You are on page 1of 11

1

Zayıf olduğu yerde zavallılaşan, güçlü olduğu yerde canavarlaşan


insanları üreten öğreti

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Çıkarken dalları kırarsan, inerken tutunacak dal bulamazsın.

Tarihin derinliklerine inildikçe bir bireye tanınan gücün, güçle ilintili


olarak da çevresinde biatın (körü körüne boyun eğmenin) ve bunun
sonucu olarak da dogmanın egemen olduğu topluluklar artıyor. Tarihin
yazıldığı Ön Asya’ya bir göz atın. Firavunlar ile birlikte gömülen
çevresini, kralları için canını veren fedaileri, kurban edilen bakireleri bir
düşünün. Hepsinin kutsal bildiği bir doğası vardı. Bu dogma insan
soyunu, özellikle de körü körüne iyice saplanmışları binlerce yıl etkiledi
ve bu toplumlarda belirli bir davranış biçiminin doğmasına zemin
hazırladı. Kuşkusuz dogma kültürünün tartışılması gereken birçok yönü
vardır. Ancak biz bugün bu kültürün sadece bir yönünü sergilemeye
çalışacağız. Bu kültürün insanlara verdiği en kötü miras: Zayıf olduğu
yerde amiyane bir tabirle köpekleşme, güçlü olduğu yerde de
canavarlaşma davranışını ortaya çıkarmasıdır. Liderine, şeyhine, aşiret
reisine ya da dünyada çeşitli adlarla bilinen her türlü manevi liderine körü
körüne bağlanmış kişilerin ortak yönü, üstüne karşı tartışmasız bir biat,
altına karşı (bu çocuğu ya da eşi de olabilir) inanılmaz bir
hoşgörüsüzlüktür. Çünkü olayları insani değerlerle sorgulamaz;
sorgulamayı bilmez. Sorgulamaya kalkıştığında da sıkı sıkıya sarıldığı
dogma onu boğar. Dönün dinler tarihine; her sayfası düşünen, sadece
2

kendi olmaya çalışan insanların akıtılan kanlarıyla yazılmıştır. -

Doğru karar verme (esasında insan olmak) için düşünme esastır.


Düşünme ise sadece merak ve kuşkuyla kazanılır. Kuşku da merak da
dogmanın düşmanıdır. Ya bunları birbirinden ayıracaksınız (çoğu yerde
buna laik devlet yapısı deniyor) ya da birinden birini tercih edeceksiniz.
Belli ki ikisini birbirinden ayıran ülkeler belirli ölçüde bu boyunduruktan
kurtulmuş, bilgi (henüz bilim topluluğuna değil) topluluğuna adım
atmışlar. Seksen yıldır dogmanın dalgalarıyla boğuşan, yasalara göre
laik Türkiye Cumhuriyeti’nin varacağı liman –yeni gelişmeler nedeniyle-
merakla bekleniyor.

Güçlüye karşı suskun, zayıfa karşı aslan kesilme davranışının bir


açıklaması olmalıdır. Eğer siz güç karşısında kaderinize razı olmaya
alıştırılmış iseniz, güçlü gördüğünüz her şey karşısında taviz vermeye de
hazırsınız demektir. Bu kesim, gücün karşısında eğilir ve verilen
talimatları bir emir telaki eder. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu tavra
alıştırılmış kesim, her ne kadar “ben Tanrıdan başka hiçbir şeyden
korkmam” derse de, gücün karşısında eğilme alışkanlığını hiç bir zaman
bırakamaz. Politikacı ise, liderine; mürit ise şeyhine; tebaa ise kralına ya
da ağasına, düşünmeksizin itaat eder. Hıncını kimden çıkarır, zayıftan ve
çaresizden; hele biat ettiği kişi ya da makam bu zayıf kesime yönelik
yaptırımlar uygulanmasını emretmişse, uygulayacağı zulmü de bir çeşit
ibadet olarak görmeye başlar. Bu nedenle bu topluluklarda demokrasi hiç
bir zaman gerçek rayına oturamaz. Yaşadıkları olumsuzlukları da kadere
bağlama gibi bir duygudan hiçbir zaman kurtulamazlar. Gerçek
demokratik düzene geçememiş toplulukları bu yolla daha başarılı bir
şekilde yönetebilirsiniz. Tutucu yönetimlerin kısa vadeli başarılı
yönetimleri de bundan kaynaklanır.

Eğer bir toplumun bireyleri, yapma günah olur cehenneme gidersin,


3

yap sevap olur cennete gidersin, şunu yaparsan döverim, bunu yaparsan
seni parka, sinemaya, gezme götürmem gibi yüzlerce çeşit hepimizin
bildiği geleneksel sözle tehdit ediliyor ve güce boyun eğmesi her fırsatta
dile getiriliyor ve bunun için korku ve baskı kullanılıyorsa; yemek yersen
çikolata alırım, akıllı oturursan sinemaya götürürüm, dersini çalışırsan
yazın bisiklet alırım gibi yapması gereken şeylere bir anlamda rüşvet
verilmeye kalkışılırsa, sonuçta ortaya çıkacak neslin kendi özgür tavrını
ortaya koyacak gücü olmayacaktır. Zaten inandığı güç de kendi adına
kurban kesersen, hacca gidersen, günde beş vakit namaz kılarsan ve
gece sabahlara kadar kendi adına dua okursan bin bir güzelliğin olacağı
cennetine, bunları yapmazsan bin bir işkencenin olacağı cehennemine
atmayı söylemiyor mu? Bütün bunları sorgulamadan yapmalısın.

Bir gün lider olarak birileri ortaya çıkıyor ve elindeki devlet


olanaklarını kullanarak kendine karşı tavır gösterenleri tehdit ediyor,
baskı altına alıyor; sadece oyunu verme karşılığı maaş bağlıyor, yiyecek,
içecek dağıtıyorsa, bu toplumun genel görünüşü, daha doğrusu
katmanları şu şekilde oluşacaktır: Bağırtısı sürdükçe lidere biat eden,
pislikleri kapatan, düşünen halkın (kalmışsa) gerçeği öğrenmesini
önleyen yalaka bir çevre ile (başta satılık basın) çalışanların alın
terlerinden gasp edilmiş birikimleri, oyunu satarak gıda, yakacak, yerine
göre maaş temin eden bir güruh.

Çağdaş toplumlarda ayrıca lokomotif olacak bir kesim daha olmalı.


Lider ne derse desin, koşullar ne olursa olsun, yasalar çerçevesinde
fikrini açıklayan, olabilecek tehlikeleri önceden haber veren, çözüm
yolları öneren, gerektiğinde Tanrı buyruklarına bile karşı çıkan, doğru
bildiğinden şaşmayan, belki de toplumun en saygı kesimi: Üniversite
camiası. Bu kesim, YÖK yasası çıktığı günden bu yana silikleştirildiği için
toplumumuzun asıl katmanı olmaktan çıkmış durumda. Onların tek
4

korkusu ek ders ücreti getirecek derslerinin ellerinden alınması;


mutlulukları ise sayteyşın indeks denen bir yolla, yükseltilmek için gerekli
puanı toplamaktan ibaret gibi görünüyor.

Yapamadıklarımız var yapabildiklerimiz var

Doğuştan gelen sakatlık ve hastalıkların iyileştirilmesine ya da


giderilmesine, dogmatik toplumlar neden bu güne kadar hiçbir katkıda
bulunamadılar, sanata ve edebiyata katkılarının da neden sınırlı
olduğunu belki merak edebilirsiniz. Eğer dikkatle tarafsız bir gözle
incelemeye alırsanız, bunların hepsinin aynı kapıya çıktığını görürsünüz.
Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun bu batağa saplanmışlarda
benzer sonucu gözlersiniz.

Bir insanın bazı özgürlükleri bulunmaz. Örneğin, ailesini seçme,


doğduğu tarihi ve yeri seçme; vücut ve duyusal yapısını ya da
hastalıklarını oluşturan genleri seçme gibi. Bu özellikleri bakımından hiç
kimse suçlanamaz, cezalandırılamaz. Ancak elinde olanları (bu
cümleden akıllarını) kullanamayanları, sorunlarına çözüm yollarını
aramayanları, masum olarak görmek de mümkün değildir.

Eğer insansanız kusurlarınız da olacak, üstün yönleriniz de olacak.


Belirli bir yaşa geldiğinizde aileniz, eğitiminiz, çevreniz, hatta genetik
yapınız size belirli bir kimliği kazandıracaktır. Bu kimlik birçok ögeden
oluşacaktır. Bir kısmını ömür boyunca taşımaktan gurur duyarız, adımız,
soyadımız, ailemiz, milliyetimiz, ülkemiz, yerine göre dinimiz, yerine göre
mezhebimiz, mesleğimiz ve benzer onlarca özellik sayılabilir. Bunların bir
kısmını doğal olarak değiştirmeye yeltenmeyiz bile, adımız ve
soyadımızda olduğu gibi. Ancak bir kısmını yeni koşullar ve bilgiler
karşısında ele alıp değiştirmemiz de bizim olgunluğumuzun bir ifadesi
olarak görülür. Kendini gerçekleştirmiş bir insan, yaşam süresi içinde
5

değişime ve yeniliklere açık, bir günü başka bir günü ile tıpa tıp aynı
olmayan insandır. Yanlış anlaşılmasın; bu, her gördüğüne göre rotasını
değiştiren insan demek değildir. Hiçbir çıkar beklemeden bu değişmeye
hazır insan olgun insandır. Zaman zaman bu duygularla yanlış yola
girmiş olsa bile bu onun olgunluğuna gölge düşürmez.

İnsanın en ürkütücüsü bütün bunları göz ardı ederek, güçlü olduğu


yerde, hele devletin egemenlik araçlarını ele geçirmişse, kendine rakip
olacakları ya da yandaş olmayacakları ya da aynı dünya görüşünü
paylaşmaya yanaşmayanları ya da yaptığı bin bir melaneti yüzüne
vurmaya kalkışanları ya da hesap sormaya yeltenenleri acımasız bir
şekilde ezenlerdir. Bunlar, bu olgun kesime karşı aslanlar gibi kükrerleler.
Yandaşları ve çevresi için yasaların ya çevresinden dolaşırlar ya da
fırsatını yakalarlarsa yasaları melanetlerine uygun bir şekilde
değiştirmeye kalkışırlar. Dünyada kim olursa olsun herkese karşı
(güçlüye de güçsüze de) tavrını değiştirmeden davranan birini olgun bir
insan olarak belki niteleyemeyiz; ancak onu rezil kategorisine de
koyamayız. Çünkü karşısındakinin gücüne göre tavır değiştirmeyen bir
kişilik yapısıdır; saygın bir tarafı vardır; beğensek de beğenmesek de…

Ancak bir insanın kendini güçsüz hissettiği, daha açık bir anlatımla,
o anda ülkesinde sahip olduğu denetim, şantaj, komplo kurma, korkutma,
yıldırma gibi aşağılık yolları uygulayamayacağı kişilere karşı el pençe
durmasını kabul etmek de mümkün değildir.

Bir defa el pençe durduğunuz bu kişilerin şantajından ürkmüş iseniz,


ülkenizi de bu korkularınızla birlikte uçuruma sürüklemeye başlamışsınız
demektir. Böyle bir tezgâhta kılıcın her iki yönü de tehlike saçmaya
başlar. Yabancılara karşı kimliğini yitirmiş bir idari sistem, başkalarının
yörüngesinden artık çıkamaz; ancak ülkesinde ayağa kalkacak, doğru
yolu gösterecek, toplumu aydınlatacak insanları da tırpanla biçmekten
6

kaçınmaz. O ülkenin insanları iki değirmen taşının arasına akıtılmaya


başlanır; zaman içinde de un ufak edilir.

Dogmanın en keskin olduğu İslam ülkelerine ve Hıristiyanlığın


bağnazlık derecesinde yaygın ülkelere bakınız. Ayrıcasız hepsi halkını
eziyor; kendini sömüren ve aşağılayan ülkelerin liderleriyle de kol kola
dans ediyor.

Buraya kadar anlatılanlar dünyada dogmayla boğuşan her ülkenin


sorunu gibi gözüküyor. Bu ülkelerde, zayıflara karşı baskı, ezme,
korkutma, yasa dışılık, her türlü ahlaksızlık, insanları satın alma ile
güçlülere karşı taviz birlikte kol kola yürüyor. En kötüsü de ezilen halkın,
liderlerinin kendini güçlü hissettiği yerlerde yer yer kükremesini bir
kahramanlık olarak algılayıp ona biat etmesi oluyor. Böylece kurulduğu
söylenen demokrasi özünde horoz dövüşüne döndürülüyor. En çok öten
ve bağıran horoz oyları topluyor. Kimse konuşmanın içeriğine ve
evrenselliğine bakmıyor. Alttaki kesim ne yazık ki evin dışındaki
(ülkesinin dışındaki) kuyruk sallamaları göremediği için de ülkesinin
geleceği açısından doğru karar veremiyor; ufku daralıyor. Dogmasından
en çok sıyrılmış ülke olarak bilinen Hollanda’da bu olumsuzlukların en az
olduğu söyleniyor. Bu nedenle demokrasinin geçmişte de en başarılı
uygulandığı ve ülkesinin büyüklüğüne göre bilime ve sanata en çok katkı
yapmış ülkelerin başında geldiği biliniyor.

Ne yazık ki aldığınız alkışlar her zaman niteliklerinizin iyi olduğunu


yansıtmıyor

Sizi alkışlayanların ve sizin kükrediğiniz adamların nitelikleri çok


önemli. Oyunu satılığa çıkarmış güruhun alkışları insanı yüceltmez,
alçaltır. Bu kesimin tek derdi çalışmadan kapısının önüne konacak
bedava yiyecek ve yakacak temini ile tutunduğunu zannettiği dogmasının
7

kaşınmasıdır. Yerleşmiş evrensel bir değeri olmadığı için her türlü


melanete maydanoz olabilir. Bir kesim tarafından efsanevi başbakanımız
olarak tanıtılan Sayın Süleyman Demirel, seçimlere girerken, karşı
partinin tarım ürünlerine olması gerekenden çok daha yüksek fiyatlar
vereceğini vaat etmesi üzerine, onlar ne veriyorlarsa ben 5 lira fazlasını
vereceğim diyerek bu kesimin nasıl alınıp satılabileceğini ortaya koymuş
oluyordu. Oyu alınıp satılabilen insanın demokrasisi olmayacağı gibi, var
olan demokrasinin asla bir parçası da olamazlar. Bu nedenle bu
insanların alkışlarının da demokrasi ve uygarlık ölçütleri açısından bir
değeri olmaz. Bu kesime oynayanlar da er ya da geç iflah olmaz.

Ülkemdeki parti grup toplantıları da doğrusu iç karartıcı durumdadır.


Her partiye aynen uygulanan bir şablonumuz var. Parti başkanı Parti
Grup Salonuna ayakta alkışlayanların eşliğinde giriyor, kürsüye çıkıyor,
veriyor veriştiriyor. Haklı ya da haksız sesini en çok yükselttiğinde,
rakiplerine bir çeşit hakaret edercesine yüklendiğinde, ayağa kalkmış
milletvekilleri liderin gözüne girercesine alkışlarla ona bağlılıklarını
göstermede yarışıyorlar. Lider sözünü bitiriyor, aynı alkışlarla salonu terk
ediyor. Hâlbuki Parti Grup toplantıları bin bir çeşit fikrin tartışılacağı ve
ortak bir karar alınacağı yerler olmalıdır. Özünde bizim demokrasimiz,
halkın kendi iradesi falan değil, parti başkanının oyu, artı liderin
hazırlamış olduğu listesindeki milletvekili sayısıdır.

Balık sadece baştan değil her yerinden kokmuşa benziyor. Ben uzun
yıllar Hacettepe Üniversitesinin senatosunda görev yaptım. Senatörler
öğretim üyeleri tarafından seçilir; kimseye bağımlı değillerdir. İstedikleri
gibi konuşurlar (dikkatte alındıklarını da pek görmedim). Görev yaptığım
bu sürede kritik oylamalarda içimizden ister istemez olumlu ya da
olumsuz çıkabilecek oyları hesaplardık. Doğrusunu isterseniz bu
hesaplar için çok da zorlanmazdık. Çünkü Rektörün oyunun rengini
8

tahmin edebilirsek, rektör tarafından atanan ya da atanması teklif edilen


dekanların, yüksek okul müdürlerinin oylarını saymaya gerek görmezdik;
hesaplamayı rektör artı dekan ve yüksek okul müdürleri olarak
hesaplardık. Burada hesap edilemeyenler senatörlerdi; çünkü bağımsız
düşünebiliyorlardı. Eğer milletvekilleri adaylarını il il siz seçiyor, onu da
halka şu ya da bu şekilde onaylattırıyor ve salonlarda kendinizi
alkışlattırıyorsanız, bunun adı tek kişilik demokrasi olur.

Saygın alkış, saygın nutuk nasıl olur?

Tarihe geçecek kükreme ve nutuklar nasıl olabilirdi, kime karşı


olabilirdi? Hiçbir yasal hakları olmadan hiç bir savunulabilir gerekçeye
dayanmadan Irak, Afganistan, Vietnam, Kore, Sudan’a askeri birlikler
çıkararak mazlum halkı öldüren, süren, bin bir işkence yapanlara karşı
dikleşme ve tepki alkışlanabilir. Cezayir’de 1,5 milyon insanı işkence ile
katleden Fransa’ya dikleşme; Cezayir bağımsızlık isterken bu yönde oy
kullanma erdemini gösterenler alkışlanmalıydı. Vilayetimiz Mısır’ın bir
zamanlar Süveyş Kanalı benimdir dediğinde, ona savaş ilan eden
sömürgecilere “kusura bakmayın ben mazlumun yanındayım” diyerek,
ülkesinin topraklarını sömürgeci ülkelerin uçaklarına kapatanlar
alkışlanmalıydı. Böyle adamların var mı? Varsa da ben bilmiyorum…

Kıbrıs’ta bağrına, Ege’de göğsüne, Avrupa birliğinde sırtına hançeri


batıranlara, gözünün içine baka baka hem de kendi ülkende seni tehdit
edenlere karşı tavrını koyacaksın. On binlerce vatandaşının ölümüne
neden olan bir caniyi ülkesinde, elçiliğinde barındıranlara efeleneceksin.
Polis copları altındakilere, parmaklıkların ardındakilere, üniversitelerdeki
çaresiz öğrencilere, çadırların içinde hakkını arayanlara, ürününü
değerlendirmeye çalışanlara efelensen ne olur? Ulufeye alıştırılmış
güruh için kabadayılık geçerli bir meziyet olmaya devam ediyor olsa da,
9

uygar dünyada bu tip hamasi nutukların artık yerinin kalmadığı biliniyor.

Gerçek kabadayılığı bu coğrafyada kim yapıyor? Tabii ki İsrail.


Gelme vururum diyor, vuruyor. Meclisinden kimseden özür
dilemeyeceğim diye karar çıkarıyor. Birileri sadece balkonlara bağırıyor
ve eline tutuşturulan ölülerini sessiz sedasız gömüyor.

Bağırma! Aşağılama! Süklüm püklüm durma! Sadece düşün!!!

Ben insanım, kimsenin kölesi ya da beyi olmaya niyetli değilim.


Ülkemin de benim gibi olmasını çok istiyorum. NATO’da kalacağız diye
komşularımı satmak istemem, benim eyaletimdeki insanların soy
kırımına uğratılmasına göz yumamam üstüne üstlük el altından da
yardım edemem; benden güçlü olduğunu düşündüklerimin cinayetlerine
sessiz kalamam. Avrupa birliğine gireceğim diye bin bir takla atamam;
her gün ülkeme hakaret ettiremem; ülkemin birliği ve düzeni için
yapılacak oyunların hiç birine alet olamam; kapı önlerinde beklemeye
suskun kalamam. Dogmanın pençesinde kurtulup bir türlü uygar
dünyanın bir parçası olamamış birkaç petrol ülkesi insanının aşağılık
duyguları giderilsin diye, düşman bildikleri bir ülkenin liderlerine aslan
gibi kükreyerek Atatürk Cumhuriyetinin kişilikli devlet politikasını
zedeleyemem. Bizim dikeleceğimiz yer bu kapı değil, başka kapılardır.
Ne yazık ki bizim kükrememiz gereken kapıların önünde bekliyor; zaman
zaman da bu kapıların efendilerinin biçtikleri görevleri yerine getiriyoruz
(Kore senin neyine, Somali senin neyine, Afganistan senin neyine, Irk’ın
yıkımına çanak tutmak senin neyine). Bunların hepsi bana söylendi
“gıkım çıkmadan” yaptım.

Efendilerin evet demedikleri hareketlerimiz oldu mu oldu. Herkesin


bildiği bağımsız bir kararımız var: Kıbrıs hareketi. Ortaklarımız 36 yıldır
bu kişilikli davranışı bir türlü hazmedemediler. Kaldı ki bu hareket bir
10

emrivaki de değildi; daha önce karara bağlanmış bir hakkın kullanımıydı.


Her toplantıda belli ki bu hakkımızı kullandığımız için yerden yere
vuruluyoruz. Alman başbakanının 10.01.2011 tarihinde Kıbrıs’ın
Güneyinde verdiği beyanat yenilir yutulur gibi değil.

Türkiye’nin batı ucundaki 400 yıllık eyaletimizden türeyen bir


devletin başkanının Dadaşlar Diyarı olarak bilinen, milliyetçiliği hiç
kimseye bırakmayan bir ilimizde, meydana çıkıp da “Türk Askeri Kıbrıs’ta
işgalcidir; geriye çekilmediği sürece Avrupa birliğine … üye olursunuz;
Ege’de de ne işiniz var” diyorsa (09.01.2011); ne halktan ne basından ne
üniversitelerden ses çıkmıyor ve ne de orada bulunan zevattan birkaç
mırıldanmanın ve bu ağır sözlerin üzerini örtemeye yönelik birkaç
cümleden öte bir tepki gösterilemiyorsa, bu ülke çok daha ağır şeyler
yaşayacaktır demektir. Doğrusunu isterseniz Yorgo Papandreu’yu
kutlamak gerekiyor. Çünkü Avrupa’da, Yunanistan’da ne ise Erzurum’da
da kendisi oldu. Başbakanımızın, bakanlarımızın, basınımızın, halkımızın
gözünün içine baka baka isteklerini ve tehditlerini bir bir dizdi.

Hiçbir Türk Devleti yetkilisinin Erzurum’da ya da ülkemin bir başka


bir yerinde konuk olan birine ya da bir başka ülkede o ülkenin dışındaki
bir devlet yetkilisine bağırmasını ve efelenmesini tasvip etmem; kınarım.
Ancak, Brüksel’de, Washington’da, Londra’da, Paris’te ve Berlin’de
yetkililere ülkemin çıkarı için efelenip, gerekli sözleri bir devlet yetkilisine
yakışacak şekilde cesurca söylerse, o zaman Türk Pasaportu ile ben de
horozlanarak tüm dünyada dolaşırım.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Sayın Kardeşim

Tutucu ülkeleri içten içe kemiren en büyük dert, yetkili insanların güçlü
11

oldukları yerde zalim; güçsüz oldukları yerde de pısırık olmalarıdır. Bu


nedenle bu ülkelerde ne adalet tecelli ediyor ne demokrasi yerleşiyor ne
de dünya yüzeyinde saygın bir yere gelinebiliniyor. Fikirler açık açık
tartışılamadığı için de her türlü tehlikeye açık hale geliniyor. Bu yazının
kime uyduğuna siz karar vereceksiniz.

Sevgilerimle

You might also like