýran ve
r
türlü kötülükler doðaldýr. Tarýmsal üretimin sýnýrlamasýndan doðan bu kötülükler engellemes
besin üretimini asar ve insanlýk aç kalýr (Ýbid, c. i, s. 1-29). Ýnsanlar esit olmamalý, yo
llara yardým edilmemeli ve
ölümleri önleyici tedbirler alýnmamalýdýr, her esitlik sistemi sonunda yoksulluk ve sefalet
varýr (Ýbid, c. ii, s.
151). Osmanlý devleti, kötü yönetimi ve zulmüyle tarýmsal üretimi ve dolayýsýyla nüfusu sýn
. i, s.
211). Ýsçi ücretlerinin en az geçim çizgisinde bulunmasý kaçýnýlmazdýr, çünkü ücretler arta
ve
ücretler zorunlu olarak gene en az geçim çizgisine iner. Ýngiliz oligarsisinin çýkarlarýna
un bulunan Malthus'ün
bu savý genis çapta tutulmus ve desteklenmistir. Malthus ekonomik bunalýmlarý da nüfus yas
asýndaki mantýkla
açýklamaktadýr. Bunalýmlarýn üretimin satýn alma gücünden daha büyük bir hýzla artmasýndan
üretimle
tüketim arasýndaki bu dengesizliði gidermek için nasýl nüfus yasasýnda insanlarý ölüme býra
yorsa
parayý
da öylece üretici olmayan amaçlara býrakmak gerektiðini söyler. Esdeyisle, nasýl insanlarýn
bölümünü öldürmek
gerekiyorsa paranýn da öylece bir bölümünü öldürmek gerekir. Görüldüðü gibi, Malthus, anama
sezmis, ama nerede bir çoðalmaya rastlamýssa hemen onu yoketmek gerektiðini ilerisürmüstür.
l düzen
insan
artýsýna karsý yoksulluðu ve ahlaksýzlýðý, para artýsýna karsý da eðlenceyi ve lüksü koyara
adýr.
Ýnsanlarýn buna karýsmamalarý ve bu dengeyi bozmaya çalýsmamalarý yeter.
Liberalizmin býrakýnýz yapsýnlar formülünü býrakýnýz ölsünler formülüne döuüstüren Malthus'
bir süre içinde, pratikle yalanlanmýstýr. XiX: yüzyýlda teknik yenilikler, üretimi, deðil a
tik, geometrik bir oraný
da asan bir hýzla artýrmýs ve toplumu, nüfus artýsý deðil, üretimin artýsý tedirgin etmisti
sonucu olarak da,
doðumlarý azaltmak yerine, asýrý üretimi azaltmak yoluna gidilmistir. Kaldý ki Malthus'ün n
yasasý, keyfi ve
bilimdýsý bir konuta dayanmaktadýr; insanlarýn geometrik ve tarýmsal üretimin aritmetik bir
oranla arttýðý hiçbir
zaman tanýtlanmamýstýr. Bu varsayýmýn her bakýmdan yanlýslýðý, gittikçe çoðalan insanlýðýn
ihtiyaçlarýný giderecek bütün araçlarý saðlamasýyla da meydana çýkmýs bulunmaktadýr. Evrens
an her
ihtiyacýn onu karsýlayacak aracý da birlikte getirmesiyle sürüp gitmektedir. Malthus, insa
nsal iliskileri, ne doða
yasalarýna ve ne de tarih yasalarýna dayanan, bilimdýsý sayýsal iliskilere, dönüstürmüs ve
e de sözde
emekçi
sýnýfýnýn yoksulluðunu ve savasýn kaçýnýlmazlýðýný açýklamýstýr. Demek ister ki, emekçileri
savas da anamalcýlýðýn suçu deðildir; bunlar doða yasalarýnýn zorunluðuyla olmaktadýr. Klas
okulunun
çok deðerli bilginleri olduklarý halde bir Smithçilik'ten, bir Ricardoculuk'tan söz edilme
yip günümüzde bile ikide
bir Maltüsçülüðün ilerisürülmesinin nedeni budur. Papaz Malthus'ýn bu bilimdýsý varsayýmý n
büyük çoðunluðu Protestan papazlarýdýr, açlýk ve yoksulluðun, anamalcý üretimin zorunluðu d
zorunluk olduðunu tanýtlama gayretine dayanýr. Hindistan kumpanyasý hizmetinde olan ve v
erdiði derslerin
ücretini
bu kumpanyadan alan papaz Malthus'a göre açlýk da, yoksulluk da doðaldýr, mukadderdir, hiçb
r güç bunlarý
önleyemez, devlet bu konuya bosuna müdahale etmemelidir (liberalizm). Yoksullarý korum
a yasalarý (Ýng. Poor
Law), nüfus artýsýný saðlamak ve yoksulluktan ölümlere engel olmakla, topluma kötülük etmek
Ýnsanlarýn
ve
besinlerin gerekli oranlarý Tanrýca düzenlenmektedir ve devlet, beceremeyeceði bir ise k
arýsmamasý gerektiðinden
baska, Tanrýnýn isine de burnunu sokmamalýdýr.
Klasik okul adý altýnda toplanan liberal kapitalistlerin en ünlü kuramcýsý David Ricardo'du
(1772- 1823).
Bodin'in XVi'ncý yüzyýlda sezdiði para miktarýyla fiyat arasýndaki kökten iliskiyi Ricardo
or:
Kaðýt paradaki deðer düsüklüðü, kaðýt para miktarýnýn çoðalmasýyla orantýlýdýr (enflasyon).
altýn madeninin bulunmasý altýný çoðaltarak altýnýn deðerini düsürür ve böylelikle mal fiya
yse
paranýn deðeri, para miktarýyla belirlenir (miktar kuramý, theorie quantitative). Ricard
o, buna, çok ilgi çekici bir
düsünce de ekliyor: Piyasadaki parayla piyasadaki mallarýn birbirlerine tam uygun bulu
nduklarý ideal bir
durumda deðerli madenlerin deðistirme deðerleri bunlarý çýkarmak için harcanan emeðin deðer
ttir. Örneðin,
böyle bir durumda, gümüsün gramý bes lira ederken, altýnýn gramý on lira ediyorsa, altýný ç
hsal etmek)
için gümüse harcanan emeðin iki katý harcanýyor demektir. Ricardo'ya göre, böyle ideal bir
da, paranýn
deðeri bile emeðin tam karsýlýðý olmaktadýr. Deðeri yaratan, emektir (say, isgücü; XVii'nci
n Locke'un
bu sonuca pek yaklastýðý hatýrlardadýr). Ricardo'ya göre, uluslararasý ticaret, piyasanýn g
irdiði para miktarýný
otomatik olarak dengeler. Ancak, bunun için, paranýn ya deðerli maden, ya da deðerli mad
en karsýlýðý kaðýt olmasý
ve dýs ticaret fiyatlarýnýn tam bir serbestlik içinde belirmesi gerekir. Böyle bir durumda
ne enflasyon olur, ne de
deflasyon. Karsýlýksýz kaðýt paraysa önemlidir ama, her bakýmdan da tehlikelidir. Para çýka
ir devlet
bankasýnýn isi olmalýdýr (liberal Ricardo'nun kural dýsý tek önerisi budur). Banka, karsýlý
rýnca kaðýt para
çýkarabilir. Ancak bu karsýlýk da deðerli külçeler halinde olmalýdýr ki halk ikide bir kaðý
ya da
gümüsle deðistirilmesini isteyemesin, bundan sadece büyük tüccarlar ticaret dengesini düzel
k için
yararlanabilsin (birçok memleketler, Ricardo'nun bu öðüdünü hala tutmaktadýrlar). Ricardo,
mez bir deðer
ölçüsünün bulunamayacaðý kanýsýndadýr. Deðeri yaratan emektir, sermaye de deðer yaratýr ama
birikmis
bir emekten baska bir sey deðildir (Ricardo'nun, ayný sonuca vardýðý halde sonradan vazgeçe
Adam Smith'e göre,
büyük basarýsý bu düsüncededir; Smith, sermayenin birikmis bir emek olduðunu sezememisti).
kural, yeniden
üretilebilen mallar için doðrudur, diyor Ricardo. Sanat ürünleri, antika esya, eskitilmis
sarap gibi bir daha
üretilemeyecek mallarýn deðerini nedret yasasý düzen1er. Her malýn tek fiyatý vardýr, bu te
at da o malýn en
kötü ortamda üretilmesi için gerekli emeðin karsýlýðýdýr (çünkü, en kötü ortamdaki emeðin d
o
mal bir daha üretilemeyecektir).
Rant, fiyatý belirlemez. Çünkü rant, salt bir deðer deðildir (Anderson ve Malthus gibi yaza
lar rantýn, doðanýn
verim gücüyle belirlenen salt bir deðer olduðunu söylemislerdi). Rantý ancak yüksek verimli
praklar elde edebilir,
çünkü rant bu verim farkýndan doðan görece (izafi, tefazuli) bir deðerdir. Piyasaya yakýn o
daha verimli
bulunmak gibi avantajlardan yararlanan isletmelerin maliyet fiyatý, kötü durumdaki isl
etmelerin maliyet fiyatýndan
elbette daha düsük olacaktýr. Oysa, her malýn tek fiyatý vardýr ve piyasa fiyatý, en kötü d
i emeðin fiyatýdýr.
Ýyi isletme, piyasa fiyatýyla kendi maliyeti arasýndaki farktan yararlanacaktýr ki iste
bu fark ranttýr (rant kuramý da
Ricardo'nun büyük basarýlarýndan biridir). Ricardo, sermayeciye pek önem verdiði ve onu eko
omik yasamýn
yöneticisi saydýðý halde toprak sahiplerini toplumun parazitleri olarak adlandýrmaktadýr. B
parazitlerle burjuva
sýnýfý arasýndaki büyük çatýsmayý da açýkça ortaya koyuyor: Endüstrinin gelismesi sehirleri
besin
ürünleri gereðini artýrýr. Bu yüzden, besin ürünlerinin fiyatlarýyla toprak kirasý sürekli
r. Sonundaysa,
sermayenin ve isgücü gelirinin (kar ve ücretlerin) büyük bir parçasý toprak sahiplerinin ce
e girer, hem de
sadece
topraklarýný kiralamakla yetinip hiçbir is görmedikleri halde... Besin ürünlerinin fiyatlar
rtarsa isçi ücretleri de
artar, çünkü isçi ücretleri en az geçim çizgisinin altýna düsemez. Buysa, sermayecinin kaza
masý
demektir,
çünkü isçi ücretleriyle kazanç ters orantýlýdýr. Öyleyse endüstrinin gelismesi, sermayecini
zit toprak
sahiplerinin cebini dolduruyor demektir. Ýste, 1789' büyük Fransýz Devrimi'ni gerektiren
ekonomik çatýsma.
Görüldüðü gibi Ricardo, kapitalist. ya da Marksist olsun, çaðdas ekonominin temellerini ata
önemli bir
kuramcýdýr. Kimileri, böylesine güçlü bir kuramcýnýn akademik yoldan, üniversite kürsülerin
s olmasýný
saskýnlýkla karsýlamaktadýrlar (borsacý ve isadamýydý). Ricardo, isçi sýnýfýný is hayvanlar
fabrikalar
gibi bir üretim aracý saydýðý halde sermaye kazancýyla isçi ücretleri arasýndaki ters orant
týr.
Burada, bir zamanlar ekonomi dünyasýný bir hayli uðrastýran pek ilginç bir tartýsmayý da be
emiz gerekir:
Geleceðin neo merkantilistleri klasik akulun Ýngiltere'nin dünya egemenliðini saðlamak için
kasýtlý olarak yanlýs
kuramlar kurduklarýný ilerisürmüsler, geleceðin neo klasikleri de neo merkantilistleri Alm
anya'nýn dünya
diktatörlüðünü hazýrlamakla suçlamýslardýr. Bir bakýma, yukarda sayýlan klasik okul kurucul
Malthus, Ricardo) Ýngiliz, neo merkantilistlerin tümü Almandýr. Ancak, anlatmak üzere bulu
nduðumuz bir de
Fransýz klasiði vardýr ki, bu açýdan, durumu bir hayli ilginçtir.
Bu klasik, Jean Baptiste Say'dýr (17671832). Say, koyu bir dev(etçilik düsmaný, asýrý bir s
rbestçilik dostudur.
Ona göre arzýn tümü, talebin tümüne esittir. Öyleyse, ekonomik çöküntüyü gerektirecek bir ü
(surproduction) söz konusu olamaz. Olsa olsa, herhangi bir malýn satýsýnda gevseklik ola
bilir ki bu da piyasanýn
tam serbestliði halinde hemen dengesini bulur. Çünkü, her mal, karsýlýðý olan bir malla deð
mek için üretilir.
Her üretim, bir baska üretimin hem nedeni, hem sonucudur. Daha açýk bir deyisle, karsýlýðý
eyen mal,
esasen
üretilemez, bu yüzden; de üretim çokluðu olayý imkansýz bir kuruntudur.
Say'ýn getirdiði bir baska yenilik de, Adam Smith'in birbirine karýstýrdýðý sermaye geliri
z'le mütesebbis geliri
kar'ý kesinlikle ayýrmasýdýr.
Bu Fransýz klasiðini, hemen ardýndan, gene bir Ýngiliz klasiði izliyor. John Stuart Mill (
18061873), kendinden
sonrakileri felsefe açýsýndan da etkileyen (örneðin, pragmatisme) önemli bir düsünürdür. Mi
lerin
bölüsümünü kýyasýya elestirmis, miras hakkýnýn kaldýrýlmasýný önermistir. Ancak, insan esit
kurumunun kaldýrýlmasýyla hemen gerçeklesivereceðini sanmaktadýr. Bundan baska, Mill, üreti
ooperatifleri
kurulmasýný önermekte, toprak rantýnýn devletlestirilmesini (socialisation) savunmakta, hiç
deðilse yüksek bir
toprak vergisi alarak rantýn ortadan kaldýrýlmasýný istemektedir. Bu pek ileri devletçi düs
erini, tam bir
serbestlik düsünceleriyle nasýl baðdastýrdýðý ilk bakýsta yadýrganabilir. Burada, Mill'in f
kisiliði ise
karýsmaktadýr. Mill, faydacýdýr. Bireylerin çýkarýný toplumun çýkarýnda, toplumun çýkarýný
bulmaktadýr. Sonralarý, pragmacý felsefenin bir hayli gelistirdiði gibi, Mill'e göre insan
larý, kisisel çýkarlarý yönetir.
Mill'i, gerektiði hallerde toplumsallastýrma düsüncelerine götüren iste bu temel anlayýsý o
ur. Gerçekte Stuart
Mill, ekonomik dengenin tam bir rekabet serbestliði içinde gerçeklesebileceðine inanmakt
adýr. Bu açýdan, fiyat ve
uluslararasý ticaret konularýnda, yeni görüsler ortaya atmýstýr: Arz ve talep fiyat dalgala
malarýný, fiyat
dalgalanmalarý da arz ve talebi etkilemektedir. Arz biraz fazlalasýnca fiyat düser, fi
yatýn düsmesi talebi çoðaltýr ve
dolayýsýyla arzýn gereken çizgiye inmesini saðlar. Talebin biraz fazlalasmasý halinde de du
um aynýdýr. Öyleyse,
diyor Mill, fiyat, arz ve talebi dengede tutan bir güçtür. Bununla beraber, arz ve tal
eple fiyat arasýndaki yükselis ya
da alçalýslar ayný oranda deðildir, oranýn derecesi (nispetin mikyas'ý) mallarýn cinsi ve k
ayacaðý ihtiyaç gibi
çesitli etmenlere baðlýdýr. Uluslararasý ticarette de faydayý, ihracatta deðil, ithalatta b
aktadýr (merkantilistleri
hatýrlayýnýz). Çünkü, diyor Mill, ihracat, bir memlekette üretilemeyen ya da çok pahalý üre
mallarýn ithalini
saðlamak için yapýlýr. Öyleyse, bu konuda önemli olan, tüccarlarýn hangi malý getirmekten d
ar edecekleri
sorunu deðil, tüketmek için hangi malýn gerekli bulunduðu sorunudur.
Kök anlamýnda ticaret kavramý bulunan merkantilizm, daha XVi'ncý yüzyýlda devletçi bir sist
olarak belirmeye
baslamýstý (Bodin'i hatýrlayýnýz). Bütün serbestçi sistemlerin karsýsýnda, çesitli kýlýklar
nu
bulmak mantýk gereðidir. Simdi de karsýmýza neo merkantilizm adý altýnda iki yeni kýlýkla ç
Romantik ve
ulusçu... Her iki kýlýk da Alman düsüncesinin ürünüdür.
Romantik neo merkantilist okulun en ünlü yazarý Adam Müller (1779-1829), örnek bir devleti
n yüceliðini öne
sürmektedir. Ona göre devlet, töresel ve organik bir birliktir ve her alaný kapsamaktadýr
(l'Etat totaliste). Ýnsanýn
varlýðý devletin varlýðýna baðlýdýr. Ekonomi, serbest bir alanda at oynatamaz. Ekonominin d
isi devlettir.
Ulusal zenginlik (milli servet), sadece maddesel ürünleri deðil, düsünsel ürünleri de kapsa
Bütün düsünce
alanlarýnda çalýsanlar da, tarýmcý ve sanayiciler kadar, üreticidirler. Sermaye kavramýnda,
dece maddesel
sermaye
deðil (capital physique), düsünsel sermaye (capital intellectuel) de vardýr. Müller ve F.
V. Baader (1765-1841) gibi
düsünürlere romantik denmesinin nedeni, rasyonalist felsefeye karsý ve mistik eðilimli olm
alarýdýr.
Ulusçu neo merkantilist okulun en ünlü düsünürü Frederic List (1789-1846), klasikleri, bire
olmakla ve
tarihsel
gelismeye önem vermemekle suçlandýrmaktadýr. List'e göre, bireyle insanlýk arasýnda tarihse
ir gelisimi olan bir
de ulus vardýr ki, ekonomik alan asýl onun gerekleriyle düzenlenir. Çünkü uluslar arasýnda
li bir barýs
düsünülemez, klasik okulun bütün yasalarý böylesine düssel bir barýsýn varlýðý üstüne kurul
gerçeklesmeyeceðine göre, o yasalarýn hiçbir deðeri yoktur. List'e göre tarihsel gelisim su
yý izlemistir: Ýlkçað
(vahset), çobanlýk çaðý, tarým çaðý, tarým manüfaktür çaðý, tarým manüfaktür ticaret çaðý..
çaða ancak devlet eristirebilir. Uluslararasý iliskiler, klasik mekanizmanýn islemesine
engel olurlar. Ekonomik
düzen, ancak ulus içinde ve devlet yöneticiliðiyle gerçeklestirilebilir. Devlet korumaz ya
da koruyamazsa, gelismis
bir yabancý sanayi, gelismemis ya da az gelismis uluslarýn ilerlemesine kesinlikle e
ngeldir. List, sadece sanayi ve
ticaret alanýnda kalmamakta, bu konuda ulusun bütün üretici güçlerinin seferber edilmesini
ektedir.
Bununla beraber, List için de amaç, ticaretin tam bir serbestliðe kavusacaðý uluslararasý s
nsuz bir barýstýr. Devlet
koruyuculuðu, bu amaca götürecek olan bir araçtýr. Kisi, bugünün çýkarýný geleceðin yararý
.
Bunu ancak devlet yapabilir. Sanayisiz, tarýmsal bir devlet tek bacakla yürümeye çalýsan b
ir insana benzer. Bu
bakýmdan, herhangi bir ulusu, tarým çaðýndan sanayi çaðýna geçirebilecek bir savas bile, mu
olaydýr.
Romantik ve ulusçu neo merkantilizm ki görüldüðü gibi, eski merkantilizmden bir hayli farkl
gerçekte, ünlü
Alman filozofu Johann Gottlieb Fichte'nin (17621814) kurduðu kapalý ticaret devleti
(l'Etat commercial ferme,
1800) temeli üstünde yükselmektedir. Fichte, otarsik ekonominin en yetkinini meydana k
oymus bir düsünürdür.
Fichte'ye göre para, bütün gücünü devletten alýr. Ýnsan, ancak toplum içinde bir varlýktýr.
et, insan
varlýðýna anlam veren bir kurulustur. Ulusal gelisme, kapalý bir ticaret devleti içinde müm
dür. Müller ve List''in
kökleri büyük düsünür Fichte'de bulunmaktadýr. Fichte, ünlü yapýtýný yayýmladýðý zaman, Mül
bir yasýndaydýlar.
Bu arada, yaptýklarý tarih arastýrmalarýyla ekonomik olaylarýn daha iyi anlasýlmasýna yol a
arihçi okuldan da
sözetmek gerekir. Titiz arastýrýcýlar olan bu okul düsünürleri, ekonomi alanýna göreciliði
sme, izafilik)
getirmislerdir. Altý çizilmesi gereken bir düsünce olarak, özetle, sunu söylemektedirler: E
onomik yasalarýn ve
eðilimlerin geçerliði belli tarihsel devrelere baðlýdýr. Her eðilim, belli tarihsel kosulla
nde geçerlidir. Öyleyse,
gerçeklerin meydana çýkarýlmasý için, karsýlastýrmalý bir yöntem (mukayese usulü) kullanmak
Tarihçi okul
düsünürlerine örnek olarak W. Roscher, C. Schmoller, B. Hilldebrand, F. Knapp, K. Knies,
G. Gohn, Vagner,
Schaeffle, L. Brentano, Took, Leslie ve Ashley gösterilebilir. Tarihçi okul, Alman üni
versitelerinde büyük etkiler
yapmýstýr. Örneðin, Schmoller (1838-1917), ekonomi bilimini dogmatik kadercilikten (libe
rallerin doðal, ezeli ve
ebedi yasalarýndan) kurtarmaya çalýsmýstýr. Ne var ki bütün bu çabalar, bilimsellikten uzak
klarý ölçüde kaba
ya da ham kalmaya mahkumdular. Metafizik ve idealist bir alanda at oynatýyorlardý. B
u yüzden de bilimsel
gerçekleri meydana koyamadýlar. Toplumsal yasamda neler olup bittiðini ve neden böyle deði
l de söyle olup
bittiðini bir türlü açýklayamadýlar.
XiX'ncu yüzyýlýn ikinci yarýsý, bilimin, toplumun her alanýný, en ince ayrýntýlarýna kadar,
týðý bir
çaðdýr. Ýnsan düsüncesi metafizik ve idealist spekülasyonlardan kurtulmus, toplumsal yasamý
onun temeli
olan
ekonomik yasamýn tüm gerçeklerini öðrenmistir. Ama bunun doðal bir sonucu olarak da bu gerç
erin
öðrenilmesinden çýkarlarý tehlikeye düsenler, metafiziðe ve idealizme büsbütün sarýlmak zor
rdýr.
Kaba ekonomi, yeni biçimlere. dönüserek sürüp gitmektedir.
Bilimselliðin gittikçe gelisip yayýlmasý ve süregelen ekonomik düzenin zorunlu çeliskilerin
gittikçe
gerginlesmesi üzerine idealist ekonomi kuramcýlarý, ekonomik deðerin insan emeðinden doðduð
erçeðini
gizlemek
için öznel bir kuram gelistirmek gereðini duymuslar ve marjinalcilik (Fr. Marginalisme
) adý verilen yeni bir deðer
kuramý ilerisürmüslerdir. Bu anlayýsýn kurucularýndan Stanley Jevons bunu açýkça söyler, To
konomi
Kuramý adýný tasýyan ünlü yapýtýnda söyle der: Sayýlarý gittikçe artan ve örgütlenme güçler
sýnýfýmýz siyasal ve ekonomik özgürlüðümüzün gelismesini durdurmaya yöneltilebilirler. O ha
biçimde deðeri yaratmadýðýný ortaya koyan bir kuram gelistirmeliyiz (Ýbid, 4. baský, s. 164
. Bu kuram, eski
ihtiyaç kuramý'yla eski fayda kuramý eski nedret kuramý'yla birlestirilerek ortaya atýlmak
tadýr. Bu anlayýsa göre, bir
malýn, azlýðý ya da çokluðundan ötürü deðisik ihtiyaçlarda kullanýlmasýyla belirlenen son b
(ki buna
marjinal fayda adý verilmistir, okulun. adý da buradan türetilmistir) onun deðerinin ölçütü
elikle ekonomik
deðer, üretim alanýndan tüketim alanýna ve nesnellikten öznelliðe kaydýrýlmaktadýr. Bu anla
r malýn
deðeri, malýn kendisinde bulunan bir sey deðil, malýn alýcýsýnda bulunan bir seydir.
Ýsviçreli Leon Walras, Avusturyalý Karl Menger ve Ýngiliz Stanley Jevons'un kurduklarý bu
okula sübjektivist okul
ve neo-klasik okul da denir. Ýzdaslarý yöntem ayrýlýðý yüzünden psikolojik okul ve matemati
adlarý altýnda iki
kola ayrýlmýstýr. Psikolojik okul, son birimin yararýný, tüketicilerin ruhsal eðilimlerine
r. Matematik
okulsa bunu matematik formüllere baðlamaya çalýsýr. Her iki okulun da amacý; bir malýn, o m
duyulan ihtiyaç, o
malýn saðladýðý fayda ve o malýn az ya da çok bulunurluðunu saptayarak kullanma deðerini he
k ve bu
kullanma deðeri yoluyla deðistirme deðerini bulmaktýr. Marjinal sözcüðü, burada, son (Ar. N
anlamýndadýr.
Klasik ekonomiciler deðeri üretim maliyetinde buluyorlardý. Bu, yanlýs olmasýna raðmen nesn
l bir anlayýstý.
Marjinalciler deðeri faydada bulmaktadýrlar ki bu öznel bir anlayýs olmakla büsbütün yanlýs
demektir ki,
deðer, artýk, üretim alanýnda deðil, tüketim alanýnda aranmaktadýr. Bu anlayýsa göre üretic
belirlenmesinde, tüm belirleyici olmak bir yana, hiçbir rolü yoktur. Örneðin çöldeki bir in
için, bir testi suyun
ikinci testinin bulunamayacaðýný varsayarsak son damlasýnýn deðeri (marjinalistlerin deyimi
le marjinal deðeri)
paha biçilemeyecek derecede büyüktür. Oysa çesmeleri gürül gürül akan bir kentte su bedavad
nal
deðeri sýfýrdýr. Etin deðeri ekmeðin deðerinden yirmi kat fazlaysa, son lokma et son lokma
ekten yirmi kat
fazla
deðer tasýyor demektir. Deniz çok boldur ve bu yüzden bedavadýr, ama denize girilebilecek
yerler azsa oralarda
plajlar kurulmaya ve deniz ona duyulan ihtiyaçla az bulunurluðu oranýnda deðerlenmeye ba
slar. Bu hesap,
mallarda
böyle olduðu gibi, hizmetlerde de böyledir. Örneðin marjinalcilere göre mütesebbisler isçil
daha çok
kazanýrlar, çünkü mütesebbislerin hizmet türü isçilerin hizmet türünden daha nadirdir (bkz.
y, Oeuvres
Diverses, s. 80). Ýsçilerin de marjinal üretkenlikleri, aldýklarý ücrete esittir. Her isçi
t basýna, ücretine esit bir
deðer üretir (bkz. H. Denis, Valeur et Capitalisme, s. 85-6). Ýsçinin ücreti, bu anlayýsa g
, çalýsma süresinin son
biriminin ürünüyle belirlenmektedir. Ne var ki, anamalcý üretimde anamalcýlar, marjinalcile
in bütün bu
öðrettiklerine raðmen, maliyet hesaplarýný klasik bilgilere göre yapmakta devam etmektedirl
r (bkz. Alderer ve
Mitchell, Economics of American Industry, s. 128).
Paris Hukuk Fakültesinde yapýlan bir tartýsmayý toplayan Le Fonctionnement des Entrepris
es Natonalisees en
France'ta söyle yazýlýdýr: Çesitli anketlerin, özellikle Hall ve Hitch'in yaptýklarý anketl
gösterdiði gibi
isletmeler, marjinal fiyatlarýný bilmemekte, önceden tasarlanmýs bir kar marjý ekleyerek o
rtalama toplam maliyete
göre hüküm vermektedirler (s. 261). Bunun nedeni çok açýktýr: Çünkü, marjinal deðer hesapla
kim,
marjinalciler, üretim mallarýnýn marjinal deðerini, 1871'den bu yana yüzyýl geçtiði halde h
hesaplayamamýslardýr. Örneklerini hep tüketim mallarýndan, özellikle de lüks tüketim mallar
eçmektedirler
(bkz. Leon Walras, Abrege des Elements d'Economie Politique). Klasik liberaller
deðerin belirlenmesi için
deðistirme deðerini temel aldýklarý halde marjinalciler, bunun tam tersini, kullanma deðer
ini temel almýslardýr.
Onlara göre deðistirme deðeri, kullanma deðerinin yani malýn faydasýnýn ürünüdür. Oysa kull
de
nicelik olarak dile getiremediklerinden kullanma deðerinin karsýladýðý ihtiyacý miktarca sa
tamaya
çalýsmaktadýrlar.
Ne var ki bir insanýn bedava olan havaya, çok deðerli olan elmastan çok daha fazla ihtiy
acý vardýr. Bunun içindir ki
marjinalciler, doðrudan doðruya ihtiyacýn niteliðini deðil, tatmin edilmeyen ihtiyacýn son
iriminin niceliðini
ölçmeye çalýsmýslardýr. Marjinalcilerin, klasik ekonomiyi tersyüz etme çabalarýnýn nedeni d
bunu
kendileri de açýklamaktadýrlar: Paris komünü hareketinden (1871) sonra ciddilesmis bulunan
toplumculuk
tehlikesini saf dýsý edebilmek için, onun dayandýðý bütün klasik ve liberal temelleri de kö
stirmek
gerekmistir. Bunun için de, bütün klasik anamalcý ekonominin dayanaðý olan üretimden hareke
erine,
marjinalcilik (1871), tüketimden hareket etmeyi yeðlemistir. Marjinalcilik, böylelikle
, Hermann Oossen ve
Richards Jennigs'in hazýrladýðý temeller üstünde Walras, Jevons ve Menger tarafýndan toplum
uðu kökünden
yýkma gayretiyle kurulmustur. Onlarý, Anglo-Amerikan okulundan Alfred Marshall, J. B
. Clarck; Avusturya
okulundan F. von Wiesser; Lozan okulundan Vilfredo Pareto izlemistir (bkz. W. St
ark, The History of Economics
in its Relation to Social Development). Faydanýn ölçülüp ölçülemeyeceði aralarýnda tartýsma
Sencer
Divitçioðlu söyle yazmaktadýr: Marjinal ve neo klasik okul temsilcilerinden çoðu faydanýn k
inal olarak
ölçülebileceðine inanmýslardý. Marshall'e göre bir malýn azalan marjinal fayda eðrisiyle o
ep eðrisi özdes
olduðundan mala atfedilen fayda, dolaylý olarak fiyatlarla ölçülebilir. Talep edilen mal m
iktarýnýn azalan marjinal
faydanýn bir fonksiyonu olduðunu kabul eden Marshall'ýn kýsmi analizine karsýlýk, Lozan oku
undan Pareto
faydanýn ordinal olup ölçülemeyeceðini savunmustur. Maldan talep edilen miktar yalnýz o mal
faydasýnýn bir
fonksiyonudur. Böylece kýymet teorisinde kýsmi analiz bir yana býrakýlmýs, genel analiz uyg
lanmaya baslanmýstýr.
Bu görüs tarzýna göre, birey, karsýlastýðý mallar karsýsýnda bir seçis yapmak zorunda kalac
seçisini
yaparken, kendisine maksimum faydayý, yahut baska bir deyisle maksimum tatmini saðla
yacak birlesimi
arayacaktýr
(bkz. Mikro-iktisat, Ýstanbul 1971, s. 3, 4). Marjinalcilik, deðerin her mal için ayrý a
yrý belirlenmesi gerektiðini
ilerisüren, mikro ekonomik bir anlayýstýr. Deðeri, üretim maliyetlerinin ürünü deðil, araný
maliyetleri
üstündeki etkisinin ürünü sayar. Yani, deðeri araným belirler. Ernest Mandel söyle yazmakta
cardo'nun
ortaya attýðý ve Marx tarafýndan gelistirilen toprak rantý teorisi, ondokuzuncu Yüzyýlýn ik
yarýsýnda emek deðer
teorisini mesele haline getiren marjinal deðer teorilerinin hareket noktasýdýr: Marx'ýn
toprak rantý teorisine göre
gerçekte, tarýmsal ürünlere talep, son tahlilde bu ürünlerin fiyatýný belirler. Bu toprak r
orisinin genel bir
deðer
teorisi haline getirilmesi iki tahlil hatasýndan ileri gelmektedir: Önce, toprak ran
týný yaratmýs olan toprak
mülkiyetinin özel sartlarýný hesaba katmýyor. Sonra, kapitalist rejimde toprak mülkiyeti, s
rmaye mülkiyeti ve
isgücü mülkiyeti ile ilgili kuramsal bakýmdan farklý sartlarý göz önünde tutmuyor. Toprak r
rak üretim
sürecinin temel bir unsuru olduðu için doðmaz. Bu, toprakla bu üretim süreci arasýna, bu ür
sürecinde
yaratýlmýs toplam gelirlerden ösrü keyfi olarak isteyen bir toprak sahibinin girmesinden
doðar. Üretim süreci içinde
yaratýlmýs gelirler hakkýnda bir teori ortaya atmak için bu ösrün verilis tarzýndan hareket
mek büyük bir mantýk
hatasýdýr (Mandel, Ekonomi Elkitabý, Orhan Suda çevirisi, c. i, s. 305-6). Marjinalciler
liberaldir, çünkü kurmaya
çalýstýklarý sistem ancak toptan bir rekabet halinde isleyebilir (bu yüzden kendilerine ne
o klasik adý verilmistir).
Böylesine bir rekabet alanýnda, bütün üretimin deðerini belirleyen marjinal ürünün deðeri;
ilen anamal
ücret, faiz ve toprak halinde erir. Bu durum, marjinalist genel denge kuramýyla sapt
anmýstýr (bkz. Walras, op. cit.,
s.
187-9). Ernest Mandel söyle yazmaktadýr: Bugün, ekonomistlerin çoðu, neo klasik denge sist
eminin gerçeklikten
yoksun bulunduðunu kabul etmektedirler. Bu sistem, emekçinin ücretinin emek müddetinin s
on biriminin ürünü
tarafýndan belirleneceði görüsünün saçmalýðýný ortaya koyan kapitalizmin özel kurumsal kadr
etmemektedir. Rekabetin dinamik karakterini ve bu rekabetin meydana getirdiði deng
enin daimi sarsýntýlarýný
kabul
etmemektedir. Esas itibariyle statiktir ve dinamiðe olsa olsa dengeyi bozan bir un
sur olarak kendi sisteminde yer
vermektedir. Oysa gerçekte denge devamlý sallantý halindeki spazmodik bir ekonomik har
eketin sadece geçici bir
anýdýr. Bu sistem ne periyodik buhranlarý, ne de yapýsal buhranlarý açýklamaktadýr.
Kendi mantýðý gereði emperyalizm fenomenini bile, daha doðrusu emperyalizmin kapitalizmin
gelisme
kanunlarýyla
herhangi bir ilgisi bulunduðunu bile inkar etmektedir (op. cit., c. ii, s. 474-5).
Gossen, doyurulmus ihtiyacýn son
dozuna marjinal doz (Fr. Dose marginale) adýný vermistir. Gossen'e göre kimi mallarda
doyma (tatmin) noktasýna
daha çabuk, kimi mallardaysa daha geç ulasýlmaktadýr. Bu doz, her mal için baskadýr. Örneði
mallarda
doyma
noktasý, marjinal doz, daha geç belirir. Bundan baska, bu doz, kisilere ve ihtiyaçlara
göre de deðisir. Bir kimse,
ayný mala, ötekinden daha çabuk doyabilir. Yatýrým malýna eklenecek yeni bir birimin ona ha
canacak paraya
oranla
getireceði kazanç yüzdesine de anamalýn marjinal etkinliði (F'r. Efficacite marginale du c
agital, Al.
Grenzleistungsfaehigkeit des Kapitals, Ýng. Marginal efficiency of capital) denmek
tedir. Böylelikle anamalcý
mütesebbisler, yatýrým kararlarýný etkileyen kar etme ölçütünü bulduklarý kanýsýndadýrlar.
artmasýyla toplam gelirde kaydedilen artýsa marjinal gelir (Fr. Revenu marginal, Al.
Grenzerlös, Ýng. Marginal
revenue) denmektedir. Bir üretim etmeni birimi eklendiðinde üretim toplamýnda görülecek art
da marjinal ürün
(Os. Marjinal hasýla, Fr. Produit marginal, Al. Grenzprodukt, Ýng. Marjinal product)
adý veriliyor. Bir malýn artan
bir biriminin öteki malýn bir ya da birkaç birimiyle deðistirilebilen niceliðine, marjinal
cilik sözlüðünde marjinal
ikame haddi denmektedir. Marjinalci anlayýsa göre bu had, tüketicinin ayný yarar düzeyinde
bir maldan bir birim
vazgeçmesini karsýlayan öteki malýn nicelik oranýdýr. Dýsalým mallarýna yönelen aranýmýn ge
da
marjinal dýsalým eðilimi (Os. Marjinal ithal meyli, Fr. Propension marginale a importe
r, Al. Grenzhang zum
Einfuhr, Ýng. Marginal propensity to import) deyimiyle dilegetirilmektedir. Örneðin yüz
milyonluk bir gelir artýsý
var, bunun yirmi bes milyonu dýsalým mallarýna yöneliyorsa, marjinal dýsalým eðilimi dörtte
oranýndadýr.
Üretimde bir birim artýsýnýn daha önceki üretim giderlerine eklediði harcamaya marjinal mal
t (Fr. Cout
marginal, Al. Grenzkosten, Ýng. Marginal cost) denmektedir. Diyelim ki, bir isletm
e günde dört makine yapýyor ve
50.000 lira harcýyor, günde bes makine yaptýðý takdirde 57.000 lira harcarsa marjinal mali
yet 7.000 lira demektir.
Artan birimlerin maliyeti önce azalýrken sonra artmaya baslar. Marjinal maliyetin bi
linmesi demek, maliyetin
azalma seyrinde en son birimin hangisi olduðunu bilmek demektir. Daha açýk bir deyisle
, örneðimizdeki isletme
maliyeti artýrmadan günde kaç makine yapabilecektir? Diyelim ki sekizinci makine birim
inde maliyet artmaya
baslýyor, demek ki bu isletmenin ekonomik verimi günde yedi makinedir. Ýsçi ücretlerini, s
on isçinin üretimde
yarattýðý artýsla belirleyen görüse de marjinal verimlilik kuramý (Fr. Theorie de marginale
oductivite) adý
verilmektedir. Bu kuram, özellikle Alman ekonomicisi H. von Thünen ve Amerikan ekono
micisi John Bates Clark
tarafýndan ilerisürülmüs, ufak tefek deðisikliklerle bütün marjinalcilerce kabul edilmistir
retlerinin nasýl
saptanacaðýný gösterir. Bu anlayýsa göre isçi ücreti, bir fabrikaya alýnan son isçinin marj
eyimle marjinal
isçinin saðladýðý ürüne esittir. Diyelim ki bu son isçi fabrikaya on liralýk hasýlat saðlad
lerin
ücretleri on lira olacaktýr.
Ýngiliz marjinalisti Marshall bunu söyle bir örnekle açýklýyor: Yirmi koyunu olan ve bunlar
ir çobanla yetistiren
bir kimsenin ikinci bir çoban tutabilmek için eskisine göre pazara yirmi koyun daha fa
zla gönderebileceðine
inanmasý gerekir. Eðer bu koyuncu, pazara gönderebileceðine inandýðý fazla koyunlarýn deðer
aha az ücret
isteyen bir çoban bulabilirse bu çobaný tutar, yoksa ikinci bir çoban tutmaz. Görülüyor ki
ücreti, toplam
hasýlaya eklediði deðere esit olmakta ve ikinci bir çobanýn ise alýnmasý söz konusu olduðu
e bu ikinci
çoban,
yani marjinal çoban, kendinden önceki çobanýn ücretini de belirlemektedir (Erol Zeytinoðlu,
tisat Dersleri,
Istanbul 1969, s. 282-3). Amerikalý ekonomici John Bates Clark da son birimin veri
mine marjinal verim (Fr.
Rendement marginale) adýný vermistir. Son birimin yeðinliðine marjinal yeðinlik (Os. Marji
nal siddet, Fr: Intensite
marginale) denmektedir. Aranýmý karsýlamasý gereken sürüm ne kadar azsa marjinal siddet de
kadar büyük olur.
Örneðin çölde susuz kalan bir adamýn güçlükle bulduðu bir testi suyun son damlasýnýn siddet
a
karsý evinde sürekli akar su bulunan bir adam için marjinal siddet sýfýrdýr. Jevons, kullan
n son birimin faydasýna
faydanýn son derecesi diyordu, onun bu deyiminin yerini Wieserin marjinal yarar te
rimi almýs bulunmaktadýr.
Marjinal yarar, bir malýn saðladýðý en büyük yarar deðil, onun akýllýca kullanýmýnýn saðlad
Marjinal yarar ve siddet dozlar arttýkça azalýr. Ekonomik olgularý ruh bilimsel açýdan ele
lan metafizik düsünce
yapýlý ekonomicilerden Gossen'e göre, herhangi bir mala karsý istek sonsuz olarak artmaz
, istek giderildikçe
azalma
eðilimi gösterir. Ekonomici Marshall, Gossen'in bu yasasýndan azalan marjinal fayda ka
vramýný çýkarmýstýr.
Azalan marjinal fayda ilkesine göre bir malýn tüketilen miktarý arttýkça o malýn marjinal f
alý azalma eðilimi
gösterir. Buradaki marjinal fayda, o malýn son biriminin faydasýdýr. Bunu daha iyi anlam
ak için su basit örnekten
yararlanýlabilir: Diyelim ki karnýnýz açtýr. Bu açlýðýnýzý gidermek için bir ekmek satýn al
anýn
ruhbilimsel faydasý sizin için çok büyüktür. Ama yediðiniz lokmalarýn sayýsý çoðaldýkça bu
azalacaktýr. Buysa ekmeðin son lokmasýnýn getirdiði ek faydanýn gittikçe azalmakta olduðunu
ir. Amerikalý
ekonomi profesörü Paul Samuelson, Ýktisat adlý yapýtýnda su örneði vermektedir: Farzedelim
sanýn gözlerini
kapatýp elini, avcunun içi yukarý bakacak sekilde, tutmasýný söylüyorsunuz. Avcuna bir aðýr
nuz
takdirde süphesiz ki bunu hissedecektir. Aðýrlýðý artýrdýðýnýz takdirde ek aðýrlýklarý da h
aðýrlýk
epeyce arttýktan sonra, deneye baslarken koyduðunuz aðýrlýða esit bir aðýrlýk koyduðunuz ta
eki
hissetmediðini söyleyecektir. Esdeyisle, avcun tasýdýðý toplam aðýrlýk ne kadar çoksa ek ve
al aðýrlýk o
kadar az olacaktýr (Ýbid, Ýstanbul 1970, çeviren: Demir Demirgil, s. 479). Gelir deðisiklið
ne karsý biriktirme
(tasarruf) niceliðinde görülen deðisiklik oranýna marjinal biriktirme eðilimi (Os. Marjinal
tasarruf meyli, Fr.
Propension marginale a epargner, Al. Marginale Sparneigung, Ýng. Marginal propensi
ty to save) denmektedir.
Marjinalcilere göre bu eðilim, biriktirmedeki artýsý gelirdeki artýsa bölmek yoluyla buluna
ak niceliktir. Gelir
deðisikliði halinde tüketim niceliðinde görülen deðisikliðe de marjinal tüketim eðilimi (Os
l istihlak meyli,
Fr. Propension marginale â consommer, Al: Marginale Konsumneigung, Ýng. Marginal pro
pensity to consumption)
adý veriliyor. Bu eðilim niceliði de tüketimdeki artýs niceliðini gelirdeki artýs niceliðin
k yoluyla
bulunmaktadýr. Marjinalciler, bütün bu savlarýyla, bilimsel ekonominin ortaya koyduðu gerçe
leri örtbas edecekleri
kanýsýndadýrlar. Marjinalci varsayýmlarla belini doðrultamayan kaba ekonomi düzeni, çýkarla
gun gelenlerce
pek ince sayýlan yeni bir kabalýða yöneliyor. Cambridge Üniversitesi ekonomi profesörü John
ynard Keynes
(1883-1946), Profesör Galbraith'ýn deyimiyle anamalcýlýðýn rahminde toplumculuk cücüðünün h
i
görmüs ve özellikle 1929-1933 yýllarý arasýndaki anamalcýlýk bunalýmýna çare arayarak liber
olmadýðý
birtakým aykýrý düsünceler ilerisürmüstür. Bu düsüncelere Keynesiyen yenilikler adý verilmi
anamalcýlýðýn büyük kurtarýcýsý sayýlarak anamalcýlýkta bir Keynes ihtilali'nin sözü edilmi
x'ýn
Kapital'ini iyice okumus ve anamalcýlýðýn çeliskilerini iyice saptamýstý. Bir kuramcýdan ço
unun çýkarlarýný
gözeten bir pratikçi olan Keynes her seyden önce issizliðe çare bulunmasý ve artýk deðerin
atýrýmlara
harcanmasý gerektiðini görmüstür. O günlerin Ýngiltere'sinde isçi sýnýfýnýn yüzde onu issiz
i is
alanlarý açýlmasý için tam kullanma kuramý (Os. Keynes'in tam istihdam nazariyesi, Fr. Theo
ie Keynesienne de
l'emploi, Al. Beschaeftigungstheorie von Keynes, Ýng. Keynesian theory of employme
nt)'ný ilerisürmüs ve faizlerin
düsürülmesini önermistir. Bu, anamalcýlýðýn o güne kadar akýl edemediði bir düsünceydi. Fai
anamal zorunlu olarak yatýrýmlara akacaktý, bir yandan devlet halktan topladýðý vergileri a
amalcýlýðýn hizmetine
vererek yeni yatýrým alanlarý yaratmakla görevlendiriliyordu.
Örneðin devlet, hiçbir gereði olmasa bile yollar yaptýrmalý ve bütün issizlere böylelikle i
lýydý. Bundan
baska altýn fetisizmi adýný verdiði paranýn altýn temeline dayanmasý geleneðiyle de alay ed
bunu barbarlýðýn
bir
kalýntýsý olarak niteledi ve enflasyondan korkmamak gerektiðini ilerisürdü. The General The
ry of Employment,
Interest and Money adlý yapýtýnda hiç çekinmeden ve en açýk deyimlerle isçilerin nasýl olsa
nlayacak bilgileri
olmadýðýný, isçilerin fiyatlarýn düsük ya da yüksek olusundan çok ceplerine girecek paranýn
çokluðuna önem verdiklerini söylüyordu. Bu, açýkça su anlama geliyordu: Budalalara deðerli
vereceðine
deðersiz yirmi lira ver, onlar buna aldanýrlar (bkz. Ýbid, s. 36-39, 266-270). Bu düsünce
de, gerçekten, liberalizmin
o
güne kadar akýl edemediði bir Keynesiyen yenilik'ti. Keynes, Churchill'in dýsarýya kömür sa
ilmek için isçi
ücretlerini düsürmesiyle de alay etmis ve onu ahmaklýkla suçlamýstý (Keynes, Economic Conce
nces of Winston
Churchill, 1923). Gerçekte ücretler, böyle budalacasýna deðil, enflasyonist operasyonlarla
isçiye farkettirmeden
düsürülmeliydi. Bundan baska ücret düsüklüðü satýn alma gücünü de azaltýrdý ki bu dýsarýya
getireceði kardan çok daha büyük bir zarar doðururdu. Keynes açýkça kömür ocaklarý isçileri
, ben
yurdumun anamalcý düzeninin geleceðini düsünüyorum diyordu. Bundan ötürü Keynes'e lordluk u
ilmis ve
Ýngiltere bankasýnýn genel müdürlüðüne getirilmistir. Keynes'e göre issizlik, araným yeters
doðmaktadýr.
Araným yetersizliðiyse insanlarýn psikolojik etmenlerle gelirlerinin bir bölümünü saklamala
n ve anamalcýlarýn
yatýrým yapmamalarýndan ilerigelir. Öyleyse devlet ise el koymalý, enflasyonist operasyonl
arla anamalýn
verimliliðini
artýrdýðý gibi bizzat yatýrýmlar yaparak tam istihdamý saðlamalýdýr. Devlet, vergi yoluyla
topladýðý
paralarý anamalýn emrine vererek anamalcýlýðýn güçsüz yanlarýný onaracaktýr. Keynes'in The
y of
Employment, Interest and Money adlý yapýtýyla ortaya atýlan Keynesçilik, ekonomi politik a
lanýnda, liberal
tutkularýn bir yana býrakýlýp pratik çarelere yönelmeyi dilegetirir. Keynes'e göre birey iç
u olan toplum için
doðru olmayabilir. Bu yüzden bireysel incelemeyle (mikro) global inceleme (makro) so
nuçlarý birbirine
karýstýrýlmamalýdýr. Bireysel incelemeleri genellestirmek klasikleri yanýltmýstýr. Örneðin
in kazancýndan
tasarruf etmesi ve gelirinin bir bölümünü saklamasý kendisi için yararlýdýr ama, toplum içi
lýdýr. Çünkü
toplumun bütün kisileri bu yola giderlerse tüketim azalýr, gelir düser ve toplumun para bi
riktirme olanaðý kalmaz.
Otomatik tam kullanma dengesi yoktur; bütün üretici güçlerin tam olarak kullanýldýðý haller
ir. Klasiklerin
tam kullanma kuramý yanlýstýr. Aranýmý yaratan sürüm deðil, tersine, sürümü yaratan gelecek
Bu
araným (efektif talep), mütesebbisin gelecek için tahmin ettiði aranýmdýr. Mütesebbisin yat
pmasý, tahmin
ettiði bu marjinal verimin faiz haddinden büyük olmasýna baðlýdýr. Faiz de, sanýldýðý gibi,
e
aranýmýnýn fiyatý deðildir. Faizi belirleyen insanlarýn para biriktirme tutkularýdýr. Bu tu
yenmek için yüksek
faiz vermemek gerekir, demek ki faiz psikolojik bir etmenle alçalýp yükselir. Bu psiko
lojik etmene, mütesebbisin
geleceði tahmini gibi ikinci bir psikolojik etmen de eklenir. Yatýrýmý gerçeklestiren, tam
kullanma dengesi kuramý
deðil, bu psikolojik etmenlerdir. Klasikler parayý sadece bir deðistirme aracý olarak görüy
rlar ve ekonomik olaylarý
etkilemediðini sanýyorlardý. Oysa para miktarýný ayarlayarak faizi düzenlemek ve böylelikle
üretimi azaltmak ya
da çoðaltmak mümkündür. Yatýrýmlar para miktarýyla etkilenebilirler, çünkü faizi düsürerek
çekici
göstermek para ayarlamasýyla düzenlenebilir. Tüketim, biriktirme, yatýrým eðilimleri psikol
k etmenlerle belirlenir.
Keynes, klasiklerin fiyat kuramýnýn yerine gelir kuramýný koyar. Klasikler yatýrým yapabilm
k için önce para
biriktirmek gerektiðini sanýyorlardý, oysa para biriktirmek için önce yatýrým yapmak gereki
yatýrým gelir
doðurur, gelir de tüketim ve biriktirme eðilimlerine yol açar. Bu gelir, daðýtýlan ulusal g
rdir. Öyleyse yatýrýmlarla
biriktirmeler arasýndaki dengeyi ulusal gelir kuracaktýr. Yatýrým, üretim, gelir, gelirin
daðýlýmý, biriktirme devresi
sonunda yatýrýmlarla biriktirmeler birbirlerine esit olurlar; esdeyisle devre basýnda
mümkün olmayan denge devre
sonunda gerçeklesir. Bu dengeyi saðlayan, klasiklerin sandýðý gibi fiyat hareketleri deðil,
gelir hareketleridir.
Keynes, Engels ve Schwabe yasalarýný da gelistirerek, gelirlerle tüketimler arasýndaki i
liskilerin psikolojik
nedenlerini ilerisürer. Gelirleri artanlarýn tüketimleri de artmaktadýr, gelirleri azala
nlarýnsa tüketimleri
azalmaktadýr.
Ne var ki tüketimdeki azalma ve çoðalma, gelirdeki azalma ve çoðalmayla ayný oranda deðildi
burada,
alýsýlmýs olan yasama biçimini bozmamaya çalýsmak ve gelecekteki gelirin artacaðýný ummak g
kolojik
etmenler rol oynar. Düsük gelirlerdeki zorunlu tüketim harcamalarý, yüksek gelirlerdeki zo
runlu tüketim
harcamalarýndan çok daha büyüktür. Örneðin yoksullar varlýklýlara göre çok daha yüksek ev k
r
varlýklýnýn örneðin gelirinin binde birini götüren ev kirasý bir yoksulun örneðin gelirinin
götürür.
Ulusal geliri belirleyen tüketim ve yatýrým harcamalarý arasýndaki optimal dengeyi ancak d
evlet belli bir çizgide
tutabilir. Öyleyse devlet, özel sektörün yetersiz bulunduðu alanlara yatýrým yapmalýdýr ki
güçlerin
üretim alanýna sürülebilmesi (tam istihdam) gerçeklesebilsin. Az gelirli sýnýflarý koruyara
imi artýrmak ve
böylelikle yatýrýmlara imkan hazýrlamak da devletin görevi olmalýdýr. Para miktarýný, gerek
týp
gerektiðinde azaltarak, ekonomiyi düzenlemek de devletin isidir. Düsük kullanma hallerin
de devlet issizlere is
bulmalý ve bütçe harcamalarýyla is alanlarý açmalýdýr. Ünlü Alman tarihçisi Ýsaac Deutcher
25'te
Moskova'yý ziyaret eden Keynes, Milli ekonomi yüksek konseyinde yaptýðý bir konusmada, Ýngi
tere'deki issizliði
nüfusun artmasýyla açýklamýs ve söyle demisti: Rusya'nýn da savastan önceki sefaletinin nuf
tmasýndan
ilerigelmis olduðunu sanýyorum. Bugün de, ölümden çok fazla doðum olduðu görülüyor. Bu duru
geleceði için büyük bir tehlikedir... Bu sýrada Rusya'da hala issizlik vardý. Ama üç yýl so
nlý ekonomi
baslayýnca en büyük tehlýke'nin, tersine, insan gücü azlýðý ve nüfusun yavas artmasý olduðu
Bu da, sanayilesen bir toplum ekonomisine Malthus'un ve Neo Malthuscülerin düsünceleri
nin
uygulanamayacaðýný
gösterdi (Deustcher, Troçki, Aðaoðlu Yayýnevi, çev. Rasih Güran, cilt II, s. 190). 1943 yýl
ltere hükümeti
hesabýna paralarýn uluslararasý tutarlýlýðýný korumak için bir plan hazýrlamakla görevlendi
eynes Planý (Fr.
Plan de Keynes, Al., Ýng. Keynes Plan) adýyla ünlenen bu plan Bretton Woods konferansýnd
a basarýsýzlýða uðramýs
ve reddedilmistir. Eksik istihdam kosullarý altýnda yapýlan uluslararasý ticareti tam is
tihdam kosullarýnda
gerçeklestirmeyi amaçlayan bir baska anamalcý kuramýna da Keynes'in dýs ticaret kuramý (Os.
Keynes'in ticareti
hariciye nazariyesi, Fr. Theorie Keynesienne des changes internationaux, Al. Aus
senhandelstheorie von Keynes,
Ýng. Keynesian theory of international trade) denir. Bu kurama, gelirle yatýrým arasýnda
ki belli oraný saptayan ünlü
çarpan'ýný da uygulamýstýr. Çarpan, bir çarpma isleminde çarpýlanýn kaç kez tekrarlanacaðýn
Keynes'e göre yatýrýmlar ulusal geliri bu katsayý oranýnda etkiler. Esdeyisle ulusal gelir
, yatýrýmlarýn bu çarpanla
çarpýmý kadar artar. Keynes, çarpaný saptamak için, marjinal tüketim eðiliminin bilinmesini
kosar. Örneðin
marjinal tüketim eðilimi 2/3 ise yani, bireyler kazandýklarý her 300 liranýn 100 lirasýný b
ktirip 200 lirasýný
harcýyorlarsa bu katsayý, esdeyisle Keynes çarpaný 3'tür. Bu halde 500 liralýk bir yatýrým
3=1500 liralýk bir
ulusal gelir artýsý saðlayacaktýr. Keynes çarpanýna çoðaltan da denir. Keynesçilik, teksözl
parasýný
anamalcýlara vermeyi ve devleti tüm varlýðýyla anamalcýlarýn hizmetine kosmayý dilegetirir.
Kaba ekonomi kuramlarý Keynes'le bitmiyor elbet. Kaba ekonomi düzeni sürdükçe kaba ekonomi
kuramlarý da
sürecek. Günümüzde kaba ekonomi kuramlarýnýn baslýca temsilcisi Chicago okulu lideri Milton
ied'man
(Doðumu: 1912)'dýr. Ýnsanýn insaný daha çok sömürmesini saðlamak için onun da kendine özgü
GERÇEK AYDINLIK. ondokuzuncu yüzyýl, insanlýk tarihinde, insanýn bilimin ýsýðýyla gerçekten
üstün bir insanlasma dönemidir. Doðayý, bilinci ve toplumu (demek ki tüm evreni) tanýyýp bi
temi
ondokuzuncu
Yüzyýlda kesfedildi. Bu yöntem, eytisim sözcüðüyle dilimize getirdiðimiz diyalektik yöntemd
yöntem
doðanýn, bilincin ve toplumun isleyis biçiminden çýkarýldý. Doða, bilinç ve toplum (esdeyis
vren)
diyalektikle isliyordu. Öyleyse onu kavramanýn yolu da diyalektik olmalýydý. Bir bakýma bu
nu ilk sezen düsünür
gene bir antikçað düsünürüdür, evrende her seyin sonsuz bir devim (hareket) içinde bulunduð
in
Herakleitos
anlamýstý. Ne var ki bu anlayýsý bir bilgilenme yöntemine dönüstürebilmek için daha pek çok
rekiyordu.
Diyalektik sözcüðü Yunanca kökeninde tartýsmacýlýk anlamýnda kullanýlmaktaydý ve soru karsý
olusan tartýsmalarý dilegetiriyordu. Oysa doðal varlýklar ve düsünsel kavramlar da, týpký b
týsmalarda olduðu
gibi, kendi karsýt'larýyla çatýsarak esdeyisle devinerek (hareket ederek) olusuyorlardý. D
evim, evrenin her alanýnda
(doðada, bilinçte ve toplumda) karsýtlarýn birbirlerini itme (dýsýndalama) ve çekme (birlik
olmaya
zorlama)'lerinden doðuyordu. Örneðin bir atoma bakmalýydýk. Elektronlarý çekirdeðin çevresi
an dengenin,
iki
karsýt güç olan itici kinetik enerjiyle çekici elektrostatik enerjinin savasýmýndan (mücade
inden, esdeyisle týpký
bir tartýsmada olduðu gibi çatýsmasýndan) meydana geldiðini görürdük. Bunun gibi, elektrik
sýt güçten
(negatif ve pozitif), mýknatýs iki karsýt kutuptan (kuzey ve güney) olusur. Bunlardan bi
ri olmayýnca elektrik ve
mýknatýs da olmaz. Bu karsýtlýklar ve karsýtlýklarýn çatýsmasý doðanýn hemen her zerresinde
yordu.
Bizzat doða, yasamla ölüm karsýtlýðýnýn savasýmýndan olusmustu. Bireyde yasamý alteden ölüm
altoluyordu. Birey olarak bir çiçek solup ölüyordu ama, tür olarak çiçekler yasamakta devam
iyorlardý. Ya
toplum, maymunumsu atalarýmýzýn doðayla savasýmýndan olusmamýs mýydý? Hem bu savasým (insan
savasýmý) hala sürmüyor muydu ve sonsuzca sürmeyecek miydi? Toplumu gelistiren bu savasým d
l miydi? Ýste
bütün bunlar ve bunlar gibi bilimlerin ortaya koyduðu daha nice gözlemler, diyalektiði, bi
limsel bir bilgilenme
yöntemine dönüstürdü. Bu yöntemi meydana koyup açýk seçik sergileyen eytisimsel ve tarihsel
dir.
Ondokuzuncu yüzyýlýn bu gerçek ve büyük aydýnlýðýna ulasýlýncaya kadar doðabilimleri olgula
sýnýflandýrýyordu. Bir nesneyi tanýmak için onu baskaca bütün nesnelerden koparýp ayýrmak g
u. Olaylarý
ayrý ayrý ve tüm iliskilerinin dýsýnda ele almak alýskanlýðý böylece doðmustu. Bu, bir tari
uktu ve bilimin
ilk evrelerinde az çok yararlý da olmustu. Ne var ki bu metafizik yöntem, tek tek aðaçlarl
a uðrasýrken ormaný
göremiyordu ve doðasal toplumsal karmasýk süreçlerin açýklanmasýnda basarýsýz kalmaya mahku
fiziðin
olaylarý ayrý ayrý ve tüm iliskilerinin dýsýnda ele alma yöntemi, olaylarýn nedenlerinin an
sýný, evrimlerini,
kendilerinden farklý baska nesnelerden nasýl çýktýklarýný ve nereye yöneldiklerini; kendile
n, tümüyle farklý
daha ne gibi olaylar ve nesneler türeyeceðini bilmeyi kesinlikle engelliyordu.
Metafizik yöntem, en yeni kullanýmlarýnda bile, nesne ve olaylarý asla deðismemis ve deðism
yecek bir nitelikte
görür. Bundan ötürü de zorunlu olarak varolaný, esdeyisle eski'yi savunur ve varlasmakta ol
n yeni'nin karsýsýna
dikilir. Buysa bilginin bütün alanlarýnda tutucu bir davranýstýr ve bilimdýsýdýr. Bu yüzden
metafizik, çaðdas
anlamýnda, ilerici diyalektiðin karsýsýnda gericiliði simgeler.
Doðasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular eytisimsel gelisme yasalarýyla olusur. Öyleys
bu olusmayý anlamak
için ona eytisimsel yöntemle yaklasmak zorunludur. Eytisim, bu yüzden, gelismenin yasa
sý olduðu kadar, onu
inceleme yöntemidir. Ayný zamanda, inceleme ve bilme yöntemi olduðu kadar, gerçekliði deðis
me yöntemidir.
Çünkü olusmanýn nasýl gerçeklestiði bilinince o olusmayý nasýl incelemek ve o olusmayý deði
ne türlü
davranmak gerektiði de bilinir. Herhangi bir olgunun incelenmesinde eytisimsel yönte
mi kullanmak, o olguya
eytisimsel bilgilerle bakmak demektir. Bu bilgiler, metafizik ve mekanik bilgile
rin tam karsýtý olan bilgilerdir.
Eytisimsel kavrayýs, çok yönlü bir kavrayýstýr; bu yüzden de formüllere baðlanýp reçetelene
yden önce
metafizik ve mekanik düsünme alýskanlýðýndan kurtulmak gerekir, bunun için de eytisimin iyi
bilinmesi baslýca
kosuldur. Doðayý, tarihi ya da bilinçsel etkinliðimizi incelediðimiz zaman hiçbir seyin old
gibi ve olduðu yerde
kalmadýðýný, her seyin deðisip gelistiðini görürüz. Ýliskiler, tepkiler, deðismeler ve bile
rsýlasýrýz. Her
örgensel varlýk her an hem aynýdýr, hem ayný deðildir. Her an dýsardan saðlanmýs maddeleri
baska
maddeleri dýsarý atar, öyle ki her an kendisidir ve gene de kendisinden baska bir seyd
ir. Daha yakýndan
incelenince
bir karsýtlýðýn iki ucunun, örneðin olumluyla olumsuzun, karsýt olduklarý kadar ayrýlmaz ve
arýna raðmen
birbirleriyle iç içe olduklarýný görürüz. Bunun gibi, nedenle sonucun ancak tek olaylarda g
i kavramlar
olduklarýný, oysa o tek olayý evrenin bütünüyle olan genel iliskisi içinde düsününce birbir
astlastýklarýný ve
sürekli olarak yer deðistirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz önüne aldýðýmýz zaman ne
onucun birbirine
karýstýðýný, burada sonuç olan seyin orada neden ve orada neden olanýn burada sonuç olduðun
. Böylesine
süreçlerin hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa eytisim yöntemi, nesneleri
onlarýn
betimlenmelerini, düsüncelerini; iliskileri, sýralanmalarý, devimleri, baslangýçlarý ve bit
eri içinde kavrar: Doða,
eytisimin kanýtýdýr ve metafizik olarak deðil eytisimsel olarak isler. Doðada hiçbir sey ka
ktýðý yere dönen bir
çemberin deðismezliðinde devinmez, tersine, gerçek bir tarihsel evrimle devinir. Yöntem be
lli bir amaca varmak
için izlenmesi gereken ilkeleri saptar.
Doðru düsünme ve doðru uygulama amacýna da bunu saðlayabilecek bir yöntemle varýlýr. Eytisi
bilimseldir ve bilimlerin gelismesiyle olusmustur, metafizik yöntemse kurgusaldýr ve
kurgusal soyutlamalarla
olusmus, hiçbir zaman da bilimlerle baðdasamamýstýr. Eytisimsel inceleme somuttan soyuta
ve sonra yeniden
somuta varan bir yol izler. Eytisimsel yöntem, parçalarýný da tanýyarak bütünü daha iyi tan
en soyuta
indiði evrede bile doða ve son çözümlemede doðanýn ürünü olan toplum ve insan bilinci olay
rýný: 1-
bütünsellikleri, 2- çok yanlýlýklarý, 3- baðýmlýlýklarý, 4- devimsellikleri, 5- çelismeleri
kleri, 7.
geliskenlikleri içinde inceler. Eytisimsel yöntemle inceleme önce bu olgu ve olaylarý ta
nýyýp bilmeyi (bilim), sonra
onlar üstünde doðru düsünmeyi (kuram), daha sonra da bu doðru düsünmenin sonucu olarak doðr
amayý
(kýlgý) gerçeklestirir. Bilimsel veriler göstermistir ki doða, toplum ve bilinç eytisimsel
larak islemektedir; öyleyse
bunlarýn olay ve olgularýný incelemek için bunlara ayný yöntemle, esdeyisle eytisimsel bir
le yaklasmak
gerekir. Eytisimsel olarak isleyen doða, toplum ve bilinç olaylarýna onlara ters düsen m
etafizik yöntemle
yaklasýlamaz. Doða, toplum ve bilinç olaylarýný eytisim yöntemiyle tanýmak, onlar üstünde d
onlarý
insansal eylemle etkileyebilmek için: 1- Onlarý somut bütünlükleriyle ele almak gerekir. S
oyutlama, ancak, onlarý
parçalarýnda da tanýyarak bütünlüklerini daha iyi tanýmak için yapýlýr. Onlarýn gerçek bilg
amanýn
yeniden somutlanmasýyla elde edilir. 2- Onlarý bütün yanlarýyla ele almak gerekir. Her ola
y ve olgu çok yanlýdýr,
tek yanýný tanýmakla bütünü tanýnamaz. 3- Onlarý baðýmlýlýklarý içinde ele almak gerekir. H
baskaca birçok olay ve olgularla baðýmlýdýr. Bu baðýmlýlýklarýndan kopararak onu incelemek,
masýný
olanaksýz kýlar. 4- Onlarý devimlilikleri içinde ele almak gerekir. Her olay ve olgu dev
imseldir. Geçmisi, simdisi ve
sonrasý vardýr. Bu, her olay ve olgunun bir tarihi olduðunu dilegetirir. Hiçbir olay ve
olgu geçmisinden koparýlarak
ve sonrasýna baðlanmadan tanýnamaz. 5- Onlarý çelismeleri içinde ele almak gerekir. Devimse
liði, gerçeklestiren
çelismedir. Neyle, neden, nasýl ve hangi yöne doðru çelistiði bilinmeyen hiçbir olay ve olg
anýnamaz. 6- Onlarý
deðiskenlikleri içinde ele almak gerekir. Tüm olay ve olgular, kimi yavas kimi hýzlý, ama
tümü de sürekli olarak
deðisirler. Bu deðiskenlik, devimselliðin zorunlu sonucudur. Onlarý deðismez olarak ele al
mak tanýnmalarýný
olanaksýz kýlar. 7- Onlarý geliskenlikleri içinde ele almak gerekir. Gelisme, devim ve d
eðismenin zorunlu
sonucudur.
Olay ve olgularýn deðismeleri basitten karmasýða, alttan üste ya da asaðýdan yukarýya, az g
isten daha
gelismise
doðru gelisen bir süreç izler. Onlarý bu gelismelerinin dýsýnda ve gelismez olarak ele alma
tanýnmalarýný olanaksýz
kýlar. Bu ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin ilkeleri elde edilir ve metaf
izik yöntemin genis
arastýrmalardaki tüm yanýlgýlarýnýn nedeni de kolaylýkla anlasýlmýs olur. Eytisim yöntemi d
ve bilinç
olaylarýný tanýmanýn ve onlar üstünde düsünmenin yöntemi olduðu kadar onlarý deðistirmenin
kurmanýn
da yöntemidir. Yöntemin bu niteliði, olgularý bütünüyle tanýmasý ve bilmesi sonucudur. Anca
en
deðistirilebilir, bilinmeyen deðistirilemez. Bundan baska doða, toplum ve bilinç olaylarýný
deðistirme islemi bir
bakýma zorunludur da. Doða, toplum ve bilincin bizzat kendileri her an bilinçli insan
pratiðiyle deðistirilmekte ve
insansal yasama daha elverisli biçimlere dönüstürülmektedir. Deðistirmenin yöntemi olan eyt
msel yöntem bu
yüzden yenici ve ilerici, bunun tam karsýtý olan deðismezliðin yöntemi metafizik yöntemse b
den tutucu ve
gericidir. Eytisim yöntemi tüm inceleme ve gözlemlerinde eytisimin üç temel gelisme yasasýn
karsýtlarýn birliði ve
savasý, nicelikten niteliðe ve nitelikten niceliðe geçis, olumsuzlanmanýn olumsuzlanmasý ya
alarýný) daima göz
önünde tutar, onlarýn bilgisiyle olay ve olgulara egemen olur.
Eytisimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin büyük basarýlarýndan biri de üç evrensel (evrenin
a; doðada,
bilinçte ve toplumda geçerli olan) yasayý kesfetmis ve meydana koymus olmasýdýr. Bu üç yasa
esfi, evrenin
bütün olusma ve gelisme sýrlarýný aydýnlatmýstýr. Ama, önce, yasa nedir? Bunu da iyice bilm
rekiyor. Yasa,
doðasal ve toplumsal bütün olgularýn doðal gelismelerini belirleyen temel iliskilerini dil
egetirir. Doðanýn düzenli
isleyisinin birtakým yasalara baðlý olduðu ilk düsüncelerce de sezilmisti. Toplumun da doða
bi nesnel yasalarla
gelistiði tarihsel özdekçilikle kesfedildi. Metafizik düsünce doðanýn düzenli isleyisini bi
en belirlenme sayar
ve bunu birtakým doðaüstü güçlere baðlar. Dinsel düsünce bu açýdan metafizikten daha açýktý
i
varsayýmlarýný tek bir tanrý varsayýmýnda özetler. Yasa anlayýsý, antikçað düsüncelerinde k
karýsmýstýr ve törebilimsel kural (Os. Kaide, Fr. Regle, Al. Regel, Ýng. Rule, Ýt. Regola)'
a ilgili kýlýnmýstýr...
Kanon sözcüðü Yunancadýr ve örnek, yöntem anlamlarýný dilegetirir. Ýslam düsünürleri bu ter
almýslar ve kanun deyisiyle kural ve ilke terimleriyle anlamdas kýlmýslardýr. Osmanlý düsün
i Araplardan
aldýklarý bu terime yasa anlamýný vermisler ve asýl yasa anlamýný dilegetiren Yunanca nomos
n
Arapçaya namus sözcüðüyle geçen terimi de törebilimsel bir anlama çekmislerdir. Epikurosçul
cüðü
mantýk
anlamýnda kullanmýslardýr. Çoðunlukla örneklik edecek ve yöntem gösteren toplamalar bu teri
ilegetirilir.
Örneðin Roma imparatorluk çaðý baslangýcýnda örneklik edecek on söylevciyi (Antiphon, Andok
ysias,
Ýsokrates, Ýsaios, Demosthenes, Lykurgos, Hypereides, Aiskhines, Deinarkhos) toplaya
n listeye Attika söylevcileri
kanonu denir. Katolik kilisesinin buyruk ve kararlarý da kanon hukuku (Fr. Droit c
anon, Al. Kanoniches Recht, Ýng.
Canon Law, Ýt. Diritto canonico) adý altýnda toplanmýstýr. Ýngiliz düsünürü John Stuart Mil
aptadýðý
bes tümevarým kuralýna tümevarýmsal felsefenin gerçek kanonlarý (Ýng. The true Canons of in
ve philosophy)
der. Leibniz bu terimi genel kurallar anlamýnda kullanmýstýr. Kant da söyle der: Kanon t
erimiyle, bilgi güçlerinin
pratik kullanýlýsýný saptayan önsel ilkelerin topunu dilegetiriyorum. Görüldüðü gibi, spekü
fe, doðasal ve
tarihsel olaný kendi alanýna, düsünsel ve mantýksal olana çekmis bulunmaktadýr. Tarihsel ol
nesnelerin yasalý
(doðal ve toplumsal yasalarla) gelismesi; mantýksal olan, düsüncenin yasalý (mantýk yasalar
a) gelismesidir.
Eytisimsel özdekçilik, bu ikisinin sýký iliskisini ve baðýmlýlýðýný meydana koymustur. Tari
sal
eytisimsel bir birliktir, her ikisi de birbirini içerir. Mantýksal (Os. Mantýki, Fr. L
ogique), kuramsal olarak
belirtilmis tarihsel, tarihsel (Os. Tarihi, Fr. Historique) somut olarak belirmi
s mantýksaldýr. Bu birliktelik, gelisme
sürecinde, öznelle nesneliin, eytisimsel birliðini de meydana koyar. Nesnel yasalara b
aðlý olan insansal eylem
öznel
amaçlar tasýr, böylelikle yasalarýn nesnelliðine öznel bir yan da eklenmis olur. Felsefesel
yasa kavramý, eytisimsel
ve tarihsel özdekçilik öðretisiyle açýklanmýstýr. Nesnel gerçekliðin bütün alanlarýnda; ino
ganik
doðada, toplumda, düsüncede isleyen çesitli yasalar vardýr. Bütün bu yasalarýn ortak özelli
elsefesel yasa
kavramýnda özetlenirler. Felsefesel bir ulam olarak yasa; nesnel gerçekliðin nesne, olay
ve olgularý arasýnda ve
bunlardan herhangi birinin çesitli yanlarý arasýnda, onlarý gelistiren zorunlu, nedensel
ve nesnel iç iliskidir. Yasa
iliskisi, nesnel gerçekliðin çesitli iliskilerinin en temel olanýdýr. Rastlantýsal, geçici,
rýntýlara özgü ve dýssal bir
iliski deðildir. Dýssal iliskiler, felsefesel kosul ulamýyla dilegetirilir. Yasalarýn is
lemesi için kosullar gereklidir,
ama hiçbir kosul içsel yasa olmaksýzýn nesne ve olgularý gelistiremez (esdeyisle; olustura
maz). Örneðin bir
yumurtanýn içinde civcivin olusmasý için ýsý (dýssal kosul) gerekir; ama ýsý, içinde yasamb
ir süreç (içsel
yasa) bulunmayan bir tasý civcivlestiremez. Her yasa, belli bir anlamda evrenseldi
r; esdeyisle, belli bir sýnýf, olgu
ya da olayýn, sadece bir bölümü için deðil, tümü için geçerlidir. Bundan ötürüdür ki yasaný
yoktur. Örneðin, bir cismin kapasitesiyle direnci arasýndaki iliskiyi ortaya koyan Ars
imed yasasý, sývý
içine konulan her cisim için geçerlidir. Evrende, sývý içine konulup da bu yasanýn geçerlið
alan hiçbir
cisim yoktur. Bundan ötürüdür ki Engels, yasa, doðadaki evrenselliðin biçimidir der. Nesnel
olgular ve olaylar
nesnel olarak (insan bilincinden, isteðinden ve iradesinden baðýmsýz olarak) varolduklarý
için, bunlarýn içsel
iliskileri olan yasalar da nesneldirler. Ýnsanlar tarafýndan yaratýlamaz ve yokedileme
zler. Ne var ki insanlar, bu
yasalarýn bilgisini edinmekle, yasalarýn islemesi için gerekli bulunan dýssal kosullarý ha
zýrlayarak ya da yokederek
bu yasalara egemen olabilirler; esdeyisle onlarýn isleyisini daraltýp genisletebilir
ler, yavaslatýp hýzlandýrabilirler.
Örneðin uçaklar, yerçekimi yasasýnýn bilinip aðýrlýðýn altedilmesiyle, göðe yükselebilmisle
n
tarihi, insanlarýn yasalara egemenliklerinin tarihidir. Ne var ki bu egemenlik, an
cak yasalarýn isleyisi
doðrultusunda
gerçeklesebilen bir egemenliktir. Yoksa insanlar, hiçbir zaman, yasalarýn isleyisini d
oðrultusundan saptýramazlar,
geriye döndüremezler. Doðasal, toplumsal ve bilinçsel tüm süreçler geri çevrilmez (Os. Gayr
li rücu, Fr.
Irreversible)'dirler. Yasalarýn islemesi için gerekli dýssal kosullarý yok etmekle; yasa
asla yok edilmis olmaz; ancak,
yukarda da söylediðimiz gibi, islemesi geciktirilmis olur. Yoksa yasalar, islemeleri
için gerekli kosullarý ergeç
bulurlar ve isleyis doðrultularýnýn yolunu açarlar. Örneðin insanlar, tonlarca aðýrlýktaki
akla
yerçekimi yasasýnýn doðrultusunu saptýrmýs, onu geriye çevirmis, esdeyisle onu ortadan kald
eðillerdir. Tam
tersine, yerçekimi yasasýný bilip tanýmakla uçaðýn aðýrlýðýný yok etmekte ve onu böylelikle
mi
yasasýna uygun olarak ve bu yasanýn doðrultusunda, uzaya gönderebilmektedirler. Doðasal, t
oplumsal ve bilinçsel
tüm süreçler gibi yasalarýn geri çevrilmezliði de gelismenin sürekliliðini ve evrenselliðin
etirir. Yasalar, olgu
ve olaylarýn gelismelerini belirleyen iliskiler olmakla, her zaman gelismenin doðrul
tusunda islerler. Gelismenin
saptýrýlamayacaðý ve geri çevrilemeyeceði gerçeðiyse tüm doðasal ve insansal tarihle tanýtl
yasýna
girmis insan hiçbir zaman on dokuz yasýna geri dönemez, kozasýndan çýkmýs kelebek hiçbir za
eniden
kozasýna giremez. Tarihin tekerleklerini geriye döndürmeye çalýsmak, bosunadýr ve kesin bir
yenilgiye
mahkumdur.
Nesnel yasalarýn denetim altýna alýnmasý, sadece onlarýn bilinmesiyle deðil, onlara uygun n
snel iliskilerin
olusturulmasýyla olanaklasýr. Felsefe, yasalarý üç kümede sýnýflandýrýr: 1- Tek ya da az sa
larda geçerli
olan tikel yasalar (Os. Kavanini cüz'iye, Fr. Lois particulieres), 2- Çok sayýdaki olg
ularda geçerli olan genel
yasalar (Os. Kavanini umumiye, Fr. Lois generales), 3- Nesnel gerçekliðin tüm alanlarýnd
a geçerli olan evrensel
yasalar (Os. Kavanini külliye, Fr. Lois universelles). Örneðin fizikteki Ohm yasasý, top
lumdaki sýnýf savasýmý yasasý
tikel yasalardýr; fizikteki erkenin sakýnýmý yasasý, toplumdaki üretim iliskilerinin üretim
ine uygunluðu yasasý
genel yasalardýr. Felsefe, üç büyük evrensel yasa saptamýstýr ki nesnel gerçekliðin tüm ala
oðada,
toplumda ve bilinçte) geçerlidir: Evrimin kökenini ve itici gücünü açýklayan karsýtlarýn bi
vasýmý
yasasý, tüm niceliksel deðismelerin sürekli ve sýçramalý olarak niteliksel deðisikliklere d
nicelikten niteliðe geçis yasasý, evrimin sarmal biçimindeki karakterini açýklayan olumsuzl
manýn olumsuzlanmasý
yasasý. Bu yasalar, bir bitki yasamýndan bir toplum yasamýna, bir düsünce öðretisi yasamýnd
r yýldýz yasamýna
kadar tüm evrensel gelismenin nasýl gerçeklestiðini açýklarlar. Bu yasalar, tüm evrende, es
yi dönüstürüp yeni'yi
olustururlar. Bundan ötürüdür ki tüm evren, esdeyisle tüm özdek, sürekli ve sonsuz bir geli
ndedir. Bu
sürekli ve sonsuz gelismeyse tüm evrensel süreçlerdeki geri çevrilmezliðin en belli kanýtýd
ensel gelismede
yeni ve ileri olan, kesinlikle, eski ve geri olanýn yerini alýr. Bundan ötürüdür ki yeni hi
r zaman altedilmez.
Altedilmez, çünkü evrensel evrimin ve gelismenin zorunlu sonucudur. Altedilmez, çünkü yeni
esnel kosullara en
uygun olandýr. Örneðin eski çaðlarýn gymnosperm (tanelerin koruyucu zarfý bulunmayan) bitki
i yerlerini nesnel
kosullara daha uygun bulunan zarflý bitkilere, eski toplum biçimleri yerlerini nesne
l kosullara daha uygun bulunan
yeni toplum biçimlerine, eski düsünceler yerlerini nesnel kosullara daha uygun bulunan
yeni düsüncelere
býrakmýslardýr. Yeni altedilmez, çünkü elle tutulup gözle görülecek kadar belli bir nesnel
olan evrim ve
gelisme altedilmez. Doðanýn nesnel yasalarý, bilinçsiz doðal güçlerin karsýlýklý etkileriyl
yasalar;
toplumun nesnel yasalarýysa bilinçli insansal etkinliklerin karsýlýklý etkilesimiyle olusm
us yasalardýr. Bundan
ötürüdür ki, toplumsal yeninin altedilmezliði, doðasal yeninin altedilmezliðinden farklý ol
bilinçli insan
etkinliðini gerektirir. Tikel, genel ve evrensel yasalar birbirleriyle baðýmlýdýrlar. Gene
l yasalar birçok tikel
yasalarýn, evrensel yasalar da birçok genel yasalarýn ortak öðelerini içerirler. Bu bakýmda
asalar, temel yasalar
(Os. Esasi kanunlar, Fr. Lois principales) ve türev yasalar (Os. Müstak kanunlar, Fr
. Lois derives) olmak üzere iki
bölümde sýnýflandýrýlabilirler. Türev yasalar, bir temel yasadan türeyen ve o yasayý somutl
asalardýr. Türev
yasalar, temel yasanýn egemen olduðu tüm tikel alanlarda islerler ve temel yasaya baðýmlý o
malarý dolayýsýyla
bütün
bu tikel alanlarý birbirlerine baðlayýp somutlastýrýrlar. Herhangi bir alaný, o alanýn teme
asasýna baðýmlý olan bir
türev yasalar hiyerarsisi isletir. Türev yasa, somut olaylara, temel yasadan daha ya
kýndýr. Örneðin anamalcý üretim
düzeninin temel yasasý, artýk-deðer yasasýdýr. Ama bu temel yasanýn türevleri olan deðer ya
k yasasý,
yeniden üretim yasasý vb.' anamalcý üretim düzeninin tikel olaylarýný isleterek tüm anamalc
geçerli temel
yasa olan artýk-deðer yasasýný bütünlerler ve somutlarlar. Bundan baska kimi yasalar, örneð
kaniðin yasalarý
gibi, olgular arasýnda matematik formüllerle dilegelebilecek niceliksel iliskiler ku
rmazlar. Ama ne türlü olursa
olsun, bütün yasalar olgular arasýndaki nesnel zorunlu iliskileri yansýtýrlar. Bilimsel ge
rekircilik, olay ve olgular
arasýndaki bu yasalýlýðýn bilimce onaylanmasý demektir. Metafizik ve idealizm, bu yasalýlýð
yadgerekircilik ve usaaykýrýcýlýk alanlarýnda boy göstermekle kendi bilimdýsýlýðýný bizzat
uel Kant
gibi ünlü bir düsünür bile, idealizmin zorunlu sonucuna boyun eðerek, nesnel yasalarýn varl
ve her
seyin insan usuyla düzenlendiðini ilerisürmüstür: Bilimden yasalarý çýkarýp atmayý istemek
ilime hileli
bir yoldan dinsel yasalarý sokmak istemektir. Ne var ki yasalar, bu savlarla gizle
nemeyecek ölçüde bütün
gerçeklikleriyle ortadadýrlar. Yasalar olmasaydý bilim de olmazdý.
Eytisimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin kesfettiði ve açýkladýðý üç evrensel yasadan biri
ve
savasýmý yasasý (Os. Tezatlarýn vahdeti ve mücadelesi kanunu, Fr. La loi de l'unite et de
conflit des contraires, Ýng.
Law of unity and conflict of opposites)'dýr. Doðada, toplumda ve bilinçte tüm nesneler,
olaylar ve süreçler içlerinde
bir karsýtlýk (esdeyisle eytisimsel iç çeliski) tasýrlar, bu karsýtlýk tüm devim ve gelisme
aynaðýdýr. Nesneler,
olaylar ve süreçler bu karsýtlýkla devinir ve gelisirler. Bu karsýtlýklar hem bir birlik (b
ri olmadan öbürü de olmaz),
hem de bir savasým (biri öbürünü sürekli olarak dýsýndalar) içindedirler, birbirlerine geçi
iri öbürünü
sürekli olarak altetme, onun yerine geçme ebilimindedir). Doða, toplum ve bilinç bu evre
nsel yasayla isler ve
gelisir. Gelisme, bu savasým sonucu, birliðin ortadan kalkýp yerine yeni bir birliðin doðm
asý demektir. Bundan
ötürüdür ki karsýtlarýn birliði geçici (esdeyisle göreli, ilineksel, ikincil), karsýtlarýn
li (esdeyisle
saltýk, temel, birincil)'dir. Bu yasadan ötürüdür ki eski, daima yerini yeni'ye býrakýr. Do
neðin yumurta bu
yasayla civciv olur, toplumda örneðin kölecilik bu yasayla feodalite olur, bilinçte örneðin
herhangi bir bilgi bu
yasayla daha üstün bir bilgi olur. Yasam olmadan ölüm olmaz, ölüm olmadan da yasam olmaz; a
t olmadan üst
olmaz, üst olmadan da alt olmaz; köleci olmasa köle olmaz, köle olmadan da köleci olmaz vb
. Bütün bunlar hem
bir
birlik hem de bir savasým içindedir. Bu savasýma mantýk dilinde çelisme de denir. Doðasal,
ilinçsel ve toplumsal
nesne ve olaylarda sayýsýz çelismeler ve alt çelismeler vardýr. Örneðin toplumda kentlilerl
lüler, tüketimle
yatýrým, sanayiyle tarým çelisirler. Ayrýca, her çelisme içinde de, sayýsýz alt çelismeler
neðin sanayi içinde
çelik sanayiyle kimya sanayi, köylü sýnýfý içinde topraklý köylülerle topraksýz köylüler çe
çelismelerin içinde, belli bir anda, bir çelisme yüze çýkar ve topluma yön vermeye baslar:
çeliski budur. Ne var
ki bu ana çeliski amacýna ulasmayabilir, kosullarýn deðismesiyle yönverici etkisini baska
bir çelismeye býrakabilir.
Diyalektikçinin görevi, olayý, bütünüyle ve deðisen kosullarý içinde her an gözlemek ve ana
her an somut
olarak yakalayýp meydana koymaktýr: Ana çeliski, dümdüz bir çizgi üstünde gelismez. Çelisme
lli bir anda ve
belli bir biçimde, kaynasýrlar. Bu kaynasma sonunda bir öncekinden nitelikçe farklý yeni b
ir durum meydana gelir.
Artýk bu yeni durumun ana çeliskisi, bir önceki durumun ana çeliskisinden baskadýr. Herhan
gi bir varlýðýn içindeki
sayýsýz çelismelerden gelismeye yönveren çelisme ana çelisme olduðu gibi bu ana çelismenin
arsýt ucundan
gelismeye yönveren ucu da ana uç' tur. Bir çelismenin her iki ucu ayný güçte deðildir, uçla
biri öbüründen
daha baskýn çýkýp gelismeyi kendi yönüne çeker. Örneðin bilinçsel bilgi edinme sürecinde bi
e bilgi ana
çelismedir, bilgi edinme isteði daha baskýn çýkarsa bu ana çelismenin bilgi ucu ana uç olur
süreci bilgilenmeye
doðru gelistirmeye baslar. Gelisme, bu çeliskinin sürekli olarak kendini ortaya koyusu
ölçüsündedir. Her
bilgilenme asamasý bu çeliskinin çözümlenmesi, esdeyisle asýlmasýdýr. Ama her çözümlenmede
ndini
yeniden ortaya koyar, bilgilenme böylelikle ilerler. Daha az bilgiden daha çok bilgi
lere dereceli olarak geçisler
(gelisme), bilinçsel bir devim (hareket)'dir. Devim ve gelisme, karsýtlarýn savasýmýnýn son
cu olduðundan bu
yasaya
eytisimin özü denir. Gerçekten de eytisimin yapýsý bu birlik ve savasýmdýr, eytisim deyimin
anlasýlmasý
gereken bu birlik ve savasýmdýr. Her nesne, olay ve süreçte eytisimsel birlik ve savasým iç
eldir, hiçbir dýs etkiyi
gerektirmez, esdeyisle dýssal bir etkinin sonucu deðildir. Kaldý ki eytisimsel deyimi
daima içsel olaný dilegetirir;
örneðin bir meyvenin aðaçtan koparýlmasý mekanik bir devim, kendiliðinden olgunlasýp düsmes
imsel bir
devimdir. Karsýtlarýn birliði ve savasýmý da böylece eytisimsel, esdeyisle içseldir. Karsýt
irliði ve savasýmý
yasasý, devimin ve gelismenin kendiliðindenliðini dilegetirir. Ana çelismenin iki ucunda
n biri nasýl baskýn çýkar da
ana uç olur? Bunu daha iyi anlayabilmek için doðadan bir örnek, su örneðini ele alalým. Su,
99 dereceleri
arasýnda sývý, 0 derecede katý su (buz), 100 derecede buhar su (su buharý) olur. Bu deðisme
eri saðlayan suyun
içindeki bitisme daðýlma güçleridir. Su, sývý durumundayken bu çelisme gizlidir, henüz ana
urumuna
yükselmemistir, göreli bir denge görünümü içindedir. Bitisme daðýlma çeliskisi ana çeliski
tisme
ucu baskýn çýkýp ana uç olursa su katýlasýp buz olur, daðýlma ucu baskýn çýkýp ana uç olurs
buharý
olur. Bu içsel yasada uçlardan birini ya da ötekini baskýn çýkaran bir dýs kosul'dur, ýsý'd
lýrsa bitisme ucu,
ýsý çoðalýrsa daðýlma ucu öbürünü alteder. Ama hiçbir zaman unutulmamalýdýr ki dýs kosul, i
hiçbir rol oynayamaz. Isý olmayýnca yumurta civcivlesmez, ne var ki ýsý yumurta biçimindeki
bir tas parçasýný da
civcivlestiremez. Bunun gibi, bilgilenme sürecindeki bilgisizlik bilgi çelismesini i
sletebilmek için gereken, örneðin
bir mevkie geçmek için bir diploma elde etme dýs kosulu da bir eseði hiçbir zaman bir heki
m ya da bir avukat
yaptýramaz. Ýç çeliskiler, az ya da çok gelismis de olsalar temeldirler. Dýs kosullar daima
ikincildir. Kaldý ki iç
çeliskiler yeteri kadar gelismemislerse incelenemezler. Bundan ötürüdür ki örneðin anamalcý
düzeni
XViii'nci yüzyýlda gereði gibi incelenemezdi, çünkü ana çeliskisi henüz gelismemis ve yüzey
undan
ötürü ancak bölümsel görünüsleri yakalanabilirdi ki Marx'tan önce gelenler de bunu yapabilm
r. Yeni
baslamýs bir sürecin görüntülerini vaktinden önce genellestirip sonuç çýkarmaya çalýsmak, m
k
demektir.
Bu yasa, eytisimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin ortaya koyduðu öbür iki yasayla daha da a
anýr. Ýkinci yasa,
olumsuzlanmanýn olumsuzlanmasý yasasý (Os. Ýnkarýn inkarý kanunu, Fr. La loi de negation dc
la negation, Ýng.
Law of negation of negation)'dýr. Karsýtlarýn birliði ve savasýmý yasasý'yla nicelikten nit
geçis yasasý adlarýný
tasýyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlamanýn olumsuzlanmasý yasasý doðanýn, bil
in ve toplumun
evriminde geçerli olan evrensel bir yasadýr. Sonsuz ve sýnýrsýz evrim, tüm evrende bu üç ya
slemesiyle
gerçeklesir. Sonsuz ve sýnýrsýz evrende sonlu ve sýnýrlý olan nesne ve olaylar bu yasalarla
r, büyür ve ölürler.
Ne var ki ölümleri de yeni bir doðumu saðlamak, esdeyisle genel gelismeyi gerçeklestirmek
içindir. Her yeni eskir
ve yerini daha yenisine býrakýr. Eski'nin yerini yeni'ye býrakmasý, olumsuzlamanýn olumsuz
lanmasýdýr. Çünkü eski,
bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olaný olumsuzlayarak varlasmýs ve yeni olar
ak kendini meydana
koymustu. Simdiyse bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni olan tarafýndan olu
msuzlanmaktadýr. Bundan
ötürüdür ki eski varolus biçimleri olumsuzlanmadýkça hiçbir alanda gelisme olmaz. Olumsuzla
olumsuzlanmasý yasasý, karsýtlarýn birliði ve savasýmý yasasýnýn doðal ve zorunlu sonucudur
her nesne,
olay ya da süreç birbirlerini karsýlýklý olarak yoketmeye çalýsan çesitli karsýt yönler ve
asýr. Bu, onlarýn
savasýmýdýr. Ama bütün bu karsýt yönler ve eðilimler, ayný zamanda, birbirleriyle sýkýca ba
lmadan
öbürü de olamaz. Bu da onlarýn birliðidir. Gelisme sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlamasý,
sýtlar arasýndaki
çeliskilerin çözülmesinden ve asýlmasýndan baska bir sey deðildir. Olumsuzlamanýn olumsuzla
asasý, ayný
zamanda nicelikten niteliðe geçis yasasýyla da organik bir baðlýlýk içindedir. Çünkü olumsu
ki bir
nitelikten
yeni bir niteliðe geçis demektir ki bu da niceliksel birikimlerin gereken olgunluða ul
astýklarý zaman sýçramayla
gerçeklesir. Her yeni, eskinin baðrýnda ve onun olumlu bölüm ve eðilimlerinden olusur; bund
n ötürüdür ki her
yeni, ayný zamanda eskinin daha yetkinlesmis ve gelismis bulunan özelliklerini de ta
sýr. Eytisimsel olumsuzlamayý,
metafizik olumsuzlamayla karýstýrmamak gerekir. Metafizik olumsuzlama eskinin tümüyle yo
kolup gitmesidir,
eytisimsel olumsuzlamaysa eskinin deðerli yanlarýnýn korunarak yeniye geçirilmesidir.
Böyle olmasaydý gelisme gerçeklesemezdi. Nitekim metafiziðe göre gelisme bir kýsýr döngüdür
e dönüs
yönündedir. Eytisimsel gelisme anlayýsý da gelisme sürecinde zaman zaman eskiye dönüslerin
lýðýný kabul eder;
ne var ki son çözümlemede gelisme daima alttan üste, basitten karmasýða, asaðýdan yukarýya
az
gelismisten
daha çok gelismise doðru ilerler. Dünya tarihini, düz, geriye dönüssüz, büyük sýçramalarla
doðru giden
bir devim olarak görmek diyalektiðe ve bilime aykýrý bir görüstür, yanlýstýr. Geriye dönüsl
n olabilir,
ama toplum son çözümlemede sürekli bir ilerleyis içindedir. Bir sosyo ekonomik olusum, dai
ma, yerini,
kendisinden daha yetkin bir sosyo ekonomik olusuma býrakmýstýr ve býrakacaktýr. Gelisme, o
lumsuzlamanýn
olumsuzlanmasý asamasýnda, daha önceki asamalarýn olumlu özellik ve eðilimlerini daha yetki
bir biçimde
tekrarladýðýndan, alttan üste doðru örneðin bir uzay gemisinin göðe yükselisi gibi dümdüz b
z, sarmal
(Os. Helezoni, Fr. Spiral) bir yol izler. Sarmal gelisme, idealist anlayýslý dairese
l gelismeye karsýt olarak, diyalektik
gelisme anlayýsýný dilegetirir. Hegel'in sav karsýsav biresim sürecinde meydana geldiðini s
ptadýðý her seyin
karsýtýna dönüsmesi olgusunu açýklar. Her sey karsýtýna dönüsür, ama daha üstün bir düzeyde
olarak dönüsür. Böyle olmasaydý gelisme gerçeklesmezdi ve diyalektik süreç bir karsýtlýðýn
birbirlerine dönüsmelerinden ibaret bir tekrarlar dizisi olurdu. Diyalektik özdekçiliðe gör
tarihsel gelisme, sarmal
bir gelismedir. Tarih tekrarlamalardan ibarettir sözü bu sarmal gelisimi görememekten
doðmustur. Her sey
karsýtna dönüsür, tavuk yumurta ve yumurta tavuk olur. Ama bu dönüsme bir mekiðin devimi gi
iki uç arasýnda
dengeli bir gidis gelis deðildir, daha yüksek ve daha ileri bir asamaya dönüstür. Ýyice inc
lenirse görülür ki tavuk
yumurta ve yumurta tavuk olmaz, tavuktan yumurtalar çýkar ve o yumurtalardan da birçok
tavuklar meydana gelir.
Artýk o çýktýðý yumurtaya ya da tavuða dönüs deðil, birçok yumurtalara ve birçok tavuklara,
yisle
ileri ve üstün bir asamaya gelisme'dir. Demek ki nesneler sarmal bir sürece uyarak gel
isirler ve ayný noktaya
dönüsmeyip daha üstün bir düzeye ulasýrlar. Toplumun evrimi de böylesine sarmal bir evrimdi
Bu yüzdendir ki
tarihin tekrarlardan ibaret olduðu sözü, yanlýs bir sözdür. Tarih hiçbir zaman tekrarlanmam
e tekrarlanamaz.
Herakleitos'un dediði gibi, ayný nehre iki kez girilemez, çünkü sular sürekli olarak akmakt
dýr. Eytisimsel
olumsuzlama mekanik olumsuzlamadan da titizlikle ayýrdedilmelidir. Mekanik olumsuz
lamada olumsuzlanan
nesne
bir dýs etkenle yokedilir, eytisimsel olumsuzlamadaysa onu ortadan kaldýran kendi iç çel
iskilerinin gelisimsel
asýlmasýdýr. Örneðin bir böceðin üstüne ayaðýmýzý bastýrýp öldürebiliriz, bu mekanik olumsu
yasamýný tamamlayýp kendiliðinden ölür, bu eytisimsel olumsuzlamadýr. Mekanik olumsuzlama d
irçok
durumlarda yararlý olabilir; örneðin zararlý böcekler bu yolla yokedilir, buðdaydan bu yoll
un ve ekmek yapýlýr.
Olumsuzlamanýn olumsuzlanmasý deyimi, dilimizde, yadsýmanýn yadsýnmasý deyimiyle de dileget
rilir.
Eytisimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin ilerisürdüðü üçüncü evrensel yasa, nicelikten nite
Os.
Kemmiyetin keyfiyete intikali kanunu, Fr. La loi de passage de la quantite a la
qualite, Ýng. Law of transition from
quantity to quality)'dýr. Eytisimsel özdekçiliðin meydana koyduðu bu yasa, doðada, bilinçte
toplumda alt
olandan üst olana doðru ilerlemenin hangi kosullar altýnda gerçeklestiðini açýklar. Bu nesn
yasaya göre her türlü
gelisme, nicelikçe birikmelerin zorunlu olarak nitelik deðisimini gerektirmesiyle ge
rçeklesir. Örneðin yüz dereceye
kadar kaynatýlan su nitelik deðistirip buhar olur, bilgisi çoðalan týp öðrencisi nitelik de
rip hekim olur, gerekli
oy sayýsýný bulan milletvekili adayý nitelik deðistirip milletvekili olur vb... Bu nesnel
ve evrensel yasa evrim ve
devrim deyimleriyle de dilegetirilir. Evrim ve devrim, gelismenin, birbirlerine
sýkýca baðýmlý iki yarýdýr. Gelismenin
gerçeklesebilmesi için bir yanda nicelikçe birikmeler (evrim), öbür yanda nitelikçe deðisme
(devrim) gereklidir.
Evrimsel gelisme, zorunlu olarak, devrimsel gelismeyi doðurur. Nicelikten niteliðe b
u geçis, ani olarak, sýçrama'yla
gerçeklesir. Örneðin 99 dereceye kadar niteliðini sürdüren su bir derece daha ýsýnmakla bir
re buhar, bin oy
almasý gereken ve 999 oya kadar aday niteliðini sürdüren kisi bir oy daha almakla birden
bire milletvekili olur.
Doða, toplum ve bilinç bu yasayla devinir ve gelisir. Gerçeklesen, eski'nin yokolarak
yerini yeni'ye býrakmasýdýr.
Ne var ki bu yeni, her gelisme sürecinde mutlaka eskiyle zýtlasan bir yeni deðildir. Y
eni, kendinden önceki
asamaya göre yeni olduðu halde, kendinden sonraki asamaya göre eskidir. Kimi yerde de
yenilesmis bulunduðu
halde eski yapýsýný sürdürür. Örneðin, iç çelismelerdeki nicel birikimin gerekli sýnýrý ast
emperyalizm asamasýna sýçramýstýr, ama gene de anamalcýlýk yapýsýný korumaktadýr. Bu demekt
az
yetkin
bir yapýya göre niteliksel olan deðisme, daha yetkin bir yapýya göre nicelikseldir. Niceli
ksel deðismelerle niteliksel
deðismeler de birbirlerine sýkýca baðýmlýdýrlar, nicelik deðismeleri nitelik deðismelerini
ibi nitelik
deðismeleri de nicelik deðismelerini doðurur. Örneðin yeni bir makine (nitelik) üretimi art
(nicelik) üretimin
artmasý (nicelik) daha gelismis bir makineyi (nitelik) gerektirir, daha gelismis b
ir makine de (nitelik) üretimi daha
çok artýrýr (nicelik) vb... Eytisimsel özdekçi çözümleme nicelik'le nitelik'in nesnel gerçe
rinden ayrýlmaz iki
yaný olduðunu açýklamýstýr.
Nicelikle nitelik baðýmlýdýrlar, birbirlerine dönüsürler, ayrýstýrýlamazlar. Sadece nicel y
ce nitel olan hiçbir
sey yoktur. Soyut kavramlar bile bu baðlantýdan koparýlamazlar. Örneðin üç (nicelik) ya kal
ir, ya insandýr, ya
elmadýr (nitelik); güzel (nitelik) ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha güzeldir (nicel
k). Engels, Dialektik der
Natur adlý yapýtýnda, en soyut nicelik olan sayýlarýn da bir niteliði bulunduðunu göstermis
16 sayýsý sadece 16
tane 1'in toplamý deðil, ayný zamanda 4'ün karesi ve 2'nin dördüncü kuvvetidir. Temel sayýl
aska sayýlarýn
kendileriyle çarpýmýndan meydana gelen sayýlara yeni ve kesin nitelikler verirler. Her n
esne ve olay, belli bir
nitelikle belli bir niceliðin birliðidir. Bu birliðin bozulmasý o nesne ya da olayý baska
bir nesne ya da olaya
dönüstürür. Bir seyin neyse o kalmasý için niteliksel yanýyla niceliksel yanýnýn belli bir
birlesmis, dengeye
girmis olmasý gerekir. Örneðin azotla oksijenin bilesiminden meydana gelmis, ama birbi
rlerinden baska olan çok
sayýda madde vardýr. Ýki azotun bir oksijenle birliði güldürücü bir gaz, iki azotun bes oks
e birliði katý bir
kristaldir. Gazýn gaz ve kristalin kristal olabilmesi için niceliklerinin nitelikler
iyle kurduðu dengenin bozulmamasý
gerekir. Bu dengenin bozulmasý, örneðin dört oksijenin eklenmesi ya da çýkarýlmasý, gazý kr
ve kristali gaza
dönüstürür. Bu dönüsme için, örneðimizde olduðu gibi niceliðin azalmasý ya da çoðalmasý da
deðildir, niceliðin toplam olarak ayný kaldýðý halde birlikteki dengesel orantýsýný deðisti
yeter. Örneðin
ýsýyý mekanik devime ya da mekanik devimi ýsýya çevirdiðimiz zaman nicelik toplam olarak ay
ldýðý halde
nitelik deðismektedir. Ne var ki ýsýdan azalan nicelik devime ya da devimden azalan ni
celik ýsýya eklenmistir.
Demek ki bir nesnenin neyse o kalmasý için niteliðiyle niceliði arasýndaki dengeyi korumasý
gerekir, bu denge
bozuldu mu o nesne baska bir nesne olur. Ne var ki bir nesnenin nitelik deðistirme
si için, son örneðimizde olduðu
gibi, toplam olarak deðismese bile, herhalde bir nicelik deðisimi gereklidir. Niceli
k deðismesi olmaksýzýn nitelik
deðismesi mümkün deðildir. Nicelikle niteliðin baðýmlý birliðinde temel olan niteliktir, çü
ya da olayýn
az ya da çok sürekli bir varlýk biçimi vardýr ve niceliksel olarak deðisirken bu niteliksel
varlýk biçimini belli bir
sýnýra kadar sürdürür. Niteliðin deðismesi için niceliðin deðismesi zorunludur, ama her nic
mi nitelik
deðisimini gerektirmez. Niteliðin deðismesi için niceliðin belli bir sýnýrý asacak derecede
esi, esdeyisle belli
bir nesne ya da olayýn birliðinde nitelikle iliskisel dengesini bozacak kadar azalma
sý ya da çoðalmasý gerekir.
Örneðin 1-99 ýsý dereceleri arasýnda su niteliðinde olan iki hidrojenle bir oksijen 0 ýsý d
sinde buz ve 100 ýsý
derecesinde gaz niteliðine dönüsür. Bunun gibi, anamalcý bir toplumda toplumcularýn sayýsý
sayýsýnýn
yarýsýna kadar çoðalsa da o toplumun anamalcý niteliðini deðistiremez, seçim sýnýrý olan se
asýnca toplumun niteliði deðisir ve anamalcý toplum toplumcu toplum olur. Demek ki belli
bir göreli denge sýnýrýný
asan her nicelik deðisimi bir nitelik deðisimini zorunlu kýlar. Ne var ki her nitelik
deðisimi de yeni nicelik
deðismelerine yol açar, olanak saðlar. Devimin ve gelismenin (hareketin ve inkisafýn) te
mel yasasý budur.
Görüldüðü gibi bu üç evrensel yasa birbirleriyle sýkýca baðýmlýdýr ve doðasal-bilinçsel-top
kinin
yerini daima yeninin nasýl aldýðýný açýklar. Yeni (Os. Cedid, Fr. Nouveau), tarihsel kosull
a gelismenin ürünüdür,
gelismeyi gerçeklestirir ve yönlendirir. Eski (Os. Kadim, Fr. Ancien) de gelismenin
engelleyicisidir. Birbirleriyle
baðýmlý olarak eskiyle yeninin savasýmý, gelisme ve ilerleme olayýnýn itici gücüdür. Her ye
u olarak eskir ve
her eski zorunlu olarak yerini yeniye býrakýr. Bu, evrensel bir yasadýr; doðada olduðu kad
ar toplumda ve bilinçte de
geçerlidir. Her eski, yeninin tohumunu baðrýnda tasýr ve her yeni, eskinin baðrýnda olusur.
Yeni, eskideki
çelismeleri sona erdirir ve yeni çelismelere olanak saðlar. Bu yeni çelismeler, gelisme
sürecini sürdürür. Bu süreç
nesneldir, insan iradesinden ve bilincinden baðýmsýzdýr. Yeni, eskiyle savasýmýnda, eskiyi
okederken onun olumlu
yanlarýný alýr ve kendi gelisimine katar, esdeyisle daha da gelistirerek sürdürür. Niceliks
l birikimlerin sonunda
niteliksel bir deðisimi gerçeklestiren yeni daima bir sýçramayla (birdenbire, ani olarak
) ortaya çýkar, ne var ki her
ortaya çýkan sey yeni deðildir. Ancak gelisimsel olusumlar (gelismenin ürünü olan ve gelism
yi sürdüren
olusumlar) yenidir. Yeninin ortaya çýkýsýnda eski ona göre daha güçlüdür, ne var ki yeni ge
l karakteri
nedeniyle zamanla güçlenir ve eskiyi alteder.
Bu üç evrensel yasa, tarih ve toplum anlayýslarýný kökünden deðistirmis ve onlarýn nesnel y
süreç
olduklarýný tanýtlayarak bilimsellestirmistir. Nesnel yasalarýnýn dýsýnda, idealist ve meta
ik bir düzeyde ele alýnan
tarih ve toplumbilimin ve bunlarýn temeli olan ekonominin bilimsellikten ne kadar
uzak bulunduklarý bütün
gülünçlükleriyle artýk ortadadýr.
Tarihsel ve eytisimsel özdekçilik öðretisinden önce tarih, ya doðaüstü güçlerce yönetilen y
nlarýn
rastlantýsal olarak ve keyiflerine göre biçimlendirdikleri bir olaylar dizisi olarak görülü
ordu. Bununla beraber,
tarihin doðal bir süreç olduðunu sezen tarihçiler de çýkmýstýr. Basta Arap bilgini Ýbni Hal
üzere A.
Thierry, F. Guizot, F. Mignet gibi 1830-1840 restorasyon dönemi Fransýz tarihçileri (Ýng
. French historians of the
restoration) bunlardandýr. Ne var ki hiçbiri sorunun kökenine inememisler ve idealist
bir düzeyde yüzeysel
gözlemlerle yetinmek zorunda kalmýslardýr. Tarihsel ve eytisimsel özdekçilik öncesi tarih b
limine tümüyle idealist
tarih görüsü (Ýng. Idealistic understanding of history) egemendir. Örneðin Hegel, tarihi, i
san bilincinden üstün bir
tümel bilincin yön verisiyle; sol Hegelciler, tarihi, önder insanlarýn yön verisiyle açýkla
r. Çaðdas Ýngiliz tarihçisi
Toynbee'ye göre de tarih, tanrýsal bir planýn gerçeklesmesidir. Gerçekte tarih, doðal ve to
lumsal gelisme
süreci'dir. Toplum tarihi, doða tarihinden farklý olarak, insanlarca yapýlýr. Ne var ki ta
rihi yapan insanlar, idealist
tarih anlayýsýnda ilerisürüldüðü gibi önder kisiler deðil, üretim faaliyetinde bulunan halk
hin ilk
temel kosulunu, esdeyisle insanlarýn tarih yapabilmeleri için yasamalarý gerektiði kosul
unu ilerisürmekle ise
baslamalýyýz. Yasam, her seyden önce yemek, içmek, giyinmek, barýnmak vb. demektir. Demek
ki ilk tarihsel
eylem,
bu gereksinimleri karsýlayan araçlarýn, esdeyisle özdeksel yasamýn kendisinin üretilmesidir
Bu, binlerce yýl önce
olduðu gibi bugün de insan yasamýný sürdürmek için her günün her saatinde yerine getirilmes
en tarihsel bir
eylemdir, tüm tarihin temel olgusudur... Demek ki daha ilk bastan insanlarýn birbirl
eriyle özdeksel bir baðlantý
içinde olduklarý ve bu baðlantýnýn insanlarýn gereksinimler ve üretim tarzlarýnca belirlend
insanlar kadar eski
olduðu bir gerçektir. Bu baðlantý, durmadan yeni biçimlere girerek her türlü siyasal ve din
saçmalýklardan
baðýmsýz bir tarih ortaya koymaktadýr... Bugüne kadar tarihin bu gerçek temeli ya hiç göz ö
mýs, ya da
tarihin gelismesini ilgilendirmeyen bir konu sayýlmýstýr. Bu yüzden de tarih, her zaman,
mutlaka kendi dýsýnda bir
ölçüte göre yazýlmýstýr. Buna karsýlýk gerçekten tarihsel olan ne varsa tarih dýsýna itilmi
de
târihte
sadece prenslerle devletlerin siyasal eylemleri, dinsel ya da baska türden kuramsa
l kavgalar görülebilmistir...
Gerçekte, tarihteki tüm çatýsmalarýn kaynaðý, üretim güçleriyle üretim iliskileri arasýndak
timin
gelismesi nesnel bir zorunluk, bir toplum yasasýdýr. Ýnsanlar, üretimlerini gelistirmede
n yasayamazlar. Üretimsel
gelisme sürecindeyse ilk gelisen üretim güçleri bunlarýn içinde de en hýzlý gelisen üretim
Daha az
çalýsmayla daha çok verim elde edebilmek için insanlar sürekli olarak üretim araçlarýný gel
ler, sürekli olarak
daha yetkinlerini meydana koyarlar.
Üretim iliskileri'yse bu hýzlý gelismeye hiçbir zaman ayak uyduramaz, köhner, kokusur ve d
ev adýmlarýyla ilerleyen
üretim güçlerinin ayaklarýna takýlarak onlarý kösteklemeye baslar. Ýste dönüsüm bu yüzden z
e
ilerlemis
üretim güçleri köhnemis üretim iliskilerini yýkýp devirerek kendilerine uygun yeni üretim i
leri olustururlar.
Tarihsel süreçteki tüm toplumlarýn basýna gelen budur. Örneðin köleci toplumun baslangýcýnd
uðuna
çalýstýrýlan kölelerle köle sahipleri arasýndaki üretim iliskileri, köle emeðiyle gerçekles
el tarýma pek
uygundu. Bu yüzden de köleci toplum günden güne hýzla gelismeye baslamýstý. Ne var ki bu ge
me ilkin üretim
araçlarýný gelistirdi, yeni ve pahalý üretim araçlarý icadedildi. Bu yeni üretim araçlarýna
arý
olmadýðýndan ötürü, en küçük bir ilgi duymayan köleler ya onlarý hiç kullanamadýlar, ya da
kullanamadýlar, kýrýp bozmaya basladýlar. Kölelerle köle sahipleri arasýndaki üretim iliski
hýzla gelisen üretim
araçlarýna uymuyor ve onlarý, eskiden olduðu gibi desteklemek yerine, kösteklemeye baslýyor
u. Bu yüzden de
elde
edecekleri verimden kölelere bir pay vermek zorunluðu doðdu Ktile (Fr. Esclave) böylelik
le toprak kölesi (Fr.
Serf)'ne, ktileci (Fr. Esclavagiste) toprak beyi (Fr. Seigneur)'ne ve köleci toplu
m feodal topluma dönüstü. Feodal
toplumun baslangýcýnda toprak köleleriyle toprak beyleri arasýndaki üretim iliskileri yeni
üretim güçlerine uygun
gelmis ve toplumu gelistirmeye baslamýstý.
Ta ki yeni üretim güçleri meydana çýkýp köhnemeye baslayan feodal üretim iliskilerini asýnc
ar: Tarih
kendi amaçlarýna ulasmaya çalýsan insan faaliyetinden baska hiçbir sey deðildir. Tarihi ins
nlar yapar, ama
görüldüðü gibi bunu keyiflerine göre yapamazlar. Ýnsanlar, üretim güçleri ve üretim iliskil
rlenirler.
Üretim güçleri ve üretim iliskileriyse kendilerinden önceki kusaklarca hazýrlanmýstýr. Ýnsa
iledikleri bir
ortamda deðil, böylesine zorunlu bir ortamda doðarlar. Ýçinde gözlerini açtýklarý ortamýn,
nden önce
varlasmýs yasalarýna uymak zorundadýrlar. Bundan ötürüdür ki insanlýk tarihi, insanlar tara
yapýldýðý halde,
yasalý ve esdeyisle nesnel bir süreçtir. Ama insanlar amaçlý faaliyetleriyle, kendilerinde
n baðýmsýz olan bu nesnel
süreci etkileyip deðistirebilirler. O zaman, var bulunan ortam yeni bir ortama ve va
r bulunan nesnel yasalar da yeni
nesnel yasalara dönüsür.
Ýnsanlýk tarihi, toplumsal ekonomik formasyonlarýn deðisim ve dönüsüm tarihidir.
Toplumun yapýsý ve nasýl olmasý gerektiði üstündeki düsünceler pek eskidir. Ama Batý gelene
antikçað
Yunan düsüncesinden yola çýkmak gerekirse, bu alanda gene Platon'la Aristoteles'i karsýmýzd
buluruz. Onlardan
önce de Herodotos, adý bilinmeyen ve Yaslý Oligarkh diye anýlan bir düsünür, Perikles, Thuk
des gibi bu konuda
düsünmüs olan kisiler vardýr. Ne var ki Platon'la Aristoteles bütün bu daðýnýk düsünceleri
en ilk
düsünürlerdir. Daha sonra Polybios, Cicero, Seneca, Augustinus, Aquino'lu Thomas, Padu
a'lý Marsiglio,
Machiavelli, Calvin, Brutus, Bodin, Hobbes, Locke, Spinoza vb. gibi pek çok düsünür siya
sal ve ekonomik
açýlardan toplumu incelemisler ve ona biçim vermeye çalýsmýslardýr. Thomas More, Francis Ba
, Thomasso
Campanella, Valantin Andrea, Barclay, Heyvood, Winstanley, Harrington, Gabriel F
oigny, Vairasse, Morelly,
Gabriel Mably vb. gibi birçok ütopyacýlarý da katarsak toplum üstüne düsünmüs olanlarýn say
çoðalýr.
Bununla beraber toplumbilimi baðýmsýz bir bilim olarak kuran, onun adýný da koymus bulunan
, Fransýz düsünürü
ve ünlü olgucu Auguste Comte'dur. Onun hemen ardýndan, Avrupa isçileri arasýnda yaptýðý ank
monografilerle,
Fransýz maden mühendisi Le Play (1806-1882) gelir. Öyle ki, kimi toplumbilim tarihçileri
, toplumbilimin
kurucularý olarak Comte'la Le Play'i birlikte gösterirler (Örneðin bkz. Prof. Nurettin S
azi Kösemihal, Sosyoloji
Tarihi, Önsöz). Daha sonra, Fransýz düsünürü Emile Durkheim (1858-1917)'in, bu metafizik ya
plumbilime
katkýlarý olmustur. Ýdealist ve metafizik yapýlý toplumbilimin baslýca karakteri; tutarsýzl
yerde gülünçlük
derecesine varan metafizik gevezelikleri ve egemen sýnýflarýn çýkarlarýný yansýtmasýdýr. Ör
a, kilise
inaklarýna dayanan ve kilisenin çýkarlarýný yansýtan tanrýbilimsel toplumbilim (Os. Ýçtimai
iyye, Fr.
Sociologie theolobique) öðretileri olusmustur. Bu toplumbilimin ilerigelen temsilcil
eri ermis Augustinus'la ermis
Thomas'dýr. Bunlar toplumu ve dolayýsýyla tarihi, tanrýnýn olusturduðu ve yönettiði kanýsýn
u yüzden de
tanrýnýn yeryüzündeki temsilcisi olarak kilisenin egemenliðini ve çýkarlarýný pekistiriyorl
dalizm çökmeye
yüz tutunca Machiavelli ortaya çýktý ve prenslerin çýkarlarýný yansýtan bir toplum öðretisi
. Anamalcýlýðýn
egemen olduðu çaðdaysa Tönnies, Simmel, Weber, Wiese vb. gibi anamalcýlarýn çýkarlarýný yan
toplumbilimciler türedi. Metafizik ve idealist toplumbilimin baslýca tutarsýzlýðý, toplumun
nesnel gelisme
yasalarýný anlayamamasý ya da anlamazlýktan gelmesi dolayýsýyla toplumsal gelismenin nedenl
rini çok
çesitli ve birbirine karsýt yönlerde aramasýdýr. Bu idealist toplumbilimcilerinden kimiler
i toplumsal
olaylarý fizik doðaya, kimileri yasambilimsel örgenliklere, kimileri insanbilimsel ola
ylara, kimileri içgüdülere,
kimileri yasam kavgasýna, kimileri ruhbilimsel olaylara vb. indirger. Bu çok yönlülük, onl
arýn, bilimsel bir toplum
bilgisi düzeyinde birlesmelerini olanaksýz kýlar. Kaldý ki, vardýklarý sonuçlar da birtakým
mdýsý saçmalýklardýr ve
zaten ipe sapa gelmemeleri yüzünden birbirleriyle birlestirilemezler. Bunlar, inanýlam
ayacak ölçüde
gevezeliklerdir.
Örneðin Alman toplumbilimcisi Otto Ammon, bir toplumda uzun kafalýlarýn artýsýyla toplumsal
gelismeyi oranlý
kýlar. Toplum, uzun kafalýlarýn artmasýyla gelisirmis. Bir baskasý, Fransýz toplumbilimcisi
Vacher de Lapouge,
Fransa'nýn Amerika'ya göre gerilemesini Fransa'da uzun kafalýlarýn azalmasýna baðlar, Ameri
a'da uzun kafalýlar
artýyor ve Amerika bu yüzden gelisiyormus. Ýdealist toplumbilim, toplum ve onun gelism
e yasalarý üstünde,
bütünsel bir görüs saðlayamadýðýndan, ruhbilimsel, örgensel, coðrafyasal, yasambilimsel, ýr
sal, dinsel
vb. gibi çok çesitli okullara bölünmüstür. Bu yüzden de, genel bir toplumbilim kuramý meyda
tirmenin
olanaksýzlýðýný savunurlar. Toplumla bireyin çýkarlarýný karsýtlastýrýrlar, gerçekte bu kar
y
arasýnda deðil, karsýt sýnýflarda olduðunu görmezlikten gelip sonsuz (ebedi) olduðunu savun
. Usaaykýrýcý ve
bilinemezcidirler, toplumun planlý olarak yürütülebileceðini ve bilimsel öngörüyü yadsýrlar
çesitli
bölümlere ayýrýrlar ve aile toplumbilimi, kýr toplumbilimi, kent toplumbilimi, sanayi topl
umbilimi, eðitim
toplumbilim, sanat toplumbilimi, din toplumbilimi, bilim toplumbilimi vb. gibi b
irbirleriyle baðdasmaz sayýsýz
toplumbilimler ilerisürerler. Oysa bütün bunlar, toplumun temel yapýsýný belirleyen bir bir
ik içinde, tek bir
toplumbilimdir. Bizzat bir Amerikan toplumbilimcisi Robert K. Merton, Amerika'da
bes bin kadar toplumbilimci
bulunduðunu ve bunlardan her birinin de kendilerine özgü birer toplumbilimi olduðunu yaz
maktadýr. Baska bir
Amerikan toplumbilimcisi E. G. Hughes, dünya besinci toplumbilim kongresinde, tek
bir toplumbilim olmadýðýný
ve Amerikan, Rus, Yugoslav, Çin, Ýtalya vb. gibi her ülkeye özgü çesitli toplumbilimler bul
nduðunu söylemistir.
Ýdealist toplumbilimin toplumbilim anlayýsý ve bugünkü görünümü budur. Çaðdas toplumbilimci
ayýs ve
görünümde, yeni kuramlar gelistirmektedirler. Bunlardan biri, Amerikalý toplumbilimci Le
ster Ward'ui kurduðu
ruhbilimsel toplumbilim (Os. Ýlmülruhi içtimaiyat, Fr. Sociologie psychologique)'tir.
Fransýz toplumbilimcisi Gabriel Tarde'la Alman toplumbilimcisi George Simmel de çesi
tli açýlardan onu
izlemislerdir. Ward'ýn anlayýsýna göre toplumsal olaylarýn güdücüsü, bireylerin ruhsal yapý
dan olusan
ortaklasa ruhsal yapýdýr. Tarde da insanlarýn birbirlerini taklit etmelerini toplumsal
gelismenin temel yasasý sayar.
Bu düsüncelerin saçmalýðý gizlenemez ölçüde anlasýlýnca, ruhbilimsel toplum bilim, ekinsel
(Os. Harsi
içtimaiyat, Fr. Sociologie culturelle)'e dönüsmüstür. Bu anlayýsa göre de toplumsal gelisme
nedeni, ekinsel
(kültürel) ilerlemedir. A. Weberin baskanlýðýný yaptýðý bu okul da ruhbilimciliðe düsmekle
ana
koymus olmaktadýr. Çaðdas toplumbilim kuramlarýnýn bir baskasý, öznel toplumbilim (Os. Enfü
maiyat, Fr.
Sociologie subjective) kuramýdýr. Seçkinler kuramý adýyla da anýlan bu öznelci toplumbilime
, topluma yön
veren seçkin kisilerdir, bu seçkin kisiler de para babalarýdýr. Ruhbilimsel toplumbilimi
n yeni bir uzantýsý, Rumen
Yahudisi asýllý Amerikan toplumbilimcisi ve ruhbilimcisi Jacob Levy Moreno'nun ortay
a attýðý sosyometri
anlayýsýdýr. Fabrikalardaki isçiler üstünde incelemeler yapan Moreno, sosyo ekonomik tüm so
larýn emekçilere
tiyatro oynatmakla çözümlenebileceðini ilerisürmüstür. Ýdealist toplumbilimin çaðdas bir bi
toplumbilim (Os. Ýhtibari içtimaiyat, Fr. Sociologie empirique)'dir. Amerikalý toplumb
ilimciler Lundberg, Dodd,
Mayo vb.'larýnýn basýný çektiði bu anlayýsa göre toplum, birbirinden baðýmsýz çesitli toplu
mekanik
bir toplamýdýr. Yukarda açýklandýðý gibi, çesitli toplumbilimler olusturan anlayýs, bu görg
lim anlayýsýdýr.
Çaðdas idealist toplumbilimin bir baska biçimi islevsel toplumbilim (Os. Uf'ulevi içtima
iyat, Fr. Sociologie
fonctionnelle)'dir. Amerikan toplumbilimcileri R. Merton, Pitirim Sorokin, T. Pa
rsons'un öncülük ettikleri bu
anlayýs, anamalcý düzendeki çeliskilerin sona erdiðini savunur. Bu sözde bilimcilere göre t
umun belirleyicisi, bir
toplumsal islev (Os. Ýçtimai uf'ule, Fr. Fonction sociale) olan tinsel deðerler, esdey
isle dindir. Çaðdas idealist
toplumbilimin bir baska akýmý, yasambilimsel toplumbilim (Os. Ýçtimaiyatý hayatiyye, Fr. S
ociologie
biologique)'dir. Bu anlayýs, toplumsal yasalarý yasambilimsel yasalara indirger ve y
asamaya hakký olan toplumun
en
güçlü toplum olduðunu savunur. En güçlü toplumsa, en üstün ýrklý toplumdur.
Çaðdas toplumbilim kuramlarý arasýnda Hitler düsçülüðünü yaratan romantik toplumbilim (Os.
içtimaiyat, Fr. Sociologie romantique)'dir. Basta Gobineau olmak üzere Günther, Krieck
, Rosenberg gibi Alman
toplumbilimcilerinin gelistirdikleri bu kurama göre en üstün ýrk, Arya ýrkýdýr ve bu ýrk bü
lýða egemen
olmalýdýr. Pek romantik olan bu kuram, basta Yahudi ýrký olmak üzere milyonlarca insanýn sa
as alanlarýnda bosu
bosuna can vermesine, toplama kamplarýnda canavarca iskencelere uðratýlmasýna yol açmýstýr.
toplumbilimin bir baska biçimi de doðalcý toplumbilim (Os. Ýçtimaiyatý tabiiyye, Fr. Sociol
gie naturaliste)'dir. Bu
akým, yasambilimci toplumbilimle ýrkçý toplumbilimin, Darvincilikle Matlhusçülüðün toplamýd
ilim
alanýnda ne kadar bilimdýsý öðe varsa tümünü içermistir. Nüfus olaylarýný da toplumsal geli
etkeni
sayar. Tarihsel ve eytisimsel özdekçilik öðretisi; toplumu olusturan, isleten ve gelisti
ren yasalarý kesfedip
sergilemekle toplumbilimi tüm idealist ve metafizik gevezeliklerden arýndýrmýs ve bilims
el toplumbilim (Os. Ýlmi
içtimaiyat, Fr. Sociologie scientifique)'i gerçeklestirmistir. Toplumsal gelismenin,
doðal ve tarihsel yasalý bir süreç
olduðu ilk kez bilimsel olarak tanýtlanmýstýr. Toplumu olusturan, isleten ve gelistiren
doðal ve tarihsel yasalarýn
bilinip tanýnmasý, insanlarýn toplumlarýna egemen olmalarýný olanaklý kýlmýstýr. Tarihsel ö
insanlarýn
geleceklerini güven altýna alabilmelerini saðlamýstýr. Bugün, ne toplumda ve ne de onun bil
minde, açýklanmamýs
ve
çözümlenmemis hiçbir sýr kalmamýstýr.
BÝLGÝ. Nasýl bilgi edinildiði sorunu felsefenin temel sorunlarýndan biridir ve felsefesel
düsüncenin baslangýcýndan
beri üstünde düsünülmüstür. Antikçað Yunan felsefesinde Demokritos'un açtýðý özdekçi yolla
düsünceci yolda gelistirilen bu sorun, ancak ve bilimsel olarak yansý kuramý'yla açýklanabi
mistir. Antikçaðda
Demokritos, özdeksel cisimlerin görünmez atomlar biçiminde imge (Yu. Eidola)'ler yaydýklarý
ve bu imgelerin
duyu örgenlerini etkileyerek bilgi saðladýðýný ilerisürmüstü. Bu, özdekçi ama çocuksu bir v
Platon'sa bilginin, ruhun bedene girmeden önceki varolusunda tanýdýðý ruhsal idea'larýn bed
nli ruhun anýmsama
(Yu. Anamnesis)'sýyla olustuðunu ilerisürmüstü. Bu, idealist ve bilimdýsý bir varsayýmdý. D
os'un çocuksu
özdekçi varsayýmý, Ýngiliz özdekçileri Hobbes, Locke; Fransýz özdekçileri Baron d'Holbach,
, Diderot;
Alman özdekçisi Feuerbach taraflarýndan gelistirildi. Ne var ki bütün bunlar öðrenme süreci
oplumsal ýrasýný ve
eytisimsel özünü görememisler ve metafizik tekyanlýlýkla yetinmek zorunda kalmýslardýr. Bu
izik özdekçilik,
bilgilenme sürecinde duyumun rolünü saltýklastýrmýs ve düsüncenin rolünü yadsýmýstýr, böyle
düsünce arasýndaki eytisimsel baðlantýyý kesfedememistir. Platon'un idealist ve bilimdýsý v
da ortaçað
skolastiðinde özellikle gerçekçiler, yeniçaðda Descartes ve Leibniz gibi usçularla ayný ide
ve bilimdýsý bir
doðrultuda gelistirilmistir. Bunlar da bilgiyi tümüyle düsüncenin ürünü sayarak bilgilenme
de düsüncenin
rolünü saltýklastýrmýslar, duyumun rolünü yadsýmýslardýr. Her iki kampýn yanýlgýsý ayný ned
de eytisimsel bilgiden yoksun bulunmaktýr. Bu yanýlgýlý özdekçi ve düsünceci bilgi kuramlar
kuramýyla
asýlmýstýr. Yansýma ve yansýtma (Al. Widersplegelung), özdeðin bir özelliðidir. Her özdek,
lesiminde,
baska bir özdekte yansýr ve baska bir özdeði yansýtýr. Yansý (Al.. Widerschein), yansýtýlan
kilenen
özdekte iç deðisime uðratýlarak yeniden üretilmesidir. Bilgi, nesnel gerçekliðin insan beyn
yansýmasýdýr. Ne
var
ki bu yansýma; bir aynanýn bir cismi ya da bir kaya parçasýnýn bir günes ýsýnýný yansýtmasý
yansýma
deðildir. Ýki basamaklýdýr: 1- Nesnel gerçekliðin algýlandýðý duyum basamaðý, 2- Nesnel ger
uðratýlýp yeniden üretildiði düsünce basamaðý. Bilgi, bu iki basamaktan geçmekle bilgi olur
n kaynaðý
toplumsal pratik olduðu gibi, amacý da toplumsal pratiktir ve doðru olup olmadýðýnýn ölçütü
al pratiktir.
Demek ki bilgi, toplumsal pratikten koparýlarak çözümlenemez ve insan usuna gökten zembill
e inmez. Toplumsal
pratikten yansýyan bilgi, nesnel gerçekliði dönüsüme uðratma ve doðayý insan gereksinimleri
rma amacýyla
gene toplumsal pratikte kullanýlýr. Bilme (Al. Wissen), usun, tanýmakta olduðu nesnel ge
rçekliðe her adýmda biraz
daha yaklasýmýdýr bilgisizlikten bilgiye, eksik ve yetersiz bilgiden daha tam ve daha
yeterli bilgiye doðru sonsuzca
ilerleyen bir süreçtir. Bilgilenme süreci, daima, nesnel gerçekliðin duyu örgenleri aracýlý
anmasýyla baslar
(Birinci basamak). Duyumlar olmaksýzýn nesnel gerçeklik üstüne hiçbir sey öðrenilemez. Duyu
eri, insanýn
dýs dünyaya açýlan kapýlarýdýr; bilgi bu kapýlardan içeri girer. Ne var ki bu yetersiz bir
r. Örneðin
duyularýmýzla elektrik ýsýðýný görebiliriz, ama elektriðin ne olduðunu anlayamayýz. Duyumsa
snel
gerçekliðin iç yapýsýný ve evrim yasalarýný bildirmez. Ama duyumsal bilgi olmadan da nesnel
liðin iç
yapýsýnýn ve evrim yasalarýnýn bilgisine ulasýlamaz. Bundan ötürüdür ki duyumsal bilginin t
ilmesi için,
duyumlarýmýzla algýladýðýmýz gereçlerin usumuzda deðisime uðratýlmalarý gerekir (Ýkinci bas
la
algýladýðýmýz gereçler, usumuzda kavramlasýr. Kavramlar, ussal bilgilenmenin temel biçimidi
umuz,
duyularýmýzýn getirdiði gereçleri ayýklar, esdeyisle soyutlar, çözümleme (analiz) ve birest
entez)
islemlerinden
geçirerek kavramlar kurar. Belirlenmis kavramlar yargýlarý, yargýlar da uslamlamalarý olus
turur. Kavramlarýn,
yargýlarýn, uslamlamlarýn birliðinden bilginin en yüksek biçimleri olan varsayýmlar ve kura
r meydana gelir.
Varsayýmlarýn ve kuramlarýn doðru olup olmadýklarý deneylerle, toplumsal pratikle denetleni
ve doðrulanýr.
Bilgilenme süreci, böylelikle, en ilkel duyumlardan en gelismis kuramlara uzanýr. Bu sür
eç, tarihsel ve toplumsal
bir süreçtir. Bu süreçte insanlar, kendilerinin dýsýnda ve kendilerinden baðýmsýz olarak va
n özdeksel
evreni,
kuramsal ve kýlgýsal etkinliklerinin konusu yaparlar ve onu bilim, ideoloji, din, sa
nat vb. gibi çesitli toplumsal
bilinç biçimlerine dönüstürüp yeniden üretirler, gözlemden soyut düsünceye ve oradan da pra
nesnel
gerçekliði bilmenin eytisimsel yolu budur. Bu süreçte özdeksel olan, düsünsel olana dönüsür
l olan
da özdeksel olanla denetlenir ve doðrulanýr, özdeksel olana uygulanýr (Bu arada su gerçeði
eleyelim: Bilim
öncesi özdekçiliðin büyük yanýlgýsý sadece özdeksel olaný, idealizmin büyük yanýlgýsý sadec
görmüs olmasýdýr. Bilimsel özdekçiliðin büyük basarýsý, özdeksel olanla düsünsel olan arasý
meydana çýkarmaktýr). Bilgilenme sürecinin duyumsal ve düsünsel iki basamaðý da birbirleriy
baðýmlýdýrlar; duyumsal bilgide düsünsel öðeler bulunduðu gibi düsünsel bilgide de duyumsal
Ýnsanlar, algýlarken de düsünürler, esdeyisle algýladýklarý nesneyi anlayarak algýlarlar. K
eklersek
diyebiliriz ki; ellerle beyin birlikte çalýsýr. Duyumsal bilginin olanaklarý sýnýrlýdýr. Ör
yede üç yüz
bin kilometrelik bir hýzla yolaldýðýný algýlayamayýz. Ama bu bilgiyi birçok duyumsal deneyl
nucunda düsünce
basamaðýnda elde ederiz ve onu kuramsal hesaplarla ortaya koyarak pratikle denetler
ve doðrularýz. Böylelikle
somuttan soyuta yükselen bilgi, hakikatten uzaklasmaz, tersine, hakikate daha da y
aklasýr. Düsüncenin gücü,
duyumsal algýlarýn sýnýrlarýný asabilmesindedir. Ne var ki bu güç, duyumsal algýlar olmaksý
rçeklesemez.
Düsünsel bilgi, bu yüzden, göreli bir baðýmsýzlýk tasýr. Daha açýk bir deyisle, düsünsel bi
ya
deðil, dolaylý olarak nesnel gerçekliðe baðlýdýr. Örneðin doðada aklýk yoktur; bizler aklýð
k kus, ak
çiçek vb. aracýlýðýyla görebiliriz. Ýste düsünsel bilginin bu göreli baðýmsýzlýðýdýr ki düs
yolaçmýstýr. Düsünce, nesnel gerçekliði yansýtýrken daima nesnel gerçeklikten kopmak ve bir
tular da
düslemek tehlikesiyle karsý karsýyadýr. Bu tehlike, esdeyisle idealist yanýlgýlar, düsünce
pratiðe vurularak
ve pratikle denetlenerek önlenir. Bilim, düsüncenin sürekli olarak pratikle etkilesimi y
oluyla gelismistir. Gerçek
bilim, ancak ve ancak, kuramsal düsüncenin pratiðe (esdeyisle nesnel gerçekliðe) vurulmasýy
a ilerler. Tüm
idealist
saçmalýklar, düsünceyle duyum (esdeyisle: teoriyle pratik, soyutla somut, varsayýmla nesne
l gerçeklik) arasýndaki
baðlantýnýn koparýlmasýndan meydana gelmistir.
ÝNSANDISI. Ýnsanlýk, gerçek bir aydýnlýkla aydýnlana dursun, idealist ve metafizik düzeyin
lsefeleri
gevezeliklerine devam etmektedirler. Gerçek aydýnlýðýn doðum yýlý, ayný zamanda, bu mýzmýz
n bir
temsilcisinin de doðum yýlýdýr. Yarý çatlak Alman düsünürü Friedrich Nietzsche (1844-1900),
l.
Übermensch) varsayýmýyla, geleceðin nazizm ve fasizm gibi ünlü canavarlýklarýnýn temellerin
tadýr. Zerdüst
böyle dedi adlý yapýtýnda bir peygamber gösterisiyle (yasamýnýn son yýllarýnda büsbütün çýl
peygamber olarak imzalamýstýr) söyle diyor: Maymuna göre insan neyse insana göre de insanüs
odur.
Siz solucandan insanlýða kadar yol aldýnýz ve içinizde birçok sey hala solucandýr, diyor Ni
sche. Ben size
insanlýðý öðretiyorum. Ýnsan, asýlmasý gereken bir seydir. Onu yenmek için ne yaptýnýz? Ýns
amacýdýr. Yeryüzüne baðlý kalýn ve size öte dünya umutlarýndan söz edenlere kanmayýn. Tanrý
korkunç olan, yeryüzüne karsý günah islemek ve bilinmesi kabil olmayaný yeryüzünün amacýnda
ktýr.
Benim erdemim nedir ki? Erdemim beni henüz çýldýrtmadý ama, iyilik ve kötülüklerimden ne ka
ezginim.
Bunlarýn hepsi züðürtlük, kirlilik ve acýnacak bir rahat düskünlüðüdür. Bir Tanrý yaratabil
se bana
Tanrý sözü etmeyin. Ama insanüstünü yaratabilirsiniz. Sizin en iyi yaratmanýz da bu olacak.
Tanrýlar var
olsaydý, ben Tanrý olmamaya nasýl dayanýrdým, o halde Tanrý yoktur. Siz, kendiniz, yaratýcý
kurtulusunuz da bu yaratýcýlýðýnýzdadýr. Ey insan kardeslerim, sizler belki insanüstü olmay
ama
insanüstünün babalarý olabilirsiniz. Dünya dediðiniz seyi siz yaratmalýsýnýz. O, sizin aklý
, sevginiz
olmalý...
Ey uyku ve erdemden söz açanlar, bütün erdemleri uyumaya yollayýn. Uyku, erdemlerin efendi
sidir. Ýstediðiniz,
iyice uyumak için uyanýk durmak mýdýr? Öylesi bizden uzak olsun. Bir zamanlar tutkularýnýz
dý, simdiyse
erdemleriniz var. Düsünmez misiniz ki erdem dedikleriniz o tutkulardan yetistiler. Ýst
er kincilerin, ister
sehvetlilerin, ister öç alýcýlarýn soyundan olunuz. Sonunda bütün tutkularýnýz erdemleriniz
Ama her erdem
baska erdemi kýskanýr. Erdemler de kýskançlýk yüzünden yok olabilirler. Niceleri çöle gitti
kendilerini
öldürdüler, çünkü erdemlerinin savas alaný olmaktan yorulmuslardý. (Mademki istiyorsunuz) e
erinizi sevin.
Çünkü, onlarýn yüzünden mahvolacaksýnýz. (Bu da insanüstüne varabilmek için yararlýdýr, anl
sonrakinin, insanüstünün meydana gelebilmesi için sizlerin bir an önce yok olmanýz gereklid
r).
Ben ne deðilsem, erdemim odur. Kimileri vardýr ki, ayaklarýnýn zincirine erdem derler. K
imileri vardýr ki kurulmus
saatler gibidir, günlük tiktak'larýný yaparlar ve bu tiktak'lara erdem derler. Kimileri
de, erdem gereklidir demeye
erdem derler, gerçekteyse polisin de gerekliliðine inanýrlar. Hiç olmazsa herkes iyi ve
kötüyü tanýdýðýný sanýr.
Erdemleriyle düsmanlarýnýn gözlerini oymak isterler ve ancak baskalarýný alçaltmak için yük
r. Ah, insan
kardeslerim, nasýl ana çocuðundaysa sizler de kendi varlýðýnýzýn eyleminde olmalýsýnýz. Siz
z bu olmalý.
(Erdem, insanýn insanüstüne varabilmek için göstereceði çabadýr, anlamýna). Simdi bana çocu
kýzýyorsunuz. Ama bu dalga size yeni oyuncaklar getirecek ve önünüze yeni renkli kabuklar
dökecek.
En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir. Bu en büyük iyilikse yaratýcýlýktýr. Ýyi
olmak isteyen, önce bir yýkýcý olmak ve deðerleri yýkmak zorundadýr. Hayat bana su sýrrýný
k, ben daima
yenmek zorunda olaným. (Ýnsanüstüne varabilmek için kendinizi yenmek, bu uðurda kendinizi y
k etmek
zorundasýnýz, anlamýna). Nerede bir ölüm varsa orada bir doðum için kendini feda etme vardý
r olma iradesi
bir
kuruntudur (Schopenhauere karsý). Çünkü var olmayan bir sey, isteyemez. Var olan bir sey
se daha ne isteyecek?
Evet, sizlere diyorum ki, son bulmayan bir iyilik ve kötülük yoktur. O, daima kendini
yenmek zorundadýr.
Erdemlerini kýskanmadýðým için beni baðýslamýyorlar. Onlara, küçük insanlara küçük erdemler
için bana dis biliyorlar. Bir sey veriyormus gibi davranýyorlar ama, gerçekte istedikl
eri almaktýr. Onlar
küçülmüslerdir ve gittikçe de küçüleceklerdir, mutluluklarý ve erdemleri bundan ibarettir.
rdemleri,
rahatlýk isteklerine uygundur. Kendilerine acý verilmesin diye baskalarýna acý vermekten
çekinirler. Erdem
dedikleri, aslýnda korkaklýktýr. Bu küçük adamlar ömürlerinde bir gün sert konusacak olsala
k seslerinin
kýsýklýðýný belli ederler. Kurnazdýrlar. Erdemlerinin kurnaz parmaklarý vardýr. Uysal yapan
y, onlarca
erdemdir. Böylece, kurdu köpeklestirirler ve insaný evcil bir hayvan yaparlar. Ah, bu
boyun eðme ustalarý, nerede
küçüklük, hastalýk, adilik varsa bit gibi oraya sokulurlar. Erdemleri çok fazla esirgenmek
n çok fazla fedakarlýk
etmektir. Bilmezler ki bir aðacýn büyümesi için kayalarýn çevresine kök salmasý gerekir. Be
da olanlar,
böylesine bir boyun eðisten uzak duranlardýr. Her sey ele geçebilir, derler. Fakat ey ra
hat düskünleri, sizlere derim
ki: Her sey alýnýr ve her sey elinizden alýnacak... Ah, benim su sözümü anlasanýz: Ne olurs
lsun daima
istediðinizi yapýnýz. Bunun için de, her seyden önce, bir sey isteyebilen insanlar olunuz.
Yakýnlarýnýzý kendiniz
gibi seviniz, ama önce kendinizi seven insanlar olunuz.
Sehveti, hükmetme isteðini, bencilliði üç büyük kötülük sayarlar. Bunlar, üç büyük iyilikti
Beden ve ruhlarýn kendi kendilerine keyiflenmelerine erdem denir. Korkaklar bu mut
luluklara yanasamazlar. Bu
mutluluklar, saðlam ruhlar ve güçlü bedenler içindir. Bu mutluluklar simdiyi geleceðe baðla
köprülerdir.
Gerçekte, bencilliðe konu olan seylere erdem denmeliydi. Ýnsanýn kendisini tasýmasý güçtür,
irçok
yabancý
sey tasýmaktadýr çünkü. Ben, herkese karsý iyi ve herkese karsý kötüyüm diyebilen cüceyi ve
urmus
olur. Ama her seyi iyi bulan ve dünyayý en iyi sey sayanlarý da sevmem (Leibniz'e karsý)
. Ben, evet ve hayýr
demesini bilen dilleri, aðzýnýn tadýný bilen damaklarý ve mideleri severim.
Parçalayýnýz kardeslerim, eski levhalarý parçalayýnýz!.. Adý iyi ve kötü olan eski bir kuru
rdeslerim,
simdiye kadar yýldýzlar ve gelecek üstüne ancak kuruntular kurulmus, oysa hiçbir sey bilin
memistir. Çakýsmalýsýnýz,
öldürmemelisiniz sözleri bir zamanlar kutsaldý. Bu sözlerin karsýsýnda diz bükülür, pabuç ç
e
soruyorum: Doðada hýrsýzlýk ve öldürmek yok mudur? Böyle sözlerin kutsal sayýlmasý doðal ge
midir? Parçalayýnýz kardeslerim, eski levhalarý parçalayýnýz!.. Soyluluðunuz geçmisinizden
ttiðiniz yoldan
geliyor. Sizler geleceðin ekincilerisiniz. Atalarýnýzýn yurdundan sürülünüz, yurdunuz çocuk
dudur.
Babalarýnýzýn çocuklarý olmak günahýný çocuklarýnýzla temizleyiniz. Geçmis böylece kurtarýl
yeni deðer levhasýný gösteriyorum. Maðaralarýnýzdan çýkýnýz kardeslerim, dünya büyük bir ba
beklemektedir.
Nietzsche, yeryüzünün efendisi olacak yönetici bir ýrk gerektiðini ve Almanya'ya Yahudi aký
urdurulmasý
kanýsýnda olduðunu söyler. Törebilimi aristokrattýr, Ýyi bir aileden doðmadýkça hiçbir ahla
deðildir, insanýn her ilerleyisi aristokratik toplumdan gelir. der. Ýnsanüstü ereði, Nietzs
he'nin deyimiyle aynen,
Milyonlarca salaðý ortadan kaldýrarak geleceðin insanýný kakba dökmektir, ve Bütün bir ulus
ulluðu
bir insanüstü'nün acý çekmesinden daha az önemlidir. Nietzsche'nin halk yýðýnlarýna karsý t
tmak
istediði insanüstü'lerin tutumu gibidir; gerçekte milyonlarca salak deyimiyle niteledikl
erine, amaçlarýna kosmak
istediði zaman, ey insan kardeslerim! diye seslenir ve onlarýn insan olduklarýný, ancak
onlardan hizmet beklediði
zaman hatýrlar. Yarým yüzyýl sonra, onun felsefesinin ürünü olan insanüstü Hitler de aynýný
Nietzsche,
Hýristiyanlýða karsý olduðu kadar, onun deyimiyle, milyonlarca salaðý insan etmek isteyen t
umculuða da
karsýdýr. Ona göre toplumculuk, milyonlarca salaðý insanüstülere karsý çýkarmaktadýr. Oysa
salak
öðretimden yoksun býrakýlmalý, birçok gerçekleri bilmemeli ve insanüstü'lere kölelik etmeli
Nietzsche'nin üstün insanýndan yola çýkan Hitler fasizminin liderlerinden Himmler de Nietz
sche'vari bir üslûpla
Alman olmayan bütün insanlar için alt insan (Fr. Sous-hommes) deyimini kullanacak. Him
mler, 1937 yýlýnda
yaptýðý bir konusmada, gelecek on iki yýl içinde Alman dýs siyasasýnýn amacýný dünyadaki bü
rýn
yokedilmesi olarak saptamýstý (bkz. Andre Brissaud, Les SS toute l'historie de L'ord
re noire, Paris 1968,
Marabout yayýný, s. 236-7).
Nietzsche'nin yasamý incelendiði zaman, onun hasta bir vücut ve ruh yapýsý içinde gelistiði
Çocukluðu,
güçsüzlüðün acýsýyla kývranarak geçmistir. Güçlülük kavramý, onun için, metafizik bir kavra
anlamýyla din kurumunda dilegelir. Ýsa; yýkýlmasý gereken bir güçlülük simgesidir. Onun yer
ný metafizik
yapýda, bir insanüstü geçirilmelidir. Bir arkadasýna söyle der: Bir gün gelecek, Ýsa'dan ön
'dan
sonra terimleri yerine, tarihi belirlemek için, Nietzsche'den önce ve Nietzsche'den
sonra terimleri kullanýlacak.
Çýldýrarak ölmüstür. Son yazýsýnýn altýna attýðý imza çarmýha gerilendir.
i'nci Dünya Savasý'ndan sonra Avrupa anamalcýlýðýnýn dört elle sarýlacaðý fasist diktatörlü
el
temeller üstünde yükselecektir.
XX'nci YÜZYIL, ÇALPARALARLA BASLIYOR. Bir siirde, bir baska evrenin belli belirsiz açýða v
urulusu
uðruna, o siirin kavranabilir anlamýný küçümsemeye kadar varan akým, romantizmden çýkmýstýr
s
Duplessis (Yves Duplessis, Le Surrealisme, P.U.P., 1958). Daha o günlerde Alfred d
e Vigny yapýtlarýna felsefece
bir anlam vermeye çalýsýyordu Baudelaire, yasamýn gizlerini duyuran Victor Hugo'yu övüyor;
okularýn, renklerin ve
seslerin çaðrýstýðý bir dünyanýn birliðini dilegetiriyordu. Rimbaud, yasamýn dört duvarýný
Apollinaire; beklenmediðin arastýrýlmasýna yönelmisti. Kübizm gibi gerçeði parçalayan akýml
rin
ötesine uzanarak varlýklarýn özünü yakalamaya çalýsýyorlardý. Sanatçýlar, yapýtlarýný kisil
ya
baslamýslardý. Alfred Jarry, burjuva kurallarýný altüst eden bir ubu'ydü.
Ýki anlamsýz hecenin yan yana getirilisinden doðan dada akýmý, insanlarýn en kötümser olduk
erde, dünya
savasýnýn ortasýnda, 1916 'da Zürich'te ortaya atýldý. Yasamla ölüm arasýnda hemen hiçbir a
insan deðerinin sýfýra düstüðünü gören ve hiçbir seyin saðlam, sürekli olduðuna inanmayan g
dört
elle sarýlmýstý. Tristan Tzara, savastan sonra, 1919'da Paris'e geldi. Savas sonrasý' bu
nalýmý baslamýstý. Yasamaya
katlanabilmek için yeni bir anlam aranýyordu. Mademki her sey bosunaydý, su halde bir
de geleneksel buyruklarla
sýnýrlanmak neden?.. Dadacýlar, bir kahvede, manifestolarýný okuyacaklarýný duyurdular. Gio
no Bruno'yu
yakanlarýn torunlarý toplandý, saskýnlýklarýndan aðýzlarý bir karýs açýlmýstý. Belli bir gü
n Tzara,
manifesto yerine, rasgele bir gazeteden rasgele bir yazý okumaya baslamýstý. Paul Elua
rd'la Theodore Rankel,
çalpara çalýp tempo tutuyorlardý. Yüzyýllar boyunca akýl ve iradeyle bastýrýlmýs bulunan in
n iç
deðerleri, olabildiðine koyverilmisti ortaya.
Dadaizm, tutumu gereðince, sonunda, kendi kendini de yok edecekti elbet. Dada, görev
ini, gereðince görmüstü.
Ýnsaný, hem kendine hem de doðaya tutsak kýlan ikiyüzlülük perdeleri yýrtýlmýstý artýk. Özg
eni
bir yola giriyordu; gerçeküstülücük, bütün ön hazýrlýklarýný yapmýstý.
Andre Breton, gerçeküstücülüðü söyle tanýmlýyor: Sözle, yazýyla, ya da baska bir biçimde, d
isleyisini ortaya koymak için kullanýlan katýksýz ruhsal otomatizm. Düsüncenin; aklýn hiçbi
etlemesine, hiçbir
töresel ya da estetik yasaya baðlý olmaksýzýn, kendini, olduðu gibi ortaya koymasý... Yolun
a, söyle gösteriyor:
Düsüncenizin kendi üstüne kapanmasýna en elverisli yerde oturun. Önünüzde kaðýt kalem bulun
bilgilerinizden ve yeteneklerinizden sýyrýlýn (feno menolojik yöntemi hatýrlayýnýz. Orada,
ilgilerinizi ve
yeteneklerinizi paranteze alýp, varlýðýnýzýn özüne inebilmek için, ortada, tüm fenomen olar
unuz).
Önceden bir konu düsünmeksizin, duraksamayarak ve yazdýklarýnýzý okuyup düzeltme eðilimine
rak,
yapabildiðiniz kadar hýzla yazýn. Sözcükleri, gelisigüzel, hiçbir düsünsel düzen katmadan,
sýralayýn. Elde
edeceðiniz yapýt, gerçeküstücü bir yapýt olacaktýr (Premier Manifeste du Surrealisme, Kra,
.
Böylesine bir otomatizmin sonunda, örneðin Breton'la Eluard, birlikte yazdýklarý söyle bir
apýt elde ediyorlar:
Müthis iyiyim. Aðzýma koyduklarý bos kelimeler etkilerini göstermeye baslýyor. Benzerlerim
eni býrakýp
gidiyorlar. El aslanlarýn yelesinde, bana son kez yalan söyleyecek aldatýcý ufku görüyorum.
Hepsinden ve süprüntü
biçimindeki yalanlarýndan ve evimden her vakit geçerken yaptýðý bu küçük gezintiden yararla
Hiçbir sey
onun bana rastlamasý kadar iyi olmuyor. Ama saçma sýnav. Bu tarih sorusu olmasaydý gene
de sýyrýlýrdým içinden.
Ýyi ki girmedim. Yolculuklar beni her vakit çok uzaða götürdü. Varýsýn kesinliði açýlmayan
vurus gibi gelmez bana hiçbir zaman... (Ölüm baslýklý yazý, Ergin Ertem çevirisi).
Gerçeküstücüler, gerçekten üstün gerçek olan varlýðýn kendiliðini (özünü, mahiyetini) yakal
yazýdan baska yollara da basvurmaktaydýlar (bkz. Gerçeküstücülük, De Yayýný, 1962; Hilav, E
utlar çevirisi,
Gerçeküstücü teknikler bölümü, s. 32-49). Bu yollarýn basýnda humour (alay) geliyor. Humour
, nesneler
arasýndaki beylik baðýntýlarý koparýp baska bir açýdan bakmamýzý saðlamaktadýr. Louis Arago
fe,
kullandýðý gereçler arasýnda, gerçekdýsý bir baðýntý kurar. Humour, bizleri bu gerçekdýsý b
Nasýl mý?.. Ýste böyle:
Rose Selavy'nin uykusunda vardý bir cüce
Çýkar kuyudan ekmeðini yerdi her gece.
Gerçeküstücü yollarýn, otomatik yazýyla humour'dan baska, bir üçüncüsü de olaðanüstü'dür. E
olmadýðý her yerde, olaðanüstü vardýr. Varlýðýn en güçlü coskunluklarý, kendilerini dileget
insan aklýnýn denetlemeyi býraktýðý ve hiçbir seye karýsmadýðý bu özgür ve fantastik alana
rlar.
Albert Birot' ya göre, gittikçe engellerden ve olaðanlardan kurtulan olaðanüstü, kendinde g
rçeðin özelliklerini
kazanýr. Ýste gerçeküstücülerin ulasmak istedikleri evren, böylesine bir öz gerçeðin evreni
Gerçeküstüye, bir dördüncü yoldan, düs'ler yolundan da varýlabilir. Salvador Dali söyle diy
oyunca,
bilinçsiz olarak, düslerin yitik görüntülerini arýyorum... Freud'e göre, düs dünyasý, bilin
rýn, açýða
vurulmamýs isteklerin dünyasýdýr. Ýnsan, bunlarý çözerek, kendi kendinin tam bir bilincine
ilir. Bu
zenginlikleri, uyanýkken, gündelik basarýlar uðruna bilerek susturmaktayýz. Oysa, bu yaptýð
arlýðýmýzý
sakatlamaktan baska bir sey deðildir. O halde, düslerimizi, kendimizi daha iyi kavra
yabilmek için, kaðýtlara,
tuvallere, notalara, biçimlere dökmeliyiz, ýsýða çýkarmalýyýz.
Gerçeküstünü yakalamanýn bir baska yolu da, çýlgýnlýk'týr. Gene Freud'e göre, dýs gerçekler
nan
akýl hastalarý, pek zengin iç gerçeklerini meydana vururlar. Akýl hastalýðý, özellikle para
er seyin yapýlabilir
olduðu, imgesel olanla gerçek olaný uzlastýran, pek özgür bir ülkedir. Paranoiak'a göre, dü
ndisinin bas
oyuncu olduðu bir tiyatrodur. Böylesine bir çýlgýnlýk bütünüyle tutarlýdýr. Ýnsan, kendisin
rine
koyarak, mantýða uygun yepyeni bir dünya görüsü kurabilir.
Gerçeküstü, bir oyunla da yakalanmaktadýr. Bu oyun, adýný ilk oynanýsýnda elde edilen sözde
Le Cadavre
Exquis (Seçkin Ceset)... Seçkin ceset oyunu, söyle oynanýr: Birkaç kisi, üstüne her birinin
r sözcük, ya da bir
çizgi eklediði bir kaðýdý elden ele dolastýrýrlar. Sonunda, gerçekliklere aykýrý, bir söz y
m elde edilir. Ýki
kisi, karsýlýklý oturarak, birbirlerine göstermeden sorular ve karsýlýklar da dizebilirler.
Birinin yazdýðý soruyla
öbürünün yazdýðý karsýlýk birlestirilince, ortaya gerçeküstü güzellikler çýkabilir.
Bütün bu yollarýn ortak amacý, insaný; olduðu gibi, sonradan elde edilenlerden sýyýrarak, k
iði içinde
yakalayabilmektir.
Husserl'in fenomenolojisinde olduðu gibi, kendimizi anlamak için doðadan deðil, doðayý anla
ak için
kendimizden yola çýkmalýyýz diyen Breton, insanlýðýn gerçek Aydýnlýðýndan habersiz, 1929 yý
ikinci bildirisinde (Fr. Manifeste du Surrealisme) de söyle demektedir: Ruhumuzun öy
le bir yeri var ki, bu yerden
bakýnca, artýk, yasamla ölüm, geçmisle gelecek, gerçek ve tasarým, dilegetirilen ve dileget
lemeyen, yukarý ve
asaðý
çelisik deðildirler. Ýste bu yer, gerçeküstü'dür. Toplumsal bunalýmlarýn bilimsel çözümünü
düsüncelerin varacaklarý sonuç da elbette bundan baska bir sey olamaz. Usaaykýrýcý sanat an
amacý,
Camus'nün deyisiyle saçmanýn zevki'ni vermektir. Çünkü, gene Camus'nün deyisiyle çevremizde
iklimi
vardýr. Çevremizde, bilimsellikten uzaklasanlarýn meydana getirdiði, saçmanýn saçmasý bir i
bulunduðu
doðrudur. Ne var ki sorun, bu iklimi överek ve ona uyarak deðil, ona karsý çýkarak ve onunl
savasarak çözülebilir.
Gerçek su ki saçmadan alýnan zevkle ancak saçmalanýr ve bu da kýsa bir süre sonra, gerçeküs
yitip
gider. Ardýnda da hiçbir iz býrakmaz.
Bütün bu oyunlarla kendiliðinde yakalandýðý sanýlan insan, çalpara sesleriyle de olsa uyanm
kez. Yüzyýlý
baslatan çalpara sesleri, top seslerine dönüsmek yolundadýr.
ÇALPARA ORKESTRASININ SEFÝ. Kendime bakýyorum. Çesitli bilgilerle doluyum. Bu bilgilerin
dýsýnda da
çesitli sanýlarým var. Bilgilerimle sanýlarýmýn gerektirdiði davranýslarla yasýyorum. Bilgi
nýlar, davranýslar
ortasýnda kendimi yitirmisim. Soruyorum: Bilgilerimin, sanýlarýmýn, davranýslarýmýn dýsýnda
yim?.. Üzümün
bilincine varabilmem için bütün bilgilerimi, sanýlarýmý, davranýslarýmý unutmam gerekir. Ke
rastýrýrken
bende
ve çevremde dünyalý olarak ne varsa bir çantaya koyup ortadan kaldýracaðým. Bütün verilmisl
oyunacaðým.
Böylece, hiçbir kuskuya kapýlmaksýzýn var diyebileceðim biricik varlýðý yakalayacaðým: Ben.
esörü
Edmund Husserl (1859-1938), ben'i böylesine bir arastýrmaya çaðýrýyor: Bu arastýrma, bir ps
loji arastýrmasý
deðildir. Psikoloji, beni bilgilerim, sanýlarým, davranýslarýmla birlikte arastýrýr. Simdiy
bütün bunlardan
soyuluyor, sadece bir görünen (fenomen) olarak kalýyorum. O halde yapacaðým bu arastýrma bi
fenomenolojf
arastýrmasýdýr. Kendimi, evrendeki bütün görünenler gibi, bir fenomen olarak inceleyeceðim.
Husserl'in fenomenolojisi, bu anlamda, bir felsefe deðil, bir yöntemdir. Bunu Husser
l de biliyor ve yöntemine
fenomenoloji yöntemi (metot) adýný veriyor. Fenomenoloji felsefesini bu yöntemden çýkaracað
uçlarla
kuracaktýr. Simdilik, soðukkanlýlýkla, varacaðý sonucu bilmeden, arastýrmaktadýr. Bu yöntem
d Husserl'in
bulduðu bir yöntemdir. Felsefe, Husserl'e gelinceye kadar böylesine bir arastýrmaya giri
smemistir.
Kendimdeki ve çevremdeki bütün dünyalýlarý bir çantaya koyup ortadan kaldýrýnca (Husserl bu
antez içine
almak diyor), ortada son bir ben kalýyorum (absolut ego). Fenomenoloji, ilk adýmda,
zorunlu olarak bir egolojidir.
Kendimden baska hiçbir seyin bilincine varamam.
Evreni kavramak için önce kendimi kavramalýyým (buradaki öncelik, bir zaman önceliði deðil,
düsünce düzeni
önceliðidir, çünkü zaman da paranteze alýnmýstýr). Ýyi ama, kendimi nasýl kavrayacaðým?.. (
ceði tek
sey olan kendisiyle yetinmelidir, diyen Yunanlý Protagoras'ý hatýrlayýnýz). Kendimi kavram
am için bir bilinç eylemi
(suur aktý) gerçeklestirmeliyim (düsündüðüm için varým, diyen Descartes'ý hatýrlayýnýz). Or
n varým
ama, çantaya koyup kaldýrdýðým bütün dünyalýlar, bir yandan sürüpgitmektedir. Simdilik bend
ir sey
yok. Her seye benden yola çýkarak varacaðým. Bu durumda dünyalý olan her sey benim içindir
a benim
malýmdýr, diyen Max Stirneri hatýrlayýnýz). Benim için kendini belli eden tek sey vücudumdu
Vücudum, bütün
nesneler içinde biricik nesnedir. Vücudum, benim malýmdýr.
Ýyi ama, vücudum ne türlü bir nesnedir?.. Dýstan bakýyorum, gördüðüm bir cisimdir. Ýçten ba
bir organdýr, cisimden bambaska bir sey olan canlý bir organizmadýr. Demek ki vücudum, h
em cansýz bir cisim
hem
de canlý bir organizmadýr, baska bir deyisle, canlý organizmam cansýz cisimli bir seydir
. Bu, bir ikilik deðil, bir
tekliktir. Organizmalýkla cisimlik, vücudumda, birlikte var olmaktadýr. Ben, vücutlu ruh
lu bir bütünüm. Ne
vücudumu ruhumdan, ne de ruhumu vücudumdan atamam. Ýkisini de bir birliktelik içinde tasým
ak zorundayým.
Edmund Husserl, fenomenoloji yöntemiyle vardýðý fenomenoloji felsefesinde de bu düsünceyi s
vunmaktadýr.
Birliktelik, pek beðendiði bir deyimdir. Ona göre, ben (ruh) ile vücut (madde) bir birli
ktelik içindedir somut
psikofizik bir bütündür. Bir cisim olan, bir madde olan vücudumun ayný zamanda bir idrak o
rganý olmasý,
vücudumun kendi kendime verilisini de açýklamaktadýr. Baskalarýný idrak ettiðim gibi, kendi
ndimi de idrak
etmedeyim. Sol elim süje olur, sað el objemi idrak eder. Sonra, sað elim süje olur, sol
el objemi idrak eder.
Vücudum, bana çift olarak verilmistir. Vücudum, sadece bir idrak organý deðil, ayný zamanda
bir irade organýdýr.
Onu keyfimce kullanýrým. Ben'imi, vücudumun içinde buyuran bir varlýk olarak yasarým. Her s
yi vücudumda
denerim, evrene vücudumla açýlýrým.
Edmund Husserl, canlý varlýk ya da doðadan (canlý tabiat) ruhu anlýyor, cansýz varlýk ya da
dan (cansýz tabiat)
da maddeyi. Cansýz varlýkta madenlerle bitkiler var, canlý varlýkta da hayvanlarla insan
lar. Ona göre, kendine ben
diyebilen tek varlýk, insan'dýr. Bu yüzden de, bilen tek insaný soyutlayarak yola çýkýyor,
vanlarý incelemiyor.
Tüm cansýz ya da ruhsuz saydýðý madenlerle bitkilerin deneyine (einfühlung) de el atmýyor.
deli ruhlu
birlikteliðin kendini idrakinden yola çýkarak, bunca yorgunluklardan sonra varacaðý sonuç,
ir hayli ilgi çekicidir.
Maddeli ruhlu vücudum, ölçümdür. Bütün dünyalýlar, onunla anlam kazanýrlar. Uzak ona göre,
sað
ona göre, sol ona göre, ötesi ona göre, berisi ona göredir. Bana verilen her sey, vücudumla
verilir. Daha doðrusu,
her seyle birlikte bana vücudum da verilir. Baskayý bilebilmek için kendimi bilmek zor
undayým.
Peki, bu kapalý kutudan, kendi ben'imden (ego), baska ben'e (alter egoj nasýl geçeceðim?
.. Baska ben, bana
direnebilen bir ben'dir. Benim için baskasýnýn vücudunun ancak kendi vücudumla anlam kazan
abileceðini
öðrenmis bulunuyorum: Baskasýný, ancak kendi vücuduma dayanarak idrak edebilirim (Husserl
buna, anlam
aktarmasý diyor). Ama, baskasýnýn vücudunu kendi vücudum olarak deðil, baskasýnýn vücudu ol
rak
etmeliyim. Aradaki benzerlik yeter mi?.. Bu benzerlikten ötürü, kendi vücudumdan aldýðým vü
nlamýný
baskasýnýn vücuduna aktarýr ve çaðýrýrým. Baska vücudun, benim için, baskasýnýn vücudu olar
,
kendi vücudumun örneklik etmesiyle mümkündür. Kendi vücuduma bakarak baska vücudun ne olduð
bilebilirim. Ýlk kurduðum vücut, kendi vücudum olduðuna göre, baskasýnýn vücudunu kendi vüc
yapacaðým bir aktarma ve çaðrýsýmla kurarým. Buradaki çaðrýsým (association), objelerden bi
ak
öbürünün anlamýyla birlesmesidir.
Fenomenoloji yöntemiyle elde edilen kuruluslarý iyice anlayabilmek için çýkýs noktasýný unu
k gerekir.
Doðal davranýslarýn tümü çantaya konup ortadan kaldýrýlmýstýr (parantez içine alýnmýstýr).
hiçbir
bilgi yoktur, bilgi olmayýnca hatýrlama da yoktur. Dünyalý olarak hiçbir aracýdan yararlaný
az. Ortada som
görünenler (fenomenler) vardýr. Yasadýðýmýz dünyada fenomenolojik tasarýmlar yoktur, bu tas
el bir
soyutlamayla elde etmekteyiz. Yasadýðýmýz dünyayý daha iyi kavramak ya da yeniden kurmak iç
fenomenolojik
yöntemle çalýstýðýmýz süre, yasadýðýmýz dünyadan isteðimizle vazgeçiyoruz. Çalýsmamýz, böyl
çalýsma olmaktadýr. Elde edilen tasarýmlarý da bu açýdan deðerlendirmek zorundayýz. Bu alan
nomenler de
dünyalý fenomenler deðildir, her türlü dünyalýlýktan soyulmus fenomenlerdir. Örneðin, vücut
ettiðimiz fizyolojik bir vücut deðil, sadece cisimli ruhlu som bir bütündür.
Kendi vücudumdan aldýðým bir anlam aktarmasýyla baskasýnýn vücudunu kurdum. Baskasýnýn vücu
baskasýnýn ben'ine nasýl geçeceðim? Baska ben'i, önce, vücudumun idrakine dayanarak bir cis
olarak bulurum.
Onu denemeye baslarým. Denemelerim sýrasýnda, bu cisme ait olan bir ben görünür. Sadece bir
kanadýný
gördüðüm
kapýnýn öbür kanadýný nasýl idrak ediyorsam, vücudunu gördüðüm baskasýnýn ben'ini de öylece
bir
varsayým tahmin, sezis deðildir; doðrudan doðruya bir idrak edistir. Vücut, ruhlu bir cisi
mdir. Ruh, vücutta kendini
verir. Bu verilisi, kendi vücudumda nasýl yasamýssam, baskasýnýn vücudunda da öylece yasarý
skasýnýn
ben'ini
idrak edisim, elbette orijinal bir idrak edis deðildir; baskasýnýn ben'ini vücudu dolayýsýy
a idrak edistir. Bu idrak,
baskasýnýn vücudunu denemeyle elde edilmektedir (Husserl bu denemeye, klasik anlamýndan
baska bir anlamda
cinfühlung diyor).
Bu denemeden elde ettiðim sonuç nedir?.. Baska benii, kendi ben'im gibi yasamaya bas
lýyorum. Hiçbir kuskuya
kapýlmadan, kendi ben' imin varlýðýný nasýl biliyorsam baskasýnýn ben'inin varlýðýný da öyl
. Bu
aydýnlanma, bana, tek basýma yasamadýðýmý öðretmistir. Ben, ego'sunun içine kapanmýs birici
misim,
fenomenolojik ego'nun uçsuz bucaksýz alanýnda baska ben'lerle birlikteymisim. Fenomeno
lojik anlamda baskasý,
benim için öylesine temel bir varlýk olmustur ki, artýk onu kendi ben'imden ayýramam. Bili
yorum ki, kendi
ben'imin en içinde bir yabancý yasamaktadýr. Ýçimde baskalarý var.
Simdi, kendimi de daha bir aydýnlanmýs olarak görüyorum. Kendimden baskasýna gittim, baska
larýndan da
kendime geldim. Biliyorum ki ben insan, ancak baska insanlar arasýnda, baska insan
lardan biri olarak anlamlýdýr.
Varlýðýmý, baskasýna borçluyum. Kendimin gerçek bilincine varabilmek için bile, baskalarýyl
kte bulunmam
gerekiyormus. Kendimi bile, ancak baskalarýnýn yardýmýyla kavrayabilirmisim. Dünya, benim
deðil, bizimmis
meðer. Çünkü, kendimi bile gereði gibi kavrayamadýktan sonra, baskalarý olmadan, dünyayý ka
lmem
mümkün deðildir. Dünya, ancak, baskalarýyla birlikte vardýr. Ben'ler arasýndaki içten birli
anýn bizim
içinliðini gerektirmektedir.
Böylece, ilk adýmda egoloji olarak yola çýkan fenomenolojik yöntem, son adýmda sosyoloji ol
aktadýr.
Son adým, evrensel bir birliktelik içinde bulunan insan kültür toplum tarih dünyasýdýr. Edm
Husserl buna,
Almanca bir terimle, geist dünyasý demektedir. Husserl'e göre, insanýn çevresi iste bu düny
dýr. Ýnsan, böylesine
birbirine geçmis, birbirini etkileyen deðerlerle dolu karmasýk bir dünya içinde yasamaktadý
. Ýnsanýn çevresi, tek
basýna yasayabileceði bir ülke deðildir. Bu çevre, onun baskalarýyla birlikte paylastýðý, a
kký olan kendi
payýný alabileceði bir çevredir. Bu çevreyi çevre eden, baskalarýdýr. Bu çevrede benim tek
pabileceðim
hiçbir sey yoktur. Ne yapabilirsem baskalarýnýn yardýmýyla yapabilirim. Kendi ürünümde bile
imi baskalarýyla
birlestirmek zorundayým, kendi ürünümde bile zorunlu olarak baskalarý vardýr. Ben, insan ol
rak, özel bir varlýk
ortamýnda yer almýsým. Bu ortamda yer almak zorundayým. Bu zorunluk, tarihsellik'tir. Ba
skalarýnýn beni, zorunlu
olarak getirip býraktýklarý noktada, zorunlu olarak bulunurum. Konustuðum dil onlarýndýr, y
diðim yemek
onlarýndýr, baðlý olduðum gelenek onlarýndýr. Varlýðým, baskalarýyla sýmsýký sarýlmýstýr. V
geleneklerin etkisiyle yoðrulmustur, bu sayýsýz geleneklerin içinde kýmýldamaktadýr.
Kendimi denemem bana baskasýný verdi, baskasýný denemem bana dünyayý verdi. Evreni denemem
ana
kendimi
vermektedir. Evren, dünya, baskalarý ve ben birbirinizi denemekte, birbirimizi etkil
emekte, birbirimizi
aydýnlatmaktayýz. Bu, birliktelik ahengidir. Ben'in fenomenolojisi de, böylelikle, bir
liktelik fenomenolojisi'ne
erismistir.
Fenomenoloji, XX. yüzyýlýn mýzmýz felsefesi'nin en tipik örneklerinden biridir.
ÇOCUKLAR ÝÇÝN ÖZGÜRLÜK. Düsünürü, bilgini ve sanatçýsýyla bütün idealist ve metafizik kamp
insanlýðý yüzyýllardan beri ezen baský güçlerini, gene metafizikte ve idealizmde aramak gib
çeliskiye düserler.
Comte, Mach, Avenarius, varolusçuluk, yeniolguculuk vb. metafiziðin tam ortasýnda otur
duklarý halde metafiziðe
karsý çýkmýslardýr. Bir bakýma bu, onlar için kaçýnýlmaz bir sonuçtur. Çünkü metafizik düsü
metafiziðe ve idealizme varýlýr. XX'nci yüzyýl tanrýtanýmazlýðý da bu kýsýrdöngünün bir bas
romancýsý Roger Martin du Gard (1881-1958), lean Barois adlý romanýnda bu türlü bir örneði
liyor.
Vatikan Ruhani Meclisi, 1870 yýlý toplantýsýnda oybirliðiyle kabul ettiði Dei Filius anayas
sýný, su kesin
kurallarla sýnýrlamýstý: Her kim, kutsal kitaplarý, XXX'ncu yýl Ruhani Meclisinin bildirdið
ibi, bütünlükleri içinde
ve bütün bölümleriyle kilise kurallarýna uygun saymaz da bunlarýn Tanrý bildirisi olduðuna
azsa o kimseye
lanet
olsun. Her kim, bilimin gelismesine göre kilisenin ilerisüreceði dogmalara, kilisenin
anladýðý anlamdan baska bir
anlam verirse, o kimseye lanet olsun. Çünkü, Tanrýnýn bildirdiði insan öðretisi, insan zeka
kinliklerine
býrakýlmamýs, Tanrýsal bir armaðan gibi titizlikle saklanmak ve deðistirilmeden öðretilmek
'nýn karýsý olan
kiliseye verilmistir.
Bu anayasa, Hýristiyanlýðýn akla aykýrýlýklarýný yorumlama yoluyla hos görmeye çalýsan Hýri
terden
siliyordu. Ýste, genç Jean Barois da bunlardan biridir. Artýk yapacak tek sey kalýyordu.
Barois, ayný çabayla
çabalamakta olan bir arkadasýna söyle yazýyor: Bizi býrakan, ona doðru yönelttiðimiz çabala
n bu
kocamýs
sütnineye, karsýlýðýný bulmayan bir sevgiyle ne diye yapýsýp kalmalý?.. Sizi dýsarýda, özgü
orum
kardesim.
Jean Barois, Trocaderoda'da yaptýðý bir konusmada, sunlarý söylüyor: Bugünkü kargasalýk içi
leri, baðlý
bulunduklarý bilime, eski dinciliklerinin kalýntýlarýný getirmek isteyeceklerdir. Buna izi
n vermeyelim. Gerçekte
artýk yeni bir Tanrýya da yer yoktur. Coskun hayal güçlerinin bu sonuca boyun eðmeleri ger
ekir. Kendisiyle
ilgilenmeyen, kendisini asan bir doða karsýsýnda insan, sýklasmak, bir araya gelmek, dah
a çok dayanýsmak
gereðini
duyacaktýr. Elli yýl önceki duyguya dayanan maddecilik, bugünkünden de uzaklasacaktýr. Düsü
onun
arastýrmasýný bilinmezin enginlerine doðru götürmektedir. Yapabileceðimiz iki uðrasý var. B
isel davranýsýmýz,
öteki çocuklarýmýzýn eðitimi... Hem kendimize, hem de bizim yasayýsýmýzý izleyenlere karsý
ranmak.
Ýste ahlak kurallarýnýn simdilik en bellisi, en sasmazý. Hiçbir savas el altýndan yürütülem
t silahlarla
karsýlasalým. Papazlarýn okul açmakta, bu okullarda dünyanýn altý günde yoktan var edildiði
Tanrý
babayla bir kýz oðlan kýzýn çocuðu olduðunu ve cesedinin gömüldükten üç gün sonra göðe çeki
mezardan kendi kendine çýkýp gittiðini, o günden beri cennette Tanrý babasýnýn saðýnda otur
te
serbest kalmalarý, özgürlük adýna, gereklidir. Evet, onlarý serbest býrakalým, býrakalým am
aklýn, bilimin
bütün yardýmýyla Katolik dininin artýk inanýlmasý mümkün olmayan saflýklar üstüne kurulduðu
okullar açmakta serbest olalým. Yalanla gerçek; karsýlýklý serbest kalýnca, yalan hiçbir za
utunamaz. Özgürlük,
evet ama, yalnýz din dersi okutan papaz için deðil, akýl için de özgürlük, çocuk için de öz
larým,
sunu haykýrarak sözlerimi bitirmek isterim: Çocuklar için özgürlük!..
Ýnsanlýðýn, yüzyýllardan beri aradýðý neydi?.. Huzur. Din, bu huzuru karsýlýyordu. Romanýn
i Luc,
bu düsüncededir: Ne yazýk ki, gururlandýðýmýz vicdanýmýzý yüzlerce mistik kusaklarla elde e
sine bir
zenginlik kolaylýkla fýrlatýlýp atýlamazdý. Ahretiniz, gerçekten de, olaðanüstü bir bulustu
uzak bir vaattir
ki, akýl, gönlün buna inanmasýna engel olamaz. Siz ona böylesine bir düsle umut verdiniz. B
nim umudumsa,
iyiliðe doðru harcadýðým çabalarýn yok edilemez olduðuna inanmaktýr. Benim umudum, sizinki
klýndan
vazgeç! diye direnmez. Tersine, aklým bu umudu destekler. Aklým, hayatýn bos bir hareket
, acý çekmek için bir
bahane, kisisel mutluluða doðru bir yarýsma olmadýðýný gösterir. Aklým, bana, hareketlerimi
sel çabayla
isbirliði yaptýðýný gösterir. Her yerde umut verici nedenler buldurur. Gene her yerde, haya
ölümden doðduðunu,
gücün acýdan doðduðunu, bilimin yanlýstan doðduðunu, ahengin ahenksizlikten doðduðunu göste
ayýn
rahibim, sizin inanýnýz kadar deðerli bir, inandýr bu. Ýnsan, mutluluða, ancak hiçbir serab
ldanmadan, gerçekle
varabilir.
Ölüm, hayatýn mantýðý içindedir. Doðum düsüncesini ne kadar doðal buluyorsam, ölüm düsünces
kadar doðal buluyorum. Siz, o uðursuz dakikaya, nasýl huzur içinde bir bilincin rahatlýðýyl
katlanabiliyorsanýz, ben de öyle katlanýyorum. Bu huzura siz ne ad veriyorsanýz ben de a
yný adý
veriyorum. Karsýlýk, güven deðil midir? Ýste ben de bu güveni duyuyorum. Bu güveni, yapýtýn
güçlendireceðini bilen, Sokrates de duymustu.
Luc, bu sözlerini, davranýslarýyla da tanýtlamaktadýr. Öleceði sýrada, bütün çocuklarý bas
toplanýyorlar. Oysa, bütün bu baslarýn üstünde, birer birer elini gezdiriyor. Kendi kendine
konusuyormusçasýna mýrýldanýyor: Çocuklarým ne kadar güzeldir.
Ya bu Tanrýsýz evrende olup bitenler?.. Onu da, romanýn bir baska kisisi, genç Dalier açýkl
r: Nedenler,
körü körüne ve hiçbir amaca yönelmeden birbirlerini doðururlar. Evrende hiçbir sey, ne bir
de
bir ilerlemeyi gerektirmez. Bütün bunlar, birtakým hareketlerden ibarettir. Ýste hepsi b
u kadar.
Roger Martin du Gard, bu düsüncenin daha açýðýný bir baska Nobel deðerlisi Albert Camus'yü
kývýlcýmlayan düsünceyi ilk cildini 1922, son cildini de 1940 yýlýnda yayýmladýðý büyük yap
da Antoin Thibault'ya söyletmektedir: Bu üzüntü neden? Eðer kavranmasý mümkün olmayan yasal
sonsuz bosluk içinde amaçsýz olarak döndürüldüðü bir damla çamurun üstünde yasayan boynu bü
hayvanlarsak, bu yasamda direnmenin anlamý ne?.. Bu yer yuvarlaðýnýn kabuðu üstünde, her gü
milyonlarca varlýk doðmaktadýr. Bunlar, yeryüzünde, bir an gürültü edip yarýn sýrasý gelinc
olan baska milyonlara yerlerini býrakacaklardýr. Bu pek kýsa görünüsün bir anlamý olabilir
ayýr,
hayatýn anlamý yoktur. Her ne pahasýna olursa olsun, buna bir anlam bulmaya çalýsmakla oya
lananlarýn
düslerinden kurtulmak bize, sükunun, gücün, özgürlüðün o olaðanüstü duygusunu verebilir.
XX. yüzyýlda bile idealizmin vardýðý sonuç deðismiyor: Yasamanýn anlamý yoktur.
Görüldüðü gibi, Tanrýtanýmazlýk, hala bir kahramanlýk, bir marifet sayýlmakta devam etmekte
r
Martin du Gard böylesine kahramanlardan biridir.
Bilinci ve bilinçli insaný gereði gibi çözümlediðini sanan metafizik, simdi de bilinçaltýna
bilinçdýsýna
el atacaktýr.
BÝLÝNCÝN ALTI YA DA DISI. Husserl'in felsefede, Roger Martin du Gard'ýn sanatta yaptýklarýn
reud de
bilimde yapmaktadýr. Metafiziðin tek yanlý bakýsý, metafizik düsüncenin el attýðý bütün ala
ir.
Doktor Sigesmund Freud (1856-1939), 1880 yýlýnda yirmi dört yasýndayken, Viyana'da, kend
isi gibi genç bir
öðrenci olan Doktor Josef Bröer, bir ruh hastasýný uyutarak iyilestirmeye çalýsýyordu. Dokt
r, hastasýnýn
birtakým ruh baskýlarýndan kývrandýðýný seziyor, onu ipnotizma yoluyla uyutup konusturarak
latýyordu. Kötü
anýlar, hastanýn beden dengesini bozmustu. Dengenin düzelmesi için bu kötü anýlarýn bilinça
irer birer
çýkarýlarak atýlmalarý gerekliydi. Arkadasýnýn bu çalýsmalarýna katýlan Freud; Fransa'ya gi
da, ünlü
Profesör Doktor Chazcot'nun öðrencisi oldu. Doktor Charcot, uyuttuðu hastalarýnda düsünce a
asý yoluyla
(telkin) geçici kötürümlükler elde ediyordu. Ruhtan gelen düsüncenin bedende kötürümlük mey
esi bir
hayli ilgi çekiciydi. Charcot'nun bir baska Fransýz öðrencisi Doktor Pierre Janet, fizyo
lojiden psikolojiye geçisi
hazýrlayan incelemeler yapýyordu. Bütün bunlar, Freud'ün düsüncesini olgunlastýrdý. Bir bas
or, Bernheime,
hastalarýna, uykuda yaptýklarýný hatýrlatmaya çalýsýyordu. Freud, Doktor Bröerin hem bir ha
m de her
hastada kesin bir sonuç vermeyen uyutma yöntemi yerine, Doktor Bernheime'ýn hatýrlatma yön
temini kullanmayý
düsündü. Bilinçaltýný temizlemek için kullanýlan bu yönteme, çaðrýsým yöntemi (tedai metodu
associative)
adýný verdi. Ünlü filozof Leibniz de, insanda bilinçten baska bir de bilinçdýsý ya da bilin
unduðunu iki
yüzyýl önce ilerisürmüstü.
Görüldüðü gibi, insan ruhunun didiklenmesi için hastanýn yatýrýlacaðý masa hazýrdý. Doktor
giyip býçaðý eline almasý bekleniyordu Freud geldi, hastayý masaya yatýrdý. 1909 yýlýydý. Ý
yýl sonra
ruhlarýnýn bozukluðu yüzünden bedenlerinin birbirleriyle boðusacaðýndan habersizdiler. Viya
ersitesi, elli
üç yasýndaki Profesör Freud'ün psikanaliz üstüne verdiði bes konferansla çalkalanýyordu.
Freud'e göre, insaný üç önemli içgüdü yönetmektedir: Korunma içgüdüsü, cinsellik (cinsiyet)
toplumsallýk içgüdüsü. Ýnsanýn eristiði uygarlýk (medeniyet) içinde korunma içgüdüsüyle top
önemini oldukça yitirmistir. Bugün için önemli olan tek içgüdü, cinsellik içgüdüsüdür. Cins
doðmus bir çocukta bile belirmektedir. Parmaðýný emen bebek, cinsel bir hoslanma duyar. Ci
nsellik içgüdüsünün
töresel (ahlaki) baskýlar altýna alýnmasý birçok hastalýklarýn nedenidir. (Freud, önceleri
lerle nevrozlar gibi
birtakým ruh hastalýklarýndan söz ediyordu Sonralarý bu kuram, kalp, mide, karaciðer, baðýr
ibi birçok beden
hastalýklarýna kadar genisletildi). Ýste ruhun incelenmesi (psikanaliz) yöntemi; bu geri
ye itilmis, baskýya konulmus,
hapsedilmis heyecanlarý birer birer bulup meydana çýkararak eðitir (terbiye eder), düzene
koyar.
Freud, psikanaliz üstüne verdiði konferanslarýn ikincisinde, bunu açýk bir örnekle anlatýyo
mdi ben burada
konusurken dinleyiciler arasýndan bir terbiyesiz adam gürültü etmeye kalksa, içinizden bir
kaç terbiyeli adam, onu
kolundan tutup dýsarý atarlar. Ama o terbiyesiz adam kapýnýn dýsýnda da bos durmaz, kapýyý
klayarak bizleri
rahatsýz (hasta) eder. O zaman biz, çaresiz, onu yeniden içeri alarak terbiyesizlik et
meyeceðine söz verdikten
sonra
oturmasýna izin veririz. Ýste psikanaliz yöntemi budur.
Çoðu erdem baskýsýyla bilinçaltýna itilmis bu heyecanlarý, Freud üç yoldan meydana çýkarmak
1- Bu yollardan birincisi hastayý konusturmak yoludur. Hastayý konusturmak oldukça güç bir
istir. Çünkü
hasta, baskýlarýnýn direnci (mukavemet) altýndadýr. Doktor, hastasýný; saçma sapan, yalan y
anlamlý
anlamsýz konusmaya zorlar, direncine önem vermeden uluorta konusmasýný kolaylastýrýr. Düsün
çaðrýsýmlarý, doktorun parmak basmasý gereken çözüm noktalarýdýr. Doktorun görevi, hastadak
kýrmak, hatýrlatma yöntemiyle düsünce çaðrýsýmlarýný saðlamaktýr. Hastanýn bilincine çýkaca
aracýlýðýyla unutulmus aný, kolaylýkla bulunup meydana çýkarýlýr.
2- Ýkinci yol, düslerin (rüya) yorumlanmasý yoludur. Düslerimiz, çocukluk dünyalarýmýzý yas
Çocukluðumuzun bütün özellikleri, istekleri, artýk isimize yaramayacak olan bütün ilgileri
mizde
yasamaya devam etmektedir. Düslerin kaynaðý bilinçaltýdýr. Düsler, özellikle cinsel komplek
bilince
çýkarýrken bir çesit simgeler (semboller) kullanýrlar: Psikanalizci doktor bu simgeleri ko
laylýkla çözerek
gerçek nedeni bulabilir.
3- Üçüncü yol, insanlarýn her gün baslarýna gelen birtakým yanýlmalarý, sürçmeleri yorumlam
insanlar bile birtakým adlarý unuturlar, bir yazýyý okurken dilleri sürçer, bir seyler kýrý
ler,
öteberilerini yitirirler. Psikanaliz bilmeyenlerin yorgunluk, dalgýnlýk, rastlantý (tesa
düf) dedikleri bütün bu
yanýlmalar, sürçmeler, beceriksizlikler psikanalizci için çok önemli ipuçlarýdýr. Tespih ya
zincirle
oynamak, ikide bir öksürmek, bir seyler mýrýldanmak, parmaklarý çýtlatmak gibi sayýsýz beli
en her
birinin önemli bir nedeni vardýr. Bütün bunlarýn kaynaklarý, itilmis isteklerdir. Yasayan i
san ruhunda
rastlantý sayýlabilecek hiçbir sey yoktur.
Hastalýklarýnýn nedeni bulunan hastalarýn çoðu, artýk doktorun yardýmý olmaksýzýn da iyiles
Neden
bilindikten sonra geriye onu bir düzene sokmak kalmaktadýr. Bilinçaltýndan bilince çýkarýla
aydýnlatýlan nedenin
giderilmesinde de üç yol vardýr:
1- Kimi hastalar bu isteklerini baský altýnda tutmakla saðlýklarý için gerektiði gibi davra
mýs olduklarýný
anlarlar, isteklerinin giderilmesi yolunu ararlar.
2- Kimi hastalar isteklerini daha yüksek bir amaca çevirirler. Asýrý sofuluða düsmüs kadýnl
nlara en iyi
bir örnektir. Freud, isteklerin böylece yüksek bir amaca çevrilmelerine, la sublimation
du desir adýný
veriyor.
3- Kimi hastalar da bu isteklerinin uygunsuzluðunu daha açýk görerek baskýnýn yetersiz dire
ci yerine,
aydýnlýk düsüncelerini koyarak isteklerinden kurtulabilirler.
Freud, bes konferansýndan sonuncusunu hekimce bir sonuca baðlayarak bitirmektedir: Y
apýmýzdaki
hayvanlýðý büsbütün küçümsememeliyiz. Saðlýðýmýz için itilmis eðilimlerimizden kimilerini
gerçeklestirmemiz gerekir. Günümüz uygarlýðý birçok kisileri gereksiz yere baský altýnda tu
Yüksek amaçlara çevrilmeler (la sublimation) her zaman yetmez. Bir makineye verilen ýsýnýn
nasýl
güce çevrilemezse, eðilimlerimizin tümü de yüksek amaçlara çevrilemezler. Her gün yemi bira
tilen
atýn sonunda neden öldüðüne sasanlara diyeceðim ki: Bu at açlýktan ölmüstür.
Freud öðretisi, gerçekte, metafizik tekyanlýlýðýn bütün yanýlgýlarýný tasýr. Ruhsal tedirgi
hastalýklarý tek nedene; cinsel isteklerin doyurulmamýs olmasý nedenine baðlar. Ýnsanda tan
anmamýs bir
bilinçaltý ve gene tanýtlanmamýs olarak gerçeðin bu bilinçaltýnda gizlenmis bulunduðunu var
Bilincin bilinçsizlikle yönetildiðini ilerisürer. Freud'e göre ruhsal olan temel, fiziksel
ya da somatik
(bedensel) olan ikincildir. Oysa gerçek bunun tam tersidir, ruhsal olan özgül bir ilke
deðil, özdeðin
gelismesinin bir ürünüdür. Freud, ansal (zihni) faaliyetin nesnel yöntemlerle incelenebile
ceðini yadsýmýs ve
öznel bir kuram gelistirmistir. Ansal faaliyeti, onu meydana getiren nesnel ve özdek
sel kosullardan
ayýrmýstýr. Freud'e göre, tüm ansal faaliyet ve toplumsal faaliyet bilinçsizliðin ürünüdür
güdülerle yönetilir. Demek ki bilim, sanat, tarihsel olaylar, teksözle her sey bilinçsizli
kle ve bilinçdýsý
bölgede is gören cinsel güdülerle yapýlmýstýr. Fröydcülük, özellikle psikanaliz tekniðinde,
medet uman ve tahminlerle is görmeye çalýsan öznel ve bilimdýsý bir yöntemdir. Bertrand Rus
l, The
Scientific Outlook adlý yapýtýnýn Ruhbilimde Teknik baslýðýný tasýyan bölümünde söyle der:
ruhbilim kuramý olarak, genellikle bilinçdýsý kimi isteklerin açýða vurulmasýndan ibarettir
istekler
özellikle düslerde, akýllýca olmayan kuruntularda, hatta sözde akýllýca olan is hayatýmýzýn
yanlarýnýn
hepsinde birtakým inançlar meydana getirir. Bir saðaltým (tedavi) yöntemi olarak göz önüne
psikanaliz,
inanç
kaynaðý olarak, kisisel istekler yerine kisisel olmayan istekler getirmek amacýný güden bi
r tekniktir, hele kisisel
istekler onlardan esinlenen kimseyi toplumsal ve genel istekle çatýstýracak kadar egem
en olursa... Topluma uyma
aklý basýnda olmaya alamet ise, bizzat Freud'ü aklý basýnda saymamak gerekiyor.
ASAÐILIK DUYGUSU. Bir baska doktor, Avusturyalý Alfred Adlere (1870-1937) göre, insan
olmak, asaðýlýk
duygusu duymak demektir. Asaðýlýk duygusu, soydan gelen organ yetersizliklerinden doðar.
Oysa insanýn
davranýslarýný belirleyen, Freud'ün zannettiði gibi haz isteði deðil, üstün olma isteðidir.
avunduðu
cinsellik güdüsü, insanýn üstün olma isteðinin çesitli belirtilerinden sadece biridir. Ýnsa
dýðý sürece, her an,
öz varlýðýný deðerlendirmek ve asmak isteðiyle davranýr. Haz duygusu, gerçekte, üstünlük tu
giderilmesinden baska bir sey deðildir. Üstünlük tutkusunu yaratan da asaðýlýk duygusudur (
pleks
denferyorite), bu duygu, insaný üstünlüðe doðru iter. Ýnsanlýk tarihi, asaðýlýk duygusunu g
yapýlan
davranýslarýn tarihidir. Canlý madde faaliyete basladýðý günden beri daima asaðý durumdan d
ir duruma
ulasmak yolunu aramýstýr. Olus kavramýyla özetlediðimiz sey iste bu harekettir. Ýnsan vücud
elli bir biçimde
güvenlik ilkesine göre meydana gelmistir. Hýrpalanmýs bir organ kendiliðinden özümleyici bi
nerji yaratýr. Sürekli
olarak ilerleyen uygarlýk da bu güvenlik duygusunu sürekli bir asaðýlýk duygusuyla bize gös
ir. Bu duygu, insaný,
daha büyük bir güvenliðe ulastýrmak için sürekli olarak dürter....
Her iki hekimin de demek istediði sudur: Ýster cinsellik olsun, ister asaðýlýk, bizi duygu
lar yönetiyor. Doðayý ve
toplumu bir yana býrakýn; ister dýsý olsun, ister içi, bilincinizi eðitin. Ya bilim?..
BÝLÝMÝ DE BIRAKIN. Bunu söylemek için de bir ruhçu gerek. Fransýz idealisti Henri Bergson (
9-1941),
metafiziðin bu dileðini su sözlerle dilegetiriyor: Bize doðayý kavratacak sezgi'den (Os. H
ads, Fr. Intuition) baska
hiçbir yol yoktur.
Bergson'a göre sezgi, gerçeði bilme yetisidir. Gerçeði doðrudan doðruya kavratacak sezgi'de
aska hiçbir yol
yoktur. Çünkü gerçek, özdeksel doða deðil, ruhsal doða, esdeyisle ruhsal yasam ve teksözle
Os. Hayat, Fr.
La vie)'dýr. Yasam, evrenin kurulusuyla baslamýstýr ve özdeðin tüm engellerine karsýn yolun
rak, onun
durgunluðunu altedip kimi yerde onu kýmýldatarak akýp gitmektedir. Bu kesintisiz, bölümsüz
sürekli akýsa
Bergson süre (Os. Müddet, Fr. Duree) demektedir. Ýste bu süre'nin bilgisini kavramak için
bu süreyle birlikte
yasamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir ki bunu ne us ne de bi
lim gerçeklestirebilir. Çünkü
us
ve bilim sinematografik olarak çalýsýrlar. Bergson'a göre ussal ve bilimsel bilgi sinema
tografiktir. Bir film, ard arda
dizilmis durgun ve bölümsel resimlerden olusur. Us ve bilim, filmin akýsýný durdurarak bu
resimleri tek tek
incelerler ve birtakým bilgiler saptarlar. Ne var ki akýsýn bizzat kendisini, esdeyisl
e yasamý hiçbir zaman
kavrayamazlar. Demek ki us ve bilim, sadece, durgun ve bölünebilir olan özdek üstünde bilg
i edinebilirler, yasam
üstünde bilgi edinemezler (Bergson, geleneksel ruh ve özdek karsýtlýðý yerine, ayný sey old
aylýkla
anlasýlmakla beraber, terim deðistirerek yasam ve özdek karsýtlýðýný koymaktadýr). Bergson,
n süre
tasarýmýný tanýtlamak için, bütün yapýtlarýnda niceliðe karsý niteliði, çokluða karsý yeðin
savunur. Ona göre, evrendeki her deðisme, bir sayý çoðalmasý deðil bir yeðinlik (siddet) ar
s donnees
immediates de la Conscience (Bilincin Araçsýz Verileri, Paris 1889) adlý yapýtýnýn önsözünd
er: Amacýmýz,
deterministlerle endeterministler arasýndaki tüm tartýsmalarýn nitelikle niceliði birbirin
e karýstýrmaktan
ilerigeldiðini
göstermeye çalýsmaktýr. Bergson'a göre nicelik bölümlü, nitelikse bölümsüzdür, bundan ötürü
uygundur,
söyle der: Gerçek süre, nitelikseldir (Ýbid). La pensee et le mouvant (Düsünce ve Devingen,
Paris 1934) adlý
yapýtýnda da söyle der: Biz her deðisikliði, her devimi kesinlikle bölünmez olarak tasarlýy
(Ýbid, Ýkinci
konferans). Bergson'a göre zaman, uzay gibi özdeksel deðildir. Uzay özdekseldir, çünkü özde
uzay ve uzaysýz
özdek (esdeyisle, yer kaplamayan özdek) yoktur. Oysa zamaný bölen, parçalayan, onu aylara
ve yýllara ayýran us ve
bilimdir. Us ve bilim, zamaný uzaya baðlamakla (örneðin ay ayýn, yýl dünyanýn uzayda yer de
esidir) onu
özdeklestirmektedir.
Demek ki us ve bilim, hiçbir seyi özdeklestirmeden inceleyemiyor. Yasamsal akýsýn, esdey
isle süre'nin
kavranmasýysa özdeklestirilmeden gerçeklesmelidir, çünkü gerçek süre, daima zaman adý veril
n
seydir (Ýbid). Bunu kavrayabilecek olansa sadece sezgi'dir. Bergson'a göre sezgi, ke
ndi bilincine varmýs
içgüdüdür. Söyle der: Ýçgüdüyü söyletebilseydik, yasamýn bütün sýrlarýný çözerdik. Bilinç,
ruhsaldýr. Bundan ötürü de ruhsal yasam akýsýný sadece o kavrayabilir. Bergson, L'Energie S
ituelle (Ruhsal
Güç, Paris 1920) adlý yapýtýnda, ruhun ölümsüzlüðünü savunurken söyle der: Bizler, örgenlið
düsüncesine ne kadar alýsýrsak ruhun bedenden sonra yasamasýný da o kadar doðal buluruz. Sü
z, insan
bilincinde, onun beynine kaydedilmis seylerden baska hiçbir sey bulunmasaydý, bilinc
in bedenin alýnyazýsýný
izlediðini ve onunla birlikte ölüpgittiðini kabul edebilirdik. Ne var ki bilinç, beyinle a
yný sey deðildir. Olgularý, her
sistemden baðýmsýz olarak gözden geçirirsek bilinçsel yasamýn beyinsel yasamdan çok daha ge
lduðunu
kolaylýkla görürüz. Bu halde de ruhun bedenin ölümünden sonra yasamýný sürdürmesi gerçeði o
ir
ki,
kanýtlama yükümlülüðü, bizden çok, bu gerçeði yadsýyanlara düser. Çünkü ölümden sonra bilin
gideceði hakkýnda tek kanýt, bedenin ölümle çürüyüp daðýldýðýný görmektir. Bu kanýtýnsa, bi
baðýmsýzlýðý anlasýlýnca, hiçbir deðeri kalmaz. Bergson, özdeksel olan her seyi ruhsal olan
k istediði
gibi, tüm bilimleri de ruhbilime indirgemek ister, söyle der: Kendi kendime arasýra so
rup durmusumdur: Çaðdas
bilim, mekaniðin, astronominin, fiziðin ve kimyanýn doðrultusuna yönelmek için matematikten
ise baslayacaðýna
ve
tüm çabalarýný özdeðin incelenmesi üzerine toplayacaðýna, ruhu gözönünde tutmakla ise basla
örneðin
Kepler, Galile, Newton birer ruhbilimci olsaydýlar ne olurdu? Süphesiz, hakkýnda bugün h
içbir tasarýma sahib
olamayacaðýmýz kadar üstün bir ruhbilimimiz olurdu (Ýbid). Bergson, sezgi'yi söyle tanýmlam
: Gerçeði
saltýk ya da saltýðý gerçek olarak kavramaya sezgi diyorum. Tüm idealistlerde olduðu gibi B
son'da da saltýk ve
gerçek kavramlarý anlamdastýr.
Bergson'un yaptýðý, Elealýlardan beri sürüpgelen bu geleneksel idealist savý yinelemekten i
ettir. Bergson'a
göre
evrim de nitelikseldir, niceliksel birikimlerin niteliksel deðisimlere dönüsümü deðildir. Ç
e olsaydý
kesintili, esdeyisle bölümlü olurdu ve sürüpgitmezdi (esdeyisle, süredýsý kalýrdý). Evrim s
eliksel olunca
yaratýcý olmasý, her an kendi kendini yaratarak yenilemesi, yetkinlestirmesi gerekir.
Yaratýcý Evrim (Evolution
Creatrice, Paris 1906) adlý yapýtýnda bu yaratýcýlýðýn yasam atýlýmý (Os. Hamlei hayat, Fr.
)'yla
gerçeklestiðini ilerisürer. Böylece' araya bir de yaratýcý (Tanrý) yerlestirmekle Bergson,
sefesel dizgesini
tamamlamaktadýr. Görünüm sudur: Ruhsal bir yaratýcýnýn yönetiminde ruhsal bir evren. Bütün
,
yüzyýllardan beri, bunu söylemektedirler. Böyle olunca Bergsoncu sezgiciliðin Papalýk Katol
kliðinden
hiçbir farký kalmamaktadýr. Bergson, özdek'ten, yellerin akýsýna engel olan kocaman daðlar
i, durgun, yerinden
kýpýrdamaz, hantal bir seyi anlamaktadýr. Açýkça görüldüðü gibi idealizm, istediði kadar te
deðistirsin, Platon'dan kalma terim ve tasarýmlarýný deðistiremiyor. Platon'undan Bergson'
una kadar yüzyýllardan
beri söyledikleri seyler, hep ayný seylerdir. Ýdealizmin tüm tasarýmlarý gibi Bergson'un ta
arýmlarý da usaaykýrý ve
bilimdýsýdýr. Kaldý ki Bergson, açýkça, sezgi çekiminde basarýya ulasmak için bilime sýrt ç
tiðini
savunmakta ve bilimsel bilgiyi sýnýrdýsý býrakmaktadýr. Evreni kendi sezgisiyle anlamlandýr
mistik sezgicilik,
zorunlu olarak tekbenciliðe (solipsizm) varýr. Kisisel sezgiyi, örneðin Bergson'un sezgi
sini, saltýk ve gerçek bilim
saymak gerekir ki bu da, ya baska bilgileri yadsýmak ya da herkesin kendi sezgisin
e göre sayýsýz bilgileri olduðunu
kabul etmek sonucunu doðurur. Bu sonuç, bilimsel bilginin nesnelliði gerçeðine karsýdýr. Bu
n baska, sadece
nicesel deðisiklikleri kabul eden vülger evrimciler gibi, sadece nitesel deðisiklikler
i kabul eden yaratýcý evrimeilerin
de yanlýs yolda bulunduklarý bilimsel olarak tanýtlanmýstýr. Evrim, ne sadece nicesel ne d
e sadece nitesel olmayýp,
nicesel deðismelerin nitesel deðismeleri gerektirdiði bir süreçtir. Bergson'un yasam atýlým
adýný verdiði olay,
nicesel birikimler sonunda çelismelerin çözümünden baska bir sey deðildir ve ruhsal deðil,
sel doðada her
an
olagelmektedir.
Görüldüðü gibi, Bergson bilimsel bilgiyi tümüyle safdýsý býrakmaktadýr.
Doðayý býrakýn, toplumu býrakýn, bilimi býrakýn. Sonra?..
KEYFÝNÝZE BAKIN. Ýngiliz faydacýlýðýnýn, her olguyu ise yararlýða' göre deðerlendiren isada
Amerika'da pragmacýlýðý (pragmatisme, kýlgýcýlýk, uygulayýcýlýk) doðurmasý kolaylýkla anlas
Amerikan filozofu Wiliam James (1842-1910), gerçekte, pragmacýlýkla Amerikan endüstrisin
in felsefesini
kurmustur. Felsefenin adý Yunanca, eylem (action) anlamýna gelen pragma sözcüðünden yapýlmý
, Ýngilizce
practice, Fransýzca pratique sözcükleri de ondan gelmektedir. Bu sözcüðü felsefeye ilk olar
1878'de Charles
Peirce sokmustur. William James, yapýtýnýn önsözünde, pragmacýlýk adý için, onu böyle adlan
ad
hosuma gitmiyor ama, deðistirmek için artýk çok geç diyor.
James'in Pragmacýlýk yapýtý, 1908 yýlýnda Boston'da Lowel Ensütüsü'nde, 1907 yýlýnda New Yo
bia
Üniversitesi'nde verdiði konferanslardan meydana gelmistir. William James 1842 yýlýnda N
ew York'ta doðmus,
altmýs sekiz yýllýk bir yasayýstan sonra, 1910 yýlýnda ölmüstür. Ünlü Amerikan filozofu Hen
oðludur.
1869 yýlýnda Harward Üniversitesi'nden týp doktoru olarak çýkmýstý. 1876 yýlýnda Harward Ko
izyoloji
doçenti, 1885 yýlýnda da felsefe profesörü oldu. Tecrübe Felsefesi, Ýnsanlýðýn Ölmezliði, D
ik,
Psikolojinin Ýlkeleri gibi birçok yapýtlar yayýnladý. Pragmacýlýk adlý yapýtýný faydacý Mil
armaðan
etmektedir: Zihnin pragmatik açýklýðýný ilk olarak kendisinden öðrendiðim, yasamýs olsaydý
lacaðýný
düsünmekten zevk duyduðum John Stuart Mill'in anýsýna....
Pragmacýlýk, James'in deyisine göre, bir felsefe olmaktan çok bir metot, düsünceyi doðurduð
eme göre ölçen
bir metottur. Charles Peirce, 1878'de Popular Science Monthly dergisinde yayýmladýðý Fik
irlerimizi Aydýnlýða
Kavusturmanýn Yolu, baslýklý yazýsýnda söyle diyordu: Bir düsüncenin anlamýný açýklamak içi
davranýsý doðurduðunu bilmek gerekir. Ýste o davranýs, o eylem bizim için düsüncenin ta ken
. William
James, yirmi yýl sonra, kimsenin üstünde durmadýðý bu sözü bulup ortaya çýkarmýs, felsefesi
yamýstýr.
Pragmatik metotta yeni hiçbir sey yoktur, diyor William James, Sokrates onun ustasýy
dý. Aristo, metodik olarak
onu kullanmýstý. Locke, Hume, Berkeley onun araçlarýný kullanarak gerçeðe yararlý oldular.
pragmacýlýðýn bu
öncüleri onu ancak parçalar halinde kullandýlar. Onlar sadece giris yapmýslardý. Pragmacýlý
odu günümüze
gelinceye kadar genellesmemisti, evrensel bir görevin bilincine varamamýstý. Ben bu göre
ve inanýyorum,
konusmalarýmýn sonunda size de bu inancý asýlayabileceðimi sanýyorum.
Kimyacý Leipzigli Ostwald bana söyle yazýyor: Bütün gerçeklikler pratiðimizi etkilendirirle
Su ya da bu almas
(alternative) doðru olsaydý, dünya hangi alanlarda baskalasýrdý? Eðer hiçbir baskalýk bulun
a o zaman
almasýn
da hiçbir anlamý yok demektir.
Herhangi bir yerde bir ayrým meydana getirmeyen bir ayrým (difference) hiçbir yerde va
r olamaz. Felsefenin bütün
görevi, bu dünya formülü ya da su dünya formülünün doðru olmasýnýn hayatýmýzýn belli anlarý
gibi bir ayrým doðuracaðýný anlamak olmalýdýr. Pragmatik metod, her seyden önce, baska türl
ilemeyecek
olan metafizik tartýsmalarýn yatýstýrýlmasý metodudur. Dünya tek midir, çok mu? Ýste birtak
lar ki dünya
için doðru olmalarý da mümkündür, olmamalarý da. Bu çesit kavramlar üstündeki tartýsmalarýn
Böyle
hallerde pragmatik metot, her kavramý, kendisinden, deðer verilebilecek pratik sonuçla
r çýkarmak suretiyle
yorumlamaya çalýsýr. Bu kavram, öteki kavramdan daha doðru olsaydý, herhangi bir kimse için
ratik bakýmdan
ne
gibi bir ayrýlýk doðacaktý? Çýkarýlan sonuçlarda pratik hiçbir ayrýlýk yoksa, her iki düsün
akýmdan,
ayný seye karsýlýk olmaktadýr. Su halde tartýsma yersizdir. Tartýsma yerindeyse, bunun ya d
ötekinin doðruluðu
halinde pratik bir ayrýlýðý görebilmemiz gerekü.
Bunun kabacasý su demektir: Dünya, madde olsa ne olacak, ruh olsa ne olacak? Biri ya
da öteki olmasý pratik bir
fayda saðlýyorsa, o zaman basýmýzýn üstünde yeri var.
Nitekim William James, pragmacýlýk metodunu kullanarak ruhçuluðu (spiritualisme) seçmekted
ir. Çünkü, diyor,
özdekçilik (maddecilik, materialisme) umut kýrýcýdýr; ruhçuluksa umut, hoslanma, yasama ist
ericidir. Tanrýya
inanmak insanlar için faydalý bir eylemdir. Bu eylem insanlara, James'in deyisiyle,
töresel bir tatil yaptýrýr. Ölümlü
dünyadaki kötülüklerin Tanrýda yok olacaðý düsüncesi, bizleri sorumluluk kaygýsýndan kurtar
unda,
nasýl olsa geleceðine güvenerek korkumuzu yenebiliriz. Dünya arabasýný, yürüdüðü yolda, key
ye
býrakarak töresel bir tatil (ahlak tatili) yaparýz. Ýyi ama, gerçek bu mudur, derseniz Jam
es'in karsýlýðý hazýrdýr:
Gerçek, pratik faydasý olandýr.
Pragmacýlýk, böylelikle, akýlcý sistemlerle görgücü sistemler arasýndaki uzlasmaz ayrýlýðý
Aklýn verilerini de pragmatik metoda vurarak hem dinci kalabilecek, hem de olgular
la ilgilenebilecektir. Her
ikisinde de pratik fayda bulduðuna göre, bunlarý birbirinden ayýrmayý düsünmemektedir. Görg
nrý
düsüncesine, istedikleri kadar, tesekkür ederiz, kullanmýyoruz desinler, pragmacý pratik f
ayda bulduðu sürece
onu kullanmakta devam edecektir.
Pragmacýlara göre bir düsünce, yasayýsýmýz için elverisli olduðu sürece doðrudur. Ýyidir ye
diyebiliriz, çünkü bu iki kavram birbirinin aynýdýr. Doðru sözcüðü, inanç alanýnda iyi oldu
her
seyin adýdýr. Doðru olan, belirli sebepler dolayýsýyla ayný zamanda iyidir. Bizim için neye
anmak daha iyi olurdu,
dersek, bu söz su anlama gelir: Neye inanmak zorundayýz? Bu sorunun karsýlýðý sudur: Ýnanýl
zim için daha
iyi olan seye inanmak zorundayýz. Su halde, bizim için daha iyi olanla bizim için daha
doðru olan arasýnda hiçbir
baskalýk (difference) yoktur. Pragmatik metot, doðru'yla iyi'yi birlestirmektedir.
Bundan su sonuç çýkýyor: Erdem, yasayýsýmýz için elverisli olduðu sürece, pratik fayda saðl
doðrudur. Pragmacýlar soyut düsüncelere, deney öncesi düsüncelere de kendi metotlarýný uygu
r. Onlara
göre
doðru düsünce (a priori fikir), pratikte doðrulanabilen bir düsüncedir. Bir düsüncenin gerç
yapýsýk,
hareketsiz bir özellik deðildir. Gerçek, düsüncenin basýna gelen bir seydir. Bir düsünce, k
a dururken doðru
olamaz. Ancak doðru bir hale gelebilir, olaylar yüzünden doðrulasýr. Onun gerçekliði, geçer
girmesiyle olur.
Sonsuz derecede faydalý ya da sonsuz derecede zararlý bir gerçeklikler dünyasýnda yasamakt
ayýz. Doðru düsünce
bizler için önemlidir. Bir ormanda kaybolursanýz, açlýktan ölmek üzere bulunursanýz, keçi y
enzer bir sey
görünce bu yolun sonunda insanlarýn oturduðu bir evi düsünmeniz çok önemlidir. Burada doðru
faydalýdýr,
çünkü konusu olan ev faydalýdýr. Doðru düsüncenin pratik deðeri, bu düsünceye karsýlýk olan
tik
deðerinden çýkmaktadýr. Gerçekte bu nesneler her zaman için faydalý olmayabilirler. Örneðin
lunun
sonundaki ev, bos bir evse, açlýktan ölmek üzere bulunan sizin için hiçbir faydasý yoktur.
, her nesne bir gün,
bir zaman önem kazanabileceðinden, herhangi bir durumda doðrulanabilecek (verification
) bir genel düsünceler
stokunu elde bulundurmamýz faydalýdýr. Doðru sözcüðü doðrulama sürecini harekete getiren bi
faydalý
sözcüðü onun deneyde tamamlanan görevinin adýdýr. Doðru düsünceler, faydalý olmadýkça, deðe
kazanamazlar. Kuramla olgu, soyut düsünceyle ise yarar pratik arasýndaki bu birlesme, ölçüs
derecede
bereketlidir.
Hakikat (gerçek) düsünürken bize faydasý olan seydir, nasýl ki hak da eylem halinde bize fa
dasý olan seydir.
Ýnsanlar için gerekli olan, uygun olan is görecek bir kuram bulmaktýr. Ýste pragmacýlýk, bu
ramdýr.
James'e göre: Ýnsanýn evrendeki durumu kedinin kitaplýktaki durumu gibidir, görür ve dinler
ama hiçbir sey
anlayamaz. Öyleyse insan için tek gerçeklik, uygulama alanýnda isine yarayan gerçekliktir.
Hýristiyanlýk dini de
pek ise yarar bulunduðu, insaný ölüm korkusundan kurtardýðý ve kötülüklerin tanrýsal düzeyd
k
olacaðýný vaadederek birtakým yersiz kuskulardan koruduðu için geçerlidir. Ýnsan, hiçbir se
aksýzýn içinde
bulunduðu ve duyusal tutkularla kavrulduðu bu dünyada çýkarýna bakmalýdýr. Pragmacýlýða gör
yasayýsýmýz için elverisli olduðu sürece doðrudur. Doðru sözcüðü doðrulama sürecini hareket
düsüncenin, yarar sözcüðü de onun deneyde tamamlanan görevinin adýdýr: Doðru düsünceler yar
deðer belirten bir ad kazanamazlar. Pragmacýlar dünyanýn nesnel gerçekliðine gözlerini kapa
rdýr. Gerçek,
kendi yararýmýza göre belirmekle, özneldir. Bu bakýmdan pragmacýlýk tekbenciliðe (solipsizm
maktadýr. Her sey
ben'im ve her sey benim içindir. Bu kanýysa pek açýk olarak saçma bir kanýdýr. Bilinemezci
ri de bilgiyi
yadsýmakla eylemsel uygulamayý köksüz býrakmaktadýr. Uygulama, bilgisizliði deðil, tam ters
ilgiyi gerektirir.
Ýnsan eylemi etkili olabilmek için nesnel yasalarýn bilgisine dayanmak zorundadýr. Bunda
n baska gerçeði
yararlýlýkta bulan pragmatizm, her türlü zorbalýðýn savunucusudur. Bilgiye sýrt çevirmekle
de karsý çýkan
pragmacýlýk, düsünsel ve uygusal eylemi günlük çýkarlara baðlamakla çaðýmýzýn mýzmýz felsef
örneklerinden biridir.
OLMAK YA DA OLMAMAK. XVi'ncý yüzyýlda William Shakespeare, ünlü trajedyasýnda prens Hamlet'
n
aðzýndan söyle diyordu: Olmak ya da olmamak... Ýste sorun. XX'nci yüzyýlýn Hamlet'leri yok
sanýrsýnýz?
Ama onlar Danimarka'lý Hamlet kadar saf ve açýk yürekli deðiller, lakýrdýyý bir hayli döndü
caklar.
XX'nci yüzyýl idealizmi Amerika'da ise yarayan bir kuram ilerisürerken Avrupa'da da hiçb
ir ise yaramayan bir
kuram gelistirilmektedir. Bu kuram, varolusçuluk (egzistansiyalizm)'tur. Öznel düsünceci
, tekbenci, usaaykýrýcý,
bilime karsý ve bilimdýsý niteliklerle bezenen bu sözde öðreti anamalcý üretim düzeninin bü
larýnda
(1930'larda) bu bunalýmýn bulanýk kafalarda yansýmasýndan meydana gelmistir. Ekonomik buna
lýmýn çaresizliði
içinde çýrpýnan küçük burjuva aydýnlarý, Danimarka'lý gizemci Soeren Aabye Kierkegaard (181
dinsel
gizemsel varsayýmlarýna yapýsmýslar ve bu abuksabukluklardan elbirliðiyle bir moda felsefe
olusturmaya
çalýsmýslardýr. Dünya gençliðinin bir bölümü, bilgisizlikleri (yüzeyselin altýndaki gerçekl
yüzünden bu modaya kapýlmýslardýr. Bundan ötürü de dünyanýn hemen her yerinde, sözde kendi
varlastýran genç hipi'ler türemistir. Hipi (Ýng. Hippy)'ler varlýklarýný, topluma baskaldýr
e her türlü deðeri hiçe
saymakla, olusturduklarý kanýsýndadýrlar. Kullandýklarý uyusturucu maddeler de bu olusmanýn
syardýmcýlarýdýr.
Böylesine somut ürünler de veren varolusçuluk, Avrupa'nýn birçok küçük burjuva düsünürünce
olusturulmustur. Varolusçuluðun sözüm ona düsünsel temelinde, Kierkegaard'ýn ermisliðiyle b
te Nietzsche'nin
delice sabuklamalarý, Husserl'in olaybilimi, Dilthey'in yasam felsefesi ve hatta o
zan Rilke'nin düssel dizeleri yatar.
Kendilerine sorarsanýz Sokrates, Augustinus, Pascal, Main de Birand ve hatta Desca
rtes vb. da varolusçuluðun
temellerini atanlardandýr. Varolusçuluk deyimi, ilk kez, 1929 yýlýnda yenikantçý Alman düsü
einemann
tarafýndan kullanýlmýstýr. Varolusçuluk; Gabriel Marcel (1889-1973), Jaspers (1883-1969),
Nicolas Berdiaeff
(1879-1948), Lev Chestov (1866-1938), Martin Buber (1878-1965) taraflarýndan tanrýcý b
ir düzeyde ve Martin
Heidegger (1889- ), Jean Paul Sartre (1905-1980), Albert Camus (1913-1960) taraf
larýndan da tanrýsýz bir
düzeyde
olusturulmustur. Merleau Ponty, Simone de Beauvoir vb. gibi pek çok izleyicileri d
e vardýr. Varolusçuluk, ben'le
varolus'un ayrýlmazlýðý düsüncesinden yola çýkar. Bunu yaparken de gizemci bir Hýristiyan d
lýr.
Gizemci Kierkegard'a göre insan, tanrý ve ne etse önleyemeyeceði ölümsel hiçlik karsýsýnda
titreyen zavallý bir
yalnýz yaratýktýr. Özellikle tanrýtanýmaz varolusçular, bu varsayýmdaki tanrý korkusunu bir
akýp ölüm
korkusu'na büyük önem verirler. Ölüm korkusuyla titreyen bu insan ne olduðunu bilmiyor, sad
ce varolduðunu
biliyor. Demek ki ben'le varolus özdestir. Öyleyse bu bensel varolus sorunu, ölümsel hiçli
k karsýsýnda nasýl
konulmalýdýr? Varolusçular bu soruya söyle karsýlýk verirler (Özellikle Sartre'ýn anlayýsýn
en asaðýdaki
parça Asým Bezirci'nin çevirisinden yararlanýlarak özetlenmistir): Ýnsan, özünü kendi yarat
yaratan
tek nesne insandýr. Ýnsandan baska her nesnede yapýs, varolustan önce gelir. Önce varolup,
sonra kendini yapan
sadece insandýr. Örneðin masa, bir masa düsüncesine göre varedilir. Neye yarayacaðý, nasýl
en
düsünülerek yapýlýr, masanýn özü varlasmasýndan öncedir. Yalnýz insandýr ki önce varlasýr,
nasýl olacaðýný, neye yarayacaðýný kendisi çizer. Ýnsan varolmadan önce tanýmlanamaz, çünkü
hiçbir sey deðildir. Ancak varolduktan sonra bir sey olacaktýr, hem de kendisini nasýl y
aparsa öyle olacaktýr.
Salatalýk salatalýklýðýný, esek esekliðini, tebesir tebesirliðini kendi yapmaz ama, insan i
ndi
yapar. Demek ki bu yapýs, keyfe baðlý bir yapýstýr. Öyleyse bu keyifsel özgürlük de, ölümün
k
karsýsýnda bosuna bir çabalamadan ibarettir. Ama varolusçular, böyle demiyorlar elbet. Des
cartes'ýn
cogito'sundan
yola çýktýklarýný söylüyorlar, düsünüyorum, öyleyse varým (Fr. Je pense donc je suis). Onla
n
kendiliðinden ulastýðý mutlak gerçek sadece budur. Herhangi bir gerçeðin var olabilmesi içi
rtada mutlak bir
gerçeðin bulunmasý gerekir. Bu gerçek, insanýn, bir aracýya basvurmaksýzýn kendini anlamasý
si
gerçeðidir. Ýnsan, bu gerçekle, kendinden baskalarýna da varmaktadýr. Ýnsan, kendi gerçekle
varabilmek için
baskalarýnýn içinden geçecektir. Baskalarý, insanýn hem varolmasý, hem de kendini bilmesi i
ereklidir. Oysa
gene de kendini yapan, sadece, insanýn kendisidir. Baskalarýnýn içinden geçmesi, yaptýðýný
irmek içindir.
Varolusçularýn bu düsünceleri, Descartes'dan yola çýktýklarý halde, Descartes'ýn düsüncesin
,
Descartes'ýn ben'i, kendini yapan bir ben deðil, düsünen bir bendir. Düsünme, bilinç demek
uðuna göre, ben
tümüyle bilinçtir, keyfe göre davranmaz. Ýkinci olarak, Descartes'ýn ben'i, bizzat düsünmez
sine, onda düsünen
bir sey vardýr, bir bakýma kendi ben'inden ayrý ve baðýmsýz bir töz vardýr; düsünceler, ken
eðil, bu tözün
düsünceleridir. Varolusçulara göre ilkin insan vardýr. Ýnsan, önce dünyaya gelir, varolus,
sonra tanýmlanýp
belirlenir. Kendini nasýl yaparsa öyledir. Ýnsan; bir hýyar deðildir, bir yosun deðildir, g
leceðe doðru bir atýlýstýr, bir
gelecek bilincine varýstýr, kendini yasayan bir tasarýdýr. Ýnsan özünü kendi yaratýr: Dünya
, orada acý
çekerek, savasarak... insan sorumludur. Varlýk özden önce geldiðine göre, insan ne olduðund
sorumludur.
Özünü
kendisi tasarladýðýna göre sorumluluðunu da omuzlarýna yüklenmesi gerekir. Hem bu sorumlulu
dece
kendisine karsý deðildir, bütün insanlara karsýdýr. Çünkü insan kendini seçerken bütün insa
lur,
olmak istediðini yaratýrken herkesin nasýl olmasý gerektiðini de tasarlar. Ýnsan evlenmekle
evlenmeyi bütün
insanlara salýk vermis olur, sadece kendini deðil, bütün insanlarý da baðlar. Yesil güzeldi
erken yesilin bütün
sorumluluðunu da yüklenir. Bir gazeteye abone olurken artýk o gazeteden ötürü bütün insanla
rsý sorumludur,
çünkü o gazeteye abone olmak gerektiðini tasarlamýstýr. Böylelikle insanýn sorumluluðu bütü
evreni kucaklar. Bu sorumluluk korkunç bir sorumluluktur, uçsuz bucaksýzdýr. Örneðin bir Fr
nsýz bir Afrika
olayýndan sorumludur, Lumumba'nýn öldürülmesinden sorumludur.
Gelenekçiyse, Lumumba'yý öldüren gelenekçilik tasarýsýdýr, sorumludur. Gelenekçi deðilse, g
henüz
yok edemediðinden ötürü Lumumba öldürülmüstür, sorumludur. Ýnsan, bu sorumluluðun bütün yük
omuzlarýnda tasýmakla insanlasýr. Örneðin bir Hýristiyan sendikasýna giren bir Ýngiliz isçi
azýsýna katlanmayý
tasarlamakla, sadece kendisini deðil, Çin'deki isçileri de baðlamýs olur. Ýnsan, kendini se
ken bütün insanlarý
seçtiði gibi, bütün insanlarý seçerken de kendini seçer, kendine karsý sorumlu olunca bütün
a karsý da
sorumlu olur. Bunaltý, sorumluluðunu duymaktýr. Öyleyse insan, bunaltýdýr. Sorumluluklarýný
eleyen bu
bunaltýyý azaltabilirler, gene de içleri rahat deðildir. Gerçekte, baðlanan, sadece olmak i
tediði kimseyi deðil, bir
yasa koyucusu olarak bütün insanlýðý seçen kisi, sorumluluk duygusundan da, onun sonucu ola
bunaltýdan da
kurtulamaz. Çoðu kimseler yaptýklarýnýn yalnýz kendilerini baðladýðýna, yalnýz kendilerini
kendilerini inandýrmaya çalýsýrlar, gene de bir türlü rahat edemezler. Çünkü sorumluluk da,
da insanýn
insanlýðýndan gelmektedir, edimlerinin sonucudur. Bunaltý, insaný eylemden ayýrmaz, tersine
eyleme götürür,
eyleme zorlar. Ýnsan özgürdür. Hem sadece özgür de deðildir, özgür olmak zorundadýr. Çünkü
yaratýlmamýstýr, kendi kendisini yaratmýstýr. Çünkü bütün yaptýklarýndan, tutkularýndan bil
Tutkular, kötü edimler için bir özür deðildir. Çünkü yeryüzünde insana yol gösterecek, kend
,
hiçbir sey yoktur. Çünkü her insan, kendisinden öncekileri canýnýn istediði gibi yorumlayab
Ýnsan
yardýmsýzdýr, desteksizdir, bir basýnadýr, býrakýlmýslýk içindedir. Ýnsanýn yapacaðý el deð
vardýr, insan insanýn geleceðidir. Bunun içindir ki, insan insaný bulur. Ýnsan, bir isareti
anlamý üzerinde
karar verirken tek basýnadýr, tek basýna býrakýldýðý içindir ki kendi varlýðýný kendisi seç
deðerlerini kendi yaratýr. Ýnsan yasamaya baslamadan önce hayat yoktur, hayata anlam ver
en yasayan
insandýr: Deðer denilen sey, insanýn seçtiði bu anlamdan baska bir sey deðildir. Genel bir
hlak yoktur.
Çünkü dünyada insana yol gösterecek bir isaret bulunmamaktadýr. Bu isaretlerin varlýðýna bi
inansak bile onlarý yorumlayan, tasýdýklarý falanca anlamý seçen gene bizleriz. Çünkü öðüt
seçmekle insan kendini seçer. Varolusçulara göre hiçbir genel ahlak size yapacaðýnýz seyi s
ez,
yapacaðýnýz
seye ancak siz karar verebilirsiniz. Bir isareti yorumlarken özgürsünüz, dilediðiniz gibi
yorumlayabilirsiniz. Ýsler,
onlarýn nasýl olmasýný kararlastýrýrsanýz öyle olacaktýr. Gerçekte, olusan asktan baska ask
a görülen
olanaktan baska olanak, kendini sanat yapýtýnda gösteren dehadan baska deha yoktur. Ýnsa
noðlu hayatýna
baðlanýr,
orada kendi resmini çizer, bu resmin dýsýnda hiçbir sey yoktur. Ýnsan, kendi hayatýndan bas
a hiçbir sey deðildir.
Ýnsan, erdemlerini kendi yaratýr. Korkak ya da kahraman olmak insanýn elindedir. Nitek
im korkak her zaman
korkaklýktan kurtulabilir, kahraman her zaman kahramanlýktan çýkabilir. Korkaðýn korkaklýðý
n, böbreðinin
korkak olusundan deðil, kendini o duruma düsürmesinden gelir, edimleriyle kendini bir
korkak olarak
kurmasýndan
gelir.
Bunun içindir ki korkak, korkaklýðýndan sorumludur. Ýnsan ancak elinden geleni yapabilir a
ma, yapmayý
tasarladýðý her sey de elinden gelir, insan, ahlakýný kendi seçer. Üstelik bir ahlak seçmed
edemez, içinde
bulunduðu kosullarýn aðýr baskýsý insaný bir ahlak seçmek zorunda býrakýr. Ýnsan, ahlakýný
ndini
de kurmus olur. Seçis, sebepsiz deðildir. Su halde, söyle ya da böyle bir ahlaký seçisimizi
belli bir sebebi vardýr.
Bu sebep, duygularýmýzdan mý doðmaktadýr? Hayýr, diyor varolusçular. Duygularýmýzýn baslý b
lamý
yoktur, duygularýmýz ancak hareketlerimizle, edimlerimizle anlam kazanýrlar. Harekete
geçmemis duygu hiçbir sey
deðildir. Baska bir deyimle duygu, yapýlan hareketlerle meydana gelir. Duygunun deðeri
edimlerden sonra ortaya
çýkar. Duygunun deðerini ancak onu doðrulayan, belirleyen bir edimle, bir hareketle tanýml
ayabiliriz. Harekete
geçmemis, hareket halinde belirmemis duygunun deðeri olup olmadýðý bilinemez. Duygu, insan
a doðru yolu
göstermez. Bu demektir ki, ne bizi harekete getirecek gerçek durumunu arayabiliriz,
ne de hareketimizi
saðlayacak
kurallarý bir ahlaktan bekleyebiliriz. Seçisimizin sebebi duygularýmýz deðildir. Bu sebep,
içgüdülerimizden mi
doðmaktadýr? Hayýr, diyor varolusçular. Bütün insanlara özgü ortak bir öz, on sekizinci yüz
n
dediði gibi (deðismez bir insan tabiatý) yoktur. Çünkü insanda varolus, özden önce gelir. Ý
vardýr, sonra
söyle ya da böyledir. Çünkü insan özünü kendi yaratýr. Ýçgüdülere inanmak, insandan önce va
inanmak demektir. Varolusçuluksa bunun tam tersini savunmaktadýr. Bu sebep, baskalarýnýn
hareketlerinden mi
doðmaktadýr? Hayýr, diyor varolusçular. Gerçi insan kendini tanýmak için baskalarýnýn içind
ma kendini
yapan sadece kendisidir. Ýnsan yardýmsýzdýr, desteksizdir, bir basýnadýr. Öðüt alacaðý kims
insan
kendini seçer. Örneðin çesit çesit kesis var, bir kesisten öðüt almak isteyen bir Hýristiya
sisi
seçerken, almak istediði öðüdü de seçmis olur. Varolusçuluk, bunu bildiði içindir ki; özgür
kendiniz seçin, demektedir. Bu sebep, toplumdan mý doðmaktadýr?
Hayýr, diyor varolusçular. Topluma güvenemeyiz. Çünkü özgürdür kisioðlu, üstüne yaslanabile
tabiatý da yoktur. Toplumun nereye yöneleceði bilinmez. Bir de bakarsýnýz biz öldükten sonr
asizmi kurmaya
kalkýsýrlar, bizim için bunca kötü olan fasizm, o zaman insancýl bir gerçek haline gelir. K
ki insan bir basýna
býrakýlmýstýr, varolusçuluðun çýkýs yeri bireyin öznelliðidir. Putatapar bir toplumda insan
yi ya da isçi
olarak doðabilir. Bu insan için, toplumda da, deðismeyen bir zorunluluk varsa o da sud
ur: Dünyada yasamak, bir is
görmek, baskalarý arasýnda bulunmak, ölümlü olmak... Ýste Fransýz varolusçusu Sartre bunlar
edir.
Bilim
düsmaný Hitler'ci Profesör Heidegger de bilim, hiç de zorunlu deðildir der. Varolus, bilim
sel soyutlamalardan
kurtulmakla gerçeklesir. Gelismemis bir bilinç; kaygý, korku, kusku, tedirginlik vb. g
ibi insan kisiliðinin önsel
biçimleriyle gelisir ve insanýn öznel varlýðýný meydana getirir. Ýnsan, her an ölümle karsý
nu
duymalýdýr. Çünkü ancak böylelikle bilimden, amaçlardan, ideallerden vb. (Heidegger bunlara
rlýðýn putlarý der)
kurtulur ve her anýnýn deðerini bilir. Bir baska bilim düsmaný varolusçu Profesör Karl Jasp
'e göre, aðýr
hastalýklar, büyük suçlar, ölüm tehlikesi vb. gibi varolusa çarpan olaylar sýnýr durum (Gre
tion)'dur. Ýnsanýn
kafasý bu sýnýra çarpmakla bilimden kurtulur ve bilimin bosluðunu anlar. Ýnsan, sýnýr durum
rolusunu bir
basarýsýzlýk olarak yasar (Bundan ötürü Jaspers'in anlayýsýna basarýsýzlýk felsefesi Fr. Ph
e l'echec de
denir). Ama sýnýr durumdaki bu basarýsýzlýk su basarýyý saðlar: Varlýk, basarýsýzlýkta kaný
l'echec,
faire l'epreuve de l'Etre). Daha açýk bir deyisle, kisi, varolusuna bu basarýsýzlýkla kavu
sur. Jaspers söyle der: Sýnýr
durumlarý yasamak ve varolmak ayný seydir.
Jaspers'e göre, temel sýnýr durum, kisinin bizzat kendi varolusudur. Peki, kisi kendi
varolusunu kendi yaptýðýna
göre kendi yaptýðý varolus kendisi için nasýl sýnýr durum oluyor? Jaspers, bu soruya yaprak
olusu söz oyunuyla
karsýlýk verir. Jaspers'e göre, kisinin her an yorumlamak zorunda bulunduðu tek sey varlýðý
ifresi (Al. Chiffre für
das Sein)'dir. Kisi, ancak bununla bilgi edinir, nesnel dünyayý algýlayarak deðil. Peki,
bu bilgiyle nereye varýr?
Jaspers bunu söylemese de kestirmek güç deðil. Ama söylüyor: Askýn kendinde varlýk (Al. Das
szendentale
Ansich Sein)'a ki bu da tanrý deneyi demektir. Doðrudur, sifre çözmekle varýlacak yer tam
burasýdýr. Jaspers,
ölmeden önce, soðuk savasýn bir sýnýr durum olmasý dolayýsýyla kültürel bir deðer tasýdýðýn
bilimdýsýlýða düsmüstür. Katolik Profesör Gabriel Marcel'e göre varolussal yasam, tanrýyý k
gereklidir.
Kisi ancak varolusuyla tanrýsýna ulasýr vb. Albert Camus'nün varolusçuluðu da saçmacýlýk ad
eki
varolusçular da asaðý yukarý ayný seyleri söylemisler, ayný usaaykýrý ve bilimdýsý öznelcil
ir. Ýçlerinde
Sartre ve Maurice Merleau Ponty (1908-l961) gibi varolusçuluðu Marksçýlýkla birlestirmek gü
kalkanlar
da vardýr. Varolusçu özgürlük ve sorumluluk anlayýslarý Sartre, Camus, Simone de Beauvoir g
varolusçularý
ilerici davranýslara da yöneltmistir; ne var ki bu davranýslar, tüm metafizikçi ve idealis
tlerin davranýslarý gibi
tutarsýzdýr, bilimsel içerikten yoksundur. Çünkü bizzat insaný toplumsal kosullardan yoksun
kmakla tarihe ters
düsmüs bulunmaktadýrlar. Çaðdas düsünceleri inceleyen bilimsel yapýtlarda varolusçuluk, usa
lsefe
deyimiyle nitelenir ve onun özellikle burjuva bireyciliðinin kokusmusluðunu yansýttýðý vurg
nýr. Bundan baska
varolusçuluk, sömürü toplumlarýndaki sýnýfsal savasýmý, tüm topluma karsý savasýma dönüstür
altýndan anamalcýlýðýn hizmetine de girer. Varolusçuluk, görüldüðü gibi, nesnel varlýðý ins
al
varlýðý kisisel varlýða, kisisel varlýðý da kisisel düsünceye indirgemekte ve zorunlu olara
me varmaktadýr. Bu
idealizm, Alman düsünürü Fichte'ninki gibi öznel bir idealizmdir. Heideggere göre, evren, a
cak içinde insansal
varlýk bulunduðu oranda vardýr. Öyleyse insanýn dünya üstünde belirmesinden önce dünya da y
ki bu
dünya, varolusçuluða göre, insan türünün varlýðýyla deðil tek tek insanlarýn kisisel düsünc
ktadýr.
Bu sonuç da varolusçuluðu kaçýnýlmaz olarak tekbenciliðe (solipsizm) götürür ve kendimden b
sey
yoktur saçmasýna vardýrýr.
Nitekim varolusçuluða göre evren, insan'a karsýdýr, mantýksal olarak anlasýlmazdýr ve ölüm
kötesi bir
anlasýlmazlýkla son bulmaktadýr. Varolusçu Jaspers'e göre, felsefe yapmak, ölmesini öðrenme
Varolusçuluðun sorumluluk duygusu olarak göstermek istediði bunalým, gerçekte bu ölüm korku
sonucudur.
Bu korkuysa insaný ancak kisisel çýkarlarýnýn ve yasamýnýn eylemine itebilir, baskaca hiçbi
mlu toplumsal ya da
bilimsel eyleme itemez. Varolusçuluk, her bakýmdan, tipik bir idealist öðretidir. Varolu
sçuluða 'göre insan,
kendisini nasýl yaparsa öyle olur, esdeyisle çiftçi çiftçi olmak istediði için ya da çiftçi
olmustur. Bilim, bu varsayýmýn tam tersini tanýtlamaktadýr; çiftçi çiftçi olduðu için çiftç
düsündüðü için çiftçi olmus deðildir. Ýnsan, kendisini nasýl isterse öyle yapamaz, karmasýk
zorunluðuna baðlýdýr. Ýnsanýn özgürlüðü bu zorunluðun bilgisine eriserek zorunluðun doðrult
Ýnsan, özgürlüðünü varolusçu anlamda kullanmaya kalkarsa toplumla çatýsmaya girer. Nitekim
r da
topluma karsý çýkmakta ve toplumun kisiyi bireyselliðinden yoksun kýldýðýný ilerisürmektedi
a insan,
toplumsal bir varlýktýr ve toplumdan koparýlýrsa ölüm korkusuyla titremekten baska yapacaðý
sey kalmaz.
Kaldý ki insaný toplumdan ayýrarak bir basýna ele almak, onu, metafizik anlayýsa uygun ola
rak soyutlamaktýr.
Varolusçuluk, hangi bakýmdan ele alýnýrsa alýnsýn, metafizik alanda boy gösteren bir öðreti
an
kaçýnamamaktadýr. Varolusçuluðun ayýrýcý niteliði, kisisel tedirginliði, bu tedirginliðin n
emeye
çalýsacaðý yerde, topluma karsý çýkmaya yönelterek gidermek istemesidir. Bu istekse, toplum
ir anarsi
doðurarak
kisisel tedirginliði büsbütün artýrmaktan baska hiçbir sonuç saðlayamaz. SAÇMA. Varolusçulu
mi, giderek,
varlýðý büsbütün yadsýmaya varmaktadýr. Bunu da, bir baska düsünür Albert Camus (1913-1960)
Camus'ye göre, insan için evren saçmadýr, uyumsuzdur, akla aykýrýdýr, bilinemezdir (absurdi
de l'existence). Bu
uyumsuzluðu görmeniz için de gözlerinizi açmanýz ve aklýnýzý kullanmanýz yeter. Bilim yoluy
rý kavrayýp
sayabilirsiniz ama, evreni kavrayamazsýnýz. Ýste aðaç, sertliðini duyuyorsunuz; iste su, ta
alýyorsunuz; iste yel,
sizi serinletiyor. Bu kadarla yetinmek zorundasýnýz. Bilim, giderek, size, elektronl
arýn bir çekirdek çevresinde
toplandýklarý görünmez bir gezegenler takýmýndan söz edecektir. Bu, bir varsayýmdýr. O zama
asýp süre
geldiðinizi ve hiçbir seyi bilemeyeceðinizi anlayacaksýnýz. Öyleyse nedendi bu kadar çaba?
gece yarýsý
yüreðinizin sorunsuz olduðu bir sýrada, otlarýn ve yýldýzlarýn kokusu bu bilimin pek daha ç
mis miydi
size?
Evren rasgeledir, bosunadýr, hiçbir saðlamlýða dayanmamaktadýr ve sizin için ölümle bitmekt
u aydýnlýða
varan kisi, iki yol tutabilirdi: Kendini öldürmek ya da evrenin ötesini umut etmek...
Bu iki yoldan birini ya da
ötekini tutanlar olmustur. Oysa bu iki yol da uyumsuzdur, saçmadýr, akla aykýrýdýr. Asla bi
inemeyecek olanýn
umuduyla bilinenin kendini yadsýmasý uyumsuzluðun ta kendisidir. Bu gerçeði daha iyi anlay
abilmek için
uyumsuzu tanýmlamak gerekiyor: Uyumsuz, bir kýyaslamadýr. Bir baska deyisle, uyumsuz,
kýyaslananlarýn ne
birinde ne de ötekindedir, her ikisinin karsýlasmasýndadýr. Ýnsan, kendi çerçevesi içinde u
dur; dünya kendi
çerçevesi içinde uyumludur; uyumsuzluk, bu iki uyumlunun kýyaslanmasýndan doðar. Ýnsan açýk
dedir,
karsýsýndakiyse bu açýklýk isteðine karsýlýk vermez, iste uyumsuzluk buradadýr. Her seyi bi
teyisimizin
karsýsýnda aklýmýz güçsüzdür. Aklýn beceremediðini becermeye kalkan ruh da çelismelerle saç
ur
sonunda. Karsýmýzda anlamýný kavrayamadýðýmýz bir evren var. Gerçek su ki, biz bu evreni ta
Kesin
bilgileriniz bizi çevreleyen duvarlarla sýnýrlýdýr. Bu duvarlarýn dýsýnda kocaman bir boslu
r akla aykýrýlýk düzeni
uzamaktadýr.
Ölmek zorunluðu fizikötesi bir rezalettir. Deney ötesini gerçeklestirmekte güçsüz, deneyin
liklerine inmekte
yetersiz, basarýsýzlýklarla altüst olmus insan sonunda bu, rezaletle rezil olmak zorunda
dýr. Bir tokatýn iz býrakmaz
olduðu bu cansýz bedenden ruh silinmistir. Ýste maceranýn bu ilkel ve kesin yaný, uyumsuzl
uk duygusunun özünü
meydana getirir. Bu kaderin ölümlü ýsýðý altýnda faydasýzlýk belirmistir. Bu durumumuzu buy
da tutan
kanlý matematikler karsýsýnda hiçbir töre, hiçbir çaba, deneye dayanmayan bir düsünceyle ha
Öteden
beri bilinen bu gerçeðin sonucu ilgilendiriyor Camus'yü. Karsýlýðýný bulmaya çalýstýðý soru
ne
yapmalýyýz?
Ýsteyerek ölmeli miyiz, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeliyiz? Yukarda da söylediðimiz
gibi Camus, bu iki
yolu da uyumsuz bulmaktadýr. Aðaçlar içinde bir aðaç, kediler içinde bir kedi olsaydýk soru
urdu.
Çünkü o zaman biz de susan evrenin susan bir parçasý sayýlýrdýk. Oysa bizim sesimiz var. Bi
aklýmýz bize bu
oyunu oynayan, insanlýðýmýz bizi evrenin karsýsýna çýkaran. Bu ayaklanýsýmýz, bos bir gurur
Bu
basdöndürücü çizgide durmasýný bilmek, iste dürüstlük budur, gerisi kaçamaktýr.
Dünyanýn uyumsuzluðu ondan umut ya da kendini öldürmeyle sýyrýlývermeyi gerektirmez. Ýnsaný
sý,
onun üstünde mümkün olduðu kadar çok kalmaya, onun acayip bitkilerini incelemeye çalýsmak o
Dünyaya bakýyoruz. Onu, yüzyýllardan beri, kendi verdiðimiz biçimlerle, çizgilerle görmeye
Bu
yapmacýklýðý sürdürmeye gücümüzün yetmediði ya da bu oyunun artýk bize býkkýnlýk verdiði bi
tasýn bize ne kadar uzak, bizden ne kadar habersiz ye bizim için ne kadar kavranýlmaz
olduðunu, sezinleriz.
Uyumsuzluk macerasý böylece baslar. Hele bu sezginin üstüne ölmek rezilliði de eklenirse so
u bütün gücüyle
karsýmýza dikilir: Öyleyse ne yapabiliriz?
Yapabileceðimiz tek sey var, diyor Camus, yasamak... Bu dünyanýn kendisini asan bir an
lamý var mýdýr,
bilmiyorum. Ama bu anlamý bilmediðimi, öðrenmenin de benim için simdilik imkansýz olduðunu
iyorum.
Durumumun dýsýnda olan bir anlamýn benim için anlamý ne?.. Ben, ancak insan terimleriyle a
nlayabilirim.
Dokunduðum sey, bana karsý direnen sey, iste budur benim anladýðým. Öyleyse anladýðýmý býra
a
alabildiðine açýk görüneni, bana karsý bile olsa, tutmalýyým.
Vaktiyle hayatýn yasamaya deðer bir anlamý olup olmadýðý sorulurdu. Simdiyse ne kadar anlam
olursa o kadar
daha iyi yasanacaðý biliniyor. Yasamak, uyumsuz'u yasatmaktýr. Uyumsuzu yasatmaksa her
seyden önce ona
bakmaktýr. Eurydice'in tersine, uyumsuz ancak kendisine sýrt çevrildiði zaman ölür. Ýnsanla
ndi karanlýðýnýn bu
sürekli karsýlasmasý, tutarlý olan pek ender felsefe durumlarýndan birini meydana getirmek
tedir. Ýnsanýn bu
sahlanýsý, ne ezici bir kaderin güvenliðidir, ne de bir boyun eðis. Bu, uyumsuz bir özgürlü
rçek bir özgürlüktür.
Artýk hiçbir amaç beni kösteklemeyecek, beni tutsak edemeyecektir. Biliyorum ki, yarýn yok
tur. Uyumsuz insanýn
bütün yapabileceði, her seyi olduðu gibi, kendisini de tüketmektir. Uyumsuzun ilk gerçeði m
an okumadýr. Bu
meydan okuma, bu sahlanýs hayata gerçek deðerini verir, bir hayatýn uzunluðu üstüne yayýlmý
k
büyüklüðünü
yeniden yerine getirir. Gözleri baðlanmamýs bir insan için kendisini asan bir gerçekle çarp
n zekanýn görünümü
kadar güzel bir görünüm yoktur.
Uyumsuzun ikinci gerçeði, hayattan baska her seye karsý ilgisizliktir ki, asýldýðýnda yýkýl
n basladýðý o
sýnýrlý ve saydam evrende yasamayý kabul ettirir kisiye, Artýk bir deðerler sýralamasý, bir
bir yeðleme yoktur
kisi için.
Bu, bir erdemsizlik midir?.. Hayýr, diyor Camus, ben burada insanýn suçsuzluðu ilkesinde
n yola çýkýyorum.
Uyumsuz insanýn doðrulanabilecek hiçbir seyi yoktur. Uyumsuz kisinin benimseyebileceði t
ek erdem, kendini
zorunlu kýlan erdemdir. Bütün töreler, bir davranýsýn kendini haklý ya da haksýz kýlan sonu
duðu
düsüncesi üstüne kurulmustur. Uyumsuza varmýs bir insan bu sonuçlarýn açýk yürekle ele alýn
i
düsünür sadece, ödemeye hazýrdýr. Onun için sorumlular bulunabilir ama, suçlular yoktur. Ge
neyden
gelecek davranýsýný düzenler. Hem sýnýrlý, hem de aðzýna kadar mümkün seylerle dolu olan bu
r sey
önceden kestirilmez. Uyumsuz kisinin usavurma sonunda anlayabileceði seyler töre kural
larý deðil,
aydýnlatmalardýr. Bir kisinin kosullarý deðil, yenilgileri yargýlar kendisini. Uyumsuz ins
an için iyilik yerini
cömertliðe, birlik yerini cesarete, sefkat yerini erkekçil sususa býrakmýstýr. Bir töre sor
çýkarmaz kendisine, bu
konuda herkes gibidir. Onun töresi, bir nitelik töresi deðil, bir nicelik töresidir. Öyle
görünmekle öyle olmak birdir
onun için. Ýnsan, kendi kendisiyle biter, ötesi yoktur, bir sey olmayan evrende, insan
ca olan ve yalnýz bu olan her
seyin daha yakýcý bir anlam tasýdýðýný bilir. Gerilmis yüzler, tehlikeye düsmüs kardeslik,
arasýndaki güçlü
ve utangaç dostluk geçici olduklarý oranda gerçek zenginliklerdir., Tinsel varlýk gücünü ve
en iyi bunlar
ortasýnda duyar.
Albert Camus, Sisyphe Efsanesi adlý yapýtýnda bu uyumsuz dünyada uyumsuz oyunu (hayatý) en
iyi oynayan dört
oyuncuyu inceliyor. Bu oyuncular sunlardýr: Donjuan, aktör, fatih ve sanatçý... Bu dört oy
uncu da uyumsuzlukla
aydýnlanmýs kisilerdir. Mutludurlar. Mutsuzluðu doðuran bilmemek ve umut etmektir. Onlar
bilirler ve umut
etmezler. Onlarýn yasamalarýnda, nicelik töresi elle tutulurcasýna görülür. Ortak yanlarý s
e almalarýnda ve
ömürleri boyunca pek çok sonlar yasamalarýndadýr. Bir kadýn, sana aský verdim en sonunda...
ye baðýrýr.
Donjuan'a. Donjuan gülümser; en sonunda mý? der, hayýr, fakat bir kez daha.
Uyumsuz kisinin üç niteliði vardýr: Kafa tutma, özgürlük, çesitlilik... Ýste bu dört oyuncu
iði en iyi
biçimde gerçeklestirmektedirler. Ýster ask, ister oyun, ister fetih, ister yaratým olsun
, bu birlesik kafalar giristikleri
islerden de kurtulmasýný bilirler. Eserlerinde var olmayacaklarýný kabul edecek dereceye
gelmislerdir, böylece,
bireysel hayatýn derin faydasýzlýðýný tüketmektedirler. Hayatýn uyumsuzluðunu görmek onlara
dalmak hakkýný vermistir. Kalan sey, biricik çýkýs yolu, ölümcül olan bir kaderdir. Ölümün
lýðý
dýsýnda, sevinç ya da mutluluk, her sey özgürlüktür. Biricik efendisinin insan olduðu bu dü
am eder.
Düsüncenin kaderi, kendi kendinden el çekmek deðildir artýk, imgeler halinde sýçramaktýr. E
en ve
körlestiren Tanrýsal masal deðil, içlerinde güç bir bilgelik ve yarýnsýz bir tutkunun özetl
ryüzünün malý
olan yüz, eylem ve dramdýr. Efendisiz olan bu evren, onlara ne kýsýr görünür, ne de deðersi
nrýlarca, bir kayayý
durmamacasýna bir daðýn tepesine kadar yuvarlayýp çýkarmakla cezalandýrýlan Sisyphe'in sess
terissiz
sevincini duyar onlar. Kaderleri kendilerinindir. Geceyle dolu bu daðýn her madensel
parýltýsý, tek basýna, bir dünya
meydana getirir. Tepelerle çarpýsma bile bir insan yüreðini doldurmaya yeter çünkü. Sisyphe
tludur.
Albert Camus, 1945 yýlýnda yayýnýladýðý bir denemede düsüncesini su sözlerle biraz daha açý
e
durduðumuz sýkýntý, bütün bir çaðýn sýkýntýsýdýr. Biz kendi hayatýmýzdan ayrýlmak istemiyor
düsünmek ve yasamak istiyoruz. Biz, inanýyoruz ki, bu hayatýn gerçeðine ancak herkesin kend
dramýný sonuna
kadar yasamasýyla erisilebilir. Çaðýmýz nihilisme'den çok çektiyse aradýðýmýz töreye nihili
a
býrakmakla varýlamaz. Hayýr, her sey yadsýma ve uyumsuzda bitmiyor, biliyoruz bunu. Ama ön
ce yadsýmayý ve
uyumsuzu ele almalý. Çünkü bizim kusaðýmýz ilkin onlara rastladý, su halde ilkin onlarla ko
paylasmak
zorundadýr.
Camus, ikinci Dünya Savasý'ndan sonra yayýmladýðý Bir Alman Dosta Mektuplar, dördüncü baslý
inde
de
sunlarý söylemektedir: Birlikte inanýyorduk ki, bu dünyanýn yüce bir anlamý yok ve bizler e
mis, umutlarýný
yitirmis insanlarýz. Siz bundan su sonuca vardýnýz ki, iyiyle kötüye insan dilediði anlamý
ebilir. Madem ne
insanca, ne de Tanrýca hiçbir çesit töre yoktur dediniz, öyleyse bu dünyada yalnýz hayvanla
n güçler vardýr,
yalnýz zor ve kurnazlýk vardýr. Öyleyse insan hiçtir ve ruhu öldürülebilir dediniz. Sizce t
erin en çýlgýnýnda
insanýn yapacaðý tek is, üstünlük pesinde kosmaktýr. Sizce ülkeler fethetmekten baska töre
Nerede
ayrýlýyorduk, biliyor musunuz? Siz umutsuzluðu rahatça kabul ediyordunuz, bense etmiyord
um. Siz insan
kaderindeki haksýzlýðý kabul edip hos görüyordunuz, bense dünyanýn haksýzlýðýyla savasmak i
sürmek,
mutsuzluða karsý koymak için mutluluk yaratmak gerektiðine inanýyordum. Siz umutsuzluðu bir
taskýnlýða
vardýrdýnýz; bense umutsuzluðu ve bu dertli dünyayý kabul etmeyerek insanlarýn birlesmesini
kötü bahtlarýna
karsý birlikte savunmalarýný istiyordum. Görüyorsunuz ya, ayný ilkeden iki ayrý töre çýkarm
dünyanýn
yüce bir anlamý olmadýðýna inanýyorum ama, onda bir sey bulunduðunu da biliyorum. Bu sey, i
ndýr. Çünkü bir
anlam arayan tek varlýk odur.
Bu dünyada hiç deðilse insanýn gerçeði var ve bizim ödevimiz onun kaderine karsý koymasýna
mektir.
Dünyanýn insandan baska anlamý yoktur. Hayat anlayýsýmýzý kurtarmak istiyorsak insaný kurta
Ýnsaný
kurtarmak, onu kesip biçmemek, yalnýz onun düsünebileceði doðruluðu bulmasýna imkan vermekt
iz zaferi
umutsuzluðun ezici gücünde buldunuz, bizce insanýn kazanacaðý en büyük zafer, mutluluðudur.
erse
insanýn
kendi kaderine karsý kazanabileceði bir zaferdir. Madem bu is bitti, artýk size öðrendiðimi
i söyleyebiliriz:
Kahramanlýk hiç de güç bir sey deðilmis, güç olan mutlulukmus meðer. Dört yýldýr bize bol b
z
korkunç sahnelerde içgüdünüz kadar aklýnýzýn da payý vardý. Bunun için yargým topyekun olac
gözümde ölmüssünüz. Ama o korkunç davranýsýnýzýn hesabýný soracaðým zaman unutmayacaðým ki,
yalnýzlýktan yola çýktýk, siz ve biz bütün Avrupa'yla birlikte ayný kafa trajedyasýnýn için
n gücünüzü
yýkmak istiyoruz, ruhunuzu deðil. Görüyorsunuz ya, sizi bizden güçlü yapan sey gene de sizd
alýyor, ama bizim
size üstünlüðümüzü yapan da budur. Dünyayý suçlandýrmakta hiç de gevsemis deðiliz. Yeni bil
pahalýya ödedik ki, çaðýmýzý umut kýrýcý görmekte devam ediyoruz. Bütün bunlarla ne kazandý
düsünce ki, onlarýn da, kimilerimizin daha iyi ölmesine yardým etmekten baska bir faydasý o
mayacak. Evet bu
umut
kýrýcý bir seydir. Ama biz, bunca haksýzlýða layýk olmadýðýmýzý tanýtlamak istiyoruz. Kendi
v bu,
yarýn baslayacaðýmýz is de budur.
Camus'ya göre mutluluk, dünyayý ondan hiçbir sey beklemeden sevmektir. Dünya, çesitli güzel
lerle
kaynasmaktadýr. 1950 yýlýnda, Sisyphe'ten sekiz yýl sonra yazdýðý bir baska denemesinde de
larý
söylemektedir:
Her seyin anlamsýz olduðu, her seyden umudu kesmek gerektiði düsüncesiyle nasýl kalýr insan
er seyin
anlamsýz
olduðunu söylediðimiz anda bile anlamlý bir sey söylemis oluyoruz. Dünyanýn hiçbir anlamý y
emek, her türlü
deðer yargýsýný ortadan kaldýrmak olur. Oysa yasamak kendiliðinden bir deðer yargýsýdýr. Öl
adýðý
sürece insan yasamayý seçiyor demektir. O zaman da, yasamaya bir deðer veriyor demektir.
Su var ki, en koyu
umutsuzluðum içinde umutsuzluðu asmanýn yollarýný aradým ben. Kara da olsa, eserimizin göbe
enmez
bir
günes parlýyor ki, o da bugün ovada, tepelerde baðýran günestir.
Albert Camus, bu baðýran günesi sezmeye basladýðý bir sýrada, 4 ocak 1960 günü, kýrk yedi y
Yonne'da
bir otomobil kazasýnda öldü. Pindare'ýn su mýsraý, eserini özetlemektedir:
Ruhum, ölümsüz hayatý isteme, mümkünün alanýný tüket. Görüldüðü gibi Albert Camus'nün siirl
bu varsayýmlar, bilimsel açýdan büyük yanýlgýlar ve bilimdýsý pek çok yargýlarla doludur. Ý
usaaykýrý
bulmakla usaaykýrýcýlýðýn tüm bilimdýsýlýðýný yüklenir. Ýkinci olarak, hiçbir sey bilmediði
bilemeyeceðimizi ilerisürmekle bilinemezciliðin bilime aykýrýlýðýyla donanýr. Üçüncü olarak
insansal varlýða ve insansal varlýðý da bireysel varlýða indirgemekle öznel düsünceciliðin
liðin
bilimsellikten yoksun tüm zýrva sonuçlarýnýn içine düser. Dördüncü olarak, tek felsefesel s
ndini öldürme
(intihar) sorunu olduðunu savlamakla bilimsel felsefeyle hiçbir ilgisi bulunmadýðýný ve fel
efeyi bir küçük sýnýf
öðrencisi kadar bile kavramamýs olduðunu ortaya koyar. Besinci olarak, bireyi toplumdan
soyutlamak ve topluma
karsý çýkarmakla bireyciliðin tüm güçsüzlüðünü tasýr. Altýncý olarak, Schopenhauer ve Nietz
tüm bilimdýsýlýðýyla sürdürür.
VARLIÐIN BÝLÝMÝ. Çaðýmýzýn idealistleri çok verimlidirler. Bos durmuyorlar, öðreti üstüne ö
ilerisürüyorlar: Bunlardan biri de varlýkbilim (ontoloji) adýný tasýyor.
Metafiziðin bir dalý olarak gelistirilen ve metafizik yapýsýný deðistirmeksizin çesitli anl
arda kullanýlan
varlýkbilim deyimi, duyudýsý ve özdeksiz bir varlýk tasarýmýnýn temel yapýsýný, türlerini v
nceler.
Çaðdas varlýkbilimci Hartmann'a göre varlýkbilimin öteki bilimlerden baskalýðý, öteki bilim
ir isbölümü
anlayýsý içinde var olan'ý çesitli alanlara bölerek sadece o belli alanlarda arastýrmalarýn
sý varlýkbilimin var
olan'ý bütünlüðü içinde ele almasýndadýr. Örneðin astronomi göksel varlýklarý, jeoloji made
nik
bitkisel varlýklarý, fizyoloji insansal varlýðý incelediði halde varlýkbilim bütünüyle varl
kelerini inceler.
Var olan'ý var olan olarak incelemek anlamýndaki varlýkbilim anlayýsý, antikçað Yunan düsün
eles'le (Ý.Ö.
384-322) baslar.
Aristoteles'in ilk felsefesi bir varlýkbilimdir, var olaný var olduðu gibi inceleme de
yimi Aristoteles'indir,
varlýkbilimin çaðdas temsilcisi Alman düsünürü Nicolai Hartmann tarafýndan da kullanýlmýstý
Varlýkbilim deyimi, varlýk anlamýna gelen Yu. ontos deyimiyle bilgi anlamýna gelen Yu. l
ogos deyiminin
bilesimi olarak ilk kez Aristoteles tarafýndan kulanýllmýstýr. Ortaçaðda Aquino'lu Thomas,
ristoteles'in bu
çalýsmasýný tanrýnýn yarattýðý varlýklarýn bilgisi olarak tanýmlar. Aristoteles'in tüm özde
budamakla ünlü Thomas, Katolik inaklarýna (dogmalarýna) felsefesel bir temel bulabilmek
için bu
Aristotelesçi metafizikten yararlanmaya çalýsmýstýr. XVii'nci yüzyýlda Alman düsünürü Chris
varlýkbilimi, temel ilkeler bilimi olarak tanýmlar ve duyudýsý özdeksiz bir varlýk tasarýmý
el yapýsýný,
türlerini ve biçimlerini inceler. Tarihsel süreçte Kant, Schelling ve Hegel gibi büyük Alma
idealistleri
varlýkbilim'e karsý çýkmýslardýr. Varlýkbilimin kofluðu ve ne idüðü belirsiz inaksallýðý bu
gözünden kaçmamýstýr. Varlýkbilimin yerine Kant deneyüstü felsefe'yi, Schelling askýn düsün
e
Hegel mantýk'ý önermislerdir. Ne var ki varlýkbilim Husserl, Heidegger, Hartmann vb. gib
i düsünürlerce,
öteki bilimlerle ilgilenmeksizin, metafizik kurgularla gelistirilmeye çalýsýlmýstýr. Özelli
Alman düsünürü
Nicolai Hartmann tarafýndan gelistirilen yeni varlýkbilim ya da elestirel varlýkbilim
sözde nesnel bir temele
dayanma savýyla yola çýkar. Nesnellik savýnda haklýdýr, ama bu nesnel düsünceciliðin nesnel
Nicolai
Hartmann, yeni varlýkbilimin gerekçesini söyle anlatýr (bkz. Ýstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi felsefe
bölümünce yayýmlanan Felsefe Arsivi'nin 1, 2 ve 3. sayýlarýnda yer alan Takiyyettin Mengüso
un
çevirdiði Nicolai Hartmann'ýn yazýsý; Almanya'da yeni ontoloji cereyaný): Ýnsan dünyada tek
deðildir, varlýk iliskilerinin olusturduðu genis bir dizge içindedir. Bu dizge, ona özgü de
dir, insanýn
bulunmadýðý yerde de vardýr. Ýnsanýn da bir parçasý bulunduðu dünya varlýk iliskileri'yle k
Ýnsan kendisini bu iliskilerden soyutlarsa içinde yasadýðý dünyayý bütünüyle kavrayamaz. Va
iliskilerini tanýmadan ne tarihin olusumu ve ne de yasamýn toplumsal biçimleri anlasýlam
az. Etkinlik,
isteme, umma, korkma vb. gibi insansal davranýslar da bu iliskilerle ilgilidir. De
mek ki bu iliskiler
bilinmedikçe insanýn tinsel yapýsý da anlasýlamaz. Bundan ötürüdür ki, bir felsefesel temel
aramak
zamanýmýzda bir gereksinme olmustur. Bu gereksinme bizi, Aristo'dan beri ilk felsefe
(Prima Philosophia)
rolünü oynayan bir disipline, var olaný var olduðu gibi inceleyen bir bilgiye, esdeyisle
varlýkbilime götürmektedir
(Bu parçayý Hartmann'ýn adý geçen yazýsýndan olduðu gibi aktarmadým, o yazýdan anladýðýmý ö
sözcüklerin altýný çizdim. O. H.). Hartmann, bu varlýk iliskilerinin de neler olduðunu Zur
ndlegung der
Ontologie (1935), Möglichkeit und Wirklichkeit (1939) ve Aufbau der realen Welt (1
940) adlarýný tasýyan üç ciltlik
yapýtýnda anlatmaktadýr. Hartmann, önce, aralarýnda bir baðlýlýk bulunduðuna da deðinmekle
bilgi düzeni
(La. Ratio cognoscendi)'yle varlýk düzeni (La. Ratio essendi)'ni birbirinden ayýrmak g
erektiðini öðütlüyor ve
simdiye kadar düsülmüs olan tüm yanýlgýlarýn bunlarý birbirine karýstýrmaktan doðduðunu ile
,
varlýk düzeninde, alttan üste doðru söylece sýralanan dört basamak (Al. Stufe) var: Özdekse
ddi) varlýk
basamaðý, örgensel (uzvi) varlýk basamaðý, ruhsal (ruhi) varlýk basamaðý, tinsel (manevi) v
amaðý.
Burada kullandýðýmýz alt ve üst deyimleri, Hartmann'a göre, birer deðerlendirme deðildirler
ece basamaðýn
yalýnçlýðýný ya da karmasýklýðýný gösterirler, esdeyisle basamaklarýn en yalýncý özdeksel v
olandýr. Hartmann'a göre felsefenin en büyük yanýlgýsý, temel ilkenin ya da evrenin nedenin
bunlardan sadece
birinde, esdeyisle tek'te aranmasýdýr. Bu sorunun yanýtýný özdekçilik özdeksel basamakta, m
zik ve idealizm de
tinsel basamakta aramýslardýr. Oysa bu basamaklar birbirlerine indirgenemez, daha açýk b
ir deyisle birinin yasalarý
öbürüne uygulanamaz (Dikkat edilirse, Hartmann, felsefenin temel sorununu böylelikle dýsýnd
lýyor ve onu
geçersiz kýlýyor. Buysa onu, açýkça, elestirdiði idealizme baðlamaktadýr). Hartmann'a göre
basamaðý,
kendinden önceki varlýk basamaklarýný sart kosar. Daha açýk bir deyisle, örneðin örgensel b
usmasý
için
daha önce bir özdeksel basamaðýn bulunmasý gerekir. Bu, her basamaðýn, kendinden önceki bas
ya da
basamaklarla bir baðlýlýðý bulunduðunu gösterir. Ne var ki her basamak, bu baðlýlýkla birli
inden önceki
basamak ya da basamaklardan baðýmsýzdýr ve özerktir. Hartmann'a göre her basamak, baðlýlýkl
arada tasýr. Hartmann söyle diyor: Ne tinsel basamaktan yola çýkýlarak özdeksel evren, ne d
özdeksel
basamaktan
yola çýkýlarak tinsel yasam anlasýlabilir. Çünkü bir varlýk basamaðýnýn ulam ve yasalarý, ö
uygulanamaz. Uygulanýrsa, o ulam ve yasalar nesnel geçerliklerini yitirirler. Ne var
ki bu basamaklar arasýnda
ortak olan temel ulamlar da vardýr, basamaklar bu ulamlarla birbirlerine baðlânmýslardýr.
Ama birlik ve çokluk,
çatýsma ve uygunluk (Al. Widerstreit und Einstimmigkeit), parça ve bütün vb. ortak ulamlarý
her basamakta baska
bir ýra kazanýrlar. Daha açýk bir deyisle, örneðin örgensel basamaktaki parça ve bütün, ruh
akta ayný
parça
ve bütün deðildir, deðisik ýradadýr. Basamaklar arasýnda ortak bulunan bu temel ulamlardan
ka, alt
basamaktan
üst basamaða uzanan ulamlar da vardýr (Ama üst basamaðýn ulamlarý hiçbir zaman alt basamaða
zlar);
örneðin zaman, olus, deðisme, etki vb. gibi ulamlar alt basamaktan en üst basamaklara ka
dar uzanýrlar. Bununla
beraber alt basamak ulamlarýnýn tümü, hiçbir zaman üst basamaklarýn içine kadar giremezler.
Hartmann bununla sunu demek ister: Öyle ulamlar vardýr ki alt basamaktan en üst basamaða
kadar yükselebilir
(örneðin, zaman ulamý), ama öyle ulamlar da vardýr ki ancak belli bir basamaða kadar yüksel
lir (örneðin,
yerkaplama ulamý. Ancak özdeksel basamaktan örgensel basamaða yükselebilir, ruhsal basamaða
maz).
Bundan
ötürüdür ki her basamak öbürlerine karsý kapalý bir sýnýr tasýr, Hartmann'ýn deyimiyle aral
r yarýk
vardýr. En alttaki basamak en güçlü, en üstteki basamak en güçsüzdür. Ne var ki en güçsüz o
da,
en
baðýmsýz olandýr. Her varlýk basamaðýnýn kendine özgü yasalarý vardýr, bu yasalar öteki bas
ez.
Ama
basamaklar arasýndaki iliskileri düzenleyen ulamsal yasalar da vardýr. Hartmann bunlar
a kategorial yasalar diyor:
Varlýk basamaklarýnda bir de derece düzeni (Al. Rangordnung) vardýr ki birbirlerine göre bü
farklýlýklar tasýr.
Örneðin üst basamaktaki yetkinlik derecesi (Al. Vollendung) daha asaðý basamaktakinden deði
iktir, asaðý bir
basamakta ona göre yüksek olan basamaktan daha çabuk ve daha kolay yetkinliðe erisilir.
Bu hesaba göre ve
bizzat
Hartmann'ýn da söylediði gibi, varlýk basamaklarýnýn en üstünde bulunan insan en az yetkin
(Bundan
zorunlu olarak su sonuç da çýkýyor: Örneðin insanýn törebilimsel yetkinliði hiçbir zaman bö
yetkinlik
derecesine ulasamaz). Hartmann bu olguyu su nedene baðlýyor: Yüksek varlýk basamaklarýndak
i varlýklar,
yetkinlikleri için daha çok sey gerekserler; yetkinlesmeleri de bundan ötürü daha geç ve da
a güç olur.' Bununla
beraber, her basamaðýn kendine özgü yeter bir yetkinlik derecesi vardýr. Her yüksek basamað
amý, kendinden
asaðýdaki basamaðýn ulamýna göre farklý ve yeni bir sey içerir. Hartmann bu yeni sey'e novu
eriyor,
ulamsal
novum olmadan varlýk basamaklarýnýn yükseklik farký da olamaz diyor. Örneðin kendi kendini
leme yeteneði
örgensel basamaða özgü, sorumluluk yeteneði tinsel basamaða özgü birer novum'dur. Her varlý
aðý
kendisine
özgü novum'larla ötekilerden ayrýlýr ve asaðý basamaklarýn kimi ulamlarýnýn kendilerine uza
sýn kendi
baðýmsýzlýðýný korur. Yukarý basamaðýn varlýðý, ancak asaðý basamaðýn tasýyýcý yapýsý üstün
yüksek basamaðýn asaðý basamak tarafýndan belirlendiði anlamýna gelmez. Yüksek basamaðý asa
ayýran ve onun üstüne koyan, ona özgü kategorial novum'dur. Yüksek basamak, asaðý basamakça
ma
ona
karsý tümüyle baðýmsýz ve özgürdür. Hartmann, burada, evrim (Al. Entwicklung) anlayýsýna da
snel
düsünceciliðini açýða vurmaktadýr: Evrim düsüncesi (Al. Entwicklungsgedanke), diyor, evreni
ir kaynaktan
çýktýðýný varsayar.
Tüm çesitlenmeler tek kaynaktan çýkmýssa elbette kendiliklerinden birbirlerine baðlanacakla
ve bir birlik
olusturacaklardýr. Evrim düsüncesi, evrenin tek kaynak olarak özdekten ya da tanrýdan çýktý
ek
gereksinmesinin ürünüdür. Ama böyle bir düsünce havada ve sallantýda kalýr. Çünkü ne olayla
, ne
de bunu kabul ettirecek önsel bir neden var (Dikkat edilirse Hartmann burada da fe
lsefenin temel sorununu
dýsýndalýyor ve üçüncü felsefenin yolunu tutuyor, olgucu idealizmin aðýna düsüyor). Varlýk
rim
sonucu , olarak birbirinden çýktýðýný düslemek onlara ne bir sey katar, ne de onlardan bir
eksiltir. Olsa olsa,
varlýk basamaklarýna gereksiz yere metafizik bir yük yükler. Oysa varlýkbilimsel düsünme, b
tasýyamaz. Bir
buçuk yüzyýldan beri yerinde saymasý da bu yüzdendir. Bundan ötürü varlýkbilimsel düsünmeye
atýlmasýyla baslanmalýdýr. Ýdealizmin temel uðrasýlarýndan biri olan varlýkbilim, gene idea
ce, ama yerine ayný
yapýda baska varlýkbilimler önerilerek, elestirilmistir.
Görüldüðü gibi, bilimsel dilde pek yalýn bir gerçeði, dýs dünya'yý, esdeyisle özdek (madde)
iren
varlýk kavramý, idealist düsüncede ya özdekten önce var olaný, ya özdekten baðýmsýzca var o
ilinen
ürünü olarak var olaný dilegetiriyor. Bilimsel dilde varlýk özdek ve varolus onun sonsuz çe
lilikteki somut
biçimleri'dir. Demek ki varolus'un özü varlýk'týr. Varolus, varlýðýn sonsuz ve sýnýrsýz çes
i
olusmasýný dilegetirir. Varlýksýz varolus olamayacaðý gibi varolussuz varlýk da olamaz. Ne
lýðýn dýsýnda bir
varolus, ne de varolusun dýsýnda varlýk kavranamaz. Varlýk, varolusu dilegetiren en soyu
t kavramdýr. Örneðin bu
anlamda devim, bir varlýk biçimidir denir, bu demektir ki devim, özdeðin varolus biçimidir
, çünkü özdek ancak
devim durumunda varolur. Bu anlamdaki varlýk terimini de, varolus teriminden titiz
likle ayýrdetmek gerekir.
Varolus, hiçbir zaman varlýða indirgenemez. Çünkü böylesine bir indirgeme, çok yanýlgýlý so
Metafizik ve idealist öðretiler, ya varlýðý varolustan, ya da varolusu varlýktan üstün tuta
irçok yanýlgýlara
düsmüslerdir.
VARMIS GÝBÝ. Ýdealizmin yeni bir biçimi de Alman düsünürü Profesör Hans Vaihinger (1852-193
tarafýndan Die Philosophie des Als Ob (l911) adlý yapýtýnda ilerisürülmüstür. Dilimize sank
sefesi, ve tut
ki felsefesi deyimleriyle de çevrilmektedir. Garaudy'nin deyimiyle mýzmýz, Bachelard'ýn
deyimiyle profesoral
felsefelerin en belli örneklerinden biridir. Althusser de bu gibi kof varsayýmlara p
rofesör dilbazlýklarý der.
Vaihingere göre bilimsel önermelerin doðruluklarý, ancak kendi kendileriyle tutarlý (Os. Ýn
icamlý, Fr. Coherent)
olmalarýndan ibarettir. Yoksa bize nesneler üstünde hiçbir doðruluk bildirmezler. Ama biz ö
ermelerimizi nesneler
sanki böyleymisler gibi düzenleriz. Vaihinger söyle der: Ýnsan, tanrýnýn varolup olmadýðýný
ceði gibi, onun
niteliklerini de bilemeyeceðinden ve tanrýsýz da olamayacaðýndan (Çünkü, Vaihingere göre, t
nsýz olabilir,
ama insan tanrýsýz olamaz: O. H.), tut ki tanrý var diye davranmalýdýr. Pierre Duhem'den,
Henri Poincare'den
William James'e, J. M. Baldwin'e kadar daha pek çok profesörün katýldýðý bu bilimdýsý sayma
deðiskeleri vardýr (Örneðin pragmacý James tanrýyý varsaymanýn insana hiçbir zararý yoktur,
sý pek çok
yararlarý vardýr, öyleyse yararýmýza olduðu için onu varsaymalý der, ünlü Ýngiliz yazarý ve
. Wells
anlasýlmasý olanaksýz bulunaný oluruna býrakma'yý öðütler. Gaston Bachelard da varmýs gibi'
e niçin
olmasýn? deyimini önerir vb.). Bu bilimdýsý anlayýsa göre örneðin Süleymaniye Camii, Eyfel
vb. sanki
böyleymisler gibi bilimsel hesaplamalarla yapýlmýstýr. Oysa Süleymaniye Camii ve Eyfel Kul
esi, bilimsel hesaplarýn
sanki böyle deðil, gerçekten öyle olduklarýný açýk seçik tanýtlar; yoksa yüzyýllardan beri
mazlar,
daha yapýlýrken çökerlerdi. Ýstanbul Üniversitesi'nde de profesörlük etmis bulunan Ernst vo
er söyle der:
Gerçekten daire, sonsuz çok ve sonsuz küçük kenarlardan olusmus bir çokgen midir? Yoksa dai
e sanki böyleymis
gibi mi sayýlýyor? Sanki felsefesi adýný tasýyan çaðdas bir bilgi kuramý var. Bu kuram, her
vram kurmalarýn
fiktif karakterini (kurgusal ya da uyduruk karakterini O. H.) ýsrarla belirtir, ha
tta bu kavramlarýn çelisik olduklarýný,
sadece karsýlýklý olarak birbirini kaldýran iki çelismeyi tasýdýklarýný ilerisürer. Ancak,
doðru deðildir. Bu
kavramlara tamamýyla çelismesiz bir sekil verilebilir. Daha doðrusu durum söyle: Yalnýz he
rhangi bir sekilde
algýlanabilir bir görünüs haline getirdiðim ya da getirilebilir objelere reel diyebilirim.
Bu masanýn molekülleri henüz
ilkece algýlanabilirler. Oysa dairenin sonsuz çok ve sonsuz küçük kenarlarýný algýlamayý is
sonsuz çok ve
sonsuz küçük kenarlar yerine, sayýca çok büyük olsa da, sonlu küçük kenarlar koymak demekti
amda
dairenin çokgen kenarlarý, gerçekten reel olmayan, fiktif (yapýntýlý) kenarlardýr. Ama bu f
iyon (yapýntý),
çokgenlerin çevre ve alanlarýna iliskin kanunlarý daireye uygulanabilir yapar, öyle ki biz
i doðru sonuç'lara götürür.
Daire bir çokgendir derken de iste tam bunu demek isteriz (bkz. Aster, Bilgi Teori
si ve Mantýk, Macit Gökberk
çevirisi, Ýstanbul 1972, s. 82).
VARSAYIM. Çaðýmýz metafizikçilerinin ve idealistlerinin medet umduklarý bir kavram da varsa
. Bilimdýsý
hayallerinin varsayým (Os. Faraziye, Fr., Al. Hypothese, Ýng. Hypothesis) olduðunu ve
bir gün gelip
tanýtlanmasýnýn olanaklý bulunduðunu ilerisürerler. Oysa insan kafasýnýn ortaya attýðý her
ilimsel
varsayým deðildir.
Bilim, pratik doðrulanmalardan sezinlenen varsayýmlarýn yeni deneylere yol açmasýyla gelis
mistir. Herhangi bir
varsayým, pratikle doðrulanarak gerçeklik ve geçerlik kazanýr. Bilimsel varsayým, tanýtlanm
r olgular dizisiyle
temellenir, varbulunan tüm öteki bilimsel olgularla da uyum içindedir ve doðruluklarý kesi
nlesmis bilimsel bilgilere
asla ters düsemez. Eðer bu nitelikleri tasýmýyorsa zaten bilimsel varsayým deðildir. Bir va
sayýmýn doðrulanmasý
için gerekli kosullar ya da bilgiler henüz hazýr bulunmayabilir, bu durumda bilimsel çab
a o varsayýmýn
doðrulanabilmesi için gerekli kosullarýn hazýrlanmasýna yönelir. Henüz doðrulanmadýðý halde
sullar ve
bilgiler hazýrlanýnca doðrulanabilecek olan varsayýmlar, daha önce elde edilmis bilimsel v
argýlarla deðerlendirilir
ve
temellendirilir. Varsayým deyimi, mantýk terimi olarak, özellikle matematikte vargý deyi
mi karsýtý olarak kabul
edilen önermeyi dilegetirir. Deneysel bilimlerde, deneyin denetimiyle baðlantýlý olarak
simdilik kabul edilen
önermeyi bildirir. Deneysel bilimlerde bilginler, arastýrmalarýna baslamak için, bir var
sayýmdan yola çýkmak
zorundadýrlar. Çünkü, varýlmasý gereken sonucu elde edebilmek için, o sonucun ön tasarýmlar
olmak
gerekir. Deneysel bilimlerde varsayýmlar, çesitli yollardan çýkarsanabilir. Örneðin Kepler,
Mars yýldýzýnýn
yörüngesinin elips biçiminde olduðu yolundaki varsayýmýný Mars yýldýzýný gözlem'lerken sapt
Bernard kurar maddesinin canlý örgenliði zehirleyerek öldürdüðü yolundaki varsayýmýný yaptý
çýkarmýstý. Arkhimedes (Arsimet)'in, sudaki bir cismin yer deðistirttiði suyun oylumu kadar
kendi aðýrlýðýný
yitireceði yolundaki ünlü varsayýmýný, hamamda yýkanýrken kurnadaki suya batýrdýðý tastan s
ir.
Fleming, kimi mikroplar üstünde deneyimler yaparken bir rastlantý olarak küflenen bir tüpt
e mikrop bulunmadýðýný
görüp küfsel penisilinin mikroplarý öldürdüðü yolundaki varsayýmýný bulmustu. Ne var ki, gö
ve rastlantýlar bile, bilimsel çalýsmalar sýrasýnda ortaya çýkmýstýr ve bilimsel çalýsmalar
de
yanlýs varsayýmlar bile yararlý olur, doðru varsayýmlar yanlýs varsayýmlarý dýsýndalayarak
ir. Gene yukardaki
örneklerde görüldüðü gibi, varsayýmlar, daima gerçek olaylardan çýkarýlmýslardýr, metafizik
erin
doðaüstü varsayýmlarý gibi hayal ürünü deðildirler. Bu yüzden varsayým, bilimsel öngörü ola
Bilgilenme sürecinde ilkin düsünsel kavramlar olusturulur. Bu kavramlardan yargýlar, usl
amlamalar türetilir.
Kavramlarýn, yargýlarýn, uslamlamalarýn karmasýk çaðrýsýmý, bilginin en üstün asamalarý ola
kuram'larý olusturur. Yasalarýn ipucu olan varsayýmlar, deneylerle, esdeyise pratikle
doðrulanýr. Çünkü, gerçeðin
tek sasmaz ölçütü pratiktir. Varsayýmlar, pratikle doðrulandýklarýnda kuram, esdeyisle bili
yasa adýný alýrlar.
Kimi varsayýmlar yadsýnýrken kimileri de bilimlerin deðerli bilimsel bulgularý arasýna katý
r. Bilimsel birikim
böylelikle artar ve yeni varsayýmlara yolaçar.
Bilimsel kuram, pratikle denetlenebilen kuramdýr. Kuram, insansal deneylerin bilin
cine varýlmasý ve biresimidir.
Nesnel gerçekliðin insan bilincine düsünsel olarak yansýmasýdýr. Gerçekte kuram ve kýlgý (t
ratik), bilme
sürecinin ansal ve özdeksel iki yanýný dilegetiren felsefesel kavramlardýr. Bu bilme süreci
doðayý ve toplumu
dönüstürme ve deðistirme sürecini de kapsar. Bundan ötürüdür ki toplumsal tarihsel (Fr. Soc
orique) bir
süreçtir. Ýnsanlarýn eylemsel çabalarý kýlgý, düsünsel çabalarý kuram'dýr. Bu bakýmdan birb
a
bulunan bu iki insansal olgu ayný zamanda birbirleriyle sýkýca baðýmlýdýr. Kuram, kýlgýdan
gene kýlgýya
dönerek onu etkiler ve gelistirir. Kuram, kýlgýyla birlikte ve kýlgý içinde olusur. Eytisim
el özdekçilik dilinde buna
kuramla kýlgýnýn birliði ve ayrýlmazlýðý denir. Metafizikçiler onu salt düsünceyle kurulmus
rlar, oysa salt
düsünceyle kurulmus hiçbir bilgi yoktur, Darwin kuramýný kurarken sayýsýz deneyler ve gözle
yapmýstýr.
Kuramsal faaliyet, kýlgýsal faaliyete dayanýr ve kýlgýsal faaliyetle doðrulanýp desteklenir
u yüzdendir ki toplumsal
kýlgýyla sýmsýký baðýmlýlýk içindedir. Bununla beraber metafizik kuramlarýn nesnel gerçekli
e salt
düsünceyle kurulmus olduklarý doðrudur, ne var ki iyice incelenirse bu hayali kuramlarýn b
ile nesnel gerçekliðin
fantastik ve çarpýtýlmýs yansýmalarý olduðu görülür. Bu gibi düssel kuramlarýn meydana gelm
deni,
kol ve kafa emeklerinin birbirinden ayrýlmýs olmasý ve kuramla kýlgýnýn göreli olarak birbi
rinden baðýmsýz birer
toplumsal faaliyet haline dönüsmüs bulunmalarýdýr. Bu düssel kuramlar hiçbir zaman kýlgýyla
mez ve
doðrulanamazlar, bundan ötürü de nesnel gerçekliðe ve dolayýsýyla gerçeðe aykýrý kalýrlar.
lar,
ancak, toplumun özdeksel yasamýndaki gelisme, toplumun önüne yeni görevler koyduðu zaman or
aya çýkarlar.
Ama bir kez ortaya çýktýlar mý, toplumun özdeksel yasamýndaki gelismenin ortaya koyduðu yen
evlerin mutlaka
yerine getirilmesini saðlayan özdeksel bir güç haline gelirler. Ýste yeni kuramlarýn örgütl
, devindirici ve
deðistirici rollerinin bütün önemi o zaman kendini gösterir. Açýkçasý, yeni toplumsal kuram
aya çýkýyorsa, bu,
doðrudan doðruya topluma gerekli olduklarý içindir. Çünkü onlarýn örgütleyici, devindirici
ici etkileri
olmadan, toplumun özdeksel yasamýndaki gelismenin getirdiði geciktirilemez sorunlarýn çözüm
naksýzdýr.
Kuramla kýlgýnýn birliði, diyalektik bir zorunluktur. Çünkü kuramsal düsünce olmaksýzýn iki
irbiriyle
iliskili kýlýnamaz ya da onlar arasýnda varolan iliski anlasýlamaz. Düsüncenin gerçeklesmey
elmesi yetmez,
gerçeklesme de düsünceye yükselmelidir.
METAFÝZÝÐE KARSI METAFÝZÝK. Kantçýlýk ya da elestiricilik adlarý altýnda Alman düsünürü Kan
idealist bir yapý içinde yükselmis bir çesit utangaç özdekçilik olmakla beraber birçok düsü
enis çapta
etkilemis bir akýmdýr. ondokuzuncu yüzyýlda yenielestiricilik ya da yenikantçýlýk adý altýn
nya'da Albert
Lange
(1828-1876) ve Fransa'da Charles Renouviernin (1815-1903) öncülükleriyle Hermann Cohen
(1842-1918) ve
izdaslarýnda beliren olgucu bir yapý içinde canlanmýstýr. Yenikantçýlýk da, eski idealist g
diriltmeye
çalýsan yenigerçekçilik gibi, bir çesit yeniolguculuk (neo pozitivzm) karakterindedir. Dah
a açýk bir deyisle,
yenikantçýlýk Auguste Comte'tan temizlenmis bir olguculuktur. Yenikantçýlýk da, özet olarak
le der:
Olaylardan baska hiçbir seyi bilemeyiz. bilim olaylarý incelemekle yetinmelidir... L
iebmann, J. Volkelt, A. Riehl,
H. Cornelius, H. Cohen, P. Natorp, E. Cassirer, A. Lieber, Windelband, Rickert,
Lask gibi birçok düsünürler bu
anlamdaki yenikantçýlýðý savunmuslardýr. Lange'nin önderliðindeki Alman yenikantçýlýðý Kant
Renouviernin önderliðindeki Fransýz yenikantçýlýðý Kant'ýn töreciliðine önem vermistir. Öze
n
düsünceleri, idealist kafalardaki bulanýklýðý belirtmek bakýmýndan yeterli bir örnektir. La
göre özdekçilik
bilimsel bir yöntem olmakla yetindiði sürece doðrudur, nesnelerin kendiliklerini açýklamak
ibi bir kuruntuya
kapýlýnca yanlýs bir yola girmektedir. Çünkü özdek dediðimiz sey, sonuç olarak, düsüncemizi
an
ibarettir. Bu yüzden de asýl gerçeklik materyalizmde deðil idealizmdedir. Kaldý ki idealiz
m, insanýn mutluluðu için
de gereklidir. Bilim, kendiliðinde sey'i bilemez. Özdekçilik de, bu yüzden, sadece olayl
arla uðrasan bir bilim
olarak kalmalýdýr. ondokuzuncu yüzyýlda, bu Kantçý olgucu yeni görüs, Claude Bernard (1813-
, Dubois
Reymond
(1818-1896), Helmholtz (1821-1894), Wilhelm Wundt (1832-1930), H. Taine (1828-18
93), E. Renan (1823-
1892), Scherer (1815-1889) gibi pek çok ünlü bilgin ve düsünürü etkilemistir. Yenikantçýlýk
g okuluyla
(Cohen, Natorp, Cassirer); Badep okulunda (Windelband, Rickert) gelistirilmistir
. Ýtalya'da C. Cantoni, Tocco;
Rusya'da Vedenski, Çelpanov ve yasal Marksçýlar Kant'ýn idealizmini gelistirmeye çalýsan ye
ikantçýlardýr.
Yenikantçýlarýn ilerisürdüklerine göre, ondokuzuncu yüzyýlda felsefe çöküyormus, bu yüzden
kurtarmak için
Kant'a dönülmüs. Oysa ondokuzuncu yüzyýlda çökmeye baslayan felsefe deðil, burjuva gevezeli
nden ibaret
olan
burjuva felsefesiydi ve burjuvazinin kendini destekleyebilecek güçlü bir idealizm gere
ksinimi vardý. Yenikantçýlýðýn
ya da Kant'a dönüsün özdeksel varlýk nedeni budur. Engels; söyle der: Yenikantçý bilinemezc
aya çýkýp diyor
ki: Bir nesnenin niteliklerini doðru olarak algýlayabiliriz, ama nesnenin kendisini
hiçbir duyusal ya da zihinsel yolla
kavrayamayýz, kendinde varlýk kavrayýsýmýzýn ötesindedir. Hegel buna çok önceleri su karsýl
ir
nesnenin bütün niteliklerini biliyorsanýz o nesnenin kendisini de biliyorsunuz demekti
r. Geriye, sözkonusu
nesnenin bizim dýsýmýzda varolduðundan baska bir sey kalmaz. Ve duyularýnýz size bu olguyu
tiði zaman
kendinde varlýðýn, Kant'ýn o ünlü Ding an sich bilinemezinin üst yanýný da kavramýs olursun
s, gerçek bir
bilim adamý aðýrbaslýlýðýyla sunlarý da ekler: Kant'ýn çaðýnda doðal nesneler konusundaki b
bölük
pörçüktü ki, onlarýn üstünde bildiðimiz az bir seyin ötesinde esrarlý bir kendinde varlýk b
bilirdi.
Ama bu kavranamaz sanýlan nesneler bilimin dev adýmlarýyla ilerlemesi sonunda kavrandýla
r, çözümlendiler,
üstelik de yeniden üretildiler. Kant XViii'nci yüzyýlda yasamýstý. Ya ondokuzuncu yüzyýlla
i yüzyýlýn
yenikantçýlarýna ne demeli? Onlara ne deneceðini de gene Engels söylüyor: Yenikantçý, bir b
adamý olduðu
ölçüde, esdeyisle herhangi bir seyi bildiði ölçüde özdekçidir. Ama biliminin dýsýnda, hiçbi
alanlarda
bilgisizliðini Yunancaya çevirir ve ona agnostisizm (bilinemezcilik) der. Yenikantçýlýðýn o

yaygýnlasmasýnýn nedenleri, özellikle Almanya'daki sýnýf iliskilerinin deðismesinde ve gene
kle dünya
burjuvazisinin ideolojik gereksinimlerinde yatar. Paris komününden dehsete kapýlan bur
juvazi, toplumculukla
savasýmýnda kullanabileceði idealist bir felsefeyi siddetle gereksiyordu. Doða bilimleri
yle toplum bilimleri arasýnda
bir antitezin varlýðýný, bunun sonucu olarak da toplumsal gelismenin doðadaki gelisme gibi
yasalý olamayacaðýný
ve
toplumsal olaylarý bilimsel olarak bilmenin olanaksýz bulunduðunu ancak Kant'ýn idealizm
i gösterebilirdi. Özellikle
Kant'ýn kuramsal ve kýlgýsal us ayrýmlarý, o her derde deva bilinemezciliði burjuvazinin ba
lýca güç kaynaðý
olmustur. Bu yüzdendirki Baden okulunun yenikantçý profesörleri söyle derler: Tarih, kültür
deðer tasýyan tekil
olgularýn bilimidir ve hiçbir zaman yasalý olamaz: Toplumsal olaylarý bireysel olaylara
ve toplumsal gelismeyi
kültürel gelismeye indirgeyen bu görüs, yenikantçýlýðýn özüdür. Bundan ötürü de toplumbilim
öðretiler türemistir. Bu yenikantçý burjuva toplumbilimlerinin ortak yanlarý; Max Weber, W.
Windelband ve H.
Rickert'in tarihsel süreçte, nesnel etmenlerin rolünü görmezlikten gelerek, öznel etmenleri
rolünü abartýp
saltýklastýran idealist savlarýdýr.
Olguculuk, temelde; Alman düsünürü Immanuel Kant'tan gelen olaylardan baska hiçbir seyi bi
lemeyiz
varsayýmýna dayanýr. Bu bakýmdan yenikantçýlýk, yenigerçekçilik, yenihegelcilik gibi bütün
ler, az
çok, zorunlu olarak olgucu bir sonuca varýrlar. Olaylardan baska hiçbir seyi bilemeyec
eðimize göre, bilim de
sadece
olaylarý incelemekle yetinecek ve kendiliðinde sey'in alanýna el uzatmayacaktýr. Yeniolg
ucular, olguculuk
öðretisini bu anlamdaki bilimselliðe uygulayarak, bilimsel kurallarýn deðerini ölçebilecek
maz bir ölçüt
bulduklarý kanýsýndadýrlar. Bu ölçüt de dil ve somut mantýk incelemeleridir. Gerçeðin bilgi
sel düsüncenin
verilerinden ibarettir. Demek ki felsefeye dilin çözümlenmesinden baska yapacak bir is
kalmamaktadýr. Felsefe ve
bilim tüm mantýk isidir. Bu yüzden yeniolguculuk, bilim felsefesi ya da mantýkçý olguculuk
Fr. Positivisme
logique) adlarýyla da anýlýr. Yeniolguculuðun temelleri Bertrand Russell, L. Wittgenstei
n, M. Schlick, R. Carnap;
H. Reichenbach, Tarski, W. Quine, A. Pap, G. Ryle, A. Ayer taraflarýndan atýlmýstýr. Yen
iolguculuðun ayýrýcý
niteliði, bilimsel terimlerin semantik çözümlenmesine dayanmaktadýr. Bu düsünceyse, örneðin
an
semantikçisi S. Chase'in elinde sömürme teriminin dilden atýlmasýyla sömürme olayýnýn da or
alkacaðý
sonucuna varmaktadýr. Yeniolgucular, otay deyiminden, nesnel fenomenleri ve olgula
rý deðil, öznel duyumlarý ve
tasarýmlarý anlamaktadýrlar. Onlara göre bilim sadece olaylarla uðrasacaktýr, ama olaylarýn
snel gerçeklikleri
yoktur, örneðin bir limonun gerçekten var olup olmadýðý ve nasýl bir süreçle 'varlastýðý so
celenemez.
Limon, sadece dille anlasýlan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ib
arettir ve yalnýz bu
nitelikleri bilimsel bir arastýrmanýn ve yargýnýn konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayý as
a bilemez.
Yeniolgucular, böylece, felsefenin temel sorunlarýný tümüyle yok ettikleri ve bilimi en il
kel yanýndan aldýklarý
halde, varsayýmlarýna bilimsel felsefe adýný takmaktan çekinmemektedirler. Gerçekte yaptýkl
s, olay teriminden
öznel duyumlarý ve tasarýmlarý anladýklarýna göre, yalýn bir öznel idealizmden ibarettir. Y
cular, töresel
alanda da ayný özelliði gütmektedirler. Onlara göre töresel bir kaný, kisisel bir kanýdýr v
larýný baðlamaz.
Nesnel töresel kurallar yoktur. Bundan çýkan sonuç da açýkça sudur: Nesnel töresel kurallar
anlar dine
basvurmalýdýrlar. Yeniolguculuk, görüldüðü gibi, metafiziðe sýrt çevirme ve bilimsellesme i
raðmen,
bilimin tüm dýsýnda ve metafiziðin tüm içinde bulunan gerici idealist bir öðretidir. Öznel
eni olguculuk,
çaðýmýzda, ayný yapýda olmak üzere, çesitli adlar ve okullarla boy göstermektedir. Örneðin
a M.
Sehlick'le öðrencilerinin kurduðu Viyana okulu, Ýsveç'te Upsala okulu, H. Reichenbach ve C
. Hempel'le izdaslarýnýn
olusturduðu Berlin bilimsel felsefe derneði, Almanya'da ayrýca Münster grubu (Scholz), Ýng
iltere'de Lengüistik
felsefe grubu ve ayrýca Moore'u izleyen Analitik düsünürler (Stebbing, Wisdom vb.), Lvov
-Varsova okulu (özellikle
K. Aidukewicz), Viyana grubuna baðlý olarak Alman mantýkçý olgucularý (Carnap, Neurath vb.)
Amerika'da
Pragmacý yeniolgucu akým (E. Nagel, M. Morgenau, W. Quine Morris, Bridgman vb.) ve a
yrýca bilimsel görgücülük
(Fr. Empirisme scientifique) adý altýnda toplanan pek çok düsünür yeniolgucudurlar. Bilim a
amý geçinen bu kadar
çok profesörün böylesine bir bardak suda fýrtýna koparmaya çalýsmalarýnýn nedeni, kolaylýkl
.
Emperyalizmin merkezi olan Amerika'nýn bugün yeniolguculuðun da merkezi olduðu unutulmam
alýdýr. Bu bilimdýsý
akýma kendilerini kaptýrmýs bulunan kimi iyi niyetli bilim adamlarý, yeniolguculuðun pek ço
felsefe sorunlarý
karsýsýndaki aczini itiraf etmekte ve bunu yeniolguculuðun bunalýmý (Fr. Crise de neo posi
tivisme) olarak
nitelemektedirler. Felsefeyi bir dilbilgisi çözümlemesine indirgemek, onu yok etmek de
mektir. Yok edilen bir
felsefeye bilim felsefesi adýný vermekse yeniolgucu bulanýk kafalýlýðýn yapabileceði bir se
Bundan ötürü
yeniolguculuk, sözde bilim felsefesi (Fr. Soidisant philosophie de science) adýyla a
nýlýr.
HAYIR DÝYEN ÝNSAN. XX'nci yüzyýlýn burjuva düsüncesi, sanat alanýnda da umutsuzdur. Bu umut
belirtmek için, biri Ýngiliz öbürü Fransýz, iki sanatçý, bir XV'nci yüzyýl ermisinden yarar
Bu sanatçýlar,
Bernard Shaw'la (1856-1950) Jean Anouilh'dur (1910- ). Sorduklarý sudur: Jeanne d'
Arc niçin yakýldý?
XV'nci yüzyýl, Fransa'yý kargasalýk içinde buldu. Dükalar birbirine girmis, iç savaslar bas
tý. Güçsüzlüklerden
yararlanmasýný pek iyi bilen bir baska ulus, Ýngiltere, Fransa kýyýlarýnda boy gösteriyordu
ansýz soylularý
ülkelerini satýyorlardý. Harfleur bir aylýk bir kusatmadan sonra düsmüs, Normandiya Ýngiliz
in eline geçmisti.
Ýngiliz tümenleri, Bourgonyalýlarýn da yardýmýyla, Calais üssüne yönelmislerdi. Fransa Kral
arles'ýn
kýzýyla evlenen Ýngiltere Kralý V'nci Henri, Fransa tahtý üstündeki düsünü gerçeklestirmek
rgonya
Dükasý
Philippe, Fransa tacýný avuçlarý arasýna almýs, Ýngiltere Kralý V'nci Henri'ye sunuyordu 14
e Ýngiliz damat
Fransýz kaynatasýndan iki ay önce öldü ama, Ýngiltere'nin Fransa üstündeki tutkusu zerrece
medi. Ýngiliz kral
naibi Duc de Bedford bu tutkuyu hýzlandýrmýstý. 1392 yýlýndan beri aklý basýnda bulunmayan
Kral Vi'ncý
Charles da ölünce ortada beceriksiz, parasýz, taçsýz bir veliahttan baska kimsecikler kalmý
ordu. Oysa Fransa'nýn
geleceði
gene de bu zavallýnýn taç giymesine baðlýydý. Dükalar, Fransa tahtýna oturmasý gereken bu d
kral yerine
deðil, adam yerine bile koymuyorlardý. Delikanlý, elleri cebinde, ne yapacaðýný sasýrmýs, F
'nýn henüz Ýngiliz
ayaðý deðmemis topraklarýnda dolasýp duruyordu. Ýngiliz ayaklarýysa çevresini gittikçe dara
dý. Bu gidisle,
dolasabileceði tek yer, Tourain'deki evinin bahçesi kalacaktý.
Ýste erdemli Jeanne, Tanrýnýn sesini bu sýrada duydu Tanrý ona, Orleans'ý Ýngilizlerden tem
eyerek veliahta taç
giydirmesini emrediyordu. On sekiz yasýnda, kaba saba, bilgisiz bir köylü kýzýydý. Lorraine
le Champagne arasýnda,
Mouse nehri kýyýlarýndaki Domremy köyündendi. Kendisi pek bilmiyordu ama, babasý, soylarýný
'tan geldiðini
söylüyordu. Sürülerin pesinde kosmaktan elleriyle ayaklarý nasýr içindeydi. Oysa, kendisind
yüzyýllarca sonra
yasayan Fransýz tarihçilerinin sözbirliðiyle yazacaklarýna göre, Fransa'nýn kurtarýcýsý ola
Fransa, bahtsýz kargasalýðýnýn ortasýnda, bir ermisin erdemlerini bekliyordu. Jeanne d'Are
am zamanýnda
yetismisti. Sophokles'in temkinli akýl'ýnýn yapamadýðýný bilinçsiz güç basaracaktý. Basvura
a bir sey
kalmamýs olan halk, ona inanýyordu. Ünü, Fransa topraklarýnda hýzla yayýlmýstý. Beceriksiz
önüne ilk
çýkanýn pesine takýlmaya hazýrdý. Askerler erdemli Jeanne'ýn getirdiði Tanrýnýn sesiyle yür
di. Birkaç ay
içinde Orleans Ýngilizlerden temizleniverdi. Veliaht, Reims' da kutsal krallýk tacýný giyd
i. Saskýn delikanlý artýk
Fransa Kralý Vii'nci Charles olmustu. Tahta oturduktan sonra yüreklenmeye baslayacak
, Ýngiltere kral naiplerinin
çekismelerinden de yararlanarak, ülkesi hesabýna mutlu isler basaracaktý.
Erdemli Jeanne görevini bitirmisti, artýk Ýngilizlere satýlabilirdi. Ýngilizler de onu, bi
r öç alma duygusu içinde,
odun yýðýnlarýnýn üstüne çýkarýp yakabilirlerdi. Warwick'in dediði gibi, ileride, baska bir
erektirirse ateste
yaktýklarý bu zavallý kýzýn heykelini de dikebilirlerdi. Birkaç yüzyýl sonra Ýngiltere hükü
faatleri bunu
pekala gerektirebilirdi. Oysa simdilik suçluydu; Ýngiliz ordusunu büyücülükle yenmisti, Tan
sesini duyduðunu
söyleyerek kutsal kiliseye karsý koymustu.
Jeanne d'Arc niçin yakýldý?.. Bu soruya önce bir Ýngiliz sanatçýsý, Bernard Shaw karsýlýk v
,
erdemlileri istemiyordu. Jeanne'ýn eliyle tahta çýkardýðý Kral Vii'nci Charles, onun yakýlm
göz yummustu:
Çünkü minnet altýnda yasayamazdý. Hele kaba saba bir köylü kýzýnýn eliyle tahta oturmak inc
na pek
aðýr
geliyordu. Kilisenin düsmanlýðýnaysa hiç dayanamazdý. Bir yandan da Ýngilizlerle iyi kötü b
smaya varmasý
gerekiyordu Görevini bitirmis bir büyücüyü savunacak kadar aptal deðildi.
Monarsiden baska, aristokrasi de onun yakýlmasýna göz yummustu: Çünkü Jeanne, aristokrasiyi
bir kenara atýp
kralý biricik, mutlak hükümdar kýlýyordu. Kral, soylularýn sadece birincisi olmaktan çýkýyo
rýn efendisi
oluyordu. Soylularýn topraklarý tehlikedeydi. Kral bütün Fransa topraklarýnýn sahibi kýlýnm
Bilginler, okumuslar da göz yumuyordu: Çünkü Jeanne ulusçuydu, Fransa Fransýzlarýndýr, diyo
Bu
düsüncenin sonu Ýspanya da Ýspanyollarýndýra varýrdý. Oysa; Ýspanya'nýn bir parçasý pekala
ilirdi.
Bu düsünce Katolikliðe de aykýrýydý, Katolikliðin tanýdýðý tek hükümdarlýk Ýsa'nýn hükümdar
hükümdarlýk uluslara paylastýrýlýrsa Ýsa da tahtýndan indirilmis olurdu. Yakýlacak olan Pro
deðil,
ulusçuluktu.
Kilise göz yumuyordu: Çünkü, Tanrýdan ses almak gibi akla sýðmayan bir kurumla burnu sismis
r köylü kýzý,
kilisenin bilgeliðini hiçe saymaya kalkarsa dünyanýn hali nice olurdu? Kilisenin basýna, M
uhammed'le ona
kananlar yetismiyormus gibi, bir de bu kýzla ona kananlar çýkmýstý. Kilisenin, varlýðýný sa
erekiyordu.
Jeanne'ýn kendisi de göz yumuyordu: Çünkü ermislik, onun mutluluðuydu. Ermisliðini yalanlam
onu
yakýlmaktan kurtaracak, ama mutluluðundan edecekti. Özgürlüðüne kavusabilse bu mutluluðun h
maya
deðer
olup olmadýðýný düsünürdü. Oysa, ermisliðini yalanlamaya karsý sadece zindanda çürümeye býr
Deðmezdi, hesap tutmuyordu.
Jeanne'ýn yakýlmasýndan yirmi bes yýl sonra gerekler deðisecek, köylü kýzýnýn ermisliði, Fr
aatlerine
daha uygun görünecekti. Elli bir yasýna basmýs olan Kral Vii'nci Charles, bir büyücünün güc
bir ermisin
gücüne dayanmak istiyordu. Dava, Jeanne'ýn annesiyle kardeslerine açtýrýlýp Jeanne temize ç
rmisliði de,
artýk güçlenmis bulunan kralýn isteðine uyularak, kilisece onaylandý. Bu sonuç halkýn da du
rýný karsýlýyor,
Ýngilizlere karsý yeni bir üstünlük saðlýyor, bir tasla birkaç kus vurulmus oluyordu. Oysa
rd Shaw'a göre,
Jeanne temize çýkarýp ermisliðini onaylayacak yerde diriltebilselerdi, altý aya varmaz yen
iden yakarlardý. Çünkü
erdemliler dünyaya göre deðildi, dünya, erdemlileri istemiyordu.
Soruyu, Bernard Shaw'dan sonra, Fransýz sanatçýsý Jean Anouilh karsýladý: Jeanne, hayýr ded
n yakýlmýstý.
Jeanne'ýn erdemleri, hayýr diyen insan'ýn erdemleriydi. Ýnsan bastan asaðý güçtü, güvendi,
i. Bir bakýma
bastan asaðý günah, sehvet, pislikti de, Gecenin karanlýðýna sýðýnýp yaptýðý seylerin hepsi
hayvanlar gibi davranan o insan, bir de bakardýnýz, bir orospunun yataðýndan fýrlayýp küçük
kurtarmak
üzere azgýn bir atýn önüne atýlývermis. Tanrý, insaný iste bu ikiliði için yaratmýstý. Ýnsa
mucizenin ta kendisiydi insan. Düsman, insanýn ta kendisiydi. Asýl davanýn ne olduðu, kimd
en hesap sorulduðu
bilinmeliydi artýk. Zavallý bir köylü kýzýnýn ardýnda seytaný aramak bosunaydý. Ýnsan, kend
essiz, duru
haliyle seytandan bin kat daha korkunçtu. Çünkü onun tek Tanrýsý kendisiydi. Sesi, yüzyýlla
unca susmayacak,
hayýr demekte direnecekti. Ona evet dedirtmeye çalýsmak bosunaydý.
Jeanne hayýr demisti, çünkü, ileride beni buradan çýkarýp saraya alýrlarsa ne yaparým ben?
tarafýndan
unutulan, sisman, obur, saçlarý kýnalý, her seyi hos gören bir Jeanne... Belki de evli bar
klý, çoluklu çocuklu
babayani bir kadýn... Ben, sonum gelsin istemiyorum, sonu olmayan bir son istemiyo
rum. Ermis Marguerite, ermis
Catherine, söylemeseniz de anlýyorum artýk, ben sizleri ilk gördüðüm gün dünyaya geldim, sö
inizi
yaptýðým günden beri yasamaya basladým. Ben, elinde kýlýç düsmana saldýran bir kýzým. Manas
sabahtan aksama kadar pinekleyen, miskin, obur bir kadýn deðilim ben!...
Yanman yarým saat, anlasýlman bes yüzyýl sürdü sevgili ermis. Fransýz yazarý Jean Anouilh,
mayý, bir
antikçað ermisinde de islemektedir. Bu ermis, Antigone'dur. Anouilh, Sophokles'in ünlü t
rajedisinde su sözlerin
altýný çizmis olmalýdýr:
Antigone, ablasý Ýsmene'ye, soylu musun, yoksa soysuz musun, simdi bunu göreceksin diy
or. Antigone'un
erdemleri, soyluluðunun sonucudur. Antigone, kimsenin bana vefasýz demesini istemiyo
rum diyor. Kendisini
vefalý bulmalarý Antigone'u mutlulandýrmaktadýr. Hoslarýna gitmek istediklerimin hoslarýna
ittiðimi biliyorum
diyor. Hoslarýna gitmek istediði kimselerin hoslarýna gitmesi Antigone'u mutlulandýrmakt
adýr. Bunu yaptýktan
sonra ölürsem ne mutlu bana. O zaman sevdiðim insanýn yanýnda dinlenirim, onun yüzünden isl
m bu suç için
o da beni sever. Dirilerden çok, ölülerin hosuna gitmek isterim. Çünkü onlarýn yanýnda sons
lacaðým. Sen,
isine gelirse Tanrýlarýn katýnda serefli olaný hor görebilirsin diyor. Antigone hesaplýdýr,
nrýlarýn katýnda serefli
olmak istemektedir, çünkü bu sonsuza deðin süreceðine inandýðý uzun bir mutluluktur. Toprað
Haimon'la geçireceði günler sayýlýdýr, ama topraðýn altýnda kardesiyle geçireceði günler so
gone
insanca bir hesap yapýyor, küçüðü verip büyüðü alýyor.
Anouilh, Antigone'un erdemini XX'nci yüzyýl ölçülerine uygun güdülere dayamak zorundaydý. Ý
bes yüz
yýldan beri hesaplar bir hayli deðismisti. Toprakaltý mutluluklarý yerine toprak üstü mutlu
uklarýna göz
dikenlerin sayýsý çoðalmýstý. Temkinli akýl, toprak üstünde geçireceði birkaç mutlu günü ço
buluyordu. Birinci Antigone, Ý.Ö. V'nci yüzyýlýn gereklerine uygun yolu seçmisti; ikinci An
igone da, elbette, Ý.S.
XX'nci yüzyýlýn gereklerine uygun yolu seçmeliydi. Bu yollardan her ikisi de ölüme varýyord
Ancak çýkýs
noktalarý arasýna yirmi bes yüzyýl girmisti.
Anouilh'un Antigone'u ne istediðini gereði gibi bilmektedir. Ben her seyi hemen iste
rim. Üstelik tamam olmasýný
isterim. Yoksa kabul etmem. Uslu oturdum diye vereceðiniz bir parçacýk seyle yetinemiy
orum. Her seyden emin
olmak istiyorum diyor. Askýndan da emin olmalýdýr elbet: Beni seviyor muydun Haimon, b
eni seviyor muydun?
Bundan emin miydin o aksam, o baloda, gelip beni kösemde bulduðun an, yanlýs birine gi
tmediðine emin miydin?
O vakitten beri hiç esef 'etmedin mi? Ýsmene'yi istemenin daha münasip olacaðýný bir defa o
sun düsünmedin mi?.
Çirkindir, bunu da bilmektedir. Bir bildiði daha var, kuskulardan kurtulmanýn insaný güzel
lestireceði: Evet,
çirkinim. Babam sonradan güzel olmustu. Kendisini artýk hiçbir seyin kurtaramayacaðýný anla
n sonra. O
zaman birdenbire rahatladý, güzellesti. Acaba sýr, Ýsmene'nin giyitlerinde mi, dudak boy
alarýnda mý, kokularýnda
mý?.. Senin yanýna Ýsmene'nin giyitlerini giyerek niçin mi geldim? Aptallýk. Beni sahiden
arzuladýðýna
inanamýyordum. Onlarýn giyitlerini giyer, boyalarýný sürer, kokularýný kullanýrsam biraz da
lara benzer, sana
arzu veririm diye düsündüm. Ablasý, sarýsýn Ýsmene'yi kýskanmaktadýr: Ben kara kuru bir kýz
e bir
meyve gibi pýrýl pýrýl. Polyneikes'in ölüsü meydanda duruyor, ama isler yolunda gitseydi, ö
ben de
isterdim. Oysa kuskular, asaðýlýk duygusu onu günden güne eritmektedir. Yapabilse de Ýsmene
yi de beraber
sürüklese, geride býrakmasa. Ama Ýsmene ölmek istemiyor. Su halde Antigone erdemini tek ba
sýna yasayacaktýr.
Artýk toprak üstünde yapabileceði bir sey kalmamýstýr. Polyneikes'in ölüsünü gömerek erdemi
ilir.
Sophokles'in Antigone'unun su sözü Anouilh'in Antigone'una daha çok yakýsýyor: Sonunda bir
sey bana
kalacaktýr: Güzel bir ölüm.
Kreon'un erdemleriyse bambaska hesaplara dayanmaktadýr. Anouilh'in Kreon'u da, Ant
igone'u gibi, ne istediðini
gereði gibi biliyor: Güneste çürüyen bu les beni de senin kadar rahatsýz etmiyor mu sanýyor
? Kokudan midem
bulanýyor, gene de pencereleri kapatmýyorum. Onu gömdürmeyi ben de isterdim, hiç deðilse ha
kýn saðlýðý adýna.
Ama ne çare ki yönettiðim hayvanlarýn, en asaðý bir ay, bu kokuyu duymalarý gerek. Ne yapar
meslek böyle
istiyor. Bu meslekte çalýsmalý mý, çalýsmamalý mý, bu tartýsýlabilir. Ama çalýsmalý dersen,
, böyle
olacak.
ÝNSAN ARTIK SADE RUH. XX'nci yüzyýlýn kargasalýðýnda insanýn insanlýðý büsbütün yitirilince
artýk onun sadece ruhtan ibaret olduðunu tanýtlamak düsüyor. Yitip giden bedeni arayýp yeni
en yerine
yerlestirmeye çalýsmaktansa onu büsbütün yadsýmak daha kolay. Bilimci geçinen birçok profes
si basarmak
için birbirleriyle yarýs ediyorlar. O kadar da çoklar ki hepsini anlatmaya kalksam bu
kitaba daha iki cilt eklemek
gerekir. Hem de deðmez. Kendilerinden çok söz edilen ve kimi çevrelerce pek beðenilen birk
aç örnek vermekle
yetineceðim.
Bunlarýn basýnda ünlü fizik profesörleri Mach'la Avenarius geliyor. Alman fizikçisi ve düsü
t Mach
(1838-1916)'ýn öðretisi bilimsellik görünüsü içinde bilimdýsýlýðýn en belli örneklerinden b
ritisme
adýyla anýlan öðretisinde varlýðýn duyum denilen elemanlardan meydana geldiðini, bütün doða
düsüncesinde düzene konulan bu eleman serileri (Fr. Serie d'elements)'nin toplamý olduðunu
, nesnel sandýðýmýz
her
seyin gerçekte bizim öznel duyumlarýmýzdan ibaret bulunduðunu ilerisürmüstür. Ona göre varl
yumlar
karmasasý'dýr. Fizik ve psisik bütün gerçeklikler temelde öznel duyumlara indirgenirler. Ma
h'ý izleyenler
bilimsellik iddiasý içinde bu kadar ileri gitmenin mümkün olmadýðýný anlayarak, bu duyumlar
mseye ait
olmayýp yansýz (Fr. Neutre) olduklarýný ilerisürmüsler ve onun öznel ideâlizmini gizlemeye
dýr. Ne var ki
ne fizik ne de psisik olmakla tanýmlanan bu yansýz kavramý da Mach'ýn savýna hiçbir gerçekl
katmamýstýr. Çünkü
doðada fizik ya da psisik olmayan hiçbir sey yoktur. Ernst Mach, nesnel doðayý ve bundan
ötürü bilimi yadsýdýðý ve
böylelikle metafiziðe düstüðü halde metafizikle de savasmýs ve Kant'ý metafiziði temizleyem
suçlamýstýr,
söyle der: Büyük Königsberg'li metafizikte temizlik yaptýðý zaman numen denilen mantarý tem
eyi unutmustur.
Bu mantar iste o günden beri büyüyüp gitmektedir.
Bütün özdeksel kuramlar gibi atom kuramýna da karsý çýkan Mach, ünlü fizikçi Planck'la yapt
a bu
yoldaki fizik arastýrmalarýný bilime aykýrýlýkla suçlamýstýr. Ona göre doðada hiçbir gerçek
om
da, numen, yani kendiliðinde gerçeklik de yoktur. Bu, dünyada benim öznel varlýðýmdan baska
ir sey yok,
demektir ki tekbencilik anlayýsýna varan bilimdýsý bir idealizmdir. Mach'ýn vardýðý sonuç,
düsüncenin
zorunlu sonucudur. Denilebilir ki olguculuk (Pozitivizm) XX'nci yüzyýlýn baslarýnda, ile
rde daha baska biçimlere
dönüsmek üzere, Mahçýlýk biçimine dönüsmüstür. Fiziðe olduðu kadar metafiziðe de sözde sýrt
bir yol olma iddiasýndadýr. Gerçekte Ýngiliz düsünürleri George Berkeley (1685-1753) de Dav
Hume'un (1711-
1776) görüsünü izler, düsünen insanýn dýsýnda hiçbir objektif gerçek bulunmadýðýný dolaylý
sübjektif ruhçuluðu savunur. Ýnsanýn dýsýndaki bütün seyleri insanýn duyularýna indirgemekl
a ve
insandan önce de var olan dünyayý tanýmaz. Deneyci görünür, ama deneydeki objektif gerçeðin
,
insan için sadece duyularla elde edilen algýlarýn gerçek bulunduðunu ve insanýn bu tasarýml
a yetinmesi
gerektiðini ilerisürer.
Mahizme ampirio kritisizm adý da verilerek Richard Avenarius'ün (1843-1896) düsüncesiyle
birlestirilir.
Mahçýlarýn sözde deney'e basvurmalalarýnýn onlarý hiçbir zaman bilimsellestirmediði bütün a
konmustur. Deneyciliði (Mahçýlýk, deneyci elestiricilik anlamýna gelen empirio criticisme
adýyla da anýlýr)
materyalist anlamýnýn tam karsýtý olan idealist bir anlamda ele alan Mahçýlýk, bir yandan b
i kökeninin deneysel
olduðunu kabul ederken öbür yandan deneydeki nesnel gerçeðin varlýðýný yadsýr. Deney konusu
l dünya
olmayýp duyumlar ve algýlar olduðunu ilerisürer, buysa düpedüz öznel düsüncecilik (sübjekti
m) demektir.
Herkes insandaki duyumun ne olduðunu bilir, ama insan olmaksýzýn duyum ya da insandan ön
ce varbulunan
duyum
saçmadan baska bir sey deðildir. Mahcýlarýn, yansýz eleman uydurmasýyla materyalizm ve idea
izmin üstüne
yükselme savlarý, eytisimsel özdekçi felsefede felsefe sarlatanlýðý olarak nitelenir. Ünlü
alektikçi Mahçýlara,
her aklý basýnda insanýn kolaylýkla yanýtlayabileceði su sorularý sorar: Ýnsandan önce doða
ahçýlara
göre yoktur, çünkü doðayý bireysel insan duyumu varetmistir. Ýnsan beyniyle mi düsünür? Mah
an
beyniyle düsünmez, çünkü beyin denilen örgeni bireysel insan düsüncesi varetmistir. Çevreni
dinizden
baska
insanlar var mýdýr? Mahçýlara göre yoktur, çünkü o baska insanlar da bireysel duyum ve düsü
Mahçýlýk, pek açýk bir tekbencilik (solipsizm)'tir ve saçmalýðýnýn en açýk kanýtý da budur.
tekbenciliðe düsmemek ve öznelciliklerini gizlemek için benim sözcüðü yerine bizim sözcüðün
var ki dýs dünyanýn nesnel varlýðý yoksa pek açýktýr ki baska insanlarýn da nesnel varlýkla
yse
kendimden baska hiçbir sey bilemem ve benden baska hiçbir sey yoktur saçmalýðýndan da kaçýn
Bu
anlayýsa göre fiziðin konusu, nesneler arasýndaki baðlantýlardýr. Mach, söyle demektedir: D
ar nesnelerin
sembolleri deðildir, tersine, nesneler duyumlar karmasasý için ansal sembollerdir. Evr
enin gerçek elemanlarý
nesneler deðil, duyumlardýr. Ünlü bir elestirici Mach'ýn bu sözlerini söyle yanýtlar: Öyley
beyinsiz
olarak vardýr. Bu beyinsiz felsefeyi savunabilecek olan da var mýdýr? Evet, o da vardýr.
Bu Profesör Richard
Avenarius'tür.
Ýnanýlýr gibi deðil ama, bu bilimdýsý öðreti basta Henri Poincarl;, P. Duhem, Adler, Petzol
rmann, Helfond,
Ýyuskeviç, Bazarov, Bogdanov, Lunaçarski, Suvorov vb. olmak üzere yüzlerce profesör tarafýn
benimsenmis ve
desteklenmistir.
Antropoloji felsefesinin kurucusu, Alman düsünürü Max Schelerdir (1874-1928) Max Scheler
e gelinceye kadar
insanla ilgili bütün konularýn felsefesi yapýlmýs, insanýn kendisinin felsefesi yapýlmamýst
beden yapýsý, ruh
yapýsý, dünyasý, evreni, hastalýklarý, töresel ve toplumsal kurallarý ayrý ayrý incelenmist
bunlarýn
üstünde
insan denilen varlýðýn ne olduðu incelenmemisti. Scheler, Yahudi soyundan gelme bir Hýrist
iyan'dý. Oysa, son
yýllarýnda Tanrýdan büsbütün vazgeçmis, Tanrýya yakýstýrýlan nitelikleri insanda aramaya ba
nuda
Bedia Akarsu'nun Max Scheler'de Kisilik Problemi adýný tasýyan arastýrmasýna bkz. Ýstanbul,
1962). Münih ve
Kolonya Üniversitelerinde felsefe, Frankfurt Üniversitesinde de sosyoloji okuttu. Fr
ankfurt Üniversitesinde verdiði
derslerde antropolojinin temellerini attý. Bu konudaki düsüncelerini özetleyen Ýnsanýn Düny
ki Yeri adlý yapýtýný
ölümünden birkaç ay önce bitirmisti (bu yapýtý, Ýnsan Kainattaki Yeri adýyla Takýyettin Men
ize
çevirmistir, Ýstanbul 1947).
Max Scheler'e göre insaný hem çevresine, hem de kendisine karsý özgür kýlan geist'tir. Geis
sözcük anlamýyla,
Arapçadaki ruh deyimini karsýlýyor. Oysa felsefe anlamý büsbütün baskadýr. Max Schelere gör
; aklý, ide
bilincini, kendiliðindenliðe yönelen bir anlayýsý (mahiyet idrakini), iyilik, sevgi, acýmak
saygý, pismanlýk gibi
heyecan aktlarýný kapsayan bir ilkedir. Ýnsaný insan eden iste bu ilkedir.
Bu, bir zeka gücü deðildir. Zeka, geist'in kapsadýðý pek genis anlamýn ancak küçük bir parç
al
beyin,
gelisebildiði kadar gelisse de, geist sonucuna varamaz. Hayvansal beynin sonsuza k
adar geliserek insan zekasýný
asmýs olduðunu düsünsek bile, o zeka, insanca geist'i olusturamayacaktýr. Çünkü geist, madd
bir gelisme
deðil,
belki maddesel gelismelerin pek özel olarak birbirlerini etkilemeleri sonunda elde
edilmis, belirmesi pek özel
kosullara baðlý bir düzen aktýdýr (eylemidir). Geist'in, bir varlýkta meydana çýkmasýný sað
erkezi de
kisiliktir (sahsiyet). Geist, iste bu kisilikte meydana gelir.
Bu, bir töresel (ahlaki) güç de deðildir. Çünkü töresel aktlar da, geist'in kapsadýðý kocam
k küçük
bir
parçasýdýr. Kaldý ki geist, kendi basýna, töresel bir aktý meydana getiremez. Töresel olsun
a olmasýn herhangi
bir
aktýn meydana gelebilmesi için bir enerji gerekir. Geist, kendi basýna, güçsüzdür. Ne bir e
ji meydana getirebilir,
ne de meydana gelmis bir enerjiyi yok edebilir. O, güçsüz ve sessiz bir düzenleyicidir.
Elinde en küçük bir zorlama
gücü yoktur. Cezalandýrmak yetkisi verilmemis bir trafik polisini düsünün. Size gideceðiniz
lu gösteriyor. Ama
siz, onun gösterdiði yoldan gitmeyebilirsiniz, sizi zorlayamaz. Gene de görev, býkýp usanm
adan, onu dinlemeseniz
bile, gitmeniz gereken doðru yolu göstermektedir.
Bu, bir evrimsel gelisme sonucu da deðildir. Öyle olsaydý, belki, pek uzak bir gelecek
te hayvanlar için de
düsünülebilirdi. Evrimsel gelisme, doðaya (tabiata ve hayata) uygun bir çizgide yol almakt
adýr. Oysa geist, doðaya
karsýttýr. Ama o kadar güçsüz ve sessiz bir ilkedir ki, doðaya karsýt olduðu halde, doðayla
birbirlerini
tamamlamaktadýrlar. Böyle olmasaydý, geist, insan tarihi boyunca hayatý sürekli olarak örse
eyen ve yok etmeye
çalýsan bir ilke olurdu Oysa onun böylesine bir kavgayý gerçeklestirebilecek hiçbir gücü, h
nerjisi yoktur.
Doðayla geist arasýnda bir kavga deðil, geist'in pek incelikle düzenlediði karsýlýklý bir i
ardýr. Bununla beraber
geist, sessizce ve ustaca; dolayýsýyla, doðayý vurabilir, yenebilir, deðistirebilir. Yýkýcý
aratýcý güçler, bilinçli bir
irade tekniðine dayanýrlar. Ýste geist, hayvanda hiçbir zaman meydana gelemeyecek olan b
u seyi, bilinçli irade
tekniðini, sessizce düzenleme yoluyla insanda meydana çýkarýr. Kavga onun becerebileceði bi
is deðildir.
Bu, sözcük anlamýna uyan bir ruh da deðildir. Çünkü, tinsel (ruhi) varlýk, kendi kendisini
estiremez. Biz,
bütün tinsel olaylarý, geist'le obje haline getirip inceleyebiliriz. Oysa geist'imizi,
baska bir geist'imiz bulunmadýðý
için, obje haline getirip inceleyemeyiz. Geist, ruh olsaydý, obje haline getirilip i
ncelenebilirdi. Geist, her seyi
objelestirebildiði halde, kendisi objelestirilemeyen biricik varlýktýr. Geist, saf bir
eylemden (faaliyetten) ibarettir.
Geist'in varlýðý kendisinin parçalarý olan aktlarýn özgür bir biçimde gerçeklesmelerine day
de geist'in
merkezi olan kisilik de, obje gibi bir varlýk deðil, kendi kendilerini gerçeklestiren
aktlarýn bir düzeninden, bir düzen
sisteminden baska bir sey deðildir. Öyleyse biz, geist'imizin merkezi olan kendi kis
iliðimizi ve böylece baskalarýnýn
kisiliklerini de objelestirip inceleyemeyiz. Bundan da zorunlu olarak su sonuca
varýlýr: Öyleyse ide'ler (ruh) esyadan
önce, ya da esyanýn içinde ya da esyadan sonra deðil, esya ile birlikte ve o esyanýn gerçek
esmesini
(objelesmesini)
saðlayan geist aktýyla meydana gelmislerdir. Bu, bir birlikte meydana getirme'dir. D
aha açýk bir deyisle; ruh,
insandan önce, insanýn içinde ya da insandan sonra meydana gelmis deðildir. Ancak, insan
la birlikte meydana
gelmistir. Su halde evrensel bir ruh (Tanrý) düsüncesi, kendiliðinden çelisik bir düsüncedi
Böylece insan, dünyaya
ve kendisine üstün olan tek varlýk olarak görünmektedir. Ýnsan, geist'iyle, kendisini de as
týr.
Max Schelerin insaný insan eden ilke olarak ortaya attýðý geist kavramýnýn iyice anlasýlabi
si için su sorularýn
da
karsýlanmasý gerekiyor: Ýnsanda yaratýcý ve güçlü olan geist midir?.. Hayýr, geist'in ne ya
ne de gücü.
Geist'in deðerleri (akýl, ide'lestirme bilinci, kendiliðindeliðe yönelen anlayýs, birçok he
an aktlarý), güçsüz
deðerlerdir. Kendiliklerinden hiçbir sey yaratamazlar. Yapabildikleri sadece bir düzen
leme ve dizginleme isidir.
Peki, bu düzenleme ve dizginleme isi bir gücü gerektirmez mi? Baska bir deyisle, güçsüz bir
ilke nasýl
düzenleyebilir ve dizginleyebilir?.. Ýste, geist kavramýnýn iyice anlasýlmasýnda en önemli
u budur. Gerçekten de
güçsüz bir ilke, hiçbir seyi düzenleyemez ve dizginleyemez. Geist, herhangi bir eylemde bu
lunabilmek Schelerin
deyimiyle, canlanabilmek için gereken gücü, insanda bulunan ikinci bir ilkeden, itki güçle
rinden alýr. Ancak bu
sistemin eylemde bulunabilmesi, itki güçlerinden alacaðý enerjiyle saðlanýr. Burada, karýst
asý gereken,
ikinci
önemli nokta, geist'in eylemde bulunabilmesi için gereken enerjiyi, itki güçlerinden gen
e kendi sessiz eylemiyle
almakta olduðudur. Geist, canlanabilmesi için gereken enerjiyi, itki güçlerini dizginley
erek, bastýrarak saðlar. Su
halde, geist'in hiçbir güce dayanamayan kendiliðinden bir eylemi vardýr.
Niçin?.. diye sorulabilir. Gerçekte vitalist görüsler, bu konuyu, bir noktaya kadar, çok d
aha anlasýlýr bir biçimde
anlatýyorlardý: Evrende bir enerji var. Bu enerji, cansýz ve kör sayýlan doðadan yola çýkar
sana kadar gelip
canlanýyor, gözleri açýlýyor. Önce aklý, sonra geist'i doðuruyor.
Ýste burada, yukardaki niçin'i karsýlayabilmek için, baska bir niçin'i ortaya atýyor Schele
: Bu enerji, insanda, niçin
kendisine karsý çýkýyor öyleyse, hayat iradesine niçin hayýr diyor? Gelisen enerjiye, bir b
a deyisle, hayat
iradesine uygun olan itki güçlerini niçin bastýrýyor? Hayvanýn son çizgisine gelinceye kada
içbir zaman
bastýrýlmamýs, dizginlenmemis olan bu itilmeleri (içgüdüleri) insanda bastýran sey nedir?
Ýnsan olmak bilinci, bu sorunun karsýlýðýnda baslamaktadýr. Hayat iradesine hayýr diyen tek
rlýk insandýr.
Ýnsanda bu hayýrý dedirten sey de insanýn geist'idir, bir baska deyisle kisiliði, bir bask
a deyisle insanlýðýdýr. Öyleyse
geist, hayat iradesinden ve itki güçlerinden gelme bir güç deðil, tersine, hayat iradesine
ve itki güçlerine karsý
olan,
ancak insanda meydana gelmis baska bir güçtür. Ýnsanýn baskalýðý, biricikliði de bundan ötü
Soruyu, Schelere gelinceye kadar, baskalarý da karsýlamýslardý. Örneðin, A. Seydel söyle di
du: Ýnsanda, bir tür
niteliði olarak, bir itki gücü fazlalýðý vardýr. Bundan ötürü, insan, bu fazlalýðý bastýrma
heler
soruyor gene: Niçin?.. Ýnsan niçin bu fazlalýðý bastýrmak zorunda kaldý? Ýnsaný, bu bastýrm
me,
düzenleme
eylemine zorlayan sey nedir?.. Karsýlýðýný da söyle veriyor: Bu sey, geist'tir. Ýtki gücü f
neden deðil, bir
sonuçtur. Ýtki gücü fazlalýðý, insanda bir tür niteliði olamaz. Bu fazlalýk, ilkin bastýrýl
doðmustur.
Ýtki gücü ilkin bastýrýlmasaydý, amacýna doðru akar gider, bir fazlalýk meydana gelmezdi. B
alýk varsa bu
fazlalýk, bir bastýrýlmadan ötürüdür. Onu bastýran da geist'tir. Çünkü geist'in, kendi gere
projelerini
gerçeklestirebilmesi için itki güçlerini düzenlemesi gereklidir.
Su halde, Schelere göre, insaný insan eden iki ilke vardýr: Geist ve itki güçleri... Bunla
rýn her ikisi de birbirlerine
karsý baðýmsýzdýrlar, birbirlerinin nedeni deðildirler. Ýnsan olmak, bu iki ilkenin hem bir
lerine karsýt ve
hem birbirlerine gerekli olmalarýnýn sonucudur. Ruhçular kadar maddeciler de yanýlmaktadýr
lar. Ýnsaný insan eden
ne
Tanrýdýr, ne de madde, (Tanrýcýlýk, geist'i maddecilik itici gücü'nü öne alan, tek nedenles
ilerdir;
Schelerse
ikici'dir). Tanrý, insanla birlikte olusmustur, insandan önce yoktu ki insaný meydana
getirsin. Madde, cansýzdan
canlýya ve bu arada insana kadar gelen doðanýn tüm niteliðidir, insanda baslayan bir sey d
eðildir ki insaný
meydana
getirsin. Öyleyse insanda baslayan, insaný insan eden baska bir sey var. Bu sey, gen
is anlamýyla geist'in
dilegetirdiði, insan kisiliðiyle itki güçleri arasýndaki denklestirici karsýtlýk'týr. Ýste
ncalýðýndan ötürüdür ki
geist, insandan baska bir varlýkta bulunamaz. Bu denklestirici karsýtlýk, geist kavramýn
da dilegelmektedir. Öyleyse
Schelerin görünüsteki ikiciliði (dualisme), sonunda gene tekçilik (monisme) olarak beliriy
or: Ýnsaný insan eden sey,
geist'tir. Çünkü sadece insanda baslayan tek seydir geist.
Amerika'ya yerlesmis Alman profesörü Herbert Marcusee göre de, gerçek, sadece ussal alan
da deðil, belki de
sadece hayal alanýndadýr. Dünyamýz iki kampa ayrýlmýstýr. Her iki kamp da teknik gelismenin
tehlikeli çizgisine
varmýslardýr. Teknolojinin bu çizgisi, baský'yý gerektirir. Bu baský, teknolojik toplumun y
pýsýndan doðmaktadýr.
Baskýlý toplumlarsa karsýtlýksýz toplumlardýr ve tek boyutlu'durlar. Tek boyutlulukla nitel
ksel bir devrim
yapýlamaz, çünkü niteliksel bir sýçrama için bir karsýtlýk bulunmasý gerekir. Diyalektik te
enara atýlmamýstýr,
ancak bir çare de getirememektedir... Makinenin tek üretim aracý olmasýný, mutlak birim du
rumunda olmasýný
ortadan kaldýrma eðilimindeki teknolojik deðisim, Marksçý görüsün, kapitalin organik bilesi
esini ve buna
baðlý olarak artýkdeðerin yaratýlma teorisini de ortadan kaldýrýr. Öyleyse ne yapmalý?.. Pr
rcuse öðütlüyor:
Önemli olan, kurumlarý deðistirmek deðildir. Önemli olan insaný deðistirmek, görüslerine ye
yön vermek,
içgüdülerini yeniden biçimlendirmek, hedeflerini tazelemek ve deðer ölçülerini yeni bastan
mektir.
Açýkçasý; hayal alanýnda olan gerçeði elde etmek için maddeyi bir yana býrakýp ruh'u isleme
. Ruh'u nasýl
islemek gerektiðine gelince?.. Marcuse'ün bunun için de bir öðüdü var. 1967 yýlýnda Berlin
esinin
konferans salonunda Alman öðrencilere söyle sesleniyor: Özgür sevismenin tadýna varýn!...
Oysa bütün bu bilimdýsý gevezeliklerin dýsýnda ruh'un bilimsel açýdan çok ilginç bir serüve
bilimin tarihi
de antikçað Yunan felsefesinden baslar. Ruhbilimin gelismesi, bir açýdan, ruh kavramýnýn ge
ismesiyle iliskilidir.
Isparta'lý Khilon, Ý.Ö. Vii'nci yüzyýlda kendini bil! diyor ve bununla da insanýn bilmeyle
lgili ruhsal yanýný
ortaya koymus oluyor. (Çok daha sonra Sokrates'in de kullanacaðý bu söz, Delphoi'deki Ap
ollon tapýnaðýnýn
girisinde yazýlýdýr. Platon, onun su anlama geldiðini söyler: Sadece bir insan olduðunu bil
. Ama asýl ruhbilim, Ý.Ö.
V'nci yüzyýlda Empedokles'in sevgi ve nefret ilkelerini ilerisürmesiyle baslatýlýr. Empedo
kles, evrenin, ates su hava
toprak özdeklerinin birlesip ayrýsmasýyla olustuðunu ve bu birlesip ayrýsmayý da sevgiyle n
fretin (özdekdýsý,
duyusal iki ilkenin) saðladýðýný söylüyordu. Böylelikle de özdeksel elemanlarý devindirmek
etkenler
tasarýmlanmýs oluyordu. Özdek ve ruh ikiciliði (düalizm) de Empedokles'in bu tasarýmýyla ba
r. Ayný yüzyýlda
ünlü özdekçi Demokritos da özdeksel bir ruhbilim gelistirmektedir. Demokritos'a göre, duyul
rla edinilen algýlar,
nesnelerden çýkan buharsal atomlarýn örgenlerimize gelip dokunmasýyla olusur. Ýnsanýn ruhsa
aný da gövdenin
her
yanýna daðýlmýs bulunan pürüzsüz ve yuvarlak atomlardan meydana gelmistir. Daha sonra bilgi
erin ve özellikle
Sokrates'in gelistirdiði felsefe bilgisel ve törebilimseldir, esdeyisle insanýn bilinçse
l ve ruhsal yanýný inceler.
Platon'un insanýn ruhsal yanýna bakýs açýsý tümüyle metafizikseldir, Timaios diyalogunda ru
lüðünü
tanýtlamaya uðrasýr. Ona göre bilgi, ilksizlikte idea'larý görmüs bulunan bu ölümsüz ruhlar
eri insan
gövdelerinde gerçeklestirdikleri anýmsama (Yu. Anamnesis)'lardan ibarettir. Duyumlar,
bu anýmsamayý ve
esdeyisle
bilgiyi dürter ve uyandýrýrlar ama, onu asla meydana getiremezler. Aristoteles, Peri P
sykhe (Ruh Üstüne) adlý
yapýtýnda bir metafiziksel ruhbilim (Os. Mafevkattabii ruhiyat, Fr. Psychologie me t
aphysique) gelistirir. Ruhsal
yasamý bir dereceye kadar felsefeden baðýmsýz olarak ele aldýðý halde yasambilime (biyoloji
baðlar. Ona göre
ruhsal yasam, bir beslenme ve devinme isi, esdeyisle yasambilimsel bir istir. Be
den ruh içindir ve ruh bedeni
yasatan
bir güçtür. Bitkilerde besleyici ruh (Os. Mugaddi ruh, Fr. Ame nutritive), hayvanlarda
devindiren ruh (Os.
Müteharrik ruh, Fr. Ame motrice) ya da duysal ruh (Os. Hissi ruh, Fr. Ame sensitiv
e), insanlardaysa düsünen ruh
(Os. Mütefekkir ruh, Fr. Ame pensante) vardýr.
Ruhbilim deyimi ilkin Latinee olarak ve Aristotelesçi anlamda Alman tanrýbilimcisi P
hilipp Melanchton (1497-
1560) tarafýndan ilerisürülmüs, sonra bugünkü anlamýyla Alman düsünürü Christian Wolff (167
tarafýndan
kullanýlmýstýr. Ruhbilim, baslangýcýndan ondokuzuncu yüzyýlýn ortalarýna gelinceye kadar fe
baðlý bir dal
olarak
kalmýstýr. Felsefeden baðýmsýz bir bilgi dalý olarak gelismesi, deneysel ruhbilim (Os. Tecr
ruhiyat, Fr.
Psychologie experimentale) anlayýsýyla baslar. Ruhbilim alanýnda ilk denemeler Alman f
izyoloji bilgini Weber
(1795 -1878) tarafýndan yapýlmýstýr. Bu ilk denemeler, çesitli ruhbilimsel farklýlýklarý ya
epki sürelerini
ölçmekten ibarettir. Örneðin deneðe bir resim gösteriliyor, denek o resmin ne olduðunu yaný
aya kadar
geçen
zaman saptanýyordu. Böylelikle ruhbilim alanýnda birçok deðerli bilgiler elde edilmistir. Ý
k ruhbilim laboratuarý
Leipzig Üniversitesinde 1879 yýlýnda Alman bilgini Wundt (1832-1920) tarafýndan kurulmus
tur. Bunu, on yýl
sonra, Fransýz Beaunis'le Binet'nin Sorbonne Üniversitesinde 1889 yýlýnda kurduklarý labor
atuar izlemistir.
Bununla beraber, Ýngiliz düsünürü Bertrand Russell bu konuda söyle der: «Ölçme, hiç kuskusu
bilginin
temelidir. Bundan ötürüdür ki bilimsel görüs sahibi olan ruhbilimciler, ölçülebilecek bir s
lardýr. Ne var ki
zaman aralýklarýnýn ölçülmesiyle bir yarar saðlanacaðýný sanmakla yanýlmýslardýr. Simdi, ar
gibi,
ölçülmesinden yarar saðlanacak tek sey köpeklerin salyalarýdýr (Russell, bu sözüyle, Pavlov
erini anlatmak
istiyor. O. H.. bkz. The Scientlfic Outlook, bölüm X). Ruhbilim, baðýmsýzlasmasýna ve bilim
ellesmesine raðmen,
eytisimsel özdekçi öðretiye dayandýrýlýncaya kadar, hep metafizik yapýlý kalmýs ve bir düsü
m (Os.
Ýftikari ruhiyat, Fr. Psychologie idealiste) olmaktan öte gidememistir. Aristoteles'
in Peri Psyckhe adlý yapýtý,
rönesansa kadar ruhbilimin temel yapýtý olarak kalmýstýr. Bütün ortaçað boyunca Aristoteles
toncu ruh
anlayýslarý tartýsýlmýs ve baðdastýrýlmaya çalýsýlmýstýr. Özellikle Aquino'lu Thomas'nýn ge
bilim
(Os. Dini ruhiyat, Fr. Psychologie religieuse) bu çaðýn egemen ruhbilimidir. Tanrý'nýn var
lýðýný tanýtlama amacýný
güden bu dinsel ruhbilim, yeniolguculuk idealizmiyle birlesip Ribot, James, Flourn
ay, Godin vb.'larýnca XX'nci
yüzyýlda da sürdürülmektedir. Çaðdas dinsel ruhbilim de, Tomacý ruhbilim gibi, dinsel etkin
dirilmesi için
dinsel heyecanlarý inceler ve insan ruhunun hastalýksal bozukluklarýný kiliseyi yüceltmek
için kullanmaya çalýsýr.
Bertrand Russell gibi kimi düsünürlere göre kilise, özellikle cizvitler, yüzyýllardan beri
bilimsel yöntemlerle
çalýsmaktadýr. Dahasý, kilise, çaðdas ruhbilimsel yöntemleri yüzyýllarca önceden kesfetmis
neðin
Russell'a göre cizvitler, kendilerini yetistirirlerken davranýsçýlýða (Behaviorisme), günah
anlara egemen
olmakta da psikanalize (Freudisme) dayanýrlar (Ýbid.). Xvii'nci yüzyýlda Fransýz düsünürü D
s (1596-1650)
ruhla bedeni birbirinden tümüyle ayýrmýs, bedensel yapýnýn hayvan ve insanlarda ortak olduð
ve aralarýnda
hiçbir niteliksel ayrým bulunmadýðýný ilerisürmüstür. Descartes'a göre insaný hayvandan ayý
uh'tur ki
düsünen töz (La. Res cogitans) olarak tanýmlanýr. Ruh (düsünce)'la beden (özdek) arasýnda h
ski ve
etkilesim
sözkonusu deðildir. Bedenin devim yasalarý, bir makinede olduðu gibi, mekaniðin yasalarýdýr
Descartes'ýn bu varsayýmý su çok önemli soruya karsýlýk bulmak zorundaydý: Elimi bir yere ç
ve acý
çekiyorum, bedensel çarpma ruhsal acýyý nasýl doðuruyor? Dekartçý profesör Geulincx (1624-1
e saat
örneðiyle bu soruyu karsýladýðý kanýsýndadýr. Geulincx'e göre, ruhla beden, bir saat üçü ça
gösteren iki saat gibidir, her ikisi de önceden iyi kurulmus ve ayarlanmýslardýr, bu iki
ayrý saatin birbirleri üstünde
hiçbir etkileri bulunmaksýzýn uyumlu islemeleri nasýl gerçeklesiyorsa tanrý tarafýndan uyum
mýs ve ayarlanmýs
ruhla bedenin uyumlu islemeleri de böylece gerçeklesir. Ne var ki insan usu, artýk bu
gibi masallarla yetinmeyecek
kadar gelismeye baslamýstý. Sorduðu sorulara bilimsel ve anlasýlýr karsýlýklar arýyordu. Ar
elesçi ruhbilim
anlayýsýna ilk karsý çýkan, Ýngiliz düsünürü Thomas Hobbes (1588-1679)'tur. Hobbes'a göre r
ar,
bedensel
olaylardan kaynaklanýr. Beden dýsýnda ayrýca ruhsal bir töz sözkonusu deðildir (Bunun zorun
sonucu olarak da:
Tanrý kavramý, imgelemimizin ürünüdür). Onu izleyen Ýngiliz düsünürü John Locke (1632-1704)
aylarýn
biricik kaynaðýnýn duyumlar ve deney olduðunu ilerisürmüstür. Ne var ki Locke, dýs deney'le
ikte bir de iç deney
olduðunu söyler ve bu iç deney ruhun kendi faaliyetidir. Onu izleyen Ýngiliz düsünürü David
(1711-1776)
tüm ruhsal olaylarý duyumlara baðlayarak Ýngiliz görgücülüðünü (ampirizm) pekistirmistir. A
an da
nesnel gerçeklýðin, nedenleri bilinmeyen ve asla bilinemeyecek olan bir izlenimler akýmýnd
an ibaret olduðunu
ilerisürmüstür. Xviii'nci yüzyýlda Wolff, ruhbilimi, insanbilimin bir dalý olarak görmüstür
lim (antropoloji),
somatoloji ve psikoloji olmak üzere ikiye ayrýlmaktadýr. Ona göre ruhbilim de ikiye ayrýlýr
Görgül ruhbilim (Os.
Ýhtibari ruhiyat, Fr. Psychologie empirique) ve ussal ruhbilim (Os. Akli ruhiyat,
Fr. Psychologie rationelle). Usun
kendi kendini gözlemlemesini yöntem olarak alan bu ussal ruhbilim, sonralarý, varlýkbili
msel ruhbilim (Os.
Ýlmülruhu vücudi, Fr. Psychologie ontologique) adýyla da anýlmýstýr. Usun kendi kendini göz
mesi yöntemi,
gerçekte, törebilimcilerin yöntemidir. Bu yöntemi ruhbilime sokan, rönesansýn ünlü yazarý M
e (1533-
1592)'dir. Bu yöntem, Montaigne'den Descartes'a ve Pascal'a, bunlardan da Ýngiltere'
ye geçmistir. Duyumculuðun
kurucusu Locke ünlü iç deney tasarýmýyla bunu yöntemlestirmis; kendisini izleyen Hume, Ýsko
r (özellikle
Thomas Reid) vb. yöntemi getistirmislerdir. Wolff bu yöntemi Almanya'da, Royer Colla
rd da Fransa'da
uygulamýstýr. Fransýz düsünürü Maine de Biran bu yöntemi Descartes ve Condillac düsünceleri
stýrmýstýr.
Böylelikle bir bilinçsel ruhbilim (Os. Ýlmülruhu suuri, Fr. Psychologie de conscience) d
oðmustur.
Bu içebakýsý baskalarýnda da gözlemleme bir duygudaslýk ruhbilimi (Os. Ýstiraki his ruhiyat
. Psychologie de
sympathie) meydana çýkarmýstýr. Bundan da düsünme ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu teemmüli, Fr. Ps
ie reflexive)
'ya da elestirel ruhbilim (Os. Ýlmülruhu tenkidi, Fr. Psychologie critique) doðmustur.
Bireysel ruhbilim (Os.
Ýlmülruhu sahsi, Fr. Psychologie individuelle) de bu yöntemin ürünüdür. Almanlarýn derinlik
ilimi (Al.
Tiefenspychologie), bu akýmýn doðurduðu bir ruhbilim anlayýsýdýr. Düsünceci ve metafiziksel
pýya dayanan
ruhbilim anlayýsý alanýný gittikçe genisletmekte ve su alanlara yayýlmaktadýr: Çocuk ruhbil
Os. Ýlmülruhu etfal,
Fr. Psychologie pedagogique), hayvan ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu hayvani, Fr. Psycholog
ie zoologique), kalýtým
ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu irsi, Fr. Psychologie genetique), fiziksel ruhbilim (Os. Ýlmülr
uhu fiziki, Fr.
Psychophysique), fizyolojisel ruhbilim (Os. Ýlmülruhu fizyolociyai, Fr. Psychophysio
logie), hastalýk ruhbilimi (Os.
Ýlmülruhu marazi, Fr. Psychologie pathologique), karsýlastýrmalý ruhbilim (Os. Ýlmülruhu ta
ki, Fr. Psychologie
comparee), tepke ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu aksülameli, Fr. Psychologie de reaction), an
sal yapý ruhbilimi (Os.
Ýlmülruhu terkibi, Fr. Psychologie structurale), ilkel insan ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu ip
tidai, Fr. Psychologie
etnologique), ýra farklarý ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu secaya, Fr. Psychologie ethologique)
, ansal ruhbilim (Os.
ilmülruhu zihni, Fr. Psychologie mentale), davranýs ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu ameli, Fr.
Psychologie de
comportement), biçim ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu sekli, Fr. Psychologie de forme), toplum
sal ruhbilim (Os. Ýlmülruhu
içtimai, Fr. Psychosociologie), çözümleme ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu tahlili, Fr. Psychanalys
), dil ruhbilimi (Os.
Ýlmülruhu lisani, Fr. Psychologie linguistique) vb... Bunlarýn içinde özellikle davranýs ru
bilimi (Ýng. Behaviorism),
biçim ruhbilimi (Al. Gestalttheorie) ve Freud' ün ruhsal çözümleme (Al. Psychoanalyse)'si
yüzyýlýmýzda metafizik ve
düsünceci kampý bir hayli etkilemis ve egemen sýnýflarýn yararýna kullanýlmýs bulunmaktadýr
juva
toplumbilimcileri bunlara dayanarak toplumsal evrimi ruhbilimsel açýdan açýklarlar. Onla
ra göre toplumsal evrim,
bilincin ürünüdür. Ne var ki bu, bilinçsiz bir bilinçtir. Çünkü onlara göre insan, bilinçsi
yasambilimsel (biyolojik) içgüdülerin etkisiyle davranan bir varlýktýr. Ruhbilim genellikl
e dört yöntemle çalýsmýstýr:
Ýçebakýs yöntemi, deney yöntemi, patolojik yöntem ve karsýlastýrma yöntemi. Ýçebakýs (Entro
ilincin
kendi kendini gözlemesini dilegetirmek için Ýngiliz ruhbilimcilerinin kullandýklarý bir de
yimdir. Ýçgözlem ya da
içduyu deyimleriyle de dilegetirilmistir.
Bilincin ikiye bölünüp bir yandan algýlarken, öbür yandan da nasýl algýladýðýný gözlemesi s
ir
olgudur. Bundan ötürü bu yöntem hayvan, çocuk, ilkeller vb. gibi ruhbilim alanlarýnda kulla
amaz. Bundan baska
Comte ve Wundt gibi düsünürler, bilincin kendi kendini bilmesinin doðrudan doðruya bir gözl
mden gelmediðini,
sonradan bellek tarafýndan yeniden kurulan anýlar üstünde gözlemde bulunulduðunu, bunun da
oðrudan bir
fiziksel olguyu gözlemler gibi bir gözlemleme olmadýðýndan birçok yanýlmalarý gerektirebile
dahasý
gözleyenle gözlenen ayný kisi olduðundan yansýzlýðýn saðlanamayacaðýný ilerisürerek bu yönt
çýkmýslardýr.
Bununla beraber düsündüðümüz, duyduðumuz ya da bir sey yaptýðýmýz zaman ansal yasamýmýzý gö
deðerli bilgiler elde ettiðimiz de kesindir. Böylelikle ruhsal yasamýmýzý tanýr, nitelendir
sýnýflandýrýr ve
düzenleriz. Deney yöntemi, yasambilimsel alanda ilkin Claud Bernard tarafýndan ortaya
atýlmýstýr. Deney,
çocukluktan yaslýlýða kadar her çaðdaki denekler, normaller, anormaller, çesitli hayvanlar
yapýlabilir; bu
yüzden de çok genis bir çalýsma alanýna sahiptir. Ruhbilimdeki devrimsel bulgular da bu yön
emle bulunmustur.
Deney bir uyaran (ki buna stimulation, excitation ya da stimulus denir)'la yanýtý (k
i buna da reaction denir)
arasýndaki iliskiyi saptamak için yapýlýr. Örneðin dikkat'le soluk alma arasýndaki ya da ko
'yla kan dolasýmý
arasýndaki iliski incelenir ve ölçülür. Bu, nesnel ve bilimsel bir arastýrmadýr. Patolojik
m, özellikle akýl ve ruh
hastalýklarýyla ruhsal olusumlar arasýndaki iliskiyi saptamak ve açýklamak açýsýndan zorunl
yararlý olmustur.
Broussais Irritation et la folie adlý yapýtýyla, Maury Sommeil et les reves adlý yapýtýyla
e daha sonra Esquirol,
Moreau de Tour, Maudsley, Charcot vb.'larýnýn çalýsmalarý bu yöntemin ruhbilimde kullanýlma
yol açmýslardýr.
Fransýz ruhbilimcileri Maine de Biran'la Ribot bu yöntemin ilk uygulayýcýlarýdýr. Bu çýðýr
ilimci
hekimler olusmus ve gittikçe çoðalmýstýr. Bu yöntem, özellikle ruhsal islevleri sýnýflandýr
stirmis ve
ruhsal biresim (Fr. Synthese psychique), özdevingenlik (Fr. Automatisme), ansal düze
y (Fr. Niveau mental),
gerginlik (Fr. Tension) vb. gibi pek çok ruhbilimsel kavramlarýn tanýmlarýna açýklýk kazand
Karsýlastýrma
yöntemi (Mukayese usulü), ruhsal gelismenin çesitli asamalarý arasýnda bir bað kurulmasýný
. Örneðin
çocuktaki gelismeyle bir ilkeldeki gelisme arasýnda ne gibi benzerlikler ya da ayrýlýkla
r vardýr? vb. gibi birçok
önemli sorunlar bu yöntemle çözülebilmistir.
Yukarda özetlenen çesitli metafizik ve düsünceci ruhbilim anlayýslarýna karsý bilimsel ruhb
m (Os. Ýlmi ruhiyat,
Fr. Psychologie scientifique), eytisimsel ve tarihsel özdekçi öðretiye dayanýr ve Ývan Miha
loviç Seçenov (1829-
1905)'la onun izinden yürüyen Ývan Petroviç Pavlov (1849-1936) tarafýndan gerçeklestirilmis
ir.
Ýnsanlýðýn Galile, Darwin, Einstein türünden birkaç büyük bilgininden biri olan doðabilgini
viç Pavlov,
ruhsal faaliyetin özdeksel temele dayandýðýný kesin olarak tanýtlamakla, yüzyýllardan beri
metafizik
kurgulara
yol açan ve düssel tasarýmlar meydana getiren özdekten baðýmsýz ruh kuruntusuna son vermist
Pavlov'un
bilimsel
kanýtlarý, ilk idealistlerden günümüze kadar sürüpgelen, felsefenin temel sorununu kesinlik
emis
bulunmaktadýr. Fizyolojide ve ruhbilimde idealizmi temelinden çürütmeye baslayan fizyolo
ji bilgini Ývan
Mihayloviç Seçenov (1829-1905)'un ansal faaliyetin yansýtýcý özü üstündeki bulgularýný geli
ov, kosullu
tepkeler (sartlý refleksler) meydana getiren deneyleriyle beyin örgeninin temel isle
yis yasalarýný bilimsel olarak gün
ýsýðýna çýkarmýs bulunmaktadýr. Artýk bilinmektedir ki, Pavlov'un bizzat dilegetirdiði gibi
aaliyet, beyin
kitlesinin fizyolojik faaliyeti sonucudur (Pavlov, Toplu Yapýtlar, 1949 baskýsý, c. ii
i, s. 557). Demek ki ruh
(Psyche), özdeksel kosullardan yansýyan bir faaliyettir. Alýcý duyu örgenleri üstündeki etk
e bu etkiyi yanýtlayan
tepki arasýndaki baðlantýnýn çözümlenmesi, ruhsal faaliyet olgusunu tümüyle aydýnlatmýstýr.
sürüpgiden tutarlý yasam kosullarý içinde, kosulsuz (sartsýz)'dur. Ýnsanlarla yüksek derece
yvanlar bu
baðlantýya
sahip olarak doðarlar. Örneðin belli bir tehlike karsýsýnda insan da, hayvan da korkar. Bu
kosulsuz tepkelere
hayvanlarda içgüdü, insanlarda içtepi denir. Ýnsanlarýn ve yüksek dereceli hayvanlarýn çevr
uyma zorunluðu
bu içtepi ve içgüdülerle saðlanýr. Ne var ki insanlarla yüksek dereceli hayvanlar yasamlarý
a da
karsýlastýklarý
yeni olgular yüzünden yeni tepkeler edinirler, bu tepkeler kosullu (sartlý) dur.
Çünkü duyu örgenlerini etkileyen yeni uyarýcýlarla kosullanmýstýr. Örneðin yýrtýcý hayvanla
larý
ilk gördüklerinde korkmamýslardýr, ama insanlarýn kendilerini avlamaya baslamalarý üzerine
kmaya
baslamýslar
ve insanlar karsýsýnda yeni davranýslar edinmislerdir. Demek ki kosullanmýs'lardýr. Aslýnda
kosulsuz tepkeler de,
kalýtým yoluyla kusaklardan kusaklara geçmis bulunan eski kosullu tepkelerin sonucudur
. Pavlov, Rus devriminin
basladýðý sabah on dakika geç kalan asistanýna yapacak bunca isimiz varken devrimden size
ne? dediði
laboratuvarýnda, bu kosullu tepkeleri meydana getirip çözümlemekle, yüzyýllarýn kuruntusu b
h sorununu
kökünden yýkmýstýr. Eski ruhbilimcilerin içtepi ve içgüdü, çaðrýsýmcýlarýn çaðrýsým adýný v
özgü bir deyimle kosulsuz tepke adýný veren Pavlov' un deneyleri kýsaca söyle özetlenebilir
a yiyecek varken
bezlerin salya salmasý kosulsuz tepke'dir, esdeyisle özdeksel yapýnýn kendi kendine ve d
eneyle
kosullandýrýlmaksýzýn meydana getirdiði bir olgudur. Bu olgu, ruhsal yapýsý gelismis buluna
nsan türünde ruhsal
yapýyla da meydana getirilebilir, lezzetli bir yemek hayal eden insanýn da aðzý sulanýr. A
ma ruhsal yapýlarý
gelismemis bulunan hayvanlar hiçbir zaman lezzetli bir yiyeceði hayal edemezler ve b
undan ötürü de aðýzlarý
sulanamaz. Pavlov, yüksek derecede bir hayvan olan köpeðin özdeksel bir uyarýcýyla gelismem
s ruhsal yapýsýný
harekete getirmekle de bu fizyolojisel ve özdeksel sonucun meydana getirilebileceðin
i deneylemistir.
Köpeðe et vermeden önce bir deneyde bir zil çalmýs, baska bir deneyde de bir ýsýk yakmýs ve
eneyleri birkaç
kez yineledikten sonra köpeðe et vermeksizin sadece zil çalmak ya da ýsýk yakmakla köpeðin
ulandýðýný
saptamýstýr. Zil sesi duymak ya da ýsýk görmekle aðzýn sulanmasý kosullu tepke'dir, esdeyis
ksel yapýnýn
kendi kendine meydana getirmeyip, ruhsal yapýnýn özdeksel bir uyarýcýyla kosullandýrýlmasý
la meydana gelen
bir olgudur. Demek ki hayvan, önceleri tepkide bulunmadýðý yeni bir uyarýma tepkide bulunm
ayý öðrenmis,
esdeyisle özdeksel bir uyarýmla ruhsal bir yapý olusturmustur. Pavlov, köpeðin aðzýna koydu
lya ölçer bir tüple
kosulsuz ve kosullu tepkelerdeki salya niceliðinin de birbirine esit olduðunu saptamýs
týr. Bu nokta bir kez
saptandýktan sonra ruhbilimsel olgularýn bir sýra fizyolojisel kosullu tepkelerden bas
ka bir sey olmadýðý sonucu
çýkar (Les Reflexes conditionnels, Paris, F. Alcan, 1927, s. 101). Pavlov bu deneyle
riyle insanlarýn ve hayvanlarýn
yüksek sinir faaliyetine özgü fizyolojisel yasalarý da kesfetmis olmaktadýr. Ýnsanlarla hay
anlarýn yüksek sinir
faaliyetleri arasýndaki özdeslik ve ayrým bu yasalarla gün ýsýðýna çýkmýstýr: Sadece sinir
gelen
fizikosimik olusumlarý incelemenin bize sinir sistemiyle ilgili bütün olaylarýn gerçek bir
kuramýný vereceði açýktýr
(Pavlov, Lectures on Conditioned Reflexes, W. Horsely'nin Ýngilizceye çevirisi, s. 3
49). Pavlov, sadece istek
tepkelerini denemekle kalmamýs, korunma ve sakýnma tepkelerini de denemistir. Köpeðe, be
lli bir uyarýcýnýn
ardýndan kimi zaman hosuna giden ve kimi zaman hosuna gitmeyen seyler verilmekle,
sinir ya da akýl hastalýklarý
meydana geldiði görülmüstür. Pavlov bu deneyini söyle anlatmaktadýr: Köpeðe yiyecek vermede
ire
biçiminde bir ýsýk, elektrik soku vermeden önce de elips biçiminde bir ýsýk gösteriyordum.
Daireyle elipsi açýkça ayýrdedebiliyordu. Daire görünce seviniyor, elips görünce korkuyor v
ordu. Giderek
elipsi dairelestirmeye basladým. Uzun bir süre elipsi daireden ayýrdedebildi. Ama dair
eye pek yakýn bir elipse
gelince is deðisti, ikisini birbirinden ayýrdedemez oldu. Eskiden uslu uslu oturan köp
ek durmadan çýrpýnýyor ve
uluyordu Elipsi yeniden çoðaltarak yani, daire biçiminden uzaklastýrarak onu teskin edeb
ildim ama, ayný
ayýrdetmeleri göstermesini saðlayamadým. En kaba ayýrdetmeleri saðlamam için simdi eskisind
k daha fazla
zaman istiyordu Ayýrdetmeyi elde ettiðim zaman elipsi pek az dairelestirmekle ayýrdetm
e birdenbire kayboldu ve
köpek yeniden bir heyecan komasýna girdi (Ýbid, s. 342).
Pavlov, bir sýra deneylerle kosullu tepkeler elde ettikten sonra yeni bir sýra deney
lerle de bu tepkeleri giderme
derecelerini incelemistir. Söyle demektedir: Her kosullu uyarým tekrar edilmekle etk
isini kolayca yitirir. Tekrarlar
ne kadar sýk olursa kosullu tepkeler de o kadar çabuk kaybolur. Ama bir kosullu tepk
enin kaybolmasý baska bir
kosullu tepkenin de kaybolmasýný gerektirmez, esdeyisle biri ötekini sürüklemez. Kaybolmus
kosullu tepkenin
yeniden görünmesi kendiliðinden olur, ne var ki bunun için iki saat ya da daha çok bir zam
an geçmesi
gerekmektedir. Bu tepkenin yeniden kurulmasý bir anda olabilir, su sartla ki, kend
isini doðuran kosulsuz tepke
çaðrýlsýn, örneðin köpeðin aðzýna bir asit akýtýlsýn. Bundan sonra eðer hayvana kosullu uya
rse
kaybolan kosullu tepke yeniden belirir. Ayrýca su da görülür ki eðer bir hayvana günler ve
aftalarca hiç durmadan
bir yiyecek gösterilirse bu yiyecek hayvaný uzaktan uyarma gücünü tümüyle yitirir. Bu uyarm
yitirmemesi
için yiyeceði uzaktan göstermekle kalmayýp yedirmek gerekir.
Bütün bu saydýðýmýz olgulardan, salyalanmayý doðrudan doðruya belirleyen bir seyin özellikl
seyin öteki
duyularý etkileyen özellikleri arasýnda sýký bir iliski olduðu sonucu apaçýk ortaya çýkar (
s. 54). Bu
deneyler, fizyolojisellikle ruhsallýðýn sýký iliskisini de tanýtlamýstýr. Pavlov bu konuda
nlarý söylemektedir:
Fizyoloji deneylerinde salya bezlerinin faaliyetinde ne gibi deðismeler oluyorsa r
uhsal deneylerde de ayný
deðismeler olmaktadýr. Esdeyisle köpeðin aðzýna konulan yiyeceðin meydana getirdiði salya s
u uzaktan
göstermekle de saðlanabiliyor. Köpeðin dýs davranýslarýna bakýlýrsa kuru ekmeðe oranla eti
daha çok
sevindirir. Ama salya salgýsýna bakýlýrsa kuru ekmek, etten daha etkilidir. Et gören köpeði
alya bezlerinden çýkan
salgý glütenle doludur, hosuna gitmeyen bir yiyecek gören köpeðin salyasýndaysa pek az glüt
vardýr. Baska türlü
söylenirse, ruhsal uyarýcýlar üzerinde ayný maddelerle yapýlan deneyler, fizyolojisel uyarý
üzerinde yapýlan
deneylerde de aynen meydana gelmektedir (Ýbid, s. 43).
Pavlov, insanlarda ve yüksek dereceli hayvanlarda, örgenlikle çevre arasýndaki iliskiler
in beynin alt korteksinde
düzenlendiðini de bulmustur. Kosullu uyarýmlar, beynin alt korteksinde kosulsuz uyarýmla
ra Pavlov'un deyimiyle
im
(Os. Ýsaret, Fr. Signal) verirler. Canlýyla çevresi arasýnda böylesine bir imleme düzeni (O
. Ýsaret sistemi,
Sinyalizasyon sistemi; Ýng. Signal system) vardýr. Pavlov, herhangi bir doða nesnesini
n ya da olayýnýn kosulsuz
tepkelerle birlestiði zaman insanlarda ve yüksek dereceli hayvanlarda kosullu tepkel
er için bir haber verme aracý
olabileceðini meydana koymus ve insanlarla hayvanlardaki bu ortak haber verme aracýn
a birinci imleme düzeni
(Birinci sinyalizasyon sistemi) adýný vermistir. Pavlov, insanýn yüksek sinir faliyetini
n yüksek dereceli hayvanýn
sinir faaliyetine oranla özgül bir karakter gösterdiðini de kesfetmis ve çok önemli bir bul
sla sadece insanlara
özgü
bulunan dil olgusunun doðurduðu haber verme düzenine ikinci imleme düzeni (Ýkinci sinyaliz
asyon sistemi) adýný
vermistir. Sadece insana özgü bulunan bu ikinci haber verme düzeni, birinci düzendeki im
lerin genellesip
soyutlanmasýna ve bundan ötürü de insanýn dýs dünyaya sýnýrsýzca açýlabilmesine olanak saðl
Hayvanýn çevresine açýlma bakýmýndan sýnýrlý durumuyla insanýn sýnýrsýz durumu arasýndaki a
budur.
Birinci düzen beynin alt korteksinde, ikinci düzense beyin yuvarlarýnda gerçeklesmektedi
r. Demek ki insanýn ön
beyin loplarýnda dili ve konusmasýyla imlenen (sinyal edilen) ikinci bir imleme düzeni
vardýr. Canlý varlýklarýn dýs
ortama uyma olgusu, idealist ruhbilimcilerin idealizm yararýna kullandýklarý bir olaydý.
Pavlov'un bulgularý bu çok
önemli konuyu da bilimselliðin sýnýrý içine almýstýr. Ýngiliz bilgini Prof. Hogben söyle de
Bizim
kusaðýmýzda Pavlov okulu tarihte ilk kez, Doktor Haldan'ýn tanrýbilime aykýrý bir terimle b
nçli davranýs adýný
verdiði sorunu basarýyla çözümlemis, onu yeni tepke sistemlerine vücut veren kosullarýn inc
nmesi durumuna
indirmistir (Hogben, The Nature of Living Mater, London 1930, s. 25). Ruhsal faa
liyet, bu sinyal'lerin bir
fonksiyonudur. Pavlov'un bulgularý, eytisimsel ve tarihsel özdekçi felsefenin dille düsünc
e, duyusal yansýmayla
mantýksal bilme arasýndaki baðlantýlar üstünde ilerisürdüðü düsüncelerin ve özellikle yansý
saðlam
ve bilimsel temelidir. Davranýsçýlýk (Behaviorizm) adýyla anýlan ruhbilim akýmý, Pavlovculu
temellerini
görmezlikten gelip, onun idealist ve metafizik açýdan yorumlanmasýyla meydana gelmistir.
Ýdealist yazarlar
Pavlov'u
da davranýsçýlýðýn kurucularý arasýna katmaya çalýsýrlarsa da Pavlov'un, onlarý genis çapta
aska,
onlarla hiçbir iliskisi yoktur.
Ünlü bir diyalektikçinin dediði gibi, büyük bilgin Pavlov, hayvanlarda ve insanlardaki yüks
sinirsel etkinliðin
yasalarýný bulmakla, insanýn yüksek sinirsel etkinliðiyle hayvanýnki arasýnda bulunan ortak
nlarla bunlarý
birbirinden ayýran farklarý kesfetmekle insanýn ruhsal yasamýnýn incelenmesine yarayan bil
imsel temelleri ortaya
koymus olmaktadýr. Sinir, anatomi dilinde, örgenliðin her türlü uyarýmlarýný merkezleri ola
in omurilik ve
boðumlara ileten ak kaytan biçimindeki örgenlerden her biri olarak tanýmlanýr. Özellikle ru
bilimin baslýca
konularýndan biri olan sinir dizgesi, Pavlov'un parlak deneyleriyle evrensel, çapta
bir önem kazanmýs ve gerçek
felsefenin baslýca konusu olmustur. Pavlov deneyleriyle açýða çýkarýlan sinirsel islevler,
inci, yüksek derecede
örgenlesmis özdeðin (esdeyisle, beyinin) bir islevi olarak gören eytisimsel özdekçi savý bü
e bilimsel
olarak tanýtlamýs bulunmaktadýr. Bu bulgular, ayný zamanda, en basit örgenliklerin bilinçli
insana kadar nasýl
evrimlestiðini de açýk ve seçik olarak gözler önüne sermektedir. Artýk bilinmektedir ki can
n, bir yansýtma
süreci içinde olusmustur. En basit özdekte bile bir yansýtma özelliði vardýr. Bu yansýtma,
nde bulunduðu
ortama kendini uydurma (adaptasyon) aracýdýr. Cansýz doðadaki yansýtma (örneðin, bir maden
sýnýn ýsýðý
yansýtmasý), en basit canlý örgenliklerde uyarýlganlýk (yasambilimsel yansýtma) yeteneðine
istir. Örneðin
bitkiler ýsýkla uyarýlýrlar ve ýsýða yönelirler, amipler besinle uyarýlýrlar ve besine yöne
kilerin ve amiplerin
bu uyarýlganlýðý, örneðin cansýz doðadaki bir metalin mýknatýslanmasýndan farksýz bir olgud
gelistikçe, uyarýlganlýðý da asan yeni bir yansýtma olusmustur:
Duyum. Duyumsal yansýtma, madensel yansýtmanýn çok gelismis biçimidir. Ama daha yüksek örge
klerde,
esdeyisle hayvan ve insanlarda bundan daha yetkin bir yansýtma aracý meydana gelmist
ir: Sinir dizgesi. Sinirler
sayesindedir ki yüksek örgenlikler kendilerini ortama daha iyi uydurabilmeye baslamýsl
ardýr. Bundan ötürü sinir
dizgesi, canlýyla ortamýný iliskiye geçiren uzmanlasmýs örgen olarak tanýmlanýr. Yasam süre
ortamla alýsveris
sürecidir. Büyük bilgin Pavlov, ortamla bu alýsverisin, esdeyisle ortama kendini uydurab
ilme yeteneðinin yüksek
hayvanlarda asaðý hayvanlardakinden çok daha gelismis olduðunu göstermistir. Canlýyla ortam
liskiye
geçirmede
uzmanlasmýs bir örgen olan sinirler, bu görevlerini, hayvan ve insanlarda tepkeler'le
gerçeklestirirler. Tepkeler
(refleksler); örgenliðin dýs etkilere karsý tepkiler (reaksiyonlar)'idir.
Ýste yüksek örgenlikler, bu tepkelerden yararlanarak, ortamlarýyla daha genis çapta bir alý
verise girisirler ve
kendilerini ortamlarýna çok daha iyi uydururlar (adapte ederler). Örgenlikler için en önem
li kosullu tepkeler,
örgenlikte köklenerek, kosulsuz tepkelere dönüsürler. Böylelikledir ki bilinç olusur ve düs
teneði kazanýlýr.
Bundan ötürüdür ki, örneðin bir insan; eðitim ve öðretimle kosullanarak bilinçlenir ve düsü
gelistirir.
Bilgin Pavlov, sinir dizgesinin isleyisinde, insanýn, en yüksek hayvan türünden daha üstün
e farklý bir yeteneði de
elde ettiðini bilimsel olarak meydana çýkarmýstýr. Yüksek sinir dizgesi (Ýng. Higher nervou
ystem)ne sahibolan
yüksek hayvan türleriyle insanlarda ortak bulunan birinci sinyal düzeni'nden ayrý olarak
sadece insanlarda
bulunan
bir de ikinci sinyal düzeni vardýr ki bu da dil'dir. Pavlov, insansal, esdeyisle dil
sel tepkenin temeli olan fizyolojisel
mekanizmayý bütün ayrýntýlarýyla açýklamýstýr. Ýste, yüksek türdeki hayvanlarla insanlar bi
zgesi,
sadece insanlar hem birinci ve hem de ikinci sinyal dizgesi'yle nesnel gerçekliði ya
nsýtýrlar, çevrelerine daha iyi
uyarlar (intibak ederler, adapte olurlar), hele insanlar çevreleri (esdeyisle, doða)
üstünde böylelikle egemenlik
kurarlar. Sinyal dizgeleri, sinir faaliyetleridir. Demek ki kosullu tepkeler, bu
geçici sinirsel baðlantýlar (Fr. Liaisons
nerveuses)'ýn ürünüdür. Dýs ve iç ortamýn herhangi bir edimi, sinir uçlarýný uyarmaktadýr.
ezcil
sinirler tarafýndan beynin ilgili bölümlerine iletilir, merkezkaç sinirler buradan aldýkla
rý uyarýmlarý bunlarýn
harekete getireceði çesitli örgenlere götürürler. Tepkeler, böylece meydana gelir Besinin k
sunu duyan ya da
onu
gören canlý böylelikle hemen ona yönelir. Canlýlar bu tepkelerle korunur, bu tepkelerle be
slenir, bu tepkelerle
çiftlesip türlerini sürdürürler. Pavlov'un üstün basarýsý, idealizmin doðaüstüne baðladýðý
jisel
(esdeyisle, özdeksel) temelini açýk seçik ortaya koymus olmasýdýr. Pavlov, hayvanlarýn ve i
nlarýn yüksek sinir
faaliyetine ait yasalarý kesfetmis, yüksek sinir faaliyetleri açýsýndan hayvanlarla insanl
ar arasýndaki birliði ve
ayrýlýðý (nerelerde es ve nerelerde ayrý bulunduklarýný) bulmus, ruhsal yasamýn bilimsel te
rini meydana
çýkarmýs çok büyük bir bilgindir.
ÝNSAN UZAYIN DERÝNLÝKLERÝNDE. Fizikçi Albert Einstein'ýn özel ve genel baðýntýlýlýk kuramla
Newton fiziklerini doruðuna ulastýrmýs ve eytisimsel özdekçi felsefenin hemen bütün varsayý
oðrulayarak
çaðdas felsefesel düsünceye yön vermistir. Doða bilimlerinin yeterince gelismemis olmalarýn
ötürü zorunlu
olarak metafiziðe yönelmis ve kurgusal bir alanda ilerlemeye çalýsmýs bulunan felsefe artýk
bilimsel alana girmis
bulunmaktadýr. Kurgusal felsefe evresi büyük idealist Hegel'le, bir daha açýlmamak üzere, k
panmýstýr. Artýk doða
bilimleri bilinmedikçe felsefe yapýlamayacaðý gibi felsefe bilinmeksizin de doða bilimleri
nde ilerlenemez. Bilimsel
kuramlar birbirlerini, yalanlayarak deðil, sýnýrlayarak gelisirler. Her yeni kuram, bi
r önceki kurama göre, daha genis
bir alana geçerlilik getirir. Fiziðin evriminde de böyle olmus, evrenin birbirleriyle
baðýmlý birçok seylerden kurulu
bir bütün olduðu gerçeði adým adým açýklanmýstýr. Ýlkin Galileo Galilei, mekanik yasalarýn
sistemlerde ayný olduðunu göstermisti. Ýkinci olarak Isaac Newton, Galile'nin düsme yasasýn
dýzlarýn devinme
yasalarýyla ayný ilkeye baðladý ve gök mekaniðini kurdu Çaðýmýzýn büyük fizikçisi Albert Ei
anik
yasalara özgü kalan bu tanýtlamalarý evrensel ölçüde genisletti ve sadece mekanik yasalarýn
bütün doða
yasalarýnýn birbirine göre düzenli devinen bütün sistemler için ayný olduðunu gösterdi. Ein
evrensel
kuramýna iki asamada ulasmýstý. Ýlkin özel baðýntýlýlýk kuramý'yla doða yasalarýnýn çekim o
fiziksel olaylarda ayný olduðunu tanýtladý, on yýl sonra genel baðýntýlýlýk kuramý'yla bütü
m
olayýnda da geçerli bulunduðunu gösterdi. 1918 yýlýnda Times gazetesinde yayýnladýðý ve son
ment je
vois
le monde (Dünyayý Nasýl Görüyorum, s. 206-214) adlý kitabýna aldýðý bir makalede Albert Ein
kuramlarýný
söyle anlatýr: Baðýntýlýlýk kuramým iki katlý bir yapýya benzer. Bu katlardan birincisi öze
ikincisi genel baðýntýlýlýk kuramýdýr. Birinci kuram çekimden baska bütün fiziksel olaylara
kincisi çekim
yasasýna ve bu yasanýn baska doða yasalarýyla olan iliskilerine dairdir. Eski Yunandan b
eri bilinir. bir cismin
devimini göstermek için o cismin devimiyle orantýlý olan baska bir cismin devimi de alýnýr.
neðin bir arabanýn
devimi yere, bir gezegen yýldýzýn devimi de duraðan yýldýza göre saptanýr. Uzay bakýmýndan
endilerine
oranlandýðý cisimlere fizikte koordinatlar sistemi deriz.
Örneðin Galile ve Newton'un devim yasalarý ancak böyle bir sistem kullanýlarak dilegetiril
ebilir. Oysa mekanik
yasalarýn geçerli olabilmesi için bu koordinatlar sisteminin devimini dilediðimiz gibi s
eçemeyiz, örneðin bu devim
ne devirli ne de ivmeli bir devim olmamak gerekir. Mekanikte geçerli olabilecek bi
r sisteme bu yüzden süredurum
sistemi diyoruz. Ne var ki mekaniðe göre süredurum sisteminin devimi de doða tarafýndan açý
elirtilmemistir.
Söyle demek daha uygun olur: Bir süredurum sistemine oranla bir doðru çizgi üzerinde düzgün
vimle devinen
bir
koordinatlar sistemi de bir süredurum sistemidir. iste özel baðýntýlýlýk kuramý demekle bun
atmak istedim,
esdeyisle doðanýn herhangi bir koordinatlar sistemi için geçerli olan genel yasasý, hiç deð
eden, o koordinatlar
sistemine esit bir devimle yer deðistiren baska bir sistemde de geçerlidir. Özel baðýntýlýl
ramýnda göstermek
istediðim birinci ilke budur. Özel baðýntýlýlýk kuramýnýn özü olan ikinci ilkeyse boslukta
usu
ilkesidir. Bu ilkeye göre ýsýðýn boslukta belli bir hýzý vardýr ve bu hýz ýsýk kaynaðýnýn d
Fizikçilerin bu ilkeye güvenini, üstün basarýlarýyla Maxwell ve Lorentz saðlamýslardýr. Bu
e deneylerle
desteklenebiliyorsa da mantýk açýsýndan birbirleriyle uyusturulmaz gibi görünüyorlardý. Öze
ramý,
fiziksel uzay ve zaman bilgilerini deðistirerek, bu mantýksal birliði göstermistir. Özel b
aðýntýlýlýk kuramý
göstermistir ki, iki olayýn esitzaman olduðunu söylemenin ancak baska bir koordinatlar s
istemine oranla anlamý
vardýr. Hatta ölçmek için kullandýðýmýz metrelerin biçimi ve saatlerin islemesi, koordinatl
emine oranlanan
devim durumlarýna baðlýdýr. Ýste, Galile ve Newton'un yasalarýný kapsayan eski fizik, bu ba
ematiðe
uymuyordu. Bu baðýntýcý fizikten birtakým genel matematik kosullar meydana çýkýyordu ki anc
karda sözünü
ettiðim iki ilke doðru olduðu takdirde doða yasalarý bu kosullara uygun düsebilirdi.
Özellikle, hýzla yerlerini deðistiren özdeksel noktalar için yeni bir devrin yasasý saptadý
e bu yasanýn elektrikle
yüklü cisimcikler üzerinde de doðruluðunu gösterdim. Özel baðýntýlýlýk kuramýnýn en önemli
sisteminin süredurum kitlelerini ele almasýydý. Bir sistemin süredurumunun, kendinden en
erjiye baðlý olduðu
tanýtlanmýs, esdeyisle süredurumlu kitlelerin, içlerinde gizli bulunan enerjiden baska b
ir sey olmadýklarý
anlasýlmýstýr. Kitlenin sakýmý ilkesi baðýmsýzlýðýný yitirerek enerjinin sakýmý ýlkesiyle k
kuramý Maxwell ve Lorentz'in elektro dinamiðinin bir sistem içinde devamýndan baska bir
sey deðildir ve kendi
sýnýrlarýný asarak yeni yollar açmýs bulunmaktadýr. Ýste bu yollar bizi genel baðýntýlýlýk
Acaba fiziksel yasalarýn baðýmsýzlýðý, koordinatlar sistemlerinden birinin ötekine oranla d
hep esit devim
durumlarýna mý özgü kalacaktý? Doðanýn, tarafýmýzdan isin içine sokulan koordinatlar sistem
e onlarýn
devimleriyle iliskisi neydi? Hatta doðayý nitelemek ve tanýmlamak için kendi keyfimize gör
e seçilmis bir
koordinatlar sistemi kullanmak zorunlu olsa bile onun deviminin seçilisi bu sýnýrlamay
a uðramamalýydý ve doða
yasalarý bu seçilise asla baðlý olamazdý. Ýste genel baðýntýlýlýk kuramýnýn ilerisürdüðü il
kuramýnýn uygulanmasý eskiden beri bilinen bir deneyle kolayca anlasýlabilir: Bu da bir
cismin süredurum ve
aðýrlýðýnýn ayný sabitenin etkisi altýnda olduðunu, esdeyisle ayný süredurum ve aðýrlýk kit
i gösteren
deneydir. Newton'un anladýðý anlamda bir süredurum sistemine oranla düzgün ve devirli devim
e devinen bir
koordinatlar sistemi tasarýmlayýn. Bu sistemin merkezkaç güçleri, týpký aðýrlýk güçleri (çe
imlerin
kitleleriyle oranlýdýr ve Newton'a göre süredurumun sonuçlarý gibi sayýlmasý gerekir.
Ama acaba kimi durumlarda koordinatlar sistemini dinginlikte sayamaz mýyýz? Merkezkaç
güçleri çekim gücü
sayamaz mýyýz? Ýste bu ve buna benzer düsünceler bize genel baðýntýlýlýk kuramýnýn çekim ya
açýklayabileceðini sezdirmisti. Bu düsüncelerin mantýksal tutarlýlýðý da umudumuzu güçlendi
sik
mekanik bu düsüncelere karsý çýkýyordu. Yürüyeceðimiz yol, sandýðýmýzdan daha da sarptý. Eu
ini
býrakmak gerekiyordu. Çünkü bu halde cisimlerin uzay içindeki durumlarýný meydana koyacak y
lar, Eukleides
geometrisinin uzay üzerine verdiði yasalara uymuyordu. Örneðin uzayýn bükümü (Fr. La courbu
l'espace)
diyebilmeliydim. Eukleides geometrisinin doðru çizgi, yüzey vb. gibi temel kavramlarý düsün
izikte
anlamlarýný yitiriyorlardý. Genel baðýntýlýlýk kuramýnda uzay ve zaman ilkesi, kinematik, a
n öteki
bölümlerinden ayrý deðildir. Cisimlerin durumu ve saatlerin isleyisi çekim alanýna baðlýdýr
im alaný da
özdekten ibarettir. Demek ki uzay, zaman, devim ve özdek bir ve ayný seydir.
Genel baðýntýlýlýk kuramý yeni bir çekim kuramýdýr ve Newton kuramýndan önemli ölçüde farkl
sonuçlarý birbirine o kadar yakýndýr ki deneylerde farklar saptamak bir hayli güçtür. Simdi
kadar sadece su üç
fark
saptanabilmistir: Gezegenlerin yörüngelerinin her gün biraz daha uzadýðý (Jüpiter gezegenin
tanýtlanmýstýr),
çekim
alanýndan geçen ýsýk ýsýnýnýn büküldüðü (Ýngiliz bilginleri tarafýndan bir günes tutulmasý
fotoðraflarla tanýtlanmýstýr), büyük kitledeki yýldýzlardan gelen ýsýðýn tayflarýndaki çizg
yerlerini deðistirdikleri (yapýlan birçok deneylerle tanýtlanmýstýr). Kuramýn en önemli yan
al bir bütün
meydana getirmesidir. Esdeyisle bu sonuçlardan biri yanlýs çýksaydý bütün kuram yanlýs olur
Bütün kuramý sarsmadan kuramýn en küçük bir noktasý deðistirilemez gibi görünmektedir. Ama
Newton'un büyük yapýtýný bir yana attýrabileceði asla düsünülmemelidir. Onun açýk ve büyük
de önemini sürdürecektir. Çünkü biz evrenin nitellðini açýklayan kuramýmýzý hep onun büyük
kurduk.
Einstein'ýn büyük bir alçakgönülülük ve kadirbilirlikle ilerisürdüðü bu açýklamaya su bilgi
i
gerekir: Newton, fiziðinde, bir saltýk zaman ve bir saltýk uzay ilerisürmüstü; uzayda daðýl
bos uzay içinde
birbirlerini belli bir güçle çeken çekim noktalarý tasarýmlamýstý, üstelik de bu noktalarýn
larý
gerektiðini ilerisürmüstü. Bentley'e yazdýðý bir mektupta çekim, kimi yasalara uyarak sürek
ak etki yapan bir
etkenin ürünüdür. Bu etkenin özdeksel ya da özdeksiz olmasýný okurlarýmýn görüsüne býrakýyo
bu savlarýna karsý çýkan ilk düsünür Leibniz olmustur. Leibniz, saltýk zamanla saltýk uzay
altýk bir devim de
olmalýdýr, diyordu, oysa saptanabilen her devim baðýntýlýdýr, esdeyisle uzaya göre deðil ba
cisme göredir,
gene bunun gibi uzayda bir cismin bulunduðu yeri yer olarak deðil ancak öteki cisimler
e göre saptayabiliriz, oysa
saltýk uzay varsayýmý her cisme uzayda böylesine saltýk bir yer gösterilmesini gerektirmekt
dir. Sonuç olarak
Leibniz, Einstein'dan iki yüzyýl önce, uzayýn onu dolduran cisimlerin bir baðýntýsý olduðun
cisimler olmadýðý
takdirde uzayýn bir hiçten baska bir sey olamayacaðýný ilerisürmüstü. Zaman da böylesine bi
ar baðýntýsýydý,
zamaný gösterecek bir olay varbulunmadýkça ne saatin ne de günün anlamý vardý. Örneðin Amer
Ekim
gecesi saat 21'de verilen bir konseri Türkiye'de radyo ya da televizyonla 25 Ekim
sabahý saat 5'te
dinlemektesiniz,
oysa Türkiye'deki radyo dinleyicisiyle Amerika'daki sarkýcý ayný zaman içindedirler, demek
ki zaman da uzay gibi
bir baðýntý sorunudur, ancak bir baðýntýyla varolabilir. Fizikçiler hiçbir fizik konusunu s
larak ele alamazlar,
onlara doðru olarak yaklasabilmeleri için baðýntý (iliski)'larý içinde ele almak zorundadýr
Özdekle enerjinin de ayný sey olduðu böylesine bir baðýntý içinde meydana çýkmýstýr. Özdek
ve ýsýk
hýzýnda yol alýrsa enerji olur, buna karsý enerji donar ve bir biçim alýrsa özdek olur. Ýst
stein'ýn özel ve genel
baðýntýlýlýk (iliskinlik) kuramlarý özdek, zaman, uzay, devim kavramlarýnýn ve bunlara uygu
oðasal
olaylarýn tek ve ayný sey olduklarýný tanýtlamýs bulunmaktadýr (Týpký Amerika'daki 24 Ekim
kiye'deki
25 Ekim sabahýyla ayný zaman olmasý gibi, ki bu ancak radyo ya da televizyon baðýntýsýyla g
görülüp elle
tutulur bir duruma gelmektedir). Simdi deyimiyle nitelenen ayný zaman diye bir sey
bulunmadýðý Einstein
denklemleriyle tanýtlanmýstýr. Çünkü evrende özdek-devim-uzay birlikteliðinden baðýmsýz sal
e bir sey
yoktur. Evrende duraðan bir zaman aralýðý yoktur ki onunla baðýntý kurarak simdi diyebileli
neðin 1978 yýlýnda
Arcturus yýldýzýna bakýyoruz, gördüðümüz simdi'ki Arcturus yýldýzý deðil 1940 yýlýndaki Arc
Arcturus yýldýzý dünyamýza otuz sekiz ýsýk yýlý uzaklýktadýr (Bir ýsýk yýlý, esdeyisle ýsýð
9,6 trilyon kilometredir. Radyo dalgalarý da ayný hýzdadýr). Simdi Arcturus yýldýzýný bize
n ýsýnlar, otuz sekiz
yýl önce Arcturus yýldýzýndan ayrýlan ýsýnlardýr. Demek ki biz simdi Arcturus yýldýzýnýn ye
dýðýný bile
bilemeyiz, bunu ancak 2016 yýlýnda öðrenebiliriz. Gördüðümüz Arcturus yýldýzý gibi onu göre
anda
(simdi) bir zaman içindeyiz, ne var ki bu zaman simdi, esdeyisle ayný zaman deðil. Alm
an matematikçisi Herman
Minowski söyle der: Ayrý uzay ve ayrý zaman artýk yok olmustur, ancak ikisinin birlesimi
dir ki gerçekliðini
sürdürebilir. Bütün zaman ölçmeleri gerçekte uzay ölçmeleridir, buna karsý bütün uzay ölçme
zaman
ölçmeleridir. Albert Einstein özel baðýntýlýlýk kuramýnda birbirine göre düzenli devinen bü
n doða
yasalarýnýn ayný olduðunu tanýtlamýstý. Ama bir bilim adamý olarak doða yasalarýna inanýyor
devimi ne
türlü olursa olsun bütün sistemlerde ayný olmasý gerekeceðini düsünüyordu. Genel baðýntýlýl
düsüncesinin doðru olduðunu tanýtlamayý basarmýstýr.
Evet, Einstein'a iki nokta arasýndaki en kýsa yol doðru bir çizgidir diyen Eukleides geo
metrisi yetmemisti. Çünkü
uzayda iki nokta arasýndaki en kýsa yol eðri bir çizgiydi. Bunun gibi Eukleides geometri
sinin üç boyutu da
yetmiyordu, dördüncü bir boyut gerekiyordu. Einstein, evrenin dört boyutlu olduðunu tanýtla
ve üç uzay
boyutuna bir de zaman boyutu eklemistir. Örneðin demiryolu tek boyutlu bir uzay sürekl
iliðidir, makinist falan
kilometrede olduðunu söyleyerek yerini bildirebilir. Gemiyse iki boyutlu bir uzay süre
kliliðidir, kaptan yerini
bildirebilmek için hem enlem hem de boylamýný söylemek zorundadýr. Uçak üç boyutlu bir uzay
iliðidir, pilot
yerini bildirebilmek için enlem ve boylamdan baska yerden yüksekliðini de söylemelidir.
Devimli bir fizik olayýysa
dört boyutludur, çünkü sadece uzaydaki yer'i bildirmek yetmez, o yerin zaman'la nasýl deðis
iðini de bildirmek
gerekir, daha açýk bir deyisle, örneðin uçaðýn hangi zamanda nerede olduðunu saptamak gerek
aman boyutu
bildirilmedikçe uçaðýn su enlemde, su boylamda ve su yükseklikte olduðu hava trafiði yöneti
için hiçbir anlam
tasýmaz.
Metafizikçiler bütün bunlardan kendi islerine yarayan sonuçlar çýkarýrlar, Einstein'ýn baðý
bir
yorumla görelilik anlamýnda ele alýrlar ve iste, bilim dediðiniz nedir? Eukleides geomet
risi de yalanlandý ve ortadan
kalktý derler. Oysa Eukleides geometrisi ne yalanlanmýs ne de ortadan kalkmýstýr. Yeryüzünü
iziðine uygun
bulunan bu geometri sadece uzay fiziðine yetmemis ve daha gelistirilip genisletilm
esi gerekmistir. Bilimsel
ilerleme,
yalanlayarak ve ortadan kaldýrarak deðil, gelistirilerek ve genisletilerek gerçeklesir
. Eukleides geometrisi
yeryüzünde yüzyýllarca ise yaramýstýr, sonsuzca da yarayacaktýr. Eyfel kulesinin, Süleymani
miinin vb.
Eukleides geometrisiyle yapýldýðý unutulmamalýdýr.
Einstein, özel baðýntýlýlýk kuramýnýn üstüne kurduðu genel baðýntýlýlýk kuramýnda evrenin e
açýklar: Hareket durumlarý ne olursa olsun, bütün sistemler için doða yasalarý aynýdýr. Eyt
ekçiliðin
felsefe diliyle ilerisürdüðü evrensel baðýntýlýlýk böylece, fizik diliyle dilegetirilmis ve
olmaktadýr. Bütün
basarýlarý dogmalara güvenmemekten doðan Einstein, bu evrensel çaplý kuramýný, özel baðýntý
yayýmladýktan sonraki on yýl içinde gelistirmistir. Çýkýs noktasý, Newton'un süredurum ve y
yasalarýydý.
Einstein bu kuramýnda çekim gücü diye bir seyin varolmadýðýný ve çekimin, küresel evren üze
yol olan
evren eðrisini en az is ilkesine uygun olarak izlemekten ibaret bulunduðunu gösterdi.
Bu fiziksel bulguyu, Bertrand
Russell, ABC of Relativity adlý yapýtýnda, fizik bilmeyenlere su örnekle anlatýr: Karanlýk
ir gecede, gökteki bir
balondan, dünyaya baktýðýnýzý farz edin. Baktýðýnýz yer genis bir ova olsun. Siz görmüyorsu
a
serpistirilmis köyler var, ovanýn ortasýnda da diyelim ki yükseldikçe diklesen ve nihayet
bir uçurumda son bulan
sipsivri bir tepe bulunuyor. Sizin gördüðünüz, sadece, bu tepenin üstündeki büyük deniz fen
köyler arasýnda
gidip gelen elleri fenerli adamlarýn ýsýklarýdýr. Fenerli adamlar köyler arasýnda en kýsa y
dan gidip geliyorlar. Bu
yollar, elbette, tepeye týrmanýp uçuruma düsmemek için, tepenin arkasýna geçebilmeyý saðlay
ni en az is'i
gerektirecek eðri yollar olacaktýr. Bu eðri yollar da, tepenin doruðuna ne kadar yaklasýrl
arsa o kadar keskin
bükülmeler ve ne kadar uzaklasýrlarsa o kadar daha az keskin bükülmeler göstereceklerdir. B
londan bakan siz,
büyük ýsýðýn sýcaðýndan yanmamak için yollarýný kýrýp eðri bir yolla büyük ýsýktan kaçtýkla
onlar, gidecekleri köye tepeyi asmadan varmak için en kýsa yollarýný izlemektedirler. Simd
i bu benzetmedeki
büyük
feneri günes, fenerli insanlarý gezegenler ve kuyrukluyýldýzlar, yollarý da onlarýn yörünge
olarak alýrsanýz,
Einstein'le birlikte, günesin bir uzay zaman tepesi üzerinde olduðunu ve her cismin de
her an kendisi için en kolay
yolu seçtiðini, çünkü uzay zaman tepesi araya girince bu yolun bir düz çizgi olmaktan çýktý
Gerçekte, benzetmemizdeki her fenerli insanýn yani evrendeki her cismin üzerinde kurul
up oturduðu bir uzay
zaman tepesi vardýr. Einstein, 1918 yýlýnda, kuramlarýnýn kendisi tarafýndan halka açýklanm
eðine uyarak
Londra'da çýkan Times gazetesine yazdýðý yazýda söyle demektedir: Baðýntýlýlýk kuramým, iki
benzer. Birinci kat özel baðýntýlýlýk kuramý, ikinci kat da genel baðýntýlýlýk kuramýdýr. Ý
kurulduðu birinci kuram, çekimden baska bütün fiziksel olaylara aitti. Ýkinci kuramsa çekim
yasasýna ve bu
yasanýn
öteki doða yasalarýyla olan baðýntýsýna aittir. Einstein, yukardaki benzetmede açýklanan ci
uzay zaman
tepelerinin gerektirdiði en kýsa yol bükülmelerinin gerçeklestiði alanlara, Newton'un çekim
yimine benzer bir
deyimle, çekim alaný adýný vermistir. Daha açýk bir deyisle, çekim sanýlan olay, gerçekte,
min uzay-zaman
tepesinin çevresindeki alanda gerçeklesen, tepeyi asmak için en kýsa yolu izleme olayý'nda
n baska bir sey deðildir.
Einstein, adý geçen yazýsýnda, eytisimsel özdekçiliðin özünü meydana getiren bu kuramý söyl
:
Genel baðýntýlýlýk kuramý, uzay zaman hareket'in fiziðin öteki olgularýndan baðýmsýz olmadý
Cisimlerin hal ve durumu çekim alaný'na baðlýdýr. Çekim alanýysa özdek'le hasýl olmaktadýr.
lýdýr ki
Newton, Bentley'e yazdýðý bir mektupta, çekim, bazý yasalara uyarak sürekli etki yapan bir
tkenin ürünüdür. Bu
etkenin, maddi ya da gayrý maddi olmasýný okurlarýmýn görüsüne býraktým demisti ve madde'yi
da tanrý
kadar ilksiz ve sonsuz bir ilke saymakla beraber küçümseyen ve asaðýlayan Platon'dan beri
yerlesmis bir
alýskanlýkla gayrý maddi'liðe (özdeksizliðe) pek meraklý bulunan büyük çoðunluk Newton'un ç
e
dýsý ruh'un varlýðýný tanýtlamak yolunda dört elle sarýlmýslardý. Einstein, genel baðýntýlý
i
kökünden yýkmaktadýr. Einstein'in tanýtladýðý gibi, ne saltýk zaman, ne de saltýk mekan var
ayrýlmazca
birlesmis zaman uzay hareket madde birlikteliðinden ibarettir. Eytisimsel özdekçilik,
bu fiziksel tanýtý da kapsayan
baðýntýlýlýk anlayýsýna evrensel bütünlük ya da baðýmlýlýk adýný verir. Einstein, adý geçen
baðýntýlýlýk kuramýnýn dayandýðý ilkeyi söyle açýklýyor: Özel baðýntýlýlýk kuramý, kendi sý
açtý...
Doðayý anlamak ve tanýmlamak için, kendi keyfimize göre seçtiðimiz bir koordinatlar sistemi
kullanmamýz
zorunlu olsa bile, doða yasalarý her halde bizim seçtiðimiz bir hareket biçimiyle baðýmlý o
lýdýr. Koordinatlar
sistemi, fizik dilinde, uzaysal olaylarýn kendileriyle oranlandýðý örneðin bir arabanýn har
tini anlamak için
durgun bir yerle oranlanmasý gibi cisimleri adlandýrýr. Einstein, kuramýna temel yaptýðý bu
keyle, su gerçeði
açýklamýs oluyor: Bizler, doða yasalarýný, su hareket biçimi içinde söyle, bu hareket biçim
e
tanýmlayabiliriz. Ama o yasalar bizim kendilerine oranladýðýmýz bu hareket biçimlerinden ba
yasalardýr,
esdeyisle nesnel'dirler. Öyleyse, örneðin Newton'un çekim gücü saydýðý bu yasa, kendiliðind
te Einstein,
genel baðýntýlýlýk kuramýyla, bu soruyu karsýlamýs bulunmaktadýr: Bu yasalar evrensel baðýn
hareket biçimleri için aynýdýr. Bu genel baðýntýlýlýðý tanýtlamak için Newton'un süredurum
arýný
vesile edinen Einstein'in bu savý bir uçaðýn içinde kolaylýkla gözlemlenebilir. Havada uçan
uçaðýn içinde
süredurum etkileriyle yerçekimi etkileri birbirinden ayrýlamaz. Hiçbir pilot, yüksek hýzda,
yükselme duygusuyla
dönme duygusunu birbirinden ayýramaz. Bu demektir ki, mutlak hareket diye bir sey yo
ktur ve hareket, ancak
karsýlastýrma sistemine göre düsünülebilen uzay zaman madde'yle sýkýca baðýntýlý bir olgudu
düsünce,
mutlak olmayan sey yoktur der ve Einstein kuramlarýný da bu konulara yatkýn olmayanlar
a bu yanlýs görelilik
anlayýsýyla sunmaya çalýsýr. Oysa Einstein tanýtlamýstýr ki hareket hem mutlak deðil'dir ve
vardýr. Einstein
kuramlarý, metafizik dünya görüsüyle zorunlu olarak yanlýs yorumlanabilir ve ancak zorunlu
larak diyalektik
dünya
görüsüyle doðru anlasýlabilir. Baðýntýlýlýk kavramýnýn, fizik ve felsefe açýlarýndan, gerçe
BÝRAZ DAHA ÖÐÜT. Ýnsanlýðýn büyük aydýnlýðý her geçen gün daha çok parlayadursun, metafizik
gevezeliklerine devam ediyor. Öðütçülük, metafizik düsüncenin kaçýnýlmaz sonucudur. Mademki
ltýktýr
ve
deðismez, yüzyýllardan beri ayný durumda kalmaktan býkanlara öðüt vermekten baska ne yapýla
Mutsuzluðun ve mutluluðun nedenleri ve çareleri apaçýk ortada dururken bakýnýz, pek öðülen
nilen
çaðdasýmýz Bertrand Russell (1872-1969) mutluluðu ve mutsuzluðu nasýl saçma sapan nedenlere
:
Bertrand Russell, Mutluluðun Ele Geçirilmesi (The Conquest of Happiness) adlý yapýtýnda, m
utsuzluðun ve
mutluluðun nedenlerini inceliyor. Russell'a göre, mutluluðumuz elimizdedir. Bunu saðlama
k için kendimizle
uðrasmamýz, kendimizi onarmamýz gerekir. Russell, kisinin iç savasýný anlatýyor bu yapýtýnd
uzluðun
nedenlerini su bölümlerde topluyor:
1- Mutsuzluðu doðuran nedenlerden biri, içe kapanýklýktýr. Kendini günah islemis sayanlar,
di kendine
tutkunlar, megalomanyaklar, kendi içlerine gömülmüslerdir. Bunlar için mutluluða kavusmanýn
k yolu, dýs dünya
ile ilgilenmektir.
2- Kimileri de her seyi, öðrenip bitirmis ve artýk dünyada yasamaya deðer hiçbir sey kalmad
a
varmýslardýr. Russell, bu çesit mutsuzluða Byron mutsuzluðu diyor. Ýngiliz ozaný Byron (178
824), bu çesit
mutsuzlardandý. Bu gibilerin de ilaçlarý, içe kapanýklar gibi, dýs dünyaya açýlmaktýr. Bunl
k olan, kolay elde
etmelerinden doðan bir gayret noksanlýðýdýr. Oysa, dünya üzerinde, henüz elde edilememis, g
gerektirecek
daha
pek çok sey vardýr.
3- Mutsuzluðu doðuran üçüncü bir neden de, insanlar arasýndaki rekabettir. Kimileri buna, y
ma kavgasý adýný
verirler. Gerçekteyse yasamak için deðil, komsularýndan daha üstün bir hayata erismek için
ga etmektedirler.
Basarý, mutluluðun gereklerinden biridir ama, bütün öbür gereklerin harcanmasý pahasýna eld
lmisse, çok
pahalýya mal olmus demektir. Deðmez. Amaç, en tepeye çýkmak deðil, rahat ve huzurlu yasamak
olmalýdýr. Asýl
dert,
çaðýmýzda, gereksiz yere sisirilmis bir rekabet felsefesinin benimsenmis olmasýdýr. Oysa re
abet, gücünü ancak iki
kusak boyunca sürdürebilir, sonunda yorulur, sinirleri hiçbir is yapamayacak kadar gev
ser ve çalýsma stoku
tükenir.
Rekabet hastalýðýnýn giderilmesi, sakin zevklerin rolünü kabul etmekle mümkündür. Ýnsan, ko
çatlatmakla
deðil, yarýnki kahvaltýsýný bulabilmekle mutlu olmalýdýr.
4- Heyecan isteði ve can sýkýntýsý da mutsuzluk doðurmaktadýr. Ne var ki, can sýkýntýsý büs
sayýlmamalýdýr. Can sýkýntýsý, kimilerini verimli kýlar. Bütün büyük yapýtlarda sýkýcý bölü
yasamlarda ilgi çekici olmayan dönemler vardýr. Birinci yapraðýndan sonuncu yapraðýna kadar
kamastýran
yapýtlar, büyük yapýt deðildirler. Yeryüzünün temposu yavastýr. Birçok büyük islerimizde ve
luða
boyun eðmek zorundayýz. Birtakým iyi seyler vardýr ki, belirli derecede monotonluk olmad
an mümkün deðildir.
Modern kentlilerin çektiði can sýkýntýsý, doðadan uzak bulunuslarýyla ilgilidir. Ýstedikler
yasayabilecek
derecede varlýklý olanlarsa can sýkýntýsýndan kaçmak isterlerken, çok daha kötüsüne tutulur
bir yasama,
büyük ölçüde sakin bir yasamayla mümkündür. Çünkü gerçek hosnutluk ancak sakin bir ortamda
5- Yorgunluk, mutsuzluk kaynaðýdýr. Asýrý olmayan yorgunluklar, kisiyi nasýl mutlu kýlarlar
asýrý yorgunluklar o
derece tüketir. En tehlikeli yorgunluk, sinir yorgunluðudur. Yasadýðýmýz modern kent hayatý
sinir
yorgunluðundan kaçýnmak güçtür. Yorgunluðun çesitli nedenleri vardýr:
a) Kentte çalýsan adamýn, eviyle isyeri arasýnda katlanmak zorunda bulunduðu sürekli kent g
büyük
yorgunluk doðurur.
b) Farkýna varmadýðýmýz halde, yorgunluk yaratan nedenlerden biri de, yabancýlarla karsýlas
dýr.
c) Ýsine yetismek telasý kisiyi bir hayli yorar.
ç) Ýsini yitirme korkusu sinirleri sürekli olarak gerer. Ýsçi için isinden atýlmak neyse, p
on için iflas etmek odur.
Bu korkuyu duymayacak kadar saðlamlasmýs olanlarýn sinirleri de, o basamaða çýkmak için bu
lardan geçmis
bulunduklarýndan ötürü, yýpranmýs bir haldedir.
d) Bosuna bir çaba olduðu halde, kararsýzlýk kadar yorucu hiçbir sey yoktur.
e) Her olayda sinir bozukluðunun nedeni, is deðil, duygusal tedirginliktir.
f) Heyecan düskünlüðü de büyük ölçüde yorgunluk doðurmaktadýr. Bu çesit yorgunluklarýn ilac
fýrsatta kýrlara çýkmak, kentin havasýndan kurtulmak, dinlenmek, uygun bir yasama felsefes
i ve zihin disipliniyle
kuskularý yenmek mümkündür. Akýllý insan, dertleri üstünde, gerektiði zaman düsünür; baska
ska
seyler düsünür. geceyse hiçbir sey düsünmez. Unutmamalýdýr ki, insan, dünyanýn büyük bir pa
Kendisi
önemsiz olanýn dertleri önemli olabilir mi?
6- Mutsuzluðun baslýca kaynaklarýndan biri de, hasettir. Bir bakýma haset, demokrasinin
de temelidir. Kibirli bir
ahlak inancý da ayný isi görür. Bu inanca aykýrý hareket etmek fýrsatýný bulmus olanlara ha
lir ve davranýslarý
suç sayýlýr. Bu gibiler erdem adýna, hasetçiler eliyle, cezalandýrýlýrlar. Ýyi ki, insan ya
u duyguyu etkisiz
kýlacak baska bir duygu, hayranlýk duygusu da vardýr. Hayranlýk olmasaydý haset, kimbilir,
nerelere kadar giderdi,
Ýnsanoðlunun mutluluðunu artýrmak isteyen kimseler, hasedi azaltýp hayranlýðý çoðaltmaya ba
Hasedin
ilacý mutluluktur. Ancak isin güçlüðü de hasedin mutluluða engel olmasýdýr. Zihinsel disipl
yere
düsünmemek alýskanlýðý, insaný bundan kurtarabilir. Her sey bir yana, mutluluktan daha çok
edilecek ne
vardýr? Ve eðer ben, hasetçilikten kendimi kurtarabilirsem, mutluluða kavusur, üstelik has
et edilecek bir kimse
olurum. Hasedi azaltma yollarýndan biri de, içgüdüyü doyurucu bir yasama saðlamaktýr.
7- Ergin yas mutsuzluklarýnýn en önemli psikolojik nedenlerinden biri de günah duygusudu
r. Sürüden kovulma
korkusu da bu duyguya pek benzer. Hemen her olayda bütün bunlarýn kaynaðý kisinin çocukluðu
aldýðý töresel
öðretimdir. Günah korkusunda asaðýlýk bir sey, bir kendi kendine saygý noksanlýðý vardýr. O
ine karsý
saygýsýný yitirmekten kimseye bir iyilik gelmez. Aslýna bakýlýrsa, günah duygusu sanýlanýn
sini doðurur.
Kisiyi daha iyi, daha temiz bir hayata götüreceði yerde, hem mutsuz kýlar, hem de asaðýlýk
gusunu asýlar. Bir
insan, mantýða uygun olarak nelere inanacaðýný iyice kararlastýrmalý, ne kadar küçük olursa
antýða
uymayan
kanýlarla savasmalý, onlarýn etkisi altýna girmemelidir. Kimileri mantýðý sevmez, mantýksal
bayý
beceremeyeceklerini ya da böylesine bir çabanýn kendilerini yoracaðýný sanýrlar. Oysa en bü
lar, zihnin en
çok islediði ve pek çok seylerin düsüncenin yüzeyine çýktýðý anlarda duyulur. Su, ya da bu
slukla
saðlanan mutluluk, doyurucu deðildir. Gerçekten doyurucu olan bir mutluluk, bütün yetenekl
erimizin tam olarak
kullanýlmasý ve içinde yasadýðýmýz dünyanýn eksiksiz idrak edilmesiyle mümkündür.
8- Herkesin bize tekme attýðýný düsündüðümüz sürece, mutlu olmamýz mümkün deðildir. Russell
hep
nankörlük, sertlik ve hainlikle karsýlastýklarýndan yakýnan kimselerin bu durumuna iskence
anisi adýný veriyor.
Akýl hastalýðý çizgisine varmayan bu mani, mutsuzluðun baslýca nedenlerinden biridir. Oysa,
asýlýk yasasýna göre,
belli bir toplumda yasayan kimseler asaðý yukarý esit sayýda kötü davranýsla karsýlasabilir
Daha çok kötü
davranýsla karsýlasan bir kimse, söylediði doðruysa eðer, bunun nedenini kendinde aramalýdý
nce manisinin
kökü, kendi deðerimizi olduðundan büyük görmemizdir. Su dört gerçeðin yeterince anlasýlmasý
sine
karsý korunmayý saðlar:
a) Davranýslarýmýzýn asýl nedenleri bize göründükleri kadar özgecil deðildir.
b) Kendi deðerimizi gözümüzde büyütmemeliyiz.
c) Baskalarýndan göreceðimiz ilgi, kendimize duyduðumuz ilgi kadar olamaz.
ç) Ýnsanlar durmadan bize iskence yapmayý isteyecek kadar bizi düsünemezler.
9- Yasayýslarý ya da düsünceleri, kendileriyle birlikte yasamak zorunda bulunduklarý kimse
lerce iyi
karsýlanmayanlar mutlu olamazlar. Russell, bu duruma halkoyu korkusu adýný veriyor. Ha
lkoyu korkusu, kisiyi bir
hayli mutsuz kýlar. Bu korkuya tutulanlar, yasamayý kendilerine tam anlamýyla zehir ed
erler. Oysa, belli zevkleri ve
kanýlarý bulunan bir kimse, bir grup içinde kendini yabancý bulduðu halde, baska bir grup
içinde benimsenmis
bulabilir. Bundan baska halk, kendi düsüncesine aykýrý davranandan çok, halkoyundan korkan
a karsý zorbalýk
eder.
Halkoyunu bile bile hor görmek de doðru deðildir elbet. Ama onu gerçekten umursamamak he
m kisinin dayanýklý
olduðunu gösterir, hem de bir mutluluk kaynaðý olur. Yakýn komsulardan çekinme, eskiye göre
azalmýstýr ama,
onun yerine, gazetelerin yazmasý korkusu çýkmýstýr ki, bu da ortaçaðlardaki büyücü baskýnla
et
vericidir. Aslýnda bu derdin tek çaresi, halkoyundaki hosgörürlüðün artmasýdýr. Hosgörürlüð
mutluluðun tadýný çýkaran kimselerin çoðalmasý ve böylece en büyük zevkleri insan kardesler
ek
olan
kisilerin, sayýca azalmasýdýr.
Mutluluðun Ele Geçirilmesi adlý yapýtýnýn birinci bölümünde mutsuzluðun nedenlerini inceley
nd Russell
ikinci bölümünde de mutluluðun nedenlerini arastýrýyor. Mutluluk hala mümkün müdür? diye so
Verdiði
karsýlýk olumludur. Evet, mutluluk hala mümkündür. Russell'a göre, iki türlü mutluluk vardý
usal
mutluluk, mantýksal mutluluk... Bunlardan birincisi herkes için, ikincisiyse sadece
okumuslar için mümkündür.
Russell, gene kisinin iç savasý açýsýndan, mutluluðun nedenlerini su bölümlerde topluyor:
1- Mutluluðun baslýca nedenlerinden biri, heves ve hoslanma duygusudur. Bu duygularýmýz
da ilgilerimizi
alabildiðine genisletmekle elde edilir. Dünya üzerinde, her biriyle ayrý ayrý ilgilenmeye ö
rümüzün yetmeyeceði
kadar çok sey vardýr. Bu kadar bol ve çesitli konular karsýsýnda içimize kapanýp sýkýntýdan
yapýmýzdaki
bir
bozukluktan ileri gelir. Bu bozukluðu tez elden düzeltmeliyiz. Bizi ilgilendirebilec
ek seylere karsý tepkilerimiz,
düsmanca deðil, dostça olmalýdýr. Her hosnutsuzluk bir hastalýktýr ve hepimizde bu içe kapa
astalýðýna
eðilim
vardýr. Ýnsanlar, önlerine serilmis bulunan sayýsýz deðerlere baslarýný çevirip kendi içler
sluða bakmak
eðilimindedirler. Oysa, içine kapanmýs kisinin mutluluðunda herhangi bir yücelik bulunduðu
anýlmamalýdýr. Beyin,
kendisine sunulan gereçleri sasýlacak kombinezonlar halinde birlestirme gücü olan bir ma
kinedir. Bu makine, dýs
dünyadan gereç almazsa güçsüzlesir. Kaldý ki, içimizi iyice görebilmek için de dýsýmýzý iyi
ek
gerektir.
Heves ve hoslanma duygularýmýzýn doyurulmasýyla mutluluðu elde edebilmek için, Yunanlýlarýn
eri
ölçülülüðü göz önünde tutmalýyýz. Ölçüyü kaçýrýrsak, mutluluk yerine, mutsuzluk doðabilir.
ayrýlýðý, birincinin bir zevk uðruna bütün öteki zevkleri harcamasýndadýr. Bir zevke asýrý
rýn kökü
derinlerde bulunan bir tedirginlikleri vardýr ki, bu tedirginlik onlarý mutsuz eder.
Ýstahlý olalým ama, obur
olmayalým. Bu durum, içki düskünlerinde elle tutulurcasýna görünür. Hayatlarýnda bir umacý
ydý, içki
düskünleri, sarhosluðu ayýklýktan üstün tutmazlardý.
2- Mutluluðun önemli nedenlerinden biri de, sevgidir. Genel hayat güvenci, kisioðlunun g
ereksemesi olan uygun
bir sevgi görmesiyle meydana gelir. Güven duygusunu doðuran, karsýlýklý olarak sevmek ve se
ilmektir. Hayatý
güvenle karsýlayanlar, güvensizlikle karsýlayanlardan çok daha mutludurlar. Güven, sevginin
. Karsýlýklý
sevgi tomurcuðunun açmasýna engel olan psikolojik ya da toplumsal bütün nedenler, dünyanýn
eldiði büyük
kötülüktür. Seviniz, sevileceksiniz. Sevmeyen sevilmez. Sevilmek istemeden seviniz. Ýnsanl
ar, sevilmek istemeden
sevenleri severler. Sevilmek için büyük iyilikler yapan kisinin çabasý bosunadýr. Sevilmek
n gösterilebilecek tek
çaba, sevmek çabasýdýr. Bütün gücünüzle, alabildiðine, duygularýnýzýn her zerresini bütünle
deðerli cinsel birlesmeler, taraflarýn kendilerini tutmadýklarý ve kisiliklerini birbiri
ne katýp ortak bir kisilik
yarattýklarý cinsel birlesmelerdir.
3- Mutluluðun büyük kaynaklarýndan bir baskasý da, aile'dir. Ana babalarýn birbirlerini, ço
larýn da ana
babalarýný, ana babalarýn çocuklarýný sevmesi güçlü bir mutluluk doðurur. Oysa, günümüzün a
eðil,
mutsuzluk kaynaðý olmaktadýr. Bunun psikolojik, ekonomik, sosyal, eðitimsel, politik olm
ak üzere çok ve çesitli
nedenleri vardýr. Ailenin büyük mutluluðuna erisebilmek için bütün bu nedenlerin çözümlenme
ir. Bu
konu,
bir bakýma, birbirleriyle çelisen kosullarla doludur. Örneðin, bir kadýn, kocasýnýn hosnutl
, mutfaða girmesi ve
girmemesiyle saðlayabilir. Koca, hem iyi kurulmus bir sofra, hem de o iyi kurulmus
sofrayla yýpranmamýs bir kadýn
ister. Buysa, belli bir ekonomik çizgiye erismekle elde edilebilir. Bir baska örnekt
e de, demokrasinin genel
yayýlýsýnýn çocuklarla ana babalar arasýndaki ilgileri etkilediði görülmektedir. Günümüz dü
balar,
çocuklar üstündeki haklarýna güvenmemektedirler, çocuklarsa ana babalarýna karsý saygý borç
islerdir.
Bir bakýma, bunun, hem böyle olmasý, hem de böyle olmamasý gerekmektedir. Buysa, daha uygu
n bir politik
düzenle elde edilebilir.
4- Mutluluk nedenlerinden biri de is'tir. Ýs, kimileri için býktýrýcý olsa bile, aylaklýk,
sýkýcý çalýsmadan beterdir.
Sadece can sýkýntýsýný önleyenden hazlarýn en büyüðünü verenine kadar her derecede is vardý
doðurmasý, yapýcýlýða ve ustalýk göstermeye imkan vermesindedir. Ne türlü olursa olsun, bir
ak ve ustalýk
göstermek, kisiyi mutlu kýlar. Oysa, yapýcýlýk kadar yýkýcýlýk da bir` istir. Ýkisinin aras
birinin
düzensizliði düzene, öbürününse düzeni düzensizliðe götürmesidir. Ama birçok hallerde yenid
yýkmak gerekir. Bu durumda yýkýcýlýk, yapýcýlýðýn bir bölümüdür. Yapýcý bir isle uðrasmak,
alýskanlýðýndan kurtarýr. Birçok kötülükler, issizlikten doðar. Gördüðü is, insanýn kendisi
Kisi, kendisine saygý duymazsa gerçek mutluluða kavusamaz.
5- Benlik dýsý birçok ufak tefek ilgiler de mutluluk doðururlar. Bunlar, insanýn yasamasý i
gerekli olan temel
ilgiler deðil, bos zamanlarýný doldurarak kendisini o büyük ilgilerin yorgunluðundan kurtar
n küçük ilgilerdir.
Mutsuzluk, çoðu zaman, insanýn pratik önemi olan seylerden baska hiçbir seye ilgi duymamasý
dan ileri gelir. Dýs
ilgiler, herhangi bir çaba gerektirmezler, bundan ötürü de dinlendiricidirler. Birçok duru
mlarda mutsuzluk,
yorgunluðun ürünüdür. Yorgunlukla dýs ilgilerse içinden çýkýlmaz bir yuvarlaðýn içinde dönm
nluk,
dýs ilgileri azaltýr; dýs ilgilerin azalmasý da, yorgunluðu artýrýr. Kisi, bu yuvarlaðýn iç
görsün, serüveni
bedensel çöküntüyle sonuçlanýr. Ýnsan bu yuvarlaktan kurtulmak için gerekli çabayý gösterme
eðlenceler, dinlendiricilik niteliðine uygun dýs ilgilerdir. Oyun oynamak, tiyatro sey
retmek, spor yapmak, meslek
dýsý kitaplar okumak bunlarýn basýnda gelir. Benlik dýsý bütün bu ilgiler, dinlendirici old
kadar yararlýdýrlar.
Gerektiði gibi olmasa bile, elimizde bulunan öðrenme olanaklarýndan yararlanmamak, tiyat
roya gidip de oyunu
seyretmemeye benzer. Evren, korkunç ya da gülünç, kahramanca ya da korkakça, sasýrtýcý seyl
doludur.
Hayatýn
bizlere sunduðu bütün bu ilginç seylere niçin sýrtýmýzý çevirelim? Üstelik, bütün bu ilginç
içinde görebilmek de bir hayli avutucudur.
Bilgi, teselli vericidir. Mutsuzluðumuz, çoðu zaman, bilgisizliðimizden doðar. Bir evren v
atandasý olarak,
astronomik çaðlar içinde yasayabildiðimiz kýsacýk süreyi ve kaplayabildiðimiz pek küçücük y
öðrenebilseydik, kendimizi birçok mutsuzluklardan korumus olurduk. Çýlgýnca didinmemiz; boð
amýz
önemsizliðimizi bilmediðimizdendir. Modern yüksek öðrenimin kusurlarýndan biri de, evreni t
fsýz bir gözle
inceleme yolunda duygu ve düsünce gelisimine pek az yer vermesidir.
Evren vatandaslýðýnýn bilgisine erisseydik, kendimizi böylesine yýpratacak yerde, insanlýðý
götürenlerin
büyük ordusunun bir eri olmayý yeðlerdik. Eðer evren vatandaslýðýnýn bilgisine ulassaydýk,
aderimiz ne
olursa olsun, derin bir mutluluk, yasadýðýmýz sürece bizimle beraber olurdu. Hayat, bütün ç
leriyle bir
olma, ölümse, umursanmaya deðmez bir olay halini alýrdý. Kisi, kendini neyin yücelttiðini a
yabilseydi,
bencilliðe, küçüklüklere, önemsiz aksilikler yüzünden üzüntülere kapýlmaz ve alýn yazýsýnda
öðretimi gönlümce düzenlemeye yetkim olsaydý, diyor Russell, gençler arasýnda pek azýný, he
kýllý ve pek
geri kafalý olanlarýný ilgilendiren din yerine, belki kolaylýkla din sayýlamayacak bir sey
koymaya çalýsýrdým. Geçmisi
çok iyi bilen, insanoðlunun geleceðinin geçmisinden kýyaslanamayacak derecede uzun olabile
ceðini kavrayabilen,
üstünde yasadýðýmýz gezegenin bir nokta ve bu gezegendeki ömrümüzün geçici bir olay olduðu
smis
gençler yetistirmeye çalýsýrdým.
Bireyin önemsizliðini belirten bu gerçeklerle birlikte, bireyin erisme yeterliðinde olduðu
yüceliði ve bizce bilinen
uzak derinlikleri içinde birey kadar deðerli bir sey bulunmadýðý gerçeðini de asýlardým. Ev
andasýnýn
özgürlüðü, böylesine bir bilince erismesiyle gerçeklesecektir. Mutluluðu da öyle. Mutluluðu
eçirmek isteyen
kisi, hayattaki temel ilgilerine ek olarak birçok yedek ilgiler de edinmelidir. Yi
tirilen her ilginin yerini kolaylýkla
baska biri alabilir ve böylece bütün talihsizlikler alt edilebilir. Evren, bir kayýpla yýký
acak kadar küçük deðildir.
6- Mutluluðun baska bir nedeni de, çaba'yla yetinme (tevekkül) arasýndaki dengededir. Mu
tluluk, çoðu iyi huylu
olarak doðmamýstýr. Kimilerinin, düzenli bir yasayýsý dayanýlamayacak derecede sýkýcý bulan
da durmaz
tutkularý vardýr. Saðlýk, hiç kimsenin kesin olarak güvenemeyeceði bir varlýktýr. Evlilikse
man, bir mutluluk
kaynaðý olmamaktadýr. Bütün bu nedenlerden ötürü mutluluk, Tanrýnýn bir baðýsý deðil, insan
ettiði
bir basarýdýr. Ýste bu çabanýn, en uygun noktada, yetinmeyle dizginlenmesi gerekmektedir.
Asýrý yetinme, boyun
eðis, alçakgönülülük nasýl mutluluða engel olursa, asýrý çaba da öylece mutluluða engel olu
leyen
kisi, elde edebildiðiyle yetinmesini bilmelidir. Akýllý kisi, önleyebileceði talihsizlikle
r karsýsýnda elini kolunu
baðlayýp oturmamakla beraber, kaçýnýlmaz talihsizlikler için ne zaman, ne de duygu harcar.
ayla boyun eðis bu
gibi hallerde, ayrý ayrý deðerlidir. Tutulmasý gereken yol, kisinin elinden geleni yapma
sý, sonucuna da boyun
eðmesidir.
Üzüntü, kusku ve öfke hiçbir ise yaramayan duygulardýr. Akýllý kisi, aksiliklere katlanmasý
kisidir. Kaldý
ki, üzüntülerinin baskýsýndan kurtulan bir insan, hayatýn, kuskulanýp durduðu günlerdekinde
a sevinçli bir
serüven olduðunu görecektir. Daha önce sinirine dokunan dostlarý artýk ona eðlendirici gelm
baslayacaktýr.
Mutlu insan, dýs dünyada yasar, özgür sevgileri ve genis ilgileri vardýr. Mutluluðunu bu il
ilerden, bu sevgilerden ve
bunlarýn kendisini baska insanlara sevimli göstermesi gerçeðinden alýr. Ýnsan, bunlarla, ke
disini, bilardo topu
gibi
öbür yuvarlaklarla çarpýsmaktan baska isi, olmayan bir varlýk deðil, akýp giden hayat ýrmað
rçasý olarak
duyar. Her mutsuzluk, bir uyusmazlýða dayanýr. Bu uyusmazlýk, insanýn kendisiyle olabileceð
gibi, toplumuyla da
olabilir. Mutlu insan, hem kendisiyle, hem de toplumuyla birliðe ulasan insandýr. On
un benliði, ne kendi içinde
birbirleriyle uzlasmaz parçalara bölünmüs, ne de dünyaya karsý bir sipere gömülmüstür. Böyl
, evren
vatandasýdýr, evrensel görünüsün ve hazlarýn tadýný çýkarýr. Mutlu olmamasý için hiçbir ned
metafiziði böylece, mutluluðu da, mutlu azýnlýktan bir idealistin eliyle çözümlemis olmakta
ssell,
toplumunuzla birliðe ulasýn, esdeyisle, becerebilirseniz siz de sömürün, beceremezseniz ka
tlanýn diyor mutlu
olmak için.
MUTLU OLMAK ÝÇÝN DAÐLARA TIRMANMAK GEREK. Gerçek dostlar az, diyecek yerde, kanýmýn yuvarla
az, demek daha iyi olmaz mý? diyor Alain (Emile Chartier, 1868-1951). Kendisini bu
kanýya götüren olayý da
anlatýyor: Hastanelerden birinde Marie adýnda bir kýz varmýs. Marie, bir saat düzeniyle, b
ir hafta mutlu, bir hafta
mutsuz oluyormus. Mutluluk haftasýnda çevresindeki her sey ona güzel, aydýnlýk, sevinçli gö
mus.
Mutsuzluk haftasýndaysa, çevresindeki her sey çirkin, karanlýk, acýlýymýs. Ayný güzel söz,
haftasýnda onu
sevindirdiði halde, mutsuzluk haftasýnda umutsuzluða düsürürmüs. Ayný müzik, mutluluk hafta
inç,
mutsuzluk haftasýnda acý verirmis ona. Marie'ye bakan profesör, birçok denemeleri sýrasýnda
Marie'nin kanýndaki
yuvarlarý da saymýs. Bakmýs ki, mutluluk haftasýnýn sonuna doðru yuvarlar azalýyor, mutsuzl
haftasýnýn sonuna
doðru, yuvarlar yeniden çoðalýyor. Su halde, demis, mutluluk kanýn zenginliðinden, mutsuzlu
kanýn
yoksulluðundan doðuyor.
Kan yuvarlarýnýn görevi, akciðerlerdeki havanýn oksijen gazýný alarak nesiçlere götürmektir
gazý,
yasamamýz için gereklidir. Kan yuvarlarýnýn fabrikasý, kemiklerin içindeki iliklerdir. Bu f
brika öylesine düzenli bir
fabrikadýr ki, verimi, vücudun oksijen gereðine uygundur. Kan fabrikasý, oksijen gazýnýn az
bulunduðu yerlerde,
vücudun gerekli oksijeni alabilmesi için, daha çok kan yuvarý yapar. Oksijenin bol bulun
duðu yerlerdeyse, o kadar
çok kan yuvarý gerekli deðildir, fabrika hemen verimini azaltýr. Bilindiði gibi, en çok oks
jen, deniz yüzünde, alçak
yerlerde vardýr. Yükseklere, daðlara doðru çýkýldýkça oksijen azalýr. Bundan ötürü de kan f
a
daha
az yuvar, yükseklerde daha çok yuvar yapar. Bir insanýn kan yuvarlarýný sayarak onun deniz
yüzünden ne kadar
yükseklikte yasadýðýný anlayabiliriz. Gerekli oksijen gazýný alabilmek için, deniz yüzünde,
milimetre
küpüne dört buçuk milyon yuvar yeterken, deniz yüzünden dört bin metre yükseklikteki bir da
iz milyon
yuvar az gelir. Bu hesaba göre, mutluluðumuz için daðlara týrmanmamýz gerekmektedir. Kisioð
un yükseklere
çýktýkça mutluluða benzer bir seyler duyduðu doðrudur. Ama bu yüksekler, sadece deniz yüzün
yüksekler deðildir. Her çesit yükselme, kanýn yuvarlarýný artýrmaktadýr. Nitekim Alain, bas
söylesisinde
(Propos), sevinç, iç organlarýmýzý en usta doktordan daha iyi düzene koyar diyor. Bir arkad
sý, kan yuvarlarýnýn
yoksulluðu konusunda, kendisine söyle demis: Düsünceme yön vererek kanýmýn yuvarlarýný artý
Mutluluðum
için düsünmek bostur. Evren, kýsla yaz gibi, yaðmurla günes gibi, karanlýkla aydýnlýk gibi,
yasasýna uygun
olarak, ölçülü dönemlerde mutlulukla mutsuzluðu getirecek. Buna karsý ben ne yapabilirim? M
u olmak
isteðimin
de týpký gezmeye çýkmak isteðim gibi büyük bir deðeri yok. Su kýrlara yaðmuru yaðdýrýp gezm
ben
deðilim. Ýçimdeki mutsuzluðu da ben yaratmýyorum, sadece onun pesinden gidiyorum. Kan yuva
rlarýmýn
yoksulluðunu bilmek, mutsuzluðumun pesinden gitmek zorunluðunu açýklýyor. Bu bilgi, beni av
ndurmaz... Alain
de, arkadasýna, son yargýsýna pek o kadar inanmadýðýný belirten, su karsýlýðý veriyor: Soru
dar yalýnç
deðil. Acý düsünceleri, kötü kuruntularý, kara anýlarý geveleyip durmakla insan mutsuzluðun
bulur. Bu
mutsuzluðun, böylelikle, tadýný çýkarýr bir bakýma. Ama mutsuzluðumun kan yuvarlarýndan ile
i bilecek
olursam düsüncelerime gülerim, iç acýlarýmý vücuduma püskürtürüm. O zaman, mutsuzluðum, vüc
bir
yorgunluk, ya da düpedüz bir hastalýk haline gelir. Ýnsan yapýsýysa bir mide aðrýsýna bir i
n daha kolay
dayanýr.
Alain, Mutluluk Üstüne Söylesiler (Propos sur le Bonheur) adlý yapýtýnda, yoksulluðun da öv
r:
Eskiçaðlarda Tanrýlar, yolcularýn kýlýðýna girerek, insanlarýn kapýlarýný çalarlarmýs. Bana
susuzluðu duymakta biraz mutluluk buluyorlardý. Canlarý sýkýlýyordu her halde. O çaðlardan
kendilerini ya
asmýs, ya da suya atmýs olsalar gerektir. Birçok krallar tanýdým. Bir seyi istemeye vakit
bulamazlardý. Dikkatli
gözler hemen düsüncelerini okuyup isteklerini yerine getirirlerdi onlarýn. Oysa bu Jüpiter
ler de yýldýrýmlarýný atmak
isterlerdi, kendilerine engeller yaratýrlardý. Tanrýlar eðer can sýkýntýsýndan ölmemislerse
i böyle yavan krallar
olmaktan korusunlar.
Bunlarýn dýsýnda, sorunun özüne girmeden, mutluluk üstüne ufak tefek öðütler veriyor Alain:
kimseye söz açmayýnýz, böylelikle onlarý siz de unutursunuz. Mutlu olmak için, mutlu olmayý
mek, bu uðurda
çabalamak gerektir. Mutlu olmak için çevrenizdekileri de mutlu kýlmanýz gerekir, onlarýn ye
ilecek yanlarýný deðil,
övülecek yanlarýný görmeye çalýsýn. Mutluluðu gelecekte görüyorsanýz onu simdiden bulmussun
ummak
mutlu olmaktýr. Gerçek nedenleri bulmaya çalýsýn, gerçek nedenleri bilmedikçe huylarýnýzý d
siniz.
Sinirlenmeyin, elinizdedir bu, sinirleriniz uysal köpekler gibidir, düsüncenizin buyruðu
ndan dýsarý çýkamazlar.
Mesleðimizden, kitaplarýmýzdan, dostlarýmýzdan gereði gibi yararlanamayarak mutsuz olduðumu
n yüzümüz
kýzarmalýdýr. Mutsuzluðumuzu doðuran kusku ve korku birer hastalýktýr, hasta olduðumuzu deð
m
olduðumuzu düsünmeliyiz, böyle düsünerek bunlardan kaçýnabiliriz: Kendinizi trajedilere kap
ihtiyar bir
adam ihtiyarlýk çeken bir genç, ölen bir adam, ölen bir canlý demek deðildir. Çevrenizi deð
di bilgisizliðinizi
suçlayýnýz, bir sarhos düserse bacaðý kýrýlýr, bir itfaiyeci gibi bacaðýnýzý kýrmadan düsme
Sýralý sýrasýz gülümseyiniz, iyi etkilerini göreceksiniz. Kayýtsýz davranmak isteyen omzunu
z mi?.. Bu
davranýsý ciðerlerine hava verip yüreðini yatýstýrýr çünkü. Küçük nedenlerle bosuna canýnýz
ayaðýnýzý sýkýyorsa, hemen çýkarýp atýn onu. Esnemek sabýrsýzlýða karsý en iyi jimnastiktir
korkudan titreyen konusmacý, konusmaya baslar baslamaz hemen kendine geliverir, ko
rkuyu düsünecek vakti
kalmamýstýr çünkü, kuskular ve korkular olaylardan çok düsüncelerimizdedir. Vücudumuz, kusk
korkularýnýz yüzünden, sizden yanlýs bir emir almamýssa; kumandayý en doðru biçimde kendi e
. Hayra
yormak hayýrlý is getirir; Epiktetos der ki: Sen istedikten sonra karga bile uður geti
rir sana. Soðuða dayanmanýn tek
çaresi, soðuðu hos görmektir; mutluluk ustasý Spinoza gibi, ýsýndýðým için mutlu deðilim, m
ýsýnýyorum, demeli. Basarýya ulastýðýnýz için mutlu deðilsiniz, mutlu olduðunuz için basarý
Uykunuzun gelmesini istiyorsanýz, geleceðine inanýn, uyuyamayacaðýný düsünen hiçbir kimseni
bildiði
görülmemistir. Tek bir kisi yoktur ki, kendine kendinden büyük bir düsman bulmus olsun. Ba
skalarýný
affedebilmek
için ilk kosul, kendini affedebilmektir. Geleceði pek o kadar düsünmeyin, ne kadar bilgi
n olursak olalým,
gözlerimizin çok uzaklarý görebileceðine inanmýyorum.
Bir söylesisinde de, yapraklar sürmeye basladý artýk, diyor Alain, yakýnda týrtýllar kara a
apraklarýna
üsüserek bunlarý yok edecekler. Aðaç, ciðerlerinden yoksun kalacak. Havasýzlýktan ölmemek i
yapraklar
sürüp ikinci bir bahar yasadýðýný göreceksiniz ama, bu gayretler tüketecek onu sonunda. Önü
rýn
birinde artýk taze yapraklar veremeyerek kuruyacak büsbütün. Küçük gayretlerin göreceði ise
lý, böceðe
karsý
bir böcek sabrýyla savasmalýyýz.
Pekala sevgili Alain, seninle ve senin gibilerle uðrasmayý bir yana býrakalým, uykumuzun
geleceðine inanýp
uyuyalým daha. Mutlu olmak istedikçe de daðlara çýkarýz. Verdiðin öðütlere tesekkürler.
MAVÝ KUS. Bu gece, Belçikalý yazar Maurice Maeterlinck'le (1862 -1949) birlikte, mavi
kusu arayacaðýz.
Mutluluðumuzu bulmalýyýz elbet. Köpeðimiz, kedimiz, ýsýðýmýz, atesimiz, suyumuz, sütümüz, e
iz
ve saatlerimiz küçük kervanýmýza katýlacaktýr. Isýðýmýz bize yol gösterecek, köpeðimiz yaný
i
koruyacak Basýmýza, sihirli elmasý iðnelediðimiz yesil sapkamýzý giyeceðiz. Bir de bos kafe
var. Mavi kusu
bulunca, yasadýðýmýz sürece elimizden kaçmasýn diye, onun içine koyacaðýz. Mavi kus güzeldi
rla
dolu evrenimizde acýlarýmýzý karsýlayacaktýr. Sihirli elmasý çevirince kocamýs cadý Berilün
li bir
peri olduðunu göreceðiz.. Kulübemizin duvarlarýndaki çakýl taslarý aydýnlanacak. Eskimis es
yakutlar
gibi parlayacak.
Artýk tahta masamýz som mermerdir, karanlýðýmýz aydýnlanmýstýr, saatlerimiz bizimdir. Anýla
yiz. Sevgili
ölülerimiz bizi beklemektedir. Mademki ölmüslerdir, onlarý nasýl görebiliriz, diye kuskulan
alýyýz; mademki
anýlarýmýzda yasýyorlar, nasýl ölmüs olabilirler? Onlarý düsündüðümüz her an mutlu uykularý
Yasamak bitince uyumak pek iyidir, arada sýrada uyanmaksa ondan daha iyidir. Anýlar ül
kesinde büyümek yoktur,
deðismek yoktur, ölmek yoktur. Ýste erik aðacýmýz... Bir zamanlar onun üstüne týrmanmayý ne
verdik. Ýste
kara tavuðumuz... Gene eskisi gibi ötüyor. Çevremizi kusatan bu sis nedir, diye sormayýnýz,
anýlar ülkesinde
düsüncenin sevinci tütmektedir.
Gönenç (refah) bahçesinde rastlayacaðýz mutluluklara... Mutluluklar iki grupta toplanmýslar
: Büyük
mutluluklar, küçük mutluluklar.
Büyük mutluluklar birer birer gelip elimizi sýkacaklardýr: Zenginlik mutluluðu, elde etmek
mutluluðu, yerine
getirilmis bos hevesler mutluluðu, susamadan içmek mutluluðu, acýkmadan yemek mutluluðu, h
içbir sey
yapmamak
mutluluðu, gereðinden çok uyumak mutluluðu, kahkahayla gülmek mutluluðu, sehvet mutluluðu.
mutluluklar
da önümüze gelip diz bükecekler: Saðlýklý olmak mutluluðu, saf hava mutluluðu, anayý babayý
luluðu,
mavi gök mutluluðu, orman mutluluðu, günesli saatler mutluluðu, ýslak çimenlerde yalýnayak
k mutluluðu.
Mutluluklarýn yaný sýra büyük sevinçler de gönenç bahçesindedir. Baslarýný eðip birer birer
kendilerini: Doðruluk sevinci; iyilik sevinci, düsünmek sevinci, isini görüp bitirmek sevi
nci, anlamak sevinci,
güzele bakmak sevinci, sevmek sevinci, anne sevgisi sevinci.
Bu kadar çok mutluluðu çevremizde görünce sasýracaðýz. Mutluluklarýn baskaný, bu saskýnlýðý
evet,
diyecek, gözler açýlacak olursa her evde her gün pazardýr. Evleriniz, pencerelerden tasaca
k kadar bizlerle dolu.
Duvarlarý devirip çatýlarý uçuracak kadar gülüyor, sakýyor, nese yaratýyoruz. Oysa sizler h
görmüyor, hiçbir
sey duymuyorsunuz. Ýleride, biraz daha anlayýslý olacaðýnýzý ummaktayýz. Evinize döndüðünüz
daha
kolay tanýyacaksýnýz. Sonra, günün birinde, bizlere küçük bir gülümsemeyle cesaret verip ta
tesekkür
etmeyi öðrenirseniz, yasamasýný da daha çok seveceksiniz.
Mavi kus nerededir?.. Büyük küçük bütün mutluluklar, sevinçlerle tanýstýðýmýz halde, onu bu
yüzyýllardan beri insanoðlundan saklanmýs bir sýrdýr. Bombos kafesimizi elimizde sallayarak
ormana gireceðiz
yavasça. Gecedir. Ay aydýnlýðý vardýr. Türlü kart aðaçlar çevremizi sarmýstýr. Kedimiz, vaz
oyun
eðerek bizi fitneleyecek onlara: Bütün aðaçlara selam... Bugün büyük bir gündür. Düsmanýmýz
sizleri güçsüz býrakarak kendine köle yapmak istiyor. Bu karsýnýzda gördükleriniz, sizlere
etmis olan
oduncunun oðullarýdýr. Dünya kurulalý beri onlardan sakladýðýmýz mavi kusu arýyorlar. Öyle
maslarý
var ki ellerinde, bizim ruhlarýmýzý görebilir, mavi kusu zorla alabilirler.
Kocamýs mese, soracak: Köleliðimizi daha çetin bir hale getirmek için mavi kusu, esyanýn bü
rýný
arýyorsunuz, öyle mi? Ama bu is, bizim kadar hayvanlarý da ilgilendirir. Verilecek öneml
i kararlarýn sorumluluðunu
yalnýz biz aðaçlar yüklenemeyiz. Bu sýrra sahip olunca bizlere ne kötülükler edeceklerini b
k kadar
insanoðullarýný tanýyoruz.
Aðaçlarla hayvanlar, mavi kusu insanoðluna vermemek için birleseceklerdir. Doðanýn (tabiat)
içinde yasadýðý
halde
doðaya karsý gelen tek yaratýk insanoðludur çünkü. Bir sýr varsa, ondan gizlenmelidir elbet
Yýlmayacaðýz. Bos kafesimiz elimizde, gelecek ülkesine gireceðiz cesaretle, Gelecek ülkesi,
doðacak çocuklarýn
beklediði bir gök sarayýdýr. Firuze kubbeleri tutan gök yakuttan sayýsýz direkler göreceðiz
ey mavidir burada.
Yalnýz direk baslýklarý, kemer kilitleri ak mermerden yapýlmýstýr. Direklerin arasýnda süt
n büyük kapýlar
vardýr. Zamanýn kanatlarýný aralayacaðý bu kapýlar hayata açýlmaktadýr. Her yanda, uzun mav
er giymis,
kimisi oynayan, kimisi gezinen, kimisi uyuyan bir çocuk kalabalýðý... Onlarýn arasýnda, mel
kler olduðu anlasýlan,
daha soluk bir maviyle örtünmüs, sessiz güzellikte gölgeler dolasmaktadýr.
Zaman, süt tasýndan yapýlmýs kapýlardan çýkmak için önüne dizilen çocuklara çýkýsacak: Bire
birer...
Gene araya sýrasý gelmeyenler katýlmýs... Sen küçük, haydi yerine, elli dört yýl sonra gele
On iki tane asýk
yeter, Virgil'in çaðýnda deðiliz artýk. Doktor da istemez, yeryüzü onlarla doldu. Namuslu b
adam isteniyor, tek bir
adam... Hani, namuslu adam nerede? Sen misin? Amma da cýlýzsýn, yasayacaða benzemiyorsun
pek.
Islak çimenlerin üstünde çýplak ayakla dolasarak, doðan günesin sevinciyle dolmus, hiçbir s
pmamak
mutluluðu içinde evimize döneceðiz. Bos zannettiðimiz kafesimizde masmavi bir kus var. Meðe
o, her zaman
evimizdeymis, yanýbasýmýzdaymýs da görememisiz onu. Aramaya kalkmýsýz üstelik.
Evet, yanýlmadýnýz, tam da anladýðýnýz gibi: Yoksul kulübemizdeki mutlulukla yetinelim, diy
eterlinck.
EVRENÝMÝZ KIRMIZIYA KAYIYOR. Metafizikçiler öðütlerini sürdüredursun, uzay fiziðinin son bu
eni
bir bilimsel varsayým gelistirmektedir: Evrenimiz kýrmýzýya kayýyor.
Her seyin bir baslangýcý, bir yasamý ve bir sonu olduðuna göre dünyamýzýn ve hatta tüm sons
legetiren
evren deyimini bizim bilebildiðimiz ve hesaplayabildiðimiz bir bölgeyle sýnýrlarsak evreni
mizin de bir baslangýcý ve
bir sonu var mý? Elbette var. Ama milyarlarca yýl sonra olusacak kosullarý simdiden bi
lmemiz olanaksýz
bulunduðundan bu sonun nasýl olacaðýný kestiremeyiz. Yakýn zamanlara kadar evrenin sýcaklýk
uharlasarak
son
bulacaðý sanýlýyordu. Kimi fizikçiler simdiden kestirilmesi olanaksýz bulunan bu bilgiyi el
e etme çabasýndaydýlar.
Öyküsü kýsaca su: Isýnýn devimini ve bu devimle baska erke tipleri haline geçisini inceleye
uramsal fizik dalýna
termodinamik denir. Termodinamiðin önemli iki ilkesi vardýr. Birinci ilke erkenin sakýmý y
asasýnýn ýsý alanýna
uygulanmasýdýr ki ýsýyla isin esdeðerliliðini dilegetirir, ikinci ilkeyse ýsýnýn sýcak bir
soðuk bir cisme bu
cisimlerin birinde bir deðisme olmaksýzýn geçemeyeceðini dilegetirir. Termodinamiðin ikinci
ilkesini bulan R.
Clausius'le W. Thomson onu yanlýs yorumlayarak evrene uygulamýslar ve evrenin ýsýl (term
ik) sona erisinin
kaçýnýlmazlýðýný savunmuslardýr. Bu, yanlýs bir savdýr ve çaðdas fizikçe çürütülmüstür. Bu
devim biçimleri entropi (erkenin deðisirliðini dilegetiren R. Clausius kavramý)'yle bir
daha eski durumlarýna
dönmemek üzere ýsý devim biçimine dönüsecekler ve bir entropik denge (kapalý sistemlerde tü
in ýsý haline
gelip dengeye girmesi ve bir daha hiç deðisememesi durumu) kuracaklardýr. Bu da dünyanýn ýs
sonu demektir.
Oysa çaðdas fizik entropinin sadece mikroskobik süreçlerde geçerli olduðunu ve makroskobik
eçlerde
islemediðini göstermistir. Demek ki evren, bütün varsayýmlarda da olduðu gibi, böylelikle d
on bulmayacaktýr.
Son yýllarda da yepyeni bir varsayým gelistirilmektedir: Kýrmýzýya kayma (Ýng. Red shift) o
ayý, galaksiler
arasýndaki uzaklýklarýn her an büyümekte olduðunu tanýtlamaktadýr. Özellikle Einstein'in ge
kuramýný gelistiren fizikçi A. A. Friedman'ýn ilerisürdüðü kaçan galaksiler (Ýng. Fleeing g
ve bunun sonucu
olarak genlesen evren kuramýna göre evren, her an, düzenli bir biçimde genislemektedir.
Sonsuz olanýn
genislemesi
elbette sözkonusu deðildir. Bu genisleme, bin milyonlarca yýl önce, bütün galaksilerin evre
in bizim
bulunduðumuz
bölgenin çok küçük bir kesiminde yýðýsmýs olduklarý varsayýmýna dayanýyor. Yetkili bilim ad
sayýlan bu varsayýma göre galaksiler her an bu yýðýnaktan biraz daha uzaklasmaktadýrlar ve
dan ötürü de
evrendeki özdek yoðunluðu her an düzenli olarak azalmaktadýr. Galaksilerin her an uzaklasm
akta olduklarý söyle
hesaplanmýstýr: Tren yaklasýrken düdüðünün sesi gittikçe tizlesir (esdeyisle, çýðlýklasýr,
ek ki
düdük sesindeki deðisim oranýnýn ölçülmesi, trenin yaklasma hýzýný da ölçer. Galaksilerin h
el
yöntemle ölçülmüstür (ses titresimlerindeki frekans deðisimi yerine elektromanyetik titresi
rdeki frekans
deðisimi hesaplanmýstýr) ve galaksilerin saniyede altmýs bin kilometre hýzla kaçmakta (esde
isle, uzaklasmakta)
olduklarý kesin olarak saptanmýstýr. Elektromanyetik titresimlerdeki frekans deðisimi, g
alaksilerin ýsýk tayfýndaki
elementlerinin tayfýn kýrmýzý ucuna doðru kaymasý olarak gözlenmistir. Bundan çýkan kesin s
r:
Galaksiler
bizim bulunduðumuz bölgeden her an biraz daha uzaklasmaktadýrlar, demek ki evren bizim
bulunduðumuz
bölgeye
göre genlesmektedir. Astronomlarýn ve jeofizikçilerin yaptýklarý hesaplardan daha pek çok i
ginç sonuçlar da
çýkmaktadýr. Saniyede altmýs bin kilometre hýzla kaçan bir galaksinin, bugün bulunduðu yerd
riye doðru
yapýlan bir hesapla, altý bin milyon yýl önce bizim bölgemizde ve pek yakýnýmýzda bulunduðu
aktadýr.
Acaba bu galaksi ne zaman varlasmýstýr? Jeofizikçilerin yaptýklarý hesaba göre, yerin ve gö
slarýnýn özdeði altý
bin
milyon yýl önce biçimlenmistir, demek ki tüm galaksiler de dünyamýzla ayný zamanda biçimlen
r, esdeyisle
varlasmýslardýr. Bundan da çok önemli varsayýmlar türemektedir. Evrensel sonsuzlukta özdek,
lli bir bölgede
yoðunlasmýs ve sonra bir patlamayla sonsuzluða doðru yayýlmýstýr. Demek ki evrenin bir basl
esdeyisle bir
doðumu var. Ýlk bilimsel evrendoðum, gökbilim (astronomi)'in bir dalý olarak; Leibniz, Des
cartes, Kant ve
Laplace'ýn
varsayýmlarýyla olusmaya baslamýstýr. Özellikle Kant Laplace'ýn evrenin bir bulutsudan olus
uðunu ilerisüren
varsayýmlarý uzun bir süre geçerli kalmýstýr. Dr. Fred L. Whipple, 1948 yýlýnda yayýmladýðý
ozmik
tozlarýn milyarlarca yýllýk bir sürede nasýl yoðunlasýp yýldýzlar halinde koyulasabileceðin
una karsý
Lemaitre, Gamow, Tolman vb. gibi bilginlerin ilerisürdükleri yeni varsayýmlar da tartýsm
a konusudur. Bu
varsayýmlar, evrenin olusumunu atomsal bir patlamaya, tasarýmdýsý sýcaklýktaki bir buhar kü
sine, evrenin týpký
bir
yürek gibi açýlýp kapanýsýna vb. baðlamaktadýr. Gerçek sudur ki, evrendoðum, henüz gelismis
onuçlara
varmýs bir bilim deðildir. Bunun nedeni de pek açýktýr: Önce, evrensel olusma pek uzun bir
eyi kaplamaktadýr
ve
bilim henüz bu pek uzun sürenin her asamasýný açýklayabilecek verilere sahip deðildir. Ýkin
arak, olusum süreci
henüz devam etmektedir ve bu olusum sürecine bilimsel olarak yaklasabilmek için gezege
n sistemimizin dýsýndaki
gezegen sistemlerinin de kesfedilmesine ihtiyaç vardýr. Ne var ki bilim, idealist ve
düsçü varsayýmlarýn dýsýnda, bu
alanda da saðlam adýmlarla ilerlemektedir. Ýnsan ayaðýnýn aya basmasý, baska gezegen sistem
inin kesfine
giden
yolun açýldýðýný tanýtlar.
Evrenin bir baslangýcý olduðuna göre bir de sonu var mý? Evren deyimini kýrmýzýya kayma var
olduðu
gibi dar anlamda kullanýrsak elbette var, sonsuz ve sýnýrsýz özdeðin bütünlüðü anlamýnda ku
sý var
ne
de sonu Ölçüsü ve sýnýrý olaný dilegetiren sonlu ulamýyla ölçüsü ve sýnýrý olmayaný dileget
l
gerçekliðin birbiriyle baðýmlý iki görünümünü yansýtýr. Sonsuz, sonsuz sayýda sonludan meyd
uysa
sonsuzun sonsuz sayýdaki biçimlerinden biridir. Örneðin ilksiz ve sonsuz olan özdek, çesitl
sonlu biçimlerde
belirir. Bilimsel bir kavram olarak sonsuzluk, özdeðin var edilmezliðini ve yok edilme
zliðini dilegetirir. Bilim ve
diyalektik felsefe, evrenin, ilksiz ve sonsuz özdeksel deðisimler süreci olduðunda birle
sirler. Özdek tükenmezdir ve
sonsuz çesitliliði nitesel dönüsümlerle sürüp gitmektedir. Bu sonsuzluk, sonlu ve sýnýrlý v
içimlerinin
zorunlu deðismelerinde yansýr. Sonsuzluk ve sonluluk diyalektik karsýtlýklardýr, her ikisi
de birbirlerinin varlýðýný
gerektirirler. Sonsuzluk zorunlu deðisimlerle tükenmez sonluluðun meydana koyduðu bir süreç
ir. Her sonlu,
içinde
tasýdýðý karsýtlýðý olan, sonsuzla çelistiði içindir ki sýnýrsýz deðisikliklere uðrar. Bili
tanýtlayarak, sonsuz'u da tanýtlamýstýr. Kaldý ki sonsuz olmasaydý sonlu'lar da olamazdý. S
ular varsa, demek ki
sonsuz da vardýr.
Sonlu'nun zorunlu olarak sonsuz'u içerdiði ve gerektirdiði bilimsel gerçeði bir yana, özell
kle fiziksel kimya
alanýnda birçok bilimsel bulgular evrenin sonsuzluðunu tanýtlamýs bulunmaktadýr. Örneðin bu
ulardan biri
özdeðin korunumu yasasýdýr. Bu yasaya göre evrende hiçbir sey yokolmaz ve yoktan varolmaz.
u demektir ki,
evren su anda varsa, hep var bulunmustur ve hep varolmakta devam edecektir. Özdek,
varolduðu içindir ki daima
varolmus olmasý gerekir, çünkü bu fiziksel kimya yasasýna göre yoktan varolamazdý. Özdek, v
uðu içindir ki
daima var kalacaktýr, çünkü bu fiziksel kimya yasasýna göre yok olamaz. Söyle de denebilir:
evrende hiçbir
seyin varolmadýðý bir zaman olmussa, o zaman yok'u varedecek herhangi bir seyin de var
olmamasý gerekir. Ünlü
fizikçi Einstein sonlu özdeðin yasalarýnýn, sonsuz özdeðe, esdeyisle evrensel alana genisle
mesi uygun deðildir
diye yazmýstýr. Özdek sürekli olarak biçim deðistirmektedir ve yepyeni somut biçimler altýn
rolmakta devam
edecektir. Nicel deðisimler birikir ve bir sýçramayla nitel deðisimlere yolaçar. Evrende y
epyeni yýldýzlarýn, hem de
kümeler halinde her an doðmakta olduðu tanýtlanmýstýr. Dünyamýz da, sonsuz evrendeki her so
ibi, bir gün
sona
erecekse bu, evrimsel sarmalýn sadece bir dolanýmýnýn son'u olacaktýr. Ama bu son, yokedil
mez özdeðin evriminde
yepyeni bir asamanýn gerçeklesmesini de saðlamýs olacaktýr. Ünlü fizikçiler K. Stankuyoviç
asilyev, Matter
and Man adlý yapýtlarýnda söyle demektedirler: Ýnsanýn kendi bilgisini bugünden düsünülemey
ere
çýkarmasýna yetecek zamaný vardýr ve günes tehlikeli yaslýlýk çaðýna ulasmadan çok önce ins
sistemleri içinde herhangi sayýda gezegeni bir araya getirme yeteneðine sahibolarak, s
onsuz Samanyolu'nun
enginliklerine dalacaktýr.
ÖÐÜT DÝNLEMEYEN ÝNSAN. XX'nci yüzyýl insaný, kafesindeki kusu mavi görebilmek için gözlerin
bir yana býrakýp, gerçekten mavi bir kus elde ederek yitirilmis insanlýðýný yeniden kazanma
luna girmistir.
Çaðdas
insan, yüzyýldan beri, öðüt dinlemeyen insan'dýr.

You might also like