You are on page 1of 48

Eleştirel Kimliğin Ardında

ADNAN BENK VE ELEŞTİRİ ANLAYIŞI

Mustafa Durak
Eleştirel Kimliğin Ardında
ADNAN BENK VE ELEŞTİRİ ANLAYIŞI

Mustafa Durak

Yazarlık heveslisi bütün yeteneksizlerin eleştiri dalına üşüşmeleri


boşuna değil: eleştiri denince, hiçbir hazırlığı gerektirmeyen ge-
vezelikler geliyor akla.
(Adnan Benk; III; s: 396)

0.Giriş:
Kavramların kaynağı:
Adnan Benk üzerine yazmaya başladığımda birkaç niyetim vardı. Her şeyden önce
hocanın bende yarattığı etkiye bağlı bir sorumluluğu yerine getirme, borç ödeme. Ve
elbette ardından kaçınılmaz olarak kendi eleştirel kimliğime yönelme, hesaplaşma.
Ancak kazıya başlayınca şunu gördüm: Hocanın ve hocanın hocalarının
borçlandıkları kişiler ve giderek onların da borçlu oldukları kişiler var. Dolayısıyla
bir ucundan çekmeye başlayınca insanlık tarihiyle karşılaşıyoruz. Elbette öyle olacak
denecektir. Bunda şaşılacak bir şey yok ki. Öyle de bu, bir farkına varmayı getiriyor.
Üstelik bu farkına varma başka farkındalıklara da açıyor. Örneğin yalnızca bir tarihin,
bir sürecin son kesitini, son aşamasını ele alırsanız her şeyi ona (bazen de kendinize)
maledebiliyorsunuz. Bu da bilgilenmenin içinden bilgisizliğin duyamadığımız sesidir.
Elbette bir de şu sıkça başıma gelmiştir. Kendi buluşum, kendi yorumum sandığım
bir terimin, bir kavramın, bir yorumun benden önce başkalarınca kullanılmış ya da
yapılmış olduğunu görmek. -hatalarımdan söz açmayacağım. Onların yeri
unut(ul)ma, görmezden gelme çöplüğüdür zaten-. Bu çalışma en azından alan
temelinde büyük bir eksikliğin olduğunu gösterdi bana. Elbette bilen bilir ama kayda
geçmemiş olması bir eksiklik işte sonunda. Gerek poetika konusunda gerek eleştiri
kuramları konusunda kavramların şeceresi ile ilgili ayrıntılı bir çalışma yok. Belki
burada Estetik tarihi eleştiri tarihi üzerine kitaplar ileri sürülebilir. Estetik ve/ya tarihi
ile ilgili pek çok kaynak sayılabilir (Estetik tarihiyle ilgili seçilmiş metinlerden
oluşturulmuş 'Lee Archie ve John G. Archie; Readings in the History of Aesthetics',
bir örnek yalnızca). Eleştiri Tarihi ile ilgili oylumlu iki yayına işaret edebilirim:
'Norton Anthology of Theory and Criticism' (2624 sayfa: seçilmiş temel metinlerden
oluşturulmuş) ve Cambridge Üniversitesinin yayınladığı her biri ortalama 500 sayfa
oylumunda 9 ciltlik 'The Cambridge History of Literary Criticism'
: Cambridge Yazınsal Eleştiri Tarihi 1-9. Ancak belirttiğim eksikliğin bunlarla
giderilemeyeceğini söylemek bile fazla. Yalnızca böyle bir konuya odaklanmış bir
çalışmaya gereksinim var.

Kuramsal kimliğinizi öğrenmek istiyorsanız ne yaptığınızı, kime borçlu


olduğunuzu bilmelisiniz:
Kuram ve uygulama konusuna sıçrarsam. Kurama hiç gereksinmeyenler var. Olabilir,
bir seçim bu. Ama gereksinmediğimizde şu sorunlarla karşı karşıyayızdır. Ya kuram
konusunda sıfır bilgiye sahibiz. Ya da kuramsal bilgiyi özümsedikten sonra
uygulamanın daha önemli olduğu düşüncesiyle kuramı bir yana atıp eğer olabilirse
uygulamanın içinden kuramsal bir farklılığa gitmeye çalışıyoruzdur. Elbette bir de
yazılı kültür sözlü kültür çerçevesinde bakılabilir ayni konuya. Bu noktada kuramsal
çalışmalardan haberdar olmayı yazılı kültürle ve de uygulamalara bakarak kendince
bir sonuç çıkarmayı da sözlü kültürle buluşturduğumu söylemeliyim. Eğer kuramları
temsil eden eleştiriler kullanılan dilde uygulanmış olarak varsa bu eleştirilerden
(eleştirel uygulamalardan) yola çıkıp el yordamıyla kendine bir yol çizmeye çalışmak
da olanaklıdır. Ancak yazılı bir etkilenme olsa da bu da sözlü kültür sınırındadır.
Yukarıda belirttiğim borçlanma çerçevesinde şunu unutmamak gerek: farkında
olmadan birilerine borçlanmak. Bizi aydınlanmış kılmaz. Her söylediğinin kendinden
menkul olduğunu sanmalarımız sürer çünkü. Kör bilgi yani karanlığın içinden
konuşmak.

Eleştiri, etkisiz eleman değildir:


Platon'un bilgi konusundaki mağara kuramı yapay da olsa bu konuda çok
aydınlatıcıdır. Farklı bilgi her zaman tepki çeker. Hele hele Platon'un örneğinde
olduğu gibi kendi bilgilerinin sıfırlandığı düşüncesine kapılanlar yok saymanın
ötesinde cinayete bile yönelebilirler Platon'un öngördüğü gibi. Ve her bilgi biçiminin
kendine göre yandaşları olacaktır. Üstelik bu yandaşların sesi hep gür çıkacaktır.
Bilimsel bilgiyi günümüzde kaygan bir zemin üzerinde göstermeye çalışanlar ve öyle
algıyanlar ne yazık ki yığınlarca. Kör satıcıların kör alıcılarına ne denebilir ki? Olsa
olsa Romalıların ilkesi dile getirilebilir: “Senin dinin sana benim dinim bana”. Yani
herkes kendi yoluna.

Anlam da yorum da; okurun, alıcının öznelliğine teslim edilir:


Bu girişte bir de anlam ve yorum gücüne değinmek istiyorum. Anlam bir ifadenin
üreteni ve alımlayıcısı bakımından birleşilen alandır. Böyle bir tanım bir yandan
iletişimseldir, bir yandan da yazanın, söyleyenin niyetini (intentio autoris) önceler
görünmektedir. Edebiyat, sanat, şiir söz konusu olduğunda iletişimsellik ögeleri
normal iletişimden farklılaşır. Bu farklılaşmanın ayırdında olmazsak yazarı her
yaptığında bilinçli ve hep farkında, unutmayan bir varlık olarak kabul ederriz. Oysa
ben kendim için konuşursam, zaman oluyor, en bildiğim adları unutuyorum, kürsüde
yanımda duran Rektör yardımcısının adı aklıma gelmemişti. Bırakın bunu
çocuklarımın birbirine benzeyen adlarını sık sık karıştırırım. Alışmıştır onlar bu
duruma. Gülüşürüz. İnsan unutkanlığı, bağışlanabilir bir yanlıştıktır genelde. Ancak
eline kalem almış, yazarım, şairim, eleştirmenim diye ortalığa düşmüş birilerinin bir
konuda, bir kişi ile ilgili yorumlarında, yargılarında dikkatsizlik yapmaları kolay
bağışlanmaz. Ve bu kalemşörün yer aldığı, almak istediği konuma göre hatası daha
bir görünür olur. Kimi bilim adamlarının (elbette içine bayanlar da dahil), kendi
alanlarında bu tür hataları kolay bağışlanmaz. Bana sorarsanız kişi durmadan gelişme
kaydediyorsa hataların önemi yoktur. Ama bu, elbette eksikliğinin ayırdına varanlar
için geçerli olabilecek bir durumdur.

Amacın ne? öznellik mi nesnellik mi?


Yorum konusunda, yorum bilgisinin temel aldığı ama başka kişilerin, yaklaşımların
kılıfında karşımıza çıkan bir ilkeden söz etmeliyim. Aziz Augustinus şöyle diyor:
“bir yorum, ancak metnin bir başka bölümünce doğrulandığında kabul edilebilir; ..
çürütüldüğünde reddedilmelidir”(De doctrina christiana )(1).

Elbette şu sorulabilir: Aziz Augustinus acaba bu doğruya ne ölçüde uydu? Zira


Augustinus için ilk yorum koşulu tanrıyı ve insanı sevmektir. Bu, yorumlayanın
ruhsal iç dinamiğiyle, etiğiyle ilgili bir konu. Ben kendi açımdan şöyle diyeceğim:
kendinden çıkamayanın, metne odaklanamayanın yazısından çizisinden hayır gelmez.

Amacım:
Evet, bu çalışmada Türk yazın eleştirisinin bir kilometre taşı olan değerli hocam
Adnan Benk'in çalışmaları ve kavramsal art alanı incelenerek bir kazı denemesi
yapılacaktır.

1.Adnan Benk'in arka planı


1.1.Alman Romantik düşünürleri:
Adnan Benk'in önce öğrencisi sonra da öğretim üyesi olduğu Fransız Filolojisi'nin
kurucusu Leo Spitzer, Adnan Benk'in eleştiri anlayışını temellendirmiş bir yazın
araştırıcısıdır. Leo Spitzer'in ardında da iki alman romantik düşünürü bulunmaktadır:

Friedrich Schleiermacher (1768-1834):


Anlama yalnızca kutsal metinlerin çözümlenmesi ile sınırlı değildir. Insanlığın tüm
metinleri ve iletişim biçimleri bu konu çerçevesinde incelenebilir, incelenmelidir. Bu
düşüncesiyle Schleirmaher anlam ve anlamanın araştırma nesnesinin sınırlarını
genişletir. Onun bir metnin yorumuyla ilgili düşüncelerini şöyle sıralayabiliriz: Bir
metnin yorumu, yapıtın düzenlenişi ile ilgili tüm konuları içine alan içerik
çerçevesinde incelenmelidir. O, dilbilgisel yorum ile ruhbilimsel yorum arasında bir
ayrım yapar. İlki bir yapıtın genel düşüncelerden hareketle nasıl bir araya
getirildiğini araştırır. İkincisi bir bütün olarak yapıtı belirleyen, o yapıta özgü
birleştirmeleri (combination) ele alır. Ona göre her yorum sorunu, bir anlama
sorunudur. O yorumbilgisini (hermeneutics), yanlış anlamadan kaçınma sanatı olarak
tanımlar. Onun bu konuda önerdiği çözüm şudur: Metni ve yazarı anlamak için
yapılacak denemede dilbilgisel bilgi ve ruhbilimsel yasalar kullanılır. Ancak şu da
belirtilmeli: onun zamanında anlama deyince yalnızca yazarın, konuşmacının
bireyselliği ile ilgili sözcükleri ve nesnel anlamları anlaşılmıyordu.

Wilhelm Dilthey (1833-1911):


Anlama, insan eylem ve üretkenliğinin görünüşleri dışından bunların iç anlamını
araştırmak için yola çıkar. Yani dıştan içe, ifadeden ifade edilmiş olana. Ve bu
hareket empatiye dayanmaz. Empati başkasıyla doğrudan aynileşmeyi, yorum ise
dolaylı, aracılı bir anlamayı içerir. Ve bu anlamaya ancak insan ifadelerini tarihi
bağlamları içine yerleştirerek ulaşılabilir. Anlama yazarın zihinsel durumunu yeniden
kurma süreci değil, yapıtta ifade edilmiş olanı (ayrıştırma) anlaşılır kılma
(articulating) sürecedir. Dilthey zihinsel bilimleri üçe ayırır: deneyim, ifade ve
kavrama (comprehension). Deneyim, durumu ya da şeyi kişisel olarak hissetme
demektir. Dilthey'e göre, biz bir şeyi deneyimlemeye çalıştığımızda bilinmeyen bir
şeyin anlamını kavrarız. Dilthey'in deneyle anlaması Husserl'inkine benzemektedir.
İfade, anlam içinde deneyime çevrilir, zira biz bir şeyi ifade ettiğimizde, o artık özel,
kişisel bir şey değil, birinin kendi dışında birine çağrıdır. Her söyleme bir ifadedir.
Dilthey'e göre, biz her zaman bir ifadeye geri dönebiliriz özellikle de onun yazılı
biçimine. Ve bu pratik, bilimsel bir deneyimle ayni nesnel değerdedir. Geri dönme
olasılığı bilimsel çözümlemeyi olanaklı kılar. Bu yüzden de insan bilmeleri bilimsel
olarak nitelenebilir. Ona göre ifade, konuşanın niyetlendiğinden fazla [bir] söyleme
olabilir. Zira ifade, bireysel bilincin tam olarak anlayabileceği anlamları aşar. Son
düzlem, kavrama düzlemidir. Bu, kavramayı ve kavramamayı içeren boyuttur.
Kavramama az ya da çok yanlış anlama demektir. Dilthey'e göre kavrama birlikte
varoluşu üretir. Anlayan, kim olursa olsun, başkalarını anlar. Anlamayan, kim olursa
olsun, yalnız kalır. Gadamer'e göre Dilthey bize tarihi geçmişimizi
çözümleyebileceğimizi öğretti ama kişisel tarihimizi düşünmedi. Anlama; bir zihnin,
içinde ötekinin zihinsel nesnelleştirmelerinin farkına vardığı süreçtir. Anlama
“Ben”in “Sen”de keşfidir. Anlam, anlama üzerine çalışan Dilthey yorum bilgisine
kaydolur.

Yorum bilgisi (Hermenötik):


Metni betimleyerek, metni okumayı öğrenerek, yorumlama, açıklamadır.

Yorum bilgisel (Hermenötik) daire:


Kavram Scleiermacher'e ait, terim Dilthey'e. Bir metni anlamak için yapıtı anlamış
olmak gerek. Yapıtı anlamak için metinleri anlamış olmak gerek. Bu tanımda yapıt
bir bütün iken metinler bütünün parçalarıdır. Yani metin yapıta ait bir parçadır.
Schleiermacher'e göre bunun olanaklılığını, parçadan bütüne bütünden parçaya gidiş
gelişlerle “önsezi, içe doğma” sağlar.

1.2. Yeni Eleştiri


John Crowe Ransom ve bir kaç öğrenci (Allen Tate, Robert Penn Warren ve Cleanth
Brooks) tarafından Birinci Dünya savaşının ardından bir eleştiri hareketi olarak
başlatılıyor. 1922-25 yılları arasında “Fugitives” (Kaçaklar) dergisini çıkarıyorlar.
T.S. Eliot'un şiiri ve eleştiri denemeleri dikkatlerini çekiyor. Edebiyatı organik bir
gelenek olarak görüyorlar. Biçimi çok önemsiyorlar. Klasik değerlere bağlı kalmak
istiyorlar.

Ama asıl, John Crowe Ransom'un “Yeni Eleştiri” (1941) adlı kitabıyla
belirginleşiyor. Bu kitap, I.A. Richards, William Empson, T.S. Eliot, Yvor Winters'i
eleştirir. Ve ontolojik eleştiri anlayışını savunur. Yeni eleştiriciler “yakın okuma”yı
(close reading) savunur. Yani Şairin kişiliğinden, zihninden, kaynaklarından,
düşüncelerinden, toplumsal ve siyasi içermelerden çok, şiirin ayrıntılı metin
çözümlemesini. Bu eleştiri için anlam bilgisi önemlidir.

Önemli kaynaklar: Cleanth Brooks: "The Poetry of Tension" (Gerilimin Şiirselliği)


1917; Cleanth Brooks ve Robert Penn Warren: "Understanding Poetry: An
Anthology For College Students" (Şiiri Anlamak) 1938. Bu kitap yeni eleştiri
ilkelerinin yayılmasını sağladı. Cleanth Brooks: "The Well Wrought Urn: Studies in
the Structure of Poetry" (“İyi İşlenmiş Yapıt: Şiir Yapısı Üzerine İncelemeler”),
1947; W.K.Wimsatt (1907-1975) Verbal Icon: Studies in the Meaning of Poetry
(Sözel İkon: Şiirin Anlamı Üzerine İncelemeler) (1954) Cleanth Brooks, Wimsatt,
Jr.: "Literary Criticism: A Short History" (Yazınsal Eleştiri: Kısa Bir Tarihçe) 1965.

Yeni Eleştiri, ilk yıllarında I.A Richards; Eliot, Pound ve Hulme'un yazılarında da
görülen yoğun yazınsal tepkiye vurgu yapmıştı. Buna Winters, etik yaklaşımını,
Ransom bilgi kuramını eklemişti. Bunlara Brooks, Wimsatt ve Wellek biçimci
yönelişleriyle, Northrope Frye, türlerle ilgili arketip kuramıyla katılmıştı. Ve şiir
deneyimi, yazınsal ulamların bulunmasına ve sınıflandırılmasına indirgenmişti.

Leroy Searl, yeni eleştiriyi şöyle tanımlıyor: “Yeni Eleştiri', ingiliz ve amerikalı
yazarlar arasında eleştirel dikkati bizzat edebiyatın kendisine odaklamak için, çeşitli
ve aşırı enerjik bir çabadır” (2).

Yeni Eleştirinin Terimleri:


Yakın Okuma (Close Reading):
I.A. Richards, ve öğrencisi William Empson daha sonra da Yeni Eleştiri'cilerin
kullandığı (ne yazık ki ilk kez kendimin kullandığını sandığım) bir terim. Çağdaş
eleştirinin temel terimi. Ancak yine de bu terim altında toplansa bile metne farklı
yakınlaşma biçimleri olduğu söylenebilir. Gustav Lanson'un, Greimas'ın; Barthes'ın,
Jacques Derrida'nın, Adnan Benk'in ve benim yakın okumalarım farklıdır. Adnan
Benk'in okuması büyük ölçüde Leo Spitzer'in ardında, ve bizdeki diğer yakın
okumalar, Tahsin Yücel'in, Mehmet Rifat'ın, Mehmet Yalçın'ın okuması da
Greimas'ın ardındadır.

Yapıtın kendisi:
Eleştiride temel alınması gereken tek şey.

Niyet Çözümlemesi:
Niyet çözümlemesi, yazarın, şairin bir metni bir ifadeyi hangi amaçla oluşturduğunun
bulunması, tasarlanması, kavranmasıdır. “Yazarın niyetinin tasarlanması, bir
edebiyat yapıtının başarısını değerlendirmede kullanılması elverişli değildir, istenen
bir şey de değildir” (W.K.Wimsatt ve Monroe Beardsley). Bu yazarlara göre edebiyat
metninin yorumlanması üç kanıt biçimiyle olabilir:

İç Kanıt:
Yapıtın içindeki ayrıntılardaki kanıt. Yapıtın açık içeriği iç kanıttır. Yapıtın biçimleri
ve gelenekleri. Destansı şiirin biçimi (ölçü, alıntılar vb) yapıtın içindedir. Bu, şiir türü
ile, tipi ile ilgili bilgi incelenmiş, deneyimlenmiş bilgidir. Bu tür bilgide niyet yanlışı
olmaz. Yazınsal çözümlemenin, metni anlamak için dikkate alması gereken iç
kanıttır.
Dış kanıt:
Bu tür kanıtlar, yapıtın içinde değil de dışındadır. Örneğin yazarın yaptığı
açıklamalar. Bu tür kanıt, yapıtın kendisiyle ilgili olsa bile, eğer yapıtın içinden bir
kanıtla desteklenmiyorsa, niyet yanlışı olabilir. Dış kanıt yazarın yaşamına iletebilir
ama metni anlamakta güvenilir değildir. Şairle ilgilenmeler bizi şiirin dışına atar.

Bağlamsal (Ara) kanıt:


Bu ayni sanatçının başka bir yapıtıyla bağlantı kurularak çıkarılacak anlamla ilgilidir.
Bir yazarın yaşamıyla ilgili bilgi zorunlu olarak niyet yanlışı değildir. Ama niyet
yanlışı konusunda bağlamsal kanıt en büyük açığı oluşturur. Bir yapıtın anlamı,
yapıtın kimliğini oluşturan yapıtın içindeki özelliklerle pekiştirilebilir.

Yeni Eleştiri anlayışına göre şiir, yazıldıktan sonra şairin değildir, topluma aittir.
Eleştirel araştırmalar kahinlik değildir.

Yanlış niyet (intentional fallacy):


Niyet yanlışı: şiir ile şiirin kaynağı arasındaki yanılmadır. Bu yanılma, eleştiri
ölçütünün, şiirin, ruhsal nedenlere bağlanması ile başlar özyaşam öyküsü ve
görelilikle biter.

Duygusal yanlış (affective fallacy):


Duygusal yanlış, şiir ile sonuçları (ne olduğu, ne yaptığı) arasındaki yanlıştır,
bilgibilimsel kuşkuculuğun özel bir türüdür.

Bağıntı (relevance):
1986 yılında Dan Sperber ve Deirde Wilson'un akıl yürütme ve iletişim konusunda
merkezi bir öneme taşıdığı kavram. Bu kavramın şunun için altını çiziyorum: dikkati
yapıta yoğunlaştıran Yeni Eleştiri'nin sıkça kullandığı bir terimdir bağıntı. Bu bağıntı
kavramı dış biçimle ilgilidir. Ama herhangi bir dış biçim değildir. Bu, yapıtın toplam
biçimiyle bağlantılı bir dış biçimdir. Yani şiiirin bölümlerinin (kıtalarının) biçiminin,
ölçüsel biçimlerin, iç bağlantılara, yansımalara, örneklere, dizgelere bağlanması,
katılması, onlarla bağıntılı olması demektir. Ancak böyle olduğunda dış biçimdir
Yeni Eleştiri için. Dolayısıyla Yeni Eleştiri'nin amaçladığı biçim; salt biçimle,
biçimcilikle ilgili değildir, biçimden yapıtın temel, öz anlamına gidişin aranışıdır.
Yeni Eleştiri, doğru anlamın anlamanın ardındaydı. Sperber ve Wilson iletişimde ne
arıyor ki anlamdan başka? Moda akımlar, yönelişler; sahiplenme, öne çıkma
kaygısının beslediği odağa alma, biraz genişletme biçimi değil mi?

1.3.Rus Biçimciliği:
Rus biçimciliği 1914-1930 yılları arasında Rusyadaki dilbilim ve yazın bilim ile ilgili
iki ekolün genel adıdır. Moskova ekolünün başında Roman Jakobson, Saint
Petersburg (OPOYAZ) ekolünün başında Victor Chklovski vardır. Şiirdeki ölçü ve
ritm yapısı; anlatı yapıları, biçem (style) olguları, türlerin diyalektiği, masalların
tipolojik çözümlemesi alanlarında çalışmalar yapılmıştır. Rus biçimcileri edebiyat
bilimini kurmaya çalıştılar ve bir yapıtı edebiyat yapan niteliklerin peşine düştüler.

1.4.F. de Saussure (1857-1913)


1.5.Yapısalcılık:
Yapısalcılık, Saussure'ün “Genel Dilbilim Dersleri” adlı, öğrencilerinin derlediği
kitabındaki gösterge ve dizge (sistem) kavramlarından yola çıkan yapıtta yapıları
araştırmaya yönelik çalışma biçimidir.

1.5. Alman Romantiklerin izleyicileri


Leo Spitzer (1897-1960):
Edebiyat ile dilbilim arasında bir köprü kurmayı düşünen Leo Spitzer, Scleiermacher
ve Dilthey'in düşüncelerinin izleyicisidir. Arka planında Croce ve Vosler'i
değerlendirmesi ve/ya eleştirmesini görmek gerek. Ama asıl Freud'ten etkilendiğini
kendisi ifade eder (3). Leo Spitzer için “asıl işlem okumadır” (4). Leo Spitzer'in
önerdiği sıradan bir okuma değil, bir yapıtı inceleme, anlama biçimidir.
Leo Spitzer, yapıtı anlamak için yaşamöykü incelemelerine karşıdır. Yapıtı anlamak
için kaynak, yapıtın kendisi olmalıdır. Yani Yeni Eleştiri'de olduğu gibi temel olan
yapıttır, metindir. Leo Spitzer, bu noktalardan,Yeni Eleştiri ve Rus Biçimcilerinin
görüşünü sürdürür: “Biçimdeki her özellik içeriği açıklar” (5). Leo Spitzer, okumayı,
biçim ile biçem ve anlam kavramlarının kavşağına oturtmasıyla, inceleme yöntemine
yönelmesiyle ayrılır: “Okurken, metinde yaygın dil yapılarından ayrılan, özel
çarpıcı kullanımları bulup toplamalı ve onların ışığında metni yorumlamaya
çalışmalı” (6). Böylece metnin kişiliğini, bir metni o metin yapan kimliği sapma
gösteren özellikli yapılarda arar. Ve Leo Spitzer, kendi yöntemiyle ortaya konacak
araştırmalara öylesine güvenir ki, incelemenin doğru yürütülmesi koşuluyla, yapıta
hangi açıdan bakılırsa bakılsın ayni sonuca varılır (7). Yani gittiğimiz yol doğruysa,
her yol Roma'ya çıkar. Ancak burda bir düzeltme yapmak gerek: hedef ayni
olmadıkça ayni sonucun alınması olanaklı değildir.

Kavramlar
Etymon:
Aralarında aykırılık göstermeden metnin, giderek yapıtın birliğini sağlayacak
ayrıntılar, ögelerdir. Etymon, etymology sözcüğünün de temelinde olan sözcüktür,
“kök” demektir. Bir sözcüğün etimoljisi nasıl o sözcüğün çıkış noktasını, kaynağını
veriyorsa bir metnin, bir yapıtın etymon'u da yapıtın üretilmesini sağlayan, temel yapı
birimidir. Bu bağlamda doğaldır ki bir yapıtın anlaşılması için de bu temel yapı
taşının farkına varmak, onu bulmak, bulgulamak gerekir.

Biçem çözümlemesi:
Etymon ayni zamanda biçemsel ayrımı bulmak için de yararlanılacak bir kavramdır.
Bunun için gerekli ilke: başka ayrıntılarla desteklenen bir aykırı ayrıntı. Dikkat
edilirse bu biçem anlayışı bir yazarı diğer bir yazardan ayırabilmek için fark(lılık)
kavramına yaslanmaktadır. Ve şunu da söylemeliyim sıradan olandan ayrılan, metnin
özü, ruhu anlamında bir birliğe yönelen olarak Yeni Platoncu, Plotinus'un felsefesiyle
buluşmaktadır. Birliğe yöneliş ve çokluğa yöneliş , bir dünya similasyonu olan
metinde birlikte var olmakta. Bunları ayıran, ayıracak olan okuma biçimlerimiz,
bakışlarımızdır.

Sapma:
Leo Spitzer için biçem normalden bir sapmadır. Aykırı ayrıntı derken amaçladığı bu
sapma anlayışıdır.

Parça bütün:
Parça bütünü temsil eder. Bu yüzden Leo Spitzer'in bakışının düz değişmeceli, başka
bir deyişle, benzetmeyle panteistik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak küçük bir ayrımla:
Leo Spitzer, herhangi bir parçanın değil “iyi seçilmiş bir parça”nın bütünü temsil
ettiğini savunur.

Filolojik daire:
Metnin özüne biçimde görülen ayırıcı bazı ayrıntılardan gitme yöntemi. Dilden öze
gitme. Dilsel özelliklerden hareket edildiğinde aykırı ayrıntı ya da sapma olarak
nitelenebilecek öge bulunabilir. Gözden kaçabilecek bu ögenin bulgulanması dikkatli
bir araştırıcı göz ister. Bu da okurun yazarla özdeşleşmesi (intentio autoris'in
yakalanması) sayesinde olur: eleştirmen, metindeki güçlükleri sezgisi sayesinde
yazarla özdeşleşerek çözer (8).

Yüzeyden, sanat yapıtının yaşamsal iç merkezine doğru gitmek: önce her yapıtın
görünür yüzeyindeki özellikli ayrıntıları gözlemek (ve yazarın ifade ettiği düşünceleri
yapıtın yüzeysel özelliklerinden yalnızca biridir) sonra bu ayrıntıları öbeklendirmek
ve bunları yaratıcı bir ilke içine dahil etmeye çalışmak (yazarın zihninde var olması
gereken bir yaratıcı ilke). Sonunda inşa edilen bu iç biçimin yapıtın tümünde (öbür
gözlem alanlarında) gözlenip gözlenmediğine bakmak. Leo Spitzer'in yöntemi budur.

Bu daire kısır bir daire değil, aksine tüm insan bilimlerinin temel işlemidir. Dilthey'in
'Zirkel im Verstehen' dediği romantik bilgelerin ve din bilgini Schleiernacher'in
yaptığı bulgulama ki filolojide bilme bir ayrıntıdan diğerine kademe kademe olarak
değil de önceden tahmin etmeyle ya da bütünle ilgili kehanetle işler: zira “ayrıntı
ancak bütünle anlaşılabilir ve ayrıntıyla ilgili her açıklama bütünü anlamayı
önceden varsayar”. Bizim kimi ayrıntılarla ilgili önce merkeze doğru sonra oradan
da ayrıntlarla ilgili yeni bir bütüne gelip gidişimiz “filolojik daire” ilkesini bir çeşit
uygulamadan başka bir şey değildir (9).

Burada Spitzer'in “kehanet” sözcüğünün alını çizelim. Hoş kendisi de bunu vurgular.
Spitzer'e göre filolojik daire kahinsi bir yöntem gerektirir: “yazarların ruhsalıyla ilgi
kahinlik” ve de “dilbilgisel kahinlik”. Burada, Plotinus ile, Aziz Augustinus ile
bağlantı kurmak kaçınılmaz olur.

Eric Auerbach (1892-1957):


Adnan Benk, Auerbach'tan söz etmez ama Auerbach 1947'de Türkiyeden ayrıldığına
göre Adnan Benk'in hocasıydı. Hem de tüm lisans eğitimi süresince. Dolayısıyla
Adnan Benk'te bir izi, yansıması olmalı. Kimilerince Auerbach, amerikan modern
eleştirisinin önemli bir adıdır. Auerbach da Leo Spitzer gibi Nazi yönetiminin sürgün
ettiklerindendir. Kendisinin tarihle ilgilenmesinin nedenini bu olaya bağlanıyor. Çok
dil bilen, çok yönlü bir kişilik. Leo Spitzer gibi o da biçemsel çözümlemeye
yöneliyor. Onda tarihi süreç ve değişme ile yaşam ve yapıt arasındaki sıkı ilişki öne
çıkıyor.
Doran Robert, onun Mimesis kitabı üzeirne yazdığı yazıyı şöyle özetliyor:
“Auerbach'ın gerçekçilk kavramının tam yüreğinde yüce düşüncesi yatar. Edebiyat
tarihine yaklaşımın, bizzat kendisinin ifade ettiği gibi göresel ve köktenci olarak
olasılığa dayalı gerçekçi sunum değil, yapısal ve içkin olarak kuramsaldır.
Auerbach'ın çok bilinen biçemlerin karışımı kavramı; biçemsel düzlemlerin karışımı
ya da kaynaşımı değil, insan dramının diyalektiğidir: yüce ve aşağılık, yüksek ve
alçak arasında dinamik bir bireşim. Bu bireşim insan varlığı için yeni bir kavramdır:
tarihin konusu olabilen kendisi aşkınlaşan bütünlük. Auerbach yüceyi yalnızca
biçemsel olarak değil ayni zamanda toplumsal ve insani olarak sunar” (10).

1.6. Adnan Benk'in etkilendiği fransız yazarlar


Gaéton Picon
Vico'dan etkilenip değişme kavramını benimseyen Erich Auerbach gibi Picon da
“Sanat; topluma göre, çağlara göre, değişir, değişmesi gerekir” (11), diyor.

Picon, Corneille'den Valéry'ye estetik yargıdan uzaklaşan anlayışı, “sanatçının


davranışını” yadsımak olarak değerlendiriyor: “Corneille ile başlayan bağımsızlık
akımı, herhangi bir yargıyı imkansızlaştırıyor (…) Voltaire klasik kaideleri, Diderot,
“kuvveti, bolluğu, düzensizliği, sertliği, Romantizm; bütün kaideleri alabora ediyor.
Tek kaide her sanat ürününü hoş görmek. Yazardan beklenen başına buyrukluk (..)
Eserlere tarihçi, ruhbilimci veya felsefeci gözüyle bakmak modası, estetik yargıya
dayanan bir eleştirinin yetersizliğinden doğuyor” (12). Hepsi de sanat eserinin
özünü, daha doğrusu sanatçının davranışını inkar ediyor (13).

“Valéry, estetik ilminin imkansızlığını ispat etmek için, sanatın kişisel olduğunu,
kişisel bir eserden de genel değerler çıkarılamayacağını (...), öyle olsaydı her
estetikçi genel değerlerden hareket ederek sanat eserleri yaratılabilirdi, demişti”
(14).

“Picon, Valéry'ye bu bakımdan hak veriyor. Estetik düşünce, salt eserler planında
mümkündür” (15).

“Özel denemelerden hareket ederek (…) durmadan zenginleşen bir değerler


cetveline varabileceğiz ve bu sayede genel deneme metodu elde edeceğiz. Bu bize
romanın nasıl yazıldığını öğretmez ama (..) tekniğin önemini belirtir (..) romancının
(…) hangi yollardan kaçması gerektiğini öğretir” (16).

Deha, bir merdivenin sonunda karanlıklar içinde gizlenir, bu karanlık giderilemez


ama eleştirmen oraya götüren basamakları aydınlatabilir (17).
Gaeton Picon'un dehanın peşinde olmasıyla, yaratıcı, tanrı sanatçı anlayışından
kurtulamamış olduğu görülüyor. Bununla kalmıyor, tüm parıltısıyla görünemez, tam
olarak anlaşılamazlığı içinde algılıyor sanatçıyı.

Picon için Adnan Benk eleştirisi: “Picon da, Spitzer, Vossler gibi (..) yapılacak iş
(…) iç yapı bakımından bu eserlerin herhangi bir düzene varıp varmadıklarını
belirtmektir. Bütün unsurları ana temaya bağlanan, bu temaya bir şeyler katan,
ödevli olan bir eser, bize estetik bir zevk vermeyebilir, başarısız bir eser olabilir”
(18). “İç düzen başarıyı tek başına sağlamaz ama iç düzen olmadan da herhangi bir
başarı imkanı yoktur (...) estetiğin bu teknik sayesinde elde edeceği imkanları
görmezden geliyor. Bu teknik sayesinde (..) hangi eserin gerçekten bir değer
taşıdığını nesnel olarak ileri süremesek bile, (…) hangi eserin yüzde yüz değersiz
olduğunu söyleyebiliriz” (19).

Değerlendirme: Gaeton Picon, Valéry'nin olanaksız estetitk, olanaksız poetika


anlayışına, biçemin kişelliğinden yola çıkıldığında genelleşemeyen, özel oluşu
noktasında hak veriyor, ama yapıt, yani uygulama düzleminde olanaklı buluyor. (Bu
noktada Enis Batur'un “Estetik Ütopya”sı, Ahmet Oktay'ın “İmkansız Poetika” yazısı
hatırlanmalı) Adnan Benk ise bu olanaklılığın genel bir ayrım çizgisinde etkin
olabileceğini ifade ediyor. Sorunu iç düzen, yani yapı olarak görüyor . Ve ne Picon,
ne de Adnan Benk, sorunu sanatçının davranışı, sanatçının ifade olarak, yapıt olarak
davranışı sorunu olarak görmüyorlar. Konuyu iç düzene getirip dayıyorlar. Oysa
benim “sanatsal edim” kavramıyla doldurmaya çalıştığım da tam bu boşluk. Ve
estetiğin, poetikanın, yalnızca kabaca bir başarılı başarısız ölçütüne takılıp kalmadan
olanaklı olduğunu göstermeye çalışıyorum (Bak: Mustafa Durak; Edimsel Anlam ve
Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiiri; Şiiri Özlüyorum sayı: 34)

André Malraux:
Adnan Benk, André Malraux'ya göre bağımsızlık” adlı yazısında, kültür sorunu
içinde bireyin, giderek toplumun bağımsızlığına işaret etmiş olur. Malraux, kültürün
değer olabilmesi için bağımsız olması gerektiğini belirtir.

“Eskiye bağlandığımız, onu aşamadığımız gün, kültürün bağımsızlığını baltalamış ve


tekrar esarete düşmüş oluruz; derin ve köklü bir bağımsızlık duygusuna dayanmayan
sanat ve kültür gerçek bir değer seviyesine yükselemez” (20).

Bu bakış parça bütün ilişkisi içinde yorum olarak sanat kavramı için de geçerli olur:
“André Malraux, bu bağımsızlık duygusunu ön plana almakla,totaliter devletlerin
sanat üzerindeki baskılarına karşı da cephe almış oluyor” (21).

Malraux için sanatın ikinci öz niteliği yaratıcılıktır. Yaratıcı olan sanatı özellikle
yansıtıcı sanattan ayırır. Buna 'üretim için sanat' adını verir. Bu sanat türümde
izleyicinin “yeni sanattan duyduğu zevk, keşif gerçekleştiği anda kaybolmakta ve
hiçbir zaman o yeni esere karşı bir sevgi haline gelmemektedir” (22). Malraux bu
sanata sıcak durmaz. Bu sanat, yaratıcı sanatı taklit edebilir ama onun bir aşaması
olamaz. Bu sanat, “toplumu bir ayna gibi yansıtır, yeni bir nizamı haber verir” ama
Malraux için bu, sanat değildir. Sanat olabilmesi için bağımsızlığın, yaratıcılığın
yanısıra “o toplumdan yeni bir dünya görüşü çıkarabilen, o toplumu değiştirebilen”
(23) olması gerekir. Onun için yaratıcı sanat kendini biçemde ele verir. Zira biçem bir
kişilik sorunudur: “Üslup basit bir formül değil, bir şahsiyet meselesidir. Onu da
sanatçının kendisinden başka kimse tayin edemez” (24). Malraux'ya göre sanatçı,
yaratıcı sanatçı, “büyük bir sırrı (insanı) yavaş yavaş çözer ve aydınlatır (25).

Değerlendirme: André Malraux sanat konusunda idealisttir. Zira Sınırlarını


belirlediği genel bir sanat değil; özel, öznel bir sanat tanımıdır. Sanatın görevli
olmasını istemektedir: “eskiden bir sanatçı seyircinin dine karşı duyduğu bağı bir kat
daha kuvvetlendirmekle ödevliydi. Bugün ise karşısında bir mümin değil, bir müşteri
vardır” (26). Sanıyorum bu müşteri kavramı yeni sanat anlayışına bir göndermedir.
Her ne kadar sanattan dini inancı güçlendirmesini beklemese de belli bir ideolojiye
olan inancı güçlendirmesini, ateşlemesini beklemektedir.

2.Adnan Benk ve kişilik


2.1.Adnan Benk, yaşamdan yanadır:
Adnan Benk, dinamik insandan, yaşayan, yaşatan insandan yanadır. Onun için dünya,
sorunlarıyla yaşadığımız dış dünyadır, fiziki dünyadır. Ancak bu dünyada yaşamak,
katılımcı bir yaşamaktır. Çevremizde olan bitene duyarlı, yaşanan sorunlara çözümler
arayan, yani en azından üzerinde düşünen, yaşayan, canlı insan. Bu insan kendini
mükemmel ilan eden, tanrı gibi göstermek isteyen insan değildir. Yanılabildiğinin
bilincine varmış insandır. Bu bilince vardıktan sonra olaylara “verimli bir
kuşkuculuk”la bakmayı; gerçeğe, gerçek çözüme ulaşmakta alışkanlık haline getirir.
Yani kuşkuyu somutlaştıran, kuşkuculuk adına kuşkucu (sceptique) değil, bir sonuca
ulaşmak için ilke olarak kuşkuculuğu kullanan kişidir, Adnan Benk'in insanı: “içinde
yaşadığımız toplumun yeni sorunlarına yeni çözümler aramaya başladığımız gün,
yanılabileceğimizi de anlar, “verimli bir kuşku”ya kapılırız” (27).

Bu tür insan örnekleri olarak Jean Paul Sartre'ı ve Albert Camus'yü, ve daha sonra
Michel Butor'u gösterir: “bugünün sorunlarından söz etmeyi seçen, çağında etken
olmayı tasa edinen bir Sartre, insan sorununu bugünün terimleriyle, bugünkü durum
içinde ele alan Camus, belli bir süre içinde, belli bir tarih açısında yer almış
kişilerdir. Bakışları olayların içinde, örgüsündedir” (28).

Karşıt örnek de Saint John Perse'tir: [Saint John Perse] “Var gücüyle iter dış
dünyamızı (…) Bütünü kavrayamaz, ayrıntılara kapılmıştır. [Oysa] Butor anlatmaz,
yaşatır ” (29).

[Saint John Perse] Bir an olsun oluşuma kaptırmaz kendini. Yaşamamışların


donukluğu ile düzenler olayları, yapısını kurar. İçte değil dıştadır. Kişinin değil, bir
tanrının açısından bakar bizlere... Aramıza katılmaz... Tam bir değişmezlik içinde
der diyeceğini” (30).
Adnan Benk, yaşama karşıt olarak yalnızca ölümü özleyen, ölüme acele eden
mistikleri görmez, 'yaşam olmayan', 'yaşam olmayan'a yönelik her türlü iz de yaşama
karşıtlık oluşturur. Perse'in anlatımında olayları düzenleme biçimindeki 'donukluk'
rahatsız eder Adnan Benk'i. Perse'in bir türlü insan dünyasına inemediğini, hep bize
Olympos tepelerinden baktığını düşünür. Ve bunun sonucu da yaşama, dünyaya ait ne
varsa “yaşamamız da kişiliğimiz de birer suç oluverir” (31).

Adnan Benk için kendini yere göğe koyamayan kişi tanrılığı oynuyordur, kendini
insan üstü gördüğü için de, ne zamana sığar ne de mekana. Sonraya kalmak
kaygısıyla yazmayı böyle anlar o: “Kaygısı bütün çağların şiirin vermek, bütün
eğilimlerin kavşağında toparlanmak... hiç bir çağın adamı olmamak da var” (32).

Metafizik bakışa karşı:


Elbette yaşamı savunan, yaşam olmayana ait bir ize tepki veren birinin, 'yaşam ötesi
yaşam'ı düşleyen bir metafizikçiye karşı tutumu daha keskin olacaktır. İlhan Geçer'in
şiirde “metafiziği şiirleştiren sanat derinliği” arayışına karşı çıkar ve “hâlâ şiiri
insanları uyuşturacak bir hap sanıyor” (33), der.

“Baskıcılar, (…) gerçekçi görünmelerine rağmen (…) zavallı ideacılardır (…)


İdealara bağlanıp gerçekten sıyrıldıkları, gerçeğin acısını çekmedikleri, hayallerinde
de canlandıramadıkları için, her kötülüğü kolaylıkla (…) yapabilirler (34).

Saint John Perse'ten söz ederken, yaşamdan yana olmayanın, insanı, yaşayan insanı
suçlamasını bir sonuç gibi göstermişti. Burada İdea kavramı ile bir yandan
mistisizmin babası olan Platon hatırlatılır, bir yandan da dış dünya gerçekliğini
algılayamayan, başka bir gerçeklik peşinde koşanların insan karşısındaki baskıcı, her
kötüğü yapabilen tutumunun yaşamı ve gerçekliği algılama biçimlerinden
kaynaklandığını ifade eder yani kötülüklerin kaynağı olarak metafizik anlayışı
gördüğü söylenebilir.

2.2. Adnan Benk modernisttir, ilerlemecidir:


Adnan Benk, taklide karşı çıkarken yeni(leşme), aşma kavramlarını öne çıkarır.
İnsanlık tarihi için aşmalar bir ilerlemenin somutlayıcı noktalarıdır. Her çizgisel
ilerleyiş değişen noktalarla, aşmalarla gerçekleşir. İnsanlığın gelişimi, her olumlu
etkinliği ancak yeni bir noktaya taşıma ile olanaklıdır. Bu da yenilik ve yaratıcılık
demektir. Bu yüzden 'aşma' kavramı Adnan Benk için önemli bir kavramdır. O,
Orhan Veli'yi savunurken şöyle der: “Orhan Veli (...) halk şiirini rafa koymak değil,
aşmak istiyordu” (35). Ataç'la tartışmasında, ironik olarak, şöyle der: “Her kişi N.
Ataç gibi yaratıcı olamaz, Batı'nın aşılmakla benimseneceğini kestiremez” (36) .
Böylece Ataç'ta eksik olanın yaratıcılık ve Batı'yı aşma isteği olduğunu işaret eder.

Bilinçlenlenmeden yana:
Adnan Benk, yakından tanıyanlar bilir, durduğu yerde duramayan civa gibiydi. En
azından bendeki izlenimi öyle. Bu benzetmeyi onun yazılarında gördüğümüz
“verimli” niteliğiyle kanıtlayabiliriz. Onun için bu nitelik sıradan eklemenin dışında
bir başkalaşımın, dönüşümün de işaretidir. Hem anlam hem biçim bakımından
yaşamı, dinamikliği, bilinçlenmeyi aktarır:

“verimli bir kuşku”ya kapılırız” (37),


“verimli bir utancın dürtmesiyle” (38),
“ne de bizi verimli bir tedirginliğe sürüklediler” (39),
“Olumsuzluğu verimli bir olumsuzluktur” (40).

Dikkat ettim, bu kullanımlardan her birinde “bir” sözcüğü kullanılmış. Bu elbette


normal bir sözdizimsel kullanımdır. Ama “verimli utanç” ile “verimli bir utanç”
arasında yine de bir ayrım var. İlkinde bir kavramlaştırma söz konusu iken ikincisi
somutlaştırıyor. Bir şeye, olguya dönüştürüyor. Ben kendi payıma bir de bunun
altında utancın, tedirginliğin, kuşkunun, olumsuzluğun; anlık, geçici olması dileğini
buluyorum. Böylece “bir” utançtan veya diğer kavramlardan çıkışın, başlangıç
noktası anı. Bilinçlenmenin resmedilişi bu ifadeler, diyorum.

Devrimciler sürekli teyakkuzda olmalıdır:


Bilinçlenme, kendi olma, bağımsız olma, yaptığı konusunda, geniş anlamıyla çevrede
olup bitenleri kavrama anlamındadır. Bu yanıyla Atatürk devrimlerini destekler,
yandaştır. Ama yalnızca bu yanıyla.Sanat ve toplumda da yaratıcılık, gelişme
anlamında devrimcilikten yanadır. Ve devrimin olup biten bir şey olmadığını,
devrimciliğin bir olma biçimi ve süreç olduğunu, bunu unutmamak gerektiğini ifade
eder: “Eski düzeni, sanatta da, toplumda da devrimi oldu bitti sayanlar, tekrar tekrar
ele almaya üşenenler hortlatır” (41).

2.3. Adnan Benk, bilgiçlik taslamaya karşıdır:


Adnan Benk, kendi olmayanlara, gibi görünmeye ve sözde yaratıcı, bilgiç
geçinenlere karşıdır. Peyami Safa'nın, onun kimi edebiyat dergilerini yeren bir
değerlendirmesine gerekçe yaptığı ölçüt konusunda, tek ölçütlülükten çıkmayı,
öznelere göre çok merkezliliği, eklektik birleştirmeciliği kendi buluşu gibi sunmasına
karşı çıkar. Önce böyle bir anlayışın gelişi güzel uygulanamayacağını örnekleriyle
gösterir. Ve böyle bir bakışın kaynağı olarak Gaston Bachelard'ın “açık felsefe”
kavramından söz eder (Adnan Benk her alana uygulanamayacağını söylerken
uygulanan alanların farkındadır. Zira sonraki yazısında böyle bir birleştirme
işleminin Leonardo da Vinci tarafından Son Akşam Yemeği'nde yapıldığından söz
eder. Bu resimde Vinci'nin, italyan tiplerini ve sanat biçemlerini birleştirmenin bir
örneğini verdiğini belirtir (42) [Yıl 1953'tür daha ortalarda Umberto Eco'nun “Açık
yapıtı” yoktur elbette post modernizm de öne çıkarılmış değildir] ve yine Peyami
Safa'nın Batı'yı mistik ve maneviyatçı, insan ruhu ile ilahi perspektif arasında temas
noktaları arayan olarak göstermesi karşısında bunu Guénon'un “teosantrik” (din
merkezli) görüşüyle eşitler (43).

Adnan Benk, kendisinin iyi bildiği konularda yapılan saptırmaları düzeltmeye çalışır.
Kaynak bilgilerden uzak, kendilerini öne çıkarmaya çalışanların ipliğini pazara
çıkarır. Peyami Safayı “mütefekkir” pozları takındığı için eleştirir (44).

Bu konu çerçevesinde Adnan Benk'in eleştirilerinden payını alan biri de Cemal


Süreya'dır: “Cemal Süreya (…) kendine yeni bir akımın öncüsüymüş süsünü veriyor
(..) ayrıca kendini filozof sayıp, Kant'ın “fikirlerine başvurmakla“ kalmadığını, “şiir
üstünde kendi gözlemlerini Kant'ın fikirlerine bitiştirdiğini” ileri sürmekten de
kaçınmıyor” (45).

2.4. Adnan Benk, bağımsız kendilikten yanadır:


Adnan Benk, kendisi olmayan, kendi kişiliğini oluşturamayanlara karşıdır. Her hangi
bir odaktan beslenen, o odağın kaynaklarını sömürenlere karşı çıkar. Ona göre,
çevresindeki sözde “aydın” gazeteciler; Batıda “üstün aydınlar” olarak bellediklerine
bağlanmış, eleştirel zekalarını işletmeden, onların söyledikleriyle geçinenlerdir. Onun
ifadesiyle bunlar “şakşakçılar”dır. Bu üstün aydınların her söylediğini alkışlayan
uydu varlıklardır. Bu konuda yargısı kesindir: “Her okuyucu layık olduğu gazeteciyi
bulur” (46) (Sartre'ın “her toplum hakettiği yöneticiyle yönetilir” ifadesi onda
değişik biçimlere bürünür: “Her okur hakettiği yazarı bulur”, “Her yazar hakettiği
eleştirmeni bulur”.

Adnan Benk, “Atatürk ve Sanat adlı yazısında, Atatürk devrimleriyle yenilenen bir
toplumun niye büyük sanatçılar çıkaramadığı sorununu irdeler ve konuyu şöyle
yorumlar: Atatürk tüm toplumu simgeleyen bir kişi olarak kabul edilmiştir: “bütün
ulusun iradesini kendi iradesine bağlayan yeni bir varlık yaratılmış oldu: Atatürk”
(47). Ve kişiler, kendi kişiliklerini, Atatürk'ün simgesine dahil ettikleri için
kişiliklerini yitirmişlerdir. Kişiliğini yitiren sanatçılar da biçemsizleşmiştir. Oysa
yaratma demek olan sanat ancak biçemle, özgün yaratımla var olabilir. Yani
sanatçının, sanatçı olabilmesi kişilikli olması için uygun ortamın yaratılmış olması
gerekir. Baskı yönetimi de sanatçının bağımsızlaşması önünde en büyük engeldir.

“Üslubu önceden kararlaştırılan konu, kişisel bir yaratma konusu olamaz”.


Sanatçının özelliği biçem yaratmaktır. Biçem yaratamayan sanatçı “taklit”e düşer,
yavan kalır (48).

Sanatçı “bağımsızlığı içinde yaratacak ve [devrimleri] geriliğe karşı savunacak”tır


(49).
Adnan Benk, eleştirel özgürlükten yanadır: “Atatürk'ün eleştirilen bir değer olarak
ele alınması bizi ürkütmemelidir. Bu eleştiri, Atatürk'ün bütün gücüyle
toplumumuzda yaşadığını gösterir” (50).

“Yaşayan ve sanatçıya konu olabilecek değer, eleştirilen değerdir” (51).

Adnan Benk, devrimleri çok önemser, ama üç konuyu da öne çıkarır, birey olma,
benimseme ve eleştiri. Değerlerin yaşayabilmesi: kalıplaşmış biçimden
uzaklaşıldığında; değerler, yasalarla korunan şey yani çerçevesi çizilmiş, donuk bir
şey olmaktan çıkarıldığında olanaklıdır. Burada dinamik adinamik karşıtlığı vardır.
Bu, Adnan Benk'in dünyaya bakışını oluşturan temel karşıtlıklardan biridir. Bu
karşıtlık M.C. Anday ile yapılan söyleşide Adnan Benk'in, M. C. Anday şiirinde
dörtgen ve üçgen olarak gördüğü şeydir. Dörgen, yaşantıların biriktiği, artık
yaşamadığı, donuklaştığı yerdir, üçgen ise hareket, yaşam alanıdır.

“Bir gün Atatürk de, devrimimiz de, kendilerini hareketsizliğe zorlayan bu


dokunulmazlıktan kurtulacaklardır” (52).

“Söz hakkı, hayat hakkı elinden alınan bir ulus, kendisine bir eşya gözüyle
bakıldığını anladığı, daha doğrusu bu kendisine anlatıldığı gün, insanlık onurunu
yeniden kazanmış demektir” (53).

Ne var ki Adnan Benk devrimden değil de evrimden yanadır: “Bir ulusun geçmişini
tanımazlıktan gelmesi onun yıkılması, çökmesi demektir” (54). Adnan Benk, bundan
kurtuluşun iki yolla oalbileceğini belirtir: ya belli “düşün düzenine” dayanmak ya da
bir kahramanın kanadına sığınmak (55).

Değerlendirme: Adnan Benk açısından yaklaştığımızda, günümüz eğitim


politikasında yaptığımız, yapmaya devam ettiğimiz yanlışı kavramsal olarak kendine
güveni olan bireyler yetiştirmeye, bağımsız kendiliğe yönelik eğitim eksikliğine,
eleştiri özgürlüğünün olmayışına bağlayabiliriz.

Böyle bakıldığında başkalaştırma ve baskı politikalarının sürmesi en büyük yanlıştır.


Ancak ülkemizde aktörlerin niyetleri görmezden gelinerek bir çözüme ulaşılamaz.
Kışkırtıcı olmayan, uzlaşımsal güçlerin ilke ve kavram temelinde birlikteliğine, etkin
güç olma politikalarına gereksinim vardır. Sanat ve eleştiri bu yolda katkı
sağlayabilir.

2.5. Adnan Benk, kişilik yozlaşmasına karşıdır:


“Düşünceye saygı batı dünyasının özelliği (..) Saygı diyoruma ama, yaltaklanma,
bizim yeni şairlerimiz gibi karşılıklı pohpohlama, üstatlaşma, dehalama anlamında
değil” (56).

Geçenlerde, yolda yürürken birinin diğerine “mübarek” diye hitabettiğine tanık


oldum. “Şairim”, “şairem”, “şair”, hatta meslek adlarıyla çağırmalar örneğin giderek
sıradanlaşan “hocam!” da kendisine yüklenen kimliği haketmeyenlere söylenmesi
durumunda bir saygı değil bir pohpoha, yaltaklanmaya, öbürünün şişinmesine
dönüşmüyor mu? Başka bir açıdan herhangi bir nitelemeyi haketmeyenler için
kullanmak bir değer enflasyonuna yol açıyor, hem de gerçekten hakedenlere bir
saygısızlık oluyor. Adnan Benk'in bu konuda öne çıkardığı şey, değer ve değere
saygıdır.

“Her olabilirin önünde saygıyla eğilen bir düşünürün , bunu bir olgunluk ölçüsü
sayan aydının, alışkanlıkların önünde, haksızlıkların önünde, hürriyetlerin kısılması
önünde de saygıyla eğilmemesi için hiçbir sebep göremiyorum” (57).
Yeniden düşünüyorum. İçinde yaşadığımız toplumun açmazlarının, sorunlarının
sorumluluğunu hep bir başkasına yıkmaya alışmamızda, edilginleşmemizde bu yanlış
adlandırmanın payı yok mu? Bir adın hakedilmesi ömre sığmayabilir. Olmak bir
süreçtir. Adnan Benk, eleştirisini “aydın” kavramına yöneltir:“karşı koymadan,
söyleşiye girişmeden aydın olunmaz” (58). Burada söyleşiye girmek, karşı çıkan bir
söylem kullanmak anlamındadır. Karşı oluşa, anında, fiilen katılmak anlamındadır.

Adnan Benk yabancılaşmaya karşıdır:


Dil Devrimiyle ilgili Nurullah Ataç'ı eleştirirken kuramın uygulamayla (pratik ile)
birlikte gitmesinden yanadır. Daha doğrusu, varolandan, gerçekleşmekte olandan
bağımsız bir kuramcılıktan yana değildir: “Kuramlara saplanıp kalmışların
sorumsuzluğuyla bir çok kişi Doğu medeniyetinden yüz çevirmekle, Dil Devrimine
yabancı kaldığını göstermiştir. Bu nedeniyet … kazanılacak, yeni bir tümde payı
bulunacak bir medeniyettir” (59). O, yıkarak yapmaya karşıdır. Ona göre yeni bir
değer, yeni bir medeniyet yaratmakla olabilir (60). “Hazır” ve “köksüz” olanlarla
değil. Burada hazırdan amacı, öykünüdür. Taklit ederek yeni bir şeye ulaşılamaz. O
yeni bir dil oluşturma çabalarını pek hoş karşılamaz: “yeni bir dil yaratmak insana
garip geliyor” (61). Dilde yenilik konusuna uzun süre sıcak bakmamıştır. Dil ve
kültür konusunda da Devrimden değil evrimden yanadır.

2.6. Adnan Benk eylemci olandan yanadır:


Sartre'ın, Fransa'nın Cezayir'e karşı yaptığı savaşta haksız olduğuna inandığını ifade
etmekten çekinmediğini, De Gaule yasalarına karşın kendi yasasını, doğru bildiğini
ifade etme yasasını işlettiğini söyler. Bu konuda yaşlı olduğu halde sokak
gösterilerine katılan Mauriac'ı anar (62).

2.7. Adnan Benk, humanist ve idealisttir:


Adnan Benk, Sabri Altınel'in şiirini olumlar. Bütün iç çelişkileri karşıtlarıyla,
diriliğiyle anlattığı için. Yaşadığımız dünyayı anlattığı için (63). Hiçbir bakış açısının
tüketemeyeceği gerçeği uzansak tutacak kadar bize yaklaştırdığı için. İnsan için
kurtuluşun, “insana insandan başka umut olmadığını bilmek” olduğunu gösterdiği
için, bir insan açısı getirdiği için (64).

Adnan Benk, “Konçinalık kompleksi” adlı yazısında Haldun Taner'in “Şişhaneye


Yağmur Yağıyordu” adlı öykü kitabındaki kişilerde bulduğu olumsuzlukları dikkate
alarak “bu kişlere aşağılık, daha doğrusu konçinalık kompleksi sinmiş” (65), der.
Haldun Taner'in, kişilerinden her birini köle durumuna soktuğunu, diktatör
kurnazlığıyla onlarla oynadığını beliritir: “onları, uşak, bir düşüncenin uşağı kılığına
sokmuş, hepsine o biçim bir ruh vermiş” (66). Ve kişiler yanısıra öykülerdeki
gelişmeyi, sonucu da eleştirir: “Haldun Taner'in hikâyelerinde son nokta diye bir şey
yok: her olay, hikâyenin çerçevesini kurmuş, hep böyleydi, hep böyle olacak
düşüncesinin verdiği bir kolaycılıkla, insanlığın kanında bir mikrop gibi yuvarlana
yuvarlana kendi kendini tekrar etmekte” (67). O, yazgıya boyun eğişe katlanamaz.
Haldun Taner'in, öykü kişisini yazgıya boyun eğmek zorunda kalan biri olarak
anlatmasını bu kişiyi yola getirmek olarak görür (68). Ve Haldun Taner'in öykü
sanatını “kadere karşı gelmek ümidini yaratmak ve hemen o ümidi boğmak
kavramları üzerine kur”duğunu (69) düşünür. Bu kişilerin Haldun Taner'e
başkaldırmalarını “insanlığın zenginliğini yazara rağmen elde etmelerini ister (70).
Haldun Taneri hem kendini hem de okuru çıkmaza soktuğu için eleştirir.

Eleştiri ve değerlendirme: Oysa Adnan Benk, Melih Cevdet Anday'la söyleşisinde


“Ben yok'ların bir şiiri var'lardan daha iyi tanımladığına inanırım” (71), der. Eğer
yoklar varlardan daha iyi tanımlıyorsa olumsuz anlatım da olumlu anlatımdan daha
etkili olabilir. Önemli olan kendi dünyaya bakışıdır ve bu bakışı yansıtma biçimidir.
Heykelde, fotografta, şiirde yokederek varetme kavramı biçem olarak ele alınmıştır
(bak: Mustafa Durak; Behçet Necatigil Şiiriyle Demlenmek;
http://www.scribd.com/doc/21050298/NECATIGIL-SIIRIYLE-DEMLENMEK-
Tasting-Necatigil-s-Poetry ). Adnan Benk'in bu yazısını okurken Haldun Taner'in
tepkisini ve daha sonra yazdıkları üzerine bu yazının etkisini merak ettim.

Adnan Benk, dünya ölçeğinde olması gereken yazarın, sanatçının peşindedir. Böyle
bir sanatçı, ilgili olduğu alanda dünya ölçeğinde en iyiye, en yeniye gözlerini dikmiş
olmalıdır. Humanist bir ideolojiye, etik anlayışa, alan bilgisine sahip olmalıdır. Bu
ölçülerin dışında sanatsal var oluş çabalarını hoş görmez. Bu ölçülere uymayanlar
biçem, kaynak, yapı, anlatım, etik açılarından olumsuz eleştiriye uğrar. Edip
Cansever dışında İkinci Yeni şiiri bu keskin eleştirinin hedefinde kalır. Adnan Benk,
İkinci Yeni şiirinin, Dadacılar ve Gerçeküstücülerden aktarma olduğunu anlatır.

Kendi ortamında kendi varlığının ve sorunlarının bilincindeki Dadacılar ve


gerçeküstücüler bu yüzden yaptıklarının da bilincindeydiyler Adnan Benk'e göre :
“Belli bir şiirden kaçmıyor, o şiirin üzerine gidiyor, onu parçalıyor, onun iç
örgüsünü, onun insanını yırtıyorlardı” (72). Gerçekten böyle mi? Batıda olan bitenin
eleştiriye gelir yanı yok mu? Adnan Benk, yeri geldiğinde batılı yazarlara karşı
duruyor ve onları eleştiriyor, kabul. Ancak Dada ve İkinci Yeni konusunda kantarın
topuzunu fala kaçırdığını düşünüyorum:

“Batılı gerçeküstücülerin çeşitli tepkilerini birbirlerine karıştırarak, yeni bir


dayanak bulmanın aceleciliğiyle tutarsızlıklar içinde yuvarlanmaya başladılar” (73).

“Cemal Süreya, bir yandan şiirin “barbar”lığını, bütün uygarlıklara karşılığını


savunurken, dadacıların “Şiir anayasaya aykırıdır” gibi deyimlerini kendine mal
ederken, bir yandan da ozanı insan haklarını savunmakla görevlendiriyor (..) bu
insan haklarının başkaldırmayla hiçbir ilintisi olmadığını, kurulu düzeni
desteklemeye yaradığını, belli bir düzenin koruyucusu ve en büyük özrü olduğunu
unutuveriyordu” (74).

Elbette, bir düşüncenin aktarılışında onu biraz dışarıda tutmak kendimize alıştırmak,
yabancılığını gidermek gerekir. Buldumcu filozof, şair olmamak gerekir. Ama bir
şairi bir yazarı tümden de yoketmemek, tökezlemelerde ipini çekmemek, kendi
çevresi içindeki konumu ile değerlendirmek gerekir.

2.8. Adnan Benk, yaratıcı üretimden yanadır, taklitçiliğe karşıdır:


Adnan Benk, yaratıcı üretimi insan etkinliğinin her alanında ister. Onun için
yaratıcılık, insan varlığının kimliğiyle ilgili bir kaynaktır (etymon'dur). Çeviri'nin
benimsenmesi, kuramların benimsenmesi körü körüne olmamalıdır. Onlar bizim
yaratıcılığımızı beslemeli. Ataç'ın savunduğu Dil Devrimi'ne de bu açıdan karşı çıkar:
“çevirme yasalar, çevirme edebiyat, çevirme kafalar, köksüz birer özenden öteye
geçmez. Sosyal ekonomik durumumuzu göz önünde bulundurmadıkça, Ataç,
devrimciliğinin çevirme devrimcilik olarak yerleşmesini önleyemez” (75). Bu noktada
Ataç'ın çelişkisi hatırlanmalı. Ataç bir yandan dil devrimi savunuculuğunu öne
çıkarırken, bir yandan Batı Uygarlığı ve edebiyatı, sanatı karşısında hayranlığını dile
getirir. Batı kültürünü benimsemek ister. Dil devrimini de bunun için ister, onlar gibi
olabilmek için. Adnan Benk buna karşıdır: özentiye. Kendi olamamaya. Bu yüzden
her hangi bir kuramın, edebiyat incelemesinde, kişi incelemesinde, toplum
incelemesinde ve/ya anlamlandırılmasında kullanılıvermesine karşıdır. Kısaca
varlığın kendi oluşuna, kendi varoluşuna, kendi çevresine, kendi toprağına, kendi
kültürüne bağlı bir değeri olduğuna inanır. Burada Adnan Benk'in kuram konusunda
ve Dil Devrimi konusunda duruşunu doğru değerlendirmek gerek: kendi varlığı için,
kendi olarak değişimi savunur o. Kendine katmak, kendini kendi içinde değiştirmekle
başkalaşmak, kendinden çıkmak arasındaki ayrım onun için çok önemlidir. Her türlü
değişim “şuurlu insan” olarak var olmak için olmalıdır.

“Olanı göremiyoruz da, Batı'da gördüğümüzü “olan” sanıyoruz, bilgimiz kendi


gerçeğimizden uzaklaştırıyor bizi, daha kötüsü, bu gerçeği yanlış tanıtıyor” (76).

Eleştirinin olmadığı yerde yaratıcılık, yaratıcılığın olmadığı yerde eleştiri olmaz (77).

2.9.Adnan Benk soyutçuluğa karşı :


“Soyutçular, hele Oktay Rifat gibi geleneklerimizi kırınca özgürlüğe kavuşacaklarını
sanarken Batı'nın geleneklerine saplandıklarını görenler, susmalarının, gerçeği
araştırma yetersizliklerinin bir çeşit özrü, bir çeşit gizleme yolu olarak seçmişlerdir
soyutu” (78).

Yazarın zorunlu olarak varolduğu çevresine karşıt olduğunu anlatırken: “ama


kaçmak olmaz. Soyutluğa sığınılmaz. Ne denli sallanırsa sallansın gemi, bizim İkinci
Yeni'miz gibi o geminin faresi olunmaz” (79), der.

Adnan Benk, Oktay Rifat'ın, soyut şiiri, hem biçemselleştirme hem de “arı şiir” ile
karıştırdığını ileri sürer (80): “Bugünün soyut şiir akımını “gerçeğin gereksiz
ayrıntılarından sıyrılma” diye tanıtmak istemesi de bir bakıma aldatmacadan başka
bir şey değil” (81).

Adnan Benk; soyutlaşma, yaşamın gerçekliğinden kaçış olduğu, yaşamı ötelediği için
karşı çıkar. Bir de bunun sözde “gerçeğin gereksiz ayrıntılarından sıyrılma” olarak
gösterimesine; gerçeğin, yaşamın özüne varmak gibi bir bahaneye büründürülmesine
katlanamaz.

Buraya Asaf Halet Çelebi'nin soyut şiir tanımını almak istiyorum:


"Mesela esasen, müşahhas malzeme ile mücerret olan hayali yaşatabilmektir. Yani
mücerret şiir, bilakis mücerret mefhumlu kelimelerden mümkün mertebe soyunmuş
olan ve toplu bir halde mücerret bir mana anlatan ve bize o ihtisası veren ruh anının
ifadesini taşıyan şiirdir” (82). Soyut şiirin bu tanımı dil bilgisiyle, dilbilimle asla
uyuşamaz. Nedeni şu: “mücerret mefhumlu kelime” yani soyut kavramlı sözcük.
Önce sözcüğün kendisinin zaten soyut olduğunu söylemeliyim. Bu ara şunu da
ekleyeyim resimde bir şeyi temsil eden figürle dilde bir şeyi temsil eden sözcük
faklıdır. Resim alanında eşyayı temsil eden figür ikoniktir. Yani bir şeyin remini
gördüğümüzde hiç bir çeviriye gerek kalmadan herkes onun neye gönderme yaptığını
anlar ama dilde böyle değildir. Diyelim bir masa sözcüğü. Eğer türkçe bilmiyorsak,
bu sözcüğün gönderdiği şeyi anlayamayız. Dolayısıyla masa resmi ile masa sözcüğü ,
ikisi birden gönderdikleri şey olmadığı için soyuttur. Ancak masa resmi ikonik olarak
somut iken, masa sözcüğü uzlaşımsal ve soyuttur. Şimdi soyut reme gelelim. Soyut
resimdeki ögelerin neye, kime gönderdiği öğrenildiğinde uzlaşım alanına girmeye
başlarız. Girmeye başlarız zira soyut resimde bir ölçüde yine dış dünya nesneleriyle
bağ kurabilmek olanaklıdır. Yani benzerlik yine devrededir. Yalnızca ikonik gösterge
olmaktan çıkmış işarete, ize dönüşmüştür. Kısaca dildeki soyutlama, mutlağa en
yakın soyutlamadır. Demek ki dildeki soyutlama insanın ulaştığı uç noktadır. Resim
sanatı (Worringer ile, Klee ile Kandinski ile Miro ile Maleviç ile Mondrian ile,
Picasso ile, Dali ile) farklı gerekçelerle böyle bir idealin peşine düşmüştür. Bu
noktada yeniden, tanımın saçmalığına dönmek istiyorum: “şiirin elden geldiğince
soyut kavramlı sözcüklerden soyunması” ne demek? Sözcük, yukarıda anlatmaya
çalıştığım gibi soyut da, peki kavramın soyutu somutu mu var? Kavramın kendisi
zaten soyut, zihinsel değil mi? (bak: Mustafa Durak; Dilin özellikleri :
http://www.scribd.com/doc/30928049/dilin-ozellikleri). Bu noktada şu ileri
sürülebilir: geleneksel dilbilgisinde sözükleri yanlış anlatımla soyut somut diye
ayırmıyor muyuz? Doğru, soyut kavramlı sözcükleri, 'soyut sözcükler' diye biliyoruz.
Peki şiirden soyut sözcükleri, yani soyut gönderimli sözcükleri çıkarırsak şiir nasıl
soyut olacak? Göreli olarak somutlaşmış olmayacak mı? Daha sonraki anlatım
dikkate alındığında bunun tam tersi olması gerekir somut (müşahhas) sözcüklerden
arınmış bir soyut anlam aktaran bir şeye dönüşebilir. Ama yok öyle değil. Zira
ifadenin başına dönüyorum: “müşahhas malzeme ile mücerret olan hayali
yaşatabilmektir” Yani amaç somut gönderimli sözcüklerle soyut imgeyi
yaşatabilmek. Bu yüzden de soyut gönderimli sözcüklerden arınacak şiir. Burada
ilkin şunu vurgulamalıyım şiirin bir şekilde yaşattığı imgeler soyut değil mi zaten.
Ama yok Çelebi bir terslik yapmak istiyor. Yalnızca somut gönderimli sözcüklerle
yapmak istiyor bunu. Daha iyi anlatabilmek için hemen kendisinden rastgele bir şiir
seçiyorum:

MAĞARA
içimdeki mağarada
kurumuş ölüler yatar
zehirle gülen zümrüt
ve yakut yatak içinde
bir zaman
beni uğurlamaya gelen
haramîler
içimdeki mağarada
bir yığın kitap var
bakınca yakından
tasvirlerin gözleri oynar
ve konuşur
hepsinin yüzleri benim yüzüm gibi
ve gözleri benim gözüm gibi

Asaf halet Çelebi

Dikkatle bakıyorum evet elden geldiğince somut şeylere gönderen sözcüklerin


seçilmiş olduğu söylenebilir: mağara, ölüler, zehir, zümrüt, yakut, yatak haramîler,
kitap, gözler, yüzler, yüzüm, gözüm. Daha dikkatle bakıyorum: söylenemez. Neden?
Zira içim, zaman zaten soyut gönderimli. Üstelik somut gönderimli olarak ele
alınabilecek sözcükler boğazına kadar soyuta batırılmış: 'içimdeki mağara', 'zehirle
gülen zümrüt', 'beni uğurlamaya gelen haramiler', 'tasvirlerin gözleri oynar'. Mağara
her ne kadar gönderileni bakımından somutsa da 'içimdeki mağara' imgesi soyuttur.
Ayni durum diğerleri için de geçerlidir. Yani tanımı ve uygulamsıyla uyuşmayan bir
soyut şiir anlayışı. Kısaca olanaksız bir soyut şiir. Ya da somutun soyuta
batırılmasıyla elde edilen bir şiir şu 'soyut şiir'. (Bir de ihtisas sözcüğü, ihsas olmalı
-bu bir aktarma hatası olabilir).

3. Adnan Benk'in eleştiri anlayışı: poetik estetik tavır


3.1. Tanıtmacı Adnan Benk:
Tanıtmacı derken bir kitabı özetleyen, öven anlaşılmasın. Bu bağlamda özellikle
onun elli yıl önce Umberto Eco'nun “Açık Yapıt” kitabını değil, “açık yapıt”
kavramını anlattığına dikkat çekmek istiyorum. Zira Eco'nun kitabı 1962 yılında
yayınlanmıştır. “Soyut Resim Üzerine Bir Tartışma” yazısında kendini geri çeker.
Tartışmadaki soyut sanattan yana olanlar ile karşı olanların görüşlerini madde madde
aktararak kararı okura bırakır. Gaeton Picon ve André Malraux üzerine denemeleri de
amaçlı olsa da tanıtıcı yazılardır.

3.2. Polemikçi Adnan Benk:


Adnan Benk, kendine çatmalara gerekli karşılığı vermede gecikmez. Bu karşılık, ya
da kışkırıtıcı yazılar kimi zaman daha önce söylediklerinin yinelenmesi ve ifadenin
keskinleştirilmiş biçimi olarak görünür: “İkinci Yeni'nin şiirde yapmak istediklerinin
tümü de, gerek dadacılardan, gerek gerçeküstücülerden çalmadır. Bir kere daha
söyleyeyim etki altında kaldıklarını söylemiyorum, çalmadır diyorum” (83). Ne var ki
polemik yazıları da her ne kadar uzun uzadıya bir biçem, ve yapı incelemesi içermese
de kuramsal art temeli göstermede desteksiz değildir.

3.3.Uyarıcı toplum eleştirisinden yana aydınlanmacı Adnan Benk:


Adnan Benk, Her türlü saptırmaya, söylenilenin dayanaksızlığına, söylediğinin ne
anlama geldiğini bilmemeye karşıdır. Ve elinden geldiğince söylenilenin kaynağını
bilmek ve öğretmek öne çıkar onda (84). Düşüncelerin ne gibi değişikliğe uğradığını
göstermeğe, okuyanı yalandan, uydurmadan arındırmaya çalışıp akıl yorabileceği
dayanaklara kavuşturma ve bu yolla da bilgisizliğin 'gericilik'in yayılmasını önleme
çabasındadır (85).

3.4.Yanlış eleştiricisi Adnan Benk:


Adnan Benk, bir yazarın, çevirmenin, şairin dil kullanımındaki hatalarını bağışlamaz.
Zira edebiyat her şeyden önce dildir. Türk Dil Kurumu ödülü almış, Cahit Külebi'nin
“Yeşeren Otlar” kitabını ele alırken, önce onun kendi olamayışı, başkalarına
özenmesi üzerinde durur. Ardından dil ve dolayısıyla anlatım hatalarına değinir.
Külebi'nin “Bir sevişmek kaldı romanlarda” anlatımının şiirdeki anlatım gereğince
"Bir romanlarda kaldı sevişmek” olması gerektiğini belirtir (86).

Eleştiri, denetleyici olmalıdır:


Elbette Adnan Benk yazılarında “denetleyici” sözcüğünü kullanmaz. Zaten benim
sözünü edeceğim denetleyicilik bir baskı, sansür anlamında, belirli bir güç adına
denetleyicilik değildir. Okur adına, insanlık adına, edebiyat sanat adına üstlenilmiş
bir denetçiliktir.

“Eleştirmen, belli bir düşünce ya da “tema” çerçevesinde öbekler oluşturan


sözcüklerin nasıl geliştiğine, nasıl anlam değiştirdiğine, gereksiz sözcük kullanılıp
kullanılmadığına bakmalıdır (87) ).

Görüldüğü gibi Adnan Benk'in denetçiliği de anlatım dilinin arılığı, sanatsallığı


anlamında bir denetçilik.

Her türlü yanlış bilginin karşısında:


Adnan Benk, Ferit Edgü'nün Albert Camus'nün “Düşüş” kitabını çevirisine yaptığı
eleştiriye yanıt veren Sezer Tansuğ'u yanıtlarken, Ferit Edgü çevirisindeki kimi
belirgin, kabul edilemez çeviri yanlışlarını gösterir ve bu kez çuvaldızı Sezer
Tansuğ'a da yöneltir: “Sezer Tansuğ gibi iri söz düşkünleri, kelime yığıcıları, değer
ölçüsünden yoksun kişiler çoğunlukta kaldıkça, Ferit Edgü gibiler de bol bol
türeyecektir” (88).

Adnan Benk, yanlı(ş) yoruma karşıdır:


Adnan Benk, Oktay Rifat'ın soyutun (şiir olsun, resim olsun) somut olandan daha
somut olduğunu ileri sürmesine ve André Lhote'un biçemselleştirme (sytilisation)
terimini soyut ile karıştırmasına karşı çıkar. Aslında, Lhote'un, öğrencilerinin
biçemselleştirme aşamasında kalmayıp soyuta geçtiklerine üzüldüğünü belirtir (89).
Adnan Benk, mantık hatalarına karşıdır:
Yaşar Kemal'in yaptığı açıklamadaki mantıksızlığı eleştirir. Yaşar kemal,
“İnsanoğlunun durmadan bir ilerleyişi, iyiliğe, aydınlığa doğru bir akışı”, yazarın
yazarların da bu akışta iyi ya da kötü büyük bir payı olduğunu ifade eder. Adnan
Benk, bu açıklamaya şöyle itiraz eder: insanlık, “aydınlığa doğru zaten gidiyorsa,
yazarın yardımına hem lüzüm yoktur, hem de durmayan bu ilerleyişe çelme atması
olacak şey değildir” (90).

Adnan Benk için bilgi önceliklidir: Yazar da eleştirmen de bilgi açısından donanımlı
olmalıdır. Yaşar Kemal'e, yazarın ödevini yapmadan önce ödeviyle, yapması
gereken şeyle ilgili öğrenmesi “gereken bilgiyi edinmesi”ni öğütler (91).

“Akıl tutamak ister, dayanak ister. Besisiz akılla yola koyulan, yele yapışmış gibi,
yöresine ilişemeden , kendi kendisiyle tokuşur. (..) Bütün kötülüklerin kaynağını
bunda aramalı” (92).

Adnan Benk anlamsıza, saçmaya karşıdır:


Anlama dışına çıkmak, saçmalamaktır. Saçmalamakla yaratıcı edim
gerçekleştirilemez. Saçmalamak kişiyi yaratma etkinliğinden uzaklaştırır.
“İlhan Berk, insanoğlunu anlam dışına sürükleyen bir akıma bırakmış kendini” (93).
“Sanatta en zor şey saçmalamaktır. Saçmalamaya özenenlerin çoğu beylik düşünce
düzenlerine yuvarlanıverirler” (94).

İkinci Yeni'nin anlamsızlık iddialarına karşı Samim Kocagöz, Edip Cansever'in


şiirinde anlamın bilmece düzenlerinin ardında saklı olduğun ileri sürer. Kocagöz'ün
anlam arama peşinde olmasına itiraz eder:

“Kimi şiir burgudur, fırıldaktır, kişiyi sığındığı düzenlerden, alışkanlıklardan dışarı


uğratmak, kendi başına kalmanın, desteklerini yitirmenin bunaltısını duyurmak için
yazılmıştır. Böyle bir şiirde belli bir anlam, belli bir düşünce bulamazsınız: özelliği
sizden aldıklarındadır, size verdiklerinde değil” (95).

“Kierkegaard'ı, Heidegger'i, Jaspers'i açık seçik anlayamayız, bir şeyler duyarız, ne


duyduğumuzu adlandıramayız, seçemeyiz. Dilekleri de bu değil mi? Düşünce akımına
bir ilmik atmak, düğüm vurmak, bu düğümde bizi tökezletmek, doğrulup tekrar
araştırmaya, tekrar tökezlemeye zorlamak” (96).

Bu alıntılar da gösteriyor ki anlamın neliği konusunda bir kavram eksikliği var. Bunu
doğal karşılamak gerek. Zira anlambilim ile ilgili çalışmalar bu yazının yazıldığı
tarihten sonra hız kazanır. Adnan Benk, bu konuda kendisince şöyle bir tanıma gider:

“Dünyayı anlamak, anlatmak, bu dünyaya el atmak, bu dünyayı değiştirmek demektir


“ (97).

Değerlendirme: Adnan Benk, açık seçik anlamak ile hissetmek, izlenim olarak
algılamak arasında bir ayrıma gider Ve bu tür anlamayı da anlatmayı da önemser.
Dolayısıyla onun dünyasında anlamak, yarı anlamak, saçmalamak, anlamamak
şeması olduğu söylenebilir. Ancak burada şunu belirtmeliyim. Hissettirmek, izlenim
olarak aktarmak sanatçının işidir. Adnan Benk; sanatı, şiiri yorumlarken saçmalıktan,
saçmalığa sürüklemekten söz açıyorsa, amlamlı olanın peşindedir. Ki çoğu
denemesinde de bu açıkça görülür. Eğer Kierkegard'ı, Heidegger'i, Jaspers'i açıkı
seçik anlayamıyorsak ya onlarda bir sorun vardır ya da bizde. Eğer bir düşünür
kendini açıkça anlatamımışsa, bu, her zaman onun bilgeliğine yorulmamalı.
Beceriksizlik yalnızca bilgisizlere özgü değildir. Bilgililer de beceriksiz olabilir.
-Burada bir olasılığın altını çizdiğimi vurgulamalıyım, yoksa değerlendirmelerim
doğrudan bu düşünürlerle ilgili değil- Elbette başka bir olasılık, eğer düşünürler
amaçlı olarak bir anlaşılmazlık yaratıyorlarsa bunun nedenini metafizik bağlanımla
ya da metafizik alandan nemalalanmakla da ilişkilendirebiliriz. Benimsenmiş, göklere
çıkarılmış olsa da, düşünürler de eleştirilebilir, eleştirilmelidir. Elbette böyle bir işe
kalkışanın da bilgisel, düşünsel donanıma gereksinimi vardır.

Değer yargıları:
Adnan Benk, “Tenkit Dedikleri” adlı yazısında eleştirinin, değer yargılarını okurlara
bırakmasından, “eserin iç düzeninden hareket ederek eserin yapısını açıklamakla
yetinen bir tenkid metodu”ndan söz eder (98).

Eleştiri ve/ya değerlendirme: Adnan Benk (1953)'te ifade ettiği bu görüşünden hem
uygulama hem de kuramsal olarak uzaklaşmıştır. Zira eleştirmen yargıdan
kaçınamaz. Yanlış yargıda bulunur ama kaçınamaz. Olumlu eleştiri de olumsuz
eleştiri de eleştirel bir yargıdır. Bir yapıtla ilgili kullanılacak her nitelik bir yargı
içerir. Eleştirmen, yargılarını gerekçilendirdiğinde öznel eleştiriden sıyrılır. Ancak bir
eleştirinin eleştiri olabilmesi için öznellikten tümüyle sıyrılması gerekmez. Bir
yargıyı gerekçelendirdiğimizde anlama ulaşma şansımız artar. Ama bazen
gerekçelendiridiğimizi sanırız. Dini metinler, ve edebiyat metinleri büyük ölçüde
anlamdan çok yoruma uygundur. Bu yüzden nesnelliği de mutlak bir nesnellik
değildir. Yapılan yorumlar itiraz olmadığında geçerlidir. Uzlaşımsaldır. Ne var ki
yorumlara karşı yorum olmadığında da durum değişmez. İlgi eksikliği söz konusu
olabilir.

Bir de şunu söylemeliyim: Eleştirmen istese de istemese de okur, kendi değer


yargısını üretecektir. Herhangi bir değer yargısında bulunmayan okur tepkisiz
okurdur. Ayni biçimde yalnızca yapıyı ortaya çıkarmaya çalışan, betimsel bir anlama
anlamlandırma peşinde olan eleştirmen de o kadar emek verdikten sonra yapıtla ilgili
bir değer yargısı sunmadan kalabiliyorsa o, suya sabuna dokunmak istemeyen, yargı
bildirmekten korkan edilgen biridir. Aslında böyle bir durum, kimlik, Adnan Benk'e
hiç uygun değildir. O yüzden bu, onun eleştiri anlayışında bir sapma olarak
görülmelidir.

Bilinir ki Adnan Benk, yargısını sıradan bir yagı olarak da ifade etmez. Muhatabını
saf dışı bırakacak biçimde şaşırtıcı, devirici bir 'knock out' yumruğudur onunki.
Örneğin, Zihni Küçümen'i eleştiren birine verdiği yanıt bu türdendir: “Küçümen ile
aralarında ufak bir fark var biri [Zihni Küçümen] hayvanlığı ancak rol icabı temsil
edebiliyor, öteki [Zihni Küçümen'i eleştiren] insanlığı” (99).
Ozansoy'un bir çevirisini eleştirişinde de keskindir: “çevirinizi kötülerken, şahsınızı
ve şerefinizi kötülediğimi söylemeniz tuhaf: ben oyunu iyice dinledim, ne şahsınıza
rastladım, ne de şerefinize. Yok bunlar “Altıncı Kat”ta... Türkçeniz de, fransızcanız
da kıt olduğuna göre...” (100).

Sabahattin Kudret Aksal'ın “Gazoz Ağacı” adlı öyküsündeki dil ve mantık hatalarını
belirtir ve sonunda bu öykü kitabına Sait Faik ödülü veren jüriyi eleştirir: “Bir jüri
intihar etmeye, hikayeden anlamadığını ispata karar verseydi, ancak böyle bir
seçmeyle işe başlayabilirdi (101).

Özdemir Asaf'ın “Dünya Kaçtı Gözüme” adlı şiir kitabını eleştirirken ifade
kullanımındaki mantık hatalarına ve anlatımdaki aksaklılara değinir: “Bu ışık oyunu,
ikinci dörtlükte bir gölge oyunu oluyor. Bu oyun gerçekten karışık. İlk dörtlüğe
bağlanması zor mu zor (102).

“Özdemir Asaf'ın kitabındaki hemen hemen bütün şiirlerde, bu aksaklık görülüyor.


Bir kelimeye verilebilecek iki ayrı anlamı ayni kelimeyle anlatarak (“Her gün bir gün
geçmiyor”) bayat oyunlar yapmak (..) düzmece bilmecelerle şair olunabileceğini
sanmak, akıl kârı olmasa gerek. (…) düşünce perdesinin altından bir mantıksızlığın
sırıttığı hemen anlaşılıyor” (103).

Adnan Benk ve gelenek:


Adnan Benk, gelenekçidir. Ancak onun anladığı gelenek kalıplaşmış, ayniyle
aktarılan gelenek değidlir: taklide, yinelemeye düşmeyen bir gelenekten yanadır.
“Yaşayan gelenek, sanata yeni imkanlar kazandıran gelenektir” (104). Halk şiirinin
tüketilmiş bir gelenek olmadığını, bu yüzden kendi geleneğimizi unutmadan, onları
değerlendirmemizi dış etkilere yeni bir hız kazandırmamızı ister (105). Burada
sözünü ettiği dış etkilerin o toplumun yaratıcı öznelerinden gelen katkı demek
olduğunu belirteyim.

Eleştiri ve/ya değerlendirme: Adnan Benk gerek Dil Devrimi, gerek gelenek
konusunda kendine bir ara mekan oluşturma çabasında görünmektedir. Bu da
devrimden değil, evrimden yana olmak olarak değerlendirilebilir. Devrim zaten sık
sık karşımıza çıkan bir şey olmadığı için evrim daha doğal görülebilir. Ancak
unutulmamalıdır ki evrim ne denli olanaklı ise devrim de olanaklıdır. Her iki olgunun
benimsenmesi ancak ve ancak etki gücüne ve bu gücü destekleyen yeni ilgi
alanlarına, gereksinim saptırmalarına bağlıdır. İnsan ruhsalı her koşula uyum
sağlayabildiği için aradığı, arayacağı tek şey yerine koymadır. Devrimle eksilen
değerin yerine konacak bir değer yaratılmazsa devrim geri teper. Evrim olgusu da
öyle değil midir? Yirmibirinci yüzyılda insanlık, kendini, ilişkilerini doğru
çözümlemek konusunda olması gereken noktada mıdır? Her ne kadar Adnan Benk
yaşayan bir gelenekten, cana can katan yenilenici bir gelenekten yana da olsa Devrim
ve evrim karşında karşı güç yine gelenektir. Direngen gelenektir, tutucu gelenektir.
Herhalde geleneğin tutucu olmayanına ancak sanat ve edebiyatta rastlanabilir. Orada
da insanlığın dikkatli olması gereken bir durum vardır. Eski biçimlere, eski inanışlara
dönük bakış ile yeni anlayışlara, insan lehine çıkış aramalara açık oluş arasındaki fark
kavranmalıdır. Sıçramak için köprü olabilir mi gelenekler? Çok katı bir tutum içine
girmek istemiyorum ama hoş görünün Truva Atı olarak kullanılma olasılığı asla
unutulmamalı. Bu, insanlığın arizi olan varolma biçimlerinden sıyrılmasıyla
olanaklıdır. Bu da paranın egemenliğinin istediği küreselleşme ile değil varlıkçı
(ontik) bir küreselleşme ile sağlanabilir. Bugün için ütopik.

Ancak ilginçtir halk şiirine sahip çıkan Adnan Benk alaturka müziğe karşıdır:
“Küçümsemek, umursamamak yüzünden, bugün hâlâ radyoda ve piyasada
alaturkanın baş köşeye yerleştiğini inkâr mı edeceğiz” (106)? Müzik söz konusu oldu
mu Adnan Benk'in evrimden değil devrimden yana olduğu söylenebilir. Öyle ya
aşılması gereken, gerekecek olan Batı müziğidir. Kendi payıma aşma kavramını da
ilerleme kavramını da reddediyorum. Elbette mutlak anlamda değil, göreliliklere her
zaman yer var. Her varlık için öbür varlık, gereksinimi noktasında bir değer ve öneme
sahiptir. Her varlığa ilişkisel bir değer, bağlılık ve sınırlılık tanınmalı. Her varlığın
yaşama özgürlüğü, olma özgürlüğü var ama yok etme özgürlüğünü, keyfiliğini
insanlığın mutlaka aşması gerekir.

Adnan Benk için sanat ve başarı:


Adnan Benk için, “sanat anlayışı kısır olan bir ulusun, teknik alanda ilerlemesi
olacak şey değildir” (107). Bir de “kötü yazılmış bir şiiri okuyan ve seven (…) şiirle
ilgisi yokmuş gibi görünen iş hayatında bile, kötü bir insan olarak kalır, başarı elde
edemez” (108).

Eleştiri ve/ya değerlendirme: Bugün çoklu zeka dediğimiz bir anlayış vardır
eğitimde. Elbette bu ruhbilimdeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bir
kişinin eğilimi, alırı farklı alanlarda yoğunlaşabilir. Dolayısıyla bizde Köy Enstitüleri
döneminden kalma her alanda başarı sağlama koşulu artık aranmamaktadır.
Matematikte başarılı olan, sözel alanda başarısız olabilmektedir. Hatta sanatın bir
dalında başarılı olan başka bir dalında başarısız olabilir. Adnan Benk'in bu kanıya
kendi deneyimlerinden geldiğini söyleyebiliriz. Kendisi sanatın farklı alanlarında
başarılı olmuş biridir. Ne var ki bu, bir ilgi sorunudur. Bir kişinin her hangi bir alanda
başarılı olması onu asla başka alanlarda da başarılı kılmaz. İlgili olsa bile başarısı
ilgisi oranında söz konusudur. Yani iyi bir ressam şiir yazıyor diye mutlaka iyi şair
olacak diye bir kural, bir garanti yoktur. Çok iyi şairlerin çok kötü resimler yaptığı
görüldüğü gibi iyi ressamların da kötü şiirler yazdığı bir gerçektir. Kaldı ki her ne
kadar Adnan Benk'in kendisi hem eleştiride hem de sanatın diğer dallarında başarılı
olsa da her eleştirmenin, bırakın her sanat dalında, eleştiri yaptığı alanda bile başarılı
olması beklenemez. Herkes başarılı olduğunu düşündüğü alana yönelir. Bu noktada
Adnan Benk, kendisi de bir şiir kitabı yayınlamış. İlk duyduğumda şaşırmıştım. O
kitabı görmeyi, okumayı çok isterim. Ama şu biliniyor: Adnan Benk'in eleştiri
tarihimizde çok önemli bir yeri olmasına karşılık, şiirlerinin şiir tarihimizde yeri yok.
Elbette görüp değerlendirdikten sonra konuşmak en sağlıklısı. Ama bugüne kadar
kimsenin dikkatini çekmemiş.

3.5.Çağının eleştirmeni Adnan Benk


3.5.1. Adnan Benk için sanatçı:
Sanatçı göksel bir varlık değildir, başkalarından farkı gelişmiş, biçim üretme
yeteneğidir:
Adnan Benk, sanatçının yüce bir varlık olmadığını, onun da anlaşılabilir olduğunu
ama sanatçının bir türlü gökyüzünü terketmeye yanaşmadığını ima eder. “Her
yaratıcıda bir tanrılaşma eğilimi, bir de hokkabaz kurnazlığı vardır” (109). Sanki
burada Hermes'i analtıyor gibidir. Zira Hermes, Zeus'un oğlu, Zeus'un habercisi ve
zanaatçıların, hırsızların tanrısıdır. Bilgi, kahinlik tanrısı Apollon'u kandırabilmiş bir
tanrıdır. Asıl önemlisi yorum bilgisinin kaynağında bu tanrının adının olduğu
düşünülür. Adnan Benk gibi, yaratıcı edimde bulunan birinin yaptığının, yapılanlar
arasında farklı olduğunu görmemesi beklenemez. İnsani yaratıcılığın iyice abartıldığı
romantik ve idealist yaklaşımlarda sanatçı aşırı yüceltilir. Ama en azından günümüz
sanatçısının tüm uçuculuğuna karşın gökyüzüne değil de yeryüzüne ait olduğunu
unutmaması gerek. Adnan Benk, sanatçının hokkabazlığını, bir yanılsama olarak
algılanabilecek sanatında değil de, kendisini bize farklı gösterme çabasında bulur.

“Allan Poe (..) dikkatle incelenirse, ipucu vermeye değil, zekasının insanüstü
olduğunu kabul ettirmeye çalışır” (110).

Adnan Benk' e göre, sanatçı; romantik idealist yaklaşımın kendisne verdiği


insanüstülük niteliğini kazanılmış bir hak görür ve bırakmak istemez.

“Sanatçıya öteki insanlardan ayrılan tek tarafının, daha gelişmiş bir biçim verme
yeteneği olduğunu kabul ettiremezsiniz” (111).

Ama fark oradadır işte: gelişmiş bir biçim verme yeteneğinde. Daha önce kimi
sanatçılar ve düşünürler için ara anlamı, hissetme ve hissettirmeyi bir anlam ulamı
olarak kabul eden Adnan Benk, sanatçının anlatılabilir olduğunu ileri sürerken
aslında anlamlandırılabilir olduğunu belirtir: “Yazarın biçim verme yeteneği de, öteki
yetenekler gibi, meydana getirdiği eserden hareket ederek anlatılabilir. Sanat
tenkitçisi bu yeteneği inceler, biçimin gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırır” (112).

Sanatçı, yapıtındaki her ögeden sorumludur:


Sanat yapıtını inceleyen eleştirmen; sanatçının, yazarın, şairin yapıtındaki her şeyi
isteyerek ve “bilerek yaptığını bir ilke olarak kabul etmelidir” (113).

Eleştiri ve/ya değerlendirme: Böyle bir ilke, sanatçının mükemmelliğini, tanrılığını


kabul etmek anlamına gelir. Her şeyi bilinçli yapan, bilen biri. Doğrusu böyle bir
sanatçı anlayışını bizzat Adnan Benk'in kendisi de benimseyemez. Zira bu sanatçıyı,
edebiyaçıyı yüceltmek, kutsallaştırmak demektir. Bir sanat, poetika üreticisi ne denli
yetkin olursa olsun, onun yetkinliği görelidir. Hiçbir sanatçı, yazar, eleştiriden
soyutlanamaz. Bu eleştiri haklı ya da haksız olabilir. Bunun değerlendirmesi de
başka okurlara, eleştiricilere kalır. Söz/yazı gücü, yönetimsel iktidar gibidir. Sürekli
el değiştirir. Günün geçerleri değişebilir. Hiç bir iktidar biçimi düz bir grafik çizgisi
gibi var olamaz biteviye. Sürekli değildir ya da sürekli yükselen değildir. Üstelik
eleştirmenin ele aldığı bir sanatçı ancak kendi dünya bakışı ve bilgi dağarcığıyla
sınırlıdır. Kendisini bilgi ve yapabilme bakımından en üstün görenler her zaman
yanılırlar. İnsan bir yanı bigiye açılırken bir yanı da hep hataya açık kalır. Bu, hatta
kişinin çok iyi bildiği bir konuda bile böyledir. Zira bir yandan bilme ve uygulama,
bir yandan dikkat, bir yandan bellek sorunu vb olarak işler. Bazen bildiğimiz, çok iyi
bildiğimiz bir şeyi en az kırk kez öğrenmemiz gerekebilir. Kendi payıma her an
olmasa da yaşamımda yeni bilgiler almaya devam ediyorum, kimi bilgilerimi
yeniden yendien öğreniyorum. Eleştirilmeye her an gereksinim duyuyorum. Eğer
sanatçı her şeyi bilen kişi olursa eleştiriye de gereksinimi olmaz. Böyle bir savı olsa
olsa kendini bilmezler ileri sürebilir.

Nitekim Adnan Benk, eleştirmen, eğer farklı bir sanat yapıtı üretilmesini istiyorsa ve
bunun basıl yapılacağını biliyorsa, “kendisi döktürüversin” önerisinde bulunan ve
“sanatçı, hikayenin, şiirin ne olduğunu hepimizden iyi bilmektedir” (114), diyen
Salah Birsel'e karşı çıkar. Ve sanatçının çağını anlatırken çağının düşünce
akımlarını bilmek için eleştirmene gereksinimi olduğunu söyler (115).

Sanatçı eleştirmen ilişkisinde benim için en önemli nokta, sanatçının keyfiliğinin


ortadan kalkmasıdır. Bunu eleştirmeni sanatçının tepesinde Demokles kılıcı olarak
gördüğüm için söylemiyorum. Örneğin insanlar dışarıda birilerinden çekindikleri,
korktukları için giyimlerine dikkat etmezler. Kendini (giysisini, zevkini, zenginliğini
vb) gösterme, kendini kabul ettirme, beğendirme için de kendine özenli ve
dikkatlidir. Üstelik giyim bilgisine, zenginliğine, ortamına, zevkine göre tercihleri
değişir. Kendini öyle göstermek ister. Ne var ki giyim ile sanat üretimi arasında
bugün bir fark vardır. Bu da hazır giyimdir. Hazır giyim öncesi, (özel) terziler vardı
ondan da öncesinde herkes kendi giysisini kendi (aileden biri) dikmek hatta kendi
kumaşını kendi dokumak zorundaydı. Atena boşuna dokumacıların tanrıçası değildi.
Atena ile Arakne'nin yarışı da bu bağlamda hatırlanmalı. Paris'in kaçırdığı güzel
Helena, Truvaya geldiğinde boşuna geçmez dokuma tezgahının başına. Diyeceğim
giyim üretimiyle sanat üretimi tümüyle olmasa da benzeşir.

Şunu benimsemek gerek sanatçı ne kadar eleştiriye gereksinimli ise eleştirmen de


eleştiriye gereksinimlidir. Hem beslenme olarak hem keyfilikten çıkmak için.
Süreçler içinde devinen bireyleriz.

Adnan Benk için, bir roman yazarı, romanında varettiği kişilerden, bu kişilerin “her
şeyinden” sorumludur. Adnan Benk, Kemal Bilbaşar'ın “Paşazade” adlı romanını
eleştiren yazısında yazarın, roman kişisini kendisinden, yazar ben'den koparamadığını
belirtir. Roman kişisi Paşazade için “kitap gibi konuşuyor”, der: “Süleyman Efendi,
hikayeyi başından alıp sonuna kadar götürerek, her olayı yerli yerine oturtarak,
konuyu saptırmadan, tekrara düşmeden kitap gibi konuşuyor. Bu konuşmanın
Süleyman Efendiyle hiçbir ilgisi yok” (116). Ve o, roman kişisiyle ilgili
anlattıklarının (sahibolduğu nesnelerle ilgili anlatımların bile) roman kişisinin
kimliğine ait bir gösterge olmasını ister: “Paşazade'nin kişiliğini belirten ayrıntılar
(akşamcılığı, ayyıldızlı ağızlığı vb) anlattığı yaşamöyküsüyle ilintili değil” (117).
Adnan Benk, yazara böyle bir sorumluluk yüklerken gelişine anlatmış olma, anlatmış
görünme yerine anlatılan şeyin kendi gerçekliğine bağlı kalınmasını ister. Ancak bu,
natüralizmdeki gibi bir bağlılık değildir. Roman kişilerinin yazarın kuklası, maskesi
olmasına karşı bir tavırdır bir yandan, bir yandan da belli bir bağlamda bir kişiyi
anlatmaya başlayan kişinin onun yerine kendini anlatmasına karşı çıkmadır. Zira
böyle bir durumda iki sonuca gidilebilir. Bir: yazar verdiği sözde durmamıştır. İki:
yazar kendini anlatmaktan geçememiştir. Anlatısında başkasını anlatabilmekten
uzaktır. Beceriksizdir. Elbette böyle bir talebin arka planında Adnan Benk'in
İdeolojik, Etik ve Poetik (Estetik) beklentileri de söz konusudur.

Sanatçı karşı koyan kişidir:


Adnan Benk, sanatçının olmazsa olmaz niteliğinin aykırılığı olduğunu yinleyerek
belirtir: “Yazarın zorunluluğu karşıtlığındadır” (118). Ve bunu çevresiyle
uyuşumsuzluk olarak algılanabilecek biçimde sunar: ”Yazar, çevrenin kendine karşıt
ürünüdür” (119). Giderek bu karşıt olmayı eleştiride bir ölçüt olarak değerlendirir:
“İlhan Berk'in dünyasında herhangi bir düzen, bir “söz” ya da belli bir düzene karşı
gelmenin belirtilerini boşuna ararsınız” (120). Ve bu karşıtlığı, yaratmanın temel
koşulu sayar: “Yazar, ancak bu toplum düzenine karşı gelerek yaratıcı olabilir.(..)
Yaratıcı, her zaman bir şeye “karşı” olan kişidir (121). Sanatçıyı bir anlamda
toplumun yaramaz çocuğu gibi, bir animatör (sözcük anlamıyla canlandırıcı) gibi
görür Adnan Benk: “[yazar] “alışılagelen ölçüleri, yerleşen kalıpları zorlamak,
okurunu tedirgin etmek zorundadır.... Yazarın bu çabası bir yaratma, silkeleme,
uyuşukluğu giderme çabasıdır” (122).

Gereksinim ölçütü:
Yaratma edimi için karşı koyma, başkaldırma durumunda olan sanatçının başka bir
gerekçesi vardır: kendi özgürlüğü. Zira toplum bu karşıtlığı yüzünden sanatçıyı
sıkıştırmaya ezmeye çalışır . Sanatçı da, eğer gerçekten yaratımı, kendi özgürlüğü
için başkaldıran bir sanatçı ise, toplumdaki boşluğu kemirmeye başlar. Yani baskı
düzenini özgürlükler düzenine dönüştürmek için mevcut düzeni kemirmeye başlar.
Sanatçının “yapıcılığı bu yıkıcılığındadır. Olumsuzluğu verimli bir olumsuzluktur”
(123). Eğer sanatçı sistem tarafından bir baskıya uğramamış ya da uğrayan
sanatçıların baskısını kendinde hissetmemiş ise, yani başkaldırı bir gereksinimden
kaynaklanmıyorsa, yapay, sahte başkaldırı içinde olacak ve edimleri de başarısız
olacaktır: “işe kendilerinden, kendi özgürlüklerinden başlayacakları yerde (…)
işlenen kuramları aktarmaya kalkıştılar. Uğradıkları bozgun, işe herhangi bir
gereksinmeyle girişmemelerinden ileri geldi” (124).

Burada özellikle “gereksinim” kavramının altını çiziyorum. Zira bu kavram daha


sonra dil öğretiminde öne çıkan kavramlardan biridir.
Şimdiyle hesaplaşmak:
İkinci Yeni'yi eleştiren Adnan Benk, İkinci Yeni şairlerinin sözde başkaldırısını Don
Kişot'un değirmenlere saldırışı gibi gerçeklikten, gerçek bir savaşımdan uzak bulur:
“Bize değil, kırk yıllık bir arayla Batı'ya, geçmiş bir dünyaya, bir kuruntuyla
saldırdılar” (125). O, sorunlara çözüm arayışlarının bura ve şimdiyle ilişkili olmasını
ister.

3.5.2. Adnan Benk için yapıt


Yapıt, dış dünyayı aksettiren bir ayna değildir:
Günümüzde sanat yapıtı, Platon'dan kalma yansıtma kuramıyla üretilmez. Yani var
olan dış dünyayı, kişileri, durumları, olayları taklit yoluyla çoğaltan bir üretim
değildir. Sanatçı tarih içinde varolana önce kendini eklemiştir. Sonra da varolanı
değiştirmeye başlamıştır. Sanatçı özne yalnızca bir sanat yapıtı üretmekle yetinmeyip
izler kitleyi yarattığı dünya ile etkilemeye; özneleri, toplumu değiştirme amacına
yönelmiştir. Adnan Benk de, sanata böyle bir görev yükler: “Sanat eseri her zaman
belli bir düzeni değiştirmek, yeni bir anlayış, yeni bir dünya getirmekle ödevlidir”
(126).

Ne var ki bu etkiyi tek yanlı düşünmez. “Eser okunmak, seyredilmek, dinlenmek için
yaratılmıştır” (127). Okur da eleştirel okuma da bir tepki olarak vardır. Dolayısıyla
yapıt aracılığıyla sanatçıdan okura, okurdan sanatçıya bir etkileşim çalışacaktır. Elbet
yeni yorumlarla yapıt artık yazarın yapıtı olmaktan çıkacaktır. Zira “okuyucunıun da
kendine göre bir yaratıcılığı vardır” (128).

Yapıt bir araç değil, bir kendiliktir:


Adnan Benk, öznel eleştirinin karşısında yer alır. Eleştirmen eleştiriyi kendini
anlatmak için bir araç, bir konu, bir bahane gibi görmektedir eleştiriyi. Öznel eleştiri,
eleştirmenin kendini varettiği bir panodur. Böyle bir anlayışa karşı çıkan Adnan
Benk, yapıtı araç olarak değil bir kendilik olarak görür.

Yapıt sarsmalı ya da verimli bir tedirginliğe sürüklemeli:


Adnan Benk'in bir sanat yapıtından beklentisi: okuru, toplumu rahatsız ederek
kendini sorgulamasını, bilinçlenmesini sağlamak, yeni bir değişime yöneltmektir. Bu
konu onun için eleştirel bir ölçüte dönüşür: “Ne bizim koşullarımızı sarsabildiler ne
de bizi verimli bir tedirginliğe sürüklediler” (129).

Yapıt bir bütündür:


Adnan Benk için yapıt bir kendiliktir, bütündür. Varlık olarak öyledir, eleştiri nesnesi
olarak da öyledir. O, bütün olmayı ayni zamanda bir sanat yapıtının bir tek ana ilke
çevresinde toplanması olarak anlıyor. Yani bir ana ilke ve yan ilkeler bütünü olarak
görüyor yapıtı. Ve ona göre eleştirmenin görevi işte bu bütünlüğü daha doğrusu
yapıyı ortaya koymaktır. Bu yönüyle onun “gerçek tenkit” dediği aslında “yapısalcı
eleştiri”dir ve metne yönelik bir okuma anlayışıdır. Ne var ki yapıtta bazen birbirine
zıt iki ilke birden yer alabilir (130).
Yapıt kendi amaç ve ölçütleri içinde ele alınmalı:
Adnan Benk için bu, eleştirinin ana ilkelerinden biridir (131). Eleştirmen her hangi
bir önyargısı olmadan, beklentileri olmadan yapıta yaklaşmalı. Yalnızca sanatçının
yapıtta neyi amaçladığını bulmaya çalışmalı ve sanatçının ölçütlerine yönelmeli.
Kuramsal başka ölçütleri, ve de kendi ülküsel ölçütlerini bir kenara bırakabilmelidir.

Eleştiri: Adnan Benk'in ifade ettiği bu ilke, Saussure'ün; dilbilimin, yalnızca kendisi
için dili bir araştırma nesnesi yapmasıyla ilintilenebilir. Ne var ki bu ilke, Adnan
Benk'in, yazılarından çıkarmaya çalıştığım “sanatçı karşı koyan kişidir”, “yapıt
sarsmalı, tedirgin etmeli” gibi beklentileriyle uyumsuzdur. Aslında bu, eleştiriyi,
yargı olmaktan çıkaran bir ilkedir. Daha doğrusu eleştiriyi salt araştırmaya
dönüştüren bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım bir yapıttaki her türlü yanlış avcılığını da
kaldırır. Eleştiriyi olumlu, ve olumsuz eleştiri olarak yok eder.

Etki ve tepki olarak yapıt:


Burada söz konusu edeceğim şey, yapıtı aracılığıyla sanatçı ile okur arasındaki ilişki
değil, sanatın o toplum içinde varoluşundaki etki ve tepkidir. Doğrusu bu bakış bizi
tarihi eleştiriye götürür. Zira tarihi eleştiri yapıtın oluşumuyla, oluşum koşullarıyla
ilgilenmektir. Bu yüzden yazarın yaşam öyküsü, o yapıtın oluşmasını etkilemiş
olduğu düşünülebilecek her şey inceleme alanı içine dahil edilir. Yaratıcının ortamı,
onun üretimini de etkiler. Yapıt, ortamından soyutlanamaz diye düşünülür. “Batının
yaratıcısı, toplum koşulları dışında, soyut bir yaratık olarak görmüyordu kendini.
Koşulların baskısı ile ortaya çıkardığı yapıt, doğrudan doğruya ilintiliydi” (132).

Eleştiri: Bu yaklaşım etki tepki ilişkisi içinde hiç de yanlış değildir. Zaten bu yüzden
Adnan Benk, yapısal eleştiri ilkelerini benimsemişken, belki farkında olmadan,
kendini açıklarken bu doğruyla ilintilenmeden edemez.

3.4.3. Adnan Benk için eleştiri


Adnan Benk, kalıp bakışa, dogmatik eleştiriye karşıdır:
Adnan Benk, bir yapıtı kendi amacı ve ölçüleri içinde ele alma ilkesini
benmimsediğinde, eleştirmeninin her türlü kalıp bakışından da dogmatiklikten de
kurtarmış olur. Aslında bu, düşüncenin özgürleştirilmesi demektir. Dinin katı
kalıplarına, dogmalarına sıkışmış, dünyayı doğru alglayamayan insan tipinin dışına
çıkmayı sağlayan bir ilkedir bu.

“Bir yapıtta yapıtın getirdiğini değil de kendi kafasındaki örneği arayanlara


karşıyız” (133).

“Bildiğinden şaşmayan, her yeni girişime kapalı, kendi doğrusu dışında doğruların
olabileceğine inanmayan, değişikliği köstekleyenlere denir dogmacı diye” (134).

Adnan Benk; Oktay Akbal'in, ülkede eleştirmen olmadığından, eleştirmenlerden bir


şey öğrenmediğinden söz eden yazısına verdiği yanıtta, onun kafasında kalıp belli bir
eleştirmen örneği olduğunu, “yazar üretecek, okur tüketecek, eleştirmen
pazarlayacak” biçiminde bir sanı olduğunu belirtiyor. O.Akbal'in eleştirmenden bir
şey öğrenmediğine yanıt olarak da, “Yazdıklarından anlaşılmıyor mu hiçbir şey
öğrenmediği” (135), diyor.

Değerlendirme: Bu ilke gerçekten farklı bir insan tipini işaret eder. Ancak temel
sorun, alışkanlıkların, bilgilerin benimsenmesi, bilgiyle bütünleşmeler ile olanaksızlık
noktasına taşınabilecek bir ilkedir bu. Bu ilke mutlak nesnellik ile hoş görü
anlayışıyla bağlantılıdır. Gerçekten işleyebilmesi ise, eleştiri açısından bakarsak,
eleştirmenin nesnellik deneyimlerine, ve nesnelliği alışkanlık edinmesine bağlıdır.
Bir de şunun altı çizilmeli: yıkıcı değişiklik ile yapıcı değişiklik çizgisi nasıl
belirlenir? Ideolojik ve etik değerler sanat için önemsiz midir? Ben kendi payıma dizi
filmlerin, gözetleme anlayışına dayalı filmlerin, insan ruhsalını bozduğunu, kendine
güvensiz, bağımlı insan tipi yaratılmasında önemli bir işleve sahip olduğunu
düşünüyorum. Tam da bu noktada sanatçının yapıtının neye, kime hizmet ettiğinin
sorulması, konuşulması gerekir. Sanat yapıtının insan odağında, gerek insan tekine,
gerek insan geneline göre durumu nedir? Eleştirmen, böyle bir değer bilimsel
(axiologique) bakış açısına da yerleşmeli.

Adnan Benk, öznel eleştiriye karşıdır:


Bir eleştirmenin, bir yapıtla ilgili “(çok) sevdim”, “beğendim” demesini anlamsız
bulur. Yapılan bir değerlendirmenin gerekçesini öğrenmek ister. Örneğin Oktay
Akbal'in şu sözleriyle alay eder: “Çehov'u 'eskiden beri severmiş', 'eksiksiz bir
şekilde' tanırmış... Akbal severim dedi mi, siz de seversiniz.. En özlü referans, sayın
eleştirmecinin … sevmesidir” (136). Adnan Benk, “gününe, saatine, dostluklarına”
göre eleştiri yazanları, eleşiriyi kendilerini anlatma bahanesi sananları kısaca öznel
eleştiriyi eleştiriden saymaz (137). Ona göre, öznel eleştiride eleştirmen yapıt
üzerinden kendini anlatmaya çalışmasının yanısıra kötü sanat eserinin zararlı
olduğunu, bir toplumu sarasabileceğini görmez, iyi bir sanat eserinin etksisini bilmez
(138). Bu tür eleştirmenler; yorumlarında, değerlendirmelerinde yanılsalar bile bunu
önemsemezler.

Adnan Benk'e göre öznel eleştiriciler, dünyanın her yanında çoğunluktur. Bu yüzden
“beğendim'ler tuzağından kurtulamayız” (139).

Öznelci eleştirinin başka bir özelliği: yazarın, şairin, sanatçının önünü kesmesidir.
Öyle ya eğer eleştirmen biri için “beğendim” diyorsa, bu onun olduğu haliyle
onanması demektir. Eksikli birine, kusurlu bir yapıta olur vermek, olabilecek bir
gelişmenin önüne geçmektir. Ayni şekilde gelişme gösterebilecek birine
“beğenmedim” demek de onun gelişme cesaretini kırabilir. Her iki durumda da
eleştirmenin dikkatli olması, öznel değerlendirmeden sıyrılması gerekir. Adnan Benk
edebiyat sanat ortamının olumsuzluğunun kaynağında öznel eleştirinin,
değerlendirmelere teslim olmanın yattığını düşünür.

“Bir şirretler saltanatıdır edebiyat alanında sürüp giden... tenkitçi azlığının sebebi
de budur” (140).
Değerlendirme: Demek ki öznel eleştiri, eleştirmen geçinenler hep çoğunlukta
olacak. Zira eleştiri söz almadır. Bir güçtür. Hele eleştirmen geçinenler için bir
egemenlik sorunudur, egemenlik alanıdır. Cahil insan konuştukça varolduğunu sanır
kendisinin. Konuşma ve yazma cahil olanın kendi kendine doyumudur. Bu yüzden
özellikle şair-eleştirmen geçinenler, tükendikleri noktada eleştiriye sarılabilirler. Hele
kendi semtine gerçek eleştiri uğramayan sözde şairler eleştriri diye bir şey
tanımayabilir, hatta eleştiriyi yok sayabilirler. Ama hakkını teslim etmek gerek
Nurullah Ataç bile bu tür şairlere ancak gülebilir. Eleştirmenlik; emek isteyen,
birden fazla alana dayalı bilgi isteyen, bir anlamda kahramanlık isteyen bir iştir. Bir
çiledir eleştirmenlik. Bir gün beni anlayacaklar kuruntusundan da sıyrılmalıdır
eleştirmen. Büyük bir kararlılıkla doğru bildiğini söyleyebilen, bu yolda yılmadan
yürüyebilecek kadar yaptığına güvenen, üstelik maddi sıkıntısı, beklentisi olmayan
biri olmalıdır eleştirmen. Gerçek eleştirmenin varolma biçimidir eleştirel yazıları.

Adnan Benk, adı sanı en azından ülkemizde bilinmedik bir eleştirmenden söz eder:
Julien Benda. Bu kişinin kendinden başka düşünür tanımadığını; yazar, düşünür
herkesi eleştirdiğini, herkesi huzursuz ettiğini söyler. Ve o öldükten sonra ortaya
çıkan boşluğa işaret eder. Ve onunla ilgili değerlendirmesini şöyle yapar: “Böyle bir
huzursuzluğun da edebiyatın derlenip toparlanması için ne kadar faydalı olduğu
zamanla anlaşılır elbet. Benda olmasaydı, Valéry'ler, Gide'ler, Sartre'lar böylesine
kişiliklerini bulamaz, belki de cılız kalırlardı” (141). Eleştirinin toplum, edebiyat
toplumu için her alanda (eleştiri dahil) gerekliliği konusunda hem fikiriz.

Adnan Benk eleştiri konusunda yerden yere vurduğu Ataç'ın ölümünün ardında
yazdığı “Ataç” adlı yazısında onun, “bereketli bir tedirginlik” aşılayan insan olarak
anılacağını belirtir (142). Bu da şu demektir: her ne kadar öznel eleştiriyi olumsuz
ortamın suçlusu olarak görse de “verimli bir tedirginlik” üretebilen eleştiri öznel de
olsa, yanlış bir yorum da üretse toplum için gereklidir. Bu aşamada eleştiri
Demokles'in kılıcı gibi, yasa ve kuralların varlığı gibi algılanabilir. Ne üretene ne
eleştirene bir yücelik, ayrıcalık tanımadan, bir kültüre katkıda bulunma bilinci her
halde üretene de eleştirene gereklidir

Adnan Benk ile ilgili bir çalışmada yapılan değerlendirmeye değinmek istiyorum:

“hem öznel hem de kuramsal-nesnel eğilimlerin özellikleri görülmektedir” (143).

“yönettiği dergiler ve yazdığı yazılarla nesnel kuramsal eleştirinin gelişmesine


destek olmuş, deneme tarzıyla ve polemik üslûbunda kaleme aldığı yazılarıyla ise
öznel eleştirinin üslûp özelliklerini sürdürmüştür” (144).

Adnan Benk'in kimi eleştirel biçemine, yargılarına kimi olumlu değerlendirmelerine


bakıp onun karşı çıktığı eleştirdiği yöntemi kullandığını söylemek Adnan Benk adına
insafsızlıktır. Bir kişinin değerlendirmesini öznel kılan ileri sürdüğü yargının
tutarsızlığıdır. Gerekçesi kabul edilebilir olanın yargısına da öznel dersek, bu kez
bilim adamlarının deneylerinden çıkardıkları sonuçlar da en azından baştan özneldir.
Şunun ayırdında olmak gerekir. Yargının öznelliği ile biçem açısından öznellik farklı
şeylerdir. Böyle bir değerlendirme zorunlu olarak, kişisine biçemsel bir araştırmayı
dayatır.

Adnan Benk'ten bir örnek vermek istiyorum. Bir paragraflık bir değini yazısında
Eyüboğlu'nun la Fontaine'den çevirdiği “Kurtla Kuzu” masalını okumamızı önerir.
Bunu örnek çeviri olarak gösterir. Kısaca över. Gerekçesi de Eyüboğlu yalnızca
doğru çeviri yapmakla kalmamış, La Fontaine'i, kırpmadan, kısmadan, anlamsal
değişime uğratmadan “Türk gibi konuştur”muştur (145). Şunu söylemeye
çalışıyorum. Adnan Benk'in yazıları dikkatle okunursa, onun bir yazı, bir kitap, bir
yazarla ilgili söylediği hiç bir zaman gelişine değildir. Üzerinde düşünülüp
kararlaştırılmıştır. Yargıları bir süreç içerir. Bir süreçten geçen yargılar öznellikten
sıyrılır mı hayır. Ama ben yaregının arkasındaki eleştirmeni önemsiyorum. Bir
yargının, eleştiri için gerekli süreci yaşayıp yaşamadığını göremediğimizde,
eleştirmen bize yaşadığı her aşamayı sumadığında, yargısı öznel eleştiri mi
sayılacaktır. Biliyorum tehlikeli sulardayım. Ama yine de okurun okuma biçimi
konusundaki alışkanlıklarını, bakış açısını, bakma biçimini ve okuma, algılama hızını
da dikkate almak gerek. Hoş, kendi payıma çalışmalarımda ilk yaklaşımla iyice
yoğunlaştıktan sonraki değerlendirmelerimin farklılaştığını biliyorum. Ama bir de
şairin böyle bir araştırmaya değer olup olmaması, derinliği olup olmaması sorunu
işletilmeli. İşte şu örnek, bu açılardan, sorunlardan geçirilerek değerlendirilmeli: Nuri
İyem, İskender Fikret adında bir şairi resimlemiş. Adnan Benk, iki sayfalık yazısında
Nuri İyem'in resimlerini değerlendiriyor ve yazının son paragrafında şöyle diyor:
“Nuri İyem'in resimlediği bu kitabı okuyucularıma salık verirken, bir itirafta
bulunayım: bu kitapta ne yazık ki İskender Fikret'in şiirleri de var!” (146). Bu,
sınırda bir örnektir. Belirli bir süreçten gelen yargı hatalı da olsa dikkate alınır. Bu
açıklamalarımda yalnızca öznel yargıyı öne çıkardım, biçem araştırması ile ilgili
örnekleme bu çalışmanın sınırlarını aşıyor.

Gerek yazar gerek eleştirmen dinamik olmalıdır:


Yazar da eleştirmen de sürekli araştıran, ön yargılaşmış kalıplardan uzak olmalıdır.

“Toplum da, sanat da, dil de bir hamur gibi kesilemez, kalıba sokulamaz. Bütün
kalıpları unutmadan, bilimsel bir yöntemle işe girişmeden zorlayamazsınız” (147).

Buradan şuna geliyorum. İster sanatçı olsun, ister eleştirmen nesnesini


şekillendirilecek balmumu olarak görmemeli. Onun yaşayan, tepki veren bir varlık
olduğunu unutmamalı, alışılmış değerlendirme biçimleriyle yaklaşmamalı nesnesine.
Hatta bir yapıt bitirilip ortaya konduktan sonra da o olmuş bitmiş bir şey değildir:

“Okurken yapacağımız katkılarla çok değişikliğe uğrayabilir şiir” (148).

Bu, sanatçıyı da eleştirmeni de, okuru da dinamik, yaşayan olarak görmektir.


Çağdaş yazar çağdaş eleştiri:
Adnan Benk için, bir yazarın çağını anlaması önceliklidir. Onun yazarı, yazar değil,
çağdaş yazar olmalıdır. Çağdaş yazar da çağının bilgisinden haberdar, çağının
insanını, toplumsal gelişmeleri kavrayan yazar demektir. Çağının gereksinimlerinin
ardında bir yazara katlanamaz. Onda, çağındaki her gelişmeye, her bilgiye duyarlı bir
sanatçı beklentisi vardır. “Yoksa örneğin Flaubert gibi, çağını anlamadan,
anlatamadan göçüp gider” (149).

Peyami Safa'ya verdiği bir yanıt yazısında, edinilen bilginin, sistematik olmasını da
ister: “Sistematik bilgi yoksulluğunun verdiği kör bir cesaretle, kelimeleri gelişigüzel
kullanıvermişsiniz, materyalizm deyip işin içinden sıyrılabileceğinizi sanıyorsunuz.
Oysa ki sizin spiritüalizmin zıddı olarak ele aldığınız maddecilik mekanist
maddeciliktir, Marks'ın maddeciliği ise diyalektik maddeciliktir” (150).

Çağdaş yazarın, çağdaş bilgiye, eleştirmene gereksinim yanısıra başka bir özelliği
de anlatımı, bir sorun olarak görmesidir:

“Bugünün yazarı, ister şiire yönelsin, ister roman ya da öyküye, eleştirmen


olmadıkça, demek istediğim, kulaktan duyma yöntemlerle yetindikçe, anlatımı, her
şeyden önce bir anlatım sorunsalı olarak ele almadıkça bugünselliğe ulaşamaz”
(151).

Bilgi eksikliği olan donanım konusunda sorunlu olanlar, yani yazar olamayanlar bu
eksikliği giderecekleri yerde örtmeye çalışırlar:

“Kendi çağıyla alışverişe girmeyen, çağının kaygılarına sırt çeviren kişi, ister
istemez, yalana düzene sapıyor” (152).

Yazar ve eleştiri:
Adnan Benk, yazar ile eleştirmen işbirliğini önemser. Eleştirmen, bilgi konusunda
yazarı, yazar olmak isteyeni besler.

“Eleştirmenlerden, bu eleştirmen ister şair, ister yazınbilimci olsun, bir şeyler


öğrenmek zorundayız. Yazın demek, öncelikle dil demekse , eninde sonunda bir dil
olgusuysa, dilbilime nasıl dudak bükebilirsiniz? (153)

Eleştirmen, yazarın çağdaş bilgiye ulaşmasında yardımcı olur, ama yazar


eleştirmenini bulmak zorundadır. “Öğrenmek, bir metne nasıl yaklaşılacağını
bilmeyi gerektirir. İsmail Habiblerle, Ali Caniplerle, hele kendi önyargıalarını
doğrulamak için şiirleri dürtükleyen Kaplan'larla olmaz bu (154).

“Her yazar hakettiği eleştirmeni bulur” (155).

Eleştirinin amacı konuyu değil yapıyı belirlemektir:


Eleştiri, konunun ne olduğunu, konunun hangi yönlerinin ele alındığını belirtmek
değil, “konunun belli bir şiirde nasıl nesnel bir şekil aldığını, o şiiri ötekilerden
ayırt eden yapı özelliğini” açıklamalı (156). Dikkat edilirse burada konu, tümden
eleştirinin uğraşı nesnesi olmaktan çıkarılmıyor. Yalnızca amaç olmaktan çıkarılıyor.
Eleştirinin amacı, konunun yapıtta nasıl şekillendiğini, başkaca yapısını belirlemek
oluyor. Adnan Benk, konu dışında “ana fikir” konusunda da benzer bir çalışmaya
girmesini ister eleştirmenin: “yazarın ana fikrini yakalamak için, neleri
birleştirdiğini, hangi unsurları bir arada kullandığını, hangi nesneler arasında yeni
bir birlik meydana getirmeye çalıştığını belirtmek şarttır” (157).

Bu konuda Orhan Hançerlioğlu'nun, “Oyun” adlı romanında memur yaşamı ile


söylencesel simgeler arasında benzeyen ve benzemeyen yanları ortaya koyarak bu iki
dünyayı ”çözülmez bir bütün” yapan teknik buluşları açıklamanın ana fikri
yakalamak olduğunu belirtir (158). Eleştirmen, “eserin imkânlarını, yapısındaki
özellikleri, temlerin kaynaşmasını veya kaynaşmazlığını açıklama”lıdır (159).

intentio autoris anlayışına karşı:


Adnan Benk, metni anlamak için yazarın niyetini anlamayı temel almayı kabul etmez.
Croce'yi bu açıdan eleştirir:

“yazarın aklından geçebilecek en ufak çağrışımları da belirttikten sonra, büyük bir


hayal gücü, ince bir zevk ve şaşmaz bir sezgiyle kendimizi yazarın yerine (…) hareket
noktasına koyabildiğimizi düşünelim: hareket noktamızın yazarınkinden ayrılan
önemli bir tarafı olacaktır. Yazar, eserini yazmaya başlarken, tabii onu daha
okumamıştır, biz ise onun hareket noktasını, eseri okuduktan sonra yepyeni bir
tecrübeyle benimsemeye çalışıyoruz. Ne yaparsak yapalım, bu tecrübeyi, okumanın
bu damgasını üzerimizden atamayız. Atamayacağımıza göre de, yazarın hareket
noktasını benimsememize, onun kalıbına girmemize olanak yoktur” (160).

Herşeyden önce biçim:


Adnan Benk, Rus Biçimcileri izinde biçimi her şeyin önüne geçirir.
“Bir şiir şiirse, her şeyden önce biçimsel özelliğinden kendini ele verir” (161).

Değerlendirme: Bu aslında, iki uçlu değerlendirilebilir.Bir yandan biçimi öne


çıkarıan gösterişçiliğe, derini içte, zihinde olanı önemsememeye. Bir yandan
beden/ruh ikilemesinden yola çıkarak ruhu önceleyen spiritualist'lere karşı çıkıştır.
Bu ayni zamanda biçimbilgisini öne çıkaran Bloomfield'i akla getiriyor. Anlamı
öteleyen bir anlayıştı onunki. Adnan Benk'in biçimciliği Leo Spitzer yöntemine
dayanıyor. Metni biçimiyle okumaya çalışıyor. Ama unutmamak gerek, Bloomfield
ve Leo Spitzer döneminde değiliz. Anlambilim anlamsal ögeleri atomlarına ayırmayı
bildi. Kimilerince ruh sayılan anlam, bilinmezlikten çıktı.

Yapıtta bir ögenin değeri, ancak yer aldığı bütün içindeki değeriyle ölçülebilir:
“Mesele, mısranın bir yerden alınıp alınmamasında, bir deyişi taklit edip
etmemesinde değil, bir bütünün içinde, o bütünün canlı bir tarafı olarak yaşayıp
yaşamamasındadır” (162).
Adnan Benk, bu değerlendirmeyi Orhan Veli şiiri ve halk edebiyatı konusunda
konuşurken yapar. Ve sorunu Orhan Veli'nin halk edebiyatının uydusu olması ve
kendisi olması bağlamında ele alır. Orhan Veli'nin amacının halk şiirinde yaşamak
değil, halk şiirini, halk şiirine ait bir ögeyi kendi şiirinde canlılaştırmak, bu ögenin
halk arasındaki işlevini kendi şiirinde yaşatmak olduğunu belirtir: “halk şiirinin halk
arasındaki fonksiyonunu kendi eserlerinde yaşatması” (163). Altını çizerek
yinelemek istiyorum. Bir ögenin önceki bağlamı içindeki işlevinin yaşatılması değil,
o ögenin halk arasındaki işlevinin kendi şiirinde yaşatılması. Sözünü ettiği işlev,
şiirsel bir ögenin okurdaki değeridir. Okurdaki etkisidir. Bu, ayni zamanda çalıntı
(intihal) konusuna da uzanmaktadır. Bu konuda Adnan Benk'in dikkat ettiği noktaları
bir kez daha şöyle açıklaştırabilirim:
a) Bir şair, başka bir şiirden bir sözcük, bir imge, bir deyiş alabilir.
b) Bu konuda önemli olan, aldığı ögeyi nasıl kullandığıdır. Eğer o öge kendi şiirinde
yabancı bir öge olarak duruyorsa, toprağına uyum sağlamamışsa bir öykünüdür
yaptığı. Eğer kendi bağlamı, kendi biçemi içinde erimişse artık onun poetikasına
dahil olmuştur.
c) Halk arasındaki işlevine bakılmalıdır. Bu işlev ayni olabilir.

Eleştiri ve/ya değerlendirme: Halk arasındaki işlev ancak okur için işlev ile
anlaşılabilir. Eğer bir ögenin okur açısından işlevi ölçüt alınacaksa, o ögenin okur
üzerindeki etkisinden söz edilebilir. Ve giderek değer kavramı devreye girecektir.
Yani işlevden değere yöneltmemiz gerekir bakışımızı. Üstelik genelleşen,
toplumsallaşan bir değer söz konusu Adnan benk için. Her hangi bir ögenin toplum
için değerini ölçebilmek olanaksız olmasa da çok zor. Bu noktada ister istemez
düzdeğişmeceli yaklaşımlara açılmak gerek. Yani bir okurun, bir eleştirmenin
bakışının geneli temsil etmesine açılacağız. Bu da bizi özneler arası bütünlük ve
görelilik sorunlarıyla karşılaştıracak.

Konuya başka bir açıdan yaklaşmayı deneyeceğim. Adnan Benk, halkın


gereksinimini ve yeni bir çözümü dikkate aldığına göre acaba bu açıklamayı halk
edebiyatının bir ürününü bir kendinde varlık olarak algılayan halkın, yeni üretilmiş
bir yapıtı da böyle kabul etmesi yeterli mi olacaktır?

Eleştirmen, toplumun gereksinimleri çerçevesinde yeni bir sentez yollarını


açmalıdır:
Eleştirmenin görevi “yazarla halk arasındaki bağı belirten unsurların yeni ve
toplumun o günkü ihtiyaçlarına uygun bir sentez halinde birleşmesini sağlayacak
yolları göstermektir” (164).
Adnan Benk, bu ifadeyle hem yazınsal ürünlerde, hem de eleştirel ürünlerde kendisi
için önemli bir ilkeyi belirtmiş olur: Edebiyatçı, sanatçı, şair, eleştirmen toplumun
gereksinimlerini dikkate alarak onun gereksinimleri doğrultusunda doğru çözüme
gitmesini sağlamakla sorumludur. Bu sorumluluğu yerine getiremeyenler eleştirilmeli
ve bunlara karşı çıkılmalıdır.
Eleştiri, gelişigüzel değer yargıları nesnesi değildir:
Eliştirmenin yapıtla ilgili bir değer yargısında bulunabilmesi için yapıttaki ögelerin
işlevlerini çözümlemiş olması gerekir. Ancak Adnan Benk, şunun da altını çizer: bu
yargı, ögelerin ilkeyle [temel ilkeyle] bağdaşıp bağdaşmamasıyla yani bütünü
gerçekleştirip gerçekleştirmemesiyle ilgilidir (165). Eleştirmene bir de yapıtın,
üzerine konuşmaya değip değmeyeceğini belirleme, bu konuda “asgarî bir seviyeye
erişip erişmediğini görme” hakkı verir (166). Gerisini okura ve zamana bırakır.
Ancak kendisi de belirli bir nesnel değerlendirmeden sonra yargılarda bulunmaktan
kaçınmaz.

Eleştiri “uzun bir çalışma” ve “sezgi” işidir:


Eleştiri hiç bir biçimde öznelliğe yer vermemelidir. Bu özelliğiyle Adnan Benk'in
benimsediği eleştiri “nesnel” eleştiridir. Bu adlandırma her türlü eleştiriyi iki temel
sınıfa ayırmak demektir. Bu nedenle eleştirmen, bir sanat yapıtını okuyarak,
izleyerek, dinleyerek aldığı izlenimleri olduğu gibi eleştiri olarak yansıtamaz,
yansıtmamalıdır. Eleştirmen, bir bilim adamı gibi çalışmak zorundadır. Bu yüzden
eleştiri uzun bir çalışma, araştırma sonucu ortaya çıkacak bir etkinliktir, bir üründür.
Bu bakımdan bu eleştiri ayni zamanda “bilimsel eleştiri”dir.“Bütün bir eseri
açıklayabilecek bu ana düşünceyi bulmak, meydana çıkarmak hem uzun bir çalışma,
hem de bir sezgi işidir” (167). Bu eleştiriyi gerçekleştirmek için “doğrudan doğruya
dilden işe başlamak gerekir. Adnan Benk, sanat yapıtını tümce modelliğinde görür.
Ve fiili tümcenin en temel ögesi sayar. “Fiillerin sıralanışından, zamanlarından,
insanın hangi etkinlikleriyle ilgili olduklarından, birbirlerine nasıl
bağlandıklarından hareket edilirse, eserin iskeleti bir taslak halinde meydana
koyulmuş olur” (168). Ancak fiillerden başlama yöntemsel öncelikli bir başlangıçtır.
“İsimler ve sıfatlar arasındaki bağ”ın aranması da gerekir.

Değerlendirme eleştiri: Adnan Benk, eleştiriyi hem bilime hem de sezgiye


yaklaştırıyor. Bu yaklaşımın, Henri Bergson sezgiciliğinin etkisinde önce Leo
Spitzer'de ortaya çıkmasına ve ardından Leo Spitzer etkisiyle Adnan Benk'e
geçmesine tanık oluyoruz. Adnan Benk, “Gerçek Tenkit” adlı yazısında tek Leo
Spitzer'den alıntı yapar. Aslında Adnan Benk'in eleştirisindeki genel anlayışına en
uymayan sözcük budur: sezgi. Sezgiye yaslandığımızda, ne biçimin önemi kalır, ne
de öznel eleştiriye karşı çıkmanın anlamı.

Eleştiri, işlevselliği öne çıkarmalıdır:


Adnan Benk, bir bütünün parçaları her hangi bir işleve sahip değilse, süstür, der. O,
bir ögenin bütün içindeki işlevini soruşturur. Eğer bir anlatımda metnin bütününde bir
işlevi olmayan, bir işe yaramayan öge varsa bu anlatım en azından dikkatsiz bir
anlatımdır, eğer gerekliliği açıklanamayacak ögelere sık sık yer veriliyorsa, süslemeci
bir yazar söz konusudur. Ve elbette bu açık Adnan Benk için saldırılacak bir noktadır.
Eleştirmen bir sanat yapıtı içindeki ögelerin işlevlerini sorgulamalıdır. “Her
kelimenin eserde belli bir yeri vardır; bu yerin, eser için en faydalı yer olup
olmadığını, bir kelimenin neden başka bir kelimeden önce veya sonra geldiğini, niçin
başka bir kelimenin değil de o kelimenin seçildiğini araştırma”lı (169). İşlevsellik,
eleştirmen beklentisine göre bir işlevsellik değil de sanat yapıtında sanatçının, yazarın
bir niyetliliği, amaçllılığı olarak işlevselliktir. İşte temel ya da yan ilkeler bu işlevler
aracılığıyla belirlenebilir. Bir sözcüğün niye seçildiğini araştırmak, anlamak bizi bir
düşüncenin (niyetliliğin), bir amaçlılığın, giderek bir ilkenin belirlenmesine
götürebilir. Belirlenen bu “ilkenin, fillerin sırasını da açıklaması gereklidir” (170).
“Eserdeki her kelime, her fikir, her düşünce, ana ilkenin gerekçelerine göre eserde
bir rol, bir fonksiyon almak mecburiyetindedir” (171). İşlevsellik konusu her türlü
seçme işlemini kapsar. Örneğin Kemal Bilbaşar'ın “Paşazade” adlı romanında roman
kişisi paşazade'nin kızının niye topal olduğunu sorar Adnan Benk. Ve şöyle der:
“öykünün kurgusunda bu topallığa bir işlev yüklemeyi gerektirir. Yoksa … elâlemin
kızını aklınıza esti diye öyle durup dururken sakatlayamazsınız” (172).

Eleştiri ancak estetik ölçülere vurulmalıdır:


Eleştiri, dilbilgisi malzemesi, metin açıklama değildir. Bir yapıtın dönemi, yazarı
hakkında bilgi vermek eleştirinin işi değildir.

Okumak sorumluluk yüklenmektir:


“Okumak demek, okunanda açıklanan ya da duyurulan suçu yüklenmek demektir”
(173). Okurluk, sorumluluktan ayrılamaz. Adnan Benk'in okuma anlayışı da
sorumluluk çerçevesindedir. Ve idealisttir.

Adnan Benk kahin midir?


Leo Spitzer, “filolojik daire” kavramına bakışında ayrıntıdan bütüne, bütünün
merkezine giderken kahinlik, kehanet kavramlarını kullanmıştı (divinatoire ve
divination). Bu kavram Adnan Benk'te “sezgi” olarak geçer. Bu kehanetin, sezginin
gerek Leo Spitzer'de gerek Adnan Benk'te nasıl yapıldığına bakalım.

Spitzer'in şiire bakışı:


Spitzer'in şiir çözümleme biçimini iki şiire yaklaşımından yola çıkarak aktarmaya
çalışacağım. Spitzer'in ele aldığı şiirin biri Du Bellay (1522-1560)'in bir sone'sidir.
Sone iki dörder dizeli ve iki üçer dizeli bir şiir bütünlüğüdür. Spitzer bu şiirdeki iki
üç dizeli bölümlere yönelir. Bu bölümlerde “là” (orada) sözcüğünün beş kez
yinelenmiş olmasına takılır. Ve bu yinelemenin, şiirin temposunun bilinçli olarak
yükseltilmesinde payı olduğunu düşünür. Ve bu yükselişte “encore”( yine, hâlâ)
sözcüğünün de işlevli olduğuna emindir. Önce şiirin fransızcasına bakıp çevireyim
(ancak elden geldiğince sözcüklere bağlı kalayım):

Idée
Si notre vie est moins qu'une journée
En l'éternel, si l'an qui fait le tour
Chasse de nos jours sans espoir de retour,
Si périssables est toute chose née,

Que songes-tu, mon âme emprisonnée ?


Pourquoi te plaît l'obscur de notre jour,
Si, pour voler en un plus clair séjour,
Tu as au dos l'aile bien empennée ?

Là est le bien que tout esprit désire,


Là le repos où tout le monde aspire,
Là est l'amour, là le plaisir encore.

Là, ô mon âme, au plus haut ciel guidée,


Tu y pourras reconnaître l'Idée
De la beauté, qu'en ce monde j'adore.

Du Bellay

Düşünce
Ömür kısaysa bir günden bile
Sonsuz içinde, dönüp duran yıl
Kovalıyorsa günlerimizi dönüş umudu olmadan
Her doğan şey yok olmaya ne kadar da yazgılı

Ne düşünüyorsun, tutsak ruhum?


Ne diye hoşlanıyorsun günümüzün karanlığından,
Eğer, daha aydınlık bir yere uçmak için
Sırtında tüylü kanadın varsa?

Orası her ruhun arzuladığı mekandır


Orası, herkesin can attığı dinlence
Orası aşktır, orası zevktir de.

Orada, ey ruhum, rehberle en yüksek gökte


Orada tanıyabileceksin Düşüncesini
Bu dünyada taptığım Güzelliğin.

Şimdi öncelikle “ora” sözcüğünün biçimsel yinelemesine bakalım. İlk iki dörtükte
terim olarak yok, üçüncü bölümde üç dizede de dize başında kullanılmış ama üçüncü
dizede iki kez kaullanılmış. Dize birimi bu ögeyle parçalanmış. Dördüncü bölüme
geçtiğimizde ilk dizenin başında yine “ora” sözcüğünü görüyoruz. Ama ikinci dizede
bu “ora” (là), zamir biçimiyle yine var: (y = ora) olarak. Ancak şunu görmezden
gelmemek gerek dördüncü bölümün ilk dizesinde “ora”, açılımlı olarak var edilmiş
yani belirlenmiş: “au plus haut ciel guidée” (= yöneltilmiş en yüksek gök)
dolayısıyla yinelemeyi müzikal süre ölçüsünde değerlendirirsek

là + uzun süre (dizenin gerisi)


là + uzun süre (dizenin gerisi)
là + kısa süre/ là + kısa süre
là + kısa süre/ là'nın kendisi
(y olarak là + uzun süre

ora'nın kendisini, varılacak yer olarak düşündüğümüzde ve ikinci bölümün üçüncü


dizesindeki “uçmak” fiilini de dikkate aldığımızda, gidilecek yere ancak uçarak
gidebileceğimizi çıkarırız. Bu durumda “ora” sözcüklerinin yinelenişini, içinde
uçtuğumuz aracın çıkardığı sese benzetebiliriz. Oraya vardığımızda, tıpkı
helikopterin pervanesinin çıkardığı ses gibi ora indirgenerek (y) olarak bir an daha
devam ediyor.

Burada Spitzer'in “encore” sözcüğüne hayran olmasını ben kendi payıma bir 'ara gaz'
algılamasının sezinlenmesi olarak değerlendiriyorum. Elbette Du Bellay'in çağında
ne uçak vardı ne helikopter. Şiirde de kanattan söz ediyor. Yani varlığın kendisinin
bizzat, kendine eklenen kanatlarla uçması. Bu durumda “yükselen tempo”, uçan
varlığın hızıyla ilgili bir duyumsa(t)ma olabilir. Bu yüzden Leo Spitzer
bu değerlendirmenin ardından, bunun yerleşik, kabul edilebilir olduğunu göstemek
için destek bulmaya geçiyor.

“[….] Son kıt'ada iki kanat vuruşuna benzeyen bu çift mısra (désire-aspire; guidé-
idée), fransız şiirinde bir yeniliktir, fakat Pleyad nazmını tanıyanlar, “encore”
kelimesinin kafiye düşürmek gayretinden başka bir maksatla konmuş olduğuna
hemen hükmederler. Hakikatte bu “encore” kelimesi, şairin dahiyane bir buluşudur;
ilk önce ruhun göke uçuşunu, sakin devamlı, imanla dolu ve hedefe doğru uçmaya
kabiliyetli olan kanatlara karşı tam bir emniyetle başlıyor (là est le bien … là le
repos), fakat hedefe yaklaştıkça ruhun sabırsızlığı ve asabiyeti artıyor; bunu şair
cümlelerin kısalığı ile “stretta” (là est l'amour, lâ le plaisir encore) ifade ediyor; bu
encore ayni zamanda hedefe varmanın son gayretini, hedefe çok az kala yapılan son
hamleyi, sonsuz ve sınırsız zevklerle mükafatlandırılacak olan son ve kat'i atılışı
resmediyor” (174).

Burada asıl olan, Leo Spitzer'in iki tane, üç dizeli bölümü kanat olarak algılamasıdır.
Ve en azından burada açıklanmamış ama “guidée” sözcüğünün anlamını atlamamak
gerek. Zira böyle bir imgenin, benzetmenin yapılabilmesi şiirde sözcük varlığı olarak
bulunan “voler” uçmak ve “guidée” (rehberle/i, yöneltilen) sözcükleri yüzündendir.
Yeniden “guidée” sözcüğüne dönüyorum. Bu sözcük, doğrudan Dante'nin “İlahi
Komedya”sı ile bağlantılıdır. Dante, cennete Beatrice'nin rehberliğinde, hristiyanlar
da İsa'nın rehberliğinde ulaşırlar. Oranın aşk olması da çağrışımsal olarak Dante ile
Beatrice aşkını, mistik düzlemde de Hristiyan ve Tanrı aşkını akla getiriyor. Böyle
baktığımızda şiirin morfolojik yapısı üzerine biçimsel düzlemde sese dayalı başka bir
yapı (iç düzen, iç yapı), bir de anlamsal yapı bindirilmiş oluyor. Burada dikkat
edilmesi gereken Leo Spitzer'in bu biçimsel ses yapısını iç yapı olarak, üstelik
kehanete dayalı olarak görmesidir. Oysa anlama dayanmasa (burada elbette anlamsal
yapılarda da yüzeysel ve derin yapılardan ya da görünür anlam ile asıl anlamdan söz
edilebir) böyle bir benzetmeye gidemeyeceği savında bulunuyorum. Zira önce bu dış
dünyanın geçiciliğini, ölümlü dünyayı anlattı bize Du Bellay, hem de sonsuz ile sonlu
kavramları üzerinden. Ardından karanlık ile aydınlık karşıtlığı içinde, ruhunu
karanlıkların (yani öte dünyanın, ölüm sonrası dünyanın “daha aydınlık” oluşuna ve
rehberi, “kanadı” (imanı) varken, düşünmemesi, tasalanmaması gerektiğini söyledi.
Ve orayı düşlemeye başladı. Bu düşlemede “Orası aşktır, orası zevktir de”. Bu
dizede Leo Spitzer gibi “ruhun sabırsızlığını ve asabiyetini” değil, Du Bellay'in
kendini iştahlandırmasını (ara gaz dediğim bu) buluyorum. Leo Spitzer'in, bir yaratı,
bir deha ürünü olarak gördüğü “encore” (yine)'ye gelince. Burada olan zevkin orada
olduğunun belirtilmesi, bir ikna olarak algılanmalı. Yani Du Bellay'ı deha seviyesine
çıkaracak bir öge değil bu. Uyak kaygısı. Ama Leo Spitzer, Bellay'in, İdée şiirinde,
güzeli bulmak için, “göğün en yüce katına kadar yükseldiğini” ve şiirin ritminin,
şairin, Platon'un ide kavramına uyduğunu gösterdiğini yani varlıkların özünün
varlığın dışında olduğunu gösterdiğini ileri sürüyor (175). (aktaran Savaş)Yani
mevlevilerin Tanrıyla bütünleşmeleri için dönmeleri ile Leo Spitzer'in (yineleme)
ritmini buluşturabiliriz. İlle de buluşturmak istersek. Hritiyan okurları için güzel bir
yorum.

İkinci şiir Malherbe (1555-1628)'in “Bay Perrier'ye kızının ölümü dolayısıyla teselli”.
Bir uzun bir kısa dört dizeli 21 bölümden oluşuyor şiir. Leo Spitzer “şairane” (burada
şairane, şair gibi değil, şaire yakışır olarak düşünülmeli) bulduğu dördüncü bölümü
seçerek tüm şiirdeki bir kısa bir uzun yapıyı, yani bu kez şiirin biçimini yorumlar:

“şiirin aynı zamanda hem vezin, hem fikirle ilgili (métrique et idéel [sic.]) bir şema
üzerine kurulmuş olduğunu ve bunun stoik felsefenin zaruri kıldığı tazyıki takip eden
ıztırab duygusundan gelme bir genişlemeye (uzun mısralarda) tekabül ettiğini”
düşünür (176).

Mais elle était du monde, où les plus belles choses


Ont le pire destin;
Et, rose, elle a vécu ce que vivent les roses,
L’espace d’un matin.

Ama onun yaşamış olduğu dünyada en güzel şeyler


En kötü yazgılıdır.
Ve gül, o da güllerin yaşadığını yaşadı
Bir sabahın boşluğunu.

Gerçekten de bu dörtlüde “en kötü yazgı”, “sabahın boşluğu” ikisi de ölüm


anlamımda olduklarından bir sıkışmayı, daralmayı temsil edebilir. Ama genellikle
şiirdeki kısa dizelerde olumsuzluğa yorulabilecek ifadeler yer alsa da bu yorum tümü
kapsamıyor. Ve bir yorum olarak kalıyor: güzel bir yorum.

Benzerliği görebilmek için bu yorumlardan sonra Adnan Benk'in iki yorumunu ele
almak istiyorum:

Edip Cansever'in “Sona Kalsa” şiiri üzerine söyleşiden:


Usul usul konuşuyorlar aralarında
Denize bakıyorlar bazen - çatalını gezdiriyor biri tabağında -
Gölgesi bir kuş ölüsü
Karşıda yeni budanmış ağacın
- Olsa, başlangıçlar sona kalsa -
Kolyesiyle oynuyor kadın - tabağımda soyulmuş elma -

“Araya girdiğin yere de bütün şiiri besleyen eğretilemeyi yerleştiriyorsun: “Gölgesi


bir kuş ölüsü /... yeni budanmış ağacın”. Bunlar birbiri üstüne katlanabilen iki kanat.
İkisi de sekizer heceli. “karşıda” ekseni üstünde dönerek bir araya geldiler mi, bir
eğretileme çıkıyor ortaya“ (177).

Dikkat edilirse Adnan Benk de, Leo Spitzer gibi bir etymon'un peşinde. Tüm şiirin
özünü verecek yorumsal bir değerlendirme. Ve tıpkı leo Spitzer gibi biçimden yola
çıkıp asıl anlamı, özü (Platon'un ideasını) yakalamaya çalışıyor.

Gölgesi bir kuş ölüsü


Karşıda yeni budanmış ağacın

Gölgesi ile ağacı, üst üste iki kanat gibi düşünüyor. Varlık ve gölgesi. Burada şu
eleştiriyi işletmek kaçınılmaz: katlanabilen kanat ve kanatlardan birini “karşıda”
ekseninde döndürüp bir araya getirmek gerekir mi oradaki eğretilemeyi görmek için?

Adnan Benk, aslında iki kanada ayırmayı ve bu iki ayrı kanadı bir araya getrirmeyi
Edip Cansever şiiri için bir etymon olarak görüyor (açıkça söylemese de). Zira hep
bunun izini sürüyor:

“Şiirin kurgusunda bana ilginç gelen şey günlük bir olaydan çıktığın halde birden
düzey değiştirmen. Sonra tekrar günlük yaşantıya geliyorsun” (178).

“Senin şiirselliğin, belki de hiçbir ayrıcalığı olmayan nesne ve olaylar düzlemiyle


seçkin duygular ve düşünceler düzlemi arasındaki karşıtlıktan kaynaklanıyor” (179).

Saatime bakıyorum sık sık


Kapıyı gözlüyorum arada
Biraz soğuk mu geliyor ne - kapatır mısın -
Sinirli bir kırmızılık suya batıyor
Düşünüyorum, ansızın bir dost yüzü
Görmemiştim de yıllarca.

(…)

Kadranı kırmızı saat


Plasterle tutturulmuş kırık cam
Şurda burda plastik çiçekler
Evet, aralık kapıdan soğuk geliyor
Tam kalbimin üzerine bu akşam.

Daha sonra da içerideki kırmızı kadranlı saat ile batmakta olan güneşi birleştiriyor
ağaç ve gölgesi gibi. Cansever, böyle bir şey düşünmediğini söyleyince tepki veriyor:

“Nasıl düşünmez olursun? Güneşin, hele batan güneşin, yuvarlaklığı ve kırmızılığı


bir yanda, öte yanda yuvarlak kadranı kırmızı olan saat. Bu gibi biçimsel
benzerliklerle örülmüş şiirin (…) Saatleşen güneşle, güneşleşen saat. Örgü, doku
dediğimiz bu işte” (180).

Adnan Benk'in, yerleştiği bakış açısını inatla, şaire karşın sürdürmesi ilginçtir.
Elbette şair yazdığı bir şiir sürecindeki duyumsamalarını, etkilenmelerini olduğu gibi
hatırlayamayabilir. Ama ister gerçeklik, ister imgesel içeride varettiği bir saat
kadranının nasıl olduğunu hatırlayabilir, yoksa niye karşı çıksın durup dururken?

Adnan Benk Melih Cevdet Anday'ın bir şiiri üzerine yapılan söyleşide şiirin etymon'u
olarak dörtgen ve üçgeni görür. Hatta söyleşinin başlığı: “Dörtgenle üçgen arasında
Melih Cevdet”tir. Üstelik söyleşide varılan etymon'un, biçimden çıkarılmış olduğunu
göstermek istercesine dörtgen ve üçgen sözcük olarak değil de şekil olarak vardır
başlıkta. Adnan Benk, Melih Cevdet Anday'ın “Ölümsüzlük Ardında Gılgamış” adlı
şiir kitabından bir kesit olan “Yaz Sonu Şiirleri”ni hece sayısısına göre şekillendirir.
Şiirlerde dizeler 9 ile 13 hece arasında değişmektedir. Adnan Benk, her dizeyi bir
çizgi olarak düşünür ve alt alta uzunluklarına göre nota çizgisi gibi çizer. Yukarıdan
da dokuz hece sınırından bir çizgi çeker. Böylece ortaya bir dik dörtgen çıkar. Geri
kalan uzunlu kısalı dize çizgilerini de birleştirir. Bakar ki bu kez üçgenler ortaya
çıkmıştır. Ortaya çıkan bu iki geometrik şeklin farklılığını sayı değerlerine göre
yorumlar. Ve falcılık, kahinlik, sezme burada başlar. Ve şiiri bu karşıtlık temelinde
anlamlandırmaya çalışır. Böylece ortaya konan biçimi yorumlayarak varır dörtgen ve
üçgen'in bu şiirlerde şiirin özü oluşuna. Zira dörtgen yaşanmışlar bölgesini
dolayısıyla değişmezlik sınırını ifade eder, üçgen de yaşam bölgesi olarak değişim
sınırını.

“bu şiirin dünyasında gidemeyeceğimiz, aşamayacağımız bir değişmezlik sınırı


koyuyorsun bize. Bir yaşantılar, yaşanmışlar, edimler birikimi. Bu durağan dörtgene
karşılık 9, 11, 13 heceler arasında ama değişmezlik sınırı dediğim AB çizgisinin
ötesinde 9, 11, 13'ün oluşturduğu üçgenle simgelenen ve şiirin sonuna dek sürekli
değişen bir çırpınma, bir yaşama çabası var” (181).

Adnan Benk, bu karşıtlığı şiirdeki fillerde de bulur. Bu kez olumlu olumsuz karşıtlığı
olarak: “On fiilden beşi olumlu beşi olumsuz … sana bağlı fillerle, sen geçmişte
değil, bir süreklilik içindesin. Belki de sana bunu sağlayan, olumsuz fiillerle
olumluları tam bir dengede tutman, ikisinin birbirini götürmesi (182).

Sonra da iç dış karşıtlığını dikkate alır. Ama hep ayni etymon'a ya da etymon olarak
kabul ettiği karşıtlığa bağlar öbür karşıtlıkları:

“Senin hareket noktan hep dışarısı. Tümü de doğayla ilgili. Yakından değil,
kendinden değil, en azından, en uzaktan başlıyorsun işe. Ve sen çoğunluk kapalı bir
yerdesin (…) en iyi korunma yolu bu. Şiirin ardına gizlenmek. Sözü sen aldın mı,
konu değilsindir artık. Varlığın tek belirtisi, dıştan, doğadan diyelim istersen,
kendine çektiğin sabahları, yağmurları vb. yaşanandan yaşanmışa, üçgenden
dörtgene dönüştürmek.” (183).

Kendi payıma biçimden şiirin anlamına gitmek, kahve falı bakmak, kurşun dökerek,
rüzgarlara, bulutlara, kuşların hareketine bakarak kehanette bulunmak gibi bir şey.
Bunu söylerken biçimlerin hiç bir şey anlatmadığını söylemek istemiyorum. Biçimin
bir anlamı varsa, bunu da, mistik duyarlığa, kehanete, sezgiye değil, varolan anlama
bağlamak gerekir. Tüm ögeler arası ilişkiler iyice araştırılmadan yapılacak
değerlendirmeler alışılmış çıkarımlara bağlar bizi. Bu yüzden kendimizden çıkma ve
kendimize geri dönerek yeniden bakmayı çok önemsiyorum. Bu ilkeyle kendisi farklı
eleştrel uygulamalar gerçekleştirmiş olabilir ama eleştiriyi bu şekilde anlayan Sainte
Beuve'e katılıyorum.

4.Sonuç:
Adnan Benk'in yazılarında kimi ilkelerde, kabullerde çelişkiler görülmektedir. Bu da
insan yaşamında normal görülmelidir. Adnan Benk, yazarın, sanatçının
yüceltilmesine karşı çıktığına göre kendisinin de olduğu gibi görülmesini, hata
yapabilen bir insan olarak görülmesini isteyecekti.

Adnan Benk'in denemeleri incelendiğinde ileri sürdüğü ilkelerin kendisine ait


olmadığı anlaşılıyor. Yani o, üretici anlamında kuramcı değil. Bilgisine kattığı,
benimsediği kuramların savunucusu. Elbette eleştirmen olmakla kuramcı olmak
birbirinden ayrı şeyler. Bir kuramcı eleştirmen, incelemeci olabilir ama her
eleştirmen kuramcı değildir. Adnan Benk eleştirmendir. Kuramsal kökleri alman
düşünürlerinden Schleiermacher ve Dilthey'e uzanır Yeni Eleştiri, Saussure, biçemci
eleştirmenlerden Leo Spitzer ve Erich Auerbach yani 60'lı yıllara kadar gününün
kuramsal bilgisiyle ilgilenmiş bir eleştirmen Adnan Benk. Ne var ki Adnan Benk,
herhangi bir kuramcının uygulayıcısı değil, doğru bulduğu bir ilkeyi benimsemiş,
kuram ve ilke açısından eklektik ama özgür bir eleştirmen. Türk yazınsal eleştirisi
şanslıdır. Dünyaca ünlü üç kuramcı Türk üniversitelerinde, özellikle de İstanbul
Üniversitesinde ders vermişlerdir. Türkiyede eleştiri bu üç isme çok şey borçludur:
Leo Spitzer, Erich Auerbach ve Greimas. Ama Adnan Benk yazılarında Greimas
etkisi yok. Oysa bu etkiyi Tahsin Yücel'de çok açık görüyoruz.

Adnan Benk türk yazınsal eleştirisi için bir köşe taşıdır. Tartışmalarıyla,
tanıtmalarıyla eleştiri için ve edebiyatın çeşitli alanları için hem bir öğreticidir (:
bilgisel öğretici ve “verimli kuşkucuk” öğreticisi), hem de “verimli tedirginlik”
aşıcısıdır. Adnan Benk'i bütüncül anlayabilmek için önem verdiği ve karşı çıktığı
kavramlarla birlikte bakmak gerekir.
Adnan Benk yalnızca sanatın her alanına el atmış, Ansiklopedist bir kişi değil
kültüre politikaya da dokunan gerçek bir aydındı. Adnan Benk'in elli yıldır bir arpa
boyu yol almadğımızı gösteren bir saptaması şöyle: “her susturulanı konuşacak
sanmışız. Sözü olanların değil yalnız, sözü olmayanların da konuşturulmadığı bir
ortamdayız” (184).

Önemli olan eleştirinin arkasındaki bakan gözdür. Ve okurun nasıl bir beklentiyle
okuduğudur. Adnan Benk'in köy romanlarına getirdiği eleştiri bu bakımdan ilginçtir.
Adnan Benk hedef okur kitlesinin iyi belirlenmesi, onun sorunlarıyla ilgili yazmayı
önerir. Her doğru gibi bu da görelidir. Ve bir gereksinime yanıt vermesi ilkesi,
üretmeye çalışanlar için ekonomiktir. İşte bu ekonomik oluşla, pazar ekonomisine,
kapitalizme açılır. Kavramlar da yöntemler de, kuramlar da öznenin niyetiyle
sürdürür yaşantısını. Tarihsel okuma da, yeni eleştirel, yapısal okuma da, yapı
çözümcü denen post modern okuma da öznenin elinde sorun çözücü ya da akıl
karıştırıcı, oyalayıcı olabilir.

Yazıyı Gabriel García Marquez'den bir alıntıyla bitirmek, kendi olmak isteyen
şairlere, okurlara ve de eleştirmenlere hoş gelecektir:

“İnsanlar analarından doğduklarında bir defalığına ve son defalığına


doğmaz, ayni zamanda kendilerini doğurmak için de doğar”.
Gabriel García Marquez

Notlar:
(1)Umberto Eco; Aşırı Yorum; çeviren: Kemal Atakay; Can yayınları 2003; 3. basım;
s: 75)
(2)New Critisism; John Hopkins Guide to Literary Theory and Criticism; John
Hopkins University Press; Baltimore; 2005 içinde s: 681-698)
(3)Bak: alıntılayan: Savaş Kılıç; Türkiyede İlk Stilistik Çalışmaları: Leo Spitzer ve
İzleyicileri; Uluslararası V. Dil yazın Deyişbilim Sempozyumu; Marmara
Üniversitesi 2005; (s: 86).
(4)Süheyla Bayrav; Filolojinin Oluşumu;Edebiyat Fakültesi Basımevi; İstanbul; 1975
s: 128), (5)(s:128), (6)(s: 128), (7) (s: 129)
(8)(Jean Starobinski; Léo Spitzer et la lecture stylistique in “Etudes de Style, de
Spitzer alıntılayan Süheyla Bayrav; Filolojinin Oluşumu;Edebiyat Fakültesi
Basımevi; İstanbul; 1975 s:128)) (9)Aktaran: Etienne Stéphane Karabétian; Pour une
archéologie de la Stylisique; in langue Française No: 135; 2002; sayfa: 17-32
(10) Doran Robert; Literary History and the Sublime in Erich Auerbach's Mimesis in
New Literary History; Volume 38; number 2; Spring 2007; pp: 353-369).
(11) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; Doğan Kitap; İstanbul; 2000 (s: 693)
(12)Ay; Ak; (s: 694), (13) Ay; Ak; (s: 694-5), (14) Ay; Ak; (s: 695), (15) Ay; Ak; (s:
695), (16) Ay; Ak; (s: 695), (17) Ay; Ak; (s: 695), (18) Ay; Ak; (s: 695), (19) Ay;
Ak; (s: 696), (20) Ay; Ak; (s: 680), (21) Ay; Ak; (s: 680), (22) Ay; Ak; (s: 681), (23)
Ay; Ak; (s: 683), (24) Ay; Ak; (s: 682), (25) Ay; Ak; (s: 683), (26) Ay; Ak; (s: 681),
(27) Ay; Ak; (s: 547), (28) Ay; Ak; (s: 551-2), (29) Ay; Ak; (s: 552), (30) Ay; Ak; (s:
553), (31) Ay; Ak; (s: 554), (32)Ay; Ak; (s: 554), (33) Ay; Ak; (s: 435), (34) Ay; Ak;
(s: 709), (35) Ay; Ak; (s: 425), (36) Ay; Ak; (s: 416), (37) Ay; Ak; (s: 547), (38)
Ay; Ak; (s: 558), (39) Ay; ak; (s: 561), (40) Ay; Ak; (s: 702), (41) Ay; Ak; (s: 538),
(42) Ay; Ak; (s: 457), (43) Ay; ak; (s: 455-6), (44)Ay; Ak; (s: 464), (45) Ay; Ak; (s:
575), (46) Ay; ak; (s: 670), (47) Ay; Ak; (s: 698), (48) Ay; Ak; (s: 698), (49) Ay; Ak;
(s: 699), (50) Ay; Ak; (s: 699), (51) Ay; Ak; (s: 699), (52) Ay; Ak; (s: 699), (53) Ay;
ak; (s: 697), (54) Ay; Ak; (s: 697), (55) Ay; Ak; (s: 697), (56) Ay; ak; (s: 707), (57)
Ay; Ak; (s: 708), (58) Ay; Ak; (s: 708), (59) Ay; Ak; (s: 414), (60) Ay; Ak; (s: 415),
(61) Ay; Ak; (s: 415), (62)Ay; Ak; (s: 703)
(63)Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; Doğan Kitap; İstanbul; 2001 (s:
393), (64)Ay; Ak; (s: 394)
(65)Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 437), (66) Ay; Ay; (s: 438), (67) Ay; Ak; (s:
438), (68)Ay; Ak; (s: 439), (69)Ay; Ak; (s: 439), (70)(s: 440)
(71)Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (s: 80)
(72) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 560)
(73)Ay; Ak; (s: 561), (74) Ay; Ak; (s: 561-2), (75) Ay; Ak; (s: 414), (76) Ay; Ak; (s:
547)
(77) Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (s: 400)
(78) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 566), (79) Ay; Ak; (s: 703), (80) Ay; Ak; (s:
567-8), (81) Ay; ak; (s: 568)
(82)http://tr.wikipedia.org/wiki/Asaf_H%C3%A2let_%C3%87elebi
(83)Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 574-5), (84) Ay; ak; (s: 715), (85) Ay; ak; (s:
716), (86) Ay; Ak; (s: 506), (87) Ay; Ak; (s: 690), (88) Ay; Ak; (s: 583), (89) Ay;
Ak; (s: 567), (90) Ay; Ak; (s: 417), (91) Ay; ak; (s: 418), (92) Ay; ak; (s: 715), (93)
Ay; Ak; (s: 534), (94) Ay; Ak; (s: 534), (95) Ay; Ak; (s: 538), (96) Ay; Ak; (s: 538),
(97) Ay; Ak; (s: 552), (98) Ay; Ak; (s: 448), (99) Ay; Ak; (s: 469), (100) Ay; Ak; (s:
478), (101) Ay; Ak; (s: 489), (102) Ay; Ak; (s: 493), (103) Ay; Ak; (s: 494-5), (104)
Ay; Ak; (s: 431), (105) Ay; Ak; (s: 430-31), (106) Ay; Ak; (s: 434), (107) Ay; Ak; (s:
447), (108) Ay; ak; (s: 447), (109) Ay; Ak; (s: 685), (110) Ay; Ak; (s: 686), (111)
Ay; Ak; (s: 686), (112) Ay; Ak; (s: 687), (113) Ay; Ak; (s: 691), (114) Ay; Ak;
(s:458), (115) Ay; Ak; (s: 459), (116) Ay; Ak; (s: 382), (117) Ay; Ak; (s: 382), (118)
Ay; Ak; (s: 703), (119) Ay; Ak; (s: 702-3), (120) (s: 533), (121) (s: 542), (122) Ay;
ak; (s: 555), (123) Ay; Ak; (s: 702), (124) Ay; Ak; (s: 561), (125) Ay; Ak; (s: 561),
(126) Ay; ak; (s: 677), (127) Ay; Ak; (s: 678), (128) Ay; ak; (s: 678), (129) Ay; ak;
(s: 561) (130) Ay; ak; (s: 691), (131) Ay; ak; (s: 465), (132) Ay; Ak; (s: 560)
(133) Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (s: 395-6), (134)Ay; ak; (s:
397), (135) Ay; Ak; (s: 400),
(136) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 410), (137) Ay; ak; (s: 445), (138) Ay; ak;
(s: 447), (139) Ay; Ak; (s: 447), (140) Ay; ak; (s: 451), (141) Ay; Ak; (s: 518), (142)
Ay; Ak; (s: 525)
(143) Nuri Aksu; Adnan Benk ve Türkiyede Modern Edebiyat Eleştirisi; s: 48)
(144) Ay; Ak; (s: 68)
(145) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 535), (146) Ay; Ak; (s: 720), (147) Ay; Ak;
(s: 709)
(148) Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (s: 133)
(149) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 459), (150) Ay; Ak; (s: 463)
(151) Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (400)
(152) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 505)
(153) Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; ( s: 400), (154) Ay; Ak; (s:
401), (155) Ay; ak; (s: 401)
(156) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 691), (157) Ay; Ak; (s: 691), (158) Ay; ak;
(s: 691), (159) Ay; ak; (s: 446), (160) Ay; Ak; (s: 676-7)
(161) Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (s: 125)
(162) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 424), (163) Ay; Ak; (s:424), (164) Ay; Ak;
(s: 423), (165) Ay; Ak; (s: 691), (166) Ay; ak; (s: 691), (167) Ay; Ak; (s: 689), (168)
Ay; Ak; (s: 690), (169) Ay; Ak; (s: 690), (170) Ay; Ak; (s: 690), (171) Ay; Ak; (s:
691)
(172)Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (s: 382)
(173)Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 702)
(174)çeviri: Fikret Elpe; alıntılayan Savaş Kılıç; Türkiyede İlk Stilistik Çalışmaları:
Leo Spitzer ve İzleyicileri; Uluslararası V. Dil yazın Deyişbilim Sempozyumu;
Marmara Üniversitesi 2005
(175) Alıntılayan: Savaş Kılıç; Türkiyede İlk Stilistik Çalışmaları: Leo Spitzer ve
İzleyicileri
(176) Ay; Ak
(177) Adnan Benk; Çağdaş Eleştiri söyleşiler yazılar; (s: 135), (178) Ay; Ak; (s:
136), (179) Ay; Ak; (s: 138), (180) Ay; ak; (s: 138), (181) Ay; Ak; ( s: 74), (182) Ay;
Ak; (s: 79), (183) Ay; Ak; (s: 84)
(184) Adnan Benk; Eleştiri yazıları 2; (s: 704)

You might also like