You are on page 1of 17

OTORİTE VE ANARŞİ

Mehmet Salih ÖZALP

Başlıklar
—Özgürlük
—Toplumsal Evrimin Mekanizmaları
—Etik

Burjuva medyası otorite karşıtı her kavramı çarpıttığı gibi Anarşi kavramını da
çarpıtmıştır. Komünizm, Şeriat, Anarşizm vb. kavramlar neredeyse bütün halkın
iliklerine korku salar gibidir. Ben Şeriat ve Komünizm karşıtı biriyimdir. Komünizmin
emek-sermayeye dayanan sığ özgürlük anlayışı ile Şeriat’ın sınırlayıcı naslarına
sığınacak değilim elbet. Her hakkı hak sahibine teslim etmek ve bütün sansürlenmiş
kavramları gün ışığına teslim etmek, erdem sahiplerinin huyu olsa gerek. Günümüz
dünyasında ılımlı İslam, bıyıklı İslam, şeyhli ve sarıklı İslam insanların pek zoruna
gidiyor değildir. Çünkü burjuva-otorite medyası insanları yenidünya düzenine
hazırlamak için ılımlı İslam’ı da sevimli göstermektedir. Benim burada anlatmak
istediğim Şeriat ve ılımlı İslam değildir. Ancak medyanın nasıl her şeyi çarpıttığına
dair birkaç örnek vererek konuya giriş yapmak istiyorum. Radikal İslam denilen
düşünce tarzı aslında özgür İslam’dır. Burada radikalizmi savunduğum için ürkütmüş
olabilirim, aklını kullanan her birey ve ilgili kişiler bilir ki; Radikal İslam’ın
temelindeki özgürlük sınırlı olsa da ılımlı-sevimli gösterilen İslam’dan çok daha
geniştir. Ilımlı İslam’da şeyhler vardır, ağabeyler vardır, liderler vardır, önderler
vardır, otoriteler vardır ve tartışma yasaktır. Tam bir kurum yapısına sahip olup,
hiyerarşi görülür. Ilımlı İslam zehirli beyaz su gibidir. Oysa radikal İslamcıları tanıyan
her kişi bilir ki özünde “Tanrıdan başka her şeye itiraz hakkı vardır”… Radikal
İslam’ın Peygamberi hata yapabilir. Ilımlı İslam’da ise şeyh, ağabey, önder, halife ve
bütün büyükler hatasızdır. Yumuşak bir teslimiyet vardır. Duyguların teslimiyeti
vardır. Radikal İslam’da zalim yöneticiye karşı çıkmak farzdır, takkıye (köprüyü
geçene kadar ayıya dayı demek) haramdır-şirktir. Ilımlı İslam’da ise her şey mubahtır.
Otoriteye başkaldırmak haramdır ve günahtır. Şimdi sizlere soruyorum “Cemaat deyip
otoriteyi İnsanların zihnine kazıyan akım nasıldır?” Yine sizlere soruyorum
“Emperyalizme radikal bir çıkış yapıp el sıkışmayan akım nasıldır?” İşte otoritelerin
kavramların içini boşaltarak öcü haline getirdiği şeriat aslında Ilımlı İslam’dan
binlerce kat daha iyidir.
Komünizm de aynı şekilde öcü haline dönüştürülüp çocuklara bile ezberletilmiş
iğrenç bir kavram olarak tanıtılır. Liberalizm ve liberal-demokrasi ise yumuşak bir
kavramdır. İnsanlara güzel ve sevimli gelir. Ne var ki Komünizm de sınıfların ortadan
kalkması, emekçi bir toplumun meydana gelmesi ve sermaye ile tanrılık taslayanları
yok etmek vardır. Liberalizm vahşidir, iticidir, yarıştırır, karıştırır, bütün ilişkileri ve
dostlukları paraya dayandırır. Aslında bizim en çok bildiğimizi sandığımız şeyler en
çok cahil olduğumuz konulardır. Çünkü en çok anlatılan çok büyüktür ve iyice
öğrenmek elzemdir. En az duyduklarımız ise az oldukları için bir çırpıyla
öğrendiğimizde büyükleri unuturuz.

Komünizm ve Şeriat verdiğimiz iki kavramdır. İğrendiğiniz ne kadar kavram


varsa aslını araştırırsanız bileceksiniz ki, -belki de- en çok sempatiyle
bakabileceklerinizdir.

Anarşizm! Halk yığınları bu ismi “kaos, düzensizlik, her şeye karşı çıkmak”
olarak anlamıştır. İnsanın duyunca iğreneceği bir kavram olarak sunulmuştur. Peki
niye? Otoritelerin medyasında çirkin olarak tanıtılan ne kadar aydın ve akım varsa
bence okuyup araştırın. Zira otorite yönettiği ve bastırdığı bireylerin özgürleşmesini
istemez. Özgür insan hiçbir efendinin-partinin oyuncağı olamayacağı için otoritelerin
sonunu hazırlar. O yüzden halkın uyuması demek; Otoritelerin ölümsüzleşeceği
ortamın yaratılması demektir. Anarşizm; sözcük anlamı olarak da, terim anlamı olarak
da “Anti-Otorite” demektir. Otorite nedir peki? Otoriteyi şimdiki kavramdan biraz
tarihteki/toplumdaki karşılıklarına bakalım; Efendi, Tahakküm, Zorbalık, Zalim,
Diktatör, Siyasetçi, Diplomat, Müsteşar, Bürokrat, Kral, Tanrılar, Putlar vb. ne kadar
mazlum halkı/halkın büyük çoğunu yöneten sınıf varsa onlara otorite denir. Bir toprak
parçası üzerinde sınırları çizilen bir yerde otorite vardır. Aynı şekilde insanın
özgürlüğünü kısıtlayan aile, duygular, tabular, dogmalar, putlar ve zihinsel otoritelerde
vardır. Zihinsel putların dışa vurumu halk arasında otorite olma duygusunu doğurur.
Bencilik, popülizm, ego-enaniyet vb. psikolojik-duygusal iç oluşumlar yok olmadan
toprak parçası üzerinde ki otoritelerin de sonu gelmez/gelemez.

Otoritelerin oluşması için bazı şartlar gereklidir. Otoritenin kaynağı ise


devlettir. Devletin kaynakları ise şunlardır: Birincisi, toprak parçası İkincisi, insani
öğe, Üçüncüsü, siyasi öğe Dördüncüsü ise, otoritedir.

Birincisi; Toprak parçası: Ülkede diyebiliriz. Feodal sistemlerde bir kral-ağa-


bey olur onun büyük bir toprak parçası olur. Veya modern devletlerde bir ulus olur o
ulusun üzerinde olduğu bir kara parçasında yaşarlar.

İkincisi; İnsani öğedir. Toprak parçası tek olursa otorite oluşmaz. Çünkü onu
dinleyecek, hizmet edecek, köle olacak, ücretle çalışacak ama büyük payın otoritelere
düşeceği bir ortam oluşamaz. İnsani öğe devletin en büyük temelidir, daha doğrusu
ezilen ve bastırılan halk devletin en temel öğesidir.

Üçüncüsü: Siyasi öğedir. Halk arasında yükselen bir sınıf diyebiliriz. Siyasi
öğelerin temeli, Bakunin’e göre “dindir, kuvvettir ve akıldır.” Marksizm’e göre din
devletten türer. Oysa bu yanlış bir analizdir. Tam tersine devlet dinden çıkar. Totemist
veya diğer ilkel dinlere baktığımızda şayet bir kişi bile yaşarsa dinin ortaya çıkması
kaçınılmazdır. Kuvvet ise sermaye-para-işçinin bedeni-kabile veya bir diktatörü
doğuracak azınlığın silahlı-sermayeli gücünün birleşmesi ve bir topluma hüküm
etmesidir. Zaman zaman kuvvetin kaynakları değişse de sonuç itibarıyla bu kuvvetin
temeli yine uyutulan halka dayanır. Bir başka köken ise akıldır. Demokrasi-cumhuriyet
veya sosyalizm... Halkın kendi arasında bir zümreyi baş tacı etmesi, yönetime
getirmesi, onu kollaması vb. şeyler. Siyasi öğeler halkın çoğunluğundan değil
azınlığından meydana gelir. Halklar bir diktatörü meydana getirmek için irade
kullanmışsa demek ki kendisini yönetecek ve kargaşa çıkarmayacak akla sahip
değildir. Oysa kargaşanın olduğu yerde devlet vardır, devletin olmadığı yerde kargaşa
olmaz.

Dördüncü öğe: Otoritedir. Siyasilerin dış ve iç düşmanlara-halka karşı


kullanması gereken yeterli silah ve askeri-polisi güce sahip olması ve halkı kontrol
etmesidir.

Devletin ve devletten doğan otoritenin kaynağını tespit ettikten sonra


Anarşizmin daha somut amacını da anlayabiliriz. Toprak parçası ve İnsani öğe doğal
bir haktır. Doğada ki bütün canlılar da kara parçası ve üzerinde yaşayan canlılar vardır.
Siyasi öğe ile otoriteye karşı çıkmak ve onu doğal süreçlerle ortadan kaldırmaya
Anarşizm diyebiliriz. Aristoteles “İnsana siyasi hayvan” demiştir. İnsanı hayvanlardan
ayıran tek şey siyaset değildir. İnsanın temel özellikleri; ahlak, bilgi, düşünce,
simgeler, aletler vb. birçok şey sayılabilir. İnsanlardaki bu özelikler hayvanlarda az
olursa bile insanın daha gelişmiş olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

***
ÖZGÜRLÜK

İnsan özünün gürleşmesi ve ruhun belirginleşmesi “kişinin istediğini yapması” olarak


anlaşılmaması gerekir. Özgürlük kesinlikle diyebiliyoruz ki; kişinin her dilediğini
yapması değildir. Özgürlük; istediğin her şeyi sınırsız yapmak ve soytarıca bir hayat
sürmek olsaydı; şüphesiz ki hayvanlar en özgür varlıklar olurdular. Hayvanlar özgür
değildirler, onlarda “öz” değil içgüdü(çevreye göre yaşama) vardır. Onlarda “öz”
yoktur. İnsan da ise “öz” vardır. Kelime anlamında da anlaşılabileceği gibi bu “öz”ün
yakalanması “gür” bir şekilde ortaya çıkması özgürlüktür. İnsanın özü canlıdır,
dinamiktir. Ne yazık ki bembeyaz bir yaprak gibi olan İnsan zihni/aklı/düşüncesi/özü
veya ruhu deneylerle/tecrübelerle doldurulur. Bembeyaz sayfaya ne yazılırsa o İnsan
ölene dek orada öylece kuruyup kalır. İnsan doğarken bembeyazdır-saftır. Çocukluk
devresinde ona diretilen ne varsa zihnine kayıt edilir. İnsanın saf zihni çevredeki
bilgilerle kaplanınca özgürlük de tamamıyla sınırlandırılmış olur. Ergenlik denilen
çağda çocukluk devri biter yeni bir devir başlar. Özünü yitirmiş olan birey kendine
yeni bir kimlik arayışına girmek zorunda kalır. Çocuk özgür değildir sadece öz’ün
şekillenme devridir. Tamamıyla içine kapanıp öylece çevredeki modellerden etkilenen
insan; hep taklit edebileceği birini aramak zorunda kalır. Marksizm’in tarihe hesap
vermesi gereken noktalardan birine temas etmek istiyorum. Marks Filozoflar şimdiye
kadar açıkladılar, biz değiştireceğiz ilkesi tabu haline getirilip Felsefe bir öcü, boş
anlamsız bir sorgu gevezeliği gibi anlaşılmasına yok açmıştır. Marks’ın büyük
hatalarında biri olan bu davranış, kişinin özünü bulmasına da engel teşkil edebileceği
bir gerçektir. Felsefe, hayata saf zihinle, bütün tecrübe-i ve deneysel bilgilerden
arınarak her şeye ilk görmüş gibi bakmayı öğrenme sanatıdır. Felsefesiz bir hayat
demek özgürlüğün yok olup tamamıyla vahşi ilişkilerin gelişmesi demektir.
Özgürlüğün var olabilmesi için kişinin bütün çevre şartlarına sorgu ile yaklaşması ve
kendisine özgür bir kimlik inşa etmesi gerekir. Yoksa emek-sermaye sentezi ile veya
bilimsel-katı şartlarla özgürlük insanın özünün içgüdüsel bir hayata dönüşmesi
demektir. Felsefenin özgürlüğün anahtarı olduğunu hatırlattıktan sonra insanı
çevreleyen kirlilikten söz açmak istiyorum.

Marks’ın tarihe uyguladığı diyalektik materyalizmi tümüyle kabul etmekle


beraber, özgürlüğün kesinlikle salt emek karşılığını almakla olamayacağını kabul
etmek zorundayız. İnsanın saf zihni; aile, çevre, devlet ve bütün otoriter tecrübelerin
şekillendirdiğini tartışmaya götürmez bir gerçektir. İnsanın özünde hiçbir tabu-dogma
yoktur. Onu yaratan ile besleyen insandır. Zihnini dokunulmaz kurallarla babadan
devir alan insanın bunları kaldırmak için mücadeleci bir sorguya ihtiyacı vardır. Zaten
eğer otoritelerin çöktüğü bir komünde, kesinlikle insan ergenlik çağına kadar korkusuz
bir şekilde özünü bulacaktır. Bireyi sarmalayan dokunulmaz dogmalar sayısızdır.
Hepsi birbirinin türemesi olmasının yanı sıra çok farklı şekillerde insanı şaşırtmaya da
müsaittir. Dinin tabuların başında geldiğini hiç kimse inkâr edemez. –Din afyondur-
sözü doğrudur ve yerindedir. Bu söze mutlak derece keskin bir kural olarak
anlamamak için şöyle bir örnek verelim: Uzakta gördüğünüz ormanda ki bütün ağaçlar
yeşildir. Yapraklarda yemyeşildir. Aristoteles’in temelini attığı mantıkta da bu yöntem
esastır. “İnsanlar ölümlüdür, o halde Aristo ölecek” mantığı bizce doğaya aykırıdır.
Ormanın bütün ağaçlarının yaprakları yeşildir, oysa yakınına gidip ormanı
gezdiğinizde bir tane bile olsa bir sarı yaprak görebilirsiniz. –Din afyondur- bu
mantıkla gidersek gerçekten çok önemli bir ipucu yakalarız. Ancak din halkın %99’u
için afyon olsa da %/1’i için afyon değildir. Din İbn-i Arabî için afyon değildir. Hz.
Muhammed için afyon değildir. Ancak bütün halklar için tabudur ve aşılmazdır. Her
zaman keskin-radikal söylemlerden kaçışmak, onda bir şüphe payı bırakıp birazda
doğal mantıkla hareket etmek daha uygundur. Gerçekten de hiçbir din kurucusu dini
değil kendisini bulmuştur. Her din önderi kendi çağı içinde öğrenilmelidir. Dinden
kastım sadece tanrı buyruklarına bağlı kurallar manzumesi değildir. Laiklik,
Pozitivizm hatta Materyalizm bile din olabilir. Bilimler bazen dinsel bir inanç haline
gelebilir. Aristo’nun dünya merkezli evren görüşü bir bilimsel veriydi ancak onun
Kilise tarafından diretilmesi tamamıyla tabuydu.

İnsanın zihnini sınırlayan ve özüne ulaşmasını engelleyen birçok dogmadan


söz ettik. Dogmalar insanın içinde şekillenmez. Tamamıyla ampirik süreçlerle dıştan
insanın zihnine bulaşır. İnsan zihni her ne kadar beyaz sayfa gibi olsa da onun da bir
şablonu vardır. Bazen içine almadığı şeyler olur. İnsan zihnine önceden bulaşmış
dogmalardan yola çıkarak yeni bilgilere karşı çıkması onun gelişmesini engeller.
İnsanı toplumun şekillenmiş otoriteleri arasında bırakan somut dogmalar zihni
şekillendirir. İçteki dogmalar birer duygu haline dönüşebilir. Somut toplum
dogmalarından söz açmak istiyorum. Aile çocuğa kapalı bir iç kuşatmadır.
Duygusallıklarıyla devlete destek veren din gibi anne her zaman aile ölçütlerinin bir
din temsili yetidir. Çocuğa sevgisini kendisine itaate çevirip tıpkı çarmıhta sizin için
öldüm bana tapın der. Mülkiyet ailenin iç özeli olduğu için miras yolu ile tamamıyla
egoist ve halk yardakçısı çocuk hazırlamaya yarar. Mülkiyet çocuğa bekçiliğini
yapacağı şeyleri öne sürerek insanın özgürlüğünü kısıtlar. Yine çocuğun toplum
arasında eşitliğe sahip olmadığı arkadaşlarına kıskançlığı kabarır. Çocuk aristokrat bir
ailede ise kendisini diğerlerinden farklı görüp kendisine sülaleye dayalı bir kimlik
bulur. Ve onu muhafazaya hazırlanır. Diğer çocuklardan daha aşağı hissi ise çocuğu
bir çelişkiye sürükler. Ailesiyle parlak diğer çocuklara karşı bir kıskançlığı deneye
dayalı olarak ortaya çıkar. Çocuğun çelişkili bir dünyada-çevrede oluşması mümkün
değildir. “Özgürlüğünün olgunlaşması için daha çok beklemesi gereken çocuklar bu
sefer “öz”ün gürlemesi yerine “kıskançlığın-yarışın” gürlemesi” meydana gelir.
Çocuğun erginliğe adım atarken “ben kimim?” demesinin en büyük nedeni çelişkili bir
hayatta yaşayıp hep yarışa kendisini kaptırıp özünü kayıp etmesinden kaynaklanıyor.
Geçmiş evliyaların on yıllarca çöllerde sessizce gezmesi, peygamberlerin hep bir tenha
yer araması bizlere çok şeyi öğretmiş olmalıdır. Zira sessiz kalmak kıskançlığın, kinin,
nefretin, karşılaştırmanın, taklidin yerine; tamamıyla doğal süreçlerle özünü dinlemesi
ve onunla baş başa kalmasıdır. Toplum ne kadar çok çelişkili ve kalabalık ise o kadar
çok az özgürlük olur. Kolektivist-Anarşizmin burada ön gördüğü şey insanların
yetiştirilmesinden tutun yaşamasına kadar herkesin emek-sermaye çelişkisinden
kurtulup tamamıyla “yaşamak için çalışması”, başkasına malıymış gibi bakıp kendisini
onda görmek istememesi, özgür insanların türeyip toplumsal eşit-özgür bir dünyanın
meydana gelmesidir. Bireysel-Anarşizm’in yapması gereken, kendi özgürlüğü yerine
bütünsel bir enerjiye yükleyip Kolektivist-Anarşist bir ruh meydana getirmesidir.
İnsanlığın tek başına yaşaması mümkün olmadığı için çözümler bireye yönelik
olmakla beraber topluma uygulanabilecek çözümlerinde üretilmesi şarttır.

Baba-Anne aslında hayatlarında yapamadıklarını çocuklarında görmek isterler.


Bir baba doktor olmak istemişse ve başarmamışsa çocuğunu ona yöneltir. Annenin
tercihi öğretmenlik ise bu sefer çocuk ikili-çelişkili bir zihin meydana getirir. İki şeyi
aynı anda yapamadığı için özünü de unutur. Babalara-Annelere öğüt vermek ve onlara
çocuklarının isteklerine karışma demek elbette güzeldir. Ancak kahraman olan
babadır, şefkatli olan ise annedir. Çocuğun örnek alacağı kişiler ise onlardır.
Çocukluk-Gençlik ailedeki fertler dışındaki diğer bireyleri hep takip telaki ettiği için
kısır isteklerle “öz” benliğini unutur olur. Ne kadar özgürce tercihler verdiğini sansa
da tamamıyla zihnine kazınan çevre tercihlerinden öte bir tercih yapmıyordur. Çocuk
yaşlarda aileden uzak yaşayıp yerleri sık sık değişken çocuklar daha özgür olurlar.
Bilgelerin hayatlarına baktığımızda ne kadar ailesiz yaşamışlarsa o kadar çok özlerini
yakalamıştırlar. Hz. Muhammed babasız-annesiz aynı zamanda sık sık yer değiştirdiği
içindir ki çağların içinde özgürlüğü ifade eder benim için.
Devletin doğasında insanı sisteme bütünleşmiş etmek; ona göre eğitmek ve onu
istediği hukuksal sınırlar içerisinde yaşatmak olduğu için en büyük özgürlük düşmanı
bizzat devlettir. “Ne kadar çok devlet o kadar çok sorun, ne kadar az devlet o kadar az
sorun” diyen A.Öcalan haksız değildir. İnsanın kişisel kurtuluşunu esas almadan
tamamıyla kentli işçileri örgütlemek amacı güden Komünizm hiçbir zaman ütopyasını
gerçekleştiremeyecektir. Proleter diktatörlüğü esas alıp tepeden inme bir devrimi ön
gören Komünizm; her şeyi salt emeğe dayandırmıştır. Komünizm’e saldırırken “Her
şey ekmek midir?” diyen Seyyip Kutup’un amacı her ne kadar farklı olsa da söylediği
söz doğrudur. Nietzsche’nin anlattığı “Üst İnsan” aslında bizim ütopyamızın da temeli
olsa gerek. Komünizm’in ilk elden aydınlarından More’nin “Ütopia” kitabı bir
ütopyayı ifade eder. Özgürlüğün ütopyası bile güzeldir. More’nin ütopyasına ulaşmak
için Marks’ın değil Bakunin’in yöntemi daha akıllıcadır. Hepimizin ulaşmak istediği
eşit-özgür bir toplumdur. Ancak Komünizm Asya’nın nerdeyse hepsini proleter
diktatörlükle yönetmesine rağmen başarısız olmuştur. Başarısızlığının nedenini salt dış
güçlerle açıklamak körü körüne bir inançtır. Sovyet dış güçlerle değil içinde
bulundurduğu çelişkilerle beraber çökmüştür. Çünkü bireylerin soytarıca özgürlük ve
zaman geçirme durumlarını, eşit bir topluma dönüştürmek çetin yoldur. Bireyleriyle
hazcı toplumların içinde devlet-sermaye ve otoriteler yıkılsa da kısa bir sürede yine
inşa olurlar. Özgürlük sadece özünü yakalamak değil aynı zamanda eşit olmaktır.
Eşitliğin temeli özlerin gür olması/dışa çıkmadır. Aynı zamanda özgürlüğün yetişmesi-
büyümesi için de eşitlik esastır. Bu eşitlik soyut değiş somut olmalıdır.

Kişi özünlüğünü ortaya koyabilmesi için her şeyden önce gülmeyi-coşmayı


öğrenmesi gerekir. Acının kutsal, sevincin ise ayıp olduğu bir çevrede hiçbir zaman
sermaye yok olmayacaktır. Acı çeken, zorluk çeken ve hayatında hep ağlayan biri üstat
kabul edilir. Onun vereceği bilgiler kutsanır ve insanlar arasında ne kadar çok acı o
kadar çok olgun demektir. Peki, hayatını coşarak, dans ederek, özünü yakalayarak,
sorgulayarak ve tabularını aşarak özgürleşen biri üstat kabul edilir mi? Kesinlikle…
Toplum ne kadar çok acı çekiyorsa bireyde o kadar acı çekecek ki ona değer verilsin.
Toplumlarda gençlerin-çocukların küçümsenmesi hep öğüt kutusu olarak
anlaşılmasından kaynaklanıyor. Toplumların zihin altında acıya değer vardır.
Hayatında kavga yapmamış, fiziksel güçten hoşlanmayan, aldatmayan, ikiyüzlü
olmayan hep toy olarak kabul edilir. Olur-olmaz en özgür bireyler bile kirli
toplumların içinde kala-kala kirlenmiştirler. Evliyaların-Sufilerin şu sözü ne kadar da
manidar: “İnsanlardan uzak dur…” Sufilerin çıkışı devletin-otoritenin olmadığı bir
yerlere çekilmektir. Onları protesto edip “ben yöneticisiz, çobansız yaşayabilirim”
demektir. Oysa Sufiliğin kendisi bile bir devlet mekanizmasının çarkıdır. Dinler,
Mistikler vb. bütün akımlar hiçbir şekilde Marksistlerin anladığı gibi devletten
çıkmamışlar.. Tam aksine onlara tepkidir ve daha sonra onların temelidir. Tasavvuf
devletlere karşı çıkarken, tasavvufun tarikatlar haline dönüşmesi devletin daha iyi
kontrol edip onları bir yapı olarak yönetmesi olmuştur.
Özgürlük; Özü yakalamaktır, kimliğini başkasından değil özünden almaktır,
doğal olmaktır, fıtrata uygun hareket etmektir, dinleri aşmaktır, dindar olmak değildir,
dinci olmak da değildir, bütün yapıları bir bütün olarak deşmektir, kolektif yaşamaktır
ancak parça olmamaktır, toplumcu olmamaktır fakat toplumda yaşamaktır, coşkuyu
her an yaşayabilmektir, ileriyi değil geriyi de değil Buda’nın dediği gibi “bulutların
sürüklendiği gibi sürüklenmektir”, planlı yaşamamaktır, hesaba göre yaşamamaktır,
paraya kul olmamaktır parayı esir etmektir…. Bir Abbasi halife der ki bilgeye –Dile
benden ne dilersen- Bilge der ki –Kulumun kulundan ne dileyeyim ki- Halife paraya
kul olmuştur, para ise zaten bilgenin kuludur….

Özgürlük; Özgürlük tıpkı din ve sermaye gibi devletin de “özgürlükçü”


kampına dönmüştür. Onu savunmak demek oncu olmaktır. Oysa ney-ci- olursan
sadece –ci- sin. Özgürlük her istediğini yapmak değildir aksine hırslarına pranga
vurmaktır. Özgürlük “Seks” yapmak da değildir onu önce aşmak sonra en üst aşamada
yapabilmektir. Çiçeği, gülü, renkleri, sanatı, aşkı, sevgiyi harmanlayıp fiziksel seksi
sadece bir araç yapmaktır. İnsanlar neden hiç fiziksel sekse doymuyorlar? Neden
sürekli kadın değiştiriyorlar? İşte bunun sırrı “özgürlük” tür. Kadının bedeni, erkeğin
bedenini putlaştırmaktır onu sürekli değiştiren. İnsanlar neden sürekli din değiştirirler?
Çünkü onlar dini put edinmişler. Aynı şekilde kadının bedeni erkek için bir put
olmuştur. Belli bir vakitte onu tavaf eder; onunla kısa bir fiziksel-yüzeysel zevk duyar;
bu fiil tekrarlandıkça sahte olduğu için kayıp oluverir. Zevkin kadın değiştirerek
gerçekleşebileceğini sandığı için bir türlü mutlu olamaz. Fahişelerin türemesi
nedendir? Türbelerin türemesi nedendir? Mabetlerin çoğalması nedendir? Çünkü onun
sahte mutluluğunu yaşarlar. Onunun “özünü” ve “gürleyen” sesini dinlemezler. Sadece
kabuğuna takılmışlar. Sadece tapmışlar, sadece kul-köle olmuşlar. Özgür olmak bir
şeyleri devirmek değildir. Devirdikten sonra ne çözüm önereceğini bilmektir. Zaten
çözümü olan onu içerler ve uygulanabilirse uygulanır. Özgürlük, dinleri eleştiri
yağmuruna tutup sap gibi ortada kalmak da değildir. Özgürlük, dinsizliği öcü
göstermek değildir… Özgürlüğün kökeni yoktur sadece “öz”dür. Özgürlüğün gür
sesini dinlemek onu yaşayabilmek ve her alanda his etmektir.

***

Burjuva medyasının çarpıtmalarından olsa gerek, halkın zihnindeki Anarşi


“bomba patlatmak, cam indirmek, sokak ortasında halka korku salmak vb.” olayların
canlanmasıdır. Kaos olarak ifade edilebilecek böyle bir zihin kaymasının asıl adresi
otoritelerin olduğu yerlerde olur. Kaosun kökeni halkın arasında değil, otoritesiz bir
yaşam da değil aksine devletin bizatihi varlık mekanizmasındadır. Hangi ülkede ne
kadar genel kurmayın, subayların, generallerin isimleri ne kadar çok bilinirse bilin ki
orada o kadar kaos vardır. Devletin üzerinde durduğu önemli temellerden biri de
“egemenliktir”. Egemenlik polisiye güce ve silaha dayanır. Silah gölgesinde özgürlük,
sermaye gölgesinde ise eşitlik olmaz/adalet olmaz.
…Lucy adında genç taksi sürerken… Karşısında ki manzara korkunçtu. Polis
arabasını geçmeye çalışan gencin önünü kesip onu kalabalık bir polis grubu
tarafından saldırıya uğradığını görünce ettiği her kelime polis grubunun ona
saldırısını daha da şiddetlendirmişti. Baştan aşağıya kanlar içerisinde kıvranan halk
arasındaki Lucy’e atılan dayak yetmiyormuş gibi fişlenip emniyete götürülmüştü.

Devletin temelini oluşturan dinamitlerin bizatihi kendileri kargaşadır. Halk


arasındaki güçlü çetenin kendisidir devlet denilen yapı. Anarşi denilince canlandırılan
kasoun kökeni güçlü yapıların hukuku, askeri gücü ve en önemlisi
ekonomiyi/sermayeyi elinde bulundurup bütün halkı sömürüp bir güçlü burjuva sınıfın
oluşmasıdır. Marks’ın somut şeklide ortaya atmış olduğu sınıfların çatışması “devlet
ile halk” arasında sürüp gider. Kadın haklarının bağımsız başlık altında
değerlendirilmesi hiçbir zaman başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü Kadın-Erkek
çatışması, İslam-Hıristiyanlık, Sünni-alevi, Kürt veya Türk çatışması yoktur. Otoriteler
ile halkın çatışması vardır. Devleti yöneten güçlü sınıfın çoğunluğu Türk ise buna
karşı Kürt hareketleri direnir. Günümüzde Kürt burjuvazisi meydana geldiği için artık
gelecekte Kürt-Türk değil başka bir şekilde meydana gelecektir. Örneğin Emevi
handanlığına karşı Kürt-Türk-Fars ve diğer sığınak/mevali kabul edilen halklar “Ehl-i
Beyt” kavramıyla karşı çıkıyordular. Sünni İslam, ortaçağ burjuvasını temsil ederken
“Ehl-i Beyt”, “Alevilik” “Mu’tezile” veya “Haricilik” halkı temsil ediyordu. Halkın o
veya bu dönemde kalkıp direk olarak sebepsiz (sermaye zihinlerde olsa da, onun salt
kullanılması) burjuvaziye karşı çıkması mümkün değildir. Gizemli kavramların
kullanılması daha uygun oluyor. Halk mecburen dine sarılarak, demokrasiye,
sosyalizme sığınarak kazanması söz konusu oluyor. Halkın baskı altına alınması salt
silah sağlanamadığı zaman; din, demokrasi ne varsa otoriteler tarafından çarpıtılarak
kullanılır. Günümüzde Anadolu da yükselen otoritelerin Sol kavramları çarpıtması,
diyaneti kullanması tesadüf-gönülsel bir şey değil otoritelerin güçlü kılınması içindir.
Siyasetin temeli en çok kandıran, en çok vaatlerde bulunan, en çok gündemi saptıran
partilerin yükselmesi halkın seçimi değil burjuvazinin yüzleri tazelemesinden başka
bir şey değildir. Demokrasilerde olsun, tiranlık, teokrasi veya herhangi bir yönetim
tarzı olsun bütün siyasi yöneticilerin seçimi proleter sınıfın seçimiyle değil, burjuva
otoritelerin oyuncu mekanizmalarının birer ürünüdürler. Burjuva bir sürü yüz medyaya
çıkarır. Halkçısı, dincisi, demokratı her yüz vardır ama hepside otoritelerle
anlaşmalıdır. Halk hangisini seçerse o yönetir. Bıkkınlık olduğu zaman alternatifler de
farklılaşır. Ortaçağda yönetimler demokratik yollarla seçilmedikleri için gerilla
hareketleri veya halk isyanlarıyla gerçekleşirdi. Halk isyanları olgunlaştığı zaman
burjuvazi aynen yerinde kalırdı, değişen yönetimler-yönetim şekilleri olurdu. Mekke
aristokrat yönetimin zorbalığına karşı direnen köle sınıfı Hz. Muhammed’in
önderliğinde birleşmiştiler. Ancak devrim sonrası değişen sadece şekil-önder oldu.
Ebu Süfyan ailesi eskisi gibi yönetime girmiş oldu.. Yine Roma imparatorluğuna karşı
Spartaküs etrafında örgütlenen köleler başarısız oldular. İsa’nın dinsel motifli hareketi
ise ölümünden 300 yıl sonra gerçekleşen devrim olgunlaşana dek hep bastırıldı. Roma
devletinin çelişkileri derinleşince yöneticiler dinlerini değiştirerek Roma’ya yeni şekil
kazandırdılar. Oysa değişen sadece şekiller-motiflerdi kalanlar ise yönetimdeki
burjuvazinin kendisiydi. Yarı Tanrıların yeni sığınağı Kiliseler oldu.
Ortaçağa has olmayan devrimler Komünist devrimlerde de işledi. Rusya’da çara
karşı gerçekleşen proleter diktatörlük kısa bir sürede eski haline döndü. Çin’de ise
zaten şu anda proleter diktatörlükten söz edilemez. Kuba’nın devrimi yavaş-yavaş
kapitalizme taviz vererek yıkılmaya mahkûm ediliyor. Marks’ın sentezleri doğrudur
ancak proleter diktatörlük alternatifi sadece geçicidir. Burjuvazi yıkılabilir, hiçbir
zaman yok edilemez. Ortaçağdaki dinsel halk hareketleri ile yakın zamanlarda ki
sosyalist devrimlerin hiçbir farkı yoktur. Köprü geçildikten sonraya kadardır her şey.
Saydığımız tarihsel örnekler kanıtlamıştır ki devrimlerin, direnişlerin hiçbir faydası
yoktur. Diktatörlüğün burjuvalısı-burjuvasızı yoktur. Thomas More’nin Ütopia/Ütopya
ile başlayan proleter diktatörcülük (Komünist) örneği sadece bir Ütopyaydı. Ve Marks
bunu bilimsel sosyalime çevirdi. Ancak bütün tarihsel deneyler gösterdi ki çabalar
sadece oyalanıştır/kaçıştır. Sovyet yıkıntıları üzerine inşa edilen Marksist teori
dinleşti/dogmalaştı. İnanç haline geldiği gibi işçi sınıfını tatmin etmez duruma geldi.

Anarşist Ütopya hem güzel hem de uygulanabilirlik durumu vardır. Nitekim


devrimlerle değil evrimlerle uygulanan örnekleri olmadığı gibi, Kapitalizmin vahşi
pençelerine verilecek en güzel hayat tarzını vaat ediyor. Kolektif yaşam tarzını küçük
komünlerle deneyimleri hayata uygulayıp onu dünyanın halklarına yaymak evrimle
gerçekleşebilecek bir hayat tarzıdır. Anarşizm’in eşit-özgür toplum yaratmak kaos
değildir, aksine düzendir. Kapitalist/Komünist devletlerdeki diktatörler ile halk
sınıflarının çelişkili çatışmaları sonucunca kaos doğar. Diktatörlük-otoriter
yönetimlerin sunacağı kaosları düşünmeden Anarşiye kaos demek burjuva medyasının
az önce belirttiğimiz gibi çarpıtmalarından başka bir şey değildir.

***
TOPLUMSAL EVRİMİN MEKANİZMALARI

Hayatın anlamını, varlığın (ontoloji) varlık felsefesini, insanın oluşumunu,


canlıların davranışları ve bütün bir evrenin oluşumunu bizlere anlatan tek kavram
“evrim”dir. Evrim olmadan hiçbir şeyi anlayamayız. Hiçbir şey kendiliğinden/öylesine
var olması mümkün değildir. Varlığın, canlıların, toplumların değişimini-dönüşümünü
bize anlatacak “evrim” olduğu için, evrimin çalışma mekanizması dikkate alınmadan
toplumsal ferahın temelleri atılamaz. Soyut kavramlarla toplumun ilkeleri
oluşturulamaz. Tarih felsefelerine göz attığımızda akıl ile çelişen birçok kuram
bulabiliriz. Tarihi yönlendiren yöneticiler, krallar, kahramanlar, doğaüstü güçler
değildir. Live N. Tolstoy’un dört ciltlik “Savaş ve Barış” adlı eseri roman boyunca
başarılı bir mesaj verirken, aynı zamanda tarihsel ciddiyetini korurken; eserin sonunda
yer alan kaderci tarih felsefesi eleştiriye mahkûm edilmiştir. Tolstoy gibi ünlü bir
düşünürün bu kadar feci yanlışa düşmesi üzücüdür. Tolstoy gibi tarih felsefesi
noktasında kaderci düşünen birçok düşünür bulunur. Tarihin temel dinamitlerini
oluşturan başka bir felsefe tarzını ise “Bilimsel Sosyalizm” denilen Marks’ın “Tarih
sınıfların çatışmasıdır” tezidir. Marks doğru olmakla beraber tarihin asıl
mekanizmasını değil ikinci aşamasını dile getirmiştir. C. Darwin’in organik evrim
teorisinden esinlenerek oluşturulan insanlar arası “Sosyal Darwinizm” teorisi de insan
yaşamı için vahşet olduğu gibi, uygulanabilecek hiçbir yönü yoktur. Sosyal
Darwinizmi mantık olarak doğru olarak kabul etsek dâhi, insan yaşamını diğer
hayvanlarla kıyaslamak büyük hatadır. Hayvanlarda içgüdü davranışlara sürükler.
İnsanlar ise olayları akıl ile düşünür ve karar verir. Sosyal Darwinizm’in doğada
uygulanması doğrudur, doğadaki evrimsel mekanizmaları olduğu gibi toplumlara
uygulamak yanlıştır. Sosyal Darwinizm’in ilkelerini aşmadan onun doğada ki evrim
mekanizmasının yerine; insan aklını koyarak evrimin ilkelerine sadık kalabiliriz.
Doğru olan İnsanın organik bağlamında hayvan olduğudur. İnsanın diğer hayvanlardan
zekâ olarak çok ileride olduğunu tespit ettiğimizde hayvanlardan insanı ayıran
kavramın “özgürlük” olduğunu hatırlayacağız. Özgürlük demişken Liberalizm’in
sevimli aynı zamanda vahşet dolu toplum anlayışına da değinmek gerekir. İskoç düşün
bilimcisi Adams Smith’in meşhur “bırak yapsınlar, bırak geçsinler” sözü görünüşte
özgürlüğü hatırlatıyor. Liberalizm’in “yarıştırıcı, karıştırıcı” özgürlük anlayışı gerçek
değildir. Kimi insanlar aç iken ekmek için çalışır, kimi insanlar aç insanları çalıştırarak
onun bilek emeğinden sermaye yükseltir. Oysa yarışlar adil olmalıdır. Makineleri,
Fabrikaları, Piyasayı, İşçiyi elinde bulunduran ile anadan doğma hayatta kalma
mücadelesi veren birinin “yapsınlar, geçsinler” sözü özgürlüğü değil esareti doğurur.
Görünüşte yapsınlar-geçsinler alımlıdır, oysa bir avuç insanın geniş halk kitlesini
kontrol altına alıp, piyasayı belirlemesi ve insanları çalıştırarak güçlenmeleri, köleliğin
yeni sürümü olan “ücretli” köle toplumunu meydana getirir ve şuan ki dünyamız ne
yazık ki bu vahşetin pençesinde. Toplumsal evrimi gerçekleştirecek olan “sermaye-
ekonomi” insanları vahşileştirip hayvanlardan daha duyarsızlaştırır. Liberalizm’in
vahşi kapıştırıcı mekanizma örneğinin insanları ne hale getirdiğini görüyoruz.
Liberalizm kadar olmasa da sonuç itibarıyla “proleter-diktayı” savunan Marksist
söylem, halkı tek parti-tek zihniyet-kahramanlarla yönetim arzusu insanları farklı
şekillerde bu sefer sermaye-ekonomi yarışı dışında, diktatörlük-kahramanlık yarışına
sürükler.

Emek-Sermaye, doğru-yanlış, hak-batıl, kahramanlar-halk, kader-insan


kıskacında tarihi ele almak onu kısırlaştırmaktır. Örneğin bütün dinlerde “dedikodu
yapma, hırsızlık yapma, zina yapma, faiz haramdır” denir. Hırsızlığın, dedikodunun,
faizin kökeni ise zaten var olan durumlar ise kimse durduramaz. Dinlerin yönlendirici
gücü ortam müsait olduğu sürece geçerlidir. İnsanlar yeri gelince Faizi-kar payı,
hırsızlığı-ihtiyaç, zinayı-cariye, çok eşlilik veya başka yollarla yani hile şerri
diyeceğimiz yöntemlerle yapabilirler. Hak-Batıl arasında toplumların evrimini
belirlemek mümkün değildir. Emek-Sermaye arasında da tarih akmaz. Kimi zaman
servetler az lüks, gurur, keyif, yalakalık veya başka şeyler için gözden çıkarılır.
İnsanın gururu kimi zaman emeği de-sermayeyi de yener. Yöneticiler çoğu kes doğru
bildiklerini değil halk yardakçılığı yaparak karar verirler. Burada yöneticilerin değil
halkın istekleri genelde yöneticileri bastırabilir.

Toplumu eviren mekanizmalar ekonomi, din, hukuk, kahramanlar vb. birçok


kavram sıralanabilir. Ancak kavramların arkasında gizli olan Marksist teorinin aksine
“sınıf savaşımı” değil “var olma duygusudur”. Tarih sahnesinde sınıflar savaşır bu
doğrudur. İnsanlar para kazanmak için her kavramın arkasına da sığınır. Nasıl ki
ekonomi için kavramların (tanrı, ahlak, din, dil vb.) arkasına gizlenme vardır, aynı
tarzda insanlar “ön plana” çıkmak için sermaye kavramını da kullanırlar. Burada
sermaye ulaşılması hedeflenen üst değer değildir. Sermaye için diğer kavramlar
yönlendirici değil kullanıcı araçlardır sadece. Sermaye ön plana çıkmak için en ideal
yol olduğu için sermaye kavramı diğer kavramlar arasında ulaşılması gereken bir üst
kavramdır. Organik evrimin mekanizmalarından “ihtiyaçlara göre” seçimi insan yapar.
İnsanın diğer canlı türlerinden farkı olan “özgür olma” öznesini göz ardı etmemek
gerekir. Siz bir adaya dünyanın bütün servetini yığın, başına da sadece bir insanı
bırakın. Belli bir süre sonra ona iki seçenek sunun 1: Tek başına, bütün servetin
üzerinde durup burada son model teknolojik olanaklarla mı hayat sürmek istersin
yoksa 2: sıradan ama insanlar arasında itibarlı biri mi olmak istersin. İki seçenekten
hangisi seçilir sizce? Elbette ikinci seçenek… Servet sadece bir araçtır. Mutluluk
servette kesinlikle değildir. Servet için tarih boyunca insanların birbirlerine köle
olmaları, sadece hayatta kalma mücadelesidir. Servet için birçok şeyin gözden
çıkarılmasının kökeninde sömürünün katılaşması yatar. Varsayalım servetin olmadığı
bir dünyada yaşıyoruz. Dininde, emeğinde, sermayenin de, ırkların da vb. bütün
sınıflara bölen kavramların olmadığı bir dünyada yaşasak bile, insan özgürlük
için/kendisini ifade etmek için mücadele edecektir. Sınıfsal mücadele sonuç
vermeyeceği için, kişilerin var olma duyguları ahlaki-bilinçli davranışlarıyla
komünlere yansıtılabilir.

***

Gördüklerimiz, giydiklerimiz, okuduklarımız, dokunduklarımız ve


beslendiğimiz yiyecekler bizleri oluşturuyor. Beynimizi, bedenimizi ve özümüzü
oluşturanlar kısaca “biziz”. Müzik dinlediğimizde ruhumuzu şekillendirdiğimizi
unutmayalım. Boşuna dememişler müzik ruhun gıdasıdır. Saldırganlaştıran müzikler
ruhumuzu doyurmaz, hep boşluklar bırakır. Gördüklerimiz doğa ruhuna ters, devşirme
olması halinde görme ihtiyacımız kısıtlanır. Çağımızın olmazsa olmazı bilgisayar-
internet birçok imkân sunmasına rağmen, bizim göz göze gelmemizi engeller. Kentin
yapay tasarımı dışında, doğa seyahatleri, insani ilişkiler ve sosyal aktiviteler bizlere
aidiyet duygusunu vererek, internetin yapay camı dışında gerçek hayatı his ettirerek
“öz” varlığımızı oluşturur.

Ne ile besleniyorsak oyuz. Kaba zevkler için hayvancılık çevremizi, hayvan


etinden beslenmek de kişiliğimizi bozar. Ette protein vardır, fazla proteinde zararlıdır-
yağ yapar. Doğada duran meyveler, sebzeler koparıldığı zaman bitkiler zarar görmez.
Elma, erik, muz vb. meyveler yenilmek için bekliyor. Hayvanlar ise bizim gibi birer
canlı varlıktır. Onları öldürmek toplumsal, kişisel olarak insanda,
öldürme duygusunu meşrulaştırır. İnsanın kendi istekleri başkasına zarar verdiği yerde,
onu sınırlanması sorumluluğu insana verir. Özgürleşmek için kendi “öz” varlığının
kararlarını uygulamak, onu pratiğe dökmek “ben varım” demektir. Peygamberlerin,
Filozofların kendilerine uyulması gereken listeler çıkarmaları öz benliğin his edilmesi
içindir. İnsanın gerektiği yerde kendine “dur” demesi ve kendine hâkim olması öz-
güveni meydana getirir.

Sorumsuzluk, -bana ne- demek, alaya almak; insanı her zaman saldırgan
yetiştirir. Toplumu bin kere yenilerseniz “kişilerin” sorumsuz olması toplumda terör
estirir. O yüzden toplumların evrimsel mekanizması “hukuk” olursa; kişileri zora
sürükler. Sen vermez isen ben alırım ile binlerce yasa fayda etmez. Toplumsal evrimde
faal olması gereken tek ilke “ahlaki” sorumluluktur. Ahlakın ilkeleri konusunda ortaya
atılan teoriler vardır örneğin ödevci, pragmatik, dinsel vb. teoriler evrensel olamazlar.
Empati ilkesinde birleşen bir ahlaki sorumlulukla toplumun özgürleşmesi mümkündür.

***
ETİK

Etiğin bir diğer yakın anlamı da ahlaktır. İnsanlar arasında kabul edilen
geleneksel-dinsel eylemler ahlak olarak tanımlanır. Etik ile Ahlak iç içe olsa da farklı
bir tanıma tabi tutulur. Düşünülerek ortaya konulmuş entelektüel çabanın bir sonucu
olarak ortaya konan değerler dizisine Etik denir. Ahlak yaşananların yaşatılması, Etik
ise düşünülenlerin yaşatılması şekli ile görülür. Etiğin entelektüel tartışmalarında kimi
düşünürler -ilahi kabul ederlerken, kimileri doğanın ruhuna uygun hareket etmek,
kimileri ise akıla göre hareket etmek şeklinde tarif eder. Tarihsel uğursuzluk diye ifade
edebileceğimiz başka bir ahlaki akım/damar ise pragmatizm (yararcılık) dır.

Tarihsel sürece baktığımızda Pragmatizm 18. yy. İngiltere’de şekillenen bir


Felsefi akımdır. Eğer bu düşüncenin temsilcilerini/kurucularını sorarsanız sizlere
W.James, J. Dewey vb. birkaç düşünür gösterebilirim. Pragmatizmi 18. yy. kurulan ve
şekillenen şekliyle değil İnsanın hayatındaki yeri ele alındığında; insan egosunun
kendisinde faydalıcık vardır. Hiçbir düşünce ortaya atılmaz. Veya hiçbir akım yeniden
doğmaz. Sadece hatırlanır ve farkına varılır. Felsefe Yunanistan’da, Bilim Avrupa’da,
Din Doğu’da ortaya çıkmadı. Sadece doğan ihtiyaçtan ötürü dışa vuruldu. İnsan gerek
psikolojik yapısıyla gerekse fiziksel yapısıyla ihtiyaçtan ötürü yeni şeyler keşif eder.
Newton Yerçekimini icat etmedi. O görüş onun değildi çünkü yer çekimi vardı. Sadece
onun farkına vardı. Pragmatizm dâhil bütün akımlar belli bir asırda değil her zaman
var olmuşlardır. Hıristiyanlık İsa ile başlamadı. O vardı. İnsanın var olan zihninde
Hıristiyanlık adına her şey zaten vardı. İslam Muhammed ile başlamadı. Budizm de
Buda ile başlamadı. Eğer Buda şuan Budizm’in temel ilkelerini ortaya atsaydı
kesinlikle parlamayacaktı. Karl Marks Buda devrinde gelseydi hiç kimse onu
dinlemeyecekti. O bir bütün olarak Kapitali yazsaydı yine kimse dinlemeyecekti. Belki
de yüzyıllarca yıl sonra o kitap keşif edilecekti ve diriltilecekti. Ahmed-i Xani Memu
Zin’de Kürtlerin Ulusal bilinci üzerinde dikkatle tahlil yapar. Xani kendisinden sonra
adeta üç yüz yıl boyunca kimse tarafından his edilmedi. Ne zamanki Kürtler Ulusal
çapta bilinçli oldular işte o zaman Xani değerli oldu. Oysa Xani daha önce de vardı.

İnsan zihni karmaşıktır. Hala çözülenemiyor. Esrarengizdir… Ben her şeye


ihtimal verebilirim ama İnsanın “düşünce” kısmının çözülebileceğine hiçbir zaman
ihtimal veremem. Müthiş bir karmaşıklık içeriyor. Hayvanlarda görme duyusu vardır,
his etme vardır, belki fark da edebiliyor. Fakat farkında olduğunu fark etme duygusu
yoktur. En önemlisi sorgu yoktur. Bazı düşünürler “Ruh” varlığı noktasındaki kanıtları
“düşünceye” dayanır. Ruhun durumu tartışmaya açıktır “düalist bir ruh anlayışı” veya
“birleşik ruh anlayışı” olduğu noktasında da sıkıntı vardır. Ruhun bağımsız bir cevher
olması, ruhun beden ile bitişik olması veya ruhun gerçek bir varlık olmadığı
noktasında tartışılabilir elbette. Öyle ya da böyle İnsan zihninin karmaşık olduğu
anlaşılabilir. İnsandaki zihin-düşünce bildiğimiz kadarıyla hiçbir canlıda yoktur.
İnsana has olan bu özelik insanı birçok noktada şüpheye sevk ediyor. En azından şunu
diyebiliriz, İnsan zihni birçok şeyi içerisinde barındırır. Deneyciliğin ortaya koyduğu
“İnsan beyni bir levha gibidir deneyle doldurulur” tezi doğrudur. Levhanın kendine
has bilgiyi belli ölçülerde değerlendirebilme kapasitesinin olması tartışılmaz bir
gerçektir. Akıl, beynin, değerlendiren merkez veya bağımsız insan güdüsüdür
diyebiliriz de. Nihayetinde aynı ortamda, çevrede, bilgi birikimiyle donanan iki insan
karşılaştığı bilgilere farklı yorumlar getirebiliyorlar. Zaten aramızda yeşeren bu kadar
Felsefi akımın, dini ve bilimsel akımın temelinde İnsanların farklı yetiştirilmelerinde
veya farklı oluşlarındandır. Üzerinde durulması gereken bütün görüşlerin oluşmasın da
“boşlukların olması” rol oynar.

Ahlak Felsefesin de kuramları sınıflandırırken önümüze iki sınıf ortaya çıkar; 1:


Öznel, kişiye göre değişen, her yerde uygulanamayan 2: Nesnel, her yerde geçerliliğini
koruyan evrensel ahlak. Evrensel ahlakın savunucuları Sokrates, Eflatun, Kant ve
benzerleri, bu gruba tanrısal-dini ilkelere dayalı ahlak kuramlarını da dâhil edebiliriz.
İyi nedir? İyilik kişiye göre değişir mi? İyilik ekonomiye mi bağlıdır? Yoksa her yerde
uygulanabilen tavizsiz ve esnek bir ahlak kuramı var mıdır? Ahlak Felsefesinin
temelini sorgulayan, iyiliği ele alan kuramların önemli kuramlarını ve savunucularını
sıralayalım:
Niyetçi (motivist): Bu ahlak kuramının savunucularından Kant “İyi, iyi niyete
bağlıdır” der. Kant’a göre sonuç değil niyet önemlidir. Niyetin “iyi” ise yaptığında
“iyi”dir. Bu ahlak kuramı soyut olup “bir şeyi yapmak için yapmaktır”.

Doğacı (naturalictie): doğaya uygun hareket etmek. Yine bu kuramın tersi olan Doğacı
Olmayan (non- naturalictie) Toplumu göz önüne almadan hareket etmek zararlıdır.
Üstelik bu kuram tamamıyla içgüdüye göre hareket etmektir diyebiliriz. Evrensel
paradigması yoktur.

Faydacı (utiralizm): Bireyin isteğine bağlı hareketle “iyi” tarif edilir. Hobbes “ben
bunu istiyorum” cümlesiyle öznel ahlakı ister. Kuram öznel olup “ben, benim için
varım, kimse beni bağlamaz” temeli üzerinde olup egoisttir. Benzer bir ahlak kuramı
ise Duygucu (emotionis) ahlaktır.

Sonuççu (conse guence the aries): Sonuççu ahlakı Epikuros’un şu sözüyle


özetleyebiliriz: “iyi eylem hazdır, kötü eylem acı vericidir”. Epikuros doğa görüşleri
konusunda başarılı bir bilge iken ahlak konusunda “birkaç arkadaşını” düşünen,
topluma kayıtsız kalan ahlak kuramıyla üzücü durumu sergiler. Yalan söylemek haz
veriyorsa, adam öldürmek haz veriyorsa; yapmak bu ahlak kuramına göre doğru
olmalıdır. Satanistçe olan bu ahlakın “haz” bireysel “zevk”i ön planda tutma arzusu,
öznel bir kuramdır.

Ödevci (deotologial): W.D.Ross, Aristoteles bu kuramın temsilcileridir. Kuramın


temelinde sözün eri olmak, verdiği sözü takip etmek vardır. Aristoteles “söz tutmak
iyidir” diyerek “iyi”nin sözde gizli olduğunu söyler. Hayat çelişkili ve sürprizlerle
dolu olduğu için bu kuram da evrensel olamaz. Ancak evrensel ahlak listesinde
gösterilir.

Tanrısal Ahlak: Genelde tüm dinler özelde “İbrahim’i Dinler”in kabul ettiği bu ahlak
kuramı geleneksel ahlak olarak da anlaşılabilir. Tanrıdan gelen emirlere uymak “iyi”
yapma dediklerini yapmak ise “kötü” olarak tarif edilir. “Yalan Söyleme” bu bir
emirdir. Bir yuvanın dağılması, toplumun fesada uğraması halinde bile “yalan
söylememek” ve bunun doğuracağı felaketleri göz göre-göre yalan söylememek iyi
olamaz. Bu takdirde “üç yerde yalan söylenebilir” şartı veya başka şartların
sıralanması bu ahlak kuramını zedeler. Yalanın kendisi kötü ise her yerde kötü
olmalıdır.

Gördüğünüz gibi tarih boyunca dinlerde, felsefelerde ve toplum arasında


uygulanan öznel, nesnel, geleneksel tüm ahlak kuramları zamana, zemine, duruma
göre askıya alınabiliyor. Aynı şekilde bazı ahlak kuramları “kişinin faydası”nı
savunurken, bazı ahlak kuramları ise “kişinin bütün durumunu gözden çıkarır”.

Peki, o zaman; İyilik nedir? İyi olan her durumda nasıl tespit edilir? Tanrıdan
gelen emirler mi iyilik belirlenir? Yoksa kişisinin faydaları mı, istekler mi, hazlar mı,
emirler mi, buyruklar mı, otoriteler mi yoksa başka bir ilke mi? Savunulan bütün ahlak
kuramları, gelenekler; ya “öz” itibarıyla ya da “sonuç” itibarıyla sakat olduğunu
hepimiz görüyoruz.

İnsanlığa nasıl bir ahlak kuramı gerekir?

1: Bütün eylemleri belirleyen rasyonel, pratik bir ahlak kuramı olmalıdır.

2: Uygulanan ahlak ilkesi her yerde aynı yaptırım mantığına sahip olmalıdır. Ki iyilik
ile kötülük belli olsun. Evrensel, her insan için aynı yaptırıma sahip olmalı ki; keyfi
çıkarımlar söz konusu olmasın. Ve toplum “keyfi” değil bir ussal kaynağa göre
kınamaları-takdirleri vermeli.

3: Ortaya konan ilke başka bir ahlak ilkesini kaldırmamalıdır. Örneğin “yalana” kötü
diyeceksin ondan sonra “zorda kalana” iyidir dediğinde ahlak kuramı ussal olarak
çöker.

4: Katı olmamalıdır. “Kişi ne olursa olsun sözüne sadık olmalı” gibi sinir halindeyken
bile söylenen bir sözün marifet sayılmasını sağlaması gibi.

5: Egoist, bireyci, kişisel faydaları ön plana çıkaran, kişileri kapıştırıcı olmamalıdır.

“Ben”i memnun eden bir ahlak ilkesi “arkadaşım” için memnun edici olmadığı
takdirde; onu ikna etmediği zaman burada ahlak kuramı tamamıyla kalkar ve “hukuk”
denen otoritelere başvurmak zorunlu olur. Oysa ahlak ilkeleri net olursa, birleştirici ve
karşılıklı memnuniyete dayanırsa toplum bir çobana/yargıca başvurmadan çok hızlı bir
biçimde gereken bütün ferahı sağlar.

Sorgusunu devam ettiren bir sorgucu şöyle bir sorgu da bulunabilir: “neden
başkasını düşüneyim?” Burada benzer aynı zamanda soru soranı da umutlandıracak bir
cevap verilebilir: onu düşünmeden vereceğin her karar, karşıyı da egoist bir eyleme
zorlar, böylece hem “sen” hem de “arkadaşın” karşılıklı bir zarar görürsünüz.

O zaman “ben” ve “başkası” arasında uyunabilecek, tek ilke, onu düşünerek


vereceğim bir ilkeye dayanmalı. Bu ilke de “ben”i düşündüğüm kadar “o nu” da
düşünmek olur. İlkenin adı ise kısacası denilebilir ki: “Empati”dir.

Empati – Eş Duyum – Duygudaşlık:

Vikipedi’ye göre: “Empati veya eşduyum, bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu
durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir.
Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır. Empatinin zıt
anlamlısı antipatidir.”

Ahlak kuramcılarının göz önünde bulundurması gereken “en” kullanışlı ve


“tek” ilke empatidir. Toplum arasında “benim yerinde düşün” denildiğinde aslında
empatinin az-çok uygulanabilirliğini gösteriyor. Ancak geleneksel ve katı ahlak
ilkeleri, otoriter hukuk empatiyi ortadan kaldırıyor. Empati için örneklendirmeler de
bulunacak olursak:

“Ahmet başkasının kendisine yalan söylenmesini istemez”

“Ahmet sürekli yalan atıyor”

Ahmet’in bu pratikte uyguladığı “yalan” zihinde istemediği bir şeydir.


Başkasının kendisine yalan söylemesini istemez. Oysa kendisi de yalan söyler. O
zaman burada “çelişkili” davrandığı için “kötü” bir şey yapıyor. Mantık çelişki kabul
etmez. Ya birinci ilkeden vazgeçecek, oysa bu doğasına terstir. O zaman ödev
edinmesi gereken; “yalan”ı bırakmaktır.

“Ahmet eşini aldattığı zaman kimsenin bu haberi eşine iletmesini istemez. Eşi
de aynı şekilde eşini aldattığı zaman kimsenin ilişkisini eşine iletmesini
istemez.”

Niye Ahmet ve eşi “kötülük” yapmalarına rağmen bunun kimse tarafında


söylenmesini istemezler? Çünkü çocuklarını düşünüyorlar ve yuvalarının dağılmasını
istemezler. O zaman “Ahmet, başkasını eşini aldatırken gördüğünde bunu anlatması
çelişkilidir” çelişkiyi gidermek için “ödev” edinmesi gereken başkasının ilişkisine,
yuvasına çomak sokmamak. Az önce “Ahmet ve eşi kötülük yapmalarına rağmen…”
demiştim. Kötülük olduğunu nerden bileceğiz? Çünkü “Ahmet eşini başkasıyla, eşi de
Ahmet’i başka kadınla görmek istemez” o zaman eşini aldatmak kötüdür. Böylece
başka bir soru sorulabilir “Ahmet belki eşinin kendisini aldatmasını hoş görüyordur,
neden kötü olsun?” O takdirde evlenmeleri bir çelişkidir. Eş demek hayat arkadaşı
demek, Ahmet eşini sıradan biri görüyorsa onunla hayatını birleştirmesi çelişkidir.

Peki, diyelim Ahmet başkasını eşini aldatırken gördü ve söylemedi bu “yalan”


olmaz mı? Burada kötü olan “yalan” değildir. Kötü olan “duygudaşlık/empati”
kurmamaktır.

Hırsızlık, adam öldürmek, mülk paylaşımı, çok konuşmak, insanlara saygı


duymamak, kıskançlık, dedikodu vb. bütün eylemlerin “empati” ilkesin de evrensel,
her yerde uygulanabilir bir şekilde kavrayabilirsiniz. Birini “sevmemek” diğerine “âşık
olmamak” birinin “görüşüne karılmamak” bunlar ahlak ile ilgili değildir. Duygular,
zevkler, renkler, görüşler toplumsal değil tamamıyla insanın iç dünyasıyla alakalıdır.
Ahlak, toplum arasında bireyin nasıl davranması, toplumun bireye nasıl davranması ile
alakalı ve bu doğrultuda oluşturması gereken akla dayalı ilkelerdir.

Toplumun etik/ahlak ile empati ilkesinde birleşerek kendi kendini hiçbir otorite,
mercii gerekmeden hayat sürmesi mümkündür. Pratik de uygulanması için bunlar
komünlerde, şehirlerde, evlerde, iş yerlerinde yavaş-yavaş aynı şekilde evrimsel
süreçle uygulanması; en önemlisi herkesin “empati” ilkesini kabul etmesi, bunun
dışına çıkanların “iyi” veya “kötü” seçilerek gerekli ödevi edinmesi, bireyi ve toplumu
özgürleştirecektir. Artık hukuka, paraya, devlete, sermayeye, otoritelere, siyasi
partilere, borsaya, faize ve bütün baskıcı güçlere gerek kalmadan halklar kendine
güvenip “özgüvenle” yaşayabileceklerdir.

www.meytisi.com
Saygılarımla…

You might also like