You are on page 1of 53

1

Bilim Toplumunda Eğitim


Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 14.09.2009

Dünyanın epeyi bir ülkesi belli ki bilgi çağını yakalamış ve bu


kazanımlarını da çıkarları için sonuna kadar kullanıyorlar. Kuşkumuz
olmasın, önümüzdeki yıllar da bu üstünlüklerini en etkili şekilde
kullanacaklardır. Bilgi insanlığın emrine verilmesi gerekirken ekonominin
emrine girmiştir. Bu nedenle bir adım önde koşan, arkadakilerle
arasındaki mesafe ne olursa olsun, olanakları birinci elden toplayacaktır.
Bunun en güzel örneğini “Gen Savaşları” adlı kitapta okuyabilirsiniz.
İnsanın genlerini bile tapularına geçirmek için şirketlerin kavga verdiği,
yiyeceğimiz her tarımsal ürünün tohumunu kendi malı gibi tescil ettiren,
başkasına üretim hakkı tanımayan monopollerin egemen olduğu bir
dünyada yaşıyoruz.

Önümüzdeki yıllarda, zamanını dogmanın bataklığında geçiren


topluluklar bilginin üstünlüğünden doğan çaresizliği en acı şekilde
yaşayacaklardır. Esasında bilim toplumu olamayanlar son birkaç on yıldır
bunu acı şekilde yaşıyorlar; ancak yöneticilerinin bu egemen güçlerle
geçici bir süre de olsa işbirlikçi davranışlar içinde bulunmasını ya da kol
kola gezmesini, onlardan talimat almasını, bu fırtınayı atlattık anlamına
alıyorlar. Hâlbuki lokomotifi bilgi, ilkesi her ne olursa olsun üretmek ve
üretmek, tüketmek ve tüketmek olan kapitalist düzenin özellikle vahşi
kapitalist sistemin fırtınasının, kaynakları hızla tükenmekte olan bir
dünyada, gittikçe şiddetleneceğini, baktığını görebilen herkes biliyor.
2

Dünya bu çıkmaza sürüklenemeyebilir miydi? Eğer bilgi toplumu


değil de bilim toplumu olsaydı, bilgiyi yakalayamayanlar da er ya da geç
düştükleri anafordan, bilgiyi yakalayanların yardımı ile kurtulabilir ve
uygar bir dünyanın uygar bir üyesi olabilirdi. Ancak, bu, kaynaklardan eşit
pay alma anlamına da gelecekti. Vahşi kapitalizmin tahammül
edemeyeceği en önemli şey, kaynak bölüşümüdür. Bu nedenle, bu
dünyada bilim çağını yakalamada gecikenlerin bundan böyle yakalamak
için yapacakları hamleler, her şeyin patronu olmak isteyenlerin usta
girişimleriyle önleneceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Gelişmiş ülkeler
diye nitelendirdiğimiz ülkeler, bunun en etkili yolunun da, ekonomik
modeli ne olursa olsun, dünya görüşü bakımından dogmayı rehber
yapmış yöneticilerin aracılığıyla bir ülkede tutucu bir toplum yaratmaktan
geçtiğini öğrendiler. Dünyanın birçok gelişmekte olan ülkesinde, gelişmiş
ülke (bilgi toplumu) destekli gericilik akımlarının gittikçe yükselmesi bu
nedene dayanır.

Eğer dünyanın geneline bilgi toplumu değil de bilim toplumu egemen


olsaydı ne olurdu? Bugünkü bilgi toplumu olan gelişmiş ülkelerin kapital
birikimi daha yavaş olacağı için, ekonomik gelişmeleri bu kadar hızlı
olmayacak, bilimsel araştırmalara bu denli kaynak aktarılamayacağı için
de keşif ve buluşlar bu kadar kapsamlı ve hızlı olmayacaktı. Ancak, bilim
toplumu, sadece üretim ve tüketim modelini ön plana almadığı ve insani
duyguların gelişmesinin de önemli olduğunun bilincinde olacağı için ve
dünyadaki insanların tümünü bu dünyanın mirasçısı ve ortağı olarak
göreceği için, her gelişmeden ve olanaktan insanların tümünün pay
almasına izin verecekti. Eğer bu dünyayı, doymak bilmeyen hırsımız
sonucunda yok etmez isek, belli ki bilim toplumu olmak için almamız
gereken daha uzun bir yol var…

Bilim toplumu olmaya ne zaman başlandı?


3

Tarihin ulaşabildiğimiz en eski topluluklarında bile, düşünen, kurulu


düzene karşı çıkan ve bu davranışları ile gelecek kuşaklara yön
gösteren, özellikle dogmadan kurtulmuş, doğanın ilkelerini öğrenmeye
hevesli, en önemlisi meraklı birçok düşünürün, bilim adamı nitelikli
insanın yaşadığını biliyoruz. Ancak bunların çoğunun bireysel
fenomenler (görüngü) ya da bir bireyin çevresinde toplanmış birkaç kişilik
gruplar olduğunu biliyoruz. İnsan soyu Orta Çağın bitimine kadar özellikle
dogmanın kıskacında –acılarla- çabaladı durdu. Ancak Orta Çağın
bitiminde, özellikle Martin Luther’in Vatikan’a baş kaldırması ve dogmayı
reddetmesi ile birçok ülkede bilgi toplumuna gidecek yolun üzerindeki
engeller kalktı. Bu gelişme daha öncekilerden farklı bir atılımdı; çünkü
özgür düşünme ve dogmadan arınarak düşünme bireylerle sınırlı
kalmamış, toplumsal bir hedef haline gelmişti. Eğitim kurumları bu yeni
felsefe üzerine bina edilmeye başlanmıştı. Özgür düşünme, dogmanın
dışında düşünme, ileri sürülen herhangi bir şeyi sınayarak, tekrarlayarak,
ölçerek, biçerek ve tartarak öğrenme, düşünme dünyamızın değişmez
tarzı oldu. İpler bu noktada koptu; bir grup toplum başını alıp ileriye
atılımlar yapıp birilerinin efendisi olurken, birileri de dogmanın
bataklığında –hatta bugüne kadar- çabalayıp durdu ve gelişmişlerin
uşaklığına soyundu.

Bütün bunların temeli öğrenmeye, öğrendiklerini zamandaşlarına ve


en önemlisi gelecek kuşaklara aktarmaya dayanır. Öğrenmenin biyolojik
bir temeli olduğu açıktır; çünkü canlıların büyük bir kısmı şu ya da bu
şekilde öğrenme yetisine sahiptir. Ancak biyolojik yapısı farklı olan
hayvansal canlıların tümü aynı şeyi aynı şekilde öğrenemiyor. Niye?
Kalıtsal farkları olduğu için. Bu canlılardan bir tanesi –yani insan- hem
öğreniyor he yorum yapıyor. Ancak her canlı gibi aynı türe ait bireylerin
kalıtsal yapısı farklı olduğu için birey düzleminde bile hem öğrenme hem
4

de yorumla farklı olabiliyor. Ancak insan soyunda öğrenmeyi ve


yorumlamayı eğitim süreci dediğimiz belirli bir dönemde aldıkları –
yetiştirme tarzı- büyük ölçüde etkiliyor. Ancak biz ilk olarak öğrenmenin
biyolojik geçmişine bir göz atalım.

Biyolojik olarak ne oldu da öğrenebilme yetisini kazandık?

Bunun bilimsel açıklaması biyoloji biliminin derinliklerinde saklıdır.


Bunları öğrenmek için birlikte geçmişe doğru 3.5 milyar yıllık bir geziye
çıkalım ve zaman dar olduğu için yolun başından bu yana sıçraya
sıçraya gelelim.

3.9 milyar yıl önce, kendi kendine çoğalabilen, başlangıçta herhangi


bir özelliği kodlama gibi bir niteliği de olmayan ilk olarak RNA, daha
sonra da DNA, onu izleyen 1-2 milyar yıl içinde çember gibi bir
kromozomu olan ilkin hücreler (ilkin prokaryotlar), daha sonraki iki milyar
yıl içinde de organelleri (hücre içi organize yapıları) olan ökaryotik hücreli
canlılar evrimleşti. Bu canlıların hiçbirinde sinir benzeri bir yapı
oluşmadığı için, anladığımız anlamda öğrenerek koşullanma görülmez.
Bu nedenle, bakteriler ve bir hücreli canlılar (örneğin amip, öglena gibi)
öğrenemez, koşullanamaz. Bilgileri, daha doğrusu türe özgü davranışları,
kalıtsal yapılarının (türe özgü) ilkin sınırları ile saptanmıştır. Çünkü
üzerinde özel moleküler bağlantılar ile anıları biriktirecek ve gerçek –
günlük deneyimlere dayalı- öğrenme yeteneği gösterecek sinirimsi
yapılar henüz evrimleşmemiştir. Bir hücreliler öğrenemez.
5
6

Amip-öğrenemez

Bir hücrelilerin çok hücrelilere geçişi sayılan volvoksta da sinir


örgüsü gelişmemiştir. Bu nedenle volvoks da öğrenemez.

Volvoks-öğrenemez

İlk sinir örgüsünün ortaya çıktığı canlılar, çok hücrelilerin ilk


basamaklarındaki süngerler ve poliplerdir. Ancak bunlarda sinir hücreleri
uyarıları her yöne iletir (yani apolardır – kutupsuzdur; bu nedenle de bir
7

uyarı olduğunda uyarının geldiği yön dikkate alınmaksızın vücudun tümü


tepki gösterir) ve en önemlisi bunlarda sinir örgüsünü oluşturan
hücrelerin sentrozomları henüz yitirilmemiştir, yani diğer vücut hücreleri
gibi uygun ortamlarda ve uyarılarda hücre bölünmesi yapabilir. Bu
nedenle süngerler ve polipler de öğrenemez. Çünkü sinir hücreleri
yaşam boyunca bölünebilir.

Sünger de hidra da öğrenemez. Çünkü sinir hücreleri bölünür.

Evrimsel merdivenin bir üst basamağında, büyük bir olasılıkla,


volvoksun üsten basılması ile ilk aşamada oluşan Plakozoa alemi
canlıları üzerinden yassı solucanlar gelişmiştir. Yassı solucanların en iyi
bilineni, orta eğitimde de sık sık anlatılan, birçok deneyin üzerinde
yapıldığı planaryadır. Bu canlı grubu, merkezi sinir sistemine sahip, yani
öğrenme, duruma göre anıları ve deneyimleri biriktirme özelliği gösteren
ilk canlıdır.
8

Önü, arkası, yanları olmayan sadece üstü ve altı olan, dört farklı hücre tipiyle
temsil edilen birkaç bin hücreden oluşmuş, çok hücrelilere geçişin bilinen en ilkel
atası. Placozoa alemi (bazılarına göre, takım, bazılarına göre sadece familya). Tek
bir türü biliniyor: Trichoplax adhaerens

Sinir sisteminin ortaya çıkışı: Günlük yaşanan deneyimlerin ve


koşullanmaların biriktiği yer merkezi sinir sistemidir. Bellek olarak bilgi
birikimi, kalıtsal materyal üzerinde değil (buna türe özgü kalıtsal bellek
denir), özellikle sinir hücre zarı başta olmak üzere, sitoplazma ile ilgili
birimler üzerinde, makro moleküller halinde bağlanma (belleği oluşturan
makro moleküllerin büyük ölçüde peptitler olduğu birçok çalışma ile
kanıtlanmıştır) (Morenge M., 2006) ya da elektriksel formatlanma
şeklinde olduğuna göre, merkezi sinir hücreleri mitozla bölünme
yeteneğini sürdürseydi, somatoplazma (hücre plazması) da ikiye
bölüneceği için, kazanılan bilgilerin de ikiye parçalanması anlamına
gelecekti ve böylece bilginin bir bütün olarak yaşam boyu bir arada
tutulması (depolanması) olanaksız hale gelecekti. Bunu önlemek için
9

sinir hücrelerinin bölünmesi belirli bir evrede durdurulmalıydı. Bu


durdurma başarısını gösterenler, bireysel bellek gibi muhteşem bir özellik
kazanıyorlardı; ancak bedelini ölümle ödeyerek. Evrimsel olarak daha
önceki canlıların belleği yoktu; ancak sinir sistemleri de yoktu; sinir
örgüsü olanların da sinir hücrelerinde hala sentrozom mevcut olduğu için
mitozla hücre bölünme özelliklerini sürdürebiliyorlardı. Bu nedenle bir
süngeri ya da polipi parça parça etseniz bile her parçasından yeni bir
birey oluşabiliyordu. Rejenerasyon (yenilenme gücü) neredeyse
sonsuzdur.

Ne zaman ki bir canlıda sinir hücresi embriyonik evrenin belirli bir


aşamasında sentrozomunu hücrenin dışına attı ise, bölünme yeteneğini
de o andan itibaren yitirmiş oldu. Bu, ona öğrendiklerini aynı hücrede
tutma yani bellek özelliği kazandırmıştı; ancak hücre bölünmesi suretiyle
yenilenme ya da onarım özelliğini de yitirdiği için, ömür uzunluğu sinir
hücrelerinin ömrüyle sınırlı kalmıştı ve kaçınılmaz ölüm olgusu da canlılar
dünyasına girmişti. Öğrenmemizin ödenmesi gereken bedeli ölüm
olmuştu. Bu aşamadan önceki canlılarda (telomerleri olanlar hariç)
programlanmış bir ölüm görülmez.

Evrimsel olarak planaryadakinden önceki canlılar genellikle ışınsal


ya da radyal simetrik yapı gösterir (yani bir silindir ya da top gibi). Bunlar
ya sabit yaşayan ya da denizlerde serbest dolaşan canlılardır. Ancak, bir
yere yapışarak ve hücresel sürünme yaparak yaşayan Placozoa’dan (iki
katlı hücreden oluşmuş, şekli şemaili olmayan, iki katlı bir pestil gibi bir
canlı grubu), karşılaştığı molekülleri ya da nesneleri daha iyi
algılayabilmek için, almaçlarını ön tarafına toplayan (buna sefalizasyon
ya da baş oluşumu diyoruz) ve buna bağlı olarak, bir ön bir de arka kısmı
oluşan, buna bağlı olarak da bileteral simetriyi (yani iki yanı olan
canlıları) geliştiren canlılar çevreyi algılama bakımından çok daha
10

başarılı duruma geçti. Bunu ilk başaran da planaryanın ataları oldu.


Dolayısıyla merkezi sinir sistemi (beyni) olan canlıların hepsi bilateral
simetri (iki yanı olan) gösterir, bir baş bir kuyruk kısmı bulunur; duyu
organlarının çoğu, nesnelerle ilk karşılaşan kısma yani baş kısmına
toplanır. Böylece merkezi sinir sisteminin gelişmesine zemin hazırlanır.

Merkezi sinir sistemi (özellikle beyin) nasıl bir gelişim süreci ile
ortaya çıktı? Tat ve koku verici moleküllerle en çok karşı karşıya gelen
ön kısım ve özellikle yutak bölgesinin üst kısmında bulunan ektodermik
kökenli almaçlar, gittikçe sayılarını artırarak ve bir araya toplanarak, bir
anlamda yoğunlaşarak, her biri birkaç sinir hücresinden oluşmuş, birkaç
gangliyona dönüşmüştür. Bu gangliyonlar arasında eşgüdümü sağlayan
sinir uzantıları da evrimleşince, ilk beyin oluşumu ortaya çıkmış oldu.
Bugünkü gelişmiş beyinlerdeki kokuyu, tadı, görmeyi, sesi, vs algılayan
merkezler bir zamanların ilkin gangliyonları olarak işlev görüyorlardı.
Planaryanın birkaç gangliyondan, birkaç on nörondan oluşan beyni, kural
olarak 100 milyar nöron bulunduran insan beyni ile benzer şekilde çalışır.

Ancak, bu hayvanlarda sinir hücrelerinin bölünme yeteneği vücudun


her tarafında yitirilmedi; yutak gangliyonu dışındaki vücut hücreleri
sentrozomlarını korumaya devam ettiler ve bu nedenle rejenerasyon
yeteneklerini sürdürdüler. Alınan duyuların bellek şeklinde
saklanabilmesi için bu hayvanlarda sadece yutak üstündeki gangliyonun
nöronları, gelişmelerinin belirli bir evresinde, sentrozomlarını hücre
dışına atarak, bölünme yeteneklerini yitirdi.
11
12

Bu hayvanlar önce koşullandırılır, daha sonra yüzlerce parçaya


ayrılırsa, başta iki gözün arasında, yutağın üzerinde yer alan ve sadece
merkezi nöron hücrelerini taşıyan, yani sentrozomunu dışarıya atmış,
bölünme yeteneğini yitirmiş sinir hücrelerini taşıyan parça hariç, vücudun
diğer parçalarının hepsi, ki bunlar sentrozomlarını korurlar, yani bölünme
yeteneklerini, yenilenme güçlerini sürdürürler, dışarıdan hiç besin
almadan kendini yenileyerek yeni bir bireye gelişebilirler. Buna karşın, bu
merkezi gangliyonların haricindeki kısımlar, bölünme yeteneklerini
sürdürdüklerinden dolayı belleklerini (koşullandırılmalarını) zamanla
yitirmelerine karşın, merkezi gangliyonu içine alan kısım, belleği
(koşullandırmayı) ömrü boyunca koruyabilir ((McConnell et al 1959). Yani
öğrenmenin (koşullandırmanın) bedeli, ömür uzunluğu sınırlı olan
hücrelerin oluşumuyla sağlanabildi. Kaçınılmaz ölüm, acımasız bir
şekilde bu hayvanlarla canlılar dünyasına girdi. Bireyin ömür uzunluğu
sinir hücresinin ömrü ile sınırlandı.

İnsanda Sinir Sistemi Gelişimi (Embriyolojisi)

Bu nedenle, embriyolojik gelişmelerin belirli bir evresinde (örneğin


insanda ana karnında 4. ayda), sinir hücrelerini oluşturacak hücrelerde
sentrozom dışarıya atılarak, bölünme durdurulmak suretiyle bellek
oluşumu için altyapı hazırlanır. Böylece kazanılmış deneyimlere
dayanılarak anlamlı tepkilerin verilmesi; daha ileri aşamalarda da anlamlı
düşünmenin ortaya çıkması sağlanır. "Her kazancın ödenmesi gereken
bir faturası vardır" evrensel ilkesine göre, bu kazancın, ödenmesi
gereken faturası, sinir hücrelerinin zaman içinde ölmesi ve yerine
yenilerinin konmaması olmuştur. Bu nedenle ömrünün son çeyreğine
gelmiş bir köpek, koklama duyusunun %80'ni, 70 yaşına gelmiş bir insan,
tatma duyusunun yaklaşık %60'ını, işitme duyusunun yaklaşık %40'ını
13

yitirmektedir. Dokuların ve hücrelerin gelişme ve yenilenmesinde


organizatör ve uyarıcı sistem olarak görev alan sinir sisteminin bu yolla
etkisizleşmesi, kaçınılmaz olarak yaşlanmayı ve sonuçta ölümü ortaya
çıkarmıştır. Yaşlanma, genel bir kavram olarak, sırasıyla, kalıtsal
yapının ve dış faktörlerin etkisiyle, hücredeki biyokimyasal
tepkimelerden başlayarak, hücre, doku, organ ve birey düzeyindeki
işlevlerin etkinliğinin azalması olarak tanımlanabilir. Bu nedenle belki
yaşın ölçüsü yıl, yaşlanmanın ölçüsü ise bireyin kimyasal ve buna bağlı
olarak fiziki etkinliğinin göreceli derecesi olarak alınmalıdır.

Bir belleğin alt yapısını neler belirler?

Her canlının kendine özgü davranış ve belleğini, kuşkusuz o türün


evrimsel hat boyunca kazanmış olduğu kalıtsal bileşimi yönetir ve aynı
zamanda sınırlar.

Ancak, bu, bir türe ait her bireyin kalıtsal yetenekleri bakımından
aynı kalıptan çıktığı anlamına da gelmez. Çünkü bundan yaklaşık 1.5
milyar yıl önce ortaya çıkan mayoz bölünme (ondan önce canlıların
çoğalması bir çeşit mitoz bölünme ile sağlanıyordu), aynı anadan
babadan bile olsa, oluşan yavruların olağanüstü çeşitlenmesine neden
olmuştur. Daha önceki bölünmelerde yavrular özellikleri bakımından
hemen hemen neredeyse anasının bire bir benzeri olurken, Kambriyen
Patlaması olarak bilinen bu evrimsel devrim nedeniyle, aynı türe hatta
aynı ana babaya ait yavrular bile birbirlerinden farklı olan özelliklerle
dünyaya ayak basmaya başlamışlardır. Sadece mayoz bölünme
mekanizmasıyla üreyen bir insanda bir ana ve babadan ancak 70 küsur
trilyon yavru meydana gelirse kalıtsal özellikleri bakımından onların
içinde sadece ikisi birbirine benzeyebilir.
14

Mayoz bölünme bireyler arasında çok yüksek kalıtsal çeşitlenmeye neden oluyor. Bu
nedenle hiçbir birey bir diğerine benzemiyor. Bir ana-babadan bu yolla 70 trilyon çeşit
çocuk olabilir.
15

Kaldı ki bu çeşitlenmeye kromozomlardaki parça değişimi (krosing


over) ve mutasyonla eklenebilecek yeni özellikler dâhil değildir. Bunları
da eklediğimizde çeşitlenme katrilyonlara ulaşacaktır. Bunun bugünkü
konumuz açısından yorumu: Hiç bir insan bir diğerinin benzeri olamaz;
benzer olmadığı için aynı uygulamalara aynı tepkiyi veremez. Bu da
bizim eğitim sistemimizde tek bir müfredatın ya da uygulamanın
eğitilecek tüm kesimlere aynen uygulanmasının istenen sonucu
vermeyeceğidir. Hamuru ve mayası farklı olan bir karışımdan her zaman
istenen ekmeği yapamazsınız. Eğitim dünyasının çıkmazlarından biri
budur.

Kalıtsal yapısı bakımından istenen özellikleri gösteren bir ana


babadan, istenen özellikler bakımından bir çocuk elde etme olasılığı
daha yüksek olmakla birlikte, garanti değildir; çünkü mayozun
rekombinasyonu sırasında arzu edilemeyen bir genetik bileşimi de almış
olabilir.

Bu aşamada (biyoteknolojik olarak genlerin yeniden tasarlanıp


dizileceği güne kadar) genetik yapı üzerinde yapacağımız herhangi bir
girişim bulunmamaktadır.

Belleğin alt yapısının kendini tam randımanla gösterebilmesi için


insan eliyle neler yapabiliriz?

Bunun yorumu için fazla bir şey söylemeye gerek yoktur. Bir
çocuğun ana karnında kalıtsal yapısının izin verdiği en uygun şekilde
gelişebilmesi için, beslenmenin etkili olması kaçınılmazdır. Yeterince
protein, mineral, vitamin ve diğer besleyici maddeler alınmadığı
durumlarda ve özellikle kirlenmiş hava ortamlarında embriyonik
gelişmesini tamamlayan bir ceninin, diğer yapıları gibi, merkezi sinir
16

sisteminde de önemli eksiklikler ortaya çıkacaktır. %21’lik oksijen taşıyan


bir ortamda gelişen çocuk nöronları ile örneğin %16’lık oksijen içeren bir
ortamda gelişen bir çocuk nöronlarının sayısı ve fizyolojik gücü aynı
olmayacaktır.

Zekânın gelişmesi, insan soyunda, tiroksin hormonu dediğimiz, tiroyit


bezinden salgılanan bir hormonla da yakından ilişkilidir. Tiroyit hormonunun
etkinliğini sağlayan kısmı, iyot taşıyan bir kısımdır; dolayısıyla yeterince iyot
alınmayan bir ortamda yetişen bireylerin zekâ düzeyi ve keza vücut oranları
bakımından yetersiz olduğu birçok gözlemle bilinmektedir. Çünkü bu hormon
birçok özel proteinin üretimini başlatır ya da güçlendirir.

Eksikliğin farkına varılır mı? Ancak bir toplum, merkezi sinir


sisteminde bulunan 100 milyar hücrenin hepsini kullanmaya gerek
göstermeyen –özellikle dogmalarla örülmüş- bir dünya kurmuş, bilimsel
yenilikler yaratmaya bireylerini itmemiş ise, bu kadar nörona gereksinme
göstermez; eksik olanların da farkına varamaz. Aynen güvenli olarak en
fazla 60 kilometre sürat yapabilen bir Serçe marka otomobil ile güvenli
olarak 200 kilometre hız yapabilen bir Mercedes 600’ün ikisinin de taşlı
bir yolda fiziki nedenlerle 60 kilometreden fazla hız yapamadıkları bir
durum gibi. Bu yolda Serçe ile Mercedes’i fark edemezsiniz. Ancak bu iki
otomobil bir gün bir otoyola inerse, o zaman ikisinin arasındaki fark
ortaya çıkar. Küreselleşen bir dünyada bu yarışmanın devreye girmesi ve
gerçeğin anlaşılması çok uzak olmayacaktır. Buraya kadar olanlar
sadece ana karnında olanlardır.
17

Yaşlanma ile birlikte


tahribat
65 yaşını geçen bir i

Belleği oluşturacak organizasyon, kalıtsal da olsa, aynı etkinlikle


her zaman kendini gösterir mi ve bir insana ömür boyu eşlik eder
mi?
Sinir hücrelerinin 1/3
Yaşlanma ile kaçınılmaz olarak ortaya
çıkan doku
Sentromeri olmadığ
harabiyetlerinden doğan aksaklıkları bir tarafa bırakalım. Bu doğal
bir süreçtir ve uzun yaşamanın ödenmesi gereken bir bedelidir. Herkes
bellek de dâhil bu yıpranmayı yaşlanmaya bağlı olarak gösterir.

Ancak -mevcut olup da kullanamadığımız olanlara- zamanında


müdahale edip de düzeltemediklerimize bir bakalım: Bunun için sinir
hücresinin embriyonik oluşumundan sonraki fizyolojik gelişimini ve
değişimini iyi bilmek gerekir. Bundan sonra anlatacaklarımız eğitim ve
öğretim dünyamız için en başta bilinmesi gereken hususlardır.
18

İnsanlar arasında sık sık şu tip konuşmalar geçer: Nice yetenekler


keşfedilmeden yok olup gitmektedir. Belki fizikte Nobel ödülü alacak bir
yetenek, şimdi, örneğin, ayakkabı tamiri ile uğraşmaktadır. Demek ki eğitim
dünyamızda adam seçerken, seçimdeki aksaklığın şu ya da bu şekilde
farkına varmış durumdayız. Pekala, böyle bir adamı, yani kalıtsal yapısı
bakımından yetenekli olan bugünkü ayakkabı tamircisini, ömrünün ortalarına
ya da sonlarına doğru keşfedip de, dünyanın en ünlü fizikçilerinin arasında
eğitirsek, acaba, bu kişi kendinden beklenen verimi verebilir mi? Elimizdeki
tüm bilgiler ve gözlemler, belirli bir yaşa kadar eğitilemeyen insanların, daha
sonra eğitilmelerinin hemen hemen olanaksız olduğunu göstermektedir.
Demek ki –kalıtsal yapısı ne olursa olsun- bilginin verileceği zamanın
seçilmesi de çok büyük bir önem taşımaktadır.

Bir insana eğitileceği dönemde verilen bilginin, o insanı gelecekte


nerelere sürükleyebileceğinin değerlendirilmesi daha da ilginç olacaktır:

Canlılarda ve keza canlılar âleminin bir üyesi olan insanlarda, biyolojik


olarak, özelliklerin ortaya çıkmasının üç yoldan gerçekleştiğini bilmekteyiz.
Bunlar:

1. Sayılabilir ve ölçülebilir yapısal özelikler: Bunlar, örneğin göz rengi,


burun yapısı, kulak yapısı, saç yapısı gibi tanımlanabilir özeliklerdir. Kişi
eğitilse de eğitilmese de, iyi beslense de beslenmese de, olumlu ya da
olumsuz bir çevrede yetişse de yetişmese de, hemen her koşulda ortaya
çıkan özelliklerdir. Yani bir anlamda kalıtsal yapı ile fenotipin hemen hemen
bire bir özdeştiği özelliklerdir. Bu özelliklerin değişimi sadece biyoteknolojik
yöntemlerle ya da gen bileşiminin değişmesine yönelik ıslah çalışmaları ile
yapılabilir. Kişinin –şimdilik- değişmez kaderi olarak nitelendirilebilir.

2. Kendini gösterme derecesi diğer etmenlerin de etkisine bağlı olan


özellikler: Bunlar, örneğin, boy uzunluğu, kilo, zekânın ve duygusallığın
19

gelişmesi gibi özelliklerdir. Örneğin iyi beslenen bir insanda, boyun


uzunluğu, bireyin geniş anlamda bağlı olduğu ırk grubunun, dar çerçevede
ise kendi kalıtsal yapısı içerisinde, minimum ve maksimum boyutlara
ulaşmasını sağlar. Örneğin Pigmeler 80-120 cm., Buşmanlar 170-200 cm.
boyundadırlar. Pigmeleri ne kadar iyi beslerseniz besleyin, hiçbir zaman 170
cm. boyunda olmazlar; çünkü boy uzunluğu genlerle sınırlanmıştır. Yalnız,
belirli bir gen bileşimine sahip bir Pigme, kötü koşullarda örneğin 70 cm.,
ortalama koşullarda 80 cm., en uygun koşullarda da 90 cm. olabilir. Bu
Pigmeyi ne kadar iyi beslerseniz besleyin, kalıtsal gen bileşimi uygun
değilse, kendi ırk grubunun en yüksek düzeyi olan 120 cm.ye ulaşamaz. Bu
durum bütün canlılar için ve canlılardaki birçok özellik için geçerlidir.

3. Uygun uyarılarla işlevleri değiştirilebilir özellikler: Yukarıdaki ilk iki şıkta


belirtilen koşullar yeterince yerine getirilse dahi, yeteneklerin geliştirilmesi,
gelişim süreci içerisinde uygun zamanda, uygun impulsların verilmesiyle
mümkündür. Çünkü gelişim, bugünkü işleyişiyle, geriye dönüşü olmayan bir
değişim ve sürekliliktir. Ancak zamanında ve uygun impulsların
verilmesiyle, istenen gelişmeler sağlanabilir. İşte biraz önce verdiğimiz,
ayakkabı tamircisi-Nobel ödülü alabilecek kişi arasındaki ilişki, bu impuls
sürecinin gecikmesinin ya da daha doğru bir tanımlama ile uygun zamanda
verilmemesinin ya da yanlış verilmesinin (yanlış eğitimin) bir sonucudur. Bu
uyarılar nasıl verilmelidir sorusuna geçmeden önce, zamanlamanın önemine
bilimsel olarak biraz daha değinelim.

Kapandığında bir daha açılmayan kapılar

İletişim kapıları-Sinapslar: İnsanın sinir hücreleri, ana karnında yaklaşık


4. aya kadar, uzantılarından hemen hemen yoksundur (apolardır),
sentrozomları vardır ve bu süreç içerisinde çoğalmalarını sürdürürler. Ancak
20

bu sürenin sonunda, sentrozom denen yapılarını hücre dışına atarak


bölünme yeteneklerini yitirirler ve hücreler birbirleriyle ilişki kurabilmek için
yanlara doğru uzun (akson) ya da kısa (dendirit) kollar meydana getirerek
dallanmaya başlarlar. Bu aşamadan sonra hücrelerde sayıca değil, hacimce
bir büyüme söz konusudur.

Sinapslaşma oranı bir bireyin düşünme alt yapısını oluşturan önemli bir oluşumdur.

Özellikle bu evreye kadar protein ve vitaminler başta olmak üzere, zengin


bir diyetle beslenen hamile kadınların çocuklarında, her ne kadar alt ve üst
sınırı kalıtsal olarak saptanmışsa da, sinir hücrelerinin sayısı, bu sınırlarda
en yüksek düzeyine çıkarılır. Yani zekâ ve becerilerin esas ham materyali
daha bu evrelerde kurulmaya başlanır. Bu evreden sonraki gelişmeler ise,
kişinin daha sonraki yargı ve yorumlama yeteneğinin artmasını sağlayan
gelişmelerdir. Bilim adamları bu örgütlenmenin adını, sinapslaşma ve
traktlaşma (yollaşma) olarak tanımlarlar. Sinapslaşma, hücrelerin akson ve
dendirit denen uzantılarının birbirleriyle yaptıkları bağlantıların özel adıdır.
Bu sinapslaşma, özellikle beyindeki hücrelerin örgütlenmesi için çok
önemlidir. Bunların sayısı da büyük bir olasılıkla kalıtsal olmasına karşın,
beslenmenin önemi yadsınamaz. Sinir hücreleri, ilettikleri impulsların (bir
21

çeşit elektirik sinyallerinin) komşu hücrelere atlamaması için, izole elektrik


kablolarında olduğu gibi değişik örtülerle (örneğin miyelinle) çevrilerek,
özellikle gelişimin belirli bir evresinden sonra yalıtılırlar. Bu durumda,
bilginin, daha doğru bir tanımlama ile impulsların rastgele yerlerden değil,
sinaps adı verilen açık kapılar aracılığıyla, hedefe doğru iletilmesi sağlanmış
olur. Çocuklarda beyindeki miyelinleşme, yani yalıtım, tam olarak
gerçekleşemediği için, anlamlı sözcüklerin ve davranışların ortaya çıkması
ancak miyelinleşmeden sonra olur. Fakat bu arada, sinapslaşma, ancak
miyelinleşmenin olmadığı hücrelerde ortaya çıktığı için, beyin hücrelerinin
organizasyon düzeyinin yükselmesinin, miyelinleşme hızıyla ters orantılı
olduğu söylenebilir. Bu nedenle biraz geç konuşan bir çocuğun, yargılama
ve yorumlama yeteneğinin, ileride, biraz daha fazla olabileceği söylenebilir.
Çünkü sinaps sayısı şunu sağlar: Örneğin, beynin herhangi bir çekirdeğine
gelen bir uyarının ya da sorgunun, kollar aracılığıyla, yani hücrelerin bir çeşit
kapıları olan sinapsları aracılığıyla, diğer hücrelere danışılmasını da sağlar
ve yanıtını, gelen bu bilgilere göre hazırlar. Dolayısıyla, ne kadar çok
merkeze ya da hücreye danışılırsa, yanıtın, o denli kusursuz olma olasılığı
artar. Yani düşünmede, yargılamada ve yorumlamadaki karmaşıklık ve
kusursuzluk düzeyi, sinaps sayısıyla doğru orantılıdır denebilir. Miyelinleşme
tamamlandığında kural olarak sinapslaşma da sonlanmış olur.

İletişim yolları: Beyindeki hücrelerin oluşturduğu sinir liflerinin, beyin


yapısı içerisinde "Trakt = Yol" denen karmaşık bir örgülenme yaptığı
bilinmektedir. Bu örgülenmenin temel yapısı, insan soyunda hemen hemen
benzer olmakla birlikte, derecesinin ve karmaşıklığının bireyden bireye
(mayoz bölünmedeki rekombinasyona uygun olarak) değiştiği de
bilinmektedir.
22

Her bireyin bağlantıları, bilgi yolları farklılık gösterir

Bu yolların mimarisi kalıtsal yapıyla saptanmasına karşın, sayıca


artırılmasının ve en önemlisi işlerliğinin devam ettirilmesinin, dıştan verilecek
uyarılarla sağlanması, eğitim ve öğretim bilimi açısından son derece
önemlidir. Bu yolların sayısı, mimarisi ve örgülenme şekli, kişinin bilgi ve
becerisinin kalıtsal derecesini saptar. Öğrenme, yaratma, yargılama, hatta
belki dogmatik eğilimli olma, bu yolların izlediği güzergâhlarla ilgili olabilir.
Fakat burada en dikkat çeken husus şudur: Bu bilgi yolları, gelişim evresinin
ancak belirli dönemlerinde, özellikle ilk yaşlarda açıktır; daha sonra
kullanılıp-kullanılmadığına ya da hangilerinin kullanılıp-kullanılmadığına
bağlı olarak bu yollardan bazıları, dönüşsüz olarak kapatılır ve kişi o yöndeki
becerisinin önemli bir kısmını yitirir. Böyle bir körelmenin bellek molekülünü
oluşturacak peptit sentezini yöneten mekanizmanın yapacağı işi bir çeşit
unutması ya da tembelleşmesi olarak da değerlendirebiliriz. İşte bu nedenle,
potansiyel olarak Nobel Ödülü alabilecek fizik bilimi yeteneğine sahip olan
bir ayakkabı tamircisi, daha sonra eğitilmesi için bu olanaklara kavuşsa dahi,
23

becerisini geliştirecek organik yapıyı geri getiremez. Bunun yerine seçtiği ve


geçtiği yaşam yolu, örneğin ancak el becerisini sağlayacak bilgi yollarının
geliştirilmesini sağlar. Eğer bu el beceri yolları, bu kişide kalıtsal olarak
mükemmel ise, el becerileri bakımından da iyi bir usta ya da yaratıcı olur;
eğer mükemmel değilse, yeteneksiz bir tamirci olarak yaşamını sürdürür.

Beyindeki bilgi yollarının belirli bir yaşa kadar (bu kişiden kişiye biraz da
olsa değişebilir) işleyebilecek şekilde kalması (biz buna kabaca 0 -7 yaş
diyelim), o yaşa kadar kullanılmadığı takdirde geriye dönüşü olmayan bir
şekilde kapanması, bir binadaki koridorlar ve çarpma kapılar gibidir. Eğer bir
binada bu koridorlar ve kapılar, binanın yapımı biter bitmez kullanılıyorsa,
bilgi yolları açık kalır ve her kullanıldığında biraz daha rahat çalışır.
Alışkanlıklarımız ve her gün yaptığımız işlerde beynimizi fazla kullanmadan
ve zorlanmadan yapmamız, oluşturulan yolun güzergâhı ile ilgilidir. Günlük
yaşamda biz bunun için “pratik kazanmış” terimini kullanırız. Eğer
kullanılmaz ise, zamanla kapılar tutukluk yapmaya başlar ve sonuçta bir
daha açılmaz. Böyle bir kişi beyin kapasitesi yüksek olsa dahi, ancak belirli
koridorları kullandığı için zamanla tek boyutlu insana dönüşür. Ana kapıdan
girer, sadece çalışma odasına kadar giden yolu öğrenebilir. Diğer koridorlar
artık kapanmıştır.

Bu yolları açan en önemli eğitimin, o kişinin beyin organizasyonuna göre


verilecek olan, özellikle merak duygusunu tetikleyen eğitim olduğu
bilinmektedir. Yolları körelten, tıkayan ya da kapatan ise dogmadır,
yasaklamadır, korkutmadır, sınırlamadır. Bir çocuk korkularla, günahlarla ve
sadece yorumlamadan benimsemeyi sağlayan bir yönlendirmeyle (iman
etmeyle) eğitimine başlatılırsa, bu kapıların çoğunu kullanamayacaktır.

Ezber ve dogma (nedenini araştırmadan söylenene inanma), kişinin bilgi


yollarının fakirleştirilerek başka biri tarafından çizilmesi demektir. Böyle bir
24

eğitimi almış bir kişi, düşünme ve araştırma gereğini duymaz; çünkü daha
önce öğretilmiş yol, onun için enerji kullanmadan, kestirmeden gideceği yol
olmuştur. Tekdüze yaşayan ve beynini zorlatmak gereğini duymayan
insanlar için özünde kullanışlı bir stratejidir. Ancak yeni durumlar karşısında
çözüm bulmada yetersiz kalırlar. Eğer eğitim alması gereken yaşlarda
merak ve neden-sonuç ilişkisiyle zorlatılan bir beyin olsaydı, karşılaştığı yeni
durumları, hala işler tuttuğu bilgi yolları ile çok daha fazla merkeze (beyin
çekirdeğine) danışarak yorumlayabilecekti; yani doğruyu bulma şansını
yükseltecekti. Ayrıca peptit sentezleme mekanizmasını istim üzerinde
tuttuğu için öğrenme yeteneği yüksek kalacaktı; öğrendiklerini de belleğinde
daha etkili bir şekilde tutabilecekti. “Benim aklım bu karışık işlere ermez”
demeyecekti.

Bu körelme sadece insana özgü değildir; sokak köpeklerine de belirli bir


zaman sonra herhangi bir şey öğretemezsiniz, terbiye edemezsiniz. Belirli
bir süre doğada yabani yaşama alıştırılmış bir canlıyı evcilleştiremezsiniz.
Hatta erken yaşlarını tümüyle vahşi doğada geçiren bazı çocukların
toplumsal yaşama uyumunda önemli zorluklar yaşandığı da söylenmektedir.

28 Şubat Muhtırası: Özünde doğru verilmiş bir muhtıraydı. Çünkü bu


muhtıranın belkemiği, kesintisiz 11 yıl eğitimdi (özünde 14 yıl olmalıydı).
Çünkü çocuklarımızı, dogmayla köreltilen okullarda değil, öğrencilerini
sadece bilimle ve sadece bilimsel kuşku-merakla yetiştiren okullarda
eğitmeliydik. Muhtıra doğruydu. Ancak muhtırayı verenler bu anlatılanlardan
dolayı değil, sadece dini bir örgütlenmeye alet olacağı kuşkusu ile belirli
okulların önünü kesme için vermişti. Yani muhtırayı verenler de gerçek
hedefin ne olduğunu bilmiyorlardı. Sonuçta kabak meslek okullarının başına
patladı…
25

Eğitimin yanlışı olur mu?

Kalıtsal olarak taşınmakla birlikte her bireyde ortaya çıkmayan özellikler


de olabilir. Ancak özel uyarılarla bu genlerin işler hale geçirilmesi
sağlanabilir. Örneğin, boğalarda ve keza insanların erkeklerinde süt
vermeyi, yavruya bakma davranışlarını ve horozlarda yumurta oluşturmayı
sağlayan genler vardır. Fakat hiçbir zaman etkilerini göstermezler. Ancak,
östrojen hormonları dediğimiz dişilik hormonları, uygun gelişim evrelerinde
verilince, bu özellikler ortaya çıkmaya başlar.

İnsanda 32.000 kadar genin olduğu saptandı. Fakat bunların bir kısmı
bazı düzenlemeler için, bir kısmı geçmişin bir kalıntısı olarak korunur, bir
kısmı da uygun uyarı bulunmadığı için sadece bir ham bilgi olarak bir tarafta
saklanır ve yaklaşık 6.000 kadarı da insanı insan yapan özelliklerin ortaya
çıkması için aktif olarak kullanılır. Bu sonuncu pakette bulunan genlerin de
bir kısmı ancak uygun uyarılarla işler hale getirilebilir. İşte bu sonuncu
gruptaki genlerin yapısının ve uyarılma biçiminin bilinmesi, yeteneklerin
geliştirilmesi açısından son derece önemlidir. Bunun için elimizde
hayvanlara dayalı birçok deney ve gözlem vardır. Örneğin cennetkuşlarının
erkekleri, bir ağacın başına çıkıp iki ay süreyle ötmedikleri durumlarda,
çevredeki dişilerin yumurta yapma hormonları salgılanmaz. Bir maymun
kolonisinde, kuvvetli (lider) erkek ortadan kalkmadığı sürece, genç
maymunların testisleri kırmızılaşmaz ve erkeklik duyuları gelişmez; hatta
eşcinsel ilişkilere eğilimleri artar. Yani birçok genin işlerlik kazanması,
görsel, duyusal ya da eğitsel yollardan sağlanabilir.

İşte çağdaş eğitimin en çarpıcı başarısı, bu suskun genlerin uygun


olanlarının, uygun yöntemler kullanılarak işler hale getirilmesini sağlama
olacaktır. Böylece, birey, görünebilir ve ölçülebilir beceri ve yeteneklerinin
üzerine, saklı kalmış özelliklerini de ekleme zeminini bulabilir.
26

İnsanlardaki birçok özellik, normalde işlerliği olmayan ya da görevi tam


olarak saptanamayan 'saklı genler' tarafından ortaya çıkarılır. Örneğin,
toplumda, yanlış ya da doğru belirlenmiş bir erkek ya da dişi imajı vardır. Bu
görsel imaj, kişinin ruhsal olarak belirli bilgi yollarının açılmasını sağlar. Bu
nedenle, küçüklüğünden beri, alışılagelmiş erkeklik davranış ve uyarılarıyla
yetiştirilen bir çocuk, kalıtsal yapısının sınırları içerisinde, uygun zamanda
geleneksel erkeklik davranışlarını göstermeye başlar ve hatta bu şekildeki
etkileşimin denetimindeki hormonların etkisiyle, birçok erkeklik özelliklerini
gösterir (maymundaki testis kırmızılaşması gibi). Bununla birlikte tüm bu
davranışların kökünde, şu ya da bu şekilde, kalıtsal bir temelin olduğunu
akıldan çıkarmamak gerekir. Bu temel olmadan 'yani saklı genler olmadan'
yapılacak uyarılar önemli bir sonuç doğurmaz.

Düzenli eğitim kurumlarının doğrudan sorumluluğunda olmamasına


karşın, son zamanlarda, özgürlük ve çağdaşlık adına bazı uygulamaların,
insanın doğal yapısını bozarak, sosyal ilişkilerimizi nasıl olumsuz
etkilediğine bir göz atalım.

Canlıların hemen hepsinde, özellikle memeli hayvanlarda, ergenlik


çağına kadar aynı eşeyler arasında eşcinsel davranışların bir anlamda
göstermelik de olsa denenmesi ya da en azından karşı cinse ait bazı
davranışların "bilinçsiz bir şekilde" gösterilmesi, biyoloji kitaplarında memeli
davranışının özellikleri arasında sayılır. Bu davranışlar, normalde eşeysel
üretime başlanılması, yani ergenliğe ulaşılması ile birlikte sonlanır.
Sonlanmaması sapma olarak tanımlanır.
27

Hemen hemen canlıların tümünde, özellikle, kokusu, sesi ve rengi dikkat


çekici olanlarda, erkek ve dişi şeması diye bir şekillenme meydana gelmiştir.
Memelilerin hemen hepsinde, özellikle üreme zamanlarında yoğunlukları
artan kokular, erkek ve dişide farklı olur. Bildiğimiz canlıların tümünde erkek
ve dişi davranışları farklıdır ve en önemlisi, birlikte yaşasalar dahi eşeyler
arasında biyolojik işbölümü yapılmıştır. Bu sonuncularda, çok zorunlu
kalınmadığı sürece, işbölümüne ödünsüz uyulur. Doğanın öngörmediği bir
davranış (kendi cinsine eğilim duyma), birliğin bozulmasına neden olur.
Zaten ait olduğu eşeyin özgün davranışlarından sapma gösteren bireylerin,
birlik kurması ve karşı bir eşeyle bir araya gelmesi kural olarak söz konusu
olamaz. Bu genetik bir yok oluşun başlangıcıdır.

Demek ki, köklerini evrimsel gelişmenin derinliklerinden alan,


sorgulamasız ya da yargılamasız kabul etmek zorunda kaldığımız (bir
kısmının biyolojik yarar sağlaması nedeniyle doğal seçilimle korunduğunu
söyleyebiliriz) geleneksel erkek ve dişi davranışlarını, "emansipasyon"
denen erkek-dişi eşitliği yaklaşımı ile ortadan kaldırmak ya da göz ardı
etmek, evrimsel sürece karşı bir eylem oluşturduğu için, er ya da geç ruhsal
tatminsizliklerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Nitekim eşeylere göre
evrimsel olarak oluşmuş görev taksimini göz ardı ederek, eşeyler arasında
görev eşitliğini benimseyen toplumlarda sıkça karşılaşılan aile birliklerinin
zayıflama sorununu büyük ölçüde bu nedene bağlayabiliriz. Kendini erkek
gibi hissettiren uyarıları alan kadınlar ya da kadın gibi hissettiren uyarıları
alan erkekler, doğal davranışlarını göstermede güçlük çekeceklerdir.

Cinsiyet değiştirme özlemi gösterme ve eşcinsellik: Her ikisi de


özünde birbiriyle iç içe girmiş iki farklı; fakat yakın nedenlere dayanan
davranış şeklidir. Bir kısmının başat ya da egemen genlerin etkisiyle ortaya
çıktığı savunuluyor. Gen teknolojisi yeterince gelişmediği sürece, bu genin
varlığına ve dolayısıyla ortaya çıkan davranışlara hoşgörülü olmak
28

zorundayız. Kişi, sosyal statüsü ne olursa olsun, bu davranışı gösterir. Şu


aşamada bunlar için yapılacak fazla bir şey olduğu söylenemez.

Bu sapmaların bir kısmını eşey davranışlarını yönlendirecek ikinci


derecedeki genleri uyarmak suretiyle düzeltme şansımız olabilir. Bunlar ya
ikincil etkilerle, örneğin ikincil olarak hormonları denetleyen genlerdeki
yetersizliklerle ortaya çıkabilir (bu tip bireyler, uygun gelişim sürecinde
uygun hormonlarla, özgün davranışına dönüştürülebilir) ya da kendi eşeyinin
özelliklerini geliştirecek güçlü uyarılar vermek suretiyle normal sürecine
sokulabilir.

Ancak kalıtsal yapısı kararsız olan bu bireylere kendi eşeylerine ait


olmayan, karşı cinsin özelliklerini güçlendirecek uyarılar verilirse, saklı
kalması gereken karşı eşeye ait genlerin (yumurta ve süt verme genleri gibi)
işler hale geçirilmesi ya da gelişim evrelerinde beynin (bilgi ve davranış
yollarının) karşı eşeydekilerine benzer şekilde formatlanması söz konusu
olabilir. Bu bireyler artık kimlik olarak bir eşeye ait görünseler de,
davranışları karşı eşeyinkilere benzeyecektir.

Bugünkü görsel ya da yazılı basına baktığımızda, çocukların en çok


izleyeceği saatlerde, özellikle görsel basında, bu sapkınlıkları ve sululuğu
sanat belleyen insanların boy gösterdiği programlar yer almaktadır. Bir ülke
reyting uğruna gençliğini gözden çıkaramaz.

Birçok canlı ve keza insan soyunda, erkeklik ve dişilik, X ve Y denen


kromozomların (doğal olarak genlerin) kombinasyonu ile saptanır. XX,
dişiyi; XY, erkeği meydana getirir. XX taşıyan bireyler yumurtalıkları, XY
29

taşıyan bireyler de testisleri oluştururlar. Her iki bez de ana karnında 4.


ayda bir miktar işlev görerek, XY'li bireylerde vücut hücrelerinin zarının
testisin çıkaracağı erkeklik hormonu testosteronu, XX'li bireylerin de
yumurtalığın çıkaracağı dişilik hormonu dediğimiz östrojeni tanıyacak
şekilde yapılanmasını sağlar. Böylece daha sonra, erkek hücrelerinin erkek
hormonlarını, dişi hücrelerinin de dişilik hormonlarını almaçlarıyla tanıyarak
hücre içine alınmasını sağlar. Böylece her hücre kendi eşeyine uygun
tarzda yapılanır. Fakat hücre zarının yapımından sorumlu olan genlerden
biri olan "Revers Gen"i, bu yapılanmanın oluşması için gerekli zemini
hazırlayamaz ise birey XY kromozomu taşımasına karşın, testosteron
hormonunu hücre içine alamaz ve böylece kalıtsal bileşimi bakımından
erkek (XY), vücut yapısı bakımından dişi görünüşlü olur. Çünkü canlılar,
canlılığın ortaya çıkışından yaklaşık bir milyar yıl sonrasına kadar, sadece
dişilerle temsil edildikleri için (erkekler yaklaşık bir-iki milyar yıl sonra ortaya
çıkmıştır), dişilik hormonlarını doğal yapılarında bir miktar bulundururlar ve
keza zarları da dişilik hormonlarına bir miktar duyarlıdır (geçirgendir).
Hâlbuki erkeklik hormonları çok daha belirleyicidir. Bu nedenle bir erkek,
yaşamının belirli bir süresinde, erkeklik hormonlarını yitirse dahi, erkeklik
özelliklerini sürdürmeye devam eder; örneğin sakal ve bıyıkları aynen çıkar;
sesi kalın kalır vs. Hâlbuki dişilik özelliklerinin saptanması biraz daha
kararsızdır; bu nedenle, belirli bir yaşın üzerinde büyük bir kısmı böbrek
üstü bezinden kaynaklanan androjenik hormonların etkisiyle, erkeksi yapıya
dönüşme başlayabilir ve yaşlı kadınlarda sakal bıyık çıkarken, seslerinde
bir miktar kalınlaşma da görülebilir.
30

Bu maymun erkeği egemenliğini


kıçının mavi rengine göre kurar.

Kıçı en parlak mavi olan, egemen


erkektir. Çiftleşme kural olarak onun
hakkıdır.

Her ne şekilde olursa olsun,


egemenliğe ulaşamamış diğer erkek
maymunlar, silik bireyler olarak
dışlanmış bir şekilde çevrede dolaşırlar.
Çoğunlukla da eşcinsel eğilimler
gösterirler.

Kuyruğu dik tutan ve kuyruktaki


barkotlarını en iyi gösteren şeftir.
31

Bu maymun türünde, egemenlik yüzün


kırmızılığı ile gerçekleşir. Yüz
kırmızılığı kılcal damarlardan
kaynaklanır.

Birçok türde egemenlik yüz


desenlerinin parlaklığı ile gerçekleşir.

Bu renkler ya kırınım renkleridir


(mavi) ya da kılcal damarlardan
kaynaklanan renklerdir.

Pigmental renk yoktur.


32

Testisini en iyi renklendiren şeftir (bazı türlerde mavi, bazı türlerde


kırmızı vs.)

Tüm genç erkeklerin gözleri şefin testisindedir. Bu rengi gördükleri


sürece erkekliklerini gösteremezler. Şefin ölümü ya da testis renginin
saklanması ikinci en güçlü erkeğin testisinin renklenmesini sağlar.
33

Cennet Kuşları olarak bilinen


Pardisae türlerinde erkekler
dişilerini görmeden birkaç ay bir
ağacın tepesinde öterek dişilerini
tahrik etmezlerse, dişilerin
yumurtalığı harekete geçmez ve
dişilik özelliklerini belirgin olarak
gösteremezler.

Paradisaea Paradisaea rudolphi

Paradisaea
34

Bir önceki başlıkta değinildiği gibi, genç bir erkek maymuna, güçlü ve lider
konumundaki bir erkek tarafından dişi muamelesi yapıldığında, bu erkeğin
eşcinsel davranışlar göstermeye başladığı görülür. Birçok canlı grubunda,
güçlü erkek modeli yanında, zayıf (ya da gelişmekte olan genç) erkeklerin
dişi davranışlarına kaydığı birçok deneyle sabittir. Bu nedenle çok güçlü
baba modellerinin bulunduğu aile tiplerinde, karşı cinsin davranışlarına
eğilimli erkek çocukların ortaya çıkma olasılığı artar. Bu tip gelişimler bir tür
zorlamayla ortaya çıktığı için, uygun bir gözlemci tarafından zamanında
farkına varılabilir ve gerekli önlemler alınabilir.

Fakat bir dizi yönlendirme tarzı daha vardır ki, bunun saptanması, bazı
durumlarda (kişinin kalıtsal eğilimleriyle de yakından ilgili olabilir)
olanaksızdır. Bu da şu ya da bu şekilde gelişim evresinde, saklı kalması
gereken genlerin işlerlik kazanmasını sağlayabilecek; ama en önemlisi beyin
formatlanması sırasında (çoğunlukla 7 yaşına, en geç ergenlik çağına
kadar) erkek ya da dişi davranışını ortaya çıkarması gereken beyin
traktlarının (bilgi ve davranış yollarının) dişilere ya da erkeklere özgü yapıda
gelişmesine neden olabilecek uyarıların [buna davranış biliminde model
(örüntü) denir] kişilik (burada beyin formatlanması) oluşmadan önce
verilmesidir. Bu modellerin ya da simgelerin ne olduğunun saptanması, işte,
vermeye çalıştığımız özel kişilik kazandırma yöntemlerinin, bir anlamda
eğitimin en önemli konusu olmalıdır. Bu uyarıların ya da simgelerin niteliği
konusunda, biyoloji bilgisini de katarak, bugüne kadar toplumda yapılan
gözlemlerin bir kısmını tartışmaya açmak gerekli olabilir:

Bu uyarıcı simgelerin ya da modellerin bir kısmı, bugünkü bilgilerimizin


ışığı altında anlamsız gelmektedir. Örneğin geleneksel bir kadın ya da erkek
giyim kuşamı biyolojik açıdan fazla bir önem taşımamaktadır. Ancak
toplumda beyin bir defa bu koşullandırılmış uyarılarla formatlanmaya
başlanmışsa, verilecek yanlış uyarılar bireyin karşı cinse özlem duymasına
35

doğru kaymayı tetikleyebilir. Bu davranış şekline, dişilere özgü giysiler


(örneğin etek) giyme, makyaj yapma, dişilere özgü oyuncaklarla oynama,
hatta anlamlı olmasa dahi, dişilerin bulunduğu bir evin içinde geleneksel
olarak dişilere özgü işler olarak tanımlanmış bazı işleri çocuklara yaptırma
(örneğin dikiş dikme, örgü örme, çok defa aileler arasında sıkça tartışılan
bulaşık yıkama, yemek pişirme vs.) girebilir. Bütün bunların kombinasyonu
ya da sayıca uygulanma sıklığı, özgün davranıştan sapmayı artırabilir.

Aile yapısının, yavru bireylerin ruhsal sağlığını kazanması ile de yakın


ilişkili olduğu, birçok hayvan gözleminde ve keza günlük yaşamdaki insan
topluluklarında gözlenmiştir. Özellikle yavruların eğitilmesi ve formatlanması,
doğada, büyük ölçüde dişiye verilen bir görev olmuştur. Bu nedenle çağdaş
bir topluluğun yaratılmasında, kadınların eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi,
gelecek kuşakların esenliği açısından kaçınılmazdır. Bu nedenle Atatürk
İlkeleri'nin önemi artmakta ve özellikle son zamanlarda kadınların
uygarlaşmasını önleyecek çağ dışı eğilimlerin önlenmesinin gereği
anlaşılmaktadır.

Eğitilirken özlem ile özentinin farkını anlamalı

Ne yazık ki eğitimsiz toplumlarda ya da yanlış eğitilmiş toplumlarda özlem


ile özenti birbirine karışmış durumdadır. Bu iki kavramın arasında önemli bir
fark vardır; biri hedef gösterir; öbürsü taklit etmeyi öğretir.

Toplumumuz özenti saplantısının pençesinde kıvranmaktadır. Yaşadığı


ülke insanı Türk, konuştuğu dil Türkçe, anası-babası-akrabası-arkadaşları
Türk, ancak üzerinde hiç de anlamadığı yabancı bir dilden saçma sapan bir
yazı yazılmayan bluzu ya da tişörtü giymiyor; konvers ya da adidas yazılı
olmayan bir ayakkabıyla okula gidemiyor. Türkiye’de üretilip Paris’te,
Londra’da, Roma’da satılan pahalı giysileri giymeyi uygarlaşma sanıyor.
36

Yaşamı rezillikler ile örülü, ahlak kavramının “A”sını taşımayan, ses telinin
özelliğinden ya da vücudunun estetiğinden öte hiçbir özelliği olmayan
insanları sanatkâr olarak tanımlayarak, işi gücü bırakıp akşam sabah onların
yaptıklarını renkli basından izlemeyi kültürel faaliyet sanıyor. Takımlardaki
oyuncuların özel yaşantılarını en ince ayrıntısına kadar öğrenip, pazartesi ilk
yaptığı iş, bu sporcuları konuşmak olan kesim sporla ilgilendiğini sanıyor.
Türkiye’de 3G olarak bilinen görüntülü cep telefonu alanların sayısı iki hafta
içinde aynı nüfus büyüklüğüne sahip ve yıllık geliri bizim 12 katımız olan
İngiltere’nin bir yıllık sayısına ulaşıyor. Acından ölen Erzincanlı hemşerim bu
telefonu kullanmakla kendini teknoloji dünyasının yetkili bir üyesi sanıyor.
Özenti, bir toplumun kokuşma derecesini belirtir. Ne yazık ki gençlerimizin
büyük bir kısmı bu girdaba düşmüş durumda.

Özlem bir hedeftir. Kişinin becerisi, eğitimi, koşulları ile ulaşabileceği uç


noktayı işaret eder. Bir deniz feneri gibi yol göstericidir. Eğitici, doğal olarak
kişiyi hayal kurmaya yönlendirecek; ancak bu hayal dünyasının bataklığında
boğulmadan yol almasını da sağlayacaktır.

İşte burada, örnek olma ve örnek gösterme en önemli unsur olmaktadır.


Doğal olarak geçmişte yaşamış, insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuş
insanlar yol göstermesi açısından örnek olarak gösterilecektir “örnek
gösterme”; ancak örnek olacaklar, eğitilecek kişinin yanında görebileceği,
dokunabileceği, izleyebileceği kişilerden seçilmesi gerekir “örnek olma”.

Biz bunu hiçbir zaman başaramadık. Çocuklarımızı severken, oğlum ya


da kızım “büyü de paşa ol, Atatürk gibi ol, Einstein gibi ol, büyük adam ol”
dedik. Hiçbir zaman şunu söyleyemedik, “büyü de benim gibi bir adam ol”
diyemedik. İşte eğitimin en büyük çıkmazı burada yatmaktadır. Model ya da
örnek olmayanlar ya da olduğuna inanmayanlar, model ya da örnek adam
yetiştirmeye kalkışıyorlar.
37

Çocuklarımıza gösterdiğimiz hedef ya da örneklerde de evrenselliği bir


yana attığımız görülür. Bu ülkede ana ve babalardan çocuğuna paşa ol,
doktor ol, mühendis ol ya da avukat ol hedeflerinden başka bir meslek
gösterildiğini gördünüz mü? Oğlum oku ziraatçı ya da veteriner ol da Türkiye
tarımını ya da hayvancılığını kurtar diyen birini tanıdınız mı? Ancak bu
hedefi gösterdiğimizde doktor ol da kanserin çaresini bulmayı, mühendis ol
da sanatsal gökdelen ya da köprüleri yapmayı, avukat olup da yeni bir
Magna Carta’yı hazırlamalarını kastetmiyoruz. Doktor ol muayenehane aç
para kazan, mühendis ol yapsatla kazan, avukat ol her tarafı dökülen hukuk
sisteminde kazanabildiğin kadar kazan, paşa ol kimse sana dokunmasını
(son zamanlar hariç) kastediyoruz. Kimsenin çocuğuna dünya bilimine,
sanatına, edebiyatına katkı yapmak için hedef gösterdiği yok.

Oğlunun adını Nuh, İbrahim, Musa, Süleyman, Yahya, Harun, Yusuf,


Şuayip, İsa, Muhammet ya da Bekir, Osman, Ömer, Ali ya da kızının adını
Meryem, Hatice, Fatma, Ayşe koymayla, eziyet çekmeden kolay yoldan
Tanrının sevgili kulu olacağını ya da Cengiz, Atilla, Timur, Fatih, Yavuz
koymayla kahraman olacağını sanıyor. Arabasının arkasına “Allah korusun”
yazarak –hiçbir trafik kuralına uymadan- kazaları önleyeceğine; koynuna
En’am koyarak sınava gittiğinde zihninin açılarak soruları yapacağına
inanıyor. Çocuklarına kazanılacak her şeyin ödenmesi gereken bir bedeli
olduğunu öğretemeyen bir topluluk ya da eğitim sistemi, aslında hiçbir şeyi
öğretmemiş demektir.

Neredeyse ilçeler bile üniversite kurma için ayağa kalkmış durumdalar.


Ancak hepsinin listesinde ağız birliği ettikleri iki fakülte var: Tıp fakültesi
(fakülte adı altında dökülen sağlık hizmetlerine daha iyi hizmet verecek bir
numune hastanesi kazandırmak) ve eğitim fakültesi (öğrencisi çok olduğu
için esnafa para kazandıracak).
38

Bu yazıyı okuyanlar toplumu ya da topluma bakış açısını


değerlendirmeleri (analiz edebilmeleri) açısından şu soruyu kendilerine
sorup yanıtını düşünsünler: Bu ülkede, 70 milyon insan içinde, herkese bir
solukta –itirazsız- kabul ettirebileceğiniz, yaşayan kaç aydının adını
sayabiliyorsunuz?

Korkuyla eğitim içselleşmeyi (bir anlamda benimsemeyi) önlüyor. Onu


terbiye ettiğinizi zannediyorsunuz; fırsatını bulunca hiçbirini
uygulamıyor.

Ne yazık ki hem günlük yaşamımızda hem de dini eğitimimizde korkutma,


eğitimin ve terbiyenin vazgeçilmez aracıdır. Okula gitseniz de gitmeseniz de
attığınız her yanlış adımın er ya da geç cehennemde sonlanacağı size
söylenmiştir. Korkuyla, yalan dolanı, hırsızlığı, cinayeti ve insan
topluluğunun hemen hepsi için kötü olan her şeyin yanlışını-doğrusunu
öğreniriz. Öğrendiklerimize uyduk mu? Bizi denetleyen dünyevi bir güç
(kolluk gücü ya da yasal kovuşturma) varsa evet; yoksa fırsatını bulduğumuz
an, bütün bunları unuttuk. Çünkü korkuyla ve imanla öğretilen hiçbir şey
içselleşemiyor; yani birey onu kendini gözeten biri olsa da olmasa da doğal
bir davranışı olarak gösteremiyor. Bunun için yakın zamanlarda
yaşadıklarımızdan birkaç örnek vermeliyiz:

26-27 Aralık 1939’da, eksi 30 derecelik bir kış gecesinde, Erzincan’da


Richter ölçeğine göre 8 şiddetinde oluşan deprem, 32.962 kişinin ölümüne,
yaklaşık 100.000 kişinin yaralanmasına ve 116.720 binanın yıkılmasına
neden olmuştur. En acı tarafı yıkıntılar arasında kolu dışarıda kalanların
bileziğini almak için kesenlerin, küpesini almak için çekip kulağını yırtanların
ve yağmaya katılanların sayısı küçümsenemeyecek kadar çoktu.
39

17 Ağustos 1999 Kocaeli ağırlıklı depremde resmi raporlara göre, 17.480


ölüm, 23.781 yaralı oldu; 505 kişi sakat kaldı; 285.211 konut, 42.902 işyeri
hasar gördü. Resmi olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-
hafif 100.000'e yakın kişi yaralandı; ayrıca 133.683 bina çöktü. Ne yazık ki
Türkiye’nin dört bir tarafından deprem mallarını yağma etmek için insan aktı.

Yağmur ve çamurdan kurtulmak için çok acil olarak muşambadan oluşan


korunaklara ihtiyaç doğunca, ahalisinin çoğu bir tarikata ve en çok şeyhi
müridi olduğu bilinen bu yöredeki esnafın birçoğu, o güne kadar metresini 75
kuruştan sattıkları muşambayı, fırsat bu fırsattır diye 7 liradan satmaya
başladılar.

09 Eylül 2009 tarihinde İstanbul’da büyük bir sel yaşandı. En az 30 kişi


sele kapılarak yaşamını yitirdi; çok sayıda ev, iş yeri ve araç tahrip oldu.
Sularda insanlar çırpınırken, mağazaları ve evleri yağma eden sayısız
insanın filmi çekildi; en garibi de tesettürlü ve çarşaflı bayanların bu
karelerde en çok yağmaya katılan kesimi oluşturmasıydı. Yağma edenlerden
biri, son derece rahat bir tavırla, ne olmuş Allahsızların malını alıyoruz diyor.
Başka bir ilimizden sel haberini alan bir grup insan, minibüsle İstanbul’a
geliyor ve yağmaya başlıyor; polisler minibüsteki malları buluyor.
Yağmalarken rastlantısal olarak sadece kameralara takılan onlarca insan
tutuklandı.

Bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere çok sayıda kişi, çeşitli


ortamlarda, resmi ortamlarda ve kurumlarda, yazılı ya da sözlü sunumlar
yaparak “etmeyin gitmeyin kısa vadeli çıkarlarınız için bu ülkeyi
yağmalattırmayın, sonunda hepimiz zararlı çıkacağız” (on yıldır deprem
vergisini ödemeye devam ederken, şimdi de bir daha kalkmamacasına sel
vergisi gelebilir) dedik. Doğal afet gibi bir ifadeyi Türk dilinden kaldırın dedik.
Doğa afet olmaz, bunlar doğanın işleyişi ile ilgili inişli çıkışlı olaylardır
40

(deprem de, sel de, rüzgâr da). Tanrıya inanmayla, inanmamayla, kaderle,
kısmetle, günahla, sevapla hiçbir ilgisi yoktur. İnsanlar dünyada henüz
evrimleşmeden, bu kavramlar olmadığı zamanlarda da farklı bölgelerde
benzer doğa olayları görülmüştür. Aslında felaket sizin geleceğinizi,
mucizelere, aptallıklarınızı kadere-kısmete bağlamış olmanızdır. Felaket,
sizin kaderci, kısmetçi bir eğitimle (özellikle 1980 yılından sonra), fırsat
bulduğunda her türlü suçu işleyebilecek, yaptığı hatalardan ders almayacak
gençler yetiştirmenizdir. Bir insan ya da toplum, kendinin neden olduğu suçu
ya da hatayı, üstü kapalı bir biçimde tanrısına çıkarma alışkanlığını
kazanmış ise, o insanın ya da toplumun artık ıslah olması mümkün değildir.

Bütün bu anlatılanları hiç kimse anlamadı, sadece Allah büyüktür; kadere


karşı çıkılamaz dediler. Şu anda Başbakanımız bir zamanlar İstanbul’un
gelmiş geçmiş en köktenci belediye başkanıydı; bugün yanında
çalıştırdıklarının önemli bir kısmı da İstanbul şehrinin bir zamanlar en önemli
yerlerindeki yöneticilerdi; ayrıca bu şehir 21 yıldır aynı ya da aynı kökten
gelen bir zihniyete mensup belediye başkanlarınca yönetilmişti. Yaklaşık
çeyrek asırdır bu şehre damgasını vuran bu yöneticiler ne diyor biliyor
musunuz? Dereler öcünü (intikamını) alıyor. Sanki yıkılan bu yerlerde 21 yıl
içinde yapmış oldukları 3 imar planının sorumluluğunu, utanmasalar
Darwinistlere mal edecekler… Eloğlu 21 yıl içinde devlet kuruyor ve
egemenliğini dünyaya benimsetiyor. Bu anlayış ve zihniyet 21 yıl içinde
(ondan öncekiler de bunlardan farklı değildi; 1950 yılından bu yana Hasanın
börek tepsisine hepsi oturdu) bu derelerin farkına varıp düzeltmiyor ya da
düzeltemiyor; üstelik yenilerini ekliyor; sonuçlarını görünce, nedenini bugüne
kadar dillerinden düşürmedikleri sihirli kelimenin “Kader”in arkasına
sığınarak geçiştirmeye çalışıyorlar, suçu da doğanın öcüne bağlıyorlar.
İnsan aynı zamanda utanan varlıktır. Ben kadere inanmam; kadere
inananların da ne kendilerini ne de bulundukları toplumu
41

düzeltebileceklerine ve en önemlisi eğitebileceklerine inanmam; ancak


belanın, aklını yitirmiş toplumlara ya da insanlara geleceğine inanırım.
Dönüp geçmişe, bugün için ise biraz kafamızı kumdan çıkarıp çevremize
bakalım, hangi ülkelerin başından bela eksik olmuyor? Sadece bir yerde
kadere inanırım: Yöneticilerini seçmekten aciz olanların başının beladan
kurtulamayacağına.

Dogmalarımızın bizi (toplumları) nerelere sürüklendiğini daha net


anlayabilmek için son on yıl içinde yaşanmış iki önemli olayı vermekle
yetineceğim. 17 Ocak 1995 tarihinde sabah 05:46’da Japonya'nın Awaji
Adası'nın kuzey kesimindeki Kobe’de Richter ölçeğine göre 7.2
büyüklüğünde meydana gelen depremde 5.470 kişi yaşamını yitirmiş ve
33.000 kişi yaralanmıştır. İnsanını günahla, korkuyla, eziyetle terbiye
etmeyen doğa dinlerine sahip (yani Tanrısı olmayan dinlere mensup)
bölge insanı, bu depremde tek bir kalem bile çalmamış.
26 Aralık 2004 tarihinde Sumatra Adası civarında Richter ölçeğine
göre oluşan 9 şiddetindeki depremin oluşturduğu tsunami yüz binlerce
insanın ölümüne, bir o kadar adamın yaralanmasına ve evsiz kalmasına
neden olmuştu. Ancak, bu deprem hatırlandığı zaman en çok acı veren
husus, ortaya çıkan acımasız yağma, küçük kız çocuklarını cinsi istismar
için satma ve en ürkütücüsü ise birçok anasız babasız çocuğun organ
mafyası aracılığıyla organlarını çalıp satma. Büyük bir olasılıkla bu
insanlık dışı olaylar tsunaminin etkilediği her yerde görülmüş olabilir.
Ancak en çok ve en yoğun olarak görüldüğü yer, ne yazık ki, aynı ırktan
olmalarına karşın, çevresinden farklı bir dine –Müslümanlığa- sahip Açe
bölgesinde görülmüş.
Yukarıda anlatılanlardan ve birçok olayda görüldüğü gibi iman
yoluyla korku aşılanmasının bir insanın uygarlaşması için yararı olmuyor.
Bizim dışımızdaki birçok canlıya korkutma yoluyla çok şey öğrettiğimiz
42

(daha doğrusu koşullandırdığımız) biliniyor. Örneğin kızgın saçın


üzerinde bir ayıyı def eşliğinde oyun oynamaya koşullandırabilirsiniz.
İman yoluyla bir insanı terbiye etmeye kalkıştığınızda ona sadece ahlak
kurallarını sırasıyla ezberletebilirsiniz; uygulamasını öğretemezsiniz.
Dolayısıyla yukarıdaki rezillikleri yapan insanlara ahlak kurallarını
sorduğunuzda arkasına günah ve sevapları da ekleyerek herkesten daha
hızlı bir şekilde sıralarlar. Ancak uygulamaya gelince uygulayamazlar.
Çünkü dogma onun düşünme yeteneğini kısıtlamıştır…
1980 yılından bu yana orta eğitimde anayasa gereği zorunlu olarak
uygulanan din ve ahlak dersinin bu topluma ne kadar katkısı olduğunu ne
yazık ki kimse tarafsız bir şekilde ölçmedi, ölçemedi. Ancak ülkemizde ve
benzeri ülkelerde her türlü yolsuzluğun, saygısızlığın ve ahlaksızlığın
ivmesi artacak (gittikçe hızlanacak) bir şekilde yaygınlaştığı da
bilinmektedir. Biyolojiyi, fiziği ve kimyayı seçmeli, din ve ahlak dersini
zorunlu yapan bir eğitim sisteminde, kuralları öğreten, ancak o kuralları
uygulayacak düşünme ve yargılama yetisini kazandırmayan bir nesil
yetiştirirsiniz. Yetiştirdik…
Neden günahımı Tanrı soracak, sevabımı Tanrı ödüllendirecekmiş?
Bunların her ikisi de ertelenmiş cezalandırma ve ertelenmiş
ödüllendirmedir. Geç kalmış adalet, adalet değildir diye yazıyoruz,
çiziyoruz, öğretiyoruz; ancak uygulamaya gelince dogmayla
yaptıklarımızın hepsini siliyoruz. Silmeyle kalmıyor belirli gecelerde
yapılacak ibadetle bir yıllık suçumuzu affettirebileceğimizi de
öğütlüyoruz. Bu toplumu nasıl eğitebilirsiniz? Eğitemezsiniz…
Vereceğiniz eğitimde, kişinin kendisi ile hesaplaşmasını öğreteceksiniz;
bu hesabı alıp vermeyi Tanrıya, meleklere, ahrete, kıyamete havale
etmeyeceksiniz; ertelemenin suçlara kılıf uydurmak olduğunu ilk olarak
siz bileceksiniz; kişinin yaptıklarının cezasını Tanrısı değil, bizzat
kendisinin iç dünyasında, mantığında vermesini, hatta yasalara bile
43

bırakmasının ahlak dışı olduğunu; yaptığı iyiliklerin ödülünü yaşarken


tatmasını, onu birilerinin elinden değil, bizzat kalbinin derinliklerinde
hissetmesini öğreteceksiniz. İnsanoğlu birileri tarafından tariflenmiş
suçlar işlediğinde yine birileri tarafından cezalandırıldığı, birileri
tarafından tariflenmiş iyilikler yapıldığında yine birileri tarafından
ödüllendirileceği fikri aşılandığı sürece, beklenen huzura
kavuşamayacaktır. Bütün bunların hepsini bizzat kendi terazisinde
ölçebilen insan yetiştirmek eğitimin görevi ve hedefidir…
Eğitimde bir çocuğa Tanrılardan önce, ilk olarak kendine daha
sonra insanlara sorumlu olduğunu öğreteceksiniz, daha doğrusu
benimseteceksiniz, daha da doğrusu içselleştireceksiniz.

Bütün bunları kim yapacak?

Başta aile ve duruma göre okul öncesi eğitim kurumları (yazının


sonundaki eki muhakkak okuyunuz), en önemli ilk 7 yıl, beynin tam
formatlanacağı çağ; daha sonra özellikle 7-14 yaş grubu; orta öğretimin ilk
yıllarını yönlendirecek öğretmenler. Özellikle aile bilinçli değilse, bu
yaşlardaki çocukları eğitecek eğitmenlere çok daha fazla yük düşecektir.
Orta eğitimin ikinci yarısı 14-18 yaş dilimi; son rötuşların yapıldığı çağdır.
Hem bilgi verilecek hem de hormonların etkisi altında allak bullak olan iç
dünya düzene sokulacak. Daha sonra gelen yüksek öğretim, aslında yoğun
bilgi kazandırma ve model oluşturma evresidir. Ancak hamurun yoğrulduğu
tekne değildir.

Bütün bu aşamalardaki insanların ilk olarak kendilerinin model


olmaları gerekir. Kendi iç dünyasını düzene koyamamış bir eğiticinin
yetiştireceği çocuklar bilgi açısından başarılı olsa dahi, iç dünyasını
düzene koyma bakımından yeterli olacağı söylenemez.
44

Bütün bunlar doğru yapılmış olsa dahi yaratıcı ve çağdaş bir kuşak
yetiştirebilmek için öncelikle eğitimdeki mantığın kavranması gerekiyor:
Eğitimde şu cümleyi kullanamayız: “Bunun nedenini biz insanlar
bilemeyiz”. Bir çocuk evrende ilk olarak her şeyin bir nedeni olduğunu, o
nedenin bugün çözülememiş olsak bile yarın mutlaka çözüleceğine; hatta
bunu kendisinin yapması gerektiğine inandırılması gerekir. Bu nedenle
sorulan her soruya şu ya da bu şekilde özellikle, matematik, fizik, kimya
ve biyoloji bilimlerinin ilkeleri ile uyuşacak açıklamalar (özünde doğru
olsun ya da olmasın) getirilmelidir. Bir gün bunu insanoğulları ya da
bizim geleneksel anlatımımız ile Avrupalılar ya da Amerikalılar bulur gibi,
hem kendi öz güvenimizi yitirecek hem de araştırma ruhundan soğutacak
ifadeleri hiç kullanmamız gerekir. Hatta merak ettiği şimdilik çözümsüz bir
konu varsa, bunu sen bulacaksın gibi bir yönlendirme ya da
görevlendirme ile bu çocuğu en az bir konuda merak sahibi yapabiliriz.
Merak duygusu aşılanmayan bir çocuğun yaratıcı olması rastlantılara
kalır. Dogmanın pençesine düşürülen çocuğun yaratıcı olması,
yeniliklere açık olması ve bir düşünceyi değişik yönleriyle
yorumlayabilmesi ise hayaldir.

Tavşan Fare Maymun İnsan

Değişik canlılarda beyinde organlara ayrılan kısmın oransal karşılaştırılması.

Yukarıdaki resim bize çok açık bir görüntü veriyor. İnsanı diğer
canlılardan farklı kılan iki özelliğine beyinde ayrılan hacim diğer
45

canlılarınkinden kat be kat fazladır. Çünkü öğrenme, yorumlamayı,


anlamlı konuşmayı, empatiyi; merak etmeyi, alet üretmeyi ve doğanın
gizemini araştırmayı tetikliyor. Bu nedenle dile ve baş parmağa (aleti
kavrayabilmek için) ayrılan kısım beynin büyük bir kısmını oluşturuyor.
Bu bölgelerin gereği gibi geliştirilmesi de ailenin ve eğiticilerin görevi
oluyor.

İnsanı diğer canlılardan ayıran iki temel özellik vardır: Merak ve


empati. Her ikisi de eğitimle geliştirilebilir özelliklerdir. Demek ki
insanı insan yapan da; tersini yapan da eğitimcilerdir. Ancak ilk
olarak eğitimcinin meraklı olması, (müdür olamama pahasına)
dogmadan ırak kalması ve empatiyle dolu olması gerekiyor.

Sonuçta "kalıtsal özellikleri bakımından yüksek organizasyonlu bir


yapıyla başlamış olsalar dahi" dogmaya ve ezbere dayalı kötü bir
eğitimle beyinler basit bir yapıya dönüşürler. Bunun ilk belirtisi dogmatik
düşünceye yatkınlıktır. Dogmatik düşüncenin genç beyinlerde yaptığı en
önemli hasar ise, "merak ve kuşku duygusunun körletilmesinden dolayı"
bu bilgi yollarındaki tıkanmadır. Artık bu yapıya indirgenmiş bir beyin,
yönlendirmelere açıktır; karmaşık düşünemez. Korkuları vardır. Zayıf
olduğu yerde köpekleşen, güçlü olduğu yerde de canavarlaşan bir
davranış şekli sergilemeye başlar. Dogmatik düşünce beyinsel
organizasyonda yani "karmaşık düşüncede" fakirleşmeyi, fakirleşme de
dogmatik düşünceyi kamçıladığı için, bir toplum bir defa şu ya da bu
şekilde dogmatik bir yönlendirmeye uğradı mı, tahmin edilemeyecek kısa
bir sürede karanlıkların içine sürüklenmeye başlar. Fanatik ırkçıların ve
fanatik dincilerin kısa bir sürede bulundukları topluma egemen
olmalarının ve sonunda da "toplumsal bir güdümleme ile" felakete
sürüklemelerinin nedeni budur.
46

Düşünen, yargılayan yeniliklere açık, yaratıcı bir beyin oluşturmak


için karmaşık araçları ve yöntemleri değil, basit, herkesin ulaşabileceği
eğitim araçlarını kullanma hem eğiticinin hem de uygulanan müfredatın
başarısını simgeler. Bir damla suyun içindekileri uygun yöntemlerle
anlatarak bir insan, ilk olarak evrensel bir insan, daha sonra bilim adamı
yapacak merak ve isteği yaratabiliriz. Bu konuda bence en büyük desteği
biyolojik gözlem ve uygulamalardan alabilirsiniz. Bir insanı eğitmek için
başlangıçta eğiticinin çok bilgili ya da akıllı olması da gerekmez. Uygun
bir eğitim yöntemi ve insanı sevme yeterli gibi görülüyor. İnsanı
sevmeyen, ne kadar çabalarsa çabalasın eğitmekle yükümlü olduğu
kesimde empatiyi geliştiremiyor. Empatisiz yetiştirilen bir insan ise bilim
toplumunun değil, bilgi toplumunun bir bireyi oluyor. Bütün bunların çok
da kolay olmayacağını bugünkü eğitim stratejimize baktığımızda ve sahip
olduğumuz koşulları göz önüne aldığımızda söyleyebiliriz. Doğduğu
günden itibaren herkesten bir adım önde koşmayı hedef gösterdiğimiz ve
dünyayı tanımaya ayıracağı çocukluk ve gençlik çağlarını, siyah harflerle
yazılmış bir soru kökü ile onu izleyen 5 seçeneğin arasına sıkıştırdığımız
bu insanlardan daha fazlasını bekleyemeyiz…

Gelecek kuşağın başarılı olanları, sadece bilgiyle donatılanlar değil,


iç dünyasını düzene koymuş olanlar olacaktır. Çünkü koşulların gittikçe
çetinleştiği bir dünyada “düz denizde değil, dalgalı denizde yol almayı
becerenler” gemilerini selametle limana ulaştırabileceklerdir. Bu
kaptanları yetiştirecek ve geleceği şekillendirecekler de eğitimciler
olacaktır.

İç dünyası dogmalarla örülmüş ve ekonomik modelinin tek hedefi


üretmek ve tüketmek olan bir dünyada, bütün bunların istenen zamanda
istenen düzeyde gerçekleşmesi kolay olmayacaktır. Ancak bir eğitimci ilk
47

olarak şu duyguyu öğrenmeli daha güzel bir ifadeyle tatmalıdır: Ben


soluk alıyorsam, insanlığın kurtuluşu için hala ümit var demelidir.

Bütün bunları anlayan, başaran ve uygulattıran birini tanıyorum, kim


koymuşsa sıfatını tam koymuş:
48

Dünyada başka bir liderin bugüne kadar taşımadığı bir sıfatı taşıyan

Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürk


49

Öğretmenler! Yeni nesil Siz’in eseriniz olacaktır.


olacaktır.

Huzurunda saygıyla eğiliyorum…

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 14.09.2009


50

Yararlanılan bazı kaynaklar

Demirsoy A 2008 Kalıtım ve Evrim, METEKSAN matbaacılık, Ankara


Kay L E 2000 Who wrote the book of life? A history of the genetic code (Palo Alto: Stanford University
Press)
Keller E F 1995 Refi guring life: metaphors of twentieth-century biology (New York: Columbia
University Press)
Luttges J, Johnson T, Buck C et al 1966 An examination of « transfer of learning » by nucleic acid;
Science 151 834–837
McConnell J V 1962 Memory transfer through cannibalism in planarians; J. Neuropsychiat. 3 42–48
McConnell J V, Jacobson A L and Kimble D P 1959 Effects of regeneration upon retention of a
conditioned response in theplanarian; J. comp. Physiol. Psychol. 52 1–5
Misslin R, Ropartz P, Ungerer A and Mandel P 1978 Nonreproducibility of the behavioural effects
induced by scotophobin; Behav. Proc. 3 45–56
Morange M 1985 La recherche d’un code moléculaire de la mémoire; Fundamenta Scientiae 6 65–80
Morange M 1993 The discovery of cellular oncogenes; Hist. Phil. Life Sci. 15 45–59
Morange M 1998 A history of molecular biology (Cambridge: Harvard University Press)
Morange M 2006 What history tells us VI. The transfer of behaviours by macromolecules, J. Biosci.
31(3), September 2006, 323-327
Niu M C 1958 Thymus ribonucleic acid and embryonic differentiation; Proc. Natl. Acad. Sci. USA 44
1264–1274
Oyama S 2000 The ontogeny of information: Developmental systems and evolution (Durham: Duke
University Press)
Setlow B 1997 Georges Ungar and memory transfer; J. Hist. Neurosci. 6 181–192
Shih C, Shilo B Z, Goldfarb M P et al 1979 Passages of phenotypes of chemically transformed cells
via transfection of DNA and chromatin; Proc. Natl. Acad. Sci. USA 76 5714–5718
Stern L 1999 The reception of extraordinary scientifi c claims: Georges Unger, scotophobin and the
search for a molecular code of memory, ISHPSSB meeting, Oaxaca, Mexico
Sterelny K and Griffi ths P 1999 Sex and death: an introduction to the philosophy of biology
(Chicago: University of Chicago Press)
Stewart W W 1972 Comments on the chemistry of scotophobin; Nature (London) 238 202–209
Tate D F, Galvan L and Ungar G 1976 Isolation and identifi cation of two learning-induced peptides;
Pharmacol. Biochem. Behav. 5 441–448
Travis G D L 1981 Replicating replication? Aspects of the social construction of learning in planarian
worms; Soc. Stud. Sci. 11 11–32
Ungar G and Oceguera-Navarro C 1965 Transfer of habituation by material extracted from brain;
Nature (London) 207 301–302
Ungar G, Desiderio D M and Parr W 1972a Isolation, identifi cation and synthesis of a specifi c-
behaviour-inducing brain peptide; Nature (London) 238 198–202
Ungar G, Desiderio D M and Parr W 1972b; Nature (London) 238 209–210
51

Ek-Bir düşünürün çocuk eğitimi için yazdıkları

HAYAT BİR ÇOCUĞA NASIL ANLATILMALI?


Aylin Kotil, Cumhuriyet Gazetesi
Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, 'Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor,
bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum' dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl
vermesi basitti; ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım: Annelik uzun
zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı 'insan yetiştirmek' olan bir iş.
Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın.
İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman
ayırırsan da ondan karşılığını alırsın. Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret,
acı çekmeden olgunlaşamayacağını...

Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte


sevinçleri paylaşmayı, içinden 'neden ben değil de o?' demeden...

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi


öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat
ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif
vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.

Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini,


tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret.

Kitaplardan keyif almasını.

Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını; ama okumayı sevmesini öğret ona.


Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona
bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp ta
kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi


sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini
bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.

Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine
ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğretmemiş
diğer sevgililerin aksine...
52

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli
milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın
terine saygıyı öğret ona.

Aşk acısı çekmenin hiç âşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret.
Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini
öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı... Bunun başkalarını
dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret.
Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat. Hayatı sorgulamayı öğret ona...

Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını,
ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda
sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.

Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı...


'İstemiyorum','hayır' demeyi öğret ona, istediğinde ise 'istiyorum' demeyi.

Sevdiğinde ise 'seni seviyorum' diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantolon ve tişörtle
üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını...

Sorgusuz sevmeyi... El yazısı ile notlar yazmayı... Lafı dolandırmamayı...


Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması
gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. Müziği sevmesini,
sporla barışık yaşamasını.

İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit
ayırması gerektiğini öğret... Ama en çok da kendini sevmesini öğret... Kendini
sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini... Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek
beklememesi gerektiğini... Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa
kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını... Hayatta her şeyden çok kendisinin
önemli olduğunu öğret ona...
53

Sunuş Yazısı

Sevgili Kardeşlerim

Geleceğin en önemli sorunu insanı eğitmek olduğuna, her insanın şu ya


da bu şekilde eğitimden şikâyetçi olduğuna ve herkesin kendine göre bir
görüşü olduğuna göre, eğitim sorununu da masaya yatırmaya ne
dersiniz? Bu sorun masalara yatırıla kaldırıla, pestile döndürüldü. Her
birinin getirisi ve götürüsü oldu. Ancak, hiç kimse mutlu olmadı. Çünkü
öğrenmenin ve eğitimin biyolojik olarak temel işleyişi hiçbir zaman göz
önüne alınmadı. Dogmanın, beyinsel işlevlerin uyuşturucusu olduğunu
kimse açıklamaya cesaret edemedi. Artık bir şeyin öğrenilmesi gerekir:
Uyuşturucu aldığınız sürece beyninizi hiçbir zaman tam randımanla
kullanamayacaksınız ve bunun sonuçlarını acı bir şekilde
yaşayacaksınız. Bu nedenle dogma ile eğitimi iç içe yürütmeye
çalışanların (eğer bunu kasıtlı yapmamış ya da birilerinin maşası olarak
rol almamışlarsa) başarıya ulaştıkları görülmedi.

Ahtapotun sekiz kolu vardır, birini kesseniz öbürsü size sarılır. Onu bir
defada yok etmenin tek yolu, iki gözün arasındaki gangliyona zıpkını
saplamaktır (hiçbir ahtapotun ölümünü onaylamıyorum, bu bir örnektir).
Eğitimdeki çıkmazın odak noktasını öğrenmek istiyorsanız, bu yazıyı
okumaya çalışın.

Saygılarımla

You might also like