You are on page 1of 22

“ÇİROZ” ŞİİRİ BAĞLAMINDA EDİMSEL ANLAM*

(Yazışmalar)

Mustafa Durak - Ahmet Ada

ÇİROZ

Çatısı çatanası bedesteni tonozu bu kentin


Poyrazı çirozu kümbeti yağmuru bu kentin
Ayazması operası camisi kilisesi bu kentin
Ahşabı tuğlası betonu denizi bu kentin
Serçesi martısı eğri çamı köknarı bu kentin
Sanat sokağı hüzün kılıcı insanı bu kentin
Kendiri urganı baharatı bu kentin
Trampet çalan portakal bahçeleri bu kentin
Şaşırtıyor beni her gün her saat
Sardunyadan kırmızı güllere
Liman işçisinden delikanlı balıkçısına
Uzanan eli görüyorum
Yalazı oluyor içimin bu kent
Heyecanlandırıyor beni çiroz kızlar bile
Mevsim boyu
İşleyip duruyor içimde nâdir bir ağaç.
Denize yakın yaşamım
Uçan gelinciği görüyorum
Toprakla gök arasında

Kent otobüsü güneşe doğru saptığında


Bir elma tadı ağzımda

26 Kasım 2009

Mustafa Durak : Sevgili Ahmet Ada, ilk okuyucu olmak güzel. Teşekkürler.
Ancak şunu söylersem, umarım alınmazsınız. Şiirde bir sıralama var. Yanlış
saymadıysam 28 ögeli bir sıralama. Bu sıralama sekiz öbeğe bölünmüş. Ama ne
öbek içlerinde, ne de öbekler arası bir ilişki yok gibi geldi bana, yanılıyor
muyum? Böyle olunca bir yığma izlenimi veriyor. İlk elden bunu söylemeliyim.
Selamlar.

26 Kasım 2009

Ahmet Ada : Sevgili Mustafa Durak, çok teşekkür ederim yorumunuz için.
Öğeler ve öbekleri doğru saymışsınız. Ne ki, ben nesneler arası bir ilişki
gözeterek kurmadım şiiri. Her nesnenin her gün ve her saat şaşırttığını belirtmek
için tek tek sıraladım, dünyaya yeni gelmiş şaşkın biri gibi baktığımı belirtmek
için bir araya getirdim. Yine de, yakın çağrıştırmalarla da olsa, bedestenle tonoz,
ahşap ile tuğla ya da beton arasında bir ilişkiden söz edilebilir düşüncesindeyim.
Ayazma, cami, kilise, eğri cam ile köknar, serçe ile martı gibi sözcükler de
imledikleriyle ortak şeylere değer geçerler. Kendiri, urganı nalburlarda görürüz.
Baharatçı dükkânlarıyla yan yana dururlar. Böyledir yaşadığım kent. Bunların
sekiz öbekte sıralanması, bir çırpıda birbirinden ilişkisiz gibi durması, bağlayıcı
dizeyle örtülmüştür: "Şaşırtıyor beni her gün her saat". Dikey anlamda ilişki
böyle kuruluyor. Rimbaud'un iki dizesini anayım:

Ey mevsimler, ey şatolar
Kusursuz olan ruh hangisidir?

Bu dizelerde sözcükler güçlerini ilişkiden ne kadar alıyorsa, ki Melih Cevdet


hiçbir bağıntı içinde değiller diyor, benimkiler de o kadar alıyor kanısındayım.

Şairin zihni, çağımızda dağınık ve parçalanmış olarak işlemiyor mu?


Anlamlandırmaların ardışık olarak işlemediğini biliyoruz.

27 Kasım 2009

Mustafa Durak : Sevgili Ada, önce Rimbaud'nun dizesine bakalım: Mevsimler


ve şatolar ikili bir sıralama gibi görünüyor, seslenişin asıl olduğu dizede. Melih
Cevdet'in bunu nerede andığını söylersen, belki bir eleştiride kullanabilirim. Zira
buradaki "bağıntı"yı görememiş. Mevsimler ile şatolar ilişkisi zaman mekan
ilişkisidir.Ve 'in absentia' olarak insana bağlanmakta ve dizeyi
yoğunlaştırmaktadır. Cahit Sıtkı ile ilgili yazımda bu yoğunlaşma anılmıştır.
(bk: http://www.scribd.com/doc/26596651/Cahit-S%C4%B1tk%C4%B1-Taranc%C4%B1-
ve-Poetika)

Senin şiirdeki sıralamaya iki açıdan yaklaştığımı belirtmeliyim: Elbette şaşırtma


temelinde bunları söylüyorsun. Ama bu şaşkınlığı anlatmak için bunca ögeyi
sıralamak şart mıdır? Sonra, kurduğunu düşündüğün kimi ögeler arası ilintileri
de şiirsellik açısından sorgulamak gerek. Benim amaçladığım ilinti, kuru mantık
ilişkisi değil. İlişki ve ilişkisizlik içinde yaratıcı zekanın kendini parıldatması.
Senin söylediğin gibi dağınık, rastgeleymiş gibi bir görüntüye, ilk algılamaya
elbette varım. Ama böyle bir sıralamanın, arka planda bir estetize geometri
sunması şiiri poetik kılar, poetik anlamda katmanlaştırır diye düşünüyorum. Bu
da şairleri farklılaştırır, her ne kadar herkes tarafından algılanamasa da.

Konuştukça birbirimizi daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyorum. En azından


şiire bakışlarımız netleşir. Ayni anlayışta buluşma zorunluluğumuz yok elbette.

27 Kasım 2009

Ahmet Ada : Sevgili Durak, önce Melih Cevdet'in Rimbaud'nun dizeleriyle


ilgili yorumuna bakalım: Melih Cevdet Anday, 'Geçmişin Geleceği' adlı
denemeler kitabında yer alan 'Modern Şiir ve Rimbaud' başlıklı denemesinde
modern şiirde sözcüğün nitelik değişiminden söz açıyor. Modern şiirde
sözcüğün gücünü 'bağıntı'lardan almadığını, kendi başına bir değer olduğunu
vurguluyor. Melih Cevdet, görüşünü, Roland Barthes'ın 'Şiirsel bir yazı var
mıdır?' adlı yazısından bir alıntıyla destekliyor. Ne diyordu Barthes yazısında?
Özetleyeyim: Eski şiiri süslendirilmiş bir düzyazı olarak görüyor, sözcüklerin de
kendi güçleriyle değil, bir araya getiriliş biçimiyle yer tuttuğunu belirtiyordu.
Klasik şiirin ‘yaratma’ değil, bir ‘anlatma’ sanatı olduğunu yazıyordu. "Çağdaş
şiirde ise artık bağıntı etkisinin yıkılması, yerini sözcüksel patlamanın alması
söz konusudur." diyordu. Ben de, ‘Çiroz’ şiirimde, sözcüğü, kendi değerini,
sessel ve anlamsal değerini gözeterek kullanmayı yeğledim. Sözcüklerin yan
yana getirilmesi anlamlama içindir. Bu klasik şiir için de böyledir, modern şiir
için de. Modern şiirin anlamlama dokusu daha gevşektir. Belki bu gevşeklik
yorumlamada çokgen olarak işlemektedir. Rimbaud'nun dizelerinde de bu
gevşeklik görülmektedir.

Rimbaud’nun dizelerinde, ikili sıralamada bir bağıntı görüyorsunuz: Zaman ve


mekân bağıntısı. Bu bağıntı yorumu doğru olabilir. Asıl bağıntı dikey olarak
işliyor. "Kusursuz olan ruh hangisidir?". Bu dize yukarıdaki dizeyle bağıntı
içinde. Yorumunuzdan sonra böyle düşünüyorum. Uzak çağrışımla kurulabilen
bir bağıntı. Zaman ( mevsimler) ve mekân (şatolar) içindeki insanın kusursuz
ruh aranışı.. Böyle anlamlandırılabilir. Başka türlü de..

Şiirimle ilgili olarak, "şaşkınlığı anlatmak için bunca öğeyi sıralamak şart
mıdır?" diyorsunuz. Sözcüklerle, kente ait öğeleri sıralamak şart. Bir atmosfer,
bir görüntü izlenimi yaratmak için. Kuşları, binaları, dükkânları, ağaçları e
hüzün kılıcı insanıyla kent. Doğrusu, bütün bu öğeler, hem anlamlandırma hem
de şiirsellik kurulsun diye bir araya getirildi. Yatay ve dikey örgütlenmede
anlamsal boşluklar doğuyorsa, bağıntılar kurulamıyorsa bunu sözcüksel değerin
başlı başına yer tutmasına, sözcüğün kendi değerini aramasına bağlamak
mümkündür kanısındayım. Yalnızca sessel ilişkilerle de şiir üretildiği
görülmüştür. Benim böyle bir yönelimim olmadı hiç. Ses ve anlam öğelerini bir
arada ve sözcükten başlayarak sözdizimine dek sözcükleri farklı biçimde
kullanmayı seçtim. Bunun deneyselliğe, imgelem sarfiyatına karşılık geldiği
söylenebilir. Ama genel poetik tercihim değildir. Bir çeşit yaşantı ve bilinç
içeriğine bağlı olarak gelişen deneysellik. Biraz da tıpa tıp bir gerçeklikten
uzaklaşma, yaratıcı imgeleme dayanma yönelimi denilebilir. Karşılıklı yapısal
ilişkilerin ise "Sardunyadan kırmızı güllere" diye başlayan öbekte daha sıkı
örüldüğü görülebilir.

Bu şiir şunu açığa çıkardı: Klasik şiir ile modern şiir ayrımının nirengi
noktalarından biri de bağıntı. Şiirin kurucu öğesi olan sözcükler, sözcükler arası
bağıntının kurulması ya da kurulmaması yönünde ve yapının oluşmasında nasıl
bir işlev taşımaktadır?

Bu yazışmanın farklı görüşleri ortaya çıkarması doğal. Bunu, çok yararlı bir
gelişme olarak da görüyorum.

27 Kasım 2009

Mustafa Durak : Sevgili Ada, önce Anday ve Barthes’a bakmak istiyorum.


Anday, Barthes’a dayandığına göre daha da önce Barthes’a. Barthes’ın “eski
şiiri süslü bir düz yazı” olarak görmesini biraz açalım. Sözü edilen yazı
Barthes’ın “Yazının Sıfır Derecesi” adlı kitabında yer alır. Barthes, kitabının
başlığından da anlaşılacağı gibi yazıyla ilgili ulamlamalarda bir sıfır noktası
bulma savı işletir. Düzyazı ile şiir arasında bir anlatım farklılığı bulur. Ve bu
durumu şöyle formüle eder. Şiir = Düzyazı +a +b +c ; Düzyazı = -a –b –c.
Burada a, b ve c “ölçü, uyak ya da imgelerin ritüeli, sözcüklerin her türlü
yüzeyselliğini ifade etmektedir. Barthes bu noktada bir işlevsizliği işaret etmekte
ve bu ögelere aşırı değer verilmesini Molière’in “Kibarlık Budalası”ndaki Bay
Jourdain örneğiyle gösterir gibidir. Hatırlanacağı gibi Bay Jourdain, bir dersin
sonunda günlük konuşmalarındaki ifadelerin “prose” (nesir) olduğunu öğrenince
çok sevinir. Oysa bu bilgi onun yaşamıyla ilgili yeni bir bilgi değildir. Yani özne
açısından işlevsel değildir. Burada Jourdain benzetmesiyle Barthes’ın özellikle
işlev kavramını işlettiği söylenebilir. Ve ayni sayfada “klasik şiir, düz yazının
süslenmiş biçimi, bir sanatın (bir tekniğin) meyvasıdır” derken sözünü ettiği süs,
gerçek anlamıyla işlevsiz olan ögelerdir. Belirli bir tekniğe dayalı anlatım
farklılığıdır. Benim sözünü ettiğim anlamda sözcükler arası ilinti değildir.
Elbette şunu da açıklamalıyım benim sözünü ettiğim ilişki şiiri oluşturan kurucu
öge olarak, anlatımı biçimlendiren, işlevsel bir ilintidir. Ve ardında olduğum
başka bir nokta da şiirin gereksiz ‘artık’ bilgilerden (redondance) ve gereksiz
yineleme ve sıralamalardan arındırılmasıdır. Bir de şunu hatırlatayım,
sözcüklerin anlamı birbirleriyle ilintisinde ortaya çıkar. Anlamlarını,
birbirleriyle ilişkisinden alır. Bu konuda kuramsal olarak ortaya koymaya
çalıştığım “edimsel anlam” önemlidir. Bu konuda Kültür Bakanlığının
yayınladığı Fazıl Hüsnü Dağlarca kitabı içindeki kuramsal ve uygulamalı yazıya
bakılabilir.**

28 Kasım 2009

Mustafa Durak : Sevgili Ada, şu ana kadar ne şiirinle ilgili ne de yazdıklarınla


ilgili her şeyi konuşmuş, değerlendirmiş değiliz. Hala sıralamada ve şiirdeki
ögeler arası ilintideyiz.Bu konuyu bile henüz senin şiirin bağlamında bitirmiş
değiliz. Altını çizmem gereken bir şey var: Yazılarda kimi ünlü adlardan
alıntılara yaslanmak, onların söylediklerini dogmatik doğrular kabul etmek bana
göre değil. Önemli olan olgusal, durumsal, yapılaştırıcı, farklılaştırıcı doğrulara
bakmak. Ben bunu çok önemsiyorum.

28 Kasım 2009

Ahmet Ada : Sevgili Durak, evet, şiiri konuşmaya fırsat bulamadık. Şiiri makro
düzeyde ele almak gerekir kanısındayım. Mikro düzeyde bazı saptamalarda
bulunduk. Girişteki sıralama, sözcük ilintileri ya da ilintisizlikleri vb. Yapı
olarak şiir ne durumda? Neyi imliyor? Matrisi var mı? Araştıramadık henüz.

Doğrusu, şiir kuramı, şiir poetikası üzerine daha önce söylenmiş sözlere ben de
sorgulayarak yaklaşmak eğilimindeyim. Çoğu zaman, şiire ilişkin sorunların
kurcalanması, uygulama olanağı bulması için de gerekli bu. Zaten, Şiirbilimi’nin
edimleri, önerileri, kuramsal çerçeve çizimleri uygulanabilirliği oranında
geçerlidir. Edimsel anlam kavramlaştırması da bir kurama dayanıyor.
Dağlarca'nın şiirinin açımlanmasında yol gösterici olmuş. Ama kurama körü
körüne bağlılık da metinde olmayan aşırı yorumlara yol açabilir. Kuram da bir
şablon olarak kalabilir. Metin çözümlemelerinde metnin anlamlandırdığı
şeylere, imlere, öğelere, göndermelere bakmak, yapılaştırıcı bir tutuma
yönelmek zorundayız.

Şiirin kurucu öğesi olarak sözcüklerin yan yana gelişi anlatımı kurucu bir işlev
taşımalıdır elbette. Hatta neyi anlamlandırmaya çalışıyorsam onu imleyen
eşdeğerli sözcükleri seçmeliyim. Roman Jakobson'un ünlü tanımına başvurayım:
"Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini, seçme ekseninden birleştirme eksenine
yansıtır." Sözcüklerin anlamsal, sessel, ritmik oluşlarına da dikkat ederiz ya da
etmek zorundayız. Sizin "anlatımı biçimlendiren işlevsel ilinti" olarak söz
ettiğiniz şey bu.

‘Çiroz’ şiiri bağlamında sözcükler anlamını tek tek değil, yan yana gelişiyle
bulmaktadır. Sonra bağlayıcı bir dizeyle sıralanışlarının nedensiz olmadığı açığa
çıkar.

Dağlarca incelemenizde seçtiğiniz örnekler fazlalıklarından arınmış, yalın ifadeli


örnekler. Daha karmaşık şiirlerden seçseydiniz edim ifade eden anlamı
sökmeniz güçleşirdi diye düşünüyorum. Elbette, anlatımın yalınlığı, yalınlığın
derinliği her zaman estetik ve poetik parlamaya yol açar. Sözcükler de, öteki
sözcüklerle kurduğu ilişkilerle anlam kazanırlar. Şu noktada farklı düşünüyoruz:
Sözcükler tek başlarına da, bir araya geliş anlarında da 'değer' üretirler. Yan
anlamları olabilir, başka değerleri olabilir. Çağrışımsal değerleri olabilir.
Tarihsel bir şeyi imleyen değerleri olabilir. Görüntüsel değerleri olabilir.
(Örneğin 'taş' denilince, bir şeyi protesto için taş atan çocukların imgelemde
canlanması gibi.)

28 Kasım 2009

Mustafa Durak : Sevgili Ada, anladığım kadarıyla "Edimsel Anlam" adlı yazıyı
okumuşsun. Ancak sanırım açacağı ufukları fark edememişsin. Öncelikle söz
konusu ileri sürdüğüm kuram elbette bir takım kuramlara dayanıyor. Ancak
şunun fark edilmesini istiyorum. Bu özgün bir kuram ve bana ait. Uzantıları ne
olursa olsun. Bu kuramla peşinde olduğum şey, sanatçının üretiminde her türlü
anlamlandırmaya ek olarak sanat adına, poetika adına gerçekleştirilmiş, yapılmış
olan edimlerin dikkate alınmasıdır. Böyle bakıldığında herhangi bir araştırıcının
eksik bıraktığı başka bir araştırıcı tarafından fark edilebilecek ve ortaya
konabilecek de olsa, bu kuram çerçevesinde gerçekleşecektir. Bu kuramı
Dağlarca örneklerinde uygulamama gelince, her ne kadar Dağlarca’yla ilgili
yazım genel dergi yazılarına bakıldığında uzun bir yazı olsa da, kuramın tüm
açılımlarını gösterebilecek bir nitelikte değil. Elbette Jakobson'un andığın
ifadesine hiç bir itirazım yok, her ne kadar onun şiir anlayışına tümden
katılmasam da.

‘Çiroz’ örneğinde çok ters, anlamsız bir yargıda bulunuyorsun, ya da anlam


kuramlarına ters bir poetikaya yöneldiğini ileri sürüyorsun. Elbette sözcükler
Wittegenstein'ın ileri sürdüğü gibi anlamsal, daha doğrusu gönderimsel bir
değerden yoksun değildir. Ancak şunu görmek gerek, sözcükler bir bağlamdan
soyutlandığında büzüşür. Senin söylediğin "yan anlam"ın bir masal olduğunu ve
karşı çıktığımı sanırım söz konusu "edimsel anlam" adlı yazımda belirtmiştim.
Gerek "yan anlam" denilen şey, gerek "parlama" dediğin şey ancak ve ancak
bağlamla olanaklıdır. İfade bir tek sözcükten oluşsa bile. Zira bu durumda da
sözel olmayan ögeler, ya eksiltilmiş sözel ögelerin dizimindedir. Burada yatay
ve dikey eksenler devrededir. Yatay eksen syntagmatic olana aittir. Ancak dikey
eksen hem paradigmatic olana yani dilin, şiirin sistematiğine hem de öznel bir
alana, anlamlandırmayla doğrudan bağlantılı olmayan, aşırı yoruma yol
açabilecek çağrışımsala aittir. Bu noktada sözdizimle ilgili olan (gerek dil
gerekse şiir dili söz konusu olduğunda) bağlam dediğimiz şeyin de (ister sözel
ister söz dışı ögelerden oluşsun) syntagmatic olana dahil olduğunu vurgulamak
gerek.

Şimdi istersen senin kendi şiirine nasıl baktığını öğrenelim. Bu bakış konuşmayı
yönlendirsin. Zira senin sözünü ettiğin "matris" ve "parlama" terimlerinin şiirde
nasıl gerçekleştiğini, kavramlaştığını, edimleştiğini merak ediyorum.

2 Aralık 2009

Ahmet Ada : Sevgili Durak, sözcükler kendi kendilerine de bir anlam ifade
ederler. Bunu bekinerek söylüyorum. Yalnızca bürün (ses olgularının genel adı)
özelliği göstermezler; anlamsal bir birim de oluştururlar. İmledikleri bir şey
vardır. İki sözcük yan yana gelir, duruma göre anlambirim oluştururlar.
Sözcüklerin, çoğu zaman eskil (arkaik), tarihsel, mitolojik, ritüel, güncel
anlambirimleri göz ardı edilemez. Kuşkusuz, sözcüklerin artalanları şiirin
anlamlandırma ekseninde işlevseldir. Şu temel kuram değişmez: Sözcüklerin,
yan yana gelerek, şiir dilindeki birimlerin aktardığı, uyandırdığı tasarım,
düşünce, içerik, kavram anlamdır. Anlamı kuran dil içi bağıntılar ve bağlamdır.
Sözcükler bir bağlam içinde anlam kazanır.

Bir dize bir sözcükle kurulmuş olsun. O sözcüğü ‘parlatan’ ya da yeni bir anlam
kazandıran öteki sözcüklerle olan ilişkisidir. Burada bir sorun yok. Sözcüklerin
gönderimsel değerler taşıdığı konusunda da farklı düşünmüyoruz. Şu gerçeği de
söylemek gerek: Sözcüğün şiirleştirilebilmesi öteki sözcüklerle girdiği bağlamla
gerçekleşir. Sözcük, tek başına bir anlam ifade etmesine karşın, tek başına
şiirleştirilemez. Sözcüğün parlaması ya da edimsel bir anlam yüklenmesi
bağlamı sayesindedir.

‘Çiroz’ şiirine geçelim: Gerçi, kendi şiirim üzerine eleştirmenin, üstokurun


görüşlerini öğrenmek daha hoş ve geliştirici olur. Benim açımlayamadığım
dizimsel (sentagmatik) bağıntılar olabilir. Ya da dizimsel bağıntılarda yer
almayan, benim ilişkilendiremediğim değerler olabilir. Dahası metnin sözcüksel
örgütlenişinin dışında kalmış şeyler. O bakımdan, ben, ‘Çiroz’ şiirinin dikey
örgütlenişine bakıp ‘çağrışımsal’ olanı da açığa çıkarmak zorundayım. Dizisel
(paradigmatik) bağıntılar dilin kuruluş dizgeselliğine götürecektir beni.
‘Çiroz’da, ‘bu kentin’ yinelemeleri, içinde yaşadığım Mersin kentini
imlemektedir, ama metnin sözcüksel örgütlenişinin dışındadır bu sözcük.
“Nereden çıkarıyorsun ‘bu kentin’ yinelemelerinin Mersin’i imlediğini?”
diyebilirsiniz. Yanıtım şöyle olacaktır: Şairin, şiirde kullandığı dilsel imlerden.
Portakal bahçeleri, liman, deniz; kente ilişkin öteki imler ipucu veriyor. Bir de,
metin dışı bir gönderim; şairin yaşadığı yerin Mersin oluşu ya da bunun
önbilgisi.
Şiirin ilk sekiz dizesinin sonundaki ‘bu kentin’ yinelemesinin tartım için
yapıldığı söylenemez. Dize sonunda, kent olgusunu vurgulamak için yapılan
ardyinelemedir olsa olsa.

Michael Riffaterre’e göre, şiir bir sözcüğün ya da tümcenin şiirsel metne


dönüşmüş hâlidir matris. Metnin içinde ya da metnin gönderdiği o sözcük ya da
tümce şiirin matrisidir. ‘Çiroz’da, çiroz sözcüğü değildir bu. ‘Çiroz’un iki
anlamı var: a) Yumurtasını atarak zayıflamış uskumru balığı ve bunun
kurutulmuşu. b) Çok zayıf, sıska kimse. Şiirde (b) anlamıyla kullanıldığı açık.
Şiirin tamamlayıcı bir birimi olan şu dizede bu ifade edilmektedir:
“Heyecanlandırıyor beni çiroz kızlar bile”. Öte yandan, şiirin bütün
göstergeler birliğinin imlediği bir şey var: O şey, öznenin bu kente duyduğu
sevgi; yaşama sevinci. Şiirin sonunda bu olgu daha belirgin biçimde ortaya
çıkıyor: “Kent otobüsü güneşe doğru saptığında / Bir elma tadı ağzımda”.
Özne, kent otobüsünde güneşe, aydınlığa doğru yol aldığında ağzındaki elma
tadını hissediyor. Karşıt ‘hipogram’ şu olsa gerek : ‘Ağzımın tadı tuzu kalmadı”.
Dolayısıyla, şiirin matrisi iki sözcükten oluşan bir bağdaştırma : ‘Yaşama
sevinci’dir. Ama bu bağdaştırma metnin sözcüksel örgütlenişi içinde yer almaz;
varolan sözcüksel örgütlenişten çıkarılabilecek bir şeydir. Derin yapıdan
okunabilir ya da hissedilebilir (Burada, öznenin (şairin) niyetini vurgulamaya
çalıştım. Metnin işaret ettiği niyeti üstokur, eleştirmen çözümleyebilir.)

Şiirin girişindeki yirmi sekiz öğeli sıralama sekiz dizeyle tamamlanıp


“Şaşırtıyor beni her gün her saat” dizesiyle anlam kurucu hâle dönüşüyor.
Öbek ya da dize içi sözcük ilintilerinin eşdeğerliliklerine değinmiştim. Öbekler
arası bir ilintiden çok tek tek dizelerin edimsel anlam ürettiği söylenebilir: Sanat
sokağı hüzün kılıcı insanıyla anılır. Öteki dizelerde eşdeğerli her sözcüğün yan
yana gelişi dizimsel bağıntılar olarak adlandırılabilir. Hiçbirinin gelişigüzel yer
aldığı söylenemez. Sözgelimi, ikinci dizedeki ‘yağmur’ sözcüğünün kente yağan
yağmuru imlediği açıktır. Portakal bahçelerinin rüzgârda uğuldadığını, rüzgârın
portakal kokuları saçtığını söylemek bile fazla. “Sardunyadan kırmızı güllere /
Liman işçisinden delikanlı balıkçısına / Uzanan eli görüyorum” dizeleri, bu
kentte yaşayanların dayanışma içinde olduklarını dile getirir. Belki de öznenin
istemidir bu. “Yalazı oluyor içimin bu kent” dizesinde, kentin, öznenin
yaşanımdaki etkisini görürüz..

Şimdi, şiiri yeniden yazalım: Yinelemelerden ve fazlalıklardan arındırılmış,


anlamı yalınca ifade eden, kurgusu karmaşık olmayan bir şiir ortaya çıkaralım:

ÇİROZ
Şaşırtıyor beni her gün her saat
Bu kentin hüzün kılıcı insanı
Sanat sokağında,
Kendir, urgan satılan çarşılarda

Sardunyalardan kırmızı güllere,


Liman işçisinden delikanlı balıkçısına
Uzanan eli görüyorum

Yalazı oluyor içimin bu kent


Heyecanlandırıyor beni çiroz kızlar bile
Mevsim boyu
İşleyip duruyor içimde nâdir bir ağaç

Denize yakın yaşamım


Uçan gelinciği görüyorum
Toprakla gök arasında

Kent otobüsü güneşe doğru saptığında


Bir elma tadı ağzımda

Sevgili Durak, ‘Çiroz’un bu arındırılmış hâlini (öznel bir yargı olacak belki
ama) ben daha çok sevdim. Yeniden biçimlendirilmiş hâliyle yayımlamak gerek
diye düşünüyorum. Böyle olunca, senin saptadığın yığma izlenimi ortadan
kalkıyor. Yeni biçimiyle ‘Çiroz’ birçok sözcüğü dışarıda bırakıyor.
Fazlalıklarından arınıyor. Bu kez, öbek içi ve öbekler arası ilişkinin kurulduğu,
arı, duru, yalın bir anlatıma kavuştuğu görülüyor. ‘Çiroz’un yeni biçimine,
edimsel anlam açısından bakacak olursak, öznenin kenti kavrayışı yaşama
sevinciyle birlikte gerçekleşiyor. Dahası bu olgu açığa çıkıyor. Öznenin yapıp
etmeleri varoluşunu kanıtlarcasına gelişiyor. Özne, sanki, kente doğru yol alan
bir otobüste, bunları düşünüp geçiriyor zihninden. Kent içi yolculuk edimi,
şairin kente ilişkin düşüncelerini yazınsallık içinde aktarmasına yol açıyor. Bir
de şu var: Sözcüğün parlaması. Bir varlığı imleyen ‘ağaç’ sözcüğü “Mevsim
boyu / İşleyip duruyor içimde nâdir bir ağaç” biçimimde bir bağlama
girdiğinde parlıyor.

Yeni ‘Çiroz’un senin için ne ifade ettiğini, edimsel anlam kavramlaştırmasının


geniş kapsamı içinde düşünüldüğünde neyi işaret ettiğini merak ediyorum.

8 Aralık 2009

Mustafa Durak : Sevgili Ada, elbette konuşma, tartışma sırasında ruhsal yanlar
da devreye girer. Bu engellenemez de ama “sözcükler kendi kendilerine de bir
anlam ifade ederler. Bunu bekinerek söylüyorum. Yalnızca bürün özelliği
göstermezler; anlamsal bir birim de oluştururlar. İmledikleri bir şey vardır.”
İfadeni anlam ve dilbilim konusunda uzman birine ders gibi sunman garip geldi
bana. Sözünü ettiğin bir göstergenin bağlam dışı gösterilenidir. Ve bu noktada
Saussure’ce bir yaklaşım, göstergenin soyut anlamsal değeri söz konusudur.
Elbette göstergenin bağlamdan ayrı işaret ettiği bir şey vardır. Ancak bir
göstergenin bünyesinde, kullanımlara bağlı olarak birden fazla gösterilen
birikebilir. Ve bu gösterilenler ancak bağlama ve söze dahil olan öznelerin niyet
ve anlayışlarına da bağlı olarak gücüllükten (potentiel olandan) gerçekliğe
kayarlar. Dilbilimci gözünde sözcük terimi işlerliğini kaybetmiştir zaten,
bağlam içinde anlamsal bir değeri vardır. Günlük dille sözcüğün parlatılması,
Theophile Gautier’ye yaraşacak bir kullanımdır. Bir sözbirimin parlatılması
(burada 'sözbirim'in, benim sözdizim (syntaxe) birimi olarak öne sürdüğüm bir
terim olduğunu belirtmeliyim) olsa olsa odaklaştırma ya da öne çıkarma
işlemleriyle ifade edilebilir. Elbette böyle bir poetik anlayış, demode olmasına
karşın yine de kullanılabilir. (Rifaterre, Victor Hugo’da “sözcüğün
şiirleşmesi”ni incelemiştir (bk: Michael Riffaterre; Victor Hugo`da Sözcüğün
Şiirselleştirilmesi; çev: Mustafa Durak; Karşı Dergisi; 1990; sayı: 38, (s: 2-8).

İki sözcüğün yan yana gelmesinin anlambirimi oluşturduğunu söylüyorsun.


Anlambilimde böyle bir tanım yok. Bir göstergenin anlambirimleri onun
anlamsal olarak tanımlanmasında, yakın göstergelerden ayrımlaşmasına olanak
tanıyacak ayırıcı niteliğin (trait distinctif) somutlanmasıdır. Bu, anlamı
bilimselliğe açar yani anlamın metafizik bir olgu olmadığını gösterir. Örneğin
sandalye, tabure, koltuk göstergelerinde anlambirimler şöyle sıralanmaktadır:
oturmak için, [duruma göre (üç ya da dört)] ayaklı, arkalıklı, arkalıksız,
kolluklu, kolluksuz, kaplamalı, kaplamasız vb. Ve göstergelerin “arkaik, tarihi,
mitolojik, ritüel, güncel anlambirimleri”nden söz ediyorsun, yok böyle bir
anlambirim. Göstergelerin, ifade söz konusuysa sözbirimlerin anlamları vardır.

Şiirine geçtiğinde “bu kentin” yinelemelerinin seni çağrışım ekseninde “Mersin”


kentine götürdüğünü söylüyorsun. Bu, çağrışım söz konusu olduğu için bir
olasılıktır. Şiirdeki kenti öznel ve genel bir somutlamadır. Nesnel ve özel bir
somutlamaya geçmeye çalışıyorsun ama şiirdeki imler buna izin vermiyor
aslında. Her ne kadar kimi kanıtlar sıralasan da onlar başka kentler için de
geçerli olabilir. Bunun geçerli olabilmesi için yalnızca Mersin’e özgü bir imin
kullanılmış olması gerekirdi.

Şiirin ilk biçimindeki art-yinelemenin işlevine gelince bunun bir tartım değil,
kent olgusunun vurgulanması olduğunu söylüyorsun. Bana bu da garip geldi.
Evet bir yineleme; israrı, vurgulamayı işaret eder. Bu, yinelemenin doğasında
vardır. Ancak “kent olgusu”nun vurgulanmasını anlamıyorum. Kent olgusu
deyince ister istemez kent olgusunda farklılaşan olguları anlıyorum ve acaba
Ahmet Ada bu deyişiyle, şiirinde hiç kullanmadığı bir karşıtlığı mı kurmuş
zihninde diyorum. Köyden, kasabadan gelmiş birinin sevincini, mutluluğunu,
şaşkınlığını mı anlatmak istiyor? Elbette bu yinelemeler, kabul etmesen de
sıralama ögelerini bölümleyici bir işleve sahip ve bu bölümlemeler sayesinde
“bu kentin” yinelemeleri ritmik (tartımsal) birer öge haline geliyor.

Başlıklaştırma edimi: Her şiirde başlık olmak zorunda değildir. Ama eğer bir
başlık seçilmişse, bu seçimle şair her şeyden önce bir seçme edimi
gerçekleştirmiştir. Peki bu seçme edimini, zihinsel olarak değerlendirirsek bu
seçme işlemini hangi nedenle, hangi ölçüte göre yapmıştır? İlk biçim söz konusu
olduğunda kente, giderek yaşama sevincine bağlı onca şey içinden niye çiroz
seçilmiştir? Şiirde ele alınan kent, kıyı kenti olduğu ve ayni zamanda şiirin
içinde “çiroz kızlar” geçtiği için mi? Oysa bu seçim (: çiroz), şiirin en olumsuz
ifadesidir, şiirdeki özne açısından bakıldığında. Zira “bile” sözcüğü, öznenin
onları kendisi için yeğlenme bakımından en sona yerleştirdiğinin kanıtıdır.
Üstelik sen “çiroz” sözcüğü için “kurutulmuş balık” anlamını bu şiirde
dışladığını belirtiyorsun. Yani başlık doğrudan “çiroz kızlar”la ilgili. Her ne
kadar “şiir, okurun eline geçti mi şiirle okur arasındadır artık anlam” görüşünde
olsam da, senin değerlendirmene göre söylüyorum: şiirin başlığının “çiroz”
olması, söz konusu “kızlar” olduğunda, çiroz sözcüğüyle, onları
olumsuzluyorsun. Bu, belki onların sıkça muhatap oldukları alaysı bir
adlandırma. Onları dışlayan, kendilerini iyi hissettirmeyen bir adlandırma. Şiirde
kısmen şirinleştirilmiş bir adlandırma, şair açısından bakıldığında. Böyle bir
değerlendirme çerçevesinde başlık, şiirin tematiğini saptırmaz mı? Başlık her
zaman yaratıma dahil edilmez ama, şiirle ilgili bir anlamsal uyum içinde olması,
hatta şiirde anlamlandırmayı yönlendirmesi, yaratıcı olması beklenir.

Şiirdeki öznenin yaptığı edimler: (Austin’ci anlamda pragmatik edimler)


şaşırmak, görmek, heyecanlanmak, görmek (ikinci kez). Bunlara ek olarak
açıkça söylenmemiş olsa da farklı biçimlerde yinelenen “hissetmek” edimini
ekleyebiliriz. Öznenin içinde ender bulunan bir ağaç, durmadan işliyor, o bunu
söyleyebildiğine göre hissediyor. Bir de şiiri bitiren dizede ağzında bir elma tadı
olduğunu söylüyor. Yine bir hissediş. Bir elma yediğini değil de, hissettiği
mutluluğu ağzında bir elma tadıyla aktarıyor. Şaşıran, gören, heyecanlanan,
hisseden bir özne. Dikkat edilirse özne bir eylem içinde değil. Alıcı, algılayıcı
bir özne. Görme ve tatma duyularını öne çıkardığına, şaşırma, heyecanlanma ve
hissetme edimlerini gerçekleştirdiğine göre duyarlı bir özne. Burada bu
edimlerin sözdizimiyle, şiirin geometrisiyle, poetikasıyla ilgili bir eleştiriye
gidebilirim. Bu edimler birbiriyle bağlantılı sunulmamış. Dolayısıyla bize bu
noktada edimsel mantık eksikliğinden söz etme fırsatı veriyor. Şaşırmak
görmekten önce mi kullanılmalıydı? Eğer mutlaka bu edimlere yer verilecekse
şöyle bir sıralama daha mantıklı olmaz mıydı: hissetmek, görmek, şaşırmak,
heyecanlanmak? Elbette tek doğru dizim bu değildir. Ama şiirdeki dizimin çok
dağınık olduğu da ortadadır. Bu edimler dizimi bir (durumsal) öykü anlatıyor.
Öykünün anlatılma düzeni şiirselliğe dahildir. Benzer dağınıklığa, vazgeçilmiş
sıralama ögelerinde de değinmiştim. Bu tür düzenlemeler şairin kuramsal olarak
düşünmesi ve uygulaması gereken işlemler değildir aslında. Şairin dil ve anlatım
ile ilgili deneyimini, bilincini, tekniğini, biçemini yansıtan bir ustalık sorunudur.

Şiirdeki özneyi etkileyen öbür özneleri ikiye ayırabiliriz. Dilbilgisel de olsa özne
konumunda olanlar ve şiirdeki anlatıcı öznenin yaptığı edimlerin nesnesi
konumunda olanlar. İlkinde portakal bahçeleri, bu kent, çiroz kızlar, nâdir bir
ağaç, (öznenin) yaşamı, kent otobüsü, bir elma tadı. Nesne konumunda şey olan
ama başka açıdan şiirdeki özneyi etkileyiciler olarak özne olan nesneleri de
şöyle sıralayabiliriz. [(kentin) çatısı, çatanası, bedesteni, poyrazı, çiroz, kümbeti,
yağmuru, ayazması, operası, camisi, kilisesi, ahşabı, tuğlası, betonu, denizi,
serçesi, martısı, eğri çamı, köknarı,] sanat sokağı, hüzün kılıcı insanı, [kendiri,
urganı, baharatı, (portakal bahçeleri)], çarşılar; sardunya, kırmızı güller, liman
işçisi, delikanlı balıkçısı, uzanan el; (öznenin içinin) yalazı, deniz, uçan gelincik,
toprak, gök, güneş, (öznenin) ağzı.

Bu belirlemede öne çıkan “kent” ve ona bağlı olarak “insan” ve “doğa”. Bu


doğaya, insana ve kente bir övgü şiir olarak, yaşadığına, yaşadığını
duyumsadığına, kendisine bunu duyumsatanlara bir şükür gibi
değerlendirilebilir. Bu noktada olgusal bir eleştiri işletilebilir karşı açıdan.
Günümüz dünyasında bunca kıyım, bunca zulüm, bunca hukuksuzluk varken
şairin dünyayı güllük gülistanlık görmesi, göstermesi doğru mu? Bu noktada
şairin itirazı gelebilir. Hiç mi mutlu olduğumuz anları dile getirmeyeceğiz? O
zaman da şöyle bir yanıt gelebilir. İyi ama ya o mutlu anı, mutluluk mekanını
kendi tarihinin içinde bir yerlerle ilintilendirebilirdin, ya da güçlükler içinde, en
zor koşullarda yitmeyen, yitirilmeyen bir yaşama sevincini konu edebilirdin.
Soru ve yanıtlar tükenmez. Doğrusu, şiirin, konu seçiminde olmadığını
biliyorum. Ancak şunu da unutmamalı, ele alınan konu okuru etkiler. Kendi
payıma şiirin insan gereksinimlerine karşılık gelmesi bakımından, ve en
önemlisi çağını yansıtması bakımından, şiirselliğe katıldığını, şiirsellikte payının
sıfır olmadığını düşünüyorum. Şiir insandan uzak olamaz. Burada insan
sözcüğünü genel kullanıyorum. Şair; toplumu, toplumsal gerçekleri de hisseden
olmalı. Şiir etiği bakımından da avukatlığa, liderliğe, provokasyona
soyunmadan. – Bunları şiirle ilgili genel düşüncelerim olarak söylüyorum. Senin
değerlendirmene dönersem şiiri “yaşama sevinci” olarak ifade etmiştin, ki benim
açıklamalarım da bu yönde. Yani şiirin temasında, konusunda hem fikiriz. Ama
sen galiba buna matris diyorsun, Michael Rifaterre desteğinde. O bir Amerikan
yapısalcısı. O yüzden matris terimini kullanması pek aykırı gelmiyor bana. Ve
tabii bunu hangi bağlamda kullandığına da bakmalı. Ama genel olarak şiirin;
tek “sözcüğ”ün, tek tümcenin metinselleşmesi olarak görülemeyeceğini
belirtmek istiyorum. Böyle bir ifade kimi şairleri, kimi dönemi tanımlamak için
doğru olabilir. Ama genel geçer olarak kabul edilemez. Ki estetik konusunda da,
estetik tarihi içinde ayni hata yapılmış, ve estetik, sanatsalın neliğini
konuşamayan bir söz yığını olup çıkmıştır.

Ben yine şiire döneyim. Şiirin ikinci biçimine bakayım. Değişiklik olarak şiirin
girişindeki, benim eleştirdiğim uzun sıralamanın kaldırıldığını, daha doğrusu
“Şaşırtıyor beni her gün her saat” dizesi en başa alınarak sıralamanın,

“Bu kentin hüzün kılıcı insanı


Sanat sokağında,
Kendir, urgan satılan çarşılarda”

üç dizeye indirildiğini görüyorum. Ve elbette bu değişimde dikkat çeken


sözdizimsel bir değiştirimi de görüyorum. Sıralama edimi ortadan kaldırılmış.
Sıralama ögeleri “insan”a indirgenmiş, Şeyler dünyası mekanlaştırılmıştır;
“sanat sokağı” ve “çarşılar” ve bu mekanlardaki insan öne çıkarılmıştır. Bu öne
çıkarılışta insanın durumunu anlam (sémantique) bakımdan irdelemek gerek. Şu
“hüzün kılıcı insan”. Doğrusu ilk biçimde sıralama ögesi olarak netleşemediğim
“hüzün kılıcı insan” deyişi için ikinci biçim daha netleştirici geldi bana.
Netleşemediğim nokta şuydu: ögeler virgülle ayrılmadığı için “Sanat sokağı
hüzün kılıcı insanı bu kentin” acaba “sanat sokağı, hüzün kılıcı, insanı bu
kentin” olarak mı okumalıydım, yoksa “sanat sokağı, hüzün kılıcı insanı bu
kentin” diye mi? Bir de “hüzün kılıcı” tamlamasında “kılıç” ile “kıl-ıcı” yani
kılmak fiilinin özneyi işaret eden biçimi olarak anlamlandırmak arasında gittim
geldim, her ne kadar sözdizim kılmak fiiline uygun olmasa da. İfadeden
sıralama işlemi kaldırıldığı için şimdi daha net değerlendirebiliyorum. İnsan, bu
kentin “hüzün kılıcı”dır. Bu imgeyi nasıl anlamalıyım?

“Hüzün kılıcı insan”

Mutluluk kılıcı insan


Barış kılıcı insan
Savaş kılıcı insan
Adalet kılıcı insan
İslam kılıcı insan

En sondan başlayalım, “İslam kılıcı insan” dediğimde “islamın kılıcı insan”ı


anlıyorum. Yani İslamı savunan kişiyi. “Adalet kılıcı” dediğimde de ayni şey
“Adaleti yerine getiren kişi” Bu, barış ve mutluluk için de geçerli. Ama “savaş
kılıcı” da ayni yapıyla “savaşın kılıcı” olarak değerlendirildiğinde ya savaşın
içinde öne çıkan savaşçı kılıç, ya da savaş çıkaran kılıç olarak anlaşılacaktır.
“Hüzün kılıcı” deyişi de bu paradigmayla okunduğunda “hüznün kılıcı”,
“hüznün savunucusu”, “hüzne ait kılıç” olarak okunma olasılığı içerecektir, her
ne kadar mantık çerçevesinde “hüzün yaratan kılıç” anlamı şiir bağlamında uzak
bir anlamlandırma olsa da. Diyeceğim kolay anlamlandırılabilecek, alışılmış bir
kullanım değil. Şiirde çözülmesi gereken bir düğüm oluşturuyor. Bu açıklamayı
böyle bir kullanıma karşı olduğum için değil, şairinin bunu seçişinde bilinçli
olup olmadığını, poetikası içinde bu tür düğüm imgelere açık olup olmadığını
sorgulaması için yapıyorum.

Kent otobüsünün güneşe doğru, aydınlığa doğru sapmasında bir mutluluk


duyduğunu söylüyor, aydınlığa açık, aydınlanmacı yanını imlettiğini
düşünüyorsun. Böyle bir düşünce şiirde işlenebilir mi, işlenir. Benim
sorgulamak istediğim acaba buradaki söyleyiş doğru mudur, bağlamına uygun
mudur? Otobüs güneşe doğru saptığına göre güneş olmayan bir yerden çıkıyor,
ya da güneşin aydınlığının hissedildiği ama güneşin görünmediği bir ortamdan
güneşin görülebildiği ve güneşe doğru gidilen bir yola sapıldı. Her iki durumda
da ifade, doyurucu bir bütünlüğe sahip değil. “Saptığında” sözbirimi kenti
bölüyor. Ve doğrusu ardında kalanları, yani kentin kendisini mutlu eden
görüntülerini göreli olarak aydınlık dışı, tat vermeyen kılmış olmuyor mu? Şu
da var, “kent otobüsü güneşe doğru saptığında” dediğine göre şiir öznesi
otobüsün içinde. Bu durum da bir otobüsün içinde olan / dışında olan karşıtlığını
varediyor. Ve özneyi o güzellikleri birebir yaşayan olmaktan çıkarıyor,
gözlemci kılıyor sanki. Bu da bir tür yabancılaşma duygusunu aktarmaz mı?
Oysa içinde işleyen ağaçla, uçan gelinciği gören, çiroz kızlara heyecanlanan,
yaşamın içinden biri varken bu söyleyişle şiir öznesi heyecanları duyumsuyor
ama yaşama tam anlamıyla katılamıyor diye düşünüyorum.

15 Aralık 2009

Ahmet Ada : Sevgili Durak, 8 Aralık 2009 günlü yazışmanın başında, “dilbilim
konusunda uzman birine ders verir gibi” yazdığımı belirtmişsiniz ki, benim
böyle bir niyetim yok. Bu yazışmanın amacı edimsel anlamın pratiğini
görebilmek, bir şiirin açımlanmasının getireceği eleştirel yaklaşımı okumaktır.
Edimsel anlamın bağlayıcılığında ve üzerinde çalıştığım ‘Çiroz’ şiiri bağlamında
eleştirel okumanın getirdiği, sorguladığı ‘boşlukları’ görmek mümkün olabildi
bu yazışmalarda. Boşlukları doldurmanın da, şiiri yeniden ele alarak
gerçekleşebileceğini gördüm. Şiiri, yüksünmeden, üçüncü kez yeniden
kurguladım:

YAŞAMA SEVİNCİ

Kent otobüsü güneşe doğru saptığında


Bir elma tadı ağzımda
II

Denize yakın yaşamım


Uçan gelinciği görüyorum
Toprakla gök arasında

Sardunyalardan kırmızı güllere,


Liman işçisinden delikanlı balıkçısına
Uzanan eli görüyorum

Şaşırtıyor beni her gün her saat


Bu kentin hüzün kılıcı insanı
Sanat sokağında,
Kendir, urgan satılan çarşılarda

Yalazı oluyor içimin bu kent


Heyecanlandırıyor beni çiroz kızlar bile
Mevsim boyu
İşleyip duruyor içimde nâdir bir ağaç

Dikkatiniz için teşekkür ederim: Bir dil sürçmesi olsa gerek: İki sözcük yan yana
gelince ‘anlambirim’ değil, ‘sözbirim’ oluştururlar; dolayısıyla bir anlamları
vardır. Sözcüklerin oluşturduğu sözbirimlerinden söz etmeliyim. Sözcükler,
bağlam içinde, yani sözdizim (syntaxe) içinde anlamsal değer üretirler.
Sözcükler, kullanıldıkları bağlam içinde anlam üretirler. Kendileri olan
nesnelerdir sözcükler ve yaşamla ilişkileri vardır. Çağrışımsal düzlemde de olsa
bu gerçeklik sürer gider. Halkın ortak kültürünün, ortak belleğinin bir yerinde
dururlar. Yaşamın bir parçası olmuşlardır. Her sözcüğün uzantısında başka
sözcük vardır. Sözcükler arası kurulan bir şeydir şiirsel yük de. L.S.Vygotsky,
“Bir sözcük, tek bir nesneyi değil, bir nesneler grubu ya da sınıfını ifade eder”
diyor. Şiir dilinde bu işleyiş sözcükler arasında yaratılan gerilim ve kimi zaman
da çatışkılı etkileşimle gerçekleştirilir. Bir konuşmasında Yannis Ritsos,
“Masa” sözcüğünü ele alıp masanın ‘ağaca’, ‘ormana’, ‘kesiciye’, ’oduncuya’,
uzatmayayım, nesne ve insana gönderdiğini vurgular. Bu, modern şiirde,
sözcükler arası kurulan ilişkinin kıvılcımlanarak bir anlama yönelmesiyle
gerçekleşir; tabii sözdiziminin kendi tartımı içinde.

Ben, sözcüklerin artalanlarından söz etmiştim. “Anlambirim”i bir söz sürçmesi


olarak algıladığınızda daha iyi anlaşılır anlatmak istediğim. Bu bakımdan,
sözcüklerin güncel, tarihsel, eskil, mitolojik, ritüel artalanları vardır. “Mum”
sadece işaret ettiği nesneyi ifade etmez, başka şeyleri de ifade eder. Ritüel dinsel
ayinleri çağrıştırır. Yani o nesneye ait şeyleri; dolayısıyla çevreninde edimsel,
olgusal şeyler vardır. Örnekleri çoğaltabiliriz.

Şiirin başlığı konusundaki değerlendirmelerinize tümüyle katılıyorum. O


yüzden, şiirin son biçiminde başlığı “Yaşama Sevinci” olarak değiştirdim. Bir
de, bu yeni biçimde, şiirdeki öznenin yapıp etmelerini hissetmek, görmek,
şaşırmak, heyecanlanmak sırasına göre yeniden kurguladım.

Şiirde olmayan şeylerle şiiri olgusal eleştiriye tutmak ne derece doğrudur? Şairin
bu şiirdeki seçimi bir kenti, bir mekânı insanıyla dile getirmek. Bir ânı ya da ân
kesitlerini dile getirmek bir bakıma. Seçimi bu. Elbette, özneyi toplumsal
çevreniyle, bireysel ve dünyasal sorunlarıyla birlikte konu edinebilir bir şair.
Başka şiirlerimde bu görülebilir. Şöyle düşünüyorum: Bunca umutsuz bir
toplumda ‘yaşama sevinci’ni de dile getirmek gerekir. Yaşama sevinci de
yaşamın bütünselliğinin içindedir çünkü.

Bu şiirden vazgeçmeyişimin nedeni ise şu tümcelerinizde gizli: “Kendi payıma


şiirin insan gereksinimlerine karşılık gelmesi bakımından, ve en önemlisi çağını
yansıtması bakımından, şiirselliğe katıldığını, şiirsellikte payının sıfır olmadığını
düşünüyorum.” Genel bir poetik anlayış olarak söylemiş olabilirsiniz bu sözleri,
ben ‘Çiroz’ şiiri bağlamında algılıyorum.

İrdelediğiniz ‘hüzün kılıcı’ tamlaması şu dörtlük içinde:

Şaşırtıyor beni her gün her saat


Bu kentin hüzün kılıcı insanı
Sanat sokağında,
Kendir, urgan satılan çarşılarda

Şiirin bu dörtlüğünü bağıntıları içinde düşündüğümüzde, aktarılmaya çalışılan


anlam şudur: Şiirin öznesini, içinde yaşadığı kentin insanı, her gün her saat
şaşırtıyor. Özne hangi mekânlarda görüyor bu insanı? Sanat sokağında ya da
kendir, urgan satılan çarşılarda. Neden şaşırtıyorlar? Çünkü her gün her saat
‘hüzünlü’ bu insanlar.

“Hüzün kılıcı” tamlamasıyla şair, bu kentin insanının hüznünün kılıç gibi keskin
olduğunu vurguluyor. “Gibi” ilgecini kullanmadan yapıyor bunu. Kılıca ait ilk
akla gelen şey keskinliğidir. Bu tamlamanın ilk sözcüğü ‘hüzün’ olduğuna göre ,
hüznün niteliği ortaya çıkıyor; alışılmamış bağdaştırmanın ürettiği anlam
tamamlanıyor. Bu imgeyi böyle okumak gerekiyor; dahası şairin niyeti bu –
okur nasıl algılar, bilemem.
Son olarak şunları söylemek gerekir: Her şair, şiirinin okunacağını düşünerek
söyleyişini ezgili biçimde kurar. Dizem, sözcüklerin ses özellikleriyle
kullanımından doğar. Farkında mısınız, yukarıdaki dörtlüğün bu özelliklerine
bile değinemedim daha.

16 Aralık 2009

Mustafa Durak: Sevgili Ada, “hüzün kılıcı” deyişini “kılıç gibi keskin
hüzün(ler)” yerine eksiltili bir ifade olarak kullandığını söylüyorsun. Doğrusu
baştan çok mantıklı bir açıklama gibi geliyor insana. Ancak dilin sözdizimsel
yapısı böyle bir anlamlandırmaya uygun mu? Yani dil mantığı bunu kabul
edebilir mi? Dilin sözdizimi böyle bir anlamlandırmaya uygun mu? Yoksa
yaptığın anlamlandırma keyfi mi? Sorgulamamız gereken kabuller değil, dilin
olanakları. Şimdi söz konusu benzetme yapısını örneklendirmek istiyorum:

Aslan gibi yırtıcı


Çocuk gibi mızmız
Alev gibi kavurucu

Bu örnekleri senin “hüzün kılıcı” için eşitlediğin kullanıma denk düşürüyorum:

Kılıç gibi keskin hüzün(ler)


Aslan gibi yırtıcı adam
Çocuk gibi mızmız delikanlı
Alev gibi kavurucu acı

Ardından senin, şiirde kullandığın sözdizimsel kalıba oturtmaya çalışıyorum:

Hüzün kılıcı
Adam aslanı
Delikanlı çocuğu
Acı alevi

Görüldüğü gibi ne yazık ki amaçladığın anlamlandırmaya bu sözdizimle


ulaşılması olanaksız.

Şu kullanımlar kabul edilebilirdir:

Hüzün kılıç
(Adam) aslan
Çocuk delikanlı
Alev acı
Zira bu kullanımlarda iki adın yan yanalığında söz dizimle ilgili konumsal
değerler farklı farklı işlemektedir.

*
Sevgili Ada, Bu şiir için konuşmalarımızda “edimsel anlam”ın tüm açılımlarını
göstermek çabasında olmadım. Ancak yine edimsel anlam ile ilgili kimi
örnekleri sunduğumu düşünüyorum. Şunu belirtmeliyim. Edimsel anlam,
yapısalcılıktan şu özelliğiyle ayrılır. Bir metin yalnızca kendi yapılarıyla
anlaşılamaz, eleştirilemez. Bir metin ayni zamanda tarihselliği içinde de
kavranmalıdır. Bu, söz konusu metin ulamı içindeki yeri, o metinlerle ilişkisi
içinde de değerlendirilmesini (ki bu noktada eğer bir şair söz konusuysa, şairin
diğer şiirlerine göre bu şiirinin değerlendirilmesini) hatta bu aşamayla da
yetinmeyip ulusal ve evrensel düzlemdeki değerlendirilmesini de gerektirir
demektir. Şairin, ürettiği şiiriyle yapma gücünün, makro ve mikro düzlemde
neler yaptığının, şiirini nasıl şekillendirdiğinin, şiir evreninde nereye kadar
gittiğinin sorgulanmasıdır edimsel anlam. Bu da yalnızca bir şiire bakılarak
yapılabilecek bir iş değildir. Edimsel anlam yalnızca dilbilim, anlambilim
değildir. Edimsel anlam yalnızca şiirle de sınırlı düşünülmemeli. Herhangi bir
metnin, metin(ler), yazar(lar) ve okur(lar) bağlamındaki değeri olarak
görülmelidir. Burada metin(ler)den amacım, bir metnin hem kendi ulamında
hem de tüm metinler içinde duruşu, gerek öncesi, şimdisi, geleceği olarak
tarihselliği ve metnin uzanabileceği birimler arası analiz ve sentezlerdir. Edimsel
anlam tek tek alanların bıraktığı boşlukları doldurabilecek bir kuramdır. Örneğin
dilbilimin, ortaya koyduğu gösterge kavramı; retorik açılımları, hatta anlam
bakımından doğru anlamlandırmaları kucaklayabilecek bir kuram olmaktan
uzaktır. Edimsel anlam alanlar arası analiz ve senteze olanak verebilecek bir
kuramdır. Yazar(lar) dediğimde metnin diğer metin üreticileri ile ilişkisi,
onların edimlerinin değerlendirilmesini de gerektirmektedir. Okur(lar) aşaması
en sorunlu görünen bölümüdür metin-insan ilişkilerinin. Zira hiçbir metnin, hele
hele kültürel olarak öne çıkarılmış metinlerin kabullenilmiş tek bir okuması
olmadığı biliniyor. Burada ilgi odağı olmuş bir metnin ortaya çıkmış, okuma
metni (üst metin) oluşturmuş, yazarlaşmış okuyucular devreye girecektir ister
istemez. Bir okur; bir metinle, bir sözle ilgili açıklamada bulunmaya başladığı
noktada yazarlaşmıştır, konuşuculaşmıştır (hatipleşmiştir). Kendini kamusal
ortamda ifade etmemiş okurlar ister istemez uzanım dışında kalacağından konu
dışıdır. Ancak şunu da unutmuş görünmek istemiyorum. Bunlar toplumun
oluşturucu dinamiğinden kopuk değildir. Uzanım dışı kabul edişim, farkına
varılmama noktasıdır, yani kör noktada kalma durumudur. Toplumsal
kuramlarla ilgilenenleri en çok zorlayan da sanırım bu kör alanların gözden
kaçırılmasıdır. Ancak edimsel anlam, açığa çıkmış her türlü okumayı dikkate
alacağından, kör alanlardan ses gelmeye başladığında dikkate alınması gereği
ortaya çıkmaktadır. Kör alanlardan gelen seslere kulak tıkandığında
oluşturulmaya çalışılan anlamlandırmalar, değerlendirmeler de sistemler de
anlamını yitirmeye başlar, çöküşe doğru bir sürecin işareti verilmiş demektir.

*
L.S.Vygotsky: “Bir sözcük, tek bir nesneyi değil, bir nesneler grubu ya da
sınıfını ifade eder”

Sevgili Ada Vygotski’den yaptığın alıntıyı değerlendirmek istiyorum. Burada


ya yanlış bir ifade ya da yanlış bir çeviri söz konusu. Zira bir sözlük birim (söz
birimle karıştırılmamalı sözlük birim, gücül –potentiel- iken söz birim, bir ifade
içinde yer alan gerçekleşmiş birimdir. Biri sözlüğü ilgilendirir, sözlükte olandır,
diğeri ifade içinde kullanılmış olandır), elbette tek bir nesneye ait olmayabilir.
İçerdiği anlam birimlerinden yola çıkarak benzetme, eğretileme yoluyla başka
nesneleri de ifade edebilir. Ama tüm sözlük birimler, bir nesneler grubunu ya da
sınıfını ifade etmez. Bir nesne öbeğini işaret edebilir. Örneğin lâle. Bu, tanımı
gereği bir çiçektir. Çiçek oluşu işaret eder. Çiçek oluşu anlatmaz, o kendini ifade
eder. Çiçek oluş nerede ortaya çıkar? O şeyi sınıflandırma kaygısında, o şeyi
tanımlama kaygısında. “Lâle” sözlük birimi çiçek olmayı anlatmaz. Zira o
“çiçek” sözlük birimine göre özeldir, “çiçek” ise geneldir. İşte ancak ve ancak
genel, bir grubu, bir sınıfı, bir ulamı ifade eden sözlük birimleri nesne öbeğini
anlatabilir. Zira kapsayıcı bir terimdir, alt birime göre geneldir. Kaldı ki bir
sözlük birimin bir nesne öbeğini ifade etmesi yani “lâle”nin soğangilleri ya da
daha üst ulamda “çiçek”i ifade etmesi indirgeyici, daraltıcı bir ifadedir. Oysa,
sanırım Vygotski şunun ardında: söz birimler, yalnız yaşayan varlıklar değildir.
Çağrışımlar, ilintilerle de vardır. Asıl önemlisi de odur. Anlam dünyasının
açıldığı, genişlediği nokta. Bu, ruhbilim için çok önemlidir. Vygostki’nin
yerleştiği alan da burasıdır zaten. Benim üzerinde durmaya çalıştığım özel ile
genelin, öznel ile nesnelin ayrım noktası. Çağrışıma dayalı anlamlandırmalar
özneldir. Öznel anlamlandırmanın kabul edilebilirliği ve yaygınlaştırılması
olasıdır. Ritsos örneği için de ayni şeyi söyleyeceğim. Öznel bir değerlendirme.
Öznel bakma, algılama, çağrıştırma deneyimine bağlı bir durum. Bu tür
yaklaşımlar özellikle düş yorumları, şiirsel okumalar için çekici gelebilir. Ama
öznel oluşun ayırdında olmak da çok önemlidir. Elbette burada şairin, bağlamda
varettiği ögelerle anlaşılması gereken ile çağrışımsal olanı, aşırı yorumu
ayırdığımın altını iyice çizmeliyim. Bir tek sözlük birime ait art alan, dil
bütününe kadar vardırılabilir istenirse, tıpkı Derrida’nın kimi terimlerle
yapmaya çalıştığı gibi. Ama böyle bir anlayışın hiçbir sözü anlamaya,
anlamlandırmaya bir katkısı olamaz.

*
Sevgili Ada, sorduğun, şiirde olmayan olgusal şeylerle eleştiri yapma konusuna
da değinmek istiyorum. Şiirin konumlanan anlatım ortamını bir seçenek kabul
edersek, seçenek çeşitliliğini gösterme bakımından böyle bir değerlendirme
yararlı bir hatırlatma olamaz mı?

*
Bir şiirin ezgili biçimde önyaşanması ve kurulması gerçekten ayrı ayrı
deneyimlerin, içtenlikli anlatılmasını, paylaşılmasını, tartışılmasını gerektiren
önemli bir konu.

16 Aralık 2009

Ahmet Ada : Sevgili Durak, bir şair doğal dilin mantığına, sözdizimsel
yapısına uymak zorunda mıdır? Anlamlandırma açısından bir zorlama
görülebilir “hüzün kılıcı” tamlamasında.. Ayrıca, şairin, Türkçenin sözdizimsel
yapısına uygun davranması ne kadar doğrudur? Dilin sözdizimsel yapısını
bozarak yazınsal sapmalar yapmaları, ilk okunuşta yadırgatıcı gelse de, okurun
zihninde yeni tasarımlar uyandırması bana hep ilginç deneyimler olarak
gelmiştir. Tamlamaların da, herkesçe anlaşılan, alışılmış, mantığa uygun
olmaları gerekmez. Şiir dili, alışılmamış tamlamalarla zenginleşir,
anlamlandırma açısından da genişler düşüncesindeyim. Alışılmamış
bağdaştırmalardan Cemal Süreya’nın ‘hüzün heykelleri’ geliyor aklıma. ‘Hüzün
kılıcı’, belki, ‘hüzün heykelleri’ denli etkili bir anlamlandırma değildir. Ama
senin kabul edilebilir olarak gördüğün ‘hüzün kılıç’ tamlaması dizeyi şu biçime
sokar :

Bu kentin hüzün kılıç insanı

Bu da ‘yalın kılıç’ der gibi bir bağdaştırmaya benzer. Oysa benim derdim
hüznün keskinliğini, yaşamı kapladığını aktarabilmek, alışılmamış bir
bağdaştırmayla.

Edimsel anlam konusundaki açıklamalarınız için teşekkür ederim. Umarım bu


yazışmalar, okur için, yazınsal uğraş içinde olan genç arkadaşlar için yararlı
olur.

Notlar:
* Bu yazışmalar 26 Kasım 2009 ile 16 Aralık 2009 tarihleri arasında, aralıklarla
Facebook’ta yapıldı.
**Fazıl Hüsnü Dağlarca, Editörler :Konur Ertop, Özgen Kılıçarslan, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, 2009 (Mustafa Durak, Edimsel Anlam – Fazıl
Hüsnü Dağlarca Şiiri). Ya da: (http://www.scribd.com/doc/29846470/Edimsel-
Anlam-ve-Faz%C4%B1l-Husnu-Da%C4%9Flarca-%C5%9Eiiri-
Imelocutionary-act-and-poetry-of-a-turkish-poet-Faz%C4%B1l-Husnu-Da
%C4%9Flarca)

You might also like