You are on page 1of 119

Birharf Yayınları Yayın No: 06 Türkiye'de Millî İradenin Kuşatılması

Nazmi Eroğlu

GENEL YÖNETMEN / Mehmet Kocabaş GENEL YAYIN YÖNETMENİ / Attila


Akdemir KİTAP EDİTÖRÜ / Kemal Gurulkan REDAKSİYON / Ece Özbaş İÇ
TASARIM / Adem Şenel KAPAK TASARIM / Ebru Grafik BASKI / Kilim
Matbaacılık

istanbul, Eylül 2004


ISBN 975-8961-10-1 © Birharf Yayıncılık Sanayi Ltd.Şti.,
2004

BİR HARF YAYINLARI


Alemdar Mah. Çatalçeşme Sokak. No: 15/1
Cağaloğlu/İSTANBUL Tel. 0212. 511 99 55 - Fax: 0212 511 99 06
www.birharf.com

1908'den Günümüze

MİLLİ İRADENİN KUŞATILMASI

Nazmi Eroğlu

Nazmi Eroğlu

1963'te Trabzon'un Of ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Of ta,


lise öğrenimini İstanbul'da tamamladı. K. Ü. Fatih Eğitim
Fakültesi'ne bağlı Giresun Eğitim Y. O.'nu 1985 yılında bitirdikten
sonra 1986'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü'ne girdi ve 1989'da buradan mezun oldu. Farklı bölümlerden
felsefe tarihi, bilim tarihi, sosyoloji tarihi, yirminci yüzyıl Türk
edebiyatı vs. konularında dersler aldı. 1990'da memuriyet hayatına
başladı. Bunun yanında, askerlik vesilesiyle bir yıl kadar Kars
Cumhuriyet Lisesi'nde tarih öğretmenliği yaptı. İ. Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü'ne bağlı olarak İktisat Fakültesi'nde yüksek lisansını
tamamladı. Ayrıca, Osmanlı Arşivi'nde araştırmalar yaptı. Yazar, evli
ve iki çocuk babasıdır.
Yazar, ilk yazılarını 1983-1984'te Giresun'da mahalli bir
gazetede yayınladı. Yakın tarih, medeniyet, siyasî ve iktisadi
düşünce, kitap-kritik vs. konularında Toplumbilim, Tarih ve Düşünce,
Köprü, Biyografi Analiz, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları vs.
dergilerde ve bazı gazetelerde makaleleri ve denemeleri yayınlandı.
Ayrıca, Birharf Yayınlarından çıkan Medeniyetlerin Ruhu adlı bir
eseri de bulunmaktadır.

Cefakâr annem (Fatma Hanım), fedakâr babam (Enver Bey) ve milletimin


asil insanlarına...

İÇİNDEKİLER

Önsöz 11
Birinci Bölüm:
II. MEŞRUTİYETİN İLÂNINDAN
HİLAFETİN İLGASINA 17
31 Mart Vak'ası’nın Oluşumunda İttihatçıların
Etkisi ve Bazı Yanılgılar 19
Meşrutiyetin getirdiği 21
İttihatçıların siyasette söz sahibi olmaları 26
Belirsiz bir siyasî yapının zorlukları ve askerin
siyasete alet edilmesi 29
Partizanca kadrolaşmalar ve menfaat temini 33
Partiler, basın ve İttihat ve Terakki'nin hakimiyeti
altında yapılan seçimler 35
31 Mart Vak'ası’nın mahiyeti 40
Olayda rol oynayan faktörler ve alınan tedbirler 41
Olayın anlaşılmasına mani olan sebepler 50

Arnavutluk İsyanından Muhalif Bir Cuntaya:


Halaskar Zabıtan Grubu 57
Giriş 59
İttihatçılara karşı oluşan muhalefet 62
Arnavutluk İsyanı ve muhalefetin tutumu 63
Halâskâran Hareketi'ne etki eden sebepler 68
Halaskar Zabıtan Grubu'nun örgütlenmesi
ve meydana gelen siyasî gelişmeler 69
Halaskar Zabıtan Grubu'nun yayınladığı
beyanname veya program 75
Arnavutluk İsyanı ve Halâskâran Hareketi'nin sonuçları ..79
Sonuç 83

Bir Devrin Tasfiyesi veya Hilafet'in Sonu 85


Giriş 85
Zamanımızda Hilafet meselesi ne anlama gelir? 86
Halifeliğin Osmanlı'ya geçmesi ve klasik
dönemdeki anlamı 89
19. yüzyıla gelince 92
II. Abdülhamid döneminden I. Dünya Savaşı' na 95
Sultan Vahideddin ve Hilafet 99
Abdülmecid'in halifeliği ve
meydana gelen gelişmeler 104
Tarihî bir sayfanın kapanması 108
Hilafet'in kaldırılmasına karşı meydana
gelen tepkiler 111
Hilafet ve "hakimiyet-i milliye" meselesi 113
Sonuç olarak 121

İkinci Bölüm:
TÜRK SİYASETİNDE MEŞRULUK, EHVEN-İ
ŞER VE EĞİTİM MESELESİ 123

Siyasal Meşruluk Meselesi ve Türkiye 125


Giriş .....125
Eski Yunan'dan günümüze demokratik
yönetim şekli 126
Demokratik yönetim ve meşruluğu 127
Monarşi ve aristokrasilerde siyasî meşruiyet ..132
Totaliter rejimler ve meşruluk sorunu 134
Türkiye'ye gelince 142
Türkiye'deki siyasî rejimlerin oluşmasında
sosyo-ekonomik faktörlerin etkisi 144
Türkiye'de modernleşme ideolojisi
ve siyasal meşruiyet 149
Türk Siyasetinde Anahtar Bir Kavram:
Ehven-i Şer" 161
Giriş 161
Cevdet Paşadan günümüze 262
Türkiye'nin iç ve dış siyasetinde ehven-i şer
ne anlama gelir? 164
Sonuç olarak 174

Eğitim, Eğitimde Özgür Ortamın


Önemi ve Türkiye 177
Eğitim nedir? 177
İnsan ve eğitim 178
Eğitimde aile ve toplum 179
Tarih-İnsan-Eğitim 181
Siyasî ortam, eğitim ve din 183
Özgür ortamın eğitim açısından önemi ve Türkiye ....187
Sonuç 193

Üçüncü Bölüm
TESETTÜR SORUNU 195

"Garbcı" Bir Mecmuadan (İctihâd)


Tesettüre Bakışılar 197
Tesettürün Müslüman toplumları
geri bıraktığı iddiası 197
Tesettürün kadınların iffetini koruyamayacağı 200
Rusya'nın yönetiminde ve etkisinde olan
Müslümanların tutumu 207
Siyasî başarısızlıkların "tesettür" le bağlantılı
bir şekilde değerlendirilmesi 211
İhtida edecek olan gayrimüslim bir kadının
önündeki tek engel: Tesettür 213
İctihad'a göre tesettür müdafilerinin tutumu ve
Batıcılara karşı tavırları 216
Sonuç 223

..225 ..225
ma Girişimi vçy^ , veya
i
anin temelleri ......... r \ ,
.227
Slxdeş«î"inancı" 'W
hesabına yürütülen bir icraat r (
f&ülduvijenilgiye N \ /
«jrantopkıkırı psikolojisi r 235
Kuraktaki, lütuf mu? V. ', t / ,236
aşama ve sonuç... .Aç \ / .238

Ura

^- ,/ \ / .245

Türkiye'nin yakın tarihinde meydana gelen siyasi ve sos-.1 olayları


doğru bir şekilde anlayabiliyor muyuz? Bu konu-/ ıdıı düşüncelerimiz
ne derece berraktır veya buna mani 1.1 n sebepler nelerdir? Bu
suallere müspet cevap verebilmek ' ' (ıyli zordur. Zira, XX. yüzyılın
başından itibaren oluşan si-'j' v \ ve sosyal ortamın buna el
vermeyecek kadar sorunlu ol-Vjdğu bilinmektedir. Bu sorunların
ayıklanması için yapılan / (ılışmalar; olayları anlatan metinler ve
siyasi analizler çoğu "iman belli bir tarafın haklılığını veya
haksızlığım ortaya ^,<>ymanın ve bunun üzerinden bir politika
üretmenin gayre-, içindedir.
1 Osmanlı'nın son döneminde yapılandırılan devlet teşkilatıyla
beraber eski düzen, -yakalanan bazı fırsatlarla- tasfiye Silerek
yeniden bir düzenleme meydana getirilmiştir. An-^flk; bu şekilde
meydana gelen yeni düzenin içinde birçok problem ortaya çıkmıştır.
Bunların ortadan kaldırılması yerime kamufle edilmesi yoluna
gidilmiş, buna tarihî bazı kırılma ^önemleri kullanılarak meşruiyet
zemini oluşturulmuş ve bu yapı günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Yani, bir nevi ''fetret" süreçlerinin üzerinden adeta bir tarih
üretilmiş ve puna her fırsatta yeni ilaveler yapılmıştır. Bu sayede
milletin tepeden tırnağa yönlendirilmesi gibi bir amaca hizmet eden -
fopper'in işaret ettiği şekliyle- tarihsici bir yaklaşım ortaya
çıkmıştır. Toplumsal hayatın birçok alanında görülen sorunların
menşeinde böyle bir oluşum sürecinin etkileri bulun-

Çoğunluğu Yok Sayma Girişimi veya


Başörtüsü Sorunu" 225
İnsan-devlet ilişkisinin temelleri 225
Modernleşme (!) "inancı"
hesabına yürütülen bir icraat 227
İbn-i Haldun ve yenilgiye
uğrayan toplumların psikolojisi 235
Hür olmak hak mı, lütuf mu? 236
Problemin geldiği aşama ve sonuç 238
Kaynakça 245

Önsöz

Türkiye'nin yakın tarihinde meydana gelen siyasi ve sosyal


olayları doğru bir şekilde anlayabiliyor muyuz? Bu konularda
düşüncelerimiz ne derece berraktır veya buna mani olan sebepler
nelerdir? Bu suallere müspet cevap verebilmek hayli zordur. Zira, XX.
yüzyılın başından itibaren oluşan siyasi ve sosyal ortamın buna el
vermeyecek kadar sorunlu olduğu bilinmektedir. Bu sorunların
ayıklanması için yapılan çalışmalar; olayları anlatan metinler ve
siyasi analizler çoğu zaman belli bir tarafın haklılığını veya
haksızlığını ortaya koymanın ve bunun üzerinden bir politika
üretmenin gayreti içindedir.
Osmanlı'nın son döneminde yapılandırılan devlet teşkilatıyla
beraber eski düzen, -yakalanan bazı fırsatlarla- tasfiye edilerek
yeniden bir düzenleme meydana getirilmiştir. Ancak; bu şekilde
meydana gelen yeni düzenin içinde birçok problem ortaya çıkmıştır.
Bunların ortadan kaldırılması yerine kamufle edilmesi yoluna
gidilmiş, buna tarihî bazı kırılma dönemleri kullanılarak meşruiyet
zemini oluşturulmuş ve bu yapı günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Yani, bir nevi "fetret" süreçlerinin üzerinden adeta bir tarih
üretilmiş ve buna her fırsatta yeni ilaveler yapılmıştır. Bu sayede
milletin tepeden tırnağa yönlendirilmesi gibi bir amaca hizmet eden -
Popper’ın. işaret ettiği şekliyle- tarihsici bir yaklaşım ortaya
çıkmıştır. Toplumsal hayatın birçok alanında görülen sorunların
menşeinde böyle bir oluşum sürecinin etkileri bulun

maktadır. Bir noktadan sonra siyasi akımların meşruiyetini oluşturan,


hatta bazen de düşüncelerin kuşatıcı ana ilkelerini belirleyen bir
yapı/durum ortaya çıkmıştır. Hâsılı gerek düşünce bazında ve gerek
fiiliyatta bütün bu aşılması gereken sorunlar, istibdadın yadigârı
olarak karşımızda durmaktadır.
Diğer taraftan, tarihî sorunların sebeplerini klasik döneme
kadar geriye götürmek mümkün olsa da, günümüzdeki yapıyı etkileyen
olayların fazla uzak sayılamayacak bir döneme tekabül ettiği
bilinmektedir. Nitekim, imparatorluk son yüzyılında askerî
mağlubiyetlerle Batı karşısında varlığını tüketmişti. Bu durumu
düzeltmek için atılan bütün adımlar, büyük devletlerin gücü
karşısında bir bir etkisiz hale gelmiş; her darbe bu güce bağlılığı
artırırken geçmişle olan bağları gevşetmiştir.
Bu -geçiş denebilecek- dönemlerde merkezi devletler (Batı)
tarafından tanzim edilen Ortadoğu ve Balkanlar'a yönelik dair
siyasetin etkileri kısa zamanda görülmüştü ve bu yeni politikaları
içerde tatbik edecek adeta müttefik unsurlar ortaya çıkmıştı. Daha
sonra bu unsurlar, - bir kısım yönetici ve aydın zümreler- dışarıya
karşı yürüttükleri siyasette başarılı olamayınca galiplerin
"dünyasını" halka empoze etmenin misyonunu benimsemişlerdir. Bu yol o
kadar ifrata gitmiştir ki, bu elit zümre, bazı zamanlar, -hatta
günümüzde de bunun çok güçlü yansımaları görülmektedir;- halkına
karşı, kendini adeta Batı'yla ittifak halinde görmüştür. Onların
hayat tarzının "yüceliğini" inancının bir parçası haline getirmiş ve
halkın da buna iman etmesinin gerekliliğine, hatta tek kurtuluş
yolunun bu olduğuna inanmıştır. II. Meşrutiyet döneminde bazı
yazarların kaleme aldığı yazılarda bunu açıkça görmek mümkündür.
Dolayısıyla "okumuş-yazmış" olan bu zümreler kendilerini toplumdan
ayırarak üstün bir ülkenin veya üstün değerler taşıyan bir zümrenin
insanları gibi, içinden çıktıkları toplumun kültürel değerlerini ve
kültürel kodlarını tasfiye etmenin bir mecburiyet olduğunu
düşünmüşlerdir. Buna çoğu zaman reform adını vermişlerdir. Descartes
(1596-1650), Metot Üzerinde Konuşma adlı eserinde; "devlet işlerini
çevirmeye çağrılmadıkları halde, durmadan düşüncelerinde devlet
işlerinde yeni reformlar yapmaktan geri kalmayan kışkırtıcı ve
kavgacı mizaçlıle m hareketini asla doğru bulmam" ifadelerine yer
verirken, yüzyıllar öncesinden bahsi geçen dönemlere ışık tutar
gibidir.
Diğer taraftan, bu zümreler halkı eski düşüncelerinden ve
adetlerinden kurtarmak/koparmak üzere adeta modern bir "müçtehit"
görevi üstlenmişlerdir; ancak, daha çok halkı kendilerine muti
kılmak, hatta Batı'nın gözüne girmek için olmadık işlere imza atmayı
başarmışlardır. Bunun için pseud o bir temel üzerinde kurulmuş bir
tarih, bununla şekillenen siyaset ve hayat tarzı; kısaca yeni, fakat
eskiyle köprüle-ıı .ıtma istidadı gösteren "kültürel" bir yapı
oluşturulmuş-iut. Tabiatıyla halkın ezici çoğunluğu böyle bir hayata
karşı dâima temkinli yaklaşmış ve önüne gelen fırsatları değerlen-
direrek bunlardan kurtulmaya çalışmıştır. Bu sağlıksız or-lıiında
halkın da zaman zaman tartışılabilir tercihleri olmuştur Ancak,
yönetim erkinin (gücünün ve meşruiyetinin) halka dayanması hususunun
tartışmalı olduğu bir ortamda hal-!• m lı er zaman isabetli kararlar
verebilmesi tabiatıyla zor bir lıpllr. Ancak, Türk toplumu bu zor işi
bir şekilde başaracaktır dl Milletin, meşrutiyet ve demokrasinin
nimetlerini bir neb-iv ılı* olsa tatması, taleplerinin istikametini
etkilemiştir.
Ilımdan dolayıdır ki, II. Meşrutiyet dönemini dejenere •l'iı
önemli olaylar, mütareke dönemi, yeni devletin kuruluş
m ı.ısı ve buna bağlı gelişen birçok olay yeniden, bir takım 'l
inil,um etkisinden uzak bir şekilde ve bilimin verilerine
ıi' .inalız edilmeye muhtaçtır. Şunu da teslim etmek gerekir ki, bu
konuda kıymetli çalışmalar mevcuttur. Ancak, bazı konularda ta işin
başından beri belli bir yönde ön kabuller meydana getirilmiştir. Bu
ön kabuller, totaliter rejimlere meşruiyet sağlayan bir takım
yalanları andırmaktadır. Bu bağlamda şunu belirtmek gerekir; önemli
olan husus, hakikatlerin ortaya çıkmasıdır. Bunun için tarihî
dokümanları çarpıtmadan bilimsel bir analizin ortaya konulabilmesi,
gelecek için her zaman bir artı değer taşıyacaktır. Ayrıca, doğru
bilgilere ulaşılarak doğru analizlerin yapılması bir ülke için en
büyük vatanî görev kabul edilmelidir. Zira doğru bir düşünce
ebediyete mal olur; milletlerin geleceği de doğruların üzerinde
temellenir... Bu netameli konularda bir nebze katkımız olursa bu
mütevazı çalışma amacına ulaşmış sayılır.
Bu çalışmamızda, II. Meşrutiyet döneminde meydana gelen 31 Mart
Vak'ası, cuntacılık faaliyetleri, giyim kuşamda "Batıcılar"m topluma
vermek istedikleri şekil, Hilafet'in ilgası, demokratikleşme önündeki
tarihî sorunlar, eğitimin temel sorunu ve nihayet günümüze kadar
gelen bazı sosyal ve siyasi serpintilerin çerçevesinde konular ele
alınmıştır.
Büyük çoğunluğu Köprü, biri Tarih ve Düşünce dergisinde
yayınlanan bazı çalışmalarımız yeniden gözden geçirilerek, hatta bazı
ilaveler yapılarak kitabın önemli bir bölümü oluşturulmuştur. Bunun
yanında, yeni araştırmalara da yer verilmiştir. Metinlerde
yararlanılan referans eserler çoğunlukla dipnotlarda gösterilmesine
rağmen bir konuda yazının sonunda kaynakça verilmiştir. Bu noktada
önemli ölçüde aslına uygun hareket edilmiştir.
Kitabın oluşum aşamasında evin yükünü omuzlayarak bana rahat bir
çalışma ortamı sağlayan eşim Feride Hanım'a minnet duymaktayım.
Ayrıca değişik sohbetlerde tartışma imkanı bulduğum ve bu anlamda
katkısı olan bütün dostları daima hatırlayacağımı belirtmeliyim.
Ancak, bazı dostların

isimlerini zikretmeden geçemeyeceğim. Kitapta yer alan birçok konuda


yazmamı teşvik eden Köprü dergisi editörü ve tarihçi Selim Sönmez
Bey'e, yardımlarını esirgemeyen tarihçi Kemal Gurulkan Bey'e,
metinleri okuyarak katkıda bulunan arşiv uzmanları Necati Kurt,
İbrahim Küreli ve Nevzat Sağlam beylere, ayrıca Av. Birol Yanık Bey'e
ve Bir Harf Yayınları’nın değerli mensupları Ece Özbaş Hanım ve
Atilla Akdemir Bey'e teşekkürü borç bilirim.
İstanbul, 2004.

BİRİNCİ BOLUM

II. MEŞRUTİYETİN İLÂNINDAN HİLAFETİN İLGASINA

31 Mart Vak'ası’nın Oluşumunda İttihatçıların Etkisi ve Bazı


Yanılgılar

"Abdiilhamid Cin)... otuz iki senelik mutlakıyete bir gecede


son vermesini biz, önceleri kendi kudret ve kuvvetimiz farz etmiştik.
Devletin içinde bulunduğu şartları, iktidarın mesulleri olarak
öğrenince ibretle anladık ki, Sultan Hamid bize bizzat kendisi yol
vermişti."
Talat Paşa

"Bütün efrad-ı millet Terakki ve İttihat Cemiyeti âzasındandır.


Ben de reisleriyim. Artık birlikte çalışalım vatanımızı ihya
edelim..."
Sultan Abdülhamid

"... Meşrutiyet'i onların varlığına istinad ederek ilan


ettiğimiz bu saf vatan evlatlarını 'Şeriat isteriz' diye kendi
eserlerinin karşıcına çıkartanlar kimlerdi ve şeriata dokunmanın
kimsenin aklından içmediğini herkesten iyi bildikleri halde bu yola
neden girmişlerdi! Başlarını kim veya kimler çekiyordu? Gayeleri
neydi?"
Talat Paşa
"Gönül isterdi ki, bizim rüesâ-yı umurumuz 31 Mart Vak'ası-ııııı
meşrutiyet itibariyle sırf 'hareket-i irticaiyye' olduğunu göstermek
gibi bir muhal ile uğraşmaktan artık vazgeçsinler."
Mîzâncı Murad

Meşrutiyetin getirdiği

Meşrutiyet'in yeniden ilân edilmesini isteyenler, faaliyetlerini


1907'den sonra daha da yoğunlaştırmışlardı. İttihatçılar çeşitli
toplumsal kesimlerden ve en önemlisi farklı gruplardan oluşmakta idi.
Aslında, yüzyılın başından itibaren Av-rupa'daki Jöntürkler iki ana
gruba ayrılmıştı; bir grup Ahmet Kıza’nın, diğer bir grup da Prens
Sabahaddin'in öncülüğünde çalışmalarını sürdürüyordu. Ancak, Sarayı
Meşrutiyet'in Hanına zorlayanlar bu gruplar değildi. Bu görevi, yurt
içinde, Manastır-Selanik (Makedonya) bölgesinde örgütlenen ve
ağırlıklı olarak askerlerin oluşturduğu diğer bir grup üstlenecekti.1
Ancak, Selanik'teki örgütün başını çekenler Ahmet Kı/a'nın grubuyla
birleşti. Paris grubuna Dr. Nazım aracılık elli. Fakat, Prens
Sabahaddin'in grubuna ve onun savundu-|ll görüşlere pek iltifat
edilmedi.2
O tarihlerde ıslahat amacıyla büyük devletlerin Makedonya işlerine
müdahalesini Babıali kabul etmek mecburiyetimle kalmıştı. Emperyalist
devletlerin ıslahat bahanesiyle 11 a i yatifi ele almaları,
Rumeli'deki üç vilayetin elden çıkaca-ı I orkusunu gündeme getirdi.
Halkın buna tepkisiz kalma-ı mümkün değildi. Cemiyet, halkın bu milli
heyecanından ı ? 'lalanarak teşkilâtını daha da genişletmeyi
başardı.3 Bütün

K.i/.ım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti (1896-1909),


İstanbul: Emre Yayının l'i'»;i, s. 35-82; Sina Aksin, 31 Mart Olayı,
Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fa-I llllı ıl Y.ıyınlan, 1970, s.
12.
'< Vınal Kutay, Şehit Sadrazam Talat Paşa'nın Gurbet Hatıraları, c.
I, İstanbul: Kül-lntbiAsı, 1983, s. 120. '( Viol Uayar, Ben de Yazdım
Milî Mücadeleye Giriş, c. I, İstanbul: Baha Matba-I İn m 133.

bu çalışmalar ittihatçılar açısından şüphesiz ki ümit vericiydi.


Böylece, aydınların önderliğinde kurulacak bir meşrutiyet rejiminin,
içerdeki sorunları çözerek devleti yeniden tanzim edebileceğine ve
dış dünyaya karşı saygınlık kazandıracağına inanılıyordu.4
Rumeli'de güçlenen İttihat ve Terakki hareketi karşısında
Saray'ın aldığı tedbirler bir bir boşa çıkarıldıktan sonra, Ab-
dülhamid son anda bir manevra yaparak Meşrutiyet'i ilân etmek zorunda
kalmıştı. Ancak bu yapılırken halkın ve aydınların meşrutiyeti
yürütecek rüşte eriştiği yönünde bir hava yayıldı ki, bu, "istibdat"
yönetimine zımnen haklılık kazandıran, Abdülhamid'in politikalarını
"masum" gösteren bir durumdu.
Diğer taraftan, İttihatçıların, Abdülhamid'in padişahlığına olan
itirazları, Meşrutiyet ilan edildikten sonra ortadan kalkmıştı. Bunun
yanında Abdülhamid Meşrutiyet'i benimseyince bu durum daha da
pekişti. Bunun bir sebebi de, birçok bölgede kendilerini güçsüz
hissetmeleriydi. Daha doğrusu, Rumeli'nin dışında güçlerinin zayıf
olması onları dikkatli hareket etmeye, uzlaşmaya sevk etti. Ayrıca,
Edirne'den üç yüz kişilik bir askerî grubun padişaha zarar verilip-
verilme-yeceğini tahkik etmek üzere İstanbul'a gönderilmesi, Abdül-
hamid'e olan saygıyı artırmış oldu.5
4 Aksin, 32 Mart, 6.
5 Sina Aksin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1987, s. 83, 84.
Hâsılı, tecrübeli devlet adamlarının ve padişahın yer aldığı
kesimle dinamik ve genç neslin ayrıştığı dönem Meşru-tiyet'in
ilanıyla geride kalıyordu. Bu, halkın ve devletin birbirine ters
düşen yanlarını ortadan kaldırabilecek bir şansı yakalamak için
fırsat sunuyordu. İlk zamanlar böyle bir şansın nüveleri görülse de
daha sonraki yıllarda mesele farklı bir

hâl alacak; neticede tecrübeli insanlar tasfiye edilerek, genç ve


tecrübesiz kadrolar devlete hakim olacaktı. Bundan dolayı tarihçi
Bayur, 1950'li yıllarda, "liberal ve yeni rejimin terakki ihtiyacına
uygun bir anlayışı İttihat ve Terakki Merkez-i Umûmîsi o vakit
hazmedebilse ve bu yoldan gidebilse idi, memleketimizde demokrasi
davası, şimdi 50 yıl daha ilerde bulunmuş olacaktı"6 ifadeleriyle bir
takım ihtiraslar yüzünden önemli bir fırsatın kaçırıldığına işaret
edecekti...
Hürriyetin ilânından sonra, Makedonya'da, önceleri çetecilik
faaliyetleri azalmıştı. Bu bakımdan ıslahat gereksiz kaldığından
büyük devletler jandarmalarını geri çekmeye başladılar ve ayrıca
kapitülasyonların kaldırılması gündeme geldi. Ancak, bu tablo kısa
sürdü ve dış politikadaki iyi hava tersine dönmeye başladı.7 Seçim
atmosferi içinde meydana gelen iktidar boşluğundan yararlanan komşu
devletler bir takım siyasi hareketlere girmişlerdi (Avusturya'nın
Bosna-Her-sek'i ilhakı, Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilanı, Girit'in
ilhakı gibi).8
Yusuf Hikmet Bayur, Sadrazam Kamil Paşa, Ankara: Sanat Basımevi,
1954, s. 292. Aksin, 31 Mart, 9.
Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, c. II,
Çeviren: Meh-et Harmancı, İstanbul: e Yayınları, 1982, s. 334.
9 Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet/Bir Devrin İçyüzü 1908-
1918, İstanbul: Arba Araştırma Basım Yayın, 1989, s. 57-58.
Bunun yanında, içerde toplumsal ve siyasi açıdan çalkantılara
zemin hazırlayacak gelişmeler oluyordu. Abdülha-mid'e muhalif olanlar
arasında da tartışmalar başlamıştı. Tanınmış Mülkiye hocası Murad
BeyTe -ki, Jöntürkler'in büyükleri arasında yerini almıştır-
İttihatçıların arasındaki polemik derinleşiyordu. Bu kesimlere yakın
olan kalemler de birbirlerine karşı tavır alıyorlardı. Böylece,
Meşrutiyet'ten sonra -yurt içinde-, Jöntürkler'in kendi aralarındaki
parçalanmanın nüveleri yeniden su yüzüne çıkıyordu.9
ittihatçıların en büyük muhalifi Prens Sabahaddin ve onun
yönettiği siyasi hareket idi. Esasında İttihatçıların ileri
gelenlerinden daha ikna edici ve fikriyat açısından daha etkileyici
idi. Kısaca, siyasi birikim açısından İttihatçılardan daha iyi bir
vizyon sergilemekteydi. Bunun yanında, değişik platformlarda tutarlı
tezler ileriye sürerek bunları tartışabilecek bir performans
göstermesi ve İttihatçıları güçlü bir şekilde eleştirmesi, Prensi
hedef yapmakta idi.10
Polemik yönünden İttihatçıların zayıf düşmesinin bir sebebi,
Meşrutiyet'in ilânından sonra, Abdülhamid ve onun çevresindeki bazı
paşalarla kader birliği içinde görünmeleriydi. Bu politik yakınlaşma,
Sabahaddin ve arkadaşları tarafından büyük bir zaaf olarak
görülüyordu. Yıllarca karşı oldukları, mücadele ettikleri Abdülhamid
ve ekibine karşı yürüttükleri propaganda, Jöntürkler nazarında adeta
bir iman telakki edilmişti. Abdülhamid'in son anda Meşrutiyet'! ilân
etmesi ve İttihatçılarla uzlaşması; hatta, diğer muhaliflere karşı
tavır takınması bu inançlarını havada bırakmış, daha doğrusu
anlamsızîaştırmıştır.11
10 Amca, 59.
11 Amca, 60.
12 Amca, 61.
13 Amca, 61-62.
Belli bir ideolojinin etkisinde gelişen muhalefetin, iktidar
sürecinde veya realiteyle karşılaştıkça yaşadığı bu tarz bir değişim,
İttihatçılar için de geçerli olmaktaydı. Bu durum onları
hırçınlaştırıyor ve önceleri maksatta birleştikleri Jöntürkler'in
ileri gelenleriyle yollarını ayırıyordu. Hasan Amca, "iş o kerteye
geldi ki; Saray'ın büyük adamları, İttihat ve Terakki ile aynı safta
muhalefetle çarpışıyordu" ifadeleriyle bu çelişkiye işaret
ediyordu.12 Kendi siyasetleri açısından olumsuz olarak algılanan bu
görüntü, İttihatçı yazarlar tarafından da eleştiriliyor ve çıkış yolu
aranıyordu.13

Aynca, halkın nazarında da itibarları sarsılmakta idi. Bunun


değişik, hatta bazen basit sebepleri de olabiliyordu. Örneğin,
hapishanedeki adî suçlulara meşrutiyet andı içirilerek affedilmesi,
yeni yöneticilere karşı kuşku meydana getirebiliyordu.14
Sovyet perspektifiyle meseleye yaklaşan Petrosyan, Jön-
liirkler'in, halkın nazarında çelişkiye düşmesini şu şekilde
yorumlamaktadır: "Daha devrimden sonraki ilk haftalarda, bu \/ıirım
zaferin kendilerini tatmin ettiğini gösterdiler. O büyük dev-
I
ı imci sloganların yerini, sükunet ve düzen çağrıları aldı.
Anadolu'nun birçok bölgesinde, meşrutiyet ilânı, o tiksinç
memurlardan Ve ağır vergi yükünden kurtuluş olarak algılayan ya da
meydana gelen değişiklikten bu anlamı çıkaran köylüler, vergilerini
ödememeye başlayınca, Jöntürk komiteleri, Jandarmanın da yardımıyla
İm vergi kaçakçılarını uslandırdılar".15
Hâsılı, Meşrutiyet'in ilân edilmesinin ardından gelen sevini;
dalgasının fazla uzun sürmeyeceği anlaşılıyordu. Zira, Ilı ıuları ele
alanların -ülke yönetiminde- Meşrutiyet'in ruhu-M uygun bir değişim
meydana getirmeye niyetleri yoktu. In-I? ıl.ıp, bu anlamda, şekilden
ibaret kaldı. Adil ve kalıcı gerçek l'iı meşrutî yönetimin
unsurlarının ortaya çıkarılması ve is-111.. I.ıi yönetiminden kalan
bozuklukların düzeltilmesi için • ı 'ken icraatlara başlanılmadığı
gibi, aksi yapılaşmalar ken-ıllııi gösterdi. Mutlakıyet yönetiminden
gelen sorunlar daha <l ı ığırlaştı. Siyasi gücü, bu problemleri
çözmek üzere kul-ı ımnaktan ziyade bir nevi güç gösterisi
arzulanmakta idi ve m lıcede, "İttihat ve Terakki Cemiyetine
mensubiyet bir var-1'! ve Merkez-i Umûmî azası bulunmak nazırlık
fevkinde bir ı lldıel oluvermişti".16
11 Aksin, İttihat ve Terakki, 85.
1 'Yıııiy Aşatoviç Petrosyan, Sovyet Gözüyle jöntürkler, Ankara:
Bilgi Yayınevi,
I' 1 Vh.
l*Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve ittihat ve Terakki,
İstanbul: Tan Mat-? |0<lH,s.249.
İttihatçıların siyasette söz sahibi olmaları

İlli hat ve Terakki, "Merkez-i Umûmî" aracılığıyla hareket


ediyor ve Selanik'te kalıp gizliliğini sürdürerek siyaseti
yönlendiriyordu. Hürriyetin ilânından birkaç gün sonra Talat, Cemal
ve Cavid beylerin de içinde bulunduğu yedi kişilik bir grup, yeni
rejimin yerleşmesine nezaret etmek üzere başkente gelmişti.17 Bunun
için en önemli atamalar üzerinde bile pazarlık yapmayı göze
almışlardı. Talat ve Cavid beyler, Selanik'ten geldikleri gün
Babıali'de yapılan görüşmelerde (Ağustos 1908), Harbiye ve Bahriye
nezaretleri gibi padişahın seçim ve atama hakkı dahilinde olduğu
düşünülen nezaretler konusunda direnmişler ve Recep Paşa’nın Harbiye
Nazırı olmasını istemişlerdi.18
17Paul Dumont, Francois Georgeon, Bir İmparatorluğun Ölümü
1908-1923, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi Yayını, 1997, s. 10.
18Cemalleddin Efendi, Siyasi Hatıralarım, Hazırlayan,
Selim Kutsan, İstanbul: Nehir Yayınları, 1990, s. 32.
Bununla beraber, Selanik'ten gelen bu ekibin tecrübeleri ve
devleti idare etme yetenekleri kısıtlıydı. Onlardan önceki nesil,
yani Genç Osmanlılar, devlet yönetimi kendilerine verilse devleti
kurtaracak kapasitede olduklarına inanıyorlardı. Bu, Genç
Osmanlılar'ın donanımı açısından bakıldığında haklı görülebilecek bir
kanaatti. Ancak aynı şey Jöntürkler için geçerli değildi. Nitekim bu
akıma mensup olanlar, eğitimlerinin ve tecrübelerinin yetersizliğini
bilmeleri yanında, tutucu bir zeminden hareket etmek mecburiyetinde
kalmalarının da getirdiği olumsuzlukların farkında idiler.
İttihatçıların çoğunluğu küçük rütbeli subay ve kıdemsiz memurlardan
oluşuyordu. Bundan dolayı, istibdada mütemayil olan eski Babıâli
yöneticileri tasfiye edilmiş, fakat, liberal (ve İntütere taraftan?!
tanınan Said ve Kamil Paşalara hükümet kurma görevinde birinci
derecede rol verilerek onlarla uzlaşmak mecburiyetinde kalınmıştı. Bu
arada Cemiyet, işin perils arkasında kalıyor ve "yap veya yapma"
tarzında işi götürüyordu ki, bu, siyaset bilimciler tarafından
"denetleme iktidarı" olarak tarif edilmektedir. Yani, bir anlamda
hükümetin sorumluluğunu almadan iktidara sahip olma durumu hasıl
olmuştu.19
Abdülhamid ve Sadrazam Said Paşa düzeni sağlamak için silahlı
kuvvetler üzerinde sivil denetimi sağlayacak özel tüzükler
hazırladılar. Ancak İttihatçıların böyle bir şeyi kabul rlmesi mümkün
değildi ve bunu önlemek için girdikleri mü-I ideleden galip çıktılar.
Said Pâşa’nın yerine daha uysal olan Kamil Paşa Sadaret'e getirildi.
"Yedili Komite" yine perde arkasına çekildi ve yönetimi hükümete
bırakarak parti, anayasayı korumanın dışında hiçbir şey yapmayacağını
bildirdi.20
Aksin, İttihat ve Terakki, 86,87; Feroz Ahmad, İttihat ve
Terakki, 1908-1919, Çe-nn Nuran Ülken, İstanbul: Sander Yayınları,
1971, s. 38-39; Shaw, 331.
20 Shaw, 332.
21 Shaw, 333.
Sadrazamlık makamına gelen Kamil Paşa, siyasi tecrübeleri ne
dayanarak iç ve dış siyasetteki kötü durumu düzeltmek için gayret
sarf ediyordu. Ayrıca, tasarruf yapmak ve devleti daha işlerlikli
kılmak için bazı idâri tedbirler almaklaydı. Bunun yanında,
bürokrasiyi yeniden düzenleyerek etim hale getirmek ve bütçe
açıklarını karşılamak için memur Hflyısını azaltma yolunda önlemler
alındıysa da, tepkiler yü-ünden tasarlananlar tümüyle uygulanamadı.
Halbuki, hü-I inııet günlük harcamalarını dahi karşılayamayacak bir
du-nundaydı. Neticede, çeşitli kurumlarda terfiler sınırlandırıldı ve
memur tensikatına gidildi. Ordunun harcamaları denelim altına
alınmaya çalışıldı. Bu arada, seçim yasaları çıkarılmak Meclisin önü
açıldı.21
Kamil Paşa, önceleri CemiyetTe kurduğu iyi ilişkiler sonucunda
Sadaret'teki görevini sürdürebilmişti. Ancak, seçimler sona erdikten
ve Meclis toplandıktan sonra, Meşrutiyet idâresinin kurallarına göre
hareket etmek gerekmekte idi. Cemiyet gizli bir teşkilat olarak kalıp
ülke içinde ve hükümet üzerinde etkisini ve baskısını sürdürmek
istiyor, bu şekilde öneminin korunacağına inanılıyordu. Babıâli
açısından bakıldığında, parti legalleştiğinde esrarengiz etkisinin
ortadan kalkacağı, bunun yanında, Meclis üyelerinin, oylarını
hürriyet şartları içinde ve bağımsız bir şekilde kullanabileceği
tahmin edilmekteydi. Kamil Paşa, ordudan başlamak üzere disiplini
sağlamayı düşünüyordu. Böylece, ordunun siyasetle olan bağı
kesildiğinde İttihat ve Terakki, normal bir siyasi parti olarak
halkın önünde duracaktı. İşte, iki tarafın arasının açılmasının
gerçek sebebi bu yöntem ve yönetim anlayışındaki çelişkilerdir.22
22 Bayur, Kamil Paşa, 15, 292-293; Şerif Paşa, Bir
Muhalifin Hatıraları İttihat ve Terakkiye Muhalefet, İstanbul: Nehir
Yayınları, 1990, s. 28-29.
Diğer taraftan, ordu içinde ve devletin diğer bazı kurumlarında
zaaf emareleri görülmektedir. Bundan dolayı, Kamil Paşa, Harbiye
Nazırı Ali Rıza Paşa vasıtasıyla orduyu normalleştirmek için harekete
geçer; fakat, -birçok subayın siyasetin içinde olması sebebiyle-
istenen neticeye ulaşamaz. Bu konuda kararlılığını göstermek için
önemli girişimlerde bulunur: Subayların siyasete karışmalarını tasvip
etmeyen İkinci Ordu kumandanı Nazım Paşa Harbiye Nezareti'ne
getirilir; istifa halinde olan Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa'run
yerine vekil olarak Hüsnü Paşa tayin edilir. Bu tayinlerin sonucunda
beklenen sonuç; ordu, hükümetin kesinlikle emri altında bulunacak,
ayrıca askerî hiyerarşi içinde şekillenecek ve Cemiyet'in etkisinden
kurtulacaktı.

İttihatçılar bu durumu, yani subayları siyasi hayattan çekme


teşebbüsünü, Cemiyet'i ve Meşrutiyet'i zor durumda bırakacak bir
hareket olarak görüyorlardı. Bunun yanında l'lniki Eterya (Yanya)
Cemiyeti'nin faaliyetlerini önlemek İçin alınacak tedbirler
bağlamında, -Selanik'teki askerî varlımın zaafa uğratılmaması
amacıyla buradan kuvvet göndermek yerine,- daha tecrübeli olan
İstanbul'daki Avcı Taburla-rı'nın gönderilmesi gündeme gelince
İttihatçılar şüpheye düştüler. Buna cevaplan ise, bir ay önce
güvenoyu verdikleri Kamil Paşa'yı düşürmek oldu.23 Böylece, Kamil
Paşa engeli ortadan kaldırıldıktan sonra İttihat ve Terakki, bütün
siyasi p.itiişata yön verebilecek kudretin sahibi olarak rejimi,
diktatörlüğe ve oligarşik bir yapıya dönüştürmeye çalıştı.24

Belirsiz bir siyasi yapının zorlukları ve askerin siyasete alet


edilmesi

Araştırmacı Ali Birinci, "Meşrutiyetin ilanıyla birlikte ı


İttihat ve) T (Terakki) ismi yarı korku, yarı saygıyla anılma-yn
başlamış ve onun adına söylenen sözler kaale alınır ol-
lu" ifadesiyle ortaya çıkan mevcut durumu özetlemekte-
23 Şerif, 28-29; Bnyur, Kamil Paşa, 293-294.
Bnyur, Kamil Paşa, 14. »Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası,
İstanbul: Dergah Yayınları, 1990, s. 31.
>ln Yani, İttihat ve Terakki, iktidarı fiili olarak ele almaması-M.İ
ı.ığmen politikaların oluşmasına müdahale etmekte idi.25 Ancak bu
dummun çeşitli mahzurları vardı. İktidar odağının m-ılcşmediği bir
siyasi zeminin kargaşalığa yol açma ihtimali vuksekti. Zira,
Cemiyet'in hükümete girmeden ve uygula-• nil. irin sorumluluğunu
almadan, Selanik'ten gelen yedi kildik bir komiteyle iktidara sahip
olmaya çalışması tartışmalı ? " «lıırum meydana getiriyordu. Yani,
"iktidar ve otoritenin kimde olduğunu bilen yoktu, iktidar hâlâ
padişahın elinde miydi? Padişah adına devleti sadrazam mı
yönetecekti? Yoksa toplandığında Meclis mi önde gelen role sahip
olacaktı?" Bu ortamda hükümet, bulunduğu durumu ve İttihatçıların
amaçlarını kavrayamadığı için, kendi politikalarını oluşturamadan
ülkeyi İttihatçıların etkisinde yönetiyordu.26 Ayrıca, İttihat ve
Terakki güçlü bir örgüte sahip olduğundan dolayı bu gücünü
yöneticilerinin ihtirasları doğrultusunda kullanmaya başladı. Bu ise,
Meşrutiyet'in hükümlerini çiğnemek anlamına geliyordu.27
Jöntürk hareketi içinde yer alan ve düşünceleri sebebiyle
ordudan atıldığı bilinen A. B. Kuran'a göre en büyük hata, iktidarı
ele geçiren ihtilalcilerin Meşrutiyet ortamında kendilerini adeta
inkar edercesine hırsa kapılmalarıydı. Ayrıca, İttihatçıların içinde
birçok iyi niyetli ve vatanperver şahsiyetler bulunmasına rağmen,
geniş düşünceli ve yeterli birikime sahip kadroların bulunmadığı da
bir gerçek olarak kabul edilir. Bunun yanında, "tek bir şehir
camiasının düşüncesiyle kurulan bir idare usulünü Osmanlı toprakları
gibi muhtelif ırklarla meskun geniş bir ülkede aynen tatbikata
kalkışmak bir hayalden başka bir şey değildi."
Ib Shaw, 331-332.
27 Şerif, 20.
28 Kuran, ittihat ve Terakki, 260-261.
29 Şerif, 21.
Diğer taraftan, eğitim kurumlarında okuyan gençlerin özgürlük
düşüncesini geliştirmek gerekirken, aksine, bütün yüksek mektepler
İttihat ve Terakki namına tahlif (ant içir-me) ve Cemiyet'e sadakat
yeminine zorlanmıştır. Bu da gençleri parti taraftarı yapmakta ve bir
yönüyle militanlaştırmakta idi.28 Halbuki, Meşrutiyet'in olması
gereken düsturları; fertlerin siyasi ve sosyal haklarına saygı, her
insanın hukuk önünde eşitliğinin kanunlarla teminat altına alınması
idi.29

İnkılâbı gerçekleştiren teşkilatın tekelci bir konuma gelmesi,


onlara, olması ve saygı duyulması gereken değerlerin hiçe sayılması
hakkını vermezdi. Bunun yanında, seçimlerde tasarlanan ve hatta
ortaya konan gayrı meşru yönlendirmeleri gerçekleştirmek için bir
güce istinad etmek icap ediyordu; bu da askerlerdi. Bunun için de alt
yapı hazırdı.30 Zira, İttihat ve Terakki işin başından beri
militarist bir yapıya önem veriyordu ve üyelerinin çoğunluğunu
subaylardan seçiyordu.31
30 Askerlerin tarafsız kalması hayli zor bir durumdu. En
azından İttihatçılara in.ill.ir görünmeye kendilerini mecbur
hissediyorlardı. Örneğin, Harbiye talebele-
Icn İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olmayanlar, hükümet ve
İttihat ve Terakki
? unda muhalif olduklarına dair kanaat oluşmuştu. Bu konuda
Ahrar"larla ilişki-
ı Iııp olmadığı tahkik edilerek onlara İttihat ve Terakki
Cemiyeti'ne kaydolmala-
rı İçin teklifler, hatta baskılar yapılmıştı. Cemiyet'e girip-
girmediğini ispatlamak için
llkll lerin yemin etmeleri istenmiş, edenler kurtulmuş ve etmeyenler
tutuklanmıştı
(Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve fon Türkler, İstanbul: Tan
Matbaası, 1945,
l, 275).
Şerif, 22; Aksin, 31 Mart, 5. Bayur, Kamil Paşa, 14.
Kurumların sıkıntılarını ve fertlerin psikolojik yapısını
göstermesi bakımın-? ı >ıı I l.ısan Amca'nın belirttiği bir olay
ibret vericidir: "Selanik'e bağlı, vilayet merkezi-". birkaç naat
mesafede Laııgaza kazası vardır. Buraya davetli olarak gitmiştim.
Oradaki İt-hlı.ıi ve Terakki'ye dahil olmuş tek bir üsteğmen, kazanın
savcısına kasabadan çıkıp gitmesini ılılur etmiş... Kazada hükümet
namına kanun ve devleti temsil ettiğini bilen bu genç adam l'iı
Itklife ehemmiyet vermemiş... Verilen süre sona erince mahkeme
salonuna girmek ve zor kullanmak suretiyle vazife halinde bulunan
savcıyı çalyaka dışarı atmıştır" (\mca, 43).
Ülke "İttihat ve Terakki Merkez-i Umûmîsi"nin talimatları
doğrultusunda idare edilmeye çalışılıyor ve bu sebeple devletin bütün
güçleri, -adliyesi ve bilumum teşkilatıyla- atıl hale geliyordu.
Yani, silahlı ve sivil bürokrasiye mensup olan • ılı kademelerdeki
görevliler bütün talimatları dinleyecek bir psikolojiye sahip
değildi.32 Zira, ihtilalci bir anlayış içinde hayatlarını yönlendiren
bu subaylar kendilerinde büyük ide-.iller vehmettiklerinden dolayı,
olması gereken disiplini sağlamak mümkün olamıyordu.33 Yani, askerî
disiplin ve hiyerarşi, ihtilâl düşüncesinin ve siyasi tarafgirliğin
etkisiyle bozulmuştu. Adeta, en yüksek rütbe teğmen ve yüzbaşı
durumuna gelmiş; binbaşı, yarbay, albay ve en son paşalar geliyordu.
Askeri hiyerarşinin tersine dönmesi (bir çeşit cunta-laşma) orduyu
âtıl duruma getirecek büyük bir felaketti.34 Paşalar istikbalini
karanlık gördüklerinden bu küçük subay hareketinin etkisi altında
kalıyorlardı çoğu zaman ve "küçük subaylardan oluşan heyetler,
huzurlarına mancınıkla çıkılamayan paşalara, sadakat yemini
yaptırıyorlardı".35
34 Şerif Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden
ayrılış sebebini açıklarken (10
Mart 1325/1909) şu görüşlere ve böylece gelecek tehlikelere temas
eder: "...Meclis-i
Meb'usan'ın açılmasından sonra askerin hükümetin siyasî meseleleriyle
uğraşması askerin
birliğine pek elim, feci bir darbe vuracağı şüpheden uzak ve bütün
umûmî kuvvetleriyle Meş-
rutiyet idaresinin gözcüsü olmak lazım gelen ordunun siyasi
meselelerle uğraşması yüzün-
den zuhuru muhtemel değil mutlak olan görüş ve düşünce ihtilafı
sebebiyle ne gibi vahim ne-
ticeler tevellüd edeceği ispattan azadedir" (Şerif, 34). Ayrıca,
"tabiî olarak bütün bu olayla-
rı meydana getirenler şiddet ve cesaretlerini, siyasete ortak
eyledikleri asker kuvvetinden alı-
yordu. Askerin siyaset, sahasına çıkması, hükümet ve meşrutiyet
idaresi için bir marazdı. Bu
konuda başka deliller aramaya gerek yok" (Şerif, 42).
35 Amca, 42.
36 Amca, 51.
Halbuki meşrutiyet, milletin iradesi sonucunda teşekkül eden bir
hükümetle ülkenin yönetimi anlamına gelmekte idi ve bunu birçok insan
bilmekteydi. Buna rağmen İttihatçıların önde gelenleri milletin bu
hakkının kendilerinde temerküz ettiğine inanmaktaydılar. Onlara karşı
yapılan muhalefet, adeta millete ve devlete muhalefet gibi
algılanmakta idi. Bundan dolayı, "millete rağmen millet için"
anlayışının o dönemlerde su yüzüne çıktığı söylenebilir. Hasan
Amca’nın tarifiyle; İttihatçı elitler hâkimiyeti padişahtan alarak
kendilerine mâl etmişlerdir. "Nezaketen olsun bu yetkinin millete ait
olduğunu söylemek lüzumunu bile hissetmiyor. Milletin bütün
haklarını, gizlice toplanan beş on subayın hükümdarlık makamına
tevcih ettikleri darbenin meşru kıldığı miras telakki ediliyor".36
Diğer taraftan, İttihatçılar, Fransız Jakobenleriıulen ıl ham
alarak merkezi yerlerde, kısa bir zaman içinde İttihat ve Irıakki'ye
ait kulüpleri açtılar. "Bunlar her sınıftan halkın lı ıplantı yeri,
siyasi ve içtimai bir terbiye mahalli halini aldı." Hıiyar'a göre
burada her türlü görüş rahatlıkla tartışılırdı.37 \inak, bu örgütlü
yapının, örgüt dışında kalan halkın üzeninle ne gibi etkilerinin
olduğu ve görüşlerine önem verilip verilmediği üzerinde durulmuyor.
İşin gerçek yönü, İttihat ve Terakki Cemiyeti, her türlü iç-
inn.ıî ve siyasi gelişmeye müdahale etmeyi hak olarak gör-MM-kleydi.
Cemiyetin fedaî kadrosu bu yapıyı pekiştiriyordu.
ı'gal hale geldikten sonra da fedaîlik, bir hizip olarak Cemi-v ı'uı
içinde devam etti. Ayrıca, Cemiyet kendisini "cem'iy-^•1 i
mukaddese" olarak ilân etmişti38 ki, mukaddes bir ku-iN ı.ı karşı
çıkmanın bedeli hayli ağır olmalıydı.

Partizanca kadrolaşmalar ve menfaat temini

İttihat ve Terakki kulüpleri kendilerinden kabul etmeleri çevrelere


karşı husumetle hareket etmekteydiler. Şafii imla birçok idealist ve
vatanperver insan olmasına rağ-111 M, partizanlığın etkisiyle parti
ayrı bir renge bürünmekte ılı Menfaat temin etmek ve hükümetin
nüfuzunu ele geçir-I için memurları tehditle tahakküm altma almak
istemele-ı m ucunda halkın işlerinde aksamalar meydana geldiği yö-
ıiım le görüşler bulunmaktadır. Halep valiliği gibi önemli bir vde
bulunan Ahmet Reşit Rey şunları yazmaktadır: h ııılcketimizde
hükümete tâbi olmak isteyen bütün teşekküller IİU liiihad ve Terakki
kulüpleri de, ancak memurların azil ve nas-

ll.ıyar, 140.

," Sıikrü Hanioğlu, "İttihat ve Terakki Cemiyeti" i'/ n ı


XXIII, s. 481-82.

Diyanet İslâm Ansiklopedi-

bı salahiyeti kendilerinde olduğunu göstermek suretiyle, halk


nazarında hükümet nüfuzuna sahip görünmeye çalışmaktan başka bir şey
yapamazlardı." Nitekim Cemiyet, Meşrutiyet'in ilânından sonra ülke
çapında, kendilerine ters düşen memurları "tard ve tebdil" ederek işe
başladılar. Bu, valinin gözlemlerinden de anlaşılmaktadır: "Hemen her
gün, filan kaymakamın azli, filanın şu memuriyete tayini gibi
metalibi muhtevi ve yalnız 'îttihad ve Terakki kulübü' mühründen
başka imzadan âri kağıtlar getirmekten usanmadılar." Bu kağıtları bir
tarafta biriktirdiğini belirten vali, -halkın da şikayetlerini göz
önünde bulundurarak- hükümet üstünde hükümet teşkil edilmeye
çalışıldığı hükmüne varmaktadır ki, ona göre devlet otoritesi hiçbir
yerde böyle bir yapıyı kaldırmaz.39
39 Ahmet Reşit Rey, Gördüklerim-Yaptıklarım (1890-
1922), İstanbul: Türkiye Ya-
yınevi, 1945, s. 103, 104,105.
40 Şerif, 21.
41 Aksin, İttihat ve Terakki, 85.
Diğer taraftan Cemiyet için toplanan paraların akıbeti ve
toplanma şekli konusunda da şaibeler, şüpheler bulunmakta idi.
Ayrıca, İttihatçıların, yurt çapında geliştirdikleri mekanizmalar
vasıtasıyla varlıklı kişilerden "zorla" para/bağış alması
memnuniyetsizliklere sebep oluyordu.40 Bunun yanında, Abdülhamid
döneminde İttihatçılara muhalif olan devlet ricali, hürriyetin
ilânından sonra suçlu duruma düşmesi sebebiyle, bir kısmı Avrupa'ya
kaçmış, bir kısmı da hapse girmişti. Bunlar hapisten kurtulmak ve
itibarlarının iadesi için İttihat ve Terakki fırkasına büyük paralar
bağışlamak zorunda kaldılar.41 Bütün bu uygulamalar ve söylentiler,
maddi olarak sıkıntı içinde olan halkın gözünden kaçmayacaktı.
Partiler, basın ve İttihat ve Terakki'nin hakimiyeti altında yapılan
seçimler

Milletvekili seçimlerine başlanacağı zaman "Selanik Merkez-i


Umûmîsi" devletin gücünü kullanarak etkisini artırmakta idi.
Cemiyetin baskıları, askerin siyasete müdahalesi ve partilerle
uğraşması hususunda vilayetlerden merkeze doğru memnuniyetsizlik
haberlerinin gelmesi, durumun I ıddiyetini haber veriyordu aslında.
Halbuki, Meşrutiyet yöneliminin en önemli unsurları partilerdi.
Ancak, İttihatçılar kendilerinden başka örgütlenmiş ve güçlenmiş bir
siyasi teşekküle tahammül edemiyorlardı. Örneğin, Merkez-i Umu-
ını'den Halep Valisi Reşit Rey'e gelen bir telgrafta, İttihatçıla-ı m
lehine seçimlere müdahale edilmesi tavsiye ediliyordu. I l.ılbuki bu
tarz hareketlerin meşrutiyetçi bir anlayışla uzak-ı.ın yakından bir
ilişkisi bulunamazdı.42 Hatta bu, müstakbel İmi istibdadın ayak
sesleri anlamına geleceği yönünde ciddi Uipheleri akla getirmekte
idi.
Meşrutiyet'in hilâfına, askerin gücünün seçimlere alet (dilmesi,
devletin bütünlüğünü ve barışı zedeliyordu. Şerif
I ".isa'ya göre İttihatçılar, "... yer yer müntehib-i sânîleri
silah-
II tehdit eyleyerekten, bütün unsurları birlikten, barış düşün-
ümden soğuttu, uzaklaştırdı." Bunun yanında, İttihat ve
leı .ıkki'nin en önemli yayın organı olan Tanin'in yayın poli-
III ısı sebebiyle ülkede meydana gelen menfi hava ağırlaş-
sıMaydı ve bundan dolayı bazı "toplumlar" devlete düş-
ın olmuşlardı.43 Halbuki, Meşrutiyet ve Kanun-i Esâsî da->"
indeki yönetimden genel beklenti, herkesin siyasi faali-

42 Rey, 105; Şerif, 30-31,44.


43 Şerif, 22.

yetlerinde hür ve serbest olmasıydı. Fakat bu hakkı kullanmak isteyen


unsurlar ve siyasi hareketler İttihatçıların menfaatlerine ters
düşünce, "hamiyetsiz, hain-i vatan, muhteris" gibi -irtica tabiri
henüz gündemde yoktu- ifadelerle suçlanmakta idiler.44
Seçimler, Osmanlı toplumu açısından en önemli dönüm
noktalarından biri idi. İttihatçıların seçimlerden beklentisi, mümkün
mertebe Türk (Müslüman) vekillerin Meclis'e girmesini sağlamaktı.
Bunun bir refleks haline geldiği de düşünülebilir. Zira gayrimüslim
camianın, cemaati faaliyetlerinden dolayı kazandıkları tecrübeyle bu
tür organizasyonları Müslümanlardan daha aktif bir şekilde
yürütebileceği belliydi. Rumlar oylarını bölmeden seçime
katılıyorlardı. Böyle bir siyasi zeminde İttihatçılar, Türk-İslam
unsurlarını örgütleme görevini üstleniyorlardı. Böylece İttihat ve
Terakki'nin tekelci bir duruma gelmesi için kendine göre haklı ve
önemli bir sebebi de bulunuyordu. Ayrıca, İttihatçılara uymayanların,
karşı tarafın menfaatleri doğrultusunda hareket ettiklerine
inanılıyordu 45
44 Şerif Paşa'ya göre bu öyle bir tekelcilik meydana
getirmiştir ki, "sanki Meş-
rutiyet yalnız Cemiyet'e aitti. Vatanı düşünen, vatan hakkında
ilerleme ve medenileşme
emelleri besleyen her fert bu hakları kazanabilmek için Cemiyet'e
dahil olmalıydı..." ve şun-
ları da ilave etmektedir: "Meşrutiyetten istifade edebilmek için
'cennet anahtarlarını pa-
padan satm almak lazımdı...' Çünkü, Caniye! o sayıp bitiremediği
hamiyetpervcrâne mezi-
yetlerinden başka sınırsız bir kutsiyeti, her an tekrar edilen
muıızzezliği bir türlü terk ede-
miyor, tanzim edilen yüksek bir maneî mevki kazanmaya çalışılıyordu.
Zavallı İttihat Meş-
rutiyeti..." (Şerif, 23).
45 Aksin, 31 Mart, 10-11.
Diğer taraftan, Prens Sabahaddin'e yakın Ahrar Fırkası ve
Temo'nun Fırka-i İbad'ı İttihatçıların baskıları yüzünden mebus
çıkaramamıştı. Bu partiler, bu kadarla kalmamış, baskılardan
"nasiplerine" düşeni fazlasıyla almışlardır. Ayrıca, Fedâkârân-ı
Millet Cemiyeti de dağıtılmıştı. Bu tür gelişme

ler basında yoğun muhalefete ve gerilimli ortamların oluşmasına


sebebiyet veriyordu. Kısaca söylemek gerekirse, işbaşına geçenler
veya siyasete yön verenler eski programlarından sapmışlar ve bunun en
çarpıcı sonucu, Türkler'in dışındaki bazı gayrimüslim unsurları
kendilerinden uzaklaştır-mışlardır. İbrahim Temo, bu dağılmayı
önlemek ve ülkenin birliğini sağlamak gayesiyle Demokrat Fırkası'nı
kurduğunu belirtmektedir. Ancak bu çalışmaları, İttihatçıların en üst
düzeyindeki bazı şahıslar tarafından iyi karşılanmamış, hatta bu
kadîm arkadaşlarını tehdit etmekten de çekinmemişlerdir. Ayrıca,
İbrahim Temo'nun görevlendirdiği Muhlis Sabahad-din Bey, Selanik'te
teşkilatlanmak isteyince öldürülmesi için harekete geçilmiş ve yaralı
olarak canını zor kurtarmıştır. Hükümet kanalıyla pekiştirilen bu
baskılar o kadar şiddetli idi ki, "müntehib-i saniler" bu fırka
namzetlerine oy vermekten çekinmişlerdi.46
Aslında MeşrutiyetTe birlikte yayın hayatına başlayan gazeteler
ve kurulan partilerin, siyasi mücadeleyi körükleyeceği görülmekteydi.
Seçim kampanyasmdaki tartışmalar; merkeziyetçilik, adem-i
merkeziyetçilik, Batılılaşma ve modernleşme gibi eksenlerde
geçmekteydi.47
46 Kuran, İttihat ve Terakki, 251-252; Jön Türkler,
276-277; İbrahim Temo, İttihat
ve Terakki Anılan, İstanbul: Arba Yayınları, 1987, s. 208, 211-212;
Şerif, 30-31.
47 Shaw, 333-334.
İrticadan sorumlu tutulacak olan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti 31
Mart Vak'ası'ndan on gün kadar önce kurulmuştu. Bu cemiyet dinî
faaliyetlerle Osmanlı toplumunu eğitmek ve yardımlaşma duygusunu
geliştirmek istiyordu. Bunun yanında, İslam birliği çerçevesinde
hizmet etmeyi amaçlayan bir cemiyetti. Çok kısa bir zamanda önemli
oranda taraftar toplayan bu cemiyet, İttihatçı elitlerin ve bazı
Batıcı aydınların husumetini çekmişti. Daha sonra siyasi fırka haline
dö-
u I m 111 gayesi güttüğü yönündeki görüşler, zaman illin \
"ininden pek inandırıcı gelmiyor. Meydana gelen ı ,, ln .oıuıcunda
yapılan suçlamalar, İttihad-ı Muhammedi t «nıiycti'ni tasfiye etmek
amacı taşıdığı anlaşılıyor.48 Veya meselenin irtica biçimine
sokulması ve bu şekilde lanse edilmesi, muhalifleri tasfiye edip
siyasete tamamen hakim olmanın bir aracı olarak görülmüştür.49
48 Azmi Özcan, "İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti", DM., c.
XXIII, s. 475; Kara-
bekir, 425,427; Şerif, 49.
49 Cemiyetin bu konudaki tavrının ortaya konulması
bakımından, topluma şu
açıklamalar yapılmıştır; "Sual: Eğer Cemiyet-i Muhammediyye siyasete
karışır ise hükü-
metin ruhu olan itaat muhtel olur! El-cevab: Evvelâ; cemiyetin hedef-
i maksadı siyaset değil.
Zira ekser mebusan ulema ve muttaki olduklarından siyaset onlara
muhavveldir." Hükü-
met şeriata aykırı davranış gösterdiği taktirde ikaz edilecektir,
"hâkin tegallüb ve kuv-
vet ile icbar değildir." "... fabrika-i İslamiyyet'in çarklarını
temizlemek ve harekâtını tesri et-
mek için başkalarını davet ve istimdâd ile hademe gibi hizmet
edecektir ki, bunların en birin-
cisi ulema ve meşayilı ve talebe ve hutebadır." Bu ifadelerden de
anlaşılacağı gibi İttihâd-
ı Muhammedi Cemiyeti dinî-millî hassasiyeti ön planda olan bir nevi
sivil-toplum
kuruluşudur ve faaliyet alanı da bununla sınırlıdır (Bediüzzaman
Said-i Kürdî, "2i-
yâ-yı Hakikat", Volkan, 25 Mart 1325 / 7 Nisan 1909, no. 97). Sina
Aksin, Volkan ga-
zetesinin sıradan "dinci" bir gazete olmadığını belirtir ve gazetenin
niteliklerini şu
şekilde ortaya koyar: Islamiyetçilik, hürriyetçi ve Kanun-ı Esasi'den
yana tutum, in-
saniyetçilik, medeniyetçilik, evrensel barıştan yana olma, fennî
gelişmelerle ilgili ol-
ma, fedakârancı nitelik, muhalif tavır geliştirme vs (Ahmed Rıza ve
diğer sivil İtti-
hatçıların aleyhinde, buna karşılık, Kamil Paşa ve Sabahaddin Bey'e
taraftardır)...
Bunun yanında Anglo-Sakson tarzı siyasetin ülke için daha yararlı
olduğuna inanıl-
maktadır -adem-i merkeziye- (Aksin, 33 Mart, 21).Vahdeti'ye müracaat
eden ve Itti-
hâd-ı Muhammedi Cemiyeti adına hareket ettiklerini söyleyen bazı
kimseler, Vol-
kan'ın kendi yaym organı olmasını talep etmişlerdir. Ancak Vahdeti,
bu şahısları
mürteci olarak görmüş ve Abdülhamid'e de muhalif olduğu için aynı
isimde yeni
bir cemiyet kurmuş ve oldukça teveccühe mazhar olmuştur (Aksin, 32
Mart, 22; Os-
man Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı 31 Mart
Vak'ası ve İslam-
cılık, İstanbul: Temel Yayınlan, 2001, s. 215, 218-219).
Seçimler yapıldıktan sonra İkdam gazetesi yazarı Ali Kemal,
artık İttihat ve Terakki'nin kanun ve nizam dairesinde hareket etmesi
gerektiğini yazmakta idi. Devlet yönetimi için hükümet, Meclis ve
İttihat ve Terakki gibi üç ayrı siyasi gü-
? mı bulunmasının doğru olmayacağı yönünde fikirlerini or-ı.ıy.ı
koyuyordu. İttihatçılar için bu kabul edilemez bir muhalefetti.50
Diğer taraftan, muhalif gazetelerin susturulması için baha-
lU'ler aranmakta idi. "Demokratlar"m Yakın Şark, Türkiye, Jön-luık
gibi gazeteleri hükümetçe kapatılmıştır. Bunun üzerine, tazyiklere
dayanamayan İbrahim Temo partiyi feshedip Romanya'ya gitmiştir. Aynı
şekilde Hizmet (İzmir) adlı gazetede \ .ı/.ı yazan Hüseyin Rıfat
Bey'in yazıları hoşa gitmediğinden, İttihatçılardan olmasına rağmen
tehdit edilmişti. Trabzon'da yayınlanan Târik gazetesi yüzünden
Hicâbî Bey'in başı derde Brmişti. Bütün bunlar "vak'a-yı âdiyeden"
olmuştu.51
İttihatçıların sözcülüğünü ve tetikçiliğini yapan basın da hu
olayların yayılmasında etkili oluyordu. Neyyir-i Hakikat, Büngü,
Bomba gibi gazeteler Cemiyet namına sağa-sola saldırmaktaydılar.
Muhalifler için şüphe uyandırıcı ve kışkırtıcı yayınlar yapmaktan
geri durmuyorlardı. Böylece tahakküm ve tehdit yoğunlaşıyor,
muhalifler susturuluyor veya susmaya ular da, bilindiği gibi "fâil-i
meçhule" kurban gidiyorlardı. Yani, "Sultan Abdülhamid'in istibdadı
yerine mahdut bir İn/bin terörü başgöstermişti".52
50 Aksin, 31 Mart, 12.
51 Kuran, Jön Türkler, 276-277.
52 Kuran, İttihat ve Terakki, 252-253.
53 Amca, 67, 74, 75, 77.
İddialara göre, İttihatçılar, önlerinde duran engelleri ortadan
kaldırmak ve muhalefete gözdağı vermek için bazı şahıslara suikast
düzenliyorlardı. İsmail Mahir Paşa ve Serbesti gazetesi yazarı Hasan
Fehmi Bey vurulmuştu. Suikastın faillerinin bulunması için herhangi
bir gayret şöyle dursun, Ilıktan bir engelleme olduğu biliniyordu.
Hatta, bu tarz yanlışlıklar karşısında itiraz edenlere Cemiyet'in
aldığı kararlar bir dogma gibi savunulmakta idi.53
31 Mart Vak'ası’nın mahiyeti

31 Mart'ın bir irtica hareketi olduğuna dair bazı düşüncelere


revaç verilmiş ve bu konuda yaygın bir inanç husule gelmiştir. Ancak,
önceleri Tanin ve Rumeli gazetelerinin yaydığı ve kabul ettirdiği,
hatta resmileştirdiği bu görüş, daha sonra adeta "kaziye-i muhkeme"
hükmüne geçmiştir. Halbuki irtica, o dönemde, mutlakıyet yönetimini
geri getirmek amacı gütmeliydi54 ve mürtecilerin yalnız dört-beş
kişiye değil, hiç ayrım yapmadan bütün mebuslara karşı olmaları
gerekirdi. Taleplerini de Meclis'ten değil padişahtan istemeleri
gerekirdi. Bunun yanında, isyan içinde olan askerler Meclis'i talan
etmiyorlar ve Yıldız'dan bir beklentileri bulunmuyor. Ayaklanan
askerlerin istediği; kabinenin düşmesi, bazı kişilerin mebusluktan
istifa etmeleri ve affedilmeleriydi.
Ancak, "dini ayaklanmaya âlet etmek irticadır" tespitini
yapanlar, "şeriat isteriz" sloganına takılmaktadır. Şerif Pa-şa'ya
göre, ayaklananların kültürel seviyesi ve sosyal durumları nazarı
itibara alınmalıdır. Yani, bahsi geçtiği gibi, İttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin icraatlarından sonra meydana gelecek olan ayaklanma,
aydınların ve üst düzey elitlerin yönetiminde olsaydı, böyle bir
tabir söz konusu olmayacaktı. Zira, cahil olan isyancı askerlerin
gözünde "...adalet, hürriyet, meşrutiyet, kısaca her hürriyetçi amaç
şeriatta toplanmaktadır".55
54 Şerif, 45, 46.
55 Şerif, 48,49.
Aslında olayı günümüz insanının daha iyi anlayabilmesi için şunu
söylemek mümkündür: 31 Mart Vak'ası -amacına varmayan- bir askeri
darbe teşebbüsüdür. Alt rütbedeki askerlerin, yönetimlerini ve
tutumlarını beğenmedikleri üst rütbedeki subayların ve onlarla
ilişkisi olan hükümetin -özel-

kle hükümette ve parlamentoda görevli bazı vekillerin- tas-ıyesi için


siyasete kaba bir şekilde el koymalarıdır. Bu olaya .ılktan bazı
kesimler de karışmıştır. Ve bu teşebbüsleri/is-•ıuları, yine ordunun
içinden ve üst yönetimi temsil eden di-er bir grup (İttihatçı
ağırlıklı) tarafından önlenmiştir/bastı-ılımştır. İttihat ve Terakki
Cemiyeti, bu vesile ile başta Ab-ülhamid olmak üzere bütün
muhaliflerini tasfiye etme im-nma kavuşmuştur.

Olayda rol oynayan faktörler ve alınan tedbirler


56 Mizancı Murad, If. Meşrutiyet Dönemi Anıları, Latin
Harflerine Çeviren: Ce-le Eren Argıt, İstanbul: Marifet Yayınları,
1977, s. 185.

Şunu tekrar belirtmekte fayda mülahaza edilebilir; Meş-tiyet


inkılabına vücut veren "Cemiyet-i İttihadiyye", -ço-unluk itibariyle-
belli bir düzeyin üzerine çıkmış siyasetçile-in ve fikir adamlarının
hizmet ettiği bir cemiyet değildi. Bu emiyet, Bulgaristan sınırında
küçük rütbeli subaylar ve üfrezeler içinde örgütlenmişti. Dolayısıyla
cemiyetin ilk öneticileri küçük rütbeli subaylardan müteşekkildi.
Daha onra gelenler, mürşitlik ve müritlik mantığıyla, rütbesi ne
lursa olsun bu ekibe tâbi olmak durumunda idi. Bu tür ya-ılaşmalar
ise askeri düzene aykırı düşmekteydi. Rütbelere akılmaksızm subaylar,
birbirleriyle senli-benli olmaktaydı-ar. Bu durum Meşrutiyet'in
ilanıyla kışlalara kadar yaygm-ık kazandı. "Bu hal Mehmetlerin
gözünden kaçmadı." Ordu cinde İttihat ve Terakki'ye sadakat yeminleri
ettirildiğinden ardeşlik ve eşitlik temaları işlenmekte idi ve
Mehmetçik bu-u, "binbaşı ne ise ben de oyum" şeklinde algılamaya
başla-ı ki, bu da askerî düzene aykırı ve bu yapıyı sarsacak bir du-
umdu. Askerlerin böyle bir ortamda isyana kalkışması, ola-ın süratle
genişlemesine sebep oldu.56 Şerif Paşa, "anlamsız
bir hamiyet yayıcılığı gururu ile askerî görevlerini unutan siyasi
zabitlerimiz kendilerini maalesef birkaç haris serserinin ayartmasına
kaptırarak o ihtilâlin sebebi oldular" ifadeleriyle bu meseleyi tarif
edecektir.57
57 Şerif, 44.
42
Döneme tanıklık edenler, Meşrutiyet öncesinde, askerin talimsiz
olduğunu belirtmektedirler. Tembelliğe meyilli olan askerler böyle
bir ortamda daha da tembelleşiyordu. Ancak bu vahim durumun aşılması
gerekiyordu. Zira, Osmanlı Devleti'nin geldiği siyasi ortamın yeni
savaşları gündeme getireceği ve "barışta ter dökmeyen ordunun savaşta
kan dökeceği" apaçıktı. Askerlik kurallarının gerektirdiği sıkı
disiplin ve tâlimlerin hemen uygulamaya konulması gerekiyordu.
Neticede sıkı disiplin altında talimlere devam edildi. Bunun
sonucunda çeşitli bahanelerle tâlimden kaçmanın yolları aranıyordu.
Dinî ve ananevi zaruretler sebebiyle itiraz edilemeyecek bahaneler
bulunmakta idi. Sabahları "hamamcı" olduklarını ileri sürerek ve bu
mazeretin arkasına sığınarak yoklamalara katılmayanların sayısı
artmakta idi. Ayrıca talimlerden kaçmak için de ibadet bahane
edilmekte idi. Bunu önlemek ve talimi sevdirmek için bazı
motivasyonlar geliştirilmeliydi. Ancak şu da bir gerçektir ki, insan
unsurunun psikolojisi dikkate alınmadan en kolaycı bir yol tutuldu ve
mazeret kabul edilmeden herkes yoklamalara ve tâlimlere katılmaya
zorlandı. Fakat, bunların içinde gerçekten mazereti olanlar için bu
durum kabul edilemezdi. Zira, Türk ordusunu ayakta tutan en önemli
unsur, maneviyatı idi. Ve vatanını da bu çerçevede seviyor; ölümü ve
yaralanmayı "ya şehit ya gazi" anlayışıyla iştiyakla karşılıyordu.
Dolayısıyla bu hassasiyete karşı geliştirilen tavırlar, hatta bir
kısım subaylar tarafından askerlere küfürlü konuşmalar güveni
sarsmıştı. Hâsı-

I un "İ 'i 11 nil mi tu yci i ne gel ıı 11 ıı I- ı • .1 < • y < *ı


11 ? •! le I hip hi ImImim || I1 I- yt it <-vi 11 i aksatanların İM I
ut MI' 1 .ı ı işi 111111 mm, < ıl.ı y l.ı ı. ı İmi Imi renk
verilmesinde rol oynamıştı.,,H
"< İ ııııyi'l i mukaddese'nin" dayandığı kuvvetlerin "Şe-I 11
İnleriz" gibi bir iddia ile ortaya çıkmalarını hayretle karıl, ıy.in
( dal Bayar, Hoca Rasim Efendi'nin notlarından yap-Imi ıd,ı şu
hususlara yer verir: Askerlere sorulduğunda, İH mı bildiğimiz Şeriat,
kısasa kısas emreder, hırsızın elini keser, ı,l m-,a döver, halbuki
asıl sarhoşlar, bizim zabitler gece gündüz komilini kollarında
gezer..." "Bizi Selanik'ten getirirlerken 'Kanun-ı • i ı, Kur'an;
Meşrutiyet, Şeriat demektir. Sizi İstanbul'a Meşru-ht/riı muhafaza ve
mürtedler baş kaldırırsa tepelemek için getiriyo-ı demişlerdi. Hani
Şeriat? Herifler bizi mürted yapmaya çalışı-'ilm. Askerlerin namazı
talimdir, diye bize namaz kıldırmıyorlar, ı al fil irmiyorlar, şapka
giydirmeye çalışıyorlar..."59
58 Murad, 183; Rıza Nur, 295; Bayar, 165; Aksin, 31 Mart,
26; Abdülhamid, iş-
ini ilan yatıştırmak için gönderdiği Mabeyn Başkatibi Ali Cevat
Bey'in nasihat et-
il »ekerlerle arasında geçen diyalog açıklayıcı niteliktedir: "...
arslan suratlı bir ba-
<tu/iğit asker 'Babalığa söyle. Bizim ırzımıza, dinimize sövüyorlar,
dövüyorlar. Vallahi gü-
ıılılır, bize acısın'" demesi üzerine, askeri iknaya çalışmışsa da şu
cevabı almıştır:
'?una kurban olayım ağam, sen gözümün üstüne vur. Zararı yok. Bizi
dövenler küçük kü-
llk çocuklardır. Hem ağızları küfürle doludur. Dinimize, imanımıza
küfür ediyorlar" (Ali
i'Val Bey, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hâdisesi/Ali
Cevat Bey'in Fezlekesi,
nyına Hazırlayan: Faik Reşit Unat, TTK., 1991, s. 52).
59 Bayar, 155.
60 Aksin, 32 Mart, 26.
43
Diğer taraftan, görev dağılımında Harbiyeli subaylara H ııliik
tanınması, olayların meydana gelmesinde önemli n sebep teşkil
etmekteydi. Alaylı subayların rolleri azaltılır ve önemli oranda
kadro dışı bırakılanlar olmuştu. Bu, or-I m l,ı kalmak isteyen
erbaşların üzerinde olumsuz etki mey-l.ııı.ı getirmişti.60 Ancak
meselenin kaynağı daha eskiye dalınıyordu. Meşrutiyet'ten önce devlet
kadroları çeşitli gerekçelerle şişirildiğinden ve "haksız" yere
terfiler dağıtıldığından bunların tasfiyesi, liyakat esasına göre
terfiler verilmesi ve görevlendirmeler yapılması gerekiyordu. Bunun
için de "mektepliler" ön plana geçirilmeliydi. Bundan zarar görenler
veya görecek olanlar, askerler arasında, "her fesat mektepten çıkar"
şeklinde propaganda yapıyorlardı. Anlaşılan odur ki, alaylı
subayların kadro dışı edilmesi çok ciddi güven bunalımı meydana
getirmiştir.61
"Nigehban-ı Hürriyet" (Meşrutiyet'in/özgürlüğün bekçileri)
unvanına sahip olan ve rejim için güvenilir bir kuvvet olan Avcı
Taburları, Cemiyet adına Meşrutiyet'i korumak için Rumeli'den
İstanbul'a getirilmişlerdi. Bu kuvvetler daha önce çetelere karşı
çarpışarak tecrübe kazanmıştı. Ayrıca İttihatçılara sadakatle bağlı
ve istibdada ise muhalif oldukları düşünülmekteydi.
Diğer taraftan, Rumeli'den getirilen üçbin kişilik bu kuvvete
mümtaz bir yer verilmesi, kırk elli bin kişilik Hassa Or-dusu'na -ki,
meşrutiyete bağlı olduğu bilinir- mensup olanları gücendirdi. Bunun
yanında, Avcı Taburları baskı mekanizması olarak kullanılıyordu.
İstanbul'daki birçok kurum bunların baskıları altında idi. Hukukun
sınırları zorlanarak istimal edilmeye alıştırılan bu taburlardan,
yine hukukun sınırlarını ortadan kaldıracak bir hareketin çıkacağı
tahmin edilebilirdi. Belki de "31 Mart" tarzında bir hareket
beklenilmedi-ği için önemsenmiyordu. Hasılı, olayların gerçek
sorumlularını asılan çavuşlar ve cahil erlerde değil,
orduyu/askerleri siyasete alet eden komutanlarda aramak gerekirdi.62
hl Murad, 184; Bayar, 165.
62 Şerif, 47; Bayar, 143; Murad, 184.
Diğer bir husus, -genellikle- ayaklanan askerlerin arasına
karışan bazı hoca kisveli şahısların, olayları tahrik ettiği üze-
de durulur. Bunun yanında dinî değerlerin alet edildiğinden de
bahsedilir ki, bütün bunların doğru olduğu anlaşılıyor.''3 Yani,
İttihatçıları etkisiz hale getirmek için bazı çevreler tarafından din
kullanılmıştır. Ancak, hiçbir dünyevî harekele dinin ulvî
değerlerinin payanda yapılamayacağı vasat İmi Müslümanm dahi bilgisi
dahilinde olan bir husustur. Fa-I il, his ve heyecanın kabardığı,
baskı ve terörün hüküm ferlim olduğu bir ortamda insan kütleleri
kendini güvende hissed emezler ve sarılacak bir değer ararlar.
Dolayısıyla birçok gnyrı hukukî ve gayrı meşru olaylar kendini
gösterir. Böyle İmi ortamda ve kitle psikolojisinin verdiği bir
cinnet hissine I .ı|ulan, hele hele kültür düzeyi düşük insanlardan
mantıklı davranışlar beklemek zordur.
63Bayar, 143; Abdülhamid asîlere nasihat etmek için görevlendirdiği
Başkatip Ah Cevad Bey ve yanında bulunanların yol güzergahında
gördükleri "subay cesetlerine" yaklaşmak istediklerinde, buna
askerler engel olmuştur. Bunların arasında hoca kisvesinde olanları
görünce, din alimi Dersvekili Hoca Halis Efendi onlara: "/lıı zulüm,
şeriatın hangi kitabında yazılı?... Söyleyin bakalım: Sizler
kimsiniz? Hangi medrese mensubusunuz? Hangi dini vazifedensiniz?"
sözleri üzerine oradan uzaklaşmışlardır. Daha sonra Halis Efendi Ali
Cevad Bey'e: "Bunlar asla din adamı değil... tl-miyyeye mensup
değil.. İlmiyye kisvesine girmiş sahtekarlar..." demiş. Bu olayı
nakleden llıılü siyasetçi, -komitacı- Talat Paşa şu tespitte bulunur:
"Ben de aynı düşüncedeyim: I \nkiki Türk din adamları içinde
böylesine asla rastlamadım" (Kutay, 543-544). Ayrıca, Halı/ İbrahim
Efendi'nin kendisine söylediği şu sözleri de nakleder: "İstanbul'da
bu kailin çok talebe-i ulum yoktur. Bu kadar sarıklı nereden
çıktı?"( Kutay, c. II, 521-522). 64 Bayar, 143.
Bir çok eserde olayın planlı bir şekilde meydana geldiği yönünde
malumat bulmak mümkündür. Siyasi olayların gidişatını görebilecek bir
yetkinliğe sahip olan Celal Bayar, asîlerin sokaklarda gördükleri
Müslüman ve gayrimüslim vatandaşlara iyi davrandıklarını ve
korkmamaları gerektiğini telkin etmele-ıinden ayaklanmanın planlı
olduğu neticesine varır. Ayrıca, kargaşalıklardan zarar görmemeleri
için yabancı elçiliklerin kapılarına da nöbetçiler konulması bu
düşünceyi pekiştirir.64 Bununla beraber, döneme tanıklık eden bazı
siyasetçiler, Almanların, olaya el koymaları ve yönetimi tamamen ele
almaları için İttihatçılardan yana ve İngilizler'in de karşı taraftan
yana hareket ettiklerinden bahseder.65
Bu arada Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey, Meşrutiyet'i tehlikede
gördüğü için dikkatli hareket etmek zorunda kalmış; hatta, hayatının
tehlikede olduğu kendisine bildirilmiş olmasına rağmen, Mahmud Muhtar
Paşa’nın telefonla "emrederseniz mevcut askerle çıkayım, Babıâli'ye
geleyim" demesi üzerine, bunu kabul etmemiştir. Yani yangına körükle
gitmemiştir. Bu konuda isabet ettiği kanaatindedir.66 Nitekim istifa
etmekten başka çaresi kalmadığından, o da buna uygun davranmıştır.
Neticede, 31 Mart olayları esnasında hükümet dağılmış, bazı
mebuslar ve askerler öldürülmüştü. "Bütün silahlı kuvvetler" Hamdi
Çavuş isminde bir askerin emir ve kumandası altına girmişti. Prens
Sabahaddin olayları yatıştırıcı yayınlar yapmış ve Meşrutiyet'in
tehlikeye girmemesi için, kendi anlayışına göre askerler arasında
çeşitli temaslarda bulunmuştu (bu temaslarda, Meşrutiyet tehlikeye
girecek olursa Yıldız Sarayı'run dahi topa tutulabileceğinden
bahsedilmiştir). Bunun yanında Cemiyet-i İlmiye-yi İslâmiyye de
beyannameler neşretmişti. Din ulemasının bu "cüretkârane"
davranışının takdire şayan bulunduğunu belirtmek lazım.67
Ahmed İzzet Paşa, Feryadım, c. I, İstanbul: Nehir Yayınları, 1992, s.
75. Ahmed Rıza Bey'in Anıları, İstanbul: Arba Yayınları, 1988, s. 36.
Kuran, Jön Türkler, 279; İttihat ve Terakki, 253.
Aslında, 31 Mart olayları patlak verdikten sonra birçok din
bilgininin olayları yatıştırmanın çarelerini aradıkları
bilinmektedir. Ancak ne derece etkili oldukları tartışılır. Nedense
olayın bu yönü belli araştırmacılar tarafından görmezden gelinmiştir.
Hatta Volkan gazetesinde bu minval üzere birçok yazı yayınlanmıştır.
Fakat, bunlar yok farz edilmiş, maksadını aşan bazı ifadeler68 tahrik
vesilesi sayılmıştır.
Ayrıca Mizancı Murad, Serbesti gazetesi sahibi Mevlan-zâde
Rıfat, Sabah gazetesinden Ali Kemal beylerle Volkancı Vahdeti gibi
şahsiyetler Beyoğlu'nda, Kroker otelinde toplanarak, asilere karşı
hareket tarzı ve Meşrutiyet'in korunması için ne tür tedbirlerin
gerektiği konusunda fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Neticede,
birçok cemiyetin mümessilleri tarafından şu kararlar alınmıştır:
Meşrutiyeti savunmak, gazete yayınlarını buna göre tertip etmek,
Meclis'in tehdit altına alınmasına meydan vermemek ve bunun
gerçekleşmesi için bir encümen teşkil etmek...69
68 Derviş Vahdeti'nin askerlerin isyanıyla ve
Meşrutiyet'le ilgili görüşleri or-
Lıda iken, -esasında, siyaset tarzından pek de hoşlanmadığı-
Abdülhamid'e hitaben
yazdığı "Açık Mektup"ta padişahın otoritesini vurgulayan -ki
maksadını aşan ifa-
deler olarak düşünülebilir- şu cümleler bazı siyasetçi ve yazarlar
tarafından olayla-
rı tahrik için bir delil olarak kabul edilir: "Bugün, meşrutiyetimizi
ref etmek, Meclis-i
Meb'usan-ı Osmanîyi kapatmak yed-i kudret-i şâhânenizdedir..." Ancak,
aynı yazıda:
"7,at-ı emirü'l-mü’ıninînleri için en büyük bir şeref varsa, o da
meşrutiyet-i Osmaniyyemi-
tih himaye buyurulması kaziyyesidir." "...Meclis-i Mebusan'ı bir
dakika bile kapatmak fik-
rini, şayet zat-ı âlî-i cenâb-ı cihanbânilerine telkin edecekler
bulunursa, o gibilere hain-i din
ü vatan nazarıyla bakınız." (Derviş Vahdeti, "Halife-i İslam
Abdülhamid Han Hazret-
lerine Açık Mektup", Volkan, 1/14 Nisan 1325/1909, no. 104.). Ömrünün
sonuna ka-
dar İttihatçdığıyla ün yapan Bayar, bu yazıyla ilgili son derece uç
bir yorum yap-
maktadır ve olaylardan sonra ülkeye hakim olan siyasî grubun
suçlamalarını tekrar-
lamaktadır: "Bu sözleriyle fesadın en ileri elebaşısı Derviş Vahdeti,
Abdülhamid'e, mağrur
bir eda ile, şahsi kudretini anlatmak istiyordu" (Bayar, 180).
69 Kuran, İttihat ve Terakki, 254-255.
Daha sonra, Hareket Ordusu olaylara el koyduğunda İttihat ve
Terakki Merkez-i Umûmîsi bütün fırkaları lağvetmiş ve bazı muhalifler
tevkif edilmiştir. Ayrıca, İttihatçılara muhalif olarak tanınan
etkili şahıslar olayla ilişkili gösterilip tevkif edilmiştir. Bir
kısım muhalifler kendilerine bu kargaşada bir zarar geleceğinden
korktukları için yurdu terk etmek zorunda kalmıştır. Neticede,
"Hilafet ve padişahlık hakları tamamen Merkez-i Umumî'de temerküz
etmiştir".70
31 Mart Vak'ası'ndan sonra İttihatçıların önünde büyük ölçüde
engel kalmamış ve Babıâli bürokrasisi de partinin hakimiyetine
girmiştir. Artık İttihat ve Terakki mensupları kendilerini vatanı
kurtaran bir partinin mümessilleri olarak görüyorlardı ve bu partiye
karşı çıkanları daha rahat bir şekilde "hain" olarak
vasıflandırabiliyorlardı.71 Böyle bir anlayışın oluşturduğu davranış
biçimiyle 31 Mart olayları değerlendirildiğinde, meselenin gerçek
yüzünü anlamak hayli zor olsa gerek. Ancak, İttihatçı liderlerin
uyguladıkları siyaset, toplumda bir aksülamel meydana getirmiş ve
doğal olarak ordu içinden buna karşı bir tepki oluşmuştu. Askerler
arasında meydana gelen isyan teşebbüsüne halkın da temayül
göstermesinin bir sebebi, Hasan Fehmi Bey'in katledilmesi ve failin
bulunamamasıydı.72
70 Kuran, İttihat ve Terakki, 255-256.
71 Hanioğlu, 483.
72 Kuran, Jön Türkler, 276-277.
73 İ. Hakkı Uzunçarşıh, "II. Sultan Abdülhamid'in
Hal'i ve Ölümüne dair Ba-
zı Vesikalar", Belleten, c. X, sayı: 40, TTK., 1946, s. 705-706;
Hüseyin Cahit Yalçın, Si-
yasal Anılar, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 1976, s. 143-144.
Olayları bastıran gücün padişahı sorumlu tuttuğu bilinmektedir.
Bu konuda, en azından olayları önlemediği yolunda suçlama
yapılmaktadır. Ancak, Abdülhamid'le yakın temasta bulunan yerli ve
yabancı diplomat ve siyasetçilerin onun son derece etkileyici bir
kişiliğe sahip olduğunu belirtmektedirler. Güçlü bir hafızaya sahip
olması, olayları uzun zaman geçse de ayrıntılı bir şekilde
hatırlamasını sağlamakta idi. Ancak, şüpheci tutumu en küçük bir
ihbarı bile tankik etmeye kendini sevk etmekte idi. İnsanlara karşı
müşfik olmanın yanında, belki de günlük siyasetin gereği olarak ayak
oyunlarına da girebilmekte idi.73 Bununla beraber, şu da bir

gerçektir ki, dahilde şiddet kullanmaktan her zaman çekinmiş, bunu


ülke bütünlüğü açısından mahzurlu görmüştür. 31 Mart isyanında,
olaylara zecrî tedbirlerle karşılık vermemesinin sebebi böyle bir
şahsiyet sahibi olmasında saklı olduğu düşünülebilir. Ancak,
olaylarda dahli olmadığı bilinmesine rağmen tahttan indirilmiştir.74
Halbuki, Meşrutiyet'e sadık kalacağına dair ettiği yeminden caymadığı
konusunda da kuvvetli bir kanaat mevcuttur.75
31 MartTa pekişen "tekelci" politikalar sonucunda muhalefet
fiilî olarak ortadan kaldırıldı. Bundan sonra iktidarı eleştirmek 31
Martçı damgasını yemekle yüz yüze gelmek demekti. Dr. İbrahim Temo ve
Dr. Abdullah Cevdet gibi İttihat ve Terakki'nin kurucuları ve isim
babalan bile bundan "nasibini" alacaklardı.76
Olaylar durulduktan sonra içten içe değişik bir siyasi yapılaşma
meydana getirilmişti. Aradan geçen birkaç yıl içinde, en önemli ve
etkin güç olan İttihat ve Terakki bunu imparatorluğun her yerinde
hissettiriyordu.
74 Uzunçarşıh, 706-707.
75 Uzunçarşıh, 716
76 Aksin, İttihat ve Terakki, 178.
İstanbul'daki İngiliz Elçiliği, İskenderiye'de Osmanlı Büyük
Doğusu'na bağlı locaların açılmasıyla (29 Mayıs 1911) Londra'ya
gönderdiği raporunda, İttihatçı liderlerden olan Cavid ve Talat
beylerle ilgili olumsuz ifadelere yer vermektedir Masonluğun
zirvesinde bulunmanın avantajını kullanın, ıl arından yakınır.
Özellikle Talat Bey, taşra görevlerine atadığı vali ve yardımcıları,
masonlardan ve güvenilir komite üyelerinden seçiyordu. Böylece, Cavid
ve Talat beylerin ba-!-.nılıkları tehlikeye girecek olursa, bir
hükümet darbesiyle telis dağıtılacak, yeniden seçimlere gidilip
taşradaki komilerin ayarlamasıyla Meclis istedikleri doğrultuda
teşekkül

edecektir. Bununla, Türkiye'nin görünmeyen hükümetinin Osmanlı Büyük


Doğusu olduğu ima edilmektedir.77

Olayın anlaşılmasına mani olan sebepler

Yakın tarihimizin en önemli kırılma noktalarından biri olan 31


Mart Vak'ası’nın ortaya çıkışının birçok sebebi bulunmaktadır. Olayın
ortaya çıkışı, ana hatlarıyla, sosyo-ekono-mik, sosyo-kültürel ve
bunlara bağlı olarak siyasi sebeplere dayanmaktadır. Bu açılardan
birçok yazar/akademisyen konuyla ilgili fikir beyan etmektedir.
Ancak, İttihatçı militanların ve elitlerinin davranışlarının ne
derece tepki meydana getirdiği veya etkili olduğu hususu pek dikkate
alınmamaktadır. Olayın daha ziyade "irticaî" bir hareket olduğu
yönünde araştırmalar yönlendirilmekte ve bir yönüyle ordu içinde bir
hesaplaşma olduğu gözlerden uzak tutulmaktadır. Bunun en önemli
sebebi, 31 Mart Vak'a'sının ardından ülkeye hakim olan siyasi düzenin
ve zihniyet şeklinin ağırlıklı olarak günümüze kadar etkisinin devam
etmesidir.
Orhan Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, İstanbul: Gür Yayınlan,
1991, s. 199-202.
Şunu belirtmekte fayda mülahaza edilebilir: Türk
araştırmacılarının yakın tarihteki olayların tarafsız bir şekilde
değerlendirilmesi hususunda zorlandıkları bir gerçektir. Yabancı
araştırmacıların önemli bir kısmının da yapılan yayınlardan bağımsız
olarak hareket edemedikleri görülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye'deki
gelişmeleri ilerlemeci ve Batı'nın yayılmacı anlayışıyla ele
almaktadırlar. İslâm'la ilişkili hemen her hususta menfi bir tavır
takınılmakta, hatta ilgili-ilgi-siz olayları İslam'la bağlantılı hale
getirmek için aşırı yorumlar yapılmakta ve antidemokratik bir
yapılaşmayı -Türkiye söz konusu olunca- normal görmektedirler.
Dolayısıyla, konuya eğilenler ve pınar başlarını tutanlar, olayları
kendi yorumlarına göre önemli oranda kabul ettirmişlerdir. Ayrıca,
ülkenin basın yayın araçlarıyla ve merasim kültürüyle bu imanı
tazelemektedirler. Halbuki olaylar incelendiğinde meselenin ne kadar
çarpık bir şekilde ortaya konduğunu görmek mümkündür. Esasında birçok
tarihçiyle yüz yüze gelindiğinde meselenin bu yönünden haberli
oldukları görülse de, ülkede hakim olan anlayışın doğrularını ve
yanlışlarını analiz edecek bir kudrete ulaşılamamaktadır.
Yakın tarihimizle ilgili en önemli problemlerden biri de o
dönemde aktif siyasete dahil olanların, günümüzde, adeta şeyh-mürit
düzeyinde bir takım takipçilerinin olmasıdır. Örneğin 1918 sonrasında
meydana gelen olaylarda etkili konumda olan şahısların hatıratları
veya hatırat niteliğindeki konuşmalarının akademik(I) araştırmalarda
dahi yegane ölçü olarak alındığı bilinen bir gerçektir. Bu döneme
meşruiyet sağlayacak on-onbeş sene öncesinde meydana gelen olayların
analizinde de bu metinlerde verilen ölçüler dikkate alınmakta;
üniversiteler ve bir takım akademik kurumlarda yapılan çalışmalar
buna göre değerlendirilmektedir. Aksi halde bu tezler reddedilmekte,
tezi yapanlar da mimlenmektedir. Yapılan bağımsız çalışmaların bir
kısmında da bu mantık görülmektedir. Karşıt tezleri savunan
çalışmalarda da benzer problemler görüldüğünden, ilmi veriler
hakkıyla ortaya ko-nulamamaktadır.
Halbuki akademik çalışmalarda, ulaşılabilen bütün veriler,
tarih metodolojisi çerçevesinde ele alınarak değerlendirmeye tabi
tutulur. Bir takım olaylar olup bittikten sonra, siyasi
tarafgirliklerden dolayı muhalif diye ipe gönderilen bir şahsın,
meydana gelen olayları tahrik edici yazılar yazdığı ısrarla
vurgulanacaksa, tarihçinin bunu etüt etmesi gerekir.
Buna dair ciddi deliller bulunamamışsa yanlışın düzeltilmesi bir
vecibedir.78
78 Bu konuda hayli örnekler vardır; ancak, birkaçı ile
iktifa edelim: Örneğin
yakın bir tarihte çıkan Osman Selim Kocahanoğlu'nun çalışmasında
Derviş Vahdeti
ile ilgili geliştirilen tezler hemen hemen bütünüyle menfi bir
şekildedir. Bu konuda
müspet anlaşılabilecek birçok husus, ya görmezden gelinmiş veya
yerleşmiş anlayı-
şa göre yorumlanmıştır. Ancak İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nde önemli
bir yeri
olan, hatta, yazara göre genç olmasına rağmen en önemli fikrî
birikime sahip olan
Said Nursî hakkında büyük ölçüde objektif değerlendirmelerde
bulunmaktadır
(bak. Kocahanoğlu). Bunun sebebi, -aleyhte karalamalara rağmen,-
büyük ihtimalle,
hakkında objektif birçok yayının yapılabilmiş olmasının ve ağır
muhakeme şartları
içinde bile beraat etmesinin rolü olsa gerek. Bu konuda diğer bir
örnek ise, çok ge-
niş bir eser külliyatına sahip olan Yusuf Hikmet Bayur'un
değerlendirmeleridir.
Bunlar, tamamen üstünkörü ve tek yanlı, hatta hiçbir ilmi kıstasa
uymayacak dü-
zeydedir (Y. H. Bayur, Türk inkılâbı Tarihi, c. I, kısım II, TTK,
1991, s. 135-136).
Shaw’ın değerlendirmelerinden anlaşıldığına göre, o da, Türkiye'deki
resmi ideolo-
jiyi besleyen tarihçi/yazarların propaganda usulü hazırladıkları
çalışmalardan etki-
lenmiştir (veya konuların bu şekilde ortaya konulması onun
mentalitesine de uy-
gundur). Ona göre muhalefetin tatminsizliğini "karşı ihtilâl çabasına
dönüştüren Hafız
Derviş Vahdeti oldu." Tarihçi, olayın dinî rengini daha da
koyulaştırmak için olsa ge-
rek Vahdetî'nin hafızlığını da ekliyor. Ayrıca, Bektaşî tarikatına
mensup olduğunu
ilave ediyor ki, bu da Yeniçeri isyanlarını çağrıştırıyor (Shaw,
338)... Halbuki Vahde-
tî'nin Nakşî tarikatına mensup olduğu bilinmektedir (Zekeriya Kurşun,
Kemal Kah-
raman, "Derviş Vahdeti", DM., c. IX, İstanbul, 1994, s. 198-200).
79 Vahdetî'nin isyan eden askerlere karşı (31 Mart’ın
şartları nazarı itibara
alınsın) hitabında şu cümleler yer alır: "Biz askeriz. Askerin manâsı
itaat ve zabt ü rabt
demektir. Bizce mektebli, alaylı, bunların tefriki yoktur.
...maazallah meşrutiyet-i meşruann-
za bir tarafından tecavüz edildiği zaman, millet o vakit askerlere
muhtaç olur ve onlardan
imdat isler. Hamd olsun 3 Nisan 325 gazanızla dine, millete, millet-i
Osmaniye'ye, vatana,
biliniz ki, büyük hizmetler ettiniz. ...Fakat bundan ziyade bir şeye
teşebbüs ederseniz, yani
matbuatın, millet -vekilleri olan mebusanın vükelanın yapacağı işleri
siz yapmağı hasbe'l-ha-
miyye, isterseniz, emin olunuz ki, din de millet de vatan da
muhataraya düşer o vakit son
pişmanlık para etmez. ...Maazallahu teâla, bir kere itaat-i
askeriyyeden mahrum bir hale ge-
lirseniz, ayniyle yeniçerilerin son zamanlarındaki hareketleri gibi
hareket eder bir asker olur-
sunuz. Ve o vakit devletimizi tam seksen senelik geriye atmış
olursunuz..." (Derviş Vahte-
ti, "Asker Kardeşlerimizden Selamet-i Vatan namına Rica", Volkan,
5/18 Nisan
1325/1909, no. 108). Diğer taraftan, Vahdeti, İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti'nin
amacını Meşrutiyet'in devamına, çıkarılacak kanunların meşruluğuna
(herhalde di-
ni açıdan) ve İslam birliğine hizmet etmek olarak tarif etmekte;
mahkemede buna
delil olarak gazetesinde yayınlanan yazıları göstermektedir
(Kocahanoğlu, 206).
31 Mart Vak'a'sı esnasında isyan eden Avcı Taburları'nı
yatıştırıcı ve itaate yönlendirici nitelikte yazılar yazan Vahde-
tî'nin makaleleri ortada dururken79 -o günkü İttihatçıların
politikalarını eleştirdiği80 ve muhalif olduğu için,- tahrikçilik
yaptığının ısrarla iddia edilmesi ne ile izah edilebilir? Gerçi bunu
akademik kesime mensup olan bazı araştırmacılar usturuplu
yapmaktadır; ama, meselenin ruhu değişmemekte-dir. Halbuki,
Vahdeti'nin, Abdülhamid döneminde bazı sebepler yüzünden sürgün
edildiği ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne yakınlığı ve "hürriyet
kahramanları"nı yücelttiği bilinmektedir. Ancak meselenin sosyo-
kültürel ve siyasi sebeplerini saptırmak için Derviş Vahdeti gibi bir
muhalif, önemli bir hedef olmaktaydı (günümüzde de irticayı (!)
çağrıştıran böyle bir isim önemli bir malzeme teşkil etmektedir).
80 Vahdetî önceleri İttihatçılara yakınlık duymasına
rağmen, daha sonra diğer muhalifler gibi, kendine göre birçok yanlış
icraatı eleştirmiştir. Ancak, yine de yakınlık duyduğu; kahraman ve
vatanperver olarak gördüğü İttihatçılar bulunmaktadır. Bu konudaki
düşünceleri bazı makalelerinden anlaşılabilir. Ona göre:
"...İstibdadı saray erkânından alarak Şeref Sokağı'na naklettiler.
Devr-i sâbık-ı evvelde âmâl-i nıiiste-bidine muhalif hareket edenlere
ceza olarak nefy ile iktifa edilirken, devr-i sâbık-ı sânide anarşiyi
memlekete sokarak, kendi programlarına muhalif olanları öldürmeğe
koyuldular. Evet bunlar memleketi tahrip etmek istemiyorlardı, hâkin
ulema-yı benânıa, ahlak-i İslâm'a bir düşnıan-ı kavi kesildiler...
sizin takip ettiğiniz İttihat ve Terakki'nin cidden kurbanları
biziz... İsterseniz, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'ni de başka bir
tarza sokalım. Her ne islerseniz yapalım. Lakin elbirliğiyle yapalım.
Dünyaları hayretlere bırakalım. Anasır-ı Hıristi-yaııiyye ile hemen
kucaklaşalım..." (Derviş Vahdeti, "Öte Beri", Volkan, 4/17 Nisan
1325/1909, no. 107); 31 Mart olayları üzerine Selanik'ten İstanbul'a
yürüyen Hareket Ordusu'na bağlı "Musevî Taburu"nun içinde yer alan -
ve Siyonist olan- Şemtov Revah şu görüşlere yer vermektedir: "...
gerçek ve çetin düşman geçmişte Abdülha-mit'e hizmet etmiş olan
Vahdetî Hoca idi" ve olaylardan o sorumluydu. Revah, buna delil
olarak gazetesinde Jöntürkler'i eleştirmesini göstermektedir (Rıfat
N. Bali, Musa'nın Evlatları Cumhuriyet'in Yurttaşları, İstanbul:
İletişim Yayınları, 2001, s. 59)..
Tasfiye edilenlerden birçoğunun, -başta Derviş Vahdeti'nin -
Meşrutiyet'e taraftarlığı ve istibdada muhalif olduğu, bu konuda
İttihatçılardan hiç de aşağı olmadıkları bilinmektedir. Ancak, bu
muhalif gruplardan çoğunluğunun üzerinde durdukları husus, II.
Meşrutiyet'in ilânından sonra ülkeye hakim olmaya çalışan İttihat ve
Terakki'nin daha büyük bir istibdada doğru yol aldığıydı. İşte,
İttihatçı elitlerin böyle bir eleştiriye tahammülü yoktu ve 31
Mart'ta alt rütbelilerin öncülüğünde ayaklanan askerlerin ve Şeriat
istiyoruz81 diye terör estiren kalabalıkların, meydana getirdiği 31
Mart olayı bahane edilecekti...
Bu tarz olaylar patlak verdiği zaman esas olarak yapılması
gerekenler yapılamamaktadır Türkiye'de. Bu bakımdan yakm tarihimiz
açısından ilk ve en önemli olaydır 31 Mart Vak'ası. Yapılması
gereken, bütün kurum ve kuruluşların ve sivil kanaat önderlerinin
hadiseleri yatıştırıcı bir hareket tarzı geliştirmeleridir (ki, bu
kısmen yapılmıştır). Olaylar durulduktan sonra ise, hukukî süreç
başlatılarak, dahli bulunanlar hak ettikleri cezaya çarptırılır. Bu
aşamadan sonra da olay incelenerek çok yönlü dersler çıkarılabilir.
Fakat Türkiye'deki durum tam aksine cereyan etmektedir. His ve
heyecanı körükleyen sokak hareketleri, çoğunlukla hiç günahı
olmayanları da bu selde boğmaktadır.
81 Bir takını yanlış işlerin ve adaletsizliğin
panzehiri olarak görünen "Şeriat"
kelimesinin/kavramının kitleler nezdinde sloganlaştırılması ilk olan
bir hadise de-
ğildir. Ancak Şerif Paşa’nın da dediği gibi, alt kültürde olanların
bundan başka bir
kapsayıcı kelâm etmelerine imkan yoktu ve tamamen bir adalet
talebiydi.
82 Sultan Abdülhamid, Hareket Ordusu'nun İstanbul'a
yürüyüşünde herhan-
gi bir mâni çıkarmamıştır. Mahmud Şevket Paşa’nın Yeşilköy'den
padişaha gönder-
diği telgrafta belirttiği teminata inanmayan Abdülhamid, Saltanat'tan
feragat ettiği-
ni Sadrazam Tevfik Paşa ile "Meclis-i Milliye" resmen bildirmesine
rağmen, iş bir
güç gösterisine dökülmüş ve feragat etmesi değil hal'edilmesi
gerektiğinde ısrar
edilmiştir. Bunun üzerine, İttihatçıların ve ordunun vesayetindeki
Meclis, 31 Mart
isyanının çıkışından Abdülhamid'i sorumlu tutarak hal'etme yolunu
tutmuştur
(Re)', 109; Osmanoğlu, 142). Kocahanoğlu, Abdülhamid'in olayın içinde
olduğuna
dair delil bulunamadığını belirtmekle beraber, kuvvetli karineler
olduğunu yaz-
maktadır. Bununla ilgili görüşlerini, Divan-ı Harp Mahkemesi'nin bazı
Saray men-
suplarının ifadelerini alarak, Abdülhamid'in olaylara dahli olduğuna
dair Hareket
Ordusu'na sunduğu bir rapora dayandırmaktadır (Kocahanoğlu, XV).
Halbuki şart-
lar dikkate alındığında mahkemenin bir tasfiye aracı olarak
kullanıldığı, suçlu olup
olmadığına pek dikkat edilmeksizin -kurunun yanında yaşın yanması
misali- önem-
li siyasî bağlantıları olanların cezalandırıldığı anlaşılır.
Nitekim, 31 Mart olayları patlak verdikten sonra ülkede siyasi
ağırlığı olan çevrelerin böyle bir haleti ruhiye içine girdiği
görülmektedir. Ve her odak başka bir odaktan şüphelenmektedir.
İttihatçılar suçu başta Abdülhamid olmak üzere,82
83 Bahriye binbaşısı Kabuli Bey'i rehin alan ve
kendisiyle temas kurmak iste-
yen asilerin durumunu öğrenen Abdülhamid, binbaşıya zarar verilmemesi
için gös-
terdiği gayret boşa gidince şunları söylemiştir: "Artık bunlar asker
değil, yeniçeri, âsi
olmuşlar..." Ayrıca olaydan son derece üzüntü duymuştur... Olayın en
önemli tanı-
ğı Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Bey'dir (Ali Cevat, 60). Ancak, Ahmed
Emin Yalman,
rahatlıkla şunları yazabilmektedir: Binbaşının kurtarılması
tavsiyesine karşılık Ab-
dülhamid; "Yıldız ı lopa tutmak emrini verdiğine dair elimde rapor
var. Demek ki ben uy-
kuda iken beni yok etmek niyetinde idi. Varsın, layığını bulsun..."
(Ahmed Emin Yalman,
Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, c. I, Yayma Hazırlayan:
Erol Şadi Erdinç,
İstanbul: Pera Turizm ve Ticaret A. Ş., 1997, s. 112). Belli ki yazar
konjonktür ve ta-
rafgirlik gereği işine geldiği gibi yazmaktadır. Abdülhamid'in kızı
Ayşe Osmanoğlu
ise, "Allah şahidimdir ki babamı bütün saltanatı müddetiııce, tahttan
indirildiği vakit ve Se-
lanik'e giderken bile bu kadar bitkin görmedim" diyerek padişahın
olaydan duyduğu
üzüntünün derecesini dile getirmektedir (Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan
Abdülha-
mid, Ankara: Selçuk Yayınları, 1984, s. 143).
84 Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c. I, İstanbul:
İşaret-Ferşat Ortak Yayınları,
1991, s. 296-297.
85 Mevlânzâde Rıfat, 33 Mart İhtilalinin Hikayesi,
İstanbul: Pınar Yayınları,
1996, s. 27-28.
86 Olayları yakından müşahede imkanına sahip olmuş,
hatta yargılanıp bera-
at edebilmiş nadir bir şahıs olarak Said Nursî, 31 Mart Vak'ası’nın
yönü ve amacı
hususunda (sıraladığı sebeplerin başında) şunları söyler: "Yüzde
doksanı İttihad ve Te-
rakki'nin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir
hareket idi" (Said
Nursî, "Divan-ı Harb-i Örfi", Risale-i Nur Külliyatı, c. II,
İstanbul: Yeni Asya Yayınla-
rı, 1996, s. 1926).
kendilerine ters düşen ve engel teşkil edenlerin üzerine yıkmaya
çalışmışlardır. Hatta padişahın ortalığı yatıştırmak için giriştiği
bütün teşebbüsler menfi bir şekilde yorumlanmıştır.83 Abdülhamid ise
kendine karşı bir tertip olduğunu ileri sürmüştür. Bunun yanmda,
zamanının sosyal bilimcilerinden ve Jöntürk liderlerinden Mizancı
Murad, bu olayları tertip edenlerin İttihatçılar olduğu hükmüne
varmıştır.84 Mev-lanzâde Rıfat, olayın müsebbibinin Abdülhamid
olmadığı (aksine olayların büyümemesi için en fazla gayret
gösterenlerin başında yer aldığını yazar) ve aynı zamanda irticaî bir
hareket de olmadığının altını çizerek ısrarla Prens Sabahad-din'in
baş sorumlu olduğunu vurgular.85 Ancak, işin en belirgin yanı ve
olayın ortaya çıkmasında en büyük amilin İttihatçı karşıtlığı
olduğunda birçok yazar müttefiktir. Hatta bunun, yüzde doksanları
bulduğu söylenmektedir.86 Bütün bunların
8/ Tevfik Çavdar, Talat Paşa, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınlan,
1995, s. 126-127.
sonucunda, örgütlenme yönünden en kuvvetli durumda bulunan
İttihatçılar bu meseleden yararlanmanın yollarını aramışlar;
kendilerine karşı olan bu kalkışmayı Cemiyet'in lehine çevirmeyi
ustalıkla başarmışlardır.87

Arnavutluk İsyanından Muhalif Bir Cuntaya:1 Halaskar Zabitân Grubu

"Yeni çıkan partiler de eski partiler gibi prensiplerinin


kuvvetine değil, askerin kuvvetine müracaat ediyorlar. Siyasi
partilerin programlarını müdafaa eylemeleri en büyük vazifeleridir.
Hamiyet sahibi olanlar, böyle çalışmalıdır."
Vartkes Efendi

"...Meşrutiyet hakikî surette ve fiilen tehlikeye düşmedikçe


ordu ve kuvvet-i müsellaha tamamile bitaraf kalsın ve vezaif-i
askeri-yeleriyle meşgul olsun..."
Halaskar Zabitân Grubu

"Ordu Meşrutiyetin değil, yalnız vatanın bekçisidir. Ve onun


çalışma sahası serhadlerin berisi değil, ötesidir. Asker yalnız top
sesine koşar. Siyasetçilerin hitabet sadakaları ile muharrirlerin
kalem hışırtısı o mesami-i besâletin [kahramanlık kulaklarının]
vazife haremine girmek imkânını bulmamalıdır."
— Süleyman 'Nazif
1 Arnavutluk İsyanı ile Halaskar Zabitân Hareketi'nin aynı
döneme rastlaması ve her iki hareketin sonucunda meydana gelen
olayların iç içe girmesi, bazı şahısların her iki olayda da dahli
bulunması, ayrıca, maksatta birlikteliğin görülmesi sebebiyle bu
başlık uygun görüldü. Diğer taraftan, Celal Bayar Halâskâran hakkında
"cuntacılar" tabirini kullanıyor (Celâl Bayar, Ben de Yazdım, Milli
Mücadeleye Giriş, c. II, İstanbul: Sabah Kitapçılık, 1997, s. 136).
Üç devri görmüş ve birçok olaya şahit olmuş bir siyasetçinin
kullandığı bu tabirin isabetli olduğu açıktır. Zira, bir kısım
subayların belli amaçlar doğrultusunda iktidarı değiştirmek üzere,
ordunun içinde, meşru olmayan bir tarzda örgütlenmeleri söz
konusudur.
Giriş

Meşrutiyetin ilânından sonra, ordu-siyaset ilişkisi açısından


meydana gelen bazı sosyal hareketler incelenecek olursa, günümüze
kadar etkilerinin devam ettiği görülmektedir. Bunun sebebi, belli bir
süreçte yeni ve "modern" bir siyasi anlayışın ortaya çıkması ve
gelenek haline dönüşmesidir. Bu siyasi akımın, oluşum esnasında
antidemokratik bir yapı kazandığı da bir gerçektir. Bu dönemde hemen
hemen bütün siyasi organizasyonlarda darbeci bir anlayış hakimdir ve
ordunun gücü alet edilerek muhalifini tasfiye etme düşüncesi
canlılığını korumuştur. Bu tür çıkışlar hem ordunun içindeki bazı
şahıs ve zümreler tarafından düzenlenmiş, hem de siviller tarafından
teşvik görmüştür. Bu gelenek 1920'lerden sonra çok yoğun bir şekilde
hükmünü icra etmiş, bütün muhalifler bir daha örgütlenmemek ve hatta
fikir beyan etmemek üzere adeta tasfiye edilmek istenmiştir. Bu
tarzda gelişen siyaset, literatüre, daha doğrusu popüler söyleme
"İttihatçı gelenek" olarak geçmesine rağmen, bunun eksik bir
tanımlama olduğu açıktır. Zira, fırsatını bulan diğer siyasi
oluşumlar ve bunların müstebit yöneticileri, bu totaliter ve
militarist geleneği sürdürmekte bir beis görmemiştir; en azından bu
anlayış, düşünce ve davranışlarında hakim bir tonda kalmıştır.
Bu antidemokratik ve militarist geleneğin ilk defa Demokrat
Parti-Adalet Partisi çizgisiyle kırıldığı söylenebilir. Bu kırılmada,
bahsi geçen partilerin önde gelen mensuplarının demokrasiye olan
bağlılıklarından ziyade, II. Dünya Savaşımdan sonra oluşan siyasi
konjonktürün zorlamasıyla, halkın siyasete katılımının büyük rolü
olduğunu belirtmek

gerekir. Zira, Türk tarihinde "ilk defa"2 ve gerçek anlamda


seçimlerle iktidarın değiştiği/değişebildiği görülmüştür.
Dolayısıyla, halka dayanarak iktidara gelme şansı yüksek olan
partilerin demokrasiyi talep etmelerinden daha doğal bir davranış
olmasa gerek. Bundan dolayı -zamanla- bu partilere mensup
yöneticiler, siyasetçiler ve seçmenler, yeni oluşan demokratik
geleneği içselleştirmeye çalışmışlar, büyük ölçüde bunda başarılı da
olmuşlardır. "İttihatçı geleneğe" (ordu + parti veya hizip = iktidar)
kendini yakın hissedenlerin, daha çok bu harekete muhalif olan
partilerde yer aldığı görülmüştür.
2 Osman Turan, Türkiye'de Siyasi Buhran’ın
Kaynakları, İstanbul: Nakışlar Kita-bevi, 1979, s. 107; Tanınmış
siyasetçi Süleyman Demirel, "siyasi yasaklı" olduğu yıllarda bir
dergiye verdiği mülakatta demokrasi teorisi ve Türkiye'deki
demokratikleşme konusunda hayli yoğun ve insicamlı görüşlere yer
vermiştir. Burada, 1950'ye kadar geçen süreçte hiçbir hareketin
gerçek anlamda bir demokratikleşme olamayacağının altım çizer ve
birçok hareketin bilakis antidemokratik hususiyetler taşıdığını
vurgular (Tanzimat, Islahat, Kanun-i Esasi, İttihat ve Terakki, II.
Meşrutiyet, hatta Cumhuriyet'in kurulması ve sonraki gelişmeler vs.).
Ona göre, "1950'de Türkiye hakikaten tarihinde ilk defa, halkı,
millet iradesini ülke idaresine hakim kılan bir idareye
kavuştu...iktidarın el değiştirmesi hadisesinde en önemli husus,
serbest zeminde hür iradenin tecelli ettirilmesidir. 1950'de bu
olmuştur" (Süleyman Demirel, "Demirel Demokrasiyi Anlatıyor," Köprü,
sayı: 91, Ekim 1985, s. 13-14).
3 Askerî darbenin ardından, iktidarda bulunanlar
(Konsey) tarafından sipariş edilen Anayasa, tartışılmadan ve herhangi
bir muhalefete meydan verilmeden halk oyuna sunulmuş ve % 90Tarın
üzerinde bir tasdikle yürürlüğe girmiştir. Yeni Ana-yasa'nın bu kadar
yüksek bir oranda tasdike mazhar olmasının sebebi, anarşi ve terör
konusunun -tek yanlı bir şekilde- işlenmesiydi. O günün -meydana
getirilen-psikolojik havası içinde menfi oy kullanmak teröristlerle
aynı kefede olmak anlamına geliyordu. Böylece, tek yanlı olarak
yapılan propaganda tesirini göstermiş ve hazırlanan metin ezici
çoğunluk tarafından onaylanmıştır. Ancak bu "hizmeti" yerine getiren
halkın partileri seçime sokulmamış, liderleri uzun bir süre siyasî
yasağa tabi tutulmuştur. Bunların yerine yapay siyasî oluşumlar ikâme
edilmiştir. İşin demokrasi açısından vahim olan tarafı, halkın bu
oyunu bozacak bir refleks gösterememiş olmasıdır veya bunu gösterecek
bir donanıma sahip olamamasıdır. Daha önceden destek verdikleri
siyasi oluşumlara ve liderlere yeterince güven duymamaları, bunun
önemli bir sebebi olarak da görülebilir.
Ancak, 12 Eylül 1980'de gerçekleştirilen askerî darbe,
demokratik gelenekler açısından meydana gelen müspet birikimlerin
yapısını değiştirerek, "merkez sağ" diye adlandırılan kesimin önemli
bir bölümünü de etkilemiş ve demokratik meşruiyet anlayışında bir
gerileme meydana getirmiştir.3
Yani, DP-AP çizgisinde oluşan, "halkın oyunu alarak iktidara gelme"
usulü yerine, sağdaki marjinal, militarist düşünceleri ve klasik CHP
zihniyetindeki antidemokratik ağırlıklı meşruiyet anlayışını
(ideolojik meşruiyet) andıran görüşlerin harmanlanmasıyla yeni bir
partiler zihniyeti ortaya çıktığı görülmüştür. Bütün bu gelişmeler,
bazen dünyayla bütünleşme (dünyaya açılma) veya AB'ye girme gibi
"büyülü" yorumlarla/propagandalarla ortaya çıktığından meselenin
siyasi meşruiyet açısından önemi fark edilememiştir. Kısacası, "ben
iktidara geleyim veya iktidarda kalayım da nasıl olursa olsun"
şeklindeki bir Makyavelyan anlayışın, demokratik meşruiyet
düşüncesini ve idealini olumsuz yönde etkilediği ve gerilettiği
söylenebilir. Bu bakımdan, Meşrutiyet'in ilanıyla ortaya çıkan siyasi
ilişkilerdeki antidemokratik davranış şekilleri, günümüz
Türkiyesi'ndeki siyasi davranış biçimle-riyle paralellik arz
etmektedir; yani, siyasi aktörlerin ve bazı kurumların benzer
sorunları bulunmaktadır.
Hâsılı, 1950-1980 arasında demokratik meşruiyet yönünden meydana
gelen ve geliştirilmesi gereken siyasi birikimler yeterince
değerlendirilememiş, adeta arızalar güçlendirilerek piyasaya
sürülmüştür. Bunun böyle olmasını isteyenlerin, şüphesiz,
siyasetçilerin yetkilerine ortak olma arzusu; hatta, birinci derecede
siyaseti belirleme hak ve imtiyazına sahip olma isteği taşıdıkları
söylenebilir. Bu antidemokratik yapılanma sonucunda birçok çelişkili
düşünceler aynı kavramlarla milletin önüne sürülmeye başlanmıştır.
Demokrasi, artık milletin hür iradesine dayalı bir rejim olma
anlamının ötesinde, militarist ve vesayetin anlam bütünlüğü içinde,
bir propaganda kelâmı olarak ileriye sürülmüştür. Bu, demokratik ve
meşru bir yönetimin nasıl olması gerektiği hususunda, halkın ve
aydınların arasında birçok çelişkiler ve "kavram kargaşası" meydana
getirmiştir.
Diğer taraftan, kökleri eskilere dayanan sosyo-ekonomik ve
kültürel bir yapının içinde varlığını sürdüren antidemokratik siyasi
bir geleneğin, "Meşrutiyet" ortamında kendi kalıbını bulmakta
gecikmediği görülmüştür. Hâsılı, yüzyılı aşan bir süreçte meydana
gelen bu gelişmeler MeşrutiyetTe beraber siyasi geleneğimizde yer
edinmeye başlamıştır. Bu dönemde meydana gelen siyasi oluşumlarda,
savaşların ve sosyal patlamaların da menfi etkisi olduğunu
belirtmekte fayda vardır.

İttihatçılara karşı oluşan muhalefet

Meşrutiyet rejimine geçildikten sonra İttihat ve Terakki


Cemiyeti'nin ağırlığı ve denetimi gittikçe kendini hissettirmeye
başlamıştı. Zaman zaman hukuksuzluğa kadar varan bu denetim ağı, 31
Mart Vak'ası'yla karşı bir direnişe sebep olmuş ve başkentte
İttihatçıların gücü adeta sıfırlanmıştı. Ancak bu olaylar zecrî
tedbirlerle ortadan kaldırıldıktan sonra İttihatçıların gücü yeniden
pekişmiş ve kendileri için büyük ölçüde rakipsiz bir siyasi ortam
meydana gelmişti. Bundan sonra yönetimi ve siyaseti daha rahat ve
tepkisiz bir şekilde yönlendirme imkânı hâsıl olmuştu. Zira, ordunun
içinde ve komuta heyetinde bulunan bazı Cemiyet üyelerinin -veya
büyük oranda sivil İttihatçıların- görüşleri doğrultusunda hareket
edildiğinden, muhalifler, bahsi geçen olaylar bahane edilerek büyük
ölçüde tasfiye edilmişlerdi.4
4 "31 Mart Vak'ası’nın Oluşumunda İttihatçıların Etkisi ve
Bazı Yanılgılar" başlığı altında incelenen kısma bakınız.
Ayrıca, İttihatçıların görüşlerini benimsemeyenler ("mefkure
esareti"ni kendine yol seçmeyenler), "vatan haini" olarak suçlandığı
yolunda yaygın bir kanaat oluşmuştur. A. Bedevi Kuran'a göre, Merkez-
i Umumî nazarında, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimler ve
Türk olmayan unsurlar; "Bulgarlar, Sırplar, Rum ve Ermeniler memleket
düşmanı, Arap, Arnavut ve Kürtler vatan haini idiler. Muhalefet eden
Türkler ise para ile satılmış birer metadan başka bir şey
değillerdi." Diğer taraftan, Meclis'teki İttihat ve Terakki mensubu
vekiller, halkın nazarında, vicdanının sesini dinleyen şahıslar
değil, Merkez-i Umumî emrine girmiş, "minnet ve şükran borçlusu
elemanlar" olarak görülüyordu.5
Ancak, askerlere sırtını dayayarak siyaseti tanzim eden
İttihatçıların politikalarına karşı asker-sivil yeni bir muhalefet
dalgası oluşmakta idi. Özellikle iç ve dış olayların etkisiyle,
ordunun içinde, ülkenin geleceğiyle ilgili endişe duyanların sayısı
artmakta ve bu da bir takım hareketlerin ortaya çıkmasına sebep
olmakta idi.

Arnavutluk İsyanı ve muhalefetin tutumu


5 Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz İttihat ve
Terakki, İstanbul: Tan Matbaası, 1948, s. 261-262.

Bazı siyasi gerilimler sebebiyle 18 Ocak 1912 tarihinde


Meclis'in dağılması hakkında bir "irâde" çıkarılmış ve daha sonra da
Meclis feshedilmiştir. Ancak yenilenen seçimler demokratik teamüllere
uygun yapılmamıştır. Bundan dolayı bu seçimler "Sopalı Seçim" olarak
adlandırılmıştır. İttihat ve Terakki Hükümeti, adaylarını kazandırmak
için ordunun nüfuzunu kullanmış, meydana gelen baskılar neticesinde
bazı bölgelerde halkın tepkisiyle karşı karşıya gelinmiştir. Ayrıca,
bu hususları bahane edenler Arnavutluk'ta isyana sebebiyet
vermişlerdir. Böylece Arnavutluk'ta meydana gelen ve isyana dönüşen
olaylar, siyasi muhalefetle ordu arasındaki ilişkileri ortaya
çıkarmıştır.
Esasında, Meşrutiyet'in ilânından sonra İttihatçıların
etkisindeki hükümetler Arnavutlara şüphe ile yaklaşmışlardı. Fırsat
buldukça da bu düşüncelerini fiiliyata geçirip bazı olayları bahane
ederek bölgeye askerî harekât yapmışlardı. Örneğin Malisör İsyanı ve
silah toplama vesilesiyle Şevket Turgut Paşa’nın komutasındaki bir
askerî kuvvet Arnavutluk'ta faaliyet göstermiştir. 1912 seçimlerinde
de aynı şekilde İsmail Fazıl Paşa kumandası altındaki askerler kendi
asli görevlerine uymayan bir tarzda hareket etmişlerdir. Hatta,
yapılanlar Meclis içinde de tenkit edilmiştir.
Yeni seçimlerle birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti 'ne bağlı
mebusların dışında kalan adaylar seçilme imkânı bulamamış, böylece
muhalifler tasfiye edilerek Meclis tamamen ele geçirilmiştir. Bu
arada Arnavut kökenli mebusların dışarıda kalması, siyasi-sosyal
patlamanın en önemli sebeplerinden biri olarak ortaya çıkmıştır.6
Halbuki, daha önceden meydana gelen Arnavutluk olaylarının
akabinde hatasını anlayan hükümet, husumetin giderilmesine gayret
göstermişti. Bunun için çeşitli teşebbüslere girişilmiş, hatta
padişah da Manastır ve Kosova'yı ziyaret etmişti. Kısacası halkın
gönlü kazanılmaya çalışılmıştı. Ancak seçimlerde ortaya çıkan
mücadeleler durumu tersine çevirmişti.7
6 Kuran, 269-270,271-272; Ahmet Turan Alkan, İkinci
Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, İstanbul: da Yayınları, 2001, s.
153-154.
7 Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, c. I, İstanbul: Nehir Yayınları,
1992, s. 115.
8 Bu oluşumun meydana gelmesindeki en önemli
sebepleri A. B. Kuran şu şekilde belirtmiştir: "Abdülhamid
istibdadını" aratacak bir istibdadın İttihatçılar eliyle yürütülmesi,
Meclis'in feshedilmesi ve yeni seçimlerde yapılan yolsuzluklar...
(Kuran, 273).
Gelinen aşamada siyaset alanının büyük ölçüde daraltıldığı
görülüyordu. Ayrıca, iktidarı eline geçirenlerin oyunu kuralına göre
oynamak gibi bir niyet taşımadıkları yönünde kuvvetli bir kanaat
hâsıl olduğundan,8 İttihatçılara karşı muhalefetin şekli ve zemini
değişmişti.
Bu gelişmeler esnasında, Hürriyet ve İtilâf Fırkası muhalif
grupların toplandığı bir yerdi. Bu partinin, Arnavutluk olaylarıyla
doğrudan bir bağlantısı yoktu; ancak, önemli bir elemanı sayılan Dr.
Rıza Nur'un olaylarda kışkırtıcılık yaptığı bilinmektedir. Hatta,
isyanın çıkması için çalışmalar yaptığı kendisi tarafından iftihar
vesilesi sayılmıştır. Ona göre, başta zalim bir hükümet bulunmaktaydı
ve buna isyan etmek en önemli insani görevdi. Rıza Nur, isyanın
liderlerinden olan ve Sinop'ta sürgünde bulunan Yakovalı Rıza ile
Arnavutluk'ta çıkaracakları isyan için anlaştıklarını
kaydetmektedir.9
Diğer taraftan, aktif mensuplarından birinin faaliyetlerine
rağmen Hürriyet ve İtilâf Fırkası mensuplarının isyanla ilişkileri
konusunda muhtelif iddialar bulunmaktadır. Bazıları isyanla irtibatlı
olduklarını belirtse de, bazıları isyana karşı oldukları hususunda
görüşler ileriye sürmektedir.10
Arnavutluk İsyanı devam ettiği bir zamanda yüzbaşı rütbesinde
olan Tayyar ve Mümtaz; teğmen rütbesinde olan Tahsin, Celâl, Kasım,
Melek Fraşeri, Nafiz ve Hamza beylerin Meşrutiyet'in ilânından önceki
olayları hatırlatırcasına (Res-neli Niyazi'yi "taklîden") Manastırda
dağa çıkması (22 Haziran 1912) hükümeti telaşa düşürmüştü.11
Rıza Nur, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü,
İstanbul: Kitabevi, 1996, s. 63; Hayat ve Hatıratım, c. I, İstanbul:
İşaret/Ferşat Yayınları, 1991, s. 367, 370; Bayar, 112.
10Alkan, 155.
11 Nur, Hürriyet..., 63-64; Bayar, 112; Kuran, 173; Yusuf
Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, c. II, kısım: I, TTK. 1991, s.
257.
İsyancı Arnavutları Priştineli Hasan, Necip Dıraga, Yakovalı
Rıza ve İsa Bolatin idare etmekteydi. İstanbul'daki muhaliflerle
irtibatı Rıza Nur sağlamaktaydı. Ancak subayların Arnavutluk'un
bağımsızlığını temin etmek gibi bir niyetle hareket etmedikleri
bilinmektedir. Bunların niyetleri iç politikaya yönelik bazı
taleplerden ibaretti. A. Bedevi Kuran'ın ifadesine göre, yapılan
davet üzerine kendisi de Paris'ten Manastır7 a gitmiş ve olaylara
katılmış, hatta Manastır'da yayınlanan muhalif bir gazetenin
yönetimini üstlenmiştir. Selanik'te Galip Paşa ve İzmir'de tabur
kumandanı Hüseyin Av-ni Bey'in öncülüklerinde toplanan subaylardan da
müracaat gelmişti.12 Böylece, Arnavutluk'taki askeri kuvvetlerin ve
İtalya'ya karşı İzmir'de yığılmış olan kıtaların subayları,
İttihatçıların iktidardan gitmesi için baskı yapmışlardır.13
Priştineli Hasan ve diğer bir-iki adayın mebus çıkarılmaması
için yapılan müdahalelerin sebep olduğu bu olaylar, Arnavutluk'ta
hükümetin otoritesini sarsmıştı. Bu arada diğer muhalifler olayları
yakından takip ediyorlar ve hükümetin düşmesini, memlekette asayişin
teminini istiyorlardı. Bu gelişmeler esnasında, Avrupa'dan dönen
Prens Sabahaddin Bey de Halâskâran Gurubu'ndan haberdar edilmişti.
Satvet Lütfi Bey'in bu Grup ile işbirliği yapması birçok arkadaşının
da katılımını sağlamış ve hareketi güçlendirmişti.14
12 Kuran, 273-174; Bayar, 112; Halil Menteşe, Osmanlı
Mcbusan Meclisi Reisi Ha-
lil Menteşe'nin Anıları, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986, s.
146; Alkan, 155-156.
13 Ahmet İzzet, 116.
14 Kuran, 274; Nur, Hürriyet..., 64.
15 Kuran, 274; Nur, Hürriyet..., 64-65; Ali Birinci,
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İstan-
bul: Dergah Yayınları, 1990, s. 171.
Manastırda dağa çıkan subayların isteklerine Selanik ve
İzmir'den katılım için talepler gelince Bostancı'da toplanan
Halâskâran Grubu bir beyanname neşretmiş ve hükümeti düşürmek üzere
Meclis Başkanı Halil Bey'in evine tehditkâr bir mektup bırakmışlardı.
Bostancı'daki toplantıda Ferid, Suphi ve Zeki paşalar da bulunmuş ve
mutavassıt rolü oynamışlardı. Hürriyet ve İtilaf a bağlı elemanlardan
bazılarının da olayda dahli olmuştu (Melamiler Şeyhi Terlikçi Salih
Efendi ve taraftarları gibi).15
Muhaliflerin istekleri özetle şunlardı: Kabinenin düşürülmesi,
Meclis'in feshi ve seçimlerin yeniden yapılması, askerî hizmetlerin
mahalli olması, memurların Arnavutça'yı bilmeleri veya Arnavutlardan
tayini.
İsyancı Arnavut liderlerinin imzasını taşıyan bir beyannamede;
Osmanlı Devleti'ne ve Hilafete bağlı oldukları, asıl gayelerinin
Osmanlılığın haklarını korumak ve hakiki Meş-rutiyet'i kurmak olduğu
yönünde görüşler yer almaktaydı. Ancak, isyancıların asıl gayelerini
gizlediklerine dair de kanaat oluşmuştu. Dolayısıyla hükümetin bazı
yanlış politikalarını bahane ettikleri düşünülmekteydi. Gayelerini
açığa vurmamak için de, seçimlere hile karıştırıldığı öne sürülerek
yeniden seçim yapılması ve Hacı Adil Bey'in dışındaki tüm bakanların
kabineden ihraç edilmeleri istenmekteydi.16 İsyanın asker kökenli
önderlerinden Tayyar Bey, hareketin gayesini, ülkeyi iç ve dış
politikada zor durumda bırakan bir despot idareden kurtarmak olarak
tarif etmektedir.
Diğer taraftan, hükümet, olayların yatıştırılması ve
bastırılması için tedbirler almaya çalışır. Cemiyet'in umumi kâtibi
Eyüp Sabri ve Ömer Naci beyler olay yerine gitmiş ve bu arada tedbir
olarak da Şehabeddin Bey kumandasında bir askeri birlik
gönderilmiştir.17
16 Bayar, 112-113; Alkan, 157.
17 Bayar, 113-115; Alkan, 158.
Hâsılı, Arnavutluk'ta isyana teşebbüs edilmesi yanında, bir grup
subayın dağa çıkarak bazı siyasi taleplerde bulunması, hükümet
açısından ürkütücü bir durum meydana getirmiştir. Zira Resneli Niyazi
ve Enver'in dağa çıkarak Abdül-hamid'i Meşrutiyet'in ilânına mecbur
bırakmaları olayının hatıraları tazeliğini korumakta idi. Ayrıca bazı
askerlerin de isyancılarla uyum içinde olduğu görülmekteydi. Bunun
sonucunda, Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın, olayları zecri
tedbirlerle bastırma isteği olmadığı anlaşıldığından, düşürülmesi
gündeme gelmiştir.18

Halâskâran Hareketi'ne etki eden sebepler

Arnavutluk İsyam'yla Halâskâran Hareketi'ni birbirinden ayırarak


analiz etmek zordur. Zira, olayların birbiriyle bağlantılı olduğu ve
iç içe girdiği bilinmektedir; hatta, Halâskâran Hareketim isyanın bir
sonucu olarak görmek de mümkündür.1"
18 Alkan, 159.
19 Alkan, 161.
Bu hareketin ortaya çıkışı ve örgütlenmesinin en önemli sebebi,
ordu içinde, Cemiyet'le (İttihat ve Terakki) bağlantıları olan
subayların daha imtiyazlı bir hale gelmesidir. Dolayısıyla liyakatin
yegane kıstas olarak alınması yerine, bu ilişkilerin etkisiyle
tayinlerin -ve terfilerin yapıldığı görülmüştür. Halaskarlara
katılmış bir şahıs olan Hasan Amca'nın ifadesiyle, "İttihatçı
subaylar, iktidarın nimetlerinden imtiyazlı insanlar gibi
faydalanıyorlardı." Demek ki, sebep olarak altı çizilen husus,
Cemiyet'le ilişkisi olan subayların, ilişkisi olmayan subaylardan
daha fazla itibar görmesiydi. Bu subayların sorunlarına öncelik
tanınmakta, yani; kendilerine uygun olduğunu düşündükleri görevlere
gelmek için diğerlerinden daha şanslı durumda idiler. Bir orduda
"imtiyazlı subaylar" ın ve zümrelerin var olmasının, askerler
arasında kırgınlıklara ve tepkilere sebebiyet vereceği şüphesizdir.
Dolayısıyla önünün açık olmadığını görenlerin durumu hazmetmeleri
zordu. İttihatçıların ordunun nüfuzunu rakiplerinin aleyhinde
kullanması da haksız bir rekabet meydana getirmekteydi ve "askerin
politikadan ayrılması politikası"nın yapılması gerekiyordu. Böylece,
İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisî'nin bu tutumuna karşı orduda bir
muhalefet grubunun doğması kaçınılmaz hale gelmişti ve bu grup
Halâskâran adı altında "isyan" etmiştir.20
Diğer bir husus, yaşlı ve genç subayların görüşlerinde meydana
gelen farklılıktır. Yaşlı olanlar muhalefete daha yakın durmakta
idiler. Bu durum emir ve komutada sıkıntılar meydana getirmekte idi.
Tecrübeli olan paşaların ve subayların, daha dikkatli hareket
etmeleri ve geleneklere bağlı tutumları yanında, dinamik ve düzeni
değiştirmeyi kafasına koymuş inkılâpçı genç subayların bulunması,
arada bir uçurum meydana getirmekte idi.21
1912 seçimlerinde İttihatçıların orduyu siyasete alet ederek,
bazı seçim bölgelerinde, kendi menfaatleri doğrultusunda tercihleri
yönlendirmeleri, muhalefetin Meclis'te ağırlığını tamamen yitirmesine
sebep olmuştu. Bu durum, seçilemeyen muhalif milletvekili adaylarını
Halaskar Zabitân Gru-bu'na meylettirdi.22

Halaskar Zabitân Grubu'nun örgütlenmesi ve meydana gelen siyasi


gelişmeler
20 Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet/Bir Devrin İçyüzü
1908-1918, İstanbul: AR-
MA Yayınları, 1989. 104, 113; Birinci, 166-167; Alkan, 162.
21 Alkan, 163.
22 Alkan, 163-164

Halaskar Zabitân Grubu mayıs ve haziran aylarında (1912) teşekkül


etmeye başlamış ve faaliyetlerini temmuz ayında su yüzüne
çıkarmıştır. Erkân-ı Harp Binbaşısı Gelibolulu Kemal (Şenkıl) Bey,
Erkân-ı Harp Kolağası Kastamonulu Hilmi Bey, Süvari Kaymakamı Recep
Bey ve Yüzbaşı Kud-ı el Bey'den oluşan gruba Rosinyol Hüsnü, Teğmen
Hasan Ali Ve Tevfik Bey de dahildi. Rıza Nur, Mahir Said ve Kemal
Mithat beyler, Bahriye subaylarından İbrahim Aşkî Bey de bu harekete
katılmışlardı. Bunların dışında birçok sivil ve asker kökenli
şahısların da harekete iştirak ettiği bilinmektedir.
Halaskar Zabitân'ın siyasette etkili olmasının en önemli sebebi,
birbirinden habersiz bir şekilde hükümetin aleyhinde faaliyette
bulunanların aynı çatı altında zannedilmesiydi.23 Bu zannm
oluşmasında, aynı zamanda ortaya çıkan Arnavutluk İsyanı ve Halaskar
Zabitân Hareketime muhalefetin destek vermesiydi. Bu Grup, bir
organik bağı olmasa da, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nin bir uzantısı
gibi görülmekteydi.24 Ancak, bu fırkanın Grup namına hareket
etmediğini, işin içinde bulunanlar belirtmektedirler.25
23 Kuran, 173; Bayar, 131; Amca, 104; Alkan, 165.
24 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, 1908-1919,
Çeviren: Nuran Ülken, İstanbul:
Sander Yayınları, 1971, s. 166; Alkan, 173.
25 Alkan, 175.
26 Nur, Hürriyet..., 63-64.
27 Nur, Hürriyet..., 64-65; Hatıratım, 365; Bayur, 258; Bayar,
132.
Binbaşı Kemal Bey (Şankıl), işin başında Sabahaddin Bey'le
görüşmüştür. Diğer taraftan Sabahaddin Bey de, Rıza Nur, Kemal Mithat
ve Mahir Said'le görüşmüş ve onlara hareketin başarı şansı hakkında
sorular sorarak kendine bir yol çizmeye çalışmıştır. Olumlu cevap
alınca, Grub'un programı konusunda yardım etmiştir.26 Ayrıca,
Prens'in yakınında yer alan mütekait Yüzbaşı Hamdi Bey vasıtasıyla,
Merkez Tabu-ru'na bağlı subaylar ve Sarıyer'deki üç piyade taburu
elde edilmiştir. Buna bağlı olarak üç torpidonun da harekete
katılması temin edilmiştir. Bunun yanında, birçok sivil ve
"müteferrik zabitle" Askeri Tıbbîye talebelerinden bir kısmı
silahlandırılmış; ayrıca, Melâmî Şeyhi Terlikçi Salih Efendi'nin
sayesinde bir takım subay ve sivil de harekete katılmıştır. Rıza
Nurcun ifadesine göre, bu faaliyetler için Sabahaddin Bey beşbin lira
harcamıştır.27

Bu süreç içerisinde, bir grup Arnavut subayın dağa çıkması (21-


22 Haziran) ve Arnavutluk İsyanı'na destek vermesini müteakiben, Said
Paşa Hükümeti, Harbiye Nazırı Mah-mud Şevket Paşa’nın tavsiyesiyle
"Mensubin-i askeriyenin siyaset ile men'i işgali zımnında Askeri Ceza
Kanunnamesine zeyl-i kanun lâyihasının irsal kılındığına dair Sadaret
tezkiresi''ni Mec-lis'e sevk etmişti (29 Haziran 1912).28 İç siyaset
açısından önemli bir dönüşümü sağlayabilecek olan bu kanun tasarısını
milletvekilleri kabul etmişti (1 Temmuz 1912).29
Ancak, Mahmud Şevket Paşa, Arnavutluk isyanının genişlemesine
mani olunması hususunda gevşeklik gösterdiği yönünde suçlanmış ve
bunun yanında, İttihatçıların değişik siyasi mülahazaları sebebiyle
istifa etmek zorunda bırakılmıştır (9 Temmuz 1912).30 Neticede, bu
kanunun yayınlanması için gerekli formaliteler tamamlanmadan,
meselede birinci derece rol alan bir bakanın görevini bırakması iyi
olmamıştır.31
28 Meclis-i Mebusun Zabıt Ceridesi (MMZC), c. I, Devre: 2, İnikad:
22, 29 Haziran 1328, s. 537-538; Ahmad; 161; Alkan, 166. Bayar, 123.
Menteşe,147-148.
Nazım Paşa’nın Harbiye Nazırlığı zamanında kabul edilen bu
kanun, muhalif milletvekillerinin süre taleplerine göre üç aydan
fazla geciktirildikten sonra "Mensubin-i askeriyenin siyasetle men-i
iştigaline dair Askerî Ceza Kanunu'na mü-zeyyil kanun-ı muvakkat" adı
altında neşredildi (Bayar, 123-124; Düstur, Tertip II, c. IV, 25
Eylül 1328 / 8 Ekim 1912, s. 650-651)
Bunun akabinde Harbiye Nazırlığı, İbrahim ve Mahmud Muhtar
paşalara teklif edilmişse de kabul görmemiştir. Talat Paşa son çare
olarak Nazım Paşa'ya teklif götürmüş; ancak, o da bu teklifi kabul
etmemiş ve Nezaret "ihtiyar ve gevşek" bir şahıs olan Bahriye Nazırı
Hurşid Paşa’nın elinde kalmıştı. Bu durum da olayların gelişmesine
katkıda bulunmuştur. Zira, orduda nüfuzlu bir halefini bırakmadan
mevkiinden çekilen M. Şevket Paşa önemli bir boşluk meydana
getirmiştir. Daha sonra Sadrazam Said Paşa, Meclis'ten güvenoyu
istemiş ve güvenoyunu almasına rağmen (15 Temmuz) ertesi gün istifa
etmek durumunda kalmıştır. 18 Temmuz 1912'de toplanan Şûrâ-yı
Askerîye Harita Komisyonu Reisi Zeki Paşa aracılığıyla, Halaskar
Zabitân Grubu nâmına bir mektup verilmiştir.32 Bu arada, Bahriye
Nazırı olan Hurşid Paşa, Harbiye Nazırlığı'nı vekaleten yürütmekte ve
bu vesileyle de Şura'ya başkanlık etmekteydi. Toplantı sonunda
Saray'a iletilen bu mektupta, Anayasa'ya uygun bir şekilde seçimlerin
yapılması ve Kâmil Paşa'nın öncülüğünde yeni bir kabinenin işbaşına
getirilmesi, tehditkâr bir üslûpla istenmekteydi.33
Nazım Paşa'nın, mektup olayında sergilediği tutumdan dolayı, bu
işten daha önceden haberli olduğu anlaşılmaktadır. Celâl Bayat'a
göre, cuntacılarla hareket etmesi ikbal peşinde olmasından
kaynaklanıyordu ve cuntacılar da yüksek rütbeli birisinin başlarına
geçmesinden menfaat bekliyorlardı. Olayı meşruiyet açısından
değerlendiren Alkan’ın ifadelerinde haklılık payı büyüktür: "Usule
aykırı biçimde kendine iletilen ve yazanlarını mesuliyet altına sokan
mektubu geri çevirmesi veya tahkikat açtırması gerekirken, müzakereye
koyması ve Merkez Taburu Kumandanı Rosinyol Hüsnü'yü çağırtarak görüş
sorması, Nazım Paşa'nın gelişmelerden haberdar olduğunu ve işe
karıştığını açıkça belirtmektedir. Halâskârandan yana tavır alan
Rosinyol Hüsnü'nün olumlu görüş belirtmesi üzerine Nazım ve Hurşid
paşalar, meseleyi Padişaha açma kararı verirler." Ancak, Hurşid
Paşa'nın meseleden haberi olmadığı anlaşılmaktadır.34
32 Menteşe,147-!48; Alkan, 166.
33 Bayar, 133; Ahmad, 162-163; Alkan, 167.
34 Bayar, 133-134; Alkan, 167.
Olayı haber alan Padişah orduya hitaben bir "beyanname"
yayınlamıştır (19 Temmuz). Buna göre, Kanun-ı Esasi ve
Saltanat hukukuna uygun olmayan bazı isteklerin ileri sürülmüş olduğu
belirtilmektedir. Ayrıca, ülke güvenliği açısından yakın tehlikenin
yaşandığı günlerde subayların siyasete karışmak yerine, kendi asli
görevleriyle meşgul olmaları gerektiği belirtilmiştir. İstanbul
dahilindeki bütün askerî birliklerde de okunması emredilen
beyannamenin bir etkisinin olmadığı anlaşılmaktadır.
İttihatçıların destek verdiği Said Paşa Hükümeti'nin beklenmeyen
bir tarzda istifa etmesiyle, yönetimde Cemiyet'in ağırlığı sona
ermiştir. Bunun yanında, siyasi ve askerî desteğin de büyük oranda
kaybedildiği anlaşılıyordu. Bundan sonra muhalefetin de sıcak
bakabileceği Ahmed Muhtar Paşa Sadrazamlık makamına getirilerek
hükümet kurduruldu.35 Bu hükümet, 27 Temmuz 1912 günü programını
okudu ve güvenoyu aldı. Bu gelişme, İttihat ve Terakkimin hükümete
karşı olduğu düşüncesini de bir noktada çürütmekteydi.36
Olayın perde arkasının önemli tanığı olan Hasan Amca'nin
ifadesine göre Grup, Kurmay Yarbay Gelibolulu Kemal'in başkanlığında
toplanmıştı. Prens Sabahaddin'in Kuruçeşme'deki korusunda vuku bulan
ve sivillerden oluşan bu toplantıya kendisinin de katıldığını
belirtmektedir. Ancak Grub'un ihtilalci mahiyeti anlaşılınca bazıları
fikrinden caymak istemişlerse de sonuç alınıncaya kadar korudan
ayrılmamaya zorlandılar. Akşama doğru kabine teşekkül etmiş ve ttihat
ve Terakki iktidardan düşmüştü.37
Menteşe, 149; Alkan, 168-169.
Şelül Sadrazam Talat Paşa'nın Hatıraları, c. II, Hazırlayan:
Cemal Kutay, İstanbul: Kültür Matbaası, 1983, s.736. 37 Amca, 104-
105.
İttihatçılar çok zayıf bir kuvvete boyun eğdiklerini anladıktan
sonra, harekete geçmeye başladılar. İşin başında Halaskar Zabitân
Grubu'yla ilişkisi olduğu görülen Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın, daha
sonraki safhada (nazır olduktan sonra) ilişkilerini askıya aldığı
anlaşılmaktadır. Harbiye Na-zırı’nın bu tutumundan dolayı ve
İttihatçıların tekrar iktidara gelmesi halinde Grub'a mensup
olanların zor durumda kalacağı korkusu hakim olmaya başlamıştı.38
Hasan Amca’nın görüştüğü arkadaşı Nafiz Bey de bu tür
endişelerini dile getirerek, Nazım Paşa’nın İttihatçılarla olan
beraberliğinin tehlikelerine işaret etmişti. Ayrıca, mevcut durumun
meydana getireceği menfi sonuçlardan sakınmak için Talat Bey'in
ortadan kaldırılmasından başka çare olmadığı görüşü dile getirildi.
Bunun için de Talat Bey'e suikast yapılması üzerinde duruldu. Prens
Sabahaddin'in haberdar olduğu bu plana karşı çıkmasıyla teşebbüsün
önüne geçilmişti.39
Ancak durum ülke açısından hayli kritik noktaya gelmişti.
Birbirini tasfiye etmek isteyen kapıkulu ocakları misali, her iki
kanadın da siyasi ve askerî uzantıları tetikte beklemekteydi. Hasan
Amca'nın şu ifadeleri meselenin vahametini göstermesi açısından
ilginçtir: "Biz artık öyle iktidar ve onu kontrol edici muhalefet
zümresi olmaktan çıkmıştık. Biri diğerini vatan haini tanıyan iki
hasım zümre olmuştuk. Ne iktidarın göz açacak hali, ne muhalefetin
kontrol yapacak insaf ve itidali kalmıştı. Birbirini boğazlamaya
hazır iki düşman saf teşkil etmiştik."*0
38 Amca, 105-106; Nur, 367.
39 Amca, 108.
40 Amca, 109.
Faaliyetlerinin semeresini aldığını düşünen Halaskar Zabitân
Grubu siyasi değişikliklerden sonra da çalışmalarını sürdürmüştür.
Meclis toplandıktan sonra başkanlığa Halil Bey seçilmiştir. Tarafsız
olduğu ve askerleri yola getirebileceği düşünülen Ahmed Muhtar
Paşa’nın Sadrazamlığı zamanında, Halaskar Zabitân'dan tehdit mektubu
alan Halil Bey, Talat Bey'le istişare ederek meseleyi Meclis'e
götürmüştür (25 Temmuz 1912).41 Vekillerin huzurunda okunan mektup
infiale sebep olmuştur. Bunun üzerine Harbiye Nazırı meseleye açıklık
getirmek üzere Meclis'e davet edilmiştir. Nazır, vekilleri
yatıştırmak için, meselenin fazla büyütülecek bir tarafı olmadığı
üzerinde durmuş ve bu konunun takipçisi olacağını söylemiştir.42

Halaskar Zabitân Grubu'nun yayınladığı beyanname veya program

Bu arada Halaskar Zabitân Gurubu 25 Temmuz 1912'de bir beyanname


ve program yayınlamıştır. Grubun düşüncelerini ve isteklerini
kapsamlı bir şekilde ortaya koyan bu metne göre:
4İ Halil Bey'in evine bırakılan bu mektupta, kendisinin
ülke için hayırlı bir iş yapmadığı, bunun yanında padişahı da
entrikalarına alet etmeye çalıştığı yönündeki tavırlarından haberli
olduklarından bahisle, bu durumdan vazgeçmesi ve Mec-//s'in feshi
konusunda bir engel teşkil etmemesi, aksi halde bunun bedelini
kendisine ödetecekleri belirtilmiştir. Hatta, Meclis'ten küçültücü
ifadelerle bahsedilmiş, "Fındıklı Kulüp ve Tiyatrosu" şeklinde tarif
edilmiştir. Meclis'te okunan bu tehdit mektubu ve hususan bu
küçültücü ifadeler mebusların üzerinde oldukça menfi bir tesir
meydana getirmiş ve söz alıp konuşan üyeler bu durumu protesto
etmişlerdir. Aynca Harbiye Nazırı'nı açıklama yapmak üzere Meclis'e
davet etmişlerdir. Konuşma yapanlar veya söze karışan mebuslar
şunlardır: Seyyid Bey (İzmir), Şahin Bey (Camlık), Ohannes Vartkes
Efendi (Erzurum), Mehmet Talat Bey (Ankara), Yusuf Ziya Bey
(Lâzistan), Hasan Fehmi Efendi (Sinop), Bedroson Hallaçyan Efendi
(İstanbul), Harbiye Nazırı Nazım Paşa...vs. (MMZC, c. I, İnikad: 40,
12 Temmuz 1328, s. 444-449).
42 Menteşe, 161; Ahmad, 163-164; MMZC, c. I, İnikad: 40,12
Temmuz 1328, s. 444-449.

1- Meşrutiyet yönetimi devlet için en son adım olduğu halde,


Abdülhamid devrinde olduğu gibi ülke buhran geçirmekte ve inkıraz
tehlikesiyle karşı karşıya gelinmektedir.
43 Önemli siyasî sıkıntıların çözülmesi için reformlar,
rejim değişiklikleri gibi tedbirlere Avrupa'nın gerçek anlamda
sempatiyle baktığı düşüncesi Türk elitleri tarafından geleneksel bir
inanç haline gelmiştir. Halbuki, Batılı devletlerin kendi
menfaatlerinden başka bir ölçüsünün olmadığı tarihî bir gerçektir.
Örneğin, menfaatlerine uymayan demokratik bir yönetimi devirmek için
kurulan askeri cuntalara destek verdikleri bilinmektedir. Bunun
yanında yine menfaatleri gereği, despot rejimlerle iyi ilişkiK'r
kurabilmektedirler.
2- Osmanlı ordusunun yardımıyla kazanılan Meşrutiyet rejimi
sayesinde, Avrupa devletlerinin Osmanlı'yı parçalama planları geçici
olarak durdurulmuştu. Ancak meşrutiyet perdesi altında eski
alışkanlıklar su yüzüne çıkmaya başladıktan sonra, Avrupa bu geçici
tavrını değiştirmeye başlamıştır.43
3- Bu şartlar içinde olan vatanın kurtarılması yine en çok
"zabitâna" düşmektedir.
4- Borçlanmalarla elde edilen ve orduya tahsis edilen paralar,
orduyu dışa karşı güçlü kılmak maksadı taşımaktadır. Ancak ordu ne
kadar güçlü olursa olsun; eğitimi, sanayii, ticareti ve ziraatı
gelişmeyen bir milletin ordusu da gelişmez. Ordu, Meşrutiyet'i zulmün
kalkması, milletin refahının gelişmesi ve iktisadî kalkınmasını temin
için istemişti. Dolayısıyla, hükümet Meşrutiyet'in esaslarına uygun
bir şekilde devleti yönetmelidir. Ayrıca, ordunun yönetiminde işlerin
adaletle yürütülmesi; kanunlara ve nizamlara kesinlikle uyulması
gereklidir. Bunlar, vatanı çöküşten kurtarmak için en önemli iki
meseledir. Ancak, bir süre işlerin düzelmesi/düzeltilmesi beklendi.
Fakat bu mümkün olmadığı için, vatanı düşünen subaylardan bir grup
meydana getirmek mecburiyetinde kalınmıştır (Halaskar Zabitân Grubu).
5- Hangi kesime mensup olursa olsun, ülkede yaşayan yurttaşların
hepsi saygıdeğerdir. "Fırkaları teşkil edenler, efradı muhtereme-i
millet, babalarımız, kardeşlerimizdir." Dolayısıyla, meşrutiyet
idaresinde herkes davranışlarında ve fikirlerini açıklamakta serbest
kalsın. Ordu, meşrutiyet tehlikeye girmediği sürece herhangi bir
müdahalede bulunmadan tarafsız kalsın ve asli göreviyle ilgilensin.44
6- Çöküşün sebebi, meşrutiyetin esaslarına riayet edil-
memesinden, ordu içinde adaletle hükmedilmemesinden ve
disiplin sorunlarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu
arızaların giderilmesi gerekmektedir. Bunun için;
a) İşbaşında olan kabinenin yerine Avrupa'nın güvenini
kazanabilecek girişimci, namuslu ve muktedir şahıslardan meydana
gelen bir kabinenin iktidara gelmesi.
b) Sorumluluk taşımayan güçlerin hükümetin işine müdahale
etmemesi.
c) Kabine değişikliğinden sonra seçimlerin tarafsız bir şekilde
yapılması.
7- "Ordunun esasını tahrip eden" problemlerin ortadan
kaldırılması için;
a) Ordu mensuplarından hiç kimsenin siyasetle uğraşmaması,
ordunun tamamen ve fiilen siyasetten çekilmesi, meşrutiyet fiilen
tehlikeye düşmedikçe subayların fırkalara karşı tarafsız kalması ve
bu tarafsızlığın halka ilânı.
b) Fırka "murahhaslıklarında veya mülkiye memuriyetlerinde"
bulunanların askerlikle ilişkilerinin kesilmesi veya tamamen aslî
görevlerine dönmeleri.
c) "Orduda kaide-i âdil ve müsavata, ahkâm-ı kavânin ve
nizamâta, terbiye-i askeriye mukteziyatma tamamiyle riâyet edilmesi"
icap etmektedir. Bunun için;
44 "Rejimin tehlikeye girmesi" halinde ordunun siyasete
müdahale etmesi yönündeki düşünce önemini sürekli korumuştur.
Esasında bu meşrutî/demokratik bir rejim için geçerli olmayan bir
tarzdadır; zira, bu rejimlerde meselenin çözümü ordu-• l.ı aranmaz.
Bunun için başka mekanizmalar vardır.
c.a) Sorumluluk korkusunun sadece alt rütbeliler için değil, üst
rütbeliler için de geçerliliği sağlanmalıdır.
c.b) Divan-ı harplerin, kararlarını özgürce verebilmesi için
buralara yetkin insanlar tayin edilmeli ve kanunlara riayet
edilmediği taktirde bunun sorumluları cezalandırılmalıdır.
c.c) Askerî birimlerde görev yapan subayların tayinlerinde
torpil yapılmamalıdır. Subayların, gerekli bütün birimlerde görev
yapmaları temin edilmeli, hava şartlarının ağır geçtiği ve medeni
imkânların kısıtlı olduğu beldelerde uzun süre bekletilmemelidir.
c.d) Ordu içindeki terfilerde liyakatin esas alınarak
uygulanması gerekmektedir.
Diğer taraftan, Grub'un yönetimi ve kendi içindeki
yapılanmasıyla ilgili olarak şu hususlara yer verilmektedir:
1- Grub'un merkezi şimdilik gizli tutulacaktır. Bu harekete
dahil olanlar düşüncelerinde kararlıdır. Bu düşünceler, ordunun ve
vatanın layık olduğu mertebeye yükseltilmesi için gayret göstermek
amacını taşımaktadır. Bundan dolayı, G-rub'a mensup olanlar, ihtiras,
gurur, kibir gibi kötü ahlakla sivrilmek isteyenlerin davranışlarını
tasvip etmez. Guruba mensup olsun-olmasm bütün ordu mensupları
saygıdeğerdir, kendileri hakkında ayrımcılık yapılmamalıdır.
2- Siyaset ve orduyla ilgili talepler bir lâyiha şeklinde
yazılarak resmen takdim edilecek ve hemen icrası istenecektir. Bu
talepler kabul edilmeyecek ve Gruba mensup olan fertlere karşı menfi
bir tutum sergilenecek olursa, bu tutumu ortadan kaldırmak için
mücadele edilecektir. Ayrıca, "Grup metalibâtı-nın kabul edildiği ve
icraat-ı siyasiye ve askeriyeye girişildiğini fiilen görüp, kanaat
hasıl ettikten sonra kendiliğinden mefsuh addolunacaktır."
3- Grub'un fertlerine kura çekilerek görev verilecektir.
Gelecekte Grup mensuplarının ve yakınlarının başına gelecek bir
sorunun çözülmesine diğerleri yardımcı olacaktır. Bunun için ayrıca
bir yardımlaşma sandığı kurulacaktır.45
Beyannamenin yayınlanmasından sonra, İstanbul Mebusu Bedros
Hallaçyan Efendi ve arkadaşları, Halaskar Zabitân Grubu adına
yayınlanan beyanname ve nizamnameler konusunu Meclis'in gündemine
getirmiş ve Harbiye Nezare-ti'nden açıklama istemiştir. 46

Arnavutluk İsyanı ve Halâskâran Hareketi'nin sonuçları

İsyancılar ve Manastır'da bir grup subayın öncülüğünde dağa


çıkan askerlerin meydana getirdiği hadiselerin hükümet üzerinde
etkili olması, iktidarda siyasi zaafa yol açmıştı. Böylece, İttihat
ve Terakki'nin 31 Mart olaylarından sonra ilk defa nüfuzu
kırılıyordu.
Beyartname için bakınız: Kuran, 274-278; Tarık Zafer Tunaya,
Türkiye'de Şimal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, c. I, İstanbul:
Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984, 7-344.
46 MMZC. c. I, inikad: 46, 21 Temmuz 1328, s. 616-617.
47 Alkan, 1
Halaskar Zabitân Gurubu'nun faaliyetlerinden sonra,
İttihatçıların desteklediği Said Paşa Hükümeti görevinden çekilmek
zorunda kalmıştır. İttihatçıların sayısal üstünlüğüne rağmen
hükümetten çekilmeleri, dengelerin oturmadığını ve u-jimin
yerleşmediğini göstermektedir.47 Belki de, bir "cuntanın" hükümete
karşı düzenlediği darbenin ve bunun meydana getirdiği siyasi otorite
boşluğunun neticesinde çoğunluğun kendisini muktedir görememesi
açısından ilk örneklerden biri yaşanmıştır.48
Talat Paşa'ya göre bu krizin en önemli sebebi, Halaskar Zabitân
Hareketi'nin ordu disiplini üzerinde meydana getirdiği olumsuzluklar
ve Arnavutlar'ın yeniden silaha sarılmaları neticesinde asayişin
bozulmasıydı. Asayişi temin etmek üzere gönderilen kuvvetlere mensup
bazı subaylar, birlikleriyle isyancılara katılmışlardı. Bu şekilde
gelişen siyasi olayların ordu içinde tahrip edici özelliğinin olduğu
açıktır.49
48 Talat Paşa'nın bu olay hakkındaki ifadeleri,
darbelere maruz kalan siyaset-
çilerin psikolojisini göstermesi bakımından açıklayıcı niteliktedir:
"Sağ kalan bir ço-
cuğu iddia-yı sahabet eden iki valideye karşı Hazret-i Süleyman'ın
verdiği hüküm gibi, va-
tanı iki parça etmektense, muarızlara bırakmayı dalın hamiyetkârane
gördüm. İnşaallah
hüsn-ü idare ederler" (Süleyman Nazif'ten nakleden Alkan, 177).
Sultan Abdülha-
mid'ten beri, muhafazakâr partilerin iktidarda olduğu zamanlarda
yapılan bütün
darbe ve siyasî müdahalelerde, karşı karşıya gelinen bir durumdur
bu... Paşa'nın
ifadeleri, iktidardan birinci derecede sorumlu ve darbeye muhatap
olan şahısların
psikolojisini de göstermektedir... Burada esas endişe, ifade edildiği
gibi, vatanın bü-
tünlüğü olduğu tahmin edilebilir. Darbelerin meydana getirdiği ortam,
yani siyasî
bölünmüşlük (daha doğrusu halkın bölünmüşlüğü), uzun bir süre
etkisini göster-
mektedir. Köklü bir milletin girdiği en ağır savaşların ve maruz
kaldığı yenilgilerin
yaralarını belli bir zaman içinde sarması mümkündür. Ancak, içerde
birbirine karşı
yabancılaşmaktan dolayı meydana gelen bölünmüşlüğün ve bu yapıyı
destekleyen
askerî darbelerin yaralarını sarması hayli zordur. Yeniden güveni
tesis edebilmek
zaman alacağından, çoğu zaman, sorumluluk sahibi olan yetişmiş devlet
adamları
bu tür olayları asgarî bir zararla atlatmanın çarelerini ararlar. 32
Mart Vak'ası’ın de-
ğerlendiren birçok yazar, olayların, iktidarını ortadan kaldıracağını
görmesine rağ-
men Abdülhamid'in, "kardeş kanı dökülmesin, birlik bütünlük
bozulmasın" gerek-
çesiyle menfi bir tavır takınmadığını belirtmektedir. Bu anlayış, en
çok askerî darbe-
ye muhatap olan bir siyasetçiye atfedilen "şapkayı aldı ve gitti"
sözleriyle simgelen-
miştir. İktidardaki muhafazakâr ve sağ eğilimli siyasetçilerin,
askerî muhtıra ve dar-
belere karşı "korkaklığına" delil olarak gösterilen bu tutumlan,
esasında daha de-
rinde bir anlam taşımaktadır.
49 Şehit Sadrazam..., 736.
Hürriyet ve İtilaf yanlısı matbuatta, olayların iktidarın
aleyhinde gelişmesinden dolayı bir memnuniyet sezilmektedir. Lütfi
Fikri, Halâskâran’ın, ordunun siyasete bulaşması tarzında bir sonuca
sebebiyet vermeyeceği fikrindeydi. Ancak bu hareket, ordu içinde
bölünmenin ve siyasi tarafgirliğin daha da derinleşmesine yol
açmıştır. Bu yanlılığın ordu içindeki tayinlere ve terfilere kadar
etki etmesi, orduyu zaafa uğratmıştır. Bu anlayış içinde yoğrulan
tarafların birbirlerini tasfiye etmeye çalışmaları, kötü bir
geleneğin devamı anlamına gelmektedir.50
Diğer taraftan, Arnavutluk İsyanı esnasında askerin siyasetle
ilgisinin kesilmesi için Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa tarafından
hazırlanan tasarı Meclis'e sevk edilmiş (29 Haziran 1912)51 ve 1
Temmuz 1912'de görüşmelere geçilmişti. İlgili bakan tarafından
kanunun gerekçeleri vekillerin huzurunda dile getirilmişti. Askerî
cezaların, meydana gelen olaylarda ihtiyaçları karşılayamayacağı
gerekçesiyle iki madde eklenerek mevcut sorunlar giderilebilecekti.
Bu maddeler şu şekilde ortaya kondu:
1- Siyasetle uğraşan askerî personel, işledikleri suça ve
durumlarına göre bir cezaya çarptırılacaktır.
2- Siyasi partilere giren askerî personelin, askerlikle olan
ilişkisi kesilerek iki aydan altı aya kadar hapsedilecek tir.52
50 Alkan, 178.
51 Daha önce ciddi bir şekilde gündeme gelmeyen bu
konunun İttihatçılar ta-
rafından gündeme getirilmesi dikkat çekici bir durumdur. Sırtını
askeri zümreye da-
yayarak siyaset yapan ittihat ve Terakki, bu haksız rekabeti bir
türlü göz ardı edeme-
mişti. Ancak, aynı tarzda gelişen karşıt bir hareketin partilerini
dağıtabileceğini gör-
meleri, kendilerini olması gereken noktaya getirmiştir.
52 Ayrıntılı bilgi için bakınız: MMZC, c. 1, inikad:
22, 16 Haziran 1328, s.537-
539; inikad: 23, 18 Haziran 1328, s. 543-577; Alkan, 179-180.
Bu tasarı, basında ve siyasi arenada, olumlu-olumsuz birçok
değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Neticede, tasarı bazı
değişikliklere uğrayarak yeniden Meclis'e sevk edilmiş; ancak, Said
ve Mahmud Şevket paşalar görevlerinden çekilmislerdi. Ahmed Muhtar
Paşa Kabinesi ise tasarı için mehil istemiş; ancak, bu sırada Meclis
feshedilmişti (4 Ağustos 1912). Bundan sonra, irade ve geçici
kanunlarla askerlerin ve memurların siyasetle uğraşmaları
yasaklanmıştı.53
53 Bayar, 117, 118, 123-17.4.
54 Bayar, 124-125.
Arnavutluk İsyanı ve Halâskâran Hareketi'nin en önemli sonucu
sayılabilecek hadiselerden biri de, Harbiye Nazırlığı gibi önemli bir
mevkide bulunan kudretli bir paşanın istifası olmuştur. Mahmud Şevket
Paşa, İttihatçılara yakınlığıyla bilinen etkili bir kumandandı ve
onların hükümetinde görevini sürdürmekteydi. Paşa, Arnavutluk
İsyanında yeterli tedbirler alamadığı gerekçesiyle ve bütçe
görüşmelerinde bazı ihtilaflar yüzünden istifa etmek zorunda kaldı.
Ancak, Pa-şa'yı evinde ziyaret eden İttihatçıların, başka gerekçeler
göstererek kendisini ikna ettikleri iddia edilmektedir (19 Temmuz
1912) 54
Sonuç

II. Meşrutiyet'in ilânından sonra, askerlerin hükümetler


karşısında takındığı tavır, XX. yüzyıl Türk siyasetinde en önemli ve
belirleyici bir geleneğin başlamasına sebep olmuştur. Osmanlı
İmparatorluğu'nun klasik çağından itibaren as-ker-siyaset ilişkisi
konusunda hayli sıkıntılar olduğu görülse de, Meşrutiyet'in ilânını
müteakiben ordu-siyaset ilişkisi bir noktada farklılık arz
etmektedir. Bu farklılığın en önemli sebebi ve gerekçesi; Türkiye'nin
güvenlik sorunudur. Zira, yüzyılın başından itibaren Osmanlı Devleti
gücünü büyük oranda kaybettiğinden, bu sorun en yoğun dönemini yaşa-
yagelmiştir. İç politikadaki çalkantılar ve savrulmalar, ülkenin
güvenliği konusunda birinci derecede sorumluluk sahibi olan ve bu
şekilde yetiştirilen bir zümrenin telaşını artırması tabiîdir. Birçok
meseleyle beraber meydana gelen güvensizlik, kısa zamanda, ordu
içinde çeşitli yapılanmaları gündeme getirmiştir. Halaskar Zabitân’ın
beyannamesinde dile getirildiği gibi, benzer gerekçeler sürekli
gündeme gelmiştir.
Ancak, ülkenin hayatî sorunları ve siyasi yapısından kaynaklanan
belirsizliklerin, demokratik bir rejimle daha sağlıklı
çözülebileceğine bütün kesimlerin ve kurumların güvenmesi
gerekmektedir. Zira, gerekçesi ne kadar ulvî olursa olsun
antidemokratik ve hukuk dışı yollarla sorunları çözme girişimi,
Meşrutiyet döneminde olduğu gibi, daha büyük sorunları doğurmuştur.
Yani, ülkeye hizmet etme gerekçesiyle yola çıkanların, kullandıkları
metotlar yüzünden ülkeye en büyük kötülüğü yaptıkları bilinmektedir.
Bu çevrelerin, yaptıkları kötülüğün farkına varamamasının en büyük
sebebi, kullandıkları argümanlardır. Bu argümanların ruhunda "insanın
mutluluğu" yer almaz; bunun yerine bir takım düşün

ce kalıpları içinde vehmettikleri "devletin selameti" yer alır. Ancak


"devletin selameti"nin dahi milletin selametine bağlı olduğunu
düşünecek bir kültüre ve insafa sahip olmamaları, bu ideallerine de
ters düşmüş olduklarının kanıtıdır. Esasında, insanlar ne kadar acı
çekerse çeksin ve mağdur olursa olsun önemli olan "devletin
selametidir", gibi bir düşünceyle ikna edilen grupların üzerinden
belli bir hizibin "devleti içten ele geçirerek" iktidarını her
dönemde sürdürmeyi başarması, siyasi tarihimizin en önemli konusu
olsa gerek.

Bir Devrin Tasfiyesi Veya Hilafet'in Sonu

Giriş

Hilafet meselesi çevresinde günümüze kadar yapılan tartışmalar,


değişik zeminlerde ve belli bir yoğunlukta devam etmiştir. Bunun
yanında, Hilafet konusunun her an bir vesile ile gündemi işgal
edebileceğini belirtmek gerekir. Bu da meselenin kesintisiz bir
şekilde ilgiye mazhar olduğunu göstermektedir. Esasında, önce
Türkiye'de, daha sonra diğer İslam ülkelerinde oluşan siyasi
sistemlerle ilgili tartışmalar yoğunlaştığında bu konunun da
hatırlandığı bilinmektedir. Diğer taraftan, Hilafet üzerine birçok
araştırma yapılmıştır. Bunlar, meselenin daha ziyade dinî yönünü
ortaya koymuş ve bu maksatla tarihî gelişimi incelenmiştir.
Bu çalışmamızda, meseleyi birinci derecede dinî açıdan incelemek
gibi bir gaye güdülmemektedir. Bunun yanında ansiklopedik mahiyette
veya tarihî sürecin kronolojik olarak ortaya konması gibi bir
endişemiz de yoktur. Meselenin bu yönlerini inceleyen bazı hukukçu,
ilahiyatçı ve tarihçilerin bir hayli akademik çalışması mevcuttur.
Bunlardan başka, konuyla ilgili bazı önemli hususlar incelenmeliydi.
Bu da, Hilafet kurumunun son dönem Osmanlı-İslam toplumunda kazandığı
sosyal ve siyasi konumun, İslam coğrafyasında nüfuz sahası oluşturan
ve sömürgeleri bulunan Batılı güç odaklarının dikkatini çekmesi ve
buna karşı oluşturdukları politikaların meydana getirdiği
sonuçlardır. Kısaca, Batı’nın

menfaatleriyle Hilafet siyasetinin ters düşmesi ve neticede I. Dünya


Savaşı'nı kaybeden Türkiye'nin, varlığını sürdürebilmek endişesi ve
"Batılıların arzuları" doğrultusunda Hilafet kurumunu kaldırmaktaki
"zorunluluğunun" araştırılması gerekiyordu...
Hilafet'in kaldırılmasının gerçek sebepleri ne olabilirdi?
Türkiye'nin çağdaşlaşmasının önündeki engeli aşmak mı idi gerçek
sebep? Hilafet ve Saltanat'ın yapısal olarak böyle olumsuz bir
fonksiyon icra ettiği iddia edilirse Japonya ve İngiltere gibi
ülkelerin, monarşilerin gölgesinde kalkmabilmiş olması; hatta
"liberal demokrasiyi" uygulamadaki başarıları ve diğer taraftan
cumhuriyetle yönetilen birçok ülkenin totaliter bir rejimle
yönetilmesi ve halkın sefaleti ne ile açıklanabilirdi? Hilafet'in
dinî ve milli açılardan gerekliliği veya gereksizliği eksenindeki bir
tartışmadan ziyade -ki zamanımızda bu tür tartışmaların belki de bir
yararı ve gereği de yoktur- meselenin arka planıyla anlaşılmaya ve
analize ihtiyacı vardır. Bu çalışma buna bir nebze ışık tutabilirse
yazı amacına ulaşmış sayılır.

Zamanımızda Hilafet meselesi ne anlama gelir?

Müslümanların Hilafet'i yeniden ihya etme gayesi esasında bir


ütopyadır; yani, böyle bir hareketin realiteyle bağdaşmadığı
bilinmektedir. Bundan dolayı Müslümanların daha ilk dönemlerden
(1924) itibaren böyle bir talebi ciddi anlamda seslendirmemesi veya
seslendirememesi milletlerarası düzenin bir gereği olarak kabul
edilebilir. Bu düzenin gücünü en iyi anlayanlar, Türkiye'yi yöneten
siyasi kadrolardır ki, böyle bir talebe -düşünce bazında bile- hiçbir
surette izin vermedikleri/vermeyecekleri bilinmektedir. Esasında
Hilafet veya İslam birliği ekseninde -güç gerektiren- bir siyaset
oluşturma talebi, çok zor şartlarda kurulan bir devletin güvenliğini
tehlikeye düşüreceği bilinmektedir. Konuya siyasi açıdan yaklaşıldığı
taktirde bu reddedilemez bir gerçektir de. Dolayısıyla, görevini
yerine getiremeyen, yani Müslüman toplumların saadetini temin
edemeyen bir kurumun varlığı önemini yitirmeye mahkum olmaktadır.
Bunun yanında bu görevi daha ziyade yerine getirebilen bir hükümetin
önemi siyasiler açısından tercih sebebi olabilmektedir. Diğer bir
husus, Hilafet'in görevlerinin bu kurum ilga edilirken, yani işin
başında TBMM.'ye devredilmesi ilginç ve anlamlı bir karardır...
Diğer taraftan, bu konu, "mânâsına uygunluk" yönünde irdelenirse
farklı bir durum ortaya çıkmaktadır. Zira, Müslüman'ın evvela fert
bazında dinini idrak etmesi gerekmektedir. Bundan sonra dinin
emrettiği doğrultuda adalete uygun, refah ve huzuru yerinde olan
özgür bir toplum gelmektedir. Bunlar, belki de beraber düşünülmesi
gerekir. Bunun temin edilmesi şüphesiz toplumun ve kurumların hukuk
normlarına uygun bir şekilde formatlanmasından geçmektedir.
Toplumun kendi içinde oluşan problemleri halledebilmesi, bir
noktadan sonra çevresindeki toplumlarla münasebetlerine de bağlıdır.
Aslında İslam dininin insani yönünü kavrayan bir toplum, çevredeki
toplumların huzurlu olup olmamasıyla ilgilidir. Komşuda çıkan yangına
seyirci kalmamak insan olmanın gereğidir. Yine insanın yaradılışına
uygun olan bir husus, başkasının üzüntüsünü ve mutluluğunu
paylaşmaktır.
Ayrıca, Müslüman'ın anlayışında dünya üzerinde yaşayan
insanların hepsi ümmet (ve kardeş) olarak kabul edilmektedir ve bu da
iki bölümde düşünülmektedir: İnananlar ve inanmaya aday olanlar...
Müslüman'ın görevi -dünya bir imtihan yeri olarak düşünüldüğünden,-
ölünceye kadar devam etmektedir. Dolayısıyla, iyilik veya kötülük
yapanlar karşılığını göreceklerdir. Yani; amellerin mutlaka
sorgulanacağı bir başka diyar bulunmaktadır
Kısaca, Müslümanlar ve onların meydana getirdiği toplum ve
teşkilatlar adaleti ve doğruluğu tebliğ edip hakim kılmakla
mükelleftirler. Bunun meydana gelebilmesi cihat etmekle mümkündür.
Ancak, cihat kavramını savaş karşılığına indirgemeden düşünmek
gerekir. Bu kavram daha ziyade, Müslüman'ın iyiye ve doğruya niyet
ederek bunu iradesiyle fiiliyata dönüştürmesi anlamına gelmektedir.
Yani, niyette ve davranışlarda doğru bir yol tutulması cihat
kavramının temellerini teşkil eder. Bir Müslüman'ın ülkesi için
savaşması bu çerçevede ayrıntı olarak anlaşılmalıdır. Bu kavram
tarihî süreç içinde her ne kadar ağırlıklı olarak savaş anlamında
kullanılmış ise de meselenin esasını, çıkış yerini nefis terbiyesi
teşkil etmektedir. Zira, böyle bir cihada gönül vermek de bu yolla
(nefis terbiyesiyle) mümkün olabilir; nefsine karşı cihat yapamayan
bir insandan ülkesi için savaşmasını beklemek fazla iyimserlik
olur...
Diğer bir husus, İslam toplumlarında siyasi meşrutiyetin kaynağı
tarihî süreç içinde değişiklikler arz etmektedir. Ancak, İslamcılık
cereyanına kaynaklık eden Yeni Osmanlı aydınlarının oluşturduğu
düşüncelerden itibaren, günümüze kadar pek çok yazar meşrutiyetin
kaynağı konusunda milli irade anlayışını ve kavramını ileri
sürmüşlerdir. Bunlar daha çok radikal bir biçimde İslam'ın ilk
dönemlerine ve ilk kaynaklarına dayanmaktadırlar. Bu çerçevede karşıt
düşünceler de üretilmektedir.

Halifeliğin Osmanlı'ya geçmesi ve klasik dönemdeki anlamı

İslamiyet geniş bir coğrafyaya yayıldıktan sonra muhtelif İslam


devletlerinin sultanları halife unvanını kullanmışlardır. Bu
sultanların gayesi, İslamî açıdan siyasetlerine bir meşruiyet
sağlamak ve bu sayede halkı kendi yönetimleri etrafında tutmaktı.
Ayrıca, bu unvanla âdil bir hükümdar olduklarını göstermek istiyorlar
ve bu unvanın yüklediği sorumluluğun gereklerini yerine
getireceklerini adeta vaat ediyorlardı.
Osmanlı Hilafeti'nin meşruiyetini oluşturan ve halk arasında
kabul gören temel dayanaklarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
"İrade-i ilahiyenin" tecellisi, ecdattan tevarüs, cihat... ayrıca;
ulemanın, halkın, sivil ve askerî bürokrasinin tasvibi.
Osmanlı sultanları arasında daha erken bir dönemde dahi halife
kavramına karşı ilgi duyulmakta idi. Bundan dolayı, I. Murad'dan
sonra Osmanlı padişahları içinde halife unvanı kullanılmıştır.
Sultan I. Selim Mısır'ı Osmanlı topraklarına kattıktan sonra
halifeliğin İslam dünyası içindeki maddi ve manevi misyonunu
devralmıştır (Abbasi halifesi III. Mütevekkil-Alellah'dan). Hicaz'ın
Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra Osmanlı padişahları,
halifeliğin gereği olarak "hâdi-mü'l-Harameyni'ş- Şerifeyn" olarak
görülmüştür.
Bunun yanında Osmanlı padişahlarının, geniş bir coğrafyaya
yayılan devletin sınırlarını aşarak bütün İslam dünyası açısından
halifeliğin gereklerini yerine getirme eğilimi taşıdıkları görülür.
Nitekim Kanunî, Portekizliler'in tasallutuna uğrayan Hintliler’ın
yardım istemeleri sebebiyle, Allah'ın inayetiyle yeryüzünde halife
olduğunu, dolayısıyla hac yolunun güvenliğini sağlamanın kendi görevi
olduğunu belirtmiştir. Aynı şekilde III. Murad, Afrika'daki Müslüman
(Sa'di) sultanlanyla ilişki kurmanın yollarını aramış ve gönderdiği
mektuplarında hilafetini kabul etmelerini istemiştir (Özcan, 546).
Diğer taraftan, Hilafet kurumu İstanbul'a getirilip Saltanat'la
birleştirildiği zaman Osmanlı Devleti siyasi açıdan gücünün doruğuna
ulaşmıştı. Esasında Osmanlı Saltanatı fiilî olarak halifenin
görevlerini döneminin şartlarına uygun bir şekilde yerine getirmekte
idi. Hilafet'in intikali aslında bu fiili durumun hukukî hale
getirilmesiydi. Yani; Osmanlı sultanları İslam dininin gereklerine
göre yetiştirildiklerinden, Hilafetin misyonunu devletin gücü
nispetinde yerine getirdikleri söylenebilir. Hatta, Hilafet kurumunu
uhdesinde bulunduran son dönem Abbasi halifelerinden daha fazla
Hilafet'in anlam ve amaçlarına hizmet ettikleri de düşünülebilir.
Dolayısıyla bu kurumun, eşyanın doğasına uygun olarak, amaçlarını en
iyi yerine getirebilecek olan bir siyasi otorite ile birleşmesi
gerekmekte idi.
Yavuz Selim'le beraber Osmanlı Devleti'nin hakimiyet alanı Orta
Doğu'ya doğru genişlediğinden, Müslüman bir sultanın yapması gereken,
geniş bir perspektiften ülke yönetimini düzenlemekti. Dolayısıyla
Hilafet'e yüklenen anlamın fiili temsilcisi olarak Osmanlı sultanları
temayüz etmiştir. Doğal bir şekilde oluşan bu reel politikalardan
sonra XVI-II.yüzyılın ortalarından itibaren Batı'da gelişen Sanayi
İnkılâbı ve buna bağlı olarak siyasi-askerî ve ekonomik yayılmacılık,
Müslümanların yaşadığı toprakların aleyhine gelişmekte idi. İslam
beldelerinin XIX. yüzyılda bir bir bağımsızlıklarını kaybetmeleri
Moğol istilasından bu tarafa en büyük yıkım olmakta idi.
Bunun yanında, Osmanlı Devleti bu olumsuz tabloyu giderecek
siyasi, askerî, ekonomik ve entelektüel birikime sahip değildi. Bir
takım reformlarla savunma refleksleri denebilecek davranışlar
göstermekte idi.
Esasında halifeliğin Osmanlı'ya geçmesi İslam birliği için
atılan en önemli adımdı. Ancak, Hilafet ve İslam birliği konusuyla
ilgili yapılan yorumlarda XVIII. yüzyıl sonrası dönem ağırlıkla söz
konusu edilip, bunu moderniteyle açıklama gayretleri görülür.
Halbuki, ideolojik düşüncenin revaçta olmadığı Yavuz Selim ve sonrası
dönemlerde adı konmamış fiili bir durum söz konusu idi. Örneğin,
Sokullu Mehmet Paşa'nın Don-Volga Projesi, Orta Asya'daki Sünnî
Müslümanlarla süratli bir şekilde siyasi ve askerî diyaloga
girebilmenin arayışları olarak düşünülebilir. Zira; İran bir duvar
gibi Osmanlı Devleti'yle Orta Asya'nın arasına girmişti ve Kuzeyden
gelişen Rus yayılmacılığı mukadder gözüküyordu (ki, bu yayılmacılık
mevcut coğrafyanın da icbar ettiği bir durumdu).
Bununla beraber, Osmanlı'nın güçlü olduğu bu dönemlerde
halifeliğin manevi avantajlarını, devletin politikalarına temel
yapmak için şekilci bazı hareketlere girişme gereği duyulmadı.
Hilafet'in öngördüğü doğrultuda siyaset fiili olarak işliyor; kurum,
şekli olarak iç ve dış politikaya alet edilmiyordu.
Dolayısıyla, bu doğal ve herkesin kabul ettiği süreç zedelenmeye
başladıktan sonra, Hilafet'in anlam ve öneminin bir şekilde devam
etmesi ve uluslararası metinlerde de yer alması için gayretler sarf
edildi. Osmanlılar, Ruslarla yaptıkları savaşları kaybedince 1774'de
Küçük Kaynarca Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldılar. Burada
Osmanlı Padişahı Müslümanların halifesi olarak kabul edilmiştir. Bu
anlaşmanın
Hilafet kurumu için dönüm noktası olduğu düşünülebilir. Burada önemli
olan bir husus, siyasi olarak Rusya'nın nüfuz ve idaresine girer.
Kırım Müslümanlarının, manevi olarak bağlı oldukları otoritenin
Osmanlı padişahı olmasıdır. Yani, Kırımlılar için manevi anlamda bir
Hilafet söz konusudur.

XIX. yüzyıla gelince

1774'ten sonra olumsuz bir şekilde değişmeye başlayan siyasi


tablo Osmanlı kamuoyunu derinden yaralamıştır. Bir İslam beldesi olan
Kırım, Rusya'nın idaresi altına girmiştir. Belki de bu acı tablo
karşısında teselli olacak bir husus İslam halifesinin manevi
önderliğinin tanınmasıydı.
Osmanlı Devleti, aldığı askerî yenilgiler ve yönetimdeki
tıkanıklıklar sebebiyle XIX. yüzyılın ortalarına doğru kendine bir
çıkış yolu bulmak için Tanzimat Fermam'nı ilan etti. Bu yeni duruma
göre, gayrimüslim unsurlardan dolayı, geleneksel Hilafet (Saltanat)
anlayışında örfî taraf daha ağır bastı.
II. Mahmud'la başlayan bu süreçte, farklı dinlerden olan halkın,
ancak ibadet yerlerinde dinî mensubiyetlerinin bir anlamı
olabileceği, diğer kamu alanlarında bunun pek önemli sayılmayacağı
fikri vurgulandı. Ancak; İslâm'ın evrensel anlayışında böyle bir
esneme payının (Hilafetle beraber) varolduğu bilinmektedir.
Tanzimat'la birlikte şerl hukuk yeniden tedvin edildi (Mecelle).
Bu bağlamda Hilafet makamının önemi arttı. Bununla beraber Batı'nın
yayılmacı siyaseti Müslüman ülkeleri hedef alıyordu. Müslüman
ülkelerden gelen feryatlara halife sessiz kalamazdı. Nitekim,
Müslümanların tek bağımsız ülkesi sayılabilecek Osmanlı Devleti'nden
medet ummakta idiler.
Batı'nin işgali altındaki topraklarda halk isyan etmekte, fakat
milli direnç odakları bir bir çökertilmekte idi. Bu çerçevede
Hilafet'in önemi daha çok ortaya çıkmakta idi:
1873'te, Osmanlı sultanının himayesine girmek isteyen Doğu
Türkistanlı Yakup Han'ın yardım talebi kabul edilerek kendisine
askerî yardım gönderilmiştir.
II. Abdülhamid döneminde Hollanda'nın sömürgesi Ca-va'da
Müslümanlardan haksız yere vergi alınması konusuyla ilgilenilmiştir.
Ermeniler'in Kafkasya'da Müslümanlara yaptıkları saldırılara
karşı Rusya nezdinde girişimlerde bulunulmuştur.
Diğer bir husus, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
yayınlanan gazeteler halkın kanaatleri üzerinde etkili olmakta,
hükümetin ve padişahın üzerinde bunun yansımaları görülmekte idi.
Böylece, bu olumsuz gelişmeler yaşanırken Osmanlı kamuoyu gazete
vasıtasıyla bundan haberdar olmakta ve Müslümanların halifeden yardım
taleplerini ilgiyle takip etmekte idi.
Bu arada ilân edilen Islahat Fermanı, Osmanlı aydınları üzerinde
olumsuz bir etki meydana getirmiştir. Yabancı devletlerin Osmanlı
Devleti'nin iç işlerine karışacağı korkusu hakim olmuş; her ne kadar
böyle olmayacağı yönünde taahhütler alınsa da, Batılı devletlerin
anlaşmalara sadık kalmadığı bilinmekteydi. Bu noktada Osmanlı
Hükümeti'ne karşı muhalefeti temsil eden odaklar, gazetelerin
oluşturduğu kamuoyu sayesinde, kendilerini halka yakın
hissediyorlardı. Böylece halkın inançları doğrultusunda itirazlar
yükseliyordu. Ayrıca; dünya üzerinde yaşayan diğer Müslümanların
problemleri gündeme geldikçe "İslamcı ideolojinin" temelleri
atılıyordu.
Islahat Fermanı'yla, Hıristiyanların Müslümanlarla eşit duruma
getirilmesi, -o zamana kadar Müslüman Türklerin

kendilerini devletle özdeşleşmiş hissetmelerinden dolayı-kırgmlığa


sebep olmuştur. Yeni Osmanlıların Islahat Fermanı ile ilgili
birleştikleri husus, Ferman'ın Hıristiyanlara Müslümanlardan daha
fazla imtiyaz sağladığı yönünde idi. Bu noktada aydınlar arasında
endişe meydana gelmiş, bu da mücadele azmine temel teşkil etmiştir.
Batılılar, 1870'lerden itibaren, sömürge haline getirdikleri
İslam ülkelerinde kendilerine karşı oluşan muhalefetin itici gücü
olarak Hilafet'i ve buna dayanarak gelişen panisla-mist siyaseti
görmekte idi. Bu düşüncelerini ve korkularını haklı kılacak
gelişmeler olmakta idi. Zira, Müslümanların yaşadığı ülkelerde
emperyalizme karşı yoğunlaşan direnişler Batılıları zor durumda
bırakmaktaydı. XIX ve XX. yüzyılda Afrika'nın değişik bölgelerinde
Hıristiyan Avrupa sömürgecilerine karşı cihat eden Müslümanlar
bulunmaktaydı. Sene-gal'de Fülanî hareketi, Batı Afrika'da el-hac
Ömer'in direnişi, Sudan'da ve Somali'de Mehdi hareketleri, Libya ve
Büyük Sahra'da Senüsîlik hareketi, Emir Abdülkadir ve el-Cezairî
hareketi, Kuzey Afrika'da Abdülkerim el-Hattabî hareketi... Batı'ya
karşı bütün bu direncin altında İslam coğrafyasını yeniden
özgürleştirme amacı yatmaktadır. Belki bir sonraki hamlede, -ulaşımın
da büyük ölçüde kolaylaşmaya başlaması sebebiyle- Müslümanların daha
sıkı bir şekilde dayanışması fiili olarak gerçekleştirilecekti.
(Afrika, 57-59, 68, Türköne, 247).
Hilafet'e dayalı politikalara karşı yapılan faaliyetler, büyük
devletlerin, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan ahaliyi devlet
aleyhine kışkırtmasıyla su yüzüne çıkar. Buna karşı devlet, merkezi
yönetimiyle eskisi gibi topraklarını denetle-yemeyince, yeni
politikalarla bu açığı kapatmaya çalışır.
Esasında, Avrupa'nın yayılmacı siyasetinin amacı, Do-ğu'nun
maddî kaynaklarını sömürmekti. Bunu meşrulaştıra-cak bahaneler
bulunabilmekte idi. Millet sistemiyle idare edilen bir imparatorluğun
yumuşak karnı farklı unsurların bir arada ve belli dengeler üzerinde
yönetilmesiydi. Bu dengeler hassas ölçülerle kurulmuştu. Dolayısıyla,
Büyük Hıristiyan devletler, Ortadoğu'daki menfaatlerini,
gayrimüslimlerin hamisi olmakla gizliyorlardı. Dışarıdan yapılan
tazyiklerle içerdeki isyanların birleşmesi ve gücü gittikçe azalan
bir devletin bundan kurtulması için ıslahatlara girişmesi,
beklediğinin aksine dağılmayı hızlandırıyordu (Öke, H.H., 107).

II. Abdülhamid döneminden I. Dünya Savaşı'na

İslam coğrafyasında Hilafet kurumuyla siyaset yapmaya çalışan


II.Abdülhamid, Almanların da devreye girmesiyle, bu bölgelerde
menfaatleri yoğunlaşan İngilizlere karşı güçlenmişti. Buna karşı
İngilizler, Hilafet'in Kureyş soyundan gelenlerin hakkı olduğu
yolundaki tezleri savunanları destekleyerek cevap vermiştir. Bu
şekilde Osmanlı Hilafeti'nin etkisi kırılmaya çalışılıyordu.
II. Abdülhamid, İngilizlerin Hilafet için planları olduğunun
farkında idi. Osmanlı Devleti'ni parçalamak ve Hilafeti Mısır veya
Cidde'ye taşıyarak kendilerinin etkisine almak gibi niyetleri
olduğunu düşünüyordu. Böylece İslam ülkeleri üzerindeki siyasi
emellerine daha çok yaklaşacaklardı (Öz-can, 447).
II. Abdülhamid'in dış politikadaki amacı, Osmanlı İmpa-
ratorluğu'nun barış içinde yaşamasını ve statükonun korunmasını temin
etmekti. Zira, statükonun bozulmasıyla Osmanlı Devleti'nin lehine bir
değişimin olması -mevcut güç dengeleri göz önüne getirilirse- zayıf
bir ihtimaldi. Böylece, Berlin Konferansı'ndan sonra değişen dış
dengelerden yararlanarak XX. yüzyılın başlarına kadar olan dönemde
bağımsız bir politika izlemeye çalışmıştır. Nitekim, Fransa ile
İngiltere'yi Süveyş meselesinde, Almanlarla İngilizleri Hicaz'da,
Fransızlarla İtalyanlar! Trablusgarb'ta karşı karşıya getirecek bir
siyaset izlemiştir. Bunun yanında Rusya ile Japonya arasındaki
ihtilaftan da yararlanma düşüncesinde idi.
Diğer taraftan, Mısır'ı ele geçirip Hindistan yolunu garantiye
alan İngiltere, artık Osmanlı Devleti'ne ihtiyaç duymuyordu. Bundan
dolayı Araplar içinde Osmanlı Hilafeti'ne karşı kışkırtıcılık
tohumlarını körükleyebilirdi. Abdülhamid'in buna karşı Hilafete
dayanmaktan başka seçeneği yoktu. Bunun yanında Almanya'nın da
desteğini alarak bu politikalarını uluslararası düzeyde
güçlendirmiştir (Öke, Son Dönem, 216, 217, 219, 221).
Şunu ilave etmek gerekir; II. Abdülhamid Hilafet kurumunu
Papalıkla kıyaslayarak, Osmanlı hükümdarlığında Saltanat ve Hilafet
farkı arama yanlışını yapan Avrupa'ya karşı bu ikiliği devletin
menfaatleri doğrultusunda kullanma yoluna gittiği şeklinde görüşler
vardır. İngilizler bu tarz politikalara ilk zamanlar ses çıkarmadı.
Hatta Osmanlı Devle-ti'yle iyi geçindiği taktirde sömürgeleri
üzerinde nüfuzunun perçinleşmesine de yardım edeceği düşünüldü. Ancak
bu, İngiltere açısından riskli idi. Abdülhamid buna rağmen siyasi
açıdan meseleye yaklaşmamaya dikkat etti. Bu avantajını büyük güçlere
karşı ihtiyatî olarak tutuyordu. (Öke, H.H., 108,109)
Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, 1878'den itibaren
Almanya'ya dayanarak bir denge siyaseti güden Abdülhamid'e karşı
darbe yapabilen İttihatçılar da dış siyasetlerinde eski yolu
izlemişler, Almanya ile ilişkilerini geliştirerek devam
ettirmişlerdir. Bu durum İngiltere'nin hoşuna gitmemiş, İtti

harcılardan beklentilerine cevap bulamayınca ilişkilerini sürdürme


gereği kalmamıştır. Oysa ingilizler meseleyi kökünden halletmek
emelinde olduklarından hayal kırıklığına uğramışlardır.1
1 Bu hususta Rıza Tevfik'in naklettiği bir görüşme
açıklayıcı niteliktedir. Rıza Tevfik sürgün günlerinde, oğlunu
ziyaret etmek maksadıyla İngiltere gitmiştir. Burada, İngiliz
Sefareti'nde çalışmış eski bir tanıdığıyla bir araya gelirler.
Yaptıkları sohbetten Hilafet konusunda İngilizlerin gerçek
niyetlerinin Meşrutiyet'ten önce teşekkül ettiği anlaşılır.
Aralarında geçen ilginç konuşma şöyledir: Rıza Tevfik, Sultan
Abdülhâmid'i tahttan indirinceye kadar İngilizlerin Jöntürklefi
desteklediklerinden bahis açmış. Devamında, tahttan indirildikten
sonra bütün kapıları üzerlerine kapadıklarından bahsedince, Mr.
Nicholson:
"...siz bizi yanlış anlamışsınız. Hatta görüyorum ki, bugün
bile anlamış değilsiniz. Biz bir halifenin indirilip yerine bir
başkasının ikame edilmesini istiyor değildik. Kastımız Sultan
Abdülhamid'in şahsı değildi. Biz bu müesseseyi ilga etmenizi
istiyorduk..." demiştir. Bunun sebebi ise, sömürgelerde kendi
menfaatleri doğrultusunda asayişi temin edemedikleri idi. Müslüman
halkların Hilafet'e bağlılıkları sürekli İngiliz siyasetçilerini
tedirgin ediyor ve bunu somut olarak görüyorlardı (Nakleden
Mısıroğlu, 131-132). Diğer taraftan, bu durum içerdeki bazı siyasetçi
ve aydınları da (Ahmet Şuayb ve Cavid Bey) etkilemiş olacak ki, büyük
bir devletin empoze ettiği bu reel politikayı okuyarak, Osmanlı
sultanının, yönettiği tebaanın farklı dinlere ve milletlere mensup
olmasını gerekçe göstererek halife unvanından vazgeçmesini
istedikleri bilinmektedir (1910) (Ortaylı, 19).
Daha sonra, Almanya ve ingiltere arasında oluşan siyasi
gerilimden Osmanlı Devleti menfi şekilde etkilenmiş, İngiltere
halifeye karşı başkaldıran Arapların arkasında yer alıp tahrikçilik
yapmaya başlamıştı. Bu faaliyetler, ilişkide olduğu diğer İslam
ülkelerinde hoş karşılanmayacağından, bunu göğüsleyecek yeni
politikalar üretme ihtiyacı duyuluyordu. Ayrıca, II. Meşrutiyet
ortamında meydana gelecek değişiklikler İngiltere siyaseti üzerinde
iki açıdan etkili olma ihtimali vardı: Osmanlı yönetimini sarsıcı
gelişmelerin vuku bulması; ayrıca, İngiltere'nin yönetimi altında
yaşayan Müslümanların aynı haklardan yararlanmak için baskı
yapmalarının ihtimal dahilinde olması...2 Bütün bu gelişmeler
doğrultusunda dönemin en güçlü devletlerinden biri olan İngiltere,
menfaatlerini korumak için elinden geleni yapmakta idi.
Babıali, I. Dünya Savaşı esnasında cihat ilan ederek Halifeliğin
manevi prestijinden faydalanılmaya çalıştı. Ancak İngiltere, Fransa
ve Rusya işgal ettikleri İslam beldelerinde, halkı kendilerine karşı
harekete geçirecek zümreleri tasfiye ederek tedbirlerini aldılar. Bu
bakımdan, siyasi ve ekonomik kontrolü büyük devletlerin elinde
bulunan sömürge ülkelerinin yapacakları fazla bir şey yoktu.
2 Meşrutiyetin doğal yapısı içinde, gayrimüslim ahalinin
Osmanlı Devleti'nin yönetiminde Müslüman unsurlarla eşit haklara
sahip olacağını öğrenen şarklılar ve bu bölgedeki ulemaya Said
Nursî'nin verdiği cevaptan anlaşılacağı üzere mesele, İslam
ülkelerinin özgürlüğü, milletlerarası muhtemel politik ve kültürel
yansımaları açısından önemlidir: Gayrimüslimlere eşitlik tanınması
halinde "...yine biz İslam zararlı değiliz. Çünkü, içimizdeki
Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayrimüslimler dahi on milyon
yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedi kardeşlerimiz üç yüz
milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdat ile mukayyed
olup, ecnebilerin istibdad-ı manevîyele-rinin taht-ı esaretlerinde
eziliyor. İşte, hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-ı Müslimlerin
hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir...
Osmanlılar'ın Hürriyeti, koca Asya tâlimin keşşafıdır, İslamiyet'in
bahtının nüftahıdır, ittihad-ı İslam surunun temeli-<iı>."(Nursî,
Münâzârat, 60-61)
İngilizler, Şerif Hüseyin'i Hilafet vaadiyle etkileyerek ve
beklentilerini dikkate alarak, Araplar7! Osmanlılara karşı isyan
ettirdiler. Bunun yanında, kalabalık Müslüman nüfusa sahip
Hindistan'da ortaya çıkan Hilafet Hareketi İngilizleri
telaşlandırmış, Osmanlı Hilafetine ve mukaddes bölgelerdeki
hâkimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmek zorunda kalmışlardı.
Ancak savaşın sonunda taahhütlerin yerine gelmeyeceği anlaşılıyordu.
Bunun üzerine Osmanlı Hilafeti'nin hukukunu korumak üzere Hindistan
Hilafet Hareketi gelişti ve Anadolu Hareketine destek oldu (Özcan,
551).
Sultan Vahideddin ve Hilafet

I. Dünya Savaşı'nda en önemli cephelerde bozguna uğrayan


Türkiye'nin gücü, büyük oranda tasfiye edilmişti. Anadolu'ya
sıkıştırılan Türklerin, burada da varlığını sürdürebileceği şüpheli
duruma gelmişti. İngilizler, Anadolu ve İstanbul'daki
vatanperverlerin hareketlerini istihbaratları vasıtasıyla takip
etmekte idiler. Yenilmiş ve küçülmüş devletin ilerde başka bir büyük
devletin ittifakıyla ve yardımlarıyla yeniden ayağa kalkması ve
Ortadoğu ve Güney Asya'daki İngilizlerin menfaatlerine halel
getirebileceği düşüncesinden kaynaklanan bir takım hesaplar yapıldığı
şüphesizdi.
Osmanlı Devleti'nin, 1918'de, siyasi ve askerî olarak kesin bir
yenilgiye uğraması Mondros Mütârekesi'nin imzalanmasıyla
tescilleniyordu. Bunun yanında, Türklerle aynı safta yer almış ve
Osmanlı Devleti'nin yegane dayanağı olan Almanya da kesin bir
yenilgiye uğramıştı. Artık Türkiye'nin hâmîsi ortadan kalktığından
yapacak bir şey kalmamıştı. Hükümet zararı en azla geçiştirmenin
çarelerini aramakla meşgulken, Mondros Mütârekesi'nin 7. maddesine
istinaden galipler tarafından Anadolu işgal ediliyordu. Bu durumda,
askerî açıdan galip devletlere karşı çıkmanın bir intihar olacağı
açıktı. Mesele, "düvel-i muazzamayı", Anadolu'da yaşa-an ahalinin
ekseriyetinin İslam olduğuna siyasi yollarla ik-a etmek ve bu yönde
örgütlenmekti. Bunun yanında; önce-i politikalarla herhangi bir
ilişkinin kalmadığına da bu ülke-eri ikna etmek gerekiyordu. Ancak bu
işgalle beraber bir nilletin maddi-manevi bütün direnç odaklarının
kırılmaya alışıldığı ve bunun ileriye yönelik bir plana hizmet maksa-
ı taşıdığı söylenebilir.
Vahideddin'in Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya göndermesinin
belki de en önemli sebebi, şüphesiz Paşa’nın kişisel yeteneklerinin
yanında, İttihatçılara ve politikalarına karşı olmasıydı. Zira,
Anadolu hareketinin, -Almanlarla beraber savaşa girip ülkeyi felakete
sürüklediği düşünülen- İttihatçıların politikalarına emanet edilmesi,
Türkiye için felaket içinde felaket olabilecek bir durumdu.3 .
Diğer taraftan, savaş bittikten sonra durumun vahametini
kavrayan ve Anadolu'da örgütlenen Müslüman-Türk unsurlar Ankara'da
bir hükümet kurmayı başarmışlardı. İstanbul; İngiliz ve Fransızların
işgali altında siyasi iradeden mahrum bir vaziyette idi ve durumu
idare etmekle meşguldü. Bu arada, ingilizler tarafından muhtemelen
bir plan çerçevesinde desteklenen Yunanlılar, İzmir'den karaya
çıkarak Ege bölgesini işgale başlamıştı. Böylece Ankara Hüküme-ti'nin
önderliğinde, İstanbul Hükümeti'nin varlığını fiilî olarak ortadan
kaldıracak ve milliyetçilik hissiyatıyla doruk noktasına ulaşan bir
vatan müdafaası dalgası yayılmıştı. Buna karşılık, Hilafet merkezi,
galip devletlerin etkisi altında

6 Bu vesile ile, -yaygın olarak- doğru zannedilen bir


düşünceye burada temas etmekte yarar vardır. O da Mustafa Kemal Paşa
tarafından kurulduğu bilinen Halk Fırkası'nin, İttihat ve Terakki'nin
bir devamı gibi algılanmasıdır (örneğin, dönemin en önemli
şahsiyetlerinden Mustafa Sabri ve günümüzde tarih ve siyaset bilimi
gibi ilmî formasyona sahip bazı şahıslar ve birçok gazeteci bunun
doğru olduğunu düşünmektedirler). Bunun böyle zannedilmesi, Halk
Fırkası'nı oluşturan unsurların ve yetişmiş eleman kaynaklarının
İttihatçılardan teşekkül etmesindendir. Bir de politika yapma
tarzlarmdaki bazı benzerliklerden de bahsetmek gerekir... Ancak bütün
bunlar, bir İmparatorluk yönetmiş ve onun misyonunu benimsemiş bir
partinin, aynı imparatorluğun misyonunun tasfiyesinde önayak olan bir
partiye inkılap ettiğini düşünmek doğru olmasa gerek... Bu konuda
şunu da belirtmenin mukayese açısından önemi olabilir: Osmanlı
Devleti'nin bütünlüğü yönünde menfaatleri bulunan Almanya'nın
yenilmesi sonucunda onun yerini alan İngiltere'nin, Türkiye üzerinde
oluşan nüfuzunu bu yönde kullanmadığı bilinmektedir. Daha doğrusu,
menfaatleri, çeşitli yönlerden küçülmüş bir devletten yana olduğu
bilinmektedir. Dolayısıyla, her iki parti bu realiteler göz önüne
alınarak değerlendirilmelidir.

Anadolu hareketine karşıt bir rolde yerini aldı. Muhtemelen


Ankara'nın gücünü kendileri açısından tehlike sınırlarının altına
çekmek için bir süre İstanbul Hükümeti'nin arkasında yer alıyorlardı.
Doğrusu bu süreç dünya dengeleri de hesaba katılarak tarafsız bir
gözle yeniden analize muhtaçtır.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken, halifenin tayin ettiği hükümete
rağmen devrin en önemli siyasi-askeri şahsiyetleri ve toplumda yer
edinmiş din alimleri ve kanaat önderleri yurdun her köşesinde
faaliyetlerini sürdürerek Ankara Hükümeti'nin örgütlediği direnişi
destekliyorlardı. Halifenin durumunun hassasiyetini bildiklerinden
Müslüman ahaliyi buna göre aydınlatmaya çalışıyorlardı.4
4 Meşrutiyet yıllarından beri şarkta ve İstanbul'da şöhreti
bilinen ve Darü'l Hikmetü'l-îslamiye'de âzâhk yapan (Badıllı, 361)
Said Nursî'nin ifadeleri ilginçtir:
"Bir şahsın arzu-yu zâtisi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet
namına emin olarak deruhte ettiği eımnet-i Hilafet'ten hasıl olan
şahsiyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu imde bir akıldan
çıkıp, bir kuvvete istinad ederek alem-i İslam'ın maslahatını takip
eder...Maslahat da muhitten merkeze nazar edip, İslam için faide-i
ıızmâya tercilı etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite
bakmakla alem-i İslam'ı bu devlete bu devleti de Anadolu'ya,
Anadolu'yu da İstanbul'a, İstanbul'u da hanedan-ı Saltanata tearuz
vaktinde feda elmek gibi hod-endişane fikir ve irade, değil
Vahideddin gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâ-cir bir adam da,
yalnız ism-i Hilafet'i taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek,
mükrehtir. O İnilde ona itaat, adem-i itaattir" (Nursi, Hutuvât-ı
Sitte, 116).
5 Dönemin sorumlularından olması hasebiyle Şeyhülislam
Mustafa Sabri lifendi'nin şu değerlendirmelerine yer vermek gerekir:
"Padişah bir taraftan İngilizlerle anlaşma masasına oturmuş, diğer
taraftan Mustafa Kemal'i gizlice Anadolu'ya göndererek orada direniş
gücü oluşturmasını ve örgütlemesini sağlamıştı. Barış görüşmelerinin
başarısızlıkla sonuçlanması durumunda, direnişe geçmek
planlanmaktaydı." Bunu fark i'ilen İngilizler Paşa'nın geri
çağrılmasını talep ettiler. Gerek İstanbul Hükümeti ve (iı-rekse
padişah meseleyi idare etme yönünde hareket ediyorlardı. Mustafa
Sabri İlendi ayrıca, tartışılabilecek şu görüşlere de yer
vermektedir:"Sözün özeti: Sultan \ nlıiıleddin, Mustafa Kemal ile
İngilizlere oyun oynamak istedi, İngilizler aynı şahısla Sitilimi
oyuna getirdiler." (Mustafa Sabri, 125,126).
Ancak Vahideddin, ilk zamanlar dünyanın en güçlü ülkesi olan ve
savaşın birinci derecede galibi durumuna gelen İngiltere ile iyi
geçinerek ve anlaşarak müstakil bir şekilde devletin kurtulacağına
inanıyor; bu olmadığı taktirde sonuç almak için Anadolu'da meydana
gelen direnişin önünü açıyordu.5
"Milli Mücadele" sonuçlanınca Sadrazam Tevfik Paşa, Mustafa
Kemal Paşa'ya gönderdiği mektupta, İstanbul ve Ankara hükümetlerinin
barış konferansına beraber katılmalarını teklif etmiş, bu da
Saltanat’ın kaldırılmasını hızlandırmıştır. Ayrıca, İngilizler de hem
Ankara'dan ve hem de İstanbul'dan temsilci çağırmışlardır.
Siyasi gelişmeler sonuca doğru yaklaşırken Vahideddin, Ankara
ile ters düşmesinden dolayı, şahsında bütün Saltanatı tehlikeye
düşürmüştü. Zira, yeni dünya düzeninde öngörüleceği tahmin edilen
husus, Türkiye topraklarını idare edecek olan zümrenin, İslam
ülkeleriyle ve tarihî geçmişiyle bağlantısının asgariye
indirilmesiydi. Buna benzer düşünceler asrın başlarında da gündeme
gelmesine rağmen, Osmanlı Devleti'nin gücü, siyasi konumu ve
Almanya'nın desteği sayesinde bu tür tasarıların başarılması zordu.
Ancak büyük bir savaşı kaybedip, ülke iktisadi-siyasi olarak
çöküntüye uğratıldıktan ve işgal edildikten sonra buna ulaşmanın
mümkün olacağı görülmüştü. Ankara ile İstanbul arasındaki siyasi
zıtlaşmanın bu gidişi kolaylaştırdığı ve Vahideddin'le beraber
Hilafet'in de sonunu hazırladığı anlaşılmaktadır. Yapılan yayınlarda
ve yazılan tarih kitaplarında padişahın arkasında İngilizler olduğu
ve İngiltere'nin politikalarını temsil ettiği gibi iddialar tek yönlü
bir siyasi propagandanın tek-rarlana tekrarlana hakikat diye
içselleştirilmesinden başka bir şey değildir. Halbuki siyasi
konjonktür incelendiğinde, Ortadoğu'da hemen her önemli gelişmede
İngiltere'nin ilgisi ve etkisi söz konusudur. Bu ilgi ve etkinin
sadece İstanbul'la sınırlı olduğunu ve İngiliz menfaatlerinin sadece
Vahided-din'in politikalarıyla örtüştüğünü zannetmek doğru
görünmemektedir. Nihayet onun bertaraf edilmesiyle Batılı güç
odaklarının menfaatlerinin de ortadan kalktığını ve tam bağımsızlık
sağlandığını varsaymak, meydana gelen siyasi tabloyu açıklamakta
yetersiz kalmaktadır.
Hâsılı, gelinen durum ve yapılan baskılar neticesinde
İstanbul'da kalamayacağını anlayan Vahideddin'in ilk önce izlediği
strateji, "hicret" ederek olayların gelişmesini takip etmekti. Daha
sonra, ülkede meydana gelen gergin ve heyecanlı havanın, yerini
"aklıselime" bıraktığı bir zamanda yeniden yurda dönmek...
İngiliz donanmasına ait Malaya adlı bir zırhlı ile ayrılan
padişah Malta'ya gider. Ancak "Kurtuluş Savaşı" boyunca İngilizler'in
desteğini aldığı iddia edilen Padişah'ın Mal-ta'daki "üç kuruşluk"
masrafları İngilizler için sorun olur. Merak edilen konu, hesap-kitap
bilen İngilizler'in, menfaatlerinin temerküz ettiği iddia edilen bir
Osmanlı padişahı için neden bu kadar cimri davrandığıdır.
Vahideddin'in gitmesi Ankara Hükümeti açısından rahatlatıcı bir
hava meydana getirdiği açıktır. Zira; hanedan ailesinin halkın
üzerindeki prestijinin kırılması ve tasfiye edilmeleri bakımından bu
önemli gelişme hayli kolaylık sağlayacaktır (Bardakçı, 241-276).
Teşekkül eden komisyon çalışmalarında Saltanatın kaldırılmasını
istemeyenlere karşı M. Kemal Paşa’nın yaptığı bir konuşmada;
Osmanoğullan’nın Türk milletinin egemenliğini gasp ettiği ve Türk
milletinin bu hakkı geri alması gerektiği üzerinde durmuştur. "...
Söz konusu olan, millete bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız?
Meselesi değildir. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi
tabiî bulursa, sanırım uygun olur. Yoksa, yine gerçek usulüne göre
tespit edilecektir. Fakat belki bir takım kafalar kesilecektir"
şeklindeki teh-ditkâr ifadeleri Saltanata karşı olanlar açısından
arzu edilen sonucu verdi. Komisyon da bu tavrın etkisiyle kararını
aldı. Nihayet, 1 Kasım 1922'de Saltanat kaldırıldı.

Abdülmecid'in halifeliği ve meydana gelen gelişmeler

1923'ten sonra Ankara'daki yönetimin öngördüğü politika, "çağdaş


uygarlık düzeyine" çıkmaktı. Bunu gerçekleştirebilmek için toplumun
ve devletin önünü tıkayan kurumlar ve engeller bir bir ortadan
kaldırılmalıydı. Yönetimi ele alanların nazarındaki öncelikli sorun,
çağdaşlık ve Batılılaşma olarak ortaya konulunca buna ters düşen ve
bunu yavaşlatıcı mahiyet taşıdığı düşünülen her şey tasfiye edilmesi
gerekiyordu. Bu bakımdan meydana gelebilecek olumsuzluklar ve
incinmeler, hatta halkın genelinin hoşnutsuzluğu da önemli değildi.
Zira siyasu elitlerin düşüncesine göre, devrimler yapıldıktan sonra
nasıl olsa bunu halk kabul edecekti. Bu doğrultuda icraatlar
yapılırken tepkisiz kalınması dahi milletin "çağdaşlığa" karşı
iştiyakının belirtisi sayılacak; daha doğrusu, hedef kutsal olunca
aradaki olumsuzluklar o kadar önemli olmayacaktı.
Tarihçi Lewis'in, "Mustafa Kemal, Hilafette geçmişle ve
İslamlıkla bir bağ görmekte muarızlarıyla aynı kanıda idi. İşte
açıkça bu nedenledir ki bu bağı koparmaya kararlı idi" ifadesinden
geçmişle gelecek arasında tasarlanmış bir tercih olduğunu
çıkarabiliriz. Ayrıca, "Hilafeti kaldırırken Mustafa Kemal İslamî
Ortodoksluğun (sünniliğin!) tahkimattı kuvvetlerine ilk açık taarruzu
yapıyordu. Geleneksel İslamî devlet, teoride ve halk anlayışında
Tanrı'nın, iktidar ve hukukun tek meşru kaynağı olduğu, hükümdarın da
yeryüzünde onun vekili bulunduğu bir teokrasi"... gibi çağa uymadığı
düşünülen hususların Batı’nın ölçülerine göre radikal bir şekilde
ortadan kaldırılması gerekiyordu (Lewis, 263, 264). Halil İnalcık'ın
belirttiği şekliyle söylenecek olursa, önde gelenlerin gerçek niyeti,
dinin etkisini azaltmaktı. Ve bunun neticesinde şu hususlar
amaçlanıyordu:
Batı toplumları seviyesine çıkmak için doğulu kültür simgeleri
olarak görülen kıyafet, günlük hayat, sanat gibi alanlarda "Türk-
îslam kültürüne özgü simgeler yerine Batı kültür ve yaşam simgeleri
getirmek." Ayrıca, "Türkler'in tarih boyunca hilafeti benimsemesi,
cihad yolunda Batı ile sürekli düşmanlık halinde olması onun
varlığını yitirmiş ve Batının ilerlemelerinden onu yoksun
bırakmıştır. Batı milletleriyle eşit duruma gelmek, onun inancına
göre; ancak, seküler bir devlet sistemi sayesinde" mümkün olacaktır
(İnalcık, 71). Bunun için en önemli ilk adım ise Saltanat’ın
kaldırılmasıydı.
Ancak, Rauf Bey, Refet, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat gibi önde
gelen paşalar, Saltanat’ın kaldırılması hususunda Mustafa Kemal Paşa
ile hemfikir olmasalar da, İstanbul Hükümeti ve Vahideddin'in
itibarının azalmasından dolayı ses çıkarabilecek bir durumda
değillerdi. Fakat bu ve benzeri konularda tam bir mutabakat olmaması,
daha sonra aralarında ayrılıkların baş göstermesine sebep oldu. Yeni
halifenin seçimi bu havanın etkisi altında cereyan etti.
Son Halife Abdülmecid Efendi Hilafet makamına gelirken, Osmanlı-
Türk kültürü açısından önem arz eden sembolik bazı istekleri vardı.
Bunlar, "Halife-i Müslimin ve hadim-ü'l Haremeyn eş-şerifeyn"
unvanının imzasının üstünde bulunması; Cuma Selamlığı'nda hil'at
giymesi ve Fatih Sultan Mehmet'in taktığı gibi sarık takması yönünde
idi. Ayrıca Va-hideddin hakkında -aleyhte- bir beyanda bulunmak
istemiyordu; ancak, Ankara Hükümeti'nin istediği biçimde bildiri
yayınlandı. Fakat bu makama geçerken yapılan törenin gösterişli
olması Ankara'yı hoşnut etmedi (Özcan, 551).
Bundan sonraki gelişmeler daha değişik bir seyir takip tmeye
başladı. Hilafet'in ilgası yolundaki genel laik mantığın gereği
olarak, azınlıkların da dinî kurumlarının lağvedi-eceğine dair
hazırlıklar olduğundan bahsedilmektedir. Mustafa Kemal Paşa'nın da
görüşlerinin bu doğrultuda olduğu zannedilmekte ise de bunun böyle
olmadığı görülmüştür (Öke, H.H., 119-120).
Cumhuriyet ilân edilince Abdülmecid'in istifa edeceği
söylentileri üzerine, İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey ve
Hüseyin Cahid Yalçın gibi yazarlar basında Hilafet'in Türkler için
önemli bir manevî güç olduğu yönünde yazılar yayınladılar. Bunun
yanında İstiklal Harbi'nde ön safta mücadele veren Rauf Bey, Kazım
Karabekir, Ali Fuat, Refet paşalar ve Adnan Adıvar gibi toplumsal
açıdan itibarlı bazı siyasi şahsiyetlerin Abdülmecid'i ziyaretleri
anlamlı bir gelişmeydi (Mısıroğlu, 303; Özcan, 551).
Lütfi Fikri Bey'in 10 Kasım'da yayınlanan ve tepkilere sebep
olan yazısı, halifenin istifasının Türkiye ve İslam alemini
ilgilendiren taraflarından bahsediyordu. Burada hedef Ankara hükümeti
idi. Bu gelişmelerden Mustafa Kemal Paşa'nın etkilendiği
söylenebilir.
Diğer taraftan, Akşam gazetesi baş yazarı Necmeddin Sadık Bey
Hilafet'in aleyhinde yazılar yayınlayarak polemiğe girdi. Lütfü Fikri
Bey, Necmeddin Sadık Bey'e verdiği cevapta milli hakimiyetin
cumhuriyet olmadan da mümkün olabileceğini ve cumhuriyetin de buna
denk olmadığını savunarak halifenin Türklerde kalmasının önemi
üzerinde durdu. Ayrıca, Türkiye'nin Hilafet sayesinde dünyada
nüfuzunun geliştiği; Cumhuriyet'i kuralım derken Hilafet'in feda
edilmesinin yanlış olduğu, Hilafet kalktığı taktirde Türkiye'nin
önemsiz bir devlet olacağı yönünde düşüncelerini açıkladı (Mısıroğlu,
303).
Bu gelişmeler yaşanırken Londra'da bulunan Ağa Han ve Seyyid
Emir Ali, İngiltere İslam Cemiyeti adına Başvekil İsmet Paşa'ya bir
mektup yazar. Hilafetin korunması ve güçlendirilmesi yönünde
düşüncelerin yer aldığı mektuba göre;
"...Halife-İmam Ehl-i Sünnet'in vahdetini temsil eder. Halifenin Türk
milletinden bir fert olması, Türk Devleti'nin mümessilleri ahfadından
bulunması, milel-i İslamiye arasında Türklüğe mübeccel bir mevki
bahşeder... Bu, ondört asırdan beri Ehl-i Sünnet arasında bir esas
olarak telakki edilmiştir" (nakleden Mısıroğlu, 308).
Ancak iş bu kadarla kalmaz, mektup aynı zamanda basına da
gönderilip 5 Aralık 1923'te İstanbul gazetelerinde yayınlanır. Bu
gelişme, Ankara'da kızgınlığa sebep olur ve İstiklal Mahkemesi
İstanbul'a gönderilip Tanin, İkdam ve Tevhidi Efkar gazetelerinin
sorumluları Hıyanet-i Vataniye Ka-nunu'na göre tutuklanır. Lütfü
Fikri Bey de 15 Aralık 1923'te tutuklanmış ve 19 Aralık'ta duruşması
başlamıştı. Bu arada, Tanin gazetesinde -Hindistan Müslümanları
adına- Hindistan Hilafet Komitesi'nden Cumhurbaşkanı'na gelen bir
mektup yayınlanır (18 Aralık). Bu mektubun da ana fikri diğer
mektupla örtüşmektedir.
Basın, İstiklal Mahkemesi'nin İstanbul'a gönderilmesini,
yayınlanan Ağa Han ve Emir Ali'nin mektuplarına bağlamakta ve bunun
olağanüstü bir şey olmadığı yolunda yayın yapmakta idi. Fakat,
mahkemenin bildirisinden anlaşıldığına j^öre, olaya el konulmasının
sebebi, Hilafet'e siyasi ve dünyevi bir güç vermek, bu yolla
Saltanat’ın geri getirilmesini sağlamak ve Cumhuriyeti devirmek
gerekçelerine dayanıyordu.
Savcının iddiasına göre, Ağa Han ve Emir Ali tarafından İnönü'ye
yazılan mektubun gazetelerde yayınlanması kışkır-lıcı bir faaliyetti.
Bu faaliyetlerin önlenmesi amacıyla tutuklanan gazetecilerden Tanin
gazetesi sahibi ve müdürü Hüseyin Cahid, İkdam gazetesi sahibi Ahmet
Cevdet, Tevhid-i Efkar MZetesi sahibi Velid ve müdürü Muhiddin
beylerin savcılık itirafından bahsi geçen kanunun 1. maddesine göre
yargılanmaları istendi (Mısıroğlu, 305). Meşrutiyet'ı Cumhuriyet'ten
(İNtün tutan düşünceler, milli hakimiyetin Cumhuriyet adı altmda
kurulan yeni rejimle yürümeyeceği gibi görüşler hep bu kapsamda ele
alındı.
Bunun yanında Hilafet ve Saltanat bu vesile ile tek yanlı olarak
çürütülmeye çalışıldı, hatta, bir anlamda aşağılandı. Yeni hükümetin
faaliyetlerinin de milli hakimiyeti temsil ettiği yönünde düşünceler
-tartışılması durumun nezaketi gereği pek mümkün olmayan- ortaya
kondu ve Lütfü Fikri'nin düşünceleri çürütülmek istendi. Savcı,
bundan dolayı Lütfü Fikri'nin cezalandırılması yönünde görüş beyan
etti. Bunun üzerine mahkeme, beş yıl hapis cezasıyla cezalandırmayı
uygun buldu (Mısıroğlu, 312).
Muhalif basm tasfiye edildikten sonra meydana gelebilecek diğer
sorunların üstesinden gelmek için hükümet açısından daha rahat bir
ortamın oluştuğu söylenebilir.

Tarihî bir sayfanın kapanması

M. Kemal Paşa'nın yurt gezisinde olduğu bir sırada (14 Ocak


1923) Afyon Mebusu Şükrü Hoca’nın Meclis'te dağıttığı bir broşür
dikkatleri çekti. Paşa'ya bir kurye ile getirilen broşür, "Hilafet-i
İslamiye ve Büyük Millet Meclisi" başlığını taşıyordu. Broşürde
özetle, "Meclis halifenin; halife Meclisin" olduğu fikri işleniyordu.
Bundan da halifenin tarihî misyonuna uygun olarak yetkili kılınması
isteniyordu (Hoca Şükrü, Hilafet-i İslamiye...; Mısıroğlu, 296-267).
Buna karşılık, İzmit'te bulunan M. Kemal Paşa, düzenlediği basm
toplantısında görüşlerini kamuoyuna açıkladı. Burada, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin yalnızca millete ait olduğunu vurguladı. Daha
sonra, Hilafet'in dinle bir ilgisi olmadığından bahisle, inkılâp
kanununun var olan kanunların üstünde olduğunun altı çizildi. Ayrıca
basm da yönlendirilerek, Saltanat ve Hilafet'i siyasi gücüne
kavuşturmak isteyenler ikaz edildi... Bu konudaki kararlığını bir
ihtilalcinin üslubuyla ortaya koyuyor ve böylece, gerektiğinde
Hilafet'in de kaldırılabileceği yönünde düşünceler oluşturuluyordu.
Bunun yanında, Lozan görüşmeleri sırasında Türk adliyesi ve
hukuku üzerinde "aşağılayıcı sert tenkitler" yapılması, Türkiye'nin
yönetimini elinde bulunduranları harekete geçirmiştir. Bu alandaki
reformlara hız verilmesi doğrultusunda gerekli tedbirler alınmaya
başlandı (İnalcık, 71).
Öte yandan, Lozan'daki görüşmeler yarıda kesildiğinden İsmet
Paşa yurda dönmüş ve durumu değerlendirmek üzere Eskişehir'de Mustafa
Kemal Paşa ile buluşmuştu. Ancak, durumu ilk önce Meclis'te
değerlendirmeden M. Kemal Paşa ile buluşması ve halifeliğin
kaldırılması yolundaki görüşlerin açığa çıkması eleştirilere sebep
olmuştu. Bu eleştirilerde, "Misak-ı Milli"ye ihanet edildiği fikri
işlenmiş ve Lozan'da bulunan büyük devlet temsilcilerinin Hilafet'in
kaldırılması hususunda İsmet Paşa'ya telkinde bulundukları yolunda
suçlama yapılmıştır. Hatta, "milli mücadele"nin en önemli
askerlerinden olan Rauf Orbay, dış tesirler konusundaki kanaatini
hayatı boyunca korumuştur.
Konu Meclis'te görüşülürken söz alan Mustafa Kemal Paşa, İsmet
Paşa'yı savunmuş ve bu esnada birinci ve ikinci gruplar arasında
çatışmalar yaşanmıştı. Bu gruplarla Rauf Bey'in grubu arasında
çelişkiler derinleşmişti. Ayrıca, Ali Şükrü Bey'le Mustafa Kemal Paşa
birbirinin üzerine yürümüşlerdi.
25 Şubat 1924'te bütçe görüşmeleri münasebetiyle Hilafet'in
gereksizliğine dair tartışmalar yapılıyordu. Basında da bu doğrultuda
yazılar yer alıyordu. Böylece, İstiklal Mahkemesi'nin sağladığı ve
hükümete yakın basının oluşturduğu ortamın desteğinde Hilafet'in
kaldırılması gündeme geldi.
27 Şubat 1924'te Hakimiyet-i Milliye gazetesi, halifeliğin milli
hakimiyetle bağdaşmadığını, Cumhuriyet'e uygun bir yapının sağlanması
için Hilafet'in kaldırması gerektiği yö-
nünde yayın yaptı. ??'
3 Mart 1924'te Halk Fırkası'nın grubunda kabul edilen üç ayrı
öneri Meclis'te ele alındı. Bu öneriler şöyledir: Hilafetin
kaldırılması ve hanedanın yurt dışına sürülmesi, Seriye, Evkaf ve
Erkan-ı Harbiye-i Umûmîye vekaletlerinin kaldırılması, Tevhid-i
tedrisat hakkında kanun teklifi.
Bu arada Halife Abdülmecid, Meclisin yetkilerini sınırlama
yönünde aldığı kararları aşma eğilimi taşıyordu ve halifenin bu
tutumu, inkılâbın en önemli engellerinden sayılıyordu. Ayrıca, Refet
ve Rauf paşalar gibi Anadolu üzerinde nüfuz sahibi şahısların
halifeye olumlu yönde ilgileri, Hilafet için olumsuz düşünceler
taşıyanlar açısından tehlikeli addediliyordu.
Halk Fırkası grubunda alınan kararlar doğrultusunda Urfa Mebusu
Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının hazırladığı "Hilafet'in ilgasına
ve hanedan-ı Osmanî'nin Türkiye haricine çıkarılmasına dair" 12
maddelik bir kanun teklifi Meclis'e getirildi.
Burada, Hilafetin -varlığının- yönetimi iki başlı hale
getirdiğinden bahsedilmektedir. Ayrıca, asırlarca Türk milletinin
felaketine sebep olan bu kurumun, hanedanlık kisvesi altında etkisini
sürdürmesi halinde tehlikeli bir durumun ortaya çıkacağına dair
iddialarda bulunuldu.
Teklifi destekleyici fikirlerin temelinde, Hilafet'in faydadan
çok zarar teşkil ettiği, İslam toplumları üzerinde etkili olmadığı...
gibi tezler yatıyordu. I. Dünya Savaşı'nda değişik Müslüman
ülkelerden gelen askerlerin Türklere karşı muharebe yapması buna
delil olarak gösteriliyordu.
İsmet Paşa ise halifeliğin "hainliklerinden" bahsetmiş vc
halifenin memleketin geleceğine karışması halinde, o kafanın mutlaka
koparılacağmı belirtmiştir. Bunu Ali Çetinkaya'nın tehditkar
konuşması takip etmiştir.
Rauf Bey'in, Hilafet meselesinde İsmet ve Mustafa Kemal
paşalardan farklı düşündüğü kürsüden yaptığı konuşmada ortaya
çıkmıştı. Halifeyi ziyaretinin söz konusu edilmesine getirdiği
açıklama, saygı ziyareti olduğu yönünde idi. Meclis'teki gerginlik bu
açıklamalarla sükunete kavuşamadı. Artık Rauf Bey ve arkadaşları
parti kurma çalışmalarını hızlandırmaktan başka çare göremiyorlardı.
Hilafet'in korunmasını ve tarihî misyonuyla devam etmesini
isteyen şahısların görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Siyasi
bir güç olan Hilafet'in feda edilmesi halinde Türkiye hiçbir şey
kazanamayacak; aksine, birçok menfaatini kaybedecektir. En önemlisi,
İslam ülkeleriyle irtibatın kesilmesi halinde dış itibar
zedelenecektir (Öke, H.H., 112,115).
Bu süreç yaşanırken Halife Abdülmecid, Kâzım Karabe-kir, Refet
paşalar ve Rauf Bey gibi önemli komutanların ziyaretlerinden ve
İstanbul basınının koruyuculuğundan cesaret alıp durumun kendi lehine
düzeleceğini ümit etmekte idi. Ancak, her şeye rağmen, Hilafet'in
kaldırılmasıyla ilgili yapılan oylama amacına ulaşır ve teklif kabul
edilir. Buna göre halifelik artık tarihe karışmıştır. Bunun
teklifteki gerekçesi şöyledir: Hilafet, hükümet ve Cumhuriyet'in mânâ
ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülga
olmuştur (Madde 1) (Öke, H.H., 118).

Hilafet'in kaldırılmasına karşı meydana gelen tepkiler

Hilafet kaldırıldıktan sonra sömürgelerdeki Müslüman halklar


İngilizler'e tepki göstermeye başladı. Zira, bu meselenin
İngilizler'den kaynaklandığına inanılıyordu. Böyle bir or-lamda,
İngiliz basınında Hilafet'in kaldırılmasını eleştiren yazıların
çıkması, İngiliz hükümetinin bu konudaki tavrını yansıttığı yönünde
düşünülmesi safdillik olur. Bu tür yazıların yayınlanması,
İngilizlere karşı gelişen tepkileri ortadan kaldırmak gibi bir maksat
taşıdığı tahmin edilebilir. Ayrıca, İslam ülkelerinde yaşayan ve
Hilafet'i tanıyan halkların, tepkilerini Türkiye'ye yönlendirmek ve
böylece Türkiye ile bağlarını koparmak gibi bir amacının da
olabileceğini dikkate almak gerekir.
Diğer taraftan, Güney Asya'da kökleşerek büyüyen Hilafet
Hareketi anlamını yitirdiğinden dolayı dağılmaya başladı. Yıllarca
yardım etmeye çalıştıkları Hilafet'in ilga edilmesi Türkiye'ye karşı
büyük bir hayal kırıklığı meydana getirdi. "Muhammed Ali elinde
Türkiye'ye yollamak üzere topladığı -bir kaynağa göre- 1.500.000
sterlin ile kalakalmıştır." Bu kararın yeniden ele alınması için
Hilafet Komitesi adına Ankara'ya istek bildiren bir telgraf çekilir.
Mustafa Kemal Paşa bu telgrafa verdiği cevapta, Türkiye'nin iç ve dış
siyasetinde, dış güçlere müdahale imkânı vereceğinden dolayı zorunlu
olarak bu "fitne kapısı"nın kapatıldığını belirtmiştir (Öke, H.H.,
121). Yani, Türkiye için zaaf unsuru olan bir kurumun yaşatılmaya
çalışılmasının anlamsız olduğu ifade edilmiştir (Öz-can, 551).
Ancak, İngiltere'nin Musul'daki bir görevlisi, Halifeliğin
kaldırıldığını haber alınca inanmakta güçlük çekmiş ve şöyle
demiştir: "Türkler bindikleri dalı kesmişler. İngiltere için
inanılmayacak kadar mükemmel bir şey olmuş".
Bu düşüncelerin altında önemli bir politik gerçek yatmaktaydı. O
da, Musul sorununun halledilmediği bir ortamda Hilafet kurumundan
vazgeçilmesiydi. Musul'da çoğunluğu oluşturan Kürt nüfusu sebebiyle
bölge üzerindeki hakların zayıfladığı aşikardı. Musullu Kürtler
halifeye olan bağlılıklarından dolayı Irak'a karşı Türkiye'yi tercih
etmeleri büyük bir ihtimaldi (Özcan, 551; Öke, H.H., 118,119). Ancak,
ülke menfaatleri konusunda avantaj sağlayabilecek bir kurumun kolayca
gözden çıkarılması, ülkenin geleceğinde söz sahibi olanların, daha
büyük bir menfaat temini karşılığında böyle bir tercihi yaptıkları
düşünülür.
Türkiye'nin ray değiştirmesi, yani "İslam'ı temsil rolümden
bağlarını koparması, İngiltere için gerçekten rahatlatıcıydı. Bu
gelişme, İngiltere'nin hayatî menfaatlerinin kesiştiği Ortadoğu ve
Güney Asya'nın üzerindeki nüfuzunu pekiştiriyordu. Ancak, bu
güvenliği daha fazla duyabilmesi için de Musul'un Türkiye'ye
bırakılmaması gerekiyordu (Öke, H.H., 119)...

Hilafet ve "hakimiyet-i milliye" meselesi

İslamcılar, muhafazakarlar, "Batıcılar" ve kısmen milliyetçiler


diye tarif edilen birçok aydının yakın tarihle ilgili birleştikleri
konu, Türkiye'nin, I. Dünya Savaşı'nı kaybettikten sonra oluşan
süreçte, büyük bir zaferle kurulduğudur. Bu meselenin üzerinde fikir
beyan etmek bu yazının konusu değildir. Ancak şunu belirtmekte fayda
vardır; Osmanlı Devle-tin'nin dağılmasında/dağıtılmasında, Güney Asya
ve Ortadoğu'dan Avrupa'ya uzanan geniş bir alanda menfaatleri bulunan
İngiltere ve az da olsa diğer bazı ülkelerin etkisi reddedilemez bir
gerçektir. Hilafet'in ilgası ve yeni rejimin meydana gelmesi
ekseninde yapılan birçok reformun/icraatın gerçek anlamda
meşrulaştırdığı düzen, Türkiye üzerinde etkili olan gücün de bölgede
meşrulaşması anlamına geldiği söylenebilir. Zira, 1918'de büyük bir
yenilgiyle savaştan çekilen Türkiye'nin bu amansız gücün oluşturacağı
bir dünya düzenine karşı alternatif sunabilmesi mümkün değildi.
Diğer taraftan, Hilafet'in kaldırılmasını milli hakimiyetin ve
"laik-demokratik" bir rejimin tesisi şeklinde gösteren birçok yayın
vardır. Bunun aksini iddia etmek, psikolojik ve siyasi ortamın gereği
olarak mümkün olmadığı için, yakın tarihle ilgili yazı yazanlar
evvela belli kabulleri başa yerleştirmek zorunda kalıp daha sonra
'ama'lı, 'fakat'lı açıklamalarla -varsa- kendi öz düşüncelerini ve
araştırmalarını ortaya koyabilmektedirler. Yani, Türk araştırmacıları
bazı peşin doğruların tegannî edildiği koroya katılmaya kendilerini
mecbur hissediyor.
Halkın iradesi ve görüşleriyle bulunmadığı veya temsil
edilmediği bir icraatın ve tarihî geçmişinden süzülmeyen bir projenin
demokrasiye veya milli hakimiyete uygun olduğunu iddia etmek,
propagandanın ötesinde fazla bir anlam ifade etmez.
Bununla beraber, halife ve Hilafet, Türk milletine rağmen, hain
rolüne itilmiş; böylece Türk milletinin ve Sünnî İslam dünyasının en
önemli öncüsü durumuna gelen bir kurum, yeni dünya düzeni
doğrultusunda ortadan kaldırılmıştır. Bu bağlamda şunu da ilave etmek
gerekir; tarihî süreçte Türk milletinin onurunu ve asaletini
simgelediği düşünülen bir kurumun, onursuzlukla eş değer hale
gelmesi/getirilmesi dikkat çekici bir konudur. Ayrıca, analiz
edilmesi de gereklidir.
Hilafet hususunda şüphesiz sadece Batılılar tepkili değildi. Bu
meselede Arap dünyasında da bazı sorunlar bulunmakta idi. Türkleri
Hilafet kurumu ile yan yana görmek istemeyen Arap kökenli aydınlar
bulunmakta idi. Nitekim Mustafa Sabri Efendi, Mısır da bulunduğu
esnada, Arap aydınları ve ulemasıyla yaptığı tartışmalar dikkat
çekicidir. O, bu kurumun İslam ümmeti açısından önemine işaret ediyor
ve bu misyonun ancak -tarihin de şahitliğiyle- Türkler tarafından
taşınabileceğine inanıyordu... Ancak, Sabri Efendi muhataplarına
derdini anlatmakta hayli zorluk çekmiştir. Bunun en önemli sebebi,
Arap aydınlarının Hilafet kurumunu Türkler'e layık görmeyen bir
psikolojiden hareket etmeleridir. Dolayısıyla, Hilafeti ilga eden
yeni Türk yöneticileri bu aydınlar tarafından taktir görmüştür.
Yukarıda da belirtildiği üzere, -Hilafet'in kaldırılışından
günümüze uzanan zaman içinde- bu konu gündeme geldiğinde
demokrasinin, milli iradenin ve halk hakimiyetinin gerçekleştiği
söylenmiş ve halk ısrarla buna inandırılmak istenmiştir. Ancak gerçek
şudur ki, bu gibi kavramların sihirli gölgesinde tek yönlü propaganda
yapılmış, bu kelimeler ve kavramların prestijiyle onların özüyle
hiçbir ilgisi olmayan düzenlemeler ve yapılanmalar meydana
getirilmiştir. Aslında bu kavramların anlamları çok açıktır. Buna
uyan veya uymayan davranışlar aklıselim olan bütün insanlar
tarafından rahatlıkla anlaşılabilecek mahiyettedir. Bu kavramlar II.
Meşrutiyetle birlikte bir hayli tartışılmıştır da. Hatta iktisadiyât
sahasında da serbestîyetin gerekliliği hususunda yayınlar
yapılmıştır. Yani, Meşrutiyet'in meydana getirdiği atmosfer ve bir
takım tecrübeler; iktisadî, siyasi ve sosyal açıdan 19201e-re kadar
hayli birikim meydana getirmiştir. Dolayısıyla totaliter, meşrutî ve
liberal bir rejimin ne şekilde oluşabileceği meselesini o dönemin
entelektüelleri ve siyasetçileri çözebilecekleri gibi, halkın da
basiretiyle çözebileceği açıktır.
Monarşiyle yönetilen Japonya'nın, II. Dünya Savaşı esnasında
düştüğü durum ve ondan sonraki gelişmeler Türkiye açısından da ilgi
çekici olmalıdır: Dış baskılara maruz kalan Japon halkı ve
yöneticileri, imparatorlarına -ki Amerika'ya saldırmayı emredip
Japonya'yı felakete sürüklemişti- sahip çıkmayı bilmişti. Gelenekçi
bir toplum olmasına rağmen Japonya, dünyanın en gelişmiş ülkeleri
arasında yer almış ve "İmparator'larıyla beraber "liberal ve
demokratik" bir rejimi kurmayı başarmıştır.
İmdi, Hilafet'in kaldırılması esnasında, halkın halifeden yana
olmadığını iddia etmek hayli zordur. Fakat durum tam tersi olarak
algılanmaktadır. Bunun en önemli sebebi, Ankara'da siyasi ve askerî
gücü elinde toplayan zümrenin -"Kurtuluş Savaşı"nı yöneterek "halkı
esaretten kurtarmasının moral ortamında- kendi siyasi düşüncelerini
halkın siyasi düşünceleri gibi ortaya koyup on yıllarca adeta "resmi
bir görüş" olarak işlemesidir. Ancak, halifeliğin kaldırılmasıyla
milli iradenin gerçekleştirildiğine halkı inandırma gayretleri,
meselenin özüne karşı duyulan şüpheyi de akla getirmektedir.
İşin başında Vahideddin'e fatura edilen birçok yanlış,
Hilafet'in ilgasına zemin hazırladığı görülür. Ancak uluslararası
dengelerin ne anlama geldiğini bilen herkes, halifeliğin Türk milleti
(ve Türkiye dışındaki -özellikle- Sünnî Müslümanlar) açısından tarihî
önemini anlayabilir. Ayrıca, bu kurumun kaldırılmasında bir takım
siyasi ve iktisadi menfaat çatışmalarının olduğunu tahmin edebilir.
Öte yandan, Türklerin Avrupa ile maddi-manevi diyaloglarında
İslam'ın Türklere kazandırdığı dinamizm ve medeniyet anlayışı;
Hilafet'in de tarihî seyir içinde bu yapıyı temsil eden bir statüye
kavuşması bilinen bir husustur. Al-man-Osmanlı ittifakında Hilafet'in
siyasi bir güç olarak ortaya çıkması, karşı tarafın, özellikle
İngilizler'in, Hilafet'in ilgası meselesinde kendi menfaatleri
açısından göz ardı edemeyecekleri reel bir durum vardı.
Nitekim Hilafet, bin yıllık bir tarihî birikimin sonunda
Türklerin milli ve manevi benlikleri yönüyle simgesel bir anlam ifade
ettiği ve bunun, diğer Müslüman milletlerin yönetiminde meşruiyet
sağladığı malumdur. Ancak, halife olmadan da Müslümanlığın
uygulanabileceği bir düşünceden hareketle -ki bu doğrudur- tarihî bir
kurumun ortadan kaldırılmasını meşrulaştırma girişimleri, özellikle
bir kısım ilahiyatçılar arasında bu düşüncelerin revaç bulması, ilgi
çekici olsa gerek. Fakat aynı çevrelere şunu sormak icap eder: Yeni
rejimin (yeni parti rejiminin), dinin yerine "laiklik inancını" ikame
etmek arzusu SSCB'nin Türk-İslam bölgelerinde uyguladığı fikrî,
ahlaki ve sosyal tahakkümlerden ne derece farkı olduğu düşünülmüş
müdür?
Bunun ötesinde, birlik ve beraberlik açısından önemli olan,
insanların gönüllü olarak kendilerini ülkesiyle bütün-leştirmesidir.
Bu da toplumdaki bütün kesimlerin ve unsurların bir "üst değer"
etrafında bütünleşmesinden ve hatta daha da ileri derecede
düşünülürse bu değerde fâni olmasından geçer. İşte bu,
vatanperverliğin manevi temelidir. Aksi halde fertler, kendilerini
ifade edecek ortak payda bulamazlarsa toplumsal bütünleşmeden söz
etmek mümkün olmaz ve başka arayışlar mukadder hale gelir. Bu da
toplumun dağılması, ülkenin parçalanması yönünde vahim bir durumdur.
Tehlikeyi ortadan kaldırmak için ileriye sürülen ve milletin tarihî
dokusuyla uyuşmayan; hatta, zorla dayatılan "değerler" in de bu
gidişatı hızlandıracağı açıktır. Nitekim yakm tarihte bu tür
sorunların yaşandığı bilinmektedir. Türk milletinin bir parçası olan;
ancak, "Türk kökenli" olmayan "diğer unsurların" içinde gelişen isyan
teşebbüslerinin belki de en önemli sebebi; asırlardır
beraberliklerini temin eden ortak değerlerin kısa bir sürede anlamını
yitirmesi veya ortadan kaldırılmasıdır. Yani, "gönül hoşluğu" içinde
süren bir beraberliğin havada kalmasıdır...
Diğer taraftan, muasırlaşmaya engel teşkil ettiği düşünülen
odaklar ve kurumlar, genellikle Türk-İslam toplumunun benliğini ve
kimliğini ifade eden unsurlar olmaktadır. Dolayısıyla bu unsurlardan
ve bu mânâ ikliminden hareketle, kalıcı bir düzen kurulabilirdi.
Esasında İslam'ın, çağın getirdiği sosyal ve teknik gelişmelere mani
olmadığı tarihî olarak bili

nen bir gerçek olmakla birlikte, bazen cehaletten kaynaklanan


davranış biçimleri bahane edilerek halkın demokratik taleplerinin ve
faaliyetlerinin önü kesilmiştir. Bu noktada olayın dış boyutunu da
hesaba katmak gerekir. Zira, siyasi, iktisadi ve askerî açıdan
sürekli kan kaybetmiş, üstelik "öteki" olarak görülen bir
imparatorluğun ardından, daha yukarı bir seviyede hat çekebilmek,
gerçekten çok büyük bir gayret ve maharet isteyen iştir. Bunu güçlü
bir müttefik bulmadan başarabilmek de ayrı bir maharet gerektirir...
Bu bağlamda şu hususa da temas etmek gerekmektedir: Çağdaşlığa
karşı olduğu iddia edilen ve Türkiye açısından zararlı cemiyetler
gibi aleni bir şekilde irtica suçlamasına muhatap olanların
(tarikatlar, cemaatler veya siyasi teşekküller ve sivil toplum
kuruluşları) dünyevi başarıları (sermaye birikimi, bilimsel
başarılar, demokratik talepler çerçevesinde yasal örgütlenmeler vs.)
kafaları karıştırmakta; bu durum, modernizme ve çağdaşlığa İslam
karşıtlığıyla ancak ulaşılabileceğini zannedenlerin nezdinde hayli
agresif davranışlara sebep olmaktadır. Adeta, dünyevi
başarısızlıklarından dolayı değil de başarılarından endişe
edilmektedir. "Rejimin sahipleri" ideolojilerinin karşılığını Türk
Milleti'nin hayatında göremeyince demokrasi, cumhuriyet ve laiklik
gibi kavramlara ters düşmekten çekinmemektedirler. İşin ilginç yanı
en büyük iddiaları da bu kavramları savunmak olduğudur. Halbuki
demokrasi çiğnenerek, hafife alınarak milli hakimiyetten bahsetmek
mümkün olamaz. Hele belli bir zümrenin "mu-amele-i keyfiyesi"nin
Cumhuriyetçi anlayışla telif edilebilecek bir yanı yoktur. Esasında
toplumun derinden derine hissettiği ve ifade edemediği gerçek;
"bağımsızlığının ve özgür-lüğü"nün kazandırılmasından dolayı, sürekli
minnet duyması ve bunun bedeli olarak "kendini var eden tarihî
değerlerin" sürekli aşağılanması çelişkisidir...

Diğer taraftan, islam'ın sembolik değerlerinin gözden düşürülüp


yere serilmesi çok radikal bir karardı (Lewis, 266). Doğrusu medeni
(!) Avrupa ülkeleri böyle düzenlemelere hayli sevinmiş olmalıdırlar.
Zira kendi hayat tarzlarını düşmanlarının "hulûs-ı kalb" (!) ile
kabul etmesi, tarihten gelen haklılıklarının (!) bir kanıtı olarak
görülmüştür, muhtemelen....
Tarihçi Mim Kemal Öke'ye göre; Mustafa Kemal'in, dış politikada
Hilafet'in Türkiye için bir tehlike olduğu düşüncesini taşıdığı kendi
politik faaliyetlerinden de anlaşılabilir... Hilafet'in kullanılıp
kullanılmayacağı düşüncesi büyük güçler için önemli bir mesele idi.
Hilafet ve eskiyi temsil eden sembolik değerleri "elden
çıkarabileceğine onları inandırabi-lirse, o zaman karşılıklı doğacak
güven ortamında ingiltere ile daha rahat anlaşabilirdi"(Öke, H.H.,
109).
6 Özellikle Sovyet yayılmacılığının İngilizler için ne
anlam ifade ettiğini Yunanlıların hissedememeleri, kendilerini maşa
olmaya itti. Ve nihayetinde mukadder bir yenilgiyle sonuçlanacak bir
savaşa kralın karşı çıkması sonucu değiştirmedi ve kral tasfiye
edildi.
Tekrar altını çizecek olursak, Hilafetin kaldırılması olayı,
büyük devletlerin, özellikle ingiltere'nin Ortadoğu ve Güney
Asya'daki menfaatleri açısından önemliydi. Bunun yanında, Türkiye'nin
"misak-ı milli" etrafında bütünleşmesi, yeni oluşan siyasi dengeler
açısından önemli bir boşluğu doldurmakta idi. Türk siyasetçilerinin
(özellikle Mustafa Kemal Paşa'nın) bu yapıyı erkenden kavrayıp büyük
devletleri bu doğrultuda ikaz etmeleri ve mücadeleyi olabilirlik
yönünde yoğunlaştırmaları isabetli bir politika idi (Sarıbay, 17).
Yunanlı siyasetçiler bu dengeleri fark edememişler6 ve askerî bir
harekâta girişmekten kendilerini alamamışlardır (bak. Pallis).
Nitekim, İngilizler'in işi bitince ve desteği ortadan kalkınca
yenilgi kaçınılmaz olmuştur.
Bu izahlardan sonra şunu söylemek mümkündür: Türkiye'yi
yönetenlerin, belli bir dönemde, Osmanlı'nın tarihî misyonundan
vazgeçildiği yönünde büyük devletleri ikna ettikleri düşünülse de,
daha sonra değişen dünya şartları içinde demokrasiyle (daha doğrusu
çok partili rejimle) gelen yeni yönetimin, adeta bu idealleri
derinden derine tevarüs ettiğini göstermiştir. Bu bakımdan darbe ile
uzaklaştırılan iktidarlara karşı yapılan suçlamalardan tarihe
bakıştaki bölünmüşlüğü görmek mümkündür. Buradaki bölünmüşlüğün en
önemli taşıyıcıları, elitizmi temsil edenlerle halkı -cahil oy
çoğunluğunu (!)- temsil edenler olduğu düşünülebilir. Bununla beraber
şunu da belirtmekte yarar vardır: Türkiye üzerinde etkili olan
çevrelerin, Sovyetlerin sosyalizmi bir araç olarak kullanarak
yayılmacılığına karşı, Islamî değerlere sahip, mu-hafazakâr-
milliyetçi bir neslin karşı durabileceğini düşünmeleri önemli bir
gelişmeydi. Esasında bunun geniş halk kitlelerinin talepleriyle de
örtüşen bir tarafı vardı ve devleti yönetenlerin bu politikaları
uygulamakta fazla bir sıkıntı çekmedikleri bilinmektedir. Bundan
dolayı laikliğin din üzerinde baskı aracı olarak kullanıldığı dönemin
tasfiye edilmesinde halkın önüne gelen seçim fırsatı "iyi"
değerlendirilmiştir. Bu, aynı zamanda milli değerlere ve bununla
çelişmeyen dış politikaya yönelik ilginin arttığını da gösterir.
Sonuç olarak

Milletin iradesini ve görüşlerini pek dikkate almayan, hatta


milletin tarihî tecrübeleriyle meydana getirdiği değerleri en katı
bir darbeyle kesme istidadında olanların Hilafet ve Saltanat'a karşı
vurguladıkları "millet iradesinin üstünlüğü" görüşü, adeta burada
büyülü bir görev icra etmektedir. Belki henüz doğmamış bir milletin
arzularıydı bütün bunlar. Ancak ileride de önemli kararlarda milletin
fikrinin pek sorulmadığı anlaşılacaktı.
Tarihî olaylar teorik olarak sorgulanacak olursa, diktatörlerin
veya tiranların, milletine krallardan daha yakın olduğu şüphelidir.
Diktatör "köksüzlüğü" ve milletine karşı adeta "sorumsuzluğu" temsil
ederken, monarch (kral, krallık) asaleti ve örfü temsil etmektedir.
Dolayısıyla en sorumsuz bir kral bile oluşmuş genel kurallara aykırı
düşmemeye çalışır. Bu, yönetimi belli sınırlar içinde kalmaya zorlar.
Oysa bir "ja-koben"in böyle bir mecburiyeti yoktur. Kurulu düzeni
değiştirmek onun en büyük arzusu olduğu için, kuralların, kendi
siyasi çıkarları açısından bir değeri bulunabilir. Yaptığı işlerin
meşruiyeti kendi siyasi gücünden geldiği için, icraatlarında bu
anlamda bir düzenleme söz konusu olabilir. Millet böyle istiyor
dediği noktadan başka bir arzunun çıkması mümkün olmamaktadır. Artık
halk, canı ve haysiyeti arasında bir tercih yapmak zorundadır. Ve
millet, (iç yapılanmalar olduğu bir ortamda) çoğunlukla canını tercih
etmekte ve kendinden olarak gördüğü yöneticilerin bir gün
fikirlerinden Vazgeçeceğini veya değişeceğini ümitle beklemektedir.
Bu teorik açıklamadan sonra konumuza dönersek; Hilafet'in
ilgasının gerçek sebebinin -sanıldığı gibi- halifenin ve
Vıilıideddin'in hatalarından kaynaklanmadığı rahatlıkla an-
Inşılabilir. Vahideddin'in yerine başkası tayin edilerek bu sorun
giderilebilirdi. Burada uluslararası gerçek sorun, geniş ııtğrafyaya
(Asya'dan Kuzey Afrika'ya kadar) yayılan Müslümanlar'ın, tarihî
şartlar içinde en önemli kurumu durumuna gelen Hilafet'in yeniden güç
kazanıp buna uygun bir siyaset güdebileceği ihtimalidir. Yani,
1880'lerden 1918'e kadar güçlü bir merkezi devletle yapılan
ittifaklar örneğinde olduğu gibi, yine benzer bir durumun ortaya
çıkması korkusudur (zaten bu tarihler arasında Osmanlı'nın güttüğü
politikalar, karşı tarafın, böyle bir ihtimal olmasa dahi düşmanlığı
için yeterli bir sebepti). Batı açısından diğer izahların
(çağdaşlaşma gibi) fazla bir anlam ifade etmediği açıktır.
Öte yandan, bazı tarihçiler Hilafet kurumunun arkasında
İngilizler'in yer aldığını iddia etmektedirler. Doğal olarak,
Ankara'da kurulan hükümetin bu etkiden uzak olduğu sonucu
çıkarılmaktadır. Yani zayıf bir Hilafetle, İngilizlerin İslam
ülkelerine ve Türkiye'ye hakim olabileceklerini iddia etmektedirler.
İlk bakışta mantıklı gibi gelen bu iddiaların tarihî süreç
incelendiğinde tutarsız olduğu anlaşılır. Bu, uzun vadede dengelerin
değişmesiyle geri tepen bir silah olacağı aşikardır. Dolayısıyla,
Hilafet'in ilgasıyla beraber Osmanlı Devle-ti'ne ait kurumların
tarihe karışması, o dönemde İngilizler'in menfaatleri açısından daha
tutarlı olduğu söylenebilir.
Şunu da ilave etmekte yarar görülebilir: İngiliz istihbaratı,
Kurtuluş Savaşı boyunca her türlü gelişmeleri anında sorumlu olduğu
merkezlere bildirmekteydi. Böylece İngilizlerin Türkiye üzerindeki
politikaları daha etkin bir duruma geliyordu. Bu bakımdan, İngiliz
etkisi -zannedildiği gibi- sadece işgal altındaki İstanbul'da
yoğunlaşmamıştı; farklı bir şekilde Anadolu'nun üzerinde de bunu
görmek mümkündür (bak. Sonyel). Zira, Orta Doğu'daki menfaatleri
tehlikeye girmemesi için Türkiye'deki siyasi gelişmeleri izlemek
önemli hale gelmekteydi ve bu, İngiliz emperyalizminin göz ardı
edemeyeceği bir gerçeklikti. Ayrıca, SSCB'nin konumu da dikkate
alındığında, -eski sistemden arınmış olarak- Anadolu'da kurulan
Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının tanınması, galip devletlerin
siyasetine uygun düşmekteydi.

İKİNCİ BOLUM

TÜRK SİYASETİNDE MEŞRULUK, EHVEN-İ ŞER VE EĞİTİM MESELESİ

Siyasal Meşruluk Meselesi ve Türkiye

Giriş

insanlar tarihin erken dönemlerinden itibaren gruplar halinde


yaşamak mecburiyetinde kalmışlardır. Bu aynı zamanda huzurlu bir
hayat için de elzemdir. En basitinden en karmaşığına kadar, hayatın
bütününde -ihtiyaçların karşılanması için- toplumsal bir ortamdan
başka bir seçenek ileriye sürmek mümkün değildir. Bu böyle olunca,
yöneten ve yönetilenler diye iki zümre oluşmakta ve sosyal yapı buna
göre şekillenmektedir. Günümüzün modern hayatından geriye doğru
bakıldığında birçok örmekler akla gelmektedir. Spor kulüplerinde,
derneklerde, aşiretlerde ve devlet teşkilatlarında, yönetenler ve
yönetilenler bulunmaktadır.1
Devlet, insan topluluklarının teşkilatlanmasıyla ortaya çıkan
bir olgudur. Bu, insanlar arasındaki ilişkilerin bazı yasal kurallara
göre düzenlenmesini gerektirmektedir. Toplumun rahatını
sağlayabilmenin bundan başka bir yolu da olamamış ve böylece zorunlu
bir iktidar meydana gelmiştir. Yani, toplumdaki düzenin korunması,
insanlar arasında adaletin ve güvenliğin sağlanması, ihtiyaçların
sürekli bir şekilde karşılanabilmesi için sistemin takipçisi bir
kurula ihtiyaç duyulmuştur; bu da "iktidar" anlamına gelmektedir.
1 Maurice Duverger, Siyasal Rejimler, Türkçesi, Teoman
Tunçdoğan, İstanbul: ıtsyal Yayınlar, 1986, s. 7.
İktidarların oluşması ve rejimlerin belirlenmesi değişik aman ve
zeminlerde farklılık arz edebilir. Bu durum siyasi
meşruluğun kaynaklarını ortaya koymaktadır. Nitekim, yönetimlerin
seçimini veya oluşmasını iki maddede toplamak mümkündür.
1-Yönetimin oluşması için halkın iradesine başvuran demokratik
rejimler.
2-Değişik ilişkilerle oluşan ve yönetilenlerin etkileyemediği
antidemokratik ve otokratik yönetimler.2

Eski Yunan'dan günümüze demokratik yönetim şekli


Du verger, 19.

Demokratik yönetimler binlerce yıl öncesinden beri


bilinmektedir. Kabile hayatı yaşayan birçok eski toplumda şeflerin
demokratik usule benzer bir yöntemle seçildiği bilinmekte ise de,
seçime dayalı en önemli tarihî ilk veriler Eski Yunan şehir
devletlerinde, özellikle Atina'da görülmüştür. Ancak, demokrasi
kavramı, teorik ve pratik olarak en önemli dönüşümünü XX. yüzyılda
yapmıştır. Yani kavramın içeriği bu yüzyılda doldurulmuş veya anlam
bütünlüğü ortaya konmuştur. Nihayet, Eski Yunan'da kurulan ve
demokratik bir yönetim olarak vasıflandırılan rejimlerin, gerçek
anlamıyla demokratik olan bir rejimle temel noktalarda örtüşmediği
bilinmektedir. İmtiyazlı zümrelerin kendi aralarında yaptıkları
seçim, bu zümrelerin menfaatlerini koruma içgüdüsünden
kaynaklanmaktadır. Bu noktada toplumda yaşayan diğer zümrelerin
görüşlerinin ve ortaya koyabilecekleri siyasi iradenin hiçbir önemi
bulunmamaktadır. Bu ise "halk idaresi" anlamına tamamen zıt bir
durumdur. Diğer taraftan, vatandaş statüsünde olanlar bir araya
toplanarak yaşadıkları toplumla ilgili kararları müzakere edebilmekte
ve bunların tatbikini denetleyebilmekte idiler. Tekrar altı çizilecek
olursa, toplum çeşitli sınıflardan meydana geldiği için siyasi
sürecin oluşumuna çok az bir topluluk katılmakta; dışarıda kalanlar
çoğunlukla toplumun yükünü çekmekte idi.

Demokratik yönetim ve meşruluğu

Demokrasinin özünü oluşturan ferdî özgürlüktür. İnsanların ayrı


ayrı birer özerk varlık olduklarını hissedip toplum içinde yer
almaları gerekmektedir. Siyasi idealler de bu temel üzerinde
yükselmelidir. Siyasetin amacı, kişiyi ve toplumu daha iyi bir
seviyeye çıkarmak olmalıdır.3 Bunun yanında, gerçekleşmesi gereken,
bütün insanların aynı ideale sahip olması değil, her insanın kendine
ait ideali olmasıdır (her şeyin büyük oranda maddeyle ölçüldüğü bir
dünyada bunun önemi daha iyi anlaşılabilir). Yani maddi olanın ön
plana çıktığı, malik olanın olmayana üstün olduğu bir ortamda
ideallerin önemi büyüktür. "Yarının galiplerinin öbür günün zalimleri
olmamaları isteniyorsa, daha büyük ve daha yapıcı bir siyasi ideal
gereklidir."4
3 Betrand Russell, Siyasal İdealler, Çeviren: Mehmet
Harmancı, İstanbul: Köprü j nyınları, 1966, s. 7.
4 Russell, 8, 14.
Demokratik rejimlerin temelinde halkın rızası yatmaktadır. Böyle
bir rejimin hayata geçirilebilmesi için toplumların veya milletlerin
tarihî tecrübeleriyle oluşturduğu değerlere ve evrensel hukuk
normlarına ihtiyaç vardır. Nihayet bu değerlere uygun olarak
yapılacak kanunlar, halkın veya halkın temsilcilerinin onayıyla
yürürlüğe konulmalıdır. Ayrıca, kanunların yapılmasında olduğu gibi,
bütün hayatı içine alacak kadar genişliğe sahip faaliyetlerde de,
toplumun görüşleri dikkate alınmalıdır. Bundan anlaşılacağı üzere,
demokrasilerde meşruluğun kaynağı, yönetimin muhatap olduğu
fertlerdir. Bunu bir ülkenin yönetimi açısından düşünürsek, büyük
ölçüde rejimi meşrulaştıracak olan, milletin rızasıdır. Ancak, halkın
görüşlerinin anlaşılması için önce fertlerin özgür olması gerekir.
Bu, meselenin ruhunu teşkil eder. Bunun olmadığı ülkelerde, bilumum
demokrasi benzeri faaliyetler şekilden ibaret kalmaya mahkumdur ve
demokrasi açısından da anlamsızdır.
Bir toplumda yaşayan fertlerin gerçek anlamda özgür olabilmesi
için ise, önce ülkenin bağımsız olması gerekir. Yani, devletlerarası
ilişkilerde arzu edilen iç işlerinde bağımsızlık, "dış işlerde de
özel kuvvetten çok kanunun uygulanmasıdır."5 Bu şekilde bir yapı
kurulmadan toplumların ve fertlerin özgürlüğünden söz etmek mümkün
değildir.
5 Russell, 66.
Diğer yandan özgürlük, başkalarının işine karışmadan kendi
kendini yönetmek anlamına gelir. Uluslararası bir hükümet
olmadığından, uluslararası ilişkilerde devletlerin bağımsız olması
gerekir. Ancak, bunun pratikte böyle olmadığı bilinmektedir. Eski
çağlardan Sanayi İnkılabı'na kadar ortaya çıkan imparatorluklar ve
devletler, daha çok tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahip
olduğundan çeşitli bölgelerde bağımsız devletler yer alabiliyordu.
XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya, -eski dönemlerle
mukayese edildiğinde-adeta belli merkezlere bağlı bazı büyük
devletlerden oluşmakta; ulus-devletlere rağmen bu merkezlerin etkisi
dünyanın hemen her yerinde ciddi olarak hissedilmektedir. Bu
bakımdan, dünyada hakim bir konumda olan büyük devletlerin siyasi
meşruluğuyla, toplumun ve devletin iradesi adeta ipotekli olan
ülkelerin siyasi meşruluk anlayışı farklılık arz etmektedir.
Bunun yanında, milli bir duygu varolduğu müddetçe, milletlerin
iç işlerinde kendi kendini yönetmesi önemli olmaktadır. Halkı
kendisine düşman gözle bakan hükümetlerin yönetimi ancak zor
kullanarak ve istibdatla mümkün olabilmektedir. Bir ülkede yaşayanlar
yabancı bir toplum ise veya kendini yönetime yabancı hissediyorsa
(diğer bir ifade ile, yönetimin halkına yabancılaşması halinde),
yöneticilerini düşman olarak göreceklerdir.6 Ayrıca böyle bir
yönetime itaatle yükümlü olduklarından da ıstırap duyacaklardır.7
Eğer, yurttaşlar bütünüyle devlet içinde özgürseler, yönetime itaat
hususunda bir sıkıntıları olmaz ve bu aynı zamanda siyasi erkin
bağımsız olduğu anlamına da gelmektedir. "Hür bir devletin yurttaşı
hürdür" düşüncesi bunu ifade etmektedir.8
6 Russell, 69.
' Hanst Kelsen, Demokrasi Mahiyeti-Kıymeti, Çeviren: Prof. Dr. E.
Menemendin, İstanbul: Devlet Basımevi, 1938. 6.
8 Kelsen, 18.
9 Kelsen, 126-127.
Demokrasilerde, yalnız kendi fikrini değil, başkalarının fikrini
de hiç olmazsa "denenebilir" şeklinde düşünülmesi zaruridir. "İşte bu
sebebe mebnidir ki demokrasi bilumum siyasi akidelere aynı müsamaha
ile ifade edilebilmek ve serbest bir rekabet yoluyla insanların
kalbini celp edebilmek imkanlarım vermektedir."9 Yani, toplumu
meydana getiren bireylerin, muhataplarının da kendileri gibi hakları
bulunan birer vatandaş olduğunun bilincine varmaları gerekir. Alman
siyasi kararlarda herkesin aynı değerde ve ağırlıkta bulunması;
görüşlerini eşit şartlarda açıklayabilecek özgürlüğünün olması
gereklidir. I lerhangi bir maddî ve manevi avantaj, hukuki ve siyasi
eşitliği zedelememelidir.
Diğer taraftan, demokratik rejimlerde ülkelerin kültür yapısına
göre farklılıklar görülse de hareket noktalan aynıdır. Bunları şu
şekilde özetlemek mümkündür: İnsan haklarının teminat altına
alınması, siyasi iktidarın halkın rızasına göre belirlenmesi ve
kanunların hukuka uygun olarak halkın temsilcileri tarafından
yapılması ve icra edilmesi...
Bunun için iktidarın seçimle gelip seçimle gitmesi gerekir.
Zira; iktidarlar sadece yönettikleri topluma karşı hukuki çerçevede
sorumluluk taşımaktadırlar. Halkın devreden çıkarılmasıyla hazırlanan
reformlar, getirilen anayasa taslakları veya toplumsal bağlayıcılığı
olan kararların alınması, demokrasinin işlevi açısından talihsiz bir
durumdur. Böyle bir ortamda, toplum açısından hayati önemi haiz olan
bir takım hususların karara vardırılması ve meseleler tartışılmadan
ve yeterince bilgilendirme yapılmadan halka onaylatılmasının fazla
bir anlamı olmasa gerek.
Halbuki demokratik meşruluğun sağlanabilmesi için, bu temel
kararlarda halkın bütünüyle meseleye katılması ve onay vermesi
gerekir. Aksi halde değişik sebeplerle yönlendirilen; vicdanları ve
özgürlükleri baskı altına alman fertlerin oylarıyla demokratik
meşruluk sağlanamaz. Bu şekilde çarpıtılan siyasi rejimler güdümlü
hale gelirler. Belki de demokrasi için en büyük tehlike bu tür
rejimlerdir. Zira, kafası karı şan insanlar, istibdattan kaynaklanan
birçok sorunu demok rasiye mal edecek ve başka bir istibdadın
kurtuluş yolu oldu ğunu düşüneceklerdir. Halbuki demokrasilerde
yukarıda da değinildiği gibi halkın özgür bir şekilde ortaya koyacağı
gö rüş ve iradeden başka bir siyasi dayanak yoktur.
Bununla beraber, bu tür oyunları bozmak da vatandaşın görevidir.
Zira özgür insan, çevresinde olup biten hayati ge üşmelerle ilgili
olması gerekmektedir ve Friedman'in deyi miyle şu suali sormalıdır:
"Ben ve yurttaşlarım, bireysel sorumluluklarımızın yerine
getirilmesinde bize yardımcı olması için, çeşitli hedef ve
amaçlarımızı gerçekleştirmek ve hepsinden önemlisi, özgürlüğümüzü
korumak için devlet aracılığıyla neler yapabiliriz?... Yarattığımız
devletin, özgürlüğümüzü koruması için kurduğumuz hükümetin o özgürlü-
ğü yok edici bir Frankenstein'a dönüşmemesini nasıl sağlayabiliriz?"
Bundan da anlaşılacağı gibi devletin başlıca işlevi, halkın
özgürlüğünü hem dış "düşmanlara" karşı korumak, hem de içerideki
özgürlüğe düşman odaklara karşı savunmaktır.10
Diğer bir husus, günümüzde siyaset karmaşık hale geldiğinden,
yönetim açısından halkla devletin arasındaki sağlam ve tutarlı
iletişimin kurulabilmesi genellikle partiler vasıtasıyla
sağlanmaktadır. Bundan dolayıdır ki, demokratik rejimlerin en önemli
dayanaklarından ve unsurlarından biri partilerdir. Yani, günümüzde
siyasi parti olmadan demokrasi mümkün gözükmemektedir. Kelsen'e göre;
"devlet iradesinin teşekkülü üzerinde hiçbir hakiki tesir
kazanamayacağı açıkça bilinen münzevi fert, siyasi bakımdan bir
varlığa malik olamaz..." (Esasında bu noktanın aşılabilmesi, siyasi
rein ler için önemli ve müspet bir gelişme olarak kabul edile-ilir).
Fertle devlet arasında herbir azanın ortak yönünü tem-MI eden siyasi
partiler yer aldığı taktirde, ciddi bir surette in-Hnların etkinliği
söz konusu olabilmektedir. Dolayısıyla, demokrasi zarurî bir şekilde
"fırkalar devleti" olmaktadır. De-okratik ilkeler ne derece tatbik
edilirse, bu partilerin öne-Inin de o derece artacağı açıktır.11
Bununla beraber, partile-III. kendi içinde demokratik meşruiyet
ilkelerine sadık kal-n .İM gerekmektedir. Aksi halde partilerin
olmadığı veya tek

Milton Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük, Çeviren: Doğan Erbek, Nilgün


ırtoğlu, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1988., s.14,15.
11 Kelsen, 26,27-28.
partinin hükümran olduğu totaliter yönetimlerdeki olumsuzlukların
kaçınılmaz hale gelmesi kuvvetle muhtemeldir.
Diğer taraftan, demokrasinin temel ilkelerinden,biri de, tek bir
insanın elinde toplanan yetkinin -meydana getirebileceği kötülüklerin
ortadan kaldırılması için,- bütünüyle halka dayandırılması veya
yayılmasıdır. Bu, siyasete ilgisizlik veya başka bir sebepten dolayı
gerçekleşmediği taktirde, yetki, memurların eline geçebilmektedir.12
Halbuki demokrasi, hükümetin özgürlüğe müdahalesini mümkün olduğu
kadar azaltan bir yoldur. Halkın ilgisizliği, mevcut yönetimin
demokratik hassasiyetini azaltabilir. Bu da, toplumsal hayatta her
insana mümkün olduğu kadar geniş bir özgürlük sağlamak için var olan
bir yapının değişmesine sebep olabilir.

Monarşi ve aristokrasilerde siyasi meşruiyet


12 Russell, 42.
Monarşi ve aristokrasiyle yönetilen ülkelerde, siyasi
meşruiyetin en önemli istinad noktası kendini kabul ettirmiş soylu
ailelerdir. Yani, siyasi meşruiyeti sağlayan husus, bir soylu aileye
mensup olmaktır. Bu tür yönetimler, kuruluş aşamasında devlete
öncülük eden şahıs ve ailelerin veya zümrelerin, yönetme hakkını
elinde toplamaları ve bunu kendi ailelerinin içinden aday gösterilen
varislere devretme-leriyle ortaya çıkmaktadır. Daha doğrusu bu,
devletin ilk kuruluş aşamasında kuvvetin belli ellerde toplanması ve
daha sonra bunun o soya mensup olanların bir hakkı olduğu
telakkisinden kaynaklanmaktadır. Asırlarca sürebilecek böyle bir
yönetimin ortaya çıkmasının sebebi, yapılan ve yapılmakta olan
hizmetlerin yöneticilere hak ettikleri bir karşılık olarak
görülmesinin yanında, yönetimin bazı soylara has Tanrı vergisi olarak
da düşünülmesinin büyük payı vardır. Ayrıca, toplumda geçerli olan
kurallar çerçevesinde yönetim sürdürüldükçe, iktidar üzerinde
tartışma yapmak artık kimsenin aklına gelmemektedir. Kısaca, fetih
veya darbeye öncülük ederek devleti kuran aileye veya aşirete mensup
olmanın, monarşilerde siyasi meşruluğun en önemli dayanağı olduğu
açıktır. Bu tür rejimlerde devleti yöneten şahıs, tarihte ve
günümüzde bölgelere ve kültürlere göre değişik isimler almaktadır;
kral, padişah, hükümdar, imparator gibi...
Devleti yöneten kral/hükümdar kanun koyucu olsa da, aynı zamanda
monarşilerde keyfi uygulamalardan ziyade, önceden gelen dinî ve milli
kaynaklı hukuka göre devleti yönetir. Monarşilerin, bu kaynaklara
göre kanunları oluşturmak zorunluluğu vardır. Aksi halde siyasi
meşruiyetleri tartışmalı hale gelir ve yönettikleri halkta (tebaada)
itaatsizlik başgöstermeye başlar. Rızanın azaldığı böyle bir süreci
ortadan kaldırmak için devletin gücüne dayanarak yapılan zecrî
icraatlar durumu daha da vahim hale getirir. Yönetimi elinde
bulunduran ailenin gücüyle, daha doğrusu devlet yönetimindeki
mahareti ve meşru çizgisiyle, halkın veya bir takım başka merkezlerin
gücü arasındaki çatışmanın derecesi, eski yönetimin sürmesi veya yeni
yönetimin oluşması hususunda tayin edici bir fonksiyon arz eder.
Özetleyecek olursak, hükümdar, irsî bir yolla yönetimi evralıp
kanunlar çerçevesinde ülkeyi yönetmek zorundadır. Bu, yönetimini
meşrulaştırma yönünde de kolaylık sağlar. Ancak, halkın kontrol
mekanizması veya iradesinin önemi olmadığı durumlarda, doğal olarak
keyfi uygulamalarla bas-' ırı bir yönetim ortaya çıkabilmektedir. Bu
da totaliter rejimlerde olduğu gibi birçok gayrı meşru olayları
gündeme getirmektedir.

Totaliter rejimler ve meşruluk sorunu

Demokratik rejimlerin değişik şekilleri olduğu gibi,


antidemokratik düşüncenin de çeşitli doktrinleri bulunmaktadır.
Ancak, hepsinin ortak paydasında demokratik meşrutiyete ters düşen
bir zihniyet vardır. Bu da, sorumluluğu olmayan bir azınlığın
oluşturduğu hakimiyetin kaçınılmaz ve gerekli olduğuna ittifak
edilmesidir.13
Totaliter yönetimler, genellikle küçük bir zümrenin, silahlı
güçleri kullanarak veya hile ve tehditlerle, çoğunluğu teşkil eden
halk kitlelerinin yönetimini ele geçirmesiyle oluşan bir iktidar
şeklidir. Bu yönetimlerde halkın mutluluğunun fazla bir önemi olmaz;
önemli olan husus, iktidarı elinde bulunduran zümre veya şahısların
mutluluğu ve iktidarını sürdürebilmesidir. Dolayısıyla halktaki
memnuniyetsizlik, yönetimi tehdit etmediği sürece ciddiye alınacak
bir husus olarak görülmez... XX. yüzyılda totaliter rejimlerin
toplumları ve fertleri mengene gibi sıkarak mutsuz kıldığına tarih
şahit gösterilebilir. Bundan dolayıdır ki totaliter rejimler, halk
iradesine -teorik ve pratik anlamda- karşı olmaları hasebiyle de
sorgulanmaları gerekir.
13 David Spitz, Antidemokratik Düşünce Şekilleri,
Çeviren: Şiar Yalçın, İstan-
bul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1994. s. 33.
14 Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş,
Çevirenler: Tunçer Kara-
mustafaoğlu, Mehmet Turhan, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı, 1993, s.
208.
Totaliter (bütüncü) sistemlerle yönetilen ülkeler, aynı zamanda
otoriter bir sistemi de sürdürmektedirler. İktidarın otoriter bir
biçimde kullanıldığının göstergesi, fert ve toplumun özgürlüğünün
çiğnenmesidir.14 Bu bakımdan "her totaliter sistem, aynı zamanda
mutlak bir sistemdir. Ama tersi varn ieğildir: mutlakıyetin totaliter
olması gerekmez. Mutla

kıyet yalnızca iktidarın taktire dayalı biçimde kullanıldığını


anlatır."15 Aslında mutlakıyet bugün de geçerliliğini sürdürmektedir.
Karşısında onu dengeleyecek güçler bulunmayan bir iktidar, "gerçekte,
mutlak bir iktidardır." Yani iktidar hukuka dayalı belli kurallarla
sınırlanmadığı taktirde mutlak iktidar meydana gelmektedir.
Mutlakıyet ise demokrasinin karşıtı olmaktadır. Ancak; "demokratik
meşruiyet tek başına iktidara sınır getiremez." Bir despottan halk
tarafından devralman iktidar, eğer hukukun içinde kalmazsa rejim bir
tahakküm vasıtasına dönüşebilir.16
Esasında tarihe mal olmuş birçok baskıcı yönetim, siyaset
bilimciler tarafından incelenmiştir. Bunun yanında, bu konularla
ilgili birçok insan, bu tür rejimlerin yapısını bilmektedir. Eski
çağlardan itibaren devletçi rejimlerin çeşitli örnekleri vardır.
Ancak hiçbir tiran, hiçbir despot, hatta yozlaşan dinî ideolojilerin
bile (engizisyon gibi) XX. yüzyılın totaliter rejimleri kadar insan
benliğini menfi yönde etkilemediklerini rahatlıkla söylemek
mümkündür. İnsanların hakkını, hukukunu hiçe sayan; hatta ferdi,
kendi içinde bir bütün olmaktan çıkarıp, bir makinenin çarkı gibi
diktatörün aleti durumuna getiren bu rejimler, kendilerine ne tür bir
meşruiyet bulmuşlardı?
,5Sartori, 210. 16Sartori, 209-210.
Çağımızın totaliter rejimleri bir takım ideolojilerle
kendilerini meşrulaştırmışlar ve meşrulaştırmaktadırlar. Bu
ideolojileri yegane ölçü ve değerdir onlar için. Böyle bir yapı
çoğunlukla tek parti programı çerçevesinde ortaya çıkmakta; hatta
partinin ilkeleri devletin temel ilkeleri haline gelmektedir. Bu
ilkelere kaynaklık eden ideolojiler genellikle, ekonomik ve
sosyolojik bazı ekollerden neşet ederler. Bu böyle olunca düşüncenin
esas kaynağına ne derece sadakat gösterildiği tartışılan bir konu
olmaktadır. Zira hayat sürekli gelişen bir yapıdadır. "Bir ırmakta
iki kez yıkanılmadığı gibi," yüz yıl önce geçerliliği olan bir
akımın, daha sonraki yüzyılda, hatta kendi zamanında yaşayan değişik
toplumlarda geçerliliği tartışmalı olabilmektedir. Aksi halde bu
çeşit siyasi düşüncelerin nass (doğma) haline dönüşmesi o toplumun
gelişmesi ve huzuru açısından büyük bir talihsizliktir. Zaten siyasi
iktidarı halka rağmen ele geçiren diktatörlerin, hür bir tartışma
zemini oluşturmak gibi bir kaygıları olmamaktadır; tartışmalar veya
fikir beyanları çoğunlukla göstermelik, rejimi meşrulaştırma yönünde
olmaktadır. Bu vahim tabloyu dayanılmaz hale getiren ve tarihte
ulaşamadığı bir düzeye çıkaran bir unsur da, XX. yüzyılda meydana
gelen teknolojik gelişmelerin siyasi iradenin hizmetinde
kullanılmasıdır.
Esasında istibdat insanın tabiatına aykırıdır. Buna rağmen
totaliter rejimler insanları nasıl bir arada tutabiliyorlar?
Totaliter rejimlerin sağladığı birlik/beraberlik ne derece
sağlıklıdır? İnsanları ne derece mutlu edebiliyor? Bu suallere cevap
aramanın ve meseleyi sorgulamanın, konunun kavranması açısından önemi
vardır.
Totaliter rejimler, meşrulaştırıcı bir alt yapı hazırlamaya
kendilerini mecbur hissederler. Bu ideolojik yapı, bazen dinî
inançlardan çok daha geniş bir alanda etkilidir ve yaptırımı
kapsamaktadır. Öyle ki, insanların şahsi hayatını kuşatarak günlük
hayatlarını dahi düzenleyici bir genişliğe ulaşmaktadır.
George Orwell'in "1984" adlı eserinde temas ettiği gibi, bu yeni
istibdat düzeninin meşrulaşabilmesi için, geçmişe ait bütün
kayıtların ortadan kaldırılması ve bir nevi hafıza kaybı meydana
getirilmesi şarttır. Böylece toplumlar ve insanlar geçmişte
yaşadıkları gerçeği unutacaklar, hâkim gücün empoze ettiği yalanlara
gerçek diye inanacaklardır. Bu, aynı zamanda insanların kişiliklerini
kaybetmeleri anlamına gelmektedir.17 Bergson'un dediği gibi "bilinçli
olma hafızaya sahip olma demektir", bilinci ve hafızası boşalmış
toplumlar ve onu oluşturan fertler, insani özelliklerini kaybederler
ve sürü haline dönüşürler.
George Orwell, 1984, çevirenler: V. Turhan, S. Tonguç,
İstanbul: İkizler Yayınevi, 1984.
Diğer taraftan, toplumu şartlandırma projeleri, binlerce senenin
en büyük dönüşümlerinden birini gerçekleştiren "aydınlanma
felsefesi"nin, her insanın akimi kullanarak doğruyu bulma hedefine
aykırı bir durumdur. Ancak, sanayileşmesini tamamlayamamış -siyasi,
iktisadi ve askerî açıdan merkezde bulunan devletlerin gerisinde ve
nüfuz alanına giren- ülkelerdeki totaliter rejimlerin, modernizmi
bayrak yapmalarına rağmen akılcılığın genel hedeflerine ters
düşmeleri ilginçtir. Halbuki merkezdeki ülkelerin (Batı'nin),
sanayileşmenin itici gücüyle bir noktada doğal bir gelişim göstererek
işin özüne daha uygun olarak modernleştiği bilinmektedir. Bu
gelişmelerin paralelinde demokrasi, insan hakları, özgürlük ve
akılcılık gibi değerlerin de geliştiği görülmektedir. Ancak, "çevre"
ülkelerinde durum tam aksi istikamette cereyan etmekte, modernizme ve
aydınlanma felsefesine mantıken aykırı, şekilci bir durum ortaya
çıkmaktadır. Bu çerçevede totaliter rejimler, modernizmle ortaya
çıkan güçlü değerleri adeta din haline dönüştürerek toplumu kendi
emelleri doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Böylece modernizmle
beraber gelişen bazı insani değerler, (ilgisiz bir yerde) totaliter
rejimlerin yalanlarına dönüşmüşlerdir. Yani, antidemokratik bir
şekilde yapılandırılan devletin meşrulaştırma aracı duru-ııuma
getirilen modernizm, özgür düşünceyi ve onu meydana getiren
akılcılığı ortadan kaldırmaktadır. Sonuç olarak modernizm adına
birbirine zıt iki durum ortaya çıkmaktadır.
Totaliter rejimlerin yerleştirilmesi için, ortadan kaldırılan
eski "ideolojilerin" yerine yeni bir tarih ve ideolojinin inşa
edilmesi gerekmektedir. Bunun kaçınılmaz malzemesi yalanlardır.
Yalanlar, yukarıdan empoze edilerek "gerçek" haline dönüştürülürler.
Bu yalanları çürütmeye teşebbüs etmek ve aksini iddia etmek fiilen
yasaktır veya psikolojik olarak mümkün değildir.
Dolayısıyla, yeni rejimi kuranlar ülkenin gücüne göre bu
yalanlan kabul ettireceklerdir. Ülke, eğer uluslararası güç dengeleri
arasında söz sahibi ise, rejimin yalanları, mevcut elitin arzuları ve
rejimin devamı doğrultusunda temellene-cektir. Bu olmadığı taktirde,
o ülke halkı için daha büyük bir tehlike mevcuttur. Zira, halka
rağmen rejimin devamından yana olan diktatörler ve bu yapıyı
destekleyen dış güçler, bir nevi ittifak halindedirler. Böyle bir
diktatörlüğe muhatap olan ülkeler, tarihî süreç içinde çatıştığı
devletlerin insafına teslim olmakla eş değer bir konumdadırlar. Bu
ülkeler yapay bir şekilde bağımsızlıklarını elde etse de, husumetini
kazandığı güçlü devletlerin etkisini daima ciddi bir şekilde
hissedip, içeride ve dışarıda ona göre politikalar üretmek zorunda
kalırlar.
Liberal görüşleriyle tanınan Atilla Yayla, Hayek'in görüşlerine
dayanarak yazdığı kitabında şu hususlara temas etmektedir: Bir
ülkenin bağımsızlığını elde etmesiyle özgür olması birbiriyle
karıştırılan bir konu haline gelmiştir. Bağımsızlığını elde etmiş
fakat özgürlüğüne kavuşamamış ülkeler vardır. "Bu karışıklığın
nedeni, özgürlük kavramının bireyler yerine kolektif bütünlere
uygulanmak istenmesidir... Böylece özgürlük kelimesi bir bütün olarak
bir halk üzerinde, özellikle yabancı zorlamanın olmaması, var olan
zorlamaların kalkması anlamına gelir".18 Bunun yanında, bağımsızlık
mücadeleleri sonucunda özgürlük bekleyen halkın başka bir diktatörün
mengenesine girdiğine birçok ülke örnek olarak verilebilir.19
Kendi menfaatleri doğrultusunda oluşturdukları düşünceleri
propaganda yoluyla halka kabul ettirmeye çalışan hâkim zümreler,
yukarıda bahsedildiği gibi modernleşmeyi veya Batılılaşmayı
(Avrupalılaşmayı) bir din gibi -çağın gereği olarak- empoze
etmektedirler. Bu hareketin ülkede neşvünema bulabilmesi için bir
takım "devrimlerin" yapılması ve halkın buna göre yönlendirilmesi
gerekli görülmüştür. Osman Turan bu çarpık anlayışa şu ifadelerle yer
vermektedir; "devrimlerin muvaffakiyetine en büyük engeli İslamiyet
teşkil etmekle beraber inküapçı deha buna da çare bulmuştur. Nitekim
bize mahsus bir laiklik anlayışını başlıca temel yaparak dini yalnız
dünya ve devlet işlerinden uzaklaştır madik. Onun dalını, budağını
kırdık ve bu sayede cemiyet hayatındaki kudretini sildik. Öyle ki
bugün laiklik dinden daha mukaddes bir müessese olmuştur."20 Ancak
bu, sosyo-kültürel konularda serbest tartışmanın önünü tıkadığı ve
düşünce özgürlüğünü kısırlaştırdığı için demokrasinin özüne aykırıdır
(Bu vesile ile şu soru sorulabilir: Avrupalı -bu isim değişebilir-
gibi olmakla Avrupa'nın istediği gibi olmak aynı anlama mı gelir?)
18 Atilla Yayla, Özgürlük Yolu, Hayek'in Sosyal
Teorisi, Ankara: Turhan Kitabevi,
1993, s. 23.
19 Yayla, 24; Arnold Toynbee, Medeniyet Yargdanıyor,
Çeviren Ufuk Uyan, İs-
tanbul: Ağaç Yayıncılık, 1991. s. 179.
20 Osman Turan, Türkiye'de Siyasi Buhran'w Kaynaklan,
İstanbul: Nakışlar Ki-
tabevi, 1979, s. 144.
Totaliter rejimler kendilerini meşrulaştırma yolunda ortaya
koydukları gerçek dışı (pseudo) düşüncelerle, demokratik rejimlerde
siyasetçilerin kendilerini aklamak veya başka bir sebeple
kullandıkları yalanlar, etkileri bakımından büyük ölçüde farklılık
arz eder. Totaliter rejimlere kaynaklık eden temel sosyo-kültürel
konular, hakim zümrenin iktidarını pe-kiştirici bir şekilde
düzenlenir. Halkın da buna inanmak ve bu doğrultuda düşüncelerini
açıklamak zorunluluğu vardır (yani eleştiri hakkı yoktur). Aksi halde
"onurlu" bir şekilde yaşayabilmesi güçleşir. Yani, insanlar
düşüncelerinde serbest olabilmesi için kendilerini bu ideolojinin
önünde diz çökmek mecburiyetinde hissederler. Böylece, düşünce
namuslarını kaybederler veya kaybetmek zorunda bırakılırlar. Halbuki
demokratik ülkelerde siyasetçilerin yalanları temel değerleri
etkileyebilmekten uzaktır. Her şeyden önce fikir özgürlüğü sayesinde
aksi iddia edilebilir. Bunun yanında, demokratik ülkelerde kullanılan
yalanları, uzun süre devletin gücüne dayandırmak mümkün değildir;
zira, böyle bir durum meydana geldiği takdirde bedeli ağır olur. Bazı
şahıslar yalanlara açık ise o başka bir meseledir. Fakat doğruyu
öğrenebilmenin yolları da açık bırakılmıştır.
Diğer taraftan, iktisadi ve siyasi açıdan -gerçek anlamda-
bağımsızlığmı elde etmiş devletlerin totaliter sistemleri,
kendilerini meşrulaştırmak ve buna bağlı olarak adeta insan
hafızasını kontrol altına almak için eğitim ve medya yoluyla
yaptıkları faaliyetlere rağmen uzun vadede başarılı olmaları mümkün
değildir. Zira, iç dengelerde meydana gelecek bir değişim bu
rejimlerin sonunu getirmeye yeter.
Kruşçev, Stalin dönemini meşrulaştıran yalanları sorgularken
partililerin bundan hoşlanmadıklarını belirtir. Ancak onun şu
açıklamaları bütün totaliter rejimler açısından geçerli olacak
mahiyettedir:
"Bunlar (Stalin dönemini savunanlar) Stalin'e tapmaya alışmış
ve Stalinist dönemin eski kavramlarını kolay kolay terk etmeyen yaşlı
ve küçük insanlardır. Gerçeğe kendilerini uydurmaları güç gelir
onlara. Bu, Stalin'in hayatta olduğu sürece parti üyelerinin
yetiştirilip şartlandırılmaları yolundaki bozuklukların ürünüdür.
Stalin bütün indoktrinasyon yöntemlerini kendi amaçlarına
uydurmuştur. Düşünmek için itaat ve sorgusuz inanç istemiştir... Ama
madalyonun bir de ters yüzü vardır. İnsan, güvenine hıyanet
edildiğini anladığında, mutlak güveni acı bir nefrete dönüşecektir.
Bu, bir 'fasit daire' şeklinde olacaktır. Bir ülkenin lideri, halkın
gözlerini kapayıp başlarına geleni hiçbir zaman anlayamayacaklarını
kabul edip işe koyulmazlar. Sorumlu yerlerdeki insanların böyle bir
düşünceye kapılmaları, halkın Partiye ve Hükümete olan güvenini
temelden sarsacaktır."21
Demek oluyor ki, maşeri vicdan ve insanın tabiatı uzun bir süre
baskılı yönetimi taşıyamaz. Bunun yanında karanlıktan sızacak bir
ışık, bir sürü yalanı hükümsüz hale getirecektir. Rejimin
ideolojisine gerçek anlamda inanan hâkim zümrelerin, bu durum
karşısında gösterecekleri telaş sebebiyle daha büyük hırçınlıklar ve
yanlışlıklar yapacakları açıktır. Ancak, tarihî süreç içinde baskıcı
yönetimlere muhatap olan milletler yok olup gitmediği taktirde, bu
hastalıklı durumun aksi yöne dönüşeceği insan doğasının emridir.
Yani, toplumlar, insan doğasının zorlamasıyla zamanla totaliter
rejimleri ve diktatörleri tasfiye edebilecek fırsatları elde
edebilmektedirler.
21 N. Kruşçev, Kruşçcv'in Antları, Çeviren Mehmet Harmancı,
İstanbul: Milliyet Yayınları, 1971, s. 29.
Şiddet kullanmadan totaliter bir sistemin çökmesi imkansız gibi
gözükse de, XX. yüzyıl aksini ispat etmiştir. Ancak her şeye rağmen
zamanımızda hayatiyetini sürdürebilen antidemokratik sistemler bunu,
-sanıldığının aksine- o rejimlerin "faziletinden" değil, dış güçlerin
menfaatlerine uygun düşmesinden devam ettirebilmektedirler. Bunun
anlamı, büyük güçlerin menfaatleri değiştiği takdirde, ülke içindeki
dinamiklerin ve özgürlük taleplerinin önünden sürüklenip
dağılacakları açıktır.
Esasında, totaliter rejimlerde halk, hâkim ideolojiye ciddi
anlamda inanmaz; inanıyor gibi görünmeleri geleceğe karşı olan
ümitlerindendir. Yani, bir gün, her şeyin düzeleceğine inanırlar. Bu
onları hâkim ideolojiye karşı rol yapmaya iter. Hakim ideolojiyi
gerçek anlamda benimsediğini topluma kabul ettirenler, kendilerine
güvenleri olmadığı için, fikir özgürlüğüne ve ideolojilerinin
tartışılmasına tahammülleri yoktur. Ayrıca, kendi ideolojilerinin
"sakatlığına" da bir yerde tanıklık ettikleri ve bundan menfaatleri
gereği vazgeçemedikleri için, kendilerinden olmadığını düşündükleri
çevrelerin kendi savundukları ideolojiyi benimsediklerini beyan
etmeleri halinde bile, bu çevreleri bir türlü ikna edemezler.
Halbuki, burada gerçek sorun, ideolojinin sahibi gibi görünenlerin
buna olan güvensizlikleri, hatta inançsızlıklarıdır. Ama durum
bambaşka görünebilmektedir ve birçok insan bu çevrelerle diyalog
kurabilmek için boşuna zaman kaybetmektedir. Bu "iyi niyetleri"
makbule geçmediği gibi, tam aksine nefreti bile celp etmektedir.
Kısaca, istibdat yanlılarının halkı dışlamalarının sebebi,
idraklerine olan güvensizliktir ve bir gün kendilerinin de bunun
yanlışlığını öğrenmelerinden gelen derin korkularıdır. Rüyasında
saraylarda yaşadığını gören bir fakirin uyanma korkusu gibidir, bu
durum...

Türkiye'ye gelince

Yukarıdan beri yapmaya çalıştığımız teorik izahlardan sonra,


Türkiye'nin XIX. yüzyılın ikinci yarısından 2000lere uzanan siyasi
yapısının meşruluk kaynaklarının neler olabileceğini düşünmekte fayda
vardır. Türk siyasetinde meşruluk sorunu; monarşi, demokrasi ve
totalitarizm gibi sistemlerin meşrulukları çerçevesinde kendini
bulacak bir konudur. Ancak, Türkiye'nin siyasi yapısının meşruiyetini
anlayabilmek için siyaset bilimi kitaplarındaki klasik izahlarından
başka diğer bazı hususlarda da fikir yürütmek gerekmektedir.
Esasında, Osmanlı Devleti ve Türkiye, ekonomik kaynakları ve
siyasi dinamikleriyle "dünya ekonomisi"nin içinde yer alabilmiş
olsaydı ve yine aynı şekilde sanayileşmesini gerçekleştirip modern
bir topluma dönüşebilseydi, siyasi meşruluk meselesinde, klasik
izahların yeterli olabileceği düşünülebilirdi. Ancak, tarihî süreç
farklı gelişmiş, iç dinamiklerin yanında dışarıdan gelen yoğun tazyik
ve vakumun tesiriyle içerideki siyasi ve kültürel yapı değiştirilmiş
ve adeta yeniden oluşturulmuştur. Böyle bir tarihî süreç geçiren
ülkenin siyasi meşruluk sorunu değerlendirilirken dikkat edilmesi
gerekir; zira iktisadi ve siyasi yönden gerçek anlamda bağımsızlığını
elde etmiş bir ülkede oluşan rejimden farklı bir durum ortaya
çıkmaktadır.
Türkiye'deki siyasi meşruluk meselesi bazen o kadar karmaşık bir
hal alıyor ki, halkın rızasını tahsil etmek sadece bir dekoru
tamamlamak haline dönüşüyor. Örneğin, iktidara talip bir partinin
lideri veya lider adayının, önce resmiyette hüsnü kabul gören
"ideolojiye" iman etmesi isteniyor; sonra -adeta- dış güçleri ikna
etmesi gerekiyor. Bu o kadar ayağa düştü ki, basın-yayın organlarında
bile; "falanca lider Amerika'nın (veya herhangi bir Avrupa ülkesinin)
gözüne girdi"; "Amerika'dan vize yok"... gibi yorumlar
yapılabilmektedir. Halbuki ne demokrasilerde ne de monarşilerde,
bağımsız olan bir ülkenin siyasi iktidarına bu şekilde bir meşruluk
aranması söz konusu olamaz.

Türkiye'deki siyasi rejimlerin oluşmasında sosyo-ekonomik faktörlerin


etkisi

Türkiye'de tarihî süreç içinde meydana gelen iktisadi ve siyasi


gelişmelerin ana gövdesini iki maddede toplamak mümkündür:
1-Osmanlı Devleti'nin dünya ekonomisiyle entegrasyonunda karşı
tarafın baskısı doğrultusunda yapılan düzenlemeler;
2-Buna bağlı olarak, içeride, baskıcı ve merkeziyetçi hale
dönüşen rejimi, bürokrasinin (silahlı-sivil) öncülüğünde
meşrulaştırma aracı olarak kullanılan "modernleşme" anlayışı...
Bu oluşumun serüveni epey eskilere dayanmaktadır: XV. yüzyıldan
sonra dünyada meydana gelen çok yönlü dönüşümle Avrupa'da ortaya
çıkan bir "dünya ekonomisi", kapitalist üretim tarzını ve yapısal
özelliği olan devletlerarası sistemi geliştirmiştir. Kendi iç
dinamiği ile gelişen kapitalist sistem, zamanla küçük veya daha zayıf
sistemleri kendine bağlamaya başladı. "Yirminci yüzyılda tüm dünyayı
içererek yeni bir tarihsel durumu, yani tekil bir dünya sistemini
(daha önce, varlıklarını bir arada sürdüren çoklu dünya sistemlerine
karşıt olarak) ortaya çıkarana kadar bu süreç devam etti."
Çevreleşme (periferileşme) süreci içinde dünya ekonomisine
katılan her imparatorlukta bir trajedi yaşanmıştır. Bu ise, devletin
dünya ekonomisindeki üretim faktörlerinin akışına müdahale edebilme
gücünün azalmasını gerektirmiş ve devlet mekanizmasının yeniden
düzenlenmesini zorunlu hale getirmeye başlamıştır. Kendinden
merkezli, kendi gücüyle ayakta duran ve içe dönük bir dünya
imparatorluğu, devletlerarası bir sistemin içine çekilerek buna göre
yeni bir işlev kazanıyordu.

Dünya ekonomisi, Osmanlı topraklarını bölge bölge parçalayarak


kendine katmıştır: Rumeli, Mısır, Suriye... ve nihayet Anadolu...
Halbuki, Osmanlı Devleti, XIV. ve XVII. yüzyıllar arasında
ekonomik açıdan bağımsızdı. Üretim faaliyetleri tarım ve şehir
zanaatlarıydı. Elde edilen ürünün büyük bir bölümü vergi olarak
almıyordu. İktisadi akış istikameti merkeze doğru idi ve yeniden
dağıtım bu kanalla yapılıyordu. Bürokrasi, ekonomi üzerinde denetime
sahipti. Ekonomi ve politika alanı birbirine girmiş ve yönetim bu
yapıya göre düzenlenmişti. Bu ekonomik ve sosyal yapı içinde, mutlak
monarşi, tutarlı bir siyasi yönetim biçimi olarak görülebilir.
Çeşitli bölgelerde potansiyel merkez dışı güçlerin iktidarım
besleyebilecek artı ürün birikimine izin verilmiyordu. İstanbul ve
diğer şehirlerin ihtiyaçlarını sağlayan bütünleşmiş bir iktisadi-
siyasi organizasyonu gerçekleştirmek belirgin bir amaçtı. Ancak; XVI.
yüzyıldan sonra meydana gelen nüfus artışı, gümüş sıkıntısı ve
Avrupa'daki fiyat enflasyonu kaçak mal ticaretini körükledi ve buna
bağlı olarak içerideki fiyatlar yükseldi. Bu durum "yeniden dağıtım"
akışının tehdit altına girmesi demekti. Devlet, ülke içinde merkez
dışı güçlerin ağırlığının artması anlamına gelen politikalar izlemeye
başladı. Tarım vergisi genişletildi ve yabancı ülkelere tanınan
kapitülasyon hakları artırıldı.
"Tımar sisteminin yerini alan öşürün iltizama verilme olgusu"
özellikle Rumeli bölgesinde üretim ilişkilerinin yavaş yavaş
dönüşmesine sebep oldu. Mültezim üretimin örgütlenmesinde özerkti
(tımarın aksine). Bu ise birikime yol açabilecek bir fırsat
vermekteydi. Ayrıca, merkezi hükümetin tarım ve ticaretteki
denetiminin zayıflaması, âyanm iktisadi ve si-y.ısi gücünün artmasına
sebep oluyordu. Bu gelişmeler gerileme süreci olarak
anlaşılabilmektedir; hatta bir nevi feodalleşme olarak da
düşünülebilmektedir.
Kısaca, Osmanlı Devleti'nin karşısında dinamik ve güçlü, aynı
zamanda yayılma istidadı gösteren bir iktisadi yapı çıkmıştır. Ve
Osmanlı'nın iktisadi-siyasi yapısı, kapitalist üretime dönüşmenin
aksine, feodalleşmeye doğru bir eğilim göstermiş ve zamanla "Batı
(dünya) ekonomisi" ne katılma ve çevreleşme sürecine girilmiştir.22
Bununla beraber, yabancı elçilerin güçlenmelerinin yanında,
gayrimüslim Osmanlı tebaası için vergi muafiyetlerinin bulunması
onları yabancı tüccarların acenteleri durumuna getirmiştir.
Balkanlar’ın hızla dünya ekonomisiyle bütünleşmesinde gayrimüslim
tüccarların etkisinin büyük olduğu belirtilmektedir. Bunun yanında
Müslüman tacirlerin zayıfladığını zikretmemiz icap etmektedir.
Diğer taraftan XVIII. yüzyılda ithalat, ihracatı aşmaya başlamış
ve el zanaatlarının çökmesine sebep olmuştur. Daha sonra ödemeler
dengesi üzerindeki etkiler Osmanlı Devleti'ni borçlu konuma
sokmuştur.
22 İmanuel VVallerstein, Hale Dedeli, Reşad Kasaba,
"Osmanlı İmparatorlu ğu'nun Dünya Ekonomisi ile Bütünleşme Süreci,"
Toplum ve Bilim, no: 23,1983, s. 'I.1 45; Süleyman Seyfi Öğün,
"Kemalizm Tartışmalarının Kültürel Doğası Üzerine IWı Notlar",
Türkiye Günlüğü, no: 28, Mayıs-Haziran 1994, s. 32-33.
Yukarıda da kısmen değinildiği gibi iltizam ve yabancı
tacirlerin artan imtiyazlarının da tesiriyle Babıali'nin otoritesini
azaltan merkez dışı odaklar güçlenmiştir. Osmanlı topraklarında
menfaatleri bulunan devletlerin de teşvikiyle isyanlar çıkarılıyor ve
buna bağlı olarak ayrılıkçı faaliyetlerle dünya ekonomisinin akışına
ve "düvel-i muazzama"nm arzularına doğru yol alınıyordu. Bu girdaptan
kurtulmaya veya zararı asgariye indirmeye çalışan Osmanlı Hükümeti,
merkeziyetçiliği yeniden tesis edecek bazı siyasi tedbirler al maya
başladı. Ancak beklenen düzeyde ciddi bir sonuç alma madı. Nitekim
Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayıı nu)'nın ilânı (Islahat
Fermanı da bir ara ayarlama olarak) dünya ekonomisi içinde, Osmanlı
İmparatorluğumun artık "çevre" olan konumunun pekişmesini ifade
ediyordu. Burada hedef ne halkın özgürlüğü, ne de yönetime
katılmasının teminiydi. Aksine, demokratik karaktere yakın bazı
özellikleri içinde taşıyan toplum, oluşmaya başlayan yeni bürokrasi
ve ideolojisinin emir ve hizmetine giriyordu.
Hatt-ı Hümayun'un anlamı, devletin bağımlı olduğu bir sistemde,
artı üründen kendine düşen payı güvence altına alabileceğine dair
"yasal" bir çerçeve sağlanmasıydı. Bunun yanında Avrupa, imzalanan
ticaret anlaşmaları yoluyla yayılmasına devam ederken, yerel
ekonomiler zarara uğruyordu. Ayrıca Avrupa'nın mâli sermayesi
1850'lerden soma Osmanlı topraklarına sızmaya başladı. Bunun bir
göstergesi de demiryolu için ikili devlet antlaşmaları
yapılmasıydı.23
Diğer taraftan, 1856'da başlayan borçlanma süreci 1875'de devletin
iflasına da sebep oldu. Bu yetmiyormuş gibi birkaç yıl içinde,
kendinden çok güçlü olan bir devletle ve-ilen ölüm-kalım savaşı
ülkeyi iyice tıkanma noktasına getir-i. 1881'de Duyûn-ı Umûmîyye
İdaresi gibi "onur kırıcı" bir kurumun gelmesiyle dış çevrelerin mâli
denetimi doruk noktasına çıktı. Bu, devletin hükümranlık haklarına
denetleme getirmesi anlamına geliyordu. Ayrıca bürokrasi, bu yayılma
»üreciyle kendini ifade etmek durumunda idi. Adeta üretimi
gerçekleştiren halkın gelirlerine yeni ve daha dikkatli bir or-k
çıkıyordu. Bunun yanında epey gerilerde kökleri bulunun halkı kontrol
altında tutma geleneği; devletin lütfettiği k»dar ve devletin
istediği yöndeki özgürlük; XX. yüzyıla doğru ayrı bir seyir izlemeye
başladı. "Bir yandan Duyûn-ı

23 A. D. Noviçev, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yarı-Sömürgeleşmesi,


Çeviren Na-I Hi irer, Ankara: Onur Yayınları, 1979, s. 12-58, 59-81;
VVallerstein, 46-49.
Umûmîyye Osmanlı bürokrasisini iflastan korurken, öte yandan, sarayın
Osmanlı merkeziyetçiliğini yeniden canlandırmak için zaman zaman
yaptığı atılımlara son veriyordu."
Nihayet, siyasi yapının da bu değişim ve gelişmelerin içinde
kendini ayarlaması kaçınılmaz hale gelmişti ve bu noktada 1908
sonrası kurulan hükümetlerin politikalarını son aşama olarak düşünmek
mümkündür. Zira, "çevresel yapılanmanın tamamlanabilmesi için, hem
devlet aygıtının, hem de ekonomik süreçlerin dünya ekonomisi
taleplerine uygun bir şekilde dönüşmesi gerekliydi." Nitekim, çözülme
döneminde daha etkin bir devlet aygıtının meydana getirilmek
istenmesi, aslında, dünya ekonomisinin işlemlerini kolaylaştıran bir
yapının oluşturulması idi ve bu, kontrollü bir durumdu.
Duyun-ı Umumiye'den I. Dünya Savaşı sonuna kadar geçen süre
içinde, devlet aygıtı belirsizlikte iken, Avrupa'nın istediği
doğrultuda ekonomik büyüme gerçekleşiyordu. Bununla beraber, "ulusal
burjuvazi", "milli ekonomi" gibi girişimler Almanya'nın dünya
ekonomisinde merkeze girme ve Osmanlı Devleti'ni yarı çevre konumuna
getirme gayretlerinin uzantılarıydı.
Diğer bir husus, dünya ekonomisine bir bütün olarak değil de,
parça parça eklenen Osmanlı imparatorluğu için yakın tarih acı
hatıralarla doludur. Devlet parçalanmış; insanlar ve maddi kaynaklar
zaafa uğramıştır. Böylece, istiklâlini uzun bir dönem koruyarak,
bünyesindeki toplulukları XIX. yüzyıla kadar dağıtmadan taşıyabilmiş
bir imparatorluk; "kapitalist dünya ekonomisi içinde ve onun
kısıtlamalarına uygun olarak hareket eden" bir devlet durumuna
gelmiştir/ getirilmiştir.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, büyük
bir dirençle bu dünya çapındaki oluşuma karşı gele rek gittikçe
daralmış ve gerilemiştir. Nihayet savaşta yenilen Almanların
desteğinden yoksun olduktan sonra iradesini kaybetmiş bir devlet
konumuna gelmiştir. Bu vahim iflas ve mağlubiyetler Türk idarecileri
tarafından iyi "okunmuş" tur ve devleti, siyasi rejiminden ekonomik
düzenine kadar, hatta, toplumsal ve kültürel alanı içine alacak bir
şekilde, halkın derin tepkisine rağmen, yapılan reformlarla tanzim
etmişlerdir. Bu durumu sürekli kılacak bir meşruiyet anlayışının
kabulü bundan sonra zor olmadı.
Kısaca, kapitalist "dünya ekonomisi", Osmanlı İmparatorluğu
topraklarına doğru genişlemesinin ortaya koyduğu dinamizmle, bu
devletin üretim sistemlerini, devlet teşkilatını; sosyal hayatta
geçerli olan kurallarını biçimlendirmiştir. İşte içeride meydana
gelen ve yeni ideolojik yapıya dayanan siyasi rejim bütünüyle buna
bağlı olarak şekillenmiştir.
Wallerstein'in ifadeleriyle söylenecek olursa, "Osmanlı Devleti
kendini yenilediğinde bu, daha modern olma yönünde bir adım değil,
fakat bölgeye atfedilen kesin çevresel rol ile daha fazla bütünleşme
doğrultusunda bir adım olmuştur.'^

Türkiye'de modernleşme ideolojisi ve siyasal meşruiyet


24 Nazmi Eroğlu, Mehmed Cavid Bey'e Göre Borçlanma ve 1908-
1918 Arası Borçluma Siyaseti, İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, IW, s. 16-22; Wallerstein,
50-53.
Yukarıda da bahsedildiği gibi, modernleşme düşüncesi
Aydınlanma’nın ürünüdür. Bunun temel dayanağı kabul edilen husus;
akılcılıktır. Orta Çağ’ın, "teokratik" ve "yozlaşmış" anlayışının
temelini oluşturan "naklin" (dogmaların) karşısında, Aydınlanma’nın
ve modernleşmenin en güçlü silahı akıldı. Böylece, ilmî gelişmelerle
beraber yenilenen ve değişime uğrayan sosyo-kültürel yapı, demokratik
anlayışı beslemekte idi. Nitekim, akla revaç verilen bir yerde
siyasa] meşruiyetin kaynağının değişime uğraması kaçınılmazdı. Çünkü
akla dayanmanın neticesinde ferdî özgürlüklerin ve teşebbüslerin
önünün açılması, beraberinde köklü bir değişim getirmekte idi. Dinî
açıdan siyasi hâkimiyet telakkisi de yeniden yorumlanmakta idi.
Ayrıca, pratik siyasi anlayışla karıştırılan ve halkı buna göre
yönlendiren aristokrat zümrelere karşı demokratik anlayış gelişerek,
siyasi hakimiyet anlayışının temelindeki espri yerine oturuyordu.
25 Şerif Mardin'in analizlerine göre, "Cumhuriyet'in
kurucularına göre önce 'vıı tandaş'ın bir tip olarak ortaya çıkması
istenecek, bu uğurda enerjiler teksif edilecek, somu 'hürriyet'
vatandaşlık üzerine bina edilecekti." (Şerif Mardin, "Atatürk'ü
Anarken", Tüt kiye Günlüğü, sayı: 28,1994, s. 7). Yeni bir insan tipi
"yaratılması"yla ilgili -resmi )?,? I rüşü yansıtması açısından-
bakınız: Macit Gökberk, "Aydınlanma Felsefesi, Devrim ler ve
Atatürk", Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul: Dr. Nejat
Eczacıbü | Vakfı Yayınları, 1983, s.303-331.
Diğer taraftan, Türkiye'de neşvünema bulan modernleşme anlayışı,
bunun aksine, özgürlüklerle ve düşünceyle barı-. şık olmadığı için,
Avrupa'da gelişen Aydınlanma hareketinden farklı bir yapı ortaya
koydu (veya Batı’nın sadece jako-ben anlayışı benimseniyordu). Yani,
modernleşmeyle Batı'da; akılcılık, bilim, fikir özgürlüğü,
demokrasi... gibi değerlerin gelişimi daha ziyade kendini
gösterirken, Türkiye'deki modernleşme hareketleriyle bu hususlar
göstermelik bir şekil aldı. Bunun sonucu akla, bir nevi 'pozitivizm
diniyle' sınırlama getirilerek -Batı’nın aksine- bilim ve düşünce
adeta kısırlaştırıldı. Modernleşmenin etkisinde oluşan ideoloji ise,
yeni yönetimler tarafından halkı hizaya getirmenin aracı durumuna
getirildi. Ayrıca, demokrasi ekseninde yer alan değerler pek
önemsenmedi. Yani, elitlerin halkı irşat etme tutkusu, Avrupa'da
gelişen bu değerlerin -adeta yeni bir "insan ve millet yaratılana"
kadar- askıya alınmasına sebep oldu.25 Ancak, demokratik ülkelerde
hüsnükabul gören değerlere ve kavramlara uygun hareket etme düşüncesi
hâkim zümrelerin de arzusu imiş gibi görülse de, manâsına uygun
herhangi bir faaliyet ciddi engellerle karşılaştı.
Yeni ideolojinin çizdiği alana göre, özgürlük dolaylı olarak
ortaya çıkacaktı. Zira, arzu edilen tipte yeni bir "insan modeli" ve
bir toplum oluşturulduktan sonra bunun özgürlüğünden söz
edilebilirdi. "Çağdışı" kabul edilen gelenek, görenek ve inanışları
benimseyen bir toplumun özgürlüğünü talep etmek modernleşmeden
vazgeçmek anlamına geleceği için, Türkiye'yi yönetenlerin bunu kabul
etmesi düşünülemezdi. Bu korku zamanımıza kadar devam etmiş ve birçok
politikaların temel saiki haline gelmiştir. En önemli toplumsal
sorunlar adeta görmezden gelinmiş, hukuk bu noktada büyük ölçüde
siyasetin ve bu ideolojinin aracı haline getirilmiştir.
Siyaset bilimci Levent Kökefin modernleşme ve siyasi rejimle
ilgili çarpıcı tespitleri bulunmaktadır:
"Batılı olmayan dünyadaki ‘ınoderııleştiriciler'in demokrasi
dışı (ve hatta karşıtı) pratikleri ve değişme-ilerleme yanlısı
söylemi göz önüne alındığında bu teşhis, biraz daha açıklama
gerektirmektedir... Modernleşme kuramının kavrayış biçiminde, Batı
modernleşmesi yaklaşık dört yüzyılı aşkın bir süreci kapsamaktadır ve
'kendiliğinden oluşmuştur....Bu durumda, kimi zaman Batının
'sömürgecilik' yoluyla doğrudan ‘ınodernleşmesi', kimi zaman da mo-
dernleştirici bir ideolojiye sahip bulunan intelligentsia'nin iktidar
tekelini kullanarak yaptığı müdahaleler söz konusudur. Özellikle
ikinci durumda, modern topluma 'geçiş' evresindeki toplumlar
açısından (modernleşme kuramının fikri kökenini oluşturan ilerleme
anlayışına uygun olarak) ya 'ilerici' askeri diktatörlükler ya da
'ilerici' tek-parti rejimleri ortaya çıkmaktadır...
Böylelikle, modernleşme kuramı, hem mevcut bir toplumsal-si-
yasal pratiği hem de bu pratik içinde varolan bir hegemonya biçimini
meşrulaştırmakta ve ayrıca o hegemonyanın tepe noktasında yer
alanların kendi konumlarını haklılaştırmalarını da sağlamaktadır."^
Osmanlı Devleti, merkezî Avrupa ülkelerinin etkisine girdiği
dönemde, modernleşme çerçevesinde düşünülebilecek bazı girişimler
meydana geliyordu. Yöneticiler devleti bu sıkışıklıktan kurtarmak
için çeşitli reformlar yapmaya kendilerini mecbur hissediyorlardı.
Ancak bu, sanayileşmenin etkisinde olmadığı için bazı mahzurları da
beraberinde getiriyordu; zira reformların önemli kısmı Avrupa'nın
arzularına göre şekilleniyordu. Halbuki sorunun siyasi yönü ağır
basmakta idi ve çaresi, merkezî ülkelerin rekabetleri takip edilerek
müttefik bulmaktan geçiyordu. Bunun yanında çağın getirdiği
yenilikler bir şekilde kazanılarak ve devlet kurumları ilmî verilere
göre yeniden tanzim edilerek, halkın meselelere sahip çıkması
sağlanabilirdi. Böylece serbest teşebbüsün daha erken bir dönemde
yolunu çizmesi temin edilebilirdi. Fakat Osmanlı yönetim geleneğinde
(ve hatta ondan sonraki yeni yapılanmalarda), sivil ve silahlı
bürokrasinin siyasi meşruiyetine halkı ortak etmesi düşünülemezdi.
Aksinin düşünülmesi, meselenin başka yönde gelişmesi anlamına
geleceği belliydi. Bu da iç dinamiklerin ekseninde yeni bir siyasi
sistemin kurulması demekti.
26 Levent Köker, Demokrasi Üzerine Yazılar, Ankara: İmge
Kitabevi Yayınları, 1992, s. 153-154.
Dünya dengeleri içinde Osmanlı Devleti ve -dağıldıktan sonra
"yerine" kurulan- Türkiye Cumhuriyeti'nin yeri belli olurken,
içerdeki siyasi gelişmeler de bunun çerçevesinde oluşuyordu. Bu
çerçevede halkın iradesi ve görüşlerinin fazla bir ağırlığı olamazdı.
Böyle bir şey Batılılar ve Türkiye'yi yöneten elitlerle çatışmak
anlamına gelirdi. Dolayısıyla hal

27 Cumhuriyet'in ilk yılarından itibaren halkın


taleplerinin pek dikkate alın-
madığı konusunda yaygın bir kanaat mevcuttur. Ancak, demokratikleşme
yönünde
gayretlerin olduğunu iddia eden yazarlar, bazı teşebbüsleri buna
delil olarak göster-
mektedirler. İlhan Tekeli, bu tür hareketleri abartılı bulmakta ve şu
düşüncelere yer
vermektedir: "Dönemin ideolojisini, toplumsal bağlamından koparılmış
olarak, bir liderin
ya da küçük bir grubun seçmelerine bağlı iç bütünlüğü yüksek bir
ideoloji olarak düşünme,
httn idealist hem de volantarist sapma taşıyor. Ayrıca dönemin genel
ideolojik yönelimi ba-
kımından hiç de önemli olmayan kişisel iktidar çatışmaları önemli
ideolojik ayrımlar gibi su-
nuluyor. M. Kemal, İ. İnönü, Fethi Okyar ve Celal Bayar arasındaki
ayrılıkların abartılma-
nı örneğinde olduğu gibi" (İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Kent
Planlaması, Ankara:
İmge Kitabevi, 2002, s. 58-59).
28 Bu sorunun daha öncelere dayanan bir alt yapısı
bulunmaktadır. Mahçup-
ynn’ın tahlillerine katılmamak mümkün değildir: "Yüzyıllardan bu yana
gelen 'devlet
kurtarma' zihniyetimiz siyasetçilere neredeyse devlet adına toplumu
hor görme ayrıcalığını
vermiş ve onlar da bunu kendi lehlerine kullanmışlardır.
Cumhuriyet'le birlikte ise bu ide-
alim' Kemalist hareketin ilkelerinde somutlaştırılmıştır. Bu nedenle
bugün tüm partiler ken-
iiUrini 'Kemalist' olarak sunmakta ya da en azından 'Kemalist'
retoriğe ters düşmemeye ça-
kmaktadırlar (Etyen Mahçupyan, "Kemalizm. Bir Geçiş Dönemi", Türkiye
Günlüğü,
Myı: 28,1994, s. 54).
kın özgürlüğü meselesi ve buna bağlı bilumum (Batı'da) anlam ifade
eden ve yerli yerine oturan değerler, içleri başka malzemeyle
doldurulup, halkın gerçek talepleri geri plana atılmakta idi. Yani,
Türkiye'deki silahlı-sivil bürokrasinin ve aydınların amacı; yeni ve
munis bir toplum meydana getirmekti. Böyle bir toplumun maziye ait
tecrübelerinin pek fazla bir önemi olamazdı. Çünkü maziye ait
hatıraları Batı'yla çatışıyordu. Bunun yanında, kendi özünden hareket
ederek, modernleşme yolunda demokratik bir açılım da söz konusu
olamazdı. Dolayısıyla halkın, mazisinden hareketle, değişime
katılması ve demokratik talepleri ülke bütünlüğünü ve geleceğini
tehlikeye sokabilirdi (!). Halkın böyle bir tehlikenin farkına
varması mümkün değildi. Bunun için halkın iradesi almıyormuş gibi
yapılmalı, ancak onun hayati talepleri geçiştirilmeli idi.27 Bunun
tersi olduğunda birçok dengeler değişebilir "resmî ideolojinin"
temelleri sarsılabilir ve planları suya düşebilirdi.28
Bu endişelerin bütünüyle, Türkiye'deki "resmi ideoloji"
taraftarı aydınlar tarafından da açıkça dile getirildiği
bilinmektedir. Nitekim Aydemirin şu düşünceleri dikkat çekicidir:
"Demokrasi bir inkılâp nizamı değildir. İnkılap nizamı azınlığın
iradesinin, çoğunluğun iradesine, inkılâbın zaruretleri yönünde,
cebir ve zor yoluyla hakim oluştur."29
"Solcu-Kemalist" olduğu bilinen ve birikimleriyle tanınan Mümtaz
Soysal'ın yakınmaları boşuna olmasa gerek: "Ben burada yaşayan
insanları değiştireceğim. Ben bu toplumu değiştireceğim. Bunun için
eğitimi şöyle yapacağım, böyle yapacağım derken, tam bunları
söylerken, bu adamlara biraz da oy hakkı vereyim falan deyince,
devrimci cumhuriyet hapı yutuyor."30 Yani, anlaşılan odur ki,
Soysal'ın "devrimci cumhuriyet"inin en büyük sorunu Türk milletine
olan güvensizliğidir.
29 Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam İsmet İnönü,
c.I, İstanbul: Remzi Kita-
bevi, 1966, s. 282.
30 "Alkışla Cumhuriyet Olmaz", Cogito, Sayı: 15-Yaz 1988, s. 185-
231.
31 Osman Turan, Türkiye'de demokrasiye karşı -açık ve
kapalı- direnen kuv
vetlere şu şekilde yer verir: Millî iradeye direnenlerin başında Halk
Partisi (CHP)
gelmektedir. "Esasen Halk Partisi'nin demokrasiye geçişinde
diktatörlüğün fenalık
larım itiraf eylediğini, millî irade aşkı ve feragatle bu yola
girdiğini belirten bir deli
le de rastlanmış değildir...Halk Partisi diktatörlüğü ancak San
Francisco'ya gidebil
mek maksadıyla, iç-dış baskıların zoru ile, çok partili hayatı
denemeye girişmişliı
Nitekim Stalin'in kaba siyaseti ve Türkiye aleyhindeki talepleri
hesaba katılmadan
demokrasi teşebbüsümüzün mühim bir sebebi anlaşılmaz..." Millî
iradeyi engelle
meye çalışan diğer önemli sorun; "devrimbaz, solcu ve beynelmilelci"
olmak üzeıc
değişik kesimlere mensup aydınların millî istikrar ve millî iradenin
aleyhinde birli-,
meleridir. Ayrıca, manevî değerleri tahrip etmek gibi bir misyonun
sahibi olan İMİ
aydınlar, yabancı güçlerin menfaatlerine hizmet etmektedirler (Turan,
116,117, 118)
Böyle bir düşüncenin demokratik ilkelerle açıklanması mümkün
değildir. Vatanını ve milletini sevdiği bilinen insanların adeta
milletini yok saymasının açıklaması nasıl yapılabilir?31 İşte
yukarıdan beri ifade edilen hususlar dikkate alınırsa ortaya şöyle
bir tablo çıkmaktadır: Önemli olan Türk devletiyle birlikte Türk
milletinin gelecek yüzyıllara - "nihayetsiz" güce sahip olan merkezi
devletlerin husumetine uğramadan- ulaşmasıdır. Gerçekçi olduğu
anlaşılan; ancak, açıkça adı konmayan bu düşüncenin oluşmasında,
geçmişteki çok acı tecrübelerin etkisi olduğu düşünülebilir. Ve
bundan dolayı meselenin asla şakaya gelir bir tarafı yoktur.
Türkiye'nin aydınları her ne kadar meseleyi bu açıdan ele alamıyorsa
da, bu misyonu anlamış gibidirler. Onların görevi, mo-dernizmi ve
medeniyetin geldiği düzeyi adeta misyonerce kullanarak, totalitarizmi
ve militarizmi meşrulaştırmanın çarelerini aramaktır. Yani, Batı'daki
demokratik yapılanmadan apayrı bir gayeye hizmet etmektir. Aksi halde
oluşan düzen içinde, arzu ettikleri hayat standardını bulacak gelir
düzeyine ve en önemlisi manevi taltife ulaşmaları mümkün
olmayacaktır.
32Tbynbee, 177.
Demokratik meşruiyetin sağlanması milletin/halkın gerçek talebi
iken; halk adına, halka sormadan onu derinden ilgilendiren kararlar
rahatlıkla alınabilmektedir. Burada yöneticilerin, halkın gözünde
meşrulaşmak gibi endişeleri bulunmamaktadır; meşruiyetlerini kabul
ettirmek istedikleri çevrelerin daha ziyade dışarıda olduğu
anlaşılmaktadır. Halbuki bu gayretler boşunadır. Zira, durum tamamen
farklıdır. Türk halkının çektiği çilenin kimse farkında değildir. Ve
makbule de geçmiyor. Toynbee'nin ifadeleri ile söylenecek olunursa:
"Bizim tehdidimizin kurbanı olan Türk ne yaparsa yapsın gözümüze
giremeyeceğini, kitabımız Kitab-ı Mukaddesten alıntılar yaparak
gösterilebilir. 'Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız; biz yas
tuttuk siz ağlamadınız'(Yuka, 7:32.) tehdidimizin kaba olması, aynı
zamanda yanlış olmasını gerektirmez. Bu sarf edilen emek boşunu
olmasa ve bu çok dikkatli Türk 'Herodian'ları amaçlarına tam lııımna
ulaşsalar bile, bu, medeniyet hazinemize ne ekleyebilir?"32
33 Şunu teslim etmek gerekmektedir: Özellikle
demokratik temayülleri olan
bir çok aydın ve yönetici, bu oluşuma dirense de, sonuçta kurulu
düzenin akışı yö-
nünde hareket etmeye kendilerini mecbur hissetmektedirler. Bu da
halkın gözünde
yılgınlığa sebep olabilmektedir.
34 Özellikle son yıllarda başı örtülü kadınlara ve
kızlara karşı takınılan "aşa-
ğılayıcı" tavrın sonucunda, ezici bir muhafazakar kütlenin -% 80 gibi
bir tahminin
doğru olduğu düşünülebilir- kırgınlığının, yöneticiler açısından
herhangi bir anlam
ifade etmemesi, bu meseleyi gözlemlemek açısından yeterli bir
olaydır.
35 İç politikadaki bu tür gelişmelerin Batı tarafından
tasvip gördüğü açıktır.
Hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, dini hayatla ilgili temel
haklar meselesin-
de bile, -Musevîlik ve Hıristiyanlık’ın söz konusu olmadığı
durumlarda- Müslüman
toplumun özgürlükleriyle ilgili yaşanan sorunların çözümü için
yapılan taleplere
aykırı davranarak aleyhte tavır takmmış ve karar çıkartmıştır.
Böylece Türkiye'nin
iç politikasında meydana gelen antidemokratik gelişmeler
güçlendirilmiştir. Bu
noktada "laikçi" aydınların meseleye yaklaşımlarının ahlakî açıdan ne
kadar sorun-
lu olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Zira, AİHM'nin diğer kararları
yönetimin aley-
hine neticelenirken, İslamiyet'le ilişkili kararları farklı bir seyir
takip etmesinin altın-
daki duble standardı görememeleri ve bunun ne anlama geldiğini tahlil
edememe-
leri ilginçtir (Bu konuyu özgün bir şekilde tahlil eden bir yazıyı
hukukçu Mustafa
Erdoğan kaleme almıştır; Mustafa Erdoğan, "AİHM: Özgürlüğe Evet, Ama
İslamsız
Olursa", Dünden Bugüne Tercüman, 1-2 temmuz 2004).
Türk kavimlerinin büyük bir kısmının başına gelen olaylar, kendi
şartları içinde benzerlik arz etmektedir. Zamanımıza kadar kimliğini
kaybetmeden gelebilen Türk unsurlarının "imdadına" İslamiyet
yetişmiştir. Dolayısıyla Türklerin hayatında çimento olmuş bir dinin,
rekabet edilen ülkeler tarafından hiçbir zaman hazmedilememesinin
sebebi bu olsa gerek. Buradan anlaşılacağı üzere yönetici elitlerin
ve aydınların bazı dönemler33 İslamiyet'i toplumsal hayattan silmek
istemesi ve yok farz etmesi veya kontrol altına almak istemesi;34
Batı’nın çıkarlarına da uygun düşmektedir.35 Dolayısıyla gerçek
anlamda demokrasiye geçilebilmesi, tam bağımsızlık taleplerini
güçlendirebileceği gibi, tarihî tecrübelere ve onu yoğuran
İslamiyet'e karşı ilgiyi de artıracaktır. Yani, Türkiye'de
demokratikleşme, "bağımsızlaşma" ve "İslamlaşma" birbirine paralel
gelişmektedir. Bunlardan birinin müspet veya menfi bir şekilde
etkilenmesi halinde diğerlerinin de aynı şekilde etkileneceği
açıktır.
Diğer taraftan, yetkililerin, Türkiye'de demokratik prensiplerin
işlediği yönündeki ifadelerine basm-yaymda sürekli yer verilmektedir.
Yüzeysel bakıldığında bu doğru zannedi-lebilir; yani, demokrasinin
varlığından söz etmek mümkün olabilir. Ancak, demokrasiye geçildiği
kabul edilen tarihten itibaren, hak ve özgürlükler konusunda, sürekli
bir korkunun hâkim olduğu belirgin bir husustur. Bunun somut
örnekleri de vardır. Ancak vatandaşların, adeta nöbetleşe bunun
zararını gördükleri anlaşılmaktadır.
Esasında kurulu dünya düzeninin dayattığı husus; demokratik veya
milli talepleri "uluslararası dengelerin" empoze ettiği seviyede
tutmak. Zira, Türkiye'nin demokrasiyle yönetilmesi "bazı dost ve
müttefik" ülkelerin menfaatlerine her zaman uygun düşmez. Ayrıca,
ileri kapitalist ülkelerin üst seviyedeki yöneticilerinin
sömürgecilik anlayışından kaynaklanan politikaları terk etmelerini
beklemek gerçekçi değildir.
Türkler in yaşadığı bu coğrafyada, gerek içeride ve gerek
dışarıda, tarihî talepleri bulunmaktadır. Bu taleplerine ancak
demokratik bir rejim içinde daha çok yaklaşabilirler. Yani,
inisiyatifi elinde bulunduran diktacı bir zümreyi ülke menfaatlerine
aykırı bir şekilde ikna etmekle, demokratik bir yolla oluşmuş ve
gerçek anlamda demokratik yetkilere sahip bir parlamentoyu ikna etmek
arasında fark vardır. Zira parlamentoda değişik görüşlerde
temsilciler olacağı için, böyle bir teşebbüsün akim kalması daha
ziyade mümkündür. Ancak, oligarşik bir yönetimin birinci derecedeki
amacı, kendi iktidarını sürdürmektir. Zaten yapılan işler millet
açısından yanlış da olsa bunun önemi olmamaktadır. Zira mevcut
"ideolo-!ye" en çok inananlar onlar olduğu için yaptıkları icraatlar
otomatik olarak- meşrulaşmaktadır. Önemli olan milletinden takdir
görmek değil, meftunu olduğu çevrelerin iltifatına mazhar
olabilmektir.36
36 İç politikada anti demokratik bir rejime taraftar
olanlarla emperyalist güçlerin ilişkisi ve gönül birliği üzerine
Turan’ın şu ilginç tespitleri bulunmaktadır:
"1960'dan sonra, birçok kimse, makale ve beyanları ile, reylerin
'ilerici' istikamette belirmesi ve Demokrat Parti gibi 'gericilerin
iktidara getirilmemesi için Türk milleti tehdit edilirken, aksi
takdirde, 'Zinde kuvvetlerin daha şiddetli davranacağını ve kanlı
ihtilaller olacağını, küstahça, ilândan sakınmıyordu. Dikkate ve
ibrete şayandır, ki bazı Avrupa dergi ve gazeteleri de bu utanç
verici tehditlere katılıyor ve kendi milletleri için havsalanın
almayacağı bir tehdidi asil Türk milletine reva görüyorlardı...
Güdümlü demokrasi gayretleri artmış ve tedbirleri de çok mahirâne
inceliklerle gizlenmiştir. Millî irade ile uzlaşmayan siyaset ve
menfaat zümreleri, din milliyet aleyhtarı, solcular, devrimbazlar ve
beynelmilelciler başlıca Güdümlü demokrasi taraflarını teşkil
ederler. Türkiye'nin millî kültür ve mefkuresi sayesinde
kuvvetleneceğini bilen ecnebiler ve komünistler de güdümlü
demokrasiyi kendi gayelerine uygun bulur ve ona çalışırlar" (Osman
Turan, 121).
Diğer bir husus, İslamiyet, Türk milletiyle "Ortadoğu"
bölgesindeki diğer milletlerin ortak paydasını oluşturmaktadır.
Türklerin bu yöndeki ilgisi ve yönetimin İslam'a revaç vermesi veya
öyle gözükmesi; bu bölgede hayati menfaatleri olan Batı’nın en çok
üzerinde durduğu meselelerden biri olsa gerek. Bu realiteyi
Türkiye'yi yöneten bürokratlar ve siyasetçiler iyi anladıklarından, -
iki yüzyılı bulan bir siyasi tecrübenin sonucunda,- isteyerek veya
istemeyerek halkı, uluslararası çizilen maddi-manevi bir sınırda
tutma eğilimindeler. Bu çerçevede halkın talepleri bazen hiçbir
surette dikkate alınmamaktadır. Kısacası halk, Türkiye'deki demokrasi
için bazen dekor olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. En yetkili
bazı şahısların verdiği demeçlere bakıldığında, halkın boşuna oy
kullandığı düşüncesine kapılmamak için hayli iyi niyetli olmak
gerekmektedir. Örneğin, "hükümet değişse de Türkiye'nin dış
politikası değişmez" ifadesi oluşturulan siyasi yapıyı çok iyi
anlatmaktadır. Bu, halkın huzuruna çıkıp sunulan bir siyasi projenin
ve buna göre oy verilen bir iktidarın, vaadini yerine getiremeyeceği
anlamına gelmektedir. Ancak bütün bu işler demokrasi adına yapılmakta
ve halkın demokratik bir bilince erişmesi geciktirilmektedir.
Bu açıklamalardan, Türkiye'deki rejimin meşruluğu meselesinde
halkın iradesinin yeterli olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Siyasi
meşruluğun diğer ayakları "resmi ideoloji"3? ve Batı merkezli
(özellikle Amerika ve Avrupa eksenli) çevrelerle kurulan
ilişkilerdeki performanstır.
3' Bir düşünce veya ideolojinin, devletin yönetimi ve
toplumun dönüştürülmesi için resmi bir görüş haline getirilmesi, hem
ülke yönetimi ve halkın mutluluğu açısından sorunlar meydana
getirmekte, hem o düşüncenin özünden sapmasına sebep olmaktadır. Bir
düşüncenin -ne kadar tutarlı ve "kutsal" olursa olsun-başka görüşler
dışlanarak devletin desteğine mazhar olması, sanıldığının aksine, o
fikir açısından talihsizliktir... Kendim demokrat ve Atatürkçü olarak
tarif eden Doç Dr. Sami Selçuk'un konuyla ilgili ifadeleri dikkate
değerdir: "...Özetle ben, demokrat olduğum için yansız bir devleti ve
böyle bir devlet ve toplumda, her türlü düşüncenin, bu arada
savunduğum Atatürkçülüğün, laikliğin; karşı çıktığım faşizmin,
komünizmin ve kökten dinciliğin bir akım olarak yan yana yaşama ve
örgütlenme haklarını savunuyorum. Bunlardan herhangi birinin
haklarına son verecek her türlü tutumun karşısındayım... böylebir
dönemde, devlet ve Anayasa, resmi görüşlerden arındırılmalıdır.
Esasen, kim ki demokrattır, bir başka sonuca ulaşamaz" (Sami Selçuk,
Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları,
1998, s. 339).
Halbuki İngiltere, Fransa, Almanya... gibi ülkelerde siyasi
meşruiyetin kaynağı o ülkede yaşayan halktır.

Türk Siyasetinde Anahtar Bir Kavram: "Ehven-i Şer"

Giriş

Ehven-i şer (ehvenişer) kavramı, siyasi ve hukuki sahada


kullanılan bir tabir olmakla beraber, insanların hayatında önemli bir
hareket tarzını da tanımlar. Her akıllı insan, hayatında
karşılaşabileceği bazı kötü alternatiflerin içerisinden daha az
zararlısını tercih ederek zararı asgariye indirmeye çalışır.
Gazâlî'nin ifadeleriyle söylenecek olursa; "bütün bunlar zarurî
olarak insanoğlunun haberi olmaksızın onda takdir edilmiş" doğal
davramşlar olarak kabul edilmelidir.1 Buna günlük hayattan veya daha
geniş bir perspektiften örnek verilebilir; öğrencilik, ticaret,
askerlik ve bilumum hayata dair önemli-önemsiz kararlarda bu tarzda
bir "sevk-i tabiî" mevcuttur. Ayrıca, bu tarzda hareket etmek aklın
gereğidir de. Düşman karşısında sıkışan bir ordunun zararı en aza
indirgeyen bir tercih yapması, ticaretle uğraşan bir insanın
sıkıntıya girdiği bir dönemde kaynaklarını en verimli şekilde
kullanarak zararı en aza indirmesi, hep ehvenişeri tercih etme
refleksinin ve düşüncesinin meydana getirdiği bir davranış biçimidir.

' Bünyamin Duran, İslâm Tarihinin Konjonklürel Değişimi-2


Gnzâlî, İstanbul: Ne-«II Basım Yayın, 1998, s. 173-174.

Siyaset literatüründe kullanılan ehvenişer kavramı, bazılarının


nazarında, -değişik mülahazalarla,- ürkeklik ve kimliksizlikten öte
bir anlam ifade etmemektedir. Buna göre, serler arasında tercih
yapılmasının bir sapma, hatta ana daireden çıkma olduğu; hasılı,
doğrulara (veya İslam'a) değil bâtıla hizmet olduğu düşüncesi,
demagojinin de yardımıyla daima işlenmiştir. Hatta, uzun bir yazarlık
dönemi olan ve muhafazakâr çevreler tarafından baş tacı edilen bazı
yazarlar dahi bu tarz görüşleri istimal etmiştir. Mesela, demişlerdir
ki, "şerrin ehveni yoktur ki tercih yapılabilsin"; evet aynen böyle
söylenmiştir. Halbuki ehvenişer bir mecburiyet halidir; mecburiyet
oluşmamışsa böyle bir yöne saparak serlerden ehveninin tercih
edilmesi halinde bu anlamdaki ithamlar ve tenkitler haklılık
kazanabilir.2
Diğer taraftan, İslamî çevrelerin veya muhafazakâr camiaların,
siyasi tercihlerinin altında yatan sebeplerin uzun süre zihinleri
meşgul ettiği bilinen bir gerçektir. "Ehven-i şer" kavramı,
Türkiye'nin şartları göz önüne alınarak, bazı camialar için siyasi
tercihte anahtar bir görev görmüştür. Bu yazıda, bahsi geçen siyasi
tercihlerin arkasındaki gerçek sâikin ne olabileceği hususu,
sorgulanmaya ve anlaşılmaya çalışılmaktadır.

Cevdet Paşa'dan günümüze


Mehmed Kırkıncı, Siyasette Ölçü, İstanbul: Yeni Asya Yayınlan, 1977,
s. 45-46.

Cevdet Paşa’nın yönetiminde hazırlanan Mecelle'den (1869) beri


hukuki anlamda daha iyi anlaşılan ehvenişer tabirinin, muhafazakâr ve
dindar kesimler arasında siyasi bir kavram olarak kullanılması çok
partili hayata geçtikten sonraki dönemlere rastladığı söylenebilir.
Ama önce, insanların hayatında düstur olan ehvenişer kavramını ve
bunun açılımını sağlamak için Mecelle'deki bazı maddelere göz atmakta
yarar var:
Madde 21: "Zaruretler (şer'an) memnu (ve haram) olan şeyleri
mubah kılar."
Zaruretlerin, yasaklanmış ve haram olan şeyleri mubah kılmasına
usul ilminin kurallarında "ruhsat" denilir ki ruhsat, mazeret olduğu
zaman meşru olan şey demektir. Ve bu ruhsat ile amel etmek "bilicma"
meşru olup ayrıntısı ve açıklaması, "ilm-i usul fıkhmdandır."3
Madde 22: "Zaruretler (yani zaruretle mubah olanlar) kendi (yani
zaruretler) miktarlarınca (ve tahdit) olunur."
Örneğin, bir kişi açlıktan ölmek korkusuyla yüz. yüze gelmeden
başkasına ait bir yiyeceği izinsiz yiyemez. Alıp yese, yasaklanmış
bir davranışta bulunmuş olur.4
Bu meselede İslâm dini, zorunluluk halinde, "ancak başkasının
hakkını zedelemeyen bir yasağı işlemekle korunabildiği taktirde, bu
yasağın işlenmesini zaruri kılmıştır... hatta bazı hallerde bu
zaruretler, haram olan şeylerin yapılmasını vacip kılar."5
Madde 23: "Bir özür için caiz olan şey ol özrün zevaliyle batıl
olur." Yani bir mazeret sebebiyle izin verilen bir şeye, mazeret
ortadan kalktıktan sonra artık cevaz verilemez.6
3 Ali Haydar, Darü'l hükkâm Şerh-i Mecelletii'l-Ahkâm, İstanbul,
1330, s. 76, 78.
4 Ali Haydar, 78-80.
5 Muhammed Ebu Zehra, İslâm'da Siyasi İtikadı ve
Fıkhi Mezhepler Tarihi, İstanbul: Hisar Yayınevi, tarihsiz, s. 97.
6 Ali Haydar, 80.
Madde 26: "Zarar-ı ammı def (ve izale) için zarar-ı has ihtiyar
olunur." Mesela bir yangın anında, yöneticinin emriyle, yangının
genişlememesi için özel bir mesken ortadan kaldırılabilir.7 Diğer
yönüyle bakılacak olursa, herhangi bir tehlike olmadığında verilecek
böyle bir zarar tam bir zulüm olur.
Madde 28: "İki fesad tearuz ettikte (yani biri azam diğeri ehaf
-hafif- olmak üzere iki fesat karşılaştıkta) ehafı irtikab ile azamın
(def ve izalesi) çaresine bakılır..." "Yani, hafifini irtikâb etmek
büyüğünün definin çaresi olur."
Madde 29: "Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur." Yani bir kimse iki
serden, iki meşru olmayan emirden birisini işlemeye mecbur olduğu
zaman hangisi ehven ve fenalığı az ise onu ihtiyar edip diğeri terk
edilir.8
Görüldüğü gibi ehvenişer, mecburiyet halinde yapılan bir
tercihtir. Aksi halde böyle bir tercihte bulunmak bir bakıma zulmü
tercih etmek anlamına gelmektedir. Bu konuda hata yapmamak için
gerçekçi olmak lazımdır; hayalle ve zanla hareket edenlerin bu
meselede hataya düşme ihtimalleri büyüktür.

Türkiye'nin iç ve dış siyasetinde ehvenişer ne anlama gelir?


' AH Haydar, 83; Toplumsal hayattaki benzer bir mantığın menfi
uygulaması şu çarpıcı ifadelerde görülebilir: "Zalim siyasetin
gaddarane bir düsturu olan 'cemaat için fert feda edilir' diye çok
zalimane pek çok vukuatı, ehvenü'ş-şer diye bir nevi adalet-i iza
fiye namında hakimiyetine bir maslahat göstermişler. Hatta bu asırda,
o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın halasıyla bir köyü mahveder.
Beş on adamın, onların siyasetine zarın vermek tevehhümiiyle, irinler
adamı perişan eder." (Said Nursî, "Yirmi Yedinci Mektup". Risale-i
Nur Külliyatı, c. II, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996, s. 1768).
8 Ali Haydar, 85-86; Düşüncenin istikameti açısından ele
alındığında şu görül lere yer vermekte yarar vardır: "Hadd-i evsatı
gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yal nız felsefe-i şeriatla
belagat ve mantıkla hikmettir. Evet, hikmet derim, Çünkü hayı ı
kesirdir. Şerri vardır, fakat cüz'idir. Usul-i müsellemedendir ki:
Şerr-i cüz'î içlfl hayr-ı kesiri tazammun eden emri terk etmek, şerr-
i kesiri işlemek demektir. Elıvc nüşşerri ihtiyar elzemdir." (Nursi,
"Muhakemat", age., s. 1991).

Türk siyasetinin ve yönetim erkinin oluşmasında, iç dinamiklerin


etkisinin ne derece ağırlığı olduğu hususunun uzun yıllar
anlaşılamaması, halk grupları içinde, özellikle gençler üzerinde
sürekli mükemmeliyetçi yönlendirmelere sebep olabilmekte idi. Bu
durum, alternatif milli bir projenin kısa zamanda oluşabileceği
zannmı ortaya çıkarmıştır. Halbuki siyasetin ve siyasetçinin bir
görevi, hayale kapılmadan iç ve dış politikada ülkeyi en az zararla
idare etmektir. Aslına bakılırsa, Türk tarihinin -siyasi-askerî
stratejiler bakımından- son iki yüzyılında, genel olarak ehvenişer
anlayışı artarak devam etmiştir. Bu, Küçük Kaynarca Antlaşmasından
sonra, özellikle 1800lere doğru, Osmanlı'nın tek başına büyük
devletlerle başa çıkamayacağının anlaşılması ve denge siyaseti
oluşturmak için ittifak girişimlerinde bulunmasıyla kendini
göstermeye başlar. Esasen son yüzyıllık Türk dış siyasetindeki
yoğunluğun belki de ana gövdesi bu çerçevede oluşmuştur. Mesela,
Abdülhamid'in mevcut durumu muhafaza etme endişesinin, yani
"statükoculuğu"nun temelinde bu hareket tarzının bulunduğu
düşünülebilir. Bunu Cumhuriyet dönemindeki dış politikalar açısından
da düşünmek mümkündür: Büyük siyasi olaylar ve gelişmeler karşısında
Türk hariciyesinin çoğunlukla zararı en aza indirgeme reflek-Ij ön
plana geçmiş, eğer imkan varsa atak bir siyasete girilmiştir.
Bunun yamnda/'Türkiye'deki siyasal hayatın, son yüzyılda belli bir
anlayış ve belli bir zümre etrafında şekillendirilmek istendiği
bilinmektedir. Bu anlayışın Türk milletinin tarihî tecrübeyle I laya
koyduğu düşünceler bütününden oldukça uzakta olduğu geni zaman içinde
hakkelyakîn bir surette görülmüştür. Bu zümreni düşünce diyalektiğini
oluşturan cevher, Türk milletinin mazine ve cevherine yabancıdır. Bu,
bilinçli bir tercihtir, elitler açısın-II... İçi boş sloganlar
çerçevesinde umdeler ortaya atılmış ve bir ilinin yönetimiyle zorla
Türk milletine kabul ettirilmiştir. Zaten (evreler tarafından inkılâp
anlatılırken, mevcut düzeni ve halkın kültürel normlarını zorla
değiştirmek olarak tarif edilmekte idi... Milletin 'düşman' olacağını
işin başında öngörmek, millete karşı bir düşünce taşımakla mümkün
olabilir; veya yeni, geçmişle bağlarını koparmış hayali bir millet
meydana getirmenin hesapları yapılıyordu. Bu da mevcut düşünceyi
taşıyan halkın çoğunluğunu gözden çıkarmak, onları siyasal olarak
'hiç' görmek demekti."9
Yani, Cumhuriyet Halk Fırkası'ran iktidarda olduğu dönemde
yapılandırılan devletin savunduğu resmi görüşler, Türk milletinin
tarihî serüveni içindeki gelişimine aykırı bir anlam ifade
etmekteydi.10 Bu durum, halk arasında yoğun bir hoşnutsuzluk meydana
getiriyordu. 1950'lerin atmosferi içinde meydana gelen bir fırsat
sayesinde bu hoşnut olmayan kitlenin tercihleri, zararı en aza
indirebilecek bir imkân taşıyordu...
- Bahadır Eroğlu, Milliyetçiler, Muhafazakarlar,
Demokratlar..., Yeni Asya, ı> Ekim 2000.
10 Bu dönemde Diyanet İşleri başkanlığında çalışan ve daha
sonra reislik de yapan bir zatın hizmetlerini ehvenişer açısından
değerlendiren Nursî'nin şu ifadeli-ri önemlidir: "Bu senin eski
medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi ZAİ lar, dehşetli ve
şiddetli bir tahribata karşı 'ehvenüşşer' düsturuyla, mümkün oldugll
kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi mukaddesatın
muhafazasına sarf edil tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların
mecburiyetle bazı noksanlarına ve ku8U| lanna inşallah kefaret olur"
(Nursi, "Yirmi Yedinci Mektup", 1810).
Diğer taraftan, siyasi düşüncenin arka planını oluşturan bilgi
ve modele, - ki, Türkiye'nin, büyük bir istiklal mücadelesi vererek
amaçlarının hemen hemen tamamını gerçekleştirdiğine- geniş kitleler
inandırılmıştır. Halbuki, I. Dünya Savaşı'nda büyük bir yenilgiyle
"çökertilen" Osmanlı'nın yerini alan devletin, 1918 sonrasında ne
şekilde hükümranlığına kavuştuğu propaganda altında buharlaşmaktadır.
Maziyi kurumsal ve ideolojik anlamda temsil eden hemen her önemli
şeyin ortadan kalktığı bir ortamda, gerçek bağımsızlığın nasıl
oluşacağı hiç düşünülmüş müdür? Bu realite içinde kurumsallaşan
siyasanın gücünün ve etkisinin boyutunu anlamadan, Kanunî döneminde
siyaseti tanzim eden gücün şimdi de var olduğu hayaliyle siyaseti
tanzim etmeye kalkmanın, mevcudu korumayı güçleştireceği açıktır.
Türkiye'nin Batı sistemi içinde yer almasını milli iradenin bir
sonucu olarak düşünebilmek zordur. Zira, Batı’nın siyasi ve askerî
üstünlüğünün böyle bir dönüşüme önemli "katkılar" sağladığı
bilinmektedir. Ve yine bilinmektedir ki, Türkiye'nin elitleri böyle
bir sisteme dahil olmayı -güvenlik sorunu sebebiyle- bir çıkış yolu
olarak görmüşlerdir. Bu bakımdan, Fransa ve ingiltere gibi ülkelerle
mukayese edilmeyecek bir siyasi düzenleme söz konusu olmuştur. Zira,
bir tarafta sistemi kuranların oluşturduğu merkezi ülkeler
bulunmakta, diğer tarafta ise, bu ittifaka siyasi iradesi büyük
ölçüde yara aldığından eklemlenen ülkeler yer almaktadır. Bu siyasi
düzenleme zorunlu bir sonuç olarak düşünüldü, "dünyayı" idare edenler
tarafından. Ayrıca, Batılı devletlerin milli bir tecrübenin sonucunda
ortaya koyduğu siyasi sistemler, "geri kalmış" veya "çevre
ülkelerde" söz konusu olamamaktadır. Merkezin dışında yer alan
ülkelerde oluşturulan ve milliyetçiliği çağrıştıran yapay (veya
pseudo) değerler, toplumsal yozlaşmanın taşıyıcısı olmuştur ve bu,
ülke bağımsızlığının teminatı gibi algılanmıştır. Böyle bir vasatın
içinde siyaseti milli menfaatler ve toplumsal (iç) irade bakımından
doğru bir zeminde görmek oldukça zor hale gelmiştir. Bu şekilde bir
gayrı milli meşruiyet temelinde -tabirleri doğru kabul edersek-
"İslamcı" veya "millici" partilerin, bütün iyi niyet taleplerine ve
belki de yetenekli idarecilerine rağmen arzu edilen bir sonuca
ulaşabilmesi mümkün görünmemektedir. Zira, sistemin ilerleyişi
bölgesel güçlerin üzerinde olduğu yüzyıllık bir realitedir. Halkı
marazi bir şekilde "siyasallaştırarak" milli şuura kavuşturmak ve
gerekli donanımı meydana getirebilmek, hayli zor ve çarpık bir
durumdur. Böyle bir projenin gerçekleşebilmesi, eğitim ve öğretim,
bilimsel araştırma ve sermaye birikimi gibi unsurların gelişmesiyle
meydana gelebilecek uzun vadeli bir meseledir. "Siyasallaşma" ve bir
takım değerleri sloganlaştırmanın bu tür birikimleri riske sokması
kaçınılmaz bir gelişmedir.
Bunun yanında günlük siyasi endişeler, İslamî ve muhafazakâr
kesimlerde yer alan entelektüelleri, bilgi ve kültür birikimlerine
rağmen, tesirsiz hale getirebilmektedir. Nitekim, toplumun önünde
görünen "İslamcı" yazarların yıllar içinde nasıl bir fikrî değişim
geçirdiklerini ve çelişkiler yaşadıklarını incelemek bakir bir konu
olarak araştırılacak kıymettedir. 'İdeolojik partilerin' yoğun bir
şekilde eleştiregeldikleri kitle partilerinden daha az; hatta silik
bir varlık gösterdikleri de dikkat çekicidir. Ayrıca, demokrasiden
(mânâsı oluşmuş bir kavram olarak bile) menfi olarak söz etmeye
alışık çevrelerin, on yıllar sonra sorunları demokratik ve insan
hakları çerçevesinde ele almaları, olayları anlamada sağlıklı bir
gelişme olarak görülse de bazı tezatları da içinde barındırmaktadır.
Duyarlı insanlar, Türk milletinin adeta bir güvenlik ve bağımsızlık
sorunuyla karşı karşıya olduğunu birçok olaydan çıkarabilirlerdi.
Dolayısıyla, siyasi söylemlerde ve davranışlarda böyle bir realiteyi
göz ardı etmeden; bilgiye, tecrübeye ve akla dayalı, ölçülü bir
siyaset tarzı çıkarılabilirdi. Ancak, on yıllar boyunca bunun tersi
bir istikamet takip edilerek, Türkiye'nin gücüyle orantılı olmayan
bir söylem geliştirildi ve tabiatıyla bu, realiteyle yüzleşince
süratle çöktü...
Tunus ve Arap dünyasının önde gelen düşünürlerinden olan Raşid
Gannuşi'nin şu ifadeleri bugünkü İslâm dünyasında yer alan milletler
ve devletler için geçerlidir: "...bugün karşı tarafın bizimle savaş
halinde olduğuna inanıyoruz. Ortada münafık medya devletinin, polis
devletinin, tek parti devletinin ve Bin Ali devletinin başlatıp
başını çektiği bir savaş var. ...Demokrasiye, insanların temel hak ve
özgürlüklerine, Arap-îslam kimliğine karşı ilân edilmiş bir savaş
var."11
Şundan emin olunmalıdır; Türkiye'de cereyan eden birçok olayı,
muhafazakâr (sağ) kanatta yer almış veya yakm durmuş, hatta sosyal
demokrasiyi hazmetmiş hiçbir politikacı içine sindiremez. Örneğin
otuzbin insanın ölümünden sorumlu olduğu iddia edilen Abdullah
Öcalan’ın idamı meselesinde "mahkeme kararının" uygulanmasından yana
olduğu anlaşılan büyük halk kesimlerinin, -siyasilerin ve
yetkililerin taahhütlerine, hatta şovlarına rağmen- bu tavırları
adeta yok sayılmıştır. Bu kadar kısa zamanda böyle bir dönüşü,
demokrasi ve hümanizmle açıklamak hayli zordur. Halbuki, gerekçe bu
olsaydı bir anlamı olabilirdi. Buna bağlı olarak AB'ye girmek yolunda
kat edilen merhaleler, yöneticiler açısından çok önemli olmadığı,
hatta birçok siyasetçinin bu konuda "takiye" yaptığı düşünülebilir...
Avrupa'ya (daha doğrusu Batı'ya), "sizinle beraber olmak
istiyoruz" şeklinde bir mesaj verilerek, bizden korkmayın ve sıcak
bir savaşa (iktisadi, siyasi ve askeri olarak) girmeyin... Bizim
artık "fetihçilikle" uzaktan yakından bir ilgimiz yok; bu anlamda ne
varsa zaten yok etmiş ve etmeye kararlıyız. Dolayısıyla devleti
yönetenler tarafından, adeta, "önümüzü kesmenize artık gerek
kalmadı" denmekte ve -sempati kazanılamıyorsa da en azından
antipatiye meydan verilmemek gayesiyle,- "biz sizden olmak istiyoruz;
kabul eteniz de etmeseniz de dünyada bundan ciddi bir gayemiz
yoktur", şeklinde bir izlenim uyandırılmaktadır.
11 Kusayy Salih Derviş, Raşid Gannuşi ile İslcımi Hareket
Üzerine Söyleşiler, Istanbul: Birleşik Yayıncılık, 1994, s. 146.
12 Türkiye'deki siyasi zeminlerin değişimine ve oluşumuna
Abdülhamid dö neminden beri tanıklık eden ve İslamî camialarda önemli
bir yeri olan Nursî, takip çilerine şu tavsiyede bulunmuştur: "Benim
nur ahret kardeşlerim, 'ehvenüşşer' dc yip bazı biçare yanlışçılarm
hatalarına hücum etmesinler. Daima nıüsbet hareket el sinler. Menfi
hareket vazifemiz olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i
Nuı'.ı zarar vermiyor, az müsaadekârdır; 'ehhvenüşşer" olarak
bakınız. Daha 'azimüf şer"den kurtulmak için, onlara zararınız
dokunmasın, onlara faydanız dokunsun." (Nursî, "Yirmi Yedinci
Mektup", 1914).
Bazı ideolojik gruplar ve siyasal partiler, Soğuk Savaş
Dönemi'nde, her zaman "adalet-i mahza"nm (tam adaletin)
gerçekleşmesinin mümkün olduğu hissiyatıyla, siyasi tercihlerini
kamuoyuna deklare etmişler ve mükemmeliyetçi bir yolu ihtiyar
etmişlerdir. Bu tavrı, birbirine aykırı duran ideolojik gruplarda -
sağ ve sol grupların hemen tamammda-benzer şekillerde görmek
mümkündür. Realiteye uygun bir şekilde siyaseti tanzim etmenin
gerekliliğine inanan bazı politikacıların ve bunun şuurunda olan
seçmenlerin karşısında daima mükemmeliyetçi argümanlarla çıkıp tenkit
eden12 -ki nihai olarak bu mükemmeliyetçiliğe düşünce bazında
genellikle karşı olunmadığı bilinen bir durum olmasına rağmen-bu
iddia sahipleri, gün gelip siyasi iktidara kavuşunca, reel siyasetin
gereklerini dahi yerine getirebilecek bir kapasite
gösterememişlerdir. Hatta, kendi ideolojik amaçları açısından bile
tenkit ettikleri çevrelerden daha zayıf bir varlık gösterdikleri,
2000'lerin Türkiyesi'nden geriye doğru bakılınca anlaşılmaktadır.
Halbuki mümkün olmayanı talep etmek, muhali talep etmek anlamına
geldiği için ve en iyisini ararken -siyasi tarafgirliğin havası
içinde- orta derecedeki bir iyiyi de kaybetme durumunun meydana
geldiği görülmüştür. Bütün bu sorunlar, hayalle realite arasındaki
uçurumdan kaynaklanan bir sorun olarak görülebilir. Ancak şunu da
teslim etmek gerekir ki hayalin olmadığı yerde ciddi bir gelişme
olmaz; burada ölçü, hayalle olabilirliğin sınırlarım ayarlama
hususunun kavranmasıdır.13
13 Buna benzer problemlerin yaşandığı meşrutiyet
döneminde, Said Nur-sî'nin, bir sual vesilesiyle yaptığı açıklamalar
günümüzde de geçerliliğini korumaktadır: "Muhali talep etmek, kendine
fenalık etmektir. Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümet
tamamıyla masum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükümetin hasenatı,
seyyiâtma tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir. Ben
öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -
Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükümetin hangi
suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi
olan meylü't-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak..." (Nursî,
Münazarat, age., s.1940.)
Halbuki bugünkü İslam ülkelerinin yönetiminde milli hakimiyet ve
hükümranlığın gerçek anlamda izafi olması, siyasetin belli menfaatler
üzerinde dönmesi ve bunun büyük siyasi dış oluşumlarla ilişkili
olması, siyasetçinin çok yoğun bir şekilde hesap yapmasını gerekli
kılar. Aksi halde, ülkede yeşeren ümidin ve buna bağlı olarak insan
kaynaklarının heder olması tehlikesiyle yüz yüze gelinir. Tedbirli
davranmanın korkaklık ve çekingenlikle bir ilgisi yoktur. Zira bazı
davranış biçimleri zahirde birbirine benzese de hakikatte tamamen
birbirinden farklıdır: Tedbir için geliştirilen davranış biçimi ile
korkaklığın etkisindeki davranış biçimleri gibi... Kaynaklarını hesap
yaparak kullanmanın ve siyaseti buna göre tanzim etmenin korkaklıkla
açıklanması düşündürücüdür. Burada gaye; mümkün mertebe doğru hareket
tarzına ulaşmaktır. En güzeli örnek alarak, bunu imkan dahilinde
gerçekleştirmek her irade sahibinin üzerinde yüktür. Ancak ehvenişeri
ihtiyar etmenin yanlış olduğunu düşünüp, siyasi ve sosyal şartları
iyice tartmadan, ortamı uygun zannedip "hayr-ı azamı" seçme niyetiyle
bilumum mukaddes kavramlarla arenaya çıkan siyasiler ve bunlara bağlı
gruplar, bu kavramların ağırlığını koruyabilecek bir istidadı ve
ortamı bulamadıklarmda büyük serlere sebebiyet verebilmektedirler.
Suriyeli din alimi ve mütefekkir, Muhammed Said Ramazan El-Bûtî bu
tehlikeye şu veciz ifadelerle ışık tutmaktadır:
"...Söz konusu İslamcılar, profesyonel siyasilerle aynı yolda
birleştiler, aynı metodda kaynaştılar. Bunun sonucu, İslamcıların
safına, liderlik ve iktidar konusunda siyasi emelleri ve kişisel
çıkarları bulunan pek çok kişi sızıp karıştı. Bu kimseler, İslam'ı,
şahıslarına ve amaçlarına perde yaptılar. İki taraf arasında metot
birliği ve üslup birliği bu durumu kolaylaştırdı. Bundan sonra,
İslamî bir hedefe bürünme son derece kolay ve basit hale geldi.
Sayfalar karıştı, doğruluk ve aldatmaca yanyana geldi, halk
gerçekleri farketmez oldu, geniş halk kesimleri temyiz ve tefrik
kabiliyetini yitirdi...
Sonra bu sonuçlar da şöyle bir sonuç doğurdu: Bu kişiler
önünde, arzu ettikleri İslamî toplumu kurma yolu kapandı. Hatta,
kendileriyle bu emelleri arasındaki uçurum gittikçe büyüdü, engeller
kat kat arttı. Dolayısıyla, ne dinî konuda cahiller ve şaşkınlar,
cahillik ve şaşkınlıklarından kurtulup İslâm'a sempati besleyip ona
bağlandı, ne de yöneticiler ve liderler söz konusu İslamcıların
İslamî maksatlarının samimiyetine ve dine gerçek dostluklarına
güvendi."14
14 Muhammed Said Ramazan El-Bûtî, "Bediüzzaman'ın
Hayatında İslama Davet Tecrübesi", Uluslararası Bediüzzaman
Sempozyumu, İstanbul: Nesil Basım Yayın, 1995, s. 113.
Diğer taraftan, bir nevi fetret döneminden geçen İslâm
ülkelerinde yaşayan duyarlı Müslümanların en önemli görevi, böyle bir
süreci ortadan kaldıracak faaliyetlerde bulunup sosyal ve kültürel
yapıyı yeniden evrensel anlamda tesis etmektir. Aksi halde fetret
döneminin boyutunu tam anlamıyla kavrayamadan, evrensel bir anlam
taşımayacak olan mevziî zaferlerin sarhoşluğuna kapılarak altyapıyı
ihmal etmek, nefsânî bir tatmin sağlasa da sonucu değiştirmez.
Seyid Hüseyin Nasr İslâm dünyasındaki bu gerçekliği şu yalın
düşünceyle ifade etmektedir: "Her zaman bir İslam birliğinden
bahsederiz. Ancak şunu da unutmamalıyız ki, İslam dünyasında bin tane
teşekkül var ve vakıa ile yüz yüze geldiklerinde bunların koca bir
sıfırdan farkı kalmıyor..."15
Türkiye'yi yöneten siyasetçilerin Türk milli kültürü ve İslamî
gelişmeler açısından bir fobi içinde olmasının sebebi bu genel
zafiyet olduğu düşünülebilir. Yakm bir zamanda Türkiye'yi ziyaret
eden büyük bir ülkenin başkanı (Clinton), -belki de sempatik bir
ortam meydana getirmek için- İslam dini hakkında taşıdığı müspet
kanaatlerini başbakanın (B. E.) yanında açıklama gereği duymuş.
Ayrıca, muhatabının da düşüncesini öğrenmek istemesi üzerine
Başbakanın verdiği cevap hayli ilginçtir. Buna göre, irtica ve
fundamentalizmle mücadele edildiği, Türkiye'nin laik bir ülke olduğu,
dolayısıyla, bu tür sorunların geride kaldığı ifade edilerek başkan
tatmin edilmeye çalışılmıştır. Halbuki başkanın, ailece İslam dinine
ilgi duymaları dolayısıyla Müslüman bir ülkenin başbakanına bunu
açıklayarak bir cemile yapmak istediği ortaya çıkmıştır.
15 Seyyid Hüseyin Nasr, "İslam Birliği Üzerine",
Söyleşiler, İstanbul: İnsan Yayınları, 1996, s. 167.
Diğer taraftan, Türkiye'deki zaafları ve siyasi gerçekleri
hisseden bazı "dinî camialar" siyasi tercihlerini kullanırken
ehvenişer mantığıyla siyasete bakarak kendilerini sorumluluktan
kurtardıkları düşüncesini taşımışlardır. Nitekim, siyasi meselelerde
ehvenişer ekseninde hareket edenlerin, bunun "renksizlik" ve
"şahsiyetsizlik" lerinden kaynaklanmadığı, 2000 yılından geriye doğru
bakıldığında anlaşılabilir.
Sonuç olarak

Bazı "İslamcı" yazar ve aydınların, uzun süre, İslamî taleplerin


yegane taşıyıcısı ve muhatabı olarak "siyasal İslam" görüşüne sahip
olanları görmeleri ilginçtir. Hatta bunun dışında kaldığı düşünülen
ve bir "İslamî hizmet" faaliyeti içinde yer alıp da siyasi tercih
olarak, "İslamcı" bir partiye -bazı gerekçeler sebebiyle- destek
vermeyenler, bu çevreler tarafından dikkate
alınmamışlar/alınmamaktadırlar. Bununla beraber, zaman zaman değişik
mülahazalarla bu partilere oy at-salar bile, siyasi cemaatlerin
davranış biçimlerini ve bazı duygularını paylaşmamaları, onların yine
göz ardı edilmelerine sebep olabilmektedir. Anlaşılan odur ki, belli
çevreler, İslamî duyarlılığın ölçüsünü siyasi faaliyetlerin tarzıyla
açıklamaktadırlar. Halbuki ehvenişer mantığıyla hareket edenler, hem
mevcut ortamın ve sistemin hak üzerinde inşa edilmediğini -
tavırlarıyla- fiili olarak göstermekte; hem de oy attıkları partileri
ve siyasi liderleri gözlerinde büyütüp putlaştır-mamaktadırlar.
Dolayısıyla siyasi meşruluğun hukukun üstünlüğüne ve halka dayandığı
konusunda ciddi şüpheler bulunan böyle bir "düzende" zararı en aza
indirgemenin yolunu aramaktadırlar.
Türkiye'de, siyasi meşruiyetin bir Batı ülkesindeki gibi anlam
taşıdığı ve bunun her türlü siyasi, askerî ve iktisadî altyapısının
oluştuğu bir ortamda Türk siyaseti açısından ehvenişer-ri ihtiyar
etmenin genel olarak yanlış olacağı ortadadır.
28 Şubat 1997 tarihinden sonra siyasi partilerin düştüğü durum
bu realiteyi ortaya koyacak önemli bir gelişmedir. "Dün dündür, bugün
bugündür" ifadesi, "omurgasızlığın" delili olarak bir siyasetçiye mâl
edilmesine rağmen bütün siyasetçilerin ortak bir anlayışı olmuştur.
Bu anlayış, bir çeyrek

asır ideolojik söylemleri ön planda tutmuş -ve sağda yer almış kitle
partilerine yoğun eleştirilerle göz açtırmayan- siyasi partiler
açısından daha acımasız bir şekilde arzı endam etmiştir.
Hasılı, Türkiye'nin yakın tarihinde dış baskılarla oluşturulan
siyasi yapının demokratik açıdan gayrı meşruluğu, geniş sağ kitleleri
ve dinî cemaatleri daha duyarlı olmaya iterek siyasi tercihlerini
reel-politikanın şartlarına göre düzenlemeye itti. Bununla beraber,
ortalama her Türk vatandaşı Türkiye'nin aktif ve güçlü bir şekilde
dünya siyasetinde söz sahibi olmasını ve aynı şekilde içerde de
sosyo-kültürel taleplerinin yerine getirilmesini ister. Ancak bütün
bu isteklerin olabilirliği ile idealdeki arzuların ne kadarının
örtüştüğünün hesabı yapılarak bir siyaset izlenmesi gerekmektedir. İç
ve özellikle dış realiteyi hesaplayamayan siyasi hareketler, ne kadar
ulvi bir söyleme sahip olurlarsa olsunlar eşyanın doğasına aykırı
hareket ettiklerinden, arzu ettikleri neticeye ulaşmaları muhal
olmaktadır. Zira, "Henüz zamanı gelmemiş bir şeyi aceleyle isteyen,
ondan yoksun bırakılmakla cezalandırılır."

Eğitim, Eğitimde Özgür Ortamın Önemi ve Türkiye

Eğitim nedir?

Eğitim denildiği zaman, düşünen birçok insanın kafasında değişik


tarifler oluşmaya başlar. Bu tariflerdeki ortak anlayışın aynı
mahiyette olduğu ve az-çok meseleyi yansıttığı görülebilir.
Ömürlerini düşünce hayatına adamış birçok filozofun tarifleri ve
açıklamalarında da bu özellikleri görmek mümkündür.
Kant, insanda doğuştan gelen yetenekler eğitimle gelişirler;
yani, fert; ancak, eğitim sayesinde insan olacağından, insanları
mükemmellik vasfı ile teçhiz etmek, eğitimin yüklendiği görev
olmalıdır, demiştir.1
Spencer* e göre ise, insan, eğitimin sonunda en iyi hayat
şartlarını temin edebilir.
Emille Durkheim eğitimi geniş anlamda ele alır ve'"tabiatın,
sosyal müesseselerin ve diğer insanlann bizim zekâmız veya irademiz
üzerinde icra etmeye muktedir oldukları tesirlerden" ibaret olduğunu
söyler.2
Takiyettin Mengüşoğlu, "Felsefi Antropolojinin Işığında
Eğitim", Felsefe Kurumu Semineri, Ankara: TTK., 1977.
2 Amiran Kurtkan, Sosyolojik Açıdan Eğitim Yolu ile
Kalkınmanın Esasları, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1972, s. 3.
Türk kültür hayatında eğitim, öğretim ve terbiye gibi kavramları
anlamak için lügatlere bakılırsa şu noktaların altı çizilebilir:

Kamûs-i Türkî'de terbiye: Belleyip yetiştirme, büyütme. İlim ve


edep öğretme, tedip, talim, tehzîb-i ahlâk.
Talim: Öğretme, belletme; okutma, ders verme, tedris.
Türk Dil Kurumumun hazırladığı sözlükte eğitim; belli bir
konuda, bir bilgi ve bilim dalında yetiştirme ve geliştirme, eğitme
işi. Çocukların ve gençlerin toplumda yerlerini almaları için gerekli
bilgi ve becerileri elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine
yardım etme; terbiye.
Öğretim: Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi,
tedris, tedrisat, talim. Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri
düzenleme gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.
"Bütün öğrenimleri içine alan ve insanın hayatı boyunca devam
eden öğrenme faaliyetini ifade etmekte"3 olan eğitim ve öğretim, iç
içe girmiş ve ortak paydalara sahip kavramlar olarak görülmektedir.

İnsan ve eğitim
Kurtkan, 16.

Sistemli bir eğitimin tarihî süreci hayli eskilere gitmesine


rağmen, insanı eğitmek hayli dikkat gerektiren zor bir iştir.
Eğitimin gayesi, insanı topluma hazırlamanın -günümüzün tabiriyle
uyumlu vatandaş yetiştirmenin- ötesinde, iyi insan; yani kendine,
ailesine, ülkesine hatta bütün insanlığa faydalı bir fert (birey)
yetiştirmektir. Aksi halde, eğitimin amacı pratik bazı faydaların
üzerine çıkamaz. Yani, insanı insan yapan özellikleri ortaya
çıkaracak faaliyetleri tanzim etmek, toplumun içinde doğan bireye
doğru düşünebilme, doğru analiz ve değerlendirme yapabilme
becerilerinin kazanılmasına yardımcı olmak eğitimin başlıca gayesi
olmalıdır.

İnsanın eğitimi, çağın getirdiği bilimin ışığında; zekftll şuuru


ve idraki olan ve belki de keşfedilmemiş nice duygı ila rı ve
yetenekleri bulunan karmaşık bir canlıyı olumlu bir yönde
değiştirmenin ve geliştirmenin yollarını açmak anlamına gelmektedir.
Hayvanların eğitilip bazı hizmetleri görmek üzere yönlendirilmesi,
insan eğitiminden farklı bir durumdur. Hayvanla insanı, canlı bir
organizma olması itibariyle aynı kategoride değerlendiren bazı
anlayışların aksine, insan hayvanlığın kemâle ermişi değildir.
Bilakis her canlı kendi içinde kemâle erdiği gibi, insan da insanlığı
içinde kemâle ermiştir. Dolayısıyla şartlandırmanın tersine,
insanlığın birikimlerinin ilmî gerçekler ışığında (akla ve kalbe
hitap edilerek), gelecek nesillere aktarılması, eğitimde sağlıklı bir
yoldur.
Hayvanlar aleminde ihtiyaçlar, doğuştan gelen yetenekler
sayesinde, eğitime ihtiyaç duyulmadan karşılanabilmektedir. Bunu
insanlar açısından düşünmek mümkün değildir. Bundan dolayı insanın en
önemli görevlerinden biri, çocuğunu yetiştirerek kendi varlığını ve
geleceğini adeta onda sür-dürmesidir. İnsanlar hayata ait bilgileri
eğitim ve öğretim yoluyla elde ederek hayatlarını sürdürmeleri mümkün
olabilmektedir. Bu, insanoğluna çok büyük bir sorumluluk yükle-
lektedir. Ve insanoğlu kendisi için olduğu kadar gelecek nesiller
için de hayatı yaşanır hale getirecek birikimleri ve düşünceleri
korumak, geliştirmek ve eğitim yoluyla aktarmak /e yaymakla
mükelleftir. Belki de insan olmanın en büyük özelliklerinden birisi
budur.

Eğitimde aile ve toplum

İnsan dünyaya geldiği zaman, öğrenmeye açık ve öğretmeye katkıda


bulunacak yeteneğe sahiptir. Çocuk ebeveynleri tarafından eğitilirken
aynı zamanda onlara fiili olarak bir

şeyler öğretmektedir. Daha doğrusu, insan beyaz bir sayfa gibi temiz
olarak dünyaya gelir. O sayfanın doldurulmasmda-ki kalite; aile,
çevre ve okuldaki eğitimin/öğretimin niteliğine göre farklılık
gösterecektir. Bu, eğitim bilimlerinin temelini teşkil etmektedir.
Çocuğun topluma uyum sağlamasında en önemli fonksiyonu aile
yerine getirir. Topluma ait değer yargıları aile vasıtasıyla bireye
geçer. Ahlak kaidelerini oluşturan ve uzun bir tarihî tecrübeden
sonra meydana gelen doğru-yanlış, iyi-kö-tü gibi değer yargıları aile
ortamından süzülerek çocuğa ulaşır. Böylece aile, çocuğun
sosyalleşmesinde en önemli görevi yerine getirdiğinden,4 -çocuğu
hayata hazırlayacak- ilk terbiye merkezi olarak düşünülür. Çocuk,
saygıyı, sevgiyi ve anadilini orada öğrenir. Yaşadığı toplumun örf ve
adetlerini, düşünme biçimini, toplumun sevdiği ve nefret ettiği
şeyleri anadiliyle beraber özümsemeye başlar. Okuldaki eğitim bu
temel üzerinden gelişir. Ancak, okuldaki sistematik eğitimin
felsefesiyle aile içi eğitim anlayışı birbiriyle uyumsuzsa, hatta
ters istikamette bir gelişim gösteriyorsa, çocuğun çelişki yaşayacağı
açıktır. Bunun telafisi fertte (bireyde) önemli bir problem olarak
ortaya çıkacaktır (çağımızda birçok aile ve toplum bunun sancılarını
çekmektedir).
Diğer taraftan, çocuğun eğitiminde sağlıklı bir toplumsal
hayatın önemi büyüktür. Toplumdaki ilişkiler, ahlak kuralları ve
töreler, çocuğa serbest bir hareket alanı tanıyorsa, ileride onun
özgür bir birey olabileceğinin ilk adımı atılmıştır. İnsanlar,
bireysel özgürlüklerini, birey olarak yaşadıkları yalnız bir ortamda
kazanamazlar. Zira birey olarak toplum dışında hayatını sürdürmek
mümkün değildir. Dolayısıyla bireyselleşme toplum içinde, bazı ahlak
kurallarının ve törenin geçerli olduğu bir yerde kazanılacak,
kanıtlanacak bir husustur.

! Kurtkan, 12-13
Bunun yanında insan, en küçük parçası olduğu ve kendi kişiliğini
bulduğu toplumdaki bazı sosyal hastalıkların tehdidine maruzdur. Bu
gibi tehlikelerden korunmanın yolu eğitimden geçmektedir. Nihayet
birey, insani kimliğini elde edebilmek için aileye ve topluma
muhtaçtır.
Bunun yanında, anne-babanm aile içindeki tutum ve
davranışlarının niteliği çocuğun gelişiminde hayati önemi haizdir.
Aile büyüklerinin çocukla kurdukları iletişim biçimi emir ve yaptırma
(otoriter) ekseninde ise, bu, uzun bir süreçte çocuğun düşünme
melekelerinin zayıflamasına sebep olabilmektedir. Bu durumda çocuğu -
hâl ve hareketlerinde-kendinden daha tecrübeli birinin yönlendirmesi
ve onun da itaati söz konusudur. Diğer bir yöntem, ebeveynlerin
çocukla diyalog yolunu seçmeleridir. Ki, çocuğun karşılaştığı
problemleri çözebilmesi ve düşünce üretmesi için önemli olan yöntem
budur. Buna göre, karşılıklı diyalog sonucunda çocuğun lisanı ve
kelime dağarcığının gelişimi sağlanacak, dü-ünme yeteneğinde ve buna
bağlı olarak problem çözme becerisi kazanmasında zengin bir alt yapı
oluşacaktır.

Tarih-İnsan-Eğitim

Fert, yaşadığı tarihle beraber insan olduğunun bilincine varır.


Dolayısıyla acıları, neşeleri, başarı ve başarısızlıkları
buharlaşmayan bir varlıktır insan. Nesilden nesile geçen birikimler
ve bilgiler, bir çığ gibi büyüyerek adeta her insan ve toplumdan bir
şeyler alıp diğerine ulaştırır. Herhangi sebepten dolayı arada bir
boşluk veya bir kopukluk meydana gelirse, sonraki nesiller için büyük
bir kayıp söz konusu olur. Zira, hayat bir mücadele ve faaliyet alanı
olduğundan insanın bu mücadeleyi sürdürebilmesi için bilgiye ve
tecrübeye muhtaç olduğu açıktır. Toplumlar, bu değerlerin korunması
ve geliştirilmesi halinde hayatta kalma ve huzura kavuşma şansını
elde ederler. Bu bilgiler en basitinden en karmaşığına kadar
insanların ve toplumların seviyesine göre değişir. Felsefe alanında
yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Teoman Duralı’nın bilimi tarif
ederken ortaya koyduğu düşünce insicamı bu bakımdan ilgi çekicidir:
"Yaşama mücâdelesi, hayatın kaçınılmaz maddi zeminidir. Onun
yapılıp yürütülme yolu-yordamı, bilgi ile hünerdir. Bilgi ile hüner,
tecrübe ile inanç denkleminin verişidirler. Tecrübe ile inanç
ikilisinden biri eksik kaldı mı, bilgi ile hüner oluşmazlar. Akıl
'ateş'inde 'pişirilip kotarılan' tecrübelerden -deney- üretilen
sistemli bilgi hevenklerinin vücuda getirdiği bütünlük ise,
bilimdir... "5
Diğer taraftan toplumlar, -en eski devirlerden beri- yaşadıkları
bölgelerde hayatlarını sürdürmek ve anlamlı hale getirmek için
sürekli gayret içinde olmuşlar; elde ettikleri birikimleri hem kendi
menfaatleri doğrultusunda kullanmışlar, hem bir sonraki nesillere
aktarmaya çalışmışlardır. XX. yüzyıldaki kültürel ve teknolojik
gelişmelerin arkasında, milyonlarca insanın katkı ve emeğinin olduğu
bir gerçektir. Nitekim, ilk medeniyetlerin yayıldığı bölgelerdeki, -
binlerce yıl geçmesine rağmen-, tarihî kalıntılardan dahi bunu görmek
mümkün olmaktadır.
5 Teoman Duralı, Fe'sefe-Bilime Giriş, İstanbul: Cantay Kitabevi,
tarihsiz, s. 13.
Dinî kaynaklara göre, ilk insan ilk peygamber olarak kabul
edilir. Dolayısıyla toplumları ve fertleri uyaran ve görevli kabul
edilen bazı yüksek şahsiyetler ortaya çıkmıştır ki, bunların bir
kısmı peygamberlerdir. Peygamberlerin temel görevlerinden biri,
insanlara, hayatlarında mutluluğu elde edebilecekleri bilgileri ve
metotları aktararak onların doğru yolu bulmasına yardımcı olmaktır.
Bununla beraber, birçok bilgin, filozof vs. insanların mutluluğu için
gayret göstermişler, toplumun önünü açmışlardır.
Diğer bir husus, kültür, insani münasebetler çerçevesinde oluşan
bir değerdir. Kültürlü hayvan topluluklarından söz edilemez. İnsanlar
arasında kurulan münasebetlerin mantığı o kültürün ruhunu oluşturur.
İnsanların olduğu bir yerde de eğitim vardır. Kültür, eğitimin tabii
bir meyvesidir. Erken dönemlerden itibaren Mezopotamya, Mısır, Çin ve
Hindistan gibi büyük medeniyetlere beşiklik eden merkezlerde eğitim,
kurumsal bir nitelik kazanmış, özellikle dinî kurumlar insan eğitimi
üzerinde -olumlu veya olumsuz- büyük etkisi olmuştur. Yani, Eski Çin
ve Hind'den Mezopotamya'ya; oradan Mısır, Fenike ve İonya'ya kadar
geçen tarihî süreç içinde din (din ve onun sağladığı eğitim), halkın
en önemli kültürel kaynağı ve bunun .taşıyıcısı olmuştur. Yazının
Sümerler tarafından bulunması, birikimlerin aktarılmasında eğitime
büyük katkı sağlamış; ayrıca, düşüncenin yayılmasında zaman ve mekân
mefhumunu kaldırmış ve insanlar yüzyıllar sonrasındaki insanlara
seslenebilmiştir. MÖ. X. yüzyıldan önceye dayanan sistemli ve
kurumsal eğitim geleneği, MÖ. VI. yüzyıldan sonra felsefe ve felsefe-
bilimin de katkısıyla daha geniş bir alana yayılmış ve daha derine
nüfuz etmiştir.
Siyasi ortam, eğitim ve din

Tarih boyunca fert ve toplum ilişkisini ve huzurunu iki açıdan


incelemek mümkündür:
Birincisi; sadece toplumun önemi üzerinde durulmuş, bireysel hak
ve özgürlüklerin toplumun selâmeti için feda edilmesi gerektiğine
inanılmıştır.
İkincisi; bireysel özgürlük ön plana çıkarılmış, toplumun
gelişmesi ve menfaatinin bireylerin mutluluğunun sağlanmasıyla mümkün
olabileceği ve kurumların, tek tek insanların menfaatlerine cevap
vermek için oluşturulması gerektiği Üzerinde durulmuştur...1
Totaliter rejimlerde, insanlar daha küçük yaştan itibaren tek
bir ideolojinin çerçevesinde hayata hazırlanırlar. Hatta, eğitimin
bir amacı da devletin sahip olduğu ideolojinin perspektifinde insan
yetiştirmektir. Bu, rejimin geleceği, elitlerin güvenliği ve
menfaatleri açısından son derece önemli olduğundan, mistik bir hava
içerisinde eğitim anlayışını düzenlerler.
Eski Yunan ve Roma şehirlerinde iktidarlar, insanları, siyasi
otoritenin arzu ettiği doğrultuda yönlendirmiş; böylece iktidara körü
körüne inanmanın yolu sistemli bir şekilde açılmıştır. Orta Çağ'da,
özellikle Batı dünyasında, dinin siyasi bir araç haline gelmesiyle
toplumlar, eğitim yoluyla şartlandırılmış, bunun sonucunda gerek
bilim adamları ve gerekse geniş halk yığınları ıstırap çekmişlerdir.
Bu, o kadar büyük bir tepki meydana getirmiştir ki, Avrupa'nın hemen
her yerinde dinî otoritenin sınırlandırılması veya yeniden
yorumlanması, hatta bir dönem yok edilmesinin çareleri aranmış ve bu
yolda (Rönesans ve) Reform hareketleri gerçekleşmiştir. Daha ileri
tarihlerde, (XVIII ve XIX. yüzyıldan sonra) laik ve seküler anlayış
ön plana çıkarılarak "başarıya" ulaşılmıştır.
Demokratik olmayan, totaliter veya belli bir ideoloji (ve bir
parti) etrafında şekillenen devletler, siyasi meşruiyetini halktan
almadıkları için ideolojilerini, kısmen Orta Çağ'da olduğu gibi
eğitim yolunu kullanılarak halka empoze etme yolunu tutmuşlardır.
Böylece sosyal bilimler2 ve kısman pozitif bilimler bile mevcut
siyasi ve ideolojik yapıya göre düzenlenmiştir. Örneğin, evrim
teorisi, üstün ırk teorileri, gü-neş-dil teorisi, tarih tezleri
gibi... XX. yüzyıl bunun ilginç örnekleriyle doludur. Böylece,
tarihten gelen birikimle meydana gelen kültürel ve manevi değerler; -
özellikle dinî kaynaklı düşünceler ve müesseseler- bazı yozlaşmalar
gerekçe gösterilerek tamamen dışlanmış veya ortadan kaldırılmıştır.
Günümüzde iktisadi ve siyasi açıdan liberal ve demokratik ağırlıklı
bir rejimle yönetilen "gelişmiş ülkeler", bu saplantılardan önemli
ölçüde kendilerini arındırmayı başardıkları bilinmektedir.
Bu bağlamda, zamanımızda eğitimin dinle olan ilişkisi üzerinde
durmakta fayda vardır:
Dinsiz bir toplum ve dinin etkisinden uzak bir kültür düşünmek
mümkün değildir. Bundan dolayı, eğitimi dinden soyutlama gayreti;
çatışmayı, kültürel yabancılaşmayı ve yozlaşmayı da beraberinde
getirecektir. XX. yüzyılda örnekleri çok görülen bazı şahıs ve
zümreler, devleti ve eğitim kurumlarını kullanarak halkı belli bir
doğrultuda yönlendirmeyi başarmışlardır. Eğitimin bu şekilde
kullanılmasının yanlış bir tutum olduğu artık birçok ilim erbabı
tarafından anlaşılmıştır.
Eğitimin yapısını oluşturacak hususların ilmî kıstaslara göre
ortaya konulması elzemdir. Bunlar, sosyo-kültürel yapıya, siyasi
organizasyona, ilmî gelişmenin derecesine ve endüstrinin durumuna
bağlı olan hususlardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, ahlaksız bir
eğitim anlayışı düşünülemediği gibi ahlaka karşı bir eğitim anlayışı
da düşünülemez. Ahlak anlayışı, daha ziyade -tarihî veriler dikkate
alındığında- dinin ortaya koyduğu kuralların yaşanmasıyla
şekillendiğinden, dini, eğitim kurumlarından ve dolayısıyla toplumdan
soyutlamak mümkün değildir. Aksi halde bir çeşit beşeri dinler vebuna
dayalı ahlaki kurallar meydana gelir ki, bu da beşeriyetin en büyük
açmazıdır. Bunu anlamak için zamanımızda birçok örnek bulmak
mümkündür. Ayrıca, bilimi materyalizmle formatlama gayreti içinde
olanların, en "gerici" ve en "dogmatik" bir anlayışa sahip
olduklarına bilim dünyası şahittir.3 Bununla beraber, dinî
özgürlüklerle demokrasinin paralel gelişmesi, demokratik rejimlerle
yönetilen ülkelerde bu tip sorunların büyük oranda aşılmasına katkı
sağlamıştır.
Diğer taraftan, birçok meslek grupları açısından dinî eğitim
görmüş ve bu hassasiyette olan insanların daha başarılı olduğu
anlaşılmaktadır. Batıda dinî eğitim yapan okulların başarısının,
yapmayanlara oranla daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Fransa'da
özel okulların % 95'i Katolik Kilisesine bağlıdır. Hollanda'da özel
öğretim okulları eğitimin % 73,2'sini teşkil etmekte ve bunun da
çoğunluğu Katolik ve Protestan okullarıdır. İngiltere'de kilise
devlet teşkilatının bir unsuru olduğundan ve monarşinin başındaki
şahıs da İngiltere kilisesinin başı sayıldığından, eğitim sisteminde
bunun ruhuna aykırı bir düzenleme düşünülemez.4
Amerika ve Avrupa'daki demokratik ülkelerin tamamına yakını,
okullarında dinî eğitime önem vermekte ve burada halkın ihtiyaçlarını
karşılamaktadırlar. Hatta eğitimdeki en büyük teşebbüsler cemaatlerin
öncülüğünde gerçekleştirilmektedir.5
Bu bağlamda şunu belirtmekte yarar vardır; Türkiye'de,
öğrencilere dinî eğitim verilmesi hususu daima sorunlu olmuştur.
Hatta, husumetin meydana getirdiği gerilim ortamlarında birçok hayati
yanlışlıklar da yapılmıştır. Halbuki, halkın bu yönde yoğun talebi
olmasına rağmen bu konu bir türlü aşılamamıştır (yeteri kadar seçmeli
dersler konulup bu sorun uzman kişilere bırakılabilirdi).
Diğer bir husus, gelişmiş ülkelerde benzer örnekleri bulunan
bazı idealist camiaların yürüttüğü modern eğitim çalışmalarının
gösterdiği başarıdır. Bütün karşı çıkışlara rağmen gösterilen bu
başarının, eğitim bilimleri açısından ve sosyolojik olarak
incelenmesi gerekir. Üstelik, böyle bir başarının birçok harici
müdahalelere rağmen yürütülebilmesinin, hayli ilgi çekici bir konu
olduğunu teslim etmek gerekir.

Özgür ortamın eğitim açısından önemi ve Türkiye

Eğitim özgürlüğü bir yönüyle, bireyin, değişik kesimler ve


otoriteler tarafından kısıtlamalara ve engellemelere maruz kalmadan,
bilgi edinme ve araştırma yaparak elde edilen sonuçları ortaya
koyabilme ve insanların hizmetine sunabilme özgürlüğüdür.
Özellikle sosyal bilimler sahasında yapılan çalışmalarda, bir
takım gerekçelerle siyasi otoritenin veya "entelektüel" çevrelerin
örtülü müdahalesi ve yönlendirmesi, akademik çalışmaların önünü
tıkayan en önemli sebeplerdendir. Bu durum, daha alt seviyedeki
eğitim faaliyetlerini olumsuz bir yönde etkilemektedir. Ancak,
bilimsel çalışmalar ne kadar yoğunlaşırsa düğümler o kadar daha kolay
çözülür ve eğitim, mecrasına döner. Hilmi Ziya Ülgen: "Eğitim ve
öğretimin bağımsızlığı temel olmalıdır... Öğretim gence objektif
bilgi şuuru, tenkit zihniyeti ve görelilik fikri verecektir"6
ifadeleriyle önemli bir hususun altını çizmektedir.
Eğitim, zamanın ihtiyaçlarına göre, bugünü olduğu kadar geleceği
de içine alacak şekilde bilimsel temellere dayalıbir düzenleme
gerektirir. Amaç; özgür düşünceye sahip, "eş-ref-i mahlukat"
olduğunun bilincinde, başkalarına boyun eğmeyecek kişilikte ve
düşüncelerini tartışacak yüreklilikte, beyin gücünü ve yeteneklerini
sürekli geliştirme gayreti içinde ve içiyle barışık olan insanların
yetiştirilmesidir. Bu ölçü tutmadığı zaman; bilimsel düşünme yerine
ezberci, tartışma ve sorgulama yerine iddiacı; ferdiyetçi anlayış
yerine egoist bir insan tipinin revaç bulması kaçınılmazdır.
Nitekim, İslam tarihi incelendiğinde birçok okulun kurulmasında
şahsi gayretlerin büyük katkısı bulunmaktadır. Böyle okullardan
yetişen öğrencilerin çağdaş ilimleri kavramaya çalıştıkları,
"objektif bilgi şuuru" çerçevesinde asrını aşan büyük eserler
verdikleri görülmektedir. Bu eğitim kurumlarında öğrencilerin bütün
ihtiyaçlarını karşılayacak burslar verilmekte, öğrenci sadece
öğreneceği ilimlerle baş başa kalmaktadır. Ancak, İslam tarihindeki
bu müspet ve çoğulcu teşebbüslerin yanında monist gelişmeler de
yaşanmıştır. Özellikle Şii, Sünnî gibi mezhep gruplarının arasındaki
te-olojik tartışmalara, devlet yönetimini elinde tutanların taraf
olarak katılması, eğitim kurumlarını araç olarak kullanmaya kadar
vardırıldı. Şia hareketi, -Irak'ta Buveyhiler ve Mısır'da Fâtımîler-
siyasi olarak hakimiyetlerini kurunca İslam dünyasındaki çoğulcu yapı
bundan olumsuz yönde etkilenmişti. Kendilerinin açtıkları eğitim
kurumları yanında, diğer eğitim kurumlarını da ele geçirerek siyasi
iktidarların aracı haline getirmişlerdir. Buna karşılık Selçuklular
ve Eyyübiler döneminde, muhtemelen İslam dünyasındaki siyasi
hakimiyetlerinden bir şüphe olmadığı için Sünni eğitim kurumlarına
sadece devlet desteği sağlanmıştır.7
Günümüzde eğitimin, tarihî tecrübelere rağmen toplumun
inançlarını ve kültürel kodlarını değiştirme aracı olarak da
kullanıldığı görülmektedir. Halbuki normal bir süreçte, kültürel
değişim eğitimin düzenlenmesine tesir ettiği gibi, eğitimle de
kültürün gelişmesine tesir edilmektedir. Ancak, eğitim kurumlarını
totaliter rejimlerin ideolojileri doğrultusunda kullanmak "modern
softalık" olarak isimlendirilse yanlış olmaz. Zira değişik şekilde
altı çizildiği gibi, totaliter rejimlerdeki eğitim sistemi, skolastik
eğitim anlayışının günümüzde daha yoğun bir şekilde arzı endam
etmesini netice vermektedir. Halkın tarihten getirdiği birikimleri ve
bilim adamlarının ortaya koyduğu bilimsel bulguları iyi
değerlendiremeyen diktatörler, iktidara geldikleri ve siyasete yön
verdikleri zaman eğitim kurumlarını kullanmaktadırlar. Halbuki
eğitim, uzun soluklu olmalıdır. Uzmanların üzerinde yoğun bir şekilde
düşünerek tanzim edecekleri, aynı zamanda ideolojik saplantılardan
arınmış olmaları gereken bir iştir. Eğitimde ilmî kıstasların hafife
alınması en önemli sorunların başında gelmektedir; zira, dar
anlamıyla milletin, geniş anlamıyla insanlığın geleceği eğitimin
kalitesine bağlıdır.
Günümüzün Türkiyesi'nde en üst makamlardan yapılan açıklamalarda
ilmin verilerini hafife alan bir anlayış sergilenmektedir. Eğitimin
amacını "tek tip insan yetiştirmeye" indirgemenin ne anlamı olabilir?
Bunun -iyi niyetle düşünülürse- tek bir anlamı olabilir; o da, daha
munis bir toplum meydana getirmek... Daha uyumlu bir toplum meydana
getirmek için çoğulculuktan vazgeçerek ülkenin birliğine katkıda
bulunmak isteyenler, toplumun ihtiyaçlarını ve birlik şuurunu
kavramaktan uzaktır.
Kısaca, eğitim sistemi, ilmî veriler dikkate alınarak, toplumun
tarihî tecrübelerle oluşturduğu değerler de göz önünde tutulup hatta,
başka eğitim sistemlerinin tecrübeleri

de incelenerek oluşturulacak bir sistemdir. Yani, eğitimde başarıyı


yakalayabilmiş ülkelerin okullarının dikkatle incelenerek, yapılacak
reformların buna göre tanzim edilmesinde fayda vardır. Örneğin birçok
yönden başarıyı yakalamış ülkelerde uygulanmayan, ancak geri kalmış
totaliter ülkelerde geçerliliğini koruyan bir eğitim reformunu kopya
ederek uygulamanın, ideolojik kaygıların dışında iyi niyetle
bağdaşabilecek bir yönü bulunmamaktadır.
Türkiye'de, "tek tip insan yetiştirme" arzusu eğer bir parti
ideolojisinin devlete hâkim kılınmasının bir tezahürü olarak
belirtilmiyorsa, bu, iyi açıklanmalıdır. Kastedilen, Türk milletinin
uzun bir tarihî tecrübenin sonunda oluşturduğu kültürel değerler ve
insanlığın tecrübeleriyle meydana gelen bilimsel gerçeklik ise veya
hak ve hürriyetler ekseninde yetişecek bir insan tipi ise, kimsenin
buna itirazı olmaz. Ancak yine de, bütün iyi niyetli yaklaşımlarla
düşünülecek olsa dahi bahsi geçen anlayış sorunlu gözükmektedir.
Teknolojinin geliştiği şu çağda belli tabular içinde eğitimin
sürdürülmek istenmesi, çocuklara ve gençlere vakit kaybettirmekten
başka bir fayda sağlamaz. Halbuki demokratik bir ülkenin eğitimi,
toplumun genel görüşlerine aykırı düşüncede olan bireylerin
görüşlerini de nazarı itibara alabilir. Belki de, uyumlu insan
yetiştirirken, eğitimcilerin gözden uzak tutmaması gereken husus,
aykırılıkların da olabileceğidir. Aksi halde toplumların gelişmesi
bir hayal olurdu. Atina sokaklarında Sokrates'in "at sinekliği"
görevini üstlenmesi, Eflatun ve Aristo'nun eleştirel ve sorgulayıcı
tavırları, peygamberlerin geleneksel yaşantıya karşı alternatif bir
hayat teklif etmeleri ve onların bir nevi varisleri olan alimlerin
bunu sürdürmelerindeki ısrarları, Aydınlanma dönemi filozoflarının
bin yıllık yerleşik inanç ve bilgileri sorgulamaları gibi
aykırılıklar olmasa idi insanlık ne kadar mesafe alabilirdi?
Türk milli eğitiminin genel amaçlan, -Milli Eğitimin Temel
Kanunumda- acaba bahsi geçen özgürlükler nazarı itibara alınarak mı
düzenlenmiştir? Bunu okuyucuların takdirine bırakmak gerekiyor:
"Atatürk İnkılâp ve İlkelerine ve Anayasada ifadesini bulan
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki,
insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve
geliştiren ...Anayasanın başlangıçtaki temel ilkelere dayanan
demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan TC. ne karşı görev
ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş
yurttaşlar olarak yetiştirmek"'tir.8
Bu ifadelere rağmen Türkiye'nin en büyük sorunu, eğitimindeki
oturmamışlıktır. Bunun sadece Cumhuriyet döneminin çelişkilerinden
kaynaklandığını söylemek haksızlık olur. Zira, XIX. yüzyılda eğitim
başlı başına bir sorun haline gelmişti. Önceleri askerî eğitime el
atılıp işe başlanmıştı. II. Mahmud döneminde askerî ve sosyal
reformların yanında eğitim çalışmalarına da yer verilmiştir. Tanzimat
sonrası Batı nüfuzunun gelişmesiyle beraber artan hayranlık tutkusu,
eğitim anlayışına da yansımıştır. II. Abdülhamid dönemi bu kaygıların
nispeten dondurulduğu ve daha soğukkanlı kararlar alındığı dönem
olarak tarihe geçmiştir. Açılan okullardan yetişen nesillerin büyük
bir kısmı tarihî felaketlerin önünde (Trablusgarb, Balkan ve I. Dünya
savaşları) erimiştir. Arkada kalan aydın nesiller Cumhuriyet
Türkiye'sini "kan ve ateş" içinden çıkarak kurabilmişlerdir. Büyük
bir yıkımın içinde gelişen bütün bu müspet girişimlerde II.
Abdülhamid dönemi eğitiminin payı olduğu açıktır.9
Cumhuriyet döneminde eğitimin en büyük misyonu yepyeni bir insan
tipi, bir "cumhuriyet" nesli yetiştirmek; adeta yeni bir millet
"yaratmak"tı.10 Toplumsal hayatı da buna göre tanzim etmenin çareleri
aranmış ve bu doğrultuda inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Bu
inkılâplar milli eğitimin olmazsa olmaz amaçları içinde yer almıştır.
Artık yeni Türk nesilleri bu sınırların içinde kalarak "çağdaş
uygarlık düzeyini yakalayıp, hatta, onun da önüne geçecekti". Diğer
taraftan, toplumsal dinamiklerin meydana getirdiği etki, tarihî ve
kültürel birikimlerin geçişine katkı sağlamıştır.
Sonuç

Elde ettiğimiz verilerle şunları kaydetmekte yarar vardır: Türk


Milli Eğitimi gözden geçirilip ilmin ışığında yeniden
yapılandırılmalıdır. Bunun için birçok gelişmiş ülkenin eğitim
sistemi örnek olarak incelenebilir. Ve Türkiye için nasıl bir modelin
daha hayırlı olabileceği bu verilerle ortaya konulabilir. Neticede
hiçbir ideolojik kaygıyı nazarı itibara almadan, ilmî verilerle yeni
bir eğitim modeli rahatlıkla benimsenebilir. Belki de eğitimin bundan
başka bir çıkış yolu da yoktur.
Bunun gerçekleştirilmesi için yeterli tarihî birikim vardır.
Ayrıca, yapılan temel yanlışların en az yüz yıllık bir geçmişi
bulunmaktadır ve bunların zararlarını toplum fazlasıyla çekmiştir. Bu
hatalar ve ideolojik saplantılar süratle terk edilmelidir. Demokratik
ülkelerin eğitim sistemlerinde olduğu gibi, bu toprakların gerçeğine
göre milli eğitim yapılandırılabilir. Bu konuda Türkiye bahsi geçen
ülkelerden daha şanslı hale de getirilebilir. Zira Türkiye'nin insan
potansiyeli, coğrafi konumu ve tarihî tecrübeleri bu konuda da önünü
açacak bir güce sahiptir.
Diğer taraftan, öğrenciler temel eğitime tâbi tutulduktan ve
belli bir düzeye getirildikten sonra, yeteneklerine göre seçmeli
dersler almalıdırlar. Bu, mümkün mertebe erken yaşlarda
gerçekleştirilmelidir. Çocuklar, rehber hocalar tarafından okul-aile
işbirliği çerçevesinde ilgilerine ve yeteneklerine göre
yönlendirilmelidir. Bunun yanında, okullar bir nevi parti
ideolojisini andıran etkilerden uzak tutulmalıdır. Vatanperverliği ve
millet sevgisini bu tür ideolojilere indirgemenin ileride doğuracağı
mahzurlar düşünülmeli; hatta ters etkileri hesaba katılarak bu konuda
da mantıklı bir yol tutulmalıdır. Sosyal bilimlerde propaganda
üslubuyla işlenecek derslerin

bir gün mutlaka geri tepeceği bilinmelidir. Dolayısıyla, ilmî


verilere dayanmayan politikalara ve baskı yöntemlerini kullanarak
eğitimi çağdışı bir yörüngeye sürükleyen hareketlere karşı aydın
kesimiyle bütün milletin bir şekilde uyarı görevini yapması Türk
milletinin geleceği açısından hayati öneme sahiptir.
Özetlersek, Türk Milli Eğitimi çatısı altındaki öğrenciler,
merak eden, fikir üreten, tartışan bir kişiliğe sahip olmalı ve
eğitim buna göre programlanmalıdır. Ayrıca, kitap okuma
alışkanlığının bütün toplumda yaygın bir hale getirilmesi gerekir.
Bunun sağlanması için en büyük yük yine eğitim sistemine düşmektedir.
Böylece kitap okumak hayatın bir parçası haline gelmeli ve toplumda
bir okuma geleneği oluşmalıdır. Zira okuyan bir toplum, problemlerini
çözebilecek yeteneğe ulaşan bir toplumdur.

UÇUNCU BOLUM

BATICI BİR MECMUANIN TESETTÜRE BAKIŞI VE GÜNÜMÜZDE TESETTÜR MESELESİ

Garpçı" Bir Mecmuadan (İctihâd) Tesettüre Bakışlar

XX. yüzyılın başlarından 1930'lu yıllara kadar yayın hayatını


sürdüren İctihâd, Batı menşeli pozitivist ve materyalist akımların
etkisinde kalan birçok kalem erbabının yazı yazdığı bir mecmua idi.
Bu muharrirler, Batı’nın kültürel ve siyasi ikliminden aldıkları
düşüncelerini modernleşmenin bir gereği olarak geliştirmeye
çalışıyorlardı. Tezlerini; kültürel, sosyal, siyasi ve iktisadi
alanlardaki yazılarında işliyorlardı. Bu yazıların bir kısmında,
Osmanlı toplumuna ait geleneksel değerlere, Batılı düşünürlerin en
aşırılarının ötesinde, adeta Hollandalı şarkiyatçı Dozy'nin
mantığıyla yaklaşılmaktaydı. Türk-Islam toplumlarının kültürel
kodları içinde yer alan ve yaygın bir giyim tarzı olan tesettür,
Osmanlı toplumunun da benimsediği bir tarzdı ve "İctihadçılar"a göre
bunun acilen kaldırılması gerekiyordu. Nitekim, onların görüşleri
doğrultusunda meseleyi ortaya koyacak olursak aşağıdaki şekilde bir
tabloyla karşı karşıya kalınmaktadır.

Tesettürün Müslüman toplumları geri bıraktığı iddiası

Server Bedii imzasıyla kaleme alman bir makalede, kadınların


örtünmesine karşı sergilenen yaklaşım dikkat çekicidir. Buna göre,
İslam dünyasının büyük bir derdi vardır; bu öyle bir dert ki,
senelerden beri sosyal hayatın, özellikle aile hayatının ve ahlakın
gelişmesine engel olmuştur. Bu derdin "kalb-i İslâm'a" miras
bıraktığı zararlar şimdiye kadar görülemedi;

diğer dertlerimiz gibi tedavisine çalışılamadı. Aile hayatını ve


ahlakı ıslah için pek sathı şeylerle uğraşıldı, bir türlü en büyük
engel anlaşılamadı. Son zamanlarda gelişmenin önündeki en büyük
marazi engel olarak bu husus görülmeye başlandı. Özellikle İstanbul,
Kazan, Kafkasya, Mısır, Hindistan gibi İslam beldelerinde, gelinen
seviyeye göre, bu konudan bahsedilmeye başlandı. İşte bu kadar
zararlı olan "İslamiyet'in o derdi", kadınların tesettürüdür ki,
sosyal hayatın temelini meydana getiren aile hayatı ve toplumun
ahlakı mevcut şekliyle çok kötü bir durumdadır. Bundan dolayı,
İslamiyet'i gerileten tesettür ıslah edilerek meselenin çözüme
kavuşturulması gerekmektedir.11
Yazarın, tesettürü terakkiye mani bir unsur olarak düşünmesi
sadece kendisi ile sınırlı kalmamaktadır; birçok yazarda da benzer
düşünceler bulunmaktadır. İctihad’ın diğer bir yazarı da aynı
görüşleri paylaşmakta ve bu sorunun hallinde kendince bazı yollar
ortaya koymaktadır. Buna göre, "bu hâl, şimdi o dereceye gelmiştir
ki, cemiyetimizin bir inkılâp ve tekâmül buhranını yaşadığı bu
dakikalarda" sosyal ve medeni ihtiyaçlarımızın bu utanç verici ve
muazzam hadiseye bağlı kaldığım kabul etmek gerekir. "Türk ve İslâm
içtimaî vicdanının," gelecekte kuracağını ümit ettiği tekamül etmiş
hayat ve medeniyet, ancak tesettürün halliyle mümkün olabilir. Bu
konuda atılacak her adım medeniyetimiz için bir kazanç olacaktır.
Dolayısıyla, bu konuda lehte ve aleyhte fikir beyan edilmesi,
meselenin halline yardımcı olmaktadır. Kısaca, yazarın kendisi de bu
tartışmaya katılarak ilmî bir şekilde meseleyi etkilemek istediğinin
altını çizmektedir.12
Buna göre, konu üzerinde birçok fikir beyan edilmesine rağmen bu
önemli meseleyi sosyal anlamıyla anlayıp "sırf sosyolojik bir
surette" inceleyenler olmamıştır. Bazı istisnaların dışında, bu husus
için görüş beyan edenlerin çoğunluğu tesettürü "şahsi" bir nazarla
inceleyip onu yalnız bir kisve, bir setre mahiyetinde düşünmüşlerdir.
Böylece ancak sosyal ve ilmi olarak düşünülmesi gereken bir
"müessese"yi "büsbütün başka bir şey haline sokmuşlardır." Halbuki,
konu şahsi ve bir örtünme olarak değil, sosyal hayatın bir "nâzım ve
müdürü", kadın ve erkeği ikiye ayıran bir âmil olarak incelenmesi
gerekmektedir. Ancak, bu yoldan hareket edilmediği için ilmî
hakikatler ortadan kalkmaktadır. Başörtüsü meselesinde, bu düstur
terk edilince bütün maksat, bütün fayda ve ilmî hakikat ortadan
kaybolmaktadır. Yazarın ifadesiyle, "tesettür içtimai hayatın
tesisinde, iktisadi ve medeni faaliyetin tanziminde, kadın ve erkeğin
aileden hariç olarak, cemiyet dahilindeki umumi ve müşterek
hizmetlerinin tasnifinde bir âmil olmayıp da sırf bir kisve, bir
libas hüviyetinde bulunsa mesele tamamen değişir ve pek basitleşir.
Bu hale gelen tesettür artık "içtimai müessese" olmak ehemmiyetinden
çıkar ve kadın modistlerine, terzilere ait bir keyfiyet olur."
Selahaddin Asım'a göre tesettür, kadınları toplumun dışında bir
mevkide (statüde) bulundurmadan, kadınlar da erkekler gibi toplumun
sosyal, iktisadi ve medeni bütün varlıklarına; görevlerine ve
haklarına, faaliyet ve hizmetlerine fiilen iştirak edince, "tesettür
artık haricî bir libâs halini alacağından bizce her türlü
ehemmiyetten â'rîdir (kurtulmuştur). Fakat bu zamanda tesettür bizim
için bu mahiyette midir?"... Sorduğu bu soruya olumsuz cevap veren
yazar, tesettürü toplum hayatının düzenleyicisi ve kurucusu olarak
görmektedir. Dolayısıyla, kadınları toplumsal hayatın dışına atan;
bir çok vatani hizmetten, iktisadi ve medeni faaliyetlerden,
müşterektahsilden ve yaşayıştan, üniversiteden, en nihayet görgü
kurallarından uzak tutan en büyük âmilin tesettür olduğu
anlaşılmaktadır. İşte bütün bunlar nazarı itibara alınarak bir
inceleme yapılması halinde doğru yorumlar ve çözümler elde
edilebilir. Aksi halde konu sosyolojik olarak incelenemezse
yapılanlar boşuna faaliyet olarak kalmaya mahkûmdur. Zira konu
amacından sapmış olacaktır.13

Tesettürün kadınların iffetini koruyamayacağı düşüncesi

Selahaddin Âsim, tesettüre taraftar olanların bunun


gerekliliğini anlatırken şu tarzda görüşler ileriye sürdüklerini
belirtir: "Madem ki cemiyette kadın ve erkeğin biri birine karşı
ahlak ve namus fesadına temayülleri, fuhuş ve zina icrasına
meydanları vardır, o halde bu tehlikeyi men etmek için tesettür
lazımdır. Çünkü ancak tesettürdür ki kadın ve erkeği yekdiğerinden
ayırarak ve uzaklaştırarak fuhşun, ahlak-ı fesâdînin önü alınabilir."
Ona göre, bu ifadeleri geçici olarak kabul ederek bir düşünce
geliştirilecek olunursa, "tesettüre, maddeten ve manen, hakkıyla
riayet eden, fuhuş ve zinadan masun kalır" diye söylenebilir...
Mesele bu şekilde ortaya konulursa bu düşünceler doğru ve isabetli
olarak kabul edilmesi gerekir. Tesettüre riayet etmek fuhşa mani olsa
da, bunun temini için esas mesele maneviyat; yani his ve fikrî
terbiyenin ikmal edilmiş olmasıdır. Aksi halde istenilen netice hâsıl
olmaz ve tesettür hiçbir şeye uygun düşmez. Bundan dolayı "tesettüre
riayeti temin edecek maneviyatı hâiz olan" m da tesettüre ihtiyacı
yoktur.
Yazar bu noktadan sonra iddialarını daha ileri bir noktaya
taşıyarak, bu temel manevi mesele ikmal edilmediği taktirde
tesettürün fuhşu perdeleyeceğini ve hatta tesettürün "fuhşa bir
vasıta bile" olacağını belirtmesi, her iki halde de tesettürün
gereksizliğine vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla, tesettürle ilgili
şartlı olarak gösterdiği kabulü fazlasıyla terk etmektedir. Hatta şu
iddialara dahi yer vermektedir: "Bilhassa bu zamanda İslam
kadınlarının" özel veya yarı özel olarak "birçokları kolayca fuhuş
icra ettiklerinden bunun böyle olduğu muhakkaktır." Ona göre bu
bilinen durum ispat ediyor ki, maneviyat olmadan tesettürün hiçbir
kıymeti ve ehemmiyeti mevcut değildir; ancak, maneviyat kazanılınca
fuhuştan korunmak için tesettüre ihtiyaç da kalmaz. Nitekim toplumda
kadınlara yönelik kötülükler ortadan kalkınca tesettüre ihtiyaç
olmayacağı -tesettürü gerekli gören bazıları tarafından da- teslim
edilmektedir. Dolayısıyla "asıl mesele tesettür değil, o maneviyat ve
terbiyededir." O halde gereksiz, fazla bir şeyin devam ettirilmesi,
faydasız ve çoğunlukla zararlı olmaktadır.4
Diğer taraftan, madem ki tesettür kadını erkekten, yani
toplumsal hayattan ayırıyor, onu sadece neslin devamını sağlayan bir
vasıta konumuna indirgiyor ve diğer insanî görevlerden uzak tutuyor;
şu halde yapılması gereken, kadını topluma kazandırmak için tesettürü
kaldırmaktır. Ayrıca, kadını cemiyete sokmadan, toplumdaki sosyo-
kültürel ve sosyoekonomik hayatla yüzleştirmeden, kadının kişiliğini
sağlamlaştıracak ve onu kötülüklerden koruyacak terbiye ve maneviyatı
temin etmek kabil olmaz. Çünkü toplum hayatının tesir ve intibaları
içinde yaşamadan mukavemet ve savunma yeteneği gelişmez. Aynı
zamanda, bir çevrenin ihtiyaçlarını sağlamak için önce o çevreye
maddeten ve manen uygun hareket etmek şart olduğu cihetle, kadını
toplum içinde yaşatmadan o çevrenin gereklerine alıştırmak mümkün
olmaz.
Diğer bir husus, erkeklerin, kadını bir fert ve hayat arkadaşı
olmaktan ziyade yalnız bir dişi olarak gördükleri ilkel devirlerde
ancak tesettürün uygulanması mümkündü. Bu bağlamda yazar tesettürü
ibtidaî bir âdet olarak görmektedir. Ona göre, ilkel toplumlarda
kadına bir dişi olarak bakılmakta, tenasül ve şehvetten başka bir
görev yüklenmemekte idi. Bu toplumlarda "içtimaî vicdan" ve toplumsal
maneviyatın gelişememesi, ayrıca bu tekamülsüzlükten dolayı manevi,
yani hakiki tesettürün tesis edilememesi sonucunda maddi tesettüre
müracaat etmek zaruret halini aldı. Halbuki şimdi medeniyet
geliştiğinden, cemiyetten bu zihniyeti silmek için tesettürü
kaldırmak gerekmektedir. Çünkü; kadını dişi addetmek keyfiyeti o
zihniyetin meydana getirdiği bir sorundur ve cemiyette tesis ettiği
ihtiyaçtır ki tesettürü doğurmuştur. Ve yine bu tesettürdür ki, o
zihniyeti, maddi ve manevi tesirleriyle devam ettirip nesiller boyu
yaşatıyor.14 İctihad'a göre, modernleşme taraftarları bu yanlışlığın
farkına varmışlar ve bunu ortadan kaldırmak için gayret
göstermektedirler. Ayrıca, mücadele için gerekli donanıma da
sahiptirler.
5 S. Asım, 2257-2258.
Kılıçzade Hakh’nın kaleme aldığı düşünceler, modern hayatın
önemini kavrama iddiasında olan ve tesettüre riayet etmeyen bir
hayranının ağzından aktarılmaktadır. Hayram, tesettürün aleyhinde
olanlarla aynı safta bulunduğunu, fiilen tesettürsüz olduğunu, sokağa
bu şekilde çıktığını ve bunun da faydasını gördüğünü belirtmektedir:
Tesettürsüz bir şekilde sokaklarda gezdiği halde hiçbir zaman
terbiyesiz delikanlılar ve çapkın erkekler kendisini rahatsız edici
bir fiilde bulunmamışlardır. Hatta, tramvaylarda mesture kadınlara
yapılan sarkıntılıklardan hiçbirine muhatap olmadığını belirtmekte,
bunu da tesettürsüzlüğüne borçlu olduğunun altını çizmektedir.
O, ismetinin korunmasını, "yüze konulan yirmi kuruşluk bir bez
parçasına değil" fazilet ve kadınlık değerine atfetmektedir. "Onun
ziyamdan ve bir dost erkekle konuşmaktan asla tehâşî etmiyorum
(çekinmiyorum)" ifadeleriyle de tezlerini güçlendirmeye
çalışmaktadır. İki yıldır tesettürsüz gezmesine rağmen bir kötülükle
karşılaşmamasını, kendisinin davetkâr olmamasına bağlamaktadır. Zira
kendisi istemedikten sonra herhangi bir kötülükle karşılaşmayacağına
inanmaktadır.15
Halbuki, toplumsal hayatı gören ve içinde yaşayan insanlar
(yukarıdan beri özetlemeye çalıştığımız) bu düşüncelerin fazla bir
geçerliliği olmadığını anlar. Küıçzade’nın yer verdiği bu görüşlerin,
daha çok propaganda amaçlı olduğu akla gelmektedir. Ancak kimsenin
reddetmediği şu düşüncelerle de davasını ispat etmeye çalışmaktadır:
Ahlaki yönü zayıf olanlar, çarşaf veya başka aşılması zor bir elbise
içine so-kulsa da nafiledir... Fakat yazar, bu noktadan sonra suçun
şahsiliği ilkesini bir tarafa bırakarak, -belki de muhayyel- bir
takım örnekler vermektedir: "Tesettüre riayet eder görünenlerimizden
bazılarının dişçilerde, fotoğrafçılarda, modacılarda... ilaahir neler
yaptıklarını siz pekala biliyorsunuz."
Yazıldığı dönemin toplumsal hayatı göz önüne alındığında, bu
ifadeler anlamsız kaçmaktadır. Zira o dönemde Müs-lüman-Türk
kadınlarının ezici çoğunluğunun tesettüre riayet ettikleri
bilinmektedir. Hatta, gayrimüslim kadınların bir kısmı açısından da
bu durum geçerli olmaktadır. Dolayısıyla, böyle bir toplumda meydana
gelen yanlış işlerin giyimle ilişkili hale getirilmesi hayli
ilginçtir. Belki günümüz Türki-yesi'nde Batıcı medyanın ve resmi
bakışın tozu dumana karıştırdığı bir ortamda böyle bir örnekle
meseleye yaklaşılsafazla yadırganacak bir durum olmazdı. Ancak,
günümüzde bu şekilde bir örneğin pek seslendirilememesi, konunun
sadece siyasi noktaya indirgenerek tenkidi de ilginçtir.16
Makalenin devamında tesettür, sosyal yaraların üzerinde "iğrenç
bir sargı bezi" olarak görüldüğünden, "kadın meselesi bizim için bir
tesettür meselesidir" denilmektedir. Dolayısıyla bu sosyal yarayı
açmadıkça yaranın cinsini teşhis ve tedavi etmek mümkün değildir.
Tesettürün kaldırılması halinde şu faydaların husule geleceğine
inanılmaktadır:
1-Kızlarımız, kadınlarımız serbestçe tahsillerini
yapabileceklerdir.
2-Toplumsal hayata katılarak milli görevlerini yerine
getirebileceklerdir.
3-Erkekler, seçeceği bir kadınla evleneceğinden gerçek anlamda
bir aile teşekkül edecektir. Böylece, herkes evine bağlı olacağından
boşanma oranında azalma meydana gelecektir.
4-Görgüde artış meydana gelecek ve bu sayede nesiller daha iyi
terbiye edilebileceklerdir.
5-Kadın, askere gidecek olan kocasının veya kardeşinin
dükkanında, mağazasında meydana gelecek boşluğu doldurarak bir işgücü
kaybına sebebiyet verilmeyecektir. Ayrıca toplumda ihtiyaç duyulacak
sair hizmetlere de katkıda bulunacaktır.
6-Kadmlar, meclislere devam edince oraya katılan erkekler
üzerinde müspet tesir icra ederek, onların fedakârlık17 duyguları ve
nezaketleri üzerinde etki meydana getirecektir.
7-Kadmlar, nefes alma ve ferahlamak için gezme haklarını ve
özgürlüklerini kullanacaklarından, bunun, sağlıkları üzerinde müspet
tesiri olacaktır ve hastalıklar azalacaktır.18
Diğer taraftan, tesettürle ilgili 1923'te Kaya Nuri imzasıyla
yayınlanan bir yazıda -Meşrutiyet döneminde yayınlanan yazıların
ötesinde bir bakış açısıyla- tesettür, bir nevi iffetsizliğin kaynağı
olarak gösterilmektedir. Daha önceki yazılarda bu manada kışkırtıcı
düşünceler ima edilmesine ve hakarete varan ifadelere rastlanmasına
rağmen, tesettürle ilgili bu boyutta açık bir tahrifata
rastlanmamıştır. Örneğin, -daha önce yazılan bir yazıda- kadınlar
tarafından kaleme alman ve Se-bilürreşâd'da yayınlanan yazılar
eleştirilmekte, hatta tesettür-lü hallerinden memnun oldukları
hususundaki düşüncelerine gayet ağır ifadelerle karşı çıkılmaktadır
(tesettürden hoşnut olduklarını belirten yazarlara); "bir cifede
(leşte) tekevvün eden (oluşan) mahlukât-ı sefîle-i müstekreh (iğrenç
yaratıklar) vaziyetlerini bilmiş olsalar hiç de hallerinden hoşnut
olmazlardı..." gibi ifadelerle karşılık verilmektedir.19 Ancak, Kaya
Nuri, tesettürle fuhşu birbirinin neticesi olmak noktasına kadar
vardırmaktadır.
Ona göre, değişik branşlardaki aydınlar tarafından tesettür
hakkında lehte-aleyhte yazı yazanlar, işin gerçek yönünü ortaya
koyamamışlardır. Ayrıca meselenin esası çoğunlukla değiştirilmiş;
maksat anlaşılmadan ve netice elde edilmeden kapatılmıştır. Halbuki
"tesettürün ıslahı hususunun siyasetimiz kadar mühim bir mesele
olduğu bilinemedi, çarşaf altında daha kolay yapılan nâmeşru
hareketler görülemedi." Meydan tesettür kisvesine bürünmüş bazı
ahlaksızlara kaldı. "Bu hususta ulemamız hücresine kapandı, üdebamız
köşesine çekildi. Birçok fenalıkları ekseriya teshil eden
(kolaylaştıran) 'tesettür' unutuldu."
Yazar iddialarına delil olmak üzere Rum fahişelerinin çarşaf
giyerek, yani Müslüman kadınının kisvesine bürünerek fahişelik
yaptıklarını, hatta bazı Müslüman kadınların, Rum kadınlarının
pansiyonlarında sermaye durumuna düştüklerini belirtmektedir. Ve bu
durumdan şöyle bir netice çıkarmaktadır: "... aynı örtü altında
namuslu Müslüman ailesiyle aşüfteler tefrik edilmez bir hale
geldi..." Yazar bu noktadan sonra adeta, bir ayete yanlış mana veren
kötü niyetli bir inançsızın karşısında, -âyeti müdafaa edeceği
yerde-, çıkış yolunu, âyeti inkar etmekte bulan bir şahsın ruh hali
içindedir. Kısaca, bu tür kötülüklerin faturasını tesettüre
indirgemekte ve bu kötülüklerden kurtulmanın çaresini de tesettürün
ortadan kaldırılmasında görmektedir. Ayrıca, o dönemde siyasi
sebeplerden dolayı meydana gelen Rum husumetinden de istifade ederek,
bu husumetin hedefini tesettürle irtibatlı hale getirme gayreti
içinde görülmektedir.
Makalenin devamında şu düşünceler yer almaktadır; "tesettür"
meselesiyle alim ve ediplerin yoğun bir şekilde ilgilenmeleri
gerekmektedir; zira, ülke için en ciddi mesele bu meseledir. "Şayet
bu, elbirliğiyle halledilmezse pek yakında içtimaî fenalıkların daha
ziyade başgöstereceği muhakkaktır." Bundan dolayı da hayli ilginç bir
teklifte bulunmaktadır: "Fuhuş yoluna sülük etmiş kadınları namuslu
Müslüman hanımlardan tefrik edecek şiar bulunmalı. Bizim fikrimizce
fuhuş yolunda gezen Müslümanlar -hakiki tövbekar oluncaya kadar-
tesettür ettirilmemelidir..." Bu ifadelerden, kadınların giyimine
müdahale edilmesi yolunda bir meşrulaştırma gayreti görülse yanlış
olmaz.
Yazar şu mülahazaları da ilave etmektedir; tesettür cisimlerde
değil ruhlarda olmalı ve o zaman güzel ahlakın istediği örtünme
gerçekleşmiş olur. Bundan dolayıdır ki, birçok örtülü kadınlar içinde
"gayr-ı mestureler" ve örtün-meyenler arasında da "muhterem ve
ismetpenah mestureler" görülmektedir.20

Rusya'nın yönetiminde ve etkisinde olan Müslümanların tutumu

XX. yüzyılın başlarında Anadolu dışındaki Türk ülkelerinin hemen


hemen tamamının Rusya'nın kontrolüne girdiği bir gerçektir. Rusya ise
Hıristiyan bir ülkedir. Ve Batı'da gelişen modernleşmeye daha yatkın
durumdadır. Rusya'daki Müslümanların, bir nevi esaret hayatı altında
olmalarından dolayı, kültür değişmelerine daha açık olmaları
anlaşılabilir bir durumdur. Hatta, güçlü ve üzerlerinde hâkimiyet
tesis etmiş olan bir milletin kıyafet şekline özenmeye ve benimsemeye
yatkın olmaları, yenilmişlik ve ezilmişlik psikolojisinin sosyal
yansımaları olarak toplumun bir kesimine sirayet etmiş olabilir.
Kısaca, Rusya'daki Türk-İslam kökenli bir kısım zümreler ve bu
zümrelere bağlı aydınlar, bu toplumun sosyal hayatına ayak uydurma
gayreti ve kompleksi içinde oldukları için, bir yerde çıkış yolu
olarak tesettürü ortadan kaldırmayı düşünmüş olabilirler. Aksi halde,
normal bir süreçte ve bağımsız bir ülkede bu tarz bir değişimin
olması, hele kültürel değerlerin özünden saptırılarak tamamen başka
bir medeniyetin eksenine sokulması ve kendi inancının meydana
getirdiği (şekillendirdiği) geleneklerin terk edilmesi hayli zor bir
meseledir.
Fakat, Batı’nın meftunu olan zümrelerin meseleyi tamamen
çağdaşlık ve medenileşme sorunu olarak algılamaları vebaşka hiçbir
fikre yer vermemeleri geleneksel bir akıl yürütme halini almıştır.
Nitekim, İctihad mecmuasının yazarlarına göre Rus Müslümanları,
tesettür gibi modernleşmeye aykırı ve "baş belası" bir meseleyi hemen
hemen idrak etmişlerdir. Dolayısıyla, Rusya'nın bazı bölgelerinde
yaşayan kadınlar aile hayatının kuvvetli bir şekilde gelişmesine
katkıda bulunacak bir tarzda giyinmeye başlıyorlar. Bu gelişmeye
örnek olarak Fahrülbenat Süleymanova Hanım’ın giyim tarzı
verilmektedir. Server Bediî, Rusya'daki Müslüman yazarların en "meş-
hur"larmdan olan bu hanımı, İstanbul'u ziyareti esnasında tanıma
fırsatı elde ettiğini ve giyimini çok beğendiğini belirtmektedir.
Ayrıca, "bu inkılâbın bize de sirayetini temenni ettik" ifadeleriyle,
arzularını dile getirmektedir. Ancak, yazar, Rusya'nın bazı
yerlerinde bu seviyede gerçekleşebilen yenilik hareketlerine
karşılık, bazı taraflarında da sırf cehalet yüzünden eski kötü tarzın
devam etmekte olduğu görüşlerine yer vermektedir. Bunun örneği
Kafkasya bölgesidir. Bölgeye, istenilen bir boyutta "yukarılara
kadar" eğitim girememiştir. İşte bundan dolayı henüz onlar gerçekleri
idrak edemiyorlar. Hatta kendi aralarında yenilikçi yönde hareket
edenlere veya etmek isteyenlere karşı Kafkas "ashâb-ı ruhaniyesi",
cahil olan halkı ayaklandırma teşebbüsünde bulunuyor.21
Tatarlar’ın önemli simalarından biri olan Fatih Emir Han,
Kafkasya'nın bu geleneksel tutumuna karşı Kuyaş gazetesinde bir yazı
kaleme alıyor ve Kafkasyalı aydınları, gazetecileri ve alimleri
eleştiriyor ve onları meseleleri anlamaya davet ediyor. Server Bedii,
Fatih Emir Han'ın makalesinden şu alıntıya yer vermektedir:
"Biz bu meseledeki ehemmiyetin nâdân-ı cühela (haddini bilmez
cahiller) tarafından idrak edilmediğine taaccüb etmeyiz (şasırmayız).
Lâkin ulemanın, böyle hayati meseleleri anlamamalarına, münevverlerin
cühelaya meselenin hakikatini söylememelerine taaccüp ederiz. Kafkas
Müslümanları’nın hali, münevverlerinin, milyonerlerinin, harekatı
şayan-ı dikkattir. Bunlar ecnebi kızların ağuşuna (kucağına)
atılıyorlar, İslam kızlarına itibar etmiyorlar, ve etmemekte de
kendilerince haklıdırlar. Çünkü hayatlarını cahil, terbiyesiz, ve
emraz-ı sariye ile mariz kızlarla geçirmek istememektedirler.
Bu hâl evvela İslam muhadderatının (örtülü kadınlarının),
marizlerinin bu suretle teşdîdiyle (kuvvet vermesiyle) müthiş surette
ahlaksızlıklarına bâdı oluyor. Saniyen Müslüman erkeklerin ecnebi
kızlarla teşkil ettiği aileler milliyetten, kavmiyetten, dinden
ayrılıyor.
Ne azim felakettir ki Kafkas ulema-yi ruhaniyesi bu halleri
görmüyorlar. Bu suretle mevcudiyetimizi baltalıyoruz. Kafkas
kadınlarının, kızlarının bu marazlarını tedavi etmek çarelerini
bulmaya, sebeplerini aramaya teşebbüs etmiyorlar. Çok yazık..."
Anlaşılan odur ki, bir kısım gençleri ve aydınları yabancılara
kapılmaktan ve yabancı kızlarla evlilik yaparak bir nevi
yabancılaşmaktan kurtarmanın çaresi olarak, adeta, top yekûn bir
yabancılaşma projesi tavsiye edilmektedir. Yani, Kafkasya'da İslam
anlayışıyla oluşmuş kültür ve geleneklerin terk edilmesi veya gözden
çıkarılması aydınlar tarafından istenmektedir. Esaret veya yapay
bağımsızlık altında yaşayan toplumlarda çıkış yolu için, "denize
düşen yılana sarılır" misali, kurtuluş çarelerinin ilgisiz, hatta
kendini inkar ettirecek bir yerde aranması hayli ilginç bir durum
olsa gerek.
Diğer bir alıntıda da şu ifadelere yer vermektedir:
"Bundan yedi sene evvel Kafkasyalılar'dan Merdan Bey Top-
çukâşif Hazretleriyle konuşurken:
-Niçin Kafkas münevverleri darülfünunu ikmal ettikten sonra
vatanlarından kaçıp başka yerlerde ikamet ediyorlar? Diye bir sual
sordum, o da:
-Bu; o münevver gençlerin Kafkas Müslümanları arasında bir aile
teşkilini kendilerince 'adîmü'l-imkân (imkansız) görmekte
olmalarından olsa gerektir. Dedi ve sonra Ali Merdan Efendi bu
fikrini teyit yolunda bana kendi başından geçen bir vakıayı anlattı.
Diyor ve ... şu suretle hatime veriyor: 'Setre meselesi bir zaman biz
Kazanlılar arasında da birçok münakaşâta, münazaâta sebebiyet verdi.
Fakat bilahare hakikat gösterildi. Ve milliyet, terakki duyguları
halkı bu meselenin iyi ve akıllı bir surette halline sevk etti. Bu
meseleyi ilk nizâlı zamanda itidal ile ve doğru bir surette
halledenlere hürmet etmeye mecburuz" ..P
Diğer taraftan, Kılıçzade, yaklaşık birbuçuk ay sonra yazdığı
bir yazıda, bu sorunun çözümünde orada yetişen ulemanın büyük payı
olduğuna işaret etmektedir: "Rusya'da tesettür meselesi halledildi
ama Musa Bîgîyef gibi gerçek ulema yetişti." Ve yazar şunu da ilave
etmektedir: "Zavallı memleketim..."22
Aynı yazarın belirttiğine göre bir tesettür taraftarının;
Rusya'da bazı kadınların yüksekokul bitirerek imtiyaz kazanmaları
hususunun büyütülmemesi gerektiğini; zira, bunların 30 milyon
Müslüman içinde ancak 200-300 civarında kadına tekabül ettiğini
yazmaktadır. Ve devamında, bunların birkaçı din değiştirmiş birkaçı
da kötü ahlakla medeniyetine son vermiştir... demektedir. Naklettiği
bu düşüncelere karşı Kılıçzade şunları yazmaktadır: Rusya'da 200-300
üniversite mezunu Müslüman kadının olması hayli önemli bir olaydır.
Bu, Türkiye'de olsa kıymetine paha biçilmez. Bunlardan beş-on kadının
çürük çıkmasının ne önemi olabilir?23
u Server Bediî, 1913-1914.
Server Bedii'ye göre, Fatih Emir Han'ın sözleri gerçeğin tam
bir ifadesidir. Ve bu makale Osmanlı toplumunun "enbüyük
marazları"run bir teşrih kitabıdır. Dolayısıyla, marazların tedavisi
tabiatıyla münevverlere düşmektedir.
Bu konuda şunları da ilave etmektedir: "Bizim diyarımız da
Kafkasya'dan kalır yeri yoktur. Henüz ne yurtlarımızı düşünüyoruz, ne
de tedavisine teşebbüs ediyoruz. Son zamanlarda kadınlar dünyasında
oldukça bu mesele, bu marazımız mevzubahis olmaya başladı. Kadınların
hayat-ı ictimaîyeye dahil olmalarının bu suretle temin edileceğine
ait neşriyatta bulunuldu. Ümit ederiz ki memleketin her sınıf
münevveri bu tezahürata, bu inkılâbâta yardım ederler. Mani
olacaklarını hiç hatırımıza getirmek istemiyoruz. Böyle olursa,
maziye doğru, menfi cihete doğru yürüyoruz demektir."24

Siyasi başarısızlıkların "tesettür"le bağlantılı bir şekilde


değerlendirilmesi

İctihâd mecmuasının adını açıklamayan bir yazarı, İslamî


hassasiyeti olan ve bu bakımdan tesettürü savunan aydınların çarşaf
ve -bu konuya delil olmak üzere- sünnet meselesini yazılarında dile
getirmelerini, "Müslümanların başka derdi kalmamış mıdır?" diye
eleştirmektedir. Ayrıca, böyle bir konuyla uğraşmak için
Müslümanların gözlerinin kör olması gerekir, demektedir. Zira bir
İslam ülkesi olan İran'ın durumu içler acısı haldedir. Yine Osmanlı
Devleti'nin bu durumdan pek bir farkı yoktur. "Yumruk kadar" bir ülke
olan Karadağ, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde manevi üstünlük
sağlamıştır. Böyle bir zihniyet varolduğu takdirde mağlubiyet devam
edecektir. Yazarın ifadesiyle; "mağlup olduk ve bu kafada kalmakta
ısrar edersek yevm-i kıyamete (kıyamet gününe) kadar mağlup olacağız.
Mağlup olacağız. Mağlup olacağız!"25
Yine yazara göre, seviyesi bu durumda olan bir ülkede, gelişmiş
olan Avrupa medeniyetinin eleştirilmesi ve "Avrupa medeniyet-i
hayvaniyesi İslamiyet'te tesettür-i nisvânı vahşetle, zillet ve
esaretle telakki ederse mazurdur. Biz insanız, hayvan değiliz, insan
başka!" gibi ifadelere de yer verilmesi, Avrupa hayranı olan bir
İctihad yazarının kabul edemeyeceği bir ifade tarzıdır. Ve karşı
eleştirisini şu ifadelerle dile getirmektedir:
"Ah ey bu satırları yirminci asırda, Avrupa'da, ...Türkiye'nin
payitahtında yazıldığına inanmak ve akıl erdirmek mecburiyeti! Ey
Büyük musibet! Avrupa bir ‘ınedeniyet-i hayvaniye' ile mütemed-din
(ilerlemiş, medenileşmiş) imiş Avrupa hayvan imiş! Müslümanlar insan
imiş! Kuzum hoca efendi. Başındaki beyaz sarığın ipliğini yapan,
tülbendini dokuyan 'Avrupa medeniyet-i hayvaniyesi'dır. Avrupa
‘ınedeniyet-i hayvaniyesi' olmasa çakşırını (şalvar) dikmek için
çuvaldız kullanmaya mecbur olurdun. Belki elindeki kalem, herhalde
üzerine dalalet döktüğün kâğıt, medeniyet-i hayvaniye dediğin Avrupa
medeniyetinin sayesinde vücut bulmuştur."
İctihad mecmuasının yazan, tesettürün müdafaasını boş bir gayret
olarak görür. Ona göre, Meşrutiyet'in meşru yönüyle Avrupa kadınları,
Müslüman kadınlardan çoğunlukla daha ziyade örtülüdür. Zira,
"mesturiyef'in amacı "validemizi, hemşiremizi, kızımızı, zevcemizi
bir çuvala koyup ağzını bağlamak ve onları hayvanlaştırmak hiç
değildir." Bundan dolayı, Türkiye'nin bekasını, İslâm'ın hayatının
korunmasını samimiyetle isteyenlerin yapacağı bir şey varsa o da hoşa
gidip gitmeyeceğini düşünmeyerek gerçekleri ortaya koymaktır.
İctihad, bu şekilde savunulan görüşlerin yanlışlığı ve Avrupa
medeniyetine katılmanın bir zorunluluk olduğu üzerinde durmaktadır.
Aksi halde geç kalınacağını belirtmektedir. Bunun için ilginç bir
örnek de vermektedir: "Bugün gelen bir telgraf Alman'ın, Fransız'ın,
İngiliz'in, İspanyol'un nicelerinde birkurbağa yavrusu gibi kalan Fas
Sultam Mevlâ-yı Hafızın çıldırdığını haber veriyor. Müslümanlar
akıllarını başlarına serien (süratle) ve acilen toplamaz ve Sırât-ı
Müstakim muharriri efendinin ‘ınedeniyet-i hayvaniye' diye tavsif
ettiği medeniyet ile mütemed-din olmazlarsa çıldırmaklar namütenahi
devam ve tevsi edecektir ve o ‘ınedeniyet-i hayvaniye'nin tersini
(sağlamlaştırılması) için kullanılan hayvanat-i insaniye olduğumuz -
heyhad- iş işten geçtikten sonra anlaşılacaktır."26

İhtida edecek olan gayrimüslim bir kadının önündeki tek engel:


Tesettür (!)...

İctihâd mecmuası tesettürün toplum açısından hiçbir yararı


olmadığını, aksine zararlı bir şey olduğunu hemen her yolla
ispatlamak gayretindedir ve bu amaçla başka bir mecmuada yayınlanan
ilginç bir mektubu sayfalarına aktarmaktadır. Mektubun iktibas
edildiği mecmua, belli ki "Batılı" değerleri savunan, hatta onların
propagandasını yapan bir yayın organıdır. Bahçesaray'da, Tercüman
gazetesinin eki olarak çıkan Alem-i Nisvân mecmuasında Rusça olarak
yayınlanmış olan söz konusu mektup, Barones Von Rozen adlı aydın bir
kadına aittir.
Mektubun yazarı önce kendini anlatmakla işe başlıyor; birkaç
lisan bildiğini, edebiyata aşina olduğunu ve oldukça mükemmel tahsil
görmüş bir kadın olduğunu belirtiyor. Ayrıca, dinî ve felsefi
meselelerle öteden beri meşgul olduğunu ve bununla beraber İslam
dinini de derinlemesine incelediğini, bunun da semeresi olarak bu
dine muhabbet ve itikat bağlayıp İslamiyet'i seçmek üzere olduğunu
yazmaktadır. İşte mesele bu noktadan sonra başlamaktadır ve
Barones'in karşısına önü kapalı bir yol çıkmaktadır. Bundan dolayı da
tereddütte kalmaktadır: "Müslimelik ile teşerrüf ettiğim gün yüzümü
perdeleyip dünyadan çekilmek iktiza ettiğini söylüyorlar bilmiyorum,
belki böyle lazımdır. Fakat otuz yaşına geldim, şimdiye kadar açık
gezip Avrupa, Amerika ve Asya'nın birçok yerlerini başlı başıma
kemal-i serbesti ve selamet ve muhafaza-i iffet ve edeb ile seyahat
ettim. Mülkümü ve büyük bir fabrika hissemi bizzat idare edegeldiğim
halde şimdi yüzüme yaşmak veya perde çekip işlerimi gayrıya
(başkasına) teslim etmek bana çok güç gelecek. Resmen İslamiyet'i
kabulden beni durduran bu maddedir, bu hali ruhum ve ahval-i
iktisadiyem (ekonomik durumum) kabul edemiyor."
Ayrıca, mektubun devamında şu ifadelere yer vermektedir: "Kalben
kabul ettiğim din-i mübîn, fıtrî, âdil ve en mantıkî bir din olduğu
halde bu derdime derman vardır ümidindeyim. Çünkü Hıristiyanlığımı
resmen muhafaza ettiğim halde hürriyetim, iffetim kendi elimde,
resmen dini kabul ettiğim halde hukuk ve hürriyetim tenakus edeceğine
(azalacağına) aklım kail, vicdanım razı olamıyor." Bilindiği üzere,
"bugün bendelerini öz dinimde kalmak şartıyla bir Müslüman'ın
zevciyetine girsem pazar günleri ibadetim için kiliseye gitmeye şer-î
şerif mani değildir, dinimde kalmak üzere gayr-ı mestur (tesettürsüz)
olarak zevcin müsaadesiyle açık açık gezmeye ve bizzat işlerimi
görmeye şeriat-ı Muhammediye keza mâni değildir. Ancak İslamiyet'i
kabul ettiğim halde örtünmek işten ve iktisattan el çekmek lâzım
gelecek... böyle midir acaba?"
Barones'in ifadelerinden, adeta, kendi dininde kalmakla veya
Müslüman olmamakla mükemmel ve huzurlu bir hayat sürdüğünü, hatta bu
huzurlu ve mükemmel hayatı kendisine Hıristiyanlığın bahşettiğini îmâ
eden bir anlam çıkmaktadır. Mefhum-ı muhâlifiyle de İslamiyet esareti
simgelemektedir. Dolayısıyla böyle bir mektup, düzmece olduğu
intibaını vermektedir. Zira mektubun genelinde zımnen yapılan
mukayeselerde İslamiyet ve onun meydana getirdiği toplumsal yapı
primitif olarak algılanmaktadır. Ve böyle düşüncelerin işlenebilmesi
için de Müslümanların inançlarını pohpohlayan ifadelere ve
düşüncelere yer verilmektedir (bu, zamanımızda yaşayan "Batıcı"ların
anlayışına da hayli benzemektedir).
Barones, mektubunun nihayetinde yine aynı hususları özetlemekte
ve derdine bir çare bulunmasını istemektedir. Allah'a inandığını ve
İslam şeriatını kabul ettiğini; ayrıca, namaz, hac, zekat, oruç ve
sair şartları da kabul ve uygulamaya hazır olduğunu belirtmektedir.
Ve şunları ilave etmektedir: "Edebimi, iffetimi Um ü irfanım ve malum
olan hukukum ile müdafaaya muktedir olageldiğim ve olacağım halde bir
arşinlık kisya (bez) parçası yaşmakdan ötürü ben biçare, Müslimeler
zümresinde kabul edilmeyip kalır mıyım?..."
İctihâd’ın Tercüman gazetesinden yaptığı alıntıdaki cevapta ise
şu ifadeler yer almaktadır: "İffetli Barones... Sevk ü vicdan ve
hükm-i akıl ile din-i mübini kabul buyurduğunuzu tebrik ile
mesruriyetimi (sevincimi) arz ederim. Mesturiyet (örtünme) meselesine
gelince size şimdilik açık bir cevap veremeyeceğim. Zira bendelerinde
buna yeterlik Um ü kuvvet yoktur fakat meseleyi ulema-i kirâmımız
işitip müzakeresini edip bir karar verecekleri şüphesiz olduğundan
bir hayli vakit meselenin halline kadar sabretmeniz lazım gelir.
Mesele pek ehemmiyetlidir, dinî olmakla beraber içtimaî ve iktisadî
bir meseledir. Cevabını araştırmak, derin ve amîk ictihâd etmek
lazımdır, bu da herbir mollanın işi olmayıp belki ilmiye meclislerine
ihtiyaçlıdır.
Herhalde mesele Rusya'dan maada (başka) Osmanlı, Mısır ve İran
ulema-ı kiramı hanbendinde (mabeyninde? -arasında-) müzakere edilse
gerektir, bu hususta bize yetişen hüküm ve karar olursa hemen siz
iffetli hanım hazretlerine arz ve beyan-ı dindârânede bulunur mesrur
oluruz efendim." 27
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, adeta, bu meselenin halli
mümkün değildir, dolayısıyla "sakın ola ki İslamiyet gibi bir ilkel
(!) inanış sistemine girmeyin", demek isteniyor. Kısaca, Tercüman
gazetesinin cevabında, meselenin ne kadar çıkmazda olduğuna vurgu
yapılıyor. Bir çözüm önermek yerine İslâm dünyasında, Batıcılar
tarafından işlenmeye çalışılan ön kabulleri güçlendirici ifadelere
yer veriliyor. Halbuki sâde bir Müslüman açısından meselenin cevabı o
kadar da zor değildir. Zira nice Müslümanm inandığı halde,
İslamiyet'in birçok emrini uygulamadığı bilinmektedir. Bir "farzı"
yerine getiremeyen bir Müslüman'ın veya örtünmeyen bir kadının dinden
çıkmayacağını, daha doğrusu inkar etmedikten sonra hangi günahı
işlerse işlesin dinden çıkmayacağını bilmek için ulema zümresinden
olmak gerekmeyeceğini o dönemin Müslüman'ı da bilmektedir. Hâsılı,
farzları yerine getirmenin meselenin amel boyutunu oluşturacağı ve
İslam dinine girmek için inanç hususunun önem taşıdığı herkesin
malumudur. İslamiyet'i seçmek için inanarak şahadet getirmek
yeterlidir. Fakat Batıcı aydınlar, tipik bir ideolojik bakış
açısıyla, hatta saplantısıyla, karşılarına aldıkları zümrelerin ve
inanç sistemlerinin düşünce yapılarını ve mekanizmalarını da
kendileri tayin etmekte ve bu vehmî yapıya sürekli cevap
yetiştirmektedirler.

İctihâd'a göre tesettür müdaf ilerinin tutumu ve Batıcılara karşı


tavırları

Kılıçzade Hakkı, Sebîlürreşâd mecmuasında tesettürle ilgili -


görüşlerine ters düşen- yayınlar yapılması sebebiyle, bir şeyler
söylemek ihtiyacı içinde olduğunu ve daha önce de temas edildiği
üzere bir hayranının kendisini bu müşkülden kurtardığını yazıyor.
Daha doğrusu görüşlerini -belki de daha etkili olur düşüncesiyle- bir
kadın hayranının ağzından ortaya koyuyor.
Yazar bu makalesinde, konuya bir vecize ile başlıyor: "Bir
itikadın kuvveti mevzu-ı münakaşa (tartışma konusu) oluncaya
kadardır." Mesele sorgulanmaya başlandıktan sonra artık hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak ve geriye dönülemez bir durum meydana
gelecektir. Yazar bu kaziyenin üzerine tesettür meselesini yüklüyor
ve tesettürün bundan sonra eski gücünde olamayacağını belirtiyor.
Yani, bu konu münakaşa edildikten sonra "üstündeki setr-i siyah"
kalkmıştır. Ve ona göre, "Artık tesettürün yeniden tesettür etmesi
imkanı kalmamıştır."28
Ancak tesettürü müdafaa eden kalem erbabı her zaman
bulunmaktadır. Bu konuda özellikle Sırât-ı Müstakim mecmuası başı
çekmektedir. "İctihâdcılar" genellikle bu mecmua ve onun paralelinde
yayın yapan ilim adamlarına karşı sürekli teyakkuzda bulunmuşlar ve
karşıt görüşler ileriye sürmüşlerdir. Hatta bu konuda terbiye
sınırlarını aştıkları da vakidir.29
Müslüman ahalinin hoşuna gidecek yayınlar yapmanın sefil bir
merak ve bunun ülkeyi kemirecek, yıkacak, yakacak ve çürütecek bir
illet olduğu her vesile ile İctihâd'da vurgulanmıştır. Buna göre,
yazılıp çizilenler akla mantığa uymamaktadır. Bu yazılara örnek
olarak "mecmua-ı usbu'iye" diye nitelendirdikleri Sırât-ı
Müstakim'de, tesettür lehine, "Te-settür-i Nisvan" alt başlığıyla
yayınlanan yazı gösterilmektedir. Ancak, bu tür yazıları yazanlarla
münakaşaya girmeyi arzu edecek tabiatta olmadıklarını
belirtmektedirler. Fakat, hakikat tahkir edilmekte, "sefil ve
mülevves bir irtica" oyun-cağıyla oynandığı iddia edilmektedir.
Ayrıca, İslam medeniyeti adına bazı düşünceler ileriye sürülmektedir
ve söylediklerine delil olmak üzere ayetler "münasebetli-
münasebetsiz, yekdiğeri arkası sıra" dizilmektedir.30
Kılıçzade bu tarzda yorumlar yapanların doğru düşünmedikleri
üzerinde durmaktadır: "Ben iddia ediyorum ki Hazret-i Kufan,
hocaların dediği gibi demiyor; demediğini ve demeyeceğini bilfiil
ispat ediyor..." Bu konuda kendisinin ısrar ettiğini, zira doğru
düşündüğünden emin olduğunu; eğer karşı taraf fikrinden emin ise
kendilerini ikna etmeleri gerektiğini yazmaktadır.31
Diğer taraftan tesettürü müdafaa edenlerin dürüst bir tavır
içinde olmadıklarını da kaydeden yazar, kendileri gibi düşünenlerin
haklarının ve hukuklarının gasp edildiğini de belirtmektedir. Bu
konuda şöyle bir benzetme yapmaktadır; Avrupalılar, Osmanlı
Devleti'nin bütünlüğünü ve hukukunu tasdik etmelerine rağmen güçlü
oldukları için bu hususa riayet etmiyorlar; dolayısıyla, medrese
ulemasının Avrupa siyasetçilerinden ne farkı var? 32
Tesettürün kaldırılmasının İslamiyet'ten kopmak olarak telakki
edileceği yolundaki bazı görüşler ve bu görüşleri savunanlar,
İctihâd'da alaycı bir yaklaşımla karşılık bulmaktadır:
Bu tarz yazıları okuyan insanlar, galiba bu memlekette
kadınlarımız açık-saçık, yatak odalarındaki kıyafetleriyle sokağa
çıkmalarını isteyen bir fırka bulunduğunu zannedecekler. Yine aynı
şekilde okuyucu, "ne garip şey İslamiyet kadınlarımızın çarşaflarının
içinde ve haşa bir kuş mudur, ki çarşaf açılır açılmaz hemen 'pır
pır' diye uçarak bize veda etsin" diye alaycı bir şekilde gülecektir.
Halbuki "Müslümanlık ne çarşaf içindedir, ne serpuş altındadır."
Müslümanlığı davranışlardan başka hiçbir yerde aramamak lazımdır.
Eleştiri yazısını kaleme alan ve fakat imzasız yayınlayan yazara
göre, kalpte olan Müslümanlık bile ispata muhtaç ve şüphelidir. Ve
zavallı olarak gördüğü tesettür müdafii bir yazara, her zaman büyülü
bir vecize gibi sarf edilen şu cümleyle mukabele ediyor: "Sen
zanneder misin, ki asıl Müslümanlık bizlere çoktan veda etmemiştir?"
Bu ifadeden sonra polemik üslubuyla delilini ortaya koyuyor:
Müslümanlığın veda etmiş olduğuna "en feci delil, Sırât-ı Müstakim'de
o yazılara yer bulunması ve bu memlekette o sözleri dinleyenlerin pek
çok olmasıdır?" Böyleler hangi asırda yaşadığını, dünyanın neresinde
bulunduğunu, tâbi oldukları devletin nasıl bir devlet olduğunu
düşünmekten acizdirler.33
Sırat-ı Müstakim'de "Medeniyet-i İslamiye'den Bir Sayfa"
başlığı altında yayınlanan ve tesettürü Müslüman kadınların bir
sembolü gibi gören düşüncelere de -İctihad'da- yer verilmektedir:
"İslamiyet'in muhit-i medeniyeti içinde sünnetsiz bir Müslüman
tasavvur olunabilir mi? Bir meydan-ı harpte şüheda-i İslâm'ı
maktülin-i a'dadan (düşman ölülerinden) seçip ayırt eden sünnet değil
mi? Şayet aralarında sünnetsiz bir Müslüman bulunursa cezasını -
düşman ölülerinin refakatine terk olunmak suretiyle- ne kadar ağır
çeker (alıntıyı yapan İctihâd mecmuasının dipnotu: "it-tihad-ı
anasır" efendinin kulaklarını çınlatsın)! Bir vakit bu kabilden biri
evlenmişti de zevcesi kemal-i nefretle reddederek bekare-iiyle kaçıp
gitmişti. Sebebi sorulunca; 'Allah esirgesin! O Müslüman değilmiş;
ki...! sünnetsiz!" Cevabını vermişti"34
Bu düşüncelere de alaycı ve kışkırtıcı bir yaklaşımla cevap
verilmektedir: Görülüyor ki Müslümanlık, -Sırat-ı Müstakim mecmuası
yazarının görüşüne göre- kah kadınların örtüsü altında aranıyor ve
kah tenasül aletindeki sünnet deri-siyle ilgili hale getiriliyor.
İctihad bu cevapla yetinmeyerek meseleyi siyasi bir açıdan da
yorumlamaktadır. Buna göre; Osmanlı Devletimin merkezinde ve Osmanlı
askerlerinin Müslim ve gayrimüslim fertlerden oluştuğu şu Meşrutiyet
rejiminde böyle "çocukça" yazıların yazılması tahammül edilemez bir
olaydır. Böyle bir yayın kışkırtıcı olduğundan Harbiye Nâzın, Adliye
ve Mezâ-hib Nâzın gibi yetkililerin suskunluğu anlaşılamaz bir
durumdur.35
İctihad mecmuası, kadınların örtünmesinin kötü bir alışkanlık,
hatta bunu savunanların gayrı medeni ve cahil olduğu hususunda sadece
fikrî yazılara ve bir takım polemiklere yer vermemiş, bu konuda edebi
değeri tartışılabilir ideolojik eksende hikâyeler de yayınlamıştır.
A. L. imzasıyla "Mestureler Arasında" başlığı altmda yayınlanan
hikâyede örtünme yanlılarının ve karşı olanların imajları ortaya
konmaktadır.
Hikâye bir mahallede geçmektedir. Kendisine "Kahraman" denen bir
şahısla mahalle sakinlerinden olan bir kısım erkekler bir gazetedeki
ilânı incelemektedirler. "Kahraman" yüksek sesle:
"-Bundan sonra hadleri varsa o karılar yine öyle sokağa çıksm!..
Alimallah evvelki sene Köprübaşı'nda yaptığımı yine yaparım!., diye
haykırdı.
Kahvenişinleri bir merak istila etti. Sordular:
-Ne yaptın be Kahraman?..."
Bunun üzerine "Kahraman" kendince önemli olan icraatını
anlatıyor:
Dursun adında bir arkadaşıyla Köprübaşmda gezerken dar çarşaflı,
eldivenli, yüzü gözü açık bir kadın görüyorlar ve kadının bu
durumundan önce hoşlanıyorlar. Daha doğrusu, "mert" çocuk diye tavsif
ettiği arkadaşı kadının cinselliğini öven bir takım kaba ifadeler
kullanıyor. "Kahraman", "mert" arkadaşı Dursun'un bu ifadelerinde
haklı olduğunu da söylüyor. Daha sonra "Kahraman"m, -"hamiyet-i
diniye ve mil-lîyesi" galebe çalıp- böyle bir rezalete göz
yumamayacağını, bulundukları ülkenin Frengistan olmadığını dile
getiriyor ve kadının çarşafını yırtacağını söylüyor. Ve daha sonra
"Kahraman" niyetini gerçekleştiriyor.
Görüldüğü gibi yazarın îmâ ettiği, İslâm inanışının insanları
vahşete iteceğidir. Hikâyenin kahramanı için "Kahraman" isminin
seçilmesi ve bir edepsize "mert" denmesi de tesadüf değil.
Kahramanlığın ve mertliğin ne olduğu bilinmesine rağmen İslami
hassasiyette olan insanların kahramanlık ve mertlik anlayışlarının
adilikle eş anlamlı olduğu akla getirilmek istenmektedir.
Ve Kahraman "Allah'ın emrini yerine getirdiği" için yakalanıp
karakola getirilmesine rağmen polisler tarafından serbest
bırakılıyor. Zaten kadının çarşafını yırtarken de cihat aşkıyla (!)
"ya Allah" diye nâra atması, dindarlıkla ilişkisini güçlendirmek için
sıkıştırılan bir ifade olduğu anlaşılıyor.
"Kahraman" olayı anlattıktan sonra kahvehanedeki "dindar"
insanlar takdirlerini beyan ederler; özellikle "müezzin": "Allah
sa'yini (gayretini) meşkûr etsin (beğensin, övsün)" diye kendisini
dua ile ödüllendiriyor. Bu gelişmeler olurken mahallenin imamı ve
bekçisi çıkagelirler. İmam, arkasındaki bekçiye:
"-Hasan!.. Haydi oğlum! Git de dediğimi yap: Her evin kapısını
çal. De ki gazetede yeni bir emir var. Herhangi kadında, ki -
hamdolsun mahallemizde yok ya- o dar, fena, gavur işi çarşaflardan
varsa bundan sonra onun ile sokağa çıkılmayacaktır. Çıkan olursa ceza
görecektir kocalarının aylığı kesilecektir. Anladın mı, böyle söyle.
Bekçi aldığı emirlerin hüsnü ifası için lazım gelen talâka-tıni
toplamak için düşüne düşüne kahveden çıktı."
Hikâyenin devamında, bir evde toplanan kadınların arasında geçen
sohbette de aynı mânâya kuvvet verilir: Cehaletten kaynaklanan bir
takım kaba-saba davranış bozuklukları dinle ve dindarlıkla alakalı
hale getirilir; onun karşısında yer alanlar ve savundukları değerler
aydınlık ve mükemmellikle sembolleştirilir.. .36
Sonuç

İctihâd mecmuasında İslâm toplumlarının geri kalışını veya


gelişememesini kadınların örtülerine kadar indirgeyen yazılar
yayınlanmıştır. Bu yazıların ana temasında, kadınla erkeği ayıran,
kadını toplumsal ve medenî hayattan tecrit eden; kadının
gelişememesine, eğitim ve öğretimden mahrum kalmasına, hatta kadının
kötü yola düşmesine sebep olan en büyük vasıta tesettürdür. Aynı
zamanda bu sorun, ilkel toplumlardan miras kaldığı için modern Batı
toplumları böyle bir âdete cevaz vermemektedirler. Şark toplumları da
aynı yolu izlemek zorunda olduklarından dolayı medeniyette "terakki"
ettikleri ölçüde tesettürü kaldırmak durumunda kalacaklardır, daha
doğrusu tesettürü kaldırmaları halinde "terakki" edeceklerdir.
Kısaca, Meşrutiyet döneminin Garpçı (asrîleşme yanlısı)
aydınları, tesettürü, kadınları sosyal hayattan alıkoyduğu
gerekçesiyle eleştirmişlerdir. Ancak, kadınların sosyal hayata
tesettürle dahi olsa katılmaları, bir noktada, bu aydınları tatmin
edecek bir gelişme olarak görüleceğine dair işaretler de mevcuttur.
Gerçi, böyle bir gelişmeye tesettürün imkân vermeyeceğine de
emindirler.
Halbuki, XX. yüzyılı geride bırakan Cumhuriyet'in Batıcı
(modernleşme yanlısı) aydın ve elitlerine göre, -tam tersine-
tesettürlü bir kadının, toplumsal hayata katılıp modern Batı
toplumlarındaki kadınlar gibi başarı sağlaması, kendileri açısından
çok büyük bir problem olarak görülmektedir. Bir kısım zümreler böyle
bir şeyin tasavvurunu dahi adeta, imanını kaybetmekten korkan bir
müminin ruh hali içinde karşılamaktadır. Kısaca ve abartısız bir
şekilde söylemek gerekirse -yapılan canlı gözlemlerden de
anlaşılacağı üzere- dindarbir Müslüman'ın başarısı Türkiye
modernistlerinin (!) inançlarına ters düşen, olmaması ve engellenmesi
gereken bir sorun olarak durmaktadır. Nihayet Batıcıların, varlık
sebeplerini böyle bir yerde gördükleri bilinmektedir. Bir milletin
içinden çıkan okumuş-yazmış bir zümrenin, tarihine ve kültürüne bu
oranda ters düşmesinin birçok siyasi ve sosyolojik sebepleri olduğu
muhakkaktır. Ancak bu, hiçbir surette topluma karşı bu derece
yabancılaşmayı mazur gösteremez. Biz, kendi içimizden çıkan bu
insanların hallerini anlamaya, kendilerini tanımaya çalışmaktayız;
fakat, bir mana vermekte zorlandığımızı da belirtmeliyiz. Ve
soruyoruz, halkına bu kadar ters düşen muhteremlerin ideolojisi
nedir? Bunun laiklik ve sekülerlikle ne kadar alakası vardır? Kim
bilir... belki de, misyonerce bakış açısının laikçi37 (ve militan
ateist)38 Türkiye vers-'onu diye bir şey söylense, haklılık
kazandıracak sayısız örnekler mevcut olduğunu, Batı Türkleri (Türkiye
Türkleri) yakından bilmektedir.

Çoğunluğu Yok Sayma Girişimi veya "Başörtüsü Sorunu"

"Kim tebaasına zulüm etse o düşmanının edeceğini etmiştir. Bu


duruma sadece düşmanlar sevinir."
Oğuz Han

Insan-devlet ilişkisinin temelleri

Türk boylarının atası olarak kabul edilen Oğuz Han'ın binlerce


yıl öncesinden söylediği bakî bir sözü yazının başına almamız elbette
tesadüfi değildir. Zira günümüzdeki sorunlara ışık tutan bir
derinliği ihtiva etmektedir. Türkler^in atasının bu veciz sözünün
anlamını daha da pekiştiren başka sözlerine de yer vermek gerekir:
"Adalet ile hükmedip kendi ilimi topladım." Demek ki, milletin
birliği, dirliği âdil bir yönetimden geçer. Bu şekilde devlete ve
yönetime bağlılık gelişir. Tabiatıyla, adaletin olmadığı bir yerde
toplumu bir arada tutmanın imkanı olmaz; böyle bir tabloyu günümüzün
üslubuyla ifade edecek olursak, toplumda hâkim olan adaletsizliği
hamasî nutuklarla unutturmak mümkün olmayacağından, ciddi bir
zorlanmayla ve başka bir çekim alanıyla toplumun başka bir yöne
kayması mukadder hale gelir.
"Kimseye kast etmedim, zulüm etmedim, kendime zulüm edilse
sabrettim." Demek ki, birilerine kast etmek ve zulmetmek, karşı bir
süreci doğuracağı kuvvetle muhtemeldir. Bundan

dolayı Türk'ün atası kendine zulmedilse dahi buna karşılık vermenin


doğru olmadığını, zira bu tür yanlışların, zincirleme devam ederek
çöküşü hazırlayacağını göstermektedir. Ayrıca, sabır tavsiye
etmektedir Hakan, tıpkı günümüzde mağdur olan birçok insanın fiili
olarak yaptığı gibi.
"Eğer gittiğin yolu milletin beğenmezse göreceğin iyilik
olmaz." Buna eş bir ifade de şöyledir: "Kim kendi tebaasına zulüm
etse, kendi kabrini kendi kazar."39 Sosyal ve siyasi hayatta en büyük
merci millettir. Millete karşı yapılan yanlışı millet asla unutmaz.
Unutmaz ve affetmez. Milli vicdan, fertlerin ve toplumun şuuraltı,
bazı zümrelerin menfaatleri için yaptıkları yanlışlıkların yanlarında
kâr kalmasına müsaade etmez.
Adeta, bir devrin vicdanından ve şuuraltından kopup gelen
hissiyatı kelimelere döken Merhum Süleyman Nazif, Oğuz Kağan misali:
"Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan ef-rad ve akvamın
hiçbirini unutma... Türk Oğlu! Unutma ve affetme. .." ifadeleriyle bu
hakikate işaret etmiş olsa gerek.
Diğer taraftan, bu bilgece sözleri Oğuz Han/Kağan gerçekten
söylemiş midir ve bunu tahkik edecek tarihî veriler var mıdır? Bu
ayrı bir konu. Ancak, birçok tarih kitabından okuyup öğrendiğimiz bir
husus vardır ki, o da şudur; Türklerin kurduğu devletler, belli bir
adalet anlayışını koruduğu; en azından dönemlerinde yaşayan birçok
devletten adalet noktasında daha ileride oldukları görülmüştür.
Adalet anlayışı ne zaman zaafa düşmüşse bir inkıraz dönemi
başlamıştır. Ayrıca, sorumsuz yöneticilerin elinde kalan Türk
devletleri ve Türk toplulukları dağılmış veya düşmanlarının
karşısında ziyan olmuştur.
Bununla beraber, meseleye teorik olarak yaklaşılacak olunursa,
devlet, tarihî süreç içinde karmaşık hale gelen hayat şartlarının
altından kalkabilmek, huzur ve güven içinde yaşayabilmek ve halkın
işlerini kolaylaştırmak için belli kurumlar ekseninde halkın
örgütlenmesi anlamına gelmektedir. .. Sıralama; önce insan, sonra
onun ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya çıkan kurumlar
şeklindedir. Devletin ortaya çıkışı doğal olarak bu şekilde
düşünülebilir. Oysa totaliter ve istibdat rejimlerinde önce devletin
kurumları ve ideolojisi, sonra onların işleyebilmesi için gerekli
araçlar, yani halk gelmektedir. Devleti bu şekilde algılayanların,
insan hak ve hürriyetlerine önem vermedikleri bir gerçektir. Hemen
hemen bütün icraatlarında insan unsurunu bir makinenin parçası gibi
görmektedirler. Halbuki din; "insan eşref-i mahlukattır" der. Ve
insan, kâinat içinde çok önemli bir yere sahiptir; adeta küçük bir
kâinattır da. Dolayısıyla insanlar dünyaya bir kere geliyorlar ve
başkalarının haklarını çiğnemedikleri ve nefislerine zulmetmedikleri
sürece diledikleri şekilde yaşama hakkına sahiptirler. Devlet de
insanın doğasına uygun bu yaşama hakkını temin etmekle mükelleftir.
İşte devlet, böyle bir amaç doğrultusunda topluma hizmet ederse hukuk
devleti olma özelliğini korur. Aksi halde gayr-ı hukuki icraatları
kanunlar perdesi altında ortaya koyması halinde dahi meşruiyetini
yitirir. Kısaca, devleti idare edenlerin yüzlerini çevirecekleri yer
hukuk değil de bir takım ideolojik kalıplar ise, toplumun büyük bir
bölümünün huzuru yok demektir.

Modernleşme (!) "inancı" hesabına yürütülen bir icraat

Osmanlı tarihinin son yüzyılını inceleyenler bilirler ki, "Şark


Meselesi" (Doğu Sorunu) diye bir konu büyük devletlerin gündeminde
idi. Bu sorun, güçlü Batılı devletlerin Osmanlı Devletimi tarihe
gömmek için tasarladıkları birçok projenin hayata geçirilmesinde
meydana gelecek problemlerin tümünü kapsamakta idi. Osmanlı
Devleti'nin 1923'te -hatta 1918'de- ortadan kalkmasıyla "Şark
Meselesi"nin tarihe karıştığı kabul edilmektedir. Peki, "Şark
Meselesi"nin mazide kaldığı gerçek mi? Eğer devam ediyorsa bunun
tezahürleri nelerdir? Her şeyden önce bütün bunlar ne anlam ifade
ediyor ve Türk entelektüeli bunu idrak edecek bir olgunluk veya
serbest bir düşünceye mâlik midir? Türkiye'de cereyan etmekte olan
birçok sorunu anlamak için bu sualleri düşünmekte fayda vardır...
Ülkemizin iç politikasında başörtüsü gibi marazi bir sorun -bir
benzerlik arz etmese de- adeta böyle bir hususu çağrıştırıyor.
Sorunun nihâi bitiş noktası neresi olduğunu kestirmek kolay olmasa
gerek... Nitekim, İstanbul Üniversite-si'nde çalışan personelin
eşleri veya bakmakla yükümlü oldukları yakınlarının da bundan
"nasibini" aldığını basm-ya-ymdan öğreniyoruz. Öyle ki, yetmiş
yaşının üzerinde olan ve kanserle boğuşan bir hastanın sağlık
karnesinde başı örtülü fotoğraf olduğu için işlemlerini yapmakta ayak
diretilmesi, geri çekilecek hiçbir alanın kalmadığını ortaya koyan
bir gelişmedir. Bu, yukarıda değindiğimiz gibi, başka bir alanda
kullanılabilecek bir kavramı, düşünce tarzımızı zorlayarak ve kavramı
ödünç alarak kullanmaya bizi itmektedir: O da, bu meselenin "Misak-ı
Milli" sinin neresi olduğunun Türk halkı tarafından ortaya
konulmasıdır...
Başından beri mantıklı ve daha da önemlisi insani hiçbir
gerekçesi olmayan bu tarz hareketlerin nihâi noktasına ulaştırılması
için son hamleler denenmekte ve halk, sık sık alabildiğine
aşağılanmaktadır. Bu konuyla ilgili Kanal 7'de yapılan bir tartışma
programına katılan -kendini sosyalist olarak tanımlayan ve Fransa'da
yetişmiş bir akademisyen olan- Ahmet İnsel'in açıklamaları, Batı'da
"en katı" laiklik görüşüne sahip olan bir ülkede bile kılık kıyafete
müdahale edilmediğini ortaya koymuştur. Özellikle üniversitelerde bu
tarz bir uygulamanın asla mevcut olmadığının altını çizmiştir, İnsel.
Yalnız, orta öğretimde bu konunun tartışmalı olduğuna, yani bazı
yasaklayıcı uygulamaların meydana geldiğine işaret etmiştir. Ayrıca,
üniversitelerde bütün dinî ve ideolojik simgelerin serbest olduğunu
da sözlerine ekleyen İnsel, sadece mahkeme (Nürnberg) kararıyla
insanlık suçu olarak belirlenen Nazizm'in simgelerinin
yasaklandığını; ancak bunun da tartışmalı olduğunu belirtmiştir.
Batı'nin az-çok bilinen bu tavrı ortaya konulduktan sonra, bir
tartışmacının (R. Z.), Nazi simgesinden hareketle, başörtüsünün de
yasaklanabileceği yönünde fikir beyan etmesi, kafalardaki insan
sevgisizliğini, zulmün boyutlarını ve bölünmüşlüğü göstermesi
bakımından alarm niteliğinde bir örnek sayılması gerekir (Medine
Bican olayıyla ilgili İskele Sancak programında yapılan tartışmaların
ilgililer tarafından tekrar izlenmesi tavsiye edilebilir). Halbuki
bahsi geçen yazarın, Türkiye'de yaşayan bazı insanlara karşı yapılan
yanlışlıkları -haklı olarak- eleştirdiği hatırlanmaktadır. Ancak,
kendinden olmadığım düşündüğü insanlara karşı yapılan zulmü
meşrulaştırma gayreti içinde olduğu da görülmüştür. Dolayısıyla bu,
Türkiye'de eli kalem tutan birçok yazar-çizerin nasıl bir hâlet-i
ruhiye içinde olduğunu da göstermektedir.
Giyim-kuşamla ilgili bu projenin alanının hayli geniş olduğu
anlaşılmaktadır; önümüzdeki on yıllarda veya daha kısa bir zamanda,
bütün Türk kadınlarının "modern" kıyafetleri tercih etmesi hususunda
bazı güçlü çevrelerin "ikna" çalışmalarının devam edeceği
görülmektedir. Yani, sadece öğrenciler ve memurlarla ilgili değil, ev
hanımlarını da içine alan bir projeden söz edilmektedir (kim bilir,
belki de ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği uygulanıyor). Ancak
bu herhalde- zamana yayıldığından ilk önce kamu kuruluşlarından
başlanmıştır.40 "Çağdaş üniversitelerimiz", Türk milletinin bin
yıldır ürettiği kültürün ne kadar yanlış olduğunu (!) "ikna
odaları"nda ve sair mekanlarda genç bayanlara anlatarak
(üniversitelerde uygulanan yöntemlerin, ileride, başka alanlarda da
kullanılması düşüncesiyle olsa gerek, ikna çalışmaları kameraya
alındığı bilinmektedir), meseleyi suhuletle halletmekte (!) oldukları
anlaşılıyor. Bu buluşlarından dolayı
-bir televizyon programında- bir hanım yöneticinin (İstanbul
Üniversitesi) tebrik edildiğine ve onun da gururlandığına -belki de-
milyonlarca insan şahit olmuştu. Muhtemelen bu sorun veya buna benzer
bazı küçük "dinî" sorunlar (!) çözüldüğünde, Avrupa Birliğime üye
olarak kabul edilmemiz mümkün olacaktır diye düşünülmüştür. Zaten
beyaz ırka mensup olduğumuzdan dolayı görüntüyü önemli ölçüde bozacak
bir problem çıkmayacağı da muhtemelen düşünülmüştür (!). Kim bilir
belki de başka şeyler...
Diğer taraftan, bu konuda bazı ilâhiyatçıların da fetvacı-lık
yapması, meseleye ayrı bir renk katmaktadır. Ortalıkta arzı endam
eden malum ilâhiyatçıların, bazı çevrelerin halkı sindirme
projelerini meşrulaştırmak için gösterdikleri olağanüstü gayretler
gözden kaçmamaktadır. Esasında akademik düzeyde farklı görüşlerin
ortaya çıkması ve savunulması ayrı bir konu; meselenin saptırılması,
baskıların meşrulaştırıl-ması ayrı bir konudur. Bir din bilgini kendi
doğrularının bir başkasına zorla empoze edilmesine nasıl rıza
gösterebilir? Hele birçok doğrunun üzerine hayâli ve mevhum
düşünceler giydirilerek birçok masum insanın istikbalinin
karartılmışına katkıda bulunmanın dinî ne tür bir gerekçesi olabilir?
Pro-vakatif ifadeler ve bir takım yalanlarla kamuoyunu yanıltmanın,
üstelik karşı tarafın görüşlerini seslendiremeyecek kadar baskı
altında olduğu bir ortamda, kendinden menkul ve mazluma karşı
kahramanlık gösterilerinin ne kadar inandırıcılığı olabilir?
Bu şekilde hareket etmeyi alışkanlık haline getiren
ilâhiyatçılara göre, başörtülüler, başı açıkları kâfir gibi görüyor,
mezhep imamları Allah mertebesine çıkarılıyor, Sakal-ı Şerif ve kabir
ziyareti putçuluktur, vs... Türkiye'de dinini yaşama gayreti içinde
olan hangi Müslüman bu şekilde bir düşünceye sahiptir? Hangi
başörtülü, hangi üniversitede okuyan ve

başını bağlayan bir bayan, başı açık bir bayana bu nazarla bakıyor?
Bu ilâhiyatçı ve yazarların dışında birçok din adamı halkı
aydınlatmak için gayret göstermektedir; ancak bu tarz bir abes üslup
kullandıkları görülmemektedir. Dolayısıyla, böyle bir politikanın
figüranı olmak haysiyetli bir iş değildir.41
Bunun yanında, dindar olan halkın veya böyle bir hayatı kendine
yol seçmiş olan insanların ve gurupların -gerçekten olup- olmadığı
şüpheli- bazı "hataları" ifşa edilerek üzerlerinde baskı kurulmaya
çalışılması da ilginçtir. Burada suçun şahsiliği gibi bir kavrama da
yer vermek kimsenin aklına gelmez. Hatta bazen uydurma hatalar dahi
söz konusu olmaktadır. Bir sürü çarpıtılmış düşüncelerle hücum edilen
dindar insanların, kendi üzerlerinden bu kadar hava atan şahıslara
tahammül göstermeleri de ayrı bir vatanperverlik örneği olsa gerek.
Öyle ki, hiçbir surette tedhiş hareketine bulaşmamış, böyle bir niyet
hiçbir surette taşımamış insanlara adeta anarşist nazarıyla
bakılması, hatta zaman zaman bunun ifade edilmesi ve ne olduğu
belirsiz -bazı istihbarat uzmanlarına göre tamamen gizli servislerin
maşası- bazı tedhiş örgüt mensuplarıyla benzeştirilmeye çalışılması
ilginçtir. Esasında bu görüşleri seslendiren "aydınların" ve bir
takım "görevli" şahısların bu kadar büyük yanlışları bilmeden
yaptıkları inandırıcı gelmiyor...
Bütün bu çarpık yönelişlerin sebebini anlamak zor olmasa gerek;
magazine ve reytinge susamış bir yayıncılık anlayışı, muhafazakâr
kütleye oldum olası düşman bazı gazeteciler veya bir takım medya
mensuplarının (medya oligarşisinin) döşediği raylardan, kompleksli ve
şöhrete susamış (dolayısıyla kullanılmaya müsait) bazı
ilahiyatçıların ve sorumsuz kişilerin yürütülmesiyle meydana böyle
bir çarpık tablo çıkmaktadır. Yoksa putçuluğun, irticanm ve terörün
ne olduğunu Türk milletinin rahatlıkla tefrik edecek bir meziyete
sahip olduğunu tahmin etmek zor değildir. Hele Sakal-ı Şerifin put,
mezhep imamlarının Tanrı olmayacağını bilir. Hasılı, dinî meselelerde
meydana gelen arızaları düzeltmenin yolu bellidir...
Hâsılı, Türkiye'de siyasi ve felsefi gibi görünen birçok
meselenin altında daha ziyade kişilik sorunlarının yattığını tahmin
etmek zor değildir. Ayrıca, ekonomik açıdan kazanç sağlıyorsa
seyreyleyin gümbürtüyü... Bütün kutsalların nice süflî adamların
elinde birer âlet olarak algılandığını görürsünüz. Bununla beraber,
dinin mukaddeslerini kendi çirkef siyasetlerine alet edip daha sonra
yüzseksen derece dönüş yapanların ve halkına karşı hiçbir sorumluluk
hissi besleme-yenlerin de bu meselede önemli payları bulunmaktadır.
İnsanların marazi hislerini tahrik ederek maddi ve manevi menfaat
temin etmenin bir şekli de bu olsa gerek... Türk milletinin bütün bu
çelişkileri görüp kendi düğümünü kendisinin çözmesinden başka bir
seçeneği yoktur.
Diğer taraftan, başörtüsü sorununun bu aşamada dinî bir yönünün
olmasının bile önemli olmadığı insaf ehlinin tahmin edebileceği bir
husustur. "İnancım gereği örtünüyorum" diyenlerin karşısına bazı
yorumlar çıkarılmakta ve bu yorumların da onlar tarafından kabul
edilmesi beklenmektedir. Ancak, "bu meselenin dinî yönünü pek
bilmiyorum; ama, keyfimden böyle giyiniyorum, çünkü kendimi böyle
daha rahat hissediyorum... bu, bazılarını ne ilgilendirir,
birilerinin giyim tarzı neden benim için ölçü olsun?..." gibi bir
gerekçe karşısında ne söylenebilir? Hangi hukuk, insanın kimliğine,
kişiliğine yönelik bir sindirme ve inkâr girişimine fetva verebilir?
Nitekim Türkiye'de hiçbir dine ve tanrıya inanmayıp da bu tür
uygulamalara şiddetle karşı çıkan birçok insan mevcuttur. Ayrıca
liberal ve demokrat düşünceye mensup hemen hemen bütün aydınların bu
meseledeki yaklaşımı, özgürlükler yönündedir. Buna mukabil, -yukarıda
da işaret edildiği şekliyle- totaliter ve ilerlemeci düşünce
ekseninde kendilerini ifade eden aydınların tavrı özgürlüklerin
kısıtlanması yönündedir. Onlara göre, başörtüsü mazide kalmış bir
âdet olduğu için modern hayata uymamaktadır. Hele özgürlük talebi
içinde düşünülmemesi gereken bir husustur. Yani, bazı insanların
kendi isteğiyle bile olsa başörtüsü gibi özgürlükleri kısıtlayan (!)
bir talebine müsaade edilmesi "modernleşme inancına" ters
düşeceğinden buna asla müsaade edilmemeli.
Yakın bir geçmişte, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde günün
meseleleriyle ilgili tertiplenen bir toplantıda alman kararlar
kamuoyuna duyurulmuştu. Bu kararların bir maddesinde, kadınların
sosyal hayata iştiraklerindeki engellerin ortadan kaldırılması için
tavsiyelerde bulunulmuştu. Türkiye'de bunun tek anlamı vardı; o da,
başörtülü olan Türk vatandaşlarının önündeki engellerin kaldırılması
talebidir. Kamu kurumlarında çalışan kadınların pantolon giymek gibi
haklı taleplerini bir çırpıda halleden bir Meclis, nasıl oluyor da
yüzde altmış veya (bazı anketler nazarı itibara alınırsa) yüzde
seksen oranındaki muhafazakâr halkın taleplerini halledemiyor? Türk
halkının bu meselenin üzerinde düşünmesi gerekir.

İbn-i Haldun ve yenilgiye uğrayan toplumların psikolojisi

İbn-i Haldun (1334-1406), Mukaddime'sinde, yenilmiş milletlerin


giyim-kuşamlarmda; mezhep ve din anlayışlarında, yani hayat
tarzlarında, kendilerini yenen milletleri ve yöneticilerini örnek
aldıklarını belirtmektedir. Ona göre;
"Nefis ve kalp daima kendi kavimlerine galebe çalmış ve kendi
kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır.
Bu da kendisine galebe çalanı ululamak, kalbinde yerleşmiş veyahut
kendisinin ona boyun eğmesinin tabiî sebeplerden olmayarak kendisini
yenen kimsenin kemal ve fazilet sahibi olmasından ileri gelmiş olduğu
inanında olmasından ve bu hususta yanılmasından ileri gelir. Yenilen
kimse bu hususta yanlış fikre kapılarak, buna inandıktan sonra bütün
iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye
çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin galebesinin
asabiyetten, şecaat ve kuvvetten ileri gelmeden onun alıştığı adet,
mezhep ve mesleğinden ileri geldiği vehmine kapılır, bunu da
galebesinin sebepleri ile karıştırır... İşte bu gibi sebeplerden
dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek,
silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde kendisine yeneni örnek
edinir...
Bu hal çağımızda Endülüs'te de gözükmektedir. Bu ülkedeki
Müslümanlar kendilerine galebe çalmakta olan Galler'i kendileri için
örnek edinmekteler, giyim ve kuşamları, birçok adet ve halleri
itibariyle onlara benzemeye çalışırlar, onlar gibi duvarlarına ve su
havuzlarının ve evlerinin duvarlarına resim ve heykel çizerler ve
korlar, bunları gören bu hallerin istila belgesi olduğunu hikmet gözü
ile görebilir..."42
Tunuslu filozofun bu ifadelerinde şüphesiz çok büyük hakikatler
yatmaktadır. Dikkatle incelendiğinde son yüzyıl-lardaki İslam
ülkelerinde meydana gelen değişim ve gelişmelerin bu görüşlerle
birebir örtüşen tarafları bulunmaktadır. Ele alman konunun da bu
çerçeve içinde değerlendirilmesi meseleye açıklayıcı bir mahiyet
kazandırabilir. Zira, başörtüsü veya türban tartışmaları on yıllardır
Türkiye'yi meşgul eden bir sorun olarak hâlâ gündemin ilk sırasını
işgal etmektedir. Bu, insan hak ve hürriyetleri çerçevesinde bir
demokrasi sorunu mudur? Devletin gücünü elinde bulunduran ve belli
bir zihniyetle hareket eden zümrelerin kendi anlayışına göre milleti
tanzim etme arzusu mudur? Yoksa Batılı, çağdaş ülkelerin, esasında
İslâmi değerlere karşı tarihten getirdikleri bir tepkinin Türk
yönetici ve bürokratlarında meydana getirdiği bir etki midir? Belki
de bunların tamamıdır.

Hür olmak hak mı, lütuf mu?

Demokrasi bağlamında konuyu ele almanın meselenin çapını


küçülttüğü, hatta bazen anlamsızlaştırdığı söylenebilir. Öyle ki,
başörtüsü konusunda mağdur olan çevrelerin ve onların haklarını
savunanların kilitlendikleri konu demokratik talepler çeıçevesinde
şekillenmektedir. Doğrusu bu kavram çok boyutlu, daha doğrusu
mânâsına uygun yorumlanması halinde doğru olsa da, birçok yönüyle
olayı anlaşılmaz kılmaktadır. Zira, demokratik haklar meselesinden
önce İbn Haldun'un altını çizdiği hususa dikkat etmek gerekmektedir.
Gelinen nokta şudur ki, milletin, tarihî süreç içinde, dininin de
etkisiyle geliştirdiği kıyafet anlayışı -ki, zamana ve zemine göre de
farklılık göstermiştir- bir nevi mayınlı tarla haline getirilmiş
durumdadır. Milleti bu sıkıntıdan çıkaracak bir aklıselim yol yok
mudur? Bu sualin ve bu bağlamda birçok sualin cevabını verecek
merciler elbette olacaktır. Türk milleti tarihinde görmediği bir
oranda yapay, ancak kendini yok sayan bu sorunun üstesinden gelecek
kudrettedir. Zira olayın ne dinî, ne hukuki, ne de milli bir dayanağı
bulunmaktadır. Ancak, ileriye sürülen bir ideolojinin bütün bu
kavramların yerine ikame edilmesiyle bir dayanak oluşturulma gayreti
güdülmektedir. Görülen odur ki, belli bir zümre kendi dışında gördüğü
geniş halk kitlelerini bir takım "dinimsi" kavramlar kullanarak zorla
kendilerine uydurma gayreti içindedirler. Kendilerinde böyle bir hak
görenlerin veya zorla toplumun kültürünü değiştirmeye kalkanların,43
bunu hukukla telif edebilmeleri ne derece gerçekçi bir durumdur?
Bu konuyu birçok akademisyen ve din bilgini ele almıştır.44
Bunun yanında olayın tamamen "muamele-i keyfiye" çerçevesinde
geliştiğini, kanunların menfi bir şekilde yorumlanarak kuvvet zoruyla
dayatıldığını, meselenin mağdurları gayet iyi bilindiğinden,
kendilerine hukuki bir çıkış yolu aramışlardır. Hatta bu konuda
kılavuz niteliğinde kitaplar bile neşredilmiştir.45 Ancak böyle
tutarsız ve halkı dışlayıcı bir politikayı icraata koymakla ülkede
meydana gelen enerji kaybını yetkililerin fark edememeleri ilginçtir.
Müslüman bir ülkede böyle bir uygulamanın gündeme gelebilmesi Batı'da
okumak zorunda kalan birçok öğrencinin belirttiği gibi, Batılı
üniversite öğrencileri tarafından inanılması güç bir olgu olarak
görülmüştür.46
Başörtüsü yüzünden birçok insanın mağdur edildiği ve bu
insanların yaşadığı insanlık dışı muameleleri içlerine gömdükleri
hususunda birçok yayın yapılmıştır. Bu tür eserlerde yer alan ve
birebir yapılan çok yönlü mülakatlar ilgililerin, hele hele belli
çevrenin dışına çıkamamış yetkililerin konuyu anlamaları bakımından
dikkatle incelemeleri gereken metinlerdir ve nelere sebebiyet
verildiğinin belgeleri ma-hiyetindedirler.47
Kısaca, mağduriyeti yaşayana sormak lazım. Bu konuda hiçbir
kaygı taşımayanların, insan hak ve hürriyetlerini, sadece kendi
yaşayış tarzına uyanlara reva görenlerin düşüncelerinden hareketle
tanzim edilen bir politik tavrın ne değeri olabilir? Zira hak,
sahibine aittir ve hiçbir surette gasp edilmeye tahammülü yoktur. Ve
bazı haklar doğuştan gelir. Dolayısıyla, özgür olmak milletin
hakkıdır; kimsenin millete bir lütfü değil. Hak ve özgürlükleri bir
lütuf gibi gören çevrelerin kendilerini bu mağdur insanların yerine
koyup meseleyi düşünmeleri gerekir. O zaman böyle bir şeyi kabul
etmeleri mümkün olabilir mi? Örneğin, kendilerine ters düşen bir
zümrenin iktidara hakim olması halinde, benzer gerekçelerle kendi
çocuklarının mağdur edilmesini kabul etmeleri mümkün olabilir mi?
Bunu, madem ki devleti yönetenler istiyor, mutlaka bir hikmeti vardır
diyebilirler mi? Meselenin hukuka uyup uymadığını araştırmazlar mı?
Haklarını aramaları devlete karşı çıkmak anlamına mı gelir? Ayrıca,
ileriye sürülen bu "kutsala" iman edildiği taktirde bir takım
haklardan istifade edebilecekleri kendilerine söylense böyle bir
hususu kabullenebilirler mi?
Problemin geldiği aşama ve sonuç

Görünen odur ki, bu tür tartışmalarda özellikle sol yelpazede


yer alanlar duyarsız, hatta yanlışlıkları tasvip eden vemeşrulaştıran
birçok ideolojik argümanlar ileriye sürmektedirler.48 Halk tarafından
seçilip başörtüsüyle Meclise giren bir bayan milletvekiline karşı
sadece eski Halk Partisi zihniyetini taşıyan DSP'nin tepki göstermesi
ve sağ yelpazede yer alan milletvekillerinin bu tepkiye iştirak
etmemeleri önemli bir göstergedir. Demek ki ezici bir çoğunluğun
tasvip etmediği bir durum ve emrivaki söz konusudur. Bu aynı zamanda
bazı temel değerler üzerinde Türkiye'nin bölünmüşlüğünü de
göstermektedir.49 Halbuki bu çoğunluk, Türk milletini temsil edecek
kudreti içinde barındırmaktadır ve diğerleri gibi asli unsurdur. Bu
konuda yapılacak olan şey basittir. O da, Türkiye'de yaşayan
insanların, insan haklarına sahip çıkmasıdır. Bunun yanında devletin
yönetiminde etkili olan şahısların bağımsız bir ülkenin halkıyla
nasıl bütünleştiğini düşünmeleri, bunun için, dış etkilere
(baskılara) sonuna kadar açık Tunus, Irak, Suriye... gibi ülkeleri
değil Almanya, İngiltere... gibi halkının önünü açan ve hak ve
hukukunu koruyan ülkeleri nazarı dikkate almaları gerekir. Hareket
edilecek nokta burası olmalıdır. Ve hiçbir ideolojik gerekçenin
milletin hakkını hukukunu gasp etmeyi gerektirmeyeceği
düşünülmelidir. Eğer hukuka uymayan bazı uygulamalar devam ederse,
hiç şüphesiz milletin maşeri şuuru ve vicdanı bu tür ideolojik
anlayışları değerlendirecek, hatta sorgulayacaktır. Bunun orta ve
uzun vadede mutlaka tezahürleri görülür. Bu eşyanın tabiatı
gereğidir. Esasında bu uygulamaların gerekçeleri sık sık dile
getirildiğinden herkesin ezberindedir: Çağdaşlığa uymayan giyim
tarzı, inkılâplara aykırılık, rejimi tehdit, laikliğe aykırılık...
görüldüğü gibi tamamı ideolojik kaynaklıdır veya bir takım hususların
kişisel yorumlanmasından kaynaklanan gerekçelerdir. Bu gerekçelere
karşı mağdur durumdaki insanların getirdiği bütün delillere asla
itibar edilmemektedir. Yok farz edilen bir kitlenin açıklamaları
doğal olarak dikkate alınmamaktadır. Bu, "cahil oy çoğunluğunun
temsilcileri" anlayışının başka şekilde yeniden ortaya çıkmasıdır.
Devlet-toplum ilişkisi çerçevesinde bakıldığında, 1950'lerden
önce, reform adı verilen bir takım hareketlerle ortaya konan din
(daha doğrusu İslâm) karşıtı uygulamalardan mutazarrır olan
muhafazakâr çevreler, bu uygulamaların sorumluluğunu CHP'ye
yüklemekte idiler. Bu parti, devletin içine nüfuz etmesine rağmen ilk
fırsatta iktidardan uzaklaştırılmıştır. Ancak, yakın bir zamanda
meydana getirilen krizler neticesinde, acımasızca icra edilen
politikalardanzarar görenler; -hâlâ devam etmekte olan bu süreçte-
siyaset yapan şahısların ve partileri birinci derecede sorumlu
tutmadıkları görülmektedir. Yani, başörtüsü, Kuı^an kursları, İmam-
Hatipler, bazı sermaye çevrelerinin tasfiye girişimleri... gibi
icraatların sorumluları olarak halkın maşeri vicdanında birinci
derecede suçlananlar Erbakan, Çiller, Ecevit, Bahçeli, Yılmaz... gibi
siyasetçiler ve onların yönettiği partileri olduğu söylenemez.
Görünen odur ki, muhafazakâr, milliyetçi ve dindar çevreler, devleti
temsil eden çevrelere karşı büyük bir kırgınlık ve itimatsızlık içine
düşmüşlerdir ki, bu Türkiye'nin geleceği için bir açmazdır. Bu
kırgınlık ve şüphe, bahsi geçen sorunların muhafazakâr çevrelerin
istekleri doğrultusunda çözülmesi halinde bile devam edeceği
düşünülebilir. Zira, dünya artık eskisi gibi değildir. Teknolojiden
siyasi gelişmelere, sosyal değişimlere kadar geniş bir boyutta
insanlar kendi meselelerini takip etmektedirler. Halkm her ne kadar
milliyetçi ve muhafazakâr damarları bazı konularda, bir takım
yetkililer tarafından tahrik edilse de geri dönülmez bir durumdur bu.
Zira en çok önem verdikleri hususlar bir bir yere serilirken hiçbir
endişe duyulmadı. Bu politikalar, belli hususlara münhasır olsa da
vatandaşın milli ve manevi, daha doğrusu milleti millet yapan diğer
hassasiyetlerini de zayıflattığı söylenebilir. Halbuki bu değerler
yüzlerce yılın tecrübesiyle oluşmuştu. Bu bakımdan kendilerini
yönetenlerin devlet yönetme yeteneklerine de güvenleri kalmamıştır.50
Bunu, gelişmiş dünya devletlerini dikkate alarak mukayese etme
imkânları artmıştır. Ve çok ilginç bir durumla karşı karşıya
gelinmiştir: Tek hedef olarak Batılılaşmak ve Avrupalılaşmak
sloganıyla yola çıkan çevrelerin daha önceden "İslâmcı" diye
adlandırılan çevrelerin -dış politikadaki- düşünce kalıplarına uyan
yorumlar yaptıkları sık sık görülmektedir. Öte yandan, muhafazakâr
çevreler, birçok konuda onurunun, kendi insanı olarak gördüğü
çevreler tarafından kırılması sebebiyle, insani değerler
çerçevesindeki güvenliğini AB'de görme eğilimi taşımaya başlamıştır.
Hatta bazı kesimlerin, daha önceleri Batı'yı dışlamalarına rağmen,
Batı ekseninde bir yol izlemekte sakınca görmemeleri dikkatlerden
kaçmıyor. Yani, Batıcıların "anti-Batıcı", anti-Batıcıların ise
"Batıcı" bir çizgiye yaklaştıklarına dair kuvvetli emareler
mevcuttur.
Eski Batıcıların, bazı vesilelerle zaman zaman milli,
muhafazakâr, hatta bazen de Islâmi argümanlar çerçevesinde yaptıkları
konuşmalar ve verdikleri beyanatlarının muhafazakâr çevreler
tarafından dikkate alınmadığı, hatta misyonerlik faaliyetleri ve
iddiaları konusunda da ilgisiz oldukları görülmektedir. Hâsılı,
yukarıda da altı çizildiği gibi, kendi hak ve hürriyetleri konusunda
uğradıkları muamelelerden dolayı bir veya birkaç partiyi sorumlu
tutmamaktadırlar.51 Böyle olsa, birçok konuda ikna edilmeleri
kolaylaşırdı. Hatta, 1950 öncesinde olduğu gibi alternatif bir parti
çıkarılır, bu çevrelerin gönlü kazanılır, "devlet-millet kaynaşması"
sağlanabilirdi. Halbuki, problemin kaynağında, alternatifi olamayacak
bir takım kurumlar bulunduğu düşünüldüğünden, bu çevrelerin nazarında
artık (adeta) hiçbir şeyin öneminin kalmadığı görülmektedir. Esasında
bu sessizliğin ve tepkisizliğin buna işaret ettiği düşünülebilir. Ve
bir b^^ içinde "bundan da kötüsü olmaz" diyerek birçok ko^uda
geleceğini Avrupa'nın himmetine bağlayan bir haleti r>unjye içine
girildi. Olayların s^yri de bu istikameti pekişti^mekte/ bunun çok
güçlü propagandacıları da bulunmaktadır; örneğin, Başbakan Yardımcısı
Mesut Yılmaz’ın,52 AB'ye fümeden başörtüsü sorununun çözülemeyeceği
yönünde b^ düşünce ileriye sürmesi dikkatlerden kaçmadı. Birçok va|-
andaŞiri/ özellikle okumuş-yazmış aydın insanların nazarm,d^ ^B'ye
girmek arzusunun kaynağında, hicret etmek, hat.ta ülkeden kaçış
psikolojisinin bir tezahürü bulunmaktadır. ^ Ag meselesine bu tarz
bir yaklaşım, işin vahametini göstemıej<.tedir.
Liberal düşüncenin Türkiye'de önde geler^ bir düşünürü olarak
kabul edilen Mustafa Erdoğan'ın şu görüşlerine yer vererek konuyu
bitirmek isterim: "...eğer insatxm değerini kabul ediyorsak, başka
insanların inanış ve eğilimleri^ dev\et zoruyla değiştirmeye
çalışmanın yanlış olduğunu da etmeliyiz. Bundan dolayı, hukuka,
takatinden fazla yük yükıemekten kaçınmamız gerekiyor. Üniversite
veya sokakta başlarını stkl s^jyfl örten bazı insanlarımızın
görüntüsü, çeşitli sebeplerle b\zi rcmatsız ediyor olabilir. Böyle
giyinmemelerini temenni edebi^ bu görünümün arkasında yatan insan
görüşünü yadırgıyor 0/ö^7/nz. Ama onları, bizim tercihlerimiz
doğrultusunda giyinmeye zorlama hakkımız yoktur..."53
KAYNAKÇA

A. L., "Küçük Hikaye; Mestureler Arasında," İctihâd, no: 67,


İstanbul, 3/16 Mayıs 1329/1913, s. 1473-1474.
"Afrika", Diyanet Vakfı Ansiklopedisi (DÎA), c. I.
AHMAD, Feroz, İttihat ve Terakki, 1908-1919, Çeviren: Nuran
Ülken, İstanbul: Sander Yayınları, 1971.
Ahmed İzzet Paşa, Feryadım, c. I, İstanbul: Nehir Yayınları,
1992.
Ahmed Rıza Bey'in Anıları, İstanbul: Arba Yayınları, 1988.
Ahmed Rıza, Batı Politikasının Ahlaksızlığı, Fransızca'dan
Çeviren Ziyad Ebuziya, İstanbul: Seha Neşriyat, 1993.
AKGÜN, Seçil, Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik (1924-1928),
Ankara: Turhan Kitabevi, 1986.
AKSİN, Sina, 31 Mart Olayı, Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler
Fakültesi yayınları, 1970.
AKSİN, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1987.
Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart
Hâdisesi Ali Cevat Bey'in Fezlekesi, Yayma Hazırlayan: Faik Reşit
Unat, TTK., 1991.
Ali Flaydar, Darü'l hükkâm Şerh-i Mecelletü'l-Ahkâm, İstanbul,
1330.
ALKAN, Ahmet Turan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset,
İstanbul: da Yayınları, 2001.
"Alkışla Cumhuriyet Olmaz", Cogito, Sayı: 15-Yaz 1988, s. 185-
231.
AMCA, Hasan, Doğmayan Hürriyet/Bir Devrin İçyüzü 1908-1918,
İstanbul: Arba, 1989.
ATATÜRK, M. K., Nutuk, İstanbul: Devlet Basımevi, 1938.
ATATÜRK, M. K., Nutuk I, II, Hazırlayan: Kemal Gurul-kan,
İstanbul: Emre Yayınları,
"Atatürk", İslam Ansiklopedisi (İA), c. I.
AYBARS, Ergun, İstiklâl Mahkemeleri, c. I-II, İzmir: Dokuz Eylül
Ünüversitesi, 1988.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam İsmet İnönü, c. I,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1966.

BADILLI, Abdülkadir, Bediüzzaman Said Nursî Mufassal Tarihçe-i


Hayat, c. I, İstanbul: Timaş Yayınları, 1990.
BALİ, Rıfat N., Musa'nın Evlatları Cumhuriyet'in Yurttaşları,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
"Barones Von Rozen'in Mektubu", (Bahçesaray'da yayınlanan
Tercüman gazetesinin eki olan Alem-i Nisvan mecmuasında Rusça olarak
çıkan mektubun tercümesi), İcdihad, no.: 39,15/28 Ağustos 1327/1911,
s. 812-813.
Başörtüsü Mağdurları, Hazırlayan: Faruk Çakır, İstanbul: Yeni
Asya Neşriyat, 2001.
BAYAR, Celal Ben de Yazdım Milî Mücadeleye Giriş, c. I-II„
İstanbul: Baha Matbaası, 1967.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Sadrazam Kamil Paşa, Ankara: Sanat
Basımevi, 1954.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türk İnkılâbı Tarihi, c. I-II, kısım: I,
TTK. 1991.
BEBEL, August, Hz. Muhammed ve Arap İslam kültürü Dönemi,
Türkçesi: Veysel Atayman, İstanbul: Trend Yayın, 2004.

Bediüzzaman Said-i Kürdî, "Ziyâ-yı Hakikat", Volkan, 25 Mart


1325 / 7 Nisan 1909, no. 97.
BİRİNCİ, Ali, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İstanbul: Dergah
Yayınları, 1990.
Bütün Boyutlarıyla Başörtüsü, İstanbul: Yeni Asya Yayınları,
1999.

Cemalleddin Efendi, Siyasi Hatıralarım, Hazırlayan, Selim


Kutsan, İstanbul: Nehir Yayınları, 1990.
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul: Dr. Nejat
Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 1983.
ÇAVDAR, Tevfik Talat Paşa, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,
1995.

DEMİREL, Süleyman, "Demirel Demokrasiyi Anlatıyor," Köprü, sayı:


91, Ekim 1985.
Derviş Vahdeti, "Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık
Mektup", Volkan, 1/14 Nisan 1325/1909, no. 104.
Derviş Vahdeti, "Öte Beri", Volkan, 4/17 Nisan 1325/1909, no.
107.
Derviş Vahtetî, "Asker Kardeşlerimizden Selamet-i Vatan namına
Rica", Volkan, 5/18 Nisan 1325/1909, no. 108.
DUDA, Herbert W., Hilafet'ten Cumhuriyete Geçiş, Tercüme: Prof.
Abdurrahman Güzel. Ankara: Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü
Yayınları, 1989.
DUMONT, Paul; Georgeon, Francois, Bir İmparatorluğun Ölümü 1908-
1923, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi Yayını, 1997.
DURALI, Teoman, Felsefe-Bilime Giriş, İstanbul: Cantay Kitabevi,
tarihsiz.
DURAN, Bünyamin, İslâm Tarihinin Konjoktürel Değişimi-2 Gazâlî,
İstanbul: Nesil Basım Yayın, 1998.
Düstur, Tertip II, c. IV, 25 Eylül 1328 / 8 Ekim 1912, s. 650-

DUVERGER, Maurice, Siyasal Rejimler, Türkçesi, Teoman Tunçdoğan


, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1986.

ERDOĞAN, Mustafa, "Anayasa Mahkemesi Nasıl Karar Veriyor:


Başörtüsü Kararı", Liberal Düşünce, Sayı: 9, Kış 1998.
ERDOĞAN, Mustafa, "AİHM: Özgürlüğe Evet, Ama İs-lamsız Olursa",
Dünden Bugüne Tercüman, 1-2 Temmuz 2004.
ERDOĞAN, Mustafa, "İnkılâp Kanunları", Dünden Bugüne Tercüman, 5
Ağustos 2004.
EROĞLU, Hamza, Türk İnkılap Tarihi, İstanbul: M. E. B., 1982.
EROĞLU, Nazmi, "Ziya Gökalp ve Türk Milliyetçiliği",
Toplumbilim, Ekim 1993.
EROĞLU, Nazmi, Mehmed Cavid Bey'e Göre Borçlanma ve 1908-1918
Arası Borçlanma Siyaseti, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1997.
EROĞLU, Bahadır, "Milliyetçiler, Muhafazakarlar,
Demokratlar...", Yeni Asya, 6 Ekim 2000.
El-BÛTI, Muhammed Said Ramazan, "Bediüzzaman’ın Hayatında İslama
Davet Tecrübesi", Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, İstanbul:
Nesil Basım Yayın, 1995, s. 113.

FRIEDMAN, Milton, Kapitalizm ve Özgürlük, Çeviren: Doğan Erbek,


Nilgün Himmetoğlu, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1988.

GÜZEL, Hasan Celâl, "Demokrasi ve Reform Karşıtı Cumhurbaşkanı",


Dünden Bugüne Tercüman, 5 Ağustos 2004.
HANIOGLU, Şükrü, "ittihat ve Terakki Cemiyeti", Diyanet İslâm
Ansiklopedisi Dİ A), c. XXIII.
HANİOĞLU, Şükrü, "İki Türkiye", Zaman, 31 Mayıs 2004.
Hilafet ve Milli Hakimiyet, Ankara: Matbuat ve İstihbarat
Matbaası, 1339.
HOCAOGLU, Durmuş, Laisizmden Milli Sekülerizm'e, Ankara: Selçuk
Yayınları, 1995.

İbn Haldun, Mukaddime I, 23. Fasıl, Çeviren: Zakir Kadiri Ugan,


İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1986.
İbrahim Temo, İttihat ve Terakki Anıları, İstanbul: Arba
Yayınları, 1987.
İNALCIK, Halil, "Büyük Devrim: Hilafetin Kaldırılması ve
Laikleşme," Doğu Batı, yıl: 1, sayı: 3, Ankara, 1998.
İsmail Şükrü, Hilafet-i Osmaniye ve Türkiye Büyük Millet
Meclisi, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1993.

KARABEKİR, Kâzım, İttihat ve Terakki Cemiyeti (1896-1909),


İstanbul: Emre Yayınları, 1993.
KAYA, Nuri, "Tesettür", İctihad, no. 154,1 Haziran 1923.
İstanbul, s. 3176.
KELSEN, Hanst, Demokrasi Mahiyeti-Kıymeti, Çeviren: Prof. Dr. E.
Menemencioğlu, İstanbul: Devlet Basımevi, 1938.
KILIÇZADE Hakkı, "Tamamen Hallolunmadıkça Bitmeyen Bir Mesele",
İctihad, no. 92-3, 6/19 Şubat 1329/1914, s. 2067-2070.
KIRKINCI, Mehmed, Siyasette Ölçü, İstanbul: Yeni Asya Yayınları,
1977.
KODAMAN, Bayram, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, TTK. 1991.
KOLOĞLU, Orhan İttihatçılar ve Masonlar, İstanbul: Gür
Yayınları, 1991.
KOCAHANOĞLU, Osman Selim, Derviş Vahdetî ve Çavuşların İsyanı 31
Mart Vak'ası ve İslamcılık, İstanbul: Temel Yayınları, 2001.
KÖKER, Levent, Demokrasi Üzerine Yazılar, Ankara: İmge Kitabevi
Yayınları, 1992.
KRUŞÇEV, N., Kruşçev'in Anıları, Çeviren Mehmet Harmancı,
İstanbul: Milliyet Yayınları, 1971.
KURAN, Ahmet Bedevi, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul:
Tan Matbaası, 1945.
KURAN, Ahmet Bedevi İnkılap Tarihimiz ve İttihat ve Terakki,
İstanbul: Tan Matbaası, 1948.
KURŞUN, Zekeriya; Kahraman, Kemal, "Derviş Vahdeti", DİA., c.
IX, İstanbul, 1994, s. 198-200).
KURTKAN, Amiran, Sosyolojik Açıdan Eğitim Yolu ile Kalkınmanın
Esasları, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1972.
KUSAYY, Salih Derviş, Raşid Gannuşi ile İslami Hareket Üzerine
Söyleşiler, İstanbul: Birleşik Yayıncılık, 1994.
KUTAY, Cemal, Şehit Sadrazam Talat Paşa'nın Gurbet Hatıraları,
c. I, İstanbul: Kültür Matbaası, 1983.

LEWIS, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara: TTK., 1993.

MAHÇUPYAN, Etyen, "Kemalizm. Bir Geçiş Dönemi", Türkiye Günlüğü,


sayı: 28,1994
MARDİN, Şerif, "Atatürk'ü Anarken", Türkiye Günlüğü, sayı: 28,
1994.
Meclis-i Mebusun Zabıt Ceridesi (MMZC), c. I, İnikad: 22, 16
Haziran 1328, s. 537-539; inikad: 23, 18 Haziran 1328, s. 543-577.

nm, c. I, İstanbul: İşaret/Ferşat;

)ivan-ı Harb-i Örfi", Risale-i N,


a Asya Yayınları, 1996. \
irmi Yedinci Mektup", Risale-i \
?ni Asya Yayınları, 1996. \\
[uhakemat", Risale-i Nur Küll \
lymları, 1996. 'A
I unazarat", Risale-i Nur KiilliyaX \
./mları, 1996. \\\
I utuvât-ı Sitte," Asâr-ı BediyyeK s £il (Osmanlıca), s. 113-121.
y iinâzârat, İstanbul: Yeni Asya A x \ V./'
w..
ır Başörtüsü Günlüğü, İstanbul: \ {\ İpi
\'\/'
Seyfi, "Kemalizm Tartışr^ *• J ,
I3ie Bazı Notlar", Türkiye Güni ^ *
»4. Si
\emarilı Barışı, istanbul: Ufuk 1İ\ \
% \
\\\\
»•şe, Babam Sultan Abdülhamid, \ \ \\
\\ \ \
1984, çevirenler: V. Turhan, Stj | \j, fc-vi, 1984.
Ula]'et Hareketleri, Ankara: Tm V '
K991. \ \
"Son Dönem Osmanlı İrnpî ı İstanbul: Çağ Yayınları, 199$\

MMZC, c. I, inikad: 40,12 Temmuz 1328.


MMZC, c. I, inikad: 46, 21 Temmuz 1328.
Mehmed Fahreddin, "Medeniyet-i İslamiyeden Bir Sahi-fe yahut
Tesettür-i Nisvan", Sırat-ı Müstakim, aded: 152, İstanbul: 21 Temmuz
1327/ 3 Ağustos 1911.
MENGÜŞOĞLU, Takiyettin, "Felsefi Antropolojinin Işığında
Eğitim", Felsefe Kurumu Semineri, Ankara: TTK., 1977.
MENTEŞE, Halil, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşenin
Anıları, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986.
MERİÇ (Yazan), Ümit, "Cemaatten Topluma, Toplumdan Cemaate
Kimlik Ayrışması", Türk Sosyoloji Dergisi, sayı: 1, 1995.
MEVLANZÂDE Rıfat, 32 Mart İhtilalinin Hikayesi, İstanbul: Pınar
Yayınları, 1996.
MISIROĞLU, Kadir, Geçmişi ve Geleceği ile Hilafet, İstanbul:
Sebil Yayınevi, 1993.
Mizancı Murad, II. Meşrutiyet Dönemi Anıları, Latin Harflerine
Çeviren: Celile Eren Argıt, İstanbul: Marifet Yayınları, 1977.
MUHAMMED Ebu Zehra, İslâm'da Siyasi İtikadı ve Fıkhi Mezhepler
Tarihi, İstanbul: Hisar Yayınevi, tarihsiz.

NASR, Seyid Hüseyin, "İslam Birliği Üzerine", Söyleşiler,


İstanbul: İnsan Yayınları, 1996.
NOVIÇEV, A. D., Osmanlı İmparatorluğunun Yarı-Sömür-geleşmesi,
Çeviren Nabi Dinçer, Ankara: Onur Yayınları, 1979, s. 12-58, 59-81;
Wallerstein, 46-49.
NUR, Rıza, Hayat ve Hatıratım, c. I, İstanbul: İşaret-Ferşat
Ortak Yayınları, 1991.
NUR, Rıza, Hürriyet ve İtilâf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü,
İstanbul: Kitabevi, 1996.
Hayat ve Hatıratım, c. I, İstanbul: İşaret/Ferşat Yayınları,
1991.
NURSÎ, Said, "Divan-ı Harb-i Örfi", Risale-i Nur Külliyatı, c.
II, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996.
NURSÎ, Said, "Yirmi Yedinci Mektup", Risale-i Nur Külliyatı, c.
II, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996.
NURSÎ, Said, "Muhakemat", Risale-i Nur Külliyatı, c. II,
İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996.
NURSÎ, Said, "Münazarat", Risale-i Nur Külliyatı, c. II,
İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996.
NURSÎ, Said, "Hutuvât-ı Sitte," Asâr-ı Bediyye, basıldığı yer ve
tarihi belli değil (Osmanlıca), s. 113-121.
NURSÎ, Said, Münâzârat, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1991.

OĞUZ, Zekiye, Bir Başörtüsü Günlüğü, İstanbul: İz Yayıncılık,


1998.

ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, "Kemalizm Tartışmalarının Kültürel Doğası


Üzerine Bazı Notlar", Türkiye Günlüğü, no: 28, Mayıs-Haziran 1994.
CRTAYLI, İlber, Osmanlı Barışı, İstanbul: Ufuk Kitapları, 2003.
ORWELL, George, 1984, çevirenler: V. Turhan, S. Tonguç,
İstanbul: İkizler Yayınevi, 1984.
OSMANOĞLU, Ayşe, Babam Sultan Abdülhamid, Ankara: Selçuk
Yayınlan, 1984.

ÖKE, Mim Kemal, Hilafet Hareketleri, Ankara: Türkiye Diyanet


Vakfı Yayınları, 1991.
ÖKE, Mim Kemal, "Son Dönem Osmanlı İmparatorluğu," Büyük İslam
Tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları, 1993.
ÖZCAN, Azmi, "Hilafet; Osmanlı Dönemi," Diyanet Vakfı
Ansiklopedisi, c. XV.
ÖZCAN, Azmi, "İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti", Dİ A., c. XXIII.
ÖZDALGA, Elisabeth, Modern Türkiye'de Örtünme Sorunu Resmi
Laiklik ve Popüler İslam, Türkçesi: Yavuz Alogan, İstanbul: Sarmal
Yayınevi, 1998.

PALLIS, Alexander Anastasius, Yunanlıların Anadolu Macerası


(1915-1922), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995.
PETROSYAN, Yuriy Aşatoviç, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, Ankara:
Bilgi Yayınevi, 1974.

RAHMAN, Fazlur, İslam, Ankara: Selçuk Yayınları, 1993.


REY, Ahmet Reşit, Gördüklerim-Yaptıklanm (1890-1922), İstanbul:
Türkiye Yayınevi, 1945.
RUSSELL, Betrand, Siyasal İdealler, Çeviren: Mehmet Harmancı,
İstanbul: Köprü yayınları, 1966.

SARIBAY, Ali Yaşar, "Demokrasinin Trelude'ü Olarak Kemalizm",


Türkiye Günlüğü, sayı: 28, Mayıs-Haziran 1994.
SARTORI, Giovanni, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Çevirenler:
Tunçer Karamustafaoğlu, Mehmet Turhan, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı,
1993.
SERVER Bediî, "Hafta Namına", İctihad, no: 86, 26 Karnımı Evvel
1329 (8 Ocak 1914), İstanbul, s. 1913-1915.
SELAHADDİN Âsim, "Tesettür ve Mahiyeti", İctihad, no: 100, 3/16
Nisan 1330/ 1914, s. 2255-2258.
SELÇUK, Sami, Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 1998.
SHAW, Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, c. II,
Çeviren: Mehmet Harmancı, İstanbul: e Yayınları, 1982.
SONYEL, Salahi R., Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz
İstihbarat Servisinin Türkiye'deki Eylemler , Ankara: TTT., 1995.
SPITZ, David, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, Çeviren: Şiar
Yalçın, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1994.

ŞERİF Paşa, Bir Muhalifin Hatıraları İttihat ve Terakkiye


Muhalefet, İstanbul: Nehir Yayınları, 1990.
ŞİŞMAN, Nazife, Başörtüsü Mağdurlarından Anlatılmamış Öyküler,
İstanbul: İz Yayıncılık, 1998.
ŞİŞMAN, Nazife, Kamusal Alanda Başörtülüler, İstanbul: İz
Yayıncılık, 2000.

TALAT Paşa, Şehit Sadrazam Talat Paşanın Hatıraları, c. II,


Hazırlayan: Cemal Kutay, İstanbul: Kültür Matbaası, 1983.
TEKELİ, İlhan, Modernite Aşılırken Kent Planlaması, Ankara: İmge
Kitabevi, 2002.
"Tesettür Meselesi", İctihad, no: 29, 15/28 Ağustos 1327/1911,
s. 809-811.

TOYNBEE, Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, Çeviren Ufuk Uyan,


İstanbul: Ağaç Yayıncılık, 1991.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye'de Siyasal Partiler, İkinci
Meşrutiyet Dönemi, c. I, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984.
TUNCAY, Mete, T. C.'nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-
1931), İstanbul: Cem Yayınevi, 1989.
TURAN, Osman, Türkiye'de Siyasi Buhran'ın Kaynakları, İstanbul:
Nakışlar Kitabevi, 1979.
Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif, Ankara: T. D. V.
Yayını, 1996.
TÜRKMENBAŞY, Saparmyrat, Ruhnama, Aşgabat, 2001.

TÜRKÖNE, Mümtaz'er, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu,


İstanbul: İletişim Yayınlan, 1994.

ÜLGEN, Hilmi Z., Eğitim Felsefesi, İstanbul: Milli Eğitim


Basımevi, 1967.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, "II. Sultan Abdülhamid'in Hal'i ve
Ölümüne dair Bazı Vesikalar", Belleten, c. X, sayı: 40, TTK., 1946.

VERGİN, Nur, "Din Devlet İlişkileri: Düşüncenin Bitmeyen


Senfonisi", Türkiye Günlüğü, sayı: 29,1994.
WALLERSTEIN, İmanuel; Dedeli, Hale; Kasaba, Reşad, "Osmanlı
İmparatorluğu'nun Dünya Ekonomisi ile Bütünleşme Süreci," Toplum ve
Bilim, no. 23,1983.

YALÇIN, Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, İstanbul: İş Bankası


Yayınları, 1976.
YALMAN, Ahmed Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim,
c. I, Yayına Hazırlayan: Erol Şadi Erdinç, İstanbul: Pera Turizm ve
Ticaret A. Ş., 1997.
YAŞAR, Serap, Başörtülü "Mağdur" Öğrenciler İçin Hukuk Kılavuzu,
Mazlumder İstanbul Şubesi Yayınları, 1999.
YAYLA, Atilla, Özgürlük Yolu Hayek'in Sosyal Teorisi, Ankara:
Turhan Kitabevi, 1993.
YILDIRIM, Neşide, "Kültür Değişmesi ve Sosyoloji Kültürünün
Gelişmesi", Türk Sosyoloji Dergisi, sayı:2, İstanbul, 1996.

1 Kurtkan, 32
2 Ümit Meriç (Yazan), "Cemaatten Topluma, Toplumdan Cemaate Kimlik
Ayrışması", Türk Sosyoloji Dergisi, sayı: 1, 1995, s. 70-80.
3 H. Z. Ülgen, Eğitim Felsefesi, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi,
1967, s. 3.
4 Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif, Ankara: T. D. V.
Yayını, 1996, s. 72-76.
5 Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif, 87.
Ulgen, 295-96.
Fazlur Rahman, İstem, Ankara: Selçuk Yayınları, 1993.
8 Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif, 72-74.
9 II. Abdülhamid dönemi eğitim politikaları için bakınız: Bayram
Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, TTK. 1991.
10 Nazmi Eroğlu, "Ziya Gökalp ve Türk Milliyetçiliği", Toplumbilim,
Ekim 1993, s. 167.
11 Server Bediî, "Hafta Namına", İctihad, no: 86, 26 Kanun-ı Evvel
1329 (8 Ocak 1914), İstanbul, s. 1913.
12 Selahaddin Âsim, "Tesettür ve Mahiyeti", İctihad, no: 100, 3/16
Nisan 1330/ 1914, s. 2255.
13 S. Asım, 2255-2256.
14Asım, 2256-2257.

15 Kıhçzade Hakkı, "Tamamen Hallolmadıkça Bitmeyen Bir Mesele",


İctihâd, no.: 92, 6/19 Şubat 1329/1914, s. 2067-2068.
16 K. Hakkı, 2068.
Karşıt bir görüşün bunu fedakârlık ve nezaket duygularıyla değil,
riyakârlıkla açıklayacağı muhtemeldir.
18 K. Hakkı, 2068-2069.
19 K. Hakkı, 2070.
Kaya Nuri, "Tesettür", tctihad, no: 154, 1 Haziran 1923. İstanbul, s.
3176.
21 Server Bediî, 1913.
22 K. Hakkı, 2069.
23 K. Hakkı, 2070.
Server Bediî, 1913-1914.
"Tesettür Meselesi", İctihâd, no: 29, 15/28 Ağustos 1327/1911, s.
810.
Tesettür Meselesi, 810-811.
27 "Barones Von Rozen'in Mektubu", (Bahçesaray'da yayınlanan Tercüman
gazetesinin eki olan Alem-i Nisvan mecmuasında Rusça olarak çıkan
mektubun tercümesi), Icdihad, no.: 39, 15/28 Ağustos 1327/1911, s.
812-813.
28 K. Hakkı, 2067.
29 "Tesettür Meselesi", 809; K. Hakkı, 2070
30 "Tesettür Meselesi", 809.
31 K. Hakkı, 2069.
32 K. Hakkı, 2069.
33 "Tesettür Meselesi", 809.
34 Mehmed Fahreddin, "Medeniyet-i İslamiye'den Bir Sahife yahut
Tesettür-i Nisvan", Sırat-ı Müstakim, aded: 152, İstanbul: 21 Temmuz
1327/ 3 Ağustos 1911, s. 343.
"Tesettür Meselesi", 809-810.
36 A(aym). L., "Küçük Hikaye; Mestureler Arasında," İctihâd, no: 67,
İstanbul, 3/16 Mayıs 1329/1913, s. 1473-1474.
2y Laiklikle ilgili farklı yorumlar olduğu, hatta birbirine zıt bakış
açıları bulunduğu bilinmektedir. "Türkiye'deki laiklik söyleminin
pozitif varyantına... Laik-çilik" denmektedir ki, bunun diğer bir
tarifi ise militan laikliktir (Nur Vergin, "Din Devlet İlişkileri:
Düşüncenin Bitmeyen Senfonisi", Türkiye Günlüğü, sayı: 29, 1994,
s.12).
38Türk laikçilerinin, Batı'da yer alan Hıristiyanlık (veya din)
karşıtı görüşleri yeni bir yorumla kullandıklarını görmekteyiz. Bu
görüşlerin temelinde, bilimin gelişmesiyle dinin«yok olacağı yönünde
bir inanç yer almaktadır. Örneğin, Alman Sosyal Demokrat hareketinin
en ünlü simalarından biri olan August Bebel 1883'te yayınladığı
kitabında şu görüşlere yer vermektedir: "Dinin en son ve en yüksek
gelişmişlik basamağı olan ateizme bugüne kadar henüz hiçbir toplum
gerçek anlamıyla ulaşabilmiş değildir. Ancak kültür düzeyleri yüksek
toplumların dinin gelişme merdivenlerinin bu son basamağına
yaklaşmakta olduklarına ve din kültürünün yok olma sürecinin böyle
toplumlar için sadece bir zaman sorunu olduğuna hiç kuşku yok..."
(August Bebel, Hz. Mulıammed ve Arap İslam Kültürü Dönemi, Türkçesi:
Veysel Atayman, İstanbul: Trend Yayın, 2004, s. 13-14).
39 Saparmyrat Türkmenbaşy, Rııhuama, Aşgabat, 2001, s. 92.
40 Bu hususta son gelişmeler (Ağustos 2004) hayli ilginç bir hâl
aldığı müşahede edilmektedir. Ak Parti gibi muhafazakâr bir
gelenekten gelen ve büyük bir Meclis çoğunluğuna rağmen gündemi işgal
edebilen antidemokratik taleplerin, hükümetlerin bazı konulardaki
aczini göstermesi bakımından dikkat çekici bir durumdur. Kamu
Yönetimi Temel Kanunu'nun veto gerekçesi, "kişisel hak ve
özgürlüklerini kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmak", ayrıca,
"kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde ve bu hizmetlerden
yararlandırmada ayrımcılık; bu hizmetlerle ilgili olarak insan hak ve
özgürlüklerini kısıtlayıcı düzenleme ve uygulama yapılamaz"
şeklindeki ifadelerin, "türban" yasağım kaldırmaya yönelik olduğu
düşünülmüştür (Hasan Celâl Güzel, "Demokrasi ve Reform Karşıtı
Cumhurbaşkanı", Dünden Bugüne Tercüman, 5 Ağustos 2004). Hem ayrıca,
başörtülülere hapis cezası dahi uygulanabileceği yönünde bir takım
haberlerin dolaşması meselenin hangi boyutlara taşınabileceği
hususunda önemli bir göstergedir. Diğer taraftan, İnkılâp
Kanunları'nın korunması ve Anayasal düzeye çıkarılması hususunun
"Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye
Cumhuriyeti'nin lâiklik niteliğini koruma amacı" güttüğü ve bunun
hayatın birçok alanında tezahürleri görüldüğü bilinmektedir. Ferdî
özgürlükler konusundaki hassasiyetiyle tanınan hukukçu Mustafa
Erdoğan'ın bu konudaki görüşleri dikkate değerdir: "...ahlâkî
bakımdan, hiçbir kuşağın kendisinden önceki kuşakların politik
tercihlerine, bunlar demokratik olarak belirlenmiş olsalar bile,
bağımlı kalmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Oysa, Türkiye'nin
'İnkılâp Kanunları'nın döneminin demokratik bir tercihi de olmadığı
açıktır. Bugünkü Türkiye toplumu olarak, Cumhuriyet'in kurucu
kadrolarının bu kanunlara yüklediği anlamı paylaşmak zorunda değiliz.
Kaldı ki, 'çağdaş uygarlık' bugün 1920'ler Tür-kiyesi'nde
anlaşıldığından çok daha farklı şeyleri gerektirmektedir. Bu nedenle,
'İnkılâp Kanunları' bugün artık 'çağdaş uygarlık'ı değil, belli bir
ideolojiyi temsil etmektedir. O kadar ki bu ideoloji 'çağdaş-uygar'
bir toplıımsal-siyasal varoluşu gerçekleştirmemizin önündeki en büyük
engeldir. Kısaca demek istediğim şu ki, bugün yapmamız gereken
'İnkılap Kanıın-ları'nı cezaî müeyyidelerle tahkim etmek değil, tam
tersine onlara anayasallık statüsü tanıyan Anayasanın 174. maddesini
kaldırmaktır (Mustafa Erdoğan, "İnkılâp Kanunları", Dünden Bugüne
Tercüman, 5 Ağustos 2004).
41 Diğer bir husus da, bu konular gündeme geldiği zamanlarda ileriye
sürülen Türkçe ibadet meselesidir. Esasında dinî bilgisi az olan,
hatta dünyayla irtibatı olmayan köylü bir Müslüman bile, ibadet etmek
isteyen bir insanın ezberinde hiçbir dua olmasa dahi, niyetinin
halisliğine binâen yapacağı ibadetin kabul olunacağını bilir. Ama
buna rağmen; şu dilde ibadet, şu şekilde ibadet gibi yıllardır
dünyayı yeniden keşfe çıkan ve şova dönüşen programlarla adeta boş
çuval yumruklanmaktadır.
42 İbn Haldun, Mukaddime 1, 23. Fasıl, Çeviren: Zakir Kadiri Ugan,
İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1986, s. 374-376.
ö Neşide Yıldırım, "Kültür Değişmesi ve Sosyoloji Kültürünün
Gelişmesi", Türk Sosyoloji Dergisi, sayı: 2, İstanbul, 1996, s. 156-
157.
44 Mustafa Erdoğan, "Anayasa Mahkemesi Nasıl Karar Veriyor: Başörtüsü
Kararı", Liberal Düşünce, Sayı: 9, Kış 1998, s. 5-16; Bütün
Boyutlarıyla Başörtüsü, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1999.
45 Serap Yaşar, Başörtülü "Mağdur" Öğrenciler İçin Hukuk Kılavuzu,
Mazlumder İstanbul Şubesi Yayınları, 1999.
46 Başörtüsü Mağdurları, Hazırlayan: Faruk Çakır, İstanbul: Yeni Asya
Neşriyat,
47 Çakır, age.; Elisabeth Özdalga, Modern Türkiye'de Örtünme Sorunu
Resmi Laiktik ve Popüler İslam, Türkçesi: Yavuz Alogan, İstanbul:
Sarmal Yayınevi, 1998; Nazife Şişman, Kamusal Alanda Başörtülüler,
İstanbul: İz Yayıncılık, 2000; Nazife Şişman, Başörtüsü
Mağdurlarından Anlatılmamış Öyküler, İstanbul: İz Yayıncılık, 1998;
Zekiye Oğuz, Bir Başörtüsü Günlüğü, İstanbul: İz Yayıncılık, 1998.
48 Bu bağlamda şunu belirtmekte fayda mülahaza edilebilir; bazı
insanların hak ve hukuku askıya alınırken sağ yelpazede yer alan bir
kısım insanların ideolojik gerekçelerle bu tür yanlışlara meşruiyet
sağladıkları sık görülen bir hadisedir. Tıpkı sol yelpazenin
uyguladığı tavır gibi... Bu tür ideolojiler, belki de kendilerinden
ziyade başka bir zümrenin iktidarının sürdürülmesine yarayan
araçlardır... Zira değişik şekillerde tezahür eden ve hukukla
bağdaşmayan birçok olayın mutlaka bir sahipleneni çıkarak kamuoyu
yönlendirilmektedir ve esas müsebbipler hiçbir surette
sorgulanamamak-tadır. Sağcılığın ve solculuğun bu açıdan misyonları
incelenmelidir...
49 Türkiye'nin bölünmüşlüğünü nazara veren ve bunun sebeplerini
tartışan Hanioğlu'nun "İki Türkiye" başlığını taşıyan makalesine
dayanarak şu görüşlere yer verilebilir: XVIII. ve IX. yüzyıllarda
Fransa ve Almanya'da gelişen materyalizmin etkisinde kalarak ve
"laikliği modernlik büyüsüyle karıştırarak" ideolojisini oluşturan
Türkiye'nin elitleri, "farkında olmadan" yeni bir din yaratmışlardır.
Ancak, bu ideolojiyi meydana getirenlerin hurafe olarak gördükleri
gelenekler ve inançların bilimin gelişmesiyle ortadan kalkacaklarına
dair düşünceleri, beklentilerin aksine bir gelişme meydana
getirmiştir. Bu arada "Türk laikliği" denebilecek ideolojik hareket
"kendi Ortodoksluğunu yaratmış ve taraftarlarının bir bölümünü bir
dinin salikleri haline getirmiştir" (laik insan). Bu anlayışa/inanışa
intisap edenler, kitleleri bu yönde etkilemek için ellerindeki resmi
ve gayr-ı resmi enstrümanları kullanmaktadırlar. Ancak buna rağmen,
modernliğin başka versiyonlarının olması ve materyalizmin etkisindeki
-yegane zannedilen- modernizmden daha başarılı bir şekilde ortaya
çıkması, dava sahiplerini "sukut-ı hayale" uğratmıştır. Dinle
irtibatlı bir değişim ve modernlik hareketiyle beraber, halkın büyük
çoğunluğunun da bu yöne teveccüh göstermesi, ikili bir toplum yapısı
ortaya çıkarmıştır. Ve bu yapının önlenmesi için özgürlüklerin
kısıtlanması yolu seçilmiştir. Bu politikalar, süreklilik arz etmekte
ve devletin kurumlan bu şekilde yönlendirilmeye çalışılmaktadır.
Hatta, bu, inanç haline gelmiş ideolojinin hesabına, sık aralıklarla,
halkın büyük ekseriyetinin tehdit olarak algılayabileceği beyanlar ve
icraatlar yapılmaktadır (Şükrü Hanioğlu, "İki Türkiye", Zaman, 31
Mayıs 2004).
50 Kıbrıs'ta yapılan referandumdan çıkan netice bunun küçük bir
örneği sayılabilir. Benzer bir oylama Türkiye'de yapılsa farklı bir
sonucun çıkmayacağı söylenebilir mi?
51 Belki de bu gerekçelerden dolayı olsa gerek sağ ve hatta
"İslamcı" yelpazede yer alan bazı siyasetçilerin, özellikle bir
önceki cumhurbaşkanının, muhtemelen muhafazakârların kırgınlığını
absorbe etmek için kırk yıllık siyaset tarzının zıddına bir söylem
kullanması bile halkın kanaatleri konusunda -eskisi gibi- bir değişim
meydana getirmedi. Zira halk, siyasetçilerin, bu konularda edilgen
bir konumda olduklarını bilmektedir. Ve görünüşte siyasilere tepki
gösterilmesi olayı açıklayıcı bir mahiyet taşımamaktadır.
52 Yazı kaleme alındığı esnada Mesut Yılmaz Başbakan y^^^g, görevini
yürütüyordu.
53 Mustafa Erdoğan,

You might also like