Professional Documents
Culture Documents
(Yazışmalar)
ÇİROZ
26 Kasım 2009
Mustafa Durak : Sevgili Ahmet Ada, ilk okuyucu olmak güzel. Teşekkürler.
Ancak şunu söylersem, umarım alınmazsınız. Şiirde bir sıralama var. Yanlış
saymadıysam 28 ögeli bir sıralama. Bu sıralama sekiz öbeğe bölünmüş. Ama ne
öbek içlerinde, ne de öbekler arası bir ilişki yok gibi geldi bana, yanılıyor
muyum? Böyle olunca bir yığma izlenimi veriyor. İlk elden bunu söylemeliyim.
Selamlar.
26 Kasım 2009
Ahmet Ada : Sevgili Mustafa Durak, çok teşekkür ederim yorumunuz için.
Öğeler ve öbekleri doğru saymışsınız. Ne ki, ben nesneler arası bir ilişki
gözeterek kurmadım şiiri. Her nesnenin her gün ve her saat şaşırttığını belirtmek
için tek tek sıraladım, dünyaya yeni gelmiş şaşkın biri gibi baktığımı belirtmek
için bir araya getirdim. Yine de, yakın çağrıştırmalarla da olsa, bedestenle tonoz,
ahşap ile tuğla ya da beton arasında bir ilişkiden söz edilebilir düşüncesindeyim.
Ayazma, cami, kilise, eğri cam ile köknar, serçe ile martı gibi sözcükler de
imledikleriyle ortak şeylere değer geçerler. Kendiri, urganı nalburlarda görürüz.
Baharatçı dükkânlarıyla yan yana dururlar. Böyledir yaşadığım kent. Bunların
sekiz öbekte sıralanması, bir çırpıda birbirinden ilişkisiz gibi durması, bağlayıcı
dizeyle örtülmüştür: "Şaşırtıyor beni her gün her saat". Dikey anlamda ilişki
böyle kuruluyor. Rimbaud'un iki dizesini anayım:
Ey mevsimler, ey şatolar
Kusursuz olan ruh hangisidir?
27 Kasım 2009
27 Kasım 2009
Şiirimle ilgili olarak, "şaşkınlığı anlatmak için bunca öğeyi sıralamak şart
mıdır?" diyorsunuz. Sözcüklerle, kente ait öğeleri sıralamak şart. Bir atmosfer,
bir görüntü izlenimi yaratmak için. Kuşları, binaları, dükkânları, ağaçları e
hüzün kılıcı insanıyla kent. Doğrusu, bütün bu öğeler, hem anlamlandırma hem
de şiirsellik kurulsun diye bir araya getirildi. Yatay ve dikey örgütlenmede
anlamsal boşluklar doğuyorsa, bağıntılar kurulamıyorsa bunu sözcüksel değerin
başlı başına yer tutmasına, sözcüğün kendi değerini aramasına bağlamak
mümkündür kanısındayım. Yalnızca sessel ilişkilerle de şiir üretildiği
görülmüştür. Benim böyle bir yönelimim olmadı hiç. Ses ve anlam öğelerini bir
arada ve sözcükten başlayarak sözdizimine dek sözcükleri farklı biçimde
kullanmayı seçtim. Bunun deneyselliğe, imgelem sarfiyatına karşılık geldiği
söylenebilir. Ama genel poetik tercihim değildir. Bir çeşit yaşantı ve bilinç
içeriğine bağlı olarak gelişen deneysellik. Biraz da tıpa tıp bir gerçeklikten
uzaklaşma, yaratıcı imgeleme dayanma yönelimi denilebilir. Karşılıklı yapısal
ilişkilerin ise "Sardunyadan kırmızı güllere" diye başlayan öbekte daha sıkı
örüldüğü görülebilir.
Bu şiir şunu açığa çıkardı: Klasik şiir ile modern şiir ayrımının nirengi
noktalarından biri de bağıntı. Şiirin kurucu öğesi olan sözcükler, sözcükler arası
bağıntının kurulması ya da kurulmaması yönünde ve yapının oluşmasında nasıl
bir işlev taşımaktadır?
Bu yazışmanın farklı görüşleri ortaya çıkarması doğal. Bunu, çok yararlı bir
gelişme olarak da görüyorum.
27 Kasım 2009
28 Kasım 2009
28 Kasım 2009
Ahmet Ada : Sevgili Durak, evet, şiiri konuşmaya fırsat bulamadık. Şiiri makro
düzeyde ele almak gerekir kanısındayım. Mikro düzeyde bazı saptamalarda
bulunduk. Girişteki sıralama, sözcük ilintileri ya da ilintisizlikleri vb. Yapı
olarak şiir ne durumda? Neyi imliyor? Matrisi var mı? Araştıramadık henüz.
Doğrusu, şiir kuramı, şiir poetikası üzerine daha önce söylenmiş sözlere ben de
sorgulayarak yaklaşmak eğilimindeyim. Çoğu zaman, şiire ilişkin sorunların
kurcalanması, uygulama olanağı bulması için de gerekli bu. Zaten, Şiirbilimi’nin
edimleri, önerileri, kuramsal çerçeve çizimleri uygulanabilirliği oranında
geçerlidir. Edimsel anlam kavramlaştırması da bir kurama dayanıyor.
Dağlarca'nın şiirinin açımlanmasında yol gösterici olmuş. Ama kurama körü
körüne bağlılık da metinde olmayan aşırı yorumlara yol açabilir. Kuram da bir
şablon olarak kalabilir. Metin çözümlemelerinde metnin anlamlandırdığı
şeylere, imlere, öğelere, göndermelere bakmak, yapılaştırıcı bir tutuma
yönelmek zorundayız.
Şiirin kurucu öğesi olarak sözcüklerin yan yana gelişi anlatımı kurucu bir işlev
taşımalıdır elbette. Hatta neyi anlamlandırmaya çalışıyorsam onu imleyen
eşdeğerli sözcükleri seçmeliyim. Roman Jakobson'un ünlü tanımına başvurayım:
"Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini, seçme ekseninden birleştirme eksenine
yansıtır." Sözcüklerin anlamsal, sessel, ritmik oluşlarına da dikkat ederiz ya da
etmek zorundayız. Sizin "anlatımı biçimlendiren işlevsel ilinti" olarak söz
ettiğiniz şey bu.
‘Çiroz’ şiiri bağlamında sözcükler anlamını tek tek değil, yan yana gelişiyle
bulmaktadır. Sonra bağlayıcı bir dizeyle sıralanışlarının nedensiz olmadığı açığa
çıkar.
28 Kasım 2009
Mustafa Durak : Sevgili Ada, anladığım kadarıyla "Edimsel Anlam" adlı yazıyı
okumuşsun. Ancak sanırım açacağı ufukları fark edememişsin. Öncelikle söz
konusu ileri sürdüğüm kuram elbette bir takım kuramlara dayanıyor. Ancak
şunun fark edilmesini istiyorum. Bu özgün bir kuram ve bana ait. Uzantıları ne
olursa olsun. Bu kuramla peşinde olduğum şey, sanatçının üretiminde her türlü
anlamlandırmaya ek olarak sanat adına, poetika adına gerçekleştirilmiş, yapılmış
olan edimlerin dikkate alınmasıdır. Böyle bakıldığında herhangi bir araştırıcının
eksik bıraktığı başka bir araştırıcı tarafından fark edilebilecek ve ortaya
konabilecek de olsa, bu kuram çerçevesinde gerçekleşecektir. Bu kuramı
Dağlarca örneklerinde uygulamama gelince, her ne kadar Dağlarca’yla ilgili
yazım genel dergi yazılarına bakıldığında uzun bir yazı olsa da, kuramın tüm
açılımlarını gösterebilecek bir nitelikte değil. Elbette Jakobson'un andığın
ifadesine hiç bir itirazım yok, her ne kadar onun şiir anlayışına tümden
katılmasam da.
Şimdi istersen senin kendi şiirine nasıl baktığını öğrenelim. Bu bakış konuşmayı
yönlendirsin. Zira senin sözünü ettiğin "matris" ve "parlama" terimlerinin şiirde
nasıl gerçekleştiğini, kavramlaştığını, edimleştiğini merak ediyorum.
2 Aralık 2009
Ahmet Ada : Sevgili Durak, sözcükler kendi kendilerine de bir anlam ifade
ederler. Bunu bekinerek söylüyorum. Yalnızca bürün (ses olgularının genel adı)
özelliği göstermezler; anlamsal bir birim de oluştururlar. İmledikleri bir şey
vardır. İki sözcük yan yana gelir, duruma göre anlambirim oluştururlar.
Sözcüklerin, çoğu zaman eskil (arkaik), tarihsel, mitolojik, ritüel, güncel
anlambirimleri göz ardı edilemez. Kuşkusuz, sözcüklerin artalanları şiirin
anlamlandırma ekseninde işlevseldir. Şu temel kuram değişmez: Sözcüklerin,
yan yana gelerek, şiir dilindeki birimlerin aktardığı, uyandırdığı tasarım,
düşünce, içerik, kavram anlamdır. Anlamı kuran dil içi bağıntılar ve bağlamdır.
Sözcükler bir bağlam içinde anlam kazanır.
Bir dize bir sözcükle kurulmuş olsun. O sözcüğü ‘parlatan’ ya da yeni bir anlam
kazandıran öteki sözcüklerle olan ilişkisidir. Burada bir sorun yok. Sözcüklerin
gönderimsel değerler taşıdığı konusunda da farklı düşünmüyoruz. Şu gerçeği de
söylemek gerek: Sözcüğün şiirleştirilebilmesi öteki sözcüklerle girdiği bağlamla
gerçekleşir. Sözcük, tek başına bir anlam ifade etmesine karşın, tek başına
şiirleştirilemez. Sözcüğün parlaması ya da edimsel bir anlam yüklenmesi
bağlamı sayesindedir.
ÇİROZ
Şaşırtıyor beni her gün her saat
Bu kentin hüzün kılıcı insanı
Sanat sokağında,
Kendir, urgan satılan çarşılarda
Sevgili Durak, ‘Çiroz’un bu arındırılmış hâlini (öznel bir yargı olacak belki
ama) ben daha çok sevdim. Yeniden biçimlendirilmiş hâliyle yayımlamak gerek
diye düşünüyorum. Böyle olunca, senin saptadığın yığma izlenimi ortadan
kalkıyor. Yeni biçimiyle ‘Çiroz’ birçok sözcüğü dışarıda bırakıyor.
Fazlalıklarından arınıyor. Bu kez, öbek içi ve öbekler arası ilişkinin kurulduğu,
arı, duru, yalın bir anlatıma kavuştuğu görülüyor. ‘Çiroz’un yeni biçimine,
edimsel anlam açısından bakacak olursak, öznenin kenti kavrayışı yaşama
sevinciyle birlikte gerçekleşiyor. Dahası bu olgu açığa çıkıyor. Öznenin yapıp
etmeleri varoluşunu kanıtlarcasına gelişiyor. Özne, sanki, kente doğru yol alan
bir otobüste, bunları düşünüp geçiriyor zihninden. Kent içi yolculuk edimi,
şairin kente ilişkin düşüncelerini yazınsallık içinde aktarmasına yol açıyor. Bir
de şu var: Sözcüğün parlaması. Bir varlığı imleyen ‘ağaç’ sözcüğü “Mevsim
boyu / İşleyip duruyor içimde nâdir bir ağaç” biçimimde bir bağlama
girdiğinde parlıyor.
8 Aralık 2009
Mustafa Durak : Sevgili Ada, elbette konuşma, tartışma sırasında ruhsal yanlar
da devreye girer. Bu engellenemez de ama “sözcükler kendi kendilerine de bir
anlam ifade ederler. Bunu bekinerek söylüyorum. Yalnızca bürün özelliği
göstermezler; anlamsal bir birim de oluştururlar. İmledikleri bir şey vardır.”
İfadeni anlam ve dilbilim konusunda uzman birine ders gibi sunman garip geldi
bana. Sözünü ettiğin bir göstergenin bağlam dışı gösterilenidir. Ve bu noktada
Saussure’ce bir yaklaşım, göstergenin soyut anlamsal değeri söz konusudur.
Elbette göstergenin bağlamdan ayrı işaret ettiği bir şey vardır. Ancak bir
göstergenin bünyesinde, kullanımlara bağlı olarak birden fazla gösterilen
birikebilir. Ve bu gösterilenler ancak bağlama ve söze dahil olan öznelerin niyet
ve anlayışlarına da bağlı olarak gücüllükten (potentiel olandan) gerçekliğe
kayarlar. Dilbilimci gözünde sözcük terimi işlerliğini kaybetmiştir zaten,
bağlam içinde anlamsal bir değeri vardır. Günlük dille sözcüğün parlatılması,
Theophile Gautier’ye yaraşacak bir kullanımdır. Bir sözbirimin parlatılması
(burada 'sözbirim'in, benim sözdizim (syntaxe) birimi olarak öne sürdüğüm bir
terim olduğunu belirtmeliyim) olsa olsa odaklaştırma ya da öne çıkarma
işlemleriyle ifade edilebilir. Elbette böyle bir poetik anlayış, demode olmasına
karşın yine de kullanılabilir. (Rifaterre, Victor Hugo’da “sözcüğün
şiirleşmesi”ni incelemiştir (bk: Michael Riffaterre; Victor Hugo`da Sözcüğün
Şiirselleştirilmesi; çev: Mustafa Durak; Karşı Dergisi; 1990; sayı: 38, (s: 2-8).
Şiirin ilk biçimindeki art-yinelemenin işlevine gelince bunun bir tartım değil,
kent olgusunun vurgulanması olduğunu söylüyorsun. Bana bu da garip geldi.
Evet bir yineleme; israrı, vurgulamayı işaret eder. Bu, yinelemenin doğasında
vardır. Ancak “kent olgusu”nun vurgulanmasını anlamıyorum. Kent olgusu
deyince ister istemez kent olgusunda farklılaşan olguları anlıyorum ve acaba
Ahmet Ada bu deyişiyle, şiirinde hiç kullanmadığı bir karşıtlığı mı kurmuş
zihninde diyorum. Köyden, kasabadan gelmiş birinin sevincini, mutluluğunu,
şaşkınlığını mı anlatmak istiyor? Elbette bu yinelemeler, kabul etmesen de
sıralama ögelerini bölümleyici bir işleve sahip ve bu bölümlemeler sayesinde
“bu kentin” yinelemeleri ritmik (tartımsal) birer öge haline geliyor.
Başlıklaştırma edimi: Her şiirde başlık olmak zorunda değildir. Ama eğer bir
başlık seçilmişse, bu seçimle şair her şeyden önce bir seçme edimi
gerçekleştirmiştir. Peki bu seçme edimini, zihinsel olarak değerlendirirsek bu
seçme işlemini hangi nedenle, hangi ölçüte göre yapmıştır? İlk biçim söz konusu
olduğunda kente, giderek yaşama sevincine bağlı onca şey içinden niye çiroz
seçilmiştir? Şiirde ele alınan kent, kıyı kenti olduğu ve ayni zamanda şiirin
içinde “çiroz kızlar” geçtiği için mi? Oysa bu seçim (: çiroz), şiirin en olumsuz
ifadesidir, şiirdeki özne açısından bakıldığında. Zira “bile” sözcüğü, öznenin
onları kendisi için yeğlenme bakımından en sona yerleştirdiğinin kanıtıdır.
Üstelik sen “çiroz” sözcüğü için “kurutulmuş balık” anlamını bu şiirde
dışladığını belirtiyorsun. Yani başlık doğrudan “çiroz kızlar”la ilgili. Her ne
kadar “şiir, okurun eline geçti mi şiirle okur arasındadır artık anlam” görüşünde
olsam da, senin değerlendirmene göre söylüyorum: şiirin başlığının “çiroz”
olması, söz konusu “kızlar” olduğunda, çiroz sözcüğüyle, onları
olumsuzluyorsun. Bu, belki onların sıkça muhatap oldukları alaysı bir
adlandırma. Onları dışlayan, kendilerini iyi hissettirmeyen bir adlandırma. Şiirde
kısmen şirinleştirilmiş bir adlandırma, şair açısından bakıldığında. Böyle bir
değerlendirme çerçevesinde başlık, şiirin tematiğini saptırmaz mı? Başlık her
zaman yaratıma dahil edilmez ama, şiirle ilgili bir anlamsal uyum içinde olması,
hatta şiirde anlamlandırmayı yönlendirmesi, yaratıcı olması beklenir.
Şiirdeki özneyi etkileyen öbür özneleri ikiye ayırabiliriz. Dilbilgisel de olsa özne
konumunda olanlar ve şiirdeki anlatıcı öznenin yaptığı edimlerin nesnesi
konumunda olanlar. İlkinde portakal bahçeleri, bu kent, çiroz kızlar, nâdir bir
ağaç, (öznenin) yaşamı, kent otobüsü, bir elma tadı. Nesne konumunda şey olan
ama başka açıdan şiirdeki özneyi etkileyiciler olarak özne olan nesneleri de
şöyle sıralayabiliriz. [(kentin) çatısı, çatanası, bedesteni, poyrazı, çiroz, kümbeti,
yağmuru, ayazması, operası, camisi, kilisesi, ahşabı, tuğlası, betonu, denizi,
serçesi, martısı, eğri çamı, köknarı,] sanat sokağı, hüzün kılıcı insanı, [kendiri,
urganı, baharatı, (portakal bahçeleri)], çarşılar; sardunya, kırmızı güller, liman
işçisi, delikanlı balıkçısı, uzanan el; (öznenin içinin) yalazı, deniz, uçan gelincik,
toprak, gök, güneş, (öznenin) ağzı.
Ben yine şiire döneyim. Şiirin ikinci biçimine bakayım. Değişiklik olarak şiirin
girişindeki, benim eleştirdiğim uzun sıralamanın kaldırıldığını, daha doğrusu
“Şaşırtıyor beni her gün her saat” dizesi en başa alınarak sıralamanın,
15 Aralık 2009
Ahmet Ada : Sevgili Durak, 8 Aralık 2009 günlü yazışmanın başında, “dilbilim
konusunda uzman birine ders verir gibi” yazdığımı belirtmişsiniz ki, benim
böyle bir niyetim yok. Bu yazışmanın amacı edimsel anlamın pratiğini
görebilmek, bir şiirin açımlanmasının getireceği eleştirel yaklaşımı okumaktır.
Edimsel anlamın bağlayıcılığında ve üzerinde çalıştığım ‘Çiroz’ şiiri bağlamında
eleştirel okumanın getirdiği, sorguladığı ‘boşlukları’ görmek mümkün olabildi
bu yazışmalarda. Boşlukları doldurmanın da, şiiri yeniden ele alarak
gerçekleşebileceğini gördüm. Şiiri, yüksünmeden, üçüncü kez yeniden
kurguladım:
YAŞAMA SEVİNCİ
Dikkatiniz için teşekkür ederim: Bir dil sürçmesi olsa gerek: İki sözcük yan yana
gelince ‘anlambirim’ değil, ‘sözbirim’ oluştururlar; dolayısıyla bir anlamları
vardır. Sözcüklerin oluşturduğu sözbirimlerinden söz etmeliyim. Sözcükler,
bağlam içinde, yani sözdizim (syntaxe) içinde anlamsal değer üretirler.
Sözcükler, kullanıldıkları bağlam içinde anlam üretirler. Kendileri olan
nesnelerdir sözcükler ve yaşamla ilişkileri vardır. Çağrışımsal düzlemde de olsa
bu gerçeklik sürer gider. Halkın ortak kültürünün, ortak belleğinin bir yerinde
dururlar. Yaşamın bir parçası olmuşlardır. Her sözcüğün uzantısında başka
sözcük vardır. Sözcükler arası kurulan bir şeydir şiirsel yük de. L.S.Vygotsky,
“Bir sözcük, tek bir nesneyi değil, bir nesneler grubu ya da sınıfını ifade eder”
diyor. Şiir dilinde bu işleyiş sözcükler arasında yaratılan gerilim ve kimi zaman
da çatışkılı etkileşimle gerçekleştirilir. Bir konuşmasında Yannis Ritsos,
“Masa” sözcüğünü ele alıp masanın ‘ağaca’, ‘ormana’, ‘kesiciye’, ’oduncuya’,
uzatmayayım, nesne ve insana gönderdiğini vurgular. Bu, modern şiirde,
sözcükler arası kurulan ilişkinin kıvılcımlanarak bir anlama yönelmesiyle
gerçekleşir; tabii sözdiziminin kendi tartımı içinde.
Şiirde olmayan şeylerle şiiri olgusal eleştiriye tutmak ne derece doğrudur? Şairin
bu şiirdeki seçimi bir kenti, bir mekânı insanıyla dile getirmek. Bir ânı ya da ân
kesitlerini dile getirmek bir bakıma. Seçimi bu. Elbette, özneyi toplumsal
çevreniyle, bireysel ve dünyasal sorunlarıyla birlikte konu edinebilir bir şair.
Başka şiirlerimde bu görülebilir. Şöyle düşünüyorum: Bunca umutsuz bir
toplumda ‘yaşama sevinci’ni de dile getirmek gerekir. Yaşama sevinci de
yaşamın bütünselliğinin içindedir çünkü.
“Hüzün kılıcı” tamlamasıyla şair, bu kentin insanının hüznünün kılıç gibi keskin
olduğunu vurguluyor. “Gibi” ilgecini kullanmadan yapıyor bunu. Kılıca ait ilk
akla gelen şey keskinliğidir. Bu tamlamanın ilk sözcüğü ‘hüzün’ olduğuna göre ,
hüznün niteliği ortaya çıkıyor; alışılmamış bağdaştırmanın ürettiği anlam
tamamlanıyor. Bu imgeyi böyle okumak gerekiyor; dahası şairin niyeti bu –
okur nasıl algılar, bilemem.
Son olarak şunları söylemek gerekir: Her şair, şiirinin okunacağını düşünerek
söyleyişini ezgili biçimde kurar. Dizem, sözcüklerin ses özellikleriyle
kullanımından doğar. Farkında mısınız, yukarıdaki dörtlüğün bu özelliklerine
bile değinemedim daha.
16 Aralık 2009
Mustafa Durak: Sevgili Ada, “hüzün kılıcı” deyişini “kılıç gibi keskin
hüzün(ler)” yerine eksiltili bir ifade olarak kullandığını söylüyorsun. Doğrusu
baştan çok mantıklı bir açıklama gibi geliyor insana. Ancak dilin sözdizimsel
yapısı böyle bir anlamlandırmaya uygun mu? Yani dil mantığı bunu kabul
edebilir mi? Dilin sözdizimi böyle bir anlamlandırmaya uygun mu? Yoksa
yaptığın anlamlandırma keyfi mi? Sorgulamamız gereken kabuller değil, dilin
olanakları. Şimdi söz konusu benzetme yapısını örneklendirmek istiyorum:
Hüzün kılıcı
Adam aslanı
Delikanlı çocuğu
Acı alevi
Hüzün kılıç
(Adam) aslan
Çocuk delikanlı
Alev acı
Zira bu kullanımlarda iki adın yan yanalığında söz dizimle ilgili konumsal
değerler farklı farklı işlemektedir.
*
Sevgili Ada, Bu şiir için konuşmalarımızda “edimsel anlam”ın tüm açılımlarını
göstermek çabasında olmadım. Ancak yine edimsel anlam ile ilgili kimi
örnekleri sunduğumu düşünüyorum. Şunu belirtmeliyim. Edimsel anlam,
yapısalcılıktan şu özelliğiyle ayrılır. Bir metin yalnızca kendi yapılarıyla
anlaşılamaz, eleştirilemez. Bir metin ayni zamanda tarihselliği içinde de
kavranmalıdır. Bu, söz konusu metin ulamı içindeki yeri, o metinlerle ilişkisi
içinde de değerlendirilmesini (ki bu noktada eğer bir şair söz konusuysa, şairin
diğer şiirlerine göre bu şiirinin değerlendirilmesini) hatta bu aşamayla da
yetinmeyip ulusal ve evrensel düzlemdeki değerlendirilmesini de gerektirir
demektir. Şairin, ürettiği şiiriyle yapma gücünün, makro ve mikro düzlemde
neler yaptığının, şiirini nasıl şekillendirdiğinin, şiir evreninde nereye kadar
gittiğinin sorgulanmasıdır edimsel anlam. Bu da yalnızca bir şiire bakılarak
yapılabilecek bir iş değildir. Edimsel anlam yalnızca dilbilim, anlambilim
değildir. Edimsel anlam yalnızca şiirle de sınırlı düşünülmemeli. Herhangi bir
metnin, metin(ler), yazar(lar) ve okur(lar) bağlamındaki değeri olarak
görülmelidir. Burada metin(ler)den amacım, bir metnin hem kendi ulamında
hem de tüm metinler içinde duruşu, gerek öncesi, şimdisi, geleceği olarak
tarihselliği ve metnin uzanabileceği birimler arası analiz ve sentezlerdir. Edimsel
anlam tek tek alanların bıraktığı boşlukları doldurabilecek bir kuramdır. Örneğin
dilbilimin, ortaya koyduğu gösterge kavramı; retorik açılımları, hatta anlam
bakımından doğru anlamlandırmaları kucaklayabilecek bir kuram olmaktan
uzaktır. Edimsel anlam alanlar arası analiz ve senteze olanak verebilecek bir
kuramdır. Yazar(lar) dediğimde metnin diğer metin üreticileri ile ilişkisi,
onların edimlerinin değerlendirilmesini de gerektirmektedir. Okur(lar) aşaması
en sorunlu görünen bölümüdür metin-insan ilişkilerinin. Zira hiçbir metnin, hele
hele kültürel olarak öne çıkarılmış metinlerin kabullenilmiş tek bir okuması
olmadığı biliniyor. Burada ilgi odağı olmuş bir metnin ortaya çıkmış, okuma
metni (üst metin) oluşturmuş, yazarlaşmış okuyucular devreye girecektir ister
istemez. Bir okur; bir metinle, bir sözle ilgili açıklamada bulunmaya başladığı
noktada yazarlaşmıştır, konuşuculaşmıştır (hatipleşmiştir). Kendini kamusal
ortamda ifade etmemiş okurlar ister istemez uzanım dışında kalacağından konu
dışıdır. Ancak şunu da unutmuş görünmek istemiyorum. Bunlar toplumun
oluşturucu dinamiğinden kopuk değildir. Uzanım dışı kabul edişim, farkına
varılmama noktasıdır, yani kör noktada kalma durumudur. Toplumsal
kuramlarla ilgilenenleri en çok zorlayan da sanırım bu kör alanların gözden
kaçırılmasıdır. Ancak edimsel anlam, açığa çıkmış her türlü okumayı dikkate
alacağından, kör alanlardan ses gelmeye başladığında dikkate alınması gereği
ortaya çıkmaktadır. Kör alanlardan gelen seslere kulak tıkandığında
oluşturulmaya çalışılan anlamlandırmalar, değerlendirmeler de sistemler de
anlamını yitirmeye başlar, çöküşe doğru bir sürecin işareti verilmiş demektir.
*
L.S.Vygotsky: “Bir sözcük, tek bir nesneyi değil, bir nesneler grubu ya da
sınıfını ifade eder”
*
Sevgili Ada, sorduğun, şiirde olmayan olgusal şeylerle eleştiri yapma konusuna
da değinmek istiyorum. Şiirin konumlanan anlatım ortamını bir seçenek kabul
edersek, seçenek çeşitliliğini gösterme bakımından böyle bir değerlendirme
yararlı bir hatırlatma olamaz mı?
*
Bir şiirin ezgili biçimde önyaşanması ve kurulması gerçekten ayrı ayrı
deneyimlerin, içtenlikli anlatılmasını, paylaşılmasını, tartışılmasını gerektiren
önemli bir konu.
16 Aralık 2009
Ahmet Ada : Sevgili Durak, bir şair doğal dilin mantığına, sözdizimsel
yapısına uymak zorunda mıdır? Anlamlandırma açısından bir zorlama
görülebilir “hüzün kılıcı” tamlamasında.. Ayrıca, şairin, Türkçenin sözdizimsel
yapısına uygun davranması ne kadar doğrudur? Dilin sözdizimsel yapısını
bozarak yazınsal sapmalar yapmaları, ilk okunuşta yadırgatıcı gelse de, okurun
zihninde yeni tasarımlar uyandırması bana hep ilginç deneyimler olarak
gelmiştir. Tamlamaların da, herkesçe anlaşılan, alışılmış, mantığa uygun
olmaları gerekmez. Şiir dili, alışılmamış tamlamalarla zenginleşir,
anlamlandırma açısından da genişler düşüncesindeyim. Alışılmamış
bağdaştırmalardan Cemal Süreya’nın ‘hüzün heykelleri’ geliyor aklıma. ‘Hüzün
kılıcı’, belki, ‘hüzün heykelleri’ denli etkili bir anlamlandırma değildir. Ama
senin kabul edilebilir olarak gördüğün ‘hüzün kılıç’ tamlaması dizeyi şu biçime
sokar :
Bu da ‘yalın kılıç’ der gibi bir bağdaştırmaya benzer. Oysa benim derdim
hüznün keskinliğini, yaşamı kapladığını aktarabilmek, alışılmamış bir
bağdaştırmayla.
Notlar:
* Bu yazışmalar 26 Kasım 2009 ile 16 Aralık 2009 tarihleri arasında, aralıklarla
Facebook’ta yapıldı.
**Fazıl Hüsnü Dağlarca, Editörler :Konur Ertop, Özgen Kılıçarslan, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, 2009 (Mustafa Durak, Edimsel Anlam – Fazıl
Hüsnü Dağlarca Şiiri). Ya da: (http://www.scribd.com/doc/29846470/Edimsel-
Anlam-ve-Faz%C4%B1l-Husnu-Da%C4%9Flarca-%C5%9Eiiri-
Imelocutionary-act-and-poetry-of-a-turkish-poet-Faz%C4%B1l-Husnu-Da
%C4%9Flarca)