You are on page 1of 7

Sayın Oğuz Çilingir'e gönülden teşekkürlerimizle,

“ÜÇBİN YILLIK GEÇMİŞİNİN HESABINI YAPAMAYAN İNSAN


GÜNÜBİRLİK YAŞAYAN İNSANDIR”

GOETHE

FELSEFEDE TANRI KAVRAMI

Biyolojik açıdan diğer canlılardan farklı olmayan insanoğlunun temel


niteliklerinden birisi dünya-içeriliğidir. Bu yetisi ile, nesneleri simgesel
olarak dönüştürür ve dış dünyayı bir bilinç varlığı haline getirerek, bir
evren tasarımına yönelir. Bu durumda ise iki gerçekliğin içinde yaşar.
Birisi fiziksel gerçeklik diğeri de kültürel gerçekliktir. Bu nedenle insan,
organik yaşamın sınırlarını aşan bir canlı olarak, farklı bir varlık alanına
açılır. İşte bu noktada da varoluşunun özünü, yarattığı bu kültürel
evrenin içerisinde kurar ve tanrı kavramını orada bulur. Sonuç olarak
oluşturduğu bu “simgeler evreni” içerisinde zihinsel edinimlerde
bulunan insan, inandığını bilir, bildiğine de inanır. Bu durum ilk bakışta
bir paradoks olarak gözükebilir ancak unutulmamalıdır ki inanç
“anlamak için inanıyorum” diyebilen Agustinus gibi birçok düşünüre
göre bilmenin başlangıcını oluşturan ilk basamaktır. Öyleyse inançla
bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel evrenindeki
yolculuğunda bilgiyi anlamaya çalışmış, ona ulaşmak istemiştir. İşte bu
bilgi arayışı da felsefi düşüncenin ortaya çıkmasına uygun zemini
hazırlamıştır.

Bilgelik sevgisi anlamına gelen “philosophie” Yunanca bir kelimedir


ve insanın hakikate ulaşmak için çaba göstermesi anlamına
gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yanında, öteden beri, bir
de “ahlak” disiplini bulunur. Metafizik varolanı bilmek ister. Ahlak ise
olanı değil olması gerekeni araştırır. Kısaca şöyle de denilebilir:
Evrenin kaynağını bilmek isteyen teorik felsefenin yanında, bir de
insanın yürüyeceği yolu gösteren pratik felsefe yani ahlak vardır.
Ancak felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakın yanında bir
üçüncü disiplini daha bulunmaktadır: bu da “Mantık” tır. Mantık doğru
olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dahil her bilgi mutlaka
hakikate ulaşmak ister ve her bilim sürekli olarak doğru bilginin
peşindedir. Burada ise kaçınılmaz bir şekilde “hakikat nedir ve nasıl
elde ederiz” problemi ortaya çıkmaktadır. İşte felsefede, sözü edilen
bu ana problemlerden oluşan bir dokumaya benzemektedir.

İlk felsefi yaklaşımlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski


bölümlerinde bile karşımıza çıkmaktadır. Rigveda da “Tanrılar ve
insanlar yokken bu evrende acaba ne vardı” sorusu sorulmaktadır. Bu
türden düşünceler ilk felsefi açıklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat
felsefe nerede ve ne zaman başlamıştır sorusunun cevabı esasında
felsefenin kurallarından dolayı belki de şöyle verilebilir: “İnsan nerede
kendi düşüncesiyle dogmalara karşı bir reaksiyon göstermiş ve inancın
dışına çıkmak gereksinimini duymuşsa, o anda orada felsefi düşünce,
saf ve gerçek anlamda başlamış olur” İşte bu yüzden insanlığın bilinen
kültür tarihinin başlangıcını oluşturan Sümer, Mısır ve Hint felsefeleri
kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamış ve bir tür rahip
felsefeleri olarak kalmıştır. Kendisini bu anlamda soyutlayarak
tamamen bilimsel bir biçimde gelişebilen ilk felsefe ise, Mısırdan
geometriyi, babilden astronomiyi almış olduğu gibi ussal düşünce
tarihinin öncesinden etkilenmiş olmasına rağmen, yine de eski “Yunan”
felsefesidir denilebilir.

İşte bu Çağlarda yaşayan ve bir din yenilikçisi olarak tanınan


Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yıl geçmeden kökleri Homer ve
Hesiod’a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanrı kavramı ile savaşır ve
Tanrıların insanlaştırıldığını söyler. Bir yazısında Homer’den şikayet
bile eder. Çünkü Homer tanrılara insanların çirkin ve kötü
davranışlarını yüklemiştir. Ksenofanes Tanrı kavramına ahlaki bir temel
kazandırmak ister. Ayrıca o tanrıların insan biçiminde tasarlanmasına
da karşıdır. Ona göre Tanrı birdir, her şeyi görür, her şeyi işitir,
değişmez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki tüm davranışları ve
değişimleri düzenler. Ksenofanes bu düşünceleri ile daha sonraları
Eflatun ve Aristo’daki tanrı kavramının da hazırlayıcısı olmuştur.
Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm
Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır. Çünkü onun tanrı kavramı
aynı zamanda panteisttir. Yani tanrı bir yaratıcı olmayıp evren ile
özdeştir, evrene eşittir.

Eserlerini özellikle güç anlaşılacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise ilk
kez rastlanan önemli bir düşünüşe ulaşır. Heraklit, “görünüş evreni” ile
“gerçek evren”in birbirinden ayırma gerekliliğinden bahseder. Görünüş
evreni duyularımızla algıladığımız evrendir. Bu evrenin gerisinde
gizlenen gerçek evren ise ancak akıl ile kavranılabilecek bir olgudur.
Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymalı ve duyumlarımızın bizi
aldatmasına kendimizi kaptırmamamız gerekmektedir. Bu evrendeki
sonsuz değişimler içinde tek sabit kalan şey, bu değişimleri yöneten
yasadır. Heraklitde de panteist yaklaşım vardır ancak o Ksenofanes’in
aksine, Tanrının değişmeyen sabit bir varlık değil, evrendeki tüm
değişmelerin düzenleyici yasası olduğunu savunur.

Ksenofanes’in kurduğu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan


Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu
durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüş çatışması olarak kabul
edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düşüncelerini yalnızca
akıl yolu ile elde etmeyi deneyen ilk düşünürdür. O felsefe tarihinin ilk
rasyonalist filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline “Varlık
varlıktır, yokluk yokluktur” kuramını yerleştirmiştir. Ona göre
varolmayan bir şeye var demeye kalkışmak çelişkilidir ve bu konuda
Herakliti de açıktan suçlamıştır. Aslında her iki düşünür gerçek evreni
akıl yolu ile kavradığımız evren olarak görmüşlerdir. Ancak iki
evrenden hangisinin gerçek olduğu konusunda birbirlerinden kesinlikle
farklıdırlar. Parmenides’e göre aldatıcı olan değişme halinde bulunan
evrendir. Değişmeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek evrendir.
İşte bu “BİR” tanrıdır yada tanrı ile özdeştir.

İkinci dönemin önemli filozoflarından olan Anaksogoras ise “bir kaostan


nasıl oldu da bir kozmos oluştu” sorusunu sormuş ve Evrendeki düzeni
oluşturan sebepleri araştırmıştır. Ona göre nasıl bir taş yığınından ev,
bir çamur yığınından heykel oluşamazsa, kaosta kozmosa
kendiliğinden dönüşemez. Bunun için bir plana göre çalışan yaratıcı
zekaya gereksinim vardır. Anaksagoras evrenin bir tür mimarı olarak
değerlendirdiği bu güce “Nus” adını vermiştir. Ona göre Nus bir
tanrıdır. Yalnız, onun Tanrısı, sadece Evrenin bir mimarı ve yapıcısı
olup, yaratıcısı değildir. Nus bir vuruş ile evreni oluşturmuş ve sonra
sahneden çekilerek evrenin oluşunu kendi haline bırakmıştır (Deizm).
Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüşle veya teolojik
yaklaşımla açıklayanların ilki sayılır. Bu durum ise, evrenin
başlangıcından günümüze kadar belli bir amaç doğrultusunda hareket
ettiğini kabul etmek demektir.

Demokrit ise teolojik görüşün zıddı bir evren açıklamasının tipik


temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardır: “Bu evrenden iki şeyi kaldırmak
gerekir, onlarda amaç ve rastlantı’dır” Demokrit kendisine kadar olan
filozofların en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek,
madde olan atomlardan oluşur.

Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla ilgilenmişlerdir. Onlara


göre şimdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarlı bir anlayış elde
edememiştir. Sofistlere göre: “Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı
hakkında o kadar görüş vardır” Sofistlerin en ünlülerinden olan
Protagoras daha da ileri gitmiş ve “Tanrılar var mı yok mu bilemeyiz”
demiştir. Onun çok ünlü bir kuralının olduğu söylenir. “İnsan her şeyin
ölçüsüdür” . Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her
insanın kendisine ait inançları vardır. O halde her görüşün karşıtı
olabilir ve hangisinin doğru olduğunu göstermek için tek yol vardır. Bu
da karşıdakini inandırabilme gücüdür. İşte hitabet bu noktada asıl
olandır. Nitekim sofistler gramer bilimini ilk kez ortaya koyanlardır.

Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli aşamasına ulaşmıştır. Bundan


sonraki felsefe akımlarının en önemli konusu erdem ve erdemin
nitelikleri olmuştur. Sokrat temelde dindar bir insandır. O yaşamın
yüksek bir gücün kontrolünde olduğuna sağlam bir inanç ve bilinçle
inanır. İçinden gelen sese “benim diamon’um” diyerek o kutsal gücün
dışında değil içinde olduğunu belirtmiştir. Onun mutluluğa verdiği
cevap kendisiyle gösterebildiği uyumu, erdeme verdiği cevap ise
bilgidir. Peki öyleyse “bilgi” nedir. Ona göre bu noktada önemli olan
dışarıyı yani evreni bilmek değil insanın kendi kendini bilmesidir. Belki
de bu yüzden Sokratın eğitim metodolojisinde ve oluşturduğu
diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu oluşturur ve sentez
kişinin kendisine bırakılır. Sokrat’ın yolunu takip eden sonraki düşün
akımları da “kendini bil” varsayımını rehber edinmişlerdir.

Kendisini Sokratın mantıksal devamı sayan Eflatun (Platon M.Ö 427-


347) içinse iki evren vardır. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri; sürekli
var olan ve yok olan, algılanabilen, nesnelerin sürekli değişmek
zorunda olduğu evren; ötekisi başlangıcı ve sonu olamayan idelerin ya
da ideallerin evreni. Eflatun’a göre bilmek, ideler evrenini ve bu
evrende hüküm süren yasaları tanımaktır. Duyular evrenini de ancak
ideler evrenine katıldığı ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra
Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düşünürü olan
Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yıl boyunca batı uygarlığına hakim olmuş
ve dönemin temel görüşlerini oluşturmuştur. Ona göre bilmek, objeleri
tek tek tanımak olmayıp, bu objeleri bir de “genel bir kavram altında
toplamak” demektir. Eflatunun tersine, Aristo’ya göre genel kavramlar
tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo’nun deyimiyle doğa yada canlı
güç “bir mimardır” çünkü doğa yaratabilendir. Bu benzetmenin aslında
özel bir anlamı da vardır; ki o da mimarın belli bir plan ve amaca göre
çalışmasından dolayıdır.

Romalı Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini “Tanrının


ruhunda gizli olan” şeklinde yorumlamıştır. Philon, Platocu felsefeyle
Tanrının elçisi olan Musa’nın hermetik kökenli öğretisini birleştirmiş ve
böyle bir denemeyle din ile felsefeyi aynı potada eritmek istemiştir
(yeni Eflatunculuk). Bu girişim daha sonraları üç semitik din içinde
benimsenip irfan yada gnosis öğretisi olarak yer almıştır. Hermetik
öğretinin Philon sonrası döneminde İbrani kabalası yazıya
dökülmüştür. Ayrıca bu dönem, Museviliği olduğu kadar İslam
Tasavvufunu da derinden etkilemiş, özellikle İbn-Arabi, varlık birliği
yada vahdet-i vücut kuramı ve yöntemiyle hem felsefe, hem de
tasavvuf da önemli bir etki oluşturmuştur.

Antik Ege uygarlığının ardından felsefe, genelde yeni dünya dini


Hıristiyanlığın etkisi altına girmiştir. Bu dönemde felsefenin işlevi, dinin
dogmalarını temellendirmek ve savunmak olmuştur. Antik çağın iki
düşünürü Platon ve Aristotelesin düşünceleri bir yandan resmi
ideolojiye dönüşürken, diğer yandan da ilginç bir şekilde
yasaklanmıştır. Orta çağdaki bu Skolastik felsefe anlayışı, tek ve asıl
gerçeğin Tanrı olduğunu, Dünyanın ise gerçek olmayan bir gölge
olduğu savını egemen kılmıştır. Dolayısıyla dogmalar, tanrısal
düşüncenin mantıksal sonuçlarıdır. Bir başka deyişle inanç akılla
doğrulanmalıdır. Dönemin düşünürlerinden Scottus Eriugena’ya (833-
880) göre tanrı real töz yani asıl gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St.
Anselmus (1033-1109)’un “Monologion” adlı yapıtında Tanrı, adalet,
iyilik, bilgelik ve mutluluğun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adlı
yapıtında ise Tanrının varlığında yoğunlaştığını ve birliğe ulaştığını ileri
sürmüş, çoklukta tekliğin bulunduğunu ortaya atmıştır. Aquino’lu
Thomas’a göre ise Tanrının düşünceleri en son olgusal nesnelerin
kendileridir ve bu durumda Tanrı kendinde gerçekliktir. Fakat
Thomas’a cevap çok geçmeden İskoçyalı Duns Scotus (1224-
1274)’dan gelmiştir; “Felsefenin aracı olan us, vahiyle gelen Tanrı
bilgisini doğrulayamaz”. İşte bu tutum Tanrıbilimi’ni yada Teolojiyi
bir “bilim” olmaktan çıkarmış ve skolastik dönemin kapanışını
hazırlamıştır. Bu durum ise Tanrıbilimin ussal verilerle temellendirilme
çabalarının başarısız kalışının kabulü anlamına gelmiş ve Yeniçağ
yada Rönesans’ın ussal ve bilimsel düşünceyi öne çıkardığı dönemin
başlamasına neden olmuştur.

Bu dönemde Descartes “Kuşkulandığım hiç bir şey gerçek değildir,


ancak kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku
düşüncemin kaynağıdır” diyerek, ilk gerçek düşüncenin “kuşku edimi”
olduğu sonucuna varmıştır (Septizm). Ona göre kuşku üzerine
kuşkulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmiş kuşku ise özünde bir
eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur. Kant ise kuramsal usun
eleştirisinde, gerçeğin yalnızca fenomenler düzeyinde bilinebileceği
sonucuna varmış ve ancak böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri
sürmüştür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancın konusu olur.

Hegel’de eleştirinin eleştirisini yapar ve eleştiriyi aşmak için senteze


gitmek gerektiğini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun oluş
süreçlerini, bir kavramı bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akıl
ile doğa, ya da bilen ile bilinen özdeştir, çünkü her ikisi de akıldır ve
aynı yasalarla devinirler. İşte bu nedenle, aklın dış dünyayı kavraması
aslında kendini kavraması, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal
olandır ve ussal olan da gerçektir. Bu söylem ise şu sonucu doğurur;
“Algılarımız, tasarımlarımız ve kuramlarımız nesnel gerçeğe uygun
oldukları oranda hakikat olurlar”

Rönesans’la başlayan teolojiden arınma uğraşısı, Aydınlanma


sürecinde felsefenin yeniden kendi bağımsızlığını kazanmasıyla
sonuçlanmıştır. Deistlerle birlikte ortaya çıkan sekülerizm ise 16.yy’da
Romantik deistlerin elinde dinsel yaşamın eleştirisine dönüşmüştür.
Onlar tanrının yalnız akıl yoluyla bilinebileceğini söylemişlerdir.
Aydınlanmanın içeriğinde “insan nedir” sorusuna verilen yanıtlar ise
Hümanizm, akılcılık ve evrenselcilik evrelerini ortaya çıkartmıştır.

Felsefe ile teoloji arasındaki problem, aslında farklı tasarımların


sonucunda oluşan tanrı kavramlarının çatışması değildir. Kuralcı
inanan ile filozofun din üzerine farklı şeyler söylemeleri; tanrı
kavramına farklı bakmalarından değil, insanın tanrı ile ilişkisini nasıl
yapılandıracağına dairdir. Felsefe tanrıya aklın yetileri içinde
bakmaya çalışır. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inancı sorgular,
kimi zaman ise bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inancı arzular.
Kısacası özünde felsefe tanrıyı istemektedir.

Görüleceği gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel problemleri


bugünde felsefenin temel problemlerini oluşturmaktadır. İnsan hala bir
yandan evren karşısındaki konumunu belirlemeye çalışırken; bir
yandan da, kamusal yaşam içinde birey olarak varlığını tanımlayıp,
varoluşunu anlamlandırmaya çalışmaktadır. Referansları nereden
alırsa alsın, kavramları kuran gene insan zihnidir. İşte bu zihin
soruları sorabilmiş olmasına rağmen tüm çağlarda süregelen o
arayışına devam etmekte ve yanıtları hala aramaktadır.

Oğuz ÇİLİNGİR
14.07.2002
KAYNAKLAR

1. Greisch, J. Wittgenstein’da Din Felsefesi. Asa yay, 1999.


2. Aster, E.V. İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi. İm yay, 1999.
3. Taylan, N. Düşünce tarihinde Tanrı Sorunu. Şehir Yay. 1998.
4. Yıldırım, H. Dinsel İnanç Sistemlerinde Tanrı Algılayışı, İnternet
Taraması.
5. Hançerlioğlu, Orhan. Düşünce tarihi, Remzi kitapevi, 1999
6. Adıvar, A.A. Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, 2000.
7. Işıklar, E. Tanrıbilim ve Felsefe Konuşmaları, Gündoğan Yay, 1994.
8. Russel, B. Sorgulayan Denemeler, Tübitak, 2000.
9. Maublanc, R. Felsefe, Bilim ve Din, Evrensel Basım Yay, 1997.
10. Plitzer, G. Felsefenin Temel İlkeleri, Sol Yay, 1998.
11. Timuçin, A. Descartes’çi Bilgi Kuramının Temellendirilişi, Bulut Yay.
2000.
12. Gürkan, M.B. Din Felsefesi. İnternet Taraması.
13. Akar, M. Çevre içerilikten Dünya içeriliğe doğru. İnternet Taraması.
14. Selsam, H. Din, Bilim ve Felsefe, Sarmal Yayınevi,1995.
15. Akin, A. Evrende İnsan, Hacettepe-Taş, 1998.
16. Bobaroğlu, M. Ekinsel Biçem ve Aydınlanma Sorunu, İnternet
Taraması.
17. Gürkan, B. “Gerçek” Kavramı Üzerine, İnternet Taraması.
18. Dinçkal, F. Anadolu’nun Grek Anakarasına Etkileri, İnternet Taraması.
19. Ülkü, N. Felsefe Bağlamında Tanrı Kavramı, İnternet Taraması.
20. Gaarder, J. Sofi’nin Dünyası, Pan Yay. 1995.

You might also like