Professional Documents
Culture Documents
MUSTAFA DURAK
NURULLAH ATAÇ’TA DİL, ANLAM, ELEŞTİRİ VE ŞİİR:
Mustafa Durak
DİL:
Her dil, zaman içinde sözcük dağarcığı bakımından yenilenir. Bu, dili
konuşanların gereksinimlerine ve yaratıcı zihinlere bağlı doğal bir gelişmedir.
Bu doğal gelişmenin (gidişin) akışını yönlendiren dil siyasetini, bu siyaseti
etkileyen iktidar tutumunu göz ardı etmemek gerek. Dil konusunda yansız bir
yönetim söz konusu edilebilir mi? Elbette hayır. Ancak iki uç noktayı
belirlemekte yarar var. Her hangi bir dil söz konusu olduğunda, eğer çok dar
sınırlarda kalmış bir dil değilse, sözcük dağarcığı bakımından yabancı sözcük
içermeyen arı bir dilden söz edilemez. Bir dilin en azından elden geldiğince arı
kalması; o dile, öznelerin gösterdiği ilgi ve özene yani ana dil bilincine
bağlıdır. İşte dille ilgili bu iki uçtan biri ütopik de olsa: dilin mutlak arılığıdır.
Karşı uçta ise dilin mutlak başkalaşımı, artık ‘o dil’ olmaktan çıkması, başka
dil olması vardır. Bir dilin mutlak başkalaşması, o dili konuşanların köleliğini
işaret eder. Burada kölelik kavramı iğneleyici, uyarıcı olması açısından
kullanılmıştır. Elbette bir kişi başka dili kullandığında tam anlamıyla
köleleşmez. Ama şu gerçek de göz ardı edilmemeli: artık o dili konuşan
toplumun bağımsızlığı son bulmuştur. Kaldı ki bir ikinci dili konuşan kişi eğer
kendisinde anadili bilinci oluşmamışsa genelde edindiği öteki dilin kültür
bağımlısı olmaya adaydır. Zira diller ayni zamanda güç temsilcileri olarak
gündemdedir. Dilde özdeşleşme hareketleri nerede olursa olsun idealist
(ülkücü) hareketlerdir. Ulusçudur. Ve bağımsızlığa yönelik bir çabanın
göstergesidir. Bu çabalar da bir ideal temeline dayanır. Söz konusu iki uç
arasında çeşitli derecelenmeler vardır. Yabancı sözcüklerinin sayısı ve kullanım
sıklığı bir toplumun etkilenmişlik ve/ya bağımlılık derecesinin gösterir.
Türkiye türkçesi bakımından yirminci yüzyıl, dilde bir arılaşma demek olan dil
devrimine tanıklık etmiştir. Nurullah Ataç, türkçenin özleşmesinde kendince,
önemli bir çaba içinde olmuştur. Dilde özleşme, ülkemizde ideolojik bir tabana
oturtulmuştur. Yenilikçiler ve tutucular. Mantık açısından bakıldığında dilde
özleşmeden yana olması gereken milliyetçiler dilin özleşmesine karşı kutupta
yer almıştır. Bu noktada ulusal bağımsızlığı savunanların dilde özdeşleşmeyi
savunanlar olduğu düşünüldüğünde yenilikten yana olanlar olması da ilginçtir.
İkili kavramların denklemi olarak baktığımızda iş karmaşıklaşıyor. Demek ki
kavramlar hep çarpık, yönlendirilmiş olduğundan çarpık işliyor zihinlerimizde.
Zira hem başka nedenler (etmenler) hem de ayrıştıktan sonra bir araya
gelemeyişler. Politik çarpıtmalar söz konusu olmadığında kavramlar konusunda
eğitim öne çıkar, -hoş çarpıtmalarda da eğitim söz konusudur ama olumsuz
anlamda- insanların, dünyaya daha geniş açılardan bakabilmeleri, kavramlar
konusunda netleşmeleriyle, kavram düzeyinde tartışmalarıyla, kavramsal
çelişkilerini görebilmeleriyle olanaklıdır.
İşte Nurullah Ataç, dil konusunda Dil devriminden yana durmuş bir
yazarımızdır. O, yazılarında bu yanıyla da belirginleşmiştir. Onun için:
Aslında toplum, dilden kopuk olarak yaşamadığı için düşüncelerini bir şekilde
söyler. Benimsediği düşünceler de farklı farklı dillerde söylenmiş olabilir. Dil
ile düşünce arasına böylesine kesin bir kural konamaz. Böyle bir ifade genel dil
gerçekliğinden ve insan düşüncesi gerçekliğinden uzaktır. Ancak elbette
Nurullah Ataç’ın bu ifadeyle bir yenileşme, bağımsızlaşma noktasında dilin
etkisi ve göstergeliğini dikkate aldığı düşünülmeli. Yani dil için yanlı
olduğunun, idealist bir tavır sergilediğinin altı çizilmeli. Ve bunun da adı: kendi
diline sahip çıkma yani dil bilincidir. Ve şöyle der:
ANLAM:
Anlambilimin tarihi daha eskidir ama anlambilim çalışmaları 1960 sonrasında
yoğunluk kazanır. Anlambilim çalışmalarından habersiz olan Ataç’tan elbette
anlam üzerine kuramsal açıklamalar, anlamın tanımına yönelik düşünmeler
beklemiyorum. Onun 'anlam' sözcüğünü hangi bağlamlarda, hangi anlamda
kullandığına göz atmakla yetineceğim.
“Bu bizim içimizde bir şeyler uyandırıyor, bize bir duyguyu, derin bir duyguyu
sezdiriyor derseniz, peki, doğru söylüyorsunuz. Yok, kalkar da bunda hoş bir
buluştan, bir çizgiden başka doğrudan doğruya bir mâna var derseniz, ona da
doğru diyemem. Mâna ancak şu birkaç yıllık şiirimizde vardır; ondan
öncekilerde güzel buluşlar arıyabilirsiniz. Buluşu eski adıyla söyliyelim,
mazmun’u, mâna saymak, ne dediğimizi bilmemek olur”(4).
Evet “mazmun”u anlamdan saymayalım, peki bu yukarıdaki alıntıda geçen
“mâna”nın ne anlama geldiğini anlayabiliyor muyuz ki en azından ona göre
mazmunun anlamla ilişkisi olmadığına karar verebilelim. Bu beyitte,
mazmunlarda anlam bulamayan Ataç, Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirlerinde
bir anlam bulur.
Ancak burada başka bir sorun daha vardır: anlamı anlamamız daha da zora
sokulmuştur. Zira anlam tipi ikileşmiştir: eski anlamıyla anlam ve yeni
anlamıyla anlam. Burada anlam yerine mâna sözcüğünün kullanıldığına dikkat
ediyorum. Anlam konusunda Mallarmé’nin nirengi alınışına da. Yanlış
yorumlamıyorsam Ataç; anlamı, şiir anlamında kullanıyor. Zira gerçekte
Mallarmé anlam kuramcısı değildir. Mallarmé öncesi şiir ve Mallarmé ve
sonrası şiirden söz edilir. Bu yüzdendir ki Ataç’ın değerlendirmesiyle, bugünkü
şiirimiz Mallarmé şiirine benzemez, 'eski anlamında anlam vardır bizim
şiirimizde' derken Mallarmé öncesi şiir vardır ona göre. Böylece Ataç için şiirin
üç ulamı oldu: anlamsız şiir (Baki’nin şiiri divan şiiri), eski anlamıyla şiir,
Mallarmé tarzı şiir.
Anlamak:
“Anlar mıyım ben Mallarmé’nin şiirini? Zordur bu soruya cevap vermek.
Anlamam ya.. gene de anlarım. .. Ama okurum o şiirleri, açıkça anlıyormuşum
gibi bir zevk, bir haz duyarak okurum.. beni çeken bunun musikisi de değil,
kendisi, kelimelerle yapılmış bir nesne olması. .. O şair “anlamak” sözünün
mânasını değiştirmiştir. Mallarmé’den önce bir şiiri anlamak başka şeydi,
Mallarmé’den sonra başkadır. Bizim bugünkü şiir anlayışımız, Mallarmé’nin
kurduğu şiir anlayışıdır”(6).
Anlamak, bir şeyin doğruluğunu kabul etmek değildir, onu sevmek de değildir.
Bunların her biri farklı kavramlardır. Başka bir yerde de anlamak alışmaktır
diyecektir:
“Asıl büyüklük acaba sınırlı olmakta, asıl anlamak acaba bazı şeyleri de
anlamamakta değil midir?”(9).
“Biliyorum ki okuduğum yazı bir sanat eseridir, ondan sanat zevkini almağa
başlarım. Anlamam belki, hemen anlamam; ama hemen anlamayışım yarın da
anlamıyacağım, hiçbir zaman anlamıyacağımı göstermez ki! Kendimi ona
alıştırmağa çalışırım”(10).
“Anlamadığım şiirlere daha çok inanırım” dedim. Onlara daha çok inanırım,
çünkü onlarda bir yenilik olması, onların eskiden beri bildiklerimizi söylemeyip
geleneğe bir şeyler katması daha olabilir bir şeydir. O anlaşılmazlığın altında
belki bir boşluk vardır; ama belki de benim alışık olmadığım için sezemediğim
bir yenilik, bir zenginlik vardır. Anlamıyorum diye atacak olursam, onda belki
bulunan güzelliği bir daha sezmem için hiçbir çare kalmaz. Bunun için öyle
yazılara daha çok inanırım” (11).
Nurullah Ataç'ın anlam ve şiir konusunda da bulanık bir anlayış içinde olduğu
görülüyor. Bu, büyük ölçüde gerçeküstücülerin 'anlam' kavramına karşı
açtıkları savaşla açıklanabilir. Bu noktada iki ayrı gerçeklikten söz etmeliyim
varlıksal (ontik) gerçeklik ve varlıkbilgisel (ontolojik) gerçeklik. Bir nesneye,
bir şeye onun öz nitelikleri, onu oluşturan şeyler açısından bakmak varlıksal
bakıştır. Bu genellikle bilimsel dediğimiz bakış açısıdır. Bir de varlığın
görünüşlerinden birinin yeğlenmesi durumu vardır. Bu görünüşün gerek değer
olarak, gerek bakış olarak yeğlenmesiyle, varlıksal (ontik) gerçeklikten
uzaklaşılmaya başlanır. Varlık ile görüntüsü arasında parça bütün ilişkisi yattığı
söylenebilir. Zira hiç bir görüntü şeyin bütününü göstermez. Ancak burada
tehlikeli olan nokta giderek parçanın artık bütünü temsil edemez hale
gelmesidir. Zira karakteri gereği öznel olan değer kavramı özneyi çok uzaklara
fırlatabilir. Bazı durumlarda da varlığa yüklenen değerlerden biri, yerleştiği
bakış açısı bakımından öbür öznelere cazip gelebilir ve bir dalga hareketiyle
akım içinde yer alabilir. Gerçeküstücülük ve anlamı böyle değerlendiriyorum.
Hele onların döneminde anlam üzerine bilgilerin daha sınırlı olduğu
düşünülürse, anlambilim karşısında onların anlama bakışı, sanatsal bir bakış
açısı olarak kalır. Zaten sanat, genelde nesnenin bütünününe değil, nesnenin
görünüşüne taliptir. Ancak yine de anlamdan kaçış yoktur. Yalnızca
anlayamadığımız şeyler, yapıtlar vardır. Bu da Nurullah Ataç'ın yine el
yordamıyla işaret ettiği bir noktada çözümlenir. Okur, izleyici olarak 'ben'in
değerler sistemiyle çözümlenebilir. Yani aksiyolojik birikimle. Bu aksiyolojik
alan iki temel eksende ele alınabilir: çekinç (euphory) ve itinç (disphory). Eğer
Nurullah Ataç, bir şairin, anlayamadığı bir şiirine yeniden yeniden dönme
gereği duyuyor ise şaire karşı bir çekinç değerine sahiptir. Şairde, şiirde onu
çeken bir şeyler vardır. Ayni şiiri anlayamayıp atan biri içinse bir çekinç
eksikliği, dolayısıyla itinç değeri söz konusudur. Ve bu çekinç ya da itinç
değerleri bilgisel, toplumsal, ruhsal, ilişkisel vb kaynaklı olabilir.
ELEŞTİRİ
İzlenimci eleştiri, öznel eleştiridir. Bireysel izlenimlerin öne çıktığı eleştiri
anlayışıdır. Eleştirenin bireysel beğenilerine, yeğlemelerine dayalı eleştiri
türüdür. Eleştiriyi yazınsal bağlamda kullandığımızda öznel eleştiri; tek bir
değerlendirme, yargı olabileceği gibi bir deneme yazısı da olabilir. Hatta kitap
boyutunda bir inceleme de olabilir. Carloni ve Filloux, André Gide’in
“Dostoyevski” adlı kitabını izlenimsel eleştiri türü örnekleri içinde verirler.
“Yahya Kemal söylediği için hoş, Yahya Kemal söylediği için tazedir o”(18).
Görüldüğü gibi onun için Yahya Kemal, şiirleri yüzünden bir “haz” nesnesine,
tapını nesnesine dönüşmektedir. Kişinin öznel bakışı yalnızca şiirle sınırlı
kalmamakta, şiire yüklediği değer, onun başka edimlerine hatta bir yerde hazır
bulunmasıyla ilgili değerlendirmeye yansıtılıyor.
“Bir kere sanat eseri yaratmak ne demektir? “İşte bu güzeldir, bu iyidir, bunu
sizler de beğenin” demek değil midir?”(21).
Bu, estetik tarihinde sanat yapıtıyla ilgili bakış açılarının geleneksel olarak hep
güzel kavramı çerçevesinde dönenmesinden kaynaklanan bir bakıştır. Yaratma
psikolojisi içinde, sanatçının, yarattığı şeyin başarılı bulunması konusunda bir
isteği olabilir. Sanat yapıtı; bu isteğin aracı, bir nesnesi olabilir. Ancak, ne
başarılı bulunan bir şey yalnızca güzellik olarak görülebilir, ne de sanatçının
yaptığı işin takdir edilmesiyle yapıtın işlevi sınırlanabilir.
Ataç’ın zirve kişisi Yahya Kemal’dir. Sonra sırayla Ahmet Haşim ve Dağlarca
gelir. “Yahya Kemal” adlı denemesi onun en güzel yazısıdır. Bunun nedeni
ona duyduğu sevgi ve saygı olabilir. Eleştirel düzyazı olarak bir övgüdür
(fahriye) bu yazı.
Sevmek ve anlamak arasında zorunlu bir bağ oluşuyor Ataç için. Eğer bir şeyi
seviyorsak, onu anlıyoruzdur. Ya da anladığımızı seviyoruz ve, yargılar
kesinleşiyor onun için. Her sevdiğimiz, ister kişi olsun ister şey olsun, en iyi
anladığımız olmak zorunda mıdır? Daha önce güzel, başarılı şiirler yazdığı için
hayran olunan Yahya Kemal’e bu kez, sevmediği, anlayamadığı yanları olduğu
için hayran oluyor. Oysa bu durum sıradan bir şey değil mi? Herkesin
sevmediği, anlayamadığı şeyler olmaz mı? Bu insanca bir durum değil mi?
Eleştirmen
“Tenkidçinin asıl borcu her güzellikten, hiç olmazsa birkaç türlü güzellikten
anlamaktır. Bugün bir takım sebeplerle bu eseri beğenir, yarın büsbütün başka
sebeplerle şu eserden hoşlanır. Gösterdiği sebepler birbirinden o kadar ayrı,
birbirine o kadar zıddır ki tenkidçi değişti, ak dediğine kara, kara dediğine ak
diyor sanırsınız. Tenkidçi değişir, Yunan masalının sudan ateşe kadar her şey
olabilen Proteus’u gibi değişir; çünkü biribirinden başka olan , biribirine hiç
benzemeyen şeyleri anlamak zorundadır. Hiçbir şeye çabuk çabuk evet
diyemez. Yeni bir şiir yazılmış; siz, ben, yani işi incelemeden yargılayabilecek
insanlar, hoşumuza gidip gitmediğine göre güzeldir, yahut çirkindir diyebiliriz.
Hiç bocalamayız. Tenkidçi bocalar; bocalamazsa, uzun uzun düşünmezse,
yarın o esere gene dönüp onun üzerine başka bir şey söylemiyorsa tenkidçi
değildir. O da sizin gibi, benim gibi, o şiiri bir defa okuyup geçmiştir. Bir defa
okuyup geçmezse onda, ilk günde sezemediği güzellikler de bulur, ilk günde
gözünden kaçmış çirkinlikler de görür. Tenkidçi yavaş yavaş yargılayan
adamdır (28).
“Tenkidçi istemeyiz, bize asıl yaratıcı sanat adamları lâzım; tenkide kalkıp da
herkesin zihnini karıştırmayın “mı diyorsunuz? Gene de tenkidçilik
ediyorsunuz: tenkidçiyi, tenkidi tenkid ediyorsunuz: “Bizde tenkid yok” demek
de bizde tenkidin başladığını gösterir. Başladı demek doğru değil, öteden beri
vardır… hiçbir yerde tenkidin bulunmadığı zaman yoktur”(32).
“Kitap okuyan, resme bakan, musiki dinliyen her insan bir tenkidçidir;
hoşlanması da tenkiddir, hoşlanmaması da”(33).
Ataç zamanından günümüze pek bir şey değişmemiş demek ki. “Bizde
eleştirmen yok” uzun zamandır hep gündemde. Demek ki bu, bir sözde aydın,
ve/ya kabul görmemiş yazan bilmişliği.
Sahih (doğru, gerçek) dünyanın karşısına sahih olmayan yani sahte dünyayı
koyabiliriz. Bir şairin, gerçek bir şairin, “sadece şair olarak, sadece şiirleri için”
kabul edilmiş şair, ölümünden sonra farklı bir yaşam sürecektir. Yaşayanların
zihninde şiirleriyle yaşanan dünyadakinden farklı bir şair imgesiyle
yaşayacaktır.
“Haşim artık edebiyatımızın defterine yazıldı; bunun içindir ki biz de çok defa
onu tanıdığımız, üstadımız, dostumuz olduğunu unutuyor, adını tarihten işitir
gibi oluyoruz. Fuzulî’nin Baki’nin, Galip’in adları gibi”(40).
Böylece insan şair ile şair şair arasında bir ayrım yapılıyor; şair, ölümün
ayırıcılığında değerlendirilmiş oluyor. Ne var ki Ataç yine de dengeyi kurmada
gecikmez. Ona göre ikisi arasında birbirinden üstünlük ilişkisinden söz
edilemez. Her ikisinin de artı değerleri vardır. Bu, hem bir dengeleme hem de
bir ayrılmazlaştırma olarak görülebilir. Ama yine de gerçek olan ile
ülküleştirilen arasındaki ayrımda tersine çalışan bir değerleme vardır. Gerçek
olan yapay, yapay olansa gerçek olur. Bu, bir bakıma Ataç’ın gerçek olanla
ülküsel olan arasında netleşemediğinin göstergesi olarak da okunabilir.
Demokrat Ataç:
Ataç, eleştrirmenin değişken olmasını, yeni okumalara açılmakla, gelişmekle
ve hoş görülü olmakla bağlantılandırır.
“Herkesi kendimizle ölçmek huyundan kurtuluruz.. bizim için kötü olan bir
şeyin başkası için iyi olacağını anlarız.. huyumuza daha bir yumuşaklık
gelir”(43).
Öğütçü Ataç
Her bilgi sahibi bilgi vericidir. Öğütçüdür. Ataç da deneyimli bir okur yazar
olarak zaman zaman öğütler verir, yol gösterir.
“Beğenip sevmek için, her seferinde yeniden anlamak için hiç durmadan
okuyacaksınız..”(44).
Beyit bize derin bir duyguyu sezdirecek hem de anlamdan yoksun olacak.
Eleştiri olarak yeterli mi bu yargı? Okura eser hakkında ne söylüyor? Hemen
hemen hiçbir şey. Oysa metne bakar da beyitte neler olup bittiğini araştırırsak,
öyle sanıyorum ki, Ataç’ın sözünü ettiği derin duygunun beyitteki imajla
yakından ilgili olduğunu fark ederiz. Rüzgârın dalından koparıp savurduğu
yaprak yerde ‘perişan’ yatıyor ve bu durumdan yakınıyor gibi bir hali var.
‘Rüzgâr’ aynı zamanda ‘kader’ anlamına geldiği için diyebiliriz ki yaprağın
‘rüzgâr’ karşısındaki yalnız, çaresiz ve şikayetçi durumu, insanın kader
karşısındaki durumunu sembolize etmekte ve bundan ötürü beyit bir güz
manzarası tasvirini aşarak bizde daha derin duyguları harekete getirmektedir.
Beyitteki çaresizlik, isyan, tevekkül ve hüzün duygularını daha iyi dile getirmek
için şair imajda tek bir yaprak kullanıyor. Yaprağın tek ve yalnız olması, karşı
gelinmez bir gücün önünde boyun eğmek zorunluluğunu duyuruyor. “Benzer
ki” sözcüğü de önemli. Şikâyet, açıkça, haykırarak yapılmıyor, kader
karşısındaki çaresizliğin biraz tevekkül ile karşılandığını gösteren sessiz, belli
belirsiz bir isyan” (52).
ŞİİR:
ATAÇ’TA ŞİİR TİPLERİ:
Eski şiir:
Ataç, eski şiirden yana olmakla karşı olmak arasında gidip gelir. Bir bakarsınız
eski şiiri över, bir bakarsınız yere batırır. Eski şiir onu Araf’ta bırakır. Bir o
yana bir bu yana savurur, değiştirir, kararsızlaştırır. Bu değişimde Batı ve Doğu
kavramlarının ve bunlardan yana olmak, görünmek kaygısının ağır bastığını,
onun dengesini bozduğunu düşünüyorum.
Bu ifadede eski şiir, bir gereklilik olarak gösteriliyor. Ancak bu şiirin, (Ataç
zamanı için) o günün okuru için zor bir şiir olduğunun altı çiziliyor. Zira ona
göre “iyice anlıyamadığımız birtakım cinaslar, telmihler, müraatlar ile
doludur”. Ataç, bu zorluğu normalleştirir ve bu zorluğun niye aşılması
gerektiğini gerekçelendirir:
“Eski şairlerimizin, divan şairlerimizinkilerde olduğu gibi saz şairlerimizin
şiirlerinde de bulunan bu oyunları hoş görmeliyiz (..) Latin şairlerinin şiirleri
de o gibi söz oyunlarıyla doluymuş”(54).
“Şiiri seven bir türk genci sözlükleri açıp çalışırsa, birkaç ay içinde o
kelimelere alışıverir”(55).
Yargısını verir vermesine ama yine de eski şiirden kopmak gerektiğini düşünür
ve bunu şöyle gerekçelendirir bu kez: Bu şiirler “Bizim artık bağlı
olmadığımız, günden güne de uzaklaştığımız bir dünya görüşünün ürünleridir
de onun için. Alaturka musiki gibi. Bundan sonra ne yapsak yaşatamayız onu,
ölmüştür, gömülmüştür”(57).
Dolayısıyla Batı dünyası yolu, Batı’ya yönelme takıntısı onunla Divan şiiri
arasına girer. Ve içine girmiş kötü cin gibi ona eski şiiri kötülettirir:
“Boş bütün o şiirler, insanı gerçekten insan eden, yöresine ilgilendiren, başka
insanları da, dünyayı da anlamağa götüren güç yok onlarda. Hepsi eskimiş, bir
daha tazelenmemek üzere eskimiş. Yalnız dilleri bakımından değil.
Homeros’un, Vergilius’un dilleri; Fuzuli’nin, Nefi’nin, dilinden de eskidir.
Ama o şairlerin görüşleri yaşıyor, düşünceleri tazeliğini yitirmemiş. Onları
okurken insan oğluna bir yakınlık duyuyoruz, Fuzuli’nin, Nefi’nin şiirleri ise
öyle değil, onlarda sadece bir ustalık, bir hüner gösterme dileği var”(59).
Daha önce söylediklerinin tam tersini söyletir. Ve söyledikleri farklı bir şiir tipi
görüp vazgeçme değildir. Yani kendi gereksinimlerine, kendi şiir zevkine daha
uygun olanı bulmaktan kaynaklanan bir terse dönüş değildir.
“Kendi kendine yeter bir edebiyat değildir bizim divan şiirimiz. Bunun için
kapatmalıyız onu. Fuzuli’yi de, Baki’yi de, Neşati ile Nazîm’i de unutmalıyız.
Onları çocuklarımıza belletmemiz gerekli değildir. Çocuklarımıza gerçekten
edebiyat sevgisini, güzellik kaygusunu aşılamak istiyorsak onlara Yunanlılarla
Lâtinlerden başlıyarak Batı âleminin şiirlerini, eserlerini öğretelim,
benliklerini onlarla yuğuralım”(60).
Ama aklı fikri yine de eski sevgiliye takılır gibi eski şiirdedir. Onun değerini
bilememiş, onu kavrayamamış olma olasılığını devreye sokar, bir yasaklama
dileği ardından:
“Bilmesinler Fuzuli gazellerini. Bir gün gelir, belki kendi kendilerine bulurlar
o gazelleri. Bir batılı görüşü ile okurlar onları, bizim bugün iyice
sezemediğimiz güzelliklerini görürler de yeniden diriltiverirler”(61).
Yeni şiir:
Yeni şiirin ne olduğunu, mahlassız yazılmış olsa da şairin şiirinin niteliğinden
dolayı bilinmesi ve şiirinde insanlığı yalnızca kendisinin sezdirebilmesi
ölçütüne bağlar:
İlk ölçütü, biçem kavramına bağlı olarak anlayabiliyorum. Ancak ikinci ölçütü
anlamak zor. Zira ‘şiirimde bütün insanlık var’ demek, kendi başına zor bir iş,
ve sonra “bunu ancak ben söyler, sezdirebilirim”, benden başka şair yok
megalomanisi değil midir? Biz yeni şiiri tek şairle mi kutlayacağız?
Ve yeni olan konusunda bir ölçüt daha verir. Bir şiirin zamana direnmesi,
zamanla eskitilememesi.
“Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl, bin yıl sonra da yeni
gözükmelidir” (..)“Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek
şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede
bulunmıyan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne”(64).
Oysa kendisi Nedim’i, Galip’i, Fuzuli’yi, Baki’yi hem övebilmiş hem de onlara
sırt çevirebilmiştir.
Ve yeni şiirle ilgili adlar verir: Mallarmé, Fazıl Hüsnü Dağlarca. Ama
Dağlarca’nın niye yeni olduğunu söyleyebilmekten uzaktır.
Halk şiiri:
Ataç eski şiirde olduğu gibi halk şiiri konusunda da gelip gider.
Elbette burada şiirde özün ne olduğunu sormak gerekir. Ataç’a kalırsa, halk
şairlerimiz de divan şairlerimiz de “bilisizdir”, “yaradılışın sırlarını
sezdirebilmiş, okuyanlarda dünyayı, tabiatı kavratacak düşünceler uyandırmış
kimseler”değildirler. Ve Ataç bu yaklaşımıyla (kendini) aşağılamanın içine
yuvarlanıverir:
“Özgür koşuğun gizlerini şairin ancak kendisi biliyor, biz bir türlü
kavrıyamıyoruz; onun için şairin dediklerini dinlerken kendimizi şöyle
bırakamıyoruz”(74).
“Bugünün bir şiiri var… kulak için yazılmıyor, akıl için yazılıyor”(78).
“Sessizce okuyasınız diye yazılan şiir, herkesin içinde yüksek sesle okunur mu?
Şiire bir tel daha katıldığını göremiyorsunuz bir türlü…”(79).
“Var bir musikisi o telin, ama bir fısıldama, bir mırıldanma musikisi. Yalnız
kaldığınız zaman ıslıkla kendi kendinize söyliyeceğiniz bir türkü… Ne yapalım?
Bu çağın kişisi, kalabalıklar kişisi değil, yalnızlıklar kişisidir”(80).
Adını kitapların bile unuttuğu bir şairimizin: ”Mısra’-ı berceste-i mevzûn bir
mâna iki” mısraı. Bremond’un bütün söylediklerini toplayıvermiştir”(82).
Taç dizelerin arılık bakımından, tüm gereksiz yüklerinden arınmış bir söz
olması bakımından, gerçekten en uç noktayı temsil ettikleri doğrudur.
Ataç; Haşim’in şiirini çağdaş bulur ama dilinin yabancı olduğunu ileri sürer.
Ve yabancılığın kaynağının, kullandığı sözcükler olmadığını söyler ama
açıklamaz:
“Bu dil elbette tabii değildir, yapmadır; ancak Haşim’in duygu, düşünce
âleminin bir parçasıdır, onun kendiliğinden doğan bir kalıbıdır. Yapmadır,
ama Hâmit’in dili, Fikret’in dili gibi yapıştırma değildir”(86).
“Ahmet Haşim’in dilinin suniliği, yapmalığı, nasıl söyleyeyim? Tabiidir”(87).
Böylece şiirin dili konusunda üç ulam belirlemiş olur: doğal, yapay ama doğal
ve yapay.
Anlam ve kendinde varlık olarak şiir:
Ataç için sözcükler anlamlarından ayrı bir varlıktır:
Sözcükler anlamlarından ayrı varlıkları var mıdır gerçekten? Bir şeyin varlık
olarak var olması ve nitelikleriyle, işlevleriyle var olması arasında bir ayrım var
mıdır? Nitelikten başlarsak, bir varlığın öz nitelikleri ile geçici nitelikleri,
işlevleri ve değerleri arasında bir ayrım yapmak gerekir.
Ataç, bir şeyin sanat yapıtı ya da şiir olarak sunulmasının, kendisini ilk
koşullayan şey olduğunu ve kendi konumunu bu sunuma göre ayarladığını
belirtiyor. Dolayısıyla kendi değerlendirmesini arka plana atmış oluyor.
Doğrusu yine de onunla şu noktada buluştuğumu söylemeliyim her sanat/şiir
savı, en azından sanatın, şiirin kapısını çalıyor, zorluyor demektir. Bu konuda,
bize bir şeyin sanat yapıtı ya da şiir olarak sunulmuş olması ile onun öyle kabul
edilmesi arasında önemli, hatta kalın bir çizgi vardır. Bu Çin Seddi gibi bir
duvar değildir. Görünmez, saydam bir şerit olduğu için de gören göz ister.
Yapısı gereği bu çizgi göreli olduğu için sanmalara açıktır. Ancak şunun da altı
çizilmeli: bu çizgi konusunda kuramsal ya da kabule/redde dayalı açıklamalar
olabilir ama kimse yetke konumunda değildir.
Şiiri okumak, yalnızca bütünü görmek midir? Kaç tür bütün vardır? Şiir
yazmak kadar şiir okumak da şiire aç pırıl pırıl bir beyin, fırıl fırıl gözler ister.
Şiirin yalnızca ‘biçim ve anlam’ bütünü olarak görülmesi şiirin her yönüyle ele
alınmasını engeller. Şiir, ne biçimdir ne de anlam. 1966 yılında “Şiir Dilinin
Yapısı” adlı çalışmanın yazarı Jean Cohen de şiirin neliğini ses ve anlam
düzlemlerinde aramıştır. Oysa sanat, yazın ve şiirin neliği; bu alanlardaki
üreticilerin, yapıtlarında gerçekleştirmiş oldukları sanatsal edimlerde
aranmalıdır. Burada sanat, yazın ve şiiri sanat ortak paydasında
buluşturuyorum. Ve bu ‘sanatsal edim’i, edim kavramıyla bağlantısını ve
bugüne kadar anlama yüklenen anlamdan farklılığını göstermek için ayni
zamanda ‘edimsel anlam’ olarak da adlandırıyorum.
“Biz bugün şiiri doğrudan doğruya anlamak istiyoruz, şiirin sesini dinliyoruz,
o ses bize mânayı sezdirsin diyoruz. Kelimeleri parçalamak, aralarındaki gizli
bağları, benzerlikleri aramak aklımıza gelmiyor”(94).
Aslında Halk Şiiri dışında, Garip Şiiri dışında çoğu şiiri anlamak kolay
değildir. Her şiir kendi diline çalışılmasını, kendi dilinin öğrenilmesini ister.
“Şair, sanat adamı bana hiç benzemiyorsa, yalnız kendini söyleyip de beni
söylemiyorsa ondan bana ne?”(95).
Seçmek yargılamaktır:
“Seçmek demek yargılamak demektir”(99).
Notlar:
(1) Nurullah Ataç; Diyelim, Söz Arasında; Varlık Yayınevi; İstanbul; 1970
içinde; Şiir Üzerine; s: 94)
(2) Ayni yazar; Ayni kitap; s: 93)
(3) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Varlık Yayınları;
İstanbul; 1967 içinde; Yahya Kemal; s: 180 ) ).
(4) Ayni yazar; ak. içinde;Gençler için; s: 227)
(5) Nurullah Ataç; Sözden Söze, Ararken; Varlık yayınları; İstanbul; 1968
içinde: Mallarmé için; s: 53)
(6) Ay; ak. içinde; s: 53)
(7) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri içinde: Yahya Kemal; s:
178-9)
(8) Ayni yazar; Sözden Söze, Ararken içinde; Yeni Şiir; s: 16)
(9) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri içinde; Yahya Kemal; s:
178)
(10) Ayni yazar; Sözden Söze, Ararken içinde: Yeni Şiir; s: 17)
(11) Ay; ak; Yeni Şiir; s: 18)
(12) Ay; ak; Anlamamak; s: 226)
(13) J.-C. Carloni ve Jean – C. Filloux; Eleştiri Kuramları; çev: Tahsin Yücel;
Gelişim Yayınları; İstanbul; 1975; s: 64-65)
(14) Ayni yazarlar; ayni kitap; s: 64)
(15) Ayni yazarlar; ayni kitap; s: 65)
(16) Ayni yazarlar; ayni kitap; s: 62).
(17) Ayni yazarlar; ayni kitap; s: 61)
(18) Ayni yazar Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri (NA.GG-KD; Yahya
Kemal; s: 176)
(19) Ayni yazar; ak içinde: Yahya Kemal; s: 177)
(20) Ayni yazar; Sözden Söze, Ararken içinde: Mallarmé içinde; s: 51)
(21) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Tenkid gene Tenkid; s:
217)
(22) Ayni yazar; Sözden Söze, Ararken; Eleştirmeci; s: 87-88)
(23) Ay; Sözden Söze; (s: 87)
(24) Ay; Ak; Mallarmé için; (s: 51)
(25) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Yahya Kemal; s: 179)
(26) Ayni yazar; ak; Yahya Kemal; s: 179)
(27) Ayni yazar; ak; Tenkid gene Tenkid; s: 220)
(28) Ayni yazar; ak; Tenkid gene Tenkid; s: 218-9)
(29) Ay; Sözden Söze, Ararken; Eleştirmeci; s: 87)
(30) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Tenkid gene Tenkid; s:
215)
(31) Ay; ak; Tenkid gene Tenkid; s: 215)
(32) Ay; ak; Tenkid gene Tenkid; (s: 215)
(33) Ay; Ak; Tenkid gene Tenkid; s: 218)
(34) Ay; Ak; Tenkidçi Aranıyor; s: 209)
(35) Ay; Ak; Tenkidçi Aranıyor; s: 211)
(36) Ay; Ak; Tenkidçi Aranıyor;s: 212)
(37) Ay; Ak; Tenkidçi Aranıyor; s: 210).
(38) Ay; Ak; Tenkidçi Aranıyor; (s: 211)
(39) Ay; Ak; Ahmet Haşim; s: 154)
(40) Ay; Ak; Ahmet Haşim; s: 156)
(41) Ay; Ak; Yahya Kemal; s: 178)
(42) Ay; Ak; Yahya Kemal; s: 175-6)
(43) Ay; Ak; Şiirimiz üzerine; s: 261)
(44) Ay; Ak; Şiirimiz üzerine; s: 264)
(45) Ay; Sözden Söze, Ararken; Yeni Şiir; s: 10)
(46) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 11)
(47) Adnan Benk; Eleştiri Yazıları; Doğan Kitap; İstanbul; 2000; s: 525)
(48) Ay; Ak; s: 524),
(49) Ay; Ak; s: 445)
(50) Berna Moran; Edebiyat Kuramları ve Eleştiri; İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları; İstanbul; 1972).
(51) Ay; Ak; s: 153)
(52) Ay; Ak; 154)
(53) Nurullah Ataç; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Şiirimiz üzerine; s:
257)
(54) Ayni yazar; ak; Şiirimiz üzerine; s: 261)
(55) Ayni yazar; ak;; Şiirimiz üzerine; s: 259)
(56) Ayni yazar; ak;; Şiirimiz üzerine; s: 258)
(57) Ay; Sözden Söze, Ararken (NA.SS-A; Fuzuli’yi Okurken; s: 124)
(58) Ay; Ak; Fuzuli’yi Okurken; s: 125)
(59) Ay; Ak; Fuzuli’yi Okurken; s: 126)
(60) Ay; Ak; Fuzuli’yi Okurken; s: 126)
(61) Ay; Ak; Fuzuli’yi Okurken; s: 126)
(62) Ay; Ak; Fuzuli’yi Okurken; s: 126-7)
(63) Ay; Ak;; Yeni Şiir; s: 25-6)
(64) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 25)
(65) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 24)
(66) Ay; Ak;; Gençler için; s. 225)
(67) Ay; Ak;; Mallarmé için; s: 54)
(68) Ay; Ak; Gençler için; s: 226)
(69) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Şiirimiz üzerine; s: 259)
(70) Ay; Ak;; Şiirimiz üzerine; s: 258)
(71) Ay; Sözden Söze, Ararken; Apollon ile Marsyas; s: 67)
(72) Ay; Ak; Apollon ile Marsyas; s: 67).
(73) Ay; Ak;; Yeni Şiir; s: 9)
(74) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 9)
(75) Ay; Ak; Yeni Şiir; s:13)
(76) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 15)
(77) Ay; Ak; Yeni Şiir; (s: 14)
(78) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 14)
(79) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 14)
(80) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 14)
(81) Ay; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Ahmet Haşim; s: 158)
(82) Ay; Ak; Ahmet Haşim; s: 158)
(83) Ay; Ak; Ahmet Haşim; s: 158)
(84) Ay; Sözden Söze, Ararken; Yeni Şiir; (s: 17)
(85) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Ahmet Haşim; s: 160)
(86) Ay; Ak; Ahmet Haşim; s: 159)
(87) Ay; Ak; Ahmet Haşim; s: 159)
(88) Ay; Ahmet Haşim; 159)
(89) Ay; Ak; Şiirimiz üzerine; s: 261)
(90) Ay; Sözden Söze, Ararken; Yeni Şiir; s: 17)
(91) Ay; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Ahmet Haşim; s: 155)
(92) Ay; Sözden Söze, Ararken; Yeni Şiir; s: 24)
(93) Ay; Ak; Yeni Şiir; s: 24)
(94) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Şiirimiz üzerine; s: 260)
(95) Ay; Sözden Söze, Ararken; Yeni Şiir; s: 25)
(96) Ay;Ak; Yeni Şiir; s: 25-6)(?)
(97) Ay; Ak; Apollon ile Marsyas; s: 66)
(98) Ay; Ak; Apollon ile Marsyas; s: 66)
(99) Ayni yazar; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Gençler için; s: 224)
(100) Kandinsky; Sanatta Manevilik üzerine; çev: Ahmet Necati Bigalı; İzmir;
1981 s: 19)
(101) Ay;Günlerin Getirdiği-Karalama Defteri; Gençler için; s: 223)
(102) Nurullah Ataç; Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri; Gençler için; (s:
223)