You are on page 1of 81

DEMIKRASİ

Cemil MERİÇ, HİSAR Dergisi Sayı 98, Şubat 1972


Katıksız demokrasi, ayak takımının despotizmidir, diyor Voltaire. Demokrasinin temeli hırstır, diyor. Demokrasi
adaletin temelidir, Vacherot'ya göre. Proudhon'a göre, ruhani ve cismani bütün iktidarların sona ermesidir. Thierry
için toplumun hayatıdır demokrasi. Tocqueville için, demokratik cumhuriyetlerin sonu manevi bir alçalıştır.
İki asır önce basılan bir ikonoloji kitabı, nazenini bir kadın olarak tecessüm ettirmiş: alnında asma yapraklar ından
bir taç, sırtında kaba saba giysiler; bir elinde nar, ötekinde yılanlar. Her çağ kendi rüyalarını, kendi emellerini
söyletmiş kelimeye, her demagog kendi yalanlarını. Uğrunda sel gibi kan akıtılmış.
Nedir bu demokrasi? Homeros'un ahretindeki canlılar gibi, dokununca kaybolan bir hayalet mi? Genç bir sosyolog,
demokrasiyi diğer siyasi rejimlerden ayıran ve yalnız ona ait olan önfaraziye nedir, diye soruyor: Hürriyet.
Hürriyet, demokrasinin başlangıcında var; derece kabul etmez, kayıtsız şartsızdır. Hür riyeti meçhul bir istikbalde
fethedilecek bir nesne olarak gösteren, diktatörlerdir sadece. Demokrasinin önfaraziyesi olan hürriyet,
demokrasinin amacını da belirler: Eşitlik. Eşitlik gerçekleşemez, gerçekleşirse hikmet -i vücudunu kaybeder. Yerini
anarşiye bırakır. Kısaca, demokraside hürriyet başlangıçta vardır, oysa eşitlik ulaşılması gereken bir amaçtır.
Demokrasinin Ơideal tipiơ (saf tipi) budur, yazara göre. Demokrasiyi kavram olarak aydınlatmak, rejimin mantığını
veya teorisini belirlemek isteyen bir tanım bu. Tarihteki demokrasileri anlamak ve demokrasilerin özlerinden ne
kadar uzaklaştıklarını tayin etmek için onları bu saf tiple karşılaştırmak gerek. (Bk. J. Freund, Le Nouvel Age, édit.
M. Riviére, 1970)
İslâmiyet, bir teokrasidir, diyor Gardet, lai k bir teokrasi, daha doğrusu bir nomokrasi (kanun hakimiyeti). Bu
teokrasi, Kuran hükümlerinin hem tesbiti, hem de dünyevî ve siyasi planda genişletilmesidir. İslâmiyetin siyasî
felsefesi iki kutupta toplanır: otorite ve eşitlik.
İslâmiyette otorite ile iktidar arasında ananevi bir ayırım yok. Umumiyetle ikisi de bir vakıa olarak kabul edilir.
Ruhani iktidar Kuran bilgisine dayanır; Kuran'ı ve Sünneti bilen her müslüman, öteki müslümana eşittir. Ruhanî ile
cismani içiçedir. İdeal İslâm sitesinde bütün mümin lerin belli hakları vardır. Ehliyetleri olmak şartıyla sitenin bütün
makam ve mevkilerine geçebilirler. Mevkiler ayrıdır, içtimai durumlar farklıdır, ama müminlerin mümin olmak
haysiyetiyle hakları eşittir. İslâmda a priori bir imtiyaz ve sınıf mefhumu yok tur.
Hristiyan dünyasında söz konusu olan ilk büyük değer, insan kişiliği ve hürriyetidir. Sosyal hiyerarşi, tabiî
hiyerarşinin bir uzantısıdır. Eşitlik nisbîdir.
Oysa, hür insan kavramı, İslâm için hukuki bir kavramdır, meteafizik bir kavram değil. Hürriy etin temeli, İslâm
camiasının bütün üyeleri arasındaki çok güçlü ve sürekli bir inanç: tam bir hak eşitliği olduğu inancı. Bütün
müminler, kanun karşısında eşittirler, çünkü kardeştirler. Kulun bütün haysiyeti mümin oluşunda; kul, mümin
olunca hukukî bir statü kazanır, dilenciyi halifeye eşit kılan bir statü. İman Tanrı ile kul arasında tek taraflı bir
mukavele. Mukavelenin kula yüklediği görev: Rabbin birliğini ikrar.
Hristiyanlığa göre, her otoritenin kaynağı Tanrı'dır. İslâmiyet her otorite Tanrı'dan gel ir demekle kalmaz, Tanrı'nın
dışında otorite yoktur, der. Hükmeden Tanrı'dır, bu hakimiyet devredilemez. Tanrı her cismanî şefi, otorite ile
doğrudan doğruya teçhiz eder. Şef, seçimle gelse de, durum değişmez. Yani Tanrı'nınkinin dışında gerçek bir
cismanî otorite yoktur. Vardır demek, Tanrı'ya şerik koşmak olur. Şef, Tanrı'nın aletidir sadece. Halk, geniş bir
tenkit hakkına sahiptir. Hükümet tasarruflarını istediği gibi eleştirir, ama onlara itaat etmekte devam eder.
İslâmiyette her türlü istibdada, ahkâm-ı Kuraniye dışındaki her türlü keyfîliğe isyan etmek için birçok yollar vardır.
Hak esastır.
İnsanlar doğuştan eşittirler, çünkü kuldurlar, fanidirler. Menfî bir eşitlik bu, hiçbir değer belirtmez. Sonra iman
sayesinde yeni bir eşitlik kazanır, kardeş olur lar. Rabbin lütuflarından aynı ölçüde faydalanacaklardır: hukukî ve
müspet bir eşitlik.
Kitap sahibi kavimler, İslâmın üstünlüğünü kabul etmek ve ona cizye ödemek şartıyla hudutlu fakat garantili bir
hakka layık görülürler. Bu himaye ümmetin bir civanmertliğidir. Bir nevi misafirperverlik. Himaye edilenlerin daha
az vazifeleri vardır, onun için hakları da daha azdır. Dinlerini devam ettirebilir, kendi kanunlarını uygulayabilirler.

Putperestlerin camiada yeri yoktur. Ama müslümanlar zaman zaman onları da korumuşlardır. Her kâfir veya
putperest İslâmiyeti kabul eder etmez, misak'a dahil olur. İslâm cihanşümul bir dindir, bütün insanlara hitap eder.
Kast da tanımaz, gerçek müslüman nazarında sosyal sınıf diye bir şey olamaz. Servet veya mevki ciddi bir değer
taşımaz, her Müslüman her Müslümana eşittir.
Teşriî magister (emr) Kuran'ındır. Kazaî magister (fıkıh) bütün müminlerindir. Kuranî okur, ezberler ve ona göre
hareketlerini ayarlarlar. Bir de icra kuvveti (hükm) var: hem medeni, hem dinî. Hükm, yalnız Allah 'ındır. Bir aracı
tarafından (şef) yürütülür. Bu şefin ne kazaî , ne teşriî bir gücü vardır.
Vatandaşlığı yapan kan ve toprak birliği değil, inanç birliği. Ümmetin avrupa dillerinde karşılığı yok. Hem siyasî
hem dinî bir bağ bu. Kuran hem bir ibadet kitabı hem bir anayasa. Kuran'ın muhatabı bütün insanlıktır. Müslüman
camiası milletlerüstü bir topluluk değil, dünyada yaşamak hakkına sahip tek Ơmilletơtir. Fıkha göre her Müslüman
bulunduğu herhangi bir Müslüman ülkenin vatandaşıdır. (Bk. L.Gardet, La Cité Musulmane, Vrin, 1969).
Görüyoruz ki, İslâmiyetin anahtar-kavramı, eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir başka adı veya
görünüşü. Sınıf kabul etmeyen bir dinde imtiyaz kabul etmeyen bir dinde kimin kime karşı hürriyeti? Batı, hürriyeti
bir hata işleme hakkı olarak tanımlıyor. Müslümanın böyle bir hakkı yoktur. Çünkü o ebedi hakikatın, yegâne
hakikatın, cihanşümul hakikatın emrindedir.
Gardet haklı: İslamiyet bir nomokrasidir. Batının fethe çalıştığı eşitliği, çoktan gerçekleştirmiş; fik ir hürriyetin insanı
insana saldırtan bir tecavüz silâhı olarak değil, bir ikaz bir irşad vasıtası olarak kabul etmiştir. Belki gerçek
demokrasinin ta kendisidir İslamiyet. Ama Batı'nınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişen, çok başka meseleleri
olan bir demokrasi.

Cemil meriç

ZAMAN ZAMAN ƛ I TERAKKİ

Cemil Meriç, Hisar Dergisi, Haziran 1979, Sayı: 150, s. 5,6

Meçhul iklimlere sefer eden hiçbir yolcu Avrupaƞ nın Sadullah Paşaƞ ya telkin ettiği vecdi tadamamıştır. Viyana
Sefer ƛ i Kebiriƞ nin bütün metrukat ƛ ı edebiyesi uzun bir kasideden ibaret. Hele ƠOn dokuzuncu Asırơ batının
başlıca mitoslarını ihtiyar şarkın şuur altına zerk eden bir efsâne ƛ şiir. Avrupa bütün günahlarından arınmış, bütün
tezatlarından sıyrılmıştır; bu manzumede; o artık yaln ız maddî fetihlerin değil, insanlık rüyalarının da gerçekleştiği
bir ütopyadırƦ Maddecilikten, reybîlikten uzak bir inanmış insanlar ülkesi. Bir kelimeyle Paşa, Tur ƛ u Sinâƞ da ilahî
nurdan gözleri kamaşmış bir Musa peygamberin cezbesi içindedir. Terennümlerine:

Erişti evc ƛ i kemâlâta nur ƛ i idrikat

Yetişti rütbe ƛ i imkâna kısm ƛ ı mümteniat

mısralarıyla başlar. Bütün bu mucizeler ilmin eseridir. İlmin ve imanın. ƠAsrın hikmeti, Tanrının birliği esasınaơ
dayanmaktadır. Bütün milletler birlik sırr ını kavramıştır, artık.

Heyhat! İrfan güneşi batıdan doğuyor; şimdi Rûmƞ un da, Arabƞ ın da, Mısırƞ ın da adları unutuldu. Sonra şair,
ülkesinin insanlarına acıyarak sesleniyor.

ƠZamân zamân ƛ ı terakki, cihan cihan ƛ ı ulüm

Olur mu cehl ile kabil beka ƛ yı cemiyyatơ

Olmaz tabiî. O halde, bütün gücümüzle Ơçağdaşlaşmakơ biricik emelimiz olmalı. Torunları, Paşaƞ nın bu hayırhah
ihtarını unutmamışlardır. İntelijansiyamız bu gün de aynı hedefe koşmaktadır, hem de gittikçe artan bir hızla. Ne
yazık ki, Avrupa yarattığı medeniyetten şüphe etmektedir: artık terakkiye inanmıyor. Aydınlarımızın bir türlü
kurtulamadığı bu uğursuz mitosun tarihçesine bir göz atalım:

Hıristiyan Avrupa kaybolan cenneti mazide aradı, asırlarca. İnsanlık, dört merhaleden geçmişti : Altın çağ, gümüş
çağ, tunç çağ ve demir çağ. Yalnız Avrupa mı? Aşağı yukarı bütün kavimler aynı inançta birleşmişlerdi. Zamanla
Tanrının vahyi unutulmuş, insanlık günden güne karanlıklara gömülmüştü. Kaynaktan uzaklaşmak soysuzlaşmaktı.

On yedinci asırda ümidler istikamet değiştirir. Batı insanı garip bir gurura kapılır. Düşüncedeki bu ihtilal yüzyıl önce
başlamıştı. Madde dünyasındaki icat ve keşifler bakışları mazinin ihtişamından hâlin vaidlerine çevirdi; Altın çağ
belki de istikbaldeydi. Bir Jean Bodinƞ in, bir Francis Baconƞ un aşırı nikbinliği, bir asır sonra umumi bir kanaat
olacaktı. Dünya bir yaratış humması içindeydi. İnsanlık boyuna ilerliyordu ve ilerleyecekti. Terakki, eşyanın
mahiyeti icabıydı. Duraklama geçici, bir arıza, bir dinleniş, bir gayri tabiilikti. Bununla beraber terakki metafiziğinin
gerçek mimarı on sekizinci asırdır; Fontenelle, Turgot, Hume Condorcet, Herder, Diderot, bu işin farklı alanda
mimarlarıdır. Öyle ki, terakki felsefesi felsefenin bütünü olmak temayülündedir. Çağın n ikbinliğine karşı bir nevi
reaksiyon olan Russoƞ culuk bile bu maƞ şeri inancı kuvvetlendiren sayısız delillerden biridir artık, Voltaireƞ e
gelince, Candideƞ deki bütün karamsarlık, Üstadı, terâkki felsefesine katılmaktan alıkoyamaz.
Yükselen bir sınıfın nikbinliğidir bu. Müesseselerini kuran ve iktidarı adım adım fetheden burjuvazi, zaferleriyle
sarhoştur. Ne Yunanƞ ın altın çağ efsanesine inanır, ne Hıristiyanlığın kaybolan cennet masalına. On dokuzuncu
asırda terâkki inancı cemiyetin bütün tabakalarına kök salar. Avrupaƞ da herkes Ơilericiơdir artık. Terâkki inancı
dağınık bir iyimserlik halinde kalabalığın şuurunu ve şuur altını fetheder. Almanyaƞ da romantik metafiziğin,
Fransaƞ da pozitivizmin, daha sonra İngiliz tekâmülcülüğünün dayandığı bir iyimserliktir bu. Tekâmül fikri tabiat
ilimlerine de girer. İktisadî ve siyasi liberalizmlerin temelinde de terâkkici görüş ağır basar. Klâsik iktisatçıların
doktrinleri onunla meşbu; Demokratların ilham kaynağı o. Bir kelimeyle, iktisatçıların, iktisatçılar da ,
demokratlarda terâkkiyi mukadder, tabiî ve kaçınılmaz sayarlar. Mukadder ve hayırlı. ƠÜtopyacılarơ da insanın
gittikçe mükemmelleşebileceğine, refahın gittikçe artacağına ve ilmin mutlak kudretine inanırlar. Terakki vehmi,
sosyalistlerden sonra anarşistleri de coşturur: cemiyet ister istemez önce kollektivist, daha sonra da komünist bir
merhaleye ulaşacaktır. Hele münvevver, yarı münevver ve ümmî kalabalıklar için terâkki tartışılmaz bir nassƞ dır.

Maşinizmin ve büyük endüstrinin muarızlarına (Sismondi ve Şakirtleri gibi) cevap veren iktisatçıların dayandıkları
hep terâkki metafiziği, ƠMüstemlekeci fetihlerin meşruiyet fetvasıƞ dır, bu metafizik.ơ Emperyalizmin ideolojik
silahıdır. Allahƞ ın sevgili kavmi kendi nizamını diğer kavimlere kabul ettirir. Ame rikaƞ nın büyük ve küçük iş
adamları körü körüne inanır, bu terakkiye. Rasyonalizasyon, normalizasyon, taylorizasyon doktrinlerinde
tröstleşmiş endüstri sayesinde her ferdi bir otomobil, bir banyo salonu, bir piyano, bir spor sahası, bir seçim kartı
sahibi yapmak suretiyle bahtiyar kılmak ideali hep aynı mucip sebebe dayanır.

Evet, ilerleyen hakim sınıfın ideolojisi bütün cemiyetin ideolojisidir. Bütün cemiyet, hatta bütün cemiyetlerin. Ama
bu metafizik en ihtişamlı çağlarında bile hatırı sayılır muarızla r bulur. Batı intelijansiyanın ayırıcı vasfı şüphe ve
tenkittir. Önce edebiyat yükseltir sesini, Flaubertƞ ler, Baudelaireƞ ler, Leconte le Lisleƞ ler burjuvazinin bu ahmakça
iyimserliğiyle alay ederler. Sonra içtimayatçılar işe karışır. St. Millƞ e göre; ƠTerâkki merhalesini durgunluk
merhalesi takip edecektir. İnsanlığın tek hedefi o merhaleyi geciktirmek. İleriye atılan her adım bize o merhaleye
biraz daha yaklaştırmaktadır. Ơ Öyle ki, ƠEndüstri ırmağı durgun bir denize dökülecek sonunda. Zira, insanlığı n
gerçekleştirmeye çalıştığı terakki tam bir iktisadi sizifizmdir.ơ (Okuyucuya Sizifosƞ un sonsuz çilesini hatırlatmaya
lüzum var mı? Kucağındaki kayayı zirveye çıkarmak zorunda olan o bahtsız, zirveye varır varmaz kaya aşağıya
yuvarlanır. Sonu gelmeyen bir işkencedir buƦ) İngiliz iktisatçısı için de medeniyet dünyasının kaderi uçuruma
yuvarlanmaktadır, sonunda.

Le Playƞ ın kehaneti daha da korkunç: ƠAvrupa cemiyeti, bilhassa Fransa çöküş halindedir.ơ Zaten terâkki inhitatı
takip eder, inhitat terâkkiyi. Terâkkiyi mukaddes sayan görüş de, inhitatı kaçınılmaz sayan görüş gibi yanlış ve
tehlikelidir. Teceddütperestlik (Filoneizm) manevî ilimlerin en vahim hastalığı. Terâkki metafiziğinin sebep olduğu
bir hastalık bu. Madde ilimlerinde ne kadar hayırlıysa, ma nevî ilimlerde o kadar meşum. Zira, moral ve sosyal
dünyada keşfedilecek yeni bir prensip yoktur. Maddî terakki manevî inhîtatın başlangıcıdır, Le Playƞ e göre.

Dupont Whiteƞ da Ơisimsiz, kaçınılmaz ve kendiliğindenơ bir ilerleyişe inanmaz. Toplumların y aşayışında herhangi
bir ilerleyiş olmuşsa ƛki böyle bir zorunluluk yoktur- bu ya bir eliteƞ in (seçkinler zümresi) eseridir; yahut da
devletin. Kitleye gelince, terâkkiyi tahrik edecek herhangi bir güçten mahrumdur. Bu terâkkiyi arada bir
gerçekleştiren ihtilalleri bile yapan o değildir.

Geçen asrın sonlarına doğru burjuva aydınları terâkki inancından şüphe etmeye başlarlar. Ufukta yeni bir içtimaî
sınıf belirmiş, kurulu düzenin bütün müesseseleri, dayandığı ideolojilerle birlikte yıkılmaya yüz tutmuştur.
Bergsonculuk hudutlu ve geçici bir terakki felsefesi, Pragmatizm, hümanizm, plüralizm, neorealizm gibi felsefi
mektepler de terâkki fikrine dayanmazlar.

İlim felsefesinde de devamlı bir tekâmül fikri itibarını kaybetmektedir.

XX. asırda terâkki inancı sağdan ve soldan tenkitlere uğrar: Maurras, Daudet, G. Sorel, Ferreroƞ ya göre; terâkki
kemiyet dünyasında, keyfiyet dünyasında değil. ƠKeyfiyet ƛ meselâ iyilik ve güzellik ƛ ölçülemez.ơ Bu itibarla sarih
ve sahih mukayeselere de elverişli değildir. Bordinaeff, Avrupa intelijansiyasının terâkki karşısındaki inkârcı
tutumunu şöyle hülâsa ediyor: Ơ19. Asrı büyüleyen ve yakın istikbâli, uful eden maziden daha güzel, daha sevimli,
daha mükemmel olarak gösteren terâkki nazariyelerine, inanmıyoruz artık.ơ

Demek ki, Sadullah Paşaƞ nın ƠZaman, Zaman ƛ ı Terâkkiơ isimli şiirini yazdığı yıllarda terâkki, Avrupaƞ nın
amentüsüydü. Gerçi, komüna boğazlaşmaları unutulmamıştı henüz., hürriyet ve eşitlik uzak bir ümitten ibaretti.
Ama burjuvazi ihtiyarlamamıştı daha ve A vrupa dünyanın biricik hâkimesiydi. Elbette ki kendinden emin bir içtimai
sınıfın parolası tekâmül olacaktı. Sonra burjuvazi terâkkinin bir serap olduğunu anlamak zorunda kaldı. Ne var ki,
cihangirlik çağının bu eski mabudesi başka ülkelere ihraç edilmek ş artıyla faydalı olabilirdi, kendine. Ve terâkki bir
ihraç ideolojisi oldu. Dünya ikiye bölünmüştü, ileri memleketler, geri memleketler. Böyle bir tasnifin ne kadar
yersiz, ne mertebe karanlık ve müphem olduğunu çok iyi bilen Avrupa intelijansiyası inanmadıkları bir mefhumu
Avrupa dışı ülkelerde yaşatmaya kalktılar. Sadullah Paşaƞ nın torunları geri kaldıklarına ve ebediyen geri
kalacaklarına inandırıldılar. Bu gerilik yalnız iktisadî planda değildi. Avrupaƞ yı bütün günâhları, bütün abesleri ile
taklide mecburduk. Avrupaƞ nın her sözü kerametti: fazileti de, ilmi de o temsil ediyordu. Yükselen içtimaî sınıflar
için bir kanat olan terâkki inancı, bizim için bir zincir oldu. Zavallı Tanzimat PaşalarıƦ İmrendikleri Avrupa bir
zaferler ve ümitler ülkesiydi. Toru nlarının hayranı olduğu Avrupa ise; bir tezatlar ülkesidir. Temelleri çatırdayan bir
harabeye imrenmektedirler.

47 LİLER YAHUT BİR ROMANIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Cemil Meriç, Hisar Dergisi, Haziran 1975, sayı: 138, sayfa: 6,7,8

47 liler harcanan bir nesil, harcanan veya intihar eden. Silahlar sustu ama zaman zaman isyan çığlıkları yükseliyor,
maşerî vicdanı ürperten çığlıklar. Bir zelzeleyi yaşayan bu bahtsız nesil öfkesiyle, acılarıyla, aldanışlarıyla
aramızdadır. Kayıplarımızı rakama vurmadık henüz. Uğradığımız felaketler bir alın yazısı mıydı? Fırtına bulutları
dağıldı mı?

Tarihin münakaşa kabul etmez şahadetiyle sabit: Zor hiçbir çağda inançları yokedememiştir, inançları veya
iştiyakları. Diğer hükümleri - ister abese dayansın, ister ilme- ancak başka değer hükümleriyle sökülebilir. Cinnet
hiçbir ülkede sopayla tedavi edilmiyor artık. Aydınların görevi gerçeklerden korkmamak, şuursuzluğa karşı koymak
değil mi? Diyaloğun yasak olduğu yerde hakikatten söz edilemez.

47 liler günahları ve sevaplarıyla bü ülkenin çocukları. Neden bir itham ve intikam ordusu gibi karşımıza dikildiler?
Ezilen bir sınıfı mı temsil ediyorlardı? Hayır... Savaşa atılanların çoğu <<mutlu azınlık>>tandılar. Ne açlığı tatmış,
ne sefaletle kıvranmıştılar. Bir kelimeyle onları sosyalizmin kucağına atan iktisadî mahrumiyetler de değildi, içtimaî
tenasüd duygusu da. Sosyalizmleri bir rüyâ sosyalizmi idi, daha doğrusu bir sanrı. Tecrübesizdiler. İlimle ideolojiyi,
hakikatle hayali birbirine karıştırıyorlardı. Bilmiyorlardı ki içtimaî ilimlerde cihanşumul kanunlar yoktur. Hiçbir izm
insanlık tarihinin bütününü izah edemez. Diyalektik kendi sınırları içinde yani bir araştırma yöntemi olarak
aydınlatıcıdır. Zavallı çocuklar çok pahalıya ödedikleri vehimlerinin kur banı oldular. Onlara öyle geldi ki,
kendilerinden önceki her nesil günahkârdır, haindir veya gaflet içindedir. Vatanperverlik de kendi inhisarlarındadır,
şuur da, kahramanlık da. Bağımsız düşünen, hakikatleri gören yalnız kendileridir. Bu imtiyazı nereden almışlardı?
İlhama mı mazhardılar? Marksistler, proletaryayı felsefenin biricik gerçekleştiricisi, objektif ilmin tek temsilcisi
sayarlar. Daha doğrusu bu hayalî sınıfı dünyanın bütün meziyetleriyle süslemek isterler. Bizde böyle bir proletarya
var mı? Varsa 47 lilerin onunla münasebetleri ne?

Bu garip bir vehim, ama mucib sebeplerden mahrum değil. Avrupa fikriyatı ya kaçak yollardan giriyordu ülkeye,
yahut da Avrupa nın işine geldiği gibi, yani noksan ve çarpıtılmış olarak. Avrupa yı tanımaya çalışırken kendimizi
unutuyorduk. Sanıyorduk ki böyle bir fetih kişiliğimizi inkâr etmeden gerçekleşemez. Mazimiz tecessüsümüzü
tahrik etmiyordu artık. İslâmiyet afyondu; Osmanlı tarihi, insanlığın yüzkarasaydı. Padişahlar zorbaydılar,
salaktılar, seksomanyaktılar vs. O sayfalar kapanmıştı ve bir daha aralanmamalıydı. İlericiliğin tek şartı vardı:
ecdada sövmek.

Hiçbir topluluk kendine bu kadar sefil, bu kadar yalancı bir tarih imâl etmemiştir. Tarih, Batıda da bir ideolojidir
yani gerçekleri çarpıtarak aksettirir. Ama bu yarı ilmin belli bir hedefi vardır orada: mazi denilen mezbedeyi
pisliklerden temizlemek, cinayetleri fazilet diye göstermek, içtimaî hodgâmlığı kutsîleştirmek. Bir kelimeyle Batı da
bir dev aynasıdır tarih. Her millet kendini bu esrarlı aynada, dah a büyük, daha muhteşem görür. Bizde bir şeytan
aynasıdır tarih, Andersen in aynası. Her fazilet çirkinleşir bu aynada, her güzellik ucubeleşir. Tarih Avrupalılar için
bir inşâ cehdidir. Avrupalı bu hayâlî maziye bakarak daha parlak, daha muhteşem bir gelecek kurmak ister
kendine. Ve bir destane benzettiği tarihi ile övünmekten zevk alır. Biz ise dünyanın en muhteşem gerçeğini inkâr
ettik, ve rezil bir hayâlîyi geçirdik onun yerine.

47 lilere ezberlettiğimiz tarih böyle bir abesler mecmuasıydı. Bu uğursuz, bu kirli maziden kurtulmak istiyorlardı.
Avrupa lı değil miydiler? Sosyalizm, Avrupa ilminin son merhalesiydi. Ayrıca insanî idi de. Beşeriyeti bölmüyordu.
Ezilenlerin son ümidiydi, son ümidi ve son kalesi.

Belgrad ormanında toplanan Yeni Osmanlılar da bir rüyâyı yaşıyorlardı, kendilerinin olmayan bir rüyâyı, Carbonari
liğe hayrandılar. Teşkilatlanmak, döğüşmek istiyorlardı. Carbonari cemiyeti Lombardiya da kurulmuştu, yabancı
çizmesi altında inleyen, parçalanmış bir ülkede. İttifak ı Hamiyet kime karşı savaşacaktı? Bu müreffeh bürokrat
çocukları da devrimcilik oynuyorlardı sadece, bir asır sonraki torunları gibi. ama onlardan daha talihliydiler, zira o
çağın yeldeğirmenleri bizimkiler kadar tehlikeli, sarp ve yaralayıcı değildi.

Evet 47 lileri cedlerinden iğrendiren bizi. Onlara atalarını küçümsemekten başka ne öğrettik? Hakikatte bütün suç
daha önceki nesillerin. Tarihi karalayan, mukaddesleri kirleten, maziyle istikbal arasındaki köprüyü yokeden biz
değil miyiz? Bu zavallı çocuklar gözlerini bir enkaz yığını arasında hayata açtılar. Bütün kaleleri yıkılmıştı, yaşamak
için inanmak zorundaydılar. Neye inanacaklardı?

Onları masallarla oyalamağa çalıştık, soğuk, sevimsiz, sıkıcı masallarla. Oyuncaklarını öfkeyle parçaladılar ve
üzerimize yürüdüler. Şuursuz bir öfkeydi bu şüphesiz, hedefini tayin edemiyen bir öfke. Türk gençliği ilk defa
yaşadığını ispat ediyordu. Bizi kızdıran bu isyan değil, âsillerin yüzümüze tuttukları aynaydı. O aynada kendi
şuursuzluğumuzu, kendi günahlarımızı gördük. Bu zavallı, bu sahipsiz, bu serkeş çocuklar kimin çocuklarıydı?
Moskova dan mı gönderilmiştiler, Çinden mi? Onları iki düşman kampa bölen biz değil miydik? Onları kinle,
husumetle dolduran biz değil miydik? İnfilâk hazindi ama tabii idi.

47 liler kurban edilen bir nesil... Ne uğruna? Uzaktan ayak sesleri geliyor. Uçurumu görmeden ilerliyorlar. Onlara
dur demiyecek miyiz? Bu dramın son perdesi oynanmamıştır henüz ve oynanmamalıdır. 47 lileri tanımaya
çalışmalıyız. Füruzan ın romanına bu düşüncelerle eğildim. İçtimaî bir anket miydi bu? Yarının tarihçisine yeni
vesikalar mı sunuyordu? Bir müdafaaname karşısında mıydık? Roman bize hakikati aksettirdiği ölçüde
muhteremdir. Üstadlar böyle diyorlar. Ama peşn hükümlerimizden, sevgilerimizden, kinlerimizden sıyrılmak
mümkün mü? İstesek de yapabilir miyiz bunu? Hele kalbimiz kanıyorsa... Tarihçiler, vakaların tesbit ve tahliline
girişmek için aradan en az otuz yıl geçmesini beklerler. Roman da fırtınalı bir çağı tasvir etmekte aynı sabrı, aynı
ihtiyatkârlığı göstermek zorunda değil midir? Romancının işi ne sisleri yoğunlaştırmak, ne anlaşmazlıkları
körüklemektir. Önce bir müşahittir o, bir müşahit yani bir araştırıcı.

47 liler bir kâbusla başlıyor. Bir kaç ay önce yaşadığı bir işkencenin korkunç intibalarını silmek isteyen bir ge nç kız,
hatıralara sığınıyor. Bu bir roman değil, 650 sayfalık bir kâbus. Arada bir insanca pırıltıla, Erzurumdan bir iki
kartpostal, birkaç sevimli çehre. Sonra işkence, işkence, işkence... Gerekçesi olmayan bir ithamname bu. Cellatlar
korkunç, kurbanlar deli. 47 liler sayıklar gibi konuşuyorlar. Ne söylediklerini anlayamıyoruz. Karşılarında da habis
ve kıyıcı hayâletler. Kitap inandırmıyor, isyan ettiriyor. Her adımda bir bataklığa gömülüyorsunuz. Ve içinizden
korkunç şüpheler geçiyor: tımarhanede miyim? Bir roman değil, bir kâbus. Yazar uçurumu derinleştiriyor, insanla
insan arasındaki uçurumu. Oysa 47 lileri daha çok sevdirebilirdi bize. Nesiller arasında bir diyalog zemini
hazırlayabilirdi. Türkiye bir uçurumun kenarındadır. Etrafımız düşmanlarla dolu. Kuvvetimizin zerresini bile boşa
harcayamayız. Mazinin hatalarını unutmak, istikbale doğru kol kola yürümek... Biricik parolamız bu olmalı.
Unutmayalım ki her kin, yeni bir kinin habercisidir.

47 liler haklı. Türkiye de birçok ülkeler gibi emperyalizmin istismar alanı içindedir. Emperyalizme karşı koymak her
namuslu insanın vazifesi. ama böyle bir savaş ilmin ışığında yapılmalı, ilmin ışığında ve bütün kuvvetlerimizi teksif
ederek, birbirimizi yiyerekveya intihar ederek değil.

ÇAĞIN DİNİ:HÜMANİZM

emil Meriç, Hisar Dergisi, Ocak 1980

Yürekten inanıyorum ki geleceğin dini katıksız bir hümanizm olacaktır, yani insanın bütününe saygı; hayat ahlaki
bir değer taşıyacak, kutsileştirilecek yüceltilecek.
Yarının başlıca kanunu güzelim insanlığa özen göstermek. Belli bir şekle bürünmeyecek bu inanç, hizipler ve
tarikatlar gibi kimseye kapalı olmayacak. Akıldan başka kılavuz tanımayan, gizli remizleri, tapınakları, rahipleri
bulunmayan, kiliseler dışı dünyada gönlünce yasayan geniş ve hür ilim.. iste insanlığı kanatlandıracak biricik inanç"

(Renan, İlmin Geleceği)


İmanını kaybeden bir çağın dini. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda.
Marksizmƞden egzistansiyalizme kadar Avrupaƞnın tüm düşünce akımları hümanist. Kavramdan çok kılıf; kelime
değil bukalemun: demokrasi gibi, sosyalizm gibi. Hümanizm genç bir kavram, bati dillerini 1850'den sonra
fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus'lar, Mevlana'lar, Hacı Bektaş
Veli'ler su katılmamış birer hü manist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok.(1)

Kelimenin iki ayrı manası var : 1) Antikite hayranlığı. 16. asır Avrupası için bir kaçış, bir meçhulü arayıştı
hümanizm. Bir egzotizm, bir yeni boyut ihtiyacı. Kilisenin yasaklarından kurtulmak is teyen Orta Çağ insanı Eski
Çağ edebiyatlarına kaçtı. Ferdi cemaat içinde eritmeyen paganizm, hürriyetti, direnişti. Nas'ların çelik korsasından
kurtulup kilisenin duvarları dışına fırlamak hem cazip hem de tehlikesizdi. Kendi mazisine sığınıyordu batı; man evi
mirasını yeni baştan inceliyor, o metruk hazineden el değmemiş mücevherler derliyordu. Antikite hem kendisiydi
hem başkası. İnsan Hıristiyanlığın posalaştıramadığı bir düşünceyle yakından temas ediyordu. Vesayetten
kurtuluşdu bu, kendi kanatları ile uçmak arzusuydu. Açıktan açığa bir isyan değildi şüphesiz, çünkü Hıristiyanlık,
greko latin kültürü ile hiçbir zaman göbek bağlarını koparmamıştı. Fakat nas'ların korkuluğundan atlayarak
putperest dünyanın şiir ve düşünce bahçelerine açılmak yine de tehlikeliydi. Ne olursa olsun Avrupa, zincirlerini
kırmak, rüştünü ispat etmek, horlanan haysiyetini kurtarmak zorundaydı. Böylece batı aydını çeşitli tahriflerle
tanınmaz hale gelen Hıristiyanlığı bir yana bırakacak ve giderek kendi kendini tanrılaştıracaktır.

Filhakika hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir.Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi, "tabiatta
tanrı yoktur, tanrıyı yaratan insandır. Toplum kendi değerlerini gök kubbeye aksettirmiş, beşeriyi ilahileştirmiştir",
dedi; kimi, "insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir"; ne Rab ne ibad. İnsanın yabancılaşmasıydı din, bir çeşit
afyondu. Geçen asrın düşünce fatihleri Promete'yi bayraklaştırırlar, "bütün tanrılardan iğreniyorum" diyen
Promete'yi. iyi ama Promete'nin iğrendiği tanrılar karanlık bir çağın kan dökücüsü, habis, zenperest mabudları
değil mi?

Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama
kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı müke mmelleştirmek, varabileceği en yüksek
irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak? Sokrat mı, Vinci mi, Erasmus
mu, Goethe mi? Nietzsche'nin ideali insan-üstü idi; yakın tarihin kanlı tacidarları bu rüyanın ne kadar te hlikeli
olduğunu ispat ettiler. Carlyle'in kahramanlarına gelince onlar da mazide yasayan veya yaşandığı farz edilen birer
gerçek veya tecrid. Hümanizm insanın tanrılaştırılmasıymış, hangi insanın, feylesofun mu, kozmonotun mu, yığının
mı? Hümanizm, saltanatının sarsıldığını anlayan kilisenin de bayrağı. Gerçek hümanist biziz diyen Pierre
l'Hermite'lerin, Ignace de Loyola'ların torunları kanlı pençelerine ipek eldivenler geçirerek insanoğlunu kardeşliğe
çağırıyor.

Katolik bir tarihçi, "Hıristiyan hümanizm i, yunanlıların dini ideali ile İncil arasındaki kaynaşmanın eseridir, diyor;
Yunan felsefesi Latin hukuk anlayışı ve judeo kretien teoloji aynı potaya döküldü, bu haritadan çıkan ana mefhum:
insanoğlunun değeridir". (Grouset)

Ya İslamiyet? Hümanizm putperest sanata karşı duyulan hayranlıksa Müslüman dünya böyle bir muhabbetten
habersiz yaşamıştır. Çölde doğan İslamiyet, yunan şiirinin çılgın ve günahkar cazibesine kapalıydı. Sirenlerin
şarkısını engin denizlere açılmayanlar duyamazlardı ki. İslamiyet Yun an ve Roma'dan düşünceyi almıştı, besleyici
unsurları varlığına katmış, posayı bırakmıştı geriye. Unutmayalım ki karanlıklar içinde bocalayan Avrupa'ya antik
çağın en büyük dahisini, Aristo'yu İslamlar tanıtmıştır, yani batı hümanizminin ana kaynaklarının biri İslamiyetƞtir.
Ne var ki İslamƞı Homeros da ilgilendirmemiştir, Virjil de. Cahız (772 -870) için dünya şiiri Yedi Aşkı şairleriyle
başlar. İslam yunan ve Latin sanatına niçin dönecekti? Ne dilde ne zevklerde ortaklık söz konusuydu.

Rönesans hümanistlerinin çağdaş hümanizm üzerinde etkisi nedir? başka bir deyişle, bir Feurbach'in, bir Renan'in,
bir Marxƞın dikkatini insanoğlunun muhteşem
kaderine, eşsiz değerine kanatlandıran Rönesansın metin aktarıcıları mı olmuş? Onlar olmasa Comte insanlık Dinini
kuramayacak mıydı? Bilemeyiz. Biz Rönesansı yaşamadığımız için mi hümanist olamadık? Evvela Rönesans tarihi
bir gerçekten çok bir İtalyan miti. Düşüncede yeniden doğuş ve atlayış olmaz. İslamiyetƞte kilisede yok, Allah'la kul
arasında herhangi bir aracı da. İslam düşüncesi hangi baskıya karşı direnecek, bağımsızlığını kime ispat edecekti?

Hümanizm insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnai bir değer vermekse, İslamiyet tek gerçek
hümanizmdir. "Humanités" edeb, efendilik, nefse hakimiyet, mukaddese saygı ise İslamiyet ve bilhassa tasavvuf
"humanités" nin ta kendisi. İnsan yalnız İslamiyetƞte eşref-i mahlukattır. Bir yanıyla balçık, bir yanıyla tanrı. Feyzi
Hindi'nin meşhur beyiti ile çerçevelediği muhteşem varlık:

Haki, eğer bezulmeti hesdi mu kayyedi, Arşı, eğer benur-i ilahi münevveri.

(1)Şemsettin Sami, "insaniyete muhabbet" diyor (Kamus-u fransevi). İsmail Fenni, "devr-i teceddüd üdebasının
yani elsine ve edebiyat-i atika tarafdarınının mezhebi..beşeriyete ibadet mezhebi" (Lügatçe-i felsefe)
(yazarlarımıza sorsak).. Bu izm "dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri
sürülmüş bir duman perdesi" Kemal Tahir'e göre. Ergün Göze için, "insan ruhunu metafizik kaynaklardan koparan
ve bu sebeple insanı vücuduna irca eden zavallı bir sistem..son aşaması: makineleşen insan". (Bu keşmekeş
nereden geliyor. Önce kelimenin kendisinden. Kemal Tahir hümanizm ile hümanitarizmi birbirine karıştırmıştır.)

KÜLTÜR VE ÖTESİ

Cemil MERİÇ, HİSAR Dergisi Sayı 93, Eylül 1971

Kelime de maskelidir, insan gibi; ülkeden ülkeye değişir kimliği, çağdan çağa değişir. Kaynağında yakalayacaksın
kelimeyi, akışını izleyeceksin; tanıyamazsın yoksa. Ömrün yetecek mi bu yolculuğa, sabrın yetecek mi?

Kültür yabancı bir kelime; yabancı, karanlık, ama sevimli. Cazibesi biraz da müphemiyetinden geliyor. Adını nasıl
türkçeleştirsek: irfan desek olmaz, hars desek değil.

ƠToplumsal ilimlerin en kaypak ve anlaşılması en zor kavramlarından biri kültürdür, diyor Şerif Mardin. Teknik
anlamda kullanılmadığı zaman beraberinde getirdiği çağrışımlar Picasso, Mozart, Beethoven, tiyatro, edebiyat ve
sanatla ilgilidir.ơ (Din ve İdeoloji S.38) Neden Picasso, Mozart ve Beethoven de Farabî, Itrî veya Tagor değil? Bu
garip takdimde şuurlu bir Türk aydını yerine bir amerikan misyoneri konuşuyor. Asya'yı, Afrika'yı kültür
mabedinden koğan hasta bir Batı hayranlığı.

Oysa, Ziya Gökalp'e göre ƠMedeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır... yani beynelmileldir. Kültür, bir
medeniyetin her millette aldığı hususi şekildir... yani millîdir... Garp medeniyeti, fakat fransız kültürü, ingiliz
kültürü. Medeniyet sunidir, kültür tabi.ơ (Türkçülüğün Esasları).

Kültür, tamamlayıcı bir isimle veya fiil olarak XVI. asırda kullanılmağa başlamış; tek başına XVIII. asrın sonl arında
fethetmiş batı dillerini. Lalande anlamlarını şöyle sıralıyor:

A- En dar ve en maddî manada, uygun temrinlerle bazı beden ve zihin melekelerinin geliştirilmesi (veya gelişmiş
olması): ƠKültür fizik, matematik kültürü.ơ

B- Daha genel olarak ve gündelik dilde: 1) Okumuş ve bu sayede zevkini, tenkit kabiliyetini, muhakemesini
geliştirmiş insanın özelliği. 2) Bu özelliği sağlayan eğitim.

ƠBilgi, kültürün vazgeçilmez şartıdır, fakat yeter şartı değildir. Kültür denince daha çok zekânın, muhakemenin ve
duyarlığın niteliği akla gelirơ (D. Roustan) (Bu manada daha çok Ơgenel kültürơ tabiri kullanılır.)

C- Medeniyet. (Vocabulaire technique et critique de la Philosophie, S. 199, 200.)

Foulqué ise, almanca kultur civilisation karşılığıdır, fransızcadak i kültürün almancası bildung diyor. (Dictionnaire de
la langue philosophique.)

Ne kadar çabuk eskiyor sözlükler. Şimdi de bir mütercimi dinleyelim: ƠDarwin'in şakirdi olan ilk evrimciler,
toplumun adeta üst-yapısını meydana getiren davranışların, moral değerlerin, alışkanlıkların topuna birden Ơkültürơ
adını verdiler. Bu tanımın fransızcadaki Ơkültürơ ile pek münasebeti yok ama anglo -sakson antropolog ve
sosyologların çoğunca benimsenmiş bir tarif bu. Hatta bu sosyologlar, kelimenin manasını öyle genişlet tiler ki,
kültür, bu eserde olduğu gibi, zaman zaman toplum yerine kullanılmaktadır.ơ (Kardiner -Preble, Introduction a
l'ethnologie, S.9)

Vuzuha kavuştunuz mu? Araştırmalarımıza devam edelim: Krober'le Kluckhohn koca bir kitap yazmışlar bu kelime
için: Culture, a critical review of concept and definitions. Çeşitli yazarları taramışlar, 160 tarifini bulmuşlar
kültürün. Bu tariflerin kimi tasvirî, kimi tarihî, kimi normatif, kimi psikolojik, kimi Ơyapısalơ, kimi jenetik veya
yetersiz.

Kültür fikri, başlangıçta insanlığın umumî gelişmesine bağlı; insanlığın topyekûn ilerleyişinde bir merhale. Aşağı
yukarı medeniyetin kendisi, medeniyet ise barbarlığın zıddı. Kültür ileri bir toplum durumu, daha doğrusu kuşaktan
kuşağa aktarılan sosyal miras.

Bazı yazarlara göre, kültürle doğa iki zıt kavram. Ơİnsanı hayvandan ayıran şey kültür olduğuna göre, insanın bu
amaca varmak için yarattığı araçlara kültür araçları veya daha genel olarak kültür değerleri diyebiliriz,ơ diyor
Fisher. Albert Schweitzer de aynı fikirde: Ơkültür, -ferdin ruhî olgunlaşmasına hizmet ettikleri ölçüde - insanın ve
insanlığın, her alanda ve her bakımdan kaydettiği gelişmelerin bütünüơ.

Bunlar ahlakçı veya filozof görüşleri. Antropologlar bu arka-plandan kopmamakla beraber, kültürden çok,
kültürlerden söz ediyorlar. Franz Boas kültür alanlarıyla, yani her birinin kendine özgü bir kültürü olan bölgelerle,
kültürler arasındaki alışverişlerle uğraşan ilk antropolog. Kültürlerin özellikleri ve tarihleri Boas'dan sonra
incelenmeğe başlanır.

Antropologları birbirne düşüren bir anlaşmazlık da şu: daha çok toplum yapıları -yani bir grubun içindeki ilişkiler -
üzerinde mi durmalı, kültürler üzerinde mi? Bu tartışma iki okula ayırdı antropologları: Malinowski'den ilham alan
yapısalcı yahut yapısalcı-görevci eğilim. (Malinowski'nin fikirleri için bak: Culture in Encyclopedia of the social
sicences, cilt IV, S. 621-645) Her kültürün, müesseseleri, eğitim sistemleri, teklif ettiği veya zorla kabul ettirdiği
modellerle, fert kişiliğini, şuurlu veya şuursuz olarak, nasıl biçimlendirdiğini araştıran kültüralist mektep.

Konusu arkaik toplumlar olan bu tartışmaları bir yana bırakalım. Sosyologlar teknik ilerlemelerin sebeb olduğu
büyük değişiklikleri değerlendirmekte de birleşemiyorlar.

Yığın haberleşmeleriyle (mass media) uğraşanlar bu meseleye yeni bir boyut kazandırmakta; doğrudan doğruya
mass media'nın, bilhassa televizyonun, radyonun, sinemanın, magazinlerin, reklâmın eseri olduğunu iddia ettikleri
halk kültürü, yığın kültürü gibi bir takım kavramlar üzerin de durmaktadırlar. Yığın kültürü, yayın organ ve
araçlarıyla genelleşen mitler, kavramlar, tasavvurlar, yani oldukça ilkel bir kültür modelleri bütünüdür. Bazı
sosyologlara göre, tüketim toplumunun işine yaramaktadır bu kültür, konformizm yaratmakta, halka birşeyler
bildiğini vehmettirmekte, mutluluk hakkında maddeci ve çocuksu imajlar telkin etmektedir. Bazı yazarlara göreyse,
yığın kültürü halk sınıfının yaşayış ve düşünüş alışkanlıklarını yükseltmektedir. (Kısa bir özet için bak. La
Sociologie, Caseneuve et victoroff, 1970).

Bu ele avuca sığmayan kavramın kimliğini, daha doğrusu kimliklerini belirtebildik mi? Hayır. Kültür, her gün yeni
bir macera ile sevgililerini hayretten hayrete sürükleyen bir nazenin. "Çağdaş uygarlık" garip bir Sysiphos. Zirveye
tırmandıktan sonra, hasretle bakıyor ovaya ve kendini uçurumların cazibesine bırakıyor. Kültürün en yüksek
merhaleye ulaştığı ülkede,kültür yok artık: karşı-kültür, anti-kültür, hip-kültür, kültür-sonrası, devrimci-kültür var.
Bunlar, can çekişen bir medeniyetin ölüm hırıltıları mı? Bâkir ve dilber bir dünyanın müjdeleri mi? Bilemiyoruz.
Avrupalı sosyologlar, nazenini son kostümü, son hüviyeti içinde yakalamak ümidi ile, yeni dünyaya koşuyorlar. Bir
de bakıyorlar ki, bitnik'ler hipi olmuş, "free jazz" "rock" la "pop"u tahtından indirmek üzere. Hareketin akıl hocaları
bir yıl geçmeden unutuluveriyor, MacLuhan'ın yerini "teknoloji peygamberi" Fuller alıyor, uyuşturucu maddeler
havarisi Tim Leary, Zen yayıcısı Suzuki'yi itibardan düşürüyor.

Amerika'dan gelen bu moda, Avrupa'nın resmi veya gizli festivallerinde baş tacı. Kendini herkese kabul ettirmek
iddiasında. Belli geleneklere değil, bütün geleneklere düşman, bütün üslûplara asî. Hayata birşey eklemek
istemiyor, hayatı değiştirmek amacında. Maziden gelen tüm sınırları, tüm yapıları, tüm değerleri yok etmek: kültür
kavramını çatlatan bir davranış bu. Artık kazanılmış bir bilgiler bütünü veya herşeyi okuyup, herşeyi unuttuktan
sonra kalan" değil kültür, bir oluşum, bir tutum, "bir hayatı anlama ve yaşama tarzı." (Arthaud)
Hayalin akıl, tecrübenin bilgi üzerindeki zaferi. İdrâkin tepe taklak edilişi. Keşfedilmesi, yaratılması gereken başka
bir realite özlemi; eski yasaların ve ölçülerin yıkılışı. İyiyi kötüden, sürekliyi geçiciden nasıl ayıracağız? Eserin
kendisi yok ki ortada, şu eser daha önemli, öteki daha değersiz diyebilelim. Ama kimse anlamıyor bu yeni kültürü,
havariler şikayetçi. "Kelime hazinemizde, düşüncemiz gibi, daha önce var olan bir dünyadan geldiği için kalleşlik
ediyor bize." (MacLuhan) "İnsanlığın korosu" olan istikbal, henüz bir curcuna. Bu devler veya cüceler ülkesinin bir
çok Gulliver'leri var, en tanınmışı Edgar Morin'le, Jean Jacques Lebel.

İdeoloji ile teknik bu yeni kuşaklara güvensizlik veriyor sadece. Ütopyalar istiyorlar, sıcak, tabiî ütopyalar. Gençler
için istikbâl yaşanan andır. Gelenek paramparça ama yerine geçecek bir değer de yok. Çağdaş medeniyet kendini
inkâr eden bu isyan hamlelerini de bünyesine katabilecek mi?

Bazı yazarlar hareketi Reform'a benzetiyorlar. Onaltıncı asırda da bütün bir nesil, kurulu düzene karşı ayaklanmış,
babalarla çocuklar arasında uçurum açılmıştı. Luther tezlerini haykırdığı zaman otuz yaşındaydı, Melanchton yirmi.
Elebaşılar, genç üniversitelilerdi diyor Goodman.

Evet, kültürün kendi kendine savaş açışı bu. Eski bir şarkının akordsuz tekrarı: dadaizm, sürrealizm. Hem aynı,
hem bambaşka. (Karşılaştırmak için bak Nadaud, Historie du surréalizme) Medeniyetin şımarttığı bu Amerikan
veletleri için "kültür, bir uyutma endüstrisi, arzuyu susturuş. Oysa tabandan gelen devrim, Dionysos'tur,
bayramdır, yığın arzularının vahşice doyuruluşudur" (Lebel).

Dürüst ve erkekçe bir kavgadan kaçan bu hayal hastalarını biolojileri ile başbaşa bırakalım. (Konunun iyi bir özeti
için bak Le Monde, 11 Eylül 1970 L'autre culture)

Y 

Y  


CEMİL MERİÇ, Gerçek dergisi, Ağustos 1978, cilt 1, sayı 2

Batı dillerinde karşılığı olmayan bir mefhum; Çağdaşlaşmak; cıvık, korkak, mur dar... Bu habis kelimeyi, lügat
hazinemizden tardetmedikçe, düşünce selâmetine ulaşamayız. Gerçi Avrupa da şuurumuzu bulandırmak için, nice
lafızlar icad etmiş. Ama hiçbir emperyalizm, çağı tek başına temsil et mek gibi abes bir iddiaya kalkışmamıştır.
Hıristiyan dünyanın son keşfi, 'azgelişmişlik'. Asırlık hezimetlerin ö cünü almak için uydurulmuşa benzeyen bu sefil
kelime müstağriplerimiz tarafından hararetle benimsen di Neden azgelişmiş, niçin azgelişmiş, kime göre azgelişmiş?

Tarih sahnesine çıkan büyük medeniyetler birbirine eşit değerdedir. İslâm -Türk medeniyeti, bu medeniyetler
içinde en parlak, en uzun ömürlü, en zinde medeniyetlerden biridir. Medeniyetin tek öl çüsü vardır: insana verdiği
değer.
Türk-İslâm dünya görüşünde, insan, Tanrı'nın bîr nusha-yışürasıdır. Tabiatın dışında İmtiyazlı bîr yeri vardır. Bu
itibarla mukaddestir. Türk - İslâm dünya görüşü, İnsan haysiyetine büyük değer veren, bu haysiyeti inancın ve
düşüncenin bütün belirtilerinde görmesini bilen bir idrâktir. Vazge çilmez îcâbları adalet, eşitlik, hürriyet ve
müsamahadır. Türk - İslâm medeniyeti bu idealleri gerçekleştirdikten sonra, her mede niyet için mukadder olan bir
çöküş ve çözülüş merhalesine ulaşmıştır. Zaten doğunun ve batının bütün büyük târih felsefecileri medeniyetin,
kavimlerin târihinde böyle çıkış ve iniş merhaleleri olduğunu k abul ederler. Demek ki, bizim için bir Å 

  söz konusu değildir. Zirveye vardıktan sonra yükselecek başka irtifalar olmadığı için, yürüyüşe devam
etmek, ister istemez alçalmaktı. Batı'nın abeslerine îtibar etmek bu alçalışı büsbütün hızlandırdı . Rodinson, çağdaş
dünyayı, sanayileşmiş - sanayileşmemiş diye ikiye ayırıyor. Daha aydınlık, yâni daha ilmî bir sınıflandırış. Değer
yargısı belirtmiyor; sanayileşmek iyi de olabilir, kötü de. Daha doğrusu sayısız mahzurları olan bir mecbûriyet -i
elîme. Azgelişmiş yalanı, sömürgecilerin kendilerine vesayet hakkı hazırlamak İçin uydurdukları bir mahkûmiyet
kararı. Ah bu Avrupa! İngilizler dünyanın en büyük medeniyetlerinden birini yok ederler; Hind'de kasırga gibi eser,
tezgâhları söker, mâbed taşlarını müzelere aktarır, insanlığın yüzünü kızartacak zulümler icad ederler. Bu
habasetler insansever Marx'a latifeler ilham eder: Å 
  
 
  !"##$  "$
çağdaş 
       der. Å%   

#"
! 

# &  

Marx bu sözü niçin söylemiş, anlatalım: İngiltere'de kapitalizm gelişm iş. Sanayi İnkılâbı bütün ihtişam ve
sefâletiyle ferman ferma; Almanya ise millî birliğini bile kuramamış henüz. Sanayi alanında ise geri mi geri. Yazar
Alman okuyucusunun dikkatini çekmek istiyor konuya. Sana anlattığım, kendi hikâyendir, diyor. Çünkü her toplum
aynı merhalelerden geçecektir. Yarın sen de İngiltere gibi olacaksın. Bu hüküm çağdaş düşünceye Vico'nun
armağanı, Vico'nun ve Auguste Comte'un: Her ülkenin târihi aynı istasyonlardan geçmek zorunda.

'( )*+,)-')

Asrımızın en büyük içtimaîİlimler Ansiklopedisi Modernisation'a ayırdığı oldukça uzun bir incelemeyi Marx'ın
yukarıdaki cümlesiyle başlatır. Modernisation, eski bir ola yın (sayrûre) zamanımızdaki adıymış. Sosyolog buna:
Å! 

#" 

#   !  
# diyor.
Azgelişmiş, çok gelişmiş ne demek? Bu değişme kendiliğinden mi oluyor, yoksa dış müdahalelerin eseri mi? Yazar
devam ediyor: Å)! " &".# / 
.#   $.!  !
  "$
.!0 !
  Demek ki sömürge halkı için ideal (yâni bugünkü tâbirle modernisation), efen -
dilerine benzemekten ibaretti. Sömürge halkına bu yanlış hedefi telkin edenler kimler di? Müstevliler. Gaye,
onlardaki direnişi yok etmek, kişiliği öldürmekti. Ansiklopediyi okuyalım: Å1!#.#   "
& 2
2##!  .3
 !  
.!
4 

Görüyoruz ki, Å


    temsilcileri mağlûblara önce kendilerini örnek gösteriyorlar, sonra mensub
oldukları camiayı, yani   
 Avrupalılar'ca ne manâda kullanıldığını aşağıda
anlatacağız. Şimdi düşman ülkelere teklif edilen daha sonraki modellere göz atalım: 566 #%

! 
#! 

/ 7 4
zenginleşti: Amerikanlaşma. 
 #  . .!
   Batılılaşma +"
    / 

#!!  / 8/ 7/ 

modernisation 

'  " ## 



#2% 79  
 2
 !3  
   2 
"  2  !
 :.#! ; 
   ### .!
.#      "

     <;.#7

   "
    "=/,.
#
#


     
 7
 
/ 
.!#/# 
 
.### 7. 
//  
    
 /   "
  " 
"
  

'  "  3#
 
   

>  # ## 
# # 
  


 !  $  ,?@ABCDE .# <7.
!.#
/ "" " " "/" 
## 
#!

  /  
AVRUPALILAŞMA (1)

Avrupalılaşmaya gelince; bîr kıt'a, bir medeniyet camiası hüviyetini nasıl değişti rir; daha doğrusu değiştirebilir mi?
Asya Asya'dır, Avrupa Avrupa... Kelime, Batı'nın yükselme devrinde, batılı sömürgeciler tarafından uydurulmuştur.
Tanzîmât İntelijansiyasının meçhulü olan bu mefhum sonraları bir bayrak olmuş... Târihlerinden kopan bîr avuç
şaşkının omuzladığı bir teslimiyet bayrağı. Bir iflâsın ifadesidir Avrupalılaşma, bir inkâr çılgınlığı, bir intihar
kararıdır. Emperyalizmler kabza-i teshirine geçirdiği ülkeleri yok etmek için, onları kendilerine benzetmek isterler.
İngilizler ingilizleştirmek, Fransız lar fransızlaştırmak, Portekizliler portekizlileştirmek peşindedir önceleri. Hıristiyan
korsanların istilâ sınırları genişledikçe bu tâbirler yetersiz gelmeye başlar. Daha müphem, daha kucaklayıcı, daha
yumuşak bir tâbir keşfedilir: Avrupalılaştırmak. Giderek bu mefhum da fazla sert, fazla dar, fazla gu rur kırıcı
bulunur. Yerine yeni bir yalan bayraklaştırılır: Batılaşma. Şuurlanan Doğu bu kelimeden de tedirgin olunca,
modernisation sahneye çıkarılır.

Çağdaşlaşma bir yana, bütün bu lâfızlar Avrupa'nın zâde-i mel'anetidir. Yabancılaşan aydınlarımız, nezleye
yakalanır gibi yakalanmış onlara. Ne mâhiyetlerinden, ne târihlerinden haberleri var. Bu itibarla düşmanlarımızın,
istismarlarını gizlemek için uydurdukları bu yabancı kelimelerden ne anladıklarını açıklamak, çalışmamızın ilk faslını
teşkil edecektir.
En geniş malûmat 1931'de yayımlanan İçtimaî İlimler Aksiklopedisi'nde. On beş büyük sütun Europenisation
maddesini hülâsa edelim. G. Young diyor ki:

 
.!#" *. "F   "   
###  #! ""##
#!    

Yazarın bu ifâdesini aydınlatmağa çalışalım: Avrupalılaştırma, Avrupa'ya has içtimaî bütünlerin (sistem Asya,
Amerika, Afrika kültür ve medeniyetlerini istilâ etmesidir (Yazar, «permeation» kelimesini kullanıyor: Nüfuz etm e,
sızma, yayılma, içine geçme). Bu nüfuz, telkin yoluyla mı, özendirme yoluyla mı, savaşla mı gerçekleştirilecek, belli
değil. Daha doğrusu durumun icâblarına göre her üç yoldan.

Bu içtimaî sistemlerin vasıfları da şunlar: Avrupalılaştırma; siyasî bakı mdan demokrasi fikrini, iktisadî bakımdan
ferdiyetçi kapitalizm ve rekabet ülküsünü empoze etmek; daha girift, daha âdil, fakat daha az verimli ve
ilerlemeye daha az elverişli kollektivist ve komünal medeniyetleri kontrol altına almak; sanayide el tezgâh ının
yerine fabrikayı ve dökümhaneyi geçirmektir. Terbiye alanında avrupalılaştırma ise, Avrupa dışındaki kıt'aları
Avrupa ilimleri elde ederek, maddî hattâ manevî kazançlar sağlayacaklarına inandırmak, misyonerin Kitab-ı Mu-
kaddes'i, tüccarın malları, idarecinin iyi niyetleri aracılığıyla, kabîle geleneklerini yık mak ve israfı önlemek.

Avrupalılaştırmanın Asya üzerindeki tesiri, gerek târihî, gerek sonuçlan bakımın dan Amerika'lara ve Afrika'ya
tesirinden çok farklı olmuştur, olmaktadır, olacaktır. Bir kelimeyle Avrupa'nın başlıca dâvası Asya'nın direncini
kırmak, onu kendine benzetmek ve gönlüne göre istismar etmektir. Afrika'nın kabîle kültür ve medeniyetleri
şimdiden Avrupa'nın baskısı altındadır ve eninde sonunda Avrupa ferdiyetçiliğinin ve sanayiinin taarruzuyla yok
edilecektir; çünkü kuzey ve güney Amerika medeniyetleri Anglo-Sakson sömürgeciliğinin ve Lâtin ticarî nüfuzunun
baskısı yüzünden aynı akıbetle karşı karşıyadırlar; oysa Asya'da Batı medeniyetinin ferdiyetçilik, sınâyileşme, ticarî
zihniyet, yani kapitalizmle İslâmiyetin veya Bu dizmin kolektivizmi, komünizm'i, militarizm'i ve mistisizm'i arasında
her zaman medd-ü cezir vardır. Amerikan yerlileriyle Afrika zen cilerinin, Arapların, Berberilerin iki şıktan bi rini
seçmesi gerekiyordu: Avrupalılaşmak veya yok olmak. Asya hiç bir zaman böyle bir mecburiyetle karşı karşıya
gelmemiştir.

İki kıt'a arasındaki hâkimiyet savaşı târih öncesine kadar uzanır, Asya'nın ilk Avrupalılaşması taş devrine rastlar,
Young'a göre. Doğu'dan gelen Aryalı akıncılar İranla, Hind'i ele geçirirler; bu Avrupalılaşma Mısır, Bâbil, Pers ve
Grek medeniyetlerine kadar sürer. Avrupa'nın zaferini gerek Tevrat'ın kehânetler faslı gibi eski siyâsî eserlerde,
gerek arkeolojik araştırmalarla gün ışığına çıkan vesikalarda görmek kabildir. Bu ilk Avrupalılaştırmanın son
dalgaları, Cyrus devrinde [549-529 M.E.) Aryalı Persler'in, iki asır sonra İskender devrinde, Aryalı Grek ve
Makedonyalıların Mısır, Bâbil ve kuzey Hindistan'a yaptığı istilâlardır.

İki kıt'anın kaderi o çağlardan beri taayyün etmiş. Young'a göre... Kişilikleri billurlaşmış.. Kendisini dinliyelim:

O çağlarda bile iki kıt'a arasındaki temel farklar açıkça belirmiş bulunuyordu. Bugünkü Avrupalılaş tırmanın
esaslarını, Yunan kültüründe bulabiliriz. Nitekim geçen asrın Asya medeniyetlerinin ve sosyal sistemlerin esas larına
da o çağlardaki Asya imparatorluklarında rastlamak kabil. Yeni Avrupalılaştır manın zamanımızdaki devresinde Asya
devletlerine ilk kabul ettirilen felsefî ve siyasî nazariyeler in Eflâtun ve Aristo'nun fikirlerinde Atîk ve Ege
medeniyetlerinin müesseselerinden ilham alması tesadüf eseri değildir sadece. Bu Avrupalılaştırma dönemi Dara
ve Keyhusrev'in Avrasya imparatorluklarıyla Aryen Greklerin Avrupa site devletleri arasındaki savaşlarla sona erer.
Elen imparatorluğunu Dara İmparatorluğunun sınırlarına kadar genişletilen ve bir dünya devleti idealini
gerçekleştiren İskender fetihleri Avrupa taarruzunun sonuncusu oldu. O târihlerden sonra teşebbüs Asya'nın eline
geçer. Roma'nın Asya imparatorluğu (189 M. E-330 M.S) bir taarruz ve müdafaadan ibarettir; bu imparatorluğun
vârisi oİan Greko Bzantin (330-1204) imparatorluğu, Lâtin imparatorluğu (1261 -1453), Asya hâkimiyetine
karşıümitsiz bir savaşa giriştiler. Bu dönemdeki Avrupalılaştırma hamleleri eskilerine kıyas la cansızdır. Ve Avrupa
hâkimiyetinde bir düşüş görülmeye başlar. Lâtin ve Haçlı seferlerinden doğu Avrupa'da ve batı Asya'da kurulan
devletler, İskender fetihlerinin sonunda kurulan Helenistik devletlerden bile daha kısa ömürlü oldu. Cereyan (tide)
Asyanın lehine dönüyordu.

Avrupa ile Asya arasındaki merkezî köprü (yani İstanbul) Bizanslılar tarafından ko runduğu için Asyalıların Batı
Dünyasına taarruzu, güneyden Kuzey Afrika yoluyla İspanya'ya, Fransa'ya, kuzeyden de Rusya yoluyla Balkanlara,
hatta Saltık Denizi'ne kadar yönelmek zorunda kaldı. Daha sonraki Moğol göçebelerinin taarruzu tesiri bakımın dan
en uzun ömürlü olmasına, ve bu bölgenin Asya'ya katılmasına sebep teşkil etmesine rağmen, pek önemli sayılmaz.
Diğer taraftan Kuzey Afrika'yla İberya Yarımadası'nın İslâmiyet'ten gelen hamle gücüyle ve Arap fetihlerinin hızıyla
Sami kavimler tarafından Asyalılaştırılması Orta Çağda medeniyet tarihinin en esaslı akımını teşkil et miştir. Bu
dalga 732 de Charles Martel ve Franklar tarafından Tours'da durdurulduğu zaman en yüksek noktasına varmış
bulunu yordu. 1453'de İstanbul düştü, bu iki yanlı taarruz da gerilemeğe yüz tuttu; daha sonra Asya'nın
merkezden Avrupa'ya doğru ilerleyişi 1683'de Viyana'da durduruldu. (Sobieski ve Polonyalılar)

Bunun üzerine teşebbüs Avrupa'nın eline geçti ve Avrupalılaştırma çağı başladı; XVIII, XIX ve XX. asırlarda devam
eden ve kendini târihe ve politikaya terakkî-i âlemin sürekli görünüşü olarak kabul ettiren Avrupalılaştırma.
Asya'dakî Araplar'ın, Türkler'in Avrupa' yı atfetmelerine sebep, toplumlarının Avrupa toplumlarından daha medenî
oluşuydu. Asya, Yunanlılar'ın, Mısırlılar'ın, Babiller'in kültür mirasından daha çok faydalanmıştı. Asya'nın idare tarzı
mâkul ve âdilâneydi. Avrupa'nın feodal sistemi ise buna kıyasla ilkel ve in safsızdı.

Hıristiyan Dünya'da mezhep kavgaları, iç savaşlar hüküm sürerken îslâmda dinî asabiyet ve içtimaî dayanışma
vardı.
Elizabeth devrinde bile, Osmanlı adaletinin başarısını, Osmanlı nizamını incelemek için İngiltere'den İstanbul'a bir
heyet yollanmıştı. Savaşta hafif süvarilerin, ağır topçula rın, bando mızıkanın kullanılması Türklerden öğrenilmiştir.
Avrupa nın Asyaƞya son taarruzunu kolaylaştıran Osmanlı devlet ricalinin tereddisi oldu Bu zümre fesada uğradı
önce, kendi teb'asıyla arası bozuldu (Türkler, Rum lar, Slavlar, Araplar Ermeniler), sonra civar ülkelerle ve tum
Hıristiyan dünyasıyla. Avrupalılaştırma davasının siyasi veçhesi olan «Şark Meselesi» Avrupaƞnın modern ilmi
düşünceleri ve sosyal müesseseleriyle Orta Çag İslam Devleti arasındaki çatışmadan ibarettir (conflict).
Bu nizamın koruyucusu Osmanlılardı. Asya'nın eski kültürlerini adetlerini ve kanunlarını sürdürmekteydiler. Nitekim
Bizans İmparatorluğu da Asya'daki yeniliğe karsı Avrupa nın eski medeniyetlerini korumağa çalışmıştı. Asya'daki
bölünme (tefrika] Bizans İmparatorluğuƞnun çöküşünü geciktirmiştir. Avrupaƞnın da birbirine rakip milli devletler
arasında bölünüşü de Devleti Aliyeƞnin çöküşünü geciktirdi. Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için girişilen her
teşebbüs başarısızlığa uğradı XVIII. asırda II. Katerina ve Pitt tarafından girişilen teşebbüs - den tutun da, XIX.
asırda Çar Nicholas'ın I. Dünya savasından sonra Fransız, İngiliz ve İtalyanların parçalama teşebbüslerine kadar.
İstila yoluyla başarılmak istenilen bütün bu Avrupalılaştırma hareketlerini düvel -i muazzamanın rakip
emperyalizmleri köstekledi ve sonunda bu kavimler arasındaki milliyetçiliği akamete uğrattı. Osmanlı ülkesine
yerleşmek ve onu istismar etmek isteyen devletlerin birbirini kovalayan gayretleri başarıya ulaşamadı.
Napolyon devrinde Fransızlar, Bab-ı alinin patronları, hocaları ve hamileri oldular. İngilizler, Stadford Canning'in
yönetiminde, her derde deva diye sundukları temsili hükümet ve ademi merkeziyetleriyle (provincal autonomy)
imparatorluğa yeni bir nizam vermeğe kalktılar. Sonraları Birinci Dünya Savaşına kadar Almanlar aynı işi ele
almışlardır. Bu teşebbüslerin hepsi de semeresiz kalmıştır. Doğu Avrupa ve Batı Asya'daki İslam devleti
emperyalizmin Avrupalılaştırma teşebbüsüne karsı nüfuz edilmez bir kaleydi. Neden? Zira daha önce Avrupanın
milliyetçiliği sokulmuştu bu ülkeye. Avrupa devletleri"devlet-i Aliyyenin tebası olan çeşitli kavimler tarafından
bölüşülmesine, yani bu kavimlerin hükümran birer devlet olmasına taraftar değildi henüz, gerçi daha önce bu si-
yâset, gayri-müslim teb'anın hâmisi olan Rusya tarafından takip edilmişti. Böylece geçen asrın sonlarında Devlet -i
Aliye nasyonalizmin Asya içlerine yayılmasını önlemek için Av rupa diplomasisi tarafından sun'î olarak ayakta
tutulmuştu. Bu arada, biri kuzeyden, diğeri güneyden Asyayı kuşatan iki hareketle emperyalistik Avrupalılaştırma
sür'atle gelişiyordu. Asyaî bir camialar topluluğuyken Büyük Petro tarafından Avrupalılaştırılan Rusya
İmparatorluğu, Doğuda Pasifik'e kadar yayılmış bulunuyordu. Sonra da güneye doğru, transkontinantal bir cephe
boyunca Asya'nın belkemiği (dorsal ridge) arkasında ve bu bölgeyi aşarak, Orta Asya ve İran'a ve Altaylardan
Moğolistan'a, Mançurya ve Vladivostok'a kadar ilerliyedursun, XVIII. Yüzyılda Fransız ve İngiliz deniz
imparatorlukları, XVI. asırda Portekizlilerin, XVII. asırda Hollandalıların yolundan giderek ticaret ve sömürge
üslerine yerleşiyorlardı. XIXasır içinde İngilizler sınırlarını İran, Afganistan, Orta Asya'da Rusya içlerine kadar
genişlettiler. Çin ise İngiltere, Fransa, Almanya, Avrasya ve Avramerika devletleri arasında yağ lı bir kemik gibi
çekişme mevzuuydu.
9F(+G+6+H*1F,6,-'%6:
Japonya'nın beklenmedik ve şaşırtıcı Avrupalılaşması ispat etti ki; emperyalistler tarafından girişilen Avrupalılaşma,
milliyetçilik icabı diye sunulunca, cânu gönülden benimsenecektir. Japonlar, adalarında Avrupalılaşmaya doğrudan
doğruya ve zorlama yoluyla mâruz kalmamışlardır; Avrupalılaşma onlara dolaylı olarak ve demokratik yoldan
Amerika tarafından telkin edilmiş, Çin'den alınan Asyaî bir kültür ve medeniyeti kendine yar dımcı olarak
bulmuştur. Bu itibarla, Avrupa medeniyetini kolayca ve tahâlükle kabul etmiştir. Japonya pek kısa bir zamanda (bir
nesillik) yalnız Avrupalılaşmış bir millet ol makla kalmamış, Çin Asya'sına taşmak için Avrupa devletleriyle yarışa
girmiş, sadece ticarî pazarlar peşinde koşmamış, nüfus artışını boşaltmak için sömürgeler de aramıştır.

Not: Sitemizin ziyaretçilerinden Yunus Topuz'a bu makaleyi gönderdiği için teşekkür ediyoruz.

www.CemilMeric.net

Önce kelimenin müştaklarını tanıyalım. Europeaniser yahut europeiser; avrupalılaşmak veya avrupalaştırmak,
Avrupa yaşayışına uydurmak. (Meydan Larousse kelimeyi avrupalılaşma ile karşılamış ve tarifi şöyle çevirmiş:
Avrupalıların fikirlerini ve davranışlarını benimseme. Oysa asıl metindeki mânâ avrupalılaşma değil,
avrupalılaştırmadır.)
Europeisation: Avrupa tarzında ekonomik veya politik bir organizm kurmak. (Meydan Larousse: Avrupa'ya has
vasıfları hâiz iktisâdi ve siyasî bir teşkilât kurulması, diyor.)... Böyle bir teşkilâta katılmak. Bir devletin ekono misini
Avrupa iktisadî konjonktürüne göre ayarlamak. Bu kifayetsiz tarifleri 1970'lerde yayımlanan Büyük Larousse'den
alıyoruz.
Webster sözlüğü (II. baskı 1957) şu izahatı veriyor :
Europeanize; Avrupalılaştırmak veya Avrupalılaşmak: Davranış veya mizaç bakımından Avrupalıya benzemek;
Avrupa yaşayış tarzını benimsemek.
Paul Robert'in lügati biraz daha zengin:
Europeaniser fiili 1830'larda kullanılmağa başlamış. Manâsı: Avrupa medeniyetine, Avrupa zihniyetine uydurmak.
Europeanisme de geçen asırda doğan bir kelime: Avrupalı mizacı, özelliği.
Daha eski bir sözlük (Larousse'un 17 cildlik ansiklopedik lügatinde Europeanisme'i tek millet olarak düşünülen
Avrupalıların siyasî birliği, diye ta nımlıyor.).
Görüyoruz ki, Europenisation bel kemiği olmayan seyyal bir tâbir. Hem Avrupalılaştırma, hem Avrupalılaşma.
Lügatler çorak ve kısır. Kelime Batı'nın iktisat ve sosyoloji kamuslarına da alınmamış

Y

Cemil Meriç,Hisar Dergisi, Ekim 1975, Sayı 142

Abdalan-ı rum, ahiyan-ı rum, baciyan-ı rum, gaziya-ı rum dörtkenin kenarları. Devlet -i Aliye bu sütünlar üzerinde
yükseldi. Müesseseler geliştikçe isimlerde değişti. Tekamül vahdet'de tenevvü değil midir? Abdalan -ı rum kollara
ayrıldı: alperen, derviş. Sonra müfti, kadı, fakih, muhakkik, müsannif, şarih.. münşi, şair, edib. İçtimai şuurun bu
çeşitli temsilcilerini toplayan tek isim: ulema. Ulemanın ortak sıfati hocalık. Bir devrin ve bir ümmetin vicdanıdır
hoca; ezeli hakikatin yani İslami dünya görüşünün yayıcısıdır.
Batı'ya gecelim.. Aydın ele avuca sığmayan bir mefhum. Tarifi ülkeden ülkeye, çağdan çağa değişmiş. Sonunda
tek kelimeye hapsedilmis mefhum: entellektüel. Bugünki hüviyetiyle geçen asrın sonlarında beliren entellektüelin
seçeresine bir göz atalım. Hristiyanlığın zaferinden sonra düşünce manastıra sığınmış ve Avrupaƞnın şuuruolmuş
clerc. Avrupanın, daha doğrusu toprak aristokrasisinin. Feodaliteyle beraber itibarını kaybetmiş kelime. İktidara
geçen üçüncü sınıf, aydınlarına filozof demiş. Sonra filozoflar kozalarına çekilmişler, batı insanının şuurunu temsil
edenlere entellektüel (yahud intelijansiya) adı verilmis. Etimoloji uzmanları (mesela Bloch) entellektüelin XVIII.
yüzyıldan itibaren bugünki manada kullanmadığını söyler ama belli başlı kamuslarda böyle bir iddeyı doğrulayacak
kayıtlara rastlamadık. Littrede de, Larousse'da da aynı güdük karşılıklarƦ Entellektüel: zihni, fikri, manevi.
XX. Asrın sözcükleri, entellektüeli isim olarak alıyorlar. İzahları daha cömert fakat içtimai buud'dan mahrum
olduğu için müphem ve kifayetsiz: «zihni faaliyetlere karşı büyük bir alaka duyan; fikir hayatı ağır basan..» (Paul
Robert) Zihni faaliyet ne demek? Çağdaş toplumda, her faaliyet bir parca zihnidir. Homo faber'i (alet yapan
insan), homo sapiens'den (düşünen insan) ayırabilir miyiz? Doktorlar entellektül değil mi? Aynı vasfı dişçilerden
esirğeyecek miyiz? Aydını ƥkafa işçisi* olarak tanınan R. Aron da aynı hataya düşüyor. Ansiklopediler de kamuslar
gibi kekelemektedir. En vazıhları Seligman'ın yayimladiği «içtimai İlimler ansiklopedisi*. Okuyalım: ƥIntelijansiya
entellektüeller bütünü. Entellektüeller: hükümleri düşünceye ve ilme dayananlar; entellektüel olmayanların
hükümleri ise daha doğrudan doğruya, daha topyekün ihsaslara dayanır. Gerçi ahlaki ve estetik olgunluk da cok
defa aydının vasıfları arasındadir ama kökleri başkadır bu gelişmenin ve mutlaka bulunması şart değildir
entellektüelde. Shelling gibi bazı yazarlar entelleküelin yaratıcı olması gerektiğini söylerler, filhakika sadece bilgi
edinenlere entellektüel demek caiz değildir ama entellektüelin mutlaka yaratıcı olması da gerekmez. Aydın, bir
rahibin vasıflarına sahib olmalı ve rahibin görevlerini benimsemelidir, Fichte'ye göre; Bilgisi ile topluma hizmet
etmeli, halka gerçek ihtiyaçlarını sezdirmeli, ve onları nasıl karsılayacağını öğretmelidir.»
Hangi rahib? Almanya'nın bu şair filozofu, bir hayalin kurbanıdır. Rahib, ezilenlerin acılarına ortak olan ve asırlarca
hakkın havariliğini yapan bir fazilet timsali degildir ki. Ne var ki, imamını kaybeden batı, peşin hükümlerin
tahakkümünden kurtulamıyor. Aydının içtimai görevleri yüklenmesini istemek cok yerinde bir dilek. Ama ona
rahipleş demek, soysuzlaş demek gibi bir taleb. Ne gariptir ki Fichte'den (çok sonra
Evet.. «Entellektüel deyince hocalar gelir akla, üniversite ve lise hocaları. Bununla beraber aydını diplomayla tarif
elmek yine de yanlış. Entellektüel belli bi r eğitimden geçecek elbette. Ama bu egitimin sınırları ne? «Yarı»
okumuşlar, ƥebedi öğrenciler», kendi kendilerini yetiştirenler de entellektüeldirler; yeter ki bilgilerini sindirmiş
olsunlar ve yaptıkları iş kafa faaliyetine dayansın.»
Boşlukta kalan bir tarif, (çünkü entellektueli cağlara ve ülkelere göre değerlendirmiyor. Birtakım vasıflar izafe
ediyor entelleküele. Umumi ve mücerred vasıflar. Makalenin yazarı Roberto Michels, daha sonra entellektüelin
toplumda oynadığı çeşitli rolleri sıralıyor. Dağınık fakat çok fay-dalı, çok yerinde telkin ve tespitlerle örülmüş bir
araştırma. Seligman'ın yayimladığı bu abide-kitap, Amerikan intelijansiyasının (bir manada Avrupa
intelijansiyasının da., zira ansiklopedinin yazar-ları daha cok Avrupalıdırlar) 1935'lerdeki görüşlerini belirtiyor.
1968'de basılan «The international Encyclopedia of the Social Sciences* in entellektüeller maddesi daha karanlık,
daha mücerred, daha girift. Bilgi sosyolojisinin tanınmış temsilcilerinden biri olan yazar, Edward Shils,
entellektüelleri şöyle tanımlıyor: Herhangi bir toplumda, yazar veya konuşurken çevrelerindeki fertlerin çoğuna
kıyasla, , insan, cemiyet, tabiat ve kosmos hakkında umumi sembolleri ve mücerred referansları daha sık kullanan
kimselerin bütünü. Entellektüelin bu gibi sembolleri sık sık kullanması şahsi bir temayülün eseri de, mesleğinin
icabı da olabilir. Entellektüel davranışın bu iki temel motivasyonu aynı insanda ve aynı eylemde birleceği gibi
birbirinden bağımsız olarak da mevcud olabilir. Entellektüel temayüller yahud alakalar, entellektüel görevler yapan
insanlar arasında kesafetçe farklıdır, hatta entellektüel yaratıcılık, hususi de (müşahhas hadiseler) umumi bir mana
bulmak, geliştirmek ve bunu kelimelere, renklerle, şekillerle ve seslerle ifa de etmek ihtiyacından doğar; insanoğlu,
tabiat ve kosmosun en genel ve en esaslı taraflarıyla ilmi,ahlaki ve değerlendirici bir temas kurmak ihtiyacıƦ İnsan
ruhuna kök salmış bir ihtiyaçtır bu, hakikatte onun ayrılmaz bir parçasıdır ama fertlerin hepsine a ynı ölçüde
dağılmamaıştır. Bu ihtiyaç, ilmi, felsefi, teolojik, edebi eserlerin (veya sanat eserlerinin) yaratılışında ve yayılışında
başlıca amildir. Bununla berabe ilmi, felsefi, teolojik faaliyetlerin maddeleşmiş mahsulleri yalnız bu ihtiyacın (yani
entellektüel kabiliyetlerin) eseri de değildir. Tutarlı ve abjektiv bir biçim isteyen ifade - bilgi kabiliyetleri, gelenekler
yani çeşitli zihni faaliyetlerin kuçağında geliştiği içtimai çevrelerin ve müesseselerin kültürü ve manevi mirası
sayesinde belirir, beslenir, yoğunlaşır, mihraklaşır. Zihni faaliyetler neden müesseseleşir? Müesseseleşir çünkü
kendilerinde güçlü ve yoğun bir yaratılış faaliyeti bulunmayan birçok kimseler, zihni faaliyetin maddelleşmiş
eserlerine muhtaçtır. Onlar için zihni ve cismani bir ihtiyaçtır. Bu. Toplumun topyekun çalışabilmesi için entelleküel
eserlere ve müesseselere lüzüm vardırơ.
Zihni faaliyet en ilkel toplumlarda bile mevcuddur, Shils'e gore. Ama gelişmiş toplumlarda entellektüel roller daha
ihtisaslaşmıştır.
(Bu çok zengin ve son derece girift arastırmayı, konumuzla doğrudan doğruya ilgisi olmadığı için bütün olarak
aktaramadık. 15 buyük sayfa tutan makalede şu konular incelenmiş: entellektüel tabakalaşma, entellektüel
hayatın müesseseleri, mali destek kaynakları, entellekt üel faaliyetlerin yönetimi, taleb örnekleri, gelenek ve
yaratiş, entellektüel gelenek ve ictimai otorite, ilimcilik, ro -mantizm, devrim, popülizm, düzen, entellektüellerin
görevleri, yüksek kültürü yaratmak ve yaymak, milli ve milletlerarası modeller, ort ak kültürlerin gelistirilmesi,
sosyal degişmeler, siyasi bir rol oynayış..)
Entellektueli istihsal faaliyelinde oynadıgı ro le göre tarif edenler de var. İtalyan iktisatcısı Loria'ya göre entellektüel
(yani şairler, filozoflar, her çesit yazarlar, hekimler , avukatlar, hocalar) üretici olmayan bir işçidir. Entellektuel,
kapitalizm'e düşmandır çünkü kapitalist, hizmetine daha az karşılık ödemek için entellektüellerin sayısını artırmak
ister.
Marxizmin bu konudaki izahlarını üç başlık etrafında toplamak kabil , 1) Kautsky'e göre, en-tellektüeller de
toplumun öteki tabakaları gibi herhangi bir tabakadır. Aydınlarla işçiler arasındaki çatısma fertlerle değil sınıflarla
ilgili. Emekle sermaye arasındaki çatışmanın bir başka nevii. Entellektüel bir sermayedar deg ildir. Gercj yaşayış
seviyesi bakımından burjuvadır, aydın da.. Deklase olmadıkça bu hayat tarzını sürdürür, ama aynı zamanda
emeğinin mahsulünü hatta çok defa çalışma gücünü satmak zorundadır. Kapitalizm tarafından istismar edilir ve
toplum tarafından küçük görülür çok defa. Bir kelimeleyle proletaryayla aydınlar arasında iktisadi bir (çatışma
yoktur ama hayattaki mevkileri, çalışma şartları farklıdır birbirinden. Bu yüzden de düşünce tarzlarında az çok bir
çatışma vardır. 2) Lenin de Kautsky'nin tahlilini benimser: Kimse inkar edemez ki, aydınları modern kapitalist
toplumda ayrı bir tabaka olarak vasıflandıran ferdiyetcilikleri ve teşkilatlanmadaki ehliyetsizlikleridir. Bu içtimai
tabaka nanemollalığı ve kararsızlığı ile ayrılır işçi sınıfından». Aydının toplum içindeki yeri de müphem bir «orta-
sınıflılık». Bir kısmı kurulu düzenin emrinde çoban köpeğidir, aydınların. Yazar bunlara «ideolog aydın* diyor;
görevleri hakim sınıfın istismar edilen sınıflar üzerindeki baskısını gizlemek veya haklı göstermekti r. Ama aydınlar
işçi sınıfı hareketinin başına geçerek proletaryanın müttefiki de olabilirler. Şüpheli müttefiklerdir, bunlar; yaşayış
ve düşünüş tarzları işçilere de bulaşabilir. 3) En aydılık tahlil Gramsci'ninki.. Entellektü eli, işinin veya düşüncesinin
mahiyetine gore tarif edemeyiz. En mekanik faaliyet'de bile düşüncenin payı var. Bu manada bütün insanlar
entellektüeldir. Fakat bütün insanlar toplumda entellektüel vazifesi görmez. iktisadi istihsal dünyasında doğan her
içtimai zümre kendisiyle beraber, uzvi olarak bir veya bircok enteltektüel ta-bakayı yaratır. Bu entellektüeller,
kucağında doğduklan zümreye insicam kazandırır; ona yalnız iktisadi değil içtimai ve siyasi şuur da verir: vazife
şuuru. Kapitalist isletme şefi, sanayi teknisyenini, ikt isat bilginini, yeni bir kültürün, yeni bir hukukun kurucusunu
da yaratır. Kısaca, entellektüellik herhangi bir meslek erbabına inhisar ettirilemez. Şu veya bu topluluğa uzvi
olarak bağlı entellektüel bir tabakanın mevcudiyetini tayin eden içtimai 'münaseb etlerin bütünüdür.
Görülüyor ki, her tarif ve izah yazarın temsil ettiği ideolojinin damgasını taşımaktadır. «Tu -tucu» ların tahlillerinde
agır basan, mücerred ve umumi. Sosyalistlerin, izahları daha «dünyevi» daha iktisadi. Bir kısım yazarlar aydını
ezeli degerlerin bekçisi olmağa çagırırken, bir kısım yazarlar ona içtimai kinleri körüklemesini tavsiye ediyorlar.
Komünistlere göre gerçek entellektüel, hayatını devrime adayan ve partinin emirlerini nass gibi kabul eden bir
kafa işçisidir.. Kilise-dışı-«ilerici»ler için aydın hiçbir ideolojiye baglı olmamalıdır. Çalışanların, ezilenlerin yanında
yer almalı; daha adil, daha mükemmel bir dünyanın kurulması için açılan savaşta hicbir disipline, hiçbir şahsa esir
olmadan dövüşmelidir. Entellektüel değişen hadiseler karşısında her an vaziyet almak zorundadır. Vazgeçilmez
görevi: tenkid. Gerçek aydın, yalanların peçesini yırtan, dünyadaki bütün haksızlıklara dur, diye haykıran ele avuca
sıgmaz bir zeka, bir şuur, bir vicdan. Bunun icin sürekli bir isyan halindedi r.
Kelimeye bu kavgacı kişiliği kazandıran aydınların Dreyfus davası vesilesiyle yayimladıkları beyanname (14 ocak
1898).
Hülasa edelim.. Entellektüel, başlı başına bir sınıf değil, belli bir sınıfın parçası ve temsilcisidir.. Düşman sınıflarla
dövüşerek gelişir ve olgunlaşır. Türkiyeƞde içtimai sınıflar olmadığından entellektüel de yoktur. Daha dogrusu, her
ikisi de birer ruşeym, birer ümmmet, birer «öykünme» dir. Entellektüel, , Avrupalı bir hayvan. Şarkı söyleyeceğine
bildiriler imzalayan bir ağustos bö ceği cok defa. Aydın, entellektüelin magara duvarına vuran gölgesi.
Entellektüel, ya zamanını öldürmüş düşüncelerin aktarıcısı, ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimai sınıfın yol
göstericisidir. Aydın ne mazisini bilir ne gelecek hakkında aydınlık tasavvurları vardır. Ülkesi ile göbek bağını
çoktan koparmıştır, ülkesi ve tarihiyle. En ciddileri ya Marx'ın şakirdidir, ya Seyid Kutbun. Eskiden bir müstagribler
kervanıydı intelijansiyamız, kervana müstağripler de katıldı. Bu gölge aydınların ayırıcı va sıfları kendi kendilerini
küçümsemek. Türk düşünemez bu efendilere göre, düşünemez çünkü kendileri düşünemezler. Ama onlara Türk
diyebilir miyiz acaba? Avrupaƞnın en sefil yazarı erişilmez bir zirvedir, bu efendiler için. Hakikatta Avrupayı da
Asyayı da tanımazlar. Hür düşüncenin olmadığı yerde intelijansiya da yoktur. Avrupa, Descartes'dan beri aklın ve
idrakin cihanşumulluğunu anladı. Entellektüel, düşünce dünyasını her gün yeni baştan yaratabileceğine inanandır.
Nerde o kahraman?

Y
YY
Y

Cemil Meriç, Hisar Dergisi 15 (133), Ocak, 1975, 9-11

Birer çocuktu Genç OsmanlılarƦ yaramaz, serkeş. Mefhumlar ve müesseselerle oynuyorlardı. ƠMelike Sultanƞa âşık
yedi gençtiler. Meçhulü arıyorlardı, meçhulü ve mutlakı. Sonunda hepsi uslandı. Kanatları yorgun, kalpleri yaralı
yurda döndüler. Gurbet kocatmıştı genç şahinleriƦ gurbet ve tecrübeler.

Bir zelzelenin içindeydik. Ne kanun-u kadim kalmıştı, ne deb-i dirin. Köprüler atılmıştı, geriye dönülemezdi artık.
Yaşamak için yenileşmek lâzımdı. Nerden ve nasıl başlanacaktı?
Çağ bir arayış humması içindedir..kâh bedbin, kâh ünid dolu. İlk defa olarak, sınıf -ı ulema parçalanıyor, çevresine
yeni teklifler sunan bir intelijansiya doğuyordu.

Genç Osmanlılar, bu şakın intelijansyanın en tanınmış temsilcileri. Ortak farikaları, müstağriplikdi. Ama faziletleri
ve günahlarıyla Osmanlıydılar. Daha sonraki nesiller gibi yabancılaşmamışlardı. Evet geçen asrın aydınları, aynı
kanaatları paylaşan mütecanis bir kitle değildir. Hatta her aydın hayatının bel li merhalelerinde oldukça farklı
düşüncelerin havarisidir. Koca bir asrı, birkaç haramzade evlâdına bakarak mahkįm edem eyiz. Bir çağı bütünüyle
kötülemek, bütünüyle yüceltmek kadar yanlış.

ƠYeni Sanatơ, Naci için bir özel sayı yayınlamış..Memnun oldum. N aci benim de hocamdı. ƠLįgatơi mefhumlar
dünyasında ilk klavuzum olmuşdu. Ơİstilâhat-ı Edebiyeơ, genç tecessüsümün zevkle tavaf ettiği kaynak kitaplardan
biri. Gazelleri hâlâ hafızamda. Çok yerinde bir hayranlık. Nesillerin gadrine uğramıştı Naci. Fecr -i Atiƞnin sevimli bir
papağanı, ölümünden yıllarca sonra söyle tanıtıyordu üstadı: ƠEserlerinden ziyade şahsının etrafına zamanın
gençlerini toplayabilmek için çevirdiği hilelerle, dolaplarla edebiyatta meşum bir tesir yaparak, Abdülhak Hâmid
tarz-ı edebisinin tekâmülüne birkaç seneler mani olan Muallim NaciƦơ Muhatabı avamdı Naciƞnin (avam yani
hristiyanlaşmamış Türk insanı)Ʀ ƠKendisi de, fikri de, ruhu da, kitle -i avamın, kitle-i cahiliyetin ruhundan münbais
idi. Edebiyat- avamın mucid ve müessisidir. Kemal- Hamid edebiyatına karşı bir aksülâmelơ. Ve bu garip Ơbediiyatơ
delisi. ƠZaten halk Avrupaƞnın nefais-i asarını anlayamaz, maziye bağlıdırơ diye terter tepiniyordu. Bunun içindir ki,
Ơ Hazret-i Üstadơı taklid edebilmek hemen hemen Ơgaye-i sanatơ telâkki edilmeğe başladı. Naciƞye karşı gösterilen
bu büyük sevgi, edebî bir çılgınlıktı Şehabeddin Süleymanƞa göre (Tarih-i Edebşyat-ı Osmaniye, s. 346-350)
Ama batıcıların anlayışsızlığı Naciƞye inhisar etmez ki..Ne mukaddeslerimiz aynıdır, ne kinlerimiz. Bu şu urluƜ daha
doğrusu şuursuz--- düşmanlık, bizi aşırı aksülâmellere sürüklememeli. ƠYeni Sanatçılarơ, Naciƞyi bayraklaştırırken
başkalarına karşı haksızlık ediyorlardı, başkalarına bilhassa Ahmed Midhatƞa. Evet, Efendi de bir müstağribdir. Ama
Avrupa hayranlığı çağın bir bülend zekâsı için olduğu gibi ƠAvrupaƞda Bir Cevelanơ yazarı için de bir teslimiyet değil
bir bütünleşme ihtiyacıdır. Cihanşümul bir tecüssüsdür. Midhat, cihanşümul ve cihangir.

İki ayrı dünyanın ilk şuurlu temasıydı bu. Elbette ki, aldana caktı. Bir yandan yaşlı ve yorgun bir medeniyet: dürüst,
vakur, fedakâr; ötede haris ve hasis bir tilki Ơuygarlıkơı.

Midhat, idrakinin pencereleri ardına kadar açık adam. Yalnız karanlığa ve samimiyetsizliğe düşman. Hace -i evvel,
küfrün her taarruzu karşısında yalçın bir hisardır. Draperƞi hidayete dâvet eden ses, bir medeniyetin sesidir,
herhangi bir ferdin değil. Stockholmƞde konuşan, Osmanlının irfanı, Osmanlının vakarı, Osmanlının gururudur.

Her kabiliyete hürmetkâr olan, sürüden ayrılan bir Beşir Fuadƞı bile çağının dar anlayışına karşı tek başına müdafaa
edeb o büyük kalp, nasıl olmuş da çok sevdiği damadıyla anlaşamamış? İzah edelim:

Ondokuzuncu asır, bir felaketler çağı. Devlet -i Aliye, düşman bir dünya ortasında yapayalnız. Öyle bir hengâmede,
şair rebabını kırmak ve kavgaya karışmak zorundadır. Milton, yirmi yıl tek mısra yazmamış, dâvanın emrine vermiş
kalemini, dâvanın yani nesrin. Onsekizinci asır, tek şair yetiştirmemiştir Fransaƞda. Tanzimat Türkiyeƞsi , ferdi
tahassürlerin loş pırıltılarına değil, mantığın çiğ ve keskin ışığına susuz. Divan şiiri, bahtiyar çağların sesiydi,
müşküllerini kılıçla çözen nesillerin sesi. Devlet -i Aliyyeƞnin bu şahane oyuna harcayarak zamanı yoktu artık. Bir
entelektüel hastalığı olan nazımperdazlığâ vedâ etmek zorundaydık. Zaten ilham pınarları kurumuş, mazmunlar
hayideleşmiş, şiir kendini tekrarlamağa başlamıştı. Bu ölüm kalım savaşında kalemler kılıçlaşmalıydı.Birer çığlık
olmalıydı terennümler. Bütün zakâlar aynı hedefe yönelmeliydi:aydınlanmak ve aydınlatm ak.

Şiirin irşad veazifesi yoktu Divan edebiyatında. Şeyh Galibƞe göre;


ƠŞâir demek ehli dil demektir,
Hoş meşrebü mutedil demektirơ.

Şeytanın artıklarıyla geçinen Ơerazili nasơ gönül vahiyine aşina olabilir mi? Ahlâki vasıfların ağır bastığı bu tarif
şöyle devam eder:

ƠŞâirliğe suzü dert lâzım


Enduhü belâ olur mülâzım
Ruyi lebe etmeyip tenezzül
Açsın çemeni görülmedik gül

Her râhta eyleyip tekâpu


Şahini hayali ala ahį
Girdikte girivei hayale
Çarpılmaya divi kîlü kale.ơ

Yeni şairi şair yapan çile, belâ (Mussetvari bir anlayışƦ o da, en güzel terennümler en ümidsizleri; öyle ölümsüz
şarkılar bilirim ki, birer hıçkırıktılar, demiyor mu?)Şair, iltifatı beklemeyecek kimseden. Bahçesinde görülmedik
güller açacak. Bütün yollarda arayacak hayal şahinini. Ama çıkmazlara sapıp, dedikodu ifritiyle karşılaşmak da var.

İrfanımızın nüfuz edemediği bir lüğâzlar ormanındayız. Namık Kemalƞin teşbihleri daha da karanlık, daha da
seyyal: ƠŞair nedir? Tabiatın en sevdalı zamanlarındaki hazin hazin tebessümlerinden yaratılmış bir mahlį kƦ
Tabiat her mahlukattan ziyade esir iken tabiatın fevkına çıkmak ister. Kendi vücudunu lâyıkıyla idareye muktedir
değil iken kürrei zemini zaif kollariyle sürükleye sürükleye başka bir noktai feyze, başka bir merkezi kemale
götürmeye çalışırơ: Başaramayınca feryada başlar. Bazen Ơkafes arkasındaki bülbüllerƞin enini kadar hazin, bazen
arştan toğrağa süzülen şahinlerin Ơsevdası kadar acıơ.

Sarhoşken söylenilmişe benzeyen bu garip nutku noktalayarak, Divan edebiyatının son büyük temsilcilerinden
birine soralım şairi. İşte, Yenişehirli Avni Beyƞin cevabı; Ơ Şairlerin tab -ı selimi cihanı yaratanın ilhamlarını aksettirir,
Üstada göre:

ƠBin safsata bir mısraı bercesteye değmez


İndimde esatir-i Felâtun hezeyandır.
Şair o hümadır ki iki âleme pinhan
Bir cevvi Mükaddesde hafiyyuttayyarandır.
Amma ki bu tarif olunan şairi mahir
Nadir bulunur cevheri nayabı zamandır.ơ

Midhat Efendi, bu marazi şiir anlayışına iltifat etmemek cesareti gösteren sayılı aydınlardan biridir. Bence, hace -i
evvel, meziyet ve zaaflarıyla Pierre Larousseƞun (1817-1875) ikiz kardeşidir

CEMİL MERİÇ SÖYLEŞİ

m  
 V

Y   Y             VV


 !"#$!"%$ &#V

V
V  V V 

 V
V

  V    

 
V
V
 V
    !V 
V" #V$"% &'V

'# () *  +  ,   ++* - .    
/ .    +#0*,    */ * Y'  Y* 1   +Y/
/+   *Y#2+ ,   , * / ,        * 
  /3    ++     * #4  *,    5
V

m  (V)*% ) V V$+ V % V


 'V, V
+ V$+#V%V V
)  ,V %)'V-) V ) V$
V$
V.
+
V/
 (V,0$+

+V 
V)V V


V$# 1V2  V'''''V  V 3V% ) V + 1V- V
 
VV V
 #
V
* 

 +1V4 V+)
V% )V+)
V''  V* + ',V-)V$+
 V   V ) V
%V

V  V


'V V,5
V$
 
V))V,V %'V
" + V
$
 # V V

V'V
" +V V

V$
 "V))V%)+'V-)V)
V)
V
3
"V

'V-)V)
V3
"V
 
+'V6%V)
V) 'V 
V.
 V)
 V*  'V- V
 
V ) V  V V 'V7 V$+'''V8 V'V9% V  V 3

 V

%  V*
 # V$
'V,-
V V
% ) VV
V%V% ) ))%,V
 'V


 V V
% )V'V2) V V$
V  +'V-
 V V%#V  V

V) V+
V V 
V" V*
 V  V  'V8  V  # V+

'V
7 
V" V*
 # 
VV%)V V # V  
VV  'V
V
'# (V4 V V
V %) )+:V4  V +
 V
 
 V
 :V-
V V
 )V*
 %'V;V,-)V V
V

V$ V%<V) V*+



V
V
  V+
 
,V %)V- V8  VV  'V8 
V4 V   V
3  V= 
V

V

  V %'V
V
m  (4 V 
V 

+V3# +V V)V 
>V6 V?  V
 # V*  V
,


 V)V*+ V V1V- V 
V*
 V)
@ V+
@ ',V
V
'# (V4 
V%V  +:V
V
m  ( V$


'V9% )  V  V   V
# 'V 
V

)V V%)'V V)V%)V
V  V  V%) 3V

V%)#) V
%)'V V V+  V3
"V


 'VA 
V


'V
V
'# (5
 
V

V V$3
# V +
 VV 3V%) :V,9
V 
V



'V2) 
V   V#V*
 
V  %) <V#V V

 
'V
6V%3)V  %) V V

 
V V$3
# V +
 VV 3',-)VB
V
' C!V %) )+'V8  %V )) )+V

 

:V
V
m  (5
 
V 
V V
V%V
+ 
'V-)V$
V$+V% ))'V-  V
$

V >V5
 
V$
V   V) %) 'V."%% V )VV :V
V
'# (A 
V*

 
V 
 
VV   V)   V$+
V)) V
 'VD+ V$
V V



V # V


V%<V%VD$"V
)   V$+
V  V V))'V


V V
3 V


 'V8   V EV
$
 V
#  
 V
3
V)'VD$"VF)
V V %
 V 3
 V
3 V
'V
-
V + V
V V
3 V"%

V+  V+  VVV% 
3
# + V
 %) 'V-)V% )V + V +V  V  +:V V*
 
V$

 V



V# V
V/ " V*$ %'V4

V% 
V* V$ 3
V* # 
V)V
%))V%)%V
 
(V,/ V  %V )) :V5
''',V
V
m  (6 VD$"VD+ V
#  'VD$"V 3V V 'V5 
 V  V
V
 V% )'V8
V 

+V V

3
 'V8 V"V %'V;VV V9 V
A 3V; V%'V9VV)V



V
V
VVV*
 V V%V
%)#) V  V V


 'V-)VV
)V
V 'V-
V 3
 V V  V
%V

V 'V



V



V
# 
+'V6 VD$"
VD+ V V
 
VV'V6 VD$"V-   V%V V*

V V+ <V% V  V
+  V+  VV)'V?
 V9  V
 # V)V 
 V

 'V9
@'V
V

 
V))V"  'V/ V?V
V8  V/
 
V

'V/  V  #V
 V 'VV
-
V V V 3
 V  
V 'V8 V
V@GV*  V  "V
 'V
7  
V V 
V



3
V
 'V  V
 # V*  V V V  V
# +V
V*
 "V* 
3
# +'V.% 3#+V V* 'V
/ V%)) V3
"V


'V/ " V V V 'V-)V%)V3
"V
 'V
8  %) VV  %) V'V-) V 
 V 
V

V
# V 'V6  V+  V
  'V V
VV  %) V 
%) 'V5#
V/ V% +V V V3)3) V
%)%'V8 V  V VV
 V%)%V%V+  'V ) ) V" #VV)' !V9 "%V
5
  
V$
 # V*  VV  3 VV V

3
 'VB 3V VV
 V%'V
-) V"V 'VA V
VV  V 
+'V/ " V

V V*$%V

V5
V %'V8  "V  # V 
%) 'V   V   V V


V
%#) 'V 3V
VV  "V  #  V3
 V 
V* V 
 
3
# 'V
V
'# (
V
 V   V
V   V 3
V
 V%V*  'V8 V) V<V


V?VH

<V

V5* V 
V V7
  V V 
V)V  'V2 V 
 + 
V

 + V  
V V%#)V 
V 'V-
3
V+%)V
V
V VV)'V5
 V V
 <V
 V" V  V V


V
V) ) V
 # V3V
  V V V 
  V  +V + V  :V  V$+% ))V"  + V
+
V
*  V V$ V
 %'V,-
V &
 V)V V <V

 
3

  V
%  
!V  +V  V% )  V#3!V% )3V V%,V"
+V

 V%))V%  V,9#V%) )%'V-%) V#%) 'V9%V %* V%',V.V
%)%VV
V-VF%#)V%)  V
V
V2$ V%)  V%  %) )+:V.

V
) V
3)V 
 %) )+V
 + :V
V
m  (V-)V


 V  V


V) V 'V-
V/ 

V*


V
%  V% 
3
# V %) 'V- V"V

 # 'C!V
V V V"V

 V
% V+%) 'V8  V  'V5
V

+V
'V) V V% VV
'V
 V%   V  V
 # VV%) ))V'V-)V%) ))#) V  VV
)*) V  V'V-
 V
V V%   V%) ))#) )V V
 %) V V
3" V
VV))%) V 

'V
8  V%V
)V V"%
 'V

V  
V-VF%#)V
)) 'V8    V
 V VV$
'V2$ V
V V  V
'V
V
'# (2$ 
V"  +:V
V
m  (V4 3
V"%+  + 'VV+V$
V
  'V

V=+V/
 V/
 VI 
V
+  V+  V V  V2$ 3
'V-)V"%

V%VV
)VV '''V8  V *  V
 V V"%
V V
# 'V

V.
3 "VI+V

 V VF%# V3%#) )V

'V
V
'# (D
 
V%  V%  +V2$ V V V#V))  V :V
V
m  (V-
V V V+  V%  V%  'V- V 
  V V%  'V
V
'# (V,A V
:,V 
V%)%) )+V* # +
V
 +
V
V  V 
V

3
V
#  V)V%))V$
V3
" %) )+(V,  V/V   V V  +
 V
V

3
 V V  V   ',V9

V  J'V/ 
V*  V; %#) ) V*$
# 
 V V

V)V
 V%V V V  V) V3
 +V

 V :VA  +V +:VA  V$+V
% ))V%)#) V%)3V  V%)V3
"V

 
3
V V V V%V V
 V +V :V
V
m  ( V V + 'V
V
'# (VK   VK*#VV  + V   V 
+ <V=)
V5
 VF %V
 VV  V
VV+# +VF %V V# V  V+ +V %) 'V
5 
V*

V


V%)) V)V+'V-
V# VD$" V VF
V@
V

+
 # V +
V$#
 
'V?
 V V%3 V%V$+ V
# +V/V V
 + V + VV
 :V-)V

V?
* 

V)
V 
V$+V
%V
)) )+:V- V   V% ) V
V+ V  V)'V

V  V8 
L
V *  V
%V+# +V
" V 
V  
 %V
 # 
 V+ +V*
 %V 'V0
  V)'V
-3
 V,
V
VA)
,VV   V 3
V  +V V  V   # + V
V
%V
 

V " V  V%)#) )V$%) )+'V8 
 V +
V #V
V

 V
V)V V$ V

V +:VA
 +V
3
V  V)   V%))V
 "V$+ 

V 
3
V   V#3V%3)V 
  V
V 
  V% V V

V
#  
+V

 
V 
 %'V;) V% V

V 
 :V- V 3
 V
$#

V V+  V V V  V$#

 'VF%#)'V 3V%V V  V
3V

V
# 'V? V V
 
 V 
V   V# %V +
V
%)) +'V
V
m  (V- +V+V  V +  V,
V
VA)
, 'V9$+ V*
  V$
V+  'V
; 
 +V V V  V"V


'V-  V  V
 

V V
  V%   'V
-
 V V#V
 
 V
'V  V@ V
#  'V-)G#V# V V
V   V
*+
V V  V  V+
 
 V
  V)'V V V  V V
 V$


'V- V
%) ) V)V  V$ V 
V" 'V- V3V
V G
 V V  'VB+
 
V

 VV 
V

V*

V  
 V
  V" V 'V; ) V+
 
V
  V%)V
)V "V
V+
 
V
# 'V5 V


V V V
V 
V
%V*$%) )+V
 V
V V
V%#)V) 'V
V
'# (D # +
V+ +V " +V
V V 3

V V
  
V
'V=)
V,- V 3
V 
,V
V,5#
V+
V+V ) V%V 3
V 
V %"  V
) +VVV  EV
#  ',V-)V
" V,- VI


 V/  , 
 'V9  'V0
  
 +V
% V  
V % V%VV)V
 
  'VA " + V  
V,2%+V  V
 
V  'V2%+V
V*+
V  +V + +V +',V %) )+'V5

 +
V)V

V+
3
V 
V*$

   'V;V* # +
V,9%) V V  V V

V 
V 

+V*
 3 
 V)3# V
# V  V ,V
 
V
  +V'VD
 3  V

 V#V
 :V2
VF
 V*+

 V * V +* 
 :V  V
 V V$
V
$%) )+:V
V
m  (V2
VF
 V"
V3  V V V   V+
 
'V

V) ) 

V
+ V
3 V

 'VD
 3 V
'V9#V " V%'V9#V
+V
  'V5 V

  V 
V#'V) V  V
  V V

V 

33  'V

'# (V +
V  +V%)VV +3
V +3V V
V  'V; %%V
 +
V
V"%V+ +'V; %%V%  V   V 
V 
V V
 V % V%V +
<V=% % V93) "

V
V #

 '''V 3V
V
V   V
 3

V V%V
 V"%) )+'V-)  V V
V  +VV
3
'V
D
V
V
 
V%*) V
V
 
V)+  V +* 
V
# 

V V
V) )V

V  +V V 
 V$
'V- * V"%

VV +V  + 
V +
V
%'V
V%))3)V# 
VV  + VM 'VK   VK*#VV
  + VCM C 'V V  
'V3VAV VV

 +
V?%)% )V
+
V# +V V++V*
 %V 'M!VF 
V
V+
V,4 3
V

V
,V %) )+V #
V%  
V*  'V4 3
V

V<V V VV  V
*

 V'V- * V #  V 
  V V)'V%
 V  V)V 

V
 # V)V
 %) 'VF%#)V  V

 V  V

 V 
 'V V)V
 3
V  V8 
V

V " +VV)*)# +V8 
V$+% ))V
%)#) V
  

V  V%#))%'V/
 
 V)V8 
V  'V/
 
 V V
 VV%'V- V
VV(VK   VK*#'MV " % !VV
7
 V 
VV)   %) )+'V
V
m  (V

V
# 

V V 
 V
#  <V  V 3

V
*'V-
V  V 3
 V8 V) V*  V  
V%) (V8 V
V
'V

V
%)#)V*  V  'V8 V 
V%) V

 V
V   V 'VVV8 V) V
V
I V*  VV 3
V   V   'V8 +V V
 V% )'V;VV V
 V
V V'VF
V V 'V- V"%
V  
V
V  V
V
V V 'VF
V V V  V +V% +'V VV V
'V?%)% )V9 9 % )V  VV%V

 'V9
 V$
V V V
 V'V)
 VV
V) ) V 3


VV
  V'V
V
'# (,; % %* 
 V
"V"

V 'V5 V ) V  V +

V*  V
V V )

VV  V 'V/
 V%#)V$%V* (VF  V*$
 V
  V* +

 ',-)VB
V'  !V9 + V% % %* +V  V
V*

 V V V
:V
V
m  (V-
 V  V*

 V
# 'V0 V V V  V

V  
V))  'V
 
V
V%3) V  V
V$
'V8 EV  )) )V+V%V )+V
  'V/
 V
 V"% 3'V/  V
V  ))+V
V+
 V   V   'V/
 V

V
 %)'V?%   V  V* +   'V-
V

V*  V V 3 V% 'V
V
'# (V 
V  V  +V
 :VFV$ 3
 V V% )  +V,-
V
  V%  ,V
 +'V-)V$+ +V V*
 # + V/V + V
  %'V; ) V8 EV9% +
VF%#)VV V 
 V%))#) )+)V

  %) )+'-)VB
V-
 3 V-V'C!V  V% + V"
V V*$ %V
)* V/ 

'V
V
m  (V9% + V/ 

V V  V8 EV V


V
V+%) 'V
 
V% )) V9 9 % V*  V %) 'V 
V V  V
 
  'V
/%") VV%)#)V
3
V'V2 V

V
 V+
 V  V 
V" +'V
 
V %") ) )'V; V +
V$ 3
V*


 V
V +
V% V*

3

 V
V
V'J!V8 
V
V% + V*  V 3

V V
  'V
V
'# (9
V

V
VV  V*

 V

 V+
'V9 +V V
+ +:V
V
m  (4+
V V

V @ V
#  'V8 VV


'V
V
'# (5 V
 * V$+
 
 +
V  V V% ))  V 
+V
# V :V
V
m  (V- V+V%V  V )+V


V 'V-)V% )V + 'V   V
 V)'V

'# (V/V9# V
V/V9%) V  

 +V

 :V

m  (V/ 

V%) V# V# V% V*

 'V9#V%V V
V VV% )'VD))V* V
V
+
 V


V%# V'V-  

V
 'V
V
'# ( V)* V) ) V  V
 V% V%'V
V
m  (V-
V)V) )" V 'VA) )" V%+ 'V
V
'# (B)) )+V

 :V
V
m  (VB)) V
  'V-
 # V  V 
 'V2+ VV+V
  V
V$
  'V
V
'# (V7  V %   V*
 V V  V))V 
  V  +:V
V
m  (V23V V+ 'V

'# (
V
 V/V

VI +V
 V*
 V
%V%#)V )V)V +3
:V
V
m  (V;  'VI +3V%VV%V
 V%)V '''V-
V V  V V

  V% )V%  VI +3  'V5


  V
3

V*
 'V- V)) V
 'V
V
'# (V2+ +VV 
V 
V
 %) )+'VA% ))%) )+V+%'V
2+ +V% ) V3 

 V# 'VF 
V

+
V V*
 %V)V$+
 :V
V
m  (VB)) V
 V+%
V
V V*$+
 V"   V$ 3
V
V
$
 'V9 %) 'V
V
'# (VB  V  V

V  +:V
V
m  (V9
 # V 
V'V? V ) ) ) )'V;  VVV
% 3# V 
'V.+ V2VA
V.
3 "VI+'V) V
 
V V "V
% 
3
V V+ 
V% )'V

'# (V  %V )) )+:V

m  (V5

'V8  V  V  3 V  V V'V8  V  V" V 'VV
V
'# (VA VV +V
 :V
V
m  (V-V V*V
V% )+V V
* 'VA V


VV
 V V*$
'V
5
V V
  # V% )'VN+ 
V  V'VA V+ 

 
V  'V
I
@#V 
'V   V$
 V V  V V #
 V "'V
V
'# (V,- V V

#
V V%) )+,V
V.
3
V,9 V3 +V  +V
 V  V

 ',V
V
m  (V-)'V,8   V  V% #  V
V
*
 V*$
 ,V %V V

V
'V
AV)*))  V 
 V*
 %V% ) V)V$+
 # 'VA V 
V V V+  V  V
%   'VF
V
  # V# 
V*

V


V
 V

'V9 V+
'VF@ V V
'V/ V V

V
#  V V  V V  V
#  'VI V% #V V+VV
 'VF
  V+
'V
V
'# (VA V 
V  + V
VV
 V *V

V V  V

 :V
V
m  (V4


V VI
+ 
V  VO 'VA V%V

 'VAV V
+
 
V V

 # +V%)V% ) 'VI
+ 
V  V V 
V V 

V V

 'VF V

V  'V9 V V+
3
 'V=% V=% V" V V
VV
  V   'V

%#)V%)  'V
V
'# (O V   V$+

V  +:V
V
m  (V9% V

3
V
 # V
V% V

3
V# V 
 V V  'V8  V
  V
 V)   'V/  +V V + V" 'V+'5)
 V%)  V*
 %'V9% V


3
V
@'V # V V*$
 # V
 V
 + 'V8  # V+ V
#  V V
@'V

V V%3'V   V
V 

V'V/  V

'VA V$
V% V% ) V
 V 3VO V  V%)   'V8 *  +3
V
$#

V$ V V  'V V

 V
V ) $VA+VA%
&  V  3  
V
   'V VP V23
V$

VV$#
3 
 V "%  V=%%

 V
+'VF "%  V=%%

 V
V VP  V +V'V0%V 

V V
8 *  +3
V%3VO 'V/ "  V$#
3   'V=
 V.) V 
V'V
V
'# (VA+ +V

 :V
V
m  (VA+ V 

V
V
 +V V
 'V/  V)'V-
 V  
V
  'V
V
'# (.
V V + 
V% %) )+:V
V
m  (VK ) 

V )V

 'V9
 # V V  V 

  V + # 'V
9
 # V  V  
V 
 # V + # V

 'V8
V% %V + # V%) V 
V 'V
I

+'V/

V$+
V V+ V%'V V
 # V 
V
V'V
V
'# (V * 
 V

:V
V
m  (V7)V V  'V
V
'# (V7  V + V   V %V )) )+:V
V
m  (V3V  V :V9$


V V) )'V.
 V V
V*


V  'V
V
'# (-V+V% V  V + V V +* +
V
+
V V%)V

V*

 V :V
V
m  (VD

 'V3V  V)) )V  %'V3V


V  V% +'V
V
'# (V9 + V  V
% V 
  V  +:V
V
m  (V5

V
 'VD

V V
%  'VO 
V
V
%  'V

'# (2+ + V  
V,F 3
V))+V$"
V*  V% #V V

,V
# + V$+V
 %) )+'V
V
m  (V5
'V5 V$ V  +V  @V%  +'V

V%#% V
 V +
'V
V
'# (VO 
V
 V 
V   V V) %) )+:V
V
m  (V5
'V
V
'# (  +V% )) V$

3

 +VV V

 :V
V
m  (-)V% )V$

3
# V$
 V* 'V/ 

V V% )'V0 V

) 
V% )'V/ V)V
# 
V$ %)+'V
V
'# (V- V


+
V "V V
+
%) )+'V.

VV V#V

# V
V :V
V
m  (V  V  V$
 VV(VA V
V "'V8  V
V  'V2 V) V


V 3V

   +'VA VV  V "VV  'V
V
'# (,
V " V
 + V%))+V
 +
V +V
V ,V %) )+'V.

V

 +
V +V
V :V
V
m  (VA V V"V +
V V%)#)V
V + V
 # V  V +'V V
  
 <V  V 
 V

 'V
V  V 
3
V  V'VA V
V

# V V
V*

 
V)V 
3
V   V +3V 
V 
 V   
V V
V 'V
 
 
'V
V
'# (A V V
+

VV V V %V )) )+:V
V
m  (V  %) 'V
V
'# (V,- V%))#) )+V " V
V*+
 V *  V%)#) )V%)%) )+V
$

 (V
 ,V
V VO 3% 'V
+
V  +V V

:V
V
m  (V)

V V  V
'V- V'V-  V

 V
F
%V  'V-
V% V V%3+@
 'V9%VA ) )V
#    'V
-)V%V+V8 V5
 
V*
 %'V8V

 V   V
'V0%V+
* V V V
 VV
V V  V 'VV V 'V-

V
VV V 
V

V)V
V

 V
   'V

'# (6 V 
 
3
# +V$+
 
 +V

V

 :V
V
m  (V0%'V-  V#V+ 'VO+) )  V+V 'V0)V+ V)V
 V)V
  'V;) V  'V
V  V*  V
 V V$V  
V
 V+ V'V-
V
 +'V 
V V
V

V
V
'V-)V+
V +V
 V  'V
V
'# (V9
 # +V


V

:V
V
m  (O   V"   # V


 V
" V

 'V- V)*)V
V

V" V



 'V-  V


 V

 VO   'VB  V"   
 V
V

 'V
V
'# (V9 *V +V :V
V
m  (V; V
 V  V)V V *V 
 'VD 
VV"
'V9% V  'V
O   V+ 
V
V 'V5 V% V%VV   3V  'V7  V
 %) 'V
V
'# (O V  V+ 
:V
V
m  (V;V  %)V 'V
V
'# (V7)V V
 V

V   +V%V * V

V% V 
 +:V
V
m  (VI 'V
V
'# (.

VI :V
V
m  (V5 V%VI +V 
V
V 
V%) 'V8   V

 'V V
)VVI +3V)#%) 'VO V; ) V


V% V7 VV*
V

 V

'V
V
'# (A " +V%3) +V  
V # +V%)%V ):V
V
m  (VI+V


'V; VV%3)#) 'VA  V*$   V%3)'V
V
'# (VA " +V V
3 V"  V  +:V
V
m  (V2"  'V 3V, V5
  , V%V

 'V9%  V,- VF   V
5 # 
,VV'V,-)VB
, V
V

 'VF 3

 V %) V 
V,-)V
B
,
 'V   V  V
3
 '''V

'# (2
V V  +VV :V

m  (5
'V2
V V "V+%) 'V,K   VK*#,  V
 V,A 
V
Q ,V%3V'V,K   VK*#,V*
 
V)*
V  V
V  V)* 
V
*
 
'V8 V + +V V)"'V-  VF%#)V*  V V
'V
V
'# (-
V% # V + V$

V 
 # +V V
VV :V

m  (V
V3
"V % 'V
" V  'V8  V

 
3
# V
&V
)'V
V
 VK V % )(V
V
V RV V V% % % V+ V$
V
 V ) ) V V
#
V  'V
V
CV5
 + (VI



<V))  V
+
 V %""V))   V V V V

#  V

  V 
V  
VV
 
 V#  V*
V V+
 V 
V

'VV
V
MV
V
 VV V

V,; )+V V% + V V; )+V V- V 3
 V
)V
 

+,V 
V #V  + VV V?

VS%
"V?%)% V  V,- V
I3   V @
 ,V  VV$
V+(VV
,?%)% V# + V
VV 3
V   V  'VB
+
V%V)V V
V
 V  V)  V  'VA  


V% + VV


V  V
% )'VB
+
V#V$ * V V)V V
"V V


 V
'V
;V?%)% V #V% V
V  V  V
#
 V V)+)'V?%)% ) V
 V

# V  + V-   V  V%  
 V  
V8 

V
V V% V


 'V
8 
V
V V % %  ) V@ 
!V V  + V
'V2 +V  + V  V
% % ) !V @
 V<V8 
V  V V V @ V
  'V?%)% V


V
%#  V
V+ 3V ) V

'VI +V V$ V3V V*$
'VD

V
% + V*

V
%  V  V)) V 
V   V 


V  
V%+) V
)# V)V)+V
V V%V*$
 3  V   V+%) ',V
V
JV, 
V.
 :,V V 

V?%)% ) V)V% ) V*$
V (V
V
,A$
3  V
 :V%)) V3
"V

V)) ) V V
V
V


(V
 
'''V

 V   V 3
 V 
 V   # V
 "V 
V*3  V
$ 
V V
V%)#) )V
V V  V$
V
V*

V% )V$

V+V
%)#) )V "  V  V)+) V%)V% ) V  V + V V 3
'V
?
 V (V 
V
 :V%)) V 
V V
 
V V)V  3 V%) ) V V
  3 V
#  V V  
VV V
V% # V

V   

V
V
%<V+ '''V3
 V

%) :'''V.
V

# V
V 
 
V
V
V
V
  V  
V  3# <V%VV  
V

 +V V% )V%)#) )V
 V
 %) 'V.  V  3  V)  V%:V
 
V+ >'''VQ
V
 
 V*  V"''',V

VV

.% (V2) V$"% &V


V
 3VF 3
V" % ) V V +

V"  +V
# V%) V

 +
V VKV-
L
V  +V) )%)+'''VV

_ 

 



 
_ 


(Türk Edebiyatı Vakfı¶nın geleneksel olarak düzenlediği


"Çarşamba Sohbetleri" ne Ahmet Kabaklı¶nın davetlisi olarak
katılan Cemil Meriç¶in yaptığı konuşma ve diğer katılımcılarla
arasında geçen sohbetler...)
m Efendim, muhterem Ahmet Kabaklı Beyefendi'ye
teşekkür ederim. Ferman buyurdular, koştum geldim.

 

  Estağfurullah.

m Bu kadar nadide, bu kadar güzide bir toplulukla


karşılanacağımı ummamıştım. Konuşmanın mahiyeti hakkında da
bir fikrim yoktu. Bu itibarla en küçük bir hazırlığa imkân
bulmadan, sadece gönlümden emir alarak huzurunuzda
bulunuyorum. Bana bu kadar güzide bir mecliste sadece
dinleyicilik düşerdi. Konuşmam bir cesaret olacak. Ahmet Bey'in
iltifatlarına da bilhassa teşekkür ederim. Filhakika, yıllarca önce
serefyab olmuş, kabiliyetini ilk keşfedenlerden biri sıfatıyla iftihar
duymuştum. Bugün de bu teşhisim bütün sıcaklığıyla devam
etmektedir. Kabul buyurursunuz ki bu kadar güzide bir mecliste
hiçbir hazırlık yapmadan konuşmak çetin bir imtihandır. Bu
imtihanı sadece kıymetli dostumun arzusuna uymak için yerine
getirmeye çalışacağım.


Efendim, edebiyat bir bütün. Edebiyat insan düşüncesini, insan duygularını en
mükemmel şekilde ifade etme sanatı. Her şeyi kucaklayan bir sanat. Frenklerin
tabiriyle "sanatların sanatı. "Bu itibarla, Edebiyat Vakfı'nda yapılacak bir
konuşmanın edebiyata taalluk etmesi bence münasip olur.
Edebiyat kâşanesi, edebiyat sarayı önce iki hücrelik: Bir, nazım hücresi, bir nesir
hücresi. Asırlardan beri nazım hücresi ağzına kadar dolu. Büyük şâirler
yetiştirmişiz. Nesir, nazmın yanında bir parça daha fakir. Çünkü Türk milleti
heyecan duyan, gönlü olan, mütemadi bir coşuş halinde, serbestî halinde yaşayan bir
akıncılar topluluğu, "fâtihler, gaziler" topluluğudur.

Tanzimat'tan sonra Batı'yla temas ettik; dünyamızı genişletmek istedik. Tehlikeli bir
maceraydı bu. Birçok kazançların yanında birçok felâketler de mukadderdi. Fakat
Batı karşısındaki susuzluğumuzu, "Batının manevi fetihlerinden faydalanma
arzumuzu" isabetle başlattık.

Fransa'dan yapılan ilk tercüme Yusuf Kâmil Paşa'nın Télémaque tercümesi... Bu bir
tesadüf eseri değil. Kâmil Paşa insanla cemiyet arasındaki münasebetlerin hududunu
çizen, idare sanatını aydınlatan bir eser istiyordu. Yani bir nevi Kelile ve Dimne, bir
nevi siyasetname arıyordu. Fénelon'un hikmet ve siyasetle dolu olan eseri veliahta
siyaset öğretmek için kaleme alınmıştı ve hikâye sadece bir süsten, bir cazibeden
ibaretti. Yoksa Télémaque'in romanla hiçbir alâkası yoktu. Yusuf Kâmil Paşa bu
eseri müzeyyen üslûpla Türkçe'ye kazandırdı. Nitekim senelerce eser, dili ve
muhtevası bakımından büyük rağbet gördü. Mekteplerde okutuldu ve nesiller için
bir üslûp hocası mahiyetini taşıdı.
Efendim, Osmanlılar elbette ki dünyanın en büyük idarecileri, en büyük
medeniyetini yaratan insanlar. Bu itibarla bakışlarını bütün dünyaya çevirmişlerdi.
Bütün dünya irfanına çevirmişlerdi. Fatih'in tecessüsü de fetihleri gibi
cihanşümuldu. Sezar'ın Galya seferlerini tercüme ettirmiş, Plutark'ın birçok yazıların
tercüme ettirip, okumuştu. Daha sonraki Osmanlı padişahları da dünya tefekkürüne
bigâne kalmamışlardı. Üçüncü Murat zamanında Machiavelli'nin meşhur
Hükümdar'ı defalarca Türkçe'ye kazandırılmıştı. Bu itibarla kültürü bütün olarak ele
alan Osmanlı cemiyeti siyasî kültüre de ehemmiyet vermişti. Birçok siyasetnameler
elden ele dolaşıyordu, meçhul değildi.

Tanzimat devrinde Batı fethedilecek bir ülkedir. Haddizatında Osmanlı


Batılılaşması diye bir şey yok. Küffarın topraklarını nasıl fethetmişsek, fikriyatını da
fethetmek arzusunu duyuyorduk. Bu sebeple insanla cemiyet, insanla devlet, iktidar
problemlerini konu alan kitaplar Osmanlı tecessüsünü tahrik ediyordu. Osmanlı
kayıtsız değildi. Batıyı bütünüyle tanımak bilhassa tefekkür sahasındaki
fetihlerinden haberdar olmak arzusundaydı. Bu, Batıya teslim olmak değildir. Bir
Cevdet Paşa, bir Tunuslu Hayreddin, o çağın belli başlı mütefekkirleri tefekkürü bir
bütün olarak ele alırlar. Namık Kemal ve Ziya Paşa da öyle. Ziya Paşa, bir insan
yaratmak sanatıyla uğraşır, Emile'i Türkçe'ye kazandırmaya gayret eder. Namık
Kemal, Montesquieu'nün Kanunların Ruhu adlı eserine eğilir, Rousseau'nun İçtimaî
Mukavele'sine eğilir. Bir kelime ile edebiyat o çağ için sadece bir eğlence değildir.
Osmanlı'nın Batı'dan alacağı herhangi bir edebiyat nevi yoktu. Çünkü şiirde biz
büyük bir merhale idik, şahika idik. Batı şiirinin bize vereceği bir şey yoktu. Roman
ise bir eğlence unsuruydu. Geniş halk kitlelerine hitap eden, okumaya alıştıran,
maceranın cazibesinden istifade eden ikinci derecede bir nevi idi. Batı'da da öyleydi.
Balzac'a kadar Batı'da roman ciddiye alınmaz, hiçbir ciddi mütefekkirin alâkasını
çekmezdi. Tanzimat devrinde Namık Kemal de roman yazmış, fakat onun
romancılığı geniş tabakaları irfan bakımından zenginleştirmek gayesini güden,
hikâyenin imkânlarından faydalanarak kendini okutturmak isteyen bir teşebbüstü.
Nitekim iki roman yazmıştır: İntibah, Cezmi...

Osmanlı fazla ciddi ve vakurdu. Batı'da kendi susuzluğunu giderecek eserler


arıyordu. Tabiatıyla bu, Tanzimat'ın başarısızlığıyla birlikte son buldu. Ondan sonra
Batı'nın bu çeşit eserleri karşısında daha az tecessüs gösterdik. Daha çok romana,
hikâyeye yani vakit geçirmeye daldık. Ben öyle sanıyorum ki büyük fikir
buhranımızın kaynaklarından biri de bu siyasî irfan eksikliğidir.

1960'lardan sonra Türkiye'yi salgın bir hastalık gibi istilâ eden Marksizm, anarşizm,
komünizm vs. gibi izm'ler, doğrudan doğruya siyasî irfanımızın yokluğundan
faydalanmışlardır. Biz Batı'yı bütün olarak tanımadık. Tanzimat devrinde tanımak
istemiştik. Bizim dikkatimiz Batı'nın sadece dikenlerine yapraklarına takıldı. Yani
ağaçla meşgul olmadık. Ormanla hiç meşgul olmadık. Rüzgârın tesadüfen önümüze
serptiği birkaç kuru yaprakla uğraştık. Bir kelime ile günümüzün insanı, günümüzün
en entelektüeli Şark'ı de Garb'ı da tanımayan acayip bir mahluktur. Bu boşluğu
doldurmak için elbette ki izm'lere ihtiyaç vardı. Marksizm bütün sahte cazibesi ve
sahte ilimciliğiyle kafaları istilâ etti.
Evvelâ insan düşüncesi bir bütündür. Asya ile Avrupa insan beyninin iki yarım
küresidir. Asya'yı tanımadan Avrupa'yı tanımaya, Avrupa'yı tanımadan Asya'yı
tanımaya imkân yoktur. Biz Asya ile yani kendimizle meşgul değiliz. Tarihimizi
unuttuk, dilimizi unuttuk, irfanla alâkamız kalmadı. Fakat buna mukabil Batı'yı da
tanımadık. Bu şekilde tefekkür olmaz. Gerçi ecdadımız, Fatih'ten itibaren daha
doğrusu Selçuklulardan itibaren düşünceyi bir bütün olarak almışlar, insanla devlet
arasındaki münasebetleri dikkatlerine tevcih etmişlerdir. Fakat bu son zamanlarda,
bilhassa Servet-i Fünun devrinden itibaren unutulmuştur. Biz Avrupa'nın
pisliklerini, mülevvesatını, adiliklerini alan, adeta hastalıklarını ithal eden bir
kumpanya haline girdik.

Elbette ki irfan, kendini tanımakla başlar. Fakat kendini tanımak formülü son derece
kucaklayıcı bir formüldür. Kendini tanımak için çevreyi, dünyayı da tanımak
mecburiyetindedir insan. Biz kimiz, nasıl bir tarihten geldik, hangi kavgaların
neticesinde bu hale geldik. Kendini tanımak düşmanını da tanımaktır. Düşman veya
dost Batı, Rönesans'tan beri tefekkürde büyük merhaleler almış, büyük fetihlerde
bulunmuş, büyük keşifler yapmış bir insan topluluğudur. Düşman olarak da tanımak
mecburiyetindeyiz, dost olarak da... Çünkü dünyada yalnız yaşamıyoruz. Bu itibarla
sadece kulağımıza üflenen formüllere bağlı robotlar haline gelişimiz siyasî
kültürümüzün eksikliğinden kaynaklanmaktadır. İtiraf ederim ki üniversitelerimizde
de ciddi bir siyaset kürsüsü yoktur. Hiçbir kitap hazırlanmamıştır.

Machiavelli'den zamanımıza kadar Avrupa'yı işgal eden, Avrupa insanının saadet ve


felâketine sebep olan tarihi vakaları bilmediğimiz gibi bu tarihi vakaların semeresi
olan nazariyeleri de bilmiyoruz. Fransa'da bir siyasî kültür, bir siyasî edebiyat dersi
vardir. Doğrudan doğruya ders olarak okutulur.

Bütün büyük fikir adamları, bütün büyük araştırıcılar talebelerin kültürüne malzeme
olarak hazır ve açıktır. Bu itibarla politikayla uğraşacaklar, elbette ki Marks'ı da
tanımalıdırlar. Fakat Marks'tan evvel tanınması gereken adamlar var. Meselâ
Machiavelli. Gerçi Machiavelli defalarca çevrilmiş, fakat bu çeviriler ciddi bir
bilgiyle kuşatılmadığı için hakikî değeriyle tanınmamıştır. Yani Machiavelli nasıl
bir cemiyetin adamıdır, nasıl yetişmiştir, neyi temsil etmektedir, eserinin değeri
nedir, hangi hakikatlere ışık tutmaktadır, bunlar hiçbir zaman anlatılmamıştır.
Meselâ Machiavelli'ye atfedilen "gaye vasıtaları mübah kılar" sözü bile
hafızalarımıza yanlış geçmiştir. Bu söz ona ait değildir. Bu söz Fransa'ya Avrupa'ya
asırlarca tahakküm eden Cizvit tarikatının kurucusu olan bir din adamına aittir. Bu
söz bir cinayet fetvasıdır ve Machiavelli'ye değil, Ignagio de Loyola'a aittir.

Elbette Machievelli de Avrupalıdır ve Avrupa'nın siyaseti ahlâktan ayıran, insanı


sadece menfaatlerine esir bir robot, bir homo politikus olarak vasıflandıran bir
insanın müşahedelerini billurlaştırır. Nitekim rivayet edilir ki, Mısırlı Mehmet Ali
Paşa Machiavelli'yi tercüme ettirmiş, adamlarına okutmuş ve yirminci sayfaya kadar
dayanabilmiş. "Bu gâvurun bize öğreteceği bir şey yoktur" demiş. Osmanlının bir
valisi bile Machiavelli'den çok daha iyi biliyordu insan ruhunu ve insan
cemiyetlerini. Bu itibarla büyük idarecilerin ihtiyacı yoktu. Fakat bugün politikaya
atılan insanların elbette ki bütün politika üstatlarına ihtiyaçları vardır.
Öğrenmedikçe, karşısına çıkacak ilk mütefekkiri, ilk izm'i yegâne reçete telâkki
edecektir. Bugün Marksizmin kazandığı budalaca itibar ve düşkünlük doğrudan
doğruya bu boşlugun eseridir.

Halbuki yirminci asrın başlarında Fransa'da demin de belirttiğim gibi bir siyasî
edebiyat dersi vardır. Evvelâ on altıncı asırdan başlayarak mutlakiyeti savunanlar,
daha sonra Fransız ihtilâli, ihtilâli hazırlayan mütefekkirler, ihtilâl hakkındaki büyük
tefsirler, büyük tahliller okutulur. Nihayet birinci dünya savaşı ve sonrasının
mütefekkirleri... Hiçbir temayül farkı gözetilmeden, edebi kıymeti olan kalabalık
üzerinde büyük etki yapan, tarihin akışına istikamet veren kitaplar, mektep kitabı
olarak okutulur. Fakat çıplak olarak okutulmaz, hangi şartlar içinde doğdukları, neyi
temsil ettikleri, düşünceye neler getirdikleri de uzun uzadıya anlatılır. Yorumlarıyla
beraber okutulur. Yani bir Fransız, kendi dünyasındaki fikirleri kaynaklarından
başlayarak zamanına kadar geçirdiği bütün dönemeçler içinde bilir.

_


Avrupa'nın bize göre üstünlüğü de fikre, ilme verdiği değerden ileri gelmektedir.
Avrupalı neden bahsettiğini biliyor, nasıl bahsettiğini biliyor, bizi nasıl istismar
edeceğini biliyor. İnsanları tanıyor ve tarihi tanıyor. Bütün samimiyetiyle tanımıyor
tabiî. Çünkü Avrupalı tilkidir, biz aslanız. Tilki aslanı tanımaz. Tarihimiz boyunca
bu tezadı yaşadık. Aynı cinsten insanlar birbirlerini tanır. Biz vefayı, feragati,
kahramanlığı temsil ettik. O hileyi, soğuk düşünceyi, soğuk kanlı düşünceyi tanıdı.
Onun iştigal sahası, onun bildiği şeyler bizi esir etmek için kâfidir. Fakat bizim de
esir olmamamız için mutlaka aynı bilgilerle mücehhez olmamız gerekir. Bu itibarla
onların yaptığını, kendi ölçülerimiz içersinde biz de yapmak mecburiyetindeyiz.
Edebiyatımızın en fakir tarafı siyasî edebiyattır. Bugün bir siyasetname, bir Kelile
ve Dimne, Doğu'ya ait büyük siyaset eserleri hepimizin meçhulüdür.
Memleketimizde bir siyasî edebiyat doğmamıştır. Sadece Avrupa'nın ikinci
derecede müelliflerini ve ikinci derecede eserlerini aldık. Yani bir roman merakı
istilâ etti bizi. Edebiyat demek, roman demek haline geldi. Halbuki edebiyat demek
roman demek değildir.




Roman ancak, geniş kalabalıklara seslenen bir edebiyat nevidir. Elbette ki geri
toplumlarda büyük yeri olan fakat netice itibarıyla ilerleyen bir toplumun itibar
etmeyeceği bir edebiyat nevidir. Yani roman ölmektedir ve ölecektir. Çünkü
romanın konusu insandır. İnsan tabiatını psikoloji işler, psikiyatri işler, psikanaliz
işler, sosyoloji, antropoloji işler vs... İnsan ilimleri geliştikten sonra romanın sahası
kalmamış, muhtevası kalmamış. Roman sadece sinema gibi aylak tecessüsleri
avlayan bir nevidir. İslâmiyetin romana karşı gösterdiği alâkasızlık sebepsiz
değildir. Bizde roman doğmayışı sebepsiz değildir. Çok daha ciddi işlerle uğraşan
Türk İslâm aydınları, romanla uğraşmak ihtiyacını duymamışlardır. Zaten Doğu'da
ve Batı'da en büyük hazine olan Binbir Gece yetmiştir. Kıssalar, hikâyeler yetmiştir.
Ayrıca roman yazmaya itibar etmemişlerdir.
Roman buhranlar içinde çırpınan bir çağa, henüz ilimler gelişmediği zamana mahsus
bir edebî türdür. İlimler geliştikten sonra psikoloji bir ilim hüviyeti kazandıktan
sonra roman neyi halledecek, neyle meşgul olacaktır? Çünkü ilim demek laboratuar
demek, ilim demek kendine mahsus bir dil demek. Roman itibardadır, çünkü cahiliz,
ciddi değiliz. Roman itibardadır çünkü mesuliyetimiz yoktur hepimiz mesuliyetten
kaçarız. Düşüncelerimizi başka kahramanlara söyletmek, muhayyel şahıslar
çıkartmak, onları konuşturmak mesuliyetten kaçmaktır. Romancı tarihçi değildir,
psikolog da değildir, sosyolog da değildir. Romancı sadece ilimlerin gelişmediği bir
çağda insan şuuruna, insan vicdanına eğilen bir yazardır. Bu yazar, ilimler
gelişinceye kadar çok iş yapmıştır. Psikoloji geliştikten sonra romanın sahası
kalmıyor.

Roman "ben"e tutulan, "ben"in garip taraflarına tutulan bir aynadır. Sadece
üslubuyla kendini okutan bir edebiyat türüdür. Bu üslubu psikoloji ve psikanaliz de
gösterebilirse elbette ki romanın yerini alabilir. Çünkü mesele insan ruhunun
karanlıklarına ışık serpmektir. İlim bu vazifeyi yapmaktadır, sosyoloji de
yapmaktadır. İlimler, romanı tahtından indirmektedir. Belki de yirmi birinci asırda
romana hiçbir ihtiyaç kalmayacaktır. İnsanlar tekâmül ettikçe ciddi bir olgunluk
devresine geldikçe, roman okumak ihtiyacı ortadan kalkacaktır.
Romanla televizyon ve sinema arasında büyük bir benzerlik vardır. Bunların hepsi
bizi tecessüsümüzden yakalayan ve sadece vakit geçirmeye yarayan, vakit
öldürmeye yarayan birer parazit tür haline gelecektir. Demek ki vaktiyle roman
büyük hizmetler etmiştir. Psikolojinin, sosyolojinin kaynağında roman vardır. İnsanı
tanımamızı kolaylaştırmıştır. Romanı tecessüsümüze hitap ettiği için, büyük
fedakârlığa ihtiyacı olmadığı için odanıza çekilip, sedire uzanarak, sigaranızı yakar,
kahvenizi içer okursunuz. Bu sayede kültür de edinebilirsiniz. Fakat bu kültür ciddi
değildir, bulanıktır. İnsanlar olgunlaştıkça romana itibar azalacaktır ve azalmaktadır.


!


Romanın dışında insanı inceleyen bir başka ilim de siyaset ilmidir. Siyaset, insanla
cemiyetin, cemiyetlerin münasebetlerine ve insan ruhuna ışık tutan bir ilimdir. Bu
itibarla siyaset ilmiyle yakından ilgilenmemiz ve ona edebiyatın bir dalı olarak itibar
etmemiz lüzumlu ve faydalı olacaktır. Bu işte evvelâ Avrupa'nın yaptıklarını
bilmekle mükellefiz. Yani dünyanın tek düşünce adamı, tek siyasetçisi Marks
değildir. Marks'tan önce çok daha büyük adamlar gelmiş, Marks'tan sonra da gelmiş
ve gelecektir.

Marks belli bir devirde belli bir cemiyetin belli meselelerine ışık tutmaya çalışmış
bir fikir adamıdır. Elbette değeri vardır. Fakat bu mutlak değer değildir. Marksizm
bir ideolojidir. İdeoloji ilmi de içine alır, fakat ilmin yanında başka aldatmacalara da
başvurur. İdeolojilerden kurtulmanın tek çaresi ilmi tanımak, siyaset ilmini
tanımaktır. Maalesef biz masal dinlemeye alışmış insanlarız. Masallarla
oyalanıyoruz ve ilmin ciddi sesi, çatık çehresi hoşumuza gitmemektedir. oysa
mutlak olarak politika ilminin getireceği ışığa muhtacız.
Batı'ya karşı kendimizi müdafaa etmek için mutlaka siyasî edebiyat kurulmasına
muhtacız. Evvelâ Batı'yı tanımaya, sonra kendi siyasetnamelerimizi bilmeye, bunlar
üzerinde düşünmeye, tahliller yapmaya muhtacız. Kelile ve Dimne'den başlayarak
kendi siyasî eserlerimizi birer birer ele alıp nasıl bir toplumda, nasıl bir çevrede
doğdular, neyi, nasıl ifade ettiler, ahlâkla münasebetleri nedir, ahlâkın dışında bir
politika olur mu, olmaz mı? Bütün bu meseleleri aydınlatmalıyız. Frenklerin politika
ilmine karşı, bizim İslâmî bir politika ilmi kurmamız şarttır. Bunun için de evvelâ
mevcudu bilmekle mükellefiz. İster istemez bu konularda metot olarak hocamız,
Batı olacaktır. Onların büyük tecrübeleri, büyük başarılar vardır. Batı insanı bugün
insan ve cemiyet problemlerini son derece iyi bilmekte ve bu problemlere karşı son
derece uyanıktır.

Efendim, şimdilik maruzatım bundan ibarettir. Size lâyık bir konuşma yapamadım,
affınızı dilerim.

 

  Efendim, pek tabiî, büyük düşünce adamlarının tevazuları da o
ölçüde büyük oluyor. Muhtevalı bir sohbeti bize lütfettiler. Kendilerine
müteşekkiriz.

m
 
  Efendim, siyaset ilmi çareler arama, tedbirler almak mânâsında
midir?

m En geniş mânâda insanları idare etme sanatıdır. Devletle fert


arasındaki münasebetleri en iyi şekilde yürütmek sanatıdır.

m
  Şöyle bir şey akla geliyor. Tedbirleri alacak olan, insandır. Böyle bir
insanın yetişmesi mühimdir. Meselâ Abdülhak Şinasi Hisar Boğaziçi Mehtapları'nda
dert yanar: Tarihi, yenmek yenilmek açısından öğrendiğimizi ifade eder. Halbuki
bizim medeniyet tarihini bilmemiz gerektiğine işaret eder. Bu bakımdan, tedbir
alacak komple insanı yetiştirmek meselesi çok mühimdir.

Bir gün bir yabancıyla arabada giderken, radyodan verilen on altıncı asra ait bir
musiki dikkatimizi çekti. Bu yabancı sanatkârın eser hakkındaki kanaati şöyleydi:
"Muhteşem bir üslûp." Yine Hamdullah Suphi Bey bir konferansında anlatmıştı, bir
Yugoslav tarihçisine Süleymaniye Camiini gezdiriyormuş. Tarihçi kendisine "Bu
camii kimler yaptı?" diye sormuş. Hemen arkasından ilâve etmiş. "Bu camii sizler
yapamazsınız."

Bizim mimarîmiz, edebiyatımız, musikîmiz, resmimiz zirveye yükselmiştir. Hepsi


mücessem ve hepsi yüksek. Büyük devlet adamları yetiştirmişiz. Yavuz Selim'e bir
gün veziriazamı der ki: "Beni azat edin. Sizin ani kararlarınız karşısında bir gün
benim de boynum gidebilir." Yavuz'un cevabı şöyle: "Bre mel'un, ben seni çoktan
azat ederdim, çoktan boynunu vurdururdum ama, senden daha iyisini yerine
koyamam." Yine, bir Fatih rastgele yetişmiş değildir. Onu yetiştiren bir anne vardır,
bir çevresi var, hocaları var. O yaşta o başta nasıl birkaç dil bilmektedir? Bunu ifade
etmek istiyordum efendim.

Ahmet Kabaklı: Bizim mütefekkirler arasında da Süleymaniye'yi bizim


yapmadığımız şeklindeki kanaat almış yürümüştür. Bazılarına göre Osmanlı, bir
işgal gücüdür. Ne yazık ki kendi tarihçilerimizden bazıları da bu düşüncededirler.

ý


 

 Cahit Bey'in konuşması bana bazı şeyler hatırlattı. Bir ufak tarih
bilgisi arzetmekle zannediyorum bazı mukayeselere imkân vereceğim:
Fransız İhtilâli Lavoisier'nin kafasını kesmiştir. Lavoisier (Lavuaziye), yanma
hadisesinin bir oksidasyon olduğunu havada oksijen diye bir gazın bulunduğunu
keşfeden, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük kimya âlimlerinden biri. Yine
Lavoisier, metabolizma denen hadiseyi, yani organizmada alınan besinlerin
kullanılmasını ilk tetkik edenlerden ve bugün de geçerli birçok teorileri ortaya
koyanlardan biri. Kendisinin Paris'te laboratuarı var. Burası dünyadaki bütün ilim
adamlarının ziyaretgâhı. Kendi gayreti ve kazancıyla burayı, ilim adamlarına açık
tutmaktadır. Son derece de vatansever bir adam. O zamanlar kurulmuş olan bir ziraî
teşkilâtın ve Fransız barut komisyonunun âzası.

Fransız ihtilâlinde Lavoisier tevkif edilir. İtham edildiği suç da şu: Tütünü
nemlendirip ağırlaştırma. Tütünü satan kendi olmadığına göre böyle bir suçlama
yersizdi. Lavoisier bir metot bulmuştu. Tütünlerin kırılmasını önlemek için, onları
nemlendiriyordu. Bugün de bilindiği gibi dünyanın her yanında tütünü muhafaza
için bu metot kullanılır.

Bu Lavoisier'nin mahkemesinde âzalardan Mara da bulunmaktaydı. Mara âlim olma


merak ve iddiasında ama sadece nutuk atma meraklısı. Neticede idama mahkum
edilen Lavoisier, bir tecrübeyi tamamlamak için iki gün mehil ister. İhtilâl
mahkemesinin cevabı şudur:İhtilâlin âlimlere ihtiyacı yok. Daha sonra giyotinle başı
kesilen Lavoisier için bir tarihçi şunları söylüyor. "Bu başı kesmek için, bir an yetti,
fakat böyle bir başı tekrar meydana getirmek için asırlar kâfi gelmeyecektir."
İhtilâlden iki sene sonra Fransa'da tekrar bir mahkeme kurulur. Mahkemeyi kuran da
ihtilâli yapan cumhuriyet idaresidir. Onu vefatından iki sene sonra gıyaben
muhakeme eder. Onu beraat ettirir, iade-i itibar ettirir ve muhteşem bir cenaze töreni
tertip eder. Adeta Lavoisier'nin hatırasından ve Fransız milletinden özür diler.

Tarih tekerrürdür. Bir de kendi cemiyetimize baktığımızda aradaki farkı görmüş


oluyoruz. Bu mukayeseyi yapabilmeniz için bunları arzettim. Ayrıca Cemil Meriç
üstadımıza bir noktada çok teşekkür ederim. Beşerî ilimleri sayarken psikiyatri
üzerinde de durdular.

Psikiyatriyi kuru bir tıp dalı zannedenler vardır. Psikiyatri insan düşüncesine, insan
diline, tefekkürüne bir yerde müdahale eder ve onun patolojisini de tetkik eder.
Beşerî ilimlerin en mühimidir, diyebilirim. Mensubu bulunduğum meslek namına da
Sayın Cemil'e bu müşahedeleri bakımından ayrıca teşekkür ederim.

_
" 

 Değerli ilim adamımız sayın Cemil Meriç'i iftiharla dinledik.
İstifade ettik. Ancak ben muhterem hocamızın roman konusundaki düşüncelerine
iştirak edemeyeceğim. Siyaset tarihi, edebiyat tarihi elbette yazılacaktır. Ama
romanın sanat olduğunu kabul etmek gerekmez mi? Psikolojinin, antropolojinin,
sosyolojinin konularına girmekle birlikte o güzeli aramaktadır. Şu halde sayın
üstadımız sanatın ilerde yaşamayacağını mi ifade etmek istiyorlar?

 

  Roman var, romancık var. Bu konuda hocamızın görüşlerini de
alacağız elbette.

Necmettin Hacıeminoğlu: Efendim, ben de aynı konuyla ilgili olarak konuşmak


istiyorum. Bugün çağımızda, roman eski itibarını hakikaten kaybetmiştir. Fakat
benim kanaatime göre kaybediş sebebi, diğer beşerî ilimlerin ilerlemiş olmasından
ziyade, ideolojilerin ve politik çekişmelerin bir fırtına gibi dünyaya hakim
olmasından ileri gelmektedir. Nitekim günümüzde sadece romanın değil, tiyatronun,
resmin, şiirin de ancak ideolojik hedefler güdüyor ise, ideolojik muhteva taşıyor ise
okunduğu ve itibar edildiği aksi halde okunmadığı maalesef acı bir gerçektir. Bu
bakımdan romanı ve sanatı belli zümrelerin nazarında itibarsız hale getiren
ideolojiye bulaşmış olmasıdır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde romanlar insanlara hoş
vakit geçirtici vasfını devam ettirmektedir. Bugün kendi cemiyetimizde, edebiyat
fakültemizde romanı, şiiri, tiyatroyu bir sanat eseri gibi incelemesi gereken
talebeler, tavsiye edilen romanda ideoloji varsa kapışmakta, ideoloji yoksa alâka
göstermemektedir. Demek ki roman okuyucusu var, fakat roman muhteva
değiştirmiş, hedef değiştirmiştir.

Roman, hiçbir şey olmasa, sosyal ilimler yüzünden beşeri meseleleri ele almak
vasfını kaybetse, ideolojik sebeplerle yazılmasa, dilin imkânlarını en güzel şekilde
ortaya koymak, sadece dili güzel kullanmak mümaresesini (maharetini) temin için
dahi vazgeçilmez bir sanat eseridir. Bu itibarla ben, üstadımıza beşerî ilimlerin
gelişmesinden ziyade, ideolojilerin istilâsı yüzünden romanın hedef ve mahiyet
değiştirdiğini arzetmek istiyorum.


mRomanın garip bir kaderi var. Eski Yunan'da ilimler gelişmeden
hepsi birden felsefenin içindeydi. Yani felsefe, fiziği de metafiziği de kucaklıyordu.
İlimler yavaş yavaş geliştiler, istiklâllerini aldılar, böylece felsefeden koptular. Yani
bir papatyanın yapraklarının kopuşu gibi, felsefe sadece papatyanın sapı olarak
kaldı. 19. asırda Auguste Comte'tan sonra sosyoloji, yine aynı asırda psikoloji
istiklâllerini aldılar. Bugün felsefe denince, ne psikoloji, ne de sosyoloji anlaşılıyor.
Roman da zamanımızda beşeri ilimler gelişmeden hüviyetlerini kazanmadan önce
hepsini kucaklıyordu. Bir tecrübe sahasıydı; geniş bir saha. hürriyet sahası...
Edebiyat nevileri içersinde kanunu olmayan tek nevi romandır. Yani cinnete de
açıktır, akla da açıktır. Her türlü cesarete açıktır. Sayfası da belli değildir, konusu da
belli değildir. Bütünüyle mutlakı kucaklamak kabiliyetinde, emperyalist bir edebiyat
türüdür. Bu, romanın hem felâketi, hem ihtişamı. İhtişamı, çünkü, meselâ Balzac
bütün cemiyeti romanın konusu yaptı. Haddizatında Fransa'da yetişen tek büyük
sosyolog bence Balzac'dır. Yani Balzac'la sosyoloji müşahhas olarak ilim hüviyetini
kazanır. İnsanın hareketlerini tayin eden saikler, ihtiraslar, heyecanlar bütünüyle
psiko-sosyoloji romana girer. Bir toplumu çamurdan ve kandan rüyalarıyla, mistik
tarafları ve çirkin taraflarıyla, maddesiyle, hayatı romana sokan Balzac'tır. Bu
itibarla romanın muhteşem bir hudutsuzluğu var.

Fakat beşeri ilimler geliştikçe romanın muhtevası azalmaktadır. Felsefenin başına


gelen akıbet, romanın başına da gelecektir diye düşünüyorum. Yalnız şu var: Bugün
bizim gibi, beşeri ilimlerin gelişmediği, beşeri ilimlerin büyük eserler vermediği
ülkelerde elbette roman yaşayacaktır. Buyurduğunuz gibi romanı roman yapan en
belli başlı taraflarından biri üslûptur. Romanı roman yapan faktörlerin başında üslûp
gelir. Büyük romancıların hepsi büyük üslûpkârlardır. Fakat ben uzak bir istikbalden
bahsederek, belki yarın ihtiyaç kalmayacaktır dedim. Yoksa romanın cemiyetlerde
büyük hizmetler gördüğü, ilimlere yardımcı olduğu, felsefe gibi birçok ilimleri
emzirdiği gerçeğini kabul etmiyor değilim.

Müsaade buyurursanız şu nokta üzerinde durmak istiyorum. Meselâ bir Kemal Tahir
çıkıyor, Osmanlı toplumunu romanlaştırıyor. Kemal Tahir bu düşüncelerini yazı
olarak, deneme olarak kaleme alsa birçok itirazlarla karşılaşır. Roman oldu mu
karşılaşmıyor. Roman büyük hürriyet veriyor yazara. Adeta sorumsuzluk fetvası
veriyor.

Bir ilim adamından beklediğimiz ciddiyeti, katiyyeti romancıdan beklemiyoruz.


Halbuki gerçekten olgunlaşan bir cemiyette roman, yerini meselâ denemeye
bırakabilir. Çünkü deneme de üslûp endişesiyle kaleme alınır. Romanda üslûp ne
kadar aranılırsa, denemede de o kadar aranılır.
Endişeleriniz son derece yerindedir. Sanat eseri, sanat eseridir. Fakat bu sanat eseri
bir maceraya dayandığı için, okuyucuyu tecessüsünden yakaladığı için, bence
istikbalde aynı itibari göremez. İnsanlar hikâye dinlemekten usanacaklardır. Yani
hikâyenin yerine ilim geçecektir.




Romanın esasen hikâye kısmını atarsanız, denemedir. Deneme ile roman arasında
tek fark birisinde bir maceranın oluşudur. Romandan macerayı çıkarırsanız bu fark
ortadan kalkar. Macera nispeten çocuk kavimlerin, çocuklu kavimlerin fazla itibar
ettikleri, fazla yumulduğu yemdir. Bu yeme ihtiyaç yok. İnsanlar söyleyeceklerini
açıktan açığa söyleyebilirler.

Bir psikologun bir kitap yazarken ilmî hazırlıklara ihtiyacı vardır. İlmî mahiyetin
daha sulandırılmış sekli, denemedir. Denemeci, bir laboratuar adamı kadar, kesin,
sahih konuşma mecburiyetinde değildir. Yani deneme, belli bir zaman için romanın
yerine oturabilir, diyorum. Ben romanın, meselâ 21. asırda aynı itibari, alâkayı
göreceğini tahmin etmiyorum. Bu sadece bir faraziyedir. Elbette "güzel", edebiyatın
ezelî konusudur. Her yazar edebiyat çerçevesi içinde güzel yazmaya mecburdur.
Deneme romanın bütün üslûp ustalıklarını kendinde toplamak mecburiyetindedir.
Deneme romanın yerine pekâla geçebilir. Romanın gösterdiği bütün cesareti deneme
de gösterebilir. Çünkü onun da sınırları kat'ı olarak çizilmiş değildir. Romanın
hususiyeti, insanı belli vakalar içersinde göstermesidir. Bu belli vakalarla
okuyucuyu sürüklemesidir. Romana gösterilen itibar bir yerde marazi bir itibardır.
Sıhhatli bir toplumun romana ihtiyacı yoktur. Romanın yerine sinema geçiyor,
televizyon geçiyor. Sizin de buyurduğunuz gibi ya ideolojinin elindedir yahut
sadece hırsız polis hikâyesi haline gelmiştir. Bu kadar münferit, bu kadar alelâde
vakalar tecessüsümüzü tahrik ediyor.

Vaktiyle şövalye romanları vardı. Bunlar hiçbir edebî değerleri olmamasına rağmen
bütün dünyayı istilâ etmişti. Akla sığmayan maceralar... Devler, cinler, büyü. Don
Kişot bu romanların tenkidini yapmak için sahneye çıkarıldı. Cervantes'ten daha
önce fermanlar çıkarılmıştı. Sarlken romanların basılmasını, yazılmasını kesinlikle
yasak etti. Vaizler kilisede romanlar aleyhinde konuştular. Fakat Sarlken bir taraftan
romanları yasak ederken bir taraftan da gizli gizli roman okuyordu. Roman
manastırlara da girmişti. Saint Theresa gibi bir azize evvelâ şövalye romanları
yazmakla ise başladı. Hayatını Hıristiyanlığa vakfeden, Ispanya'nın ve Avrupa'nın
yetiştirdiği en büyük yazar olan Theresa bile roman yazmak zaafından kendini
kurtaramamıştır.

Romanın zaman zaman bir cemiyetin edebiyat gıdası haline gelmesi, okunan tek şey
olması, bir parça tembelliğe alıştırıyor insanları. Bir parça muhayyele alıştırıyor ve
insanı realiteden uzaklaştırıyor. Bugünkü roman hakkında böyle bir mahkumiyet
kararım yok. Romancı elbette çok muhteremdir ve çok büyük işler yapmaktadır.
Hele bizim gibi ilmin tadını ciddi olarak tatmamış cemiyetlerde romanın başaracağı
çok iş vardır. Tabiî okuyucunun kültür seviyesini de dikkate almak lâzım. Roman
okunuyor, deneme okunmuyor. İlim kitabı hiç okunmaz.

Romanı okutan maceradır, üslûp sıfatına bile lâyık değildir. Büyük romancı sayılan
Kemal Tahir'in de üslubu kırık dökük, deli dolu bir üslûptur. Yani Kemal Tahir bir
üslûpkâr değildir. Kemal Tahir vak'alardaki cazibe yahut ideolojik sebeplerle
okunmaktadır. Yani Türkiye'de roman, edebiyat eseri olduğu için okunmuyor,
roman, roman olduğu için okunuyor. Peyami gibi kaç romancı var? Demek ki,
roman çağımızın büyük edebiyat türüdür. Yalnız yegâne edebiyat türü olması,
endişeye sezadır.

Bütün büyük adamlarda roman okumaya karşı bir alâka vardır. Darwin de böyleydi.
Don Kişot da bu iptilâyı önlemek için kaleme alınmıştır. Bu eserde, insandaki bu
iptilanın köklerine inilmiştir. Romanın cemiyeti nasıl tahakkümü altına aldığı ortaya
konmuştur. Roman, hikâye insanların zaafıdır. Ben de çok okudum roman ve hâlâ
okumaktayım. Bütün ciddiyetimize rağmen hepimizin kültür temelinde romanların
oynadığı rol büyüktür.

Romancının kocakarı hikâyelerine yanaşmaması ve eserini hiçbir ideolojiye alet


etmemesi elbette temenniye şayandır. Kıymetli dostum Kutsi Bey'i tenzih ederim.
Büyük romancılar da öyle yapıyorlar. Fakat bizim gibi hikâye dinlemeye meraklı,
ciddiye sırtını çeviren bir toplulukta romanların çok fazla alâka görmesi de
temenniye şayan değildir. Söyleyeceklerim bundan ibarettir.

"
"#

$% Efendim, ben biraz mevzuu değiştireceğim. Siyasetnamelerden söz


edilmişti. Bizim, Batılıların siyasetnamelerinden önce Kutadgu Bilig adlı eserimiz
var. Eser okutmak gayesiyle sanıyorum, müşahhas bir şekilde kaleme alınmış. Hem
de manzum olarak yazılmıştır. Batı'dan çok daha evvel. Acaba bu konuda Sayın
Cemil Meriç'in düşünceleri nelerdir?

m Hanımefendi, ilk eski siyasetname Hz. İsa'dan bin yıl önce
yazılmıştır. Ve Asya'nın siyasî düşüncesinin temeli olmuştur. Bu eser Farsça'ya,
Arapça'ya defalarca tercüme edilmiş (Kelile ve Dimne). Türkçe'ye Hümayunname
ismi altında tercüme edilmiştir. Yani Batı, Asya düşüncesinin tesiri altında
gelişmiştir. Buyurduğunuz gibi Kutadgu Bilig de çok değerli bir kitaptır. Fakat şunu
hemen kaydetmeliyim; Batıyla Doğu arasında başlıca şu fark var: Doğuda hikmet-i
ameliye başlığı altında toplanan edebiyat nevileri çoktur ve hepsinin de temelinde
ahlâk vardır. İslâmiyet vardır.

Yani mükemmel insan vardır. Biz ahlâklı bir kavimiz. Biz Müslümanız.
Müslümanlıkta önce ahlâk, önce din vardır. Batının siyasetnamelerinde böyle bir
kayıt yoktur.
Bu siyasetnameler soğukkanlı, kalbi ve ruhu bir yana bırakan, insanı bir hekim
soğukkanlılığı ile incelemeye çalışan, insanı zaaflarıyla ele alan kitaplardır. Yani
sanat değildir siyasetname, doğrudan doğruya ilimdir. Bu itibarla bizim
siyasetnamelerimizle Batınınkiler arasında fark vardır.

Machiavelli insanı ikiye ayırır. Birisi mimarlar, idare edenler, diğeri tarihin
malzemesi. Yani geniş kalabalıklar sadece tarihin malzemesidir. Kum gibi, harç gibi
cansız bir malzemedir. Batı'nın gayesi hiçbir zaman mukaddes olmamıştır. Batı'nın
gayesi evvelâ kendi insanına boyun eğdirmek, sonra dünyaya boyun eğdirmektir.
Bizde bütün siyasetnameler mükemmel insan nasıl yetiştirilir, cemiyet nasıl refaha
kavuşturulur gibi bir gayeye dayanır, normatiftir. Tabiî Hint'te bu yoktur. Hint'te
Kelile ve Dimne'nin ahlâkı çırılçıplak bir ahlâktır. Bizdeki Kutadgu Biligler, elbette
mevzundur, çok okunmuştur. Ama insanın mükemmelleşmesi değil de nasıl idare
edileceği esastır. Yani Batı'da siyasetname aklın çiğ, her türlü zarafetten mahrum
sesidir.

"



  Kutadgu Bilig'deki hususiyetin Şark için de ayrı bir mümtaz yeri
vardır. Kutadgu Bilig'de aranan şey, nizamdır. Her ne kadar bugünkü Türkçe'ye
"Saadet Veren Bilgi" diye çevrilmişse de aranan saadet, nizam içinde
bulunmaktadır. O nizam anlatılmaktadır. Yani devlet anlatılmaktadır. Devlet, nizamı
getirecektir ve saadet öylece bulunacaktır. Devlet olduğu zaman, saadet vardır.
Ayrıca Kutadgu Bilig'deki hususiyet de şudur: İdealize etmek yerine, ideal olan bir
nizamın tespiti. Yani bir arayış değil, yaşanan bir şeyin kaleme alınışı vardır.

Üstadımıza burada teşekkür etmek isterim, Batı ayrı bir dünya, bir Hıristiyan dünya.
İslâm Türk dünyasında apayrı bir ruh var. Görebildiğim kadarıyla, Batı'da, meselâ
bir hürriyet, bir adalet mefhumu daima aranan şeylerdir. Hak, hakkaniyet de öyle...
Bütün bunları elde edebilmek için bir mücadele vasatı yaratılmaktadır. Halbuki Türk
İslâm dünyasında bunlar idealize edilen şeyler olmayıp yaşanan şeylerdir. Zaman
zaman kaybedilse dahi, yine yaşanacağından eminim. Bütün bu değerleri, idarede,
cemiyet hayatında, sanatta, edebiyatta görmek mümkün. Batı'da eserlerde bir
samimiyet bulamazsınız. Onun yerine soğuk, katı ve despot bir hava vardır. Şark'ta
ve Türk İslâm dünyasında ilim hürdür. İlim adamları, ilimde muhtardır ve hürmet
görürler. Meselâ bir Süleymaniye'de samimiyeti, fazileti, hürriyeti rahatlıkla görmek
mümkündür. Despotluk asla yoktur, orada çalışan emeğinin karşılığını almıştır.
Sanatkâr gönlüyle gelmiş ve orada bir âbide meydana getirmiştir. Batı'da büyük bir
âbide meydana getirilir, ama kamçıyla, despotlukla. Bizim dünyamızda bir ilim
adamının katledilmesi, onun hakkında ferman verilmesi katiyyen söz konusu
değildir.

]
& '
(

]  )
" Efendim ben Sayın Cemil Meriç'ten gazeteler, dergiler ve
kitaplar arasındaki münasebet hakkında bilgi rica edeceğim. Bu konuda bir
makalesini okumuştum, çok güzeldi. Ben şahsen zamanın, günün şartları sebebiyle
kitaplara vakit ayıramıyorum. Ancak gazetelere sığınabiliyorum. Kitap okumak
bana zor geliyor. Tabiî bu durum, bizden sonraki nesillere, Türkiye'yi idare edecek
olan nesillere daha kötü bir şekilde intikal edecek. Bu bakımdan, değerli hocamızın
bir sohbet yapmalarını rica edecektim.

m Efendim, çağımızın insani alâkası parçalanan ve bir nevi afyonkeş


haline getirilen insandır. Düşünen değil, bazı belli düşünceleri kabule mecbur edilen
bir insan. Kitle haberleşme araçları, gazete, televizyon sığ bir kültürü yaymakta ve
ciddi kültüre karşı duyulan alâkayı da azaltmaktadır. Hegel, gazete için "sabah
duası" diyor. O zamanlar gazete bir kültür taşıyıcısıydı. Gazeteyle dergi arasında bir
fark yoktu. Zamanımızda gazeteler bir ticaret metaı halindedir. Hedefi, uyandırmak,
ışıklandırmak değildir. Sadece belli haberleri istenilen şekilde aktarmak, telkin
etmek, okuyucuyu bir nevi medyum haline getirmek, alışkanlıklarının esiri haline
getirmek ve mümkün olduğu kadar düşündürmemek...
Valéry'nin politikayı tarifi şöyledir: "Politika insanları kendilerini ilgilendiren
meselelerle uğraşmaktan alıkoymak sanatıdır." Şimdi böyle olunca, gazeteler de bir
nevi endüstri müessesesidir. Bu müessese kendi istediği biçimde hakikati
biçimlendirir. Hakikati belli ölçülerde kalıplar içine dökerken aynı zamanda
düşünceye de yer veriyor. Yalnız, irfanı gazeteye hapsettiniz mi haysiyetini
kaybeder. Çünkü gazetenin bir günlüktür ömrü. Gazete sigara gibi içilecek, limon
gibi sıkılıp bitecektir. Fıkraların, haberlerin hepsinin ömrü bir günlüktür. Ağırlık
merkezi belli düşüncelerin telkin edilmesidir. Bu bakımdan gazetede romandan daha
fazla tehlike mevcut.

Romanın gelişmesinde gazetelerin rolü büyük olmuştur. Gazete tefrikacılığı


geliştikten sonra roman bütün dünyayı istilâ etmiştir. Haddizatında roman da, gazete
de bir kaçma mekanizmasıdır. Gündelik hayatın incir çekirdeğini doldurmayan
vakaları üzerine eğilmekle değerli vaktimizi öldüren bir mekanizma. Gazeteleri
kültürün başlıca kaynağı telâkki etmek yanlıştır. Çoğumuz üç dört gazete birden
okuruz. Kitaba, ciddi kitaba ayırdığımız zamanla gazetelere ayırdığımız zaman
arasında yapılacak mukayese son derece aleyhimizdedir. Yani gazete fanidir, ancak
belli bilgiler elde etmek için okunur. Bu bilgiler de politikanın konusunu teşkil
ediyor, o bakımdan sürükleyicidir. Bu arada birkaç fikir adamının oraya düşen
yazıları da ruhumuza sevinç vermektedir. Fakat bunun dışında bir posadır gazete.
Gürültüden ibarettir.

Aynı zamanda gazete bir hastalığın da taşıyıcısı oluyor. Bu hastalık, yazı yazmak
hastalığı. Umumiyetle çağımızda en fazla yayılan hastalıklardan biri de yazı yazmak
hastalığıdır. Eline kalem alan, mutlaka yazı yazmak mecburiyetinde. Yazamazsa,
slogan yazma mecburiyetinde. Bu sloganperestliğin kaynağı da grafomanidir.
Grafoman, çok okur, gazeteleri didik didik eder. Böylece dolar, boşaltmak için eline
kalemi alır. Hiçbir şey yazamazsa, gider cami duvarına slogan yazar.

Gazete ciddi bir rehber ve güvenilir bir kaynak olmaktan uzaktır. Ama çok
sevdiğimiz insanlar bu hareketin içindedirler. İster istemez bu harekete katılırlar.
Çünkü yirminci asrın bir mecburiyetidir bu. Bir Ahmet Kabaklı'nın gazetede yazı
yazması, Ahmet Kabaklı için bir fedakârlıktır, bizim için de onu gazetede okumak
bir fedakârlıktır. Çünkü Ahmet Kabaklı gazeteci değildir ve olamaz. Bir kültür
adamıdır, irfan adamıdır. Ne yapalım ki gazetede okumak mecburiyetinde kalıyoruz.
Bir takım mecburiyetler bir insanı olması gerekenden başka şekle sokmaktadır. Bu
hazindir, trajiktir fakat reeldir.

Dergiye gelince; dergi daha geniş soluklu, daha geniş imkânları olan ve istikbale
kalacak olan bir nesir vasıtasıdır. Tefekkürün kalesidir. Birçok insanlar kitap
yazmak ve bastırmaktan mahrumdurlar. Dergi daha geniş imkânlar önümüze serer.
Bir memleketin irfanını tetkik etmek için, mutlaka dergilerine eğilmek
mecburiyetindeyiz. Birçok büyük adamların, kitapları yayımlanmış olan yazarların
yazılarının bir kısmi dergi sayfalarında kalmaktadır. Bu bakımdan, dergiler
kütüphanelerin en ciddi, en zinde malzemesidir.

Kitap ise daha çatık kaşlı, daha smokinli düşüncedir. İndeks yapmak gibi bir takım
mükellefiyetler yükler yazara. Bu itibarla dergi gazeteyle kitap arasındadır.
Düşüncenin gerçek taşıyıcısıdır, her türlü düşünceye açıktır, donmamış genç ve
gerçek düşüncedir. Dergi bir memleketin fikir aynasıdır. Kitap ise fikri
mumyalaştırır, kaditleştirir. Bilmiyorum, arzedebildim mi?


!    


m
  Efendim, siyasî kültürün olgunlaşması, izm'lerin, Marksizm'in
yayılmasına sebep olan siyasî kültür boşluğunun doldurulması için çocukların
eğitimine alfabeden başlamak gerektiğine inanıyorum. Hele bu sene çocuk yılı
olması münasebetiyle çocuklarımızın beyinlerinin, buyurduğunuz gibi adeta afyon
yutturularak yıkanmalarını müşahede etmemiz karşısında bir tohumu nasıl ekmemiz
lâzım gelir, ters ideolojilerin körpe dimağlarda yeşermemeleri için, ne gibi tedbirler
almamız gerekir? Ayrıca ben siyasî edebiyatımızın da bir folkloru olduğuna
inanıyorum. Halkımızın arasına maalesef, atalarımızın olmadığı halde, "sana
dokunmayan yılan bin yaşasın", "çirkefe taş atma sana da sıçrar", "bükemeyeceğin
eli öp" vs. gibi tamamıyla siyasî literatürle bağdaştırılabilecek bazı deyimler
sızmıştır. Ben bunları siyasî folklor olarak isimlendiriyorum. Bu konuların da
işlenmesi lüzumuna inanıyorum. Siyasî edebiyatın boşluğuna varmadan önce bu
noktaların belirtilmesi gerekiyor. Hocamızdan bu konudaki düşüncelerini rica
ediyorum.

mÇok mühim bir yaraya parmak bastınız. Evvelâ sunu kabul etmek
lâzım: Tedbirin de terbiyeye ihtiyacı vardır. Biz gelecek nesillerin iyi yetişmesi için
evvelâ kendimizi iyi yetiştirmeliyiz. Marksizm'e karşı en iyi ilâç yine izm'lerdir.
Düşünceyi bir bütün olarak almak ve izm'leri bu bütün içinde görmek
mecburiyetindeyiz.
Hepimizin siyaset literatürü son derece sığdır. Evvelâ siyaset adamlarını, hocaları
yani aydınları terbiye etmek lâzım. Türkiye siyasetin içine kendi insiyatifiyle değil
adeta sürüklenerek girmiştir. Çünkü hepimizin bilgisi sığdır. Evvelâ biz aydınların
terbiye edilmesi lâzımdır. Bu şuur aydınlar katında gerçekleştikten sonra nesilleri
şuurlandırmak daha kolaydır. Evvela aydınların şuurlanması lâzım. Buyurduğunuz
gibi halkın arasında "darb-i mesel" adı altında, adeta afyon gibi yutturulan bir nevi
slogan edebiyatı, evet politikayla alâkalıdır; fakat politika ilmiyle alâkalı değildir.
Bunlar kalabalığı düşünmekten alıkoyar. Birçok sömürücünün, politika esnafının
ekmeğine yağ sürer. Bir nevi teslimiyet telkin eden bu sloganlarla mücadele etmek
gerekir. "Suya sabuna dokunma" gibi sloganlar elbette bizim dünyamızın mahsulü
değildir. Bunlar teslimiyet ve acz ifade eder.

Maksizm'e karşı açılacak cihat mutlaka ilme dayanmalıdır. Polisiye tedbirlerle veya
hüsnüniyetle yapılacak bir iş değildir bu. Maksizm'e karşı aynı ilmi cihazla çıkmak
mecburiyetindeyiz. Bildiğimiz ölçüde muzaffer oluruz. Karanlıkta dövüş olmaz. Bu
itibarla ben siyasî edebiyatın mekteplerimizde okutulmasına taraftarım. İnsanlık bu
konuda nereye varmış siyaset sahnesinde boy gösteren fikir adamları neler
bulmuşlar, işi nereye getirmişler... Bütün bunların bilinmesi gerekiyor. Biz fildişi
kulede değiliz. Biz nesilleri yetiştireceğimiz gibi, kendimizi de kurtarmak
mecburiyetindeyiz. Yani aydınlar da kendileri olmalıdırlar. Bu itibarla yapılacak iş
büyüktür. Kendimizi tanımak, tarihimizi tanımak, sonra yapılan tahripleri önlemek,
Avrupa'nın tasallutuna karşı kendimizi sağlam bir hisarla kuşatmak
mecburiyetindeyiz.
Sorduğunuz suali tam mânasıyla cevaplandıracak durumda değilim. Evvelâ genç
nesillerin yetişmesi bir devlet meselesidir. Aydın meselesi, kalem sahiplerinin ve
cemiyetin meselesi. 40 milyon Robinson halindeyiz. Kimse kimseyi anlamıyor,
dilimiz yok... Bu vasıfta insanların genç nesilleri düşünmesi imkânsız. Evvelâ
kendimizi tanımalıyız. Müşterek bir dil, müşterek bir tefekkür dünyası yaratmalıyız.
Bunun da tek çaresi bilmek ve okumaktır. Bilmek, daima İslâm'ın büyük emridir.
Nesilleri aydınlatacak olan, siyaset ilmidir.

Cemil Meriç'le söyleşi

"Bir aydının namusunu muhafaza etmesi


son derece güçtür"

Cogito, sayı: 32, 2002

Safa Mürsel: Bugün ihtiyacıma ve cehaletime binaen sizin huzurunuza milliyetçilik

meselesini, kısa da olsa şerhetmeniz talebiyle getirdim,

Milliyetçilik mevzuuna Bediüzzaman Hazretleri yer yer eserlerinde temas

ediyor. Türkiye'ye Bediüzzaman bu meselelerin alevlendiği, kompleks bir

hüviyete karıştığı bir ortamda gelmiş. Sonra birçok alternatifler,

aralarında nüans ayrılığı olan tarzlarıyla, ortaya atılmış; Osmanlıcılık,

Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık gibi. İşte bunların herbirinin kendine


has, bütün müesseseleri şekillendirmeye matuf görüşleri, nazariyeleri

olmuş. Üstat II. Meşrutiyet döneminde veya Cumhuriyet'ten hemen sonra İslam

düşüncesiyle bağdaştıramadığı milliyetçilik görüşlerini kendi anlayışı

içinde sınıflandırmış.

Cemil Meriç.: Millet mefhumu, doğrudan doğruya batıdan ithal edilen bir

mefhumdur. İslamiyet bütün insaniyete şamildir ve biliyorsunuz ki kıtaları

ikiye bölmüştür: Darü'l-Harp, Darü'l-iman diye. Darü'l-iman hidayete eren,

vahdaniyyete inanan, İslamiyet'i kabul etmiş insanlann ülkesidir. Bu

insanlann arasında hiçbir fark yoktur. Misaka dahilolduğu andan itibaren her

insan bütün teali imkanlanna aynı derecede sahiptir. Burada kan, renk,

kafatası gibi mefhumlar hiçbir şey ifade etmezler. Gerçi zaman zaman

Araplar, Kureyş kabilesi vb. gibi birtakım gruplar üstünlükler peşinde

koşmuşlar, hattı zatında unsuriyet hissini kolay kolay kaybetmemişler. Fakat

belli bir süreden sonra bütün insanlık Osmanlı idaresi altında tek kalp,

tek vicdan halinde birleşmiştir. Avrupa bu vahdeti hiçbir zaman

gerçekleştirememiş. Barbar istilalarından sonra Avrupa'da dilleri ayn,

menfaatleri ayn birtakım kavimler peydahlanmıştır. Gerçi Hıristiyandır

bunlar. Bu Hıristiyanlık ciddi bir vahdet unsuru olamamış, kaynaşmamışlar,

her an birbirleriyle kavga etmişler. Yalnız birbirleriyle değil, aynı

memleketin insanları, aynı kavmin insanları da birbirleriyle kavga etmiş.

Avrupa'nın farikası daha önce de söylediğim gibi kavgadır, muharebedir,


mücadeledir. Bu kavmiyet, yani lisan birliğine dayanan, aşağı yukan menşe

birliğine dayanan kavmiyet belli zamanlarda hafiflemiş, müşterek düşman

olan Osmanlıya karşı, İslam'a karşı Haçlı seferlerinde hep beraber

çarpışmışlar. Fakat kendi başlarına kalınca yine birbirlerini tahrip

etmekten vazgeçememişler. Yani hiçbir zaman bir İslam vahdeti gibi bir

Hıristiyan vahdeti teşekkül etmemiş. Avrupa kuvvetlenmiş, iktisadi fetihler

yapmış, sınıf hakimiyetini kurmuş ve bizi yok etmek için teşebbüslere

girişmiş. Bu teşebbüslerinde muvaffakiyete erişmemesi elbette Cenab-ı

Hakk'ın bir lütfudur. Fakat burada, aralarındaki tefrika, kendi aralarındaki

rekabet de büyük rol oynamıştır. Yani tefrika olmasaydı Avrupa ile daha güç

mücadele edebilirdik. Şimdi Osmanlı'nın yani İslamiyet'in zaferlerinin

bütün sırrı tek vücut, tek kalp oluştadır. Biz Misaka dahil olan bütün

kavimlere kardeş muamelesi yapmışız, kucağımızı açmışız, kitap sahibi

milletleri korumuşuz ve üç kıtada hükümran olmuşuz. Bu hükümranlığı

parçalamak için Avrupa zaman zaman teşebbüslere girişmiş. Evvela himayemiz

altındaki kavimleri kışkırtmış. Rusları, Bulgarları, Ortodoks kilisesine

bağlı Rumları, Sırpları kışkırtmış ve parçalamaya başlamış Osmanlı'yı. Bu

parçalama hareketi epeyce muvaffak olmuş. Avrupa'ya teveccüh ettikten sonra

Avrupa yeni bir Truva atı daha sokmuş içimize; Milliyet. Milliyetin hiçbir

kökü yoktur. Osmanlı'da hiçbir şeye dayanmaz. Evet Oğuzlardan geliyoruz.

Büyük tarihimiz var. Fakat bu tarih Osmanlı'nın çocukluk devridir.

Hiçbirimiz gençken çocukluk devrinden bahsetmeyiz, bunayınca anlatmaya

başlarız. Ama aklı başında iken insan anlatmaya hiç lüzum görmez. Osmanlı da

lüzum görmemiş bunlara. İmanına sadık kalmış, İslamiyetin mitolojisini


benimsemiş. Kendi mitolojik tarihine itibar etmemiş. Silinmiş imanın

içinde. Çünkü şerefi, haysiyeti, büyüklüğü, zaferleri İslam'ın eseridir.

Elbette birçok hasletler, faziletler getirmiş. Fakat bunlar erimiş

İslamiyet'in içinde. Zaten Avrupa'da şuurlu olarak milliyet fikirleri,

kendi içlerinde 1789'dan yani burjuvazi iktidara geçtikten sonra başlar.

1789'dan sonra ihtilali yapan Fransa bütün Avrupa'ya karşı mücadele vermek

zorundadır. İngilizler, Almanlar, bu dışa karşı kendini müdafaa mecburiyeti,

kendi varlığının şuuruna vardırır Fransa'yı. Ayrı bir dili olduğunu, ayrı

bir tarihi olduğunu idrak eder, Hıristiyan kavimleri içinde belli bir yer

işgal ettiğini o zaman ciddi olarak fark eder. Fakat bu coğrafyadan gelen

milliyetçilik zamanla daha geniş bir menfaat birliğine inkılab eder.

İktidara geçen burjuvazi kendi dışında kalan içtimai sımfları yabancı gibi

sömürmeye başlar. Zaten bu kanında vardır. Kendisi de toprak aristokrasisine

karşı ayaklanmıştı vaktiyle. Bu defa da kendine karşı cephe alan işçi

sınıfına karşı aynı kızgınhğı, aynı öfkeyi aynı yırtıcılığı izhar eder.

Tabii dünyaya karşı da düşmandır. Hakikatte milletler sadece başka

milletlere karşı mücadele verdikleri zaman milliyetçidirler. Bunun dışında

milliyetçi değildirler. Mesela I. Cihan Savaşı'nda bu çok görüldü. Alman

kapitalizmiyle Fransız kapitalizmi ortaktılar. Endüstri kuruluşları olan


birçok yer bombalandığında kapitalizm, kapitalizme yardım etti. Avrupalı

için milliyet sadece belli ölçüler içinde geçerlidir. Fakat zeval

devrimizde en kuvvetli tarafımız, imammız yok edilmek istendi. Bu imam yok

etmek için bilumum vesilelere müracaat edildi. Bu vesilelerden birisi de

milliyetçilik hikayesidir. Bizde milliyetçilik doğrudan doğruya Avrupa'dan

ithal edilmiş mehfumdur. Katiyyen tarihimizde yoktur. İslamiyet'te olamaz

milliyetçilik. Şimdi çeşitli telkinler, çeşitli propagandalar neticesinde

dindaşlarımızla aramıız bozuldu, düşman olduk. Onlar aynldılar bizden. Bazı

savaşlar geçti aramızda. Bazı arzu edilmez hadiseler geçti. Bu kopuştan

sonra biz de ister istemez kendimize çeki düzen vermek zorunda kaldık.

Menşeinde bu bir Avrupa oyunuydu, fakat sonunda bir mecburiyet oldu. Elbette

ki belli hudutlar içinde yaşayan, belli dili konuşan insanlar kendi

hüviyetlerini dış dünyaya karşı haykırmak, bir bayrak altında toplanmak

zorundaydılar. Bir nefis müdafaası olarak milliyetçilik zarurettir. Elbette

Türk insanı kendini korumak zorundadır. Kendini korumak için de belli bayrak

altında, prensipler etrafında birleşmek zorundadır. Batı'ya karşı, Rusya'ya

karşı, İslam olduklan halde bize husumet besleyen asırlık telkinlerle,

düşman telkinlerle husumet beslemekte olan kardeşimiz, fakat bizden

ayrılmış ülkelere karşı kendi menfaatlerimizi korumak mecburiyetindeyiz. Bu

birinci kısmı işin, ikinci kısmı da şu; Milliyetin birçok tarifi var.

Almanların Alsace Lorraine'i işgalinden sonra hukuki ve felsefi bir mesele

olarak ortaya çıkar. Alman aydınlarıyla Fransız aydınları arasında tartışma

konusu olur. Varılan ve bizim de kabul edeceğimiz -ister istemez- tarif şu:

Mazide ortak zaferleri olan, aynı şeylere inanan, aynı şeyleri isteyen
menfaatleri müşterek, istikbalde aynıçatı altında, aynı bayrak altında

yaşamak isteyen insan topluluğu. Milleti millet, yapan birlikte yaşamak

arzusudur. Bu arzu tarihten gelir. Bu arzu müşterek inanışlardan gelir. Bunu

kuvvetlendiren kan, dil gibi başka unsurlar da vardır. Bunlar biyolojik

faktörlerdir ve hiçbir mana ifade etmezler. Fakat insanı insan yapan, insanı

eşref-i mahlukat yapan hayvan-ı natık oluşudur yani insanın kafası vardır,

aklı vardır, düşüncesi vardır, Vicdanı vardır. Madem ki, kafasına ışık

veren inançlarıdır, madem ki, bütün hayatını belli bir istikamete sürükleyen

imanıdır, o halde hattı zatında milliyeti yapan en kuvvetli faktör imandır,

inançtır. Sosyalizm İslamiyet'ten haberi olmayanların İslamiyetidir. Ona

göre aynı şeylere inanan, aynı gaye uğrunda mücadele eden insanlar içtimai

bir sınıf teşkil ederler. Bu içtimai sınıf ırk bağlarıyla bağlı değildir

birbirlerine. Dünyanın bütün proleterleri kardeştirler. Burjuvazi zaten bu

kardeşliği gerçekleştirmiştir. Kendi menfaatleri uğrunda daima kendi

insanını istismar eder. Sosyalizmin inancı budur: Bütün dünyada buIjuvazi

bir tek millet vaziyetindedir. Onun gibi dünya proleteryası da tek

millettir. Çalışanlar kardeştirler. Çalışanlar yani aynı gaye uğrunda emek,

alınteri harcayanlar mazide de aynı gaye uğrunda çalışmış olanlar,

istikbalde de aynı gaye uğrunda çalışacak olanlar kardeştirler. Yani Said-i

Nursi Hazretleri "bugün unsuriyet çağı geçmiştir" derken iki manada

haklıdır. Birisi ideoloji olarak bu asırda sosyalizm sahneye çıkmış ve

bütün dünyada enternasyonaller kurulmuş. Enternasyonal, bütün milletlere

açık sadece düşünce birliğine dayanan, kader birliğine dayanan bir topluluk

demektir. İsmi üzerinde milletlerarası, beynelmilel. Sovyet Rusya da bunu


gerçekleştirdiğini iddia ediyordu o zamanlar.

O dönemde henüz ne gibi mecra takip edeceği, nasıl bir aldatmaca olduğu

belli olmamıştı. Sovyetlerin sosyalizmi, beynelmilelciliği samimi olarak

tatbik ettikleri zannediliyordu. lll. Enternasyonal kurulmuştu ve bütün

Avrupa proleteryası III. Enternasyonale bağlıydı. Demek ki milletlerin

dışında milletlerarası bir milletten bahsetmek mümkündü. Şimdi de mümkün bir

yerde. Hiç olmazsa nazari olarak. Yani bir İtalyan işçisiyle, bir Fransız

işçisi, bir İspanyol işçisi aynı insandır. Franco iktidara geçerken

İspanya'da, iki dünya savaştı birbiriyle; Fransızlar, İngilizler,

İtalyanlar, Amerikalılar, Almanlar, Ruslar. Milletlerarası cepheler

kuruldu. Ve bu cephelerde bütün Avrupa insanı savaştı. Müşterek düşmana,

faşizme karşı dövüştü. Şimdi nazari olarak sosyalizm milletlerüstüdür. Acı

çeken, ezilen bütün insanlık tek bir bütündür. Bunun dışında sömürenler

vardır. Sömürenler de bir bütündür. Sosyalizm insanlığı ikiye böler:

Sömürenler, sömürülenler. Sömürenler bir bütündür. Millet gibi birtakım suni

tasniflere katiyen iltifat etmez.

Sosyalizm Batı düşüncesi içinde en son sahneye çıkandır. En yenisidir.

İddiası budur. Vaktiyle 1789'da milliyet hisleri bir taraftan

kuvvetlenirken, bir taraftan da orta sınıf iktidara geçer. Bütün insanlara

hukuki eşitlik sağlanır. Bunu yaparken insanların aynı haklara sahip

olduğunu, aynı derecede aziz olduğunu, muhterem olduğunu, kimsenin kimseyi

istismar etmeyeceğini ileri sürer.


Fakat sonra hadiseler, menfaatler bu ideolojinin mümkün olmayan esaslara

istinad ettiğini çünkü dili başka, dini başka, hayatı başka, servet

seviyesi başka insanların birbiriyle anlaşamayacağını ispat etti. Fransız

ihtilali de kendini bütün insanlığın ihtilali olarak takdim etti. Nitekim o

zamanki anayasada gerekçesi de insan ve vatandaş haklan beyannamesidir.

Sadece vatandaş hakları değildir. İnsan ve vatandaş haklarıdır. Bu çok

dikkate layık bir şeydir. Yani Fransız ihtilali insanlık namına yapılmış

olduğunu iddia ediyordu. Ve doğrudan doğruya amentüsü de insan ve vatandaş

haklan beyannamesidir. Aynı milletlerarası mahiyeti sosyalizm de taşır. Bu

ne kadar gerçekleşebilir, neresi yalandır ayn mesele. Fakat Batı'da bir

ideoloji hüviyetiyle tarih sahnesine çıkan üç ideoloji var; Hıristiyanlık,

liberalizm ve sosyalizm. Bunların üçü de bütün insanlık için harekete

geçtiklerini iddia ederler. Milletler daha sonra çıkmıştır ortaya. Batı bir

Hıristiyan vahdeti kuramamıştır. İmparatorluklar kurmuştur: Roma-Cermen

İmparatorluğu, Charlemagne İmparatorluğu. Bunlar İslamiyet'e benzeyen

gerçek bir vahdet kuramamıştır. Kuramamıştır ama daima milletin dışında

daha yüksek bir cemaat olduğunu kabul etmiştir, hiç olmazsa nazari olarak.

Hıristiyanlık bunu kabul etmiştir, liberal burjuvazi ve sosyalizm bunu kabul

etmiştir. Bu itibarla zannedildiği gibi milliyetçilik, Batı'nın bulduğu en

son hakikat değildir, fert hodbinliği, aile hodbinliği, milli hodbinlik

şekline de gelmiştir. Harice karşı bir müdafaa silahıdır, milliyetçilik.

İnsanlığa çok büyük acılara, çok büyük facialara mal olmuştur, milliyetçilik

tarihi kanla yazılıdır. Bu itibarla Said-i Nursi Hazretleri'nin


söylediklerine ben de katılırım.

Yalnız şimdi bu hudutlar içinde bazı noktalan işaret etmek gerekiyor. Bir

kere İslamiyet'le, Hıristiyanlık içtimai, fikri ve tarihi yapısı bakımından

tamamen birbirine zıt iki dünyadır. Bu iki dünyanın birbirleriyle

anlaşmasına imkan ve ihtimal yoktur. Hıristiyanlar tarihin belli

merhalesinde milli egoizmleri sahneye çıkarmışlar, kendilerini "millet"

olarak anlatmışlar. Bunlann karşısına biz sadece İslam olarak Çıkmışız. Ama

bugün düşmanlarla çevrilmiş, çeşitli ihanetIere uğramış, bütün

efendiliğimize, bütün alicenaplığımıza rağmen hançerlenmiş, aldatılmış

vaziyetteyiz. Bu itibarla bugün ister istemez bir devletimiz var ve bu

devlet milli bir devlettir. İster istemez başkalarına karşı kendi

varlığımızı müdafaa etmek için millet unsurundan da istifade etmek

zorundayız. Yalnız bu istifade bağnaz bir şekilde, mutaasıp bir şekilde,

yobazlık şeklinde olmayacak. Elbette bizim de dilimiz var, bizim de

edebiyatımız var, şarkılarımız var. Fakat hepsinden evvel dinimiz var. Yani

din olmadan esasen milliyet olmasına imkan yoktur. Din olmayan yerde

milletten bahsetme imkanı yoktur. Asırlarca Müslüman olarak yaşamış, zafer

kazanmışız. Şuurumuzdan idrakımızdan ve şahsiyetimizden bunu çıkarmaya

imkan yoktur. Bu itibarla tarihe dayanmayan, mukaddese dayanmayan bir

milliyetçilik kurulamaz. Cumhuriyet'in en büyük hatası bu olmuştur. Yani

bizi Osmanlı'dan tecrit ederek, dinden de tecrit ettiğini zannetmiş ve

dinden tecrit edilen bir kalabalığın da yaşayabileceğini zannetmiş. Mazideki

kudretimiz hatıra olarak da yaşasa ayakta durmamızı mümkün kılmıştır. Fakat


mazideki ihtişam nerede, bugünkü facia nerede? Cumhuriyetin en büyük

hatası -hatta bir parça İttihat ve Terakki'nin de- Türk milletini dinin

dışında mütalaa etmektir. Din ki damarlarımızdaki her zerre kanda,

vücudumuzdaki her zerrede mevcut, hem hatıra olarak, hem dinamik bir kuvvet

olarak, bundan tecrit edilen Türk insanı, millet gibi adeta kabile devrinin

bakiyesi olan bir hisle ayakta tutulamaz. Çünkü bir yerde bizim dilimiz de

dinimizin bir parçasıdır. Bütün sembollerimiz, bütün hayatımıza istikamet

veren sevgiler, dinimize göredir. Bu itibarla dini tesanüd etrafında

dinden gelen, tarihten, müşterek acıları çekmekten, müşterek facialara

maruz kalmaktan gelen Avrupalı manasıyla, bir milletten bahsedilebilir.

Fakat unutmamak gerekir bunun en kuvvetli istinadgahı dindir, imandır,

mukaddesattır. Bir mukaddesler manzumesi olmadıkça hiçbir topluluk ayakta

duramaz. Dinsizlik bir hastalıktır. Fert dinsiz olabilir, fert ate olabilir.

Fakat toplum olamaz. Toplum dinini kaybettiği andan itibaren vahşi bir

hayvan sürüsüdür. Yırtıcı, riyakar, melun, en adi canavardan daha tehlikeli

bir sürüdür. Nitekim tarihin hiçbir devrinde hiçbir topluluk dinsiz

yaşayamamıştır. Bu itibarla bir topluma yapılacak en büyük kötülük onun

dini inançlarıyla oynamaktır. .

Said-i Nursi 930'da haklıydı, bugün haklı değildir. Şundan haklı değildir:

Toplum maziden çok farklı bir yapı taşıyor. Elimizde olmayan sebeplerden

dolayı dostlarımızı kaybettik. Himaye ettiğimiz milletleri kaybettik. Bu


fırtına ortasında dağılan sürüyü bir araya toplamak için ister istemez

tarihi hatıralara dayanmak, onlardan faydalanmak zorundayız. Elbette bütün

Müslüman kardeşlerimiz aynı değerdedir. Fakat kendi dilimizi konuşan,

anlaşabildiğimiz insanlar elbette bize daha yakındır.

İslamiyet büyük bir dairedir. Ebediyete kadar uzar. Bütün insanlığa

şamildir. Fakat bu daire daha küçük dairelere müttehid-ül-merkez,

merkezleri bir olan dairelere bölünebilir. İlk daire ailedir. Ondan sonra

millettir. Ondan sonra İslamiyet'tir. Arzu ederiz ki İslamiyet en büyük

daire olsun. Hepsini kucaklasın. Bütün insanlığı kucaklasın.

C.M.: Şimdi efendim. Bu milliyetçilik hareketi iki kaynaktan geldi bize.

Birisi batı kaynağı. Batı' dan gelen bu tehlikeli fikir birkaç isim

etrafında toplanabilir; Josephe De Guignes, Leon Cahun, Vambery. De Guignes

18. asırda yaşamış, o devrin kifayetsiz bilgileriyle Çin uzmanıdır. Kendisi

hariciyeye, Fransız polisine mensup bir adamdır. Ve mesela ÇinIilerin,

Mısır'dan gelen bir koloninin devamı olduğunu söyleyecek kadar bilgisizdir

bu konuda. De Guignes bizi bizden fazla düşünmüştür, çok eski bir mazimiz

olduğunu, Hunların, Moğolların çocuğu olduğumuzu, sekiz cilt halinde

yazmış. De Guignes İslamiyet'e, Osmanlı'ya düşmandır. Güya bizi Osmanlı'dan

ve İslamiyet'ten kurtarmak için Hunlarla, Moğollarla akraba yapmış.

Hakikatte bu tarihen hiçbir zaman sabit olmamıştır. Ve Avrupa, onun bizi

kardeş yaptığı bu kavimleri lanetle yad eder. En son tarihler Hunlardan

"medeniyetin kendilerine yalnız harabeler borçlu olduğu Hunlar" diye


bahseder. Medeniyet tahripçileri, yırtıcı, hunhar bir sürü olarak bahseder.

De Guignes'den Süleyman Paşa bahsetmiştir. Eserinde De Guignes'den

parçalar nakletmiştir. Süleyman Paşa De Guignes'yi nereden tanıdı? Nasıl

tanıdı? Hangi karanlık kaynaktan geliyor De Guignes'yi tanıması? Belli

değil. Ondan sonra Ziya Gökalp'in tavsiyesi ile Hüseyin Cahit tercüme etmiş.

Hunlarla, Tatarlarla, ismini bilmediğimiz birçok milletlerle, Vizigotlarla,

Ostorogotlarla vs. tanımadığımız atalarımızIa münasebetlerimizi

De Guignes' den öğrendik.

Bir diğeri de Leon Cahun'dur. Leon Cahun Yahudidir. Asya Tarihine Giriş

diye bir kitabı var. Türkiye'de milliyetçiliğin kaynağıdır bu kitap.

Önsözünü tercüme ettim onun. Diyor ki "Türkler hiçbir medeniyet

kurmamışlardır. Kuramazlar da. Bilakis yıkarlar. O kadar budaladırlar ki

Çin medeniyeti ile uzun zaman temas etmişler. Fakat bu medeniyeti bir türlü

nakledememişlerdir. Düşünce kabiliyetleri yoktur bunların. Sadece

yıkmışlardır". Bu kitap Türk milliyetçiliğinin Kuran-ı Kerim'i oluyor. Bütün

Türkçülerin üzerinde birleştikleri isimlerin başlıcalarından biridir Leon

Cahun. 19. asır sonu, 20. asnn başında yaşamıştır. Vambery doğrudan doğruya

casustu zaten.

Şimdi bir de Rusya' dan gelen Türklerin telkinleriyle kuvvetleniyor bu

hakikat. Rusya'dan gelen Türkler, Osmanlı'ya hem dostturlar, hem düşman.

Dostturlar çünkü aynı medeniyet camiası, aynı ruh iklimi içindeler.

Düşmandırlar, çünkü Osmanlı kendi dışlarında. Kırım' dan ayrıldıktan sonra


onlarla bir münasebetimiz kalmadı. Bu itibarla Türkler İslam medeniyetinde,

İslam faktörü üzerinde değil, daha çok Türk motifi üzerinde durmuşlardır. Ve

Milliyetçi hareket Türk Yurdunda, Türk Yurdu etrafında halka1anmış, Türk

Yurdu etrafında gelişmiştir. Yusuf Akçura, aynca Ağaoğlu Ahmet -garip bir

milliyetçimiz-. Ağaoğlu Ahmet'i anlatmak bütün Rusya'dan gelen Türkleri

anIatmak için kafidir. Prototipidir onların. Hepsi aynı vaziyetteler. çünkü

Rus terbiyesi görmüşler, Rusya'da yetişmişler. Orada Türklük gururları

kırılmış. Burada yeni bir vatan bulmuşlar. Fakat bu vatanda söz sahibi

olmak, büyük söz sahibi olmak arzusuna kapılmışlar. Yusuf Akçura

biliyorsunuz Tarih Kurumu'nun başkanı oldu Mustafa Kemal devrinde.

Milletvekiliydi. Mustafa Kemal'in çok sevdiği adamdı ve bütün emellerine

sadakatle hizmet etti. Osmanlı'nın yıkılışında onun büyük rolü vardır,

hissesi vardır. Ziya Göka1p budala bir adamdı tam manasıyla. Ağaoğlu budala

değildi. Haris bir adamdı. Ziya Gökalp ayran budalasıydı. Cahil bir adamdı.

Son derece ümmiydi. Evvela Selanik'te pohpohladılar; İttihad Terakki,

emellerine alet etti. Politikanın bütün büyüklerine, Enver'e, Talat'a,

Mustafa Kemal'e sen -haşa- Allahsın, sen Peygambersin diye kasideler yazdı.

Büyük milliyetçi, milliyet nazariyecisi oldu.

Said-i Nursi'nin büyük bir ihtimalle bid'at erbabı diye yad ettikleri

arasına bunlar da girer. Tarih tasfiye etti Osmanlı'yı, parçalandı ülke.

Binaenaleyh, Cumhuriyet devrinde milliyetçiliğe sanımak mecburiyetti.

Yalnız dediğim gibi bu öyle bir milliyetçilik ki içi boşalmış, kansız,

cansız, hareket kabiliyeti olmayan bir milliyet. Zaten "cihanda sulh,


yurtta sulh" formülü ile ifadesini bulan bir sulhperverlik bahis mevzuu idi.

İnancını kaybeden, kaybettirilen insanların mütearrız olmasına, dinamik

olmasına zaten imkan yoktu. Cihanda sulh, yurtta sulh olmasın da ne

olsundu? O devrin fikir hareketleri karmakarışıktır, mutlak olarak teslim

olduğumuz bir çağ.

Bizim için bir dayanışma unsuru olduğu ölçüde kavmiyetimizi müdafaa

edeceğiz. Ama kavim ikincidir. Birincisi dindir tabiatıyla. Kavmi yapan

dindir, inançtır. Bu itibarla ben şahsen bunların bugünkü cemiyette çok

faydalı olacağına da inanmıyorum. Yani elbette İslamiyet'i tahkim etmek,

tahsir etmek, rasin ve metin hale getirmek bilhassa aydınlar arasında

vazifemizdir. Fakat ayırmaktan, ayırıcı olmaktan, yaralayıcı olmaktan hazer

ederim. Ayrılmaya değil, birleşmeye ihtiyacımız var. Ne olursa olsun

birleşmeye ihtiyacımız var. Yalnızız, bütün dünyada yalnızız. Herkes

düşman. Herkesin düşman olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dosta, sıcak bir

tebessüme çok ihtiyacımız var. Bu insanlann hepsi bizim. Yani insanları

damgalayarak ayırmak değil, mümkün olduğu kadar müşterek unsurlar bulup

birleşmek lazım.

Said-i Nursi Hazretleri'nin bütün yazılarını belli başlıklar etrafında

toplamalı, mufassal bir lugatçesini yapmalı, indeksIemeli. Biri, bütün

külliyatını tarar, kelimelerin altını çizer, alfabetik olarak yazar.

Diyelim ki ilk kelime Adem. Adem kelimesi hangi ciltlerde, hangi sayfalarda

ve niçin geçer? Cilt 3. sayfa 500' de. Aşağı yukarı bütün büyük adamlar için
aynı şeyi yapmışlardır. Herkesin kitabının indeksi vardır. Bu, okumayı çok

kolaylaştınr. Etüd yapmak isteyince onu da kolaylaştınr. Faraza Said-i Nursi

Hürriyet hakkında, nerelerde ne söylemiş? Ne kadar söylemiş? Bunun daha

mufassalı da olur. O biraz güç. Çok faydalı bir iş olur, okumayı ve

anlamayı kolaylaştırır.

Ben Ziya Gökalp'in bazı yazdıklarını eleştirdim. Bazı şeyler var ki

münakaşa edilir. Bazı şeyler var ki münakaşa edilemez. Ben hiç kimsenin

münakaşa edemeyeceği şeyleri eleştirdim. Türkiyat, Türk perestlik diyor.

Türkköri kelimesi Türk perestliktir. Türkiyat da, Türkolojidir diyor.

Türkköri bu manaya hiç gelmez. Madrabazlık yapmıştır. Bütün söyledikleri

yanlıştır. Bunları dünyada mevcut bütün lügatlarla ve vesikalarla ispat

ettim. Niçin bunu yaptığımı anlattım. Bitirdim hikayeyi. Hiçkimse ağzını

açıp cevap vermedi. Herkes kızdı. Buyrun canım hata etmiş olabilirim.

İnşallah hata etmişimdir.

Abdulluh Cevdet'e gelince, tabii herkesin bir parça sübjektif tarafları

vardır. Bir yerde çok faydalandım Abdullah Cevdet'ten. Dil Best-i Mevlana'sı

çok güzeldir, Gazali'nin Gazeliyat'ını ondan okudum. Çok geniş tecessüslü

olan mustarip ve yalnız bir adamdı. Mülhid değildir, zındık değildir.

Devlet-i Aliyye'nin çöküş tarihi, yokoluş tarihi 1826'dır.

Yeniçeri topa tutulduktan sonra yeni bir ordu kurmak lazım. Bu ordu nasıl

kurulacak? Bu orduyu kurmak için Batı' dan hocalar getiriyoruz. Tasavvur


edin, insan deli olur. Asırlarca mücadele ettiğimiz, tarihte gazalarımız

olan ve onu hidayete getirtmek için sel gibi kanlar akıttığımız bir düşmana

el açıyoruz, "gel bizi yetiştir" diyoruz. Yani bu adamın hikmet-i vücudu

bizi yemektir, mahvetmektir. Hayatının yegane gayesi bizi yemek olan bir

medeniyetten, ordumuzu yetiştirmek için hoca istemek ne demektir? Yani

bundan büyük felaket tasavvur edebilir misiniz? Ordunun techizatı vardır,

malzemesi vardır, vesairesi vardır. Bunlan da getirtmeye başlıyorlar

Avrupa' dan. Orduyu ıslah etmek için, Batı mektepleri açılıyor. Müşavirler

getirtiliyor Batı'dan ve Mühendishane-i Bahri, Mühendishane-i Bem açılıyor.

Mekteb-i harbiye açılıyor.

Tabii adam gelince bize hizmet etmek için gelmiyor. Orduyla beraber

müteahhitler de geliyor, iş adamlan da geliyor. Politika esnafı da geliyor,

misyonerler de geliyor. Yabancı mektepler açılıyor. Kesif bir taarruz

başlıyor. Avrupa'yla kaynaşıyoruz. Burada tabii biz mağlup olacağız. Çünkü

karşıdaki tilkidir. Hiçbir zaman anlayamayız, hiçbir zaman anlayamadık

Avrupa'yı. Avrupa da bizi anlamadı. Anlamasına ihtiyaç yoktu çünkü. Avrupa

bizi yemek istiyordu. Yiyeceğimiz hayvanı anlamaya mecbur değiliz.

Balıkların, koyunların hissiyatını merak etmeyiz. Değil mi ya? Keseriz,

yeriz. Onlar da bizi öyle, nasıl kesilir bu, ona bakacak. Avcının hayvanı

tetkik ettiği gibi, bizi tetkik ediyor Avrupa. Bizi anlamak niyetinde değil,

anlamak mecburiyetinde de değil.

Halbuki biz düşmanı dost telakki ediyoruz. Kucağımızı açıyoruz, malırem


dünyamıza sokuyoruz. Medeniyet bir bütündür, temelleri ortadan kalkınca,

bina çökecektir, çöküyor: Fakat çöküş orduda başlamıştır. İlk batılılaşan

müessese ordudur. İlk çürüyen ve ilk yok edilen bu ordu, Viyana'ya giden

ordu değildir elbette. Avrupa bizi nereden yıkacağını, nasıl yıkacağını

biliyor. Tek düşmanı hilafet müessesidir. Hilafeti yıktıktan sonra dava

kazanılmıştır. Çok iyi biliyor ki, hilafeti dışardan yıkmak mümkün değildir.

İçeriden kendi adamlarına yıktırıyor. Osmanlı'ya ihanet etmek için dışandan

kuvvet kullanmak mümkün değildir. Kendi içinden adamlar bulmak, emellerimizi

onlara tahakkuk ettirmek, yol bu.

Haluk İmamoğlu: Bu beyanlarını ifade eden kaynaklar var mı?

C.M.: Bu düşünceleri beyan eden kayıtlar var. Mesela misyonerlerin

yazdığı kitaplar var. Orada "En büyük düşmanımız İslamiyettir. İslamiyeti

kaldınrsak Osmanlı toz yığını haline gelir" diyorlar, açıkça söylüyorlar.

H.İ.: Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği birşey var; İngiliz

müstemlekat nazırı Gladston Kur'an'ı kaldırmalıyız diyormuş.

C.M.: Okuyanlar kendi adamlarıdır. Fakat bu okuyanlar kendi dillerini

biliyorlar. Batı'da, Batı dilini bilen adamın dürüst ve namuslu olmasına

imkan yoktur. Batı dilini yalnız kendi adamları bilir. Robert Kolej'den

çıkmış adamlar bilir. Bunun dışında Türkiye'de Batı dilini bilen adam

yoktur. İmalat hatasıdır, tesadüfen bilir. Yani Batı dilini bilip Batı'dan
kopmak akla hayret verecek bir iştir. Çünkü Batı dilini bilince bütün

mevkiler size açıktır. Bu Tanzimattan beri böyle. Yani rastgele adam,

sokaktaki adam Fransızca öğrenince sadrazam oluyor, hikaye bu. Sadrazamlığa

kadar çıkacak adam, ne diye Batı'yla muharebe etsin, mücadele etsin? Sebep

yok. Menfaatlarına aykırıdır. Niçin, ne yapsın? Deli midir adam?

Pek az deli çıkmıştır binaenaleyh. İmkan yok çünkü. Bir kavme benzemek

dilini bilmek demektir. Bilince de o kavimden olur. O kavim de sana yardım

ediyor. Arka oluyor, yükseliyorsun. Düşman olmak için sebep yok.

H.İ.: Tilki medeniyetini (bizi yutmak isteyen medeniyet) komünizm de

kendi bünyesinde kurmuş mudur acaba?

C.M.: Efendim, şimdi, hakikatte ideolojiler insana göre şekillenir.

İdeoloji kitapta durduğu gibi durmaz. Tatbikatla toplumun bütün ruh

dünyasına kök salar.

Rusya' da nüfusun yüzde 80'i köylü idi ve köylünün içinde okuma yazma

bilen yoktu. Şimdi, okuma yazma bilmeyen bir toplumda, geri bir toplumda

gerçekleşti komünizm. Binaenaleyh, ister istemez bu toplumun iç dünyası

komünizmin şekillenmesinde müessir olacaktı. Bu itibarla kapitalizmde olan

kepazelikler, komünizmde de vardır. Tecrit edemeyiz. Komünizm, isterseniz

sosyalizm diyelim. Çünkü komünizm yoktur henüz. Bilmiyoruz ne olduğunu.


Komünizm diye bir şey yoktur dünyada. Teorik olarak ve pratik olarak yoktur.

Komünist değildir Rusya. Sosyalist olmak iddiasındadır. Devlet yoktur

komünizmde. Devlet ortadan kalkar, ondan sonra komünizm merhalesi gelir.

Komünizm merhalesi hiçbir yerde tatbik edilmemiştir. Nasıl bir cemiyet

olacağını bilemeyiz komünist cemiyetin. Biz komünist diyoruz. Bu palavradan

ibaret. Yani gayr-i ilmi ve gayr-i ciddidir. Rusya sosyalizmi tatbik etmek

suretiyle günün birinde komünizme geçmek iddia ve arzusundadır. Komünizme

geçmesi için devletin ortadan kalkması lazım. Devlet oldukça komünizm

olamaz. Elbette, bugün tatbik edilen şekliyle Rusya'da, sosyalizm,

kapitalizmin bütün kepazeliklerine vâristir Yani bunları ayırmak mümkün

değildir. İkisi de Avrupa menbalıdır. Buna Rusya bir Rus mistiği

getirmiştir. Rus insanı cahil olduğundan, yontulmamış olduğundan, tabiata ve

Allah'a daha yakındır. Yani kâfi derecede medeni değildir. Fakat doktrin

olarak, bir doktrindir sosyalizm. Sair kendinde bütün doktrinlerin

hatalarını taşır sosyalizm.

H.İ.: Rüyadaki hitabede geçen beş menfi esas Makyavelist prensipler

mi dir?

C.M.: Rüyadaki hitabe son derece mühim bir hitabedir. O sıralarda

sosyalizm emekleme çağındadır, yeni kurulmuştur. Ve bir rüya olarak

caziptir. Bu rüya karşısında Bediüzzaman Hazretleri'nin düşünceleri var.

Açıktan açığa sempati ile bakıyor memlekete. Yani kapitalizm asırlardan beri

imtihandan geçmiş, ne kadar namussuz, ne kadar hain, ne kadar insanlık dışı


bir düşünce olduğunu ispat etmiştir.

Kapitalizm Asya'yı yemektedir ve Asya'yı yok etmektedir. Asya için bir

felakettir. Bu arada yeni bir dünya uyanıyor. Yeni bir inkılap olmuştur,

hareket olmuştur. Bu hareket insanı, insana düşman yapan bir hareket

değildir, dost yapan bir harekettir. Bu hazret milletlerarası bir

mücadeleyi değil sınıflararası, ezenle ezilenin mücadelesini remizleştirir.

İslamiyet'in bu harekete baş olması, günahlarından sıyırması ve Asya'yı,

esir Asya'yı, mazlum Asya'yı yine İslamiyet'in rehberliğinde fakat sosyalist

bir temayülle idare etmesi arzuya şayandır, neticesine varıyor. Kapitalizme

yüzde yüz hasımdır. Sosyalizme nazar-ı müsamaha ve şefkatle bakmaktadır. Bu

hitabe son derece dikkate layıktır, son derece. Değerlendirilmedi o hitabe.

Hakikatte Marx'ın kominizm dediği şey de Bediüzzamanın 5. devriyle

uyuşmaktadır. Malikiyet demek, bütün insanların mülk sahibi olması demektir.

Ve hürriyet demek her türlü zulümden, her türlü baskıdan, her tür lü

istibdattan kurtulmak demektir. Marksizm de, komünizm de budur. Herkesin

mülk sahibi olması, istediği gibi yaşaması. Hiçbir baskı olmamasıdır.

Safa Mürsel: Fakat Marksizmde, tasvir ettiğiniz gibi bir dünya

düşünülmüyor.

C.M.: Şimdi efendim, bir kitaplarda, kafadaki istikbal var, bir de yaşanan

realitenin getireceği tahmin edilen, istikbal var. Bugünkü şekliyle


sosyalizmin insanları hürriyete, saadete, kavgasız bir cemiyete, ahenkli

bir cemiyete götüreceği söylenemez. Fakat Marx'ın söylediği bu 5. merhale

şu şekilde tarif edilir: Esaret tünelinden hürriyet dünyasına çıkış. çünkü

devlet bir esaret müessesesidir, devlet sınıflı bir cemiyette hakim sınıfın

emellerini destekleyen ve ezilen sınıflara nefes aldırmayan bir makinedir.

Bu makine ortadan kalkacaktır. Bu makine ortadan kalkınca hürriyetsizlik

kalmayacaktır. Devlet, sahip olanların devletidir. Daima hakim sınıfın

yanı. Malı mülkü olan sınıfın iktidarıdır.

Bu iktidar, altındakileri ezer. Hiçbir zaman hiçbir hakka ve hürriyete

sahip olamazlar. Halbuki istihsal o şekilde düzenlenecek, o şekilde artacak

ki devlete ihtiyaç kalmayacak herkes fail-i muhtar olacak. Şimdi fail-i

muhtar değildir, daima bir baskı altındadır. Fail-i muhtar olduğu devirde

yeniden hürriyet dünyasına geçilecektir. Program, emel bu. Tatbikat nereye

götürür? Belli. çatışmaya, esarete, hürriyetsizliğe götürüyor. Ama rüya bu

değil, emel bu değil. Kâğıt üzerindeki emel bu değil. Has bir düşünce

adamının da böyle bir netice tasavvur etmesi düşünülemez.

Bir rüyadır sosyalizm ve böyle düşünülüyor. Komünist merhalede herşey,

herkesindir. "Herşey herkesindir" ne demek? Şimdi şu formül düşünülüyor.

Sosyalizmin ilk merhalesinde ölçü herkese ehliyetine göredir. Herkes

ehliyetine göre yiyecek. Peki ehliyetin ölçüsü nedir? Ehliyetin ölçüsü el

sanatıdır. Ne yapıyorsanız, ne kadar çalışıyorsanız, ne kadar

üretiyorsanız, o kadar yiyeceksiniz. Fakat daha ilerdeki merhalede herkes


ehliyetine göre üretecek, kudretine göre üretecek ve her insan ihtiyacına

göre yiyecek. Şimdi üretimin gayet bollaştığını düşünün. Mesela Kadıköy

100.000 kişilik bir memleket. Bu 100.000 kişinin yaşaması için ne lazım? Şu

kadar buğday, şu kadar arpa, şu kadar demir, şu kadar çinko, şu kadar

bakır, şu kadar şeker. Üretim planlanınca, düzene sokulunca, aklın emrine

girince kimse kimseyi istismar etmeyecek. Hiçbir alın teri boşa

harcanmadıkça, yapılan istihsal tabii olarak Kadıköy ahalisinin istediği

gibi yaşamasına kâfi gelir. Her insan 5 saat çalışacak, ideal sitede. Her

insan istediği kadar yiyecek. Mesela burada 3 kişiyiz. Diyelim ki istihsal

yiyeceğimizden fazlaysa kimsenin tutup daha fazla zahire iddihar etmesine

ihtiyaç yoktur. İstihsal bir ırmak gibi, ırmak kadar boIdur. Irmaktan herkes

tenekesini doldurur, içeceği suyu alır. Bunun için suyu kurutmasına ve

küplere doldurmasına lüzum yoktur. Bu şekilde istihsal vasıtalan zaten bütün

cemiyetin olduğuna göre herkes herşeye sahiptir ve herkes ihtiyacına göre

müşterek hasıladan faydalanacaktır.

Esasen bütün doktrinlerin gayesi de bu bir yerde. Liberalizm bunu

gerçekleştiremedi ve gerçekleştiremez de.

Fakat sosyalizmin ümidi, arzusu bu. Anarşizmin de bu. Anarşizm de aynı şeyi

söylüyor. Bunlar tabiatıyla evladım birer rüya. Ne zaman gerçekleşeceğini,

nasıl gerçekleşeceğini kimse bilmiyor.

S.M.: Bediüzzaman'la, Marx'ı aynı şeyleri isteyen kimseler olarak


mütalaa etmek mümkün mü?

C.M.: Proletarya diktatörlüğü zaruri bir merhaledir. Başka çaresi

olmadığı için bunu söylemiştir. Marx'ın bütün eserlerinde bir defa geçer

proletarya diktatörlüğü. Proleter diktatörlüğünün asıl sebebi şu:

Burjuvazi, iktidan ele geçirmiştir. Burjuvazi bütün imkanlara sahiptir,

istediğini yapmaya ve istediğinden başka birşey yapılmamasına kadirdir.

Binaenaleyh geniş halk tabakalarının, çalışanların haklarının istirdadı için

mutlaka bir şiddete ihtiyaç vardır. Proletarya diktatoryası, burjuvazinin

getirdiği anarşizme son vermek ve müstakbel cemiyeti kurmak için zaruri bir

ameliyat-ı cerrahiyedir. Hastalığı tedavi etmek için kullanılan bir

bıçaktır. Proletarya diktatoryası bir gaye değildir Marx'ta. Nasıl bütün

insanlık istihsal vasıtalarına sahip olur? Bir insanın bir insanı, bir

insanın birçok insanı, bir insanın belki bütün insanların, dünyayı

sömürmesi nasıl önlenebilir? Önlenmesi için şiddete ihtiyaç vardır. Bu

şiddet, geçilecek bir köprüdür mecburi olarak. Ve bu köprü de proletarya

diktatoryasıdır. Diyor ki, bugün bunun yanlış olduğu bütün sosyalistler

tarafından kabul edilmiştir. Marx'ın yaşadığı dünyada buıjuvazi yırtıcı bir

kuvvetti. Geniş nüfuzu ve kudreti olan bir sınıftı. Ama bugün o sınıf yavaş

yavaş tasfiye edilmekte, yavaş yavaş şiddetini kaybetmekte ve gerek

İtalya'da, gerek Fransa'da, gerek İspanya'da, Avrupa'nın sosyalist

ülkelerinde proletarya diktatoryası kalkmıştır. Proletarya diktatoryasına

ihtiyaç yoktur prensibi yerleşmiştir. Marx'ın sadece zamanın icabı olarak

kullandığı proleterya diktatoryası luzümsuz bir gevezelikten ibarettir


bugün. Kimse kabul etmiyor, proleterya diktatoryasını. Marksistler bile

kabul etmiyorlar. Diyorlar ki Marx bunu bir kere söylemiştir ve belli bir

zamana münhasır söylemiştir. O devirde öyleydi, bu devirde böyledir.

Değişmiş bir hükümdür diyorlar.

S.M.: Serbestlik anlayışında, Bediüzzamanla tel'ifte, nasıl davranacağız?

C.M.: Serbestlik anlayışı şu: Hattızatında, insanın bütün melekelerini

geliştirmesi, bütün imkanlarıyla yaşaması, kendini insan olarak idrak

etmesi ve bunu yaparken de hiçbir baskıya maruz kalmamasıdır hürriyet.

Hürriyet yalnız nazari değildir. Yapmak değil yapabilmektir. Yapabilmek de

iktisadi kalkınmadan sonra olur. Ben size bağlıysam, siz ekmeğimi

veriyorsanız, ben nasıl hür olabilirim? Liberal kapitalist cemiyette

insanların hür olmasının imkanı yoktur. Halbuki istihsal vasıtalarının

cemiyete mal olduğu bir ülkede istihsalin son derece genişlediği, kimsenin

kimseye tahakküm etme imkanı kalmayan bir ülkede elbetteki herkes hür

olacaktır. Hürriyet şifahi bir kelimeden ibaret değildir. Hürriyet, aynı

zamanda iktisadi bir kendi kendini gerçekleştirmedir. Başkasına bağlı

olmamaktır. Kendi emeğine, kendi kafasına bağlı olmaktır. Her istediğini

yapabilmektir. Tabii, toplumun menfaatları çerçevesi içinde. Elbette

kullanılan kelimeler ayrı, elbette dayandıkları temeller de ayrı. Fakat

netice itibariyle ikisinin de istediği, farklı değil. "Cümlenin maksadı bir

amma rivayet muhtelif" gibi. Bediüzzaman Hazretleri bunlan İslamiyet'e dayanarak,

Marx ise doğrudan doğruya insaniyete dayanarak söylüyor. İnsan aklına güvendiği
için bunları söylüyor. İnsan aklı bunları gerçekleştirecek, gerçekleştirmezse

insanın kendisi yok olacak.

Bediüzzaman semavî naslara dayanıyor. Çok daha sağlam, çok daha derin

kökleri var. Ama gerçekleştirilmesini istediği ve düşündüğü hürriyetlerle,

Marx'ın gerçekleştirilmesini istediği ve düşündüğü hürriyetler arasında bir

fark yoktur.

S.M.: Bu neticeye giderken, kullanılan vasıtaların farklı olacağını kabul

edebilir miyiz?

C.M.: Bunların ikisinin aynı olmasına imkan ve ihtimal yok. Çünkü hareket

noktalan çok farklı. Vasıtalar elbette birbirinden çok farklıdır. Fakat

netice itibariyle gaye çok yakındır, çok yakındır.

S.M.: Arada farklılığı kabul bakımından, vasıtaları, neticeler kadar

önemli tutmak icabetmez mi?

C.M.: Burada birşeyi düzeltmek için araya gireceğim. Bir söz

vardır: "Vasıtalar gayeyi meşru kılar". Bunu yanlış biliyorsunuz hepiniz.

Machiavelli'nin zannediyorsunuz. Machiavelli ile alakası yoktur bu sözün.

Bu sözü Cizvit mezhebini kuran İgnacio De Loyola söylemiştir. Dikkatinizi

çekiyorum. Çok mühim benim için bu. Vasıtalar gayeyi meşru kılar. Kılar mı?

Kılmaz mı? İgnacio De Loyola'nın gaye dediği i'la-yı Kelimetullahdır.


Hıristiyan dininin birliği ve Hıristiyan kilisesinin yaşaması bahis

mevzuudur. Hıristiyan dininin, yani ona göre bütün insanlığa saadet

getirecek olan bir inanç sisteminin yaşaması için vasıtalar meşrudur diyor.

Halbuki bunu matbuatta falanın iktidara geçmesi için vasıtalar meşrudur diye

yazıyorlar. Böyle birşey yok. Gaye cihan şumuldür, dinidir, imana dayanır,

kilisenin yaşaması, ilahi nizamın kurulması için vasıtalar meşrudur diyor.

Haklıdır. Ben de öyle düşünüyorum. Binaenaleyh bunu da biz soysuzlaştırmış,

bozuk hale getirmişiz. Elbette vasıtalar da düşünülecek. Bilhassa insanlık

bahis mevzuu olunca. Elbette düşünülecek vasıtalar. Fakat, şimdi bir yerde

şu var. Vasıtalar her zaman arzumuza uygun olmayabilir. O zaman ne

yapacağız?

S.M.: Yani gerçekleştirilmesi istenen neticeleri tahsil etmeye müsait

olmayabilir.

C.M.: Evet, bu neticeye uygun olarak aynı derecede nezih olmayabilir

vasıtalar. Mesela yine Hazret-i Muhammed'e atfedilen "el harbu hud'atün"

sözü, Hud'a ayıp birşey değil mi? Ama "el harbu hud'amn" diyor. İ'lâ-yı

Kelimetullah için hud'a bile caizdir diyor. Burada İgnacio De Loyola'nın

"gaye vasıtaları meşru kılar" hikayesine gelip dayanıyoruz.

Elbette büyük bir davaya, temiz bir davaya, temiz yollardan gidilir. Bir

sual daha var. Ne kadar kullanılır bu vasıtalar? İstisnai olarak bir defaya
mahsus. Gaye insanlığın saadetidir. O halde, harpte, kan dökmek de, zulüm

de, şiddet de kullanılabilir. Kullandın, bunu kaç defa kullanacaksın? Bu

kullanılmaya başladıktan sonra insan iradesini kaybediyor, vasıtalar ön

plana geçiyor. Yani en büyük tehlike şudur. Bazen vasıtalar, gaye haline

geliyor. Vasıta bir köprü iken, gidilmesi gereken bir yer olarak telakki

edilmeye başlanıyor ve bütün felaket başlıyor o zaman. Belki Rusya'nın en

büyük felaketi budur.

Kemal Tahir için hapishane iyi bir laboratuardır. Çeşitli ülkelerden gelen,

çeşitli meseleleri olan, çeşitli istidatları olan insanlarla daha yakından

tanıştı. Tahlil sahası çok geniştir Kemal Tahir'in.

Kemal Tahir'de Anadolu vardır. Peyami Safa'da yalnız İstanbul vardır,

İstanbul'un belli bir muhiti vardır. Bu itibarla romanları psikolojiktir.

Daha doğrusu ferdin içine, iç dünyasına, iç istidatlarına, iç bunalımlanna

çevrilmiştir.

Kemal Tahir'de sosyal hayat vardır. Türk insanının istidatlan vardır. Tarih

vardır. Osmanlı vardır. Peyami'de yoktur. Peyami'de yalnız bir kesiti

vardır. Kendi yaşamını anlatır.

H.İ.: Peyami'nin üstünlüğü nerden geliyor?

C.M.: Peyami'nin üstünlüğü sadece üslubudur. Peyami teknik olarak usta bir
yazardır, teknik olarak. O da Opperman'ın taklitçisidir hattızatında.

Osmanlı'nın kuruluşundan itibaren meseleleri kovalamış, doğrudan doğruya

tarihimizin son derece mühim hadiselerine eğilmiş. Mesela bir Serbest Fırka

rezaletine. Mesela bir inkılabın başlarına, kurtuluş savaşına, Kurt

Kanunu'nda girmiştir.

Yani romanın sınırlarını, Türk romanının sınırlannı genişletmiştir.

Peyami'nin romanları bir odada geçer, bir mahallede geçer. Kemal Tahir'in

romanları bütün Türkiye'de geçer. Mukayese edilirse Peyami belli bir yerin

adamıdır, alanı çok dardır, Kemal Tahir'e göre.

Peyami, II. Meşrutiyet aydınıdır. Belli bir kurulu düzenin

müdafiidir. Düşünce ufkunu Ziya Gökalp çizmiştir. Ziya Gökalp'in dışına bir

adım atmamıştır.

Kemal Tahir, bütün kepazelikleri, bütün rezilIikleri görmüştür.

Hapishaneyi, yapılan rezilIiği, Batılılaşmayı çıplaklığıyla, acılanyla,

etinde yaşamış ve aşağı yukan ilk defa olarak Türkiye'de nasıl bir oyuna

geldiğimizi, nasıl bir açmaza girdiğimizi söylemiştir.

Peyami, hasta bir adamdır. Bir ıstıraptır, bir çiledir, bir çırpınıştır.

Peyami esasen, menşe olarak İsmail Safa'nın oğludur. İsmail Safa, devrinde,

ikinci, üçüncü derecede bir şairdir, ve bu bir tarafa bırakılırsa o da


hastaydı. Peyami'nin hayatında bir facia vardır, babasının Sivas'ta ölmesi.

Bunun için Abdülhamid Han'ı daima tel'in eder. Abdülhamid Han ile beraber,

Osmanlı'ya da düşmandır. Hayatını zehirlemiş bu hadise, Abdülhamid Han

sürgün etmezse ölmeyecekmiş gibi. Gerçek bir budalaydı İsmail Safa. Hadiseyi

anlattım mı bilmiyorum? İngilizler, Boerleri tahrip ediyorlar, istila

ediyorlar. Boerler masum ve mazlum bir kavimdir. Boer savaşlan son derece

mühim insanlık tarihinde. Mukayese olsun diye söylüyorum; Herbert

Spencer -İngiliz filozofu- Londra'da müreffeh, hayatından memnun

yaşamaktadır ve Kraliçenin nişamna mazhardır. İngilterelilerin çok sevdiği

ve saydığı bir adamdır. O sırada Boer muharebesi oluyor, müthiş cam

sıkılıyor Spencer'ın. Kulüpte otururken subaylar geliyorlar, memnun değil,

müteessirler. "Ne oldu" diyor Spencer. "Boerler bir İngiliz subay grubunu

pusuya düşürup öldürdüler" diye cevaplıyor birisi. "Çok iyi olmuş" diyor

Spencer. "İngilizlerin, Boerler arasında ne işi vardı. Kendi

mukaddeslerini, kendi ülkelerini müdafaaya mı gittiler? İ'la-yı

Kelimetullah için mi çarpışıyorlar. Bir alay korsan, gittiler, geberdiler,

gayet iyi olmuş." Boer savaşına girdikten sonra, Spencer, kraliçenin

nişanını böyle zalim, böyle namussuz bir hükümetin nişanını ben istemem

diye reddetmiştir.

Bu arada İsmail Safa o zamanki arkadaşlarıyla İngiliz Sefaretine gidiyor.

"Boerleri yendiniz, tahrip ettiniz mel'unları" diyor, "Allah zaferinizi

müzdad eylesin", İngiliz sefaretinde, İngiliz sömürgeciliğinin müdafaasını

yapıyor. İngiliz gazetelerinde yayımlamıyor bu ve tabiatıyla Abdülhamid Han


bundan müthiş rahatsız oluyor. Bunların içinde İsmail Safa en ahmaklarıdır

ve en cahilleridir. Tutup, kazanan bir adam da değildi. Basit bir adamdır

İsmail Safa.

Peyami'nin ruhunda bu, silinmeyen akisler bırakmıştır. Sanki bütün tarih,

İsmail Safa'nın akıbetiyle meşgul, Peyami'nin aile faciasıyla meşgul.

Osmanlı hakkındaki hükmü daima İsmail Safa'nın nefy hikayesiyle beraber

gitmektedir.

Peyami büyük bir zeka idi. Hırçın bir adamdı. Hastaydı evvela. Kendisinden

çok değersiz, mukayese edilemeyecek kadar değersiz, adamların hepsi

milletvekili oldu, hepsi vali oldu, hepsi elçi oldu. Peyami kalemiyle

hayatını yaşamak mecburiyetinde kaldı. Büyük acılar çekti. Büyük iştihâlârı

vardı, her entelektüel gibi. Dünya nimetlerine düşkündü. Lükse düşkündü.

Fakat bunların hiçbirini tatmin edecek imkana sahip değildi. Mütemadiyen

çalışmak, beynini satarak yaşamak mecburiyetinde idi. İnansın, inanmasın; o

sırada belli bir zümre tarafından desteklenen fikirlerin destekleyicisi

oldu. Adeta bir kalem eşkıyası idi. Parayı veren Peyami'yi kullanabilirdi.

İmzalı, imzasız, namütenai yazı yazdı. Kendini boşa harcadı ve harcamak

mecburiyetinde idi. Ben, Peyami'yi çok severim ve acırım. O devirde

yaşayanlar arasında en zekisi idi. Birçok şeyleri görebilirdi, birçok

şeyleri yapmayabilirdi. Yaptı, hepsini de.

H.İ.: Aynı şeyleri Kemal Tahir için de söylemiştiniz. Birçok şeyleri


yapmayabilirdi diye.

C.M.: Kemal Tahir 1910 doğumludur. Kemal Tahir o neslin

bütün vehimlerini taşıyordu kendinde. 1936'da genç bir adamdı. Dergi

çıkardılar, mahkum oldu. Onüç sene yattı içerde. Gençliğinin en güzel

yıllarını hapishanede geçirdi. Çorum Hapishanesi'nde, Malatya

Hapishanesi'nde. Hapishaneden hapishaneye dolaştı. Fakat kuvvetli bir

iradesi vardı. Yenilmedi ve yıkılmadı, çalıştı.

1953'te hapisten çıktığında çok güç durumdaydı. Onüç sene hapishanede

yatmış bir adamın, hapishaneden çıktıktan sonra polis nezareti altında

kalması mukadderdi. Eski arkadaşlan terk ettiler. İş bulma imkanı yoktu.

Zaten hapishaneye ginneden önce de avukat katipliği yapıyordu.

Galatasaray'ı bitirememişti, tahsili yoktu. Bir ara ye' se düştü ve Mayk

Hammer tercümeleriyle yaşadı. Bu tarafı üzerinde durulmadı Kemal Tahir'in.

Halbuki durulmaya layık bir taraftır. Senelerce Mayk Hammer tercümeleri

yaptı. Hayata küskündü, kafayı çekiyordu boyuna. Fakat teslim olmadı ve

yolunu buldu. Tabii birçok tavizler vennek zorunda kaldı cemiyete. Mecburdu

vermeye. Uydurma dilin çok aleyhinde olduğu halde. T.D.K.'den ödül aldı.

Yunus Nadi'den ödül aldı. Bunlar bir adam için çok kirleticidir. Çirkin

şeylerdir. Kemal Tahir'e katiyyen yakışmaz. Fakat mecburdu. Eğer ödül

almasaydı, öteki romanlannı bastırmak imkanı da bulamazdı. Yani Kemal Tahir

bu alçalışı, merdiven yaptı ister istemez. Başka hiç çaresi yoktu.

Hakikatte Kemalistler tarafından kabul edildi. Kabul ettirmek için de


kendini bazı şeyler yapmak istedi. Başka çaresi yoktu. Ne memur olabilirdi

ne malı mülkü vardı; nasıl yaşayacaktı? Ve bunları en az yaptı

hattızatında. Asgarisini yaptı.

Bir aydının namusunu muhafaza etmesi son derece güçtür. Bir yerde en güç şey

aydının namuslu olarak yaşaması ve ölmesidir. Adeta mümkün değildir.

H.İ.: İçtimaî sınıf ne demektir? İçtimaî sınıfın adamı olmayan şahsiyetler

yok mudur? İslam toplumu bünyesinde de içtimaî sınıf olabilir mi?

C.M.: İslamî toplumun sinesinde içtimaî sınıf olmaz. İçtimaî sınıflann

kurulmasına engeldir İslamiyet. Zekat müessesi, istirdat müessesesi,

müsadere müessesesi büyük sevretlerin doğmasını, büyümesini önlemiştir.

Fakat artık İslamiyet'in hakim olduğu bir durumda yaşamıyoruz. Bu itibarla

bugünkü cemiyette de, Avrupa'da olduğu gibi içtimaî sınıflar teşekkül

etmiştir. Avrupa'da olduğu kadar şuurlu ve kesin çizgileriyle birbirinden

aynımış sınıflar olmasalar da, vardır.

İçtimaî sınıf kelimesi tabiatıyla çok müphem ve Batı' dan getirilmiş bir

mefhum. Bizde içtimaı sınıflar yoktu ama içtimaı zümreler ve tabakalar

mevcuttu. Bilhassa 23'ten sonra.

H.İ.: İçtimaı tabakayla, içtimaı sınıf ne demektir?


C.M.: İçtimaı tabaka zarurettir. İş bölümünden doğar, bir bürokrasi vardır.

Mesela, bir memurlar zümresi vardır, bir iş hayatı ile uğraşan bir zümre

vardır. Serbest meslek sahipleri vardır. Geniş halk tabakalan, köylüler

vardır. Bunların hepsi birer tabakadır.

H.İ.: Lonca teşkilatlan içtimaı tabakalara misal olabilir mi?

C.M.: Olabilir tabii. Evet, tabalar seyyaldir, katı hududlan yoktur. Belli

şleri görmek için belli insanların biraraya gelmesi, servet durumları

birbirine yakın insanların biraraya gelmesi, yaşayış durumları birbirine

yakın insanların biraraya gelmesi, içtimaî tabakaları teşkil eder.

Tabakalar vardı bizde de. Bir kere şehir burjuvazisi vardı. Bunların hepsi

yakıştırma kelimelerdir. Evvela bunu kabul ediyorum da, ifade kolaylığı

için kullanıyorum. Mesela, Peyamii; hayatı boyunca, zengin tabakanın ve

iktidann emrinde oldu. Hiçbir zaman halkla meşgul olmadı ve hiçbir zaman

halk kendini alakadar etmedi. Daima Halk Partisi'nin içinde yaşadı ve daima

Halk Partisi'nin menfaatlarına uygun bir platformda kaldı.

Bir de geniş halk tabakalannı, yani çalışanlan, ezilenleri, ıstırap

çekenleri, çilesi olanlan düşünmek vardı. Kemal Tahir böyleydi. Geniş

manada halkın yanındaydı. İdare edenlerden çok idare edilenlerin yanındaydı.

Bürokrasiden çok, çalışanlann yanındaydı.


Kemal Tahir hiç bir içtimaı kavgada yer almadı. Yani ne mümindir, ne

sosyalisttir, ne faşisttir. Rengi hürriyette olmadı. Kendi içine gömülü,

kendi mahpesinde, kendine şarkılar söyleyen insan olarak kaldı.

H.İ.: Siz kendinizi nereye yerleştiriyorsunuz?

C.M.: Evvela bu suale kaçamak bir cevap vereceğim, sonra meseleyi

ırgalayacağım. 1848'de, Fransa'da içtimaî sınıflar çoktan teşekkül

etmiştir. Ve ihtilal olmuştur. 1848 ihtilali, demokrasi hayatında mühim bir

merhaledir. Bizimkilerin sosyal devlet dedikleri bir devlet teşekkül eder.

1789'a nazaran çok daha ileri bir merhaledir 1848. 1848' de şimdiki ifadeyle

sosyal demokratlar iktidardır, aşağı yukarı. Birçok hizipler var. O sırada

Lamartine de hariciye vekilidir. La Martine'e sorarlar "siz sağda mısınız,

solda mısınız?"

"Ben tavandayım" der. Ben de tavandayım şimdilik. Fakat tavanda olunmaz

evladım. Bu yanlış birşey tabiatıyla.

H.İ.: Bu kaçamak olan cevabınızdı.

C.M.: Evet. Ben gençliğimi içtimaî sınıfların kalıplaşmadığı bir devirde

yaşadım. Bugün benim için Türk insanı bir bütündür. Hangi siyası mezhebe

mensup olursa olsun, hepsini çocuğum, kardeşim telakki ederim. Aldananlar,

gaflet içinde olanlar, hakikatı arayanlar kim olursa olsun benim dostluğuma

güvenebilirler. Ben hakikatı arayan adamım. Hakikat mücerret midir? Yani


sınıfların dışında bir hakikat var mıdır? Sınıfların dışında hakikat

vardır. Bütün sınıflar için hakikat olan şeyler vardır. Türkiye'deki bütün

tabakalann üzerinde birleşmeleri gereken hakikatlar vardır. Ben bu

hakikatlan arayan, bu hakikatları yaymaya çalışan bir adamım.

Eğer bu hakikatlar, bütün Türk ve İslam dünyasını ilgilendiren

hakikatlarsa, herkes için faydalıdırlar. Gafili uyandırır. Doğru yolda

olanı teşvik eder, destek olur. Bu itibarla doğruların sınıfında ve doğruluk

için çalışıyorum. Yaşayış tarzı eğer sınıfların tayininde bir mikyas

olabilirse, belli bir emekli maaşım var, kitaplarımdan başka hiçbir şeyim

yok, dünya üzerinde. Kanaatkar bir adamım. Hiçbir şeye ihtiyacım yok, hiçbir

ihtirasım yok. Tek kelimeyle Müslüman olmak istiyorum. Şu ya da bu sınıftan

değil de bir İslam hangi sınıftansa o sınıftan olmak istiyorum.

H.İ.: Bediüzzaman Hazretleri'nin şöyle bir sözü var; "Fikren ve

meşreben havas tabakasından, yaşayış olarak avam." Böyle bir şey.

C.M.: Elbette halkın yanında olunulmalı. Elbette Firavunların, Nemrudların

yanında olunmaz. Hiçbir namuslu adam Nemrud'un ve Firavun'un yanında

olamaz.

H.İ.: Şahsiyetli adam olabilmek için; sömürenler, sömürülenler diye

gruplanıp bu gruplarda yer almamız gerekir mi?


C.M.: Uzun kavgalardan, uzun fırtınalardan sonra 60 yaşına gelen bir adam,

tavanda yer alabilir, bir parça. Ben herkese hitab ederim. Yani en sağdan,

en sola kadar herkese hitab ederim ve herkesle dostluğum vardır. Beğenirler,

beğenmezler; iştirak ederler, etmezler. Fakat benim vazifem, hayatını

düşünceye, kitaba, ilme vakfetmiş bir adam olarak hepsinin dışında kalmak.

Adeta ben mezarlardan seslenirim. Hiçbir menfaatim, hiçbir düşüncem yok.

Sadece doğru bildiğim şeyleri söylerim ve söylemekle mükellef telakki ederim

kendimi.

Böyle olunca da, kim haklıysa, kim zulüm çekiyorsa, kim gadre uğramışsa,

kim mahrum edilmişse haklarından, onun yanındayım. Doğrudan tarafayım,

ezilenlerden tarafayım. Hakkından mahrum edilenlerden tarafayım. Tarafsız

olmak bu demektir aslında. Yoksa, hiçbir şey tarafsız değildir. Yalandır

tarafsızlık ve bir yerde namussuzluktur. Nasıl tarafsız olunabilir?

Birbirinin boğazına sarılmış bir dünyada, insanın insanı öldürdüğü dünyada

tarafsızlık ne demek? Mazlumların yanındayım elbette. Zalimlerin yanında

değilim hiçbir zaman.

H. İ: Batı ve İslam medeniyetleri hayata ne vermişlerdir? Neticesi ne

olmuştur? İnsana nasıl bakmışlardır?

C.M.: İslam'da insan mukaddestir. İnsan, hayvan-ı natıktır ve eşref-i

mahlukattır. Cenab-ı Hakk'ın halifesidir. Adeta haklarının bir kısmını ona

devretmiş. Bizatihi insan ve insan hayatı mukaddestir. Batı'da böyle birşey


yok. Batı' da insan kendi ferdiyetine mahpustur. Batı' da bir ümmet yoktur.

Batı'da insan, insan için kurttur. Batı'da yaşamanın kanunu kavgadır. Bunu

çeşitli doktrinler, çeşitli isimlerle yadederler. Ama hep aynıdır. Darwin

"hayat kavgası" der. Ve bu kavgayı bütün hayvanlara, amipten file kadar,

balinaya kadar bütün canlılara teşmil eder. Hayat kavgadan ibarettir. En

iyi intibak edenler yaşarlar, ötekiler ölüp gider. Ölüp gitmesi mesele

değildir. İnsan da bunların içindedir ve insan da hayvandır. İnsan tabiatın

bir parçasıdır. Diğer hayvanlar için cari olan kanunlar, insan için de

caridir. Halbuki, İslamiyet'te insanın imtiyazlı bir yeri vardır, insan

herhangi bir hayvan değildir. Bu itibarla insan hayatı mukaddestir. İnsana

ait olan herşey mukaddestir.

Batı' da tarih, sınıf kavgasıdır, Doğu' da tarih, sınıfların taammümüdür,

tabakaların taammümüdür. İnsanların birbirine yardımıdır. Batı'da, fert

ferdi sömürür. Fert, toplumu sömürür, fert kendi milletini sömürür, fert

başka milletleri sömürür. Batı tarihi bir sömürü tarihinden ibarettir.

Evvela ferdin fertle sonra ferdin toplumla, sonra toplum halindeki ferdin,

diğer toplumlarla savaşı söz konusudur. İşte bu iklimde doğmuştur

kapitalizm. Ve kapitalizm, cihan çapında bir sömürü medeniyetidir.

Fert hayvandır: insiyaklarıyla, iştiyaklarıyla. Bir hayvan olarak

incelenmesi gerektir. Halesinden terit edilmelidir. Ayrıca bir izzeti, bir

haysiyeti yoktur. Sadece İslamiyet gibi, bazı dinler, bir haleyle

süslemiştir insanı. Yani Batı' da ilim dediğimiz şey de desakralizasyon,


insanı kudsiyetinden tecrit etmekten ibarettir. Hiçbir şey mukaddes değildir

Batı insanı için.

Bütün tarih bu prensiplerden hareket edilerek inşa edilebilir. Bizim için

muharebe bir i'la-yı Kelimetullah'dır. Batı için muharebe bir kazanç

vasıtasıdır. Bizim için insan, insan için koruyucudur, melektir. Batı'da,

insan insan için kurttur. Bütün felsefeleri bu mihver üzerinde kurulmuştur.

Bütün iç ve dış mücadeleleri bu mihvere dayanır.

Bunda bütün mesele şurada; Acıyan, seven, insana inanan, insanı eşref-i

mahlukat telakki eden, imtiyazlı bir mahluk olarak gören cemiyetle, bir kurt

iştihasına sahip, bir kurt kadar yırtıcı, dünyayı idare vasıtası haline

getiren, ikiyüzlülüğü şeref telakki eden, bir toplulukla birdenbire temas

ediyorlar ve yeniliyorlar. Yenilmeleri mukadder. Silahları ayrı çünkü.

Birisi için hile, huda, adilik, rezillik tabiidir. Ötekisi insana hürmet

eder, insana ait herşeyi tebcil eder. Vakurdur, feragatkârdır.

Bu iki medeniyetten birisi madde dünyasında tabiatıyla büyük fetihler

yapıyor, ötekisi yapamıyor. Ve birdenbire tarih karşı karşıya getiriyor bu

iki medeniyeti. Yani tilki medeniyetinin, arslan medeniyetine galebesidir,

Batının bize karşı galebesi.


* Bu söyleşi 11 Şubat 1977'de Rüşdü Onduk tarafından kasete alınmıştır. Eski

bir kayıt olduğundan soruların birçoğu duyulamamıştır. Bu konuşma sırasında

Safa Mürsel, Haluk İmamoğlu, Cemal Uşşak, Halil Açıkgöz'ün bulunduğunu

biliyoruz.

farika: ayırmaç

hazer etmek: çekinmek

lçtimai sınıflar. toplumsal sınıflar

Iddihar etmek: biriktirmek

Istirdat: geri alma

mufassal: ayrıntılı

mülhid: dinsiz

mütearrız: saldırgan

rasin: sağlam

şamil: kapsayan

tahkim etmek: pekiştirmek

teali: yücelme, yükselme

tebcil etmet: yüceltmek

tecessüs: bilseme

tefrika: ayrılma, ayrılık, bölünme

tesanüd: dayanışma
vahdet: birlik

You might also like