You are on page 1of 35

GERÇEKLİĞİN SOSYAL İNŞASI: BİR BİLGİ SOSYOLOJİSİ İNCELEMESİ

1.BİLGİNİN GÜNDELİK HAYATTAKİ TEMELLERİ

1.1 Gündelik Hayatın Gerçekliği

Peter L. Berger ve Thomas Luckmann bu kitaplarında gerçeğin, insanların


gündelik hayatlarından anladıkları şekliyle açıklanması gerektiğini savunurlar.
Buna göre gerçeklik subjektif olarak anlamlı ve tutarlıdır. Yanı algılayandan
bağımsız değildir (fenomenolojik yaklaşımı benimserler: nesne değil özne
önemlidir). Bu gündelik hayatın gerçekliği bireylerce olduğu gibi kabul edilir,
bireylerin düşünce ve eylemlerini doğurur ve bunlar tarafından korunur. Ortak
duyu gerçeklik hakkında sayısız ön-bilimsel ve yarı-bilimsel yorum içerirler.

Bilinç ise daima yönelimseldir, nesnelere yönelir. Gerçek bir şeye de yönelse,
fantazik bir düşünceye de yönelse bu onun nesnesidir. Ve unutmamak gerekir
ki farklı gerçeklik alanlarının farklı nesneleri vardır ve bilincim de bu ayrımın
farkındadır. Örn: rüyalarımın kafasız bedenleri ile sokakta yürürken
karşılaştığım arkadaşımın gerçeklikleri arasındaki farkı bilirim. Demek ki
bilincim gerçekliğin farklı alanları arasında bilinçli olarak gezebilir.

Bu çoklu gerçeklikler arasında gündelik hayatın gerçekliğini farklı bir yere


koymalıyız çünkü o kendini en gerçekçi, ısrarcı ve heybetli şekilde bilincimize
dayatır ve doğal tutumumuzu belirler. Bu gerçeklik örneğin rüyalarımın aksine,
düzenlenmiştir, benim kavrayışımdan bağımsızdır ve kendini algıma dayatır. Dil
ise gerçeğin nesnelleşme aracıdır. Yaşadığım yerin coğrafi adı, gündelik
hayatta kullandığım nesnelerin isimleri, benden önce ve bağımsız olarak
adlandırılmışlardır.

Gündelik hayatın gerçekliği ayrıca “buradalık ve şimdilik”tir. Ama yazarlar tabi


ki burada ve şimdi olmayan gerçekliklerim olduğunu da belirtirler. Demek ki
gerçeklik mekânsal ve zamansal olarak uzaklık ve yakınlık derecesiyle varoluş
gösterir. Örneğin bir fizik mühendisi isem kendi laboratuarımdaki nesneler
benim en yakın gerçekliğimken bir diğer şehirdeki bir fizik deneyi ilgimi çekse
de daha uzaktır. Burada demek istenilen bilincin pragmatik olduğudur.

1
Yazarlar gündelik hayatın gerçekliğini başkalarıyla paylaştığımızdan bahseder
ve bunu subjektiviteler-arasılık olarak adlandırırlar. Buna göre gündelik hayatın
gerçekliği başkaları için de gerçektir ve bu onu yalnız olduğumuz
rüyalarımızdan ayırır, paylaşımımız ve etkileşimimiz sayesinde varlığımızı
sürdürürüz. Gerçekliklerimizin birebir örtüşmediğini farklı perspektif, algı ve
projelerimiz olduğunu biliriz; söz gelimi bizim için burada olan onlar için şurada
olabilir ve hatta projelerimiz çatışabilir bile ama yine de gündelik hayata dair
bir ortak duyumuz vardır.

Gündelik hayatın gerçekliğini olduğu gibi kabul ettiğimizden bahsetmiştik.


Yazarlar bu gerçekliğe dair şüphe duysak bile bu şüpheyi askıya almak zorunda
olduğumuzu ve bu askıya alma işinin zor olduğunu söylerler, bunu yapmayan
felsefeciler, bilim insanları gibi örnekler ise daha da zor bir yoldan gitmek
zorunda kalacaklardır.

Gündelik hayatın bir özelliği de rutin ve problemli olarak ayrılmış olmasıdır.


Rutin, aşina olduğumuz kısımlardır, problemli ise aşına olmadığımız, çözülmesi
gereken sorunların olduğu durumlardır. Yazarların bu konudaki örnekleri
Amerikan arabalarını tamir eden bir tamircinin bir Alman arabasıyla
karşılaşması durumudur. Araba tamiri aşina bir rutin durumdur ama alman
arabası aşina değildir. Burada aynı zamanda rutin olanın aksi ortaya çıkana
kadar rutin kaldığını da belirtmek gerekir. Gündelik hayatın gerçekliğinin
problemli durumları aşina olanlara entegre etmek istediğini de eklememiz
gerek. Aşina olmadığımız durumları aşina olduklarımızla tanımlamak isteriz.

Yazarlar gerçek hayatla karşılaştırıldıklarında sınırlı/iç anlam alanları olarak


görülen farklı anlam alanlarından bahsederler. Bunlara örnek olarak rüyaları,
teorileri ve tiyatroları verebiliriz. Ama hepsinin ardından gene gündelik hayatın
gerçekliğine döneriz. Bu sınırlı alanlar aslında dikkatimizin başka yöne kayması
olarak da düşünülebilir. Din deneyiminde bu sıçrama olarak adlandırılır. Bu tür
‘yer değiştirmeler’ bilinçte bir gerilime yol açar. Ama dil sayesinde gündelik
hayatın gerçekliği üstünlüğünü korur. Sınırlı anlam alanını anlattığım an dil onu
gerçek hayata tercüme etmiş olur. Ama bunun yanı sıra sanat, fizik, din gibi
alanların dilde tam bir ifade bulamasalar da gerçek olduklarını unutmamalıyız.

2
Gündelik hayat mekânsal ve zamansaldır. Ama bilinç zamansal aktığından
yazarlar daha çok zamansallık üstünde dururlar. Onlara göre gündelik hayatın
subjektiviteler-arası kullanılan standart bir zamanı vardır. Bu zaman ise;
fizyolojik ritmimiz, doğadaki örüntülerin oluşturduğu kozmik zaman ve ona
bağlı olarak oluşturulmuş sosyal zamanı içerir. Elbette bu kadar farklı unsuru
içeren bu standart zamanda eş zamansızlıklar da olur. İşte bunların sonucu da
beklemeyi gerektiren durumlardır. Örn: bir spor aktivitesine katılabilmek için
ayağımızın iyileşmesini beklememiz. Aslında bakarsak zamansallık içinde tam
bir eş zamanlılık mümkün değildir. Biz tasarılarımızı gündelik hayatın karmaşık
zamansal yapısına göre ayarlamak zorundayızdır.

Bu zamansallık bizim varlıklarımızı kuşatır, düzenler; bizden önce de vardır


sonra da kesintisiz olarak varlığını sürdürecektir. Sadece bizim açımızdan,
ölümümüzün bilgisine sahip olduğumuzdan, yaşam süremizle sınırlıdır. Ama
ona müdahale edemem, tersine çeviremem, zaman kendini ve şartlarını bana
dayatır.

1.2. Gündelik Hayattaki Sosyal Etkileşim

Gündelik hayatı başkalarıyla paylaştığımızdan bahsetmiştik. Bu paylaşımın en


önemli türü yüz-yüze olanıdır. Bu tip etkileşimde ifadelerimiz eş zamanlı ve
karşılıklıdır. Ama yine de yanlış anlayabilirim. Benim için ortak algıya göre keyif
ifadesi olan kahkaha öteki için bir sinir krizi olabilir ama yine de en yakın ve en
ifadesel etkileşimi bu şekilde kurarız.

Bu etkileşimde karşımdaki tamamen gerçektir. Elbette yüz-yüze


karşılaşmadığım, söz gelimi konuşmada adı geçen, biri de benim için gerçektir.
Ama bu etkileşim sırasında karşımda olan kişi benim için kendimden bile daha
erişilebilirdir, der yazarlar. Çünkü kendi erişilebilirliğim için kendim hakkında
düşünmem ve sorgulamam gerekir.

Bu kesintisiz etkileşim sürecinde kalıplar koymak ve onları korumak oldukça


zordur. Örn: düşman olarak gördüğüm biri yüz-yüze etkileşim sırasında
tavırlarıyla aksini düşünmemi sağlayabilir. Elbette kandırılmamız ve yanlış

3
anlamamız her zaman olduğu gibi mümkündür ama bunların sürdürülmesi yüz-
yüze etkileşimde çok daha zordur.

Yüz-yüze etkileşim sırasında da problem yaratana kadar bazı tipleştirici şemalar


kullanarak algılarım ötekini. Elbette bu şemalar yakın etkileşimde uzak olana
nazaran daha kırılgan ve müdahaleye açıktırlar. Ama algıladıklarımın
şemalarımı etkileyebileceği gibi aksi de olabilir yani ben algıladığım şeyleri
şamalarımı kanıtlayacak doğrultuda da anlayabilirim. Bu tipleştirme sırasında
aslında kendimizin de tipleştiriliyor olduğunu unutmamalıyız.

Tipleştirmeler aslında bir genelleme ve anonimleştirmedir. Örn: bir arkadaşımla


konuşarak onun hareketlerini onun milletinden herkesinki ile bir tutum onu
genelleyebilir ve anonimleştirebilirim. Anonimliğin de pek çok derecesi vardır
örn: her sabah annem kadar sık gördüğüm bir satıcı benim için çok daha
anonim olabilir. Buna göre yakın çevremde olmayanların anonimlik seviyeleri
daha fazladır. İşte yazarlarımıza göre sosyal yapı, bu etkileşimlerin tekrarlarının
oluşturduğu örüntüler bütünüdür.

Ele alınması gereken bir diğer husus ise ötekilerle ilişkimin çağdaşlarımla sınırlı
olmadığıdır. Geçmiştekiler ve gelecektekilerle de bir etkileşimim vardır. Bunlar
bireysel içerikli olmasalar dahi gündelik hayatın gerçekliği açısından çok
belirleyici ve önemli olabilirler. Örn: gelecek kuşaklar için kendimi feda
edebilirim.

1.3. Gündelik Hayatta Dil ve Bilgi

“İnsanın ifadeselliği, nesnelleşme yeteneğine sahiptir..” kısaca açıklayacak


olursak öznel bir süreç, ortaya çıktığı durumda yüz-yüze etkileşimde benim için
anlaşılabilirdir. Sözgelimi bağırmak şeklinde ortaya çıkan karşımdakinin öznel
öfke ifadesini anlayabilirim. Aynı şekilde öfke bir silah aracılığıyla nesnelleşebilir
de. “..silah, hem insani bir ürün hem de insan öznelliğinin nesnelleşmesidir.”

Gündelik hayatın gerçekliği hem bu nesnelleşmelerle doludur hem de


mümkündür. Tüm nesnelleşmeler gösterge olarak kullanılmaya açıktır, bir

4
bıçağın av gerecinden şiddet göstergesine dönmesi gibi. Aynı zamanda
başından itibaren gösterge olan nesnelleşmeler da olabilir.

Beden hareketleri, jestler gibi gösterge sistemleri arasında en önemli olan ‘sesli
gösterge sistemi’ olarak tanımlanabilecek olan dildir. Gündelik hayat da dil
sayesinde yürüttüğüm bir hayattır. Bu nedenle dil gündelik hayata dair her
kavrayışım için gereklidir. Dil yüz-yüze iletişimden uzak iletişim kainalları
nedeniyle olabileceği gibi yüz-yüzeyken dahi kopabilecek bir yeteneğe sahiptir.
Örneğin dil yoluyla hiç görmediğim şeylerden bahsedebilirim ve hatta bunu
gelecek kuşaklara aktarabilirim.

Düşündüğüm şekilde konuştuğum ve karşımdaki de öyle yaptığı için ve hemen


duyup cevap verebildiğimiz için dil bize mümkün en kesintisiz etkileşimi sunar.
Dil bir nesnelleştirme aracı demiştik; bu demek oluyor ki konuşmalarımı
duydukça kendi öznel anlamlarım da benim için nesnelleşirler ve erişilebilir
olurlar. Dil hemen hemen tüm deneyimlerimi nesnelleştirebileceğim kadar
esnektir ve tecrübelerimi kategorilerle sınıflandırarak tipleştirir ve
anonimleştirir de.

Dil yoluyla öznel zamanımı başkasının zamanıyla eş- zamanlılaştırabilirim.


Burada ve şimdi olmayan şeyleri onlardan bahsederek burada kılabilirim.
Yani kısacası sadece dil yoluyla koca bir dünyanın bilgisine varabilirim.

Dil yoluyla gündelik hayatın gerçekliğini aşabilirim de. Örneğin rüyamı


anlatarak onu gündelik hayatın gerçekliği açısından anlamlı kılabilir ama dilin
gündelik hayatın gerçekliğini aşmasını sağlayabilirim. Bu iki gerçeklik alanında
geçiş yaptığı zaman yani bir gerçeklik alanına bir diğer alanda ifade
bulduğunda bu geçişte semboliklik diyebilir ve bunu sağlayan, burada dil,
sisteme sembolik dil diyebilirim. Din, sanat, felsefe, bilim en önemli sembol
sistemleridir.

Dil aynı zamanda kendi içinde anlam alanları inşa eder. Bunun içinde belli bir
kelime darcığını ve kategorilerini kullanır. Örneğin dillerde samimi resmi
konuşmayı belirleyen anlam alanları vardır. Ya da mesleğimize dair bir dil alanı
vardır. İşte tüm bu anlamsal alanlar biyografik ve tarihsel olarak birikir ve
sosyal bilgi stokunu oluştururlar. Ama bu stok sadece içinde yaşayanlar için

5
anlamlıdır. Örn: toplumda yoksul biri kendi yoksulluğunu ve bunun
sınırlamalarını bilir, aynı şeyin bilgisine zengin olan da sahiptir ama aynı bilgi
stokuna sahip olmayan biri için hayatta ve sağlıklı olmak bir zenginlik belirtisi
olabilir.

Yazarlar burada bilincin pragmatik yapısına dönerek reçete bilgilerden


bahsederler. Bu reçete bilgiler sosyal bilgi stokunun büyük bir bölümünü
oluştururlar. Reçete bilgi rutin eylemlerimizdeki işimize yarar bilgidir. Örn:
telefonumun ne tip devrelerle vs. çalıştığını bilmem ama hangi tuşa basarak
çalıştığını bilirim. Kısacası sosyal bilgi stokumda gerçeklikleri işime yarama ve
yakınlık derecesine göre belirlerim. Mesleğime dar bilgileri net bir şekilde
bilirken başka şeyleri net olmadan bilirim ama bilgim aksi iddia edilene kadar
doğru kabul edilir.

Öte yandan sosyal bilgi stoku her zaman arkasında bir karanlık taşır. Her ne
kadar ben kendime yakın alanları net ve karmaşık olarak bilsem de bilgilerimi
doğrulayan süreçleri bilmiyor olabilirim. Aynı şekilde sosyal bilgi stokunun beni
ilgilendirmeyen alanlarını da bilmem, eğer borsayla ilgilenmiyorsam, bir şirketin
hisselerinin durumunun beni ilgilendirmemesi gibi.

Değinilecek bir başka konu da bilginin sosyal dağılımıdır. Bilgi her alanda
herkesle eşit paylaşılmaz. Farklı bireyler farklı bilgileri farklı şekillerde
sahiplenirler. Ben de her bilgiyi herkesle paylaşmam bazılarını saklı tutarım.
Aynı şey elbette onlar için de geçerlidir onların da her bilgiyi benimle
paylaşmak zorunda olmadıklarını bilirim. Burada devreye uzmanlık da girer. Bu
nedenle her bilgiyi bilmesem ve her bilgi bana verilmese de bilgiye nasıl
ulaşabileceğimin bilgisine ana hatlarıyla sahibimdir.

2. Nesnel/Objektif Gerçeklik Olarak Toplum

2.1. Kurumlaşma

2.1.1. Organizma ve Faaliyet

İnsanlar, hayvanlar dünyasında özgün bir konum taşırlar; diğer yüksek memeli
hayvanlardan farklı olarak, hiçbir türe-özgü çevreye ait değildir yani; köpek-

6
dünyası veya bir at-dünyası gibi bir insan-dünyası yoktur. Hayvanların tümü,
biyolojik donanımlarının önceden belirlediği yapılara sahip kapalı dünyalarda
yaşarlar. Bunun tersine, insanın çevresiyle kurduğu ilişki, dünyaya-açıklık ile
karakterize olur. İnsan farklı faaliyetlere yönelir. İnsanın bu biyolojik özelliği,
içgüdü öğesi ile alakalıdır. İnsan dürtülere sahip olsa da, diğer yüksek-
memelilerinkiyle kıyaslandığı zaman insan içgüdüsü daha az-gelişmiştir. Yani,
insan organizması, oluşum halindeki verili donanımını, daha geniş ve sürekli
değişip çeşitlilik gösteren bir faaliyetler alanına uygulama yeteneğine sahiptir.
İnsan organizmasının bu özelliği de ontogenetik gelişiminde temellenir.
Ontogenetik kavramından kasıt, tek bir organizmanın hayat döngüsüne ait
olmasıdır. Hayvanlarda ana karnındayken tanımlanan önemli organizma
gelişmeleri, insanlarda ana rahminden çıktıktan sonra ortaya çıkar. İnsan
yavrusu ana rahminden çıktıktan sonra sadece dış dünya içinde olmakla
kalmaz, aynı zamanda, bu dünyayla ilgili karşılıklı ilişkiler de geliştirir.

Bu nedenle insan organizması bir yandan biyolojik olarak gelişir, bu süreç


içerisinde de çevresiyle ilişki kurmaya devam eder insanlaşma (becoming man)
süreci oluşur. İnsan gelişimi aynı zamanda, kendisine doğru hamleden anlamlı
ötekilerle kendisi arasında aracılık yapan spesifik bir kültürel ve sosyal düzenle
de karşılıklı ilişki içindedir. İnsanın gelişimi ve biyolojik varlığının büyük bir
kısmı, doğum anından itibaren sosyal öğrenmelerle yönlendirilir ve sonsuz
yoğrulabilirlik sergiler. İnsanolmaklık (humanness), sosyo-kültürel anlamda
değişkendir. Sadece, insani sosyo-kültürel oluşumlara izin veren ve sınırlar
koyan antropolojik sabiteler anlamında bir insan doğası mevcuttur. İnsanların
bir doğaya sahip olduklarını söylemekten ziyade, insanın kendi doğasını
oluşturduğunu ya da ürettiğini söylemek daha doğrudur.

İnsan organizmasının yoğrulabilirliğine dair en iyi örnek, cinsellikle ilgili


etnolojik kanıtlardır. İnsanın da diğer yüksek-memelilerinkine benzer cinsel
dürtüleri olmasına rağmen, insan cinselliğini oldukça yüksek bir esneklik
düzeyinde yaşar. Etnolojik bulgular, insanın cinsel konular söz konusu olduğu
zaman hemen her şeyi yapabilme eğiliminde olduğunu gösterir. İnsan cinselliği
her kültüre özeldir. Her kültür, kendi içinde özelleşmiş cinsel davranış kalıplarını

7
ve cinsel alandaki antropolojik varsayımlarını barındırır. Bu oluşumlar,
insanların biyolojik doğasının yanı sıra sonradan şekillenmiş sosyo-kültürel
özelliklerinden ileri gelir.

Berger ve Luckmann’a göre benliğin biçimlendiği dönem, insanın çevresiyle


olan karşılıklı ilişkileri çerçevesinde geliştiği döneme denk düşer. Benliğin
oluşumu bu durumda, hem organizma gelişimiyle hem anlamlı ötekilerle
etkileşimde olduğu sosyal süreçlerle ilişkisi içinde anlaşılmalıdır. Benlik için
gerekli olan genetik önvarsayımlar doğumda verilir. Bununla birlikte, benlik,
daha sonradan sosyal öğrenmelerle birlikte ortaya çıkan, nesnel ve öznel olarak
ayrılan bir kimlik şeklinde oluştuğu için, bu şekilde verili değildir. İnsan
organizmasının gelişip tamamlanmasını belirleyen aynı süreçler benliğin
oluşumunu da sağlar. Benliğin yapısı, bireyin sadece kendi olarak kalmasına
izin vermez; bireye ek özellikler de sunar. Örneğin, birey olarak bir erkek vardır
ama o erkek toplumda sadece bedensel olarak erkek değildir, erkekçe
duygular, davranışlar, özellikler de sergiler. Kısacası, benlik ve organizma
birbirinden ayrı bağlamlarda anlaşılamaz.

İnsan organizmasıyla insani benliğin ortak gelişimi, organizma ile benlik


arasındaki insani ilişkiyle bağlantılıdır. Aralarındaki bu ilişki dışmerkezli bir
ilişkidir. İnsan bir yandan bir bedendir, diğer yandan ise bir bedene sahiptir.
Bunun anlamı, insanın kendi bedeniyle özdeş olmadığı, bunun tam tersine
sadece bedeni üzerinde istediğini yapmaya hakkı olan bir varlık olduğudur.

İnsanın kendini üretmesi sürekli ve zorunlu olan bir sosyal girişimdir. İnsanlar,
kendi sosyo-kültürel ve psikolojik oluşumlarıyla bütünleşen insani bir çevreyi
hep birlikte üretirler. İnsanlar izole edilerek gelişemezler ve kendilerine bir
çevre de üretemezler. İzole olmuş bir insan, hayvan düzeydeki bir varlık olarak
geçer. İnsanın spesifik insanlığı ve sosyalliği, ayrılmaz bağlarla birbirine
bağlıdır.

İnsan organizması, insani davranışın istikrarını sağlamak için gerekli olan


biyolojik araçlardan yoksundur. İnsan varoluşu, empirik olarak, bir düzen,
istikamet ve istikrar kontekstinde ortaya çıka. Peki bu insani düzenin empirik

8
olarak var olan istikrarı nereden kaynaklanır? Bu soruya iki şekilde cevap
verilebilir. İlk olarak, verili bir sosyal düzen her türlü bireysel organizma
gelişiminden önce gelir. Bu da demektir ki, biyolojik anlamda insan varoluşunun
içsel dünyaya-açıklığı, sosyal düzen tarafından daimi olarak bağıl bir dünyaya-
kapalılığa dönüştürülür. Bu dönüştürme zorunludur. Bu dönüştürmeyle birlikte
sosyal düzenin nasıl ortaya çıktığı sorusu ortaya çıkar. Sosyal düzen, insani bir
üründür ve insanın süregiden dışsallaşması sırasında üretilir. Sosyal düzen,
biyolojik olarak verilmiş değildir veya herhangi bir biyolojik veriden türemez.
Ayrıca sosyal düzen, bilindiği üzere insanın doğal çevresinden de oluşmamıştır.
Sonuçta, sosyal düzen sadece insan faaliyetin bir ürünü olarak var olur.

2.1.2. Kurumlaşmanın Kökleri

Tüm insan faaliyetleri, tekrar edilerek alışkanlık haline (habitualization)


getirilmeye tabidir. Bu durum, sosyal faaliyetin yanı sıra sosyal-olmayan
faaliyet için de geçerlidir. Örneğin, ıssız adada tek başına kalan birey bile
davranışlarını mutatlaştırır. Hayatta kalabilmek her gün aynı şeyi yine yapmak
zorunda kalır.

Mutatlaşmış faaliyetler, bireyler için belli anlama ve karaktere sahiptir. Bunlar


rutin haline gelse de, olduğu gibi kabul edilse de bireyler tarafından anlamlı
mutatlar haline gelirler. Mutatlaştırma, faaliyete, insanın biyolojik donanımında
olmayan ve böylece yönelimsiz dürtülerin yol açtığı gerilim birikimini rahatlatan
bir istikamet ve uzmanlaşma sağlar. Mutatlaşmış eylemin art alanı dediğimiz
şey, düşünüp taşınmak ve yenilikler yapmak için bir ön alan açar. Olaya
insanların kendi eylemlerine yüklediği anlamlar açısından bakarsak,
mutatlaştırma, her bir durumun adım adım yeniden tanımlanmasını zorunlu
kılmaktan çıkarır.

Mutatlaştırma süreçleri, her türlü kurumlaşmadan önce gelirler ve sosyal


etkileşimden kopmuş yalnız bir bireye dahi uygulanabilir durumdadırlar.
Mesela, daha önce de örneğini verdiğimiz ıssız bir adada kalan birey gibi sebebi
önemli olmayan yalnızlığından dolayı, birey kendi hayat tecrübeleri ve koşulları

9
doğrultusunda faaliyetlerini mutatlaştıracaktır. Empirik olarak, insan
faaliyetlerinin mutatlaştırılmasında bu faaliyetlerin kurumlaşmasıyla eş zamanlı
olması çok önemlidir ve kurumların ortaya nasıl çıktığı sorusunu akıllara getirir.

Fail tiplerin mutatlaştırılmış eylemleri karşılıklı olarak tipleştirmesi,


kurumlaşmanın oluşmasını doğurur. Yani, böylesi her tipleştirme bir kurumdur.
Kurumsallaşma içinde sadece eylemler değil failler de tipiktir. Kurumları ortaya
çıkaran mutatlaşmış eylem tipleştirmeleri, her zaman başkalarıyla paylaşılır.
Örneğin, bir hukuk kurumunda, belli koşullar altında belli biçimlerde uçurulacak
kelleler ve kelle uçuracak belli birey tipleri tespit edilir.

Kurumlar ayrıca, tarihselliği ve kontrolü içine alır. Eylemlerin karşılıklı


tipleştirilmeleri, paylaşılan bir tarihin akışı içinde oluşturulur. Kurumlar bir anda
yaratılmazlar; bir tarihe sahiptirler ve o tarihin ürünleridir. Bir kurumu anlamak
için içinde üretildiği tarihsel süreci de anlamak gerekir. Kurumlar ayrıca,
varoluşları bakımından insan davranışlarını kontrol eder. Bu yüzden, örneğin
hukuk kurumu, ensest tabusunu yıkan birinin kellesini uçurabilir.

Kurumlar, genellikle, çok sayıda insanı içine alan kolektivitelerde ortaya çıkar.
Ancak iki kişinin sil baştan etkileşime girdiği durumlarda bile kurumlaşmış
karşılıklı tipleştirme süreçlerinin oluşabileceğini vurgulamak önemlidir.
Kurumlaşma, zaman içinde süregelen her sosyal durumun başlangıcında öz
olarak mevcuttur. Mesela birbirinden farklı sosyal dünyalardan gelen A ve B
bireylerini ele alırsak, bu bireyler etkileşime girdikleri zaman çok hızlı bir
şekilde tipleştirmeler üretilecektir. Birbirlerinin yaptıkları eylemleri izledikçe
zamanla A, B’nin, B de A’nın rollerini ve eylemlerini yapmaya başlayacaktır.
Bunun sonucunda da, her biri bir diğerinin eylemlerini öngörebilecek duruma
gelir. Aynı zamanda, bu iki birey, hem eylemlerini hem de etkileşimlerini
sabitlemede iş görecek bir art-alan yaratmaktadırlar. Bu art-alanın oluşması,
yeri geldiğinde bu bireyler arasında yenilikler ve işbölümü yaratılmasını
mümkün kılar. Ortaya çıkan bu işbölümü ve yenilikler, bireylerin ortak alanlarını
genişletecek, böylece de yeni mutatlaştırmaların oluşmasına yol açacaktır.

10
Çoğunlukla, tekrarlanan bütün eylemler, bir dereceye kadar mutatlaştırılma
eğilimindedirler; tıpkı gözlemlenen tüm eylemlerin, zorunlu olarak belirli bir
tipleştirmeyi gerektirdiği gibi. Böyle bir karşılıklı tipleştirmenin ortaya çıkması
için, iki veya daha fazla bireyin aynı sosyal düzen içerisindeki mutatlaşmış
eylemlerinin birbirine bağlanması gerekir. Bu açıklamalar şu soruyu ortaya
çıkarır “Hangi eylemlerin bu şekilde karşılıklı tipleştirilmesi mümkündür?”

Kendi ortak durumları içinde A ve B ile alakalı eylemler vardır. Bu alakalı olan
alanlar, farklı durumlarda farklılıklar da gösterir. Bunlardan bazıları,
toplumsallık öncesi koşulların sonucu olabilir. Her koşulda mutatlaştırılması
gerekecek olan şey, A ile B arasındaki iletişim sürecidir. İş, cinsiyet, memleketi
tipleştirme ve mutatlaştırmanın diğer muhtemel odaklarıdır. A ve B’nin bu farklı
alanlar içerisindeki durumu, geniş ölçekli toplumlarda oluşan kurumlaşmanın
bir örneğini yansıtır.

Sosyalizasyonun erken aşamalarındaki çocuk, doğal fenomenlerin nesnelliği ile


sosyal oluşumların nesnelliği arasında ayrım yapma yetisine sahip değildir.
Sosyalizasyonun en önemli unsuru dildir ve dil, çocuğa şeylerin doğasına içkin
bir şeymiş gibi görünür; çocuk dilin anlaşmaya bağlı bir şey olduğunu
anlayamaz. Bir şey, onun adlandırdığı şey olur ve başka şekilde adlandırılamaz.
Bütün kurumlar da aynı biçimde, verili, değiştirilemez ve kendiliğinden aşikar
olarak görünür. Bu dünyanın nesnelliği, ebeveynler açısından, çocuklarının
sosyalizasyon süreçleriyle artırılacaktır ve çocuklar tarafından tecrübe edilen
nesnellik, onların bu dünyayla ilişkili tecrübelerine de geri yansıyacaktır.

Öyleyse, kurumsal dünya, nesnel bir gerçeklik olarak tecrübe edilir. Bu dünya,
bireyin doğumundan önce de vardır, o geldikten sonra da onun bireysel
deneyimlerden etkilenmez ve o öldükten sonra da var olmaya devam eder.
Tarihsel ve nesnel olgular olarak kurumlar, bireyin karşısına reddedilemez
olgular olarak çıkarlar. Kurumlar hep ordadırlar, bireye dışsaldırlar ve bireyler
ister beğensin ister beğenmesin var olmaya devam ederler. Birey bu
kurumlardan uzaklaşmayı da isteyemez, bunlar bireyin bu çabalarına karşı da
direnir. Kurumlar, hem olgu olmaları sebebiyle hem de içerdikleri kontrol
mekanizması sayesinde bireyler üzerinde zorlayıcı bir güce sahiptirler.

11
Kurumlar, dış gerçeklik olarak var olduklarından bireyler onları kendi
içbakışlarıyla anlayamazlar. Bu yüzden bireyler, doğayı öğrendikleri gibi,
kurumları da dışarı çıkarak, gözlemleyerek öğrenmelidir.

Kurumsal dünyanın nesnelliği ne kadar yüce görünürse görünsün, birey bu


nesnelliğin insan tarafından üretildiğini unutmamalıdır. Kurumsal dünya,
nesnelleşmiş insan faaliyetidir. İnsan ve onun sosyal dünyası birbiriyle sürekli
etkileşim halindedir. Aralarındaki bu etkileşim de diyalektiktir. Bir sosyal düzen
analizi üç moment üzerinden yapılır.

1. Toplum, insani bir üründür.

2. Toplum, nesnel bir gerçekliktir.

3. İnsan sosyal bir üründür.

İşte bu noktada, kurumsal dünya, açıklanabileceği ve haklılaştırılabileceği


yollara yani meşrulaştırılmaya ihtiyaç duyar çünkü sosyal dünyanın gerçekliği,
aktarımı esnasında bir heybet kazanır. Ancak, bu gerçeklik, yeni kuşağa
biyografik bir hatıra olarak değil de bir gelenek olarak ulaşması anlamında
tarihsel bir gerçekliktir. Örneğin A ve B sosyal dünyanın ilk yaratıcıları olarak
sosyal düzeni inşa etmeye devam ederken, onların çocukları kurumsal
dünyayla ilgili bilgileri sadece kulaktan dolma bilgilerle edinir. Bu
meşrulaştırmalar, yeni kuşak tarafından, onları bu kurumsal düzen içinde
sosyalize eden aynı süreç boyunca öğrenilir.

Kurumların tarihselleşmesi ve nesnelleşmesiyle birlikte, spesifik sosyal kontrol


mekanizmalarının gelişmesi de zorunlu hale gelir. Davranışlar ne kadar
kurumlaşırsa, o kadar öngörülebilir hale gelir ve böylece de o kadar kontrol
altına alınır. Çoğu zaman davranış, kurumsal olarak oluşturulmuş kanallar
içinde kendiliğinden oluşacaktır.

Kurumların birbirlerine tutunma eğiliminde olmaları, empirik bir olgu olarak


yerini korumaktadır. Eğer bu durum olduğu gibi kabul edilmiyorsa, bunun
açıklanması gerekir. Bunun için de ilk olarak, bir kolektivitenin tüm üyeleri için
bazı ilgilerin ortak olacağı öne sürülebilir. Diğer yandan, pek çok davranış alanı

12
da, yalnızca belirli tiplerle ilgili olacaktır. Bu davranış alanları, bu tiplere görece
sabit bir anlam yüklemesi açısından kendini gösterecek bir farklılaşmayı içerir.
Bu farklılaşma, biyolojik farklılıklarla veya işbölümü sürecinde yaşanan farklı
sosyal etkileşimlerle açıklanabilir. Örneğin, bereket büyüsüyle sadece kadınlar
ilgilenebilir ve mağara resimlerine de sadece avcılar ilgi duyabilir. Bunlar farklı
davranış alanlarına işaret eder ve bunların illa sosyal açıdan bütünleşmeleri
gerekmez.

Kurumların bütünleşmesi, onları üreten sosyal süreçler açısından işlevsel bir


zorunluluk değildir. Bilgi, toplumun temel diyalektiğinin tam ortasında yer alır.
Bilgi, bu dünyayı, gerçeklik olarak kavranan nesneler halinde düzenler. Bu bilgi,
sosyalizasyon sürecinde nesnel anlamda geçerli gerçek olarak tekrar
içselleştirilir. Gelecek kuşağa aktarılan şey de işte bu bilgi gövdesidir. Bilgi
sayesinde oluşan gerçeklik de, yeri geldiğinde bireyi biçimlendirme gücüne
sahiptir.

2.1.3. Tortulaşma ve Gelenek

İnsani tecrübe bütünlüğünün sadece küçük bir parçası bilinçte alıkonulur. Bu


şekilde korunan tecrübeler tortulaşır; yani ayırt edilebilir ve hatırlanmaya değer
şeyler olarak hafızada dondurulur. Böyle bir tortulaşma meydana gelmediği
sürece birey kendi hayat tecrübelerini anlamlandıramaz. Çeşitli bireylerin ortak
hayati tecrübeleri paylaştığı durumlarda, ortaya öznellikler-arası tortulaşma
çıkar. Öznellikler-arası tortulaşma, ancak ortak tecrübelerin tekrarlanmış
nesnelleşme ihtimali ortaya çıktığı zaman sosyal olarak tanımlanabilir. Bu
tecrübelerin bir kuşaktan diğerine ve bir kolevktiviteden diğerine aktarılması
ancak bu sayede gerçekleşebilir. Ancak ampirik olarak bu mümkün değildir.
Nesnel anlamda işleyen bir gösterge sistemi, tortulaşmış tecrübelere bir
anonimlik statüsü verir. Böylece, tecrübeler kolaylıkla iletilebilir hale gelir.

İlke olarak, bütün gösterge sistemleri bunu yapabilir. Asıl gösterge sistemi,
dilsel gösterge sistemidir. Dil ortak tecrübeleri nesnelleştirir ve böylece kolektif
bilgi stokunun hem temelli hem de aracı haline gelerek, bu ortak tecrübeleri dil

13
içinde herkese erişilebilir kılar. Ayrıca dil, yeni tecrübelerin nesnelleştirilerek
mevcut bilgi stokuna katılmasını sağlar ve nesnelleşmiş ve somutlaşmış
tortuların da mevcut kolektivitenin geleneği içine aktarılmasını sağlar. Örneğin,
silahlarını kaybedip çıplak elle avlanmak zorunda kalan bir avcı toplumunun
bazı bireyleri bu olayı tecrübe ederler. Bu kötü olay onların bilincine yerleşir ve
tortulaşır. Eğer bu tecrübe, o toplumun başka bireyleri tarafından da
paylaşılırsa, öznellikler-arası tortulaşma meydana gelecek ve bu bireyler
arasında derin bir bağ oluşacaktır. Bununla birlikte, bu olay, dil aracılığıyla
başından böyle bir şey hiç geçmemiş başka bireylere aktarıldığı zaman, bu
tecrübe onlar için de ulaşılabilir ve oldukça anlamlı bir hale gelir. Dille
tanımlanan bu tecrübe artık bireyden soyutlaşır ve herkes için nesnel bir
olasılık haline dönüşür.

Dil böylece, ilk oluşum süreçleri yeniden inşa edilmeksizin edinilebilecek geniş
bir kolektif tortular deposu haline gelir. Meşrulaştırmalar, mevcut kolektivitenin
tortulaşmış tecrübelerine yeni anlamlar vermek suretiyle, zaman zaman
birbirlerinin yerine geçebilirler.

Bu süreç, sadece kurumlaşmış eylemlerin değil, tüm nesnelleşmiş tortuların


önemini vurgular. Mesela, belirli kurumlarla doğrudan ilgili olmayan ötekilere
dair tipleştirmelerin aktarımına atıfta bulunabilir. Bir kurumun taşıdığı anlamın
transferi, o kurumun belirli bir kolektivitenin kalıcı bir probleminin kalıcı bir
çözümü olduğunun toplumsal olarak kabulüne bağlıdır. Bu yüzden de,
kurumlaşmış eylemlerin potansiyel faillerinin, bu anlamlardan sistematik bir
biçimde haberdar edilmeleri gerekir.

Kurumsal faaliyetlerin nesnelleşmiş anlamları, bilgi olarak kavranır ve o şekilde


aktarılır. Bu bilginin bir kısmı, herkesle alakalı, bir kısmı da sadece belirli tiplerle
sayılır. Her türlü aktarımı yapabilmek için bir çeşit sosyal aygıta ihtiyaç vardır.
Bazı tipler aktarıcılar olarak bazıları da bilgiyi alıcı olarak adlandırılır. Şunu
belirtmek de gerekir ki bu aygıtın özellikli karakteri, toplumdan topluma
değişecektir.

14
Belirli bir bilgi tipinin sosyal ilgi alanına, karmaşıklığına ve belirli bir
kolektivitedeki önemine bağlı olarak, bu bilginin sembolik nesne veya sembolik
eylemler aracılığıyla yeniden onaylanması gerekebilir. Bunun sebebi, bu tarz
sembollerin akılda daha kalıcı olmasıdır.

2.1.4. Roller

Kurumlar, bireysel tecrübede roller aracılığıyla cisimleşir. Dilsel olarak


nesnelleştirilmiş roller, her toplum dünyasının temel unsurlarından biridir.
Birey, rolleri yerine getirmek suretiyle bir sosyal dünyaya katılır. Bu rolleri
içselleştirdiğinde ise, aynı dünya onun için nesnel anlamda gerçek hale gelir.

Rollerin kökleri, kurumların kökleri olan mutatlaştırma ve nesnelleştirme ile


aynı temel sürece dayanır. Karşılıklı davranış tipleştirmelerini içeren ortak bir
bilgi stokunun, sosyal etkileşime özgü, kurumlaşmadan önce gelen bir sürece
girmesiyle birlikte, roller ortaya çıkar. Her kurumlaşmış davranış, rolleri
gerektirir. Bu sebeple, rollerin kurumlaşmanın kontrol mekanizmasında önemli
bir payı vardır.

Roller, kurumsal düzeni iki şekilde temsil ederler. İlki, rolün icrası, bizzat rolü
temsil eder. Örneğin, yargılayan birey kendi adına değil, yargıçlık rolüyle
yargılar. İkinci olarak; rol, bütün bir kurumsal davranış ağını temsil eder.
Mesela, yargıç rolü, diğer rollerle, yani hukuk kurumunu içine alan bütünlükle
ilişki içerisindedir. Kurum, ancak icra edilen rollerdeki böylesi bir temsil
aracılığıyla gerçek tecrübede belirir.

Birey, oynadığı roller sayesinde, sosyal olarak nesnelleşmiş bilginin alanına,


normların, değerlerin ve hatta duyguların bilgisi anlamında girer. Örneğin,
görevini yerine getiren bir yargıcın, merhamet duygusunu ne zaman
dizginleyeceğini ve rolü açısından hiç de önemsiz olmayan psikolojik bir ön
koşulu ne zaman dile getireceğini bilmesi gerekir. Böylece, her bir rol,
toplumun toplam bilgi stokunun belirli bir kısmına kapı aralar. Bir rolü
öğrenmek için, o rolün yalnızca dışarıya doğru icrasına bakmak yeterli değildir.

15
Bunu yapabilmek için aynı zamanda, bu role doğrudan ve dolaylı bir biçimde
uygun bilgi gövdesinin farklı bilişsel ve hatta duygusal katmanlarına da bakmak
gereklidir.

Bu durum, bilgini sosyal dağılımını gösterir. Bir toplumun bilgi stoku, genel
bakımdan ilgili olan şeyler ve yalnızca belirli rollerle ilgili olan şeyler aracılığıyla
yapılandırılır.

Roller ile bilgi arasındaki analizi iki açıdan yapabiliriz. Kurumsal düzen
perspektifinden bakılırsa, roller, kurumsal olarak nesnelleşmiş bilgi kümelerinin
kurumsal temsilleri olarak görünür. Rollere tek bir perspektiften bakarsak, her
bir rol, sosyal olarak tanımlanmış bir bilgi parçasını kendi içinde taşır. İlk
perspektif, toplum ancak bireyler ona dair bir bilinç taşıdığı için vardır;
ikincisinde ise, bireysel bilinç sosyal olarak belirlenir. Kurumsal düzen bir
yandan, ancak yapılan rollerde gerçekleştirildiği müddetçe gerçek olur; ama
diğer yandan roller de, karakterlerini tanımlayan ve içinde nesnel bir anlam
kazandıkları kurumsal düzenin temsilcileridir.

2.1.5. Kurumlaşmanın Kapsamı ve Kurumlaşma Tarzları

Bu konudaki temel nokta, kurumlar ile bilgi arasındaki ilişkidir. Herhangi bir
somut kurumsal düzen araştırılırken, kuramlaşmanın kapsamının ne oluğuna
dair bir soru ortaya çıkar. Burada farklı toplumların kurumsallaşmaya geniş ve
ya dar alanlar sağlamalarının tarihsellikleri içerisinde değişken olduğunu
görebiliriz.

Kurumlaşmanın alanı, ilişkilenme yapılarının genelliğine bağlıdır. Bir toplumda


ne kadar çok sayıda ilişkilenme yapısı paylaşılıyorsa, kurumsallaşmanın alanı
da o kadar geniş olur. Bunun tam tersi şekilde de, bir toplumda az sayıda
ilişkilenme yapısı paylaşılırsa, kurumsallaşma alanı o denli dar olur. Ve bu dar
kurumsallaşma alanına sahip toplumda yapılar tüm toplumca değil de gruplar
arasında paylaşılıyorsa ayrıca kurumsal düzenin de parçalı bir yapıya sahip
olabileceğini görürüz.

16
Kurumlaşmanın bütüncül olduğu bir toplum yaratırsak; bu toplumdaki her
problem ortaktır, bu problemlerin her çözümü sosyal olarak nesnelleşmiştir ve
her sosyal eylem de kurumlaşmıştır. Her rol, her faille eşit derecede ilişkili
koşullarda icra edildiği için, bilginin role-özgü dağılımı ya hiç yoktur ya da hiçe
yakındır.

Bunun aksi bir toplum yarattığımızda ise, sadece bir tek ortak problemin söz
konusu olduğu ve sadece bu problemle ilgili eylemler için kurumlaşmanın
oluştuğu bir toplum yaratılacaktır. Bu tür bir toplumda, neredeyse hiç ortak bir
bilgi stoku olmayacaktır. Bilginin hemen hemen hepsi, role-özgü olacaktır.

Kurumlar bir kere oluşturulduktan sonra süreklilik kazanmaya meyilli olsalar da,
bu kurumlaşma sürecinin tersine çevrilemez olduğunu göstermez. Çeşitli
tarihsel sebeplerden ötürü kurumlaşmış eylemlerin kapsamı daralabilir; sosyal
hayatın bazı alanlarındaysa kurumluktan çıkma gerçekleşebilir. Buna örnek
olarak, modern sanayi toplumunda ortaya çıkan özel alanın kamusal alanla
kıyaslandığında önemli ölçüde kurumluktan çıkmış olması verilebilir.

Kurumsal düzenlerin tarihsel olarak farklılaşacağı ile ilgili, farklı kurumların


birbirleriyle icra ve anlam düzeylerindeki ilişkisinin ne olduğuyla alakalı başka
bir soru gündeme gelir. Her bir öznel biyografi açısından kurumsal icra ve
anlamların birliği söz konusudur. Sosyal bilgi stokunun tümü, her bir bireysel
biyografide gerçeklenir. Herkes her şeyi yapar ve bilir. Anlamların bütünleşmesi
problemi yalnızca bireyin kendi kaynaklı bir problemdir. Fakat bilginin sosyal
dağılımı ile beraber anlam düzeyinde beliren yeni oluşumlarla beraber, bütün
toplumda kuşatıcı anlam bütünlüğüyle ilgili nesnel bir problem söz konusu
olacaktır.

Birbirinden farklı kurumsal süreçler, tamamen bütünleşmeden de varlıklarını bir


arada sürdürebilirler. Kurumsal düzenin parçalara ayrılması ve bilginin bununla
eş zamanlı dağılımı, bireyin parçalı sosyal tecrübesi ve bilgisi açısından kuşatıcı
bir nesnel anlam bağlamı temin edip toplumu kuşatacak bütünleştirici anlamları
sağlama problemine yol açacaktır. Üstelik problem sadece bunla sınırlı

17
kalmayacak, bir de, bir fail tipinin kurumsal faaliyetlerini diğer tipler karşısında
meşrulaştırma problemi meydana gelecektir.

Sosyal açıdan birbirinden ayrı olan anlam alt-evrenlerinin ortaya çıkma olasılığı,
kurumsal parçalanmanın bir diğer sonucu olarak kendini gösterir. Bu olasılık,
role-özgü bilginin ortak bilgi stoku karşısında tamamen ezoterik bir hal
almasına dek uzanan rol uzmanlaşmasıdır. Ortak görüşten bakıldığı zaman,
böyle anlam-alt evrenleri görünmez olabilir ya da olmayabilir. Anlam alt-
evrenleri, cinsiyet, yaş, meslek, dini eğilim, estetik beğeni gibi, farklı ölçütler
aracılığıyla sosyal olarak yapılandırılabilirler. Alt-evrenlerin meydana gelme
ihtimali, işbölümünün ve ekonomik artının büyümesiyle paralel olarak
artacaktır.

Alt-evrenler de bütün diğer sosyal anlam yapıları gibi belli bir kolektivite
tarafından, yani mevcut anlamları sürekli üreten ve bu anlamların içinde nesnel
gerçeklik kazandığı bir grup tarafından taşınmak zorundadır. Bu tür gruplar
arasında rekabet veya çatışma olabilir.

Bir bilgi gövdesi görece otonom bir anlam alt-evreni düzeyine erişirse, kendisini
üreten kolektiviteye geri yönelme kapasitesine sahiptir çünkü bilgi ile sosyal
tabanı arasındaki bağıntı diyalektiktir. Bu da demektir ki, bilgi sosyal bir
üründür ve sosyal değişmede bir etkendir.

Kurumlaşmanın tarihsel çeşitliliğinden kaynaklanan başka bir soru da


kurumlaşmanın nesnelleşmesiyle ilgili olarak ortaya çıkar. Bir kurumsal düzen
ya da onun herhangi bir parçası ne ölçüde gayrı-insani bir olgusallık olarak
kavranmaktadır? Bu soru sosyal gerçekliğin şeyleşmesiyle alakalıdır.

Şeyleşme, insani olguların sanki şeylermiş gibi, yani gayri-insani ya da belki


insanüstü terimlerle kavranmasıdır. Bir başka deyişle, şeyleşme, insani
faaliyetin ürünlerinin sanki insani ürünlerden başka şeylermiş gibi
kavranmasıdır. Şeyleşme, insanın insani dünyanın bizzat yaratıcısı olduğunu
unutabileceğini ve üretici ile ürünü arasındaki diyalektiğin bilinçte yitip gittiğini
ima eder. Şeyleşmiş dünya insansızlaştırılmış bir dünyadır. Bu dünya, insan

18
tarafından, bilmediği bir olgu olarak, yani kendi üretici faaliyetinin dışında,
üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir yabancı işi olarak tecrübe edilir.

Nesnel bir sosyal dünya oluşur oluşmaz, şeyleşme olasılığı da meydana gelir.
Sosyal dünyanın nesnelliği, onun insanın karşısına insanın dışında bir şey olarak
dikilmesi anlamına gelir. Bu noktada yeni bir soru belirir: İnsan, nasıl
nesnelleşmiş olursa olsun sosyal dünyanın insanlar tarafından yeniden
yaratılabileceğinin henüz farkında mıdır değil midir? Şeyleşme, nesnelleşme
sürecinin en son aşaması olarak, yani nesnelleşmiş dünyanın bir insan girişimi
olarak kavranabilirliğini kaybetmesi ve gayri-insani, insanileştirilemez ve
durağan bir olgu şeklinde sabitlenmesi sonucu ortaya çıkan bir aşama olarak
tanımlanabilir. Birdenbire, insan ile dünyası arasındaki gerçek ilişki, yerle bir
olur. İnsani anlamlar, artık dünya içinde yaratılan ürünler olarak değil, şeylerin
doğasına ilişkin ürünler olarak anlaşılmaya başlanırlar. Şunu da vurgulamak
gerekir ki, şeyleşme insani dünyanın insan tarafından nesnelleştirilmesinin bir
biçimidir. İnsan dünyayı şeyleşmiş bir şekilde anlarken bile, üretmeye devam
eder. Bu da demektir ki, insan, paradoksal bir biçimde, kendisini reddeden bir
gerçeklik üretme yetisine sahiptir.

Hem bir bütün olarak kurumsal düzen hem de onun parçaları, şeyleşmiş bir
biçimde kavranabilir. Kurumların şeyleşmesi için gerekli temel nitelikler, onlara
insani faaliyetten ve insani anlamdan bağımsız bir ontolojik statü vermektir.
Kurumlar dünyası, şeyleşme aracılığıyla, doğa dünyasıyla iç içe geçer. Kurumlar
dünyası böylece zorunluluk ve kader haline gelir ve duruma göre mutlu ya da
mutsuz bir şekilde yaşanıp gider.

Roller de kurumlarla aynı tarzda şeyleşebilir. Bu durumda, kendinin-bilincinin


rolde nesnelleşen kısmı, bireyin hiçbir sorumluluk kabul etmeyeceği kaçınılmaz
bir kader olarak kavranabilir. Örneğin, “bu durumda seçme şansım yok, böyle
davranmak zorundayım” gibi ifadeler kullanılır. Sonuç olarak, hem kendinin
hem de ötekilerin kimliği şeyleşmiş olur. Dolayısıyla, burada birey, sosyal
olarak bütünüyle kendisine atfedilmiş rollerle özdeşleşir. Birey, bu verilmiş
tipten başka bir şey değilmiş gibi algılanır. Böyle bir algılama, değerler ya da
duygular açısından olumlu veya olumsuz bir biçimde vurgulanmış olabilir.

19
Mesela, Yahudi kimliği hem anti-Semitist hem de bizzat Yahudi’nin kendisi
açısından eşit derecede şeyleşmiş olabilir; ancak Yahudi bu kimliği olumlu
anlamda vurgularken anti-Semitist olumsuz anlamda vurgulayacaktır. Her iki
şeyleşme de, insan tarafından üretilen ve içselleştirilmiş olsa da sadece
benliğin bir parçasını nesnelleştiren bir tipleşmeye bir statü atfeder.

Sonuç olarak, şeyleşme analizi, genelde teorik düşüncenin öznelde ise


sosyolojik düşüncenin şeyleştirici eğilimlerini düzelten daimi bir düzeltici olarak
iş gördüğü için önemlidir.

2.Meşrulaştırma

2.2.1 Sembolik Evrenin Kökleri

Meşrulaştırma, ikinci dereceden bir anlam nesnelleşmesi olarak tanımlanabilir.


Kurumlarla ilgili anlamları tekrardan üretir, onları özneler için makul hale
getirir, içselleştirilmelerini sağlar ve kurumları anlamlarla bağdaştırır.

Meşrulaştırma kurumlaşmanın ilk aşamasında gerekli değildir. Zorunluluk


kurumsal nesnelleşmelerin yeni kuşaklara aktarılması gerektiği zaman başlar.
Ne zaman ki özneler kurumsallaşma süreçlerinin oluşumuna tanık olmazlar o
zaman biyografi ve tarih arasında bir kopuş yaşanır. Kurumların anlamları ve
haklılıklarının (bilişsel geçerliliklerinin) yeni kuşaklar için açıklanılması gerekir.
Elbette ki meşrulaştırmanın birincil aracı dildir. Yazarlar bu süreçte 4
meşrulaştırma aşamasından söz ederler:

Teori öncesi
Bir şeyin nasıl olması gerektiğinin söylendiği aşama

Teorik önerme
Bu noktada teori aşamasında belirtilen olgu atasözleri, ahlaki ilkeler ve bilgece
sözlerle desteklenir.

Belirgin teoriler
Alanda saf teoriler oluşur. Konuda uzmanlaşmalar başlar

Sembolik evrenler

20
Meşrulaştırmanın pragmatik uygulama alanının ötesine geçmesidir. Burada
meşrulaştırma birbirinden kopuk gerçeklik alanlarına nüfuz eder. Onları
anlatarak haklı çıkartır nesnelleştir (Örn: rüyalar psikolojik teorilerle açıklanır)

Bu sembolik evrenler aşaması önemlidir çünkü olağandışı durumlara ait


gerçeklikler ya da fantezi alanındaki gerçeklikler aslında gündelik hayatın
gerçekliği için tehditkârlardır. Ve sembolik evrenlerce açıklanarak, gündelik
hayatın gerçekliği içinde nesnelleştirilip kontrol altına alınırlar.

Sembolik evrenlerin bir diğer önemli işlevleri biyografik safhaları


düzenlemeleridir. Geçiş ritüelleri gibi biyolojik aşamalın düzenlemesi sayesinde
bireylerde aidiyet ve emniyet duygularının oluşmasını sağlar ve verili ardışıklığı
tekrarlayan bireyin ‘doğru yaşadığının’ bilgisine ve mutluluğuna ulaşmasını
sağlar. Bu sayede sembolik evren, kimlik oluşumunun sorunlu yapısını bir
aidiyet duygusu içerisinde çözmüş olur.

Ölümü meşrulaştırmak da sembolik evrenlerin çözdüğü sorunlu alanlardan


biridir. Bu sayede toplumun devamı ve kesintisizliği sağlanır. Bireylere onları
doğru ölüme götürecek bir reçete sağlanır. Bireyin dehşete kapılarak gündelik
hayatın rutinlerinden kopması engellenir. Bu bağlamda bakarsak sembolik
evrenlerin meşrulaştırmaları bireyler için esasında bir kalkan görevi görürler. Ve
bu kalkanın varlığından uzak yaşamak zordur.

2.2.2 Evren-İdamesinin Kavram Aygıtları

Bu aygıtlar sembolik evrenlerin problemleşmesi halinde devreye girerler. Bu


durum olmadığı sürece sembolik evren hiçbir şeye ihtiyaç duymaksızın kendi
varlığını meşrulaştırır. Ama eğer içine kapalı, ahenkli işleyen mükemmel
sistemin olmadığını ve her sistemin başından itibaren problemli olduğunu
düşünürsek bu kavram aygıtlarının devreye girmesinde problemin boyutunun
önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Sosyalizasyon asla tam olarak başarılı değildir der yazarlar. Tüm sosyalleşmiş
‘sakinler’ birbirlerinden az çok farklıdırlar. Bu nedenler ideal olan ile gerçek
olan birbirini tutmaz. Ve bu, bu ilahi durumun eğitimcileri için bir problemdir.

21
Bu evrenler onlara göre sapkındır. Esas problem ise bu sapkın sembolik
evrenlerin paylaşılmasından ortaya çıkar.

Bu paylaşım sonucu sapkın sembolik evren gerçeklik içinde somutlaşır ve esas


olanın gerçeklik statüsüne meydan okur. Bu noktada devreye baskı yöntemleri
gelir. Sembolik evrenlerin düzgün sürekliliği açısından bu baskı gereklidir.
Tarihsel olarak bu meydan okuma ve karşı baskı ihtiyacı sembolik evrenlerin
teorik olarak kavramlaştırmasının en önemli nedenlerinden biridir.

Bu toplum içi sapkınlıklardan çok daha gerçek ve büyük bir tehdit unsuru ise
farklı bir tarihe sahip başka bir toplumla karşılaşılmasıdır. “alternatif bir evrenin
ortaya çıkışı, diğer evrenlerin hiç de kaçınılmaz olmadığını bizzat kendi
varlığıyla empirik olarak kanıtladığı için bir tehdide yol açar”. İşte bu durum
oluştuğu anda bir teorik açıklama gerekir. Yazarların bu konuya verdikleri
örnek ataerkil Yunanlıların gelişiyle beraber civarda yaşayan anaerkil
toplumların sarsılmasıdır. Burada yunanlıların idame aygıtı ataerkilliği
meşrulaştıran teorilerle dolu olan yuman mitolojisidir.

Mitoloji, teoloji, felsefe, bilim arasındaki en arkaik idame aygıtıdır. “ince elenip
sık dokunmuş mitolojik sistemler, tutarsızlıkları ortadan kaldırmaya ve mitolojik
evreni teorik olarak bütünleştirilmiş bir biçimde idame ettirmeye çalışırlar.”
Mitoloji tanrılar ve insanlar arasındaki süreklilik dâhilinde işlerken, teoloji
birbirinden kopmuş insan ve tanrı dünyası arasında aracılık eder. Bu 2. dünya
bir sırdır, bilgi stokundan kopuktur. Öte yandan işgal ettiği sosyal konum
bakımından toplumun daha içindedir. Bilim ise hem kutsal olanı hem de
dünyanın işleyişine dair anlaşılabilir olanı gündelik yaşamdan koparır.

Bahsettiğimiz idame aygıtlarının iki tip uygulanışıyla karşılaşırız: terapi,


hiçleştirme.

Terapi meşrulaştırıcı aygıtların bireysel vakalara uygulanmasıdır. Cin çıkartmak,


psiko-analiz, günah çıkartmak gibi aygıtların hepsi kültürel anlamda terapi
aygıtlarıdır. Amaç normale dönüşü sağlamaktır. Normun dışına çıkmış kişi belli
bir suçluluk duygusuna sahiptir ve bu nedenle uzmanlar tarafından sunulacak

22
terapi ile sunulanı içselleştirecektir. Suçluluk doğru ve normale dönüşün
gururuna dönüşecektir ve bireye bu anlamda bir tatmin de sağlayacaktır.

Terapi herkesi evrenin içinde tutmak amaçlıyken hiçleştirme evrenin dışında


kalan her şeyi yok etme amaçlıdır. Bunu sapkın olguya olumsuz bir statü
vererek yapabilir. Değersizleştirmek yoluyla etkisizleştirmek bunun bir
yöntemidir.

Hiçleştirmenin daha da etkin bir diğer yöntemi ise her şekilde kendini
kanıtlayan teorik açıklamalar yapmaktır. Bunu bir örnek üzerinden anlatacak
olursak eşcinselliğin insanın doğasında olan bir durum olduğu ve bunu
yadsıyanların da bu olguyu henüz kabullenememiş bireyler olduğu teorisi ile
eşcinselliğin varlığını ve doğallığını karşı çıkılsa da çıkılmasa da kanıtlamış
oluruz.

2.2.3 Evren-İdamesine Yönelik Sosyal Örgütlenme

Toplumlardaki işbölümünün bir sonucu olarak bilginin uzmanlaşması ve


uzmanlaşmış bilgi gövdelerinin yönetimi için personelin organize edilmesi
gerekir. Bu iş bölümünün erken aşamalarında uzmanlık alanları rekabet
gerekmeyecek şekilde tanımlanmıştır.

Daha karışık bilgi formları ortaya çıktığında ise bu uzmanlar gündelik hayatın
gerçekliğinden bir ölçü de kopmaya başlayabileceklerdir. İşte burada karşımıza
evrensel uzmanlar çıkıyor. Bu uzmanlar kendilerini tam zamanlı uzmanlığa
vererek tüm bilgi stokuna hâkim bir statü isterler. Gerçeğin nihai tanımına
hâkim olduklarının bir iddiasıdır bu.

Bu uzmanlar arasında daima ir çatışma ihtimali olacaktır. Kitapta değinilen bir


diğer önemli konu da rakip uzmanların iddialarını ikna aracılığıyla herkese
kanıtlayabileceği ihtimalinin düşük olduğudur. Ve devreye baskı unsuru girer.
Uzmanlar iddialarını kanıtlamak için otoritelere gidebilirler ve kimse onları
suçlayamaz. Berger ve Luckmann’a göre zorla kabul ettirilen gerçeklikler iradi
olarak kabul edilenlerden daha az ikna edici değillerdir. Çünkü iktidar
sosyalizasyon süreçlerini ve dolayısıyla gerçekliği üretme gücüne sahiptir. Ve

23
bu üretilen gerçeklikler işlevsel oldukları sürece sorunsuz görülürler. Çıkarlara
uygun gerçeklik üstün olandır.

Kurumları meşrulaştırmanın ve sonra onların kendilerini meşrulaştırmalarının


bir sonucu da kurumun doğasında var olan durağanlığın pekişip insan
eylemlerinin esnekliğinin sınırlanmasıdır. Çünkü kurumlar problemli hale
gelmedikçe varlıklarını sürdürme eğilimindedirler, sürekli pekiştirmeler de elbet
bunu destekleyecektir. Böylece kurumlar işlevselliklerini kaybetseler de devam
edebileceklerdir.

3.ÖZNEL/SUBJEKTİF GERÇEKLİK OLARAK TOPLUM

3.1 Gerçekliğin İçselleştirilmesi

3.1.1 Asli Sosyalizasyon

Birey toplumun bir üyesi olarak doğmaz, sosyalliğe bir yatkınlıkla doğar ve
toplumun bir üyesi haline gelir. Her bireyin hayatında toplumsal diyalektiğe
katıldığı andan itibaren bir zamansallık ardışıklık söz konusu olur. Buradaki ilk
süreç içselleştirmedir. Bunu; göstergeleşmeyi ön gerektiren, birinin öznel
süreçlerini algılamak olarak en basit şekilde açıklayabiliriz. Demek ki
içselleştirme önce bir başkasını sonra da dünyayı anlamlı bir gerçeklik olarak
algılayabilmektir. Bu süreçte anladığım kişinin içinde yaşadığı dünyayı da anlar
dolayısıyla o dünyayı da kendimin kılmış olurum. Ve etkileşim sırasındaki
karşılıklı anlamalar ve tanımlamalar yoluyla kesintisiz olarak birbirimizin
varlığına katılıyoruzdur. İşte bu içselleşme derecesine ulaştığında birey
toplumun üyesi olmuş olur.

Asli sosyalizasyon bireyin çocukluğunda başından geçen ilk sosyalizasyondur.


Tali sosyalizasyon ise zaten sosyalleşmiş olan bireyi, kendi toplumlarının nesnel
dünyasındaki yeni alanlara sokan herhangi bir süreçtir. En önemli sosyalizasyon
asli sosyalizasyondur bu nedenle tali sosyalizasyon süreçleri de asli
sosyalizasyon süreçlerine benzemelilerdir.

Bireyler anlamlı ötekilerle karşılaştıkları bir sosyal yapı içine doğarlar ve onların
kendi durumlarına yaptıkları tanımlar bireyin karşısına nesnel bir gerçeklik

24
olarak çıkar. Sosyal dünya anlamlı ötekiler ve biyografik süreçlerle gerçeklikleri
seçerler örneğin aynı aşağı sınıftan iki kişi birbirinden oldukça farklı tarzda
hayat sürüyor olabilirler.

Asli sosyalizasyonda duygusal süreçlerde çok önemlidir. Çocuklar kendilerini


anlamlı ötekilerle özdeşleştirirler. Onların rol ve tutumlarını benimserler. İşte bu
süreçler yoluyla çocuklar tutarlı kimlikler edinmeye başlarlar. Bu kimlik
oluşturma süreci diyalektik bir süreçtir. Anlamlı ötekiler tarafından atfedilen
şey, ötekiler tarafından tanınma ve kendini tanıma kimliğinin oluşmasının
öğeleridir.

Çocuk önce anlamlı ötekilerle sonra da genellemeler yoluyla tüm toplumla


özdeşleşir. Yazarların buna verdiği örnek bir şeye annenin kızacağının bilgisi,
sonra aynı davranışa herkesin kızacağı bilgisi ve son olarak da davranışın yanlış
olduğu bilgisine ulaşmasıdır. Görüldüğü gibi süreç özelden geneledir. İşte bu
genelleştirilmiş öteki kavramıdır ve sosyalleşmenin çok önemli bir safhasının
işaretidir.

Dil ise sosyalizasyonun hem en önemli içeriği hem de aracıdır. Bu yolla


genelleştirilmiş öteki tanımlanır ve nesnel ve öznel süreçler arasından bir
simetri kurulmuş olur. Ama elbette tüm nesnellikler içselleştirilemez.
Sosyalizasyonda oluşmayan öznel öğeler de vardır. Bunlar sayesindedir ki birey
kendini hem toplumun içinde hem dışında bir varlık olarak algılar.

Asli sosyalizasyon süreçlerindeki anlamlı ötekileri birey seçmez. Çocuk


tamamen pasif olmasa da yarı-otomatik bir şekilde özdeşleşir ve bu dünya tali
dünyalardan çok daha yoğun olarak bilince kazınır ve içselleştirilir. Yazarlar asli
sosyalizasyonu “kişinin tesadüfî doğumunu anlamlı kılmak” olarak yorumlarlar.

Çocukların bu dünyası şüphe kaldırmayacak kadar heybetlidir, şüphe duyma


lüksü ancak daha sonra mümkündür. Asli sosyalizasyonun tanımlanmış
öğrenme aşamaları vardır. 3 yaşında bir çocuk ve 12 yaşında bir çocuğa aynı
şeyler öğretilmez. Ya da kız ve oğlan çocuklarını ilgisini aynı şeyler çekmez. Öte
yandan toplumdan topluma değişiklikler olabileceği de göz ardı edilmemelidir.
Aynı yaş bir toplumda çocuk bir toplumda yetişkin olarak kabul edilebilir.

25
Asli sosyalizasyon genelleşmiş öteki bireyin bilincinde oluştuğu zaman sona
erer. Ama sosyalizasyon hayat boyu sürecek bir süreçtir.

3.1.2 Tali Sosyalizasyon

Tali sosyalizasyon ancak çok sınırlı bilgi stokuna sahip toplumlarda olmayabilir.
Ama böyle, bilgi dağılımına sahip olmayan bir toplum mevcut değildir. Bilgi
dağılımı yanında tali sosyalizasyonu zorunlu hale getirir. Tali sosyalizasyon,
kurumsal ya da kurum temelli alt-dünyaların içselleştirilmesidir. İşbölümünden
temellenen rollere dair bilginin edinilmesidir. Bunun içinde davranış şekilleri,
kelime seçimleri gibi öğeler, imajlar ve alegoriler vardır.

Tali sosyalizasyon daima kendinden önce gelen bir asli sosyalizasyonu


önvarsayar. İçselleştirilecek her şey mevcut bu gerçekliğin üzerine kurulur.
Burada iki gerçeklik arasında bir tutarsızlık olma ihtimali vardır. Tali
sosyalizasyonda duygusallık önemli değildir, öğretmenimi annemi sevdiğim gibi
sevmem gerekmez.

Ama asli sosyalizasyonda anlamlı ötekiler gerçekliğin kendisi olarak tanımlanır


ve içselleştirilirler. İşte bu nedenle asli sosyalizasyondan sonra girilen alanlarda
ebeveyn dünyasının tek ve doğru gerçeklik olmama ihtimali krizlere yol açar.

Tali sosyalizasyonda roller anonimdir. Kişilerden kolaylıkla kopartılabilirler.


Öğrenilen şeylerin içeriği de asli sosyalizasyon kadar unutulmaz ve kaçınılmaz
değildir. Uzun süre boyunca tali sosyalizasyonda edinilen yeni bilgiler asli
sosyalizasyonda edinilenlere tercüme edilir. Yazarlar bunu öğrenilen ikinci bir
dilin ana dile çevrilerek öğrenilmesine benzetirler. Tali sosyalizasyon sürecinde
öğrenilenler nadiren asli sosyalizasyonlardakiler kadar kalıcı olurlar. Bunlar
daha çok pragmatik bilgilerdir.

Tali sosyalizasyon bilgilerinin daha kırılgan ve güvenilmez bir öznel gerçekliğe


sahip olmalarından dolayı bunları güçlendirecek özel tekniklerin geliştirilmesi
gerekebilir. Bu ise tali sosyalizasyonun yöneldiği alanla alakalıdır. Örneğin bir
müzisyen girdiği yeni bilgi alanına hayatının her alanında girmek zorundayken
bir mühendisin aynı şeyi yapmasına gerek yoktur. Mühendislik duygusal

26
olmayan, nötr süreçlerden geçmeyi gerektirirken, müzisyenlik daha duygusal
süreçleri gerektirir. Din alanında eğitim de müzisyenlik gibi, yoğunlaştırılmış
tekniklere ihtiyaç duyar. Bu teknikler olabildiğince asli sosyalizasyon
süreçlerine benzetilmeye çalışılır. Sosyalleştirici görevli, anlamlı öteki niteliğini
üstlenir.

Böyle yoğunlaştırılmış sosyalizasyonun bir diğer nedeni de farklı kurumların


gerçeklik görevlileri arasındaki rekabettir. Örneğin Roma da Katolik bir rahip
olmak kolay olsa da Amerika da bir rekabet ve mücadele olacağı aşikârdır.

3.1.3 Öznel Gerçekliğin İdame Ettirilmesi ve Dönüştürülmesi

Gerçeklik idamesi prosedürleri, her toplumda nesnel ve öznel gerçeklikler


arasındaki simetriyi korumaktır zira ghg olağandışı insani tecrübelerce ve rakip
gerçeklik tanımlarınca tehdit edilir. Bunlar yaratımları inkar edilebilir ama
varlıkları inkar edilemez. Tali sosyalizasyon daha kırılgan olmasına rağmen
tehdit genellikle asli sosyalizasyon için bir tehdit unsurudur. Çünkü tehdit
öğeleri genellikle tali sosyalizasyonla alakasızlardır.

Gerçeklik sosyal süreçlerle oluşturulduğu gibi gene onlarla korunur. Burada


anlamlı ötekilerin yanı sıra yazarların koro olarak adlandırdığı diğerleri vardır.
Ama koro ve anlamlı ötekilerin arasında diyalektik bir ilişki vardır. Tanımları
birbirini etkileyebilirler. Örneğin 10 tesadüfi tanım bir anlamlı ötekinin
düşüncesine eş değer olabilir ve ya ağır basabilir.

Bir diğer idame aygıtı da söyleşmedir. Söyleşme gerçekliği idame ettiği gibi
değiştirir de. Söyleşme aygıtı “farklı tecrübe öğeleri üzerine etraflıca konuşmak
ve bunları gerçek dünyadaki belirli yerlere pay etmek suretiyle gerçekliği idame
ettirir. Dil düzeni kurarken hem anlamak hem üretmek yoluyla dünyaya
gerçeklik kazandırır.

Söyleşmenin sıklığının gerçeklik üzerinde etkisi büyük olsa da bu sıklığın yerini


yoğunluk da alabilir. Ya da bazı söyleşmeler daha ayrıcalıklı bir şekilde
meşrulaşmış olabilirler (örn: günah çıkarma). Dolayısıyla gerçeklik sosyal
süreçlere bağlıdır, bir kişi sadece kendini değerli gören bir çevrede değerli

27
olabilir. Ve gerçekler ne kadar yüz-yüze şekilde kurulurlarsa o derece iyi
korunurlar.

Birey gerçekliklerin makul olduğu çevrede kaldığı sürece, gerçeklikten şüphe


duysa kendini gülünç hisseder. Ve şüphesine gülüp geçebilir, bulunduğu
gerçekliği olduğu gibi kabul edip yaşamaya devam edebilir. Eğer bu makuliyet
yapısı bozulursa, kişinin kendini terapi etmesi daha zor olacaktır.

Bu gerçeklik kırılması riskleri için toplum spesifik prosedürler geliştirir. Kolektif


ve/ veya bireysel ritüeller bu amaçla kurumlaşmış olabilirler. “heretiklere,
delilere karşı geliştirilmiş olan tabular, cin çıkartmalar ve beddualar da benzer
şekilde bireyin ‘zihinsel hijyen’ine hizmet ederler. Bu savunma yöntemlerini
şiddeti, görünen tehlikenin şiddetiyle doğru orantılı olacaktır.” Ama öznel
gerçeklik nasıl topyekûn sosyalleşmiş olamayacaksa, sosyal süreçler tarafından
da tamamen dönüştürülemez de.

Fakat topyekun olmasa bile öyle görünen dönüşüm örneklerinin varlığı da


yadsınamaz. Bu türden dönüşümler; yer değiştirme olarak adlandırılırlar. Yer
değiştirmeler yeniden-sosyalizasyon gerektirirler. Bu süreçler asli sosyalizasyon
benzeridirler çünkü gerçekliklerin yeniden tanımlanmasını içerirler. Ama asli
sosyalizasyon gibi hiçliğin üzerine de kurulmazlar, öte yandan öznel gerçekliğin
önceki kurulumunu parçalara ayırmaları gerekir.

Bu parçalama ve yer değiştirme yine anlamlı ötekiler yoluyla mümkün


olacaktır. Onlar yen gerçekliğin klavuzlarılardır. Yer değiştirmenin prototipi din
değiştirmedir. Burada önemli olan ise din değiştirmenin makul olduğu
duygusunu yitirmemektir. İşte dini cemaat de burada devreye girer ve bu
gerçekliğe makuliyet sağlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi kişi gerçekliğin
içinde kaldığınca gerçeklik bilgisini sürdürebilir.

Bu yer değiştirme yapıları farklı alanlarda da taklit edilirler (örn: politik beyin
yıkama). Bu yeni dünya bireyin önceki dünyasının yerine geçmelidir. Birey
önceden bulunduğu dünyayla bağlarını büyük ölçüde koparmalıdır. Bu zihinsel
olarak hiçleştirmeyle mümkündür. Burada devreye söyleşme aygıtı da girer
elbet. Aygıt yeniden örgütlenir ve bireyin öznelliğini değiştirir.bu nedenledir ki

28
kişinin kiminle konuşacağı çok önemlidir. Tüm anlamlı ötekiler, kolektiviteler ve
gerçeklikler yeniden tanımlanmalıdır. Bireyin hayatında yer değiştirmeden
öncesi ve sonrası olarak bir ayrım oluşturulacaktır. Bu ayrışım sırasında
geçmişin yeniden yorumlanması ve hatta bilinçli ya da değil, uydurulması da
mümkündür.

Bir de dönüşümlerin radikal ama geçici olduğu durumlar vardır (örn: askere
gitmek). Böyle durumlarda ise kişinin önceki gerçekliği ve tutarlılığı korunmaya
devam edecektir.

3.2 İçselleştirme ve Sosyal Yapı

Kimlik oluşumunu sosyalizasyon ve cemaat içinde etiketlenmeye değinerek ele


alan yazarlar bu bölümde sosyalleşmenin spesifik bir sosyal yapıda
gerçekleştiğinden bahsederler ve başarı ve içeriğin hem sosyal-yapısal koşulları
hem de sonuçları olduğunu belirtirler. Sözü geçen başarılı sosyalizasyondan
kasıt kimliği de içinde barındıran nesnel ve öznel gerçekliklerin paralel
olmalarıdır ve tam bir sosyalizasyondan söz etmek mümkün olmadığı gibi, tam
başarısız bir sosyalizasyon da çok nadir rastlanılan patolojik nedenli bir
durumdur.

Sosyalizasyonun başarılı olduğu toplumların en basit iş bölümüne ve asgari bilgi


dağılımına sahip toplumlar olduğu belirtilir. Sözü geçen bu toplum tipinde
kimlikler belirlenmiştir, kurumsal güç her bireyin tanımlanmış kimlikleri
edinmesinde eşite yakın güç ve baskıya tabi tutulmasını sağlar. Nesnel
gerçeklik ve oluşturulan kimlikler bir paralellik içindedirler. Bu nedenle bir
kimlik problemi de ortaya çıkmaz. Kişi kimliğiyle –örn: köylülük –mutlu olmasa
bile onu kimliği olarak benimsemiştir, hayattaki gerçek ve tutarlı kimlik odur.
Birbirinden derin kimlik katmanları yoktur. Eşit gerçeklikteki kimlikler farklı
roller oynandığında yüzeyin altına itilirler.

Bu toplumlarda başarısız sosyalizasyonun nedeni ya biyolojik ya da biyografik


sorunlardır örn: ‘topallık ve piçlik’. Bu durumları yazarlar ‘bireysel talihsizlik’
olarak tanımlarlar. Bu kimlikle etiketlenen birey bu tip toplumlarda hiçbir
savunmaya sahip değildir. Kendi kendini tanımlaması da çevresinin onu

29
tanımlayışı üzerinden sekilenmiştir. Buna vereceği her hangi bir tepkinin de bir
değeri ya da bir ağırlı olmayacaktır. İşte bu bireyin içinde yaşadığı dünyanın
nesnel gerçekliği ile kendi öznel gerçekliği arasında ciddi bir asimetri vardır ve
birey başarısız sosyalleşecek ve önceden tanımlanmış, bir yeniliği ve değerliliği
olmayan bir etiket sahibi olacaktır.

Bu noktada yazarlar karşıt tanımlamalardan bahsederler: kasıt başarısız


sosyalleşmiş bireylerin bir araya gelerek karşıt bir gerçeklik oluşturmaları ve
yeniden bir sosyalleşme sürecine başlamalarıdır. Eğer bu karşıt gerçeklik
kurulmazsa ve bir cemaat oluşmazsa bireyler toplumun onlara verdiği
etiketlerle yaşmak zorunda kalacaklardır. Öte yandan kurulan cemaatin üyeleri
arttıkça bu olumsuz etiketler ve gerçeklikler değişime uğrama sürecine girerler.
Bu karşıt ve geçerli hale gelen gerçeklik sayesinde 2bir sosyal dünyada
başarısız sosyalleşen bireylerin bir diğer sosyal dünya da başarılı sosyalleşmesi
anlamına gelebilir. Bu karşıt kimliğin oluşumu geniş cemaat tarafından fark
edilmeden gerçekleşebilir, işte bu nokta da kişinin ‘ben kimim?’ sorusunu
sorma ihtimali kimlik açısından büyük önem arz eder, çünkü geniş cemaat
tarafından sahip oldurulduğu kimlik ve karşıt-gerçekliğin cemaati tarafından
atfedilen ve içselleştirilen kimlik arasında çatışan iki cevaptan söz edilebilir.
Kimliğin olduğu sanıldığı kimlik ve kendi olduğu kimlik aynı değildir. Burada
yazarlar konuyu ‘görünüş’ ve ‘gerçeklik’ arasında bir yarılma olarak tanımlarlar.

Kişinin kendilik tanımının cemaatinkinden farklı olduğu bu durumdan cemaatin


de etkileneceğini söylemek gerekir çünkü bu karşıt grup ve gerçeklik tek bir
cemaatle sınırlı kalmayacaktır. Bu görüşten yola çıkarak çok daha karmaşık bir
bilgi dağılımı olacağını, farklı pek çok nesnel gerçeklik dağılımının ortaya
çıkacağını ve homojenliğin bozulacağını söylemek mümkündür. Anlamlı
ötekilerin gerçeklikleri ve kimlikleri çeşitlenecek, ortak bir gerçeklik olsa bile
farklı perspektiflerin ortaya çıkacağını söyleyebiliriz. Bunun bir nedeni de
aslında tüm bireylerin farklı biyografilere sahip olmasıdır.

Bu farklı perspektif sahibi aracılara örnek olarak yazarlar kadın ve erkekleri


örnek vermişlerdir. Rol modellerden bahsederken üzerinde durulan ise asli
sosyalleşme sürecinde aracıların kadın ve erkek olmalarının doğal şartlarda bir

30
sorun yaratmayacağıdır zira bir erkek çocuk kadın perspektifinden haberdar
olsa dahi erkek rol modeliyle özdeşleşeceği kabulüdür. Öte yandan kimi
talihsiz şartlar nedeniyle doğru bir rol modelden yoksun bireylerin yanlış
sosyalizasyonunun da ortaya çıkması görülen bir durumdur. Burada da kadınsı
olan bir erkek çocuğun gerçek kimliği ile sosyal kimliği arasında bir asimetri
oluşur.

Toplumun bu asimetri haline getireceği çözüm, terapi mekanizmaları


oluşturmaktır. Başarısız sosyalizasyonun artması ile terapi mekanizmalarına
duyulan ihtiyacın artması doğru orantılıdır.

Bir başka başarısız sosyalizasyon nedeni ise sosyalizasyon sürecinde anlamlı


ötekilerin çatışan dünyalara aracılık etmeleridir. Buna örnek olarak yazarlar bir
çocuğun hem ebeveyninin hem de bakıcısının dünyalarına maruz kalmasını
vereceklerdir. Bu örnekte ebeveynlerin dünyası ağır basacak ve kimlik sorunu
oluşmayacaktır. Ama bu dünyalardan birinin bu örnekteki gibi ağır basmaması
durumunda bireyin seçim yapma gereksinimi ortaya çıkabilir, ya da kişinin
toplum içindeki kimliği ile özel kimliği farklı olacaktır

Bu sosyalizasyon ve çatışma durumunda bireyler ‘kendilerine ihanet ederler’ ve


suçluluk duygusu ortaya çıkar. Bundan kasıt farklı kimliklerin farklı beklentileri
oluşudur. Bu durumlarda birey ya bir kimliğinin ya da ötekinin beklentilerine
ihanet edecektir.

Başarısız sosyalizasyon ortaya ‘bireycilik’ olarak adlandırılan olguyu ortaya


çıkartır. Bireycilik bireylerin uyumsuz kimlikler ve gerçeklikler arasında seçim
yapmasıdır. Bireycilik ‘ben kimim?’ sorusundan ortaya çıkar ve başarısız
sosyalizasyona özgü değildir zira her toplumda farklı dünyalar arasında yer
değiştiren bireyler ile karşılaşılacak be ben kimim sorusu sorulacaktır.

Başarısız sosyalizasyonun üçüncü bir nedeni olarak da asli ve tali


sosyalizasyonların uyumsuzluğundan bahsedilebilir. Aslında asli
sosyalizasyonun üzerine ortaya çıkacak olan tali sosyalizasyonlar belli bir
oranda belirlidir. Fakat birey asli sosyalizasyon sonucu oluşturduğu kimlikten
kopma haline gelir ve öznel olarak seçtiği kimlik kabul görmezse kişi ‘fantezi’

31
bir kimlik geliştirebilir. Bu kimlik hayal gücü düzeyinde ortaya çıkar ve kurumsal
olarak kabul gören kimlik nedeniyle bir gerilime neden olur.

Bahsedilen gerilim asli sosyalizasyonda ortaya çıkarsa birey farklı kimliklerden


biriyle kimlik krizleri surecinden geçecek de olsa kendini özdeşleştirir, bu
durumun tali sosyalizasyon sürecinde ortaya çıkışı ise duygu yüklü bir
özdeşleşmeyi getirmez. Birey çıkarlara yönelik, giyip çıkartabileceği bir kimlik
geliştirir/edinir.

Bu rol durumlarının yaygınlaşması sonucunda bir manevra ağı oluşur. Ortaya


çıkan bilin dünyaların ve gerçekliklerin göreceli ve farklı olabileceği bilincidir.
Tek ve gerçek bir dünyanın varlığı güvenilir bir kabul olmaktan çıkar. Birey artık
hem kendilerinin olduğu varsayılan hem de var sayılmayan ‘rolleri’ oynarlar.
Yani bir kimlik çoğulculuğu ortaya çıkmış olur.

3.3 Kimlik Teorilei

Kimlik öznel gerçeklik gibi toplumla diyalektik bir ilişki içindedir ve sosyal
süreçler tarafından oluşturulur, değiştirilir ve yeniden biçimlendirilir. Kimlikler
sosyal yapının sürmesinde rol oynarlar. Belli bazı tarihler ve tarihsel süreçler
bazı kimliklerin ortaya çıkmasında rol oynarlar ama bahsettiğimiz tarihlerde
bazı kimliklere sahip insanlarca ortaya çıkarılırlar. Tarihle kimlik, böylece,
ilişkililerdir ve bu süreçlerde kimlik tipleri ortaya çıkar.

Kimlik tipleri ‘nesnel sosyal gerçekliğin görece istikrarlı öğeleridir’ ve


teorileştirme biçimlerinin konusudurlar. Bu teorilerden yazarlar ‘psikolojiler’
olarak bahsederler. Buna göre her kimlik teorisi kendinden daha kapsamlı bir
gerçeklik teorisi içinde yer alır dolayısıyla bu teoriler ışığında anlaşılmaya
çalışılmalıdır. Yani bir bireyin psikolojik statüsünü saptamaya çalışırken
sorulması gereken soruların seçiminde amaç kişinin ‘gerçekliğe-
yöneltilmişliğini’ saptamak olmalıdır ve ‘hangi gerçeklik?’ sorusu göz önünde
bulundurulmalıdır zira bir bitey ‘başka bir gerçeklikle’ yaşıyor olabilir. Yani
anlatılmak istenen psikolojik statünün gerçekliğin sosyal tanımlarına bağlı
olduğu ve sosyal olarak tanımlanmış olduğudur.

32
Psikolojiler kimlik ve toplum arasında bir diyalektik ilişkiyi de ortaya çıkarırlar
der yazarlar. Çünkü psikolojiler bir gerçeklik içerirler ve bu da bireylerin
üzerinde derin bir etkiye sahiptir. İşte bu nedenle bu konuda eğitilmiş ve
psikolojileri idare edecek personel ortaya çıkmıştır. Personelin görevi problemli
vakaları Zarasız hale getirecek teoriler yoluyla, kimlikler ve dünya arasında
bağlantı kurup meşru bir şekilde kimlik-tamiri yapmaktır. Böylece bu teoriler
gündelik dünyaya girmiş olur ve öznel-kimlik, sosyal-kimlik arasında ortaya
çıkmış olan problemlere yoğunlaşırlar.

Yazarların önemle üzerinde durduğu, psikoloji teorileri ve deneysel/bilimsel


gerçekliklerin paralellik göstermek zorunda olmadıklarıdır. Bu teoriler kendi
bağlamlarında geçerlidirler. Örn: bir Haitili birey ile bir New Yorklu birey aynı
problem üzerinden sırasıyla cin çapmış ve ya nevroz bağlantısı kurabilirler.
Açıklamak gerekirse, önemli olan teorilerin empirik olarak doğrulanması değil
gündelik hayatta doğrulanmasıdır.

Psikoloji teorilerinin, bu bağlamda, gerçekleyici ve doğrulayıcı etkilerinden


bahsedebiliriz. Bu büyük ölçüde diyalektik bir ilişkidir. Gerçeklemenin geçtiği
aşamalar var olduğu var sayılan bir olgunun kendini oluşturma kapasitesi
olduğundan sosyal gerçeklikte kendini gerçekleştirmesi ve bu gerçekliğin kimlik
oluşum süreçlerinde içselleştirme ve özdeşleşme yoluyla kendini göstermesidir.
Bu teorilerin de oluşumunda en önemli etken elbette başarısız
sosyalizasyondur. Doğrulama ise psikolojide ortaya çıkan gözlemlenebilir
gerçeğin teori ile uyumudur. Bezer duruların farklı gerçeklikler içerisinde farklı
psikolojiler üretmelerinin nedeni ise Haiti ve New York örneğinde olduğu gibi
toplumun gerçeği ile ilişkilidir ama gene de bireyin kendisi tarafından
yaratılmıştır. Bir psikolojinin özdeşleşme derecesi ise sosyalizasyon süreçlerinin
koşullarına bağlıdır.

Unutmamak gerekir ki psikolojiler çoğunlukla sosyal yapı ve psikolojik gerçekler


arasındaki diyalektikten ortaya çıkar ve sosyal değişimler psikolojik gerçeklikte
de değişimlere yol açabilirler. Kimlik teorileri de kimliğin bu duruma ayak
uydurması doğrultusunda değişecektir. Bu oluşumlarda tarihin ve politikanın da
büyük etkisi olduğu unutulmamalıdır.

33
3.4 Organizma ve Kimlik

Bu bölümde yazarlar sosyalizasyon ve dolayısıyla kimliklerin fiziksel bedenimiz


üzerinde etkisini ve de tersini konu alırlar. Başarısız sosyalizasyonun biyolojik
nedenlerinden bahsederken anlatıldığı üzere organizma insanın gerçeklik inşa
ettiği süreçleri üzerinde etkilidir ve de bu süreçlerden aynı zamanda etkilenir.
Bölüm doğa ve toplum arasındaki diyalektikten bahseder. İnsanın bir hayvan
oluşu ve içine girdiği sosyo-tarihsel süreçler önemlidir. Yani bireyin biyolojik
temeli ve üretilmiş sosyal kimliği arasındaki ilişki ön plandadır.

Daha önce de yer verildiği üzere, biyolojik etkenler bireyin sosyal olanaklar
alanını sınırlarlar. Bunun yanı sıra bireyden önce var olan sosyolojik şarlarda
biyoloji üzerinde etkilidirler. Örneğin istatistiksel olarak bakıldığında toplum
yaşam süreleri üzerinde büyük belirleme gücüne sahiptir.

Yazarlar toplumun birey üzerinde etkisinin öncelikle cinsellik ve beslenme


güdüleri üzerinde yoğunlaştığını söylerler, onlara göre güdüler insanda
hayvanlara oranla çok daha esnektir. İnsanlar, güdüleri gereği cinsel hazlar ve
beslenme üzerinde aşırılığa eğilimli olsalar da, başarılı sosyalleşmiş bir bireyin
‘yanlış cinsel objeler… yanlış yiyeceklerle karşılaştığı’ zaman bunlardan uzak
duracaktır. Bu durumda organizma yanlış bir şey yediğinde doğada
karşılaşılmayacak bir tepki olsa bile kusma tepkisi verebilecektir. Diyebiliriz ki
sosyal gerçeklik, organizmanın işleyişini de etkilemektedir. Hareketler, ifadeler
ve jestler de bu etki alanına dâhil edilebilirler.

Biyolojik temel ise kendi sosyalizasyonuna direnmek eğiliminde olacaktır.


Elbette süreç bu direnişi kıracaktır ama bedenin direnişinin kırıldığı her an hayal
kırıklığına neden olacaktır. Ama sosyalizasyon tam da bu mücadeleye bağlıdır.
Üst benliğin düzenli olarak alt benliği bastırması gerekir. Böylece bazı
yenilgilere uğrasa dahi kazandığı zaferlerle hâkimiyetini kanıtlamış olacaktır.

Tüm anlatılanların ışığında diyebiliriz ki, ‘ insan biyolojik olarak, ötekilerle bir
dünya inşa etmeye ve orada ikamet etmeye yazgılıdır.’ İnsanın inşa ettiği
dünyaya doğa tarafından sınırlan konmakta olsa da bir kez inşa edilince, doğa

34
üzerinde geri etkide bulunur. İşte bu diyalektikten de insan organizması
etkilenir ve dönüşür, kendini ve gerçekliğini üretir.

KAYNAKLAR

Berger, P.L. , Luckmann, T. 2008 Gerçekliğin Sosyal İnşası:Bir Bilgi Sosyolojisi


İncelemesi

Paradigma Yay.

35

You might also like