You are on page 1of 21

“Su” Üzerinden Kapitalizmi Anlamak ve Suyun Ticarileşmesine Karşı Mücadelenin Bileşenleri1

Fuat Ercan
(Su Politik Üyesi)

“İnsan, doğa aracıyla yaşar,. doğa, insanın, ölmemek için kendisi ile sürekli
bir süreç sürdürmesi gereken bedenidir.” K.Marx 1844 El Yazmaları, s.159).

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) Başkanı Yusuf Günay; “Ben bir
iş adamı olsam, mutlak suretle hidroelektrik santrallere (HES) yatırım
yapardım. HES`leri gözüm kapalı tavsiye ediyorum. Bize gelen tüm
müteşebbisleri `gidin su kaynaklarına yatırım yapın` diye yönlendiriyoruz.
Yerli kaynaklara yatırım yapılması çok hoşuma gidiyor. Bu konuda Enerji
Bakanlığı ve Devlet Su İşleri ile uyum içinde çalışıyoruz. 2006`ya kadar HES
yatırımları için toplam 3 bin MW`lik lisans verdik. Bu anlamda 2007`nin çok
daha verimli bir yıl olacağını düşünüyorum.”, (Türkiye Genç İşadamları
Derneği‟nin sohbet toplantısında , www.stargazete.com, 2007-01-13)

I- Doğa insanlığın bedenidir, bedeni de su döngüsü canlı tutuyor. Bedenimize ve bedeni canlı kılan su döngüsüne
inanılmaz müdahaleler yapılıyor. EPDK Başkanı gözü kapalı bir şekilde “gidin su kaynaklarına yatırım yapın”
diyor. Avrupa Su ve Çevre Koruma Direktör Yardımcısı suyun geleceği olan bir sektör olduğunu, bunun için suya
yatırım yapılması gerektiğini söylüyor. Su artık birileri için su olmaktan çıkmış durumda. Boyabat Baraj ve
Hidroelektrik Santralı'nın yapımcısı Doğuş İnşaat'ın Yönetim Kurulu Başkanı Gönül Talu: “13 milyar dolarlık
suyun kullanılmadan denize aktığını söyledi.”(Referans Gazetesi, “Özel Sektör Hidroelektrikte 61 Santralle Atağa
Kalktı”,10.07.2008). Su ve suyun sesi artık birileri için dolar olarak görülüyor. Yer altı suları sonda ile çekilip
alınıyor, yüzey sularına “altın kelepçeler” vuruluyor. Suyu dolar olarak görenler elbette her zaman Gönül Talu gibi
açık ifadeler kullanmıyorlar. Suya altın kelepçe vurulması ya da suyun çekilip şişelere doldurulması, “kalkınma”,
“kalkınma için enerji”, dışarıya enerji bağımlılığından kurtulma adına “bağımsızlık” ve “istihdam yaratılıyor” gibi
ifadelerle kamuoyuna sunuluyor. Bedenimize ve su döngüsüne müdahale için Dünya Su Konseyi Başkanı Loic
Fauchon‟un ifadesi ile tam bir seferberlik ilan edilmiş durumda. Başkan Fauchon‟un dünya su ailesi olarak
tanımladığı seferberliği ilan eden güçler, sudan daha organize bir şekilde yararlanmak için yine organize bir şekilde
insanlığın bedenine ve su döngüsüne müdahale ediyorlar. Su döngüsüne artan müdahale ile birlikte suyun insan için
anlamı ve önemi de değişmeye başlıyor. İvan İllich‟in romantik bir içeriğe sahip olan “H2O ve Unutmanın Suları”
adlı çalışmasında işaret ettiği üzere, ister “kapitalist”, ister “modern endüstriyel toplum” olarak tanımlayın, içinden
geçtiğimiz tarihsel süreç sadece insanın su ile kurduğu tarihsel/kültürel bağlantının kopması anlamına gelmiyor, su
kıtlığı olarak adlandırılan bir korkuyu da beraberinde getiriyor. Su kıtlığı aslında su döngüsüne yapılan müdahale

1
Çalışmayı son anda zaman ayırarak okuyan, dil ve içeriğe ilişkin önerilerde bulunan sevgili Emrah Cengiz'e teşekkür ederim

1
sonucunda açığa çıkan temiz su kıtlığıdır. Ama su döngüsündeki suların aşırı kirlenmesine yol açan sistem ve onun
temsilcileri su döngüsüne daha fazla müdahale edebilmek için kıtlığı kullanıyorlar. Suyun kıtlığından söz
edildiğinde ise tabi ki “su kaynaklarının bütünsel yönetimi” (Untegrated Water Resources Management-IWRM)
gerekiyor ve yönetimin bir maliyeti bulunması nedeniyle suyun “fiyatlandırılması” gerekiyor. Suyun yönetimi,
fiyatlandırılması aslında insan-doğa (toplum-doğa) ilişkilerinin tarihsel süreç içinde birbirleriyle çok daha ilişkili
hale gelmesinin de ipuçlarını veriyor. Toplum-Doğa ilişkisi bize tarihsel süreç içinde toplumsal ilişkiler
dolayımında yeniden biçimlenen “doğa” kavramını düşünmemize olanak sağlıyor. Kapitalizm, modernleşme,
endüstrileşme, belki de daha doğru bir ifade ile “kapitalist modernliğin endüstriyel mantığı”, doğanın bir girdi
olarak kullanılması yoluyla dönüştürülmesine neden oluyor. Su döngüsüne yapılan müdahalelerin artan hızı,
özellikle Türkiye‟deki artan müdahale biçimleri, kapitalist-endüstriyel mantığın ulaştığı aşamayı göstermesi
açısından özel bir önem taşıyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan; “Su akar, Türk bakar‟ sözünü su kaynaklarına


yaptığımız yatırımlarla „Su akar, Türk yapar‟a çevirdik” diyor.
(www.dsi.gov.tr)

“Nehirlerin meydana getirdiği felaketleri önlemek, verecekleri


saadetlerinden insanları yararlandırmak görevi mühendislere düşer.
Mühendis, bu nehirlere “ALTIN”dan kelepçe vurmak mecburiyetindedir”
(Su ve DSİ Tarihi, s:7)

“Dere boyu kavaklar


Açsın yeşil yapraklar
Ben sana doyamadım
Doysun kara topraklar”
(Değişmiş hali ile Giresun Halk Türküsü)

II- Giresun yöresine ait bu halk türküsünü Trabzon, Rize ve Artvin‟de yol-dere boyunca yaptığımız seyahat
süresince üzülerek, içim kanayarak mırıldandım. Tonya (Trabzon), Ardanuç (Artvin), Şavşat (Artvin), Kemal
Paşa‟da (Rize) Beyza Üstün ile HES‟ler üzerine yapacağımız konuşmalar için geçtiğimiz yörelerde dere boyu
kavaklarının yerini kocaman iş makineleri almıştı. İş makineleri suyun geçtiği yerleri yeniden biçimlendiriyor,
suyun yönünü değiştiriyor, suyu beton borulara hapsetmek için doğayı delik deşik ediyordu. İş makinelerinin
yapamadığını dinamitler yapıyor ve on binlerce yıl yaşamını sürdüren bu canlı yaşam ortamı insafsızca yok
ediliyordu. Su döngüsüne yapılan müdahalenin insanı en çok üzen kısmı ise “bu dere boşa akıyor” ifadesi. AKP
Tonya İlçe Başkanı Mehmet Yakupoğlu‟nun açıklaması oldukça net;

2
“Su kaynaklarımızdan enerji üretmez isek ne yaparız? Peki, HES‟in Tonya‟ya zararı nedir?
Tonya ile Ağreliyaz arasında balık yok, balıkçı yok, yüzme havuzu yok, şelale yok, arazi sulama yok, ikram tesisi
yok. Yıllardır aktığı gibi akıyor.”(www.gunebakis.com.tr/haber.php?id=31281&t=HES_müteahittleri).
Doğanın bir parçası olan insanın doğadan farklılaşmasının her zaman doğa üzerinde olumsuz etkileri olmuştur.
Ama kapitalizmle birlikte, yani doğayı dönüştürecek iş-üretim araçlarının üretiminin muazzam hız alması ile
sermayenin değerlenme zorunluluğu doğanın/yaşam ortamının tahribatını hızlandırmıştır. Kentsel alanlar,
ormanlar, meralar, köyler, nehirler, akan sular, su havzaları, yani tüm Anadolu, tam bir şantiyeye dönüştürüldü.
Artık dere boylarındaki kavakların yerini iş makineleri almış durumda. İnsanlar, insan-doğa arasındaki karşılıklı
etkileşime iş makineleri ile müdahale ediyor. Birbiriyle etkileşim halinde yaşamı kuran öğelerin yerini, birbiriyle
ilişkili ve birbirini tetikleyen bir yıkım süreci alıyor. Kapitalizm ve onun temel aktörü olan kapitalistler, artık
sadece insanların enerjisine (emek-gücüne) göz dikmekle kalmıyor, aynı zamanda enerji için, metalaştırmak için
doğaya da göz dikiyor, doğanın yaşam enerjisini de taze kan olarak görmeye başlıyor. Nasıl olur da “13 milyar
dolarlık su kullanılmadan denize akar”.

“Özgürlük, adalet, haksızlığa karşı durma, toplumsal sorumluluk duyma gibi


en temel değerleri aşındırmış bir şekilci din anlayışı kendini tatmin aracına
dönüşmüştür. Bu durumdan rahatsızlık duyan ve yeni bir tutum almaya olan
ihtiyacı her fırsatta tanımlamaya çalışan uyanış hareketleri ne yazık ki bir
süre sonra ya hedefinden uzaklaştırılmış yada etkisiz hale getirilmiştir. Bu
nedenle Müslümanlar açısından bugünün en can alıcı sorularından birisi,
kapitalizmle sahici bir hesaplaşma niyeti taşınıp taşınmadığıdır.”
Ayhan Bilgen, Müslümanların Kapitalizmle Hesaplaşmaya Niyetleri Var Mı?
(http://www.muslumansol.net/detay.asp?hid=126)

III- Su döngüsüne yapılan müdahalelerin gerçekleştiği tarihsel-toplumsal somut koşullar ayrı bir önem kazanıyor.
Kapitalizmin yapısal mantığı içinden geçtiği anlam dünyaları içinde biçimleniyor. İleride üzerinde duracağımız
sermayenin saçılması, yani yerellikler üzerinden birikim sürecinin hızlanması olgusu, bu anlamda özel önem
kazanıyor. Bu ifadeyi en çok doğrulayan ise Türkiye‟de yaşanan süreç. Türkiye‟de bu tahribatın bizzat İslami
değerler üzerinden iktidara gelen, kitlelerin islami kültürel bilinç dışını kullanan bir siyasal iktidar aracılığı ile
gerçekleştirilmiş olması dikkate değer. Sermaye ile bütünleştikleri, sermaye mantığınca içerildikleri ölçüde İslami
birikimciler insana ve doğaya karşı daha bir acımasız oluyorlar. Canımızı acıtan gelişmeleri DSİ‟nin 55. Yılını
kutlama buluşmasında Başbakan Tayyip Erdoğan yapıyor. Başbakan hizmete alınan tesislerle ülkenin nasıl bir
şantiyeye dönüştüğüne işaret ettikten sonra “Bu konuda hükümetimiz kararlı, ülkemizin sulanabilir arazilerinin
tamamına suyu götüreceğiz. Daha önceki dönemlerde devamlı söylenen 'Su akar, Türk bakar‟ sözünü su
kaynaklarına yaptığımız yatırımlarla „Su akar, Türk yapar‟a çevirdik” diyor. (www.dsi.gov.tr) DSİ‟nin web
sayfasına baktığımızda, kurulan, kurulumu devam eden ve kurulacak olan yeni HES‟lerle Anadolu‟nun gerçekten
de bir şantiyeye dönüştü(rüldü)ğünü söyleyebiliriz. Bu şantiyeyi dünyanın diğer şantiyelerinden farklı kılan temel

3
özelliği, İslami ve yerel değerlerin kullanılarak sürecin hızlandırılması. Ama aynı İslami ve yerel değerler, su
döngüsüne yapılan müdahaleleri önleyecek bir dilin ipuçlarını da bize veriyor.

“Arkadaşım bunlar tıpkı fare gibiler, bir yeri kemirmeden önce dokuları
uyuşturan bir enzim salgılıyorlar, biz de o zaman kemirmelerini
hissetmiyoruz.”

(Bir taksi şoförü)

IV- Tüm canlıların varlığı için zorunlu olan suyun ve su havzalarının mülkiyet ve/veya kullanım hakkının
sermayelere aktarılması, yani ticarileşmesi, kapitalizmin ulaştığı aşamayı göstermesi açısından oldukça çarpıcı.
Sermaye, doğayı değerlendirme sürecini hızlandırdığı oranda özellikle su döngüsüne yapılan müdahalede iki
önemli sorun karşımıza çıkıyor.

-İlk sorun, suyun kaynağından evlere ve atık su olarak yeniden doğaya aktarılma sürecinin sermaye tarafından
belirlenmesi farklı mekanizmaları harekete geçiriyor. İşleyiş, yapısal bir gerçeklik üzerinden gerçekleşirken,
işleyişin sonuçları farklı kesimlerce farklı biçimlerde yaşanıyor. Nehrin üzerine inşa edilen barajdan dolayı yaşam
ortamını kaybedenlerin, yanı başlarındaki dereye HES yapılmasından dolayı zarar görenlerin, yeraltı sularının
şişelenmek üzere çekilip alınmasından zarar görenlerin, suyun evlere aktarılmasında yeni fiyatlandırmadan
kentlerde zarar görenlerin ve suyun bulunduğu yerlerden çıkarılıp dağıtımında çalışan ücretlilerin her biri sürecin
bir parçası, ama her biri farklı mekan ve konumdalar. Birbirlerine değmeden aynı sürecin olumsuzluklarından
etkileniyorlar. Etkiye maruz kalanların olumsuzlukların kaynağını görmeleri gerekiyor. Bugünlerde egemen
burjuva yazınında ifade edilen “farkındalık”, “bütünsel bakış”, “entegre yaklaşım” vb. ifadelerin, alternatif bir
içerikle ekolojik ortamı ve emek-gücünü savunanlar tarafından gündeme alınması gerekiyor. Gereklilik sadece
sürecin işleyiş mantığını anlamamız açısından değil, ama çok daha önemlisi sürece müdahale etmenin yol ve
yöntemi açısından önemli.

-İkinci sorun ise kapitalist üretim sürecinde yaratılan sermayelerin, değersizleşme krizine karşı, yeni değerlenme
alanı ve yeni enerji kaynağı olarak yaşam ortamına, doğaya yönelmesinin artan önemini görmemek. Yani işçi
sınıfından bahsetmeyen alternatiflere post-modern damgasını vuran sol anlayış.

Bu engellerden ilki için ideolojik dilin yarattığı engeli anlatan bir yaşanmışlıktan söz edebiliriz. “Suyun
Metalaşmasına Hayır Platformu” olarak toplantı mekânına giderken taksi şoförüyle sohbetimiz esnasında
söyledikleri oldukça anlamlı. Kendisine, kapitalistlerin suyla ilgili faaliyetlerinden, derelerin nehirlerin
pazarlanmasından söz ettikten sonra bana verdiği yanıt “Arkadaşım bunlar tıpkı fare gibiler, bir yeri kemirmeden
önce dokuları uyuşturan bir enzim salgılıyorlar ve o zaman kemirmelerini hissetmiyoruz” şeklinde olmuştu.

Doğaya, bedene yapılacak tahribatları bile göremeyecek kadar çok salgıya maruz kalıyoruz. Bizleri uyuşturan
salgılara karşı hazırlıklı olmak için en önemli ilaç tarih bilincidir. Kendisi de doğanın parçası olan insanlar her

4
zaman doğa ile ilişki halindeydiler. Ama bu ilişkinin yönünü ve yoğunluğunu değiştiren iki tarihsel uğrağa işaret
etmemiz gerekiyor; endüstri devrimi ve kapitalist toplumsal ilişkiler (özellikle değişen üretimin mantığı).

“Nedenlerin nedeni var”

(HES ile ilgili Ovacık Toplantısında Bir Vatandaşın ifadesi)

V- Tunceli Ovacık‟ta HES‟lere ilişkin toplantı öncesi bir vatandaş, konuşmalar devam ederken arada bir
“nedenlerin nedeni var” diye araya giriyordu. Bu son zamanlarda duyduğum en anlamlı ifade oldu. Biz nedenlerin
açığa çıkan bir çok yönünü görüyoruz, ama açığa çıkan şeylerin kaynaklarına gitmemiz gerekiyor. Olaylar, olgular
ile yapı arasında, sözlerle kavramlar arasında bağlantı kurabilmemiz için Ovacık‟lı amcanın ifade ettiği gibi
nedenlerin nedenlerini görmemiz gerekiyor. O zaman ne oldu da karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya dayalı
binlerce yıl süren toplumsal düzenek, dünyanın belirli yerlerinde ve belirli bir tarihte değişti? Bu değişimle birlikte
doğadan elde edilen ürünler üzerinde işlem yaparak ihtiyaçları karşılayacak endüstri devrimi, yani imalat öne çıktı.
Emek-gücü doğadan elde edilenler üzerinde makineleri kullanarak (işlem yaparak) ihtiyaçları karşılayacak ürünleri
açığa çıkartıyor. Bu işlemde önemli olan değişkenler, enerjilerini üretim sürecine aktaran çalışanlar (ücretliler) ile
onların enerjilerini nesneye taşıyan makineler ve makineleri harekete geçiren enerjinin eş zamanlı çalışmasıdır.
Ama endüstri devriminde gözlemlenen bu değişim ile tarihsel olarak örtüşen sermaye düzeninin gelişimi, yani
üretimin ihtiyaçlar için değil kar için yapılması, önemli sonuçlar doğurmuştur. Tarihsel bir kopuşa işaret eden bu
değişim, ihtiyaçlar ile üretim arasındaki ilişkiyi kopardığı ölçüde dayanışma ve karşılıklı paylaşım, yerini rekabet
ve ayrışmalara bırakmıştır. Ayrışma süreci insan ile doğa arasındaki tamamlayıcı ilişkinin kopmasına, bununla
birlikte ücretli (işçi) denen kesimin kendi emek-gücü ile ayrışmasına ve doğayı daha hızlı dönüştürecek, emek-
gücünü daha verimli kullanılmasına neden olacak makinelerin gelişmesine neden olacaktır. Sonuç, Marx‟ın ifade
ettiği gibi, doğadan özgürleşen insanın kendine yabancılaşması olacak. Gerek emek-gücünün, gerekse doğrudan
enerji kullanımının artan miktarı, kapitalist toplumsal düzenek içinde birikimin, ama sürekli kendini ivmelendiren
birikimin, artmasına neden olacak. Yani katı olan her şey önce buharlaşacak, sonra mülkiyet biçiminde yeniden
katılaşacak. Tarihsel olarak endüstri devrimi ve sermaye düzeneği ile başlayan süreç, zaman içinde güçlenerek
yapısal bir kapana dönüşmüştür. Bedenimiz (doğa) ve tüm canlı varoluş şimdi daha fazla bu kapanın etkisi altına
girmeye başladı. Tarihsel uğrak artık doğayı ve insanları içine alan yapısal bir kapana dönüştü.

Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu sözlerine “Şimdi


(sen tekstilcisin, ne işin var elektrik sektöründe) diyeceksiniz. Çünkü herkes böyle
bakıyor. Tekstilde beşinci, elektrikte birinci kuşağız. Yıllarca barajlar yapılmış biz
bakmışız ama şimdi gözümüz açıldı. Bunu da herkes bilsin” cümleleriyle başladı”

(Referans Gazetesi, “Özel Sektör Hidroelektrikte 61 Santralle Atağa


Kalktı”,10.07.2008)

5
VI- Enzimlere karşı belki de en tehlikeli yanılsama ise yapısal gücü öznesiz olarak düşünmekten geçiyor. Oysa
binlerce yıldır akan ve aktığı ölçüde yaşama can veren suları dolar olarak görenler var. Suyun akışına bakmayıp
onu paraya çevirmek isteyenlerin oluşturduğu aileyi Dünya Su Konseyi Başkanı dünya su ailesi olarak
tanımlamıştı. Dünya su ailesine katılmak isteyen SANKO Holding Yönetim Kurul Başkanı Abdülkadir
Konukoğlu‟nun yukarıdaki açıklaması suya müdahele edenleri açığa çıkarması açısından önemli. Çok
daha önemlisi üretim sürecinde yani emek-gücü üzerinden elde edilen/biriktirilen yeni bir alan olarak
enerji ve dolayısyla suyun işaret edilmesidir. SANKO örneği bize su ailesinin bileşenleri hakkında az da olsa
bilgi veriyor. Ama aile üyelerine yakından baktığımızda oldukça farklı tarihsel-toplumsal konumdan gelen
insanları, onların örgütlenmiş katılımlarını görüyoruz. Suyun ticarileşmesinden doğrudan yararlanacak, suyu paraya
havale edecek olanlar ilk elden farklı büyüklükte sermayelerden oluşuyor. Sermayeler suyun etinden, sütünden
yararlanmak için hem rekabet hem de ittifaklar içinde süreci devam ettiriyorlar. Akan suyun enerji için
kelepçelenmesinden, derinlerdeki suyun pet şişelere doldurulmasına, bir yerden başka bir yere taşınmasına,
dağıtımına ve son olarak atık sulara kadar farklı sermaye ve uzmanlık isteyen alanlarda etkinlik gösteren farklı
donanıma sahip sermayelerden bahsedebiliriz. Tüm bu sermaye gruplarını farklılıkları ile birlikte ele almak
gerekiyor. Bu yazının sınırları içinde dünya su ailesinin bileşenlerini ilk elden aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz.

Ama ilk elden bu ailenin inanılmaz içsel bağlantılar üzerinden biçimlenen bir aile olduğunu söylememiz gerekiyor.
Ailenin asli unsuru “su” üzerinden sermayelerini değerlendirecek olan sermayedarlar. Sermayedarlar, uluslararası
büyük sermayedarlar (Vivendi, Suez Lyonnaise, Nestle Water vb.), ulusal büyük sermayedarlar ve yeni gelişen

6
yerel küçük sermayedarlar olarak sınıflandırılabilir. Ayrıca su konusunda suyun çıkarılmasından evlere
dağıtılmasına kadar geçen süre içinde oldukça farklılaşmış fakat birbirini tamamlayan irili-ufaklı sermaye grupları
olduğunu da görüyoruz.

Sermayenin yeni değerlenme alanı olarak suya yönelmesi gerçekleştiği andan itibaren bu yönelime destek veren en
önemli güç, hiç kuşkusuz akademisyenler-bilgi üreten insanlar olmuştur. Su ile ilginen akademisyenlerin
yayınlarındaki artış bunun bir göstergesi olarak görülebilir. Bu yayınlardan birinde ülke örneklerine işaret ederek
suyun nasıl özel sektöre yani sermayeye bırakılacağı işaret edilmekte; “Diğer yandan Kanada‟nın uygulamaları da
suyun pazarlanması açısından ülkemizi de ilgilendirebilecek bir örnek teşkil etmektedir” (A.O.Boztosun,2005,
Dünya‟da Kalkınma İçin Su). Bazı bilim insanları ise Türkiye‟deki akarsuların analizini yaparak hangi akarsuyun
ne kadar karlı olacağı bilgisini sermayeye sunuyorlar. Bu gün barajlar ve HES‟lerle en çok tahrip olan Doğu
Karadeniz Bölgesi için Karadeniz Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliğinden bilim insanları “üzüntü”lerini dile
getiriyorlar: “Türkiye‟nin hidroelektrik potansiyelinin değerlendirilmesinde dikkate alınmayan iki yöresel
çalışmanın sonuçları da çalışmada sunulmaktadır. Buna göre, Türkiye‟nin ve özellikle de Doğu Karadeniz
Bölgesi‟nin hidroelektrik potansiyelinin, önemli bir enerji kaynağı olduğu sonucuna varılmıştır.”(İ.Yüksel,
Ö.Yüksek ve H.Önsoy, Dünya‟da Kalkınma İçin Su,2005,135).

Akademinin desteği ile birleşen ama son yıllarda özel bir önem kazanan destek ise merkezi siyasi iktidardan
geliyor. Suyun özelleştirilmesinde en önemli destek, kamunun dönüşerek suyun ticarileşmesi için gerekli yasal
olanakları sermayeye sunması olmuştur. Kamunun bu dönüşümünün “kamu-özel işbirliği” adı altında ama farklı
tekniklerle yürütüldüğünü bilmekteyiz. Ne anlama geldiğini en yetkili isimden, Çevre ve Orman Bakanı Prof.
Dr.Veysel Eroğlu‟ndan öğrenelim:

“Yap İşlet Devret modeli ile özel sektöre yaptırılmasının önü açılacaktır. Böylece yeterli miktarda yatırım
ödeneği ayrılamadığı için devlet eliyle değerlendirilemeyen ve boşa akan su kaynakları, kısa sürede
vatandaşımızın istifadesine sunulacaktır. İnşa edilen bazı baraj ve göletler çok maksatlı olabileceğinden,
bu tesislerden zirai sulama yanında taşkın koruma, balıkçılık, içme suyu temini, hidroelektrik enerji
üretimi gibi faydalar da temin edilebilecektir. Bazı baraj ve göletler ise DSİ tarafından yapılmış olup,
sulama tesisleri ödenek beklemektedir. Bu gibi hallerde PPP yani Kamu Özel Sektör Ortaklığı usulü ile
baraj kamunun, sulama şebekesi ise Yap-İşlet-Devret esasına göre özel sektör tarafından inşa
edilebilir.”(İşveren Dergisi, Ağustos, 2007, s:30).

Siyasi iktidarın su döngüsünü bozmaya ilişkin icraatı “Su Kullanım Hakkı Anlaşması‟dır. Yaşam ortamı
kuşlar, böcekler için olumsuz olan sonradan birikim sürecine giren İslami gelenek için başka anlamlar
içeriyor. Dünya Su Ailesi için bu anlaşma özel bir anlam içeriyor. Çevre ve Orman Bakanı Eroğlu açıkça
ifade ediyor:

7
“Bizim yapmaya çalıştığımız ekonomik büyümenin talep ettiği enerji ihtiyacını karşılamak ama aynı
zamanda yerli ve yenilenebilir kaynakları en üst seviyede değerlendirmektir. İşte bu sebeple Su
Kullanım Hakkı Anlaşması ülkemiz için bir milattır” (HES Temel Atma Merasimi Veysel Eroğlu‟nun
Konuşma Metni - 03 Nisan 2008 – Karabük)
Evet HES‟ler için bu bir milattır ama bu miladı tanımlayan en önemli yasal düzenek ise enerjide
özelleştirmenin önünü açacak olan 4628 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu olmuştur. Kanunun birinci
maddesinde amaç şu şekilde ifade edilmiştir:

“Bu Kanunun amacı; elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde
tüketicilerin kullanımına sunulması için, rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet
gösterebilecek, mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasasının oluşturulması ve bu
piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanmasıdır.

Bu Kanun; elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı, toptan satışı, perakende satışı, perakende satış hizmeti, ithalat
ve ihracatı ile bu faaliyetlerle ilişkili tüm gerçek ve tüzel kişilerin hak ve yükümlülüklerini, Elektrik
Piyasası Düzenleme Kurumunun kurulması ile çalışma usul ve esaslarını ve elektrik üretim ve dağıtım
varlıklarının özelleştirilmesinde izlenecek usulü kapsar.”

Kanun “bir elektrik enerjisi piyasasının oluşturulması” için gerekli düzenekleri işaret ediyor. Piyasa, var olan ama
kullanılamayan potansiyeli harekete geçirmeyi amaçlıyor. Potansiyeli harekete geçirmek, belki de en teknik olan,
fakat en açık ifade. Potansiyel olanı açığa çıkarmak, yani henüz kullanılmayanı ve kullanılması gereken şeyleri
işaret etmeye yönelik her türlü nötr/teknik dil bu anlamda kötü. İnsanlar için kötü, hayvanlar için kötü, canlı
olmayan canlı doğa için kötü. Kalkınma, ilerleme ve gelişme için potansiyellere işaret etmek ve bu amaçla teknik
bir mühendislik dili geliştirmek kadar tehlikeli başka bir meşrulaştırma girişimi herhalde yok.

Potansiyeli açığa çıkarma çabasındaki güçlere baktığımızda epey bir çeşitlenme halinin olduğunu görüyoruz. Enerji
Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) Başkanı Hasan Köktaş sermayenin yapımını üstlendiği 61 hidroelektrik
santralın temelini atma töreninde,
“ sürmekte olan özel sektör yatırımlarının tutarının 18 milyar YTL olduğunu belirterek, "Ülkemizin her
yerinde temelleri atılan yeni üretim tesisi yatırımları, önümüzdeki 12 yıl içinde ülkemiz enerjisi sektörüne
yapılması gereken yaklaşık 100 milyar dolarlık yatırımın özel sektör tarafından yapılabileceğinin somut
göstergesidir”(Referans Gazetesi)
diye bir açıklamada bulunuyor. Aynı törende DSİ Genel Müdürü Haydar Koçaker şöyle diyor;
“su kullanım hakkı anlaşmaları ile özel sektör tarafından yapımına talip olunan projelerin 20 bin 620 MW
kurulu gücünde olduğunu belirterek, "Bu rakam, ülkemizin kurulu güç bakımından en büyük santralı olan
Atatürk Barajı'ndan sekiz kat daha büyük. Bu projeler tamamlanınca ülkemizin hidroelektrik potansiyelinin
yüzde 80'i kullanılır hale gelecek" (Referans Gazetesi).

8
Çevre ve Orman Bakanı ve DSİ gibi kamusal işleyişe sahip yapılar sıkça işaret edildiği gibi güç kaybetmiyorlar.
Tam tersine, bazen düzenleyici ama genellikle piyasada sermaye gibi hareket eden öznelere aktörlere dönüşüyorlar.
Kamuya ilişkin değişikliklerin detaylı analizi bu yazının sınırlarını aşıyor, fakat son dönem gelişmelerde kamunun
içsel mimarisinin önemli ölçüde değiştiği ve piyasa mantığının sadece kamuya egemen olmakla kalmayıp,
kamunun piyasa mantığıyla biçimlendiğini gösteren gelişmelere/uygulamalara tanık oluyoruz. Kamu-özel işbirliği,
yap-işlet devret ya da buna benzer düzenlemeler ile bu düzenlemeleri toplumsal alana yayacak yerinden
yönetimlerin kaynak yapısını güçlendirerek ya da piyasa işleyişi içine çekecek düzenlemelerle karşılaşıyoruz. Bu
gelişmeler sadece kamunun ve özelin kendi içlerindeki ve kendi aralarındaki ilişkilerinin değişmesi anlamına
gelmiyor. Çok daha önemlisi açığa çıkan yıkım ve tahribatın daha bilinçli ve daha donanımlı hale geleceğinin
işareti. Bu gelişmelere bir de “suyu koruma” adı altında hızla biçimlenen sivil toplum kuruluşları ya da proje
yönelimli ulusal ve uluslararası yapılanmaları eklediğimizde durumun vahameti daha bir açığa çıkıyor;

“Su Kullanım Yönetmeliğinin amacı, 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu hükümleri çerçevesinde
halen piyasada faaliyet gösteren veya gösterecek tüzel kişiler tarafından hidroelektrik enerji üretim
tesisleri kurulması ve işletilmesine ilişkin üretim, otoprodüktör, otoprodüktör grubu lisansları için
DSİ ve tüzel kişiler arasında düzenlenecek Su Kullanım Hakkı Anlaşması imzalanması işlemlerinde
uygulanacak usul ve esasları belirlemektir”

Yine yönetmeliğin 4.maddesi kamu-özel ilişkisi üzerinden kurulan ilişkiyi daha bir belirgin kılınıyor.
Tanımlar kısmında kamuya atfen bakanlık (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığını), DSİ (Devlet Su İşleri
Genel Müdürlüğünü), TÜİK (Başbakanlık Türkiye İstatistik
Kurumunu), EİE (Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğünü),
kamunun özelleşme sürecindeki iki önemli kurumu; EPDK( Enerji
Piyasası Düzenleme Kurumunu) ve EÜAŞ (Elektrik Üretim
Anonim Şirketini) işaret ediyor. Diğer yandan şirket ise lisans
almak üzere Su Kullanım Hakkı Anlaşması yapmak için başvuran
anonim veya limited şirketi yani sermayeyi temsil ediyor. Burada
HES‟lerin, özellikle mikro ve mini HES‟lerin, ilk sabit maliyet ve
işletme maliyetlerinin düşük olması farklı ölçeklerdeki ve
dolayısıyla Anadolu‟ya yayılmış sermayeyi temsil ediyor. Peki
bunlar nerede buluşuyorlar? Tanımlar kısmının “m” bendinde işaret
edilen piyasada, yani yönetmeliğin dili ile “elektrik enerjisi piyasası”nda, buluşuyorlar. ÇED yani çevresel
etki değerlendirmesini yapan akademik dünyanın ve alanın uzmanları da sürece dahil oluyor.

Tanımlar kısmında yer alan Ortak Tesis ifadesi aslında konumuz açısından çok ama çok önemli. Çünkü HES
olarak uzun zaman aralıkları ile sermayeye aktarılan suyun kullanımı sadece enerji üretimi değil bu tanımda
işaret edildiği üzere “ Enerji üretimi yanında sulama suyu, içme ve kullanma suyu temini ve taşkın koruma

9
gibi birden fazla maksada hizmet eden tesisi” ifade ediyor. Yani her geçen gün önemi artan bir meta olarak
suyun sadece enerji değil depolama ve başka amaçlarla kullanılması da açık bir şekilde dile getiriliyor.
Hükümetin Orta Vadeli Program‟ına ve Krize Karşı Teşvik programlarına bakıldığında bu ortak tesis ifadesi
de belirginlik kazanıyor. Yukarıda işaret ettiğimiz kapitalizmin Türkiye‟de hem merkezileşen hem de saçılan
dinamik yapısı aynı zamanda sermayenin değerlenme alanı olarak doğal kaynakları hızla gündemine aldığını
gösteriyor. Yani yıkım makinesi olan kapitalizm insanlar üzerinden yarattığı sermayeleri değerlendirmek için
gözünü hızla doğaya dikmiş durumda.

Görmek ve göstermek! İçinden geçtiğimiz koşullarda görmek ve göstermek artık


sadece bilme eylemliliği değil, “eyleme” ile iç içe geçmiş durumda ya da öyle olmak
zorunda. Olgular artık daha radikal. Olgulara yön verenler çok daha örgütlü ve
ellerinde muazzam güç-teknoloji birikmiş durumda. Ama Dünya Su Ailesi içinde en
tehlikeli ve en sinsi olanı suyun ticarileşmesine ilişkin mücadelelerin de önüne geçecek
olan su ile ilgili sivil toplum kuruluşlarıdır. Diğer alanlarda olduğu gibi su ile ilgili
olumsuz gelişmeleri maskeleyecek ya da karşı çıkışların yolunu değiştirecek önemli
güçlerden biri su ile ilgili yerel ve uluslararası sivil toplum kuruluşları olacaktır. Bu
konuyla ilgili olarak kendime ait bir deneyimi aktarmak istiyorum. Su ile ilgilendiğimizde İspanya (Zaragosa),
Hindistan (Chenai) ve İsveç‟e (Malmö) çağrıldık. Ama her birinde ne zaman ki kapitalizmin, sermaye örgütlerinin
ya da Avrupa Birliği‟nin finansal desteğinden bahsettik, aynı anda ya sesimiz kesildi ya da bu toplantılara
çağrılmaz olduk. Gerçekten de tüm bu toplantılara baktığımızda dünya ölçeğinde toplantılara katılan isimlerin üç
aşağı beş yukarı aynı olduğunu gördük. En son Hindistan Chennai‟de sabah erken kahvaltıya giderken bizi oraya
davet eden, bizim de kendisini Dikili‟ye, İstanbul‟a davet ettiğimiz uluslararası sivil toplumun yöneticisi yanıma
yaklaşarak “lütfen bu konulara girmeyelim” demişti. Evet özellikle son dönem Türkiye‟de su ile ilgilenen ve suyun
ticarileşmesine karşı çıkıyormuş gibi görünen bir dizi sivil toplum örgütlenmesinin oluşumu ile karşılaşıyoruz.
Buna çok dikkat etmemiz gerekiyor. Doğa ve su döngüsünün tahribatında piyasa çevreciliği diye
tanımlayacağımız bir dil kullanılıyor. Bu dil doğayı ekonomik bir değer olarak, girdi olarak görüp bu girdilerin
piyasa mantığı içinde korunacağını düşünme eğiliminde. Analizin kökeninde, sorunun kaynağını kapitalizmde
görmemek ve çözümü piyasada aramak yatıyor. Suyun ticarileşmesine karşı çıkan bir yapı nasıl suyun
korunması/fazla tüketilmesi için fiyatlandırılması ve fiyatının artmasını isteyebilir ki? Suyun ticarileşmesine hayır
diyen bir yapı nasıl olur da yerel toplulukların sahip oldukları kaynakları daha etkin kullanmasını isteyebilir. Suyun
ticarileşmesine hayır diyen bir birliktelik nasıl olur da AB Su Çerçeve Direktifi‟ne (2000) referans verebilir. AB
Su Çerçeve Direktifinin temel belirleyenleri “bütünleşik su kaynakları yönetimi” ve “nehir havzalarında
yönetişim”dir. Özellikle 2002 Mayıs‟ında Konsey Kararı ile dolaşıma sokulan “AB Kalkınma İşbirliği
İçin Gelişmekte Olan Ülkelerde Su Yönetimi Politika ve Öncelikleri” metnine daha bir yakından bakılması
gerekiyor. Su konusunda piyasa aktörlerini içine çekme kaygısı ile water governance ifadesi, yani „su

10
yönetişimi‟ kullanılıyor. Su Yönetimi Politika ve Öncelikleri yukarıda işaret ettiğimiz kamunun, merkezi
ve yerel siyasi iktidarın sermayenin lehine çalışacak kamu/özel işbirliğini işaret ediyor. Su ile ilgili sivil
toplum örgütleri diğer yandan suyun piyasa mekanizmasına çekilmesi için yandaşları (pardon,
paydaşları) sürece katmada etkin bir işlev yürütüyor. Kadınları, çocukları, yoksulları, yerel ortaklıkları
(local stakeholders) sürecin bileşenleri haline çeviriyor.

Su ailesine ait söylememiz gereken bir diğer önemli değişken ise aileyi bir araya getiren projeler konsorsiyum
olarak ifade edilen bir örgütlenme altında bir araya getiriliyor. Dünya Bankası‟ndan Eugene Blacka‟nın hayata
geçirdiği bu kelime “hedefe ulaşmak için varolan güçleri bir araya getirme” anlamına geliyor.
Konsorsiyum yani güç birliği, yani uluslararası sermayeleri, yerel sermayeleri, hükümet temsilcilerini,
mühendisleri, iktisatçıları, akademisyenleri birbirine bağlayan korkunç işbirliğinin adı.

“Silahımız dolu, uygun kuşu bekliyoruz.


Elektrolux Türkiye Genel Müdürü Nevio Pollese
http://arsiv.sabah.com.tr/2005/04/27/eko109.html)

VII- Şimdi gözümüz açıldı. SANKO Holding gibi Zorlu Grubu, Anadolu Holding ve bir çok sermaye grubunun
gözünün açılmasına ve enerjiye/suya yönelmelerine yol açan ne? Hiç kuşkusuz en önemli neden ellerinde biriken
sermayeleri değerlendirmek ya da birikim sürecine
Suyun Ticarileşmesinin
yeni girenler için birikim yapmak. Bu sermayelerin
nereden geldiğini sorguladığımızda ve neden şimdi Sekiz Temel Belirleyenleri
suya, enerjiye, ormanlara ve eğitime yatırıldığını 1-Sermaye birikim zorunluluğu.
2-Sermayenin yoğunlaşması.
sorduğumuzda iki alanı bir arada ele almanın 3-Sermayenin merkezileşmesi.
zorunluluğunu görmüş oluruz. Suya altın kelepçe 4-Sermayenin genişlemesi
(uluslararasılaşması)
vuranların, onu taşıyanların ve dağıtanların 5-Sermayenin saçılması. (yerel birikim)
genellikle daha önce emek üzerinden elde ettikleri 6-Sermayenin değersizleşmesi(kriz).
7-Sermayenin yeniden değerlenme zorunluluğu
sermayeyi yeni alanlara yatıranlar olduğunu 8-Sermayenin finansallaşması
görüyoruz.

Bugünlerde su üzerinden doğanın tahribatını daha iyi görebilmemiz için süreci tanımlayan iki değişkeni eşzamanlı
dile getirmemiz gerekiyor. Süreç, bir yandan insanların kendilerine ait enerjiyi sermayedara sunmaları, yani
ücretliliğin artması iken, diğer yandan ortak kullanıma konu olan şeylerin (commons) hızla mülkiyet ilişkilerine ve
daha da önemlisi sermaye birikim sürecine çekilmesidir. Emek-gücünün artan miktarı daha fazla üretim ve daha
fazla dolaşıma giren meta anlamına geldiği ölçüde birilerinin elinde yeniden birikim ya da servet için kullanılacak
daha fazla sermaye anlamına geliyor.

11
Yukarıda işaret ettiğimiz dünya su ailesinin bileşenlerinin ve özellikle Türkiye
gibi geç kapitalistleşen ülkelerde sürecin anlaşılması açısından emek-gücü ve
yaşam ortamına yönelik kapitalist çevirme hareketinin ontolojik temellerini
bilmemiz gerekiyor. Suyun hızla sermaye birikim sürecine çekilmesinin en
azından sekiz değişken üzerinden ve bunlar arasındaki bağlantıları kurarak
analizlerin yapılması sağlıklı olacaktır. Bu sekiz değişkeni detaylı ele almamız
bu çalışmanın sınırlarını aşıyor. Ama bu yazı sınırları içinde nedenlerin
nedenleri olan bu değişkenler arası bağlantılara kısaca dikkat çekmek istiyorum.
Kapitalizmi tanımlayan en önemli değişken özneleri de içine alan sermaye
birikim zorunluluğudur. Bu zorunluluk beraberinde ihtiyaç için değil, değişim değeri, yani birikim için üretimi
getirir. Değişim değeri için üretim mantığının ihtiyaçlarla bağlantıları koptuğu ölçüde dünya muazzam bir meta
birikimine sahne olacaktır. Meta üretimi ve tüketiminde su kullanımının artan miktarı özellikle enerji için su
kullanımı gündeme geldiği ölçüde birikimin zorunluluğu aynı zamanda su döngüsüne müdahaleyi artıracaktır.
Sermaye birikimi (sermayenin yoğunlaşması) aynı zamanda zaman içinde sermayenin merkezileşmesi yani
sermayenin az sayıda insanın elinde toparlanması emek-gücü ve doğa üzerindeki tekil sermayenin de gücünü
artırır. Sermayenin merkezileşmesine ilişkin su ile ilgili son zamanlarda medyada dolaşıma giren şu haber oldukça
anlamlı:

“Nestle Waters ve Erikli Birleşiyor. Nestlé Waters ve Erikli, Nestlé Waters‟ın kontrolünde olacak ortak bir
şirketin çatısı altında güçlerini birleştirerek şişelenmiş su pazarındaki liderliklerini sağlamlaştırıyor. Bu ortaklık
sayesinde Nestlé Waters, pazarın Premium markasını devralıyor ve yüksek büyüme potansiyeline sahip
Türkiye‟de liderliğini güçlendiriyor. Nestlé Waters, 2005 yılında
55 milyon dolar satış cirosu ile şişelenmiş su pazarında liderliği
elinde bulunduran Erikli ile birleşiyor.”
(www.nestlewaters.com.tr)

Peki Nestle Waters hangi konuda Erikli ile birleşiyor: “şişelenmiş su.”
Hiç garip gelmiyor değil mi! Kapitalist birikim mantığının ulaştığı
aşama suyun şişelenerek satılması. Bu, sadece suyun
metalaşmasının değil, aynı zamanda doğanın pet şişelerle esir
alınmasının da öyküsü. Çünkü bir pet şişeyi doğanın dönüştürmesi
dört yüz yıl alıyor. Her yıl 10 milyar plastik şişe doğaya atılıyor.Ve
yine Pet şişeleri üretmek için her yıl 17 milyon varil petrol
kullanılıyor. Bu öyküde yine Nestle Water karşımıza çıkıyor.
Nestle Water, sermayenin yayılması/küreselleşmesi açısından
önemli bir gösterge olarak, su şişeleme işinde 130 ülkede faaliyette

12
bulunuyor. Dünya ölçeğinde 103 fabrikası ve 30 bin çalışanı bulunuyor ve 75 Marka altında şişelenmiş su sattığını
öğreniyoruz. (www.nestlewaters.com.tr) Fakat suyun kaynağından çekilip alınarak satılmak üzere şişelere
hapsedilmesi birilerini o kadar mutlu etmiş ki hemen bir dernek kurmuşlar: “Ambalajlı Su Üreticileri Derneği”
(SUDER). SUDER Başkanı Adnan Çavuş, “ambalajlı su sektörünün son beş yıl içinde önemli gelişmeler
gösterdiğini belirterek, bu durumda tüketici algılarının değişmeye başlamasının etkili olduğunu söyledi.
Tüketicilerin son yıllarda ambalajlı suya olan ilgisinin arttığı, bu durumun da sektörün cirosunu her geçen gün
büyüttüğü bildirildi…. Sektörün 2007 yılında 8,1 milyar litre olan tüketim ile 2,5 milyar lira ciro yaptığını
hatırlatan Çavuş, şöyle devam etti: “Ekonomik krizin yaşandığı geçen yılda dahi sektör büyümesini sürdürdü.
2009'da 9 milyar litre tüketim ile 3,1 milyar lira ciro elde edildi.''(Vatan Gazetesi, Ambalajlı suya yoğun ilgi,
29.05.2010)

Sermaye birikimi için sular pet şişelere tıkılacaksa doğadan bahsetmek, doğanın kalbini deşip oradan pet şişelere
suyu doldurmak kadar doğal olamaz. Peki artık birçoğumuzun kullanmadığı çeşme suyuna ne oldu? SUDER bu
konuda oldukça bilimsel açıklamalarda bulunmuş:

“Ambalajlı Sular Sağlık Bakanlığı'nın çok sıkı olan yönetmelik hükümlerine göre ruhsat alındığı, sürekli denetim
altında olduğu ve halk sağlığı açısından bir risk taşımadığı yönünde bir güvencenin var olduğu anlamını taşır.
Diğer taraftan çeşme suyunda bu şekilde güçlü bir güvenceden bahsetmek mümkün değildir. Ambalajlı Sular
kaynaktan ilk çıktığı haliyle saf ve temizdir. İlave bir işleme gerek
kalmaksızın direkt olarak suyu kaynağından içebilirsiniz. Suyun
saflığı ve temizliği yeryüzüne ilk çıkış noktasından yani kaynadığı
noktadan tam otomatik makinelerde şişeye dolumuna ve
kapatılmasına kadar çok sıkı kontrol altındadır. Diğer taraftan genel
olarak suyun çeşmeye kadar olan yolculuğu farklıdır: çeşme suyunda
su kaynakları dereler, nehirler şeklinde yüzey sularına dönüşmekte ve
bu sular yüzeyden bulaşan her türlü kirletici unsurları da (zirai ve
tarım ilaçları kalıntıları, metaller, parazit, mikrop ve virüsler)
taşıyarak toplanma havzalarına ya da barajlara gelmektedir. Bu
şekilde toplanmış sular muhtelif filtreleme, klorlama ve dezenfeksiyon
işlemlerinden geçirildikten sonra su şebeke boruları vasıtasıyla
konutlara pompalanmaktadır. Bu proseslerde kullanılan klor gibi dezenfektanlar sağlık açısından uzun vadede
kanserojen riskler taşımaktadır, ayrıca borularda ve su depolarında var olabilecek her türlü yabancı madde, pas,
toprak, parazit, mikrop ve virüsler gibi unsurlar da çeşme suyu içinde konutlara ulaşmaktadır”.
(www.suder.org.tr/sise-sss.html)

SUDER‟in çeşme suyunun zararlarını anlatan “bilimsel” kanıtları epey bir devam ediyor, fakat bu kadar alıntı bile
yeterli. Şişeleme için akiferlerden su pompalamanın yarattığı etkileri kendi gözlerimle Hindistan Chennai‟de
gözlemlediğim için olsa gerek bunu anlatmak daha bir zor.

13
Coca-Cola aldığı lisans izninden çok daha fazla su çektiği ve yer altı su kaynaklarını aşırı kirlettiği için yöre halkı
tarafından inanılmaz protestolarla karşılaşır. Ölüm ve yaralanmalara varan bu çatışmanın temel belirleyeni ise
kendi yaşamları için gerekli su kaynaklarının çokuluslu bir şirket tarafından hızla tüketilmesi ve kirletilmesi. Coca-
Cola‟nın aşırı su çekmesinden dolayı daha önce 45 metreden çıkartılan su, artık 100 metreden ancak çıkartılmaya
başlanmış. Dünya Su Forumu‟nun önemli
destekleyicilerinden Coca-Cola sonuç olarak
günde bir milyon litre suyu Hindistan‟da
yeraltından çekiyor ve çektiği suyun yüzde
yetmişbeşini tarımsal alanları, yani toprakları
olumsuz etkileyecek kirli suya çeviriyor.
Hindistan‟da mücadele devam ediyor, özellikle
kırsal alanlarda kadınların suya erişiminin
inanılmaz zorluklarla gerçekleştirilmesinden olsa
gerek, mücadelenin hemen hemen her yanında da
kadınların etkin olduğunu gözlemek mümkün.
Coca-Cola kuşağı denen kuşak, acaba içtikleri her
kolada doğanın, insanların (genellikle de
kadınların) ne ölçüde tahrip olduklarını hissediyorlar mı?

Sermaye birikim zorunluluğu sadece suyun kaynağına el koyma biçiminde gerçekleşmiyor. SUDER tarafından
sağlıklı olmadığı ilan edilen musluk sularına erişim de “öde ve kullan” ilkesine göre biçimleniyor. Yakın zamanda
gazetelere verilen bir ilana ve bir web sayfasına bakalım: “İstanbul‟da bazı alışveriş merkezlerinde ve tesislerde
elektrik, su ve doğalgaz kontörlü sayaç sistemine geçilmişti. Şimdi konutlarda su sayaçları kontörlü oluyor.
Kontörlü sistemin dönüştürülmesi Elektromed Firması tarafından gerçekleştirilecek. Konutlara su faturası
gelmeyecek, bunun yerine su sayacınıza kontör yükleyerek su tüketimi yapabileceksiniz. Kontör yükleme işlemi
aboneye verilen smart karta, köntör yükleme merkezlerinde kontör alındıktan sonra sayaca takılması ile sayaca
kontör tranferi gerçekleşecek. Kalan kontör miktarı sayacın üzerinde belirerek abonenin ne kadar kontörünün
kaldığı elektronik ekranda görülebilecek. Kalan kontör miktarı metreküp saat ile aynı değeri taşıyacak. Sayaçta
kontör bittiğinde sayacın içindeki elektrikli vana kaparak su kesilir. Bu durumda abonenin sayaçta kalan kontör
miktarını takip etmesi gerekir. Olumsuz bir zamanda gece veya hafta sonraları kontörün bitip, su kesintisi yaşayan
aboneler smart kartı sayaca takarak kartın içindeki yedek kontörü yükleyerek su kullanımı yapabilecek, kontör
aldıklarında karta tekrar yedek köntör yüklemesi yapılacak.”(www.binaisletimi.com) Ön ödemeli su saatleri ise
evlere-işyerlerine, tarımsal alanlara dağıtılan suya erişim koşullarını tamamen değiştiren bir işleyiş. Bu işleyiş
özellikle su dağıtım hizmetini üstlenmek isteyen şirketler ile yerel yönetimlerin gündeminde özel bir yer tutuyor.
Ama özellikle Güney Afrika örneğinde görüldüğü gibi ön ödemeli su saati özellikle yoksul kesimlerin suya
erişimini oldukça kısıtlayan bir uygulama. Suya erişim engellendiğinde ise kolera ve benzeri hastalıklarla sıkça
karşılaşmak sözkonusu. Sadece 2001 yılı için yüz bin insanın kolera hastalığına yakalandığını ve yüzlercesinin de

14
öldüğünü biliyoruz. Güney Afrika‟da suyun piyasa içine çekilmesi ve ön ödemeli su saatlerinin kullanılmasıyla
ilgili olarak Su Komitesi lideri Richard Mokolo “suda gerçekleştirilen özelleştirmelerin yeni bir apartheid”
olduğunu ifade ediyor. Önceki apartheid beyazları siyahlardan ayırıyordu, bu yeni tarz ise zenginleri yoksullardan
ayırıyor. (P.Bond, The battle over water in South Africa).

Sermaye birikimine içkin toplumsal kodlar özellikle kapitalist üretim ve tüketim mantığı geliştiği ölçüde sermaye
birikiminin yukarıdan aşağıya gelişme dinamiği aynı zamanda sermaye birikiminin tüm toplumsal dokuya
saçılmasına, yani sermaye birikimine yönelen yeni aktörlerin ortaya çıkmasına da yol açıyor. Bu saçılma olgusunu
anlamak için su ile ilgili en azından iki alana bakmamız yeterli. İlki HES‟lere ilişkin lisans alan şirketlerin kuruluş
yılı ve ölçeğine, ikinci olarak da hızla artan su çekme, şişeleme ve dağıtım için kurulan şirketlere. Özellikle
Türkiye‟de sermayenin saçılmasının inanılmaz boyutlara vardığını söyleyebiliriz. Trabzon Tonya‟da HES‟lerle
ilişkili konuşmaya giderken arabayı kullanan şoför arkadaş “bizim köydeki bir arkadaş Eczacılık işiyle
uğraşıyordu, o da HES işine girdi” dedi. Ama Tonya‟nın AKP‟li Belediye Başkanı‟nın bu konuda açıklaması çok
daha önemli: “Dolayısıyle Tonya‟ya karının
olduğunu düşünüyorum. En azından
Harşit‟teki arızadan elektrikler
kesilmeyecektir. Yabancılara satılıyor
deniliyor. Şu anda Trabzonspor Uzungöl
HES‟i aldı. Tonya‟lı Turan Yeşilbaş‟ın 6
HES‟i var. Tonya‟lı Bahri Köse‟nin 4 HES‟i
var. Tonya‟lı Kazım Öner‟in,
Fermanoğlu‟nun 4 HES‟i var. Tonya‟lı eski
İskenderli Belediye Başkanı Faruk Aydın,
Melikşahlı Osman Günaydın ve
Yenimahalleli Zekeriya Karaca HES
taşeronluğu yapıyor. Bu adamlar yabancı
mıdır?” (www. gunebakis. com.tr/ haber.php?id =31281&t =HES_müteahittleri). Hayır yabancı değil.
Zaten sorun yabancı olup olmaması da değil.HES‟lerle ilişkili konuşma yaptığımız her yerde insanlarımız
su kullanım hakkını yabancıların satın almasını sorun olarak görüyorlar. Oysa sorun yabancıların alması
değil, sistemin yapısal mantığı. Zaten yerel halktan birisinin alıp talan etmesi daha mı iyi? Bu konuda
Munzur üzerine yapılacak barajla ilgili konuşma için gittiğimiz Tunceli‟de bizimle birlikte heyecanla
tartışmalara katılan Tunceli‟li bir vatandaşın aynı zamanda Munzur Su fabrikasının ortaklarından birisi
olduğunu öğrenince şaşırmıştık. Munzur‟a baraja hayır ama “Munzur‟a Susayan” Dersim halkı için
pazarlanan doğa. Aslında kapitalizmin birikim mantığının saçılması ya da yerel küçük birimlerde hızla
derinleşip-genişlemesini göstermesi açısından önemli. Munzur Su fabrikasında, günde 170 ile 200 ton arasında

15
su şişelenerek, Dersim dışındaki illere ve yurt dışına pazarlandığı belirtiliyor (Su ihracatından 2007 yılında 25
milyon litre su satışı yapan Munzur Su'nun 2007 yılı ihracatı ise 80 bin Euro.)
Sermaye birikiminin en önemli belirleyenlerinden bir diğeri ise aşırı sermaye birikimi ve buna bağlı olarak
sermayenin değersizleşme sürecine girmesidir. Her iki eğilim sermayelerin yeni sektörlere yönelmesine neden
olur. SANKO-ZORLU grubunda olduğu gibi tekstilde karşılaşılan aşırı üretim ve birikimden enerjiye, dolayısıyla
suya yönelmelerini anlamak açısından incelemeye değer.
Sermayenin aşırı birikmesi ve değersizleşmesi aynı zamanda üretim alanına aktarılan sermayelerin yanı başında
muazzam bir para-sermaye yani finansallaşmaya neden olur. Suya ilişkin büyük ölçekli yatırımlarda finansal
yapıların hızla devreye girdiğini ve süreci hızlandıracak bir dizi işlevin açığa çıktığını görüyoruz. Su döngüsüne
yapılacak müdahaleler için ihtiyaç duyulan finansal kaynakların azınsanmayacak bir düzeyde olduğunu, Dünya
Bankası‟nın su ile ilgili hazırladığı Rapor‟dan görmek mümkün. Yukarıdaki tablo aynı zamanda suya yönelik
yatırımların artan miktarını da göstermesi açısından önemli. Bu aşamada su konusunda dünya ölçeğinde etkin olan
şirketlerin son zamanlarda doğrudan suya yatırım yapma yerine riskleri azaltmak için kamuyu, özellikle yerel
yönetimleri su konusunda finanse ettiklerini gösteren çalışmalar mevcut. Son zamanlarda belediyelere yönelik yeni
yasal düzeneklerin, özellikle yer altı kaynaklarını kullanmalarına ilişkin düzeneklerin hazırlandığı düşünülürse
sürecin bileşenleri daha bir anlaşılır hale geliyor.

Sermayenin bu en temel dinamikleri arasındaki içsel bağlantıları anlatmak bu çalışmanın sınırlarını aştığından, bu
farklı ilişki ve düzenekleri aşağıdaki ilişkisel düzeneği işaret eden tablodan görmemiz mümkün;

16
“Su için mücadele yaşam için mücadeledir ve bu mücadele bizleri
farklı ülkelere ait olmanın, farklı bayraklara sahip olmanın, farklı
renklere (ırka) sahip olmanın, farklı politikalara sahip olmanın
ötesine ve farklı dillerin ötesine taşır, bizleri yaşam içim mücadelede
birleştirir.”
(Danilo Urrea, Kolombiya)

“Derelerin Kardeşliği Platformu, tamamen bağımsız bir halk hareketi


olarak bölgemizin ve ülkemiz vadileri üzerinde yapılması planlanan
bütün HES projeleri durdurulana, üretim lisansları iptal edilinceye
kadar, HES‟lere karşı demokratik, yasal ve hukuksal mücadelesini
birlik, bütünlük ve dayanışma içerisinde sürdürmekte kararlıdır.
(Derelerin Kardeşliği Platformu)

“Başka bir enerji mümkün Başka bir Munzur Yok”

17
VIII- Sermaye birikimine ait tarihsel ve çelişkili sürecin, sadece suyu değil, tüm alanları içine alacak şekilde
sermayenin evrensel mantığının toplum ve doğa üzerindeki egemenliğine yol açtığını söyleyebiliriz. Günümüz
kapitalizmi olguları daha bir radikal kıldı. Görmek ve göstermek ! İçinden geçtiğimiz koşullarda görmek ve
göstermek artık sadece bilme eylemliliği değil, “eyleme” ile iç içe geçmiş durumda ya da öyle olmak zorunda.
Olgulara yön verenler çok daha örgütlü ve ellerinde muazzam güç-teknoloji birikmiş durumda. Ama bu muazzam
güç-teknoloji aynı zamanda önemli bir dizi alternatif enerjiyi de açığa çıkartıyor. Doğanın ve insanların köşeye
sıkıştırılması yeni alternatif oluşumlara yol açıyor. Aşırı güç, aşırı güçsüzleşen insan ve doğanın ayakta kalma
mücadelelerine dönüşüyor.

Üretim sürecinde yaratılan zenginlik emek-gücünün yani ücretlilerin sömürülmesi/baskı altına alınması anlamına
gelirken, buradan elde edilen sermayeler yeni çevirme hareketini başlattığı ölçüde su, eğitim, sağlık, ormanlar,
tohum gibi alanları da sermaye birikim süreci içine çektiği ölçüde kapitalizmin fabrikalarda başlayan sömürü-
egemenlik ilişkileri (üretim ve tüketim alanında yarattığı etkileşimli düzenek) doğayı daha fazla üretilecek ve
tüketilecek bir girdiye dönüştürmekle kalmamış, ayrıca doğanın kendisi (dereler, ırmaklar, ormanlar, su havzaları,
madenler) sermayenin değerlenme alanına dönüşmüştür. Bu dönüşüm yatırım yapılan alanlardaki ekolojik
dengeyi/düzeneği tahrip etmenin ötesinde, bu bölgelerde yaşayanların yaşam ortamını tahrip etmekte, ayrıca küçük
topluluklarda birbirinden habersiz bir dizi toplumsal tepkinin de açığa çıkmasına neden olmakta. Yerel alternatif

18
karşı çıkışlar ilk elden kendilerinin karşılaştığı problemlerden hareket etseler bile, karşılaştıkları problemin
arkasında kapitalizmin olduğunu görmeleri gerekiyor. Ama diğer yandan bildiğimiz anti-kapitalist hareketlerin de
bu yerel toplulukların kendilerine ait sorunları göz ardı ederek, onların yaşamlarını etkileyen değişimlere doğrudan
eğilmeyerek hareket etmeleri hatalı olacaktır.

Yaşam ortamının, ortaklaşa kullanım alanlarının


metalaştığı ve bu metalaşmanın emek-gücünün yarattığı
birikimler üzerinden gerçekleştiğini düşündüğümüzde
yapısal olarak iç içe geçmiş bu ilişki/düzeneğe karşı
birleşik mücadelenin olanakları da araştırılmalı. Bu
araştırma için ilk olarak “sorun temelli
organizasyonlara” ya da “platform tarzı örgütlenmelere”
yönelmek anlamlı olacaktır. Su konusunda, maden
konusunda, sağlık konusunda, işsizlik konusunda, çevre
konusunda, kadın konusunda, emeğin sömürülmesi
konusunda, iş kazaları konusuda platformlar oluşturmak
ve bu platformlara sorunu yaşayan tüm kesimlerin ve
sorunla bağlantı kuracak anti-kapitalist yapılanmaların katılımını sağlamak gerekiyor. Platform yoğunlaştığı
sorunlu alana ilişkin tüm bileşenleri ortak kılan bir kaç ilke tesbit etmeli. Bu ilkeler platformun ortak eylemlilik
alanını belirlemeli, ama platforma katılan her organizasyon/örgüt/yapı kendi konumunu ve mücadelesini kendi
tanımladığı alanlarda sürdürmeye devam etmeli. Bu, hem sorunu yaşayan yerel alternatif güçleri, hem de topyekün
kapitalizme karşı konumlanan güçleri bir araya getirmekle kalmayacak, kapalı devre varoluşlar sergileyen
organizasyonların/yapıların toplumsal sorunlar üzerinden gerçekliğe değmelerini, dokunmaları, sahici olmalarını
sağlayacak. Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu bu anlamda önemli bir deneyim, ama konu su olunca bir
yandan sorunu “su”dan sayan sol grupların yeteri kadar ilgi göstermemeleri, öte yandan yerelin sürece merkezi bir
yerden, etkin bir şekilde katılamaması söz konusu. Fakat süreç, bu farklı yapıların ortak bir zeminde durmaları olası
olmasa bile, birlikte hareket etmelerini gerektiriyor. Danilo Urrea‟nın işaret ettiği gibi, su mücadelesi yaşam için
mücadeledir ve tüm farklılıklarımızı ortadan kaldırır. Ama platform tarzı bir araya gelme bu farklılıkları da ortadan
kaldırmayı gerekli kılmıyor. Kapitalizmin yapısal kapanına yakalanmış farklı nesnellikler arasında çapraz
dayanışmalara (transverse solidarity-kavram K.Ravi RTaman‟a ait) yönelmek gerekiyor. Bu sadece
kapitalizmin yarattığı olumsuzlukların maddi yönelimlerine işaret etmiyor, ama aynı zamanda farklı
kültürler farklı anlam dünyaları arasında da çapraz dayanışmalara yol açıyor. Suya erişimde zorluk
yaşayan kadınlar ile feminist hareket arasındaki bir dayanışma/mücadele zemininin oluşması, aynı
zamanda çalışan ama en kötü koşullarda çalışan Kürt kadınları ile feminist hareket arasında platform tarzı
örgütlenmede bağlantıların kurulması anlamlı olacaktır. Kapitalizmin yapısal belirleyenleri ile bu
belirlemeler karşısındaki olumsuzluklarla karşılaşanların farklılıklarını eşzamanlı hareket içinde belirgin

19
kılan bir dizi çapraz dayanışma gerekiyor. Bu tarz bir hareket noktasını post-modern/kültüralist/tikelci
hareketlerden farklı kılan unsur, sorunun yapısal boyutunu göz ardı etmeden anti-kapitalist bir duyarlılık
göstermesidir. Diğer yandan bu tarz bir analizi bildiğimiz anti-kapitalist mücadele tarzından farklı kılan
yanı ise, sorunu sadece fabrika ve işçi sınıfı ile sınırlamaması, işçi sınıfının politik mücadele hattını
hiyerarşik üstünlük üzerinden tanımlamayıp kapitalizmin yarattığı tüm olumsuzlukları, farklılıkları ile
mücadele içine katması açısından ayrılıyor. Sermayenin evrensel mantığının tüm toplum-insan-kadın ve doğa
üzerindeki egemenliğindeki dönüşümler, mücadele biçimlerinin de değişmesine neden olmuştur/olması gerekiyor.
Farklılıkları dışlamadan farklılıklarca yapısal olana karşı bileşik mücadele.

Türkiye‟de kapitalizmin suyu kapitalist mantığın içine çekmesi


ilginç bir şekilde kentsel alanlardan daha çok kırsal alanlarda
inanılmaz bir dizi mücadelenin başlamasına neden olmuştur.
Mücadeleyi Yuvarlakçay‟da başlatan köylüler (Pınarköylü 84
yaşındaki Fatma nine ve arkadaşlarının kurduğu „Şalvar Rap‟
grubu. Yuvarlakçay üzerine kurulması planlanan hidroelektrik
santral (HES) bir şarkıyla protesto ediliyor), Tonya‟da sunuş
yaptıktan sonra bize “verecek bir bardak suyumuz bile yok” diyen yaşlı teyzenin sözünde kararlı olduğunu gösterdi.
HES şirketi HEDA Elektrik Ltd. Şti. tarafından, Belediye Başkanı, muhtarlar ve AKP ilçe Başkanı‟na
özel olarak düzenlenen “bilgilendirme toplantısı”, derelerine sahip çıkan çevreciler tarafından basıldı.
“HES‟çi şirket Tonya‟yı terk et” sloganları ile salonu boşaltan vatandaşlar, şirket yetkilisi ile AKP‟li
Tonya Belediye Başkanı, AKP ilçe Başkanı ve bazı muhtarları baş başa bıraktı. Toplantı çıkışı ise HES
yetkililerini taşıyan araç yumurtalar eşliğinde Tonya‟dan “uğurlandı.”
Bir başka mücadele ve öfke sesi Cide Loç yöresinden geliyor; “Yöremize yapılması planlanan Cide Hidro

20
Elektrik Santrali (C - HES) için Çevre ve Orman Bakanlığı Çevresel Etki ve Değerlendirme (ÇED) heyetinin "baraj
yapılabilir" onayı vermemesi için Loç Yöresi Halkı olarak girdiğimiz "haklı" mücadelemizden asla
vazgeçmeyeceğiz.”
Kararlılıklarını gördüğümüz bir diğer yer ise Artvin‟in Ardanuç ilçesi;
“HES projesinin toplantısı köylüler tarafından engellendi. Bulanık Köyü‟nde Yeşil Mavi Elektrik Üretim
A.Ş. tarafından yapılması planlanan HES projesi için şirket tarafından halkın katılımı toplantısı çağrısı
yapıldı. Köy meydanında bir araya gelen köylülerin tepkisi sonucu toplantı gerçekleştirilemedi. Derelerin
Kardeşliği Platformu‟nun çağrısıyla toplanan köylüler ellerindeki „Dereler özgürdür, özgür akacak‟,
„Yeşil Mavi defol bu halk satılık değil‟ yazılı dövizlerle bir yürüyüş yaptı. Toplantı heyetini kahvahaneye
almayan köylüler „dereler bizimdir, bizim kalacak‟ sloganıyla heyeti uzaklaştırdı.”
Munzur, Hasankeyf‟de başlayan mücadele deneyimi, su için mücadelenin yaşam için mücadele olduğunu,
yaşam için mücadelenin ise din-dil ve politik farklılıkları aşan bir öneme sahip olduğunu göstermiştir.
Elinden yaşam ortamı alınan yerel topluluklar HAYIR dediler, şimdi alternatif yerelliklerle çapraz
dayanışmalara yönelme zamanı. Sesi soluğu çıkamayan kuşlar, böcekler, çiçekler için, gelecek kuşaklar
için dayanışmaya, yaşama.

21

You might also like