You are on page 1of 131

T.C.

GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

TÜRK BASININDA MÜLKİYET VE SAHİPLİK YAPISI


BAĞLAMINDA ÖZELLEŞTİRME UYGULAMALARI:
CİNER MEDYA GRUBU

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan:
Özlem ARAS

Tez Danışmanı:
Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR

Ankara-2008
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne

Özlem ARAS’a ait ‘Türk Basın Sektöründe Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı


Bağlamında Özelleştirme Uygulamaları: Ciner Medya Grubu’ adlı çalışma,
jürimiz tarafından Gazetecilik Anabilim dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak
kabul edilmiştir.

Başkan Prof. Dr. Özlen ÖZGEN

Üye Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR


(Danışman)

Üye Doç. Dr. Gamze Yücesan ÖZDEMİR


ÖNSÖZ

Kapitalizm, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren girmiş olduğu yeniden


yapılanma süreci ile ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda önemli
dönüşümlere yol açmıştır. Devletin ekonomik yaşam içindeki rolünün yeniden
sorgulanması, kuralların kaldırılması ve özelleştirme gibi politikalar, bu
yeniden yapılanma sürecinin temel araçları olmuştur. Gerek dünyada
gerekse ülkemizde kitle iletişim araçları, kapitalizmin gelişim süreci ile birlikte
şekillenmiş bunun yanı sıra kapitalizmin güçlenmesinde ve örgütlü bir şekilde
yayılmasında önemli rol oynamıştır.

Küresel düzeyde de yansımasını bulan bu yeniden yapılandırma


süreci, Türkiye’yi de etkilemiş, 1980’li yıllarla birlikte hayata geçirilen
neoliberal politikalara koşut olarak medya sektörü, özellikle özelleştirme
uygulamaları ile önü açılan sermayenin, en gözde yatırım alanlarından biri
olmuştur. Sektör, kısa bir süre içinde medya sektörü dışında faaliyet
gösteren büyük sermaye grupları ile bütünleşen bir karakter kazanmıştır.

“Türk Basınında Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme


Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada, yukarıdaki gelişmeler
ışığında basın sektörünün durumu ele alınmış özellikle Ciner Medya Grubu,
günümüz medya sektörünün önemli bir temsilcisi olarak ayrıntılı olarak
incelenmiştir.

Çalışmanın gerçekleşmesinde emeği geçen değerli hocam Prof. Dr.


Nazife Güngör’e destek ve yardımlarından ötürü teşekkür ederim.
ii

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ............................................................................................................i
İÇİNDEKİLER.................................................................................................ii
KISALTMALAR DİZİNİ..................................................................................iv
TABLOLAR DİZİNİ.........................................................................................v
GİRİŞ..............................................................................................................1

BİRİNCİ BÖLÜM
MEDYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ
1.1. Ekonomi Politik Yaklaşım......................................................... 7
1.2. Genel Olarak Eleştirel Yaklaşımlar........................................... 9
1.3. İletişime Ekonomi Politik Yaklaşımlar....................................... 11
1.3.1. Kapitalizm ve Kitle İletişim Araçları.............................. 17

İKİNCİ BÖLÜM
NEOLİBERALİZM VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI
2.1. Liberal Ekonomi Politikaları ...................................................... 20
2.2. Liberal Ekonomi Politikalarının Çöküşü ..................................... 22
2.3. Keynesyen Ekonomi Politikaları .................................................. 24
2.4. Yeni Dünya Düzeni ve Neoliberal Politikalar................................ 26
2.4.1. Özelleştirme Kavramı...................................................... 30

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRK BASIN SEKTÖRÜNÜN EVRİMİ
3.1. Türkiye’de Ekonomi Politikalarının Kısa Tarihi........................ 35
3.1.2. Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları........................ 40
3.2. 1950’lere Kadar Türk Basın Sektörünün Gelişimi.................... 43
3.3. Çok Partili Dönemde Türk Basını............................................. 48
3.4. 1980’lerin Ardından Günümüz Medyasının Genel Görünümü... 51
iii

3.4.1. Medya Sahipliğinin Değişen Yapısı................................ 53


3.4.2. Medyada Tekelleşme Eğilimi.......................................... 65
3.4.3. Büyük Sermaye Grupları Ve Medya Sektörü.................. 71

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
CİNER MEDYA GRUBU
4.1. Ciner Grubu Medya Şirketleri................................................... 74
4.1.1. Merkez Grubu Ve Televizyon Yayıncılığı........................ 79
4.1.2. Merkez Grubu Ve Yazılı Medya Sektörü......................... 82
4.1.3. Merkez Grubu Ve Dergi Yayıncılığı................................. 84
4.1.4. Merkez Grubu Ve Gazete - Dergi Basımı Piyasası......... 86
4.1.5. Merkez Grubu Ve Gazete - Dergi Dağıtımı Piyasası....... 87
4.1.6. Merkez Grubu Ve Radyo Yayıncılığı............................... 89
4.1.7. Merkez Grubu Ve Prodüksiyon - Reklam Hizmetleri....... 89
4.2. Ciner Medya Grubu’nun Kısa Tarihi......................................... 90
4.2.1. Serveti İle Konuşulan Bir Medya Patronu:
Turgay Ciner……………………………………………..... 94
4.2.2. Medya Kârlı Bir Sektör mü? Ciner:
“Kâr Etmediğimiz Yerde Bulunmayız”............................. 96
4.2.3. Dağıtımda Kızışan Rekabet: Ciner
“Dağıtım Tekelini Kırdık”............................................... 98
4.2.4. TMSF’nin Ciner Medya Grubu Şirketlerine
El Koyma Süreci…………………………………………… 101
4.3. Turgay Ciner Kimdir? .............................................................. 103

SONUÇ.......................................................................................... 110
KAYNAKÇA................................................................................... 116
ÖZET.............................................................................................. 123
ABSTRACT.................................................................................... 124
iv

KISALTMALAR DİZİNİ

ABD : Amerika Birleşik Devletleri


BBD : Birleşik Basın Dağıtım
BDDK : Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu
DP : Demokrat Parti
DYG : Doğuş Yayın Grubu
DYH : Doğan Yayın Holding
GATT : General Agreement on Tariffs and Trade
(Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması)
HAVAŞ: Havaalanları Yer Hizmetleri A.Ş.
IMF : International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu)
İSO : İstanbul Sanayi Odası
KİT : Kamu İktisadi Teşebbüsleri
MTM : MTM Haber Yatırım ve Ticaret A.Ş.
OECD : Organisation for Economic Co-operation and
Development (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü)
TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi
TEAŞ : Türkiye Elektrik Üretim ve İletim Anonim Şirketi
TMSF : Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
WB : World Bank (Dünya Bankası)
v

TABLOLAR DİZİNİ

Tablo1: Medya Sektöründeki Üç Büyük Grubun Ulusal Kanallar


Açısından ve Gazete - Dergi Yayıncılığı Alanlarındaki Net Satış
Adetlerine Göre Pazar Payları

Tablo 2: Ciner Grubu’nun Medya Sektörü Dışındaki Şirketleri Ve


İştirakleri

Tablo 3: Ciner Medya Grubu

Tablo 4: Merkez Grubu’nun Televizyon Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları

Tablo 5: Ulusal Kanallar Açısından Gruplar Bazında Pazar Payı

Tablo 6: Merkez Grubu’nun TV Reklamlarındaki Toplam Payı

Tablo 7: Merkez Grubu’na Ait Gazeteler

Tablo 8: Merkez Grubu’na Ait Gazetelerin Pazar Payları

Tablo 9: Gazete Yayıncılığı Alanında Gruplar Bazında Pazar Payları

Tablo 10: Merkez Grubu Tarafından Yayınlanan Dergiler

Tablo 11: Gruplar Bazında Dergi Yayıncılığı Piyasasındaki Pazar Payları

Tablo 12: Merkez Grubu’na Ait Baskı Tesisleri

Tablo13: Gazete ve Dergi Dağıtımı Piyasasındaki Pazar Payları

Tablo 14: Merkez Grubu’nun Radyo Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları

Tablo 15: 2006-İSO500 Verilerine Göre Turgay Ciner’in Şirketleri


GİRİŞ

1. Çalışmanın Konusu

Bu çalışmanın konusu, Türk basın sektöründe mülkiyet ve sahiplik


yapısı bağlamında 1980’lerden itibaren hayata geçirilen özelleştirme
uygulamaları ile basın sektöründe yaşanan değişim süreci ve bu süreç
içerisinde bir örnek olarak Ciner Medya Grubu’nun sahibi olduğu medya
kuruluşlarıdır. Temel olarak, Türk basın sektöründeki mülkiyet ve sahiplik
yapısını konu alan bu çalışmada, özelleştirme uygulamalarına geniş yer
ayrılmış ve bu uygulamaların basın sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısına
etkisi analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, medya sektöründeki önemli
sermaye gruplarından biri olan ve Türk basın sektöründeki yapılanmanın
karakteristik özelliklerine sahip olduğu düşünülen Ciner Medya Grubu’nun
gelişimi ve medya sektöründeki faaliyetleri üzerinde ayrıntılı olarak
durulmuştur.

2. Amaç, Önem ve Kapsamı

Kapitalizm, 1980’lerde periyodik olarak yaşadığı krizlerden kurtulmak


ve kendine hayat veren sermaye birikimini artırmak için yeni pazarlar
yaratmak amacıyla yeni bir yapılanmaya gitmiştir. “Yeni Dünya Düzeni”
olarak adlandırılan bu yeniden yapılandırma sürecinde, sermayenin önündeki
tüm engelleri kaldırmak ve sermayenin yeni dönem ihtiyaçlarını karşılamak
için, işe önce ekonomi politikalarına yeni bir yön vermekle başlanmıştır. Bu
doğrultuda, ekonomide neoliberal politikaların egemenliğinin ilan edildiği bir
döneme girilmiştir. Bu dönemle birlikte üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve
sahiplik yapısı da neoliberal politikaların önemli bir aracı olan özelleştirme
uygulamaları ile hızlı bir dönüşüme uğramış; özel sermaye, özelleştirme
2

uygulamaları aracılığıyla piyasada faaliyet göstermeye teşvik edilmiştir.


Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı sermayenin egemenliği,
devletin ekonomideki konumu yeniden tanımlanarak, piyasada tam
serbestleşmeye gidilerek ve piyasa üzerindeki kurallar kaldırılarak küresel bir
boyuta taşınmıştır.

Kapitalizm, ekonomideki bu yeniden yapılanma sürecinde siyasi,


hukuki, kültürel, ulusal vb. yapıları dönüşüme uğratmış ve medya sektörü de
bu dönüşüm sürecine dahil edilmiştir. Sermayenin en gözde yatırım
alanlarından biri haline gelen medya sektörü, özelleştirme uygulamalarının
yaygınlaştırılması ile önü açılan büyük sermaye gruplarının içine gömülmüş
bir sektör niteliğini kazanmıştır.

1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de de neoliberal politikalar hayata


geçirilmeye başlanmış ve pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu
politikaların en önemli araçlarından biri özelleştirme uygulamaları olmuştur.
Devletin ekonomiden yavaş yavaş çekilmesi ve özelleştirme uygulamaları ile
piyasanın özel sektör faaliyetlerine bırakılmasının hedeflendiği bu süreçte,
medya sektörü tümüyle farklı bir alana taşınmıştır. 1980 sonrasında değişen
bu medya ortamının en önemli unsuru, mülkiyette ve alanda yatırım yapan
sermayenin niteliğine ilişkindir. Özelleştirme uygulamaları ile önü açılan ve
medya sektörünün dışında faaliyet gösteren çeşitli sektörlerdeki sermaye
grupları, yatırımlarını bu alana yöneltmiş ve holdinglerin egemenliğinde
gelişen yeni bir dönem açılmıştır. Enerji, madencilik, finans, turizm, hizmet
vb. sektörlerde faaliyet gösteren sermaye grupları, medya sektöründe de
hakim konuma gelmiş, medya kuruluşları basın dışı alandan aktarılan
sermaye ile bütünleşmiştir. Bu bağlamda çalışmanın temel amacı, 1980’lerle
birlikte gerek dünya çapında gerekse Türkiye’de girilen bu sürecin etkilerini
analiz etmektir.

Nisan 2007 tarihi itibariyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından


Grup şirketlerine el koyulan medya patronu Turgay Ciner, bu gelişme ile
gerek kamuoyunda gerekse basında en çok konuşulan isimler arasında yer
3

almıştır. Ciner, bu gelişmenin de öncesinde özellikle özelleştirme ihalelerine


ilgisi, enerji ve madencilik sektörlerindeki faaliyetleri ve iş dünyasındaki hızlı
yükselişi ile sürekli adından bahsettiren bir isim olmuştur.

Medya sektörü dışında enerji, madencilik, turizm, sanayi ve ticaret


sektörlerinde bir sanayi kompleksi olarak faaliyet gösteren Ciner Grubu,
medya sektörünün 1980’li yıllarla birlikte girmiş olduğu “holdinglerin medyaya
girişi” sürecinin 2000’lere yansıyan en önemli temsilcilerinden biridir. Bu
bağlamda özellikle sektörün önemli isimlerinden biri olan Turgay Ciner ve
sahip olduğu Medya Grubu, sektörün karakteristik özelliklerini taşıması
sebebiyle seçilmiş ve bu yolla çalışmanın örnek bir olayla desteklenmesi
amaçlanmıştır. Temel faaliyet alanı enerji ve madencilik sektörü olan
Grubun, medya faaliyetlerinin ve sektördeki konumunun ekonomik olarak
analiz edildiği bu çalışmada, Ciner Medya Grubu örneğinden faydalanılarak
Türk medya sektörüne yönelik bir değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır.

Bugün yaygın olarak kullanılan kitle iletişim araçlarının daha genel bir
ifadeyle medyanın, gelişim sürecinin kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim
süreci ile birlikte şekillendiği, onun ideolojik yapılanmasında büyük bir rol
üstlendiği ve sistemin yeniden üretilmesinde stratejik bir öneme sahip olduğu
görüşünden yola çıkılan bu çalışma, medya sektörünün egemen sistem
içindeki konumlanışına odaklanmıştır.

Bu nedenle çalışma sonucunda elde edilecek verilerin, yapılacak olan


analizlerin en nihayetinde varılacak olan sonucun, günümüz medyasının
“hangi dinamiklerle yön bulduğu” sorusuna açıklık getirmesi açısından önem
kazandığı düşünülmektedir.

Çalışmada örnek olarak seçilen Ciner Medya Grubu’nun daha önceki


bilimsel çalışmalara çok fazla konu olmamasının, çalışmanın önemini
artırdığı özellikle çalışmanın hazırlandığı dönemde, Grup medya şirketlerine
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından el koyulmasıyla başlayan sürecin
ve ardından yaşanan gelişmelerin çalışmayı daha da güncel kıldığı
4

düşünülmektedir. Bu bağlamda çalışma verilerinin özellikle Ciner Medya


Grubu’na yönelik analizlerin yapılacak diğer bilimsel çalışmalara ışık tutması
umut edilmektedir.

“Türk Basınında Mülkiyet Ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme


Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada, Türk basın
sektöründeki dönüşüm süreci ele alınmış ancak çalışma yalnızca Türkiye ile
sınırlandırılmamıştır. Bütünsel ve tarihsel bir çalışma ortaya koyma
kaygısıyla, Türk basın sektöründeki dönüşüme ışık tutmak amacıyla öncelikle
dünya çapında yaşanan tarihsel, ekonomik, siyasi süreçler analiz edilmiştir.
Çalışmada yine tarihsel analizin zorunlu bir sonucu olarak tek bir medya
kuruluşu üzerinde yoğunlaşılmamış, birbiri ile ilişkili sermaye gruplarının
tarihsel gelişimi ve sektör içindeki yapılanmaları da çalışmaya dahil edilmiştir.

3. Çalışmayı Yönlendiren Temel Varsayımlar

Çalışmanın temel hareket noktası, Türk basın sektörünün mülkiyet ve


sahiplik yapısında özellikle 1980’li yılların ardından yaşanan dönüşüm
sürecidir.

Bu noktadan hareketle aşağıdaki şu varsayımlar geliştirilmiştir:

• Kitle iletişim araçları, içinde bulundukları toplumun ekonomik


ilişkilerine göre şekillenir ve yönlendirilirler. Kitle iletişim araçları
üzerindeki mülkiyet biçimi, o toplumların egemen üretim
biçimlerinden bağımsız ele alınamaz.

• 1980’li yılların ardından hayata geçirilen neoliberal politikalar ve bu


politikaların önemli araçlarından biri olan özelleştirme uygulamaları,
medya sektörünü yakından etkilemiş özellikle mülkiyet ve sahiplik
yapısında bir takım değişimlere yol açmıştır.
5

• Günümüzde tekelci bir görünüm arz eden medya sektörü,


ekonomik açıdan birkaç büyük sermaye grubu tarafından
paylaşılmaktadır ve bu büyük sermaye gruplarının önü, 1980’li
yılların ardından hayata geçirilen ekonomi politikaları ile açılmıştır.

• Ciner Medya Grubu, günümüz medya sektöründeki mülkiyet ve


sahiplik yapısının karakteristik özelliklerini taşımaktadır.

4. Çalışmanın Yöntemi

Çalışmada kuramsal olarak eleştirel ekonomi politiğin öncüllerinden


hareket edilmiştir. Bu bağlamda iletişim konusu, ekonomik ilişkiler ve yapılar
bağlamında ele alınmış ve çalışma boyunca ekonomik analizlere, ekonomik
gelişmelere ve ekonomik çözümlemelere geniş yer verilmiştir. Bu
çözümlemeler ışığında, medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısının
incelenmesine ağırlık verilmiş; medya sektörü, özellikle farklı medya
sektörleri ile ilişkileri bağlamında ele alınmıştır. Araştırmada benimsenen
kuramsal anlayışa koşut olarak, eleştirel iletişim çalışmaları içinde yer alan
temel araştırma perspektiflerinden biri olan ekonomi politik yaklaşımın ortaya
koyduğu ve altyapı-üstyapı modelini kullanan bir kavramsallaştırma çerçevesi
kullanılmıştır. Çalışmada tarihsel ve bütünsel bir yaklaşım sergilenmeye
çalışılmış bu bağlamda olaylar ve gelişmeler tek tek, birbirinden bağımsız ve
ayrı olarak değil aksine birbirlerine olan etkileri, birbirilerini dönüştürme
süreçleri ile ele alınarak, çalışma boyunca neden ve sonuçlar arasındaki bağ
koparılmamaya çalışılmıştır.

5. Çalışmanın Planı

Dört bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümünde, kuramsal bir altyapı


oturtulmaya çalışılmıştır. Bu amaçla, iletişim alanında iki ana yaklaşım olarak
6

kabul edilen pozitivist kuram ve eleştirel kuramın temel noktaları ve sorun


alanları incelenmiştir. Özellikle çalışmada benimsenen yöntem olan eleştirel
ekonomi politik yaklaşımın üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur.

İkinci bölümde ise neoliberal ekonomi politikalarının gelişmesindeki


tarihsel süreç, ekonomi politikalarının gelişimi doğrultusunda incelenmiştir.
Neoliberal ekonomi politikalarının en önemli araçlarından biri olan
özelleştirme kavramı da bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

Çalışmanın üçüncü bölümü, Türk basın sektörünün Osmanlı’dan


günümüze kadar uzanan geçirdiği sürece ayrılmıştır. 1980’li yılların ardından
yaşanan gelişmelere ayrıntılı olarak yer verilmiş özellikle bu dönemde hayata
geçirilen neoliberal politikaların medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik
yapısında ne gibi değişimlere yol açtığı analiz edilmiştir.

Ciner Medya Grubu’nun ayrıntılı olarak incelendiği son bölümde,


Grubun medya sektöründeki faaliyetleri ekonomik açıdan analiz edilmiş,
bunun yanı sıra Medya Grubu’nun kısa tarihi ve Turgay Ciner’e geniş yer
ayrılmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
MEDYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ

Çalışmanın birinci bölümünde, ileride tarihsel olguları incelerken


kullanılacak olan kavramsal araçların kuramsal temelleri üzerinde
durulacaktır. Bu amaçla ilk hareket noktası, eleştirel kuramın temel
noktalarının ve sorun alanlarının incelenmesi olacaktır. İnceleme, tarihsel
süreçte yaşanan ekonomik, teknolojik ve siyasal gelişmeler ışığında
yürütülecek, bu amaçla ilk iletişim araştırmalarına yön veren zeminin hangi
dinamiklerle oluştuğu analiz edilmeye çalışılacaktır.

1.1. Ekonomi Politik Yaklaşım

Ekonomi politik, 19. yüzyılda Adam Smith, David Ricordo gibi klasik
iktisatçıların toplumsal üretim ilişkilerini analiz etmek üzere kullandıkları bir
yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Karl Marx ve Friedrich Engels ise klasik
iktisatçıların ekonomi politik yaklaşımını eleştirerek yola çıkmış ve klasik
iktisattan farklı olarak, sınıf ve artı değer kuramlarına dayanan bir ekonomi
politik yaklaşım geliştirmişlerdir.

Marx ve Engels’in bir bilim olarak temellerini attığı ekonomi politik,


insanlar arasındaki üretim ilişkilerini araştırır. Ekonomi politik, üretimde
toplumsal ilişkilerin, yani insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesinin
bilimidir. Ekonomi politik, gelişmesinin çeşitli aşamalarında, üretimi ve insan
toplumu için maddi malların üretim ve dağıtımını etkileyen yasaları gün
ışığına çıkarır. Bununla ilgili olarak, üretim araçlarının mülkiyet şekillerini,
üretim içinde bulunan farklı toplumsal sınıfların durumunu ve onlar arasında
varolan ilişkileri; maddi malların üleşim biçimlerini inceler.
8

Ekonomi politik, üretim ilişkilerini araştırır çünkü üretim ilişkileri temel


ve belirleyici öğedir. Temel (altyapı), kendisine tekabül eden ve onun
gelişmesini belirleyen üstyapıyı doğurur. Üstyapı denince siyasi, felsefi,
hukuki, sanatsal, dini, vb. kavramlar ve bunlara uygun düşen kurumlar
anlaşılır. Üstyapı, temel tarafından yaratılır ama doğuşundan sonra, temel
karşısında edilgen kalmaz; ona etki yapar, onun oluşmasına ve
sağlamlaşmasına yardım eder. Üstyapı, toplumun temelinin bir yansımasıdır
ve her temel değişikliği, üstyapı değişikliğini de beraberinde getirir:

“Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli


toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal
üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi
hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel
hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey,
bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal
varlıklarıdır.” (Marx, 1993: 23).

Marx’ın ekonomi politik çözümlemesi içinde kilit bir nokta olan “maddi
üretim araçlarını elinde tutan egemen sınıfın, aynı zamanda zihinsel üretim
araçlarını da emrinde bulundurduğu”ndan hareket eden ekonomi politik
yaklaşımlar, önceliği kitle iletişim araçlarının mülkiyet ve sahiplik yapısının
incelenmesine verirler. Medya mülkiyeti, yöneten sınıfın medya kurumlarını
kontrol edebilmesinin temel aracı olarak düşünülür. Bu anlamda kitle iletişim
araçlarının kimi, ne kadar ve ne oranda etkilediğinden çok, bu araçların
kimlerin elinde ve egemenliğinde olduğuyla ilgilenirler. Ekonomi politik
yaklaşıma göre üretim araçlarının sahipliği üzerine kurulu bu egemenlik,
beraberinde düşüncenin üretimi ve dağıtımındaki egemenliği ve kontrol
gücünü getirir:

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen


düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü
olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim
araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim
araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine
girmiş durumdadırlar ki kendilerine zihinsel üretim araçları
verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa
bağımlıdır.” (Engels ve Marx, 1999: 75).
9

Engels ve Marx’ın bu çözümlemeleri ve altyapı - üstyapı analizi,


“ekonomik belirleyicilik”, “ekonomik indirgemecilik” eleştirilerine yol açmıştır
ve eleştirel yaklaşımlar arasındaki görüş ayrılıklarının ve sınıflandırmanın
temelini oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.1

Marx’a ve bu tür yaklaşımlara yapılan ana eleştiri “ekonomizm”, yani


çok fazla ekonomi ve çok az “insan arzusu” ve “bilinçli veya bilinçsiz
etkinlikleri” üzerine olmuştur (Alemdar ve Erdoğan, 2002: 305). Oysa
Marksist anlayışa göre, üstyapıyı doğuran temeldir ancak bu hiçbir zaman
onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgin, tarafsız olduğu, temelin kaderine,
sınıfların kaderine, düzenin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına
gelmez. Tersine, üstyapı bir kez doğunca etkin büyük bir güç olur ve temelin
billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder (Politzer:
1990, 399).

1.2. Genel Olarak Eleştirel Yaklaşımlar

Genel olarak Marksizmi referans alan eleştirel yaklaşımlar, kitle


iletişim araçlarının kapitalist toplumdaki konumuna ilişkin tarihsel, eleştirel ve
bütünsel bir bakış açısı sunmuştur. Frankfurt Okulu eleştirel kuramından,
yapısalcı medya çalışmalarına ve kültürel çalışmalara kadar çeşitlenen
eleştirel yaklaşımlar, medya konusunda farklı görüşler ortaya koysalar da
temel olarak varolan toplumsal yapının eleştirisi üzerinden yola çıkmışlardır.

Eleştirel iletişim çalışmaları, liberal/çoğulcu toplumsal kurama muhalif


olan eleştirel kuramlar içinde gelişmişlerdir. Bu çalışmaların önde geleni,
Frankfurt Okulu çevresinde gelişen ve Marksist bir toplum eleştirisinden
temellenen çalışmalardır. 1923’te Almanya’da kurulan ve temsilcileri
arasında Max Horkheimer, Theodor Adorno, Herbert Marcuse ve Walter

1
Alemdar ve Erdoğan eleştirel yaklaşımları bu eksende sınıflandırmaktadır: Üstyapıya (kültür, ideoloji
ve söyleme) ağırlık veren yaklaşımlar. Altyapıya (maddi ilişkilere) ağırlık veren yaklaşımlar (aktaran
Dursun, 2001: 21).
10

Benjamin gibi isimlerin yer aldığı Frankfurt Okulu kuramcıları, kitle iletişim
araçlarının mülkiyet ve organizasyon yapılarına odaklanmamakla birlikte
kapitalist toplumlarda, kitle iletişim araçlarının ve kültürün önemine dikkat
çeken ilk eleştirel kuramcılar olmuşlardır. Frankfurt Okulu kuramcıları
arasında özellikle Horkheimer ve Adorno, geliştirdikleri kültür endüstrisi
kavramını ekonomik bir analiz birimi olarak kullanmışlardır. Kültürün
kendisinin bir endüstri ve kültür ürünlerinin de metalar haline geldiği görüşü,
kültür endüstrisi kavramının ortaya çıkışına kaynaklık eder. Kültür endüstrisi
kavramına göre kültür ürünleri, kültür endüstrisinin içinde ortaya çıkarlar;
kültür ürünlerinin üretimi de tüketimi de kitlesel boyuttadır ve endüstri
standartlarına göre üretilir ve tüketilirler. Bu ise kültür ürünlerini metalaştırır.
Bu kavramlaştırma, bir anlamda sistemin kendini her düzeyde, altyapıda ya
da üstyapıda nasıl yeniden ürettiği ve meşrulaştırdığını açıklayan bir yön
izler. Kültürel ürünler standartlaştırılarak ve buna karşı farklılıklar
marjinalleştirilerek, bu ürünlerin tanıtılma ve dağıtım teknikleri
rasyonelleştirilir. Bu yapılarıyla kültür ürünleri, toplumsal güçlerini kaybederek
mevcut düzenin devamını sağlamaktan öte bir işlev görmez hale gelirler.

Frankfurt Okulu’nun iletişim konusundaki konumu bir üstyapı olgusu


olarak kültür incelemeleri çerçevesinde şekillenmiştir. Frankfurt Okulu, bir
ölçüde geleneksel Marksizmden ayrılarak, altyapı - üstyapı ilişkisinde,
üstyapıyı özerk bir konumda ele almıştır.

Eleştirel çalışmalar içerisinde İngiliz Kültürel Çalışmalar ise daha çok


medyanın temsil ve anlamlandırma sürecini incelemiştir. Bu gelenek,
medyanın toplumsal yapıdaki ideolojik rolü üzerine odaklanır ve medyayı
statükonun savunucusu ve meşrulaştırıcısı olarak görür (Dağtaş ve Yaylagül,
2006: 332). Medya metinlerinin ileti, gösterge, kod vb. dilsel yapıları üzerinde
durarak, metinlerdeki üstü açık ideolojileri ortaya çıkarmaya çalışırlar. İngiliz
Kültürel Çalışmaları çerçevesinde, toplumdaki iktidar mekanizmalarından biri
olduğu vurgulanan medya, toplumsal anlamın oluşturulmasında etkin bir
biçimde rol oynamaktadır.
11

Eleştirel yaklaşımlar arasında Curan, gerek medyanın gücü


konusunda farklı görüşleri içeren gerekse bu görüşler arasındaki anlaşmazlık
ve tartışma alanının tipini de tanımlayan üçlü bir ayrıma gitmektedir (aktaran
Dursun, 2001: 20): Ekonomi politik yaklaşım, yapısalcı çalışmalar, kültürel
çalışmalar. Bunlar arasında yapısalcı çalışmalar, metin-ideoloji ilişkisi
konusuna odaklanırken, medyayı ideolojik bir güç olarak görmektedirler.
Buna karşın ekonomi politik yaklaşımlar ideolojiye değil, ekonomik temele
vurgu yapar. Kültürel çalışmalar ise medyayı toplumsal rızanın kazanıldığı ya
da kaybedildiği bir alan olarak tanımlamaktadır.

Murdock’un ayrımında ise medyaya ilişkin ekonomi politik yaklaşımlar,


araççı yaklaşımlar ve yapısalcı yaklaşımlar olarak ikiye ayrılmaktadır (aktaran
Dursun, 2001: 20). Buna göre araççı yaklaşım, medyayı yönetici sınıflara
hatta kişilere bağlılıkları çerçevesinde değerlendirirken; yapısalcı yaklaşım
sınıf, iktidar ve ideoloji arasındaki bağlantıları üretim tarzına ya da ekonomi
politiğe yerleştirerek, mülkiyet sahibi ve çalışanların eylemleri ile seçimlerine
belirli bir sınırlılık yükler. “Bütün bu çalışmaların ortak noktası kapitalist
ekonomik düzene ve liberal siyasal sisteme yönelttikleri eleştiriler
olduğundan tümü “eleştirel”, “kuramsal” ya da “değişimci” olarak adlandırılan
medya çalışmaları şemsiyesi altında toplanmaktadır.

1.3. İletişime Ekonomi Politik Yaklaşımlar

Tüm bu görüş ayrılıkları içinde, ekonomi politik yaklaşımın temel


özelliği iletişim konusunu, ekonomik ilişkiler ve yapılar bağlamında ele
almasıdır. Medyayı endüstriyel düzeyde ve diğer endüstrilerle ilişkisi
içerisinde ele alan ekonomi politik yaklaşım medyanın mülkiyeti, kontrolü gibi
temel sorunları gündeme getirir. Medyanın tekelleşmesi, ticarileşmesi,
uluslararası hale gelmesi, kâr güdüsü, bunun gerçekleştirilmesinde reklamlar
gibi medya pratiklerini sorunsallaştırır. Ekonomi politik en genel anlamda,
mevcut düzenin (kapitalizmin) incelenmesidir.
12

İlk iletişim araştırmaları, kitlelere ulaşmak isteyen endüstrilerin, siyasal


partilerin ve diğer kuruluşların kitlelerin tercihlerini, düşüncelerini, satın alma
ve oy verme davranışlarını bilmek ve yönlendirmek ihtiyacından ortaya
çıkmış ve gelişmiştir. Bu bağlamda kitle iletişim araştırmacılarının yöneldikleri
temel konu, kitle iletişim araçlarının bireyler ve gruplar üzerinde yarattığını
düşündükleri “etkiler” olmuştur. Kısaca odaklanılan konular kitle iletişim
araçlarının insanlara ne yaptırdığı, onları hangi davranışlara sürüklediği,
neleri satın aldırdığı, kimleri seçtirdiği ya da tüm bunların ötesinde herhangi
bir etkide bulunup bulunmadığıdır. Bu ilk araştırmalarda, daha çok saha
araştırmalarına yönelik ampirik bulgular ortaya konmuştur. Kitle iletişim
araçlarına bakışta ve onları değerlendirişte genelde egemen görüş, bu
araçlarının üstün güç ve etkilere sahip olduğu yolundadır. Kitle iletişim
araçlarının güçlü etkilere sahip olduğu görüşünün hakim olduğu bu ilk iletişim
araştırmalarında, bu görüşe zemin hazırlayan iki önemli tarihsel süreç etkili
olmuştur. Bunların ilki sanayileşme ve kentleşme sürecinde toplumsal
süreçte yaşanan değişikliklerdir. Metin Işık’a (2005: 27) göre sanayileşme,
kentleşme ve modernleşme olguları sonucunda 18. yüzyılda kamular ortaya
çıkmış, ardından kamular kitleye dönüşmüştür. Kitle toplumunda bireylerin
bazı davranışlarını yitirdiği, atomize olduğu ve kendi haline bırakılmış bireyler
haline geldiği görüşü temel hareket noktasını oluşturmaktadır. Bunun bir
sonucu olarak da yalnızlaşan bireylerin kitle iletişim araçları karşısında kolay
etkilenir hale geldiği görüşü ortaya atılmıştır.

Söz konusu dönemde iletişim araçlarının güçlü etkilere sahip olduğu


yönündeki görüşün şekillenmesinde en önemli sebeplerden birisi de Birinci
Dünya Savaşı’dır. Bilginin toplanması ve yayılması süreçlerinin hayati önem
taşıdığı savaş ortamında, bu işlevi üstlenecek olan kitle iletişim araçlarının
kontrolü büyük önem taşımaktadır. Savaş döneminde, savaşla ilgili
konulurda halklarına tek yönlü olarak iletmek istediği biçim ve içerikte bilgi
sunmak isteyen siyasal iktidarlar, iletişim araçlarını kontrolleri altına
almışlardır (Işık, 2005: 27-28). Dolayısıyla savaşla birlikte kitle iletişim
araçlarının rol ve öneminin artması, siyasal iktidarların iletişim araçlarını
13

propaganda malzemesi olarak kullanmaları sürecinin, savaş sonrasında


devam etmesi olgusunu gündeme getirmiştir.

Geleneksel iletişim araştırmalarında etkiler konusuna ilgi, İkinci Dünya


Savaşı sonrasına kadar sürmüş ancak bu kez kitle toplumu ve atomlaşmış
birey görüşünün reddi ile kitle iletişim araçlarının sınırlı/zayıf etkileri olduğu
savı güçlenmiştir. Bu bağlamda medyanın izleyenler üzerinde uzun dönemli
ve dolaylı etkileri olduğu görüşü kabul görmeye başlamıştır.

Tutucu liberal yaklaşımın kaynak-mesaj-alıcı üzerine kurulu ve etki odaklı bu


yaklaşımının tersine eleştirel gelenek, kitle iletişiminin karmaşık süreçleri ve
kitle iletişim araçlarının sistemin yeniden üretimindeki rolü üzerine durmuştur
(Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 334).

Ekonomi politik yaklaşımın Marx’ı izleyenler ve kuramsal/evrimsel


geleneği izleyenler olarak iki ana alt gruba ayrıldığını belirten Haluk Geray,
Richard Bebe’den yaptığı alıntıda, bu yaklaşımların temel özelliklerini şöyle
sıralamaktadır:

• Toplumsal iktidar ilişkilerini temel alırlar. Bu anlamda çatışma ve


çelişkileri çözümlemelerine katarlar. “Kim kazanıyor, kim
kaybediyor, kim kararları veriyor?” gibi sorular sorarlar. Bu nedenle,
değişim süreçlerini incelerler ve varolanın değiştirilebileceğini
vurgularlar.

• Mit ve masalları yıkmayı hedefledikleri için varolan egemenlik


yapılarına karşı çıkarlar. Burada mit (efsane) ve masal
kavramlarıyla anlatılmak istenen, sorgulanmadan kabul edilen
yaygın inançlardır. Babe’e göre günümüzdeki masallardan biri de
“zamanın ileriye doğru gittiği ve olmakta olanın kabul edilmesi”
gerektiği inancıdır. Buna bir tür toplumsal Darwinizm denmesi de
mümkündür.
14

• Neoklasik iktisadın toplumsal değer yargılarını dışarıda


bırakmasına karşın, ekonomi politikçiler değer yargılarını
kullanırlar. Eşitlik, hakkaniyet, adalet, toplumun/kamunun genel
çıkarları gibi değer yargıları, çözümlemelere katılır (aktaran Geray,
2005: 15).

Ekonomi politiğin hem dar hem de geniş anlamını sunan Mosco’ya


göre ekonomi politik dar anlamda karşılıklı olarak iletişim kaynakları da dahil,
kaynakların üretim, dağıtım ve tüketimini meydana getiren toplumsal
ilişkilerin özellikle iktidar ilişkilerinin incelenmesidir. Fakat daha geniş
biçimiyle toplumsal yaşamda egemenliğin ve mücadelenin incelenmesidir
(aktaran Boyd-Barret, 2006: 2).

Mosco’ya göre eleştirel ekonomi politik yaklaşımın genel özellikleri


arasında yaklaşımın bütüncül olması, tarihsellik ve değişim doğrultusunda
öneriler geliştirmesi bulunur. Yaklaşımın bütünselliği, ekonomik örgütlenme
yapısını, toplumun siyasal ve kültürel yaşamıyla etkileşim içinde ele alması
anlamına gelir. Bu anlamda mülkiyetin ve üretimin örgütlenmesinin
incelenmesi önem taşır. Maddi ve sembolik kaynakların eşitsiz dağılımının
iletişimsel eylemleri nasıl etkilediği üzerinde durur. Toplumdaki ekonomik
örgütlenmeyle üstyapı (hukuksal, politik, zihinsel ve kültürel süreçler)
arasındaki ilişkide önceliği ekonomik örgütlenmeye verir. Yaklaşım
tarihseldir, çünkü ekonomik örgütlenmenin ve egemenlik ilişkilerinin ve
bunların iletişimsel boyutlarının tarihsel süreçteki değişiminin izlenmesiyle
ilgilidir. İletişim araçlarının/teknolojilerinin ortaya çıkışı ve gelişimlerine önem
verilir (aktaran Geray, 2005: 31).

Eleştirel ekonomi politiğin önemli temsilcileri arasında yer alan Golding


ve Murdock’a göre, kitle medyasının ekonomi politiği, medyanın “ilkin ve
öncelikle emtialar üreten ve dağıtan endüstriyel ve ticari kuruluşlar
olduğu’nun kabul edilmesiyle başlar (aktaran Boyd-Barret, 2006: 7). Farklı
medya sektörleri, şirket kontrolü vasıtasıyla halihazırda birbirlerine bağlı
oldukları için yalıtılmış bir şekilde incelenemezler ve onların faaliyetleri
15

sadece geniş ekonomik bağlama bakılarak anlaşılabilir. Analiz ayrıca


ekonomik ve siyasal yapılar hakkındaki düşüncelerin yayılmasında,
medyanın ideolojik olarak işleyişini de kapsamalıdır. Medyanın ekonomi
politiği yalnızca emtiaların üretimi ve dağıtımı üzerine odaklanmaz fakat
ayrıca bu emtiaların özel doğasının ve onların yerine getirdiği ideolojik işlevin
de tam bir açıklamasını yapmalıdır. Golding ve Murdock, bu yorumları ile
ekonomi politik yaklaşıma yönelik ekonomik indirgemecilik eleştirisine de
açıklık getirmektedir.

Golding ve Murdock (1991: 54), eleştirel ekonomi politiğin ana akım


ekonomi biliminden başlıca dört bakımdan farklılık gösterdiğini söylerler.
Bunlardan ilki yaklaşımın bütüncül olması, ikincisi tarihsel olması, üçüncüsü
ise merkezi olarak kapitalist teşebbüs ile devlet müdahalesi arasındaki
dengeyle ilgilenmesidir. Sonuncusu belki de hepsinden önemlisi adalet,
eşitlik ve kamu yararı gibi temel ahlaki sorunlarla ilgilenebilmek için verimlilik
gibi teknik konuların ötesine gitmesidir. Ana akım ekonomi bilimine çeşitli
eleştiriler getiren Golding ve Murdock, eleştirel ekonomi politiği bu ana akım
ekonomi biliminden şu çizgiyle ayırmaktadırlar:

“Ana akım ekonomi bilimi, kapitalizmin egemen bireyleri


üzerine odaklanırken, eleştirel ekonomi politik iktidar oyunu ve
toplumsal ilişkiler dizileriyle işe başlar.
Eleştirel ekonomi politiği diğerlerinden ayıran şey, onun,
belirli mikro bağlamların genel ekonomik dinamiklerce ve onların
dayandığı daha geniş yapılarca nasıl şekillendirildiğini göstermek
üzere konumlanmış eylemin her zaman ötesine gitmesidir.
Eleştirel ekonomi politik özellikle iletişimsel etkinliğin, maddi ve
simgesel kaynakların eşit olmayan paylaşımı tarafından
yapılandırılma tarzıyla ilgilenir.” (Golding ve Murdock, 1991: 55).

Kapitalizmin 19. yüzyılın sonlarında sona erdiğini ve tekelci kapitalizm


dönemine geçildiğini savunan Dallas Smythe’e göre (aktaran Geray, 2005:
29) kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur. Kitle iletişim
araçlarının amacı konuların, sorunların, değerlerin, diğer kurumların ve halkın
yönlendirilmesi için politikaların günlük gündemini oluşturmaktır. Böylece kitle
iletişim araçları izleyicilerin kitlesel üretimini gerçekleştirip, bunu reklamcılara
16

satarlar. Radyo, televizyon ve gazeteleri “bilinç endüstrisi” olarak tanımlayan


Smythe, tekelci kapitalist dönemin, talep yönetimi araçlarının sadece
reklamların ve genel olarak etkilerinin değil bütünüyle bir sistem olarak
kapitalizmin işleyişini mümkün kılan bir alan olarak incelenmesini
savunmaktadır. Her ne kadar kapitalizm kısa dönemde malların ve
hizmetlerin örgütlenmesi yeteneği ile zenginleşmişse de, bir sistem olarak
devamlılığını sağlaması ancak uzun dönemde sistemi destekleyecek
insanları üretmesiyle mümkündür.

1969 yılından itibaren Herbert Schiller, yapmış olduğu çalışmalarda


medya ve iletişimin uluslararası boyutuna daha çok dikkat çekmiştir (aktaran
Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 335). Uluslararası iletişime eleştirel bir yaklaşım
getiren ve kültürel emperyalizm yaklaşımından yola çıkan Schiller’e göre,
iletişim teknolojileri, gelişmiş ülkelerin, özellikle ABD’nin, ekonomik çıkarları
ve askeri-endüstriyel yapıları yararına üretilmektedir. İletişim teknolojilerinin
Üçüncü Dünya ülkelerine girişi ise, ABD’nin dünya sisteminde iktidar
olmaktan doğan ekonomik-askeri çıkarlarının gereği ve sonucu olarak
gerçekleşmektedir. Böylelikle çok uluslu sermaye dünya çapında, ulusal
politika ve ekonomik uygulamaları düzenleyen bir güç haline gelmektedir.

Noam Chomsky ve Edward Herman gibi yazarlar da kültür


emperyalizmi ve uluslararası şirketlerin yeni tür sömürgecilikte etkin rıza
yaratma stratejilerinden yararlanma konularını tartışarak ekonomi politik
yaklaşıma katkı sunmuşlardır. “Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir? Kitle İletişim
Araçlarının Ekonomi Politiği” adlı çalışmalarında, medyanın devlete ve özel
sektör etkinliklerine hükmeden özel çıkarlara destek sağlama işlevini yerine
getirdiğini söyleyen Chomsky ve Herman’a (1999: 9) göre medyanın yaptığı
seçimleri, nelere önem verip ihmal ettiğini en iyi biçimde anlamak ve olayın iç
yüzünü bütün açıklığıyla görebilmek için medyanın bu çerçevede
çözümlenmesi gerekmektedir. Geliştirdikleri propaganda modeli ile servet ve
iktidar eşitsizliği ile bu eşitsizliğin medyanın çıkar ve seçimlerine çeşitli
düzeylerdeki etkisi üzerine odaklanan bu araştırmacılara göre propaganda
17

modelinin en önemli öğeleri; a.) Egemen medya şirketlerinin büyüklüğü,


yoğunlaşmış mülkiyeti, kâr amaçlı oluşu ve sahiplerinin serveti;
b.) Reklamcılığın medyanın en önemli gelir kaynağı olması c.) Medyanın iki
temel kaynak ve iktidar odağı olan hükümet ile iş çevrelerinden ve bunların
mali destek sağlayıp onayladığı ‘uzmanlar’dan sağladığı bilgileri temel alması
d.) Medyayı hizaya sokmak için kullanılan bir yöntem olarak ‘medyaya
yönelik tepki’ üretimi e.) Ulusal bir din ve bir denetleme mekanizması olan
‘anti-komünizm’dir.

Chomsky ve Herman’a (1999: 9) göre, bu öğeler birbiriyle etkileşim


halindedir ve birbirlerini güçlendirir. Henüz işlenmemiş haber malzemeleri,
sonunda basılmaya uygun, damıtılmış kısım elde edilinceye kadar bu
süzgeçlerden geçmek zorundadır. Bu süzgeçler söylemin ve yorumun
ilkelerini belirler, neyin öncelikle haber olabileceğini tanımlar ve propaganda
kampanyalarına dönüşen sürecin temelini ve işleyişini açıklar. Bu beş etken,
haberlerin içinden geçirildiği süzgeç işlevini görür ve medyanın seçimlerini
belirlemede rol oynar.

1.3.1. Kapitalizm ve Kitle İletişim Araçları

Kapitalist üretimin temel dinamiği ve tarihsel olarak en belirleyici


amacı, verili sermaye birikimini en çoklaştırmak ve sürekli olarak
genişletmektir. Temel dinamiği sermaye birikimini en çoklaştırmak olan
kapitalizm, bu dinamikle içinde geliştiği toplumların tüm yaşam biçimlerini
değiştirirken2, birikimi en çoklaştırmak için temel gereksinimi olan yeni
pazarları yaratabilmek için sürekli genişlemek zorunluluğu ile dünya çapında

2
Kapitalist üretim ilişkilerinin tüm yaşam biçimlerini nasıl değiştirdiğini anlamlandırabilmek için
burada Marksist literatüre dönmekte fayda vardır. Marx’a göre üretim ilişkileri tarafından belirlenen
temel (altyapı), kendisine tekabül ve onun gelişmesini belirleyen üstyapıyı doğurur. Üstyapı denince,
siyasi, felsefi, hukuki, sanatsal, dini, vb. kavramlar ve bunlara uygun düşen kurumlar anlaşılır. Üstyapı
temel tarafından yaratılır. Ama doğuşundan sonra, temel karşısında edilgen kalmaz, ona etki yapar,
onun oluşmasına ve sağlamlaşmasına yardım eder. Üstyapı toplumun temelinin bir yansımasıdır ve her
temel değişikliği, üstyapı değişikliğini de beraberinde getirir.
18

yaygınlaşır ve kapitalist ilişkileri de yaygınlaştırır. Bu hammadde ithalatı ve


sanayi malları ihracına dayanan yaygınlaştırma sürecine, etkin ulaşım ve
iletişim sistemleri eşlik eder; deniz yolları, demir yolları, telekomünikasyon
gibi sistemler de bu anlamıyla kapitalizmin gelişiminin coğrafi sınırlarını
belirler. Aynı zamanda da kapitalizm öncesi tüm haberleşme ve ulaşım
biçimleri de tıpkı tüm diğer yaşam biçimleri gibi önemli bir dönüşüme uğrarlar
(Başaran, 2000: 23).

Bugün yaygın olarak kullanılan kitle iletişim araçlarının, kapitalist


toplumsal oluşumla birlikte geliştiğini; onun yapılanma süreci içerisinde kendi
yapılanmasını oluşturduğunu ve kurumsallaştırdığını ifade eden Alemdar ve
Kaya’ya (1993: 4) göre, “kitle iletişim araçlarının işleyişini yönlendiren,
düzenlenişlerini belirleyen ilkeler, düşünsel temeller ve ulaşılan normatif
düzen, Batı’nın kapitalist toplumlarında toplumsal yaşamı belirleyen genel
ekonomik, siyasi ve kültürel dinamiklerle belirlenmiştir.”

18 ve 19. yüzyıllarda, sanayinin gittikçe daha büyük boyutlara


ulaşacak biçimde gelişmesi, ulaştırma ve iletişimin görülmemiş ölçüde
yoğunlaşmasını gerektirmiştir. Uzak yerlerden hammaddelerin sağlanması ve
üretilen malların uzak pazarlarda satılması, makinelerle yapılan kitlesel
üretimin başarıya ulaşması bakımından yaşamsal bir önem taşımaktadır.
Hammadde ithalatı ve sanayi malları ihracına dayanan bu sürece, etkin
ulaşım ve iletişim sistemleri eşlik etmiş; bu doğrultuda Avrupa’da ve Amerika
Birleşik Devletleri’nin birçok bölgesinde yol ve kanal yapımında önemli
gelişmeler görülmüştür.

Yeni, yoğunlaşmış bu sanayi sürecinin, halkalarının birleştirilmesinde


ulaşım kadar önemli bir nokta da iletişimdir (Mcnell, 2001: 653). Büyük
Britanya, 1840’ta posta sistemini kurarak, çağdaş posta sistemlerinin
gelişmesine öncülük etmiş, 1875 Uluslararası Posta Anlaşması sonucunda
ulusal posta sistemleri, uluslararası düzeyde bütünleştirilmiştir. Telli telgraf
1837’de icat edilmiş; 1866’da Atlantik’i boydan boya aşan ilk telgraf kablosu
çekilmiştir.
19

Avrupa’da, 1700’lü yılların sonuna doğru gündelik olarak


yayınlanmaya başlayan haber bültenleri, ticaretin ve bankacılığın gelişmesi
ile bu iş alanlarıyla ilgili ihtiyacı karşılamaya hizmet ederken, gazeteler
kapitalist ekonominin temel bileşkelerinden olan endüstrileşme, makineleşme
ve kentleşme ile birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kitlesel tüketime
yönelik olarak dönüşüme uğramıştır. Sanayi ve teknoloji alanlarında
meydana gelen gelişmeler, kitle iletişim araçlarının gelişmesine yol açarken,
gazetecilik alanında da sanayileşmenin ilk adımları atılmıştır. O güne kadar
sadece siyasi partilerin görüşlerini aktarmak ve sermayenin haber ihtiyacını
karşılamak gibi işlevlere sahip olan pahalı metalar olan gazeteler,
sanayileşme ve teknolojik gelişmeler ışığında seçkinlerin gazetesi olmaktan
çıkarak kitlesel tüketime cevap verecek anlamda kitlelere yönelmiştir (Adaklı,
2003: 89). Dizgi, baskı, kağıt üretimi alanında gerçekleşen teknolojik
yenilikler, gazetenin daha ucuza satılmasını beraberinde getirmiş, 1860’lı
yıllarda metelik gazeteleri (penny papers) denilen ve 1 Penny olması
nedeniyle herkesin alabileceği kadar ucuz olan gazeteler, kitleler arasında
yaygınlaşmaya başlamıştır. Geray’a (2003: 45) göre “Bugün egemen olduğu
anlamda gazetecilik mesleğinin doğuşu ve yayılması, ‘fikir ve ideallerden’ çok
‘ticari kârı’ amaçlayan gazetelerin 20. yüzyılın başında ortaya çıkışıyla
başlatılabilir. “Kuruşluk basının” doğmasına yol açan reklamlarla, gazetelere
önemli gelirler elde edilmesi sistemi, ticari yayıncılık anlayışının temelini
oluşturmaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM
NEOLİBERALİZM VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI

Kapitalizm, 1980’lere gelindiğinde uluslararası işbölümünde, devletin


niteliğinde, işlevlerinde ve uluslararası ilişkilerde yeni bir yapılanmaya doğru
yol almaktadır. Temel olarak ekonomik yapıda gerçekleştirilen bu yeniden
yapılandırma sürecinde, altyapıda oluşan her türlü dönüşüm gibi kitle iletişim
araçları da mevcut düzenin sorunsuz işlemesi ve yeniden üretilmesi sürecine
katkı sağlayacak biçimde yeniden yapılandırılmıştır.

“Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan ve ekonomide neoliberal


politikaların egemenliğini getiren bu yeniden yapılandırma sürecinin
ayrıntılarına geçmeden önce, çalışmanın bu bölümünde öncelikle, neoliberal
ekonomi politikalarının gelişmesindeki tarihsel süreç ekonomi politikalarının
gelişimi doğrultusunda analiz edilecektir. Neoliberal ekonomi politikalarının
en önemli araçlarından biri olan özelleştirme kavramı da bu bölümde ayrıntılı
olarak ele alınacaktır.

2.1. Liberal Ekonomi Politikaları

18. yüzyıl koşullarında burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesinde bir


yandan kapitalist ilişkilerin oluşturulmasının kavgasını verirken, bir yandan da
feodal ekonomiye karşı yürüttüğü ideolojik mücadele içerisinde kendi
ekonomi politiğini yaratmaya yönelmiştir. İlk ekonomi politik akımlar, ilk iş
olarak değerin ve servetin kaynağını açıklamaya yönelmişlerdir. Bu
bağlamda, 17. yüzyıl başlarında etkinlik kazanan Merkantalist düşünceye
göre, altın ve gümüş gibi değerli madenler, bir ülkenin siyasi ve ekonomik
gücünün başlıca kaynağıdır. Dış ticareti ana konu edinen bu iktisatçılara göre
kâr, alış fiyatı ve satış fiyatı arasındaki farktan doğmaktadır. Merkantilistler
dış ticaret politikasının amacının, hazinenin altın ve gümüş varlıklarını
21

arttırması olduğu görüşünden hareketle, ihracatın özendirilmesi, sanayide


yerli hammadde kullanımının sağlanması için, hammadde ihracatının
yasaklanması, ithalatın yüksek gümrük vergileri ve yasalarla kısıtlanması gibi
önlemlerin savunucusu olmuşlardır. Merkantalistler, devletin ulusal zenginliği
maksimum kılmak amacıyla ekonomik faaliyetlere müdahalesini savun-
muşlardır.

Buna karşın 18. yüzyılda doğan bir doktrin olarak fizyokrat okul ise
zenginliği dış ticaret ve parada gören Merkantilistlerden farklı olarak, üretimin
üzerinde durmuşlar özellikle tarımsal üretime büyük bir önem atfetmişlerdir.
Buna göre üretici olan, net hasıla yaratan tarımsal çalışmalardır ve sanayi-
ticaret gibi faaliyetler net hasıla yaratmayan, üretici olmayan faaliyetlerdir. Bu
varsayım, onları, tek zenginlik kaynağının doğa ve dolayısıyla tarım olduğu
fikrine ulaştırmaktadır. Fizyokrat düşüncenin esası, doğal düzen anlayışına
dayanır ve doğal düzen, insanların var olmaları için Tanrı’nın koymuş olduğu
bir düzendir. O halde insanların doğal düzenin yasalarına uymaları yeterli
olacaktır ve devletin, ekonomik ve sosyal yaşama müdahalesi gereksizdir.
“İşte -laissez faire- bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler ilkesi ilk önce böyle
bir düşünceden başlar” (Talas, 1999: 64).

Görüldüğü üzere, bu iki yaklaşımda da ortak nokta değerin, servetin


ve kârın kaynağının üretim dışında bir alanda aranmasıdır. Değerin
kaynağının üretimsel bir süreçte oluştuğu görüşünü ilk dile getiren
ekonomistler ise Klasik İngiliz Ekonomi Politikçiler olmuş bu bağlamda
kendisinden önce gelen burjuva ekonomi politikçilerinden bir kopuş
gerçekleştirmişlerdir. Klasik Okulun iki önemli temsilcisi olan Adam Smith ve
David Ricordo, servetin kaynağının emek tarafından yaratılabileceği
görüşünü savunarak daha sonra Marksizmin teorik kaynağını da oluşturacak
olan emek-değer teorisini kurmuşlardır.

Liberal düşünce ve ekonomi bilimi Adam Smith ile başlamış olmakla


beraber, David Ricardo ve Thomas Robert Malthus, Smith’in düşüncesini
tamamlamışlar ve liberal düşünceye bir okul niteliği getirmişlerdir (Talas:
22

1999: 69). Klasik Okulun temellerini attığı ekonomik görüşlerin ana tezi,
iktisat alanında kendiliğinden oluşan bir doğal düzenin varlığı iddiasına
dayanır. Bu bağlamda devlet, ekonomik yaşantıya karışmaktan, müdahale
etmekten kesinlikle kaçınmalı ve müdahalelerini en alt düzeye indirmelidir.
Çünkü akıl sahibi varlık olarak insan, kişisel çıkar ilkesine uygun olarak en az
zahmetle, en çok kazanç sağlamayı zaten doğal olarak hedefler. İnsan
böylesine özgür davranmakla, doğal iktisadi düzenin gerçekleşmesini sağlar.
Öyleyse insan kendisine en fazla özgürlük tanınması gereken iktisadi karar
birimidir. Bu nedenle devlet, müdahaleleri ile rekabetin serbestçe işlemesini
engellemekten kaçınmalıdır.

Klasik Okulun temel varsayımlarından da gözlemlenebileceği üzere


burjuva ekonomi politiği, dönemin şartlarına göre kapitalizmi, insan doğasına
ve aklına en uygun toplumsal sistem olarak yüceltmektedir; ama bu yüceltme
eylemi ve teorilerinin alacağı biçim, kapitalizmin o anki gelişme özellikleri ve
burjuvazinin ihtiyaç ve çıkarlarına yanıt verecek tarzda şekillenmektedir
(Yörükoğlu, 1994). Çok geçmeden aynı burjuvazi, 19. yüzyılda ekonomide
tamamen saf dışı etmek istediği devleti, 20. yüzyıla gelindiğinde Keynesyen
ekonomi politikaları ile yeniden ekonomik sistem içine sokacaktır.

2.2. Liberal Ekonomi Politikalarının Çöküşü

Büyük makinelerle yapılan üretimin başlangıcı olarak sayabileceğimiz


19. yüzyıldan bu yana, kapitalist üretimin gelişimi, yaşanan ekonomik
krizlerle birçok kez kesintiye uğramıştır. Dünyada 1820-1929 yılları
arasındaki yüzyılı aşkın dönemde (1825, 1836, 1847, 1857, 1866, 1873,
1882, 1890, 1900, 1907, 1913, 1920-21, 1929) birçok kriz meydana
gelmiştir.

Marksist literatüre göre kapitalist ekonominin periyodik olarak yaşadığı


bu bunalım, tam da kapitalizmin kendisinden kaynaklanmaktadır. “Fazla
23

üretimden doğan ekonomik bunalımların başlıca nedeni, kapitalizmin temel


çelişkisi olan üretimin toplumsal niteliği ile üretimin ürünlerini özel mülk
edinmenin kapitalist şekli arasındaki çelişkidir” (Nikitin: 1995: 161). İktisadi
bunalımların temeli, son tahlilde, özel kapitalist çıkarlarla, toplumsal üretimin
gerekleri arasındaki çelişkidir. 3

Kapitalist sistem, bu bunalımları aşmak için sermaye birikiminin


yeniden canlanma koşullarını yaratmak üzere, sistemin bütününde bir
yeniden yapılanmaya gider ve bu yeniden yapılanma sürecinde, toplumsal
ilişkilerin biçimi, toplumun işleyiş süreçleri ve kurumsal yapılar önemli
biçimde değişime uğrar. Böylece üretim güçleri, toplumsal ilişkiler, yapılar ve
kurumlar yeniden biçimlenirken, ekonomik ilişkiler, siyasal ve ideolojik
ilişkilerle de desteklenir. Geray (2005: 35), kapitalist bunalım evrelerinin
ardından dönüşüme uğrayan ekonomik yapıyla birlikte tüm toplumsal
ilişkilerin de dönüşüme uğradığını ifade ederek şu değerlendirmede
bulunmaktadır:

“Günümüzde devam eden ekonomik sistemin tarihsel


olarak en belirleyici amacı, verili sermaye birikiminin sürekli olarak
genişletilmesi olduğu ve yatırımın ana amacının, konulan
sermayenin genişleyerek sisteme sokulması olduğu bilinmektedir.
Sürekli genişleme ve sermayenin yeniden üretimini amaçlayan
ekonomik yapı, aşırı üretim veya sermaye birikimin
gerçekleşememesi durumlarında bunalıma girer, tüketimden
kaynaklanan krizler ortaya çıkar. Bu krizlerden kurtulmaya çalışan
yapı, belirli zamanlarda yeni birikim düzenleri (rejimleri) ortaya
çıkarır. Birikim düzenlemesinin yeni yollarıyla birlikte, siyasal
yönetimin yapıları, hukuksal düzenler ve kültürel yapılar,
uluslararası hukuk ve ilişkiler bağlamı, kısacası tüm toplumsal yapı
da dönüştürülmek istenir.”
3
Marksist literatürde sermayenin bunalımı şu şekilde anlatılır: “Üretici güçlerin daha önce görülmemiş
bir biçimde gelişmesiyle kapitalizm, pazara her gün daha çok artan miktarlarda ve daha düşük fiyatla
meta sürecek durumdadır; böylece rekabeti ağırlaştırır, güçleştirir; küçük ve orta özel mülk sahipleri
kitlesini yıkıma sürükler. Bir yandan büyük çoğunluğun yoksulluğu yaygınlaşırken (orta sınıfların,
köylülerin vb. yoksullaşması), zenginlik, küçük bir grup kapitalistin (tekelcinin) elinde toplanır.
Sermaye, sömürücü bir azınlığın elinde toplandıkça, sayıca önemleri durmadan artan bütün bu
yoksullaşan tabakaların satın alma gücü görünür bir biçimde azalır, pazar daralır, alışveriş durgunluğu
kendini gösterir, çünkü, nüfusun çoğunluğu tüketimini asgariye indirir. Üretim ile tüketim arasında
dengesizlik gitgide daha çok belirginleşir; bu, kapitalistlerin "aşırı-üretim" dedikleri şeydir,
bunalımdır” (Politzer, 1990: 371).
24

Kapitalist ekonominin gelişim süreci içinde yaşamış olduğu ilk ve en


büyük kriz olan 1929 bunalımının ardından Geray’ın da işaret ettiği üzere
sistem kendini yeniden üretecek yeni birikim düzenlerini oluşturmak üzere,
yeni ekonomi politikalarını hayata geçirecektir. 1929 yılında yaşanan büyük
bunalım, savaş sonrasında klasik iktisat öğretilerinin sorgulanmasını ve
ekonomide Keynesçi ekonomi politikalarının hayata geçirilmesini beraberinde
getirecektir.

2.3. Keynesyen Ekonomi Politikaları

İktisat tarihinin en önemli ve en derin krizi, 1929 ekonomik krizidir.


Avrupa ülkelerinde bazı bankaların mali sıkıntıya girmesi New York
Borsası’nda hisse senedi fiyatlarında ani düşüşlere neden olmuş ve ardından
da tüm ABD ekonomisini etkisi altına almıştır. Bununla da sınırlı kalmayan
kriz, dalga dalga diğer ülkelere yayılmıştır. 1929 yılında New York
Borsası’nın çöküntüye uğramasıyla başlayan bunalım, “19. yüzyıl
kapitalizmine özgü kurallara tümüyle bağlı kalmanın artık mümkün
olamayacağı ve sistemin ayakta kalması için özüyle belli ölçüde çelişen bazı
önlemlerin alınmasının kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır” (Işıklı,
1983).

Işıklı’nın sözünü ettiği bu önlemler, burjuvazinin 19. yüzyılda


ekonomiye müdahalesini kesinlikle reddettiği devleti şimdi Keynesyen
ekonomi politikalarıyla yeniden ekonomiye dahil etmesi etrafından
birleşmektedir. Yani devletin rolü, sermayenin yeni çıkarları doğrultusunda
yeniden değişime uğramaktadır.

İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’in yapıtları çerçevesinde


oluşan Keynesci ekonomi, ekonominin her zaman tam istihdam durumunda
olacağı görüşünden yola çıkan geleneksel ekonominin, 1929’da başlayan
büyük bunalımı açıklayamamasından kaynaklanan bir tepki olarak
25

doğmuştur. Klasik iktisatçılara göre, piyasa sistemine dayanan özel girişim


ekonomisi, yalnız tam istihdamda dengede bulunur. Ekonomi, tam
istihdamdan geçici olarak ayrılırsa, bazı kuvvetler harekete geçip onu tekrar
tam istihdama götürür. Keynes’in genel istihdam teorisi ise kapitalist bir
ekonominin tam istihdamın altında da dengede olabileceğini varsaymaktadır.
Ekonomide tam istihdamı sağlayacak bu müdahaleyi devlet yapacaktır. Yani
eksik istihdam, eksik talep ve eksik üretim durumlarında devlet müdahalesi
yoluyla bazı önlemler alınabilir. Bunun için devlet, etkin talep yönetimini
geliştirecek, gelir dağılımını düzeltecek vergi politikaları ve doğrudan doğruya
devlet harcamaları ile talebi yükseltirken bir yandan da faiz oranlarını
düşürerek özel firmaların daha yüksek yatırım yapmalarını destekleyecek,
gerekirse kamu eliyle ucuz kredi verilecek ve hatta doğrudan doğruya devlet
eliyle yatırım yapma gibi müdahale biçimleri de uygulayacaktır (Şaylan, 1994:
63).

Görüldüğü gibi Keynesci ekonomi, devlete ekonomik yaşantı içinde


geniş bir rol tanımış ve bu kapsamda “sosyal devlet” ve “refah devleti” olarak
adlandırılan toplumsal politikaları güçlendirmiştir. Bu politikalara göre sosyal
devlet, ekonomik büyüme ve kalkınmanın sağlanması amacıyla sermaye
yatırımlarını teşvik eder, ekonomik faaliyetlerin tam istihdamı sağlayacak
düzeyde gerçekleşmesi için gerekli koşulları ve ortamı sağlamaya çalışır.

Savran’a (1998: 9) göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üretimde


yaygın hale gelen montaj hattına dayalı kitle üretimi (fordizm) beraberinde bir
kitle tüketimi gerektirdiği için, kapitalist devlet sermaye birikiminin çıkarları
açısından tüketimi artırma yolunda önlemler almak ihtiyacını hissetmiştir. İşte
yüksek ve yükselen ücretler ve “sosyal devlet” talebi yüksek tutmaya yönelik
Keynesci devlet müdahalesi ve geniş bir kamu sektörü hep bu politikaların
parçasıdır. Sosyal devlet anlayışını öne çıkaran bu yönüyle Keynesyen
ekonominin, kapitalist ekonominin de “sosyal sınıfları koruduğu ve
desteklediği” yönünde yorumlara karşı çıkan Savran’a göre, “sosyal devlet”
ya da “refah devleti” olarak anılan olgu, esas olarak kapitalizmin işçi sınıfı
26

mücadeleleri ve sosyalizm karşısında bir öz savunma stratejisinin sonucu


olarak ortaya çıkmıştır. Savran, konuyla ilgili olarak şu değerlendirmede
bulunmaktadır:

“Keynesci devlet müdahalesi, kapitalizmin liberal/piyasacı


ekonomi politikaları yüzünden iki savaş arasında yaşanan büyük
depresyonda içine düştüğü sefaletten çıkarılan derslerin bir
ürünüdür. Keynesci politikalar esas olarak devlet harcamalarının
genişletilmesi ve kısılmasına yaslanan, kısa dönemli konjektürel
sarsıntıları yumuşatmaya yönelik politikalardır.

“Sosyal devlet” ya da “refah devleti” olarak anılan olgu


bambaşka bir gelişmenin ürünüdür. Esas olarak kapitalizmin işçi
sınıfı mücadeleleri ve sosyalizm karşısında bir öz savunma
stratejisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir yandan Ekim
Devrimi’nin Sovyetler Birliği’nde işçilere ve emekçilere getirdiği
yadsınamaz bazı kazanımlar (tam istihdam, eğitim, sağlık, konut,
yaşlılık gibi alanlarda güvence vb.) bir yandan da 30’lu yıllarda
prestiji sarsılan kapitalizme karşı çeşitli ülkelerde (Fransa, ABD,
İspanya vb.) yükselen işçi mücadeleleri karşısında, kapitalizmin
sınıf mücadelesini yumuşatma amacıyla gerçekleştirdiği bir
tedbirler bütünüdür.” (Savran, 1998: 9).

Kazgan da (1995: 42) benzer bir yorumla sosyal devlet anlayışının


komünist rejim karşısında bir subap sayıldığını belirtmektedir. Kazgan’a göre
bu durum her yerde serbest piyasayı sosyalleştirirken devlete yükler
getirmekte ve devletin büyümesine yol açmaktadır.

2.4. Yeni Dünya Düzeni ve Neoliberal Politikalar

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya, 1917 Ekim Devrimi ile


kurulan SSCB’nin, Doğu Bloğunda genişlemesi ile iki ideolojik kampa
ayrılmıştır ve dünya politikasını temelde bu kamplaşma belirlemektedir. İkinci
Dünya Savaşı’nın sonundan, 1970’li yılların başına kadar dünya
ekonomisinin çizgisi, savaş sonrası koşullarının, kurumsallaşmalarının ve
Soğuk Savaş’ın kamplaşmasının etkisinde oluşmuştur (Kazgan, 1995: 46).
Dönemin en karakteristik özelliklerini, yüksek oranlı iktisadi büyüme, istikrarlı
27

bir ekonomi ve sürekli genişleyen kamu kesimi oluşturmuştur. Bu olumlu


atmosfer içinde hiç bir hükümet kamu harcamalarını kısmayı ve kamu
kesiminin büyümesini sınırlamayı düşünmemiş, doktriner olarak da kamu
sektörünün büyümesine itirazlar olmamıştır. “Gelişmiş kapitalist ülkelerde
genişlemeci Keynesci ekonomi politikaları, az gelişmiş ülkelerde de bunun
yanı sıra korumacılık, uzun genişleme dönemi boyunca, global olarak
burjuvazinin çıkarlarına cevap verebilmiştir” (Dursun, 2001: 99).
Savaş sonrası beklentilerin aksine hızlı bir sermaye birikimi sürecinin
ve dünya ölçeğinde yaşanan büyümenin yaşandığı uzun genişleme dönemi,
1960’ların sonuna doğru sekteye uğramaya başlamıştır. Kapitalist ekonomi,
uzun bir genişleme döneminin ardından bu kez de İkinci Dünya Savaşı
sonrasının en ağır bunalımı olan 1974 - 1975 kapitalist ekonomik bunalımı ile
karşı karşıya kalmıştır. Giderek derinleşen bunalım, aynı önceki bunalım
dönemlerinde olduğu gibi devletin ekonomik işlevlerinde de değişimi
gerektirmiş ve kapitalist ekonomi için bir yeniden yapılandırmayı gerekli
kılmıştır. 1930 bunalımının ardından Keynesyen ekonomi politikalarına
sarılan dünya kapitalizmi, girdiği bu yeni bunalımdan sermayenin yeni dönem
ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde yeniden yapılanarak çıkmaya
çalışacaktır.

Kapitalizmin giriştiği bu yeniden yapılanma süreci, ekonomik olduğu


gibi yeni bir siyasal ve ideolojik hegemonyanın kuruluşunu da
simgelemektedir. Kapitalist ilişkilerin dünya ölçeğinde giderek daha fazla
belirleyici hale geldiği bu aşamada, devletin kamusal hizmetlerden geri
çekildiği ve ekonomik alan dışında toplumsal alanın da piyasa güçlerinin
belirleyiciliğine bırakıldığı bir sürece geçilmiştir. “Yeni Dünya Düzeni”
kavramı, yeni liberalizm, özelleştirme ve “esneklik” kavramlarıyla birlikte
kapitalizmin bu yeni evrede girmiş olduğu yeni yolun simgesi haline gelmiştir
(Savran, 1998: 8).

Bu doğrultuda, yeni liberal ekonomi politikaları ve öğretiler güç


kazanmaya başlamıştır. 1970’lere kadar uzanan göreceli istikrarlı dönemin
28

bunalımla sekteye uğraması ile birlikte Sovyet Bloğunun dağılması da


kapitalist ekonomide yeniden yapılanma hareketinin temel bileşenlerini
oluşturmaktadır. Bu durum, uluslararası alandaki mevcut politik dengeyi
sarsmış ve ABD tarafını temsil eden kapitalizm ve SSCB tarafını temsil eden
komünizm arasındaki politik ve ekonomik rekabeti, ABD lehine çevirmiştir.

Yeni yolu inşa etme girişiminde ilk iş, bir dönem sermaye birikimi
sürecinde işe yarayan ancak şimdi kapitalist gelişme önünde engel oluşturan
eski bağlardan koparak, yeni ekonomi politikalarını inşa etmek, sermayenin
çıkarlarına uygun bir çözüm aramaktır. Yeni liberal politikalar çerçevesinde
devletin ekonomide oynayacağı rol ise sermayenin çıkarlarına yanıt olacak
biçimde yeniden tanımlanmalıdır. Bu bağlamda ilk hamle, Keynesyen
ekonomi politikaları anlayışında desteklenen kamu sektörünün tasfiyesi
olmuştur. Dünya kapitalizminin yaşadığı krize yanıt olarak özelleştirme,
deregülasyon, liberalizasyon ve piyasalaştırma süreçlerine hız verilmiştir.

Bu yeniden yapılanma sürecinde, devletin işlevlerinin de yeniden


tanımlandığına dikkat çeken Kazgan’a (1995: 43) göre, “Yeni Ekonomik
Düzen”in temel öğretisel öğesi, evrensel düzeyde serbest piyasa
ekonomisine geçiş, bütün ülkelerin dünya pazarlarıyla bütünleşmesi ve mal-
sermaye-hizmet hareketlerinin tam serbestleşmesiyle küreselleşmenin
gerçekleştirilmesidir. Bu amaçla, ithalat ve ihracat dış ticaret koruma
politikalarının etkisinden arındırılacak, fiyat sübvansiyonları kaldırılacak,
paraların konvertibilitesi sağlanacak, devlet tekelleri kaldırılacak, kamu
teşebbüsleri özelleştirilecek, mallar gibi hizmetlerin ve sermayenin
dolaşımındaki kamu müdahaleleri de kaldırılacaktır. Böylece dünya
ekonomisi, katılanları özel girişimler olan piyasalarına rekabet koşullarının
egemen olduğu ve dürtüsünün kâr olduğu bir alana dönüşecektir. Devletlerin
ekonomik müdahaleleri ortadan kalkacağı için, özel girişimler kendi rekabet
güçlerine göre kazanacak ya da kaybedecektir; rekabet koşulları verimliliği ve
kârlılığı artıracaktır. Özetle, Yeni Ekonomik Düzenin hedefi, görünüşte
devletlerin asli görevleri dışında rolünün kalmadığı ve çok küçüldüğü, özel
29

girişimin dünya ekonomisiyle rekabet koşullarında bütünleştiği bir dünya


ekonomik düzeni yaratmaktır (Kazgan, 1995: 43).

Neoliberalizmin ana vurgusu ekonomide devlet müdahalesini


reddetmek ve mümkün olan en az düzenleme ile serbest piyasa
ekonomisinin geliştirilmesidir. Gerek ekonomik büyüme ve kalkınma gerekse
refah artışı, bu politikalara göre ancak serbest piyasa ekonomisi tarafından
en üst düzeye çıkarılabilir. Dolayısıyla neoliberal iktisat politikaları şu üç ana
unsuru içerir:

• Tüm piyasaların serbestleştirilmesi,


• Piyasa ve kurumlar üzerindeki kuralların kaldırılması (deregülasyon)
veya en aza indirilmesi,
• Kamu işletme ve hizmetlerinin özelleştirilmesi.

Sözünü ettiğimiz neoliberal politikaların dünya çapında


yaygınlaştırılması politikasının baş aktörü ABD olmuştur. İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından dünya ekonomisinin gidişini, ekonomik güçlerinin
büyüklüğüyle belirleyen en güçlü aktör konumuna yükselen ABD, bu
yapılanması ile merkezin lideri konumunda bulunmaktadır. ABD, İkinci Dünya
Savaşı sonrası kurulan Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF),
Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması (GATT) ve Ekonomik
Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) gibi kurumlarla kararların alınması ve
denetlenmesi sürecini sağlamakta ve kontrol etmektedir. Sözü edilen
kararların temel özü, serbest piyasa ekonomisinin dünya çapında
yaygınlaştırılması ve devlet müdahalelerinin en aza indirilmesi
politikalarından oluşmaktadır. Piyasaların serbestliği ve devlet müdahalesinin
en aza indirilmesi, değişim yolundaki engelleri kaldıran ve değişimi hızlı ve
güçlü kılan önemli araçlardır.

Merkez dışındaki dünyanın Merkez’den farkını ortaya koyabilmek için


diğer ülkeleri “çevre” olarak tanımlayan Kazgan’a (1995: 38) göre, çevre
ülkeler, 1960’lı yıllarda bir takım kazanımlar elde etmiş olsalar da Merkez asıl
30

üstünlüğünü, 1980 ve 1990’lı yıllarda çevre ülkelerin içine düştüğü borç krizi
ile elde etmiştir. Petrol krizini izleyen yıllarda, Türkiye’nin de bulunduğu bazı
ülkelerin hesapsız borçlanmasıyla, karşılıklı diyalog yerini daha çok
uluslararası kredi kurumları yoluyla Çevre’ye kabul ettiren Merkez taleplerine
bırakmıştır.

2.4.1. Özelleştirme Kavramı

1970 yılında yaşanan kriz sonrasında neoliberal iktisatçılar, krizden


kurtulmanın yolunun, serbest piyasa mekanizmasına tekrar işlerlik
kazandırılması, bu çerçevede devletin ekonomik yaşamdaki yerinin ve
rolünün daraltılması olduğunu savunmuşlardır. Bu bağlamda özelleştirme, bu
düşünce akımlarının ileri sürdüğü görüşlerin hayata geçirilmesini sağlamak
için kullanılan bir iktisat politikası aracı olarak gündeme gelmiştir.

Özelleştirme, özellikle gelişmiş ülkelerde, devletin iktisadi yaşamdaki


rolünü azaltmak ve özel sektörün dinamizminden yararlanarak, kaynak
kullanımında etkinliği arttırmak için kullanılan bir politika aracı olarak hayata
geçirilirken, yıllarca korumacı piyasa koşulları içinde, ithal ikameci modelle
sanayileşmeye çalışan gelişmekte olan ülkeler için, bütün bir ekonomik
yapının yeniden şekillendirilmesinin aracı olarak görülmüştür. 1980’li
yıllardan bu yana özelleştirme gerek gelişmiş, gerekse az gelişmiş ülkelerin
gündemindeki en önemli konu haline gelmiş, kamu kesimi borçlanma
gereğinin azaltılmasından, demokratikleşmeye kadar birçoksorunun çözümü,
bu sözcüğe endekslenmiştir.

Terim olarak özelleştirmenin kapsamına bakıldığında dar ve geniş


olmak üzere farklı kapsamlarda tanımlar yapılabilmektedir. A. Şinasi Aksoy’a
göre özelleştirme dar anlamıyla, “mülkiyeti ve yönetimi kamuya ait olan
iktisadi birimlerin özel sektöre devri” olarak tanımlanmaktadır (aktaran
31

Dursun, 1994: 108-109). Geniş anlamda özelleştirme ise daha içeriklidir.


Buna göre:

1. Devletin mülkiyeti kendine kalmak üzere bazı mal ve hizmet


üretiminin belli aşamalarının veya tamamının özel kuruluşlarca
yerine getirilmesidir.

2. Devlet bazı mal ve hizmet üretiminin satış bedellerini maliyetinin


altında düzenleyerek, farkı devlet bütçesinden desteklemektedir.
Özelleştirme, “sübvansiyon” adı verilen bu uygulamaların
kaldırılması, gerçek bedelin alınması uygulamalarını da
içermektedir.
3. Deregülasyon türü uygulamalarda ise devlet ya bir mal ve
hizmetin üretimindeki kamu tekelini ortadan kaldırmakta ya da
fiyat belirleme ve denetleme yetkisini kullanmaktan vazgeçerek,
fiyatların oluşumunu piyasa koşullarına bırakmaktadır.

Ve yine terim olarak özelleştirme:

a. Piyasa mekanizmasının kabulü ve planlamanın terki,


b. KİT’lerin özel girişime devri,
c. Regülasyonlardan yani devletin piyasaları düzenlemek üzere
yaptığı müdahalelerden vazgeçilmesi,
d. Kamu hizmetlerinde devletçe üretim yerine ihale ile özel girişime
verilmesini kapsayacak geniş bir içeriğe sahiptir.

Bu çerçeve içinde özelleştirme, bir bütün olarak devletin iktisadi


faaliyetlerinin sınırlandırılmasını ve ekonomide piyasa güçlerinin etkili
kılınmasını ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

Murdock’a göre ‘özelleştirme’ en genel anlamıyla pazarın


genişletilmesine ve girişimcilerin pazarda artan bir serbestlikle hareket
edebilmelerine yönelik devlet müdahalelerini kapsamaktadır (aktaran
32

Kejanlıoğlu, 2004: 82). Devlet mülkiyetindeki kuruluşların özel girişimlere


satılması, pazarları rekabete açarak serbestleştirme ve liberalleştirme
girişimi, devlet sektöründeki kuruluşların içeriden tecimselleştirilmesi
(ticarileştirilmesi) ve deregülasyon ya da kuralların kaldırılması olarak anılan
ama aslında tecimsel çıkarları öne çıkaracak biçimde yeni kuralların
getirilmesi, özelleştirme hareketinin ya da deregülasyonun farklı boyutlarıdır.

Yeni liberal ekonomi politikalarının önemli bir parçası olan


özelleştirme, merkez ve çevre ülkelerde farklı nedenlerle/gerekçelerle
gündeme gelmiştir. Kazgan’a (1995: 96) göre, özelleştirmenin evrensel
boyutta gündeme gelmesi iki nedenle olmuştur. Bunlardan birincisi 1980’li
yılların başında dış borç krizlerinin patlamasıyla borç faizlerini ödeyemez
duruma düşen çevre ülkelerin borç ödeyebilir duruma gelmesidir. Çevre
ülkelerde faaliyet gösteren kamu şirketlerinin hisseleri borç ana paraları
karşısında satılmak yoluyla borçlarına bir indirim sağlanmaktadır. Bu
bağlamda özelleştirme, borç yükü yüksek olan ülkelerde borç baskısı aracı
olarak kullanılmıştır. Kamu hisselerinin satışı aynı zamanda merkez ülkelerin
kâr hadlerini artırmak için de önemli bir yol olmuştur. Özelleştirmenin
evrensel boyutta gündeme gelmesinin ikinci nedeni ise serbest piyasa
ekonomisine geçiş, böylece ‘bütünleşen dünya’da rekabet koşullarının
eşitlenmesi, devlet müdahalesi ve desteklerini en aza indirmektir. Bu
ülkelerdeki özelleştirme uygulamaları, yerli sermayenin kârlılığını artırmayı ve
ekonominin dış rekabet gücünü yükseltmeyi hedeflemektedir (Kazgan,1995:
100).

Dursun’a (2001: 94) göre ise özelleştirme politikaları sermayenin


gelişimi ve sürekliliği açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Buna göre
kapitalizmin ekonomik özünü belirleyen temel olgu, üretilen mal ve
hizmetlerin daha büyük bir bölümünün giderek genişleyen pazara girerek,
değişime katılmasıdır. İşte özelleştirme politikalarının sermayenin gelişimi ve
sürekliliği ile yaşamsal bağı bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü
özelleştirme:
33

a.) Kapitalizmin üçüncü büyük bunalımını aşma sürecinde,


sermayenin kâr hadlerini artırmak için yeni alanlar arayarak
küreselleşmesi,

b.) Ulus-devletin ekonomik senyoraj haklarını - yeni dünya düzeninin


isteklerine uygun bir şekilde- uluslararası ekonomik örgütlere/aktörlere
devretmesi yönündeki dayatmaların en önemli parçasıdır.

Kuramsal olarak özelleştirme uygulamalarının iki ana kavrama bağlı


olduğu söylenebilir (Kepenek, 1990: 146): Bunlardan birincisi, özel mülkiyetin
kamu mülkiyetine üstünlüğü diğeri ise rekabet olanaklarının sağlayacağı
yararlardır. Bu bağlamda özelleştirme yanlılarına göre ekonomik süreçlerde,
mülkiyet olgusu bağımsız ve tarafsız olmalıdır. Çünkü özel mülkiyet, mülk
sahibine mülkünü etkin bir biçimde kullanma olanağı sağlar ve ekonomik
kaynaklar yalnızca bu çerçevede en verimli ve en etkin biçimde kullanılır.
Özel sektörün, kaynak kullanımında, kamu sektörüne göre daha etkin olduğu
iddia edilir. Bu bağlamda özel mülkiyetin, kamu mülkiyetine üstünlüğü vardır.

Özelleştirme savunucularına göre özel mülkiyet doğal olarak rekabeti


getirir. Özelleştirme ile serbest rekabet düzeni içinde kıt kaynakların optimal
dağılımı gerçekleşir, bu da toplumsal refahın optimizasyonunu sağlar.
Özelleştirme, serbest piyasa ekonomisindeki bireyin ekonomik (rasyonel)
davranışı varsayımına, piyasa mekanizmasının sağlıklı işleyişi ve kaynakların
rasyonel kullanımı gerekçelerine dayandırılmaktadır. Bu görüşe göre, piyasa
mekanizmasının gerektirdiği kurallardan bağımsız çalışan Kamu İktisadi
Teşebbüsleri (KİT), tekelci konumları ve uyguladıkları fiyat, yatırım ve benzeri
politikalarla piyasa mekanizmasının işleyişini engellemektedirler. Kârlılık ve
verimlilik kriterlerinden uzak bir anlayışla çalışan KİT, bütçe üzerinde de
baskı oluşturmakta, KİT açıklarının mali piyasalardan Hazine aracılığı ile
karşılanması ise kaynakların dağılımını engellemektedir. Bu bağlamda
özelleştirmenin en kuvvetli gerekçesini, özel sektörün kaynak kullanımında,
kamu sektörüne göre daha etkin olduğu iddiası oluşturmaktadır. Özelleştirme
ile verimlilik ve kârlılık göstergelerinde artış sağlanacağı savı, kamu
34

mülkiyetinin tabiatı gereği verimsiz çalışmaya neden olduğu şeklindeki bir ön


kabule dayanmaktadır.

Özelleştirme, 1980’li yıllardan itibaren gelişmişlik derecelerine bağlı


olmaksızın, 60’dan fazla ülkede uygulanmış, IMF ve Dünya Bankası gibi
kurumlar kredi verme koşullarını, ülkede piyasa ekonomisi kurallarının geçerli
olması için gerekli idari düzenlemelerin yapılmasına, kamu girişimciliğinin
alanının daraltılmasına yönelik önlemlerin uygulamaya konulmasına
bağlamışlardır. Özelleştirmenin özellikle gelişmekte olan ülkelerde
uygulanmasında IMF ve Dünya Bankası’nın önemli etkileri vardır. Bu
kuruluşlar, ellerindeki yaptırım gücüyle özelleştirmeyi ve paralelinde
neoliberal politikaları gelişmekte olan ülkelere dayatmışlardır. Örneğin
IMF’nin uluslararası alanda para piyasalarında kredi arayan ülkeler için
önerdiği kârlılık (istikrar) politikalarının belirleyici öğesi, kamu harcamalarının
azaltılması ve sermaye kaynaklarının özel girişim eliyle etkin kullanımının
sağlanmasıdır (Kepenek, 1990: 149).
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRK BASIN SEKTÖRÜNÜN EVRİMİ

1980’li yıllar Türkiye ekonomik ve siyasal yaşamının birçok alanında


olduğu gibi kitle iletişim alanında da büyük bir dönüm noktasıdır. 1980’lerin
dünyası artık “Yeni Dünya Düzeni” anlayışının çeşitli yöntemlerle dikte ettiği
liberal uygulamaların hakim olduğu bir dünyadır ve bu düzen içinde temel
politika yöntemleri olan özelleştirmeler, deregülasyon ve artan tekelleşme
medya alanında da en ileri düzeyde uygulama alanı bulmuştur.

Çalışmanın bu bölümünde Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de uygulanan


ekonomi politikaları hakkında kısa bir bilgi verilecektir. Türkiye’de basının
gelişmesi ekonomi politikaları ışığında incelenecek ve özellikle 1980’li yılların
ardından medyadaki mülkiyet ve sahiplik yapısı bağlamındaki değişimler ön
planda tutulacaktır.

3.1. Türkiye’de Ekonomi Politikalarının Kısa Tarihi

29 Ekim 1923 tarihinde, Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle kurulan Türkiye


Cumhuriyeti, bir yandan devraldığı ekonomik yapının bazı unsurları ile birlikte
yaşamak zorunda kalırken bir yandan da yeni ekonomi politikaları
uygulamaya koymuştur. Dönemin ekonomi politikalarını yönlendiren temel
yaklaşımlardan birisi, “milli iktisat” kavramı etrafında bütünleşen devletten
özerk bir burjuva sınıfı - “milli burjuvazi” yaratma ve sanayileşme/kalkınma
fikri olmuştur. “Milli iktisat okulunun korumacı ve dolayısıyla sanayileşmeci
yönelimleri bu dönemde Lozan Antlaşması ile gümrük politikasına konan
engeller yüzünden arka plana düşmüştür ancak aynı okulun devlet desteği ile
bir yerli ve milli burjuvazi “yetiştirilmesi”ni kalkınma ve modernleşmenin temel
mekanizması olarak gören yaklaşımı, 1923 sonrasının iktisat politikalarına ve
36

atmosferine tamamen damgasını vurmuştur. Türkiye’de girişimci bir sınıf


oluşturmak, Cumhuriyet dönemi ulusal kalkınma programlarının temel
hedeflerinden biri olmuştur (Boratav, 2003: 40).

1923-29 yılları arasında devlet, özel girişimi teşvik etmek için yoğun
çaba harcamıştır. Bu bağlamda 17 Şubat 1923’te, İzmir’de toplanan İzmir
İktisat Kongresi’nden çıkan en temel sonuç, Türkiye’nin büyük bir hızla
kalkınabilmesi için girişimci bir sınıfın yaratılması gerektiğidir. Bu çerçevede,
devletin her türlü teşvik ve özendirmelerin yanı sıra yerli sanayicinin
oluşabilmesi için belirli önlemleri alması gerektiği düşünülmüştür. Bu amaçla
yapılanların başında, devlet tekelleri kurularak daha sonra bunların
işletmesini özel sektöre devretmek gelmektedir.

1929 yılına gelindiğinde birçok ülkeyi etkileyen ekonomik bunalımla


birlikte Türkiye, özgün dinamikleriyle ulusal bir gelişme sürecine girmiştir.
Nitekim Boratav (2003: 57), ulusal bir ekonomi oluşturma sürecinin kalıcı ve
ciddi bir biçimde 1930 sonrasında başladığını belirtmektedir. 1930 yılından
sonra tüm dünyada devletçi, müdahaleci ve korumacı politikalara
yönelinmeye başlanmış; Türkiye de bu doğrultuda hareket ederek,
bunalımdan çıkmak ve iktisadi genişlemeyi sağlamak amacıyla çeşitli
tedbirler almıştır. 1930 yılından itibaren, ülkenin ekonomik kalkınmasında
istenilen hedeflere ulaşılması için özel sektörün yanında devletin de
ekonomik alanda daha aktif rol oynaması gerektiği düşüncesi kabul görmeye
başlamıştır. Boratav’a (2003: 59) göre, 1930-39 döneminde iktisat politikaları
bakımından iki belirleyici özellik vardır: Korumacılık ve devletçilik. İç pazarı
yabancı rekabetinden korumak ve sanayi için yükselen bir pazara, ticaret
sermayesi için de yeni iş olanakları yaratmaya yönelik bir politika, 1930
sonrasında geliştirilmiştir. İlk sanayileşme dönemi olarak nitelendirilebilecek
bu yıllarda Türkiye ekonomisinin dışa kapanarak, devlet eliyle bir milli
sanayileşme denemesi içine girmiş olduğu söylenebilir.

Bu yılları kapitalist gelişme yılları olarak değerlendiren Irmak’a (1992:


38) göre, bu dönemin temel yaklaşımı “özel sektör”, burjuvazi yaratmaktır ve
37

onu korumak için bütün ekonomik etkinlikler, temelde özel girişimciliği


desteklemeye yöneliktir.

1930’lu yıllarda girişilen sanayileşme hamlesi, İkinci Dünya Savaşı’nın


olumsuz etkileriyle kesintiye uğramış yerini savaş ekonomisine bırakmıştır.
Ülke ekonomisi savaşa katılmadığı halde, doğrudan ve dolaylı nedenlerle
savaştan kötü etkilenmiştir. Savaşla birlikte artan harcamalar, savaş
öncesinde başlayan planlama çalışmalarının ve sınai yatırım programlarının
ertelenmesine neden olmuştur.

1950’li yılların ekonomi politikalarına iç dinamiklerin yanı sıra dış


dinamikler açısından belirleyicilik kazandıran önemli bir başka gelişme de
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından değişen dünya dengeleridir. Savaş
sonrasında kapitalist sistemin yeni lideri olan ABD, dünyanın nasıl
örgütleneceğini artık tek başına belirleyebilecek güce sahiptir. Keynesyen
refah devleti politikalarının terk edilmesi ve neoliberal ekonomi politikalarının
egemenliğinde serbest piyasa ekonomisine geçilirken, özellikle az gelişmiş
ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak kalkınma modelleri hayata
geçirilmektedir. Bu kapsamda üçüncü dünya ülkelerine yönelik olarak
Amerikan kaynaklı yatırımlar artmakta, dış yardım ve krediler “kalkınma” için
önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. 1944 yılında kurulan IMF parasal
konularda, Dünya Bankası yatırım konularında, GATT ise uluslararasıticaret
alanında ABD’nin yönlendirdiği kuruluşlar olarak faaliyet göstermektedir.
1947 yılında savaş sonrasında Avrupa ekonomilerini “kalkındırmak” için
hazırlanan bir program olan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok
ülkenin kullandığı Marshall yardımı devreye sokulmuştur. Yine 1947 yılında
hazırlanan Truman Doktrini ile ABD, "komünizm tehdidi" altındaki devletlere
mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır. Truman Doktrini ve Marshall
Planı çerçevesinde yardım almaya başlayan Türkiye’ye gönderilen uzmanlar
ekonomi politikasında kesin bir dönüşüm önermektedirler. Bu durum,
Türkiye’nin yeni ekonomi politikasının oluşumunda ABD’nin belirleyici rol
oynamasına olanak sağlamıştır. 1950’li yılında Türkiye’nin gümrük tarifeleri
38

dışındaki koruma önlemlerini büyük ölçüde kaldırması, IMF, Dünya Bankası


ve Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü gibi uluslararası kapitalizmin savaş
sonunda kurulan üst organlarına üye olması, ABD politikalarının Türkiye
ekonomi politikaları üzerindeki etkisini gösteren önemli olaylardır.

“Ülke içi gelişmelerin dış etmenlerle tamamlanması sonucu Türkiye,


İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletçi sanayileşme politikasını terk
etmiştir. Bu eşanlı etkileşim, ekonomi politikası olarak devletçiliğin yerini özel
girişimciliğe bırakması sonucunu vermiştir” (Kepenek, 1990: 31).

1946 yılında tek parti döneminin sona ermesi ve 1950 yılında


Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte Türkiye, ekonomik ve politik
olarak yeni bir gelişme dönemine girmiştir. Boratav’a (2003: 94) göre, 1946
yılına siyasi olduğu kadar iktisadi bakımdan da bir dönüm noktası kazandıran
özellik 16 yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı dış dengeye dayalı
ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın
serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye
başladığı, dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımlarıyla
ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur. Kronik açıklar
nedeniyle dışa bağımlı hale gelen ekonomik yapı, bu dönemin bir armağanı
olarak, Türkiye ekonomisinin kalıcı bir özelliği olma niteliğini kazanacaktır.

1950’lerin ikinci yarısına gelindiğinde ekonomide yaşanan tıkanıklık,


1958 yılında alınan istikrar tedbirleriyle aşılmaya çalışılmış ancak kriz giderek
tırmanmış; ekonomik güçlüklerin yanı sıra ülkede siyasal ve toplumsal
gerginliğin artması sonucunda 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi
gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960’dan sonra siyasal-toplumsal düzeyde
olduğu gibi, ekonomik politikalar açısından da yeni bir döneme girilmiştir.
Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının idamı ile başlayan süreç, yeni
bir Anayasa ve önceki dönemin genel ekonomik felsefesinden farklı ekonomi
politikaları ile devam etmiştir.
39

1963 yılında, 1963-1967 yıllarını kapsayan ilk Beş Yıllık Kalkınma


Planı hazırlanmıştır. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planına göre özel sektör ucuz
kredi, yatırım teşvikleri ve dış rekabetten korunma gibi politikalarla
desteklenecek, kamu yatırımları da ülkenin ekonomik kalkınma hedeflerine
ulaştırılması doğrultusunda belirli bir plan ve program dahilinde yapılacaktır.
Bu çerçevede, 1950’li yıllarda yurt dışından ithal edilen tüketim malları,
1960’lı ve 1970’li yıllarda desteklenmeye çalışılan özel sektör sayesinde yerli
sanayiciler tarafından üretilmeye çalışılacak ve bu yolla aşırı ithalattan
kaynaklanan döviz darboğazı aşılmaya çalışılacaktır. Bu bir anlamda yerli
sanayicinin korunmasına ve iç pazarın genişletilmesine dayalı ithal ikameci
sanayileşme politikasının uygulanması anlamına gelmektedir.

Hazırlanan uzun ve kısa dönemli kalkınma planları çerçevesinde


ekonomi, içe dönük bir sanayileşme sürecine girerken, girdilerde dışa
bağımlılıktan dolayı, 1970’lerin ortalarından itibaren ekonomik bunalıma
girilmiştir. İthal ikameci model tıkanmaya başlarken, ekonomide planlı ve
müdahaleci yaklaşım da terk edilmektedir. Ekonomik bunalıma siyasal
bunalımın da eşlik ettiği dönem, sonraki yılları derinden etkileyen 24 Ocak
kararları ve 12 Eylül 1980 darbesi ile sona ermiştir.

Ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan köklü değişimlerin yaşandığı


1980 yılı, Türkiye’de kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinin başlangıcı
olarak kabul edilir. 1980’ler artık Özallı yıllardır ve Turgut Özal, 1980’li yıllar
boyunca iktisat politikalarının belirlenmesinde baş aktör konumundadır.
Özal’ın hazırladığı ve “24 Ocak kararları” olarak anılan yeni ekonomik istikrar
programı ile ithal ikameci sanayileşme stratejisinden ihracata yönelik
sanayileşme stratejisine geçilmektedir. 24 Ocak kararlarının önemli
maddeleri arasında devletin ekonomi içindeki payının azaltılması, dış ticaret
serbestleştirilmesi ve yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi gibi
liberal ekonomi politikaları yer almaktadır. 24 Ocak’tan sonra devamlılık
kazanacak olan devalüasyonların ilk adımı 25 Ocak’ta atılmıştır. Yabancı
sermayeye yeni teşvik ve kolaylıklar sağlanan bu dönemde, ihracatı teşvik
40

edici, ithalatı kolaylaştırıcı önlemler alınmıştır. Ancak ihracata dayalı bu


tercihler, 1989 yılında iflas etmiş, 1989 yılında finans hareketlerinin bütünüyle
serbestleştirilmesiyle birlikte Türkiye ekonomisi, 1994’teki büyük mali krize
sürüklenmiştir.

3.1.1. Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları

Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de neoliberal ekonomi


politikalarının en önemli unsurlarından biri özelleştirme uygulamaları
olmuştur. Özelleştirmenin, Türkiye’deki uygulamalarına baktığımızda,
özelleştirme sürecinin ekonomide serbestleşme ve liberalleşme
doğrultusunda kararlar alındığı 1980’lerde başladığını görmekteyiz.

Türkiye’de devletin ekonomik yaşama zorunlu olmadıkça girmemesi,


devletçe gerçekleştirilen ekonomik faaliyetlerin de zaman içinde özel kesime
devredilmesi prensibi, aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanmaktadır.
Ancak Türkiye ekonomisinin 1930 ve 1974 arasındaki yaklaşık yarım yüzyılı,
denetimli bir rejim altında geçirdiğini söyleyen Kazgan’ın (1995: 165) da
belirttiği gibi, dönemlere göre denetim derecesi ve yöntemleri farklı olsa da,
kaynak dağılımı ve gelir bölüşümünün tam “serbest piyasa güçleri”ne göre
oluşumuna olanak bırakılmaması, bütün dönemlerin ortak temeli olmuştur.
Bu da ekonomide devletin kararlarının ağır bastığı, denetimin devletin elinde
olduğu bir devletçilik anlayışını beraberinde getirmektedir.

Bu bağlamda iç pazara yönelik sanayileşme stratejileri uygulanmış


özellikle KİT, bu stratejide önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Ancak İkinci
Dünya Savaşı sonrasında yaşanan süreçte, güçlenen özel sermayenin daha
özgürlükçü bir yaklaşım isteği çok partili yaşama geçişle birlikte daha da
somutlaşmış ve yoğunlaşmıştır (Kepenek, 1990: 31).

Savaş sonrasında ABD’nin giderek güçlenmesiyle, Türkiye’nin de


gerek askeri strateji gerekse politik yönelim olarak ABD’ye yaklaşma eğilimi
41

güçlenmektedir. Truman Doktrini ve Marshall Planı uygulamaları


çerçevesinde Türkiye’ye gönderilen ABD’li uzmanlar, ekonomi politikalarında
kesin bir dönüşüm önermektedirler. Ülke içi gelişmelerin dış etmenlerle
tamamlanması sonucu Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ‘devletçi’
sanayileşme politikasını terk ettiğini ve ekonomi politikası olarak devletçiliğin
yerini özel girişime bıraktığını söyleyen Kepenek (1990: 31), bu değişimi
şöyle özetlemektedir:

“Savaş sonrasında ekonomi politikası tartışmalarının özünü


ekonomide kamu kesiminin yeri oluşturdu. Sonuçta, iş başındaki
hükümet, devletçilik politikasını yeniden tanımlama gereği duydu.
“Yeni devletçilik” olan bu yaklaşıma göre hükümet, özel girişimciliği
desteklemeli; ülkenin yönetimi ve güvenliğiyle kamu hizmeti
dışında kalan ekonomik faaliyet alanlarında özel kesimin
güçlenmesi ve bu süreçte yerli ve yabancı sermayeden
yararlanılması sağlanmalıydı. Yine de ekonominin planlı ve
programlı gelişmesi öngörülüyordu.”

Kepenek, aynı zamanda yeni devletçilik anlayışının sürdürülmesinde


ABD ile yürütülen ilişkilerin de önemli bir faktör olduğunu ifade etmektedir.
Buna göre ABD’li uzmanlar yalnız özel girişimciliğe önem verilmesini
istemekle kalmıyor aynı zamanda yepyeni bir ekonomi politikası da
öneriyorlardı. ABD’li uzmanlara göre, Türkiye, ağır sanayi alanlarında yeni
yatırım yapmamalıydı. Demiryolları yerine kara yollarına önem vermeliydi. İç
ve özellikle dış ticarette serbestlik egemen kılınmalıydı. Yerli ve yabancı
sermayeye olanaklar sağlanmalıydı. Türkiye’nin mali yardımları içeren
Marshall Planından yararlanması, ekonomi politikasında yapılacak olan bu
köklü değişikliklerden geçiyordu (Kepenek, 1990: 32).

Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen ilk yıllarda, dönem dönem


özel sektör önderliğinde büyümeyi amaçlayan liberal politikalar izlemiş olsa
da bu konuda asıl gelişme, genel ekonomi politikalarında kesin bir dönüşümü
simgeleyen 1980’lerde gerçekleşebilmiştir. Türkiye ekonomisinde bu yapısal
dönüşüm, 24 Ocak 1980 istikrar tedbirleri ile başlamıştır ve Amerika’da
Başkan R. Reagan, İngiltere’de Başbakan M. Teatcher öncülüğünde
42

savunusu yapılan neoliberal politikaların Türkiye’deki baş aktörü Turgut Özal


olmuştur. 24 Ocak tedbirlerinin mimarı Turgut Özal’ın önerdiği tedbirler paketi
ile dışa açık, özel sektör öncülüğünde büyüyen, devletin küçültülmesini ve
ekonomiden tamamen çekilmesini hedefleyen programlar uygulamaya
konulmuş, bu programlar Dünya Bankası’nın yapısal uyum kredileri ile
desteklenmiştir.

1980’lere gelindiğinde 1960’lı yıllardan beri izlenen ithalata yönelik


sanayileşme politikası terk edilerek, ihracata yönelik sanayileşme politikasına
yönelinmiş, ekonomide serbestleşme ve liberalleşme doğrultusunda kararlar
alınarak uygulamaya konulmuş, kârlılık ve verimliliğin arttırılması, kaynak
dağıtımında maksimizasyonun sağlanması ve sermayenin tabana yayılması
amaçlarına yönelik olarak KİT’in özelleştirilmesi süreci başlatılmıştır.

1985-1989 yıllarını kapsayan Beşinci Kalkınma Planı ve 1990-1994


yıllarını kapsayan Altıncı Kalkınma Planlarında, KİT politikalarında büyük
farklılaşmalar görülmektedir. Örneğin Beşinci Kalkınma Planında, KİT
yatırımlarının enerji, madencilik, ulaştırma, haberleşme sektörlerinde
yoğunlaşması öngörülmekte önceki kalkınma planlarının aksine KİT’in
sanayileşmedeki önceliği bir yana bırakılmaktadır. Kepenek bu gelişmeyi,
KİT’in sanayileşmedeki önceliğinin özel girişime ya da piyasa koşullarının
kendiliğinden gelişmelerine bıraktığı yönünde değerlendirmektedir (Kepenek,
1990: 38). Beşinci Kalkınma Planının KİT’i ilgilendiren bir diğer önemli yanı
da özel sektörün yeterli olduğu alanlarda yeni yatırımlardan kaçınılması ve
KİT’e bağlı bazı işletmelerin hisse senetleri yoluyla halka açılmasının
sağlanmasıdır. Altıncı Kalkınma Planında ise ekonomide benimsenen liberal
anlayışa uygun olarak, planın temel amaçları ve politikaları kapsamında;
büyümenin serbest rekabet ortamında ve özel kesimin dinamizminden azami
ölçüde yararlanılarak gerçekleştirilmesi, aynı zamanda özel kesim
yatırımlarının imalat sanayiinde ve özellikle ihracata yönelik sektörlerde
yoğunlaşmasının özendirilmesi hedeflenmiştir. Bir plan ilkesi olarak yabancı
43

sermaye ile ortak yatırım yapılmasının benimsenmesi Altın Kalkınma Planı ile
ilk kez gündeme getirilmiştir (Kepenek, 1990: 38).

1980’li yıllara kadar sanayileşme hamlesinin önemli bir parçası olan


KİT, 1980’e dek izlenen ithal ikameci politikaların terk edilmesi ve üretim
sürecinde tercihli olarak özel sektörün ön plana çıkması ile işlevselliğini
yitirmeye başlamıştır. Kepenek’e (1190:35) göre “KİT’in sanayi alanında yeni
yatırımlara girişmemesi, başlanmış yatırımların olanak ölçüsünde bir yana
bırakılması 1980’li yılların ana politikası olmuştur.” KİT’ler, zamanla
ekonomide çok ağırlıklı oldukları, devletin sırtında yük oldukları, verimli
olmadıkları gibi eleştirilerle özel sektörü yücelten liberal söylemcilerin eleştiri
odağı haline gelmiştir ve KİT’lerin ekonomi içindeki varlığının hafifletilmesi
hatta tamamen kaldırılması özelleştirme politikalarının önemli bir parçası
olmuştur.

3.2. 1950’lere Kadar Türk Basın Sektörünün Gelişimi

Osmanlı Devleti’nin imparatorluk üzerine kurulmuş olan mutlakıyetçi


yapısı, basının gelişme çizgisinde önemli bir rol oynamış ve Osmanlı’da
basın, sıkı denetime tabi olan bir siyasal ortamın elverdiği ölçüde gelişme
gösterebilmiştir. “Osmanlı aydınlarının 19. yüzyıldan itibaren halka ulaşmada
büyük umut bağladıkları gazetecilik, devletin sıkı denetimi altında
gelişememiştir” (Alemdar ve Erdoğan, 1988).

Osmanlı basınının gelişme çizgisinde, önemli rol oynayan diğer bir


köşe taşı da İmparatorluğun kapitalizmle geç tanışmasıdır (Alemdar, 1999:
1). Türk milli burjuvazisinin ekonomik zayıflığı ile yabancı sermayeye
bağımlılığı, Türk basının Batı dünyasına göre geç ortaya çıkmasına yol
açmıştır. İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan çeşitli etnik azınlıklar, 18.
yüzyılın başından beri kendi dillerinde gazetelerini çıkarmaktayken Osmanlı
Devleti, ilk resmi gazetesini 1831 yılında çıkarabilmiştir. Özellikle Osmanlı’nın
son döneminde Fransızlar, Osmanlı İmparatorluğu hakkında sürekli bilgi
44

akışı sağlamak, iktisadi ve siyasi faaliyetlerine yön vermek üzere basından


yararlanmışlardır.

Osmanlı dönemi basının ilk örneği, 1795 tarihinde Fransız


Büyükelçiliği tarafından Fransızca olarak yayınlanan Bulletin des
Nouvelles’dir. Fransızların 1795’te gazete yayınlama amacı, Osmanlı
İmparatorluğu’nda haberleşmenin gelişmesi, bilgi akışının hızlanması değil,
1789 Devrimi’nin cumhuriyetçi fikirlerinin “Doğu’da” yayılmasıdır (Alemdar,
1999: 3). Bu gazeteyi yine aynı elçiliğin 1796’da çıkarttığı Fransızca Gazette
Françeise de Constantinople adlı yayın organı izlemiştir. Fransızca üçüncü
gazete, 1821 yılında, İzmir’de, Alexandre Blacque adında bir Fransızın
yayımladığı Le Spectateur Oriental’dir. Aynı dönemde Mısır’da Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’nın çıkarttığı Vekayi-i Mısriye, yarısı Türkçe yarısı Arapça
yayınlanan bir diğer gazetedir.

Bu ilk denemelerin yabancı çıkarlarının Osmanlı İmparatorluğu’nda ne


boyutlara ulaştığının önemli bir göstergesi olduğuna dikkat çeken Alemdar
(1981: 108), şu yorumda bulunmaktadır:

“Ekonomik etkinlikleri, Osmanlı toplumundan farklı dil ve


kültürleriyle yabancılar daha hiçbir Türkçe gazete çıkmazken bu
ülkede yabancı dilde bir gazete çıkarabilecek ve bunu
yaşatabilecek ortam bulmuşlardı. Başka bir deyişle Osmanlı
toplumu, içinde bulunduğu gelişme durumunda böyle bir
haberleşme aracına ihtiyaç duymazken, Avrupalı tüccarlar ve
onların Türkiye’deki ortakları, etkinliklerinin ne boyuta ulaştığını
haberleşme araçlarıyla da kanıtlıyorlardı.”

Süreci yine ekonomi politik temelli değerlendiren Raşit Kaya’ya (2000:


638) göre de “Osmanlı İmparatorluğu’na ilk modern kitle iletişim aracı
gazetenin girişi, ülkenin yeni bir aşamaya geçmekte olan kapitalizmle
eklemlenme sürecinin- bir bakıma küreselleşme olgusunun bir ürünüdür.”

Türk basınında öncü olan ilk gazete Takvim-i Vekayi, 1831 yılında
dönemin padişahı II. Mahmut’un desteğiyle yayın hayatına başlamıştır.
45

Haftada bir defa yayınlanmak üzere, resmi bir gazete olarak kurulan Takvim-i
Vekayi, resmi tebliğ ve haberlerin yayınlandığı; mali açıdan da dönemin
hükümetine bağlı olan bir gazetedir. Bu yapısı ile gazete, bir nevi devletin
resmi sözcüsü niteliğindedir ve yayınlanan makaleler esas olarak devletin
görüşlerini yansıtmaktadır.

Türkçe ikinci gazete, William Churchill adlı bir İngiliz’in 1840’da,


İstanbul’da çıkardığı Ceride-i Havadis’tir. Agah Efendi’nin çıkardığı ve
sonradan İbrahim Şinasi’nin de katıldığı ilk özel gazete, Tercüman-i Ahval’dir.
Şinasi daha sonra bu gazeteden ayrılarak 1862’de Tasvir-i Efkar’ı kurmuştur.

1864 yılından sonra Türk basını önemli bir gelişme kaydetmiş,


yayımlanan gazete ve dergilerin sayısı artmıştır. İstanbul’dan sonra
İmparatorluğun çeşitli yerlerinde de Türkçe gazeteler yayın hayatına
başlamıştır. 1850’ye gelindiğinde bu iki Türkçe gazete dışında Fransızca,
İtalyanca ve çeşitli azınlık dillerinde İstanbul’da toplam 16 gazete
yayınlanmaktadır.

1864 - 1908 yılları arasında yaşanan dönem, Türk basınında sansür


uygulamaları ile yaşanan bir suskunluk dönemi olarak adlandırılabilir.
Gazetelerin aralarında sürdürdükleri tartışmalar, toplumsal, yönetimsel ve
askeri konularla ilgili yazıları, eleştirileri başka ülkelerde olduğu gibi Osmanlı
hükümetini de bu haberleşme aracı karşısındaki tutumunu belirlemek
zorunda bırakmıştır (Alemdar, 1981: 109).

II. Abdülhamit döneminde ilk basın yasası sayılacak olan 1864 tarihli
Matbuat Nizamnamesi çıkarılmıştır. 1852 tarihli Fransız Basın Yasası temel
alınarak hazırlanan bu Nizamname, hapis ve para cezalarının yanı sıra,
gazeteler için geçici ya da süresiz kapatma cezaları da getirmektedir. Bu
uygulama sonucu İstanbul’da çıkan gazetelerin sayısı dörde düşmüştür.

Basına uygulanan sansürler, 1867’de Sadrazam Ali Paşa tarafından


hazırlanan Ali Paşa Kararnamesi ile devam etmiş, basına karşı sert
46

uygulamalar ve çeşitli kısıtlamalar getirilmiştir. Güngör (1999: 177), bu


kısıtlamaları şöyle yorumlamaktadır:

“Aslında bütün bu kısıtlama çabalarının amacı çok açıktır:


17’nci yüzyılda doğduğu andan itibaren Batı’nın siyasal ve
toplumsal gidişine önemli ölçüde yön veren bu ürünün,
Osmanlı’da giderek benzer bir misyon üstlenmeye başladığı,
bunun da mevcut siyasal sistem için ne denli büyük bir tehlike
oluşturduğu anlaşıldığı içindir ki daha yolun başında buna engel
olma çabası içine girilir.”

1908 yılına kadar Osmanlı’da gazetecilik sıkı bir sansüre tabidir ve


muhalif bir basının pek çok engeli aşması gerekmektedir. Bu engeli aşmada
önemli bir dönemeç, 24 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet olmuştur.
II. Meşrutiyet ile doğan özgürlük ortamı, basının bir nebze de olsa soluk
almasına olanak sağlamıştır. Çıkartılan gazete ve dergi sayısında bir
anlamda patlama yaşanmıştır.

25 Temmuz 1908’de, sansürün kaldırılmasıyla birlikte artan sayı ve


etkinliğiyle günlük basın, bu dönemin siyasal tartışmalarında ve kamuoyu
oluşturmada önemli bir rol üstlenmiştir. “Çok uzun yıllar Batı örneğinde bir
haberleşme aracına gereksinim duymayan Osmanlı toplumu, yönetimin
kontrolü bir süre için ortadan kalkınca, söylemek istediklerini gazeteler
aracılığıyla anlatmaya çalışmıştır” (Alemdar, 1981: 110).

1908 devrimini izleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarındaki


dönemde basın üzerindeki baskı ve kontrol yönetimi yeniden kurulmuştur.

Kurtuluş Savaşı yıllarına gelindiğinde ise basının “ulusallaşma”


sürecinde itici güçlerinden biri olarak kullanıldığı görülmektedir. Cumhuriyet’in
ilk yılları, yeni bir rejimin kurulması çerçevesinde devlet kontrolünün her
alanda yaygın olarak uygulandığı yıllardır. Haberleşme de bu kontrolün
içindedir. Türk basını, Cumhuriyet rejimi ile birlikte sıkı bir düzenleme
rejimine tabi olmuş, kendisine gösterilen alanın dışına çıkmaya başladığı
anda bastırılmıştır. Bir ölçüde serbest bırakılan İstanbul basını, gelişmeler
47

karşısında sesini çıkartma yürekliliği gösterdiğinde hemen baskı altına


alınmıştır (Alemdar, 1981: 109).

4 Mart 1925 yılında, Şeyh Sait ayaklanmasından bir ay sonra, Takrir-i


Sükun Kanunu4 kabul edilerek, basın üzerindeki baskılar daha da
ağırlaştırılmış, İstanbul ve Anadolu’da yayın yapan değişik eğilimden muhalif
yayınlar birer birer kapatılmıştır. Basın üzerindeki bu baskı ve kontrol,
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında geçen tek parti döneminde de devam
etmiştir. 1931 yılında Bakanlar Kurulu’na doğrudan gazete kapatma yetkisi
veren Matbuat Kanunu ile ülkenin genel politikasına aykırı yayın yasağı
getirilmiştir. Gazeteci Erol Önderoğlu (2004: 67), Kanun ile ilgili olarak şu
değerlendirmede bulunmaktadır:

“Basına temel olarak kendi politikalarını desteklemek görevi


biçen iktidar, basını sıkı bir denetime tabi tuttu. Hilafeliği
destekleyen, devrimleri eleştiren yazılara izin verilmediği gibi, sol
siyaset de “Kemalist çizgi” ile sınırlandırıldı.

Bu dönemde sivil toplumun özellikle liberal, tutucu ve


İslamcı güçleriyle sol eğilimli düşünceleri çeşitli önlemlerle suskun
kılmaya zorlandı. Bu suskunluk Basın Kanunu’nda yapılan
değişikliklerle de kurumsallaştırıldı”

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, siyasal iktidarın basın üzerindeki


denetimini ve güdümünü sağlayan yasal düzenlemelerden bir başkası da 14
Temmuz 1938’de yürürlüğe giren Basın Birliği Kanunu ile oluşturulan Türk
Basın Birliği’dir. Bu Kanun’un amacı, basının iç sorunlarını çözmeye ilişkin
araçlar belirlemek iken, Türk Basın Birliği, basını siyasal iktidarın
hakimiyetine sokan bir organ olmuştur (Önderoğlu, 2004: 69).

Görüldüğü gibi 1950’lere kadar geçen dönemde, Osmanlı’dan bu yana


Türk basını çeşitli sansür ve baskı mekanizmalarıyla sürekli olarak kontrol ve
denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Basın üzerinde baskılayıcı bir kontrol

4
4 Mart 1925’te kabul edilen 578 sayılı “Takrir-i Sükun Kanunu’nda şu öngörülüyordu: “İrtica ve
isyana ve memleketin sosyal nizamını, huzur ve sükununu, güvenlik ve asayişini bozmaya yönelen her
türlü teşkilatı, tahrikleri, teşvikleri, teşebbüsleri ve yayınları, hükümet, Cumhurbaşkanı’nın onayıyla
yasaklamaya yetkilidir. Sanıkları hükümet, İstiklal Mahkemelerine verebilir (Önderoğlu, 2004: 66).
48

rejimi, Osmanlı’dan bu yana Türk basınını biçimlendiren temel unsurlardan


biri olmuştur. Bu kontrol rejimi şemsiyesinde basın, daha çok iktidarın belirli
mesajlarını halka iletmekte bir araç olarak kullanılmıştır.

3.3. Çok Partili Dönemde Türk Basını

Çok partili dönemin basın açısından ayırt edici özelliği, geniş halk
kitlelerine hitap eden ve kısa zamanda yüksek tirajlara ulaşan yayınların
ortaya çıkmasıdır. 1950’li yıllarda çok partili hayata geçiş ile renklenen siyasi
yaşam, teknolojik gelişmeler ve giderek güçlenmeye başlayan sermayenin
medyaya yönelik yatırımları, basının da farklı bir mecraya doğru akmasına
neden olmuştur. Bu bağlamda 1950’li yıllarda basın sektörü, fikir
gazeteciliğinden kitlesel gazeteciliğe doğru evrilmeye başlamaktadır.

Kitle gazeteciliğine yönelik olarak en esaslı girişim, Sedat Simavi’nin


1948’de çıkardığı Hürriyet gazetesi olmuştur. Hürriyet gazetesi, bol resimli,
ilgi çekici, magazine ve spora ağırlık veren yayın anlayışıyla Türk basını ve
gazeteciliğinde bu anlamda bir ilk olmuş ve bundan sonraki yıllarda örnek
alınmıştır. Gazetenin ilk çıkışında 30 bin olan tirajı olağanüstü bir hızla
artmış, 1951’de 100 binin üzerinde, sonraki yıllarda yarım milyon ve bir
milyon tiraja ulaşabilen ilk gazete olmuştur. 1950’de kurulan Milliyet gazetesi
de Hürriyet gibi kitlesel ve ticari basına doğru evrilme sürecinin önemli
simgelerinden biri olmuştur. 1950’den sonra gazete satışları, haberciliğin
getirdiği ivme ile daha da hızlı bir artış sürecine girmiş, 1950’de ülkedeki
bütün satılan gazete sayısı 300 bin iken, 1956’da 1 milyon, 1970’de 2 milyon,
1978’de ise 3 milyon sınırlarını aşmıştır.

Kitlesel gazeteciliğe geçişle gazeteler, içerik olarak da önemli bir


dönüşüme uğramıştır. Haber ve sayfa tasarımı olarak bol resimli, ilgi çekici,
magazine ve spora ağırlık veren haberlere ağırlık verilmeye başlanmıştır.
Gazetecinin yani muhabirin öneminin 1945’ten itibaren çok partili sisteme
49

geçilmesi üzerine artmaya başladığını ve haberin ön plana çıktığını belirten


Koloğlu’na göre bu durum, gazetelerde halkı ilgilendiren haberlerin ön plana
çıkmasına sebep olmuştur. Çok partili dönemle birlikte gazetelerin özellikle
içerik olarak değişime uğradığına dikkat çeken Koloğlu (2004: 26), “Babıâli
dönemi” olarak adlandırılan dönemin farkını şu ifadelerle anlatmaktadır:

“Babıâli döneminde, genelde gazetenin sahibi daima


gazetecilikten gelmiş biriydi. Meslek dışından gelmiş bile olsa,
yayının başında mutlaka deneyimli bir gazeteci bulunurdu. Bu
sahip çoğu zamanda gazetenin başyazarı idi. Birinci sayfa büyük
oranda onun yorumuyla dolar, dolayısıyla okuyucu da gazeteyi o
başyazarın adıyla anardı. Tek parti iktidarı döneminde muhabir ön
plana çıkamaz, sahip/başyazarın çizgisine uygun haberler
sunmakla uğraşırdı.”

1940’lı yılların sonu ve 1950’lerin başında ilk kez kitle gazetesi


bağlamında değerlendirilebilecek gazetelerin doğuşuna tanık olunması,
siyasal yaşamda simgesel meşruiyet gereksinimlerinin artışına da işaret
etmektedir. Kapitalizmin yeniden biçimlendiği savaş sonrası dönemin
gelişmeleri Türk basınının yapısında da yansıma bulmaktadır (Kaya, 2000:
640). 1950’ler bu anlamda bir milat sayılabilir çünkü bu dönemde artık Türk
basının mülkiyet ve sahiplik yapısı olarak bir dönüşüme uğramaya
başladığını söylemek mümkündür. Nitekim, 1940’lı yılların sonlarından
itibaren basın dünyası, ticaret-siyaset-ekonomi ilişkilerinin belirlediği bir
dönüşüm sürecine girmiş, yayın organları, devletle/hükümetle ilişkilerin
farklılaşmasına paralel olarak içerik, finansman ve teknoloji açısından
dönüşüm geçirmiştir. “Hem iç pazara dönük yüksek büyüme stratejileri
sonucu reklam pastasının büyümesi hem gazete basım teknolojisindeki
gelişmeyle tirajın artması, hem de ulaştırma, haberleşme altyapılarındaki
gelişmeyle daha çok okuyucuya ulaşma zemininin yaratılması, medyadan
para kazanmanın yolunu açmıştır” (Sönmez, 2004: 108). Tüm bu
gelişmelerde Demokrat Parti hükümetinin ekonomi ve siyasette liberal
düzenlemeleri savunması büyük ölçüde etkili olmuştur.
50

1950’lerin Türkiye’sinde uygulanan ekonomi politikaları ışığında


devletin koruması ve desteği ile güçlenen, etki alanını genişleten iş çevreleri
artık uygulanan politikaları belirleme olanağına sahiptirler. Özellikle 1923-
1950 yılları arasında sürekli olarak özendirilmeye ve teşvik edilmeye çalışılan
sermayedar kesim, artık belirli bir sermaye birikimine ulaşmıştır.

1950 yılında Demokrat Parti tarafından hazırlanan Basın Kanunu,


gazete yayınlamayı izne tabi olmaktan çıkarmıştır. 13 Haziran 1952’de Basın
Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetleri Düzenleyen
Yasa ile ilk kez basın çalışanları sosyal güvence altına alınmıştır. Bu Kanunla
gazeteciler sendika kurma hakkına kavuşmuştur.

Demokrat Parti hükümetinin göreceli özgürlük ortamı çok uzun


sürmemiştir ve başlangıçta yaratılan özgürlük havası yavaş yavaş dağılmaya
başlamıştır. “Neşir Yoluyla veya Radyoyla İşlenecek Cürümler Hakkındaki
Kanun”, basın özgürlüğünü geniş ölçüde kısıtladığı gibi, ileride önemli
tartışmalara yol açacak olan “ispat hakkı”nı ortadan kaldırmıştır. Bu tarihten
sonra birçok gazeteci ve basın organı hakkında çok sayıda dava açılmıştır.
1958’e gelindiğinde açılan dava sayısı 1161’e yükselmiş, 238 kişi hüküm
giymiştir.

Baskıcı yasa ve uygulamaların eleştiri hakkını ortadan kaldırdığı bu


dönemde, denetim ve kontrol aracı olarak önemli bir uygulama da resmi
ilanlar uygulaması olmuştur. 1958’de resmi ilan ve reklamların devlet
tekelinde yapılması uygulamasına geçilmiştir. DP iktidarı, iktidara yakın olan
bazı gazetelere kağıt tahsisi ve resmi ilan verme yoluyla ekonomik destek
vermiştir. Bu uygulama ile “besleme basın” tartışmaları da ortaya çıkmıştır.

29 Kasım 1960’da Basın Kanunu’nun birçok maddesi değiştirilmiştir.


DP döneminde tartışma konusu olan “ispat hakkı” tanınmıştır. Basının
kendini denetlemesi amacıyla Basın Ahlak Yasası kabul edilmiştir. “Besleme
basın” ortadan kaldırılarak, resmi ilanların dağıtılması konusu yeniden
düzenlenmiş ve Basın İlan Kurumu oluşturulmuştur.
51

1980’lere doğru Türk basını teknik alanda da büyük bir atılım


yaşamıştır ve teknik alandaki yenileşme, tipo baskıdan ofsete, siyah-beyaz
fotoğraflardan renkli fotoğraflara, elektronik dizgi makinelerine geçişle vücut
bulmuştur. Bu dönemin ardından Türk basınında gerek teknik gerekse içerik
bakımından ilerleme ve gelişme artarak sürmüştür. Teknolojik alanda
yaşanan bu gelişme elbette ki salt kendi içinde bağımsız bir anlam
taşımamakta bir anlamda sosyal formasyonda da bir değişimi
simgelemektedir. Günlük yaşam pratiklerini yeniden düzenleyebilen,
biçimlendirebilen teknoloji temelli bu yoğun gelişmelerin diğer bireysel ve
toplumsal ilişkileri de dönüştürmekte ve bir anlamda yeniden kurmakta
olduğunu söyleyebiliriz (Kaya, 2000: 634).

Teknolojik sıçramanın sağladığı olanakların kitle iletişim araçlarını


günümüzde her zamankinden daha güçlü kıldığını ifade eden Kaya (2000:
634), şu yorumda bulunmaktadır:

“Bu niteliksel dönüşümleri kısaca ifade edebilmek için kitle


iletişim kurumunun -yazılı, işitsel, görsel- basın olarak söz edilen
bir evresinden medya olarak anılan yeni bir evresine geçildiğini
söyleyebiliriz. Bu yeni evrenin ayırt edici özelliği, kitle iletişim
araçlarının işlevlerinin çok gelişmesi ve basın döneminde önde
gelen işlev olan topluma bilgi ve haber aktarımının bu araçlarla
gerçekleşen diğer sembolik üretimler yanında ikincil bir konuma
itilmesidir.”

3.4. 1980’lerin Ardından Günümüz Medyasının Genel Görünümü:

1980’li yıllar, Türkiye siyasal yaşamının birçok alanında olduğu gibi


kitle iletişim alanında da büyük bir dönüm noktasıdır. 1980’lerde başlayan
süreç, 1990’lı yıllarda yaşanan gelişmelerle birlikte Türkiye’de medyayı
tümüyle farklı bir alana taşımıştır. Türkiye’de, medya sektöründeki
yoğunlaşma 1990’lı yıllardan itibaren büyük bir ivme kazanmış, gazeteci
ailelerin kontrolünün söz konusu olduğu “geleneksel medya sahipliği”, yerini
52

medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının egemen olduğu “yeni


medya sahipliğine” bırakmıştır (Adaklı, 2001: 145).

Bu gelişmeleri kuşkusuz ki gerek ülkenin kendine özgü koşulları


çerçevesinde gerekse de dünya ölçeğinde değerlendirmek gerekmektedir.
1980’lerin dünyası artık “Yeni Dünya Düzeni” anlayışının çeşitli yöntemlerle
dikte ettiği liberal uygulamaların hakim olduğu bir dünyadır ve bu düzen
içinde temel politika yöntemleri olan özelleştirmeler, deregülasyon ve artan
tekelleşme medya alanında da en ileri düzeyde uygulama alanı bulmuştur.
1980’lerden itibaren Türkiye de tam liberal yapıya yönelmektedir ve
ekonomide liberal uygulamalara ağırlık verilmektedir. 24 Ocak kararlarıyla
birlikte IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da yapısal uyum
programlarında devletin piyasadan başlayarak geleneksel müdahale
alanlarından çekilmesini ve medya alanında içinde bulunduğu sektörlerde
özelleştirme uygulamalarına hız verilmesini önermektedirler.

Bunun yanı sıra 1970’li yıllarda iletişim ve enformasyon


teknolojilerinde yaşanan devrim niteliğindeki gelişmelerin tüm dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de medya sektörünü yakından etkilediği göz ardı
edilmemelidir. Medyanın hızlı değişiminde iletişim teknolojilerinde ortaya
çıkan gelişmelerin açık etkisi ve sanayileşme etkisi belirleyicidir (Ekzen,
1999: 86). 1970’lere gelindiğinde iletişim ve enformasyon teknolojilerinde
yaşanan gelişmeler, bir teknolojik devrimden söz ettirecek düzeydedir.
Enformasyon işlemcilerinin ve gösteri-sunum aygıtlarının ayrı ayrı gelişmesi
bir yana, bilgisayar sistemleri, telekomünikasyon altyapısı ve iletişim
araçlarının bütünleşmesi ya da birleşmesi aşamasına gelinmiştir. Bu
aşamada iletişim sektörü içinde köklü bir değişme gerçekleşecek dolayısıyla
bu sektörün yeniden tanımlanması gerekecektir (Kejanlıoğlu, 2004: 23-24).

Türk medyasında yaşanan gelişmelerin küresel ölçekte yaşanan


dönüşümlerden bağımsız ele alınamayacağına dikkat çeken Adaklı (2001:
146) da iletişim alanında, dünya çapında yaşanan gelişmelerin, Türkiye’ye
yansımalarını şu şekilde değerlendirmektedir:
53

“Şirket evliliklerinin ve çapraz mülkiyetin başatlık ettiği yeni


sahiplik biçimi, gezegenin tamamında farklı bir iletişim ortamına
işaret etmektedir. İnternetten dijital televizyona kadar pek çok
teknolojik yenilikle beslenen iletişim endüstrisi, giderek yeni bir
ekonomik, politik ve kültürel ortamın başat unsuru haline
gelmektedir. Türkiye de bu gelişmelerden payını almakta, medya
sektörü ülkemizde de geleneksel sermaye gruplarının göreli
üstünlüklerini sarsmaya başlamaktadır. Öte yandan büyük medya
grupları yalnızca bu alanla sınırlı kalmamakta, finanstan enerjiye
kadar pek çok farklı alanda dikey ve yatay olarak birleşmektedir.”

3.4.1. Medya Sahipliğinin Değişen Yapısı

Türkiye’de 1980’lerde başlayan süreç, 1990’lı yıllarda medya alanını


tümüyle farklı bir alana taşımıştır. Medyadan para kazanma, yeni basım
teknolojisinin ithalatının yapılabildiği ve ekonomik gelişmenin hızlandığı İkinci
Dünya Savaşı sonrası mümkün olmuştur. Hem iç pazara dönük yüksek
büyüme stratejileri sonucu reklam pastasının büyümesi, hem gazete basım
teknolojisindeki gelişmeyle tirajın hızlanması, hem de ulaştırma, haberleşme
altyapılarındaki gelişmeyle daha çok okuyucuya ulaşma zeminin yaratılması
medyadan para kazanmanın yolunu açmıştır (Sönmez, 2004: 108). Dünya
ölçeğinde medya endüstrileri, 1960’lardan itibaren özellikle ABD’de ivme
kazanan elektronik sektöründeki gelişmelerle bağıntılı olarak yeni iletişim
teknolojilerinin yaygınlaşması ve bir dizi neoliberal politikanın işlerlik
kazanması sonucu büyük bir pazar payını ele geçirirken, Türkiye’de de
benzer bir durumla karşı karşıya kalınmıştır (Adaklı, 2001: 157).

1990’lı yıllar, Türkiye’de özel - ticari TV kanallarının sayısının hızla


arttığı yıllar olmuştur. Yeni bir uydu kapasitesinin gündeme gelmesi ve
ucuzlaması gibi teknik olanaklar da bu eğilime ivme kazandırmıştır.
Avrupa’da görülen çapraz mülkiyet, Türk medyası için de geçerli olmuş,
zaman içinde gazete sahipleri TV yayıncılığı piyasasında da faaliyet
göstermeye başlamıştır.
54

Öte yandan, 1980’li yıllara oranla daha çoğulcu bir yapı arz eden yazılı
medya, bu yıllarda yaşanan bir takım gelişmelerden sonra özellikle mülkiyet,
maliyet ve finansman açılarından çok ciddi değişimlere uğramıştır. 1980
sonrasında değişen bu medya ortamının en önemli unsuru, mülkiyette ve
alanda yatırım yapan sermayenin niteliğine ilişkindir. Geleneksel medya
sahipliği, yerini medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının egemen
olduğu yeni medya sahipliğine bırakmış; medya sektörünün dışında kalan
çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını bu alana yöneltmişlerdir.

Türkiye’nin iktisat politikası tercihlerinde radikal değişikliklere gittiği bir


dönemin başından yani 1980’lerden itibaren, Türkiye’de önce yazılı basından
başlayarak ekonomik bir faaliyet alanı olarak medyalar alanında sermayenin
yatırımları da giderek artmaya başlamıştır. Nitekim Türkiye’nin 1980
sonrasının iktisat politikaları tercihleri içinde özellikle de yatırım tercihleri
içindeki önemli iki sektör turizm ve haberleşmedir. Bu sektörlerden
haberleşme yatırımları alanında özellikle kamunun gerçekleştirdiği yatırımlar,
medya endüstrisinin 1985 sonrası yatırımları açısından en önemli yatırım
bileşenlerinden biri olacaktır (Ekzen, 1999: 89).

1980’li yıllarda uygulanan iktisat politikalarının mantığına uygun bir


şekilde alınan kararlar, medya sektöründe “geleneksel” yapılanmayı
değişime uğratacak bir takım gelişmelerle sonuçlanmıştır. Örneğin 1980’e
kadar basına devlet tarafından çok yüksek bir sübvansiyonla verilen gazete
kağıdındaki uygulama, 24 Ocak 1980 tarihinde kaldırılmış ve basın
sektöründe faaliyet gösteren teşebbüsler o güne kadar karşılaşmadıkları
oranlarda büyük maliyetlerle karşı karşıya kalmışlardır. Devlet tarafından
alınan bu karar, aslında genel ekonomik politikalardaki değişim sürecinin,
medyaya ilk yansıması niteliğini taşımaktadır (Geçgil, 2005). Bu aşamadan
sonra özellikle basın sektöründe bir elenme sürecine girilmiştir. Finansal
açıdan güçlü olan, reklam ve ilan geliri elde edebilenlerin piyasada kaldığı,
diğerlerinin ise piyasadan çekildiği veya el değiştirdiği bir süreç başlamıştır.
Gerçekten de bu süreç içerisinde, sektörün şartlarına uyum gösteremeyen
55

eski oyuncuların bir bölümü sektör dışında kalmıştır. Bunların yerini alan yeni
sermaye gruplarının benimsediği kurallar da esasında dünya ölçeğinde
yeniden yapılanmakta olan ekonominin ve teknolojik olanakların medya
şirketlerine dayattığı büyüme kurallarından farklı değildir. Buna göre
medyanın olası bütün alanlarına dikey, yatay ve çapraz büyüme yoluyla
nüfuz etmek ve medyanın sinerjisinden yararlanmak başlıca kural veya
yöntem olarak belirginlik kazanmaktadır.

1980’li yıllardan 1990’lara kadar uzanan süreçte medya kuruluşlarının


basın dışı alandan aktarılan ve daha çok bankacılık ve müteahhitlik
sektörlerinden kaynaklanan sermaye ile bütünleştiği görülmektedir. Bu
bağlamda medya kuruluşları, salt yayıncılık dışında da her türlü enformasyon
üretimi ve dağıtımını kapsayan bir çeşitlilik içinde ve tümüyle piyasa
koşullarına göre faaliyet göstermeye başlamışlardır. Basın giderek basit
üretim teknikleriyle, ucuz girdilerle, sübvansiyon ve resmi ilanlar gibi kaynak
transferleriyle çalışabilen küçük sermaye gruplarının yaşama şansının
azaldığı bir alan haline gelmiştir. 1990’lı yılların ortalarında artık meslekten
gazeteci patronların sektördeki hakimiyeti zayıflamaya başlamıştır. Doğan
Tılıç (1999: 245-246), “eski” ve “yeni” arasındaki farkı şu ifadelerle
değerlendirmektedir:

“...geleneksel medya sahibi, çoğunlukla aileden gazeteci ve


ailenin gazetesinde yıllarca çalıştıktan sonra gazetenin sahibi ve
yöneticisi olmuş bir kişi. Gazetecilik, bu kişilerin tek işi. Geleneksel
sahipler yalnızca patron değil çoğunlukla gazetelerinde
çalışanların meslekteki ustaları da.

Yeni medya sahipliği ise aslında bu sektöre yabancılar.


Gazetecilikle geçmişte hiçbir ilişkisi olmamış bir zengin, yeni
sahip. Onca birikimi, değişik işleri ve şirketleri olduğu halde, neden
çok da kârlı olmayan medya sektörüne girdiği sorusuna verilen
yanıt ise hep aynı: Kişisel, siyasi ve ekonomik çıkarlar için daha da
güçlenmek ve şirketlerinin önünde bütün kapılarının açılmasını
sağlayabilmek!”

Tılıç’ın medyaya yönelik “neden kârlı olmadığı halde yatırım yapılan


alan” sorusuna verdiği cevaba benzer bir yorum da Mustafa Sönmez’den
56

gelmektedir. Sönmez’e (2004: 110) göre, medya dışında faaliyet gösteren


sermayenin kârlı olmasa da, bu dala yatırım yapanlara maddi kazancın
dışında sunduğu başka faydalar ve getiriler vardır. O da kitlelere ulaşabilme,
onlara istenen mesajı verebilme, etkileyebilme, böylece bir iktidarın
kullanma, paylaşma, bu gücü rakiplerine, siyasi erke karşı gereğinde bir
savunma ya da saldırı aracı olarak kullanabilme olanağıdır:

“1980’ler Türkiye’sinde sermayenin medyaya girişini


özendirecek yeterli neden oluşmuştu. Neydi bu neden?
Dördüncü gücü paylaşma, siyasi çevrelerde itibar görme ve
gerektiğinde elindeki silahı, savunma, yeri gelince saldırı amaçlı
kullanma bu sayede diğer sektörlerdeki yatırımların etkinliğini
arıtma, devlet teşviklerinden ve diğer rantlardan öncelik kapma,
medyayı grubun banka ve şirketlerinin reklamında kullanma,
medyayı kullanarak pazarlama faaliyetlerini artırma, finans
sektörünün gözde olduğu 1980 sonrası dönemde itibar, güven
isteyen finansçılıkta medyadan yararlanma... ”

“Babıali’den İkitelli’ye” başlıklı çalışmasında, Türkiye’de 90’larla birlikte


ivme kazanan medya alanına dönük yatırımlardaki hareketliliğin nedenlerini
araştıran Hakan Tuncel de (1994: 37) başka alanlarda yatırım yapan
sermayenin medyaya yatırım yapmasının arkasında ayrı ayrı duran ama
birbiriyle bağlantılı üç neden olduğunu söylemektedir:

(A) 1. Kitle iletişim araçlarının dördüncü güç olduğu paradigması,


2. Siyasi çevrelerde itibar/baskı,
3. Toplumsal denetim,
(B) 4. Diğer sektörlerdeki riskli kapitalin riskinin azaltılması,
4. Kredi alımlarında ve devlet ihalelerinde nüfuz,
(C) 6. Reklam harcaması yapmak yerine gazete çıkarmak/
radyo TV kurmak,
7. Pazarlama,
8. Para ticareti,
57

Bu üç gruptaki nedenlerin ayrı ayrı değil topluca geçerli olduğuna


dikkat çeken Tuncel, medyadaki holdingleşmeyi “sermayenin doğasındaki
büyüme eğilimi”ne bağlamaktadır. Bu değerlendirmeye göre tüm büyük
gazeteler ve TV kanalları, holding-banka-medya zinciri içinde yer almaktadır
ve bunun nedeni, sermayenin doğasındaki büyüme eğiliminin, bir TV kanalı
ya da bir radyo istasyonu kurmakla, hatta sadece medya alanında yatırım
yapmakla doyurulamamasıdır. Reklam gelirleri ne kadar artarsa artsın,
medya ancak endüstriyel kompleks haline geldiğinde ya da bir endüstriyel
kompleksin içinde yer aldığında sermayesini büyütebilir (Tuncel, 1994: 37).

Raşit Kaya (1999: 643) ise medyaya yatırım yapan sermayedeki bu


değişimi iki etmene bağlamaktadır. Bunlardan ilki özellikle televizyon kanalı
sahibi olmanın sağladığı prestij ve güç ile sermaye grubunun diğer
alanlardaki maddi çıkarlarını geliştirme potansiyelidir. İkinci önemli etmen de,
eski durumun tam aksine, bundan böyle medya alanına yapılacak
yatırımların çok yüksek bir kârlılık oranını doğrudan sağlama potansiyelidir.
Kaya’ya göre, 1980’lerde gelinen süreçte medya grubu kavramı artık sadece
birden çok yayın organı sahibi olan bir kuruluşu değil, medya ve medya ile
bağlantılı olan ya da öyle varsayılan -matbaacılık, reklamcılık, dağıtım,
organizasyon, halkla ilişkiler, tanıtım hatta eğitim, turizm vb. birçok alanda
mal ve hizmet üretimini faaliyet konusu olarak ele alan kuruluşlardır. Basın
dışı alanlardan aktarılan ve daha çok bankacılık ve müteahhitlik
sektörlerinden kaynaklanan sermaye ile bütünleşen medya kuruluşları, salt
yayıncılık dışında da, her türlü enformasyon üretimi ve dağıtımını kapsayan
bir çeşitlilik içinde ve tümüyle piyasa koşullarına göre faaliyet göstermeye
başlamışlardır. Daha başlangıcından itibaren bir ticari ve sanayi etkinlik
olarak işleyen kitle iletişimi, günümüzde ekonominin en geniş ve en dinamik
dolayısıyla sermayenin en gözde sektörlerinden birisi haline gelmiştir.

Medya alanında geniş nüfuzlu bir mülkiyetin, sermaye sahibinin diğer


sanayi ve hizmet sektörlerindeki girişimlerini desteklemeye ve sürdürmeye
yardımcı olduğunu belirten Pekman’a göre diğer sektörlerden veya sanayi-
58

hizmet faaliyetlerinden farklı olarak medyanın sahip olduğu “kültür üretimi ve


dağıtımı” işlevi bu tür bir holdingleşme içinde medyanın neden kilit sektör
olarak öne çıktığını açıklar niteliktedir (aktaran Geçgil, 2005).

Bununla birlikte medya, toplumsal düzende gereksinim duyulan haber,


bilgi, eğlence gibi mesajların üretildiği ve dağıtıldığı bir başka değişle
toplumsal iletişimin sağlandığı merkez olarak yaşamsal bir öneme sahiptir.
Böyle bir alanda mülkiyet, ticari açıdan bakıldığında stratejik bir tercihtir.
Nitekim, gerek dünya ölçeğinde küresel medya şirketlerinin, gerek ülke
ölçeğindeki medya holdinglerinin sahip oldukları medya kuruluşlarından
yararlanma biçimleri bu stratejinin ipuçlarını vermektedir.

90’lı yılların başı itibariyle Türk basın sektöründe faaliyet gösteren


gazeteler ve grupların kısa öyküleri şöyledir:

Güneş Gazetesi:

Yukarıda sözü edilen süreçte Babıali dışından en etkili giriş, 1982’de


Libya’da inşaat işlerinden önemli kazançlar sağlayan, aynı zamanda
Hisarbank ve Odibank’ın sahibi bulunan Kozanoğlu-Çavuşoğlu Grubu’nun,
Güneş gazetesini kurmalarıyla gerçekleşmiştir. Güneş gazetesi yeni medya
sahipliği bağlamında daha sonraki yıllarda sıkça görülecek olan ticaret,
banka ve gazete üçlüsünün önemli bir örneğini teşkil etmektedir. Gazete bu
üçlü finans bileşeninin banka ayağında meydana gelen bir sarsıntı ile
batmaya yüz tutmuş ve aralarında Güneş gazetesinin de bulunduğu 27
şirketin kontrolü 1983 tarihinde devlete geçmiştir. Ardından gazete, yine
müteahhit olan Mehmet Ali Yılmaz tarafından satın alınmış ancak Yılmaz da
gazetesini bir süre sonra sektöre iddialı bir giriş yapan Kıbrıslı uluslararası
yatırımcı Asil Nadir’e satmıştır.

Nadir, 5 Temmuz 1988’de Günaydın ve Tan gazetelerini yayınlayan


Veb Ofset Grubu’nu ve ardından Gelişim Yayınları ile Güneş gazetesini
alarak sektöre çok etkili bir giriş yapmıştır. Nadir’le birlikte Türk basınında
59

siyasal iktidarın medyaya yaklaşımı konusunda yeni bir tartışma alanın


doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dönemin Başbakanı Turgut
Özal’ın piyasaya girişinde bizzat aracılık yapmak suretiyle Asil Nadir’e verdiği
destek, Türk basının yeniden yapılanmasında bir dönüm noktası teşkil
etmektedir.

1980’li yılların sonundan itibaren Türkiye’de basın alanındaki


tekelleşme eğilimi, özellikle Asil Nadir’in 1988’de yazılı basına yatırım
yapmasıyla önemli bir tartışma konusu haline gelmeye başlamıştır. Nadir’in
en önemli özelliği uluslararası boyutta çok farklı alanlara yatırım yapmasıdır
(Kejanlıoğlu, 2004: 279).

Tercüman Gazetesi:

Bu dönemde, Kemal Ilıcak tarafından satın alınmış olan Tercüman


gazetesi, Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel nezdinde sağın
sözcüsü konumuna yükselmiş ancak 90’ların yılların başında Turgut Özal’ın
basınla olan ilişkilerinden olumsuz etkilenmiştir. 1992 yılında patlak veren
İLKSAN skandalı ile sarsılan gazete, sahibi Kemal Ilıcak’ın da ölümüyle
hemen satılmıştır. Tercüman gazetesinin yeniden doğuşu, basında yeni bir
mücadeleye konu olmuş; Çukurova Grubunun itirazına karşın Ilıcak ailesi
Dünden Bugüne Tercüman adıyla bir gazete çıkarmaya başlamıştır. Buna
karşılık Çukurova Grubu da Halka ve Olaylara Tercüman adıyla yeni bir
gazeteyi piyasaya sürmüştür.

Hürriyet Gazetesi ve Doğan Grubu

1 Mayıs 1948’de, Sedat Simavi tarafından kurulan Hürriyet,


Türkiye’nin en eski gazeteleri arasında yer almaktadır. 90’lı yılların başından
kalan tek muharrir aile gazetesi olan Hürriyet’in önce yüzde 25’i Erol Aksoy’a
Show TV’nin hisseleri karşılığında satılmış; ardından da gazetenin sahibi
olan Hürriyet Holding, Haziran 1994’te Aydın Doğan’a devredilmiştir. Aydın
60

Doğan ismi, Türk medyasının 1990’ların ardından girmiş olduğu yeni


yapılanmayı simgeleyen belki de en önemli isimler arasında yer almaktadır.
Doğan, son 20 yılda medya dışında birçok sektöre girmiş ve büyük bir
sermaye birikimi gerçekleştirmiş durumdadır.

Aydın Doğan, 1979 yılında Milliyet gazetesini almış; 1980’lerde


turizme, 1990’larda bankacılığa, finansa ve özelleştirme ihalelerine girmiştir.
Özelleştirmelerden Çelik Halat, Bodrum Marina, Ray Sigorta şirketlerini;
2000’de ise İş Bankası ve Petrol Ofisi’ni almıştır. Doğan Grubu’nun 2001’deki
cirosunun yüzde 14’ü medyadan sağlanmıştır; bu rakam bir önceki yıl yüzde
25, ondan önceki yıl ise yüzde 40’tır (Sönmez, 2003: 120).

1990’ların başında Hürriyet gazetesini alarak medya sektörünün en


önemli ismi haline gelen Doğan, ekonominin olduğu kadar politikanın da yol
haritasının ilgili hedeflere ulaşmasında kilit bir isim olmuştur. Etkili bir
TÜSİAD üyesi olan Doğan’ın kızı Arzuhan Yalçındağ da 2003’te TÜSİAD
yönetim kurulu üyeliğine girmiş 25 Ocak 2007’de ise TÜSİAD Başkanlığı
görevine getirilmiştir.

Doğan Grubu, pazarlama alanında da medyada güçlü bir isim olmuş,


Milpa ve Hürriyet Pazarlama gibi dağıtım şirketleri de Doğan bünyesinde
faaliyet gösteren şirketler içinde yer almıştır. Finans sektöründe de önemli bir
isim olan Doğan, 1994 yılında Dışbank’ı satın alarak bu sektöre girmiş
toplam cirosunun 2000 yılında üçte birini, 2001 yılında ise dörtte birini bu
sektörden sağlamıştır.

Bugün Doğan Holding enerji, medya, sanayi, ticaret, sigorta ve turizm


gibi alanlarda faaliyet gösteren Türkiye’nin en güçlü holdingleri arasına
yerleşmiş durumdadır. Enerji sektöründe Türkiye’nin ikinci büyük sanayi
kuruluşu olan Petrol Ofisi, sanayi sektöründe Çelik Halat ve Ditaş, ticaret
sektöründe Milpa ve Hürriyet Pazarlamanın yanı sıra Doğan Otomobilcilik,
sigorta sektöründe Ray sigorta, turizm sektöründe Milta, Işın Tur, Doğan
Havacılık gibi şirketlerle, ilgili sektörlerde büyük bir güç oluşturmaktadır.
61

Doğan Holding’in 2006 net dönem kârı, 2005 yılına göre yüzde 95 oranında
bir artış ile 892 milyon YTL’ye ulaşmıştır (www.dogan holding.com).

Doğan Grubu’nun en etkili olduğu sektör medyadır ve Doğan,


medyadaki bu etkinliği ile en güçlü medya patronları arasında yer
anılmaktadır. Medya sektöründe Doğan Yayın Holding (DYH), televizyon ve
radyo yayıncılığı, basım ve online medya alanlarında faaliyet göstermektedir.
DYH tarafından Hürriyet, Milliyet, Radikal, Posta, Fanatik, Referans ile
Turkish Daily News dahil, yedi günlük gazete yayınlamaktadır.
Televizyonculuk alanında da güçlü bir isim olan Doğan, Kanal D, haber
kanalı CNN TÜRK, müzik kanalı Dream TV, spor kanalları BJK TV ve
Fenerbahçe TV’nin yanı sıra 2005 yılının son aylarında Star TV’yi de satın
alarak, TV kanallarına bir yenisini daha eklemiştir. Grubun Doğan Burda (DB)
bünyesinde toplam 24 dergi yayınlanmakta olup; DB, dünyanın önde gelen
gazete ve dergilerinin ithalatı ve yurtiçi dağıtımını yapmaktadır.

Medyadaki etkinliğini yazılı ve elektronik basına da taşıyan Doğan


Holding, zamanla medya sektöründe daha da genişlemiş kitapçılık alanında
Doğan Kitapçılık, müzik alanında Doğan Music Company, basım alanında
Doğan Ofset, dağıtım alanında YAY-SAT şirketleri ile sektörün etkin
isimlerinden biri olmuştur. Yine DYH bünyesindeki D&R müzik ve kitap
mağaza zinciri, kültür, sanat ve eğlence ürünlerinde Türkiye’nin pazar lideri
konumunda bulunmaktadır.

Çukurova Grubu

Medya sektöründe rekabet ve kontrolün hızlandığı 1990’lı yıllarda


sektörün önemli isimlerinden biri de Mehmet Emin Karamehmet’in başkanı
olduğu Çukurova Grubu olmuştur. Çukurova Grubu bugün otomotiv, kağıt,
kimyevi maddeler, tekstil ürünleri, inşaat, telekomünikasyon, bankacılık,
sigorta, medya hizmetlerinden deniz taşımacılığı ve bilişim teknolojileri
hizmetlerine kadar birçok endüstri kolunda çeşitli faaliyetlerde bulunan bir
62

şirketler grubu olarak faaliyet göstermektedir. Bugün itibariyle 139 şirkete


sahip olan Çukurova Grubu’nun bu şirketlerinden 19 tanesi yabancı yatırım
ve 13 tanesi ise Türkiye’de kurulu ortak girişim şeklindedir. Grup ayrıca
Türkiye sınırları dışında esas iş alanlarının bazılarında güçlü bir varlık
göstermiş olup etkili pazarlama kanalları kurarak dünya çapında ürünlerinin
dağıtımını sağlamaktadır. Birçok deniz aşırı ülkede yan şirketler ve temsilcilik
büroları kurmuş olan Grup, Orta Asya ülkelerinde, Çin’e ve Asya-Pasifik
havzasına uzanan bir coğrafyada çok güçlü bir pazarlama ağına sahiptir
(www.cukurovaholding.com).

Cumhuriyet’in ilk yıllarında tekstil sanayiinde önemli atılımlar gösteren


Çukurova Grubu, en önemli atılımını finans sektörüne girerek
gerçekleştirmiş, Pamukbank, Yapı Kredi ve Uluslararası Endüstri ve Ticaret
Bankasını bünyesine katmıştır.

Çukurova Grubu’nun iletişim alanındaki en büyük yatırımı, GSM


sektöründe kurduğu Turcell olmuştur. Ancak tek başına Turkcell’le önemli
oranda sermayeyi elinde tutan Karamehmet’in iktidarı, 2002 yılında
Pamukbank’a BDDK tarafından el konulması ile sarsılmıştır. Pamukbank’ın
TMSF’ye devri ve Fona olan 1. 9 milyarlık borcu ile Grup, büyük bir kan kaybı
yaşamıştır. Bu gelişmenin ardından sürpriz bir açıklamayla Turkcell’i
satacağını açıklayan Çukurova Grubu, sahip olduğu yüzde 52 oranındaki
Turkcell hissenin tamamının, Finlandiyalı Sonera Holding’e toplam 3.1 milyar
dolar bedelle satılmasına ilişkin karar almıştır.

Çukurova Grubu’nun iletişim alanında bir başka oluşumu, Türkiye’nin


ilk sayısal platformu olarak Digitürk’tür. Bunun yanı sıra Grup, Aralık 1996’da
Superolline’la internet hizmetleri piyasasına da girmiştir.

Otomotiv, kağıt, kimyevi maddeler, tekstil ürünleri, inşaat,


telekomünikasyon, bankacılık, sigorta, deniz taşımacılığı ve bilişim
teknolojileri hizmetlerine kadar birçok endüstri kolunda çeşitli faaliyetlerde
bulunan Grup, basın sektöründe Akşam, Güneş ve Tercüman gazeteleri;
63

Alem, Stuff, Platin, FourFourtwo, AutoCar, TotalFilm dergileri;


televizyonculuk alanında Show TV, SktTurk ve Lig TV, dağıtım alanında ise
Mepaş ve Zedpaş gibi şirketlerle faaliyet göstermektedir.

Uzan Grubu

Haklarındaki kara para aklama, yolsuzluk ve silah kaçakçılığı suçlarına


kadar çeşitli iddiaların ardı arkası kesilmeyen Uzan ailesi, Türkiye’deki çarpık
ilişkileri karakterize eden en önemli örneklerden biridir. Uzan ailesinin,
medyadaki en büyük girişimi Özal ailesinin desteğiyle 1989’da kurdukları
Magic Box Şirketi ve onun bir uzantısı olarak Türkiye’nin ilk özel televizyon
kanalı olan Star 1 kanalıdır. Uzanlar’ın dönemin Başbakanı olan Turgut
Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile kurdukları ilk özel TV şirketi, arkasından bir dizi
TV kanalını sürüklemiştir.

Bankacılık ve finans alanlarında da faaliyet gösteren Uzan ailesi, 1984


yılında Doğuş Holding’ten İmar Bankasını alarak finans alanına yönelik ilk
girişimlerinde bulunmuşlardır. İmarbankası ve sonradan kurdukları Adabank
ile finans sektöründe faaliyet gösteren Uzanlar, özellikle özelleştirme
ihalelerinde boy göstermişlerdir. Uzanlar 1993’te blok satış yöntemiyle
özelleştirilen ve Çukurova ve Kepez Elektrik’i satın alarak enerji sektöründe
de büyük bir pazar payı elde etmiştir. Ancak 2003 yılında dönemin hükümeti
Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından, Uzan Grubu’na ait Çukurova ve Kepez
Elektrik’e el koyulmuş, İmarbank ve Adabank ise Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurulu (BDDK) tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na
(TMSF) devredilmiştir.

1993 yılında telekomünikasyon alanına giriş yapan Grup, Telsim’i


piyasaya sürmüştür. Ancak bu işte, ortakları Motorola ile olan ihtilaflarında
uluslararası alanda “kara liste”ye alınmışlardır.

Uzanlar, 1999 yılında Gruba Star gazetesini ekleyerek basın


sektörüne giriş yapmıştır. Ancak TMSF, Uzan ailesinin borçları nedeniyle
64

Star TV’ye el koymuş ardından kanal 306 milyon 500 bin dolarla Doğan
Grubu’na satılmıştır.

Doğuş Grubu

Bankacılık ve finans, otomotiv, inşaat, turizm ve hizmetler, enerji gibi


çok farklı sektörlerde faaliyet gösteren Doğuş Grubu, 60’lı yıllarda girdiği
finans sektöründe pek çok ortaklık, satın alma ve birleşme operasyonlarıyla
piyasanın önemli bileşenlerinden biri haline gelmiştir. Bankacılık sektöründe
Garanti Bankası ile faaliyet gösteren Grup, finans sektörünün pek çok
dalında bu marka ile tanınmaktadır. Otomotiv sektöründe Doğuş Otomotiv’le
sektörde önemli bir isim olan Grup, temel faaliyet alanına, otomotivle
bağlantılı farklı hizmet türleri eklenmiştir. Bu sektörlerin yanı sıra Grup,
inşaat, turizm ve hizmetler, enerji gibi çok farklı sektörlerde faaliyet
göstermektedir.

Medya sektöründeki faaliyetlerini Doğuş Yayın Grubu (DYG) adı


altında yürüten Grup, medya sektöründeki ilk önemli çıkışını, 1999 yılında
Cavit Çağlar’dan aldığı NTV ile yapmıştır. 2000’de CNBC ve Kanal E işbirliği
CNBC-e’yi kuran DYG, yayıncılık alanındaki faaliyetlerine 2004’te yayın
hayatına başlayan NBA TV ile devam etmiştir. Ocak 2007’de ise televizyon
kanallarına bir yenisini daha ekleyerek e2 adlı televizyon kanalını kurmuştur.

DYG’nin internet dünyasındaki önemli varlıklarından biri olan


NTVMSNBC, uluslararası alanda faaliyet gösteren haber sitesi MSNBC
ortaklığı ile Mayıs 2000’de yayına başlamıştır. Radyo yayını alanında ise
DYG, NTV Radyo, Radyo Eksen, Radio N101 ve Rokket FM olmak üzere 4
radyo istasyonu bünyesinde barınmaktadır. DYG tarafından yayınlanan
dergiler ise National Geographic, National Geographic Kids, CNBC-e Dergi,
CNBC-e Business, Billboard, F1 Racing, Slam ve EVO dergileridir.
65

3.4.2. Medyada Tekelleşme Eğilimi

Yukarıda kısa öyküleri ile yer verdiğimiz bu süreçte gazete, dergi,


kitap, radyo ve televizyon gibi farklı medya işletmeleri, artık farklı endüstri ve
hizmet şirketlerini çalıştıran holdinglere dönüşmüştür. Basın sektörünün
mülkiyet yapısında meydana gelen bu değişiklik, 1990’lara gelindiğinde
medyada tekelleşme olgusunu da gündeme getirmiştir.

Medya endüstrileri genellikle tekelci eğilimlerin egemen olduğu bir


piyasa yapısı içinde çalışır (Geçgil, 2005). Genel piyasa eğilimlerinin yanı
sıra, medya endüstrisindeki tekelleşmeyi artıran nedenlerin en başında göreli
olarak kârlı olan bu sektöre yapılan yatırımlar için önemli ölçüde büyük
sermayeye gereksinim duyulmasıdır. Piyasaya girişte karşılaşılan büyük
sermaye gereksiniminin yanı sıra, üretim ve dağıtımın yüksek maliyetleri,
medyalar arası rekabet, buna karşın reklam gelirlerinin sınırlı olması, yatay
ve dikey birleşmeler ve bazı hatalı hükümet politikaları gibi unsurlar
tekelleşmeyi artırmaktadır.

Bir piyasanın tekelci olması ya da tekelleşme, söz konusu piyasada bir


ya da birkaç firmanın, zaman zaman aralarında gizli ya da açık anlaşmalar
yaparak piyasalarda egemenlik kurmuş olması anlamına gelmektedir. Bu
nedenle çalışmada Nazif Ekzen’in (1999: 87) de işaret ettiği üzere iktisat
yazınında tekelleşme ile birlikte ama daha çok onun yerine kullanılan
“yoğunlaşma” kavramı kullanılacaktır.

Piyasada yoğunlaşma oranı, endüstrideki bir ya da birkaç firmanın


piyasanın yüzde kaçını kontrol altında tuttuklarını gösteren bir orandır. Bunun
için bir endüstri kolunda belirli sayıdaki en büyük iki - dört - sekiz firma ele
alınır. Bu firmalar endüstrideki toplam üretim miktarı içindeki piyasa payları
toplamı hesaplanarak piyasayı ne ölçüde kontrol edebildikleri saptanmaya
çalışılır. Diğer bir ifadeyle yoğunlaşma oranı, endüstrideki en büyük birkaç
firmanın toplam üretim hacmi içindeki paylarını göstermektedir (Söylemez,
1998: 92).
66

Medyada yoğunlaşma/tekelleşme üzerine pek çok tanım ve


sınıflamalar yapılmıştır. Bugün için, gelişen iletişim teknolojilerini ve
ortamlarını da hesaba katarak belli başlı türleri üç ana başlık altında
toplamak mümkündür. Bunlar sırasıyla:

• Yatay medya yoğunlaşması: Radyo ve televizyon yayıncıları


arasında sahiplik ve sermaye entegrasyonu;

• Dikey medya yoğunlaşması: Televizyon ve radyo yayıncıları ile


ilişkili oldukları program üretici firmalar ve dağıtım pazarları
arasındaki sahiplik ve sermaye entegrasyonu;

• Çapraz medya yoğunlaşması: Televizyon ve radyo yayıncıları ile


yazılı basın ve internet sağlayıcıları gibi diğer medya unsurları
arasındaki sahiplik ve sermaye entegrasyonudur.

Türk basın sektöründe yoğunlaşmanın motor güçleri, 80’lerden


itibaren sektör dışında da yatırımları olan büyük sermaye grupları olmuştur.
Basın giderek ucuz girdilerle, basit üretim teknikleriyle, sübvansiyon ve resmi
ilanlar gibi kaynak transferleriyle çalışabilen küçük sermaye gruplarının
yaşama şansının azaldığı bir alan haline gelmiştir. Nazif Ekzen (1999: 91),
Türk basınında yoğunlaşma - toplulaşma ve tekelleşme yapısını incelemeye
aldığı çalışmasında, 1980 sonrasında yaşanan yoğunlaşmaya yönelik şu
verileri ortaya koymaktadır:

“1980 yılında toplam tiraj, 2.7 milyon düzeyinde olup ilk dört
gazetenin payı, yüzde 60 oranındadır. Bu oranlar 1985 yılında
sırasıyla 3.2 milyon günlük satışa ve ilk dört gazete açısından
toplam satış içindeki payı, yüzde 54 oranına ulaşmaktadır. 1990
yılı verilerine göre Türkiye’deki toplam günlük gazetelerin satışı 3.6
milyon olmuştur. Toplam içindeki ilk dört gazetenin payı, yüzde 57
oranında, ilk iki gazetenin payı ise yüzde 33 oranındadır.

1995 yılına geldiğimizde günlük ortalama satış 5 milyon


olarak saptanmıştır. Bu toplam satışın yüzde 54’ü ilk dört büyük
gazetenin pazar payı olarak çıkmaktadır. Yani ilk dört gazetenin
pazar payı düşmüştür. Ancak 1995 yılında somut bir biçimde
ortaya çıkan basın grupları açısından pazar payına baktığımızda;
67

pazarın yüzde 70’inin iki büyük basın grubu tarafından kontrol


edildiğini görüyoruz.”

Ekzen’in de dikkat çektiği gibi 1980’lerin ortalarından başlayarak, Türk


basının yüzde 70’i iki grup tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır.
Yayıncılık sektörünün maliyetlerinin promosyon ve lotarya ile desteklendiği
süreçte yaklaşık altı milyona ulaşan toplam ulusal gazete tirajının, Dinç Bilgin
ve Aydın Doğan gruplarının gazeteleri arasında dörtte üçü paylaşılmıştır
(Nebiler, 1995: 18).

1980 sonlarında başlayıp, 90’larda süren ve toplumsal ölçekte


düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlanmasının temel nedenlerinden biri olan
tekelleşme sürecinin kilometre taşlarını şöyle sıralamak mümkündür
(Sönmez, 2003: 40):

1. Siyasi arenada medya desteğine talep,


2. Promosyonla büyüme,
3. Özel televizyonculuğa geçiş,
4. 1989-1993, 1995-2000 döneminde hızlı büyüme konjonktürü,
5. Dağıtımda, reklamda kartel anlaşmaları,
6. Anti sendikal mutabakat.

1980 ve özellikle 1990 sonrasında medya-siyaset ilişkisi yoğunlaşmış,


medya sahipleri, ellerinde bulunan gazete ve TV kanallarını bir anlamda
"silah" olarak kullanmışlardır. Bu gruplar, siyasal iktidarla ve diğer güç
odaklarıyla yakın işbirliğine girerek mali olanaklar elde etmişlerdir. Medyadaki
tekelleşme, ekonomik anlamda belli bir güç oluşmasını sağlarken, aynı
zamanda siyasal etkinlik sağlama sürecini de yaratmıştır. Diğer yandan 12
Eylül’ün biçtiği yeni siyaset yapma biçimi, parti yapılarını, yan örgütlenmeleri
kısırlaştırınca kitlelerle ilişki kurma ve siyaset yapmada medyanın önemini
artırmıştır (Sönmez, 2003: 40). Egemen sınıflar, ekonomik ve siyasal
egemenliklerinin yanı sıra, kapitalist sistemin ideolojik düzeyde yeniden
üretilmesinde medyadan büyük ölçüde yararlanmışlardır.
68

Basında tekelleşmeyi hızlandıran öğelerden biri de promosyon


uygulamalarıdır. 1980 ve 1990’lı yıllar promosyonun tipik bir uygulama haline
geldiği yıllar olmuştur. “Çılgınlık” derecesine varan promosyon
uygulamalarına bazı tarihlerde kanunen sınırlamalar ve yasaklar getirilmiş
olsa da5 bu yasaklar medya yöneticililerinin yeni taktikler geliştirmesini
engelleyememiştir. Promosyonlu satışlar, basın gruplarının pazarlama
şirketleri kurmaları yoluyla devam etmiştir. Bu yönüyle promosyonlu satışlar
basın gruplarının dikey tekelcilik sürecinde önemli bir adım atmalarını da
beraberinde getirmiştir. Promosyonlu satışlar sayesinde iki buçuk-üç milyon
tirajı olan gazetelerin günlük tirajları dört-altı milyona kadar yükselmiştir
(Tokgöz, 1993: 44).

Medya sektöründe tekelleşme sürecini hızlandıran bir başka gelişme


de özel televizyonların yayına başlamasıdır. Uzan grubunun Ahmet Özal’la
birlikte kurmuş olduğu ilk özel TV şirketi, bu alanda özel televizyonculuğun
önünü açmış ve arkasından bir dizi yeni özel televizyon kanalını
sürüklemiştir. TV girişimlerinde yine büyük medya kuruluşları başı çekmiştir.
Basın alanında büyük bir güç oluşturan medya kuruluşları televizyonculuk
alanında da büyük bir güç olma yoluna girmişlerdir. Doğan Grubu bu alanda
1990’ların en hızlı büyüyen girişimcisi olmuş, Kanal D, Star TV ve Cnntürk
gibi televizyon kanallarının yanı sıra kablolu TV kanallarıyla da sektördeki en
büyükler arasında yerine almıştır.

Medya sektöründe pazarın kontrolü araçlarından en önemlisi


dağıtımdır. Sektörde faaliyet gösteren bazı medya grupları zaman zaman
kıyasıya rekabet ederek zaman zamansa çıkarları doğrultusunda ortaklık
kurarak dağıtım sektöründe tekelleşmeye doğru yol almışlardır. 1960 ve 70’li
yıllar boyunca dağıtım sektöründe hakim konumda olan Milliyet, Cumhuriyet,
Sabah, Günaydın ve Tercüman’ın birleşerek kurdukları, Gazete ve Mecmua
Dağıtım Limited Şirketi (Gameda) ve Simavi ailesinin 1961’de kurdukları Hür

5
1 Ağustos 1996 tarihinde kabul edilen “Promosyon Yasası” promosyonlu satışlarda basına ağır
cezalar getirmektedir. Yine 15 Ocak 1997 tarihinde Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunla TBMM
promosyonu fiilen yasaklamıştır.
69

Dağıtım ikilisi, 90’lara gelindiğinde pazar kontrolünü Birleşik Basım Dağıtım


(BBD) ve Yayın Satış ve Pazarlama A.Ş.’ye (Yaysat) bırakmıştır. 1990’ların
ortasında Doğan ve Sabah gruplarının BBD ve Yaysat’ı birleştirerek dağıtım
alanında kurdukları Birleşik Yayın Dağıtım A.Ş. (Biryay), sektörün dengelerini
bir anda değiştirmiş; piyasanın tamamını kontrolü altına alan gruplar, diğer
yayınlar karşısında önemli bir güç oluşturmaya başlamıştır. Doğan ve Bilgin
Grupları dağıtım alanında kartel oluşturma yoluna girmişlerdir. Dağıtım
şirketleri, medya grupları için önemli bir güç olmakta, bu yolla hem küçük
gazete ve dergileri kendilerine bağımlı kılmakta, hem de sektördeki reklam
pazarını denetleme olanağını elde etmektedirler.

Gazetelerin hayatta kalmasında en önemli unsurlardan biri olan


reklam gelirleri de tekelleşme sürecinde önemli kilometre taşlarından biri
olmuştur. Medya sektöründeki pazar paylaşımı önemli ölçüde reklam
üzerindeki denetim savaşıyla gerçekleşmektedir. Dağıtım alanında olduğu
gibi reklam alanında da zaman zaman pazar paylaşımına yönelik rekabet
artmış, medya kuruluşları çıkarları doğrultusunda bu alanda ortaklıklara
gidebilmiştir. Özellikle televizyon reklam pazarının paylaşımında bazı medya
grupları Bimaş, Mepaş, Prime, Zedpaş gibi çeşitli ortaklıklar kurmuşlardır.
Medya holdinglerinin aynı zamanda reklam veren ve reklam alan kuruluşlar
olması, çapraz ilişkilerin gelişmesine elverişli bir yapıya neden olmaktadır.

Medya sektöründe grupların çıkarları doğrultusunda işbirliğine gittikleri


bir başka konu da çalışanlara karşı ortak ücret politikası uygulaması
noktasında gerçekleşmiştir. 1990’lı yılların başından itibaren çalışanların
sendikasızlaştırılması sürecine paralel olarak taşeronlaştırma uygulamaları
da yaygınlık kazanmıştır. Üretim sürecinin bazı aşamaları, kurulan farklı
şirketlerce yerine getiriliyor gibi gösterilmiş, personel bu yeni şirketlere
dağıtılmıştır. Sendikalaşma, ücretler ve sosyal haklar üzerinde baskı yaratan
bu uygulamaları, eleman transferi yapılmaması için gerçekleştirilen
“centilmenlik anlaşmaları” izlemiştir. Doğan ve Bilgin Gurubu’nun bu alanda
70

başı çektiğini belirten Sönmez (2003: 48), “centilmek anlaşmalarının”


yarattığı ikili sonucunu şu şekilde değerlendirmektedir:

“Gruplar arası transferlerle ücretlerin yüksekliğinden


şikayetçi olan iki grup, kendi aralarında yaptıkları centilmenlik
anlaşması gereğince, birbirinden onay almaksızın gazeteci
transfer etmiyorlardı. Emek açısından iş arzının daraltılması
anlamına gelen bu uygulama, işverene ücretler üzerinden daha
çok söz sahibi olma ve ücret artışlarını frenleme olanağını da
sağladı. Zaten sendikanın hiç olmadığı ya da kağıt üzerinde
kaldığı bir de iki büyük grubun bu tür bir anlaşmayı yürürlüğe
koymaları, medya çalışanları üzerinde yeni bir baskı unsuru
olurken, maliyetleri düşürücü dolayısıyla sermaye birikimine katkı
yapan bir başka uygulama oldu.”

Medyada tekelleşme olgusu kuşkusuz ki demokratik bir yapının “çok


sesliliği” açısından hayati bir önem taşımaktadır. Büyük teknolojik yatırımların
medyayı ticari kaygılara düşürerek tekelleşmeye yol açtığını ve bu durumun
da çoğulculuğu zedelediğini vurgulayan Kaya (1984, 99), şu yorumda
bulunmaktadır:

“Büyüyen gazeteler karşısında, aynı olanağı bulamayan


küçük gazeteler kaybolacaklardır. Bu aynı zamanda gazete
sayısının kaçınılmaz olarak sınırlı kalması ve çoğunlukla
benzemeye başlaması demektir. Çoğulculuğu zedeleyen bu
gelişmenin, özgür düşünceyi daraltacağından kuşku duyulmaz.”

Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir konu da sermayenin


giderek yoğunlaştığı medya ortamında faaliyet gösteren büyük medya
kuruluşlarının küçük ve orta boy medya kuruluşlarına ne kadar yaşam alanı
tanıyıp tanımadığıdır. Serbest piyasa koşullarının hakim olduğu ekonomik bir
yapıda, devler karşısında var olabilmek, onlarla rekabet edebilmek ne kadar
mümkündür? Ekzen’in (1999: 97), bu konuda yaptığı “1975 yılında yeni yayın
hayatına katılacak olan ulusal düzeyde gazeteler için Türkiye’de yer ve insan
bakımından pazara serbest giriş imkanından söz etmek mümkünken, 1995
yılında büyük sermaye yatırımı almadan bu pazara serbest giriş imkanının
71

olmadığını söyleyebilmek mümkündür” şeklindeki değerlendirme, sorunun


yanıtını açık ve net olarak ortaya koymaktadır.

3.4.3. Büyük Sermaye Grupları Ve Medya Sektörü

Türkiye’de medya sektörünün yapılanmasında en karakteristik özellik,


medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının, medya alanındaki
varlıklarıdır. Ülkemizde, 1980’li yıllarla birlikte başlayan süreçte geleneksel
medya sahipliği, yerini medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının
egemen olduğu “yeni medya sahipliğine” bırakmış; medya sektörünün
dışında kalan çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını bu alana
doğru genişletmişlerdir.

1980’li yıllardan 1990’lara kadar uzanan süreçte medya alanında


medya kuruluşlarının basın dışı alandan aktarılan sermaye ile bütünleştiği
görülmektedir. Günümüzde medya sektörü artık sadece televizyon yayıncılığı
ve gazete basımı ile sınırlanamayacak kadar büyük ölçüde genişlemiş,
iletişim ve enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle çok daha
büyük bir mecraya doğru genişlemiştir. Bu genişleyen mecra, medya pazarını
kapitalist dünyanın gözde pazarlarından biri haline getirmiş, dünyada olduğu
gibi ülkemizde de büyük sermaye grupları medya pazarından pay kapmak
üzere harekete geçmiştir. Sönmez’in (2004: 112), medya dışı sermayenin
neden bu alana yöneldiğine yönelik yapmış olduğu değerlendirme oldukça
dikkat çekicidir:

“Yeni dönemin kuralları medyadaki sermayeye sadece ve


sadece gazete-dergi basarak, TV kanalı işleterek bu alandaki
sermayeyi büyütmenin mümkün olmadığını öğretti. Reklam gelirleri
ve satış gelirlerine rağmen bu alandaki büyümenin yolu, ancak bir
sanayi kompleksi haline gelerek ya da içinde bankaların, diğer
sanayi ve hizmet şirketlerinin olduğu bir holding yapısının parçası
haline gelerek sermayeyi büyütmek, medyanın sinerjisinden
yararlanarak olabilirdi.”
72

Sönmez’in de işaret ettiği gibi günümüz medyası, finans, enerji,


ticaret, hizmet sektörü, pazarlama vb. pek çok sektörün medya üzerinde
açılım sağlayabileceği bir bileşen haline gelmiştir.

Bu konuda Aydın Doğan’ın sahibi olduğu Doğan Medya Grubu,


günümüzde Türk medya sektörünün en gelişkin örnekleri arasında yer
almaktadır. Doğan’ın 1979 yılında Milliyet gazetesine ortak olmasıyla
başlayan medya serüveni, 2000’li yıllarda geniş bir sanayi kompleksinin
içerisinde kök salmış bir medya grubu ile devam etmiş; Grup medya alanında
yatay ve dikey bütünleşmelerle pazarın pek çok alanında hakim konuma
yükselmiştir. Medya sektörü dışında enerji, sanayi, ticaret, sigorta ve turizm
sektörlerinde faaliyet gösteren Doğan Grubu, medya alanındaki faaliyetlerini
Doğan Yayın Holding (DYH) adıyla sürdürmektedir. DYH, 1.2 milyar doları
aşan geliri ve yüzde 45’lik reklam pazar payı ile Türkiye’nin en büyük medya
grubu konumunda yer almaktadır.

Türk medya sektöründe önemli bir pazar payına sahip olan diğer iki
Grup da Doğan örneğinde olduğu gibi medya dışı sektörlerde de faaliyet
gösteren (enerji, finans, endüstri, inşaat, taşımacılık ve hizmet) Çukurova ve
Doğuş Gruplarıdır.

Aşağıdaki tabloda medya sektöründe faaliyet gösteren bu üç büyük


Grubun, ulusal kanallar açısından ve gazete - dergi yayıncılığı alanlarındaki
net satış adetlerine göre pazar paylarına yer verilmiştir:
73

Tablo1: Medya Sektöründeki Üç Büyük Grubun Ulusal Kanallar


Açısından Ve Gazete - Dergi Yayıncılığı Alanlarındaki Net Satış
Adetlerine Göre Pazar Payları:

YAYIN Ulusal Gazete Yayıncılığı Dergi Yayıncılığı


KURULUŞU Kanallar Alanında Net Satış Alanında Net Satış
Açısından Adedine Göre Adedine Göre
Pazar Payı (%) Pazar Payı (%) Pazar Payı (%)
2007/5 2007/5 2007/5
DOĞAN 45 35,77 33,02
GRUBU
ÇUKUROVA 15 7,69 -
GRUBU
DOĞUŞ 9 - 7,07
GRUBU
Kaynak: Rekabet Kurumu

Tablodan da takip edilebileceği üzere Doğan Grubu üç sektörde de


lider konumunda bulunmaktadır. Bu oranlar aynı zamanda medya
sektöründeki yoğunlaşma hakkında da önemli sonuçlar ortaya koymaktadır.

Turgay Ciner’in sahibi olduğu Merkez Yayın Holding A.Ş. de yukarıda


adı geçen Gruplar gibi Türk medya sektöründe önemli bir pazar payına
sahiptir.6 Ciner Grubu da sektördeki rakipleri gibi yalnızca medya alanında
değil medya dışı sektörlerde de (enerji ve madencilik, ticaret, sanayi ve
hizmet) faaliyet göstermektedir.

6
Ciner Grubu’nun bu üç sektördeki ve diğer sektördeki pazar payları bir sonraki bölümde ayrıntılı
olarak incelenecektir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
CİNER GRUBU VE MEDYA ŞİRKETLERİ

Çalışmanın bu bölümünde Ciner Medya Grubu’nun medya


sektöründeki faaliyetleri ekonomik olarak analiz edilecektir. Bu bağlamda
Grubun faaliyet gösterdiği medya sektörlerindeki pazar payları, diğer medya
grupları ile karşılaştırmalı olarak incelenecektir.

Grubun medya şirketlerine TMSF tarafından el koyulmadan önceki


pazar payları dikkate alınarak yapılacak olan değerlendirmelerde, medya
sektöründeki ekonomik yapılanmaya yönelik genel bir görüntü sergilenmeye
çalışılacaktır.

Cİner Grubu’nun medya sektörü dışındaki faaliyetlerine de geniş yer


ayrılan bu bölümde Turgay Cİner tanıtılmaya çalışılacak özellikle medya
sektöründeki faaliyetlerine yönelik açıklamaları ile Ciner’e yönelik bir portre
çizilmeye çalışılacaktır.

4.1. Ciner Grubu Medya Şirketleri

Medya sektörü dışında enerji, madencilik, turizm, sanayi ve ticaret


sektörlerinde bir sanayi kompleksi olarak faaliyet gösteren Ciner Grubu,
medya sektörünün 1980’li yıllarla birlikte girmiş olduğu “holdinglerin medyaya
girişi” sürecinin 2000’lere yansıyan en önemli temsilcilerinden biridir.

Temelleri 7 Mart 1978 tarihinde atılan ve Aralık 2004 tarihine kadar


Park Grubu adıyla bilinen Ciner Grubu7; Ciner Enerji ve Madencilik Grubu,

7
Park Grup, Aralık 2004 tarihinden itibaren Ciner Grubu adı altında faaliyet gösterme kararı almıştır.
Madencilik, hizmet, turizm ve medya alanlarında Park Holding, Merkez Yayın Holding ve Enerji
75

Ciner Medya Grubu, Ciner Ticaret, Sanayi ve Hizmet Grubu, Ciner Grubu
İştirakleri adı altında dört alanda faaliyet göstermektedir. Grup,
www.cinergroup.com.tr adresli internet sitesinde kendini şöyle
tanımlamaktadır:

“Temelleri 7 Mart 1978 tarihinde atılan ve Aralık 2004 tarihine


kadar Park Grubu adıyla bilinen Ciner Grubu; ticari faaliyetlerine oto
yedek parça üretim, satış ve ithal işleri ile başlamıştır. Grup, 1980’li
yılların ikinci yarısında yurtiçi ve yurtdışı zirai motor ve yedek parça
üretim projeleri, anahtar teslimi entegre tesis taahhütleri ve tekstil
sanayii tesislerinin kurulması ve işletilmesi projeleri ile çalışma
alanını genişletmiştir.

1990’lı yılların başından itibaren özelleştirme projeleri ile


birlikte “Enerji ve Madencilik” alanında yatırımlara başlayan ve
Türkiye’de madencilik ve enerji sektöründe büyük yatırımlara imza
atan Ciner Grubu, bu sektördeki Grup şirketleri ile Türkiye’de bir
çoğu yeni, ya da ilk olan atılımlar gerçekleştirmiştir.

1995 yılında; Türkiye’nin en verimli özelleştirilmesi olarak


gösterilen Havaş deneyimini, işletme hakkı devir modeli ile
Çayırhan’da madencilik ve ve enerji alanında da gösteren Ciner
Grubu’nun bu başarıları, üniversitelerde ve konferanslarda
özelleştirme ile ilgili en başarılı uygulama örnekleri olarak
gösterilerek literatüre geçmiştir.

Çayırhan/Beypazarı’nda bulunan Linyit Kömür Madenini


Avrupa’nın en verimli yeraltı işletmesi haline getirmiş ve Türkiye’de
özel sektöre devredilen ilk termik santral olan Çayırhan Termik
Santrali’ni yine ülkemizin “en verimli çalışan termik santrali” haline
getirmiştir.

2002 yılında medya sektörüne adım atan ve bu alanda da


sürekli gelişen Grup, kısa bir süre içinde yapmış olduğu yatırımlar ve
kurmuş olduğu şirketlerle sektörün en büyük gruplarından birisi
olmuş ve modern bir yapıya kavuşmuştur.

İstanbul Sanayi Odası tarafından her yıl açıklanan


“Türkiye’nin 500 Büyük Sanayii Kuruluşu” arasında Ciner Grubu’nun
çeşitli sektörlerdeki bazı şirketleri her yıl yer almaktadır.

Yatırım Holding çatıları altında faaliyet gösteren Grup, 2004 yılında bir 'çatı' örgütlenme gereğiyle
Ciner Grubu adını kullanacağını açıklamıştır.
76

Ciner Grubu’nun vizyonu içinde ifadesini bulan; “50 BİN 50”,


yani “50 bin kişilik iş gücüne ulaşılması ile 50 eğitim kurumu inşası
ve Milli Eğitim’e devri” hedefi çerçevesinde, sayıları her yıl artan
modern eğitim kurumları inşa ettirilerek, Türk Milli Eğitimi’nin
hizmetine sunulmaktadır.

Ciner Grubu bugün;


• Ciner Enerji ve Madencilik Grubu
• Ciner Medya Grubu
• Ciner Ticaret, Sanayi ve Hizmet Grubu
• Ciner Grubu İştirakleri

adı altında 3 grup, çeşitli şirketler ve iştirakleri ile faaliyet


göstermektedir.

2006 yılı başı itibariyle, iştirakleri hariç yaklaşık 13.600 kişi


istihdam etmekte olan Ciner Grubu, her yıl Türkiye’nin en yüksek
vergi ödeyen grupları arasında yer almaktadır.”

Tablo 2: Ciner Grubu’nun Medya Sektörü Dışındaki Şirketleri Ve


İştirakleri:

ENENERJİ VE MADENCİLİK
Park Termik Elektrik Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Park Teknik Elektrik Madencilik Turizm Sanayi ve Tic.A.Ş.
Park Maden Enerji Sanayii ve Ticaret Limited Şirketi.
Park Enerji Ekipmanları Madencilik Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Park Elektrik Madencilik Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Park Demir Maden Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Ceytaş Madencilik Tekstil Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Eti Soda Üretim Pazarlama Nakliyat ve Elektrik Üretim
Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Park Toptan Elektrik Enerjisi Satış Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Silopi Elektrik Üretim A.Ş.
Park Alüminyum Endüstrisi Sanayii ve Ticaret A.Ş.
TİCARET SANAYİ VE HİZMET
Park Havacılık Taşımacılık ve Ticaret A.Ş.
Ceysan Ceyhan Dokuma Sanayii A.Ş.
Park İthalat İhracat ve Ticaret A.Ş.
Park Makine Yedek Parça Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Park Tıp Sağlık Hizmetleri Limited Şirketi
Havaş Turizm Seyahat ve Kargo Taşımacılığı A.Ş.
Larespark Hotel - Taksim / İstanbul (Cinerler Ltd.)
Larespark Hotel - Lara/Antalya - Lares Turizm İnşaat
77

Taahhüt Sanayii ve Ticaret A.Ş.


Park Denizcilik ve Hopa Liman İşletmeleri A.Ş.
Denmar Depoculuk Nakliyat A.Ş.
Park Marina İşletmeciliği Turizm ve Denizcilik Ticaret A.Ş.
Park Sigorta Aracılık Hizmetleri Limited Şirketi
Park İnşaat Turizm Maden Sanayii ve Ticaret A.Ş.
İŞİ İŞTİRAKLER
Akpet Akaryakıt Dağıtım ve Pazarlama A.Ş.
Akpet Doğal Gaz
Akpet Gaz.
Havaalanları Yer Hizmetleri A.Ş.
Kaynak: www.cinergroup.com

Ciner Medya Grubu, medya sektörü içinde gazete - dergi yayıncılığı ve


dağıtımı, ajans ve prodüksiyon hizmetleri, televizyon ve filmcilik, pazarlama,
matbaacılık, kitapçılık ve reklamcılık gibi çok geniş alanlarda faaliyet
göstermektedir. Grup, özellikle televizyon yayıncılığı, gazete ve dağıtım
sektörlerinde pazarın güçlü isimleri arasında yer almıştır. Ciner’in bu güçlü
yapılanması, Türk medya sektöründeki mülkiyet ve sahiplik yapısının
karakteristik özellikleri açısından önemli bir örnek teşkil etmekte özellikle
sektördeki yatay, dikey ve çapraz bütünleşmeler yönünden önemli ipuçları
sunmaktadır.

Turgay Ciner’in 2000 yılında Sabah ve ATV’ye ortak olmasıyla


başlayan medya serüveni, kısa bir süre içinde geniş bir sanayi kompleksinin
içinde kök salmış bir medya grubu ile sürmüştür. Ciner Grubu, medya
sektörünü oluşturan ilgili tüm şirketlerinin faaliyetlerini Merkez Yayın Holding
Anonim Şirketi adı ile sürdürmektedir. Ancak Nisan 2007 yılında yaşanan
gelişmelerle, Grubun medya sektöründeki yapılanması bir takım
değişikliklere uğramış, medya grubu içinde faaliyet gösteren bazı şirketlere
TMSF tarafından el koyulmuştur. Çalışmanın bu bölümünde TMSF
tarafından Ciner Grubu’nun bazı medya şirketlerine el koyulmadan önceki
durumu ele alınacaktır.
78

Merkez Yayın A.Ş’nin TMSF tarafından bazı şirketlerine el


koyulmadan önceki medya alanındaki varlıkları aşağıdaki tabloda verilmiştir:

Tablo 3: Ciner Medya Grubu:

Merkez Gazete Dergi Basım Yayıncılık Sanayii ve Ticaret A.Ş.


Merkez Dergi Yayıncılık
Merkez Süreli Yayınlar
Merkez Haber Ajansı
Merkez Prodüksiyon ve Tanıtım Hizmetleri
Merkez İzmir Gazete Dergi Basım Yayıncılık San. ve Tic. A.Ş.
GD Gazete Dergi Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Merkez ATV Televizyon ve Prodüksiyon. A.Ş.
Merkez Televizyon A.Ş. (KANAL 1)
Ciner Televizyon ve Radyo İşletmeciliği Sanayii ve Ticaret A.Ş
Merkez Filmcilik Prodüksiyon Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Merkez Dağıtım Pazarlama San. ve Tic. A.Ş.
Merkez Pazarlama ve Ticaret A.Ş.
Merkez Kitapçılık Yayıncılık Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Merkez Matbaacılık Yayıncılık Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Ciner Görsel İşitsel Yayıncılık ve Yatırım A.Ş.
Merkez Reklam Pazarlama Danışmanlık San. ve Tic. A.Ş.
Merkez Teknik Hizmetler Sanayii ve Ticaret A.Ş.
Ciner Mobil Hizmetleri A.Ş.
Sancak Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş. (Sancak TV - Bursa Yerel)
Ciner Televizyon Prodüksiyon A.Ş. (İzmir TV)
Renk Televizyon Prodüksiyon A.Ş. (Türkçe TV)
Kaynak: www.ciner.group.com

Grubun pazardaki etkin konumlanışını ve bu konumlanışın Türk


medya sektörüne etkisini ortaya koymak üzere Grup medya şirketlerinin
pazardaki büyüklüklerine ve özellikle pazar paylarına bakmak gerekmektedir.
Aşağıda, Ciner Grubu’nun TV yayıncılığı, yazılı medya sektörü, dergi
yayıncılığı, gazete-dergi basımı piyasası, gazete-dergi dağıtımı piyasası,
radyo yayıncılığı ve prodüksiyon-reklam hizmetleri sektörlerindeki pazar payı
özellikle sektördeki diğer hakim Gruplarla karşılaştırma yapılarak
incelenecektir. İncelemede pazar payının tespiti açısından özellikle reklam ve
ilan gelirleri, izlenme ve satış oranları gibi veriler ele alınacaktır. Böylece
Ciner Medya Grubu’nun sektördeki hakim konumu diğer rakipleriyle de
karşılaştırılarak ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
79

4.1.1. Merkez Grubu ve Televizyon Yayıncılığı

Merkez Grubu, televizyon yayıncılığı alanında ulusal ve yerel alanlarda


yayın yapmakta olan 7 adet (ATV, Kanal 1, İzmir TV, Bursa TV, Türk Ç TV,
ATV Avrupa, Yeni Asır TV) televizyon kanalına sahiptir.

Tablo 4: Merkez Grubu’nun Televizyon Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları:

ATV İzmir TV Türk Ç TV Yeni Asır TV


Kanal 1 Bursa TV ATV Avrupa

Ancak Nisan 2007 tarihiyle başlayan sürecin ardından Ciner Medya


Grubu’nun televizyon yayıncılığı alanındaki en güçlü varlığı olan ATV’nin
yönetim ve denetimi TMSF’ye geçmiş ve Eylül 2007 itibariyle ATV
televizyonu satışa çıkarılmıştır. Ciner Medya Grubu'nun satışa konu olan
Ticari ve İktisadi Bütünlük kapsamında başlıca ATV Televizyonu, Radyo City,
Sabah, Takvim, Günaydın, Yeni Asır ve Pas Fotomaç gazeteleri ile Bebeğim
ve Biz, Sinema, Sofra, Home Art, Şamdan Plus, Yeni Aktüel, Para, Global,
Enerji, Transport, Hukuki Perspektifler dergileri bulunmaktadır. Böylece Ciner
Grubu, medya sektörünün öncüleri arasında yer alan ve pazar payları
oldukça yüksek olan Sabah gazetesi ve ATV’yi kaybetmiştir.

Bilindiği üzere bugün Türkiye medya pazarı birkaç büyük Grup


tarafından paylaşılmaktadır. Bu büyük medya grupları, aralarında Ciner
Grubunun da bulunduğu Doğan Grubu, Çukurova Grubu ve Doğuş
Grubu’dur. Ciner Grubu’nun ve diğer üç büyük Grubun ulusal kanallar
açısından sektördeki pazar payı aşağıdaki tabloda verilmiştir.
80

Tablo 5: Ulusal Kanallar Açısından Gruplar Bazında Pazar Payı:

YAYIN 2005 2006 2007/5


KURULUŞU Pazar Payı Pazar Payı Pazar Payı

DOĞAN GRUBU 38,6 40 45


(Kanal D, Star TV,
CNN Türk)
MERKEZ GRUBU 22,4 25 21
(ATV, Kanal 1)
ÇUKUROVA GRUBU 15,2 14 15
(Show TV)
DOĞUŞ GRUBU 10,7 10 9
(NTV, CNBC-ekonomik)

Kaynak: Rekabet Kurumu

Yukarıda yer verilen oranlar, medya sektörlerinin genel özelliği olan


oligopolistik yapının, ülkemiz ulusal televizyon yayıncılığı piyasası için de
geçerli olduğunu çok net bir biçimde ortaya koymaktadır. Televizyon
yayıncılığı piyasası, toplam piyasa payının %90’ına sahip dört büyük medya
grubu (Doğan Grubu yaklaşık %45, Merkez Grubu yaklaşık %21-25 arası,
Çukurova Grubu yaklaşık %15 ve Doğuş Grubu yaklaşık %10) ve bunun yanı
sıra kalan %10’luk kısmı paylaşan ve sektör için küçük sayılabilecek
teşebbüslerin faaliyetlerini sürdürdükleri bir görünüm sergilemektedir. Üstelik
pazardaki bu sıralama ile pazar büyüklükleri son üç senedir benzer seyrini
sürdürmektedir. Merkez Grubu’nun sahibi olduğu ATV ve Kanal 1 kanalları,
2007 yılının ilk 5 aylık döneminde yüzde 21’lik bir payla pazarın en güçlü
ikinci hakimi konumundadır. Doğan Grubu’nun son üç yıldır yaklaşık %40-
%45 arasında seyreden pazar payı ise, söz konusu Grubun hakim durum
tespiti bakımından çok kritik bir konumda olduğunu ortaya koymaktadır
(Rekabet Kurumu, 2007).

TV kuruluşlarının, televizyon yayıncılığı alanında sahip oldukları pazar


payını ölçmek bakımından, reklam verenlerin televizyonlarda yayınlanan
reklamlar için ödemiş oldukları tüm bedel ile işletmelerin elde etmiş oldukları
reklam gelirleri önemli bir veri sayılmaktadır. Merkez Grubu’nun söz konusu
81

harcamaların ne kadarını kendisine çekebildiği bir başka deyişle pazardaki


büyüklüğünün tespiti bakımından, Grubun reklam gelirlerinin toplam
televizyon reklam harcamalarına oranının bilinmesi gerekmektedir.

Türkiye’de mevcut tüm mecralar için yapılan toplam reklam


harcamalarının yaklaşık %40’lık bölümü televizyon kanallarına yapılmaktadır
(Rekabet Kurumu, 2007). Merkez Grubu’na ait kanalların, televizyon
yayıncılığı pazarı bakımından bir başka deyişle televizyonlarda yayınlanan
tüm reklam içerisindeki payı ise aşağıdaki gibidir:

Tablo 6: Merkez Grubu’nun TV Reklamlarındaki Toplam Payı:

YIL Türkiye Toplam Merkez Grubu Merkez Grubu’nun


TV TV Kuruluşları TV’lerde Yayınlanan
Reklam Toplam Reklam Reklamlar İçerisindeki
Harcaması (YTL) Geliri (YTL) Toplam Reklam Payı (%)
2005 1.140 … 20,7
2006 1.442 … 21,1
Kaynak: Rekabet Kurumu

Görüldüğü üzere Merkez Grubu, reklam ile finanse edilen tüm


kanallar içerinde 2005 ve 2006 yıllarında yaklaşık %20’lik bir paya sahip
durumdadır. Bu payın yaklaşık %90’dan fazlası ise ATV aracılığı ile elde
edilmektedir (Rekabet Kurumu, 2007). Bu anlamda Merkez Grubu’nun tüm
televizyon kanalları içerisinde yaklaşık %20’lik bir pazar payı büyüklüğü ile
televizyon yayıncılığı pazarında çok önemli bir aktör olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır.

Bunun yanı sıra Doğan Grubu’nun TV’lerde yayınlanan reklamlar


içerisindeki toplam reklam payı, 2005 yılı için 25.5, 2006 yılı içinse yüzde
32’dir (Rekabet Kurumu, 2007). Yani Doğan Grubu 2006 yılı rakamları ile
toplam reklam harcamalarının yaklaşık %32’lik bir bölümünü elde etmeyi
başararak, medya piyasaları için çok önemli sayılabilecek bir pay ve üstelik
en yakın takipçisi ile önemli sayılabilecek bir farkla pazarda lider konumdadır.
82

Televizyon yayıncılığı pazarı bakımından yapılan analizlerde, pazarın


özellikle iki Grup tarafından paylaşıldığı görülmektedir. Doğan Grubu ve
Merkez Grubu’nun pazar payı toplamları, piyasanın yarısından daha
fazlasına tekabül etmektedir.

4.1.2. Merkez Grubu ve Yazılı Medya Sektörü

Merkez Yayın Holding A.Ş.’nin %99 ortaklık payı ile kontrol ettiği
Merkez Gazete ve Dergi Basım Yayıncılık ve Sanayi Ticaret A.Ş. (Merkez
Gazete) toplam beş adet gazetenin lisansına sahip olup, (Sabah, Takvim,
Pas Fotomaç, Yeni Asır, Sabah Almanya) bunlardan üçünü doğrudan, birini
Merkez İzmir Gazete Dergi Basım Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. (Merkez
İzmir) ve birini de Merkez Sabah Atv GmbH (Merkez GmbH) vasıtasıyla
yayınlamaktadır:

Tablo 7: Merkez Grubu’na Ait Gazeteler:

Sabah Pas Fotomaç Sabah Almanya


Takvim Yeni Asır

Bir gazetenin net satış adedi, söz konusu gazeteyi yayınlayan


teşebbüsün piyasadaki gücünün belirlenmesi açısından önemlidir; ancak
medya ürünlerinin potansiyel müşteri olarak yalnızca okuyucuya değil aynı
zamanda reklam verenlere de hitap ettiği ve reklam ve ilan gelirlerinin
yayıncıların gelirleri arasında önemli bir yer tuttuğu dikkate alındığında
reklam ve ilan gelirleri açısından pazar payının ölçülmesi ve
değerlendirilmesi de aynı derecede önemlidir (Rekabet Kurumu, 2007).

Bu amaçla aşağıdaki tabloda Merkez Grubu’na ait gazetelerin net


satış adedi ve ilan-reklam gelirleri açısından pazar paylarına yer
verilmektedir.
83

Tablo 8: Merkez Grubu’na Ait Gazetelerin Pazar Payları:

MERKEZ Net Satış Adedine Göre İlan ve Reklam Gelirine Göre


GRUBU Pazar Payı (%) Pazar Payı (%)
2005 2006 2007/5 2005 2006

Sabah 8,93 8,92 9,64 20,71 21,51

Takvim 5,77 5,27 5,30 0,94 0,97

Pas Fotomaç 4,42 4,71 3,96 0,50 0,54

Yeni Asır 0,95 0,94 0,96 2,17 2,33

TOPLAM 20,07 19,85 19,86 24,31 25,35

Kaynak: Rekabet Kurumu

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere, Merkez Grubu’na ait


gazeteler, Türkiye’de satılan tüm gazetelerin yaklaşık %20’sini oluşturmakta
ve grup ilan ve reklam gelirleri açısından da 25’lik bir pazar payına sahip
bulunmaktadır. Gerek dolaşım gerekse reklam geliri açısından Grup içindeki
gazetelerden Sabah gazetesinin özel bir önemi vardır; çünkü Sabah gazetesi
satılan toplam gazeteler içinde yaklaşık %9 civarında bir paya sahip iken,
satılan tüm gazetelerin elde ettiği reklam ve ilan gelirlerinden %20’den fazla
bir oranda pay almaktadır.

Genel olarak medya piyasasına bakıldığında, satış payından daha çok


reklam payına sahip olan yalnızca Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazeteleridir ki
bu durum genel olarak kendi gruplarının dağıtım ve ilana ilişkin pazar
paylarına da aşağıdaki tabloda yer aldığı şekliyle yansımaktadır.
84

Tablo 9: Gazete Yayıncılığı Alanında Gruplar Bazında Pazar Payları:

GRUPLAR Net Satış İlan ve Reklam


BAZINDA Adedine Göre Gelirine Göre Pazar
PAZAR Pazar Payı (%) Payı (%)
PAYLARI 2005 2006 2007/5 2005 2006
Merkez Grubu 20,07 19,85 19,86 24,31 25,35

Doğan Grubu 37,52 36,77 35,77 60,77 60,70

Çukurova Grubu 8,63 7,89 7,69 3,40


Vatan 4,28 3,98 4,41 4,70
Zaman 10,27 11,12 12,27 14,92 5,60
Star 2,05 1,77 1,65
Türkiye 4,90 4,26 3,95 0,25
Diğer 12,29 14,38 14,40
TOPLAM 100,00 100,00 100,00 100,00 100,00
Kaynak: Rekabet Kurumu

Gazete yayıncılığı piyasasına genel olarak bakıldığında, net satış


adedi açısından dört büyük grubun (Doğan, Merkez, Zaman ve Çukurova)
pazar payları toplamının %75’i geçtiği ve reklam gelirleri açısından da %95’in
üzerinde paya sahip olduğu; hatta Merkez ve Doğan Gruplarının piyasada
oluşan reklam gelirlerinin %85’ini elde ettikleri görülmektedir. Tüm bu veriler,
piyasanın oldukça yoğunlaşmış bir yapıda -hatta düopole yakın bir nitelikte-
olduğunu göstermektedir (Rekabet Kurumu, 2007).

4.1.3. Merkez Grubu ve Dergi Yayıncılığı

Merkez Yayın Holding A.Ş., Merkez Gazete vasıtasıyla 28 adet dergi,


Park Yatırım Holding A.Ş. ile ortaklaşa sahip olduğu GD Gazete Dergi
Sanayi Ticaret A.Ş. (GD) vasıtasıyla 7, Motor Press International ile ortaklaşa
sahip olduğu Merkez Motor Presse Dergi Yayıncılık Ltd. Sti. (MMP)
vasıtasıyla 5 adet olmak üzere aşağıda isimleri verilen 40 adet dergiyi
yayınlamaktadır:
85

Tablo 10: Merkez Grubu Tarafından Yayınlanan Dergiler:

Yeni Aktüel Hülya Magazin Cosmopolitan Seventeen


Yeni Para Sinema Cosmogirl Geo
Şamdan Plus Hukuki Cosmopolitan Özel Auto Motor Sport
Perspektifler
Bebeğim ve Biz Global Enerji Cosmopolitan Otohaber
Fit&Light
Sofra Transport Cosmopolitan Style Auto Katalog

Rolling Stone Forbes Cosmopolitan Oto Haber Test


Bride Yıllığı
Esquire PC Magazine Marie Claire TR Jet Life

Harpers Bazaar Electronic Gaming Marie Claire House Beautiful


Mo. Maison TR
Homeart Empire Süper Alısveris Missie
Kumsal Arena FHM Köpük

Dergiler de gazeteler gibi bir yandan okuyucularına bir yandan da


reklam verenlere hitap ederek, bu iki farklı müşteri grubundan gelir elde
etmektedir. Bu nedenle, dergi yayıncılığı piyasasındaki pazar gücünün ve
yoğunlaşmanın analizinde de hem net satış adetleri hem de reklam ve ilan
gelirleri dikkate alınacaktır. Ayrıca, her dergi grubu okuyucular açısından
yalnızca bulunduğu kategorideki diğer dergiler ile ikame edilebilir olmakla
beraber, reklam verenler açısından kategoriler arası ikame edilebilirlik de bir
noktaya kadar mümkündür. Yayıncılar açısından ise, derginin yayına
hazırlanması açısından tüm dergilerin aynı şekilde ikame edilebilir oldukları
söylenebilir (Rekabet Kurumu, 2007). Yukarıda sayılan nedenlerle dergi
yayıncılığı piyasasındaki pazar payları da dergi bazında değil yayıncı
teşebbüsler bazında dikkate alınmıştır:
86

Tablo 11: Gruplar Bazında Dergi Yayıncılığı Piyasasındaki Pazar Payları:

DERGİ Net Satış Adetleri Reklam Gelirleri


YAYINCILIĞI Üzerinden Üzerinden
PİYASASI Pazar Payları (%) Pazar Payları (%)
Gruplar 2005 2006 2007 2006
Doğan Grubu 35,74 37,57 33,02 37,57
Merkez Grubu 24,11 24,58 24,53 24,58
Diğer Yayıncılar 18,57 17,16 22,37
Doğuş 3,58 4,64 7,07
Vatan 11,7 19,05 3,82
37,85
Akşam 2,32 3,34 4,15
Vogel Burda 2,63 2,21 2,70
Maya 0,64 0,57 1,22
Nova 0,70 0,88 1,12
TOPLAM 100,00 100,00 100,00 100,00
Kaynak: Rekabet Kurumu

Piyasanın yukarıda değinilen yapısına bakıldığında, 2007 yılının ilk


beş ayı itibariyle üç büyük grubun net satış adetleri açısından pazar
paylarının %33, %24 ve %7 olarak gerçekleştiği görülmektedir. Doğan
Grubu, son üç yıl içinde %35 civarındaki pazar payı ile liderliğini korumakta,
Merkez Grubu da %25 civarında seyreden pazar payı ile ikinci durumda
bulunmaktadır. İki grubun reklam gelirlerinin de buna paralel olduğu
söylenebilir.

4.1.4. Merkez Grubu ve Gazete - Dergi Basımı Piyasası

Merkez Grubu’nun Merkez Yayın Holding A.Ş.’nin mülkiyetinde olan


ve yine bu holdingin sahip olduğu Merkez Matbaacılık Yayıncılık Sanayi ve
Ticaret A.Ş.’ye kiralamış olduğu beş adet gazete ve bir adet dergi basım
tesisi bulunmaktadır:

TMSF tarafından Rekabet Kurumu’na gönderilen bilgilerden, Merkez


Grubu’nun beş adet gazete bir adet de dergi basım tesisi olduğu, bunlardan
87

Bilgin Grubu’na tahsisli İzmir Baskı Tesisi dışındaki tesislerin Merkez Yayın
Holding A.Ş. mülkiyetinde olup Merkez Matbaacılığa kiralandığı
anlaşılmaktadır (Rekabet Kurumu, 2007).

Tablo 12: Merkez Grubu’na Ait Baskı Tesisleri:


Samandıra Gazete Adana Gazete İzmir Gazete
Baskı Tesisi Baskı Tesisi Baskı Tesisi
Ankara Gazete Baskı Antalya Gazete Baskı Samandıra Dergi
Tesisi Tesisi Baskı Tesisi

Söz konusu tesislerde Merkez Grubu yayınları dışında hangi


yayınların basıldığı bilinmemekle birlikte, Merkez Grubu gazete ve
dergilerinin bu tesislerde basıldığı dikkate alındığında ve baskının en azından
net satış adedine eşit olması gerektiğinden hareketle, söz konusu baskı
tesislerinden kaynaklanan pazar payının dergiler için en azından %25,
gazeteler için de en azından %25 olması gerektiği açıktır (Rekabet Kurumu,
2007). Gazete yayıncılığı piyasasında bu paya baskı tesislerinin
kapasitelerinin %37 ile 64’ünü, dergi yayıncılığı piyasasında ise %76’sı
kullanılarak ulaşılmıştır.

4.1.5. Merkez Grubu ve Gazete - Dergi Dağıtımı Piyasası

Merkez Dağıtım Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş., Merkez Grubu’nun


gazete ve dergi yayıncılığı piyasasını etkileyen ve ülkemiz gazete ve dergi
yayıncılığı açısından stratejik bir öneme sahip olan bir şirkettir. 2 Eylül
2002’de kurulan Merkez Dağıtım 5 bölge müdürlüğü, Türkiye genelinde 208
yetkili satıcısı, bin 200 araçlık filosu, 25 bin 794 son satıcı, 810 zincir mağaza
ile hizmet veren şirket Merkez Yayın gazetelerinden; Sabah, Takvim,
Fotomaç, Yeni Asır yanında Cumhuriyet, Star, Akşam, Güneş, Bulvar, Halka
ve Olaylara Tercüman, Fotogol, Önce Vatan, Birgün, Gündem, Yeni Şafak,
Yeni Çağ, Milli Gazete, A. Vakit, Bugün, Sözcü gibi gazeteleri ve 350 dergiyi
okuyuculara ulaştırmaktadır (Sabah, 4.9.2007).
88

Söz konusu şirket, ülke çapında faal olan iki dağıtım şirketinden
birisidir. Diğer dağıtım şirketi ise Doğan Grubu’na aittir. Doğan Grubu, Doğan
Dağıtım ve Pazarlama A.Ş. ve YAYSAT Yayın Satış Pazarlama ve Dağıtım
A.Ş. adlı iki şirketi ile gazete ve dergi dağıtımı faaliyetini devam ettirmektedir.
Gazete ve dergi dağıtımı piyasası ülkemizde düopol niteliği arz etmektedir ve
dağıtım ağı kurmanın maliyetli olması ve bu ağı besleyecek ölçeğe
ulaşmanın zor olması nedeniyle, gazete ve dergi yayıncılığı alanında belirli
bir büyüklüğe ulaşamayan teşebbüslerin piyasanın dağıtım seviyesine
girmeleri beklenmemektedir (Rekabet Kurumu, 2007). Piyasaya ilişkin pazar
payları şu şekildedir.

Tablo13: Gazete ve Dergi Dağıtımı Piyasasındaki Pazar Payları:

Yıllar Yayın Türü Doğan Grubu (%) Merkez Grubu (%)

2004 Gazete 63 37
Dergi 70 30
2005 Gazete 60 40
Dergi 68 32
2006 Gazete 61 39
Dergi 66 34
2007/5 Gazete 61 39
Dergi 64 36
Kaynak: Rekabet Kurumu

Tablodan da görüldüğü üzere, Doğan Grubu’nun gerek gazete


gerekse dergi dağıtımındaki pazar payı son dört yılda %60’ın üzerinde
seyretmekte ve karşısında yaklaşık %40 pazar payına sahip Merkez Grubu
bulunmaktadır. Dağıtımın medya sektöründe pazarın kontrolü için en önemli
bileşenlerden biri olduğu göz önüne alındığında bu iki Grubun dağıtım
sektöründeki hakimiyetleri ile piyasayı kontrol gücünü elinde bulundurdukları
söylenebilir.
89

4.1.6. Merkez Grubu ve Radyo Yayıncılığı

Merkez Grubu’nun radyo yayıncılığı alanında sahip olduğu varlıklar,


Radio City, Radyo Marmara, Romantik Radyo (İzmir Radyo), Bursa FM ve
Radyo B’den oluşmaktadır.

Tablo 14: Merkez Grubu’nun Radyo Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları:

Radio City Romantik Radyo Radyo B


Radyo Marmara Bursa FM

4.1.7. Merkez Grubu ve Prodüksiyon - Reklam Hizmetleri

Bilindiği gibi Merkez Grubu bünyesinde, yayıncılık faaliyetine ilişkin


varlıkların yanı sıra;

- Merkez Grubu içindeki gazete, dergi, televizyon, radyo ve internet


mecraları üzerindeki ilan ve reklam alanlarının tümünün satışı ile iştigal eden
reklam mecrası pazarlama şirket(ler)i ile,

- Merkez Grubundaki televizyon kanallarında yayınlanmış dizi filmlerin


mülkiyet haklarının arşivlendiği, tekrar gösterimleri, grup içi ve grup dışı
televizyon kanallarına kiralanması, DVD ve CD ortamında pazarlanması ve
internet ortamında satışı ile iştigal eden şirket(ler)i de barındırmaktadır
(Rekabet Kurumu, 2007).

Merkez Grubu, yayıncılık faaliyetinin yanı sıra basım ve dağıtım


faaliyetlerini de gerçekleştirmekte olup bu anlamda dikey bir bütünlük
içindedir. Grup ayrıca kendi ürünlerinin dışında başka yayıncılara ait
yayınların da basımını ve dağıtımını gerçekleştirmektedir. Bunların yanı sıra,
Merkez Grubu çeşitli radyo ve televizyon kanallarına da sahiptir ve bu
çerçevede çapraz bir bütünleşme içindedir.
90

4.2. Ciner Medya Grubu’nun Kısa Tarihi

Medya sektörü dışında enerji, madencilik, ticaret, sanayi ve turizm


sektörlerinde faaliyet gösteren Ciner Grubu, medya sektörüne, Etibank
borçları nedeniyle BDDK’’nın şirketlerine el koyduğu, işadamı Dinç Bilgin’e ait
Sabah gazetesi ve ATV’ye ortak olarak giriş yapmıştır. BDDK’nın Etibank’ı
TMSF’ye devretmesinden bir süre önce, 20 Ekim 2000’de gerçekleşen
ortaklık sonrasında İMKB’ye gönderilen aynı tarihli açıklamada şöyle
denmiştir (www.ımkb.gov.tr):

Medya Holding Yönetim Kurulu, Sabah Yayıncılık’ta sahip


bulunduğu A grubu nama yazılı 10 milyar 511.8 milyon adet hisse
senedinden 1.1’er milyar adedinin 3 trilyon 575’er milyar lira bedelle
Penye Lux Tekstil, Park Marina ve Park Savunma şirketlerine, 1
milyar 320 milyon adedinin 4 trilyon 290 milyar lira bedelle Erhan
Aygün’e, 1 milyar 650 milyon adedinin de 5 trilyon 362.5 milyar lira
bedelle Turgay Ciner’e devrine karar vermiştir. Böylece 6 milyar 270
milyon adet Sabah Yayıncılık hissesi, 20 trilyon 377.5 milyar lira
bedelle satılmıştır.

Sabah Yayıncılığın ortaklarından Medya Holding A.Ş.’nin


sahip olduğu tamamı ödenmiş 6.270.000.000 adet hissenin
1.100.000.000 adedini Penye Lux Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne,
1.100.000.000 adedini Park Marina İşletmeciliği Turizm Denizcilik
A.Ş.’ne, 1.100.000.000 adedini Park Savunma Sanayi Otomotiv,
Tekstil, Gıda, İnşaat, Ziraat, Tıbbi ve Kimyevi Malzeme Ekipmanları
Ticaret A.Ş.’ne, 1.320.000.000 adedini Erhan Aygün’e,
1.650.000.000 adedini Turgay Ciner’e devrine izin verilmesine ve
keyfiyetin ortaklar pay defterine kaydedilmesine karar verilmiştir.”

İMKB’ye gönderilen bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere Turgay


Ciner, 20 Ekim 2000 tarihinde Dinç Bilgin’le ortak konumuna gelmiş ve
Sabah Grubu'nun çoğunluk hisseleri, bu tarihte Turgay Ciner’e devredilmiştir.
Böylece Ciner; Sabah Yayıncılık, Birleşik Basın Dağıtım (BBD), ATV, 1
Numara Yayıncılık ve Sabah Pazarlama’yı bünyesinde barındıran Medya
Holding Yönetim Kurulu’na girmiştir. Devir işleminden sonra oluşan ortaklık
yapısına göre 24 Eylül’de yönetim kurulu şu isimlerden oluşmuştur: Dinç
91

Bigin, Turgay Ciner, Önay Şevket Bilgin, Zafer Mutlu, Mustafa Dinçer,
İbrahim Başol, Ertin Akgüç, Süleyman Yaşar.

Ciner ile kurulan ortaklıktan kısa bir süre sonra 27 Ekim 2000
tarihinde, Etibank TMSF’ye devredilmiştir. Bu devir sonrasında Banka’nın
hissedarı ve yönetim kurulu üyelerinin mal varlıklarına ihtiyati tedbir
konulmuş, Medya Holding A.Ş., Medya Sabah Holding A.Ş. ve Bilgin Holding
A.Ş.’nin malvarlığı ve iştirakleri ya da bağlı ortaklıkları üzerinde Bilgin
Grubu’nun tasarrufta bulunma hakkı kısıtlanmıştır.

Bu süreçte Park Grubu, Grubun tümünü devralabilecek ortaklık


arayışlarına girmiştir. Bu arayışlar neticesinde, Mehmet Emin Karamehmet
(Çukurova Grubu), Turgay Ciner (Park Grubu) ve Murat Vargı’dan (MV
Holding) oluşan MTM Haber Yatırım ve Ticaret A.Ş. (MTM), Bilgin Grubu’nu
devralmak üzere Dinç Bilgin ile anlaşmıştır. 30 Kasım 2000 tarihli Sabah
Gazetesinde “Ceketimi Alıp Çıkıyorum” başlığıyla yayınlanan yazısında Dinç
Bilgin bir veda yazısı yayınlayarak Grubu devrettiğini belirtmiştir.

Dinç Bilgin’in Gruptan ayrılmasından sonra MTM temsilcisi üyeler


Sabah Yayıncılık A.Ş., Birleşik Basın Dağıtım A.Ş, Satel Sabah Televizyon
Prodüksiyon A.Ş., Medya Basın Servisleri Tic. A.Ş. gibi Bilgin Grubu’nun
önemli şirketlerinin yönetim kurullarında görev almışlar ve fiilen MTM
konsorsiyumu bu şirketleri yönetmeye başlamıştır. Ancak, bu şirketlerde
herhangi bir hisse devri gerçekleşmemiştir (Rekabet Kurumu, Rekabet
dergisi internet sitesi).

8 Ocak 2001 tarihinde yine Sabah gazetesinde “Eve Dönüş” başlıklı


haberle Dinç Bilgin’in Grubun başına döndüğü açıklanmıştır. Bir süre sonra,
adı geçen şirketlerde olağanüstü genel kurullar yapılarak, yönetimler Bilgin
Grubu tarafından oluşturulmaya başlanmıştır.

Dinç Bilgin, 2 Nisan 2001 tarihinde Devlet Güvenlik Mahkemesi


tarafından “nitelikli dolandırıcılık, zimmet ve cürüm işlemek için teşekkül
oluşturmak” suçlarından tutuklanmış ve cezaevine gönderilmiştir. Mehmet
92

Emin Karamehmet, Turgay Ciner ve Murat Vargı’nın birlikte kurdukları MTM


adlı şirketin Sabah Grubu’nu kontrol işlemleri, BDDK’nın “Bilgin’e ait
şirketlerde herhangi bir sahiplik değişikliğine gidilemez. Bu konuda tek yetkili
BDDK’dır” açıklamasıyla engellenmiştir (Sönmez, 2003: 194-195).

NTV’de yayınlanan bir söyleşisinde Ciner, ortaklıkla ilgili olarak şu


açıklamalarda bulunmuştur:

“2000 senesinde, 1999’da başlayıp 2000 senesinde biten bir


çalışmanın sonucunda medya sektörüne ortak olduk. Sabah grubu,
ATV grubudur. Hala da ortaklığımızın yapısı 2000 senesindeki
yapıyla devam etmektedir. Yani, bugünün kriz ortamında değil. O
günlere de bakarsanız 2000 senesi Türkiye, şimdi şimdi anlaşılan
sanal bir büyüme içindeydi. Gelirler gayet güzeldi. Bu bahsettiğimiz
bize bağlı olan Grup gayet kârlı bir Gruptur. Zaten Grup, harici
işlerden dolayı mali sıkıntı içine girmişti. Bu sebepten dolayı da biz
ortak olmuştuk.” (Sönmez, 2003: 208).

3 Mayıs 2005 tarihinde ise Turgay Ciner, Sabah ve ATV başta olmak
üzere Dinç Bilgin’e ait Medya Grubu şirketlerini almak üzere TMSF ile bir
anlaşma imzalamıştır. Ciner’in 10 yıl içinde TMSF’ye 433 milyon dolar
ödemesini öngören anlaşma ile Bilgin’e ait medya şirketleri Merkez Grubu’na
devredilmiştir.

Temel olarak enerji ve madencilik sektörlerinde faaliyet gösteren bir iş


adamı olan Turgay Ciner’in medya sektörüne girişi, gerek kamuoyunda
gerekse basında geniş yankı uyandırmış ve adı pek çok suça karışan bu
ismin8 2000’li yılların başında medya sektörüne yönelmesi ardından pek çok
soru işaretini de beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet gazetesinde 22 Eylül
2002’de, Leyla Tavşonoğlu ile bulunduğu söyleşide Ciner, medya sektörüne
girmekteki amacını şöyle açıklamaktadır:

8
Turgay Ciner’e yönelik iddia ve suçlamalar ilerleyen bölümlerde ele alınacaktır.
93

“Birincisi biz bozuk işletmeleri tamir edip, satabilecek duruma


getirme becerimizle şöhret kazandık. ikincisi de belki de Türkiye’de
herkes de olduğu gibi çarpık yapılanmaya karşı bir başkaldırı
olabilir...”

Söyleşinin devamında ise Ciner, esas amacını “Esas temeli şu: Biz
basın ve medyaya bir endüstri olarak bakıyoruz. Bu sektörde rehabilite
edebileceğimiz işletmeler gördüğümüz için zamanında o şekilde girdik”
sözleriyle dile getirmektedir:

Turkishtime dergisinde (2006: 66) yer alan röportajda ise Ciner,


Sabah Grubu’nu almasıyla ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur:

“Medyada yok olmakta olan bir kuruluşu ayağa kaldırdık.


Satın almadık, kendi büyüttüğümüz bir unsuru satın aldık. Duble
yatırım yapmış olduk yani. Hem kendimiz bir yatırım yaptık,
iyileştirdik hem de iyileştirdikten sonra satın aldık. Bunu parantez
içinde söylüyorum; aptal tüccar rolündeyiz yani.”

“450 milyon dolarlık bir borca katlanacaksınız yani” sorusuna yönelik


ise Ciner, “hukuki anlamda böyle bir sorumlulukları olmamasına rağmen
bunu kamu vicdanı için yaptıklarını” ifade etmiştir.

Sabah ve ATV’yi alarak medya sektörüne giriş yapan Ciner’in medya


sektöründeki bir diğer girişimi de Cumhuriyet gazetesinin yüzde 20’sini satın
alması olmuştur. Gazetenin yüzde 20'sinin 2 milyon dolar karşılığında Ciner’e
satıldığını ve Ciner’in böylece gazetenin 250 ortağından biri olduğunu
açıklayan Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk,
Ciner'in gazetenin yayın politikasına karışmayacağını belirtmiştir. Selçuk,
Ciner'in adının Susurluk Raporu'nda geçtiği hatırlatıldığında ise "Kendisi ile
ilgili araştırma yaptık. Hakkında açılan dava yok. İlkelerimizi de kabul etti. Bu
nedenle katkıda bulunma isteğine olumlu yanıt verdik” açıklamasında
bulunmuştur (Radikal, 3.9.2002).
94

4.2.1. Serveti İle Konuşulan Bir Medya Patronu: Turgay Ciner

Turgay Ciner ismi, günümüz iş dünyasında en hızlı çıkış yapan isimler


arasında anılırken 90’lı yıllarda iş hayatına atılan bu isim, 2000’li yıllarda 1.5
milyar dolarlık serveti ile “En zengin 100 Türk” listesinin 8’inci sırasında yer
almayı başarabilmiştir. Aylık ekonomi dergisi Turkishtime Dergisinde (2006:
45) Ciner ile yapılan bir söyleşide de ifade edildiği gibi yedi - sekiz
yaşlarından beri ticaret hayatının içinde olan Turgay Ciner, “milyon dolarlara
24 yaşında, milyar dolarlara ise 40’lı yaşlarda ulaşmıştır.”

Grup, 2004 yılında Park Holding ve Park Enerji Yatırım Holding ile
madencilik, enerji, hizmet turizm ve medya alanında faaliyet gösteren çok
sayıda şirketini "Ciner Grubu" adıyla tek şemsiye altında toplamıştır.

Ciner Grubu’nun İMKB’de işlem gören iki adet şirketi bulunmaktadır.


Bunlar Park Elektrik Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve Ceytaş Madencilik
Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.’dir. Ciner Grubu’nun halka açık şirketleri yılın
2006 yılının ilk yarısını yüksek oranlı kâr artışı ile kapattığını açıklamıştır.
Madencilik ve enerji sektöründe faaliyet gösteren Park Elektrik Madencilik
Sanayi ve Ticaret A.Ş., 2005’in ilk yarısında 5.9 milyon YTL olan kârını yine
bu yılın aynı döneminde, %443 artırarak 32.6 milyon YTL’ye çıkarmıştır. Park
Elektrik, bu kâr artışıyla, hisse senetleri borsada işlem gören sanayi şirketleri
arasında 2006’nın ilk yarı sonuçları itibariyle karlılığını en çok artıran şirket
olmuştur. Grubun tekstil ve madencilik sektöründe faaliyet gösteren diğer
şirketi Ceytaş Madencilik Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş. de 2005’in ilk yarısını
zararla kapatırken, 2006 yılı ilk yarı sonuçları itibariyle 10.2 milyon YTL
dönem kârı elde etmiştir. (Sabah, 16.8.2006)

Ciner Grubu’na ait Park Termik Elektrik, Park Teknik Elektrik ve


Merkez Gazete Dergi Basım Yayıncılık Sanayi Ve Ticaret A.Ş. İstanbul
Sanayi Odası’nın her yıl açıkladığı “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu”
(İSO500) listesinde 2006 yıllarında ilk 200 şirket arasında yer almıştır.
95

Tablo 15: 2006-İSO500 Verilerine Göre Ciner’in Şirketleri:

2006 Firma ve Müessese Adı Üretimden Satışlar Net


(YTL)
139 Park Termik Elektrik San.Ve Tic.A.Ş 277.673.221
184 Park Teknik Elektrik Madencilik Turizm 217.610.129
San. Ve Tic. A.Ş.
170 Merkez Gazete Dergi Basım Yayıncılık 233.519.335
San. Ve Tic. A.Ş.
Kaynak: iso.org.tr

24 Aralık 2004 tarihinde, bir basın toplantısı düzenleyerek, gelecek


dönem hedeflerini açıklayan Turgay Ciner, açıklamasında Grup olarak
madencilik, enerji, hizmet ve medya alanlarında büyüyeceklerini, Grubun ana
omurgasının madencilik sektörü olduğunu ve madencilik sektörüne beş yıl
içinde 1.2 milyar dolarlık yatırım yapacaklarını söylemiştir (Akşam,
25.12.2004). Aynı açıklamada Ciner, Türkiye enerji üretiminde %3.7’lik bir
paya sahip olduklarını, hedeflerinin ise %10’luk bir pazar payı olduğunu ifade
etmiştir.

2004 yılına ait ciro büyüklüklerinin 1.4 milyar dolar olduğunu söyleyen
Ciner, 10 yıl içerisinde Türkiye’nin en büyük Grubu olmayı hedeflediklerini
açıklayarak bu hedefi şu sözlerle anlatmıştır (Cumhuriyet, 25.12.2004):

“Ben 1974’te, 20 liralık haftalıkla iş hayatına atıldım. O


zaman Türkiye’nin en büyüğü Koç idi. Şimdi de Koç ailesine büyük
saygım var. Şu anda belki onların onda biriyim. Bence herkes
hedefini bir numara olmak üzerine kurmalı. İlle de bir numara
olurum, demiyorum. Ama 1.2 milyar dolarlık yatırımı
tamamladığımda bu hedefe de yaklaşmış olurum.”

Enerji ve madencilik sektörünün ardından medyada da kısa süre


içerisinde yükselen Turgay Ciner, 2000’li yıllarda 1.5 milyar dolarlık serveti ile
Forbes Dergisinin yayınladığı “En zengin 100 Türk” listesinin 8’inci sırasında
yer almıştır (Sabah, 27.12.2006). Ciner, bu serveti ile listede 1.4 milyar
dolarla 10’uncu sırada yer alan Rahmi Koç’u geçmiş ve bu durum akıllara,
96

2004 yılındaki basın açıklamasında “Şu an belki de Rahmi Koç’un onda


biriyim” sözlerini getirmiştir. Bu sözlerin ardından henüz iki sene geçmesine
rağmen en zenginler listesinde, Türkiye’nin en büyük sanayi ve ticaret grubu
Koç Holdingin de önünde yer alan Ciner’in listedeki konumu bazı kuşkular
yaratmış ve “dergin varsa zenginsin” şeklindeki yorumlara yol açmıştır9
(Vatan, 18.12.2006). Bilindiği gibi Forbes Dergisi Merkez Yayın Holding
tarafından çıkarılan bir yayın organıdır.

4.2.2. Medya Kârlı Bir Sektör Mü? Ciner: “Kâr Etmediğimiz Yerde
Bulunmayız”

Günümüzde medyanın kârlı bir sektör olup olmadığı sorusu, medya


tartışmaları içinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Kapitalist toplumlarda
medya içerikleri endüstriyel ve ticari bir etkinlik olarak emtia üretimine
dayanır ve bu üretim sürecinde bir artı-değer yaratılır. Bu değere, kapitalist
üretim ilişkilerinin sonucu olarak üretim aracını mülkiyetinde bulunduran
kapitalist sınıf el koyar. Üretim sürecinde kapitalistin temel dürtüsü kârdır ve
yatırım yapılan bir sektörde kâr oranı düşükse, kapitalist yatırımını daha kârlı
bulduğu bir sektöre kaydırır.

Geniş bir meta üretimi ve dağıtım ağına sahip olan medya sektöründe
asıl amaç kâr mıdır? Sönmez’e (2003: 32) göre azami kâr motifine dayalı
genel kapitalizm kuralı, medya sektörü için her zaman geçerli olmaz. Çünkü
medyanın bu dala yatırım yapmış olanlara maddi kazancın dışında başka
faydaları, getirileri de vardır. O da kitlelere ulaşabilme, onlara istenen mesajı
verebilme, etkileyebilme bundan dolayı bir iktidarı, gücü kullanma, paylaşma,
bu gücü rakiplerine, siyasi erke karşı gereğinde bir savunma ya da saldırı
gücü olarak kullanabilme olanağıdır.

9
Ciner’in En Zengin 100 Türk listesinde yer almasını “Ciner, Koç ve Şahenk’ten Zengin mi?” başlıklı
bir haberle eleştiren Vatan gazetesi, “Listeyi değerlendiren iş dünyası ‘Yeni kavram. Kağıt üstünde
zengin olmak. Eğer bir de derginiz varsa, kuşe kağıt üstünde zengin olma imkanınız da var. Darısı her
işadamının başına’ derken, liste inandırıcı bulunmadı” yorumunda bulunmuştur.
97

En nihayetinde günümüz medyası finans, enerji, ticaret, pazarlama vb.


pek çok sektörün onun üzerinden açılım sağlayabileceği stratejik bir bileşen
haline gelmiştir. Medya başlı başına kârlı bir sektör olmasa dahi bütünleşmiş
olduğu diğer sektörlerle birlikte büyük kâr vaat eden bir sektör haline
dönüşmüştür. Medya patronlarının söylemleri de kapitalist dünyanın
gerçeklerine oldukça yatkındır ve pek çok medya patronu, sektörü kârlı
gördükleri için bu alana yatırım yaptıklarını ifade etmiştir. Örneğin medya
patronu Aydın Doğan, 1981 yılında Erkekçe dergisine (1981) verdiği
röportajda, sektörün hem kârlı hem de itibar getiren bir yönü olduğunu şu
sözlerle ifade etmiştir. Doğan’ın özellikle “Gazete patronluğu buzdolabı
fabrikası patronluğuna göre çok daha yüksek statülü bir iş...” ifadeleri dikkat
çekmektedir:

“Milliyet’i her şeyden önce bir kâr müessesesi olduğu için


aldım. Bakın rakamlar vereyim de, özellikle aldığım zaman ne
kadar kârlı bir iş olduğunu anlayın. Ben Milliyet’i aldığımda yıllık
ücretlerin toplamı 120 milyon liraydı. İki ay sonra toplu sözleşme
yaptık. 350 milyon lira oldu. Ben aldığımda kağıt 9 liraydı. İki ay
sonra 54 lira oldu. Daha geçen Ekim’de, kıdem tazminatından
vergi alınacağı dedikoduları çıkınca bir çokları gazeteden bir an
önce istifa edip, paralarını kurtarma yolunu seçtiler. Onlara bir
kalemde 140 milyon ödedim. Yani evdeki hesabın çarşıya
uymaması için ne lazımsa oldu. Ama Milliyet, 1980 yılını gene de
kârla kapıyor. Demek ki iş iyi... Ha... Biraz da samimi olalım...
Gazete patronluğu buzdolabı fabrikası patronluğuna göre çok
daha yüksek statülü bir iş... Gazete patronu oldunuz mu bir başka
bakıyorlar insana hele bu gazete bir de Milliyet olursa.."

Aydın Doğan’ın karşısına dağıtım tekelini kıran medya patronu olarak


çıkan Turgay Ciner de 21 Aralık 2004 tarihinde düzenlediği basın
toplantısında sektörün kârlı olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “Medya işini
sevdik. Bu alanda kalıcıyız. Dominant olarak büyüyeceğiz. Kâr da ediyoruz.
Zaten kâr etmediğimiz yerde bulunmayız” (Dünya, 25.12.2004).

Madencilik sektörüne yönelik yatırımları için de benzer ifadeler


kullanan Ciner, aynı basın toplantısında “Bayrağın dalgalandığı her yere
gideriz. Ben kâr için gidiyorum, kahramanlık için gitmiyorum. Bir kapitalistin ilk
98

işi para kazanmaktır. Sosyal sorumluluk bunların türevidir” açıklamalarıyla


dikkat çekiyor (Referans, 25.12.2004).

Turgay Ciner, Cumhuriyet gazetesinde Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı 24


Eylül 2002 tarihli söyleşide “basın ve medyaya girmekteki amacınız neydi?”
sorusuna şu yanıtı veriyor:

“Esas temeli şu: Biz basın ve medyaya bir endüstri olarak


bakıyoruz. Bu sektörde rehabilite edebileceğimiz işletmeler
gördüğümüz için zamanında o şekilde girdik. Ama tabi ki işin içine
girdikten sonra biraz da tecrübe edindik. Türkiye’nin her tarafında
bütün sektörlerde olduğu gibi basın ve medya sektöründe de çarpık
yapılanma olduğunu gördük.”

Ciner, medyadaki hedefini ise şöyle açıklıyor (Sönmez, 2003: 210):

“Medyada hedefim şu: Bizim çalışanlarımızın içinde medya


kârlı bir sektör değil derken, ona katılmıyorum. Yani, medya çok
geniş alanlarda talep görmüştür. Dolayısıyla pazar payları, çoğuna
küçük dilimler halinde düşmüştür. Bugün televizyon sektöründe
ATV, bütün kanallar arasında birincidir. Halkın teveccühünü
kazanmıştır. Yanlış, manipülatif unsurların içine katılmamıştır. Zor
durumda olan bir grubun, yani Bilgin Grubu’nun lehine yayınlar
yapmamıştır. Bundan dolayı da gelirleri; kifayet edici gelirleri vardır.
Sabah gazetesi de Türkiye’nin denge gazetesidir. Yani, bir grubun
karşısında olacak ağırlıklı bir gazetedir. Öteki türlü tahterevallinin bir
tarafı yerde olacaktır devamlı. Karşı tarafında da küçük marjinal
unsurlar yer alacaktır. En azından ben bunu dengeliyorum.”

4.2.3. Dağıtımda Kızışan Rekabet: Ciner “Dağıtım Tekelini Kırdık”

Medya sektöründe pazarın kontrolü için en önemli bileşenlerden biri


dağıtımdır. Faaliyet alanlarını dağıtıma doğru genişleten büyük medya
Grupları dağıtım sektörüne de hakim olarak malın tüketiciye ulaşmasına
kadar olan süreci kontrol altına almaya çalışmaktadırlar.
99

Dağıtım şirketleri, medya grupları için önemli bir güç olmakta, bu yolla
hem küçük gazete ve dergileri kendilerine bağımlı kılmakta, hem de
sektördeki reklam pazarını denetleme olanağını elde etmektedirler.

Yakın tarihe göz atıldığında büyük bir pazar olan dağıtım sektörünün
medya grupları tarafından zaman zaman kartel anlaşmalarıyla hakimiyet
altına alınmaya çalışıldığı görülmektedir. Örneğin 1996 yılında Doğan ve
Bilgin Grupları dağıtım şirketleri BBD ve Yay-Sat’ı birleştirerek dağıtımda bir
anda piyasanın tamamına yakınını kontrolleri altına almışlardır. 1998 yılında
gazete dağıtımı piyasasında Yay-sat %65, BBD %35; dergi dağıtımı
piyasasında Yay-sat %67, BBD %33’lük bir payla piyasanın tamamına hakim
konumdadır.

Bu iki Grubun dağıtım sektöründeki ortaklığı uzun sürmemiş, Sabah


Grubu’nun sahiplik yapısının değişmesiyle Yay-sat ve BBD yollarını
ayırmışlardır. Sabah Grubu yayınları, Yay-sat’ın dağıtımından alınarak BBD
ile aynı gruba bağlı olan ve Turgay Ciner’in sahip olduğu BBD Merkez
Dağıtım Organizasyon Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye (BBD Merkez)
verilmiştir. BBD Merkez’in kurulmasıyla birlikte Sabah Grubu yayınları
dışında, dağıtımı BİRYAY’da bulunan Akşam Grubu yayınları ile Yay-sat’ın
dağıttığı Cumhuriyet gazetesi de bu yeni şirket tarafından dağıtılmaya
başlanmıştır.

Bu yol ayrımının ardından sektörde rekabet kızışmış tam da bu


noktada Turgay Ciner’in kontrolüne geçen BBD Merkez, dağıtımda yeni bir
dönem başladığı ve dağıtımda tekelin sona erdiği açıklamalarıyla yeni bir
tartışma başlatmıştır (Sabah, 23.12.2002). Turgay Ciner, Cumhuriyet
gazetesinde Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı 24 Eylül 2002 tarihli söyleşide de
dağıtım tekeline yönelik şu ifadeleri kullanmıştır:

“Evet, dağıtım tekelini kırdık. Zaten dağıtım tekeli yanlış bir


işti. Üstat Çetin Altan’ın dediği gibi ‘Kozmos’ta tek olan unsur kabul
edilemez.’ Bir Tanrı tektir. Geri kalanın hep çifti vardır. Doğal olanı
bir rekabet içinde olunmasıdır. Tek olduğu zaman rahatsızlık yaratır.
100

Hatta, üç, dört, beş vs. olması lazım. Kim başarılıysa, kim daha iyi
mal üretiyorsa bu rekabet ahlakı içinde bu işin yapılması gerekir. Bel
altından vurarak, kafasına odun indirerek, bir gecenin karanlığında
yere ip gerip adama çelme atarak iş görmeye gerek yok. Bizim
yaptığımız iş gayet basit, açık ve net. Sektörde bir boşluk gördük.
Herkes önce benim gazeteciliğe girdiğimi tahmin etti, ama ben bu
sektöre dağıtımdan girdim. Bu işin nefes borusunun açık olması
lazım. Çünkü önemli bir iş.”

Ciner, aynı söyleşide “Yeni dağıtım şirketi hayata geçtikten sonra hâlâ
gruplar arasında o eski, kıran kırana rekabet devam eder mi?” sorusuna
“kalitenin okuyucu talebine göre oluşacağını” ifade ederek, şu şekilde yanıt
vermektedir:

“Hayır, etmez. Ben bunu hiçbir şekilde yapmayacağım.


Hareket tarzım tamamıyla demin dediğim sistem çerçevesinde
olacaktır. Bu sistem ne kadar üretiyorsa o kadar kullanım yapacağız.
Yani, taşıma suyla değirmen döndürmeyeceğim. Daha fazla üretmek
için de daha fazla kaliteye yönelmeye çalışacağız. Kalite göreceli bir
kavramdır. Ama göstergesi de okuyucunun artan talebidir. Bu talep
arttıkça iyiye doğru gittiğimizi, azalıyorsa kötüye doğru gittiğimizi
göreceğiz. Ama iyiye doğru gittikçe sistem ne üretirse onu
paylaşacağız. Yani rekabetin gücü, taleple doğru orantılı olacaktır.”

Günümüz medya piyasasında dağıtım sektörü iki büyük şirket


tarafından paylaşılmaktadır. Bunlardan biri “dağıtımda doğal bir rekabet
ortamı içinde piyasada birden fazla aktörün faaliyet göstermesi gerektiğini ve
bu işin nefes borsunun açık olması gerektiğini” ifade eden Turgay Ciner’e ait
olan Merkez Dağıtım Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş.’dir. Merkez Dağıtım
Pazarlama 2007 yılının ilk beş aylık döneminde gazete dağıtımı piyasasında
%39, dergi dağıtımı piyasasında ise %36’lık bir pazar payına sahiptir
(Rekabet Kurumu, 2007). Ciner, piyasayı gazete dağıtımında %61, dergi
dağıtımında ise %64’lük bir paya sahip olan Doğan Grubu ile
paylaşmaktadır. Doğan Grubu, Doğan Dağıtım ve Pazarlama A.Ş. ve Yay-
Sat Yayın Satış Pazarlama ve Dağıtım A.Ş adlı iki şirketi ile gazete ve dergi
dağıtımı faaliyetinde pazarın hakimi konumundadır.
101

Görüldüğü gibi gazete ve dergi dağıtımı piyasası ülkemizde düopol


niteliğindedir ve dağıtım ağı kurmanın maliyetli olması ve bu ağı besleyecek
ölçeğe ulaşmanın zor olması nedeniyle, gazete ve dergi yayıncılığı alanında
belirli bir büyüklüğe ulaşamayan teşebbüslerin piyasanın dağıtım seviyesine
girmeleri beklenmemektedir (Rekabet Kurumu, 2007).

4.2.4. TMSF’nin Ciner Medya Grubu Şirketlerine El Koyma Süreci

2000’li yılların başında medya sektörüne girişi ile çok konuşulan


Turgay Ciner’in medya serüveni rakiplerine oranla çok da fazla sürmemiş;
2007 yılının Nisan ayında yaşanan gelişmelerle Sabah ve ATV’nin satışıyla
ilgili olarak kamuoyunda da geniş yankı uyandıran ilginç gelişmeler
yaşanmıştır. TMSF, Dinç Bilgin ve Turgay Ciner arasında gizli bir ortaklık
olduğunun anlaşılmasıyla yayınların yönetim ve denetimini devralmıştır.
Böylece TMSF, aralarında Sabah gazetesi ve ATV olmak üzere Turgay
Ciner’a ait Merkez Grubu çatısı altındaki 63 medya şirketine el koymuştur.

El koyma işleminin ardından TMSF tarafından 1 Nisan 2007 tarihinde


yapılan açıklamada şöyle denmiştir:

“Etibank hakim ortağı Dinç Bilgin ile Turgay Ciner arasında


imzalanmış olan gizli sözleşmelerin yeni ortaya çıkması sonucunda,
Bilgin ve Merkez Grubu’nun medya sektöründe faaliyet gösteren 63
adet şirketinin yönetim ve denetimleri 5411 sayılı Bankacılık
Kanunu’nun ilgili hükümleri uyarınca TMSF tarafından devralınmıştır.

Etibank’ın hakim ortağı Dinç Bilgin ile Merkez Grubu’nun


doğrudan veya dolaylı hakim ortağı Turgay Ciner arasında
imzalanan 1 Ekim 2002 tarihli lisans sözleşmeleri, Fon ile Medya
Grubu arasında imzalanan 17 Kasım 2003 tarihli ve Fon, Medya ve
Merkez Grubu firmaları arasında imzalanan 3 Mayıs 2005 tarihli
protokollerin imzası aşamasında mevcut olduğu halde protokol
taraflarınca Fon’un bilgisinden gizlenen 12 Haziran 2002 tarihli
protokol ve 8 Ağustos 2002 tarihli sözleşmeler, Fon tarafından
muvafakat verilen satış ve devir protokollerini geçersiz hale
getirmiştir.
102

Bu hukuki durum karşısında, Dinç Bilgin’in Merkez Grubu da


dahil olmak üzere yukarıda zikredilen protokollere konu mal, hak ve
varlıklardan oluşan tüm medya sektöründe Turgay Ciner ile ortak
olduğu, 1 Ekim 2002 tarihli ilk lisans sözleşmelerinden itibaren
başlayan bu sürecin tamamında ortak hareket ettikleri, hileye dayalı
ve muvazaalı işlemlerle Fon’u yanılttıkları belgelenmiştir.

Bu nedenle, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun ilgili


hükümleri gereğince Medya Grubu (Dinç Bilgin Grubu) ve Merkez
Grubu şirketlerinin temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve
denetimleri fon tarafından devralınmıştır.” (www.tmsf.org.tr).

Açıklamadan da anlaşılacağı üzere ortaya çıkan 12 Haziran 2002


tarihli protokol ve 8 Ağustos 2002 tarihli sözleşmeler, Turgay Ciner ve Dinç
Bilgin arasında bir inanç sözleşmesi yapıldığını ve aslında Dinç Bilgin’in
şirketlere yüzde 50 oranında ortak olmaya devam ettiğini ortaya çıkarmıştır.
Bu ortaklığın çerçevesinin çizildiği gizli inanç sözleşmesinin ortaya çıkması ile
birlikte TMSF, 1 Nisan 2007 tarihinde şirketlerin yönetim ve denetimine el
koymuştur.

El koyma operasyonu ile birlikte Turgay Ciner ile TMSF arasındaki


satın alma protokolü de yürürlükten kaldırılmıştır. TMSF bir süre sonra
şirketlerin tüm hisselerine de el koymuştur. Bu gelişmenin ardından kısa bir
süre sonra TMSF, Turgay Ciner’le anlaştığını açıklayarak satış sürecini
başlatmıştır. TMSF ve Ciner’in şirketi arasında, 29 Ağustos 2007 tarihi
itibariyle imzalanan protokolün ayrıntıları TMSF tarafından 4 Eylül 2007
tarihinde yapılan bir açıklama ile şöyle duyurulmuştur:

“Bahse konu protokol ile, Park Grubu tarafından Merkez


Grubu varlıklarının satış işlemlerinin Fon tarafından
gerçekleştirilmesi, satış bedelinin tahsili, dağıtımı ve Dinç Bilgin
Grubu’ndan olan Fon alacaklarına Fonun dilediği şekil ve tutarda
mahsubuna yönelik olarak Fon tarafından gerçekleştirilecek bütün
işlemleri tamamen ve kayıtsız şartsız kabul etmeleri, Fon ve/veya
Merkez Grubu ve/veya Medya Grubu aleyhine dava, şikayet, takip
ve itiraz yoluna müracaat etmemeleri, yapılan bütün işlemlerle ilgili
tüm itiraz, şikayet ve dava haklarından peşinen feragat etmeleri
öngörülmüş olup, aynı çerçevede Merkez Grubu’nun oluşumu ve
faaliyetleri aşamasında Dinç Bilgin Grubu’ndan intikal eden varlıklar
103

arasında yer almayan, Merkez Grubu’nun faaliyetleri sırasında


edinilen veya Park Grubu’ndan aktarılmış olan nakit değer, varlık ve
şirketlerin Park Grubu’na iadesi düzenlenmiştir.”

Bu kapsamda Kanal 1 ve GD Gazete Dergi Sanayii A.Ş’ye bağlı olarak


yayımlanan Marie Claire, FHM Merkez, Arena gibi dergilerin Ciner’e verilmesi
kararlaştırılmıştır.

TMSF tarafından aynı gün içinde yapılan bir açıklama ile aralarında
ATV ve Sabah’ın da bulunduğu yaklaşık 20 medya kuruluşunun satış
işleminin başlatıldığı bildirilmiştir. Yapılan açıklamada “Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonu, Medya/Merkez Grubu borçlularının mülkiyetinde bulunan
televizyon ve gazete varlıklarından oluşan ATV-Sabah Ticari ve İktisadi
Bütünlüğünü 1.100.000.000 ABD Doları bedelle satışa çıkarmıştır”
denilmiştir. Açıklamaya göre satışa konu Ticari ve İktisadi Bütünlük
kapsamında başlıca ATV Televizyonu, Radyo City, Sabah, Takvim,
Günaydın, Yeni Asır ve Pas Fotomaç gazeteleri ile Bebeğim ve Biz Merkez,
Sinema Merkez, Sofra Merkez, Home Art Merkez, Şamdan Plus, Yeni
Aktüel, Para, Global Enerji Merkez, Transport, Hukuki Perspektifler Dergileri
bulunmaktadır.

4.3. Turgay Ciner Kimdir?

Türk medya sektörünün önemli isimlerinden biri olan Turgay Ciner,


1956 yılında Hopa’da doğmuş, iş hayatına oto yedek parçacılığı ticareti ve
ardından İstanbul Talimhane’de açtığı bir yedek parça dükkanı ile
başlamıştır.

1984 yılında Almanya’dan Mercedes ithalatına başlayan Ciner, daha


sonra 1988 yılında Anadolu Endüstri Holding’in ortaklarından Osman Yazıcı
ile birlikte Yazeks’i kurmuştur. Anadolu Endüstri’nin Irak’taki taahhütlük
işlerini devralan Ciner, 1990’da Rusya’dan televizyon ekipmanları ithal edip
104

Türkiye’de monte ederek satmaya başlamıştır. 1991 yılında Körfez Krizi’nin


başlamasıyla, Irak pazarını bırakıp Orta Asya’ya yönelen Ciner, ağırlıklı
olarak Özbekistan ve Tacikistan ile iş yapmaya başlamış, Özbekistan’da
devlet için anahtar teslim entegre tekstil fabrikaları kurmuştur.

1993’te, Ceyhan’daki Ceytaş İplik Fabrikasını İş Bankası’ndan satın


alarak tekstil sektörüne giriş yapan Ciner, ardından 1994’te Mensucat
Santral’i alıp adını Taç Santral olarak değiştirmiş ve Penyelüks’ü de alarak
Gruba katmıştır.

1990’lı yılların başından itibaren tekstil sektöründen çekilmeye


başlayarak özelleştirme projeleri ile enerji ve madencilik alanında yatırımlara
başlayan Ciner Grubu, 1990 yılında Türkiye’de özel sektöre devredilen ilk
termik elektrik santrali olan Çayırhan Termik Santrali’nin işletme devrini 20
yıllığına devralarak tekstil sektöründeki yatırımlarını, enerji ve madencilik
sektörüne yönlendirmiştir.

Grup, bugün enerji ve madencilik sektöründe Park Termik, Park


Teknik, Park Maden, Park Enerji, Park Elektrik, Park Demir, Ceytaş
Madencilik, Eti Soda, Park Toptan Elektrik, Silopi Elektrik, Park Alüminyum
şirketleri ile faaliyet göstermektedir.

Turgay Ciner, Ciner Grubu’nun sahibi olarak bilinmesinin yanında


kamuoyunda özelleştirme ihalelerine olan yakın ilgisi ile de tanınmaktadır.
Özelleştirmeleri gerçekleştiren bürokratlarla Ciner’in yakın ilişkileri medyada
sık sık gündeme gelen konular arasında yer almıştır. Evrensel gazetesi 25
Ekim 2000 tarihli sayısında Turgay Ciner ve enerji sektöründeki isimlerin
bağlantısına şu şekilde yer vermiştir:

“...Özelleştirmeleri gerçekleştiren bürokratlarla Ciner’in yakın


ilişkileri dikkat çekici ve pek de rastlantı gibi durmuyor. Örneğin
HAVAŞ’ın satışını gerçekleştiren Özelleştirme İdaresi Başkanı
Tezcan Yaramancı, eski THY Yönetim Kurul üyesi Atilla Çelebi, eski
MİT Personel Müdürü Kemal Hacıbeyoğlu, eski Dış Ticaret
105

Müsteşarı Namık Kemal Kılıç, ÖİB’den önce özelleştirmeyi yürüten


Kamu Ortaklığı İdaresi’nin yöneticileri Ökkeş Özuygur ve Süleyman
Yaşar ve de eski Enerji Bakanlığı Müsteşarı Uğur Doğan, Ciner’in
sahibi olduğu Park Holding’de çalışmış kişiler...”

Turgay Ciner, bu bağlantılarının yanı sıra, enerji sektöründe girmiş


olduğu ihaleler ile adı sık sık rüşvet ve usulsüzlük iddiaları ile gündeme gelen
bir iş adamı olmuştur. Çayırhan Termik Santrali’nin devir işlemi, 2000 yılında
patlak veren ve enerji ihalelerindeki yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla
düzenlenen Beyaz Enerji Operasyonunda “rüşvet iddiaları” ile gündeme
gelmiştir. Çayırhan Santrali’nin devrinde rüşvet iddiaları basında geniş yer
almış Hürriyet gazetesinde yer alan 20 Ağustos 2003 tarihli bir haberde,
Ciner Şirketi’nin Çayırhan Termik Santrali ihalesinde Türkiye Elektrik Üretim
İletim Anonim Şirketi (TEAŞ) yönetimine rüşvet dağıttığı ve rüşvetin 130 bin
dolarlık bölümünün belgelendiği yazılmıştır. Habere göre Ciner’in sağ kolu
Erhan Aygün, ‘Beyaz Enerji’ davasında iki bürokrata 130 bin dolar rüşvet
vermekten mahkum olmuş, TBMM Yolsuzluk Komisyonu bu mahkumiyet
kararını aynen raporuna geçirmiştir. Aygün, yargılandığı ‘‘Beyaz Enerji’’
davasında, Çayırhan Termik Santrali’nin işletme hakkı ihalesinde TEAŞ
Genel Müdürü Muzaffer Selvi’ye 100 bin dolar, TEAŞ Genel Müdür
Yardımcısı Ünal Peker’e de 30 bin dolar rüşvet vermekten mahkum olmuştur.
Habere göre Aygün’ün ‘‘rüşvet’’ serüveni bununla da kalmamış, TBMM
Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu, işadamı Aygün ile ilgili Beypazarı’ndaki
trona madeni ihalesinde yaşanan bir rüşvet olayını daha ortaya çıkarmıştır.
Komisyon, Aygün hakkında savcılığa ‘‘rüşvet ve benzeri yöntemler
kullandığı’’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulunma kararı almıştır. Mahkeme
bu suçu nedeniyle Aygün’ü 1 trilyon 144 milyar 953 milyon lira ağır para
cezasına çarptırmıştır (Hürriyet, 20 Ağustos 2003).

Geniş yankı uyandıran rüşvet haberlerinin hemen ardından Çayırhan


Termik Santrali’nin devir işlemi bu kez de usulsüzlük iddiaları ile gündeme
gelmiştir. Yine Hürriyet gazetesinin 21 Ağustos 2003 tarihli haberine göre
TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu, Çayırhan Termik Santrali’nin
106

“işletme devir hakkının” Turgay Ciner’in şirketi Park Holding’e devrinde


usulsüzlük olduğunu belirlemiştir. Komisyon Raporuna göre TEAŞ Yönetim
Kurulu’nun, ana statüsü gereği en az dört kişiyle toplanıp, en az dört kişiyle
karar alması gerekirken Santralin devir işlemine ilişkin kararın üç kişiyle
alınmıştır. Alınan kararın altında imzaları bulunan Muzaffer Selvi, Birsel
Sönmez ve Ünal Peker “Beyaz Enerji Operasyonu” kapsamında yargılanan
isimler arasında yer almıştır (Evrensel, 19.06.2003).

Grup, 1990’larda, özelleştirmelerin yaygınlaşmasıyla birlikte 1995


yılında özelleştirmeden 36 milyon dolar karşılığında Havaalanları Yer
Hizmetleri A.Ş.’yi (HAVAŞ) alarak hizmet sektörüne girmiştir. Böylece
HAVAŞ’ın yeni sahibi Ciner Grubu bünyesinde faaliyet gösteren Yazeks A.Ş.
olmuştur.

HAVAŞ özelleştirilmesi sürecinde Turgay Ciner adı mafya bağlantıları


ile de sık sık gündeme gelmiş Turgay Ciner’in tüm işlerini öldürülen
kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal’ın parasıyla yaptığı, HAVAŞ ihalesini
onun adına kazandığı, Mehmet Ağar’ın kardeşi Yunus Ağar ile de ortak
çalıştığı öne sürülmüştür (Milliyet, 26.12.1996).

Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk


Raporunda da Ciner, kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal ve uyuşturucu
kaçakçılığı bağlantısıyla yer almıştır (TBMM Susurluk Komisyonu Raporu,
8.bölüm). Eroin işinde kilit bir isim olan, Mehmet Ağar’ın kardeşi Yunus
Ağar’ın Turgay Ciner’le yakın ilişki içinde olduğu ifade edilen Raporda,
“Topal’ın öldürülmesiyle ilgili olarak Park Holding, HAVAŞ ihalesi, Ciner’in
servetinin kaynakları, Topal’ın HAVAŞ ihalesine Park Holding arkasına
gizlenerek ve gizli ortak olarak katıldığı ve holdingin gizli ve kirli işlerinin
bulunduğu iddialarıyla da çeşitli yorumlar getirilmeye çalışılmaktadır”
denilmiştir (Evrensel, 25.10.2000).

HAVAŞ’ın özelleştirilmesi sürecinde ilginç bir gelişme daha yaşanmış,


1995 yılında ABD Büyükelçiliği Uyuşturucuyla Mücadele Birimi, Özelleştirme
107

Yüksek Kurulu’nu, HAVAŞ ihalesinde yüzde 60’lık pay için en yüksek teklifi
veren Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ın uyuşturucu bağlantısı olduğu
konusunda uyarmıştır. HAVAŞ özelleştirmesine en yüksek teklifi veren Ömer
Lütfi Topal’ın aynı günlerde İnterpol tarafından aranmasının basına
sızdırılması ve Topal’ın ihaleden çekilmek zorunda kalarak ihalenin Turgay
Ciner’e kalması da özelleştirme sürecinde ardında en çok soru işareti
bırakan olaylar arasında yer almıştır.

HAVAŞ satışının ardından Hava - İş Sendikası, Ankara 5. No’lu İdare


Mahkemesi’ne satışı iptal başvurusunda bulunmuş ve satışın iptali istemiyle
Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. 6 Nisan 1997 tarihinde iptal davası
kazanılmış ancak iptal kararının uygulatılması işlemlerinden bir sonuç
alınamamıştır. Dönemin Başbakanı ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı
Başkanı hakkında mahkeme kararını uygulamamaktan Ankara Cumhuriyet
Savcılığına suç duyurusunda bulunulmuş ancak savcılık takipsizlik kararı
vermiştir. Bu hukuki karara rağmen HAVAŞ’ın özelleştirilme sürecindeki
işlemlere devam edilmiş ve 1998 yılında İsviçreli Swissport, HAVAŞ
hisselerinin yüzde 40’ını satın alarak Ciner Grubu ile birlikte şirketin ortağı
konumuna gelmiştir. 2005 yılı Temmuz ayına kadar yüzde 60 Ciner Grubu,
yüzde 40 Swissport hisse payları ile HAVAŞ ortaklığı devam etmiş, 2005 yılı
Temmuz ayı itibari ile HAVAŞ’ın yüzde 60 hissesi, 105 milyon dolar
karşılığında Tepe-Akfen Ventures (TAV) tarafından satın alınmıştır.

Satın alma işleminin ardından yapılan açıklamada, Ciner Grubu’nun


kurumsal stratejileri çerçevesinde enerji, madencilik ve medya sektöründe
odaklanmayı hedeflediği kaydedilmiştir. Bu açıklama ile havacılık
sektöründen çekilmeyi planlayan Grup, ortaklık anlaşmasından kaynaklanan
şartlar nedeniyle Swissport’a ait yüzde 40’lık hisseyi almak zorunda kalmıştır.
HAVAŞ, halen TAV ve Ciner Grubu ortaklığında bulunmaktadır.

Ciner, 1997’de 30 yıllığına 4 milyon dolara Hopa Limanı’nı devralmış,


Liman-iş Sendikasının açtığı dava sonucunda bu satış için 17 Haziran
1997’de ‘‘yürütmeyi durdurma kararı’’ verilmiştir. Liman-İş Sendikası
108

tarafından limanların özelleştirilmesiyle ilgili hazırlanan raporda, işletme hakkı


devredilen, aralarında Hopa Limanı’nın da yer aldığı yedi limanla ilgili
sendikanın açtığı davalarda, Danıştay 10. Dairesi’nin verdiği iptal kararları
ortaya konulmuştur. Liman-İş Sendikası’nın raporunda, şirketlerin işletme
hakkı devir bedellerini 2000 yılından itibaren ödememeye başladıkları,
ödenmeyen borçlar nedeniyle teminatlara el konulduğu anlatılmıştır.
Özelleştirmeler sonucunda Hazine’ye ödenmesi gereken 165 milyon doların
da tahsil edilemediği belirtilen raporda şu görüşlere yer verilmiştir: "1998’den
bu yana bu limanlar özel alıcılarca işletilmiş, zaten doğal olarak kârlı olan bu
kuruluşların kârları da bu kişilere aktığı için kamu çifte zarara uğramıştır".
Özelleştirme öncesi kârlılıkları dikkate alındığında kamunun 560 milyon
dolarlık gelirden mahrum edildiği anlatılan raporda, toplam zararın da 725
milyon dolar olduğu savunulmuştur (Radikal, 8.8.2005).

Turgay Ciner, 1998 yılında, Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’nın


talimatıyla, ‘yurda 19 adet kaçak Mercedes marka otomobil soktuğu’
iddiasıyla gözaltına alınmış, yapılan bir başvuru üzerine Kadıköy Cumhuriyet
Savcılığı, Mali Şube’den, Park Holding bünyesinde faaliyet gösteren ve
kayıtlarda halen Turgay Ciner’in şirketi olarak gözüken Cinerler Otomotiv
A.Ş’nin yurtdışından kaçak olarak getirilen Mercedes marka otoları satıp
satmadığı konusunda araştırma yapmasını istemiştir. Mali polis tarafından
düzenlenen bir baskında, şirkette bulunan 19 adet lüks Mercedes otonun
belgelerini inceleyen polis, otomobillerin evraklarının eksik olduğunu ve yurda
yasal olmayan yollardan sokulduğunu belirlemiştir (Radikal, 19.11.1998).
‘Oto ithalatında eksik gümrük vergisi ödediği’ gerekçesiyle gözaltına alınan
Ciner, davaya konu şirketle hiçbir ilgisi olmadığını iddia etmiş, kısa bir süre
sonra dosya üzerinden karar verilerek serbest bırakılmıştır.

2004 yılında Türkiye’nin Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü ile


Park Holding’in ortak şirketi Eti Soda A.Ş tarafından, Ankara Beypazarı’nda
trona yataklarının işletilmesi amacıyla ilk doğal soda kürü pilot üretim tesisi
açılmış, Ciner Grubu böylece madencilik alanında önemli bir hamlede daha
109

bulunmuştur. Ciner Grubu, 2005 yılında ise Aytemiz Petrolle akaryakıt, LPG
ve doğalgazda yüzde 50-50 oranında ortaklık kurmuştur. 2006 yılında Akpet
adıyla süren ortaklık, Aydın Doğan ve Turgay Ciner’in medya sektöründeki
rekabetinin akaryakıt sektörüne taşınması olarak yorumlanmıştır (Aksiyon,
11.9.2006).

Görüldüğü gibi Turgay Ciner, iş dünyasında başarılı bir isim olarak


anılmasının yanı sıra kamuoyunda ve basında sık sık çeşitli iddialar ve
suçlamalar ile gündeme gelmiştir. Adı pek çok suça karışan bu ismin 2000’li
yılların başında medya sektörüne yönelmesi ardından pek çok soru işaretini
de beraberinde getirmiştir.
SONUÇ

Türkiye’de medyanın mülkiyet ve sahiplik yapısında 1980‘li yıllardan


itibaren belirgin bir biçimde bir değişim yaşanmış ve zamanla yalnızca
yayıncılık işini kapsayan geleneksel medya sahipliği yerini medya dışı
sektörlerde faaliyet gösteren sermaye gruplarının medya ile bütünleştiği bir
mülkiyet yapısına bırakmıştır.

Bu büyük sermaye gruplarının medya sektörüne yönelik yatırımları,


1980’lerin ekonomik ikliminde hayat bulabilmiştir. Kapitalizmin yeniden
yapılanma sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 1980’li yıllarda Türkiye,
iktisat politikası tercihlerinde radikal değişikliklere gitmiştir. “24 Ocak
kararları” olarak anılan yeni ekonomik istikrar programı ile ithal ikameci
sanayileşme stratejisinden ihracata yönelik sanayileşme stratejisine geçilmiş,
devletin ekonomi içindeki payının azaltılması ve dış ticaretin
serbestleştirilmesi hedeflenmiştir.

Türkiye’de 1980’lerle başlayan bu süreç, 1990’lı yıllarda yaşanan


gelişmelerle birlikte medyayı da tümüyle farklı bir alana taşımıştır. Gerek
ulusal gerekse uluslararası alanda özellikle özelleştirme uygulamaları ile önü
açılan sermayenin, medya alanına yönelik yatırımları artmıştır. 1980
sonrasında değişen bu medya ortamının en önemli unsuru, mülkiyette ve
alanda yatırım yapan sermayenin niteliğine ilişkindir. 1980’li yıllardan
1990’lara kadar uzanan süreçte medya kuruluşlarının, medya dışı alandan
aktarılan ve daha çok bankacılık ve müteahhitlik sektörlerinden kaynaklanan
sermaye ile bütünleştiği görülmektedir. Esas faaliyet alanları enerji, finans,
endüstri, inşaat, taşımacılık ve hizmet vb. sektörler olan yani medya
sektörünün dışında kalan çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını
bu alana yöneltmişlerdir. Medya sektörü, bu büyük sermaye grupları için bir
yandan kâr kapısı olarak görülürken bir yandan da medyanın sinerjisinden
yararlanılarak sermayeyi daha da büyütmek amaçlanmıştır.
111

Basın sektörünün mülkiyet yapısında meydana gelen bu değişiklik,


1990'lara gelindiğinde medyada tekelleşme olgusunu da gündeme
getirmiştir. İlk olarak Asil Nadir tarafından gerçekleştirilen satın almalarla
gündeme gelen tekelleşme tartışmaları, daha sonra uzun yıllardır yayın
hayatını sürdüren birçok gazetenin piyasadan çekilmesi veya el
değiştirmesiyle ciddi bir boyut kazanmıştır. Daha sonra 1980 yılında Milliyet
gazetesini satın alan Aydın Doğan'ın 1994 yılında da Hürriyet gazetesini
satın almasıyla devam eden bu yeni sürecin devamında, Türk medyası
bugün özellikle bazı sektörlerde iki büyük grubun etkin olduğu oligopolistik bir
yapıyla karşı karşıya kalmıştır.

Medyada tekelleşme/yoğunlaşma sorunu, bugün medya sektörünün


karşı karşıya olduğu en önemli sorunlardan biridir. Yoğunlaşma oranının
yüksek olduğu medya sektöründe bu durumun çoğulculuk ilkesini zedelediği,
rekabeti engellediği, medya çalışanlarının örgütlenmesine karşı sermayenin
elini güçlendirdiği ve medyayı yalnızca birkaç büyük sermaye grubunun
yönlendirdiğine yönelik eleştirileri de beraberinde getirmektedir. Gerçekten
de bu süreç içerisinde, sektörün şartlarına uyum gösteremeyen eski
oyuncuların bir bölümü sektör dışında kalmıştır. Bunların yerini alan yeni
sermaye gruplarının benimsediği kurallar da esasında dünya ölçeğinde
yeniden yapılanmakta olan ekonominin ve teknolojik olanakların medya
şirketlerine dayattığı büyüme kurallarından farklı değildir. Buna göre
medyanın olası bütün alanlarına dikey, yatay ve çapraz büyüme yoluyla
nüfuz etmek ve medyanın sinerjisinden yararlanmak başlıca kural veya
yöntem olarak belirginlik kazanmaktadır.

Türk basın sektöründe yoğunlaşmanın motor güçleri, 1980’lerden


itibaren sektör dışında da yatırımları olan büyük sermaye grupları olmuştur.
Medya endüstrisindeki tekelleşmeyi artıran nedenlerin en başında göreli
olarak kârlı olan bu sektöre yapılan yatırımlar için önemli ölçüde büyük
sermayeye gereksinim duyulması yer almaktadır. Ancak bu büyük
sermayenin özellikle 1980’lerden itibaren uygulanan yeni liberal politikalarla
112

yaşam bulduğu, bir devlet politikası olarak özelleştirme uygulamaları ile


önünün açıldığı ve zaman zaman siyasetçilerin politikalarıyla destek
gördüğü, teşvik edildiği de unutulmamalıdır.

Piyasada yoğunlaşma oranı, endüstrideki bir ya da birkaç firmanın


piyasanın yüzde kaçını kontrol altında tuttuklarını gösteren bir orandır.
Türkiye’de faaliyet gösteren dört büyük medya grubunun, ulusal kanallar
açısından ve gazete - dergi yayıncılığı alanlarındaki net satış adetlerine göre
pazar paylarına bakıldığında medyadaki yoğunlaşma oranının ne kadar
yüksek olduğu gözlemlenebilir. Bu bağlamda 2007 yılının ilk beş aylık
verilerine göre ulusal kanallar açısından Doğan Grubu’nun pazar payı %45,
Ciner Medya Grubu’nun pazar payı %2110, Çukurova Grubu’nun pazar payı
%15, Doğuş Grubu’nun pazar payı ise %9’dur. Bu oranlardan da görüleceği
üzere televizyon yayıncılığı piyasası, toplam piyasa payının %90’ına sahip
dört büyük medya grubu ve bunun yanı sıra kalan %10’luk kısmı paylaşan ve
sektör için küçük sayılabilecek teşebbüslerin faaliyetlerini sürdürdükleri bir
görünüm sergilemektedir. Merkez Grubu’nun sahibi olduğu ATV ve Kanal 1
kanalları, 2007 yılının ilk 5 aylık döneminde yüzde 21’lik bir payla pazarın en
güçlü ikinci hakimi konumundadır. Doğan Grubu’nun son üç yıldır yaklaşık
%40-%45 arasında seyreden pazar payı ise, söz konusu Grubun hakim
durum tespiti bakımından çok kritik bir konumda olduğunu ortaya
koymaktadır.

Doğan Grubu’nun gazete yayıncılığı alanında net satış adedine göre


pazar payı %35,77, Ciner Grubu’nun pazar payı %19,86, Çukurova
Grubu’nun bu alandaki pazar payı ise %7.69’dur. Gazete yayıncılığı
piyasasına genel olarak bakıldığında, net satış adedi açısından dört büyük
grubun (Doğan, Merkez, Zaman ve Çukurova) pazar payları toplamının %75’i
geçtiği ve reklam gelirleri açısından da %95’in üzerinde paya sahip olduğu;

10
Sonuç ve Değerlendirme kısmında, Ciner Medya Grubu’nun pazar paylarına yönelik kullanılan bu
veriler, TMSF tarafından Grubun bazı medya şirketlerine el koyulmadan önceki süreci içeren
verilerdir.
113

hatta Merkez ve Doğan Gruplarının piyasada oluşan reklam gelirlerinin


%85’ini elde ettikleri görülmektedir.

Doğan Grubu’nun dergi yayıncılığı alanında net satış adedine göre


pazar payı %33, Ciner Grubu’nun pazar payı %24,53 iken, Doğuş Grubu’nun
bu alandaki pazar payı ise %7.07’dir.

Görüldüğü gibi bu üç pazarda da Doğan Grubu pazarın hakimi


konumunda bulunmakta onu, rakibi Ciner Medya Grubu izlemektedir. Dört
büyük Grup arasında paylaşılan pazar payıyla medya sektörünün 2, 3 veya 4
oyuncunun hakimiyetinde şekillenen piyasa (oligopol) niteliğinde olduğu
görülmektedir.

Bir başka önemli sektör olan ve zaman zaman rekabetin kızıştığı


dağıtım piyasası ise düopol niteliği arz etmektedir. Nitekim 2007 yılının ilk
beş aylık verilerine göre Doğan Grubu’nun gazete dağıtımı piyasasındaki
pazar payı %61’ken Ciner Medya Grubu’nun bu alandaki pazar payı
%39’dur. Doğan Grubu’nun dergi dağıtımı piyasasındaki pazar payı %64,
Ciner Grubu’nun bu alandaki pazar payı ise %36’dır. Dağıtımın medya
sektöründe pazarın kontrolü için en önemli bileşenlerden biri olduğu göz
önüne alındığında bu iki Grubun dağıtım sektöründeki hakimiyetleri ile
piyasayı kontrol gücünü elinde bulundurdukları söylenebilir.

Burada dikkat çeken bir diğer nokta da büyük sermaye gruplarının


yatay, dikey ve çapraz bütünleşmeler ile piyasanın neredeyse tamamına
hakim konumda bulunmasıdır. Örneğin gerek Doğan gerekse Ciner Grubu
sektörün yalnızca bir dalında değil hemen hemen bütün dallarında büyük
pazar payına sahiptir.

Merkez Grubu, yayıncılık faaliyetinin yanı sıra basım ve dağıtım


faaliyetlerini de gerçekleştirmekte olup bu anlamda dikey bir bütünlük
içindedir. Grup ayrıca kendi ürünlerinin dışında başka yayıncılara ait
yayınların da basımını ve dağıtımını gerçekleştirmektedir. Bunların yanı sıra,
114

Merkez Grubu çeşitli radyo ve televizyon kanallarına da sahiptir ve bu


çerçevede çapraz bir bütünleşme içindedir. Özellikle, pazar payı açısından
en büyük dört grubun reklam yeri pazarlama şirketleri, film/müzik
prodüksiyon şirketleri, haber ajansı sahipliği, televizyon yayıncılığı ile
reklam/ilan yeri pazarlama şirketleri şeklindeki zincir içinde dikey biçimde
entegrasyona yöneldikleri görülmektedir.

Ciner Medya Grubu’nun sahibi Turgay Ciner, medya patronlarının


özelleştirme uygulamalarına yönelik ilgisi açısından da önemli bir örnek teşkil
etmektedir. Rakipleri gibi Ciner de medya sektöründeki özelleştirme
uygulamalarının yakın takipçisi olmuştur. Bu anlamda Ciner’in medya
sektöründeki ilk girişimi, Dinç Bilgin’e ait medya şirketlerine önce ortak
olması ardından da TMSF’ye devredilen bu medya şirketlerini satın alması
olmuştur. Medya sektörüne yönelik girişimlerini daha çok “kârlı gördüğü” için
gerçekleştirdiğini ifade eden Ciner, gerçekleştirdiği bir basın açıklamasında
kapitalist dünyanın önemli bir gerçeğini şu sözlerle ifade etmektedir: “Bir
kapitalistin ilk işi para kazanmaktır. Sosyal sorumluluk bunların türevidir.”

Özellikle enerji ve madencilik sektörüne yönelik girişimleri ve bu


alandaki özelleştirme ihalelerine yönelik ilgisi ile tanınan Turgay Ciner, adının
karıştığı pek çok suçlama, rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ile de eleştirilere
uğrayan bir isim olmuştur. Bu eleştiriler, Ciner’in medya sektöründe faaliyet
göstermeye başlaması ile daha fazla gündeme gelmiş, Türkiye’nin alışık
olduğu bir manzara olan “mafya-siyaset ve medya patronu” tartışmalarını
yeniden alevlendirmiştir.

Zaman zaman yaptığı açıklamalarla Grup olarak medya sektöründe


daha da büyüyecekleri ve Türkiye’nin en büyükleri arasında anılmayı
hedeflediklerini açıklayan Ciner’in medya serüveni, şimdilik TMSF tarafından
Grup medya şirketlerine el koyulmasıyla kesintiye uğramış gözükmektedir.
Ciner, gelişen süreç içerisinde bazı medya şirketlerinin mülkiyetine yeniden
sahip olsa da medya sektöründeki en güçlü varlıklarından biri olan ATV’yi ve
Sabah gazetesini kaybetmiştir.
115

“Türk Basınında Mülkiyet Ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme


Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada medya sektörünün
kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde şekillenen mülkiyet ve sahiplik yapısı,
eleştirel ekonomi politik bir yaklaşım ile ele alınmaya çalışılmıştır. Egemen
üretim ilişkilerinin ivme kazandığı Sanayi Devriminden 1980’li yıllara ve
ardından günümüze kadar uzanan süreçte kitle iletişim araçlarının bu üretim
ilişkileri çerçevesinde nasıl şekillendiği incelenmeye çalışılmıştır. Bunun yanı
sıra bu araçların içinde şekillendikleri kapitalist yapının yerleşiklik
kazanmasında ve onun yeniden üretilmesinde oynadığı rol, bu belirlenimin
tek taraflı olmadığını göstermektedir. Bir başka deyişle maddi üretim
araçlarını elinde bulunduran kapitalist sınıfın egemenliğine ve onun
çıkarlarına göre belirlenen medya, bir yandan da bu egemenliği güçlendiren
düşünsel ve ideolojik üretimin gerçekleştirildiği bir alan olarak karşımıza
çıkmaktadır.
KAYNAKÇA

ADAKLI, Gülseren
2001 “Yayıncılık Alanında Mülkiyet ve Kontrol”, D.B. KEJANLIOĞLU,
S. ÇELENK, G. ADAKLI (Der), Medya Politikaları. Ankara:
İmge Yayınevi. 145-204.

ALEMDAR, Korkmaz
1981 “Türkiye’de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri, iletişim
Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme”, Ankara İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi Yayınları: 165

ALEMDAR, Korkmaz
1999 “Osmanlı Basınına Genel Bakış”, Osmanlı Basın Yaşamı
Sempozyumu, Ankara: G.Ü İletişim Fakültesi Yayını.

ALEMDAR, Korkmaz ve İ. ERDOĞAN,


2002 Öteki Kuram, Ankara: Erk Yayınları.

ALEMDAR, Korkmaz ve R. KAYA


1993 Radyo-Televizyonda Yeni Düzen, Ankara: TOBB Yayınları.

ALEMDAR Korkmaz, İ. ERDOĞAN


1998 "İletişim". Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Bilim: Sosyal
Bilimler II. Ankara: TÜBA. 1-10.

BAŞARAN, Funda
1999 İletişim ve Emperyalizm: Türkiye'de Telekomünikasyonun
Ekonomi Politiği, Ankara: Ütopya Yayınları.

BEAUD, Michel
2003 Kapitalizmin Tarihi, çev. Fikret BAŞKAYA, Ankara: Dost
Yayınevi.

BİLGİ, Alaattin
1992 Kapital Özet ve Kılavuz, Ankara: Yurt Kitap-Yayın.

BORATAV, Korkut
2003 Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2002, Ankara: İmge Yayınevi.
117

BOYD-BARRET, Oliver
2006 “Ekonomi Politik Yaklaşım”, çev. Levent YAYLAGÜL, Kitle
İletişiminin Ekonomi Politiği, Ankara: Dalbaz Yayıncılık. 1-13.

CHOMSKY, Noam ve E, HERMAN


1999 Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir?: Kitle İletişim Araçlarının
Ekonomi Politiği, çev. B. AKYOLDAŞ, T. HAN ve başk.,
İstanbul: Minevra Yayınları.

DAĞTAŞ, Erdal ve L. YAYLAGÜL


2006 “Akademik Bir Disiplin Olarak İletişim: Tarihsel Materyalist Bir
İletişim Denemesi”, L. YAYLAGÜL (Der), Kitle iletişiminin
Ekonomi Politiği, Ankara: Dalbaz Yayıncılık. 327-348.

DURSUN, Çiler
2001 TV Haberlerinde İdeoloji, Ankara: İmge Kitapevi.

EKZEN, Nazif
1999 “Medya ve Ekonomi: Türk Basın Endüstrisinde Yoğunlaşma-
Toplulaşma-Tekelleşme Yapısı”, A. KAYA (Der), Medya Gücü
ve Demokratik Kurumlar, İstanbul: Afa ve TÜSES. 145-204.

ENGELS, Friedrich ve K, MARX


1998 Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev. M.
ERDOST, Ankara: Sol Yayınları.

ENGELS, Friedrich ve K, MARX


1999 Alman İdeolojisi, çev. S. BELLİ, Ankara: Sol Yayınları.

ERDOĞAN, İrfan
2000 Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim, Ankara:
Erk Yayınları

ERDOĞAN, İrfan
2002 İletişimi Anlamak, Ankara: Erk Yayınları

GEÇGİL, A. Bayram
2005 “Medya Piyasalarında Hukuki Düzenlemeler Ve Rekabet
Hukuku Uygulamaları”
(www.rekabet.gov.tr/word/4donemuzmantez/ gecgil.doc).
(Erişim Tarihi: 2.20.2007)
118

GERAY, Haluk
2005 “İktisat ve İletişim İlişkisi Üzerine” F. BAŞARAN ve H. GERAY
(Der). İletişim Ağlarının Ekonomisi, Ankara: Siyasal Kitapevi.
9-33.

GERAY, Haluk
2003 İletişim ve Teknoloji Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni “
Medya Politikaları, Ankara: Ütopya Yayınevi.

GÜNGÖR, Nazife
1999 “Osmanlı Basın Yaşamı Sempozyumu Üzerine Genel Bir
Değerlendirme”. Osmanlı Basın Yaşamı Sempozyumu,
Ankara: G.Ü İletişim Fakültesi Yayını.

IRMAK, Esin
1992 Dünden Bugüne Kapitalist Gelişme Ve Türkiye Ekonomisi,
İstanbul: Etki Yayınları.

IŞIK, Metin
2005 Kitle İletişim Teorilerine Giriş, Konya: Eğitim Kitapevi.

IŞIKLI, Alpaslan
1983 Bir Başka İktisat Yeni Muhafazakâr, Friedmancı, Monetarist
Görüş Üzerine İncelemeler ve Öneriler, İstanbul: Alan
Yayıncılık.

KAYA, Raşit
1984 “Demokratikleşme Açısından Araştırmacının Ölçütleri”, Basın
80-84, Ankara: ÇGD Yayınları.

KAYA, Raşit
1999 “Türkiye’de 1980 Sonrası Medyanın Gelişimi ve İdeoloji
Gereksinimi”, Türk-İş Yıllığı, cilt: 2. 633-660.

KAZGAN, Gülten
1995 Yeni Ekonomik Düzende Türkiye’nin Yeri, İstanbul: Altın
Kitaplar Yayınevi.

KEJANLIOĞLU, D. Beybin
2004 Türkiye’de Medyanın Dönüşümü, Ankara: İmge Kitapevi.

KEPENEK, Yakup
1990 100 Soruda Gelişimi, Sorunları ve Özelleştirmeleriyle
Türkiye’de Kamu İktisadi Teşekkülleri, İstanbul: Gerçek
Yayınevi.
119

KOLOĞLU, Orhan
2004 “Bab-ı Ali’den İkitelli’ye Geçerken Gazetecilik”, D. TILIÇ (Der),
Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD Yayınları. 26-37.

KÜÇÜKÖMER, İdris
2002 Düzenin Yabancılaşması, Ankara: Bağlam Yayınları.

MARX, Karl
1993 Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara: Sol Yayınları.

MCNELL, H. William
2001 Dünya Tarihi, çev: A. ŞENEL, Ankara: İmge Kitapevi.

MURDOCK, Graham, P. GOLDİNG


1991 “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”. S. İRVAN (Der), Medya
Kültür Siyaset, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınlar/Ark Kitapları.

NEBİLER, Halil
1995 Medyanın Ekonomi Politiği: Türk Basınında Tekelleşme ve
Basın Ahlakının Çöküşü, İstanbul: Sarmal Yayınları.

NİKİTİN, P
1995 Ekonomi Politik. Çev: H. KONUR, Ankara: Sol Yayınları.

ÖNDEROĞLU, Erol
2004 “Cumhuriyet’in İlanından Günümüze Basın Özgürlüğü”,
D. TILIÇ (Der), Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD
Yayınları. 64-90.

POLITZER, Georges
1990 Felsefenin Temel İlkeleri, Ankara: Sol Yayınları

SAVRAN, Sungur
1998 “Yeni Dünya Düzen(sizliği), Küreselleşme, Özelleştirme”, Yeni
Dünya Düzeni ve Özelleştirmeler, Ankara: Türk Tabipler
Birliği.7-20.

SÖNMEZ, Mustafa
2003 Filler ve Çimenler: Medya ve Finans Sektöründe Doğan/Anti
Doğan Savaşı, Ankara: İletişim Yayınları.

SÖNMEZ, Mustafa
2004 “Türkiye Medyasında Yeni Sahiplik Yapısı: Cepheler ve
Profiller”, D. TILIÇ (Der), Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD
Yayınları. 90-107.
120

SÖYLEMEZ, Alev
1998 Medya Ekonomisi ve Türkiye Örneği, Ankara: Haberal Eğitim
Vakfı.

ŞAYLAN, Gencay,
1994 Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara: İmge
Yayınevi.

TALAS, Cahit
1999 Ekonomik Sistemler, Ankara: İmge Yayınevi.

TILIÇ, Doğan
2004 Türkiye’de Gazetecilik, Ankara: ÇGD Yayınları

TUNCEL, Hakan
1994 “Bab-ı Ali’den İkitelli’ye”, Birikim, Sayı: 64. 33-38.

TOKGÖZ, Oya
1992 Temel Gazetecilik, Ankara: İmge Yayınevi.

ULUÇ, Güliz
2003 Küreselleşen Medya: İktidar Ve Mücadele Alanı: Olanaklar-
Sorunlar-Tartışmalar, İstanbul: Anahtar Kitaplar

YÖRÜKOĞLU, Alper
1993 “Burjuva Ekonomi Politiği Ve Bunalım”, Özgürlük Dünyası
Aylık Sosyalist Teori ve Politika Dergisi, sayı: 67.
121

GAZETE VE DERGİLER

“Medyayı çok sevdik” Akşam 25 Aralık 2004

“Aydın Bey icazet makamı mı?” Cumhuriyet 22 Eylül 2002


“Neden 1 numara olmayım?” Cumhuriyet 25 Aralık 2004
“Ciner’den 5 yılda 1.2 milyon Dünya 25 Aralık 2004
dolarlık yatırım”
“Sabah en iyi ortağı buldu” Evrensel 25 Ekim 2000
“Ciner’in borcunu devlet mi ödedi?” Evrensel 19 Haziran 2003
“Rüşvetçi Ciner” Hürriyet 20 Ağustos 2003
“Çayırhan’ı Ciner’e usulsüz vermişler” Hürriyet 21 Ağustos 2003
“HAVAŞ’ın sahibine ağır suçlama” Milliyet 26 Aralık 1996
“Ciner bir rüyanın peşinde” Referans 25 Aralık 2004
“Ciner’e sürpriz gözaltı” Radikal 19 Kasım 1998
“Cumhuriyet’e ortak” Radikal 3 Eylül 2002
“Yargı limanlara uğramadı” Radikal 8 Ağustos 2005
“Ceketimi alıp çıkıyorum” Sabah 30 Kasım 2000
“Eve dönüş” Sabah 8 Ocak 2001
“Sabah’ın zirve koşusu sürüyor” Sabah 23 Aralık 2002
“Ciner şirketleri kârlılığını artırdı” Sabah 16 Ağustos 2006
“En zengin 100 Türk” Sabah 27 Aralık 2006
“Merkez Dağıtım 5’inci yılını kutluyor” Sabah 4 Eylül 2007
“Ciner, Koç'tan Şahenk'ten zengin mi?” Vatan 28 Aralık 2006
“Ciner’in 5 sürprizi var” Turkish Time Ocak 2006, s:45
“Doğan-Ciner kavgası büyüdü” Aksiyon Eylül s:614
“Milliyetin arkasındaki yeni adam” Erkekçe, Ocak 1981, s.23
(http://kuvayimedya.tripod.com/sayi252.htm)
122

İNTERNET ADRESLERİ

Ciner Grubu, www.cinergroup.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007)

Çukurova Holding, www.cukurovaholding.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007)

Devlet Planlama Teşkilatı, Beşinci ve Altıncı Kalkınma Planı,


ekutup.dpt.gov.tr, (Erişim Tarihi: 5.10.2007)

Doğan Holding, www.doganholding.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007)

Doğuş Grubu, www.dogusgrubu.com.tr, (Erişim Tarihi, 19.8.2007)

Dünya Gazetesi, www.dunyagazetesi.com.tr, (Erişim Tarihi, 24.9.2007)

Evrensel Gazetesi, www.evrensel.net, (Erişim Tarihi, 15.5.2007)

Hürriyet Gazetesi, www.hurriyet.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.8.2007)

İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, www.ımkb.gov.tr, (Erişim Tarihi:


21.7.2007)

İstanbul Sanayi Odası, www.iso.org.tr, (22.4.2007)

Medyatava Medya Haberleri Sitesi, www.medyatava.com.tr, (15.7.2007)

Milliyet gazetesi, www.milliyet.com.tr, (24.9.2007)

Radikal Gazetesi, www.radikal.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007)

Rekabet Kurumu, “TMSF Tarafından Merkez Grubu Medya Şirketlerinin


Satışı Hakkında 1998/4 Sayılı Rekabet Kurulu Tebliği Çerçevesinde
Hazırlanan Rekabet Kurumu 2. Daire Görüş: 2007.
www.rekabet.gov.tr/word/dergi12/bbd.doc, (Erişim Tarihi: 5.8.2007)

Rekabet Kurumu, Rekabet Dergisi,


www.rekabet.gov.tr/word/dergi12/bbd.doc, (Erişim Tarihi: 5.10.2007)

Sabah Gazetesi, www.sabah.com.tr, (Erişim Tarihi: 24.9.2007)

Sermaye Piyasası Kurulu, www.spk.gov.tr, (Erişim Tarihi, 15.7.2007)

Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, www.tmsf.org.tr, (Erişim Tarihi: 15.7.2007)

TBMM Susurluk Komisyonu Raporu,


www.bilgibeykoz.net/default.aspx?pid=19546&nid=6508, (Erişim Tarihi:
5.10.2007)
ÖZET

Aras Özlem, Türk Basınında Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı Bağlamında


Özelleştirme Uygulamaları: Cİner Medya Grubu.

Bu çalışmanın konusu, Türk basın sektöründe mülkiyet ve sahiplik


yapısında yaşanan değişim süreci ve bu süreç içerisinde bir örnek olarak
Ciner Medya Grubu’nun sahibi olduğu medya kuruluşlarıdır.

1980’lerle birlikte gerek dünya çapında gerekse Türkiye’de girilen


yeniden yapılandırma sürecinin, Türk medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik
yapısı üzerindeki etkilerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmada, eleştirel
ekonomi politik bir yaklaşım sergilenmiştir.

Türk medya sektörünün önemli temsilcilerinden biri olan Ciner Medya


Grubu’nun, medya faaliyetlerinin ve sektördeki konumunun ekonomik olarak
analiz edildiği çalışmada, Ciner Medya Grubu’ndan yola çıkılarak, Türk
medya sektörünün ekonomik yapısına yönelik bir değerlendirme yapılmıştır.
Bu bağlamda çalışma verilerinin özellikle Ciner Medya Grubu’na yönelik
analizlerin yapılacak diğer bilimsel çalışmalara ışık tutması umut
edilmektedir.

Bu değerlendirme yapılırken yalnızca Türkiye’deki gelişmelerle sınırlı


kalınmamış; bütünsel ve tarihsel bir çalışma ortaya koymak amacıyla,
öncelikle dünya çapında yaşanan tarihsel, ekonomik ve siyasi süreçler
çerçevesinde ele alınmıştır.

Anahtar Sözcükler:
1. İletişim
2. Kapitalizm
3. Medya
4. Mülkiyet
5. Özelleştirme
ABSTRACT

Aras Özlem, The Privatization Implementations in Turkish Press in the


context of Ownership and Possession Structure: Ciner Media Group.

The subject of this study is the period of change in the structure of the
ownership and possession in Turkish press sector and as an example, the
media establishments owned by Ciner Media Group.

In this study that is aiming to display the effect of re-organisation


period, that has been gone into worldwide as well as Turkey wide by 1980’s,
on the structure of the ownership and possession of Turkish media sector; a
critical economy politic approach has been followed.

In the study in which media activities and sectoral position of Ciner


Media Group, which is one of the important representatives of Turkish media
sector, has been economically analyzed; starting from Ciner Media Group,
an evaluation of the economic structure of Turkish media sector has been
done. In this context, it is hoped that the data of the study enlightens other
scientific studies in which especially analysis of Ciner Media Group will be
done.

While this evaluation has been done, the study was not only limited to
the developments in Turkey; by the purpose of displaying an holistic and
historical study, first of all, it was handled within the frame of historical,
economic and political periods that have been lived worldwide.

Key Words:
1. Communication
2. Capitalism
3. Media
4. Ownership
5. Privatization

You might also like