Professional Documents
Culture Documents
Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup
izinsiz çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz.
© Copyright 2008 Talat Turhan
KAPIDAKİ ZİNCİR
İlhan SELÇUK
Yok mu?
Tartışma sürüyor. Aradan kaç yıl geçti? Bir sonuç yok. Neredeyse bu konu 'bir
varmış, bir yokmuş olacak...
Biri:
Öteki:
—Hani nerede?
Kahve ihvanı, adamı yakalamış, zinciri kafasına vur-lar, ama nafile! Bizimki, "inadım
inat adım Kara Murat" diyerek söylediğinde diretirmiş:
Kontrgerillanın tezgahından kaç kişi geçti? Kaç kişi işkence gördü? Yüz mü? Bin mi?
On bin mi? Bilinmiyor. Ziverbey Köşkü'nden kaç kişi geçmişti?
Kapalıçarşı'nın Nuruosmaniye tarafındaki kapısında eskiden bir zincir vardı.
Peki, ne oldu?
Sonuç ortada!
Ziverbey Köşkü'nde beni sorguya çeken emekli albay, sözde kontrgerillacıydı; bir
aylık işkence sürecinden sonra, son gün söyledikleri ilginçti:
"-Seni şimdi gönderiyoruz, ama izleyeceğiz. Bundan böyle gözümüz üstünde olacak.
Bu teşkilatta 22 albay ve general bulunmaktadır. Teşkilatı Mahsusa gibidir, bak
görürsün bu teşkilat neler yapacak!.."
Bu yollarda devlet içinde devlet gibi yuvalanmış hiçbir örgüte yer yoktur.
Kontrgerilla Türkiye'ye bir hayır getirmedi, bundan sonra da getiremez; ama, "faili
meçhul cinayetler" sürdükçe kuşkular da silinemeyecek.
"International Airport"a indiğimizde, dolunay büyük bir ampul gibi harap olmuş
Mogadişu'nun üzerinde asılı duruyor. Nemli, sıcak bir hava ve denizin kokusuyla
doluyoruz. Ufak Cessna'mızdan inerken Pakistanlı Birleşmiş Milletler (BM)-askerleri
bizleri selamlıyorlar. Her tarafta Amerikan nakliye makineleri görülüyor, oradan oraya
dolaşan jipler ve koşuşturan insanlar.
Dört ay önce bu havaalanına indiğimde tek bir makina bile bulunmuyordu burada.
Piste yalnız bir köpek uzanmış, güneşleniyordu. On metre kadar yürümüştük ki,
ellerinde ateşe hazır kalaşnikoflarla bir grup Somalili üzerimize yürümeye başladı.
İçlerinden biri İngilizce bağırdı: "Defolun! Burası BM bölgesi değil, burası Somali
ülkesi!" O zamanlar tercümanımız olan Abdi, "Bu insanları mutlu kılamıyorsak bile en
azından mutsuz olmalarına neden olmayalım" dedi. Hemen ayrıldık oradan.
Bir hafta öncesine kadar, Mogadişu dünyanın en yalnız başkenti, Somali'de en tecrit
edilmiş ülkesiydi.
Bir yanda yüz binlerce insan ölürken, yardım ekipleri, yerel çete reisleri tarafından
haraca kesiliyor; açlar için getirilen gıdalardan ülkeye girerken, ton başına o kadar
çok yükleme, boşaltma ve diğer bazı harçlar isteniyordu ki, yardım artık tuhaf bir
farsa dönüşmüştü. Son zamanlarda Somali'ye gönderilenlerin yaklaşık %80'i
çalınıyordu.
Ülkedeki durum son derece ciddiydi. iç savaşı finanse etmeye katkıda bulunan
yalnızca yardım organizasyonları değildi. BM askerlerinin kendileri, "Technicals" diye
adlandırılan, fantazi üniformalı, boyunlarında atkıymış gibi sardıkları fişeklikleri bu-
lunan, kalaşnikoflarla, M–16 silahlarıyla ve "Bazuka" marka tanksavar toplarıyla
oynayan, sarhoş eden kat bitkisini ağızlarından eksik etmeyen ve genellikle, uçak
savar roketini jip ya da pick-up'larına monte ederek meydana getirdikleri "Mad Max"
adlı araçlarında görülen genç, kötü adamları oyalıyorlardı.
"Amerikalılar geldi ve artık her şey değişti", diyor havaalanındaki Pakistanlı asker ve"
gülüyor. Birden, liman arkasından şık giyimli genç bir Somalili ortaya çıkıyor ve "Bu
insanlardan 400 dolarlık ülkeye giriş harcı tahsil etmenizi istiyorum sizden, hemen
şimdi", diyor. "Böyle bir şeye niyetim yok", diyor Pakistanlı, "isim, adres, amir, saat!"
Somalili yanıtları bekliyor. Daha birkaç gün önce silahına davranan, şimdi yalnızca
not defteriyle yetiniyor.
Pakistanlı bilgileri soğukkanlılıkla veriyor. Korkacak hiçbir şey yok artık. Somalili
notunu aldıktan sonra, "Buranın şefi benim", diyor ve kendini bir nakliyat firmasının
sahibi olarak tanıtıyor. Bizi -iki televizyon timi, Stern foto muhabiri Perry Kretz ve
beni- bir kamyonete bindiriyor ve karanlıkta hızla yol alıyoruz.
Amerikalılar burada ama Mogadişu'da geceleri hiçbir şey değişmemiş. Geceleri, kent
her zamanki gibi ürkütücü. Karanlıkta bir yerlerden silah sesleri geliyor, roketler
ateşleniyor. Bir süre sonra kamyonetimiz duruyor. "Bir metre daha ilerlerseniz, ateş
ederiz!" diye Fransızca bağırıyor karanlığın içinden birisi. Silahlarını gergin bir
biçimde bize doğrultan yabancılar lejyonunun üç askeriyle karşılaşıyoruz. Biraz önce
üzerlerine ateş açılmıştı, onlar da cevap veriyordu. "Geri dönün, geri dönün. Geçiş
yasak. Yoksa ateş ederiz."
Mogadişu, aldatıcı kent; gündüz herhangi bir Afrika kasabası gibi görünür. Taşıt
trafiği felce uğrar, muz ve papaya satılır, berberleri ufacık kulübelerinde erkekleri traş
ederler, çay evleri iyi iş yapar ve şu an Amerikan donanmasının bulunduğu yerde
insanlar dolaşır. "Ho, ho, ho Amerika", diye bağırıyor çocuklar hayran hayran. QI'lere
ve kamera timlerine taş fırlatıyorlar.
"Çocuklar bunu alışkanlıklarından ötürü yapıyorlar", diyor, bir zamanlar Somali Hava
Kuvvetlerinde albay ve mühendis olan 70 yaşındaki Osman Makaran. Mogadişu'nun
tam ortasındaki yeşil kuşağa, yani Somali'nin iki zorba "Warlord"u rakip milis şefleri
Ali Mahdi Mohamed ile Mohamed Farah Aidid'in arasındaki sınır çizgisine bizimle
birlikte gitmek isteyip istemediğini soruyoruz.
"Deli miyim ben", diyor Osman, "iki yıl oldu oraya gitmeyeli" - "Ama Aidid ile Ali Mahdi
daha yeni görüşüp adamlarını silahsızlandırma konusunda birbirlerine söz verdiler."
—Buna inanabilmek için gerçekten Amerikalı olmak gerek", diyor Osman. "Onlar
gelmeden önce bu ikisi Baidoa ve Kismayu'ya, önceki günlerde kırk kişinin öldüğü
yere, en azılı birliklerini gönderdiler. Diğerleri silahlarını gömdüler ve şimdi sevimli
görünmeye çalışıyorlar. Ama Amerikalılar gider gitmez her şey yeni baştan
başlayacak."
Havaalanında, ağır bir sırt çantasıyla uçaktan inen Deniz Kuvvetlerinden Teğmen
David Steele ile karşılaşıyoruz. "Kaliforniya'dan geliyorum", diyor ve alnındaki teri
siliyor. "Sanırım müthiş bir tasarımız var, on iki ülkeyle birlikte insani bir müdahale".
Somali üzerine yazılmış ve bütün ABD askerlerine dağıtılmış olan bir kitapçığı
gösteriyor. "Hiçbir zaman ve hangi koşulda olursa olsun, Somalili bir kadını
öpmeyiniz." diye yazıyor bir yerinde. Ve yine: "Her zaman ve hangi koşulda olursa
olsun, bir Somalili ile tokalaşınız."
"Somali bir yığın pislik yalnızca", diyor bir Fransız yabancılar lejyoneri ve tükürüyor.
"Biz bunu biliyoruz. Hemen hemen yalnızca Somalilerin yaşadığı komşu ülke
Cibuti'deki üste bulunduk. Pis dolandırıcılar. Şimdi de silahlarını bile ellerinden
alamıyoruz." Biraz sonra başkomutanı Michel Toulon kısa ve öz olarak şunları
söylüyor: "Biz burada yalnızca Amerika'nın emrine uyuyoruz, o da şöyle: Somalilerin
yalnızca ağır silahlarını alabiliriz, o da onları görebiliyorsak eğer. Araçların kontrol
edilmesi yasak. Kalaşnikof, M–16 veya G3 gibi makineli tüfekler ağır silah değildir.
Oh, ne güzel."
"Ben bütün silahlara karşıyım" diyor, en sonunda ziyaret ettiğimiz UNICEF Başkanı
Mark Sterling. "Ama Somalilinin elinden silahları almak için alternatif sunulmalıdır -iş,
para, bir gelecek. Umarım, Amerikalılar bu ülkenin acele bir askeri çözüme değil,
politik bir başlangıca ihtiyacı olduğunu anlarlar. Bu arada, Ami'lerin gelmelerine çok
sevindim, çünkü o şekilde devam etmemiz mümkün değildi. El bombalarıyla ortalıkta
dolaşan ve her şeyi bombalamak isteyen insanların arasında, bir büroda çalışmayı
kim ister?"
UNICEF binasının önünde genç bir çocuk, Mohammed bekliyor ve tercüman olarak iş
bulmayı umuyor. Somali'nin geleceği ile ilgili dilekleri ne? "Tekrar okula gitmek
istiyorum. İki yıldır kapalı. Dünyanın bir şekilde, benim yeniden okula gitmemi
sağlamasını umuyorum."
Çünkü Ekim'den beri süren uçuş yasağına karşın sürekli havada bulunan Sırp
uçaklarına ABD uçakları ve roketleri tarafından ateş edilmesi durumunda, BM'ye
bağlı İngiliz ve Fransız askerleri bir misillemeyi göze almak durumunda kalacaklardı.
Cumhuriyetçi Cheney'e, beklenilmeyecek şekilde, yeni seçilen demokrat başkan Bili
Clinton destek verdi. "Katliamın azalması için orada yapabileceğimiz her şey",
diyordu Clinton, Little Rock'ta basına, "denemeye değer". Bu "herşeyi"i tanımlarken
de işte, söz konusu uçuş yasağından söz ediyordu, "çünkü kara birliği kullanılmadan
olay havada gerçekleştirilebilir."
"ABD son 50 yılda komünizmin önünü aldı", diyor askeri uzman Chris Morris, "ve
gelecek 50 yıl içinde barbarlığı sona erdirmek için uğraşacak". Bu, Mogadişu'daki
çeteler için ne kadar geçerliyse, Sarayevo'nun Sırp kundakçıları için de o kadar
geçerli.
Her zaman olduğu gibi, yabancı kıyılarda hücuma geçen deniz kuvvetlerini
televizyondan izleyip büyülenen halk, bu fikrin yanında yer alıyor: CNN anketlerine
göre halkın %74'ü Somali çıkartmasına katılmayı, hatta %57'si Bosna'ya askeri
yardımı onaylıyor.
Avrupalılar ise, Balkan Savaşı'na seyirci kalmaları birçoklarını utandırsa bile, çok
daha kuşkucu davranıyorlar. Hollanda Başbakanı Rund Lubbers, "Somali'de
yaptığımızı, Yugoslavya'da yapmamız bir skandaldır", diyor.
Bu durumda Somali belki de -bir hiç için- emsaldir. Clinton'un yardımcısı Al Göre,
"benzer kuvvetlerin olası durumlarda kullanılması" beklentisine karşı uyarılarda
bulunuyordu.
Bununla birlikte BM barış birliklerinden ve yaptırımlarından daha iyi bir araç da yok.
Bölgesel güvenlik gücü olarak NATO, Balkanlardaki büyük felaketi durduracak çok az
şey yaptı. Barış birliklerini Liberya'ya gönderen Batı Afrikalılar bile Avrupalılardan
daha fazla şey yapmışlardı - aynı şekilde başarılı olmamakla birlikte.
"Yasalar değiştirilebilir"
* Politik araç olarak güç kullanma tehdidi de varken böyle bir şey Somali'de
denenmedi.
—Güç kullanma tehdidi yalnızca devletler ve kuruluşlarda etkili olabilir. Somali'de ise
bir kabile ve çete savaşı var. Bu yeni bir şey değil. Ben Central Command'm
başkanıyken, kendi bölgemde 13 silahlı çatışma vardı.
* Ordunun rolü nedir burada? Şimdi Somali'de barış birliği olarak bir deniz kuvvetleri
kolordunuz var.
—Bence bunu ordunun değerlendirmesi uygun. Ama şimdiden yardım
organizasyonlarıyla ordu arasında, gıda malzemelerini kimin dağıtacağına yönelik
tartışmalar var. "Operation Restore Hope"un diğer ülkelerin kuvvetleri ve BM ile
birlikte hareket etmeleri beni sevindiriyor. Gelecekte, bu doğrultuda
gerçekleştirdiğimiz her şeyde, dünyada bizim dışımızdakilerle fikir birliğinin olmasını
umut ediyorum.
*Bu askerler her tür görevde hazır olacaklarsa, kapsamlı bir birlik azaltmasına
gidilmeli.
—Hayır, bu zorunlu değil. Gelecek 30 ya da 40 yıla yönelik stratejik tehlikeleri analiz
etmeliyiz. Ardından kuvvetleri uygun bir şekilde azaltabiliriz.
* Peki, Bosna'daki Müslüman halk tümüyle püskürtülse ya da çoğu imha edilse, ABD
bu durumda müdahale yükümlüğü altında kalmaz mı?
— Tabii ki. Ben hiçbir şeye yapmayalım demiyorum zaten, yalnız tek taraflı bir şeye
kalkışmayalım. Açık bir BM mandasına gerek var -Körfez'deki gibi.
* BM, Bosna üzerindeki bütün askeri uçuşları yasakladı. Ama yine de uçuşları
devam ediyor ve buna karşı bir şey yapılmıyor. Bu, güçle tehdit edilmesini hatta
uçakların düşürülmesini gerektiren bir durum olabilir mi?
—Bunun sorumluluğunu kim taşıyacak? Kimin güçleri kullanılacak? Almanya bu
askeri operasyona katılmaya hazır mı?
* Körfez Savaşı'ndan önce subaylara, "Iraklıların beş yıl içinde yeniden üzerimize
saldırmalarını istemiyorum", demiştiniz. Bu konu hakkında ne diyebilirsiniz?
—Şimdi, biz orada başarılı olduk. Tamam, Irak, Körfez'deki ikinci büyük petrol
üreticisiydi ve bütün ambargoları kaldırıp silahlanmasını seyretseydik, beş ya da on
yıl içerisinde başımıza yeniden bela olurdu. Ama bu noktadan sonra değil.
* 20 Ocak 1993'ten sonra Saddam Hüseyin hala iktidarda olacaktır, ama Başbakan
Bush olmayacaktır.
— Ancak Saddam bugün hiç kimse için bir tehlike arz etmemektedir.
"Free Fail", seçkin ABD "Özel Kuvvetler" (Special Operations Forces, SOF)
askerlerinin gözü pek yöntemlerinden yalnızca birisi. Çok iyi antrenmanlı ve çok
yönlü, "Yeşil Bereliler" şeklinde, Bask başlıklarına göre anılan 11.000 savaşçı küçük
gruplar halinde, askerlik ile macera arasındaki karanlık sınırda operasyonlar
düzenliyor.
Bunlar, içinde silahlı kuvvetler sınıflarının (Armee-Ranger) özel uçucu birlikleri, deniz
kuvvetlerinin SEAL - komandolarının ve "Delta Force" gibi anti-terör savaşçılarının da
yer aldığı 47.000 kişilik Amerikan Özel Kuvvetleri"nin bir elemanı durumunda. Görev
alanları, "düşük yoğunluklu çatışmalardı" (LIC); ayaklanmaların, terörizmin ve
uyuşturucu (gangsterliğinin) bastırılması gibi -ne tam savaş, ne tam barış.
"Newsweek" dergisi, SOF'u "geleceğin savaş gücü" olarak niteliyor. Komutanları Cari
Stiner, profesyonellerini, "ulusal savunma stratejisinin desteklenmesi için Amerikan
dış politikasında kullanılacak ideal gruplar" şeklinde övüyor. Çünkü "adamlar gerçek-
ten her şeyi yapabiliyorlar."
Bunu şimdi de Somali'de kanıtlıyorlar. Deniz Kuvvetleri ülkeye ayak basmadan önce
Armee ve Navy timleri çevreyi kolaçan edip karaya iniş yerlerini emniyet altına
almışlardı. Sivil yardım birimleri, gıdanın açlara dağıtılması konusunda ilk ve
sonuncular: Askerler yuvalarına döndüklerinde bile onlar orada bulunacaklar.
Daima en önde yer alırlar. Kuveyt'le ilgili savaşta Özel Kuvvetler, ağır MG'ler ve özel
kum arabalarının üzerindeki roket atarlarla birlikte, Iraklıların arkasında ispiyoncu ve
sabotajcı olarak görev aldılar. Gece görüş cihazları, helikopter pilotlarına,
alacakaranlık çöldeki radar istasyonlarına alçak uçuş saldırıları yapmalarını mümkün
kılıyordu. El Salvador'da SOF'lar gerillalara karşı hükümete ait birlikleri yönetmişler,
Afganistan'da ihtilalcileri Stinger roketleri konusunda yetiştirmişler ve Kolombiya
ordusu için uyuşturucu mafyasının karargahını tespit etmişlerdi. "Civil-Affairs" birlikleri
Bangladeş ve Florida'da baskın kurbanlarına yardım etmişlerdi.
Her şeyi yapabilenler, her şey olmak istiyorlar: G.I Joe ye iyi bir Samariten (gönüllü
hastabakıcı -çn.), öğretmen ve katil. Ancak, bıçağını dişlerinin arasında taşıyan,
sınıra, sivile, devletlerarası hukuka ve savaş hukukuna aldırış etmeyen cangıl
savaşçıları imajlarını etkiliyor. Fort Bragg'deki 7. Özel Kuvvetler grubu, "A-Takımı"
komando biriminin başçavuşu Wade Chapple, "Rambo olmak istediği için bize
gelenlerin", diyor, "burada işi yoktur".
İki subay ve çeşitli teknik konularda uzman on kişiden (patlayıcı madde uzmanı,
keskin nişancı, telsizci, sıhhiye eri) gözü kara kahramanlar olmaları istenmiyor.
Adamların seçilmesi çok dikkatli bir biçimde gerçekleşiyor. Tipik seçkin er 32
yaşlarında, evli, ondört yıllık okulunu ve oniki yıllık askeri hizmetini tamamlamıştır.
Fort Bragg'deki dev askeri kompleksin bir caddesinin adı Son Tay'dır. (Son Tay), 350
Amerikan savaş tutsağını kurtarmak için 60 komandonun 18 Kasım 1970'de girdikleri
Hanoi'da bir karargahın adı. 27 dakikada 60'm üzerinde Kuzey Vietnamlıyı
öldürmüşler ve bütün tutsakları da kaçırmışlardı. . Bir başka komando faaliyeti de 24
Nisan 1980 tarihinde İran çölünde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Başkan Jimmy
Carter, Tahran'da rehine olarak tutulan Amerikan büyükelçiliği personelinin
kurtarılmasını istiyordu, ancak Delta Force'un bir ara inişi sırasında bir transporter
(nakliye uçağı) ile bir helikopter infilak etmişti: Sekiz ölü. Albay Charles Beckwith
faaliyeti yarıda kesmiş ve ağlamıştı: "Bu yaşamımdaki en büyük başarısızlık."
"Özel Kuvvetler mitindeki çoğu şey fazlasıyla abartılıdır" şeklinde hüküm veriyor
Washington Politika Enstitüsü'nden (CDI) David Isenberg.
"Amerika dünyanın en büyük askeri gücü olarak kalmalıdır", diye vurguluyor yeni
Başkan Bili Clinton. Özel Kuvvetlerden başka hiçbir birlik tam yetkiyi açıktan açığa bu
ölçüde temsil etmiyor. "Haklı ya da haksız", diyor Fort Bragg'deki 7. SF-G grubundan
Wade Chapple, "ülkem için her şeyi yaparım."
1991'de 13.937 Amerikan özel askeri, genelde gizli bir görevle, 41 ülkede 195
faaliyette bulunuyorlardı. SOF sözcüsü Barta ise, "dost kuvvetleri arasında" yardım-
laşma ve eğitimin şimdi en önemli konular olduğunu ileri sürüyor. 3. SF grubundan A-
takımlarının çalıştığı Afrika ise bir ağırlık merkezi teşkil ediyor. Fildişi Sahili'nde
vahşilerle savaşmaktan Botsvana'da paraşüt antrenmanına kadar uzanıyor
çalışmalar. "Soğuk Savaşı kazandık", diyor Albay Peter Stankovich, "şimdi de dışarı
açılıp demokrasiyi sağlamalıyız".
Charlottesville'deki küçük bir gölde Yeşil Bereliler gösteri yapıyorlar. Ağır, özel bir
helikopter iki dakika boyunca bir adacığın üzerinde havada süzülüyor. 30metre
yükseklikten bir düzine adam, naylon halatlarla aşağı iniyorlar. Sonra helikopter suya
lastik botlar bırakıyor; onu silahlı altı dalgıç izliyor. Kurtarma ve yardım amacıyla
helikopterin kıç kapağı suya sarkıtılıyor. Bottakiler seri ateşe başlayınca, helikopter
yeniden yükseliyor.
Göl kenarındaki Yeşil Bereliler Kulübü'nde yüzlerce yaşlı adam bu parlak başarıyı
alkışlıyor. Bu gün 60 yaşında olan eski Vietnam muharibi Maurice Davis büyülenmiş
bir halde anlatıyor: "Hayatım boyunca yaşadığım en heyecanlı anlardı onlar. Tekrar
şansım olsa, aynı şeyleri yapardım".
Mario R. Dederichs
16.9.1992 tarihli Stern 'den çeviren: Nihal Polat Şen
BİRİNCİ BÖLÜM
KONTRGERİLLA CUMHURİYETİ
KONTRGERILLA CUMHURİYETİ
1992 yılının Mart ayında 'Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla başlığını taşıyan
çalışmam yayımlandı. Bu çalışmayla, bu konuda Türkiye'de var olan kavram
kargaşasına son vermeyi amaçlamıştım. Ama o günden bu yana geçen sürede,
Kontrgerilla tartışmasında ne yazık ki, yeni bir mesafe alınabilmiş değil .Belgesel
olarak ortaya koyduğum gerçekleri gerek iktidar yetkilileri ve gerekse bürokrasinin her
iki kanadının temsilcileri, bugün de yadsımayı sürdürüyorlar. Uğur Mumcu'nun
hunharca katledilmesinden ve Kontrgerillayı da hedef alan geniş kitle gösterilerinden
sonra, 14 SHP milletvekilinin TBMM'ye sundukları görüşme önergesi, önce bu
partinin yetkili kurulları tarafından engellendi.
Konunun derli toplu bir biçimde Türk kamuoyunun gündemine yeniden getirilmesinin
gerekli olduğunu düşündüğüm için yeni çalışmamı bir kitap olarak yayımlamanın
uygun olacağına karar verdim.
Kuşkusuz birçok ülkenin silahlı kuvvetlerinde olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri
içinde de böyle özgün bir birliğin bulunmasından, her yurtsever gibi biz de kıvanç
duyarız. Ancak Türkiye'de bu kuruluş üzerinde yoğunlaşan kuşkuların varlığı da bir
gerçektir. Bu öz sunuş ve gösteri, özel eğitimli timlerin varlığı; düşünen, irdeleyen
gerçekleri araştıran çevrelerdeki kuşkuların daha çok artmasına neden oldu.
Bu arada Türk kamuoyu kuruluşun adının değiştirildiğini de ilk kez öğrenmiş oldu.
Türkiye'nin 1952 yılında NATO' ya girmesinden hemen sonra, Eylül ayında bugünkü
Milli Güvenlik Kurulu'nun işlevlerine sahip Milli Müdafaa Yüksek Kurulu'nun bir
kararıyla bugünkü Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın atası olarak bilinen Seferberlik
Tetkik Kurulu adı altında yeni bir organizasyona gidildi. İşlevi ile ismi arasındaki
uyumsuzluk görülmüş olmalı ki, daha sonra kuruluşun adı Özel Harp Dairesi olarak
değiştirildi.
adlandırılabilir.
Bunu belgelemek için, ST 31- 15 simgeli Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat
Talimnamesi'nin şemasını ve karşılığı olan FM 31-16 simgeli Talimnameden alınan
şemayı örnek olarak aktarıyorum. (Belge- 3-4)
Sıkıyönetimin ilan edilmesi ile başbakanlar bir kenara itilmezler. Çünkü sıkıyönetim
yasal bir zorunluluktur ve yasalara göre de yürütmenin denetimi altındadır. Başbakanı
bir 'kenara itecek' güç hangisidir? Bu ve benzeri soruların cevaplarının tartışıldığı bir
siyasal ortamda, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediğinden nasıl söz
edilebilir?
Burada ileri sürülen önerilerle, ülkemizde 1965 yılından bu yana süregelmekte olan
uygulamalar arasındaki uygunluğa da dikkati çekmek istiyorum.
Özel Harp Dairesi üzerindeki kuşkuların yoğunlaşmasına neden olan iki önemli devlet
yetkilisinin açıklamalarından söz edelim.
Bunlardan birincisi eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'tir. Ecevit'in konuyla ilgili
olarak Kasım 1990 tarihinde Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde çıkan
açıklamalarını ek olarak sunuyorum . ( EK- 4)
ikincisi ise eski Genelkurmay Başkanlarından, Devlet Başkanlığı ve
Cumhurbaşkanlığı da yapmış olan emekli orgeneral Kenan Evren'dir. Kenan Evren,
26 Kasım 1990 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan demecinde şunları
söylüyordu:
Ben izin vermedim, ama haberim olmadan belki bazı olaylarda kullanılmıştır."
(Yazarın Notu: Kenan Evren'in söyledikleri gizli örgütlerin doğasında vardır. Nitekim
Batı Almanya gizli örgütü BND'nini kurucusu Reinhard Gehlen, Servis başlığı ile
yayımladığı kitabında, Mehmet Eymür’ün Analiz isimli anılarında aktardığına göre
"bir istihbarat servisinin devletin diğer kuruluşları için konulan kurallarla yönetilmesi
her zaman mümkün değildir" demektedir.)
Üçüncü bir olay da Başbakan iken Turgut Özal'a 1988 yılında yapılan suikast
girişimidir. Suçun faili olarak yakalanan Kartal Demirağ, 4 yıl cezaevinde kaldıktan
sonra tahliye olunca yazdığı 'anılar'ında Dazkırı’da Kontrgerilla eğitiminden geçtiğini
açıklamıştır. Bu konu ile ilgili olarak Turgut Özal tarafından kurulan Soruşturma
Komisyonu'nda görev alan Yargıtay emekli üyelerinden Uğur Tönük tehdit
edildiğinden dolayı görevi bıraktığı için, suikast girişimi olayı bugün de gizini
sürdürmektedir.
1971 yılından bu yana meydana gelen tüm kuşkulu olayların Cihat Akyol'un bu
önerileri doğrultusunda gerçekleşmiş olması da, var olan kuşkulara daha büyük bir
haklılık kazandırmaktadır.
Demokratik hukuk devletinde kendi halkına 'zulüm' yapmayı öneren bir general, bu
yetkiyi hangi yasanın hangi maddesinden almaktadır? Generalin 'sahte operasyon'
önerisi hangi olaylarda uygulanmış, bu 'operasyonlarda hangi örgüt veya kuruluşlar
kullanılmıştır? 'Hukuk devleti' ilkelerine bağlı olduğunu iddia eden yetkililer, bu
soruların yanıtlarını bulmak gibi bir görevle karşı karşıyadırlar.
Ve nihayet Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu, 10 Aralık 1992 tarihinde Show TV'de
yayımlanan 'Arena' Programında, Uğur Dündar'ın "Kontrgerillanın varlığına inanıyor
musunuz?" sorusuna yanıt olarak "hayır" diyebilmektedir.
Eylül 1992'de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş'in varlığını kabul ettiği
bir örgütü, Kontrgerillayı, Devlet Bakanı Kilercioğlu reddediyor.
16 Kasım 1992 tarihinde Show TV'de yayımlanan 32. Gün Programının ilk 15
dakikası Kontrgerilla konusuna ayrılmıştı. Bu programa hazırlık olmak üzere, program
Danışmanı Erbil Tuşalp, Antalya'da benimle bir saat süren bir söyleşi yaptı. Sunulan
programda yapılan söyleşinin sadece birkaç cümlesine yer verildi. Bu cümleler dahi,
bazı çevrelerde büyük bir tedirginlik yarattı ve aynı programın devamında yer alan
Osman Öcalan röportajı bahane edilerek, program yapımcısı Mehmet Ali Birand
üzerindeki baskılar yoğunlaştırıldı.
Sırası gelmişken şu noktayı yeniden belirtmeliyim ki, hiçbir gücün tehdidi bizi
yolumuzdan döndüremez. Bildiğimiz gerçekleri son nefesimize kadar söylemeye ve
yazmaya devam edeceğiz. Bizler, hiçbir zaman ilkel-öç alma duygusunun esiri
olmadık ve olmayacağız. Söylediklerimizin ve yazdıklarımızın yanlış olduğu iddia
ediliyorsa, karşı tezi ilgililer belgeleriyle birlikte açıklamak zorundadırlar.
32. Gün Programının yayımından sonra, Kanal 6 TV, 6 Aralık 1992 tarihinde
gösterilmek üzere benimle 'İşkenceler, Cuntalar ve Kontrgerilla' konusunda bir
söyleşi yaptı. (Bkz. İkinci Bölüm) Bu amaçla 3 Aralık 1992 tarihinde stüdyoda çekim
yapıldı. Daha program yayımlanmadan, 4 Aralık 1992 tarihinde Hürriyet gazetesi,
bana atıf yaparak Orhan Kilercioğlu hakkındaki bazı savları da gene bana mal
ederek haber haline getirdi. Programın gösterilmesinden sonra da, aynı yöndeki
haberler Hürriyet ve diğer basın organlarında sürdü. Hürriyet gazetesi, tüm
düzeltme başvurularımı bugüne kadar göz ardı etti.
Kilercioğlu, sadece bir dergi hakkında, Aktüel dergisinin 541 Aralık 1991 tarihli 22.
sayısında 'Kilercioğlu Ne Kadar Şeffaf başlıklı yazıda yer alan görüşler hakkında,
şahsına yönelik savlarla ilgili olarak dava açmıştır. Bununla da kalmamış, ikinci bir
davanın hedefi olarak da beni seçmiştir. Yayımlanmasının üzerinden 10 ay geçtikten
sonra, 'Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla' başlığını taşıyan kitabınım 31–33.
sayfalarında kendisi hakkında sıralanan savları dava konusu yapmıştır. Orhan
Kilercioğlu, 1993 yılında açtığı davayı, 12 yıl geriye götürerek kendisini aklama
çabası içerisine girmiştir. Sonuçlandığında, bu dava hakkında ayrıntılı açıklama
yapabileceğimi umut ediyorum.
Burada çok daha önemli bir noktanın gözden kaçırılmaması gerekiyor: Orhan
Kilercioğlu'nun Hürriyet gazetesinin 4 Aralık 1992 tarihli maksatlı yayınına
dayanarak yaptığı başvuru üzerine, Ankara 18. Asliye Hukuk Mahkemesi, 4 Aralık
1992 tarih ve 1992/477–284 İş sayılı kararıyla, Medeni Kanunun 24/a maddesi
gereğince, Kanal 6'da 6 Aralık 1992 tarihinde gösterime girecek 'Bizim Koltuk'
Programının yayınını 'tedbiren' durdurma kararı aldı. Türkiye'de ilk kez, bir TV
Programı yayından önce ve içeriği görülmeden, bir mahkeme kararıyla yayımdan
kaldırılmak etendi. Basın-yayın özgürlüğüne saygılı kurumların, Türkiye barolar
Birliği'nin, Baroların bu olayın üzerine gitmesi gerekirken, kamuoyu mahkeme kararı
karşısında sessiz kalmayı yeğledi. Zaman tümüyle geçmiş sayılmaz. Kişisel bir kaygı
ile hareket etmediğimin bilinmesini istiyorum. Amacım, siyasal iktidarın, yargı
üzerindeki somut baskılarını açığa çıkaran bir örneği gündeme getirerek, 'yansız' bir
adalet mekanizmasının yaratılmasına, katkıda bulunmaktır.
Bunu izleyen süreçte, Nokta dergisi, 13–19 Aralık 1992 tarihli 51. sayısında
Kontrgerilla konusunda benimle yaptığı bir söyleşiyi kapaktan yayımladı. (Bkz.
Üçüncü Bölüm)
a. Like the ACC, the organization of the CMAC will vary depending on local
requirements and must be flexible enough to meet changing situations. it wiH
ordinarily be headed by the appointed or elected civilian leader of the community or
area, such as the state governor (province chief), mayor or other political appointee,
and may include the following:
(1) Local police chief.
(2) Süperintended of schools or school principal(s).
(3) Senior members of dominant religious faiths.
(4) Judges and/or other judiciary representatives.
(5) Labor union president(s).
(6) Editors of influential publications.
(7)Representatives of majör business or commercial interests.
(8) Other influential persons.
b. The CMAC will meet as necessary, on cali of the chairman °f the committee. it
should be noted that possibly some persons, such as the poliçe chief, may be
members of both the ACC and the
Şimdi kamuoyunun önünde çok önemli bir görev durmaktadır: CMAC örgütlenmesi
içinde yer alan işadamları ve işçi temsilcileri kimlerdir? Hangi din adamları ve polis
şefleri bu örgütlenme şeması içerisinde görevlendirilmiştir?
AID ve CIA burslarından yararlanarak ABD ve Batı Almanya'daki özel okullarda özel
eğitimden geçirilen, güvenlik ve istihbarat örgütlerine mensup sivil ve asker kişilerin
kimlikleri saptanmalıdır.
Bu konuda en iyi tanıklardan birisi, daha önce sözünü ettiğimiz CIA eski
başkanlarından Stanfield Turner'dir. Turner, gene 'CIA- Gizlilik ve Demokrasi'
başlığı altında yayımlanan anılarında şunları söylüyor:
"1967 yılında CIA'nın yurt dışındaki 'yararlı dost ve unsurları' desteklemek için
harcadığı para yılda on milyon dolara yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim
sendikalar, öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurt dışındaki benzeri
kuruluşlara aktarılıyordu. Bizim sendikalar, demekler bir tür paravan kuruluş görevi
yaparak, para kaynağının CIA olduğu gerçeğinin öğrenilmesini önlüyordu. Böylece,
bizden para alan yabancı sendika ve derneklerin 'Amerikan kuklası' diye anılmasını
da önlüyorduk Bu öylesine büyük bir operasyondu ki,Ford, Rockefeller ve Carnegie
Vakfı dışındaki yabancılara burs veren kurumların 1963-1967 arasında harcadığı
paranın üçte biri CIA'dan geliyordu." (Aktaran: Şahap Balcıoğlu, Görüşler--
Görüşmeler, s. 390)
Sinai Kalkınma Bankası, bu alanda çok önemli bir kuruluştur. Sinai Kalkınma
Bankası, Türkiye'de işbirlikçi özel sektörü palazlandırmak için kurulmuştur. Bankanın
yabancı kökenli sermayesi, Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası İmar ve
Kalkınma Bankası (IBRD) ile International Finance Cooperation'a aittir. Sinai
Kalkınma Bankası'nın iştirakçileri arasında çok önemli bir kuruluş daha vardır:
Amerikan Kalkınma Teşkilatı (AID). AID konusuna aşağıda tekrar döneceğiz, ama
hemen belirtelim ki AID, ABD'nin bir casusluk örgütüdür. Eski CIA ajanı Philip Agee
'CIA Günlüğü' adıyla yayımladığı kitabında AID'ı "geri kalmış ülkelerde CIA için
paravan görevi yapan bir örgüt" olarak tanımlamaktadır.
Daha 1989 yılında AID'ın Türkiye'nin önde gelen özel sektör örgütleri ile işbirliği
yapacağı açıklanmıştı. Hatta ABD Büyükelçisi Abramowitz ile TOBB Başkanı Ali
Coşkun'un imzaladıkları bir de anlaşma parafe edilmişti. Anlaşmanın
imzalanmasından bir hafta kadar önce, Ali Coşkun "bu uzman kuruluşun bilgi
birikiminden yararlanacağız" (Cumhuriyet 2 Ağustos 1989) diye demeç de vermişti.
Burada ilginç bir koşutluğa daha dikkati çekmemiz gerekiyor: Kontrgerilla-Gladio türü
örgütlenmelerin koordinasyonunu sağlamak için Belçika'daki NATO karargahında
kurulan örgütün simgesi de ACC'dir, ACC, Allied Coordination Comitee, (Yazarın
Notu: Leo A. Müller'in Gladio-Kontrgerilla, Soğuk Savaşın Mirası/Pencere Yayınları,
çeviren Emin Karaca, kitabının 43. sayfasında bu örgütün ismi Clandestine
Coordination Comitee olarak geçmektedir) Müttefik Koordinasyon Komitesi
isminin kısaltılmış şeklidir.
Nokta dergisinin, daha sonraki sayılarında yayımlamaktan kaçındığı şemayı bir belge
olarak ekte sunuyorum. (Belge- 9)
d. Sivil kontrol ve idare ile ilgili sorumluluk, ev sahibi hükümetle varılan anlaşmalarda
açıkça belirtilir ve kaide olarak, mümkün olan azami ölçüde, meşru şekilde kurulmuş
hükümete verilir. Askeri kuvvet komutanına, eğer sivil sorumluluk verilmişse
taşmalarda, genel olarak, kurtarılmış ve emniyet altına alınmış bölgelere ait bütün
sorumlulukların, askeri durum müsaade eder etmez, mahalli makamlara
devredileceği ifade edilir."
ABD'nin yeni Başkanı Clinton, selefleri gibi, ABD'nin ulusal ve evrensel çıkarlarını
korumak için yemin ederek görevi teslim aldı. Kuşkusuz bir ülke Başkanının, kendi
ülkesinin çıkarlarını korumasından daha doğal bir şey olamaz. İtirazımız bu noktada
değil. İtirazımız, sözünü ettiğimiz talimnameye uyarak, ABD dışındaki ülkelerin Devlet
Başkanlarının veya Cumhurbaşkanlarının ABD çıkarlarını savunma konumunda
olmalarıdır.
Sorunun çok ilginç bir boyutu daha var: Talimname uyarınca Kara Kuvvetleri
Komutanı, Cumhurbaşkanına görev vermektedir. Bu durum, Anayasa'nın görev-yetki
hükümleri ve hiyerarşik örgüsü ile nasıl bağdaşmaktadır? Dahası Cumhurbaşkanları
talimname ile kendilerine verilen görevin farkında mıdırlar?
İkinci Dünya Savaşından sonra ilan edilen Soğuk Savaş Döneminin kurumlarını
'Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla' başlığı ile yayımlanan çalışmamda açıklamıştım.
Orada da görülebileceği gibi, bu konudaki kuramların bir bölümü, John F. Kennedy
tarafından formüle edildi. Nitekim bu amaçla, Ford Bragg'da kurulan okula J.F.
Kennedy Özel Savaş Okulu adının verilmesi uygun görüldü.
ABD, özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra, yavaş yavaş İngiliz emperyalizmini
teslim almaya başladı, İkinci Dünya Savaşından sonra da dünya emperyalizminin tek
sözcüsü konumuna yükseldi. AGİK'e kadar devam eden süreçteki özel savaş
yöntemlerinin ABD açısından bir başarı olduğunu söyleyebiliriz.
Kuşkusuz ABD'nin özel savaş örgütlenmesi sadece Amerika kıtası ile sınırlı kalmadı,
bütün dünyaya yaygınlaştırıldı. NATO ve Avrupa ülkeleri, Belçika'daki NATO
karargahından yönlendirilmekte ve açıkladığımız gibi ACC (Allied Coordination
Comitee) tarafından idare edilmektedir. Bu örgütlenmenin askeri kuruluşu Al-
manya'dadır. ABD'nin Almanya'daki Komutanlığı Badötlz'dedir. Bu komutanlığa bağlı
olarak Oberammergau'da 20. Özel Kuvvetler Komutanlığı, Ayaklanmalara Karşı
Koyma Okulu ile İstihbarat Okulu bulunmaktadır. Paraşüt Okulu da Songau'dadır.
Bütün NATO ve Avrupa ülkelerinde görev yapan özel kuvvet birimlerinin elemanları
bu okullarda yetiştirilmektedir. Kuruluş şeması aşağıdadır.
Birincisi, ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı kendisini rizikoya atmıyor. Bu görevi, 'ev
sahibi' ülkelerin koşut örgütlerine veriyor. ABD kendi amaçlarının gerçekleştirilmesi
için 'ev sahibi' ülkelerin özel kuvvetlerini kullanıyor.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, Milliyet gazetesinin 5/6 Eylül 1992
tarihli sayılarında yayımlanan demecinde, İngiltere'de SAS'a, ABD'de Delta Forces'a
gönderme yapıyordu. Bunlara Alman Grenz Schütze Gendarmerid Neuen (GSG-9)
örgütünü eklemek gerekir.
GSG-9 timleri, Alman polisinin en önemli birimi olarak biliniyor. Milliyet gazetesinin
11 Aralık 1992 tarihli sayısında, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde görev yapmakta
olan özel harekat timlerinden seçilecek 10 kişilik bir grubun, GSG-9 timlerinde
eğitilmek üzere Almanya'ya gönderileceği, üçer aylık periyotlarla bu grupların sürekli
yenileceği haberi yer alıyordu.
Kural olarak bu tip örgütler, CIA'nın denetimindedir. Buna karşın, adı geçen örgütler
kendi ülkelerinin istihbarat örgütlerinden bağımsız çalışırlar, gerektiğinde sadece
işbirliği yaparlar. Bu konudaki tek istisna, İsrail'de benzer amaçlarla kurulan Shin
Beth örgütüdür. ShinBeth Mossad'ın denetimi altında çalışır.
Adı ve varlığı da, bir örgüt ajanının 4 Ocak 1993 tarihinde Hamas tarafından
öldürülmesi olayı (Bkz. Cumhuriyet, 5 Ocak 1993) üzerine kamuoyunca bilinir hale
geldi.
Sonuç
Görüldüğü gibi ABD emperyalistleri kendi çıkarlarını güvence altına almak için, bütün
dünyaya tepeden tabana kadar örgütlenmişlerdir.
1947'dan bu yana ABD emperyalizminin ülkemiz üzerinde ilmik ilmik ördüğü ihanet
ağları tek tek sökülüp atılmadan ve bağımsızlık bilinci benimsenmeden, Kontrgerilla
tartışmalarını sürdürmeye devam edeceğiz.
EK–1
ANSİKLOPEDİK BİLGİ
KONTRGERİLLA SAVAŞI
Encyclopedia Britannica
Kontrgerilla Savaşı: Tüm gerilla yapısının askeri ve politik olarak, tecrit ve yok
edilmesini öngören bu tip savaşı sürdürmede Ortodoks görüşlü askeri komutanlar,
geleneksel bir savaş durumuna, sonuçlarına bakıldığında, daha uygun düşen geniş
çapta silah ve taktikler kullanmaya başlamış ve kullanmaya da devam etmektedirler:
Şüpheli sığınak ve barınak bölgelerinin topyekûn bombalanması ve yoğun top
ateşine tabi tutulması, sonunda sadece birkaç gerillanın ele geçirilmesi ya da
öldürülmesi ancak tüm köylerin, tümen ve kıtaların gerçekleştirdiği "temizlik"
operasyonları sonucu imha edilmesi, (...) ileri karakollar zinciri oluşturulması yoğun
halde kitle tutuklamaları ve sorgulardan dikkate değer bir başarı sağlanamamıştır.
Albay Trinquier'in, devrimci mücadeleyi konu alan kitaba yazdığı bir önsözde
Berrard Fail, konuyla ilgili şunları yazıyordu: "Amerikalı okuyucular, özellikle
bugünkü, Güney Vietnam'daki operasyonlarla ilgilenenler, ABD'nin, stratejik
köylerden başlayarak geniş çaplı pasifikasyona kadar uzanan uygulamalarının,
görünürde 'yeni' isyan-karşıtı oyunlarının, yalnızca eski taktiklerin provaları olduğunu
hayretle göreceklerdir. Helikopterler, yabani otları öldüren zehirli ilaçlar ve hızlı ateş
eden tüfekler, bu eski taktikleri, mücadelenin karakterini ve sonucunu, Fransızların
yaptığı politik yanlışlar tekrarlandığı sürece, değiştirmez, onun sadece hız ve akışına
yeni bir boyut getirir."
Politik faktör daima önemlidir, komünist devrimci mücadelede her şeyin üstündedir.
Eğer komünist gerilla halkın desteğini alamazsa —eğer denizinde barınan bir balık
gibi değilse— hiçbir zaman rahat hareketlilik sağlayamaz. Sonuç olarak, hükümet,
gerek gerillayı halk desteğinden yoksun bırakmak, gerekse de onu yok etmek için
gerek duyduğu bilgiyi sağlamak için halkın desteğini kazanmak zorundadır. Gerilla
birliklerini dağıtmak ve tek tek gerillaları öldürmek meseleyi çözmez. Bir hükümet her
bir isyanın arkasında bulunan yıkıcı örgütü tamamen ortadan kaldırdığında, güçlü ve
istikrarlı bir yapıya kavuştuğunda ancak başarıya ulaşmış sayılabilir, bu da Fransız
subayı General Allardın, "imha" ve "inşa" gibi çok yerinde sözcüklerle tanımladığı zor
bir süreçtir.
İsyancıların gücü ve yerel hükümetin zayıflığı nedeniyle, Vietnam'da olduğu gibi dış
yardıma başvurulabilir. Araç, malzeme, teknik eğitim ve danışmayla sınırlı
kalmadıkça dış yardım iki kenarı keskin kılıç gibidir. Eğer yardımı veren ülke,
çelişkinin boyutlarını olduğundan daha az değerlendirirse - Vietnam'da ABD'nin
başına geldiği gibi- iş askeri müdahalenin eşiğine gelebilir ve hatta inisiyatifi yerel
hükümetin elinden alabilir, bu durumda da, "ülkede emperyalist işgal var" şeklindeki
komünist propagandaya zemin hazırlanmış olunur.
Yasal Durum: Makul nedenlerden dolayı, Ortodoks görüşlü askeri bir komutan
gerillayı daima yasal konumun dışında saymıştır. Devrimci Savaşta Francis Merion
tarafından birkaç kez darbe yedikten sonra, İngilizler O'nun ne bir "centilmen" ne de
"Hıristiyan" gibi savaşmamasından yakındılar. Napolyon'un mareşalleri İspanyol
Yarımadasında İspanyol-Portekiz gerillalarına karşı şiddetli misillemeye
giriştiklerinde, öldürülen her gerillaya karşılık, gerillalar da bir Fransız tutsağını
öldürüyordu. Bu "barbarca sistem" her iki taratın karşılıklı anlaşmasıyla sonuçlandı.
Aynı problem Amerikan İç Savaşında General Elazar A. Paine, gerillalarca
uygulanan usulsüz DİT saldırıya hedef olduğunda şunları söylüyordu- "Benim
bölgemde ele geçen her gerillayı kurşuna dizeceğim, şayet Güneyli kardeşlerimiz
karşılığında bir federal askeri öldürerek misillemede bulunurlarsa, gidip 5 zengin
bankerinizi ve pamukçunuzu diz çöktürüp kurşuna dizeceğim. Bunu yapacağım,
bunun için bana yardım et Allahım."
1874 tarihli Uluslararası Brüksel Konferansı, yasal olarak savaşan bir taraf olarak
tanınmak için, gerillaların belirli bir komutana bağlı olmaları, belirli bir elbise giymeleri
ya da arma takmaları, silahlarını açıkça taşımaları ve savaşın yasa ve geleneklerine
uygun davranmaları gerektiğini karara bağlamıştır. 1899 ve 1907de, savaş alanının
kuralları üzerine yapılan Hague konferanslarında, bu karar birkaç değişiklikle tekrar
benimsenmişti.
Hague kuralı esas olarak, gerilla savaşının avantajlarını geçersiz kıldığı için değil,
fakat aynı zamanda, sabotaj ve terörist taktiklerin, normal savaş kurallarının dışında
cereyan ettiği ve insanlık dışı sonuçlar doğurduğu için de geçerli olmuştur. Filipin
ayaklanmasından (1899-1902) bu yana gerillalar daima av gibi görülmüş, işkenceye
maruz bırakılmış ya da yargısız idama uğramıştır. Eski bir Fransız gerilla savaşı
emeklisi Albay Trinquier, Cezayir savaşı ile ilgili şunları yazıyordu: "Eğer mahkum
istenen bilgiyi verirse, sınav çabucak sona erer, yok vermezse, uzman elemanlar bu
bilgiyi ondan zorla almalıdırlar. Bu yüzden, bir asker olarak bugüne kadar sıyrılmayı
başardığı bu acıyı ya da ölümü göğüslemelidir. Terörist, bunu mesleğinin ve
mücadelenin bir gereği olarak görmelidir." 19. yüzyılın başlarındaki Yarımada
Savaşı'nda olduğu gibi, adil bir muamele bekleyemez durumda olan gerilla, İspanya
İç Savaşı'nda ve II. Dünya Savaşının partizan savaşında doruğuna ulaşan bir korku
çemberindeki haksız uygulamayı hep sürdüre gelmiştir.
Belki de, bu tür soruların güçlüğünden dolayı, gerillayı çeşitli defector programları
yardımıyla ehlileştirme, tutsakları da politik eğitim ve psikolojik ikna yoluyla
rehabilitasyona tabi tutma şeklinde bir eğilim gündeme gelmiştir.
Bu yeni yaklaşıma rağmen, gerilla belki de savaş alanının bir eşkıyası olarak
kalmaya devam edecektir.
EK–2
Leo A. Müller
Nazi bilim adamları tarafından, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikan Donanım
Araştırması (Operation Poperclip) ve Amerikan Gizli Servisi,CIC için Nazi savaş
suçlarına yardım hakkındaki araştırmalar o kadar açık gösterdi ki, komünistlere karşı
savaşta Amerikalılar hiçbir ideolojik, ahlaki vicdan azabı çekmiyordu. Gestapo'nun
adamı Klaus Barbie olayında açıkça görüldüğü gibi Amerikan CIC'ı aranan savaş
suçlularına gizli servis çalışmaları için silah temin etmişti.
(Leo A. Müller, Gladio-Kontrgerilla, Pencere Yay, Çeviren: Emin Karaca, 1992, s.54-
55)
EK–3
"AYAKLANMALARI BASTIRMA
HAREKETLERİNDEN
Genelkurmay Basımevi–1965
Ayaklanma ve ayaklanmayı bastırma hareketi bir mücadelenin ayrı iki yüzü olup,
bütünü 'ihtilal harbi1 diye ifade etmek maksadına hizmet edecektir.
(Sayfa: 7)
İhtilal, hükümet darbesi ve ayaklanma, iktidarı zor yolu ile ele geçirmenin üç yoludur.
(Sayfa: 8)
(...) Hiç bir ihtilal harbi tamamen dahili bir mesele olarak kalamaz.
(Sayfa: 10)
Yunanistan'daki isyan (ayaklanma) da (...) halkın kafi olarak anti-komünist ve
itimada şayan olması bu güçlüğü (...) izole etti.
(Sayfa: 11)
Herhangi bir ihtilal harbi durumunda halkı kontrol etmek için dört çeşit kontrol organı
vardı: Politik Kuruluş, İdari Bürokrasi, Polis ve Silahlı Kuvvetler.
(Sayfa: 26)
Polis teşkilatları isyanı bastırmakla görevli ilk teşkilat olduklarından içine hulul
edilmeli ve tarafsız hale getirilmelidir.* Adli sistemin bir ayaklanma hadisesinin
fevkalade durumuna hemen tatbik edilmesi bir ihtiyaçtır.
(Sayfa: 30)
Bir hakimin tövbekar olmamış bir asiyi zamanından evvel serbest bırakmasının
tesirleri kısa bir zaman içinde polis, memur ve askerler tarafından hissedilecektir.**
(Sayfa: 75)
Politika yok vazifesi yalnız düşmanı mağlup etmek olan bir askerin normal bir
harpteki tabii bir reaksiyonudur. Fakat ayaklanmaları bastırma hareketlerinde askerin
vazifesi halkın yardımını kazanmak normal bir harpteki tabii bir reaksiyonudur. Fakat
ayaklanmaları bastırma hareketlerinde askerin vazifesi halkın yardımını kazanmak
olduğu için, asker pratik siyasetle meşgul olmalıdır. Ayaklanmaları bastırmakla
görevli olan tarafın bu mücadelenin gaye ve maksadını anlayan liderlere şiddetle
ihtiyacı vardır. Böyle liderleri temin etmekle iki yol vardır: Biri lider olabilecekleri
ayaklanmaları bastırma tekniği mevzuudunda yetiştirerek indoktrine etmek. Diğeri
ise tabii seçimlerdir.
(Sayfa: 80)
(...) Seçimlerde seçilen bütün liderlerin hiç birinin bir işe yaramaması (...)
mümkündür. Bu kadarı da artık talihsizliktir, mahalli olan bu seçimlerde civar
komşulardan daha iyi birini getirip seçimlerde bir hile yapmaktan başka şey
yapılamaz.
(Sayfa: 109)
Üçüncü adım: Halk ile temas etmek ve halkı kontrol altında bulundurmak.
* "CIA para vererek, polis örgütü gibi kuruluşların elemanlarını eğitip araç ve gereç
sağlayarak (...) elde edilemeyecek bilgileri öğrenebilir. (...) Polis gibi güvenlik
görevlileri, devlet memurları arasında en az para kazananlardır ve bir armağanı geri
çevirdikleri ender görülür." (Philip Agee, CIA Günlüğü, s. 80-82)
EK- 4
BÜLENT ECEVİT:
"EDİNDİĞİMİZ BİLGİLERDEN
DEHŞETE KAPILDIK"
"... 1977 yılında çok ilginç bazı olaylar oldu. Çok kuşku uyandırıcı, karanlık olaylar
oldu.
Bunların en önemlisi kuşkusuz 1 Mayıs 1977'de Taksim Alanı'nda 30'u aşkın insanın
ölümü ile sonuçlanan olaydı. Bu, gözler önünde yapılan bir kışkırtma sonucunda
çıkmış bir olaydı. Kışkırtmanın nereden, kimlerden geldiği, herkesin gözleri önünde
cereyan ettiği için belliydi. Ve ciddi olarak üzerine yüründüğü takdirde bu olayın
sorumlularının, kışkırtıcılarının mutlaka ortaya çıkması gerekirdi.
Biz o sırada ana muhalefet partisiydik. Bu olayları soruşturmak üzere bir araştırma
komisyonu kurduk. Ama bir noktadan sonra izler kayboluyordu. Adeta bir bilgi
boşluğu ile, direnişlerle karşılaşıyorduk. Yıllarca üzerinde durduğumuz halde,
Taksim olayının içyüzü anlaşılamadı. O olayın faillerinin saklanmak istendiği daha ilk
günlerde belli olmuştu ve çok acayip bir şekilde tezgahlanan bir olay olduğu
görülüyordu. Onun için benim aklıma bir olasılık olarak, bunun Özel Harp Dairesi'nin
sivil uzantısı ile bağlantısı olabileceği olasılığı geldi. Ve bunu Cumhurbaşkanı Fahri
Korutürk'e bildirmeyi, kaygımı sunmayı görev bildim. Kendisiyle görüşerek Özel Harp
Dairesi ile ilgili bilgileri aktardım. Taksim olayının arkasında bu kuruluşun sivil
uzantısının bulunabileceğini söyledim. Korutürk bunu benden yazılı olarak da istedi.
Korutürk bu konuyu dönemin Başkanı Sayın Süleyman Demirel'e açmış. Demirel
buna büyük tepki gösterdi..."
(Cumhuriyet, 17 Kasım 1990)
Öyle bir resmi dairenin, o zamana kadar adını bile duymamıştım. Devlet bütçesinde
de öyle bir daire adına ayrılmış bir ödenek görülmüyordu.
O zamana kadar bu dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle Amerika Birleşik
Devletleri'nin karşıladığı; ancak artık ABD'nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle
Başbakanlığın örtülü ödeneğinden para istemek zorunda kalındığı bana bildirildi.
O zamana kadar benim, Bakan olarak, Parti Başkanı olarak, Başbakan olarak adını
bile duymamış olduğum ve herhangi bir resmi belgede izine rastlanamayan bu
dairenin, Özel Harp Dairesi'nin nerede bulunduğunu sordum.
Onun üzerine, çalışma yeri olarak kullandığım Başbakanlık Konutunda benim için bir
özsunuş (Brifing) düzenlendi. Özsunuştan önce, Başbakanlık Konurunun duvarları
gizli mikrofon bulunması olasılığına karşı elektronik aygıtlarla iyice tarandı.
Özsunuş toplantısına rahmetli Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık la birlikte
katıldım. Bilgi vermek üzere de rahmetli Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'la, o
sırada Özel Harp Dairesi Başkanı olduğunu öğrendiğim General Kemal Yamak
(Yazarın Notu: Halen Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) ve bir-iki subay katıldı.”
"Anlattıklarının özeti şu idi:
Özel Harp Dairesi, Türkiye'nin veya bir kısım topraklarımızın düşman istilasına
uğraması durumunda, istilacılara karşı gerilla yöntemleriyle ve her türlü yeraltı
etkinliğiyle mücadeleye hazırlanmak üzere kurulmuştu.
Adları gizli tutulan bazı 'Vatansever gönüllüler' de Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısı
olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi.
Gerçi benim aklıma da rahmetli Işık'ın aklına da Özel Harp Dairesi'ni yöneten
komutanların, daireye bağlı sivil elemanları bile bile iç olaylarda kullanacakları
olasılığı gelmemişti. Bugün de böyle bir olasılığı düşünmek bile istemiyorum.
O sırada Özel Harp Dairesi Başkanı olan Kemal Yamak'ın iyi niyetinden de herhangi
bir kuşkumuz yoktu. Nitekim özsunuştan kısa bir süre sonra Kıbrıs'taki Yunan darbesi
üzerine, 17 Temmuz 1974 akşamı, ben Londra'ya Kemal Yamak ile birlikte
gidecektim. Barış Harekatı sırasında da kendisiyle birlikte çalışacaktım. Hiçbir zaman
General Yamak'ın iç politikayla ilgilendiği izlenimini de edinmedim.
Ancak, dairenin başındaki komutanlar ne kadar iyi niyetli ve siyasetten uzak olurlarsa
olsunlar, ömür boyu görevlendirilmiş gönüllü Vatanseverlerden bazılarının, yani Özel
Harp Dairesi'ne bağlı sivil Örgütte görev almış olanlardan bazılarının zamanla
ideolojik kutuplaşmalar içinde yer alabilecekleri ve türlü etkiler altında kalarak,
görevlerini kötüye kullanabilecekleri kuşkusuna kapılmak elde değildi."
"Onun için özsunuştan sonra Hasan Esat Işık'la baş başa yaptığımız görüşmede,
konunun duyarlılığını göz önünde tutarak yapacağımız ön hazırlıklardan sonra, Özel
Harp Dairesi'nin sivil uzantısını ortadan kaldırmak ve bu daireyi dış etkilerden
arındırarak asli görevi ile sınırlamak üzere gereken adımları atmayı kararlaştırdık.
Ne var ki bizim bu bilgileri edinişimizden kısa bir süre sonra Kıbrıs'ta Yunan darbesi
oldu ve garantör devlet olarak Kıbrıs'ta askeri harekata giriştik.
Edindiğimiz bilgilere göre, Özel Harp Dairesi, Rum baskısına karşı Kıbrıs'taki Türk
direnişiyle ilgili bazı işlevler de üstlenmişti. O yüzden sorunun üzerine gitmeyi, Kıbrıs
Barış Harekatı sonrasına ertelemek zorunluluğunu duyduk. Fakat Kıbrıs Barış
Harekatı'nın hemen ardından da hükümetten ayrıldık.
Bana özsunuşta verilen bilgiler çok gizli olduğu için; yeraltına kök salmış, adı sanı
bilinmeyen kimselerden oluşan bir örgüte karşı muhalefetteyken önlem alabilmemiz
olanaksız olduğu için; hatta yapacağım açıklamalar üzerine, kuruluşun sivil
uzantısında yer alanlardan bazılarının korunma içgüdüsüyle ülkede çok
tehlikeli tertiplere yönelebileceklerinden kaygı duyduğum için, o acı devlet
sırrını bir zehir gibi içimde saklamak zorunda kaldım."
— Farz-ı muhal, bu ilçedeki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Başkanı aynı zamanda
Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?
General,
— Evet öyledir, ama kendisi çok güvenilir vatansever bir arkadaşımızdır, yanıtını
verdi.
(Milliyet, 28 Kasım 1990)
EK-5
Özgür Gündem
İtalya'da aşırı sağcı gizli mason locası P2'nin dağılmadığı ve faaliyetlerini sürdürdüğü
haber veriliyor. Şu sıralarda İtalya'nın çeşitli şehirlerinde kollan bulunan gizli bir
şebeke ile ilgili araştırmalar yapılıyor. Tam olarak açıklanmayan sayıdaki şebeke
üyesi hakkında polis soruşturması yapıldığı bildirildi.
İtalyan basınında Yargıç Agostino Cordova'nın, 1980'li yıllarda bir darbeyle hükümeti
devirmeyi planlayan P2 locası ile özdeş bir yapıyı açığa çıkardığı yolunda yazılar yer
alıyor. P2'nin terörist faaliyetlerle de yakın ilişki içinde olduğu kaydediliyor.
Hıristiyan Demokrat Parti milletvekili Tina Anselmi La Republica gazetesine "bu yaz
bana P2'nin faaliyetlerine yeniden başladığı ve gizli grupların kurulduğu haber verildi"
dedi. Anselmi, P2'nin ve ardındaki en önemli kişi olan milyoner Lido Gelli'nin
faaliyetlerini soruşturan parlamento komisyonunun üyesiydi.
P2 locasının üstadı Gelli dünyanın elit tabakasından pek çok kişiyle, kişisel dostluk
kurmuş. Bunlar arasında ABD'nin eski Başkanı Ronald Reagan, Arjantin eski Devlet
Başkanı Juan Peron, Sicilyalı Bankacı Michele Sindona gibi isimler bulunuyor.
Milyoner Gelli 1991 yılında tekrar soruşturmaya uğradı. Yargıç Agostino Cordova,
N'drangheta-Calabria mafyası ile ilgili soruşturma yaparken araştırmaları onu Gelli'nin
ismine götürmüştü. Bunun üzerine Cordova, mahkeme kararıyla Gelli'nin
Arrezzo'daki malikanesine el koymuştu.
İtalya'da loca faaliyetlerine ilişkin yapılmakta olan soruşturma ile ilgili olarak pek az
şey yayımlandı. Birçok kişi, soruşturma sonuçlarının gizli kalması için çeşitli
mekanizmaların çalıştırıldığını ve geride cevaptan çok soruların kalacağını söylüyor.
(Yazarın Notu: Başka ülkelerde de Mason Localarının bu tip faaliyetler içinde olduğu
biliniyor. Ülkemizde İttihat Terakki'den bu yana Masonların istihbarat ve güvenlik
örgütleri içine sızdıkları ve özellikle de İçişleri Bakanlığında önemli mevkileri ellerinde
tuttukları bir gerçektir. (Özgür Gündem, 14 Kasım 1992)
EK-6
ST 31- 15
GAYRİNİZAMİ KUVVETLERE KARŞI
HAREKAT TALİMNAMESİ’NDEN
Bir gayrinizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip
değillerdir.*
(Madde: 9/b)
Tarih, kanuni statülerin gayrinizami kuvvet üyelerini pek az ilgilendirdiğim ve bunların
gayrinizami faaliyetlere katılma kararlarında pek az müessir olduğunu
göstermektedir.*
(Madde: 9/d)
Bazı hallerde (...) diplomatik temsilci ile askeri komutan arasındaki münasebet,
Cumhur reisi tarafından ayrıca çizilebilir.
(Madde: 11/b)
Bir soğuk harb durumunda birleşik kuvvet karargahları veya müşterek ya da kombine
komutanlıklar gayrinizami kuvvetlere karşı harekatları idare edebilirler.
(Madde: 11/c)
Arama ve müsadere gece ve gündüz, her saatte yapılır, a. Bir arama ve müsadere
faaliyeti, ilgili topluluğa, kontrolle bir rahatsızlık verme maksadını güder. Evi barkı
aranan, eşyası müsadere edilen kimseler, gayrinizami kuvvet üyelerini ilerde
barındırmaya veya desteklemeye cesaret edemeyecek şekilde heyecanlandırılmak
ve sindirilmelidir.**
(Madde: 18)
C) Ele geçirilen gayri nizami kuvvet mensuplarının, kendilerini gayrinizami faaliyetlere
katılmaya zorlayan tutumlarını devam ettirmeleri beklenebilir. Bu sebeple:
1) Tutuklu bulunmalarına lüzum vardır ve bu hal uzunca bir süre devam
edebilir.
"DİPLOMALI RAMBOLAR:
HEM KATİL HEM KURTARICI"
Tempo Dergisi
11 bin "Yeşil Bereli", 47 bin kişilik Amerikan "Özel Harekat Birliği'nin sadece bir
parçası. Özel Harekat Birliği kara komandolarının özel paraşütçülerin deniz
komandolarının ve "Delta Forces" olarak bilinen anti-terör gruplarının benzeri bir
birimin birleşmesinden oluşuyor. "Yeşil Bereliler"in asıl görev alanı savaş değil
asayişle ilgili çatışmalar. Ayaklanmaları teröristleri, uyuşturucu gangsterlerini
"halletmek" için icat edildiler. Bu yüzden de kayıtlarda "Light Intensity Conflicts-Hafif
Çatışmalar" olarak geçen işleri yapıyorlar.
"Newsweek" dergisi, Özel Harekat Birliğine, "Geleceğin Ordusu" adını veriyor. Birliğin
komutanı General Cari Stiner kara, hava ve deniz birliklerine dağıtılmış durumdaki
adamlarını, "Amerikan dış politikasının en önemli unsuru ve ulusal güvenlik
stratejisinin en sağlam desteği" olarak tanımlıyor.
Aslında Özel Harekat Birliği'nin her harekatta başarılı olduğu da söylenemez. Fort
Bragg'deki dev eğitim tesislerinde bir sokağa, Vietnam'daki yenilgilerden birini
hatırlatmak ve Hanoi yakınlarındaki bir kampın anısını canlı tutmak amacıyla, Son
Tay adı verilmiş. 24 Nisan 1980'de Tahran'da Amerikan elçiliğine baskın
düzenleyerek rehineleri kaçırmak istediklerinde yaşadıkları yenilgi ve verdikleri 8
kurban, o sırada ağlayarak "yaşadığım en büyük yenilgi" diyen Albay Charles
Beckwith gibi, diğerlerinin de hafızasından silinmiyor. "Delta Grubu" da neredeyse
Noriega'ya yenik düşmek üzereydi. Körfez Savaşı sırasında Bağdat'ta ortadan
kaybolan 11 "Yeşil Bereli'nin ne isimleri ne de ne iş yaptıkları biliniyor.
Özel Harekat Birliği, ister Demokrat olsun, ister Cumhuriyetçi, Amerika'nın, "dünyanın
en büyük askeri gücü" olarak kalması gerektiğini düşünenlerin sorgulamayı
düşünmedikleri bir askeri birim. Bili Clinton da aynı eğilimde olduğunu açıklamadı mı?
Albay Peter Stankovich, "Soğuk savaşı kazandık, şimdi de demokrasiyi kuracağız"
diyor. Özel Harekat Birliğinin özel birimleri, 1991'de 41 ülkede 195 değişik görev
gerçekleştirdi. Bu faaliyetlerde tam 13 937 özel savaşçı çalıştı ve Fildişi Kıyısındaki
gerilla savaşından Botswana'da paraşütçü yetiştirmeye kadar her yerde aktif rol aldı.
General Stiner'a göre etnik çatışmalarda Radikal İslamcıların eylemlerinde, atom
silahlarının yaygın satışını önlemekte, uyuşturucu mafyasıyla savaşta ve terörü
ortadan kaldırmakta sadece bu çok özel eğitimden geçirilmiş adamlar etkin olabilirler.
Şimdi teröre karşı yeni kurulan "Ninja" grubuna başvuran 100 adamdan sadece 10
tanesini aldıklarını söyleyen Stiner, "üç hafta eğitimden sonra kimi alacağımız belli
olur" diyor.
Metne programın hemen başında yer alan 'cuntacı mısınız?1 sorusunun yanıtı dahil
edilmemiştir. Kapsamının ve içeriğinin tam olarak kavrandığına inanmadığım bu
soruyu, programda da tam olarak yanıtlamadım. Çünkü ta etimolojik kökenine kadar
inilirse, bir cunta yönetimini destekleyen herkese 'cuntacı' demek pek de yanlış
olmaz. Örneğin, bir askeri darbenin ürünü olan 1982 Anayasasına % 92lik bir
çoğunlukla oy veren halkı, bu durumda, 'cuntacı' ilan etmeniz de mümkündür.
Fakat gene de bir eksiklik kalmaması için, bu konuda Uğur Mumcu'nun Cumhuriyet
gazetesinin 9–13 Kasım 1985 tarihli sayılarında 'Bomba Davası' başlığı altında
yazdığı ve Celil Gürkan' m da 12 Marta Beş Kala kitabına aldığı dizi yazısının ilgili
bölümlerini özetleyerek ve Teoman Erel'in Milliyet gazetesinin 22 Kasım 1985 tarihli
sayısında yayımlanan makalesini tam metin olarak, bölüm sonuna ekliyorum.
Türkiye genelinde sırf orduda değil, bir yerde oturan kişiler, bir yeri yöneten kişiler
oranın kültürü ile yetişmedikleri için o yetenekte olmadıkları için bu gibi yanlışları
yapıyoruz ve yaşıyoruz. Girdim, sonra bu örgüt genişledi, bütün Silahlı Kuvvetleri
kapsadı, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da dahil olmak üzere, şimdi bu anlayışla
Silahlı Kuvvetler Birliği cunta ise, Cevdet Sunay'da cuntacıların başı. Şimdi
düşünebiliyor musunuz, demokrasi yapıyoruz diye cuntacıların başını getiriyorsunuz,
cumhurbaşkanı yapıyorsunuz. Yani, bir sakatlık var Türkiye'de.
MİT
Neşe Düzel — Siz 1961 yılında size MİT'in İstanbul Bölge Başkanlığının teklif
edildiğini söylüyorsunuz. Sizin o dönemde MİT'le bir ilişkiniz var mıydı?
Ahmet Altan — Neşe birşey sordu, ben onu tekrar etmek istiyorum. Bugünkü haline
gelmezdi MİT dediniz, bugünkü halinden şikayetçi olduğunuzu mu söylüyorsunuz?
Ben söylemiyorum. MİT'in sayın başkanı ayrılırken MİT'in acz içinde olduğunu
söylüyor. Buraya gelmeden önce dosyalarıma baktım. Bende MİT'le ilgili 3–4 klasör
var. 30 kere MİT'e kumanda eden kişiler, MİT'e egemen olmadıklarını söylemişler.
MİT'in başında olan kişiler, bakanlar, "kayden benim emrimde" diyor.
Ahmet Altan — MİT sizin için dosya tutarken, siz de MİT için mi dosya tutuyorsunuz?
Hayır, ben açık istihbarat yapıyorum. Yani gazete kupürlerini topluyorum. Zaten
istihbaratın da normalde %75'i açıktır, %10'u teknolojiktir, geri kalanı da iğrençtir.
Yani ajan vs. gibi. Onların içinde de en çok olanı parayla elde edilen kişilerdir. Yani
bu işi yaptırmaya herkesi bulamazsınız. Bir istihbarat örgütünün iyi olması için, açık
istihbarat çoğunlukta olacak, teknik istihbarat çoğunlukta olacak, bu ajanlarla filan,
eski zaptiye metoduyla, insanların peşine giderek, yatak odalarına girerek, bu
anlayışı ortadan kaldırdığınız zaman örgüte sağlık getirebilirsiniz.
12 Mart
Neşe Düzel — Türkiye orduda cuntalar arasındaki en büyük, en kanlı iktidar
kavgasını 12 Mart muhtırası döneminde yaşadı. O dönemdeki cuntalar hakkında
biraz bilgi verebilir misiniz?
12 Mart muhtırasından başlayalım. 12 Mart muhtırasına imza koyan 4 kişi var. Kim
bunlar; Memduh Tağmaç, Faruk Gürler, Muhsin Batur ve Celal Eyiceoğlu. (Yazarın
Notu: Memduh Tağmaç, emekli olduktan sonra iştirakçileri arasında AID'in de
bulunduğu Sinai Kalkınma Bankası'na yönetim kurulu üyesi olarak atandı. Faruk
Gürler, Cumhurbaşkanı olmak için Genelkurmay Başkanlığından istifa etti, fakat
seçilemedi. Muhsin Batur, CHP tarafından 1980 öncesinde Cumhurbaşkanlığına
aday gösterildi. Celal Eyicioğlu ise, önce sahibi asker kaçağı olan bir denizcilik
şirketinde yönetim kurulu üyeliği görevinde bulundu, sonra Tokyo Büyükelçiliğine
atandı. Elçilik yaptığı dönemde de büyük holdingler ile Japonya arasındaki ticari
ilişkilere aracılılık yaptı.) Üçü orgeneral, biri oramiral. Bunların dünya görüşleri
birbirinden çok farklı. Zaten muhtıra ortaya çıktığı anda prematüre bir çocuktu. Ben
bunu algıladığım için 11 Mart 1971 günü Sadi Koçaş'a "Sunay ve Tağmaç'la
Türkiye'de devrim yapılmaz, ancak hıyanet yapılır, bu hıyanetin içinde olan herkese
acıyorum, size de acıyorum" dedim. Yani muhtıranın bir piç olarak doğduğunu bir gün
evvelden algılamış bir insanım. Neden? Onu anlamak için 3 Mart 1971 günü yapılan
toplantıya bakmak lazım. Bir provokasyon toplantısı söz konusu. Ben de ordayım. Bir
tarafta ordunun 5 generali- ayrıntıya giremiyorum, program nedeniyle - bir tarafta 5
tane eski ihtilalci sayılan kişi, ben de içindeyim. Generallerden birisi ajan, cebinde
teyp var. O toplantıyı teybe alıyor.
Evet, bu bir provokasyon, yani stratejik bir provokasyon. Kimin arasında, ev sahibi ile
ajan korgeneral arasında bir provokasyon. Korgeneral bu teybi alıyor, götürüyor,
Faruk Gürler'e dinletiyor. "Bak" diyor, "senin adamların seni öldürmeyi
düşünüyorlar". Faruk Gürler gidiyor, tam karşısındaki adamın kucağına oturuyor.
Ahmet Altan-Yani, bu erken doğum olmasa, yani o gün o Korgeneral, ajan o bantı
götürüp dinletmese, Faruk Gürler'e bağlı bir cunta mı iktidarı ele geçirecekti?
Muhtıra verecekti veya darbe yapacaktı?
Orduda o zamanki hava şöyle: Ordunun üst düzeyinde ne kadar insan varsa bir şeye
inandırılmış. Nasıl inandırmış, kim inandırmış, kim propaganda yapmış, bunu bilmek
mümkün değil. Faruk Gürler Kara Kuvvetleri Komutanı olacak, belki de adam ikbalini
bu prosedür üzerine kurmuş. Yani Faruk Gürler önce Kara Kuvvetleri Komutanı,
sonra Genelkurmay Başkanı, sonra Cumhurbaşkanı olacak, Türkiye'de her şey
düzelecek.
Hayır, değilim.
Türkiye'nin menfaati olan her yere girerim, girmek imkanım olursa. Orada Türkiye'nin
kaderi konuşuluyor. Onu bilmem lazım.
Ahmet Altan- Orada on kişi bunu konuşuyor. Nasıl o on kişiden biri olabildiniz?
3 Mart 1971 toplantısı, 9 Mart'ta 50 subayla olan, bir ikinci toplantıya dönüştü. O
toplantıda provokatör olan Korgeneral orda da aynı şeyi yaptı ve dolayısıyla o sağ
kanat denen kanadın galebesiyle bir formül ortaya çıktı. Şimdi "sol" kanada gelince,
bu "sol" kanat tabirini kullanıyorsak -ben kullanıyorsam bile- hata yapıyoruz, tabii
solun içeriğini iyi saptamak lazım. Nerden başlıyor, nereye kadar gidiyor. Faşist
anlayışta, komünizmle, sosyal demokrasi aynıdır. Silahlı Kuvvetlere "sol" dediğiniz
vakit, belki "ilerici" diyebilirsiniz. Henüz daha Silahlı Kuvvetleri sola doğru
yaklaştırmak çok zor, yapısından gelen bir olay. Şimdilik "ilerici" kanat diyelim. Daha
doğru olur.
İlerici kanat diyelim. Ben Faruk Gürler cuntasında gösteriliyorum. Ama ben
hayatımda hiç Faruk Gürler'i görmedim.
Hayır, son toplantıya katıldım. Faruk Gürlerin böyle bir yere gitmesi beni rahatsız etti.
Bir adamın bir yere gelmesiyle hiçbir şey değişmez. Silahlı Kuvvetlerde kaynaşmada
bana da başvuruyorlar. Ben o kaynaşmaya da girdim. 69–70 arasında İstanbul'daki
Silahlı Kuvvetler örgütlenmesinin başındaki adamlar bana geldiler. Neden? Eski,
deneyimli ve güvenilir olduğum için geldiler. Fakat Silahlı Kuvvetlerde bir kompleks
var, başına rütbeli bir adam arıyor, yani siz deha da olsanız bir rütbeli adamın
peşinden gitmek istiyor. İş o noktaya gelince devreye Celil Gürkan girdi. Celil
Gürkan'ın arkasına takıldılar. Celil Gürkan devreye girince, bana dediler ki; "biz
sivillerle beraber sırtımda yaralar vardı, her türlü hakaret.
Orda dünya tarihinin yaşamadığı bir vahşet vardı. Bu vahşetin sorumluları hala daha
ikbalde oturuyorlar. Bu Türkiye'nin ayıbıdır. Bir ülkede bir insana dahi işkence
yapılıyorsa, orda ki insanlar susuyorsa, bu suçun iştirakçısıdır. Onun için ben
yapıtlarımda diyorum ki, savunmamda diyorum ki, mahkemede diyorum ki, ben böyle
bir ülkede işkence edilenlerin arasında bulunmayı onur sayıyorum. Şimdi bir insana
işkence yapmaya hiç kimsenin hakkı yok. Ben yapıtlarımda bunun çok detayını
yazdım.
Ahmet Altan — Siz, Ziverbey Köşkü'nde olan işkencelerin bir numaralı sorumlusunun
o sırada 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olan Faik Türün olduğunu
söylüyorsunuz.
72 yılının Temmuz ayında, içerde bir ay Faruk Gürler, Muhsin Batur ve Kemal
Kayacan aleyhine ifade aldılar. Düşünebiliyor musunuz? Kemal Kayacan İstanbul
Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı ve de kızma küfür ediyorlar. Komutan yardımcısının
aleyhinde ifade alıyor, böyle bir işkence karargahı. Bu ifadeleri ikiye böldüler. Bunu
çok açık yazıyorum yapıtlarımda. Faruk Gürler, Muhsin Batur, Kemal Kayacan'a ait
olanları ayırdılar. Onları kulise gönderdiler. O dönemde Genelkurmay Başkanı
değişecek. Bunun kavgası yapılıyor. Bu malzemeydi kulislerde. Bu ifadeler
mahkemeye gelmedi. Yani iki parti ifade. Birisi Faruk Gürler, Muhsin Batur, Kemal
Kayacan'ı suçlayan ifadeler, bir bölümü de diğer ifadeler. Birdenbire bunlar bir
gayrete geliyorlar. İki askeri savcı, bir adamı çekiyor, ifade alıyor. Resmen
suçlanıyor, Faruk Gürler-Muhsin Batur-Kemal Kayacan. 5 Ağustos 1972. Faik
Türün bu ifadeyi cebine koyuyor, Ankara'ya gidiyor. Cumhurbaşkanlığına, Cevdet
Sunay'a. "Faruk Gürler; Marksist-Leninist bir cuntanın başı" diyor. Bunu ben
söylemiyorum, Türün Tercüman gazetesinde 1985 veya 86 yılında yayınlanan,
"Kore'den 12 Mart'a" adındaki anılarında söylüyor. Yani Gürler'i Cumhurbaşkanına
gammazlıyor. Bir ülkede Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları Marksist-
Leninist ise, bu iddia araştırılmıyorsa, orda bir eksiklik vardır. Şimdi, ben konuştuğum
zaman bana diyorlar ki; sen, şu, şu, şu örgütleri yıpratıyorsun, hayır, ben o örgütleri
koruyorum.
Türün'ün anılarında var. "Bana Genelkurmay Başkanı olmam sözü verildi" diyor.
Bütün bu kavgalar olurken 15/16 Ağustos günü gene Ankara’nın semalarında jetler
uçuyor. Faruk Gürler Genelkurmay Başkanı oluyor. Bomba Davası yattı. Ve de bu
yasal olarak geçerli olan ifadeler saklandı. 1 yıl biz içerde yatıyoruz. Bu siyasal
oluşumun sonuca gelmesini bekliyoruz. O arada uydurma şeyler getiriyorlar, davayı
canlandırmak için. Mesela bana Anayasa yaptırıyorlar, bana üç tane adam geldi,
anayasa yaptırdı, şimdi anılardan anlıyoruz ki anayasayı yapanlar ordunun içindeki
insanlar.
Ahmet Altan- Faruk Gürler nasıl galip geldi? Nasıl Genelkurmay Başkanı oldu?
Realite bu. Söylediğim bir realite. Gerçek. Gazete arşivlerini karıştırdığınız zaman
bunları göreceksiniz. Buyurun gelin evde, ben arşivden göstereyim. Şimdi bu doğal
değil, tabii de, dünyanın her yerinde teori ile pratik arasında farklılık var. Az gelişmiş
ülkelerde bu tip farklılıklar daha çok var.
Faruk Gürler'i cumhurbaşkanı yapacağız diye Genelkurmay Başkanlığından indirip,
açıkta bıraktıktan sonra, bir ek iddianame geldi. Bomba Davasına. Gürler cunta başı,
Batur ve Kayacan da cunta üyeleri. Ben bunu kitaplarımda açıklıyorum. Şimdi,
bunları içeri getirecekler, karşı taraf bunlarla mücadele ediyor, tutuklamak için.
Evet, tutuklamak için, o arada hemen bir tutuklama yaptılar, Celil Gürkan ve 6
arkadaşını tutukladılar. Benden Celil Gürkan'a atlıyorlar. Celil Gürkan'dan onlara
atlayacaklar.
Celil Gürkan içerde 6 gün kaldı. Bir güç onu çekti ve Bomba Davası iyot gibi açıkta ve
benim üzerimde kaldı. Ben orada Silahlı Kuvvetlerin onurunu savundum, bugün dahi
onu savunuyorum. Bu kadar tertibin döndüğü bir ülkede, bu kadar tertibin devam et-
tiği yerde kurumların kendisini açığa çıkartmak için bunun ardına gitmesi lazım.
Bugün dahi ben bu davanın görülmesini istiyorum. Ki bu tip hataların bir daha bu tip
örgütlerde tekrarlanmaması için.
Kontrgerilla
Neşe Düzel- Sizin bir konuda daha kitabınız var. Siz kontrgerilla üzerine araştırmalar
yapıyorsunuz. Ahmet Altan -"Özel Harp, Terör ve Kontrgerilla" diye bir kitap yazdınız.
Neşe Düzel- Kontrgerilla ile ilk kez Ziverbey Köşkü'nde karşılaştığınızı
söylüyorsunuz. Halk arasında kontrgerilla diye bilinen bu resmi örgütün adı nedir
aslında?
Kontrgerilla iddiası 1973 yılı 12 Haziran'ından itibaren benim başlattığım bir olayla
devam ediyor. İki bölümde olaya bakmak lazım. Bir, Ziverbey Köşkü'nden
kaynaklanan kontrgerilla iddiaları, ikincisi eski adı Seferberlik Tetkik Kurulu veya Özel
Harp Dairesi, bugünkü adı Özel Kuvvetler Komutanlığı olan kuruluşa bağlı olan
örgütten kaynaklanan iddialar.
Bugün Özel Kuvvetler Komutanlığı adını taşıyan daireye baktığımız zaman, bir özel
tim var, yani yerüstü örgütü var, talimnameye baktığımız zaman diyor ki; Bu tip
kuruluşlar iki bölümden oluşur. Yerüstü örgütü, yeraltı örgütü. Yerüstü örgütü
komando birlikleridir, yeraltı örgütleri bugün "vatansever" diye tanımlanan insanlardan
sivillerden oluşuyor.
Neşe Düzel- Yani yer üstünde subaylar ve askerler var, erler var, yeraltında da sivil,
halktan kişiler var.
Komando birlikleri var, bir de Özel Harp Dairesinin özel timleri var. Bir de gizli siviller
yar.
Ahmet Altan- Peki bu örgütün yani hem yeraltında, hem yerüstünde olan ve ordunun
içinde bulunan bu örgütün görevleri nasıl tarif ediliyor, resmi belgelerde?
Evet, devletin içinde. Hatta orayla işbirliği yapan bir savcı çeşitli kombinezonlarla hala
daha devlette...
Ahmet Altan- Orada görev yapanlar hangi birime bağlı. Ordu mu, sivil mi?
Orası bir karma örgüttü, bu konuda dilekçeler verdim, açıkladım, yani 12 Haziran
1973 günü başbakanlık, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na bir dilekçe verdim.
Kontrgerilla diye bir sağ örgüt, bir cunta var dedim, bunlar insanlara şu, şu, şu
işkenceleri yapıyorlar, şu, şu kuramlara küfür ediyorlar, hakkında meclis araştırması
istiyorum dedim. Aradan 20 yıl geçtiği halde bir meclis araştırması bugün dahi
yapılmadı. Yüz kere kontrgerilla Türkiye'nin gündemine geldi ve yapılamıyor. Şimdi
gelelim Özel Harp Dairesi'nden kaynaklanan kontrgerilla iddialarına. Şimdi bu olay
"Gladio" olayıyla Türkiye'nin gündemine geldi. "Gladio" olayını bir laboratuar olarak
kabul edebiliriz. İtalya'da 90 yılında savcı, yargıç Felice Casson "Gladio" örgütünün
İtalya'da sağ terörizm ile çok sıkı ilişki içerisinde, çeşitli eylemler içinde olduğunu
saptadı, buna araştırmaya başladı. Bu araştırmaya baktığımız vakit olayın arkasında
hem başbakan var, özellikle Cossiga, Cumhurbaşkanı var, yani Cossiga bir nevi
"Gladio"nun ağa babası. "Gladio" denilen örgüt bu Özel Harp Dairesinin yeraltı
örgütünün muadili.
Eşiti, koşutu...
Ahmet Altan- Yani bu örgütler, bütün NATO ülkelerinde, ordunun içinde var?
Ahmet Altan — Peki, şimdi rica etsek bize bu örgütlerin, bütün NATO üyelerinde olan
ve Avrupa'da açığa çıkan ve ortadan kaldırılan, ama halen Türkiye'de varlığı resmen.
Evet veya bir legal harpte, gayri nizami savaş diyorlar buna, bir de normal savaş var,
normal savaşta, eylemleriyle savaşan güçlere destek verecek. Yani askeri maksatla
kullanılması amacı kutsal. Yapısı itibariyle bu örgüt iç, politikaya karışabilir diye bir
imaj var. Karıştığımda işte "Gladio" örneği gösterdi. Somut bir olay. Türkiye'ye
geldiğimiz zaman, Türkiye'de kuşku arttıran etkenler benden kaynaklanmıyor. Çok
yetkili kişilerden kaynaklanıyor. Ecevit diyor ki; bana suikast tertip edildi. Bir
Amerikan silahıydı, bir poliste yakalandı, bir yere kadar gittim, olayın sonunu ala-
madım. Sonra, başka bir başbakana suikast tertip ediliyor. Suikast tertip eden adam
ben, kontrgerilla da eğitim gördüm diyor. Başbakan bir heyet kuruyor, heyetin içinde
Uğur Tönük var. Tehdit ediyorlar, geri çekiliyor. Şimdi, bir ülkede başbakana suikast
tertip ediliyor, olay karanlıkta. Ve de bunun başında bulunan, uzun zaman burayı
kumanda etmiş olan Genelkurmay Başkanı, Devlet Başkanı Kenan Evren benim
zamanımda olmadı ama diyor, elimden kaçmış olabilir. Şimdi bundan daha açık...
Ahmet Altan-Biraz somuta getirelim. Ben size bir soru sordum. Tam cevabım
alamadım ama onun cevabını ben sizin kitaplarınızdan zaten biliyorum. Bu Özel Harp
Dairesi'nin talimatnamelerde yazdığına göre gerek subay üyeleri, gerekse siviller
adam öldürebilirler, sabotaj yapabilirler, adam kaçırabilirler, sakat bırakabilirler,
yaralayabilirler, bunlar onların resmi görevleri arasında.
Neşe Düzel -Sahte operasyonlar düzenleyip, halka zulmedip karşı tarafa yüklerler.
Ahmet Altan- Sizin kitaplarınızdan okuduğumuza göre bu örgüt, yani Özel Harp
Dairesi gerek gizli olan sivil uzantıları, gerek resmi asker üyeleri kanuni bir statüye
sahip değiller. Elimizde kanuni bir statüye sahip olmayan, ordunun içinde askerler
tarafından yönetilen ama kimsenin bilmediği gizli sivil uzantıları olan, adam öldürme
yetkisine sahip bir örgüt varsa ve bu içerdeki olaylara da karışabiliyorsa ki siz
karıştığını iddia ediyorsunuz...
Ahmet Altan -O zaman Türkiye'de faili meçhul kalmış birçok cinayetin bu örgüt
tarafından işlenmiş olabileceğini söylüyorsunuz.
Şöyle bir kural koydum, devamlı bunu söylüyorum. Herhangi bir ülkede sürekli faili
meçhul cinayet işleniyor, failleri meçhul kalıyorsa, kuşkuların birinci odağı istihbarat
örgütleridir. Çünkü istihbarat örgütlerinin ağa babası kirli işler bölümünde bunu
yapıyor.
CIA. Çok yetkilileri, yapıtlarıma aldıra, şu kadar yılda 20.000 kişiyi öldürdük diyor.
Ahmet Altan-Peki, şöyle bir bakarsak bir örgüt var, Özel Harp Dairesi, bunun sivil
uzantıları var ve halk arasında bu örgüte kontrgerilla deniliyor. Bu örgüt resmen Türk
ordusu içinde yer alıyor. Özel Harp Dairesi, genelkurmaya bağlı.
Eğer Özel Harp Dairesi subayları ya da sivil uzantılarıyla cinayet işliyor, terörü
kışkırtıyorsa ki böyle iddialar var ve bunların eğer bir gün doğru olduğu ortaya
çıkarsa, bütün bu yapılanların sorumlusu kim olacak?
Şimdi, eğer böyle bir olay varsa sorumluluk müteselsildir. Yani sorumluluk bir kişide
kalmaz, ama baş sorumlu böyle bir oluşumun varlığına müsaade eden kişilerdir.
Ahmet Altan- Bizde Özel Harp Dairesi'nin yapmış olduğu varsayılan eylemleri, eğer
yaptıysa bunlardan genelkurmay başbakanlarının haberdar olmaması mümkün
müdür?
Neşe Düzel- Darbe önceleri Türkiye'de terör olayları tırmanır ve bu terör olaylarının
darbe önceleri dalgalanmasında kontrgerillanın rolü olduğu ve kışkırttığı iddiaları var.
Sizce darbe öncesi terör olaylarını kontrgerilla mı hazırlıyor?
Özel Savaş, soğuk savaşın ürünü bir yöntem. Özel savaş kavramı içinde askeri
kavramlar var. Sivillere yönelik kavramlar var. Teorisine baktığımız zaman bunlar
var. Teorilerinden bir tanesinde İstikrar Harekatı diye bir bölüm görüyoruz. Yani
stabilizasyon, destabilizasyon, yani bir bölüm var. Özel Harbin içerisinde istikrar
harekatı yapan bir bölüm var.
Yani, destabilize ediyor, sonra stabilize ediyor. Bu bölüm var olduğu sürece bu
kuşkuyu taşımakta haklılık var, somut gerçekler de bizi doğruluyor.
Neşe Düzel -Sizce, bugünkü terör olaylarında kontrgerillanın parmağı olabilir mi?
Bütün bunların ortaya çıkması için 20 yıldan beri çok kesin olarak, çok sık yinelediğim
gibi Meclis araştırması gerekiyor. Bugünkü parlamento bundan 2 yıl evvel bu konuda
çok yoğun tartışmalar yaptı. Biliyorsunuz Sayın Demirel'le, Sayın İnönü par-
lamentoda muhalefette bulunuyorlardı. Bu olayın üzerine gittiler.
Orhan Kilercioğlu
Neşe Düzel-Bugünkü hükümette yer alan devlet bakanlarından emekli General
Orhan Kilercioğlu'nun bir askeri cuntanın üyesi olduğunu, Özel Harp Dairesi ile ve
1977 Taksim Meydanı Katliamı ile ilişkisi olduğunu söylüyorsunuz siz. Bu iddianızı
neye dayandırıyorsunuz?
Dikkat ederseniz bunu yazdığım zaman bir kaynağa atıf yapıyorum. Yani, ben
söylemiyorum, söylenileni yansıtıyorum. 1978 yılının içinde "Hürriyet" Gazetesi
"Science Monitör" gazetesine gönderme yaparak bu olayı iddia etti. Daha sonra,
sanıyorum 1978'in Eylül ayında "Aydınlık" Gazetesi bu konuyu manşete çıkarttı.
Sayın Kilercioğlu'nun 1 Mayıs'ın içinde bulunan bir cuntanın içinde bulunduğunu ve
burada parmağı olduğunu ifade etti. Şimdi burada bir olay var, parmak basmamız
gereken bir olay var. Bir yerde bir iddia varsa, bir kişiye yönelik, o iddiayı eğer o kişi
tekzip etmezse veyahut ta başka yasal yollardan kişilik haklarını kullanmazsa o
iddianın altında kalır. Olay bu gibi geliyor bana.
II. Dünya savaşından sonra dünyaya ihraç edilen ideoloji anti-komünizmdir. Amerika
anti-komünizmi ideolojiye çevirdi, dünyaya ihraç etti. Anti-komünizmin doğal
müttefikleri içinde en önde gelenleri neo-nazist, neo-faşist'lerdir. Her ülkedeki neo-
nazist, neo-faşist partilerin üyeleri doğal olarak en büyük anti-komünist oldukları için...
Bunu yapıtımda ima ediyorum. Çok değerli de bir tanık getiriyorum: Sezai Orkunt.
Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı, milletvekilliği var. Olayların içinde yaşayan
bir adam diyor ki, "Silahlı Kuvvetler sağdan çok soldan korkar. Türkeş'e bazı imkanlar
sağlanmıştır".
Psikolojik savaş da özel savaşın bir bölümüdür. Psikolojik savaş insanın beynini
yıkar. Beyin yıkamanın açık olan yöntemi massmedia ile yapılır. Massmedia kesin
kontrol altındadır.
Hem MİT'in psikolojik savaş dairesi var. Hem de psikolojik savaş bölümü ( TİB) var.
Bunların amacı insan beynini yıkamak. Hangi doğrultuda? Amerikan doğrultusunda
insan beynini yıkamak.
Neşe Düzel — Bütün NATO ülkelerinde kontrgerillanın varlığı ortaya çıkarıldı ve
bazılarında da soruşturuldu, biraz önce söylediğimiz gibi. Yalnızca Türkiye'de bu
konunun üstüne gidilemedi. Türkiye bir gün bu konuyu gerçekten ciddi bir şekilde
araştırabilecek mi? Eğer araştırmazsa Türkiye'de gerçek bir demokrasi kurmak
mümkün müdür? Kontrgerilla gölgesi altında?
Çok teşekkür ederim. Çok haklısınız bu soruyu sormakta. Benimde iddiam bu,
kontrgerilla değil, bir ülkede iktidarın denetlemediği herhangi bir örgüt varsa
demokrasi yoktur. Oysa ki Türkiye'de birçok örgütler iktidarın denetimi dışında ve bir
güç odakları olarak yaşıyorlar, iktidarlar da onlarla uyum halinde yaşamayı kendisine
yediriyor. Bu böyle devam ettiği sürece işte bu kadar demokrasi olacak bu ülkede.
EK–1
CUNTACININ ÖZELEŞTİRİSİ
Teoman Erel
Her türlü koşul altında ve herkese karşı, hatta kendisine karşı sürekli olarak gerçeği
savunabilecek kadar cesur insan var mıdır?
"22 Ekim 1962 günü Mürted Protokolü’ne imza koyan bütün generaller, albaylar
içinde en genç rütbeli bir iki yarbaydan biri de bendim.
Örgütün tüm faaliyetlerine aktif olarak katıldım. Bugün de, katıldığım eylemin tarihi
süreç içindeki doğruluk ve yanlışlığına bakmaksızın, özeleştirimi yaparak sahip
çıkıyorum. Oysa Mürted Protokolü’ne imza koyan (bazı) sayın kişiler gibi imzalarının
onuruna sahip çıkmak cesaretini kendilerinde bulamadılar. Şimdi vurgulayarak bir
gerçeği açıklamak istiyorum. Bu ve benzeri cuntasal örgütlenmelerin dün olduğu gibi
bugün de ulusa hiçbir yararı olmamıştır, olmayacaktır. Emekçilere ve vatansever tüm
kişiler ile siyasal parti ve demokratik örgütlere ülkemizin gerçek demokrasiye
dönüştürülmesinde yasal olarak kavga vermelerini tek seçenek olarak öneriyorum.
Böylece günah da çıkartmış oluyorum.
Bize ilginç gelen bir cuntacının, bir ihtilalcinin, cuntacılığı böylesine açık üslupla
eleştirebilmesidir.
Talat Turhan, düşüncesinin değiştiğini, daha önce yanılgı içinde olduğunu mertçe
açıklamıştır. Aslında on yıl önce mahkemede de özeleştiri yapmıştı. Şimdi bunu
zenginleştirmiştir.
Talat Turhan, bir ara bomba davasına da adı karıştırılmış, işkence görmüş, eziyet
çekmiş bir idealisttir. Osmanlının son zamanlarında vatan için ölümü her an göze
alabilen delifişek ittihatçılara da benzetilebilir. Onlardan farkı gerçeğe ulaşma
amacına yönelen, korkunç araştırma yeteneği ve gücüdür. İnatla araştırır, bulur ve
yazar. Okuyacağı, yazacağı sayfaların binleri, onbinleri bulması onu korkutmaz. Yeter
ki bilgiye, belgeye ve gerçeğe ulaşsın.
Evet evet, böyle bir döneme girilirken cuntacılığın bir cuntacı tarafından açıkça
yargılanması yurdumuz ve zayıf demokrasimiz için yararlı olmuştur. Seçimle gelenin
seçimle gitmesi ilkesinin sahibi ne kadar artarsa o kadar iyidir.
(Milliyet, 22 Kasım 1985)
EK–2
Uğur Mumcu
Talat Turhan'ın savunmasını bu açıdan çok yararlı buldum. Emekli Tümgeneral Celil
Gürkan ile yaptığımız söyleşiden sonra Talat Turhan'ın savunmasını okuyunca, tablo
bütünü ile ortaya çıktı." (...)
"Sol literatürde 'küçük burjuva'nın kaypak olduğu yazılıyor. Benim bütün hayatım, bu
gözlemin doğruluğunu yansıtmaktadır. Evet, 'küçük burjuva' kaypağın kaypağı,
kalleşin kalleşidir.
Aslında benim kavgam hiçbir zaman, küçük burjuvanın, her iki kanadının, yukardan
aşağı oluşturmayı yeğledikleri, Jöntürk gelenekli, iktidar girişimlerinden yana
olmamıştır. Belki ülkenin bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullar içinde bu yolu,
ehveni şer olarak kabul etmişimdir. 27 Mayısa gönül verişim bundandır.
Ama 12 Mart, hem 'hiyerarşik ihtilal', hem Jöntürk gelenekli iktidar mücadele
yöntemlerinin, hem de ehveni şerci görüşlerin iflasını belgelemiştir. Bütün bu
özlemlerin faşizmle noktalandığını, benim gibi faşist özentisi uygulamalarının hedefi
olmuş herkes bugün anlamış bulunuyor.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
"KONTRGERILLA
CUMHURBAŞKANLARINA DA
GÖREV YÜKLER"
Sanki sıradan, basit bir şeyi anlatır gibi ağzından dökülüyor sözcükler emekli Yarbay
Talat Turhan'ın; "ST 31–15 kodlu talimnameye bakın" diyor ve ekliyor, "Orada, bu
işlerin tek bir ülkenin işi olmadığı, müttefiklerle müşterek bir çalışmayı gerektirdiği,
bunun şeklini de cumhurbaşkanının tayin ettiği yazılı." Şaşırıyoruz. Talat Turhan'ın
"bu işler" diye tanımladığı çalışmalar, "kontrgerilla faaliyetleri" çünkü. "Kontrgerilla
cumhurbaşkanına görev mi veriyor?" diye soruyoruz. Talat Turhan sakin sakin
cevaplıyor; "Tabii, tabii..."
En azından şimdilik yanıtsız kalacak bu soruyu bir yana bırakıp, Talat Turhan'a
cumhurbaşkanlarına görev veren bu talimnamede başbakana ait bir görev olup
olmadığını soruyoruz. Turhan, bu soruya bir başka soruyla yanıt veriyor; "Bugüne
kadar hangi başbakan, kontrgerilla faaliyetleriyle ilgili iddialar için bir şey yaptı?"
Turhan'a göre bu iddiaları duymamazlıktan gelmek, araştırmamak, saklamak an-
lamına gelir ki, bu da bir görev olmalı herhalde.
Köşk’teki Kontrgerillacılar
Peki, cumhurbaşkanlarının kontrgerilla tarafından kendilerine verilen görevi nasıl
yürüttüklerine ilişkin bir yorum yapılabilir mi? Talat Turhan bu noktada da Çankaya
Köşkü'ndeki eski ve yeni "kontrgerillacı" danışmanlara dikkat çekiyor ve "bunların
Köşk'teki varlık sebepleri bu görevin yürütülmesi olabilir" diyor. Bu danışmanlardan
birinin kısa süre önce ölen bir gazeteciyi yıllar önce döverek kamuoyunun gündemine
geldiğini de öğreniyoruz bu arada. O yıllarda attığı yumruklar karşılığında Londra
Ateşemiliterliği ile ödüllendirilen kontrgerillacı (Yazarın Notu: Sözü edilen kişi İlhami
Soysal'ın dövülmesine fiilen katılmamıştır. ÖHD Başkanı olan bu kişi, Soysal'ın
kaçırılması ve dövülmesi olayına emir vererek katılmıştır.) gibi bir yeni danışmanın
kökeni de Silahlı Kuvvetler. Ama kontrgerillacılar sadece Köşk'te değil. Konut'a bağlı
kontrgerillacılar da var. Turhan, Başbakanlığa bağlı olarak çalışan
kontrgerillacılardan ünlü isimler veriyor.
"Ya Kilercioğlu?" diyoruz. Talat Turhan'a, isteksiz isteksiz, "Kilercioğlu ortada hiçbir
şey yokken, bir gazetenin oyununa geldi" diyor. Turhan'a göre, Kanal 6'da yayınlanan
"Bizim Koltuk"daki tartışmasını, programın yayına üç gün kala "Talat Turhan
kontrgerillayı anlattı" başlığı ile haberleştiren bu gazetenin haberine "Devlet Bakanı
Orhan Kilercioğlu'nun 1977'deki 1 Mayıs Katliamı'nda parmağı olduğunu öne
süren Talat Turhan" diye başlaması yol açmış bütün gelişmelere.
Kilercioğlu'nun Yöntemleri
Bu kızgınlık, Talat Turhan'ı polemiğe girmek istemediği Kilercioğlu ile ilgili bazı
duyumlarını açıklamaya itiyor:
"Orhan Kilercioğlu uzun süre eski Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın Özel
Kalem Müdürlüğü'nü yaptı. Dolayısıyla Semih Sancar'ın 12 Mart dönemindeki
Sıkıyönetim Komutanlığı sırasındaki yasadışı bütün davranışlarından haberdar.
Sonra sıra, Semih Sancar'ın Kıbrıs Harekatı'nı birlikte yaptığı Bülent Ecevit'le olan
dostluğuna geliyor. Bu dostluk bazı çevreleri rahatsız ettiği için, ayrıntılarını
açıklamaktan rahatsızlık duyduğum bazı yöntemlerle ve bazı aracılarla Semih
Sancar'ın Ecevit yerine Demirel'e yaklaşması sağlandı. O olayda Kilercioğlu'nun
rolü var mıdır acaba? Bugünkü yerine bakınca insan düşünmüyor değil."
O geçmiş döneme ait bir başka anekdot ise Namık Kemal Ersun'a ait. 5 Haziran
1978 seçimlerinin ardından Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Er-sun ile
birlikte bazı subayların emekli edildiklerini anlatıyor Talat Turhan ve bu emekliliklerin
o günden bugüne bilinmediği iddiasını ileri sürüyor. Turhan, "Nasıl açıklık rejimi bu?
Bu kadar önemli olayların nedenini bilmiyoruz" diyor. Namık Kemal Ersun ve
diğerlerinin darbe hazırlığı içinde oldukları gerekçesiyle emekliye ayrıldığını söyleyen
Turhan, idamla cezalandırılabilecek önemde bir suçu işleyen Ersun Paşa'nın 12
Eylül'den sonra İş Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine atanarak ödüllendirildiğini
belirtiyor.
Biz tekrar kontrgerilla konusuna dönmek istediğimizde, anlattığı hiçbir kişi veya olayın
bu konunun dışında olmadığını söylüyor Talat Turhan ve devam ediyor; "Nerede
dokunulmaz, hiçbir dönemde yerini kaybetmemiş bir kişi varsa o kişi bana kontrgerilla
ilişkilerini çağrıştırır. Nerede karanlıkta kalmış bir cinayet, suikast, üzeri kapatılmaya
çalışılan bir bilinmez varsa şüphelenirim." Talat Turhan'ı bu denli şüpheci kılan,
biraz da duyarsızlık. Yıllarca bu konu ile ilgili kamuoyuna belge ve isim sunduğunu,
ne bu isimlerden ne de bu belgelerden bir karşılık alabildiğini anlatıyor Turhan.
"Biz yine de bir kez daha soralım" deyince, "Mesela Halit Narin" diyor Talat Turhan.
Turhan'a göre hiçbir zaman gündemden düşmeyen, hep önde, yukarıda kalmış bir
isim Halit Narin. "Adam hem müflis, hem devlete borçlu, hem de evinde bakanlar
ağırlıyor, bakanlarla beraber. Ben bu tür dokunulmaz insanlardan ürküyorum" diyor
Turhan ve "80'den bu yana başbakan ve cumhurbaşkanının yurt dışı seyahatlerine
katılanlar arasında Narin var, o gezilerde acaba Narin para ödüyor mu? Yoksa onun
parasını birisi mi veriyor" sorusunu soruyor. Ama anlattıkları arasında asıl ilginç olanı
biraz geçmişe uzanıyor.
Talat Turhan bu olayı ve ilişkiyi anlayamadığını söylüyor ve ekliyor: "O olayın ertesi
günü Muğla Valisi oradan sürüldü. Narin'in body guardı Hiram Abas'ı ise bir güç
oradan aldı ve MİT'in başına doğru itti. Onu MİT'in başına koymak devletin onuruna
yakışmaz. Eğer MİT Raporu olayı olmasaydı gerçekten de MİT'e başkan olacaktı."
Hiram Abas'ın MİT'e başkan olarak getirilmek istenmesinin nedeni ise asker-sivil
çekişmesinin ardında yatıyor. Turhan, sivil kanadın başındaki Hiram Abas'ın ilişkileri
ve bağlılıkları üzerine "Doruk Operasyonu" adlı kitapta yazdıklarını örnek veriyor.
Bu kişiler kimler olabilir sorusu geliyor akla tabii ki ve biz de soruyoruz. Turhan'ın
imaları var elbette; "Yeri hiç değişmeyen sendika temsilcileri, iş dünyasının hep
gündemdeki temsilcileri, parlamenterlere oturduğu yerden hakaret edip koltuğu dahi
sallanmayan yargı temsilcileri ile flaşları hiç sönmeyen yay m dünyası yöneticileri"
gibi imalar bunlar. "Bir örgüt içinde, polis ile yargı yöneticilerini bir araya
getiriyorsanız, bu çok tehlikeli bir durumdur" diyen Turhan, anayasal sistemi
reddeden bu oluşumun CIA ve AID tarafından kontrol edildiğini ve denetlendiğini de
sözlerine ekliyor. Turhan'ın DGM'lere yönelik sözleri ise "12 Mart'ın bütün pisliklerine
bulaşmış insanların göreve getirildiği olağanüstü mahkemelerin doğası, zaten
istihbarat örgütleriyle birlikte çalışmalarına uygundur" oluyor.
"O 1 Mayıs gösterileri sırasında orada silah kullanan kalabalığa ilk ateşi açan birkaç
kişi biliniyordur herhalde, bu kişiler şimdi nerede ve hangi görevdeler"
Ecevit'e suikast girişiminde kullanılan silahın ve balistik raporunun nerede olduğu
sorusu da var ortada. Ya Özal'a suikast girişimindeki bilinmezler. Turhan'a göre
örnekleri çoğaltmak mümkün ama soruların yanıtlarına ulaşmak o kadar mümkün
görünmüyor.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BASINDAN SEÇMELER
"Bu teşkilatın amacı şudur: Karşıda savaşa giren bir düşman bölgesine sızarak
oradaki halkı mukavemet için organize eder. Ya da düşman Türk toprağına girmiştir,
kontrgerilla işgal bölgesinde kalıp halkı direnişe teşvik eder, organize eder. Bu
kuruluşlar her ülkede var. İngiltere'de SAS alayı, ABD'de Delta Force budur. Bizde
Özel Kuvvetler Komutanlığı var. Fevkalade iyi eğitilmişlerdir, ama görevleri bellidir.
Bunlar bölgede neden adam öldürsün? Devlet kesinlikle böyle bir şey yapmaz."
Biz 18 Haziran tarihli "Türkiye'de kontrgerilla hala var mı?" başlıklı yazımızda,
ilgililerin bu hususta hiç konuşmadığını belirtmiştik. Evet, şimdi üst seviye bir ilgili
konuşuyor. Adı ne olursa olsun, böyle bir örgütün varlığı tescil edilmiş oluyor
böylece... Peki, acaba bu örgüt mensuplarının 12 Eylül öncesinde bazı olayları
provoke ettikleri söyleniyordu. Şimdilerde de böyle provokasyonlarda bunların
parmağı, var mı ki?
Bilmiyoruz. Bizimki sadece merak. Türkiye'de henüz şeffaflık olmadığı için buna
cevap verecek bir babayiğit de kolay kolay çıkmaz herhalde...
Hâlbuki birçok Batılı ülkede bu tür örgütlerin foyaları bir bir ortaya çıkıyor.
(Atilla Yargıcı, Yeni Asya, 9 Eylül 1992)
Kontrgerilla iddiası
MÇP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, "Ne şahsen ne de başkan olduğum MHP ve
MÇP'nin, MİT, CIA ve kontrgerilla ile ilgisi düşünülemez" dedi. Türkeş, önceki akşam
özel bir televizyonun yayımladığı haber programda ortaya atılan, Türkiye'de
kontrgerilla teşkilatı bulunduğu, bunun sivil uzantısında MHP'nin de yer aldığı
şeklindeki iddiaları cevaplandırmak üzere bir basın toplantısı düzenledi. Alparslan
Türkeş, haber programının "Asılsız, hayal mahsulü iddialara" dayandığını, geçmişte
de "Türkeş-MHP-kontrgerilla ve CIA uzantısı" iddialarının ortaya atıldığını ve milliyetçi
hareketin kamuoyunda küçük düşürülmeye çalışıldığını söyledi.
(Cumhuriyet, 17 Kasım 1992)
Gladio şeffaflaştıramadıklarımız...
Özal'ın yetkisine tırpan."
"ANAP'ın sonu."
Hay huyları arasında, Kontrgerilla, Gladio veya Özel Harp Dairesi diye çeşitli isimler
altında anılan mesele güme gitti.
Geçtiğimiz Pazartesi günü akşamı, Mehmet Ali Birand'ın takdim ettiği 32. Gün
programı çerçevesinde, dile getirilen Gladio meselesinden bahsediyoruz.
Ama her ne hikmetse, bir-iki cılız sataşma ve cevaptan başka bir ses gelmedi...
***
CHP eski ve DSP yeni Genel Başkanı Bülent Ecevit, dehşetli ifşaatlarda bulundu.
"Özel Harp Dairesi örtülü ödenekten besleniyor. Aldığı paraları nereye harcadığı belli
değil. Her yere silah depoluyor. Komünistlere karşı teşkilatlanıyor. Pek çok masrafını
ABD finanse ediyor. Ve anarşik hadiselerin birçoğunu provoke ediyor izlenimi var..."
Falan, filan...
***
Gladionun bulunduğu birçok NATO ülkesi, meselenin üzerine üzerine gitti. Gerekli
girişimlerde bulundu. Gladio'larım dağıttı. Türkiye'de bir-iki çalkantıdan başka bir şey
yok.
Neden?
***
MHP eski ve MÇP yeni Genel Başkanı Alpaslan Türkeş. TBMM'de yaptığı basın
toplantısında şöyle dedi:
"Kenan Evren ve Bülent Ecevit gibi, devletin en üst kademelerinde görev almış
kişilerin bu beyanları talihsiz. MHP Sarıkamış İlçe Başkanının Özel Harp Dairesi
elemanı olduğunu Sayın Ecevit'in açıklamasından öğrendim. Kars'ın diğer ilçesindeki
CHP ilçe başkanının da aynı kuruluşun görevlisi olduğunu.."
İnkar yok.
Gladio, Kontrgerilla veya Özel Harp Dairesi sivil elemanı her partide yer aldı...
MHP'de mi, MSP'de mi, AP'de mi, CHP'de mi, yoksa diğer partilerde mi?
Bir başka bahara veya bir başka "memleketi kurtarma" operasyonunda birleşmek
üzere!
Şeffafçasına!
(Ali Ferşadoğlu, Yeni Asya, 21 Kasım 1992)
Güneydoğu'da yaşanan, bir ayaklanma ise o zaman PKK için "gerilla" denmesi
uygundur.
Bu kavramın birinci anlamı "düşman ülkede veya düşmanın işgal etmiş olduğu bir
bölgede egemen otoriteyi yıkmak ve zayıflatmak için" yerli halkın desteği ile yapılan
askeri ve yarı askeri hareket demektir.
Bu anlamda "gayri nizami harp" düşman ülkede ya da işgal edilmiş topraklarda devlet
kuvvetlerince yönetilir "Özel harp" olarak adlandırılan "gayri nizami harp"in ikinci
anlamı, devlete karşı ayrılıkçı güçlerce yönetilen ayaklanmadır.
Gerillalar, "şehir gerillası" ve "kır gerillası" olarak ikiye ayrılır.
Stratejik savunma
Stratejik denge
Stratejik taarruz.
Terörde amaç, şiddetin korku yaratmasıdır. Terör, gizli örgütlerce yapılır; terörün
hedefleri yalnızca güvenlik güçleri değil, sivil halktır.
Terörist eylemler iki amaca yönelirler. Birinci amaç, toplumda korku, yılgınlık ve
sürekli tedirginlik yaratmaktır.
Hiçbir devlet, ayaklanmaya hoşgörü ile bakmaz. Bakarsa varlık nedenleri ile çelişir.
Silahlı eylemler, ancak silahla bastırılır.
PKK, bir "ayaklanma" başlattı. Bu ayaklanmayı da kendi yayın organlarında açık açık
duyurdu. PKK'nın kendisi bu eylemlere "ayaklanma" dedikten sonra bizlerin bu
eylemlere başka ad takmamızın anlamı yoktur. Anlamı olmadığı gibi gerilla ve terör
eylemlerine başka başka adlar bulmak da inandırıcı olmaz.
Yıllardır terör olayı ile iç içe yaşıyoruz. Artık bu konularda geçerli kural ve tanımları da
öğrenmek zorundayız. Yoksa, kamuoyunu yanlış yönde koşullandırmış oluruz.
32. Gün programında bu konunun ele alındığım ve bu çok gizli örgütün varlığı ve
faaliyetleriyle ilgili bilgi ve belgelerin bir kısmının ortaya konulduğunu belirten
Mezarcı, Genelkurmay Başkanlığı'nın Özel Harp Dairesi'nin nasıl çalıştığını
göstermek için bir basın toplantısı düzenlediğini ancak, bunun kamuoyunu tatmin
etmediğini kaydetti.
Mezarcı, 1960 ihtilali de dahil olmak üzere darbe ve muhtıra öncesi ortamların ve
darbelerin oluşumunda bizzat devlet kurumlarının aktif rollerinin bulunduğu iddiasının
devleti de orduyu da zan ve şaibe altına soktuğunu bildirdi.
Mezarcı, "Türkiye'nin Meclis üstü ve Meclis dışı gizli kurum ve örgütlerle yönetilip
yönlendirildiği iddiaları meclislerimize de, hükümetlerimize de gölge düşürecek
boyutlardadır. Meclisimizin, ordumuzun ve devletimizin bu zan, töhmet ve
şaibelerden kurtarılarak yıpratılmaması için çok kapsamlı ve ciddi bir Meclis
araştırması ile konunun aydınlatılması gerekmektedir" dedi.
Kimisi tembel, kimisi de kötü niyetli olan bir kısım gazeteci makalesi de, iki yıllık
SABAH koleksiyonlarını taramak yerine, masa başında "işkembe-i kübradan" İkinci
Cumhuriyet'e "teorisyen ve sahip politikacı" peydahlamaktalar.
***
"İkinci Cumhuriyet" kavramının özüne değil de gündemdeki yerine niyetlenen kimi
uyanık politikacıların gazetedeki demeçlerine göz atarken, birden bir habere
rastladım.
***
***
Ama bildiğim bir şey var; "devletin içinde bir çete olduğu" iddiasının aydınlatılması
sürekli engelleniyor.
Mehmet Ali Birand, bugün Devlet Güvenlik Mah-kemesi'nin önünde ise, 32. Gün'de
"Turgut Özal'ın suikastı" Kontrgerilla'nın yaptığını söylediği içindir.
Ve ne gariptir ki, normal bir demokraside, böyle bir iddia, tüm kamuoyunu ayağa
kaldıracakken, bizde sağır geçiştirilmiştir.
Hatta tam tersine, Mehmet Ali Birand, Kontrgerilla'nın basındaki uzantısı "muhbir'ler
tarafından savcılara, genelkurmaya jurnal edilmiştir.
Şark kurnazdır.
Genellikle basında "Özal saplantısına" sahip olanlar Kontrgerilla ile ilgili iddialar
karşısında tavana bakarlar.
Hâlbuki hem Özal'a karşı şiddetli muhalif olunabilir hem de "devletin hukuksal
temeline" hançer saplayan Kontrgerilla iddiası üzerine gidilebilir.
"Cumhurbaşkanını devlet içindeki silahlı bir çete öldürmek istedi" iddiası duyulmadan,
sadece Özal'a karşı kin ateşi körüklenmekle yetiniliyor.
***
Türkiye hariç...
Beceremiyor çünkü buradaki tüm ekonomik vanalar da, tüm siyasal mekanizmalar da
"asker ve sivil bürokrasi" elinde...
Kontrgerillayı soruşturamayan meclis ve siyaset sistemi, bu yapının gücünü besleyen
devlet bankalarını özelleştiremiyor, KİT'leri de tasfiye edemiyor...
***
Neyse ki, "İkinci Cumhuriyet" elektrik gibi...
Sahtesi olamıyor...
Tüm karanlığı ile Kontrgerilla konusu bir turnusol kâğıdı gibi bekliyor.
Öyle sinirleniyor ki, bizim arkadaşların suratına telefonu "şırakkk" diye kapatıyor
Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu... Oysa sadece birkaç soruyu yanıtlaması için arıyor
kendisini bizim arkadaşlarımız... Sinirlendiğine göre, demek ortada sinirlenecek bir
durum var, diye düşünüyor insan ister istemez...
Neşe Düzel ile Ahmet Altan her pazar olduğu gibi, Kanal 6'da saat 12'de "Bizim
Koltuk" programında yeni bir konukla halkın karşısına çıkıyor. Bugünkü konuk Talat
Turhan. Kontrgerilla konusunda uzman sayılanlardan biri Talat Turhan. Bu konuda
kitapları var, yazıları ve gazetelerde yayınlanmış dizileri var. Emekli bir asker, emekli
asker oluşu önemli, çünkü bazı bilgilere sahip bu nedenle...
Programda kontrgerillayı çeşitli yönlerden anlatan Turhan'ın, bir soruya şu çok çarpıcı
karşılığı verdiği iddia ediliyor:
"1977 yılında Taksim'deki Kanlı 1 Mayıs'ta bugün Devlet Bakanı olan Orhan
Kilercioğlu'nun da parmağı vardır. Kilercioğlu o tarihte askerdi. Ve yine o tarihte
askeri cuntalardan biri olan Namık Kemal Ersun cuntasının içinde yer alıyordu."
Kilercioğlu Ne Diyor?
Önceki gün ve dün "Bizim Koltuk" önemli sahnelerle karşılaşıyor. Çünkü haberi
duyan Kilercioğlu kendisiyle ilgili bölümün yayından çıkarılması amacıyla mahkemeye
başvuruyor. Milliyet de onun görüşüne başvuruyor.
Önce, Neşe Düzel ile Ahmet Altan'ı kutlamak gerekiyor. Kontrgerilla gibi Türkiye'de
tabu sayılan bir konuyu ekrana getirdikleri için... Ardından iddialara kulak vermek
gerekiyor. Konu, Kilercioğlu'nun da bizzat söylediği gibi, madem mahkemeye
yansıyor, o zaman bu işin peşini çok iyi izlemek gerekiyor. İddiaların doğruluğunu,
eğriliğini bizim bilmemiz elbette mümkün değil. Ama ortada bir iddia var.
Üstelik çok ciddi. Çünkü Talat Turhan'ın sözünü ettiği bildirilen 1977 Kanlı 1 Mayıs
olaylarında yüze yakın insan yaşamını yitiriyor. Ve tarihin karanlık raflarındaki yerini
alarak, olayın nedeni ve nasılı bir türlü açıklık kazanmıyor.
Son zamanlarda ilgi çekici hazımsızlıklar birbirini izliyor. Çeşitli TV'lerde Demirel'in
sevdiği deyimle "Konuşan Türkiye" örnekleri sergileniyor. Ne var ki, bu programlar
hakkında ardından suç duyuruları, mahkeme yoluyla yayından bölüm çıkarma
girişimleri gözleniyor.
Kilercioğlu mahkemeye başvuruyor. Ne var ki, Kanal 6'nın yönetimi programı yine de
yayınlama kararı alıyor. "Sayın Bakan'a bir hafta sonra cevap hakkı tanıyarak..."
Bize kalırsa, Sayın Bakan kendisine tanınan cevap hakkını gelecek hafta mutlaka
kullanmalı ve bu müthiş iddialara karşılık vermeli. Çünkü iddia öyle kolayca
geçiştirilecek türden değil.
Türkiye, her askeri darbeye işte Kanlı 1 Mayıs benzeri provokasyonlarla geliyor ve
ardından bunlar unutuluyor. Hayır! Unutulmamalı! Dosyalar açılmalı! Demokrasi ile
bu tür gruplar ve insanlar artık bir kez hesaplaşmak! Yanlış anlaşılmasın, biz
Kilercioğlu ile ilgili hiçbir iddianın sahibi değiliz. Bilmiyoruz ki, olalım...
Ancak, biz bu tür iddiaların mutlaka ve mutlaka gün ışığına çıkartılmasını istiyoruz.
Türkiye gerçekten demokratik bir ülke olacaksa, kendi tarihiyle hiçbir komplekse
kapılmadan hesaplaşmak.
Görev, Başbakan Demirel'e düşüyor. Bir yandan kendisinin de istediği gibi, "Konuşan
Türkiye'yi" tüm kurumlarıyla yerleştirmek, ama öte yandan da tarihle hesaplaşmak...
Elbette her önüne gelenin iddiasının da peşine düşülsün, demiyor kimse... Ama işe
"kurumsal" açıdan bakılması gerektiği de ortada...
Çekimi 3 Aralık'ta yapılan ve bugün saat 12.00'de Kanal 6'da yayımlanacak olan
"Bizim Koltuk" programı engellenmek istendi. Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu,
kontrgerilla tartışmalarını başlatan Talat Turhan'ın katıldığı "Bizim Koltuk"
programında kendisiyle ilgili yer alacak açıklamaların çıkarılması kararı aldırdı.
Önceki gün Ankara 18. Asliye Hukuku Mahkemesi 992/477 esas ve 992/284 sayılı
karar ile Kanal 6 televizyonu aleyhine ihtiyati tedbir kararı aldı. Kararda, önceki gün
Hürriyet Gazetesi'nde çıkan habere göre, Talat Turhan'ın, 1977 yılında Taksim
Meydanı'nda meydana gelen kanlı olaylarda Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu'nun
parmağı bulunduğu yolundaki ifadelerinin Medeni Kanun'un 24'üncü maddesi
gereğince kişilik haklarına tecavüz tehlikesi oluşturduğu iddia edildi.
Talat Turhan, önceki gün Hürriyet Gazetesi'nde "Talat Turhan kontrgerillayı anlattı"
başlıklı haberde yer alan "Orhan Kilercioğlu"nun 1977 yılında Taksim Meydanı'nda
meydana gelen kanlı olaylarda parmağı olduğunu öne süren Turhan" şeklindeki
tümceyi kendisinin söylemediğini belirterek, "Haberin çıkmasının ardından Sayın
Kilercioğlu beni aradı. Konuyla ilgili özel bir görüşme yaptık. Kendisine, gazetede yer
aldığı gibi bir tümce sarf etmediğimi söyledim. Zaten bu iddialar 1978'de bazı
gazetelerde de yer almıştı. Programda Ziverbey'deki işkenceler, içinde bulunduğum
cuntasal faaliyetler ve kontrgerillayla ilgili konular yer aldı. Bu kadar cüretkâr
konuşma yapılmamıştı" dedi Turhan, Hürriyet'e de bir açıklama gönderdiğini söyledi.
Programın engellenmek istenmesi üzerine bir toplantı yapan yapımcı Artı Yayıncılık
ve Filmcilik Sanayi ve Ticaret A.Ş. yetkilileri, kararın infazı için gelen Şişli icra
memurlarına avukatları aracılığıyla, Kanal 6'nm İngiltere'den yayın yapan şirketin
amblemi ve logosu olduğunu, mahkeme kararlarının ancak hukuki ve hükmi şahıslara
karşı infaz edilebileceğini söyledi. İcra memurları kararı bildirecek kimse
bulunmadığına dair zabıt tuttu.
Daha sonra yapılan açıklamada, "Bizim Koltuk" adlı programın kesintisiz ve saatinde
yayınlanacağı, önümüzdeki hafta yayınlanacak programa da Devlet Bakanı Orhan
Kilercioğlu'nun cevap hakkını kullanmak üzere davet edildiği bildirildi.
(Cumhuriyet. 6 Aralık 1992)
DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in, kendisinin
kontrgerillaya ilişkin açıklamalar yapmasına karşın, iktidar olduğu dönemde konunun
üzerine gitmediği yolundaki eleştirileri yanıtladı. Ecevit, şunları söyledi:
"Son bir iki yıl içinde ortaya çıktı ki, NATO'ya bağlı hiçbir Batı ülkesinde bu soruna
çözüm getirmek kolay olmadı. Çünkü elle tutulamayan bir örgütle karşı karşıyasınız.
Resmi belgelerde görünmeyen, köklerinin nereye kadar yaygınlaştığı bilinmeyen bir
örgütle karşı karşıyasınız. Ben, özellikle 1978–79 hükümet dönemimizde,
Genelkurmay Başkanı'ndan öncelikle bu soruna çözüm getirmesini istedim ve o da
bir ölçüde bir şeyler yapabildi. Ama o bile bunun çekirdeği bir askeri birim olduğu
halde, istediği sonucu elde edemediğini itiraf ediyor. Bugün daha elverişli bir
ortamdayız, bu soruna çözüm getirilebilmesi için"
(Cumhuriyet, 6 Aralık 1992)
"9-10 ay önce, Aktüel dergisinde de benzer bir iddia yer aldı. Tekzip kararı çıktı. Bu
arada benim açtığım bir başka karşı dava da, devam ediyor. Yine benzer bir iddianın
Kanal 6'da yayınlanacağını öğrenince, mahkemeye başvurdum. Yayının
durdurulması için Kanal 6'ya mahkeme kararı götürüldüğünde, 'Burası Kanal 6 değil'
diyerek tebligatı almamışlar. Yolsuzluklarla mücadelede, doğru yolda olduğumun
delili bunlar. Ben, bu konularda çok titizim. Usulsüzlük ve yolsuzluklarla ilgili hiç
kimsenin ismini, basın toplantılarında söylemedim. Yapılan, belli menfaat çevrelerinin
karalama kampanyası. Benimle ilk günden beri uğraşıyorlar. İddiaları ispat etmelerini
istiyorum. Bu mücadeleden kimse beni yıldıramaz."
(Hürriyet, 7 Aralık 1992)
Talat Turhan, eğer ordudaki sol cunta son anda ipleri elinden kaçırmasaydı,
muhtemelen 20 yıl önce Bakanlar Kurulu sıralarında oturacaktı.* Belki de 12 Mart
sonrasında Sadi Koçaş'ın işgal ettiği başbakan yardımcılığı koltuğunda... ** Ancak
işler ters gidince, Sadi Albay bakan oldu, Talat Yarbay da 12 Mart'a gelinen yolda
yaşanan bir dizi eylemin sorumlusu olarak işkence hanelerden geçti.
Kontrgerilla sözcüğünü icat eden Talat Turhan değil, ama ordu saflarında ve emekli
olduktan sonra edindiği deneyimlerle kavrama muhteva kazandıran o. Bugüne kadar
yazdığı kitaplarla, Zaman dahil gazete ve dergilerde çıkan röportajlarıyla, Talat
Turhan, devletin zaafını açığa vurmaktan geri kalmadı yıllar boyu...
Televizyon bizim toplumumuzda kitaplardan çok daha etkili. Talat Turhan'ın yıllarca
gazete-dergi-kitap üçlüsünü kullanarak anlatmaya çalıştığı gerçekler, Kanal-6'da
pazar günü yayınlanan 'Bizim Koltuk' konuşmasından sonra daha geniş halk
yığınlarınca bilinir hale geldi.
Bir kere, ordudaki, 12 Mart öncesi cunta çatışmalarına ışık tuttu. 9 Mart'ta darbeyle
idareye el koymaya hazırlanan Talat Yarbay'ın da üyelerinden biri olduğu Faruk
Gürler Cuntası, on subayın katılımıyla 3 Mart günü yapılan toplantıdan sonra bir
çıkmaza girdi. Talat Turhan'ın 'ajan' olmakla suçladığı korgeneral cuntayı birbirine
düşürdü. Kara Kuvvetleri Komutanı Gürler, Yavuz Bey takma adını kullanarak cunta
arkadaşlarının niyetlerini öğrenince, Memduh Tağmaç ile ittifakı tercih etti.
'Ajan' korgeneralin bir teyple tespit ettiği Yavuz Bey'in niyeti, darbe sonrasında,
Gürler'i değil, kendisini genelkurmay başkanı ve cumhurbaşkanı yapmaktı.
Programda adı verilmedi, ama 'ajan korgeneral', daha sonra evine bir suikast
düzenlenince adından kamuoyunun haberdar olduğu Atıf Erçıkan'dı. Bir teyple
niyetini tespit ettiği Yavuz Bey ise, daha sonra Ecevit CHPsi'nin cumhurbaşkanı
adayı Orgeneral Muhsin Batur'du. Türkiye'de, yasal bir çerçevesi olmasa bile, hep
karacılardan atanan genelkurmay başkanı koltuğuna, Muhsin Batur emellerinde
başarılı olsaydı, ilk kez bir havacı oturacaktı. Muhsin Paşa, oradan da Çankaya'ya
atlayabilecekti. Bunu anlayan Gürler, Memduh Tağmaç'a gitti ve ardından 9 Mart
darbesi iptal edilerek, 12 Mart'taki farklı eylem gerçekleşti. Muhsin Paşa da, kuzu
kuzu duruma uydu.*
Benim hiç anlayamadığım, yakın tarihimizin olaylarına vakıf bazı kişilerin, çelişkili
tavırlarıdır. Darbelere ve darbecilere karşı çıkan Bülent Ecevit, nasıl oldu da, 1980
öncesinde, 'çifte' darbeci Muhsin Batur'u cumhurbaşkanı adayı yapabildi?
Benim aklımın almadığı bir konu da bu: Gladio'nun ortaya çıkartıldığı İtalya’da, Meclis
ve adalet kurumu, konunun üzerine giderek birçok kirli çamaşırı sergiledi. Belçika da
aynı yolu izledi. Öteki Avrupa ülkelerinde de benzeri birer örgütün varlığı resmen
açıklandı, her biri kendi üslubuyla konunun üzerine gitti. Tek istisna biziz. Neden?
Oysa Gladio'nun eylemlerine benzer en fazla olayın görüldüğü ülke bizimki. Bu,
"Böyle şeyler yapmayız" mantığının sebebi ne?
Talat Turhan, yargılandığı bomba davasından beraat etti. Bu, o eylemlerde onun
parmağının olmadığının ispatı demek. Peki ama, her şeyiyle provokasyon kokan o
eylemleri kim yapmıştı? Kimse bu soruyu sormaya yanaşmıyor.
Talat Bey ne kadar doğru söylüyor: Eğer bir ülkede cinayetler işleniyor ve bunların
faili meçhul kalıyorsa, ilk akla gelmesi gereken ihtimal, bu cinayetleri istihbarat
örgütünün işlemesidir. Bunun illa MİT veya hatta Kontrgerilla olması gerekmez, bir
yabancı istihbarat örgütü de bu işleri yapabilir. Ancak, cinayetler faili meçhul kaldıkça
devlet sorumluluğu üzerinden atamaz.
Bizde, sorumlu başka bir yöntem buldu: İşlenen cinayetlerin faillerini 'canlı' yakalayıp
ibret-i alem için mahkeme önüne çıkaracağına, örgüt evine baskın düzenleyip orada
öldürülen bir takım insanları eylemleri gerçekleştirmekle suçluyor ve dosya ka-
patıyor... Bu sağlıklı bir yol değil elbette.
Öteki NATO ülkelerinde gizli örgütün üzerine giden kurumlar, bu işin bizde de nasıl
yapılması gerektiğini gösteriyor. Gizli örgütlerin ve faili meçhul cinayetlerin üzerine
gitmesi gereken iki kurum var Türkiye'de: TBMM ve Adalet Bakanlığı... Ne yazık ki,
ikisi de şu anda sessiz.
Şu Kontrgerilla...
O zaman susuldu.
İstanbul'daki ünlü Ziverbey Köşkü sorgularından geçen emekli Kurmay Yarbay Talat
Turhan, konuyu mahkeme önünde ortaya attı. Bununla da yetinmedi. 12 Haziran
1973 günü Genelkurmay Başkanlığı'na, 11 Şubat 1973 günü de Başbakan Ecevit'e
mektup yazarak konunun araştırılmasını istedi.*
*12 Haziran 1973 günü gereği için Başbakanlık'a Genelkurmay Başkanlığı'na ve Kara
Kuvvetleri Komutanlığı'na, 4 Şubat 1974 günü Başbakan Ecevit'e telgraf çektim. (YN)
Özel harp, bir savaş terimiydi. Bu askeri terim, üç ayrı kavramı içine almaktaydı.
"Gayri Nizamı Harp" gerilla birlikleri tarafından başlatılan ayaklanma, "psikolojik
savaş" gerilla savaşma karşı ulusal amacı desteklemek için yapılan propaganda
çalışmaları, "ayaklanmaya karşı koyma" da gerilla birlikleri tarafından başlatılan
ayaklanmaları bastırmak için alınacak askeri, siyasal, psikolojik ve ekonomik önlem
ve eylemler demekti.
Eski Milli Savunma Bakanlarından Hasan Esat Işık, arkadaşımız Cüneyt Arcayürek'e
bakın bu konuda neler demiş:
—Fikir planında geçerli ve doğru. Kontrgerilla her ülkede var. Genelkurmay bunu
planlarına almış. Amacı şu: Ülke işgal edilecek olursa iç direniş nasıl yapılacak? Bu,
fikir planında geçerli ve doğru. Yalnız şu durumlar var:
Türkiye'de "Özel Harp Dairesi" ilk kez başka adla 1952 yılında DP döneminde
kurulmuş. Bugün bu daire "Özel Birlikler Komutanlığı" adını almış.
O yıllar, soğuk savaş yıllarıdır. Türk Milli Emniyeti ile CIA o tarihlerde iç içedir. Öyle
ki, o zamanki adı "Milli Emniyet" olan MİT'in İstanbul'daki bir kısım görevlisinin
aylıkları CIA tarafından ödenmişti.
İtalya'da ortaya çıkartılan "Gladio" örgütü NATO ülkelerinde milliyetçi sivil örgütlerle
askeri örgütlerin yaptıkları işbirliği konusundaki kuşkuları büsbütün arttırmıştır.
Süleyman Bey, Orhan Kilercioğlu ve Nevzat Ayaz gibi 12 Eylül döneminin önemli
unsurlarına hükümetinde yer veriyor ise askerlerle işbirliği bakımından DYP'nin
Anavatan'dan farkı ne?
Asker olduğu dönemde Kilercioğlu'nu tanımazdık ama hakkında bol bol şikayet ve
iddia dinlerdik.
Sayın Kilercioğlu ise karanlık ve gayrikanunî işleri ortaya çıkarmakla görevli bir Bakan
olarak, hakkındaki iddiaların televizyondan söylenmemesi için mahkemeye
başvuruyor... "Açıklık" ilkesinin uygulanışına bakın...
İsmini sorduk. Adı karanlık iddialara bulaşmış ünlü bir politikacıyı söyledi.
Dayanamadım saygı sınırlarını zorladım.
Şimdi Süleyman Bey'in, kendisi çeşitli iddialara muhatap olan bir emekli generali,
geçmiş dönemin karanlığını ortaya çıkarmakla görevlendirmesi "kara mizah"
örneğidir...
Ama askerliği sırasında hakkındaki şikayetler bir başka kişiliği düşündürüyordu. Ali
Dinçer, 12 Eylül döneminde Ankara Belediye Başkanlığı'ndan koparılıp uzun süre
demir parmaklıklar arkasında tutulmasının baş sorumlusu olarak Orhan Kilercioğlu'nu
gördüğünü, bu satırların yazarına birçok kez anlatmıştır...
Kilercioğlu'nun Kıbrıs ve İtalya görevlerindeki temasları ile ilgili hayli iddia yayılmıştır.
12 Eylül öncesinde, yapılacak darbenin Demirel'e zarar vermemesi konusunda bazı
aracılık faaliyetlerinden söz edilmiştir.
Genelkurmay eski Başkanı Emekli Orgeneral Necip Torumtay, Özel Harp Dairesi'nin
kontrgerilla, Gladio gibi teşkilatlarla bir alakasının bulunmadığını ve karanlık, işlerle
uğraşmasının söz konusu olmadığını söyledi. Torumtay askeri gizlilik gerektirecek bir
konu olmadığı sürece TBMM'nin her şeyi aydınlatabileceğini belirterek, "Hiçbir şey
TBMM'nin denetimi dışında kalamaz, yeter ki arzu etsin" dedi.
"Özel Harp Dairesi'nin kontrgerilla, Gladio gibi teşkilatlarla bir alakası yok. Görevleri
açık, seçik belli olan, hükümetin, arzu edildiğinde Meclis'in denetimine tamamen açık,
gizliliği olmayan, (Tabii gizliliği askeri açıdan var. Her müessesenin bir gizliliği vardır)
ama söylendiği şekilde, kontrgerilla falan diye karanlık işlerle uğraşması bahis
konusu değil. Her şeyi sorabilirsiniz. Eğer sorduğunuz askeri planda gizli bir şey
değilse, size zannediyorum rahatlıkla her türlü bilgileri verebilirler. Hiçbir şey
TBMM'nin denetimi dışında kalamaz. Yeter ki arzu etsin."
Torumtay, "Sizin döneminizde böyle bir talep olmadı mı?" sorusuna "Benim
zamanımda da bu memlekette demokrasi vardı, şimdi de var ve kime ne yönden
bağlı olduğumu çok iyi biliyordum. Benden bir Başbakan, herhangi bir bilgi istemişse,
vermememe imkan yok, ihtimal yok. Benim hiçbir sıkıntım olmadı" karşılığını verdi.
HEP Şırnak Milletvekili Mahmut Almak, Özel Harp Dairesi'ne bağlı olarak çalıştığı
öne sürülen ve kamuoyunda kontrgerilla olarak bilinen örgütün tasfiye edilmesi
amacıyla, TBMM Başkanlığı'na başvurarak, Meclis araştırması yapılması istedi.
Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu, konuyla ilgili sorulara, "Benden artık yorum yok"
diyerek yanıt vermedi.
Yıllardır Türk kamuoyunun gündeminde olan ve son günlerde Emekli Kurmay Yarbay
Talat Turhan ile Devlet Bakanı Kilercioğlu'nun karşılıklı konuşmalarıyla yeniden
alevlenen "kontrgerilla tartışması" devam ediyor. Eski Genelkurmay Başkanı Necip
Torumtay'ın, önceki gün "TBMM her şeyi aydınlatabilir, yeter ki arzu etsin" yönündeki
açıklamasının ardından, HEP Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak, TBMM Başkanlığı'na
başvurarak konuyla ilgili Meclis araştırması yapılmasını istedi. Kontrgerillanın, eski
adı "Özel Harp Dairesi" olan Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın "Yeraltındaki, illegal
birimi" olduğunu savunan Alınak, başvurusunda, Emekli Yarbay Turhan'ın bugüne
kadar ki başvurularının işleme konulmadığını söyledi. Almak, "Özel Harp Dairesi'nin
bu illegal biriminin MİT, bürokrasi, emniyet mensubu ve siviller içinde örgütlenerek
'devlet içinde bir devlet' haline geldiğine ilişkin yaygın bir kanı vardır" dedi.
Bazı emekli askerler ile eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in bu örgütün Kızıldere
olaylarına karıştığı yönündeki açıklamalarının da kontrgerillaya ilişkin iddiaları
doğrular nitelikte olduğunu savunan Alınak, şunları kaydetti:
"Hukuk devletinde böyle karanlık bir örgütün varlığını kabul etmek mümkün değildir.
Bu örgüt, demokrasi ve kendisinden olmayan her insanımız için bir tehlikedir. Bu
illegal örgütün tasfiye edilmesi, TBMM için tarihi bir görevdir. Bu örgüt dağıtılmadığı
sürece ülkemizin esenliğe çıkması, barışın sağlanması, darbe tehlikesinin ortadan
kaldırılması ve demokratikleşme hedefine ulaşılması mümkün değildir. TBMM, kendi
güvencesi, halkın ve demokrasinin güvencesi için bu yasa dışı örgütü ortadan
kaldırmalıdır."
Alınak, kontrgerilla tartışmalarının yoğunlaştığı 1990 yılı kasım ayında, bütün DYP,
SHP, ANAP, RP ve DSP liderlerinin "sorunun açıklığa kavuşturulması" düşüncesinde
birleştiklerini anımsatarak, "Meclis araştırması yapılarak, devlet içindeki yasadışı bu
örgütün bütün bağlantıları ile birlikte ortadan kaldırılmasına karar verilmesini" istedi.
Talat Turhan, Kanal 6'da yayınlanan "Bizim Koltuk" programından önce Hürriyet
gazetesi'nde çıkan ve kendisine aitmiş gibi gösterilen bazı cümleler nedeniyle Orhan
Kilercioğlu ile arasındaki sürtüşmenin büyüdüğünü söyledi. Talat Turhan, dün
Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı ve Basın Konseyi Başkanlığı'na da gönderilmek
üzere bir açıklama yaptı. Açıklamada, 3 Aralık 1992 günü stüdyoda program çekimi
yapıldığını ve 4 Aralıkla ise Hürriyet gazetesi'nde "Talat Turhan kontrgerillayı anlattı"
başlığıyla bir haber çıktığını belirten Turhan, "Bu haberde 'Orhan Kilercioğlu'nun
1977 yılında Taksim Meydanı'nda' meydana gelen kanlı olayda parmağı olduğunu
öne süren Turhan' şeklinde bir tümce kullanılmıştır. Ben böyle bir tümceyi
kullanmadım. 6 Aralık günü yayınlanan Bizim koltuk programında da kesinlikle böyle
bir tümce yoktur" dedi.
"Bu haberde de, 'Talat Turhan: 1977'de Taksim'deki kanlı 1 Mayıs'ta bugün Devlet
Bakanı olan Kilercioğlu'nun parmağı vardır. Kilercioğlu o tarihte askerdi. Yine o
tarihte askeri cuntalardan biri olan Namık Kemal Cuntası için yer alıyordu' ifadelerini
kullanmış gibi gösterildim. Bunlar da gerçek dışı ve bana ait değildir. Bu yanlışta
ısrarın amacı, benimle Kilercioğlu'nu karşı karşıya getirmekten yarar uman çevrelerin
taktiği olabileceği gibi, daha büyük olasılıkla, Hürriyet gazetesi ile Kilercioğlu ve
ardındaki güçlerin böyle bir yöntemle büyük yankı bırakan televizyon yayınını
karartmak amacı olabilir. 7 Aralık'ta Kilercioğlu bu haberin üzerine basında beni yalan
söylemekle suçladı. Ben de basına ulaştırdığım açıklamada, çirkin sözlerini
Kilercioğlu'na iade ettim ve gerçeğe olan saygımdan dolayı kendisini basın önünde
açık tartışmaya davet ettim. Bu açıklamam da Hürriyet gazetesinde yine yer almadı.
9 Aralık'ta ise, Kilercioğlu 'Benden artık yorum yok' diyerek tartışmadan çekildi ve
savlarımızın altında kaldı."
DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, MÇP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in Özel
Harp Dairesi'ne ilişkin sözleriyle ilgili olarak "Sayın Türkeş ilgili komutanlardan daha
mı iyi biliyor" diye sordu. Kendisinin hiçbir açıklamasının bugüne kadar " ya-
lanlanmadığını anımsatan DSP lideri "Demek ki Sayın Türkeş, kimlerin Özel Harp
Dairesi'nin sivil uzantısı olduğunu, Özel Harp Dairesi komutanlarından ve Ge-
nelkurmay Başkanlığından çok daha iyi biliyor" diye konuştu.
1 Mayıs 1977 Taksim katliamından 15 yıl sonra geçtiğimiz Haziran ayı başlarında bir
Amerikan gazetesinde yer alan, "Orhan Kilercioğlu'nun 1 Mayıs katliamı ile ilgisi
olduğu" haberi, o günlerde Hürriyet gazetesinde de yer aldığında, fazlaca gürültü
koparmadı, hatta görmezlikten bile gelindi. Ancak "kontrgerilla uzmanı" olarak
ünlenen emekli yarbay, Talat Turhan'ın, geçtiğimiz pazar günü Kanal 6 TV'de Ahmet
Altan'ın hazırladığı sohbet programında Orhan Kilercioğlu'nun kontrgerilla mensubu
olduğu yolundaki iddiaları ortalığı bir anda toz duman içinde bıraktı. Çekimleri
yapıldıktan sonra program hakkında bilgi sahibi olan Kilercioğlu yayınlanmasını
engelleme girişimlerinde bulundu. Ardından programın kendisiyle ilgili bölümlerinin
çıkarıldıktan sonra yayınlanması için Kanal 6 yöneticilerine baskı yaptı. Ancak
program tümüyle kesintisiz olarak yayımlandı. Kilercioğlu, bütün bu engelleme
girişimlerinin ardından basına verdiği demeçte Talat Turhan'ın yalan söylediğini iddia
etti.
Karanlık Geçmiş
Kilercioğlu ile Başbakan Demirel arasında sıkı bir bağ olduğu biliniyor. Demirel'e ilk
hizmeti de 12 Mart döneminde, onun adına casusluk yaparak oluyor. Ordu içinde
subayların Demirel hakkındaki görüşlerini, düşüncelerini aktarıyor kendisine. Bu
dönemde albay rütbesinde olan Kilercioğlu, "vatana hizmet tertibinden" yapmış olmalı
bu casusluğu. (...)
Yürü ya Kulum
1991 yılında DYP listesinden TBMM üyeliğine seçilmeden önce Yaşar Holding'in
Ankara temsilciliğini yapıyor. Milletvekili adayı olarak yeni yeni tanınmaya başlandığı
günlerde Yaşar Holding'in yan kuruluşu olan Yaşar Dış Ticaret AŞ'nin, Hazine ve Dış
Ticaret Müsteşarlığı'nda hayali ihracat dosyası bulunuyor. İşte tam bu sırada
koalisyon hükümetin kurulmasıyla Yaşar Holding ve Koç Holding'den bakan olması
konusunda hükümete öneri geliyor.
Geçen hafta 'Bizim Koltuk' Programına konuk olan Talat Turhan, ordunun içindeki
cuntalarla, iktidar kavgalarıyla, işkencelerle, Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu'nun
kontrgerillayla ilişkisi olduğu iddialarıyla, kontrgerillanın yapısıyla ilgili çok ilginç
açıklamalar yaptı... Konuşması büyük de gürültü kopardı.
Turhan'ın konuşmasında çok ilginç bir iddia daha vardı... Ama birkaç kişinin dışında
bütün Babıali bu iddianın karşısında kulağının üstüne yatıp duymazdan geldi.
Yolsuzluklar konusunda çok hassas olan, zavallı eski devlet bakanı Güler İleri'yi beş
milyonluk yemek faturası yüzünden istifa etmeye zorlayan basınımız Turhan'ın
iddiasını duymamayı tercih etti.
Ne diyordu yirmi yıldır Kontrgerilla konusunu inceleyen Talat Turhan?
Kontrgerilla'nın istekleri doğrultusunda kimler Türk halkına yanlış bilgiler verip, halkı
kandırıyor.
YAZARIN NOTU
SONSÖZ YERİNE
Ertuğrul KÜRKÇÜ
Türkiye "Kontrgerilla" denilen ucubenin farkına ilk kez 12 Mart'ta vardı. "Kontrgerilla"
ile ilk tanışanlar, 12 Mart rejimine karşı siyasal faaliyet yürüten grupların 1971-72
kışında gözaltına alman üyeleriydi. Gözaltına alınanlar "Kontrgerilla" diye bir kavramı
belki de ilk kez gözleri bağlı olarak götürüldükleri sıkıyönetim sorgulama
merkezlerinde sorgucularının ağzından duydular. Kimileri askeri, kimileri sivil giyimli,
birbirlerine askeri rütbelerle hitap eden adamlar sorguya alınanlara şöyle diyorlardı:
"Genelkurmay'a bağlı 'Kontrgerilla' teşkilatının erindesin! Burada anayasa yok!
Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevapları verirsen kurtulursun.
Yoksa ölümlerden ölüm beğen! İstersek seni yok bile ederiz ve kimse de bizden
hesap soramaz!"
Dediklerini de yaptılar. İnsanlar kimi zaman "bir devrim olsun" diye yaptıkları
eylemleri, kimi zaman da hiç yapmadıkları şeyleri "itiraf" etmeye direnebildikleri
nispette "Kontrgerillacı"ların gazabından paylarını aldılar. Aralık 1971-Mayıs 1973
arasında Ankara, İstanbul, Adana, Diyarbakır askeri cezaevleri, ayaklarının tabanları
falakada patlamış, bedenleri elektrik akımıyla kavrulmuş, tecavüze uğramış, ruhları
örselenmiş insanlarla doldu taştı.
Ateş düştüğü yeri yakarmış... 12 Mart tutuklularının da en az 30'ar gün her türlü
bedensel ve manevi acının pençesinde sorgulandıkları bu merkezlerde kendilerine
"Kontrgerilla" adını verenlerde "işkencecilik"ten başka bir nitelik görmemeleri doğaldı.
Ama tutuklulardan biri, bir emekli kurmay yarbay, açık duruşmaya çıktığı ilk andan
başlayarak avaz avaz bir başka şeyi haykırıyordu: "Kontrgerilla CIA güdümünde bir
politik örgüttür. Doğrudan doğruya Pentagon'dan yönetilen dünya karşı-devrim örgü-
tünün Türkiye'deki koludur. Atatürk Kültür Merkezi'ni yakan, tersanelerdeki gemileri
ateşe veren 'Kontrgerilla'dır... Bütün bu işleri 'sol'a yıkmak için düzmece davalar icat
eden onlardır."
Kara Kuvvetlerinden emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan'ın 1973 baharında tutuklu
sanık sandalyesinden "Kontrgerilla"ya uzanan parmağı tam yirmi yıl boyunca bu
"uluslararası karşı devrim örgütü"nü işaret etmekten usanmadı.
Başkalarına neredeyse bir "obsesyon", bir tür takıntı gibi gelmesine aldırmaksızın
Talat Turhan, durmaksızın belge ve bilgi biriktirdi, sıradan gazete haberlerinin
gerisindeki süreçler arasında bağıntılar kurdu, bunları ordu ve politikayla ilgili dolaysız
deneyimleriyle birleştirdi ve her kuşkulu "şiddet" olayından sonra insanların
dikkatlerini bir kez daha "Kontrgerilla"ya çekti. Talat Turhan'ın "ifşaatlar"ı ne denli
somut kanıt ve belgelere dayansa da, sorgusuz sualsiz can alan, devlet yapıları dahil
gerekli gördüğü her şeyi yakıp yıkan, kitlesel haberleşme aygıtlarını yanlış bilgilerle
yönlendiren, toplumun ve devletin her hücresini çekip çeviren bu anti-komünist yapı
resmiyet düzeyinde hep "yok"tu. Demirel için "yok"tu, Ecevit için "yok"tu, Evren için,
Özal için "yok"tu.
Ama Talat Turhan kişisel olarak bütünüyle meşru olan bu duyguyu, olabilecek en
kamusal ve rasyonel biçime büründürmeyi başardığı için de ayrıca övgüye değer bir
profil ortaya koyuyor.
Daha önemlisi, zalimi affetmeyisin böylesine derin bir inatla sürdürülmesindeki takip
ve tutarlılık.
Kimilerinin, kendilerine, arkadaşlarına, sevgililerine, eşlerine işkence edenlerle
gözlerinin içine bakarak kadeh tokuşturmayı seçtikleri ve bu seçişin bir er-
demmişçesine yüceltildiği bir dünyada Talat Turhan, hepimiz adına, bütün acı
çekenler ve horlananlar adına, kendi kendini görevlendirdiği bir gözetleme nöbetini
20 yıldır bir gün aksatmadan sürdürdüğü için ona borçluyuz.
Onu ayakta tutan zalimden öç alma tutkusu hepimize yaygınlaştığı gün Türkiye de
onursuzluğun erdem sayıldığı bir ülke olmaktan çıkmanın eşiğine adım atmış olacak.
BİTİRİRKEN
1992' yılının Mart ayında basılmış olan 'Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla'
çalışmamı hazırlarken, kontrgerilla konusuna angaje olmuş iki büyük partinin, DYP ve
SHP, bu konunun üzerine gidebileceğini düşünmemekle birlikte, onların bu çelişkisini
gündemde tutmak ve demokrasinin varlığı ve yokluğu gibi yaşamsal bir konuda
yapıtımın kamuoyu oluşturulmasına katkıda bulunacağına inanmıştım.
Şöyle ki:
Konunun 16 Kasım 1992 tarihinde Show TV'de yayımlanan 32. Gün Programında, 6
Aralık 1992 tarihinde Kanal 6 TV'nin Bizim Koltuk Programında ve Nokta dergisinin
13–19 Aralık 1992 tarihli sayısında tarafımdan gündeme getirilmesinden kitabın ilk
bölümünde söz ettim.
Uğur Mumcu'nun katledilmesi üzerine BRT Televizyon kanalında 25 Ocak 1993 tarihi
akşamı yayımlanan ve izleyiciden gelen yoğun istek üzerine daha sonra yinelenen
Ali Sirmen'in yönettiği ve kontrgerilla olgusunun da tartışıldığı açık oturuma benimle
birlikte Toktamış Ateş, Alev Coşkun ve Abdurrahman Dilipak katıldı.
Elinizdeki kitabın ilk halini Uğur Mumcu'nun katledildiği gün yayınevine teslim
etmiştim. O günden bu yana geçen bir ayı aşkın sürede, Kontrgerilla konusundaki
tartışmalar, her ne kadar Başbakan Süleyman Demirel tarafından "havanda su
dövmek" şeklinde ve DYP milletvekili Süleyman Ayhan'ın "Kontrgerilla iddialarını
devleti tahrip edip rejimi yıkmak isteyenler gündeme getiriyorlar" (Milliyet, 26 Şubat
1993) sözleriyle nitelendirilse de, sürmektedir.
DYP'nin koalisyon ortağı olarak hükümette bulunan SHP, Türkiye'nin en büyük kenti
olan İstanbul'da, 30 Ocak 1993 tarihinde, SHP İl Başkanı Yüksel Çengel'in yönettiği
ve konuşmacı olarak da benim, ilhan Selçuk'un, SHP Adıyaman Milletvekili Celal
Kürkoğlu'nun ve Veli Yılmaz'ın katıldığı ve beş saat süren bir panel düzenledi. SHP
Paneli 1 Şubat 1993 tarihli günlük gazetelerin hemen hepsinde yer aldı, Günaydın
gazetesi ise paneldeki tartışmaları sürmanşetten verdi. Bu anlamda DYP milletvekili
Süleyman Ayhan, koalisyon ortağını 'devleti tahrip etmek', 'rejimi yıkmakla
suçlamaktadır. Bu çelişki korkunçtur.
Aynı günlerde, Milliyet gazetesinin 31 Ocak 1993 tarihli sayısında Nail Güreli'nin,
12 Eylül öncesinde İstanbul Emniyet Müdürlüğünde bomba uzmanı olarak görev
yapan Süleyman Nazif Ak'ın yaptığı bir söyleşi yayımlandı. Bu söyleşide, Süleyman
Nazif Ak, ucu MHP'ye giden bir eylemde, kendisi tarafından verilen bir 'Bomba
Raporu'nun siyasal iktidarın isteği doğrultusunda nasıl değiştirildiğini açıklamaktadır.
Daha da önemlisi, eski bomba uzmanı, Nail Güreli'nin "Kontrgerilla diye bir şeyden
söz ediliyor zaman zaman. Burada da olamaz mı?" sorusunu, "Kontrgerilla yaptıysa,
tabii olur" cümlesi ile yanıtlamaktadır.
Daha sonra Celal Kürkoğlu'nun da içlerinde yer aldığı 20 SHP milletvekilince verilen
Meclis Araştırma Önergesi, Genel Başkan Erdal İnönü ve Yönetim Kurulu
tarafından, 'Koalisyon ortaklığını tehlikeye atar1 gerekçesiyle engellenmiştir.
Her ne kadar İçişleri Bakam İsmet Sezgin, "Kontrgerilla'yı ispat edin, istifa edeyim"
(Milliyet, 7 Şubat 1993) diyorsa da, öne sürdüğümüz gerekçelere karşın böyle bir
istifanın gerçekleşebilmesi ebetteki mümkün değildir.
Bir yıl içinde sadece Güneydoğu bölgesinde 881 cinayetin işlendiği bir ülkede, İçişleri
Bakanının hala görevinin başında bulunuyor olmasını, ancak böyle açıklayabiliriz.
19 Şubat 1993 tarihinde Bursa Çağdaş Gazeteciler Derneği lokalinde, Bursa Olay
gazetesinden Zafer Opsar'ın yönettiği bir söyleşiye konuşmacı olarak katılarak,
Kontrgerilla konusundaki görüşlerimi açıkladım. (Bursa Olay, 21 Şubat 1993)
23 Şubat 1993 tarihinde Flash TV de yayımlanan ve bir saat süren bir programda da
M. Yılmaz Tunca'nın kontrgerilla konusundaki sorularını yanıtladım.
Son olarak da İstanbul-Ümraniye SHP İlçe örgütü tarafından 26 Şubat 1993 tarihinde
düzenlenen Kontrgerilla Paneline gazeteci-yazar Veli Yılmaz ile Çağdaş
Hukukçular Derneği İstanbul Şube Başkanı Avukat Ali Rıza Dizdaroğlu katılmıştır.
Görüldüğü gibi kitabın yayıma hazırlandığı bir aylık süre içerisinde Kontrgerilla
tartışmaları durmamış, Uğur Mumcu'nun katledilmesinden sonra cinayete ilişkin
olarak türetilen varsayımlar arasında Kontrgerilla da suçlanmıştır. Bu amaçla çeşitli
şehirlerde düzenlenen panellere ve toplantılara katılma için de yeni çağrılar
almaktayım.
Sonuç olarak, DYP Milletvekili Süleyman Ayhan'ın korktuğu başına gelmekte ve
rejimi yıkmak isteyenlerin sayısı hızla artmaktadır.
Orgeneral Faik Türün Yankı dergisinin 17 Ekim 1973 tarihli sayışma verdiği bir
demeçte "... ben Kadıköy'deki Köşkü, Kontrgerilla örgütüne özel olarak hazırlattım"
demiş, 1974 yılında da 'Kontrgerilla'yı Talat Turhan uydurdu" (Faik Türün'ün Cüneyt
Arcayürek'le Söyleşisi, Hürriyet, 8 Şubat 1974) diye yeni bir demeç verme gereğini
duymuştur.
Bana gelince, 12 Haziran 1973 tarihinde gereği için Başbakanlığa, bilgi için
Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na dilekçeler vererek,
Ziverbey'de Türk gençliğine ve Türk aydınlarına karşı yöneltilen ihanetin bir Meclis
Araştırması ile ortaya dökülmesini istedim.
Önceden de işaret ettiğim gibi, dünya çapında faaliyet göstermek için yetiştirilen 'Özel
savaşçıların karargahı Almanya'daki Oberammergau'dadır. ABD, özel eğitimden
geçirdiği kişileri kendisinden yana rejimlere egemen kılmakta, Gladio tipi yeraltı
örgütlerini finanse etmektedir. ABD emperyalistleri tüm dünyada iktidarını, toplumun
çeşitli kanatlarından seçilmiş kişileri, bürokrasinin her iki kanadındaki lider kadroları,
işbirlikçileri kullanarak, sadece bunları kullanmakla da yetinmeyip yeraltı örgütleri
kurarak, yapay düşmanlar yaratarak yaşatmakta, dünyanın bütün alanlarındaki
çıkarlarını bu ve benzeri yollarla garanti altına almakta, daha da önemlisi ulusal
kurtuluş savaşlarını engellemektedir.
AGİK ve 'Yeni Dünya Düzeni' sürecinde, bir yandan Birleşmiş Milletler Örgütü
ABD'nin dümen suyuna sokulmakta, bir yandan da bu örgütlenme tarzı eski
'Sosyalist Blok' ülkelerine taşınmaktadır.
'Yeni Dünya Düzeni' sürecinde, liderden lidere olan ilişkinin, locadan locaya biçiminde
işlemesi, bu olgunun kapitalizmin diğer örgütleriyle de pekiştirilmesi yöntemiyle, ABD
emperyalizmi, dünyanın mutlak lideri olma hedefine ulaşmaya çalışıyor.
Ülkemizde bugüne kadar kontrgerilla olgusu, hep askeri işlevleri ile ön plana çıkarıldı,
yeraltı ve yerüstü örgütü olarak lokalize edilmeye boyutları küçültülmeye çalışıldı.
Kitabın ilk bölümündeki şema ve belgelerden de anlaşılabileceği gibi, Kontrgerilla,
Cumhurbaşkanından işadamlarına, işçi temsilcilerinden yargıçlara, emniyet ve
istihbarat örgütleri mensuplarından basın-yayın organlarının mensupları ve din
adamlarına kadar uzanan bir örgütsel ağa sahiptir.
Büyük Atatürk' ün ifade ettiği gibi, 'gaflet ve hıyanet’ içinde bulunan iktidarları yola
getirmenin tek yöntemi, İkinci Kurtuluş Savaşıdır. Her ne kadar burada 'savaş'
sözcüğünü kullanıyorsak da, bu 'savaş' demokratik yöntemlerle ve halkın demokratik
bilinci ile başarıya ulaşacaktır.
Sivas Kongresi'nde, 'ABD mandacılığına ilişkin politika ve tezleri bir kenara iterek
yoluna devam eden Mustafa Kemal, bizlere özellikle gençliğe Kurtuluş Savaşından
sonra tam bağımsız bir ülke emanet etmiştir.
Türkiye'yi 'Küçük Amerika' yapacağız diye, ülkemizi, bağımlılık batağına sokan
iktidarlar, ebetteki, ABD emperyalistlerinden ve onların uzantılarından hesap
soramazlar. Bu bataklıkta filizlenen terör eylemlerini aydınlatamazlar.
'Bağımlılık' bataklığından kurtuluşun tek çözüm yolu, değerli bilim adamı ve hukukçu
H. Veldet Velidedeoğlu'nun da yapıtlarında belirttiği gibi Yeniden Ulusal
Mücadeledir.
M. Talat Turhan
Kuzguncuk,5 Mart 1993
Yeniğim Sokak,No. 19
81200 Kuzguncuk/İSTANBUL
2 Mart 1993
" Özel timlerde görev alan subay ve astsubaylar, komando nitelikli personelden
oluşmaktadır. Bu personelin ikinci coğrafi bölgede hizmet etme mecburiyetleri, yaş ve
sağlık durumları dışında görev süreleri Daire Başkanlığınca uzatılabilmektedir. Zira
bu personel, üç- üçbuçuk yıl gibi uzun süreli eğitim görerek görevlerine
hazırlanmaktadırlar. Örneğin; özel timlerde görevli personel, komando, kurbağa
adam, paraşüt, savaş, beden eğitimi, gayri nizami harp ve özel kurslara tabi
tutulmakta, bazıları ise görevleriyle ilgili olmak üzere yurt dışı kurslarına da
gönderilmektedir. Yine, anılan özel timler, yıllık eğitim faaliyet planlarında öngörülen
eğitim ve uygulamalarının yanı sıra, Genelkurmay Başkanlığınca uygun görülen
müşterek eğitimleri de NATO tatbikatları içerisinde icra etmektedirler."
"Özel Harp Dairesi, 1963–1974 yılları arasında Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatının
kurulması, geliştirilmesi ve desteklenmesinde görev almıştır. Kıbrıslı soydaşlarımızın
korunması için ve olayların zorlamasıyla kurulan bu teşkilatın görevi, 1974 Kıbrıs
Barış Harekatı ile sona ermiştir.
Yine, 1980 yılında teröristlerce Diyarbakır'a kaçırılan Türk Hava Yolları uçağında
rehin tutulan kişilerin kurtarılması operasyonunda bir özel tim görev yapmıştır. O
tarihlerde polis ve jandarma teşkilatında özel timler bulunmadığından bu görev Özel
Harp Dairesi'nin özel timine verilmiştir. Bugün polis teşkilatında bu timler teşkil
edilmiş bulunduğundan, bu tür görevlerin özel timler tarafından yapılmasına gerek
bulunmamaktadır."
"Son kırk yıldır demokrasimizin üzerine bir karabasan gibi çöken kontrgerilla
konusunda gerçeklerin ortaya çıkabilmesi için perdeyi hep beraber aralamaya
çalışacağız."
"NATO Genel Sekreterinin dahi yıllarca süren suskunluktan sonra varlığını kabul
ettiği bir örgütün uzantılarının ülkemizde olmadığına inanmak fazla iyimserlik, hatta
saflık olurdu. "
"12 Mart sonrası dönemin Başbakan Yardımcısı Sayın Sadi Koçaş birkaç yazısında,
kontrgerillanın kanun dışı kurulmuş, yönetilmiş ve kanun dışı çalışmış bir örgüt
olduğunu açıkça vurgulamıştır." (...)
"Özel Harp Dairesi yasalara göre kurulmuş bir örgüt olmadığından, amacında,
işleyişinde ve eylemlerinde yasal dayanak aranması olası değildir." (...)
"Sosyal demokrat Halkçı Partinin bir Diyarbakır Meclis üyesi, bir yüzbaşı tarafından
kiralık katil tutularak öldürülmek istenmiştir. Bu olay, bu Meclis çatısı altında daha
evvel de konuşuldu. Sayın Başbakanın ve İçişleri Bakanlığı Müsteşarının da tanık
olduğu cinayet siparişi, kiralık katilin cayması ve olayın açıklığa çıkması sonucu akim
kalmıştır." (...)
"Sayısı bir yılda 600'ü aşan faili meçhul cinayet koalisyon Hükümetinin, hepimizin ve
demokrasimizin ayıbı ve yüzkarası olarak önümüzde durmaktadır." (...)
"Eğer bu araştırma açılmasıyla ilgili önerge bugün burada kabul edilmezse,
demokratik parlamenter rejimimiz ciddi bir yara alacaktır. Yüce Meclisimiz, bu fırsatı
kaçırırsa, tarih önünde sorumlu olacaktır."
(Algan Hacaloğlu - CHP)
"Sayın Demirel burada diyor ki: 'biz genel görüşme istedik kontrgerillayla ilgili; bize
haber yolladılar bu işleri kurcalamayın diye'. Herhalde şimdi Sayın Demirel'e de,
Sayın İnönü'ye de birileri haber yollamış ki, onlar da kurcalamayın diye bugünün
muhalefetine haber yolluyor ve kendi gruplarını baskı altında tutmaya çalışıyorlar."
(Hasan Mezarcı - RP)
"Bu örgütü, Özel Harp Dairesi denen olayı, daha doğrusu Genelkurmay emir ve
talimatları içerisinde görev yapan bu kuruluşu, kontrgerilla ya da illegal örgüt olarak
ve faili meçhul cinayetlerin müsebbibi olarak kabul etmek mümkün değildir. Böyle bir
şeyi Türk vatandaşı, hiçbir Türk parlamenteri içine sindiremez."
(Cemal Şahin - SHP)
"Bu kadar geniş bir kitlenin yeterli bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, malum kişi ve
çevreler ve hatta kuruluşlarca başlatılan ve zaman zaman çeşitli eylemlere de
dönüşen yoğun bir kampanyaya girişilmişti. Maksat açıkça zihinleri bulandırmak ve
bu suretle Türk Devleti ve onun bazı müessese ve kuruluşlarını zaafa uğratmak ve
yıpratmaktır."
(M. Bahri Kibar - ANAP)
"Bugün gerçekten de tarihi bir gün. Bugün önemli bir gün. Çünkü bugün bizler, bu
sıraları dolduran insanlar demokrasi tercihimizi ortaya koyacağız. Bu ülkede yeniden
darbeler olacak mıdır, olmayacak mıdır? Bunun kararını vereceğiz. Gelecek
kuşakların, çocuklarımızın geleceği hakkında karar vereceğiz, demokrasi için karar
vereceğiz. Biraz sonra oylama yapılacak. Ya büyük bir vebal altında bu salondan
çıkacağız, ya da adımızı, 19'uncu dönem milletvekillerinin adlarını ve bu
parlamentonun adını altın harflerle tarihe yazdıracağız."(...)
"Deniyor ki, 'faili meçhul cinayetlerle ilgili bir araştırma önergesi kabul edildi,
araştırma komisyonu kuruldu.' Bu komisyon, Doğan Güreş'i ifadeye çağırabilecek
midir? Bu komisyon MİT'in, Genelkurmayın, ÖHD'nin arşivlerine inebilecek midir?
İnemeyecektir. Bu komisyon, Kültür Sarayı yangınını inceleyebilecek midir, Marmara
Gemisi yangınını inceleyebilecek midir? Çünkü Kültür Sarayı yangını faili meçhul bir
olay değildi. Eminönü Araba Vapurunun batırılmasını inceleyebilecek midir?
İnceleyemeyecektir."
(Mahmut Almak - Bağımsız)