You are on page 1of 41

MANEVÎ YOLCULUK

Mükâşefât-ı Gaybiyye

İMÂM-I RABBÂNÎ

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

Sufi Kitap

1
İÇİNDEKİLER
ESER HAKKINDA BİLGİ ...................................................................................... 3
SEYR U SÜLÛK MERTEBELERİ ............................................................................. 5
MUKADDİME .................................................................................................... 9
Giriş: Silsileler ve Bazi İcazetnameler................................................................. 10
Kâdiriyye Şeyhlerinin Şeceresi (Ks) ................................................................ 10
Nakşbendiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s): ........................................................ 10
Çiştiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s).................................................................. 11
İcazetname................................................................................................. 11
İcazetname................................................................................................. 12
İcazetname................................................................................................. 12
İcazetname................................................................................................. 12
1. Bölüm: Hâcegân Yolunun Cezbesi ve Sülûk ..................................................... 13
2. Bölüm: Hâce Ubeydullah Ahrâr'ın Seyr u Sülûkü .............................................. 16
3. Bölüm: Muhammed Pârsâ'nın Meşrebi ............................................................ 16
4. Bölüm: Hâce Bahâeddin Nakşbend'in Seyr u Sülûkü ......................................... 17
5. Bölüm: Muhammed Bakî Billâh'ın Seyr u Sülûkü .............................................. 17
6. Bölüm: Allah'ın Zâtı ve Sıfatları ..................................................................... 18
7. Bölüm: Vahdet-i Vücûd Ehlinin Yanılgısı .......................................................... 18
8. Bölüm: Hakîkat-ı Muhammedî (Kâbiliyyet-i Ûlâ) ve Diğer Kâbiliyyetler ................ 20
9. Bölüm: Allah'ın Kelâmı Kur'ân ....................................................................... 21
10. Bölüm: Kur'ân Harfleri ve Şuûnlar ................................................................ 22
11. Bölüm: Kur'ân Âyetleri ............................................................................... 22
12. Bölüm: Kur'ân İlâhî Âlemdendir ................................................................... 22
13. Bölüm: Kur'ân'ın İncelikleri ve Kâbiliyyet-i Ûlâ ............................................... 22
14. Bölüm: Kur'ân Ayı Ramazan ........................................................................ 23
15. Bölüm: Hurma ile İftarın Hikmeti ................................................................. 23
16. Bölüm: İlâhî Sıfatlar, Şuûnlar ve Vuslat ........................................................ 24
17. Bölüm: Ruhlar Âlemi ve Zatî Tecellî .............................................................. 25
18. Bölüm: Ruhlar Âlemi, Sûrî ve Manevî Tecellîler............................................... 25
19. Bölüm: Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd .................................................... 26
20. Bölüm: Nasihat ......................................................................................... 28
21. Bölüm: Nakşbendî Yolunun Medhi ................................................................ 28
22. Bölüm: Allah'a Yakınlık, Peygamberlik ve Velilik Hâlleri.................................... 29
23. Bölüm: Kabe'nin Hakikati............................................................................ 31
24. Bölüm: Veliliğin Üstün Hâlleri ...................................................................... 32
25. Bölüm: İrâde ve Keramet ........................................................................... 32
26. Bölüm: Seyr u Sülûk Mertebeleri.................................................................. 33
27. Bölüm: Hakîkat-ı Ahmedî Eleştirisine Cevap................................................... 35
28. Bölüm: Mahlûkâta Merhamet....................................................................... 37
29. Bölüm: Zikir Hakkında Nasihat .................................................................... 37
30. Bölüm: Vehim Mertebesindeki Âlem ve Kayyûmluk ......................................... 37
KIRK HADÎS ................................................................................................... 39

2
ESER HAKKINDA BİLGİ

Mükâşefât-ı Gaybiyye tasavvufta manevî yolculuk (seyr u sülûk) ve varlık (vücûd)


konularıyla ilgili Farsça bir eserdir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin (ö. 1034/1624)
muhtelif zamanlarda kaleme aldığı 30 parça yazısı, onun vefatından sonra hicrî 1051
(1641) senesinde derlenerek bu eser meydana gelmiştir. Eseri derleyen kişi İmâm-ı
Rabbânî'nin oğlu Muhammed Ma'sûm'dur. Dr. Gulâm Mustafa Hân (ö. 25 Eylül 2005)
eseri İmâm-ı Rabbânî'nin halifelerinden Muhammed Hâşim Kişmî'nin derlediğini ifâde
etmiş ise de 1 , en eski ve muteber Nakşbendî-Müceddidî kaynakları Mükâşefât-ı
Gaybiyyenin Muhammed Ma'sûm tarafından derlendiğini açıkça belirtirler 2 .

Eserin Farsça metni, Ebu'l-Feth Sagîruddîn'in Urduca tercümesi ile birlikte Gulâm Mustafa
Hân tarafından Mükâşefât-ı Ayniyye adıyla Pakistan'da yayınlanmıştır (Karaçi, İdâre-i
Müceddidiyye, 1965). Ancak eski kaynaklarda eserin ismi Mükâşefât-ı Gaybiyye şeklinde
kayıtlıdır 3 .

Türkçe'ye ilk defa tercüme edilen bu eserin çevirisinde önce Karaçi baskısı esas alınmış,
ancak bu neşirde baskı hatalarının çok olduğu görülünce İstanbul'da Süleymaniye
Kütüphanesi, Esad Efendi, nr. 1688'de kayıtlı olan diğer bir Farsça nüsha ile
karşılaştırılarak tercüme edilmiştir 4 . Metnin aslında olmamakla birlikte, okuyuculara
kolaylık sağlayacağı düşünülerek bölümlere uygun başlıklar konmuştur. Eser, farklı
zamanlarda yazılmış müsvedde yazıların ve Mektûbâta girmeyen bazı mektup parçalarının

1
bk. Ahmed Sirhindî, Mükâşefât-ı Ayniyye, Karaçi 1965, s. 3-4 (naşirin mukaddimesi).
2
Muhammed Emîn Bedahşî, Menâkıbu'l-hazarât, Islâmâbâd, Gencbahş Ktp., nr. 12522, vr. 263b:
“Çün ez Hazret-i Mahdûmî Mevlânâ Şeyh Muhammed Ma'sûm kuddise sirruh porsîdem, îşân goftend:
Belî, în mektûb râ ba'd-i ez sî sâl yâftem ve der Risâle-i Mükâşefât dâhil kerdem”; Safer Ahmed
Ma'sûmî, Makâmât-ı Ma'sûmî (nşr. Muhammed İkbâl Müceddidî), Lahor 2004, III, 48: “Mükâşefât-ı
Gaybiyye râ Hazret-i îşân (Muhammed Ma'sûm) kaddesenallâhü teâlâ bi-sırrihi'l-akdes ve Mebde' ve
Me'ad râ Hâce Muhammed Sıddîk Bedahşî kuddise sirruh cem' numûde end”. Ayrıca bk. Muhammed
İkbâl Müceddidî, Makâmât-ı Ma'sûmî- Mukaddime, Lahor 2004, I, 253-258; Ebu'l-Hasan Zeyd Fârûkî,
Makâmât-ı Ahyâr, Delhi 1395/1975, s. 44.
3
Muhammed Hâşim Kişmî, Berekât-ı Ahmediyye, Kanpur 1307/1889, s. 240; Bedreddîn Sirhindî,
Hazarâtü'l-kuds (nşr. Mahbûb İlâhî), Lahor $971, II, 136.
4
Süleymaniye Kütüphanesindeki bu nüsha hicrî 1244 (1828) senesinde Salih b. Sun'ullah Erzincânî
tarafından istinsah (kopya) edilmiştir. Mükâşefât-ı Gaybiyyenin Pakistan ve Özbekistan'daki diğer
bazı yazma nüshaları için bk. Ahmed Münzevî, Fihrist-i Müşterek, Islâmâbâd 1984, III, 1976-1977; A.
A. Semenov, Sobranie Vostoçnih Rukopisei Akademii Nauk Uzbekskoi SSR, Taşkent 1955,111,336-337.

3
toplanmasıyla oluşmuş ise de, derleyici, ilgili konulardaki parçaları arka arkaya dizmek
suretiyle eser içinde bir konu bütünlüğü ve insicamı kurmuştur.

Hâcegân ve Nakşbendî büyüklerinin seyr u sülûk usûlleri, Allah'ın zâtı ve sıfatları, Kur'ân,
ruhlar âlemi, tecellîler, manevî yolculuk esnasında karşılaşılan yüksek hâller, vahdet-i
vücûd, vahdet-i şuhûd vb. konuları ele alan eser, ihtiva ettiği mühim bilgiler ile İmâm-ı
Rabbânî'nin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacak niteliktedir.

Eserin tercümesine geçmeden önce, İmâm-ı Rabbânî ve takipçilerinin tasavvuf


anlayışında önemli bir yeri olan “Seyr u Sülûk Mertebeleri” konusunda bir miktar bilgi
vermek hem İmâm-ı Rabbânî'nin, hem de eserlerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı
olacaktır.

4
SEYR U SÜLÛK MERTEBELERİ

Tasavvuf târihinde, manevî yolculuğun aşamalarını bütün detaylarıyla anlatan ilk


sûfîlerden biri muhtemelen İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'dir. Seyr u sülûk varlık
mertebelerinde bir yolculuk olduğu için Sirhindî'nin ortaya koyduğu “sülûk mertebeleri”,
onun “varlık mertebeleri” anlayışına da ışık tutmaktadır.

Ahmed Sirhindî kendi ruhî tecrübelerinden yararlanarak seyr u sülûk (manevî yolculuk)
esnasında ulaşılacak mertebeleri oldukça detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ancak eserlerinde
ve mektuplarında seyr u sülûk mertebelerini baştan sona anlatmak yerine, daha ziyâde
muhatabı ilgilendiren bazı mertebeler hakkında bilgi vermiştir. Bu mektuplardaki parçalar
bir düzen içinde sıralanmadığı takdirde okuyucuya bir yap-boz oyununun dağınık parçaları
gibi görünmekte, manevî yolculuğun başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bütüncül bir fikir
vermemektedir. Bu mektuplardan sâdece birinci cildin 260. mektubunda verilen bilgiler
nisbeten daha derli toplu ise de yeterli değildir. Sonraları Sirhindî'nin halifelerinden Mîr
Muhmamed Nu'mân Risâle-i Sülûk isimli eserinde manevî yolculuğun aşamalarını
sistematik ve özet bir biçimde anlatmış, Muhammed Bakır Lâhûrî (ö. 1080/1669'dan
sonra) de Ahmed Sirhindî ile oğlu Muhammed Ma'sûm'un mektuplarında dağınık durumda
olan mertebeler ile ilgili bilgileri sıralarına göre dizerek Kenzü'l-hidâyât isimli eserini
vücûda getirmiştir. Sonraki Müceddidiyye mensupları da seyr u sülûkü bir bütün olarak
anlatan birçok eser kaleme almışlardır. Bu eserler, Ahmed Sirhindî tarafından ortaya
konan manevî yolculuğu ve aşamalarını, başlangıcı, sonu ve durakları (mola yerleri) belli
olan bir yol haritası ya da seyahat rehberi gibi derli toplu anlatmışlardır. Dolayısıyla,
konunun daha iyi anlaşılabilmesi için burada Sirhindî'nin eserlerinin yanı sıra sonraki
Müceddidîler'in verdiği bilgilerden de zaman zaman yararlanılacaktır.

Manevî yolculuk İmkân Dâiresi'nde başlar. Bu dâirenin alt yarısında (Halk Âlemi'nde)
insan, insana âit latifeler (letâif), kâinat, melekler, Cennet, Kürsî vs bulunur, imkân
Dâiresi'nin ortasında Arş yer alır. Üst yarısında (yani Emr Âlemi, rûhânî âlem) ise insanın
beş letâifınin asılları bulunur. Sâlik önce letâifini zikre alıştırır. Sonra letâifini fenaya
ulaştırarak Arş'ın üzerindeki asıllarına ermesini sağlar (letâifı kendi asıllarında fânî ve bakî
eder). Letâifin asıllarındaki seyri de bitince İmkân Dâiresi seyri tamamlanmış olur. Bunun
ardından Nakşbendîler'in “vücûd-i adem” dedikleri fenaya benzer bir hâl zuhur eder.

İmkân Dâiresi'ndeki yolculuğunu tamamlayan sâlik, ikinci mertebe olan Velâyet-i Suğrâ
Dâiresi'nde seyre başlar. Velâyet-i Sugrâ'ya Velâyet-i Evliya, Velâyet-i Zılliyye ve Merâtib-
i Zılâl (gölge mertebeleri) de denir. Bu dâiredeki seyr, letâifin asıllarının da asılları
sayılan, “ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinde” olan yolculuktur. Sâlik bu mertebede, bağlı
bulunduğu ve feyz aldığı ilâhî ismin gölgesine (mebde-i taayyününe) ulaşır ve orada
yolculuk yapar. Müceddidî meşâyıhına göre ilâhî fiillerin tecellîsi (tecellî-yi efâl), kalbin
fenası (fenâ-yı kalb, fena fıllâh), sâlikin kendisini Allah ile bir görüp “Ene'l-Hak” gibi sözler
söylemesi ve varlığı bir olarak idrâk etmesi (vahdet-i vücûd) Velâyet-i Suğrâ'da zuhur
eder. Sâlik, bu mertebede Allah'tan başka varlık göremez. İlâhî isim ve sıfatların
gölgelerinde olan yolculuk “seyr ilallâh”a dâhil olduğu için, Velâyet-i Suğrâ Dâiresi'ndeki
yolculuk da imkân Dâiresi'ndeki gibi seyr ilallâh içindedir. Velâyet-i Suğrâ'nın sonunda
“tecellî-i berkî” (şimşek gibi gelip geçen tecellî) hâsıl olur. Ancak bu Allah'ın zâtının
tecellîsi olmayıp, ilâhî isim ve sıfatların asıllarının gölge perdesindeki tecellîsidir. Bir
sonraki mertebe olan Velâyet-i Kübrâ'ya ulaşanlar için bu tecellî daimî olur.

Üçüncü mertebe Velâyet-i Kübrâ Dâiresi'dir. Velâyet-i Suğrâ, ilâhî isim ve sıfatların
gölgeler hâlinde belirdiği mertebe iken, Velâyet-i Kübrâ bu isim ve sıfatların “asılları”
mertebesidir. Velâyet-i Kübrâ'ya Velâyet-i Enbiyâ, Velâyet-i Asliyye ve Merâtib-i Usûl
(asıl mertebeleri) de denir. Gerçekte peygamberlere âit olan bu velilik mertebesinden,
onlara tabî ve vâris olma yönüyle bazı velîlerin de nasîbi vardır. Velâyet-i Kübrâ Dâiresi,
üç küçük dâire ve bir kavsi (yarım dâireyi) içerir. Birinci dâirenin alt yarısı ilâhî isim ve
sıfatların asıllarını (kendilerini), üst yarısı ise bu isim ve sıfatların asıllarının da asılları

5
demek olan zatî şuûnlar ve itibârları ihtiva eder. Sâlik birinci dâireden yükselince seyr,
ikinci dâire olan Asıl Dâiresi'nde olur. Asıl Dâiresi'nden yükselince üçüncü dâire olan Aslın
Aslı'na erişir. Oradan da kavse (yarım dâireye) geçer. Velâyet-i Kübrâ Dâiresi'nde seyre
başlayan sâlik “seyr fillâh”a başlamış olur. Bu mertebede vahdet-i şuhûd hâsıl olur.
Mahlûkâtın varlığı ve sıfatları Allah'ın varlığı ve sıfatlarından bir parıltı ve gölge olarak
görülür, gerçek varlık olarak değil. Dönen bir noktanın havada hayalî bir dâire
oluşturması gibi âlem de hayalî (mevhum) olarak hissedilir. Velâyet-i Kübrâ makamında
nefsin itmi'nânı ve sadrın şerhi hâsıl olur, sâlik rızâ makamı ve İslâm-ı hakîkî mertebesine
kavuşur. Velâyet-i Kübrâ'nın sonunda ilâhî isim ve sıfatların asılları perdesinden şimşek
çakması gibi zatî şuûnât tecellîsi olur.

Dördüncü mertebe Velâyet-i Ulyâ Dâiresi'dir. Buna Velâyet-i Mele-i A'lâ (meleklerin velîlik
mertebesi) de denir. Bu velilik makamının seyri de, Velâyet-i Kübrâ gibi isim ve sıfatların
asıllarındadır. Farkı ise, Velâyet-i Suğrâ ve Kübrâ'nın seyirleri “Zahir” ismine ilişkin iken,
Velâyet-i Ulyâ seyrinin “Bâtın” ismiyle alâkalı olmasıdır. Zahir isminde Allah'ın zâtı
düşünülmez, Bâtın isminde ise isimle birlikte zât da düşünülür. Meselâ Allah'ın “ilim”
sıfatında zâtı düşünülmez, “Alîm” (Bilen) sıfatında ise zâtı düşünülür. Sâlik, Velâyet-i
Ulyâ'da isim ve sıfatların asıllarının asılları olan zatî şuûnât tecellîsine ve bu tecellî
perdesinden zaman zaman Allah'ın zât tecellîsine şimşek çakması gibi mazhar olur.
“Tecellî-i zâtî-i berkî” budur. Bu makamda feyzin geliş yeri toprak dışındaki üç unsurdur,
yani hava, su ve ateş. Bu üç unsurun arınıp temizlenmesi bu mertebede gerçekleşir.
Yukarıda sayılan üç velilik mertebesine (Velâyet-i Suğrâ, Kübrâ ve Ulyâ'ya) “Velâyât-ı
Selâse” (üç velîlik) veya “Kemâlât-ı Velayet” adı verilir.

Beşinci mertebe Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'dir. Velâyet-i Ulyâ'da şuûnât perdesinden


gelen Zât'ın şimşek gibi tecellîsi, Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'ne ulaşanlara daimî olur
(tecellî-i zâtî-i daimî). Bu daimî Zât tecellîsi asıl olarak peygamberlere mahsus ise de,
seyri bu mertebeye ulaşan sâlikler, tabî ve vâris olma yoluyla bu tecellîden nasip alırlar.
Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'nde feyzin geliş yeri “toprak” latîfesidir (unsurudur).
Müceddidî meşâyıhına göre, bu mertebede vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûddan eser
kalmaz. Sâlik, önceleri varlık hakkında yorum yapamaz, bir cehl ve hayret hâli yaşar.
Sonra hâli yükseldikçe Allah ile âlemi ayrı iki varlık olarak görmeye başlar. Zât, gölgeye,
asla ve şuûnâta ilişkin perdeler olmaksızın tecellî ettiği için gerçek anlamda “vasl-ı uryân”
(tüm varlığından ve benliğinden geçmiş olarak zatî kavuşma) meydana gelir.

Altıncı mertebe Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi'dir. Bu mertebede feyzin geliş yeri insanın
birleşik hâlde bütün latifeleridir, insanın Emr ve Halk Âlemi'ne âit on latifesinin arınıp
temizlendikten sonra birleşerek tek bir latife hükmünü almasına “hey'et-i vahdânî” denir.
Bu durum, Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi'nde gerçekleşir.

Sâlik bundan sonra hey'et-i vahdânîsi ile manevî yolculuğuna devam eder. Bu mertebede
de daimî zât tecellîsi devam eder.

Yedinci mertebe Kemâlât-ı Ulü'l-Azm Dâiresi'dir. Bu mertebede de daimî zât tecellîsi


kendi mertebesine göre devam eder. Feyzin geliş yeri, bir önceki mertebede olduğu ve
bundan sonraki tüm mertebelerde olacağı gibi hey'et-i vahdânîdir. Bu makamda Kur'ân'ın
mukatta'ât ve müteşâbihâtına âit sırlar açılır. Kayyûmiyyet (bütün eşyanın kendisiyle
kâim olması) görev ve rütbesine ulaşılır. Kemâlât-ı Nübüvvet, Kemâlât-ı Risâlet ve
Kemâlât-ı Ülü'l-Azm'a “Kemâlât-ı Selâse” (üç kemâlât) adı verilir.

Ahmed Sirhindî bu mertebelerden sonra Hakîkat-ı İbrâhîmî, Hakîkat-ı Musevî, Hakîkat-ı


Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî gibi “Peygamberlere Âit Hakikatler” ile Hakîkat-ı Ka'be,
Hakîkat-ı Kur'ân ve Hakîkat-ı Salât gibi “İlâhî Hakîkatler”den bahsetmiş ancak bunların
sıralanışı hakkında detaylı bilgi vermemiştir. Hakîkat-ı Ka'be'nin, Hakîkat-ı
Muhammedi'den daha üstün olduğu şeklindeki sözleri ise sonraları önemli bir tartışma
konusu olmuştur.

6
Müceddidiyye meşâyıhına göre, Kemâlât-ı Ülü'l-Azm Dâiresi'nden sonra manevî yol ikiye
ayrılır. Bu yollardan birine “Hakâik-ı İlâhiyye” (İlâhî Hakikatler), diğerine “Hakâik-ı
Enbiyâ” (Peygamberlerin Hakikatleri) adı verilir. Hakâik-ı İlâhiyye yolunda Hakîkat-ı
Ka'be, Hakîkat-ı Kur'ân ve Hakîkat-ı Salât isimlerinde üç adet hakikat; Hakâik-ı Enbiyâ
yolunda ise Hakîkat-ı İbrâhîmî, Hakîkat-ı Musevî, Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı
Ahmedî isimlerinde dört adet hakikat bulunmaktadır. Bunların toplamı yedi mertebe olup
“Hakâik-ı Seb'a” (yedi hakikat) adıyla da bilinirler. Sâliki bu hakikatlere yönlendirirken bu
iki yoldan birine öncelik vermek mürşidin tercihine bağlıdır. Sonraki Müceddidîler
genellikle Hakâik-ı İlâhiyye yoluna öncelik vermişlerdir. Ancak Sirhindî “Hakîkat-ı Kur'ân,
Hakîkat-ı Muhammedi'den üstündür” dediğine göre, urûc mertebelerinde onun önce
(içinde Hakîkat-ı Muhammedî'nin de bulunduğu) Hakâik-ı Enbiyâ (Peygamberlerin
Hakikatleri) grubunda, ardından (içinde Hakîkat-ı Kur'ân'ın da bulunduğu) Hakâik-ı
İlâhiyye (ilâhî Hakikatler) grubunda yolculuk etmeyi tercih etmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla buradaki sıralamada Sirhindî'nin tercihi esas alınacaktır.

Hakâik-ı Enbiyâ grubunun ilk mertebesi, tüm sülûk mertebelerinin sekizincisi olan
Hakîkat-ı Ibrâhîmî Dâiresi'dir. Hakîkat-ı İbrâhîmî seyrinde mahbûbiyyet-i sıfâtiyye
(Allah'ın sıfatlarına ilişkin sevgililik, sıfatlarına âşık olma) hâlleri oluşur. Bu mertebeye
“Velâyet-i Halîlî” ve “Velâyet-i Hullet” (Allah'ın dostu olma makamı) da denir. Dokuzuncu
mertebe Hakîkat-ı Musevî Dâiresi'dir. Buna Velâyet-i Musevî de denir. Bu mertebedeki
yolculukta muhibbiyyet-i zâtiyye (Allah'ın zâtına yönelik sevgi) hâli oluşur. Onuncu
mertebe Hakîkat-ı Muhammedî Dâiresi'dir. Buna Velâyet-i Hâssa-i Muhammedî de
denir. Bu makamdaki yolculukta muhibbiyyet-i zâtiyye ile mahbûbiyyet-i zâtiyye hâlleri
karışmış durumdadır. Bu mertebedeki tasavvuf yolcusunda Hz. Peygamber'e karşı özel bir
muhabbet oluşur. Ahmed Sirhindî bu mertebede: “Hak Teâlâ'yı onun için severim ki,
Muhammed'in Rabbidir” demiştir. On birinci mertebe Hakîkat-ı Ahmedî Dâiresi'dir. Bu
mertebede mahbûbiyyet-i zâtiyye (Allah'ın zâtına âşık olma) hâli zuhur eder, sıfatlarından
ilgi kesilir. Ahmed Sirhindî, Hakîkat-ı Muhammedî mertebesinin kendi makamından
yükselip Hakîkat-ı Ka'be ile birleşmesi neticesinde Hakîkat-ı Ahmedî ismini aldığını ifâde
etmiştir. On ikinci mertebe Hubb-i Sırf-ı Zatî Dâiresi'dir. Sirhindî buna varlık
mertebelerinde Taayyün-i Hubbî demiştir. Hakîkat-ı Ahmedî Dâiresi'ndeki yolculuğunu
tamamlayan sâlik Hubb-i Sırf-ı Zatî (Allah'ın sırf zatî sevgisi) mertebesinde seyre başlar.
Allah'ın zât mertebesi demek olan Lâ-taayyün'e en yakın makam budur. Dolayısıyla
Sirhindî'ye göre gerçek anlamda Hakîkat-ı Muhammedî (Taayyün-i Evvel, Taayün-i Hubbî)
bu mertebedir. Bundan önce sözü edilen Hakîkat-ı Muhammedî bunun gölgesidir. Bu
mertebede yolculuğunu tamamlayan sâlik Peygamberlerin Hakikatleri grubunu
tamamlamış olarak on üçüncü mertebe olan Zât-ı Baht Dâiresi'ne kademî değil nazarî
seyr ile kavuşur. Burası Zât makamı (Lâ-taayyün) olduğu için oraya adım atmak mümkün
değildir.

Hakâik-ı Enbiyâ grubundaki mertebeler aşıldıktan sonra sıra Hakâik-ı İlâhiyye


grubundaki mertebelere gelir. Bu yolun ilk mertebesi, tüm sülûk mertebelerinin on
dördüncüsü olan Hakîkat-ı Ka'be Dâiresi olmaktadır. Hakîkat-ı Ka'be makamında Zât
mertebesinin azameti zuhur eder. On beşinci mertebe Hakîkat-ı Kur'ân Dâiresi olup
burada Zât'ın keyfiyeti meçhul olan genişliğinin başlangıcı zuhur eder. On altıncı mertebe
de Hakîkat-ı Salât Dâiresi'dir. Burada Zât'ın keyfiyeti meçhul genişliğinin kemâli idrâk
edilir, ilâhî Hakikatler grubundaki bu mertebeler aşıldıktan sonra on yedinci sıradaki
Ma'bûdiyyet-i Sırf Dâiresi seyr-i kademi ile değil, seyr-i nazarî ile müşahede edilir. Zîrâ
burası ilâhlık ve Zât mertebesidir (Lâ-taayyün).

Buraya kadar anlatılan mertebeler seyr u sülûkteki “yükseliş” (urûc) makamlarıdır.


Bundan sonra sâlik “inişe” (nüzul) geçer, seyr ani'llâh billâh ve seyr fi'l-eşyâ aşamalarını
tamamlayarak yolculuğa başladığı yer olan kalp makamına döner.

Bunlara ek olarak, Müceddidî seyr u sülûk sistemi içinde “Murakabeler” konusunun da


önemli bir yeri vardır. Ahmed Sirhindî murakabeler hakkında eserlerinde geniş bilgi
vermemiş ise de, sonraki Müceddidîler bunları detaylı ve sistematik bir şekilde

7
anlatmışlardır. Bu murakabeler belli âyet ve kavramların derinlemesine tefekkürü olup bu
tefekkür bağlamında feyzin Allah'ın Zât'ından sâlikin letâifine gelişini beklemek ve
düşünmektir. Meselâ birinci murakabe olan “Murâkabe-i Ahadiyyet”te bütün kemâl
sıfatlara sahip ve noksan sıfatlardan uzak olan “Allah” isminin mânâsı tefekkür edilir ve
bu mertebeden sâlikin kalp latifesine feyzin geldiği düşünülür. Bu murakabe imkân
Dâiresi'nin seyri esnasında letâif ve nefy u isbât zikirlerinden sonra yapılır, ikinci
murakabe olan “Murâkabe-i Ma'iyyet”, Velâyet-i Suğrâ Dâiresi'nde yapılır. Burada, “Her
nerede olursanız, O (Allah) sizinle beraberdir” (el-Hadîd, 57/4) âyetinin anlamı üzerinde
derinlemesine düşünülür. Üçüncü murakabe olan “Murâkabe-i Akrabiyyet” Velâyet-i
Kübrâ Dâiresi'nin içindeki üç küçük dâireden birincisinin alt yarısında yapılır. Burada,” Ve
biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” (Kâf, 50/16) âyeti tefekkür edilir.
Dördüncü murakabe olan “Murâkabe-i Muhabbet”, Velâyet-i Kübrâ Dâiresi'nin içindeki
ikinci küçük dâireden Velâyet-i Ulyâ'nın sonuna kadar yapılır. Bu murakabede “Allah
onları sever, onlar da Allah 'ı severler” (el-Mâide, 5/54) âyeti tefekkür edilir. Beşinci
murakabe olan “Murâkabe-i Zât-ı Baht” da, Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi'nde ve sonraki
tüm mertebelerde yapılır.

Müceddidiyye öncesi Nakşbendîlik'te murakabe uygulaması olmakla birlikte, bu şekilde


belirli mertebelerde belirli âyetler kullanılarak yapılan sistematik bir murakabe usûlü
bulunmamaktadır. Ahmed Sirhindî'nin eserlerinde de bu tarzda sistematik olarak
murakabelerden bahsedilmez. Üstelik Sirhindî Murâkabe-i Zât yapan sûfîleri eleştirmekte
ve Allah'ın Zât'ının düşünülemeyeceğini öne sürmektedir. Dolayısıyla sonraki Müceddi-
dîler'in bu murakabe usûlünü Sirhindî'den şifahî yolla almış olabileceklerini söylemek
oldukça zordur.

Yukarıda anlatılan tarzda sistematik murakabe usûlünü Müceddidiyye sülûk metodları


arasına katan ilk kişi Mazhar Cân-ı Cânân (ö. 1195/1781) olmalıdır. Bu murakabeler
tesbit edilirken muhtemelen Çiştiyye tarikatının sülûk sisteminden yararlanılmıştır. Zîrâ
Çiştiyye şeyhlerinden Seyyid Muhammed Gîsûdırâz'ın (ö. 825/1422) Risâle-i Murakabe
isimli eserinde 36 tane murakabe anlatılmaktadır. Bunlardan üçüncüsü “Murâkabe-i
Kurbet”, dördüncüsü “Murâkabe-i Ma'iyyet”, dokuzuncusu “Murâkabe-i Zatî” isimlerini
taşır. Mazhar Cân-ı Cânân bu murakabeler sistemini bazı düzenleme ve özetlemelerden
sonra Müceddidî sülûk sistemine dâhil etmiş olmalıdır. Bu durum, İmâm-ı Rabbânî Ahmed
Sirhindî'nin temellerini attığı seyr u sülûk sisteminin kendisinden sonra bazı gelişmelere
uğradığını göstermektedir 5 .

5
Geniş bilgi için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbani Ahmed Sirhindi: Hayatı, Eserleri, Tasavvufî
Görüşleri, İstanbul 2005.

8
MUKADDİME

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hamd eden kişinin hamd ve şükrü zât âlemine erişemeyen Allah Teâlâ'yı teşbih ve tenzih
ederim. Bütün hamdlerin son noktası, Allah'ın ancak isim ve sıfatları otağının altına kadar
ulaşabilir. Kendisini ancak kendisi övebilen Allah'ım! Seni teşbih ederim. Hamd, hamd
eden ve hamd edilen sensin. Senin gayrın olan her şey, maksûd olan hamd ve şükrü
edadan âcizdir. Âhiret gününde Makâm-ı Mahmûd'un sahibi olan Habîbinin hakikati ise
hamdden büyük bir nasip sahibidir. Allah'ım! Ona, lâyık olduğu şekilde, âlemde gören ve
görülenlerin sayısınca salât ve selâm eyle! Biz sana hamd etmekten âciz olduğumuz gibi,
o peygamberine istendiği şekilde salât ve selâm etmekten de âciziz. Bu hamd ve salât işi
sana havale olunmuştur, onların hakkını ancak sen verebilirsin. O peygamberin, tam tabî
olarak kurtuluşa ve velilik derecesine erişen ailesine ve arkadaşlarına da bol bol selâm
olsun.

Bundan sonra; muhakkıkların önderi, vuslata erenlerin örneği, Allah Teâlâ'nın âlemlerdeki
delili, kutubların ve nücebânın sığınağı, efrâd ve büdelâ velîlerin kalesi, aslî veliliğin
sahibi, ilâhî rahmetin bekçisi, peygamberlerin vârisi, kâmil, âlim, (Allah Teâlâ ve
meleklerle) konuşan ve kendisiyle konuşulan (ilham edilen) İmâm-ı Rabbânî ve halîfe-i
rahmânî pederimiz Şeyh Ahmed b. Abdülehad el-Fârûkî (k.s) hazretlerinin müsvedde
evrakından birkaç sayfa hicrî 1051 (mîlâdî 1641) senesinde bazı dostlar yoluyla elimize
geçti. Bu notlar, bu güne kadar (başka bir yerde) nakledilmemiştir. Bunlar, gizli sırları ve
yüksek bilgileri ihtiva etmekte olup güzel lafızlarla ayrı ayrı parçalar halindedir. Şiir:

Onun her kelimesi bir arzu bahçesidir,

Her satırında bir inci dizisi (kolyesi) vardır.

Bu notların her sayfası Maksûd Kâbesi'ne ulaştıran şefkatli bir mürşiddir. Onun her
sayfası, kâinat sayfası üzerinde, mabudun tüm sırlarının yazısıdır. Mısra:

“Her sayfası, yaratıcıyı tanıtan bir defterdir”.

Bu dergâha gönlünü fedâ edenlerden birisinin aklına bu yazıları nakletmek, bu dağınık


incileri toplayıp bir ipe dizmek geldi. Bu yazılardaki bilgilerin çoğu, o hazretin önceden
beri bilinen fikirleridir. Bazı bilgiler de o hazretin risalelerinde ve mektuplarındaki
konuların özetidir. Ancak sözün açılımı farklı bir üslup ile olduğu için yeni ve ilâve
bilgilerden de yoksun değildir. O kişi, bereketini umarak, diğer evraklar gibi bunları da
nakledip temize çekti ve Mükâşefât-ı Gaybiyye adı verilen bu risaleyi düzene koydu. O
hazretin yazdığı Kâdiriyye ve Nakşbendiyye meşâyıhının şecereleri ve bazı halifelerine
yazdığı icazetnameler de bereket olsun diye Mükâşefât-ı Gaybiyye'nin başına eklendi,
ilâve olarak, o hazretin kendi yazısıyla olmasa da, Çiştiyye şeyhlerinin isimleri de yazıldı.
Risalenin sonuna o hazretin derlediği 40 hadis eklendi. Bunlar, Buhârî ve Müslim'in
ittifakla naklettiği hadislerdendir. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'in fazîletleriyle ilgili hadisler
de yine o hazretin derlemesidir. Bu hadisler, bu risale gibi, çoğu zaman o hazretin el
yazısıyla görülmüştür. Son hadis ise o hazrete Peygamber Efendimiz'den (a.s) silsile
yoluyla gelmiştir. Doğruyu ilham eden Allah Teâlâ'dır. “Rabbimiz! Unutursak veya hataya
düşersek bizi sorumlu tutma.”1 (el-Bakara, 2/286). İşte, Allah Teâlâ'nın yardımıyla
risaleye başlıyorum.

9
Giriş: Silsileler ve Bazi İcazetnameler

Kâdiriyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s)

Hz. Peygamber (a.s) buyurdu ki: “Benim çocuklarım (neslim) Nuh'un gemisi
gibidir. Ona binen kurtulur, ondan geri duran helak olur”.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Marifetiyle ariflerin kalplerini aydınlatan, büyük lütfü ile sâliklerin hâllerini âlemlerden
daha üstün tutan Allah'a hamd olsun. Elçisi Hz. Muhammed'e ve tüm ailesine de salât ve
selâm olsun. “İşte Allah'ın, iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet
budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum”
(eş-Şûrâ, 42/23).

Bundan sonra; tek ve ganî (zengin) olan Allah'ın muhtaç kulu (İmâm-ı Rabbânî) Ahmed
b. Abdülehad el-Fârûkî der ki: O, Rabbinin razı olduğu amelleri işlemesi konusunda
tavsiyede bulunduktan sonra, Kâdiriyye tarikat hırkasını sâlih kardeşi fülân oğlu fülâna
giydirmiştir. Kendisi de bu hırkayı arif ve kâmil Şeyh iskender'in elinden giymiştir. Şeyh
iskender bu hırkayı şeyhi ve dedesi ârif-i billâh Şeyh Kemâl'den, o mürşidi kutbü'levliya
ve şeyhu'l-muhakkıkîn Şâh Fudayl'den, o şeyhi ve mürşidi Seyyid Gedâ-i Rahmandan, o
şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Şemseddîn Sahrâî'den, o şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Ukayl'den,
o şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Bahâeddîn'den, o şeyhu'l-muhakkıkîn Seyyid
Abdülvehhâb'dan, o şeyhi kutbü'l-âlem Seyyid Şerefüddîn el-Kattâl'den, o şeyhi ve
mürşidi seyyidü's-sâdât kutbü'l-âlem Seyyid Abdürrezzâk'tan, o şeyhi ve babası kutbu'r-
rabbânî ve gavsü's-samedânî el-Hasenî el-Hüseynî el-Hanbelî eş-Şâfıî Hazret-i Emîr
Seyyid Muhyiddîn Ebî Muhammed Abdülkâdir el-Cîlânî (k.s)'tan, o babası kutbü'l-âlem
seyyidü's-sâdât Şâh Ebî Salih'ten, o babası Şâh Seyyid Mûsâ Cengî-dost'tan, o babası
kutbü'l-âlem Şâh Seyyid Abdullah'tan, o babası kutbü'l-âlem Seyyid Yahya Zâhid'den, o
kutbü'l-âlem Seyyid Muhammed Mûris'ten, o babası kutbü'l-âlem Şâh Seyyid Dâvûd'dan,
o babası kutbü'l-âlem Şâh Musa'dan, o babası kutbü'l-âlem Şâh Seyyid Abdullah el-
Mûris'ten, o babası kutbü'l-âlem Şâh Mûsâ el-Cevn'den, o babası Şâh Seyyid Abdullah el-
Mahz'dan, o babası seyyidü's-sâdât câmi-i cemî-i berekât el-Hasan el-Müsennâ'dan, o
babası muttakîlerin imâmı ve müslümanların önderi İmâm Hasan (r.a)'dan, o babası Ali
el-Murtazâ b. Ebî Tâlib'den (kerremallâhü vecheh), o peygamberlerin efendisi Hz.
Muhammed Mustafâ'nın (a.s) kızı Fâtımatü'z-zehrâ'dan (r.a) giymiştir.

Nakşbendiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s):

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Elçisine itaati kendisine itaat sayan ve müminlere (kendisine yaklaşma yolunda) vesîle
aramalarını emreden Allah'a hamd olsun. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Kim Rasûl'e itaat
ederse Allah'a itaat etmiş olur” (en-Nisâ, 4/80). “Ona yaklaşmaya yol arayın” (el-Mâide,
5/35). Şüphesiz, kim O'nun elçisine itaat ederse kurtuluşa ermiştir, kim de O'na ulaşmak
için vesîle ararsa yüksek derecelere ulaşır. En güzel salât ve selâm da, “Gözü kaymadı ve
sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü” (en-Necm,
53/17-18) âyetinde ifâde edildiği üzere gözü kaymaktan uzak ve temiz olan Rasûlü'ne,
ailesine, arkadaşlarına, hidâyet yıldızları ve en yüksek mertebelere ulaşma vesilesi olan
büyük tâbîlerine olsun.

Bundan sonra; Melik ve kuvvetli olan Allah'a muhtaç kul Ahmed b. Abdülehad el-Fârûkî
en-Nakşbendî -Allah Teâlâ günahlarını bağışlasın, kusurlarını örtsün- der ki: Fülân kişi -
Allah onu rızâsına uygun işlerde muvaffak eylesin- bu azığı az olan fakirin vâsıtası ile
Nakşbendî şeyhlerinin mürîdlik silsilesine girdi. Bu şeyhler -Allah sayılarını arıtırsın ve
onlara hased edenleri helak eylesin, son hâli başlangıca yerleştirdikleri, sünnete tabî

10
olmayı şart koştukları ve bid'at işlemekten sakındırdıkları için uyulmaya ve vesîle olmaya
daha lâyıktırlar. Onun (İmâm-ı Rabbânî'nin kendisinin) şeyhi ve tarikat muallimi
Müeyyidüddîn er-Radî Şeyh Muhammed el-Bâkî idi. Onun şeyhi Mevlânâ Hâcegî
İmkenegî, onun şeyhi Mevlânâ Derviş Muhammed, onun şeyhi Mevlânâ Muhammed
Zâhid, onun şeyhi hürlerin önderi Ubeydullah (Ahrâr), onun şeyhi Mevlânâ Ya'kûb Çerhî,
onun şeyhi bu tarikatın kıblesi (merkezi ve piri) imâmımız Bahâeddîn Nakşbend, onun
şeyhi, tarikat ve âdâb muallimi Emîr Külâl, onun şeyhi Mevlânâ Baba Muhammed Semâsî,
onun şeyhi Azîzân diye meşhur olan Hâce Ali Râmîtenî, onun şeyhi Mahmûd Encîrfagnevî,
onun şeyhi Mevlânâ Arif Rîvgerî, onun şeyhi bu tarikatın reisi Abdülhâlik Gucdevânî, -
Şeyh Nakşbend bu reisin rûhâniyetinden terbiye görmüştür-, onun şeyhi rabbânî imâm
Şeyh Ebû Ya'kûb Yûsuf Hemedânî, onun şeyhi şeyhu't-tarîka Ebû Ali Fârmedî et-Tûsî,
onun şeyhi kutbü'z-zamân Şeyh Ebu'l-Hasan Harakânî, onun şeyhi ve rûhânî terbiyecisi
sultânü'l-ârifîn Şeyh Ebû Yezîd Bistâmî, onun şeyhi ve manevî terbiyecisi sultân ve büyük
imâm Ca'fer-i Sâdık, onun şeyhi ve anne tarafından dedesi Kasım b. Muhammed b. Ebî
Bekr es-Sıddîk, o tabiînin büyüklerinden ve meşhur yedi fakîhtendir, onun şeyhi Selmân-ı
Fârsî, ki Hz. Peygamber onu: “Selman bizden, âilemizdendir” diyerek şereflendirmiştir,
Hz. Peygamber'in sohbetine nail olmakla birlikte onun şeyhi emîru'l-mü'minîn Ebî Bekr
es-Sıddîk'tir (r.a), onun şeyhi de peygamberlerin en üstünü ve önderi Hz. Mu-
hammed'dir. Allah ona salât ve selâm etsin. “Dînini bütün dinlere üstün kılmak için
Rasûlünü hidâyet ve hak din ile göndermiştir” (et-Tevbe, 9/33)

Çiştiyye Şeyhlerinin Şeceresi (k.s)

Bilmek gerekir ki, Şeyhimiz (İmâm-ı Rabbânî) Çiştiyye intisabını muhterem babasından
almış ve bu büyük zâtların (icazet) hırkasını ondan giymiştir. Babası, ârif-i rabbânî,
muhakkiklerin örneği, âlimlerin hocası, muttakîlerin sığınağı, şeriat ve hakikati birleştiren
Şeyh Abdülehad (k.s) icazet hırkasını velilik dâiresinin kutbu, hidâyetin ve halkın simgesi,
kâmil ve kemâle erdirici Şeyh Rükneddîn (k.s)'tan giymiştir. O, babası Şeyhu'l-İslâm
kutbü'l-aktâb Şeyh Abdülkuddûs (k.s)'tan, o şeyhi Şeyhu'l-İslâm Şeyh Muhammed
Ariften, o şeyhi ve babası Şeyh Şemseddîn Ahmed Abdülhak'tan, o şeyhi Şeyh Celâl
Pânîpatî'den, o şeyhi Şeyh Şemseddîn Türk Pânîpatî'den, o şeyhi Şeyh Alâeddîn Ali
Ahmed Sâbir'den, o şeyhi Şeyh Ferîdeddîn Mes'ûd Ecûdehenî'den, o şeyhi Hâce
Kutbüddîn Bahtiyar Ûşî'den, o şeyhi Mu'îneddîn Siczî'den, o şeyhi Osman el-Hârûnî'den, o
şeyhi Hacı Şerif Zendenî'den (Zindânî'den), o şeyhi Şeyh Mevdûd Çiştî'den, o şeyhi Şeyh
Ebû Yûsuf Çiştî'den, o şeyhi Şeyh Ebû Muhammed Çiştî'den, o şeyhi Şeyh Ebû İshâk eş-
Şâmî'den, o şeyhi Şeyh Ali ed-Dîneverî'den, o şeyhi Şeyh (Ebû) Hübeyre Basrî'den, o
şeyhi Şeyh Huzeyfe el-Mar'aşî'den, o şeyhi Sultân İbrâhîm Edhem'den, o şeyhi Şeyh
Fudayl b. İyâz'dan, o şeyhi Abdülvâhid b. Zeyd'den, o şeyhi Hasan el-Basrî'den, o şeyhi
Hz. Emîru'l-mü'minîn İmâmu'l-müslimîn Ali el-Murtazâ'dan, o da şeyhi yüksek
peygamberlik makamının sahibi Hazret-i Muhammed Rasûlullah'tan (a.s) giymiştir 6 .

İcazetname

Hamd ve salât ü selâmdan sonra Melik ve Velî olan Allah'ın muhtaç kulu Ahmed b. Şeyh
Abdülehad el-Fârûkî en-Nakşbendî -Allah Teâlâ ona bol bol merhamet eylesin- der ki:
Şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerini kendisinde toplayan sâlih, âlim ve şaddık kardeş Şeyh
Hamîd el-Bengâlî -Allah Teâlâ onu sevdiği ve razı olduğu amellerde başarılı eylesin-
kendisine son hâlin başlangıçta oluşması el verdikten sonra, seyr u sülûk makamlarını ve
cezbe merdivenlerini aşarak velilik mertebesine ulaştı. Bu sebeple ona Nakşbendî
şeyhlerinin (k.s) usulünce irşâd isteyen taliplere ve ihlâslı mürîdlere istihare ve manevî
izinden sonra tarikatı öğretmesi konusunda icazet verdim. Allah Teâlâ'dan dileğim, onu

6
Bu silsiledeki bazı şahısların isim ve nisbeleri Mükâşefât-ı Gaybiyye nin matbu nüshasında yanlış
kaydedildiği için Hazarâtü'I-kuds'ten düzeltilmiştir. Bk. Bedreddîn Sirhindî, Hazarâtü'l-kuds (nşr.
Mahbûb İlâhi), Lahor 1971, II, 28-29.

11
uygun olmayan işlerden koruması, gereksiz işlerden muhafaza etmesi ve peygamberlerin
efendisine (a.s) tabî olma konusunda onu sabit eylemesidir.

İcazetname

Bismillâhirrahmânirrahîm. O'na hamd ederiz, nebisine ve nebisinin ailesine de selâm


ederiz. Sonra, ehlullâhın yoluna giren sâlih kardeş ve arif billâh Seyyid Muhammed
Nu'mân -Allah Teâlâ onu ve bizi razı olduğu işlerde muvaffak buyursun- bu fakirin
vasıtasıyla Nakşbendiyye mürîdlik zincirine katılıp onların yolunda ilerleyince ve taliplere
faydalı olmaya başlayınca hakikat yolunu öğretmesi için ona izin (icazet) verdim. Selâm,
doğru yola uyanlara ve Mustafâ'ya (a.s) tabî olmaya devam edenler üzerine olsun.

İcazetname

Bismillâhirrahmânirrahîm. Dostluğu ve âlemi idaresi sebebiyle Allah'a hamd, nebisine,


nebisinin insanları Cennet'e çağıran ailesine ve arkadaşlarına selâmdan sonra Velî ve Ganî
olan Allah'ın muhtaç kulu Ahmed b. Abdülehad el-Fârûkî en-Nakşbendî -Allah Teâlâ
onların günahlarını bağışlasın ve kusurlarını örtsün- diyor ki: ilmiyle amel eden, faziletli
ve kâmil kardeşim Şeyh Muhammed Tâhir, Allah ona velîlerinin yoluna girmeyi nasip
edince ve o da Nakşbendiyye tarikatına bütün gayretiyle girince kendisinde huzur, şuhûd
(müşahede), kurbet (Allah'a yakınlık) ve cem'iyyet (Allah ile beraberlik) hâlleri hâsıl oldu.
Tasavvuf yolunda son hâlin de içinde bulunduğu ilk hâli yaşamak nasip oldu. O, bu hâller
içinde iken bir süre geçti ve kendisine, büyük belâlara uğrayacağı, doğru yoldan çıkıp
farklı yollara gireceği, ehl-i hakkın mezhebinden bâtıl mezheplere meyledeceği zahir oldu,
bu durumu bana da bildirdi. Beni, ondan bu belânın kalkması için Allah'a yalvarmaya
sevketti. Birçok yalvarmalardan sonra bana ondan bu belânın kaldırılacağı bildirildi. Bu
sebeple Allah'a hamd ettim. Kısa bir süre sonra, ilk önce bildirilen hâl ortaya çıktı ve o
(arkadaş) doğru yoldan uzaklaşıp eğri yollara girdi. Hak yoldan bâtıl yollara meyletti.
Hattâ hak ve doğru yola dönmesi konusunda ümit kesildi. Dağınık yollardan birine her
girişinde onu bu yoldan zorla çıkarmak için Allah'ın yardımıyla teveccüh edip yönelmem
ilham olundu. (Buna muvaffak olduktan) sonra, o yola ikinci kez dönmemesi için yolun
önüne bir set çekmek ile meşgul oldum. Bu hâl üzere aylar, belki de yıllar geçti. Sonra
Allah'ın yardımıyla ikinci olarak ilham olunan hâl zuhur etti, doğru yola döndü, ardından
geriye kalan cezbe ve sülûk yollarını aşarak talip ve mürîdlere bu yüce tarikatı öğretme
konusunda kendisine izin verilmeye ehil hâle geldi. Bu tarikatı tâlim etmesi ve talebeleri
eğitmesi için ona icazet vermek aklıma geldi, istihare ve teveccühten sonra ona icazet
verdim. Allah'tan dileğim, önceki ve sonraki insanların efendisine (a.s) tabî olma
konusunda sebat ve istikâmet nasip etmesidir. Söz konusu şeyh Kâdiriyye ve Çiştiyye
tarikatlarından bol nasip alınca, mürîdlere Kâdiriyye ve teberrüken de Çiştiyye dersi
vermesi konusunda ona ruhsat ve icazet verdim. Allah'tan onu korumasını ve başarı ihsan
etmesini dilerim. Başta ve sonda Allah'a hamd olsun. Peygamberlerin efendisine, onun
aile ve ashabına dâima selâm olsun.

İcazetname

Hamd, Allah'a; selâm da O'nun seçilmiş kullarına. Bundan sonra; istihare ve Allah'a
duadan sonra sıddîk ve sâlih kardeş Muhammed Hâşim'e tarikat talîmi için icazet verdim.
Tıpkı şeyhim ve efendim Muhammed Bakî en-Nakşbendî'nin -Allah Teâlâ onu arzu ettiği
yere ulaştırsın- bana icazet verdiği gibi. Hidâyete uyanlara selâm.

12
1. Bölüm: Hâcegân Yolunun Cezbesi ve Sülûk

Bu yazı, Hâcegân hazretlerinin (Nakşbendîler'in) tarikatının açıklamasıdır. Bilesin ki,


onların teveccühü (mânevi yönelişi), özel bir teveccühtür. O teveccühteki istihlâk ve
izmihlale (kendini kaybetme hâline) cezbe derler. Bu cezbe, şânının yüceliğinden dolayı,
diğer cezbelere benzemez, onlarla ilgisi yoktur. Onların cezbesi, meselâ gayb dâiresinin
noktası (Allah'ın sırf zât mertebesi) ile irtibatlıdır. Bu nokta ise sonun sonudur, Hakîkat-ı
Muhammedî denen ve kâbiliyyet-i câmi'a olan taayyün-i evvelin menşeidir. Nitekim bu
konu erbabına aşikârdır. Hâcegân cezbesinin bu noktayla irtibatından dolayı, “Bu tarikatta
son hâl başlangıca yerleştirilmiştir” denebilir. Bu sebeple bu güçlü tarikatın büyüklerine
seyr fillâhtaki manevî kazanımlarından sonra sonsuz manevî yükselişler el verir. Onlarda
manevî susuzluk asla görülmez. O noktada fânî ve müstehlek (yok) olurlar. Hattâ
kabiliyetleri farklı olmakla beraber orada bekâ hâline ulaşırlar. O noktaya ulaşmak
velâyet-i Muhammedi'ye (Muhammedî meşreb velîlere) mahsusdur. O noktada bekâ
hâline ulaşmak halkı Hakk'a davetin ve irşadın başladığı yerdir, tam fark makamıdır.

Hz. Peygamber'in manevî vârislerinin önde gelenleri (olan cezbe ehli) için ona tabî olma
sebebiyle bu makamın fena ve bekasından nasip vardır. Seyr u sülûk ehli ise böyle
değildir. Onların sülûkü (manevî yolculuğu), cezbelerinden öncedir. Ya da söz konusu
olan cezbenin dışında başka bir tür cezbe onların sülûkünden önce vâki olmuştur. Bu
başka tür cezbeden sülûke ulaştıkları zaman onlarda bir miktar soğukluk oluşur. Çünkü
sülûk, cezbe dönemindeki hızlı yükselişi durdurur. Bu sebeple Hz. Emîr (Hz. Ali) sülûkünü
yani manevî yolculuğunu tamamladıktan, fena ve bekaya nail olduktan sonra o dâireden
çıkmış, maiyyet-i zâtiyye (zatî beraberlik) yoluyla nihayet noktasına ulaşmıştır.

Her ne kadar (diğer tarikatlara bağlı) meczûb-i sâlikler (önce cezbeye sonra sülûke nail
olanlar) sâlik-i meczûblardan (sülûkü cezbelerinden önce olanlardan) hararet ve yanma
yönüyle daha önde olsalar da, bu tarikatın meczûb-i sâlikleri mertebesine ulaşamazlar.
Çünkü merkeze ulaşmak, bu (Hâcegân'a âit) cezbeye mahsustur. Bu sebeple diğer
tarîkatlerin son noktaya ulaşan sûfîleri bazen fena ve bekadan sonra sonu sıfatsızlık ve
renksizlik olan bu haneden (mertebeden) yükselirler. Bazıları efrâd velîlerin gayb
hanesine gidip orada yükselirler. O makama mahsus olan muhabbet ile vâsıl olur, Allah'a
ulaşırlar. Diğer bazıları oradan yükselip semâ ve nağmeye (mûsikî dinlemeye) yönelirler.
Mûsikînin teşvik ve tahrikiyle terakki edip manen yükselirler.

Sâdece ilâhî cezbe ile yükselen bu tarikatın vâsılları (Hakk'a ulaşanları) ise böyle değildir.
Onlarda sıfat ve renk (özellik) kalmamıştır ki onlarla yükselsinler. Cezbe, onları çeke çeke
götürür. Bu cezbenin, nihayetin nihayeti noktası (Allah'ın zâtı) ile tam bir irtibatı vardır.
Nitekim anlatıldı. Bu tarikatın bazı büyükleri o makamda (cezbede), bu nihayet
makamının nuru ile aydınlandılar ve renklendiler. Nihayette hâsıl olacak olan şey, bu
hanede (cezbe mertebesinde) müyesser olmuştur. Hâce Ahrâr diye bilinen kutbü'l-
muhakkıkîn Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah bu cezbe makamında nihayet nuru ile
şereflenmişlerdir. Bu konudan bir miktarı, onların ahvâlini anlatırken zikredilecektir.

Aynı şekilde seyr u sülûkünü tamamlayıp velilik, şehâdet ve sıddîklık makamlarına


ulaşan 7 bu tarikatın büyüklerinden bazıları her ne kadar o (son) noktaya ulaşmamış iseler
de, o noktanın nuru onların gönüllerini aydınlatmış ve tam olarak Allah'ı müşahededen
faydalanmışlardır. Onlar bu cezbe nimetinden sonra sülûk ederler, bu sülûkü teveccühe
(mânevi yönelişe) yardımcı yapıp uzak yolu en kısa sürede aşarlar ve yöneldikleri Kabe'ye
(Allah'a) ulaşırlar. Onların bu yolu (usûlü) Hz. Sıddîk-ı Ekber'e (Ebû Bekr'e radiyallâhü
anh) aittir.

7
Bu üç makam hakkında İmâm-ı Rabbânî'nin Ma 'ârif-i Ledünniyye isimli eserinin 36. bölümüne
bakılabilir.

13
Burada bir incelik vardır. Bilmek gerekir ki, Hz. Sıddîk, Hz. Ali'ye âit olan cezbe ve seyr-i
âfâkî (mânevi yolculuğu dış âlemde yapmak) ile irtibatlı üst âleme âit sülûk yolunu elde
ettikten sonra -nitekim Hz. Ali bunu şöyle ifâde etmiştir: “Bana göklerin yollarını sorun!
Oradaki yolları yeryüzündeki yollardan daha iyi bilirim”-, (Hz. Ebû Bekr) seyr-i enfüsîden
yani kendi kalbi içinde olan manevî yolculuğu da yapmıştır. Seyr-i enfüsî şuna benzer,
cezbe evinden (makamından) bir tünel kazmışlar, tüneli Allah'ın zât gaybına ulaştırmışlar,
bu tünel yoluyla zâta gitmişlerdir. Son Peygamber (a.s) da bu yoldan nihayete ulaşmıştır.

Seyr-i âfâkî ile irtibatlı olan üst âlemdeki yolculuk her ne kadar o Hazret'in (a.s) nübüvvet
kandilinden alınmış ise de, Hz. Ali'ye mahsustur. Diğer üç halife (Hz. Ebû Bekr, Ömer,
Osman) başka yollardan gayba (Allah'ın zâtına) gitmişlerdir. Hz. Sıddîk'ın yolu anlatıldı.
Hazret-i (Ömer) Faruk'un ve Hz. Zinnûreyn'in (Osman'ın) yolları ise ayrı ve müstakildir.
Sâliklerin manevî yolculuğu, bu dört yol ile olur. Hz. Ali'nin yolu meşhurdur. Tarikatların
çoğu bu yol ile maksûda yönelmişlerdir. Hz. Sıddîk'ın yolu, diğer tarikatlar arasında
Hâcegân'a mahsustur.

Ancak bu tarikatın dışındaki bazı büyük şeyhler de bu yol ile ilerleyip maksûda
ulaşmışlardır. Bu yolda yürümek, gizliliğinden dolayı zorluklar içerdiği için, nitekim
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî buna şöyle işaret etmiştir:

Nakşbendîler ilginç kafile başıdırlar,

Kafileyi gizli yoldan Harem 'e götürürler.

ve Hz. Ali'nin yolu açıklığa sahip olduğundan dolayı Hz. Ali'nin yolu meşhur ve yaygın
olmuştur. Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın yolları da gizlilik içerdiği ve o yollarda yürümek zor
olduğu için, şeyhler açık olan Hz. Ali yolunu tercih etmişlerdir. Hz. Ali diğerlerinden daha
sonra olup onun yolu meşhur olunca, şeyhler onun yoluna girdiler. Anlayışı kısa olanlar,
sülûk ettirme ve kemâle ulaştırma yolunun Hz. Ali'ye mahsus olduğunu zannetmişlerdir.
Onlar diğer üç halifenin kâmil (olgun) ama mükemmil (kemâle erdirici) olmadığını
düşünürler. Onların cesaret ve cür'etine feryâd! Kendi sülûkleri (manevî yolculukları) Hz.
Ali'nin yoluyla olunca onun dışmdakileri yok saymışlar ve bu kötü işi işlemişlerdir. Şiir:

Taşta gizlenmiş olan kurt (böcek) gibi,

Onun yeri ve göğü sâdece o taştır.

Bu fakîr, bazı büyük şeyhlerin Hz. Faruk'un (Hz. Ömer'in) yolu ile sülûk yaptıklarını
görmüştür. Hz. Gavsü's-sekaleyn (Abdülkâdir Geylânî) de bu yol ile gayb-ı zâta (Allah'ın
zâtına) ulaşmıştır. Hz. Ali'nin yolunda velilikte ilk adım olan fena ve bekadan daha fazla
bir müddet geçirmemişlerdir. Şeyh Ebû Sa'îd Harrâz da Hz. Ömer'in yolunu tutmuşlardır.
Duymadınız mı, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra bir peygamber
gelecek olsaydı, Ömer olurdu”. Bu sözden maksad Hz. Ömer'in insanları kemâle
ulaştırması ve fayda vermesi olmasaydı, peygamberlik makamına nasıl münâsebeti
olabilirdi? Düşün ve idrâki kısa olanlardan olma!

Hz. Ebû Bekr Sıddîk'tan sonra bu nisbet (manevî hâl, seyr-i enfüsî, kalpte yolculuk)
Selmân-ı Fârsî'ye ulaştı ve derûnî yoldan maksûda bağlandı. Ondan sonra bu nisbet
aynıyla Hz. Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekr Sıddîk'a ulaştı. Ondan sonra Hz. İmâm
Ca'fer-i Sâdık'a annesinin babası olan Hz. Kâsım'dan ulaştı. Ca'fer-i Sâdık buyurmuştur
ki: “Ebû Bekr beni iki kez doğurdu”. Bu söz ile bu iki veliliğe işaret etmiştir, iki kez
doğmayan kişi, semâvâtın melekût âlemine geçemez, İmâm Ca'fer-i Sâdık kendi
babalarından da bir nur almış oldukları ve o nur fevkanî (üst ve dış âlemle ilgili, âfâkî)
sülûk ile irtibatlı bulunduğu için, cezbeyi elde ettikten sonra fevkanî sülûk ile maksada
ulaştı, her iki nisbeti (Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ali'nin hâl ve yollarını) kendisinde toplamış
oldu.

14
Sonra bu nisbet Hz. İmâm Ca'fer-i Sâdık'tan emânet ve (Üveysî) velîlerin metodu olan
rûhâniyet yoluyla Sultânü'l-ârifîn'e (Bâyezîd Bistâmî'ye) ulaştı. Sanki o emânet nuru,
ehline ulaştırması için emânet olarak onun sırtına yüklemişlerdir. Sultânü'l-ârifîn'in
teveccüh yüzü başka tarafa yöneliktir. O emâneti yüklenmeden önce bu nisbet ve mânevi
hâl ile irtibat anlaşılamaz. Sonra bu nisbet anlatılan açıklamada olduğu gibi (rûhânî ve
üveysî yolla) Sultânü'l-Ârifîn'den Şeyh-i Harakân'a (Ebu'l-Hasan Harakânî'ye) ulaştı.
Onlardan Şeyh Ebû Ali Fârmedî'ye, onlardan Hz. Hâce Yûsuf'a, onlardan da bu yüce
nisbet onun ehli ve Hâcegân'ın halka başı (önderi) olan Hâce Abdülhâlik Gucdevânî'ye
ulaştı.

Burada, Hz. İmâm'a (Ca'fer-i Sâdık'a) mahsus olan cezbe (seyr-i enfüsî) ve seyr-i âfâkî
yolundan olan iki nisbet (hâl) tekrar zuhur sahasına çıktı ve tekrar tazelik kazandı. Onlar
(Gucdevânî) bu yoldan yükselip Sıddîklık Makâmı'na ulaştılar. Olgunluk ve başkalarını
olgunluğa eriştirme konusunda yüksek bir makama sahip oldular. Ayrıca aktâbın (kutub
mertebesindeki velîlerin) reislerinden idiler. Hz. Hâce (Gucdevânî) sâlikin son hâlini “yâd
dâşt” (Allah'ı sürekli akılda tutmak) diye ifâde etmişlerdir. Yâd dâşt'ın mânâsı bu risalede
detaylı olarak yazılacaktır inşâallah. Hz. Hâce Gucdevânî'den Hâce Nakşbend'e kadar bu
silsilenin şeyhleri cezbeden gayba seyr-i enfüsînin derûnî yoluyla yöneldiler ve kendi
isti'dâdları nisbetinde nasip aldılar.

Hz. Hâce Nakşbend'in zamanı gelince, büyük hâce (Gucdevânî) onu rûhânî yolla terbiye
etti. O nisbet aynısıyla cezbe ve sülûk olarak onlara ulaştı, kemâl buldu. Onların
(Nakşbend'in) halifeleri olan Hâce Alâeddîn Attâr ve Hâce Muhammed Pârsâ (k.s) bu
nisbetin hâsıl olması sayesinden onların terbiyesiyle şereflendiler.

Hâce Alâeddîn, kendisinde velilik, şehâdet ve sıddîklık nisbetleri bulunmakla beraber,


ma'iyyet-i zâtiyye (Allah ile beraberlik şuuru) yoluyla zât gaybına gitmişler ve nihayet
noktasına ulaşmışlardır. O noktada bekâ kazanmışlar ve bu bekâ hâli ile kutb-i irşâd
olmuşlardır. Çünkü kutb-i irşâd, belki kutb-i medar olmak, o noktaya ulaşmaya bağlıdır.
O makamda fena ve bekaya ulaşmadıkça bu kutbiyyet makamına ulaşamazlar. Hz. Hâce
(Alâeddîn Attâr) bu mertebeye ulaşmak için bir yol ve usul ortaya koymuşlardır. Onun
halifeleri bu yolu şöyle ifâde etmişlerdir: “Yolların en kısası Alâeddîn'in yoludur”.
Gerçekten de, nihayetin nihayetine ulaşmak için bu yol, yolların en kısa ve kestirme
olanıdır. Büyük velîlerden bile çok az bir kısmı bu nimete ulaşmışlardır, nerede kaldı ki o
yüce makama ulaşmak için bir yol ortaya koysunlar?

Hz. Hâce Muhammed Pârsâ ve Hz. Mevlânâ Ya'kûb (Çerhî) Hâce Alâeddîn'in sohbetinde
bu yoldan da nasiplenmişlerdir. Oğulları Hâce Hasan Attâr ve diğer halifeleri de bu yoldan
gitmişlerdir. Sâlikleri de bu yol ile sülûk ettiriyorlardı. Hz. Hâce Ahrâr, Mevlânâ Ya'kûb
Çerhî vasıtasıyla bu yoldan nasip almışlardır. Bugüne kadar onun halifeleri bu yolun
bereketinden nasiplenmişlerdir. Bu yoldan ulaştıkları nur ile mürîdleri faydalandırıyorlar.
Mevlânâ Ya'kûb Çerhî cezbeden gayba (cezbe yoluyla Allah'ın zâtına ulaşmaya) anlatılan
enfüsî yolla yönelmişlerdir.

Bu durumdan anlaşıldığına göre, Hâcegân şeyhlerinin cezbesi iki kısımdır. Birisi yukarıda
açıklaması geçmiş olan cezbedir (Hz. Ebû Bekr'den gelen seyr-i enfüsî usûlü). İkinci cezbe
ise ma'iyyet yolundandır (Allah ile beraber olma duygusunun getirdiği cezbedir). Bu cezbe
yoluyla sâlikleri terbiye etmek, Hâce Alâeddîn Attâr'a (k.s) mahsustur. Evliyanın
büyüklerinden bazıları her ne kadar bu yoldan gitmiş iseler de, bir yol (usûl, metod)
ortaya koymamışlardır. Bir yol ortaya koymak ve onunla mürîdleri eğitip manevî yolda
yürütmek, o zâtın irşâd makamındaki kemâl, kemâle ulaştırma (tekmil) ve üstün gücüne
delildir.

Hâce Muhammed Pârsâ'nın şöyle dediği nakledilir: “Bütün mahlûkâtı maksûd-i hakîkî olan
Allah Teâlâ'ya ulaştırabilirim”. Hâce Muhammed Pârsâ'nın bütün bu kemâlâtına rağmen
Hâce Bahâeddîn Nakşbend ona Hâce Alâeddîn'e tabî olmasını emretmişti. Hâce Attâr bu
silsilede bereketi çok olan bir zâttır. Bugüne kadar bu tarikatta bulunanlar ister Attâriyye

15
koluna mensup olsunlar, ister Ahrâriyye koluna, hepsi o zâtın hidâyet nuru ile doğru yolu
bulmuşlardır. O zâtın ortaya koyduğu yol sâliklere nur vermişse, bu yol sayesindedir.

Hz. Peygamber (a.s) mahlukâta doğru yolu göstermek için bu maiyyet yolu ile geriye
(halk arasına) dönmüştür. Hz. Ebû Bekr ve Ömer de bu yoldan inmişlerdir. Buradan bu iki
cezbe makamının büyüklüğü anlaşılmış oluyor. Çünkü Hz. Peygamberin urûcu yani
manevî yükseliş yolu birinci cezbe (seyr-i enfüsî), iniş yolu da ikinci cezbedir (ma'iyyet-i
zâtiyye).

2. Bölüm: Hâce Ubeydullah Ahrâr'ın Seyr u Sülûkü

Seyyidü'l-muhakkıkîn Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah Ahrâr bu büyüklerin cezbe makamında


büyük bir değer sahibi olmuşlardı. O cezbe yoluyla tam bir istihlâktan (kendini
unuttuktan) sonra özel bir bekâ (ve bilincin geri gelmesi) hâline geçmişlerdi. Bu bekâ hâli
ile, yukarıda anlatıldığı gibi, nihayetin nihayeti noktasından gelen fevkânî (üst âleme âit)
nura ulaşmış ve kesrette vahdeti müşahedeye yani çoklukta birliği görmeye öyle dalmıştı
ki, sanki ortada hiç kesret perdesi yoktu. Âfâkî seyr u sülûklerini de kendilerinin mebde-i
tayyünü (ayn-ı sabitesi) olan ilâhî isme kadar ulaştırmışlardı. Ancak o isimde fânî ve
müstehlek (yok) olmamışlardı. Belki daha sonra aynı cezbe içinde önceki istihlâkin
ötesinde özel bir tür istihlâk elde etmişlerdir. Cezbede ortaya çıkan özel istihlâk ile, özel
buluşma (lika, vuslat) ve fevkânî nurun fazlalığı ile yani bu sülûk usûlünün tümüyle
kabiliyetli mürîdleri terbiye ediyorlardı. Mâsivâya (Allah'tan başka şeylere) takılıp kalma
sıkıntısından kurtarıyorlardı.

Aynı şekilde, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin nihayetin nihayetine ulaşmış oldukları ma'iyyet-i
zâtiyye yolundan da Hz. Hâce'nin (Ahrâr'ın) büyük bir nasîbi vardır. O yoldan da gayb-i
zât (Allah'ın zât mertebesi) ile irtibatı vardır. Bütün bu kemâl ve tekmilin yanı sıra, on iki
kutbun makamından da tam bir nasîbi vardı.

Bu makam gaybdadır, bilinmez, nisbetsizlik ile çok irtibatı vardır. O makamda zatî
muhabbetin özel bir kısmı gereklidir. Dîni yüceltmek ve şeriat ahkâmını icra etmek, o
makamla irtibatlıdır. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe el-Kûfî bu makamın kutupları arasında idi.
Hz. Hâce (Ahrâr) her ne kadar bu makamın kutupları arasında değil idiyse de, bu
makamdan bol nasîb sahibi idiler. Kendilerindeki dîne yardım ve onu yüceltme gayreti, bu
makamın ürün ve neticelerinden idi. Bu sebeple ona Nâsıruddîn (dînin yardımcısı)
diyorlardı. Bununla birlikte, baba tarafından olan ecdâdından bir nisbet ve manevî hâl
aldığı anlaşılıyor. Bu büyük hanedanın (ailenin) tüm şerefiyle bu silsilenin lambası
muhteşemdir. Allah onlara en güzel şekilde sevap ve karşılığını versin!

Dünyâya takılıp kalmış olanları ahmaklık ve dalâlet çölünden, o büyük zâtların hidâyet
nuru çıkarmış ve maksûda giden yolu göstermiştir. Onların hidâyeti olmasaydı biz helak
olurduk, onların yardımı olmasaydı batardık. Allahım! Bizi onların muhabbeti ile sabit ve
dâim eyle, onlara uyarak istikâmette yani doğru yolda bulunmayı nasip et! Habîbin (a.s),
ailesi, ashabı ve hayırlı tabileri hürmetine.

3. Bölüm: Muhammed Pârsâ'nın Meşrebi

Hâce Muhammed Pârsâ hazretleri (k.s) Hâce Nakşbend'in önde gelen mürîdlerinden idi.
O, cezbe ve sülûk ile yoldaki merhaleleri aşmış, fena fillâh ve bekâ billâhın hakikatine
ulaşmış, velilik ve şehâdet ve mertebelerine yükselmişti. Hâce Nakşbend hazretleri
buyurdular ki: “Ben onu cezbe ve sülûkün her ikisiyle de terbiye ettim”. Yine onun
hakkında şöyle demişti: “Sahip olduğum her şeyi benden kaptın”. Bununla birlikte,
Mevlânâ Ariften aldıkları nisbet-i ferdiyyet (yalnızlık hâli) vardı ve bu nisbet ile gayb-i
hüviyyete (Allah'ın zâtına) ulaşmışlardı, ancak bu yalnızlık hâli dünyâ ile irtibatsızlığı
gerektirdiği için Hâce Pârsâ'nın halkı irşâd etmesine mânî oluyordu. Yoksa bu ferdiyyet
hâli olmasaydı kendisinde irşâd en kâmil şekilde bulunurdu.

16
4. Bölüm: Hâce Bahâeddin Nakşbend'in Seyr u Sülûkü

Hâce Nakşbend hazretleri Hâcegân şeyhlerinin cezbesini elde ettikten sonra sülûk-i
fevkaniye (seyr-i afakîye, dıştaki manevî yolculuğa) döndüler. Sülûkü yani manevî
yolculuğu sonuna kadar tamamlayıp fena fıllâh ve bekâ billâh ile müşerref oldular. Bu,
velilik makamıdır. Sonra “veliliğin” üstünde olan “şehâdet” (şehidlik) makamına gittiler. O
“şehâdet” makamının “velilik” (velayet) makamına nisbeti, tecellîyi sûrînin tecellîyi zatîye
nisbeti (aralarındaki farkı) gibidir 8 . O makamdan sonra “sıddîklık” (sıddîkıyyet) makamına
ulaştılar. Bütün bu kemâl ve kemâle eriştirme (tekmil) makamlarına sahip olmakla
beraber, Hz. Ali'nin gayb-i hüviyyete (Allah'a) gitmiş olduğu ma'iyyet-i zatî yolundan
gittiler ve tıpkı Hz. Ali gibi o nihayet noktasında müstehlek ve fânî oldular. Gavsü's-
sekaleyn Abdülkâdir Geylânî de bu yol vâsıtası ile Hz. Muhammed'e (a.s) has olan velilik
mertebelerinin nihayetine ulaşmıştır. O nihayette bir bekâ oluşursa, o hazretin (a.s)
risâlet mertebesinden nasip alınmış olur. Bu büyüklerin o makamda bir miktar bekaları
vardır. Mürîdlere fayda vermeleri de o yoldandır.

5. Bölüm: Muhammed Bakî Billâh'ın Seyr u Sülûkü

Bugün, o büyük zâtların yerine kâim olan, Nakşbendiyye büyüklerinin vekili olan,
nihayetin nihayetine ulaşmış olan, velilik mertebelerinin sonuna erişen, velayet dâiresinin
kutbu, mahlûkâtın merkezi, hak ehlinin sırlarının keşfedicisi, Allah'a zâti muhabbette en
üst mertebede bulunan, Muhammedî veliliğin kemâlâtını kendisinde toplayan ve
gerçekleştiren, irşâd ve hidâyet ehlinin dayanağı, başlangıca sonun dâhil edildiği tarikatın
mürşidi, ariflerin özü, hakikate erenlerin önderi, şiir:

Ehl-i dünyâya onu anlatmak yazıktır,

Gizli bir yerde aşk sırrı gerekir,

Ancak yolu bulsunlar diye önceden onun vasfını anlattım,

Çünkü vefatından sonra üzülüp hasret çekerler.

Şeyhimiz, efendimiz, sığınağımız, büyük şeyh, arif, kâmil Muhammed Bakî -Allah Teâlâ
uzun ömürler versin- ilk hâllerinde zahirî bir şeyhin eğitimi olmaksızın Hâcegân
şeyhlerinin huzur hâline ve onların cezbe makamına ulaştı. Orada istihlâk ve izmihlal
(fena) elde etti. O makamda bir miktar kesrette vahdeti müşahede (çokluk içinde birliği
görme) hâline erişti. İrşâd kutubluğunun bağlı olduğu nihayetin nihayeti nuru ile gönlü
doldu ve aydınlandı. Zahirî bir şeyhin icazetinden sonra irşadın bağlı olduğu nur ile ve
kesrette vahdeti müşahede ile mürîdleri terbiye etti. İrşâd ve kemâle eriştirme
makamında büyük bir şânı oluştu. Onların bir sohbetinde taliplere o kadar faydalar hâsıl
olurdu ki, zor riyâzat ve mücâhedelerle (perhizler ve yorucu ibâdetlerle) bile elde
edilemez. Ayrıca on iki kutbun makamından da tam bir nasip sahibi idi. Aynı şekilde, Hz.
Ömer'e has olan yol ile yukarıya yönelmişlerdi. Sülûk-i afakîyi ayn-ı sabitesine kadar
aşmışlardı. O esnada Allah Teâlâ'nın yardımı ulaştı, sülûk-i âfâkî yolunu onlara açtılar ve
o yolla kendi terbiyecisi olan ilâhî isme yöneldiler. O isme ulaştılar, velilik, şehâdet ve
sıddîklık derecelerinde yükseldiler. Aynı yoldan gayb-i hüviyyete gittiler. Nihayetin
nihayeti noktasında müstehlek (fânî, kendini kaybetmiş) olup büyük seyyidlik makamı ile

8
Tecellî-yi sûrî, Allah Teâlâ'yı dünyevî varlıklardan birinin suretinde görmektir. Hz. Musa'nın Tuvâ
Vâdisi'nde Allah'ı ateş suretinde müşahede etmesi gibi (Tâhâ, 20/9-12). Tecellî-yi zatî ise, kaynağı
Allah'ın zâtı olan tecellîdir. Gerçi bu tecellî de ilâhî isim ve sıfatlarla olur, ancak menşei sıfatlar
değil zâttır. Allah'ın dağa tecellî etmesi, bunun üzerine dağın parçalanması ve Hz. Musa'nın
bayılması misâlindeki gibi (el-A'râf, 7/143). Bk. Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât, Beyrut 1988, s. 52;
Abdurrahmân Câmî, Nakdü'n-nusûs fi şerhi Nakşi'l-Fusûs (nşr. W.C.Chittick), Tahran 1977, s. 270;
Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru'l-merfû'a, Beyrut 1986, s. 209-210; Ahmed Avni Konuk, Fusûsu'l-hikem
Tercüme ve Şerhi (nşr. M. Tahralı- S. Eraydın), İstanbul 1992, IV, 214, 309.

17
müşerref oldular. Bu konuda Hz. Ali oğlu İmâm Hasan (r.a) hakkında şöyle demiştir:
“Benim bu oğlum seyyiddir”. Hz. İmâm bu nihayet noktasında bu sebeple istihlâk
sahibidirler ve o noktada kutb-i medarın bekasıyla irtibatlı bir tür bekâ da vardır. Hâce
Nakşbend hazretleri o makamda bekanın bu kısmına sahiptirler, işte Hâce Muhammed
Bakî (Billah) için o hâller de ortaya çıkacaktır. Bu yoldan Allah'ın zât gaybına ulaştılar ki,
evliyadan çok azı buraya ulaşabilmiştir.

Bu yüksek hedefe ulaşmanın aslı, bazı büyüklerin de büyüklerine mahsustur. Özellikle


sâlik mahbûb (Allah tarafından sevilen kişi) olmadıkça bu yoldan gayba gidemez. Kâmil
ve mükemmil bir mahbûbun tasarrufu olmadan bu iki yoldan gitmek gerçekleşmez. Efrâd
velîlerin yolundan ma'iyyet yoluyla da bu hedefe ulaşırlar. Ancak sülûk yoluyla ilerleyerek
sâliklerin bu nihayete ulaşmaları çok zor, hattâ imkânsız görünüyor. Ama mahbûb ve
murâd olan bir velî onları güçlü cezbelerle çeker ve maksûda ulaştırırsa, o zaman durum
başka. Nîmet erbabına nimetleri ne güzeldir.

6. Bölüm: Allah'ın Zâtı ve Sıfatları

Hak Teâlâ'nın zâtı, sıfatlarının itibârlarından, hattâ sıfatların kendilerinden müstağnidir,


onlara ihtiyacı yoktur. Yani sıfatlar sayesinde oluşan şeyler konusunda, sıfatlardan ayrı
sırf zât kâfidir. Meselâ Hayat, İlim, Kudret ve İrâde sıfatlarına bağlı olan işleri, o sıfatlar
hiç olmasa bile, sâdece Allah'ın zâtı bu işleri yapar. Bu ifâde, “sıfatlar hiç mevcut
değildirler veya ilimde mevcutturlar (hayâlidirler) hâriçte gerçek varlıkları yoktur” demek
değildir. Çünkü böyle bir söz, Ehl-i Sünnet ve Cemâat'in görüşüne aykırıdır. Aksine,
sıfatlar, zâtın onlara ihtiyâcı olmamasına rağmen, hâriçte zâta zâid bir varlık ile
mevcûddurlar. Nitekim ehl-i hakkın mezhebi ve görüşü budur.

Bu, bir örnekle daha açık hâle gelecek: Deriz ki, su bizzat yüksekten aşağıya
meyledicidir. Bu meyle tabiî meyi denir. O hâlde suyun zâtı ilim, hayat, kudret ve irâde
sıfatlarının işini yapıyor. Suda eğer ilim sıfatı olsaydı, yine aşağıya giderdi. İrâdenin işi, iki
eşit durumdan birini tercih etmektir. Bu iradî hareketten hayat ve kudret işi oluşur. Aynı
şekilde bu su, tenezzül (iniş) mertebelerinde hayâtın ve canlılığın parçası olur. Bu aşağıya
doğru meyl-i tabiîsi sebebiyle, zâid sıfatlarla da vasıflanmış olur. Su, bu işleri, kendi
yapısında ve tabiatında olmasına rağmen, zâid sıfatlarla yapar. “En güzel misâller
(sıfatlar) Allah'a aittir” (en-Nahl, 16/60).

Allah'ın zâtı, sıfatlara karşı zatî istiğna (ihtiyaçsızlık) ve kifayetine rağmen, ulûhiyet
mertebesinde zâid olarak mevcut sıfatlarla vasıflanmış olur. Zâtın yapma konusunda
yeterli olduğu işleri bu sıfatlar kuvveden fiile geçirir. O hâlde, tıpkı sıfatlardan uzak olan
su için “onun sıfatları, zâtının aynısıdır” denemezse, -çünkü orada zât vardır, sıfat oraya
asla sığmaz- aynı şekilde Allah Teâlâ'nın zâtı hakkında “sıfatlar zâtın aynısıdır” denemez.
Çünkü orada sıfat yoktur ki zât ile aynı olduğuna hüküm verilsin, ilmî itibâr olsa bile,
itibârlar (sıfatların asılları) da sıfat olduğuna göre, zât ile aynilik ihtimâli ortadan
kalkmıştır. O hâlde açıklığa kavuştu ki, kelâm âlimlerinin görüşü yani Allah'ta zâid
sıfatların mevcut olduğu fikri, sıfatların zât ile aynı olduğuna inanan ve zâid sıfatlar kabul
etmeyen bir kısım sûfilerin görüşünden daha doğrudur.

7. Bölüm: Vahdet-i Vücûd Ehlinin Yanılgısı

Allah'ın sıfatlarının zâtı ile aynı olduğunu söylemek ve sıfatların zâid varlıklarını inkâr
etmek, hakikatlerin hakikatine ulaşamamanın sonucudur. Çünkü bu grup insanlar için
Hak Teâlâ henüz bu sıfatların perdesinde görünmektedir. Allah'ın zâtını sıfatlar aynasında
gördükleri zaman, aynanın görünmezliği sebebiyle, sıfatlar onların gözünden gizlenir ve
onlar da sıfatların olmadığına hükmederler. Onların bu müşahedesi perdeden yükselip
çıksaydı sıfatları zâttan ayrı olarak görürlerdi ve sıfatların var olduğuna hükmederlerdi.
Onların vahdet-i vücûda (varlığın birliğine) hükmetmelerinin sırrı ve sebebi budur. Çünkü
onların müşahedesi perdeden yükselememiştir, hattâ mâsivâ perdesindedir. Mâsivâ
(Allah'tan gayrisi) onların gözünden henüz gizlenmemiştir. Sıfatları göremedikleri için

18
onların var olmadığına hükmetmişlerdir. Görülen ayna yokluk aynası olunca, onun bilgisi
de mâsivâda mevcut olunca, bu iki sebeple sıfatların hârici varlığını reddettiler ve ilmî
(zihnî, hayâlde) var olduğunu kabul ettiler. Bu yüzden onların fenası tam olmaz. Çünkü
mâsivâyı görmezler ama ona şuurları vardır. Mâsivâya karşı şuur ve hissin ortadan
kalkması, sâliklerin müşahedesi mâsivâ aynasından tamamen yükseldiği zaman
gerçekleşebilir. Oysa onlar (vahdet-i vücûd ehli) için durum böyle değildir. Onların bekâ
hâli de kâmil değildir. Çünkü bekanın kemâli, fenanın tam olmasına bağlıdır. Bu cemâat
bekadan sonra kendilerini Hakk olarak bulurlar. Bu bilginin kaynağı da sekrdir (mânevi
sarhoşluktur). Eğer bekanın kemâli ile müşerref olsalardı, kendilerini oldukları gibi, bir
şeye gücü yetmeyen kul ve köle olarak görürlerdi.

Bu cemâat cansız varlıklarda ilim, kudret vs. sıfatların bulunduğunu söylüyorlar. Bu


sıfatların cansızlarda var olmasını da, Allah'ın zatî sirayeti ile izah ediyorlar. Oysa Allah
Teâlâ hiçbir şeye sirayet ve nüfuz etmez. Onun eşyayı kuşatması da ilmî kuşatmadır
(bilmektir), zât bundan münezzehtir. Ancak Allah Teâlâ'yı eşyayı bilen insanlara
benzetmek de doğru değildir. Allah Teâlâ eşyanın (dünyevî varlıkların) yaratıcısı, rabbi,
rızık vericisi ve sahibidir. Bu sözün hakikati yukarıda, suyun zâtı ve tabiî meyli bölümünde
anlatıldı. Onlar (vahdet-i vücûd ehli) ise kendi bilgileri ölçüsünde farklı bir hüküm
vermişlerdir. Hakkı hak (doğru) olarak bildiren ve doğru yolu gösteren Allah Teâlâ'dır.

Nakledilir ki, Hâcegân şeyhlerinin (k.s) halka başı olan Hâce Abdülhâlik Gucdevânî'nin
şeyhi Hâce Yûsuf Hemedânî'nin meclisinde bir gün büyük zâtlardan birinin hâlleri
anlatılıyordu. Yûsuf Hemedânî buyurdular ki: “Bunlar, tarikat çocuklarının terbiye edildiği
hayâllerdir”. Bütün şer'î hükümler ve nübüvvet kandilinden alınmış olan ilimler mânâları
açık olarak doğruluğun tam merkezindedirler. Onlara aykırı olan bilgi ve görüşler ise,
te'vîl (yorum) ve keşf ile elde edilmiş olsa bile yanlış ve eğridirler. Allah Teâlâ buyurdu:
“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın” (el-En'âm,
6/153). Nihayetin nihayetine ulaşmanın alâmeti, bu şer'î hükümlere teslim olmak, boyun
eğmek, o ilimleri hayâtımıza geçirmek ve onlarla ahlâklanmaktır. Keşfi nassa (Kur'ân ve
sünnete) tabî kılmak ve ilhamı vahye terk etmek doğru yolun ve istikâmetin ta kendisidir.
Hz. Peygamber'e (a.s) mahsus olan şeriatlar, zât mertebesiyle ilgili ilimlerin hükümleridir.
Onlarla amel etmek, nihayete ulaştırıcıdır. Aynı şekilde, kendi terbiyecisi olan ilâhî isimle
irtibatlı bir peygamberin ilimleriyle amel etmek de, ancak o isimlere ulaştırır.

O hâlde, son peygambere tabî olmaları sebebiyle Hak Teâlâ'nın nihayete ulaştırdığı
cemâat, ilim ve amelde şeriata kıl ucu kadar bile aykırı olmazlar. Ehl-i hak âlimlerin
hemfikir olduğu gibi, şeriat ahkâmında haddi aşmazlar, geride de kalmazlar. Kendilerine
taşıp gelen ledünnî ilimler ve ilhamlar şeriata uygundur. Belki onlar, bu şeriat ilimlerinin
tafsili ve açıklamasından ibarettir.

Bir şahıs Hâce Nakşbend hazretlerine (k.s) “Seyr u sülûkten maksad nedir?” diye
sormuştu. Cevap olarak şöyle buyurdular: “Özet bilginin detaylı olması, delille bilinenlerin
keşf ile bilinmesidir”. Şeriatın zahirine ve Ehl-i Sünnet ve Cemâat âlimlerinin görüşüne
muhalif olan keşfler, kabule lâyık değildir. Çünkü o, Hz. Muhammed'e (a.s) has olan
doğru yoldan sapmaktır. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Sen şüphesiz peygamberlerdensin.
Doğru yol üzeresin” (Yâsîn, 36/3-4). Muhammedî meşreb olan kişi, bu ilim ve amel nimeti
ile müşerreftir. Velâyet-i hâssa-i Muhammedî (Hz. Muhhammed'e has olan velilik) onun
nasibi olur. Ona muhalif olan, muhalefeti keşfe dayansa ve velîlerden olsa bile, bu
Muhammedî velilik makamından nasip alamaz, önceki peygamberlerden birinin kademi ve
meşrebi üzere olur (onların velayetinden feyz alır). O ilimler, o peygamberlerin şeriat
ilimlerine muvafık olur. O kişinin seyri yani manevî yolculuğu da, o peygamberin
kademine (hakikatine) kadar olur. Muhammedî meşreb olan kişi ise bütün ilmî ve amelî
kemâlâtı kendisinde toplamıştır ve orta yolun merkezindedir. Mısra: “Bütün güzellerin
sahip olduğu şeylere, sen tek başına sahipsin”.

O din ve dünyânın efendisine (a.s) inmiş olan kitap, diğer peygamberlere indirilen bütün
semavî kitapların mânâsını ihtiva etmektedir. Onun şeriatı da, diğer şeriatların özü ve

19
hulâsasıdır. Tam fena hâli, Muhammedîlerin özelliğidir ve onlara mahsustur, tam bekâ da
onların şânına uygundur. Çünkü bekanın kâmil oluşu kul mertebesinde değildir. O nîmet,
o efendiye (a.s) merhameten verilmiştir, diğer insanlar ise onun sayesinde istifâde eden
tufeylilerdir. Bu tufeyliler de onun tâbîleridir. Ona tâbi olmadan bu nimete ulaşmak
zordur, hattâ imkânsızdır. Bu yüksek makam, nihayetin nihayetine ulaşmaya bağlıdır. Bu
makam, inişin son (en alt) noktasındadır, o nihayet de yükselişin en üstündedir. Yani iki
zıt uçtadırlar. Ancak bir şey kendi sınırını aştığı zaman, zıddına döner.

8. Bölüm: Hakîkat-ı Muhammedî (Kâbiliyyet-i Ûlâ) ve Diğer Kâbiliyyetler

Bilmek gerekir ki, “Hakîkat-ı Muhammedî” denen “kâbiliyyet-i ûlâ”, zâtın îtibâr-ı ilmî (ilim
sıfatı) üzerine kabiliyetidir, yani âlemi icmâlen bilmesidir. O kâbiliyyet-i ûlâ da özet olarak
Kelâm şânında (sıfatının aslında), hattâ Kur'ân-ı Mecîd'de tafsil bulan tüm kemâlât ile
irtibatlıdır. Ve o kâbiliyyet, Hz. Muhammed'in (a.s) terbiyecisidir (feyz kaynağıdır,
hakikatidir). Bazı sûfîlerin “O hazretin (a.s) terbiyecisi ilim şânıdır” şeklindeki sözleri, bu
mânâda olabilir. O kâbiliyyet-i ûlâ itibariyle ona (a.s) nisbet edildi. Onun (a.s) kademi
üzere (meşrebinde) olan kâmil tâbîlerinin terbiyecileri de, söz konusu itibârın (ilim
sânının) kabiliyetleridir. Bunlar, o kâbiliyyet-i cem'e (Hakîkat-ı Muhammedi'ye) göre cüz
gibidirler.

Peygamberimiz dışındaki diğer ulü'l-azm (büyük) peygamberlerin ve diğer nebî ve


rasûllerin terbiyecisi, özet yoluyla bütün sıfatlarla muttasıf “zât kâbiliyeti”dir. Bu
kâbiliyyet, bazı itibârlarla feyizlenmiş, derecelerine göre o itibârların muhtelif hakikatleri
olmuştur. Onların (diğer peygamberlerin) kademi üzere olan kişiler, bu makamdan pay ve
nasip alırlar. Ancak bu kişilerin hakikatleri (a'yân-ı sabitesi) başka bir sıfattır ve o
(peygamberlere âit) son kabiliyetin altında bulunmaktadır. Bu kâbiliyyet (zât kabiliyeti),
Allah'ın zât ve sıfatları arasında bir berzah ve perdedir. “Kâbiliyyet-i ûlâ” (taayyün-i evvel,
Hakîkat-ı Muhammedî) ise, zât, sıfatlar ve şuûnât-ı zâtiyye (sıfatların asılları) ile o
kâbiliyyet-i ûlânın cüzleri gibi olan diğer kabiliyetler arasında perdedir. Perdenin iki yönü
olduğuna göre, son kabiliyette perde olma hükmü ortaya çıkar. Çünkü onun son yönü,
zâta zâid olan sıfatlardır ve zâta zâid bir vücûd ile mevcûddurlar. Nitekim Ehl-i Sünnet
âlimlerinin görüşü de böyledir. Allah Teâlâ onlara çalışmalarının ecrini versin, işin doğrusu
böyledir. Perdenin mânâsı, ancak bir şeye zâid olmaktır (perde bir şeyin zâtının aynısı
olmaz, zâta ilâvedir).

Kâbiliyyet-i ûlânın altında madem ki başka kâbiliyyetler vardır ve o kabiliyetler ancak zât-
ı mahza (sırf zâta) göre zâiddir, o hâlde o (ilk) kabiliyetin bu (alt) cihetten boyanması
perde olmaya sebep olmaz. Evet burada perde de ortaya çıkmıştır. Birinci surette (diğer
peygamberlerin hakikati olan kâbiliyyet-i zâtta) ise böyle değildir, çünkü perde burada
aynî ve haricîdir. Ancak bilmek gerekir ki, ilmî (hayalî) perdeyi kaldırmak mümkün hattâ
vâkidir. Haricî (varlık sahasına çıkmış olan) perdeyi kaldırmak ise mümkün değildir. Bu
sebeple Muhammedîler (müslümanlar) için terakki yani manevî yükseliş vuku bulur,
terbiyecileri (rableri, feyz kaynakları) olan ilâhî isimlerden Rabbü'l-erbâba (zâta)
yükselirler. Şüphesiz, tecellî-yi zatî Hz. Muhammed'e (a.s) ve ona tabî olanlara
mahsustur. Onların müşahedeleri perdesiz olur. Düşün! Sıfatlar ve kabiliyetler tarafında
mahlûkâttan ve kendi terbiyecileri olan isimlerden bu yükselişin olması mümkün değildir.
Çünkü bu perde ortadan kalkmaz ki yükseliş mümkün olsun.

Bugün bazı sûfıler Hakîkat-ı Muhammedi'yi, zâtın bütün sıfatlarla icmâlen (özet olarak)
vasıflanma kabiliyeti olarak düşünmüşlerdir. Bu düşüncenin kaynağı şudur: O cemâat,
sıfatlar hânesindedir (makâmındadır), o makamdan nasipleri vardır. O makamın
kâbiliyyeti, söz konusu edilen kâbiliyyettir. Nitekim yukarıda geçti. Bu sebeple mecburen
o yüksek makamı o servere (a.s) nisbet etmişlerdir. Doğrusu ise daha önce zikredilendir.
Allah Teâlâ daha iyi bilir, doğru yolu gösteren de O'dur.

Onların hükmü ve anlayışı böyledir, onlara göre bu kâbiliyyet şuûnâtın üzerindedir,


şuûnâtı da onun altında saymışlardır. Oysa onların şuûnât dedikleri şey şuûnât değil o

20
kâbiliyyetin altındaki sıfatlardır. O taifenin nazarı o haneyi (makamı) geçemediği için
sıfatları şuûnât (sıfatların asılları) zannetmişlerdir. Bu sebeple sıfatların zâta zâid oluşunu
inkâr etmişlerdir. Aksine, şuûnât zâtın aynısıdır, sıfatlar ise zâta zâid olarak mevcutturlar.
Şuûnât (şuûnlar) konusu ayrıca yazılmıştır, sıfatlar da müstakil olarak ayrı bir kağıtta
yazılmıştır. Oradan okuyup düşünmek gerekir.

9. Bölüm: Allah'ın Kelâmı Kur'ân

Burada Kelâm sıfatı, daha doğrusu Kelâm şânı (sıfatının aslı) söz konusu edilecektir.
Kelâm (konuşma sıfatı) olmadan bir şeyi ifâde etmek düşünülemez. O hâlde bütün zâtî
kemâlât ve zâtî şuûnât, önce bu Kelâm sıfatında hattâ şânında feyz yoluyla zuhur ederler.
Sonra oradan ifâde âlemine gelirler.

Meselâ bir çok kemâlât (hüner) sahibi bir kişi bu hünerlerini göstermek isteyince önce
onları konuşma gücü mertebesine indirir, oradan ortaya çıkarır. O halde Allah Teâlâ'nın
zâtına sâdece itibarî olarak zâid olan şuûnât mertebesinde Kelâm'ın özel bir konumu
vardır. Zât ve şuûnât mertebesinde bulunan her kemâlât, tümüyle Kelâm şânında feyz
yoluyla tecellî eder. Bu şânın tüm hakikati sâdece Kur'ân'dır. Arapça olarak ve bilinen sıra
ile mushaflarda yazılmıştır. Peygamberlere inen bütün kitaplar bu Kur'ân'ın
parçalarındandır ve Kur'ân'ın bazı ibarelerinden istifâde yoluyla hazırlanmıştır.
Başlangıçtan sona kadar bütün kâinatın yaratılması ondan (Kur'ân'dan) istifâde ile
olmuştur. “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona (söyleyecek) sözümüz sadece
“Ol” dememizdir. Hemen oluverir” (Nahl, 16/40) âyeti, bu sözümüzü desteklemektedir.

Bu Kur'ân, bu büyük değer ile Asıl Dâiresi'ne (ilâhî âleme) dâhildir. Ona gölge olma
durumu (zılliyyet) asla yol bulup gelmemiştir. Evliyâullahın büyüklerinden bazılarının:
“Kur'ân, cem mertebesindendir” demesi, bu mânâya işaret için olmalıdır. Hakîkat-ı
Muhammedî diye ifâde edilen kâbiliyyet-i ûlâ bu Kur'ân-ı Mecîd'in gölgesidir. O hâlde o
kâbiliyyet de asıl değil gölge olma yoluyla bütün zâtî kemâlâtı ve şuûnâtı ihtiva
etmektedir. Kur'ân ise asıl olma (asalet) yoluyla bunları ihtiva etmektedir. Bu sebeple
Kur'ân, o efendiye (a.s) inmiş ve onu bu büyük nimetle imtiyaz sahibi eylemiştir. Nitekim
Hz. Peygamber'in kendisi hakkında: “Dîninizin yarısını bu Humeyrâ'dan öğrenin”
buyurduğu Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in ahlâkı hakkında şöyle buyurmuştur: “Onun ahlâkı
Kur'ân'dı”. Hz. Peygamber'in şeriatının büyüklüğünü, asalet ve zılliyyeti buradan kıyas
edip düşünmek gerekir. Ona (a.s) tabî olmayı, bütün mutlulukların sermâyesi olarak
bilmelidir. Mısra:

“Bu iş bir nimettir, şimdi kime gelir?”

Bu anlatılanlar, ahlâkını Kur'ân ahlâkı yaptıkları ve Kur'ân nuruyla gözünü sürmeledikleri


efrâddan bazı kişilere mahsustur. Kutub mertebesinde olanların nazarı ve düşüncesi
buraya erişemez, onlar gölge mertebesinden geçemez. Bu ilimlerin ve makamların
incelikleri kutublardan bazı ferdlere mahsustur. Kutb-i irşâd ve kutb-i medarın önünde
başka bir iş vardır. Onlar özel bir hizmete seçilmişlerdir. Kutbiyyet ve ferdiyyet
mertebelerinin ikisini de kendisinde toplayan kişiye ne mutlu. Tıpkı Seyyidü't-tâife
Cüneyd-i Bağdadî gibi. Ona bu ferdiyyet nisbeti Şeyh Muhammed Kassâb'dan gelmiştir,
onun kalbî hâli elde etmesindeki pîri ise Serî Sakatî'dir. Cüneyd kutubluk hâlini, ferdiyyet
hâlinin yanında unutarak şöyle diyor: “Halk zannediyor ki ben Serî'nin müridiyim. Oysa
ben Muhammed Kassâb'ın müridiyim”.

Sözün başına ve aslına dönüp deriz ki: Kur'ân-ı Kerîm'deki mâzî (dili geçmiş) ve istikbâl
(gelecek zaman) lafızları, ezelî ve ebedî bütün zamanların ondan (Kur'ân'dan) zuhur
ettiğini ifâde etmek içindir. Bazı lafızlar mâzî, bazıları şimdiki zaman, bazıları da istikbal
ile alâkalıdır, ancak bu kalıplar Kur'ân'a nisbetle değildir, aksine Kur'ân'ın kapsadığı bazı
zamanlarla ilgilidir.

21
Meselâ bir şahıs kendi başından geçen bazı olayları anlatmak için geçmiş zaman kalıbı
kullanır. Bu geçmiş zaman kalıbı, o şahsın olayının zamanı ile ilgilidir, o şahsın kendisiyle
ilgili değildir. O şahıs bütün zamanları kapsamaktadır. Doğrusunu bilen ve doğru yolu
ilham eden Allah Teâlâ'dır. Doğruyu doğru olarak gösteren ve doğru yola ileten Cenâb-ı
Hak'tır.

Bu durumda, Kur'ân'ı tasdik eden ve hükümlerine tâbi olan kişi, bütün semavî kitapları
tasdik etmiş, bütün peygamberlerin şeriatlarının kemâlâtını ihtiva etmiş olur. Allah'ın bu
kelâmını (Kur'ân'ı) yalanlayan kişi de bütün inmiş olan kutsal kitapları yalanlamış olur. Bu
dinin gereğini yapmamak da büyük bir mahrumiyete sebep olur. Şiir:

“Muhammed-i Arabî her iki cihanın kaşıdır (süsüdür),

Onun ayağının tozu olmayanın başına toprak serpilsin”.

10. Bölüm: Kur'ân Harfleri ve Şuûnlar

Bilmek gerekir ki, Kur'ân harflerinden bir her bir harf, özet olarak bütün kemâlâtı
kapsamaktadır. Uzun sûrelerdeki özel faziletin aynısını kısa sûrelere de koymuşlardır.
Uzunluk ve kısalık bu konuda fark etmez. Evet, her sûrenin, her âyetin, hattâ her
kelimenin özel bir üstünlüğü ve kendine has fazileti vardır. Tıpkı ilâhî şuûnlardan her bir
şânın özet olarak bütün şuûnâtı kapsaması, bununla birlikte özel bir fazilet ve tesirinin
bulunması gibi. O hâlde kâbiliyyet-i ûlâda, ki “o mertebede her şân bütün şuûnları
kapsamaktadır” derler, şuûn kelimesini kullanmak şuûnun gölgesi olması itibariyledir.
Yoksa şuûn (sıfatların asılları), asıl dâiresine dâhildir (zâtın aynısıdır).

11. Bölüm: Kur'ân Âyetleri

Bilesin ki, özel ve münferid bir olay üzerine nazil olmuş olan her sûre, hattâ her âyet
onları okuyan kişiye o konuda tam bir fayda verir. Meselâ nefs tezkiyesi (nefsi kötü
huylardan arındırma) konusunda inmiş olan bir âyetin okunmasının, nefs tezkiyesinde
büyük bir tesiri vardır. Diğerleri de bu şekildedir.

12. Bölüm: Kur'ân İlâhî Âlemdendir

“Ona (Kur'ân'a) önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen
Allah'tan indirilmiştir” (Fussilet, 31/42) âyet-i kerîmesi sanki Kur'ân'ın asıl dâiresine (ilâhî
âleme) dâhil olduğuna dâir bir remz ve işarettir. Çünkü asıl dâiresine bâtıl asla yol bulup
gelemez. Gölge dâiresine ise altta olmak sebebiyle bâtıl yol bulup gelebilir. Bâtıl olan
şeyler o asıl mertebesine ulaşamazlar. Orası (Allah'ın zâtı) hâlis asıldır. “O'nun zâtından
başka her şey yok alacaktır” (el-Kasas, 28/88). Allah Teâlâ daha iyi bilir, doğru yolu
gösteren de O'dur.

13. Bölüm: Kur'ân'ın İncelikleri ve Kâbiliyyet-i Ûlâ

“Ona ancak temizlenenler dokunabilir” (Vâkı'a, 56/79) âyet-i kerîmesinde sanki Kur'ân'ın
hakikatinin inceliklerine muttali olmanın sâdece temiz insanların kâmil olanlarına mahsus
olduğuna dâir bir remz vardır. Ancak Kur'ânın bütün inceliklerine vâkıf olmak, Cenâb-ı
Hakk'a mahsustur. Nitekim Hz. Peygamber (a.s) buna işaret etmiştir. Ayrıca bir şeyin
zahirine dokunmak, onu düşünmektir. O hâlde âyette kast edilen şey, Kur'ân'ın zahirî
yönlerine muttali olmaktır. Yoksa bâtınların bâtınını sâdece Cenâb-ı Hak bilir. Temizliğin
kemâli, mâsivâdan uzaklaşmaya ve mâsivâ bağlarıyla kirlenmemeye bağlıdır. Bu da, asla
bağlanmak ve her türlü gölgeden yüz çevirmekle olur. Mısra: “Dosttan ayrılmak az ise de,
gerçekte az değildir”.

22
Bakışları kâbiliyyet-i ûlâ mertebesinden öteye geçemeyen bazı sûfîler bu kâbiliyyeti
manevî yükselişin sonu zannetmişler, ona taayyün-i evvel adını vermişler ve “bu taayyün
zâta zâid değildir” (zâtın aynısıdır) demişlerdir. Bu kâbiliyyeti görmeye de tecellî-yi zât
taayyünü demişlerdir. Onlar için de özel velilikten nasip vardır, çünkü bu veliliğin
dereceleri farklıdır. Şiir:

Gök, Arşa göre aşağıdadır,

Yoksa toprağa göre çok yüksektir.

Ancak evliyâullahtan başka bir grup bu mertebeyi (kâbiliyyet-i ûlâ, tayyün-i evveli) de
zâid (zâttan farklı) bilmişler, yakînin gölgesiyle huzur bulmuşlardır. Allahım! Habîbin
hürmetine onların sevgisiyle bizi rızıklandır.

14. Bölüm: Kur'ân Ayı Ramazan

Daha önce zikredildiği üzere, zâti şuûnlardan olan Kelâm şânı (Allah'ın konuşma sıfatının
aslı), zâta âit kemâlâtın ve şuûnların tümünü kapsamaktadır. Mübarek Ramazan ayı da
bütün hayır ve bereketleri kapsamaktadır. Var olan bütün hayır ve bereketler Allah
Teâlâ'nın zâtından feyz yoluyla gelmektedir ve O'nun şuûnâtının neticesidir. Meydana
gelen her kötülük ve eksikliğin kaynağı ise yaratılmış olanların zât ve sıfatlarıdır. “Senin
başına gelen kötülük nefsindendir” (en-Nisâ, 4/79) âyet-i kerîmesi kesin bir hükümdür. O
hâlde bu mübarek ayın bütün hayır ve bereketleri, Kelâm şânının ihtiva ettiği zatî
kemâlâtın neticesidir. Kur'ân-ı Kerîm o kapsayıcı Kelâm sânının tüm hakikatinin sonucu
ve ürünüdür. Bu sebeple bu mübarek ayın Kur'ân-ı Kerîm ile tam bir münâsebeti vardır.
Çünkü Kur'ân bütün kemâlâtı (fazilet ve üstünlükleri) kapsamaktadır, bu ay da o
kemâlâtın ürün ve neticeleri olan hayırları kapsamaktadır. Kur'ân ile Ramazan arasındaki
bu münâsebet, Kur'ân'ın bu ay içinde inmesine sebep olmuştur. “Ramazan ayı, Kur'ân'ın
indirildiği aydır” (el-Bakara, 2/185).

Bu ayın içindeki Kadir gecesi de, bu ayın hulâsası ve özüdür. O gece öz (meyvenin içi), bu
ay da onun kabuğu gibidir. O hâlde bu ayı gönül diriliği ve istikâmeti ile geçiren, bu ayın
hayır ve bereketlerinden nasip alan herkes, bütün seneyi gönül diriliği ve istikâmeti
(cem'iyyet) ile geçirir, hayır ve bereketlerle dolar. Allah Teâlâ bizi bu ayda hayır ve
bereketlere muvaffak eylesin, büyük nasip ile rızıklandırsın.

15. Bölüm: Hurma ile İftarın Hikmeti

Hz. Peygamber (a.s) buyurdu ki: “Sizden biriniz iftar edip orucunu açtığı zaman hurma ile
iftar etsin. Çünkü hurma berekettir”. Orucu hurma ile açmada ve hurmanın bereket
olmasındaki hikmet, hurma ağacının insan gibi kapsayıcılık ve düzgünlük sıfatı ile
yaratılmış olmasıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber (a.s) hurma ağacına “Âdemoğullarının
halası” demiş ve Âdem'in çamurundan yaratıldığını ifâde etmiştir. Nitekim şöyle
buyurmuştur: “Halanız hurma ağacına hürmet ve ikram ediniz. Çünkü o, Âdem'in
çamurunun bakiyesinden yaratılmıştır”. Hurmanın bereket ile ilişkisi, onun kapsayıcılıgı
sebebiyle olmalıdır. O hâlde hurma ağacının meyvesi olan hurma ile iftar etmede, iftar
eden kişinin cüz'ü (parçası) ile oruç açılmış olmaktadır. İnsan ile hurma arasındaki parça
olma ilişkisinden dolayı, hurmanın hakîkat-ı câmi'ası (kapsayıcı hakikati) onu yiyenin
hakikatinin parçası olur. Onu yemenin tavsiye edilmesi, hurmanın hakîkat-ı câmi'asının
ihtiva ettiği sonsuz kemâlât sebebiyledir. Bu durum (hurmanın hakikatinin onu yiyenin
hakikatinin cüz'ü olması), hurmayı normal zamanda yemek ile de oluşur, ancak oruçlunun
nefsânî arzulardan ve fânî lezzetlerden uzaklaştığı iftar vaktinde daha tesirli olur, bu iş o
zaman daha kâmil bir şekilde ortaya çıkar. Hz. Peygamber'in (a.s): “Müminin hurma ile
sahur etmesi ne güzeldir” buyurmasının hikmeti de, o gıdanın, gıdayı alanın cüz'ü olması
ve kendi hakikati ile yiyenin hakikatini kemâle erdirmesi olmalıdır.

23
Oruç ânında (bir şey yenmemesi sebebiyle) bu iş gerçekleşmediği için onu telâfi etmek
gayesiyle hurma ile sahura teşvik buyurmuşlardır. Çünkü onu yemek, sanki bütün
gıdaları almak gibidir. Kapsayıcılığı sebebiyle hurmanın bereketi (sahurdan) iftar vaktine
kadar sürer. Hurmanın zikredilen bu faydası, onu dînin meşru gördüğü bir yoldan temin
etmek ve şeriattan kıl ucu kadar bile ayrılmamak durumunda gerçekleşir. Bu faydanın
hakikati de, onu yiyen kişi suret ve şekilden geçip hakikate ulaştığı zaman, zahirden
geçip bâtınla süslendiği zaman müyesser olur. Gıdanın zahiri, o kişinin zahirine
(bedenine) yardımcı olur. Gıdanın bâtını (hakikati) de o kişinin bâtınını kemâle eriştirir.
Ancak durum böyle olmazsa (şer'î ahkâma riâyet edilmezse) hurmanın faydası zahirî
yardım ile yani bedeni güçlendirmekle sınırlı kalır, onu yiyen de kusurun ve eksikliğin tam
içinde olur. Şiir:

“Lokmayı cevher yapmak için çalış,

Ondan sonra ne istersen ye!”

İftarda acele etmek, sahuru da geciktirmek konusundaki hikmet, gıdanın gıda alanı
kemâle erdirmesi sırrıdır.

Eğer “madem ki arif kişinin kemâle ermesinde gıdanın tesiri var, o hâlde oruçta
(gündüzleri) gıdayı terk etmenin hikmeti nedir?” diye bir soru sorarlarsa, cevaben deriz
ki: Allah'ın isimlerinden bazıları Samediyyet (muhtaç olmama) mertebesiyle irtibatlıdır.
Bu isimlerden tam nasip almak, yeme ve içmeyi terk etmeden mümkün ve müyesser
değildir. Bu sebeple gıdayı almakta arifin kemâle erişmesi olduğu gibi, gıdayı terk
etmekte de onun (Samedî isimlerden feyz alarak) kemâle erişmesi vardır, işin gerçeğini
Allah Teâlâ daha iyi bilir.

16. Bölüm: İlâhî Sıfatlar, Şuûnlar ve Vuslat

Şuûnâtın (sıfatların asıllarının) zât üzerine zâid oluşu sâdece itibarîdir (bir yöndendir,
varsayımdır), sıfatların zât üzerine zâid oluşu ise vücûd-i haricî iledir (gerçektir). Çünkü
Allah'ın sıfatları hâriçte zâta zâid (ilâve) bir varlık ile mevcûddurlar. Nitekim hak ehlinin
mezhebi ve görüşü budur. Şuûn ile sıfatlar arasındaki fark çok incedir. Muhammedîlerin
büyükleri bu farka vâkıftırlar. Bu taifeden (sûfılerden) çoğu bu farkı anlayamadıkları için
şuûnu sıfatların aynısı zannetmişler ve sıfatların hâriçteki varlığını inkâr etmişlerdir.
Gördüğün gibi, bu Ehl-i Sünnet ve Cemâat'in icmâına aykırıdır. Allah Teâlâ hepsinden razı
olsun.

Bu fakir bazı müsvedde evrakında söz konusu farkı tafsilatıyla yazmış, örnekler vererek
konuyu aydınlatmıştır. Kastedilen şey şudur: Şuûn (şânlar), asıl dâiresine yani ilâhî âleme
dâhildirler. Gölge olma durumu onlara asla yol bulup erişemez. Bu şuûnun altında
bulunan ve onların gölgeleri gibi olan kabiliyetler -dereceleri farklı olmakla beraber-
Muhammedîlerin (müslümanların) hakikatleridir. Hakîkat-ı Muhammedî, o hakikatlerin en
kapsamlı olanıdır. Ona mazhar olan Efendimiz'e salât ve selâm olsun. Onların
(müslümanların) kutublarının manen yükselebileceği son nokta, Hakîkat-ı Muhammedî
(Hz. Muhammed'in hakikati) olan kâbiliyyet-i ûlâ (taayyün-i evvel) mertebesinin son
noktasına kadardır. Bu kutubların makamı -ister kutb-i medar olsun, ister kutb-i irşâd-
sanki bu kâbiliyyetin merkez noktasındadır. Aşağıya inerken de bu noktadan inerler.
Onlar için daha yukarıya yükselmek mümkün değildir. Bazıları yükselmiş ise de, azıcık
yükselmiştir. O makamdan yükselmek ve asıl dâiresine (ilâhî âleme seyr-i kademî değil,
seyr-i nazarî ile) girmek, bu ümmetin efrâd derecesindeki velîlerine mahsustur. Allah
Teâlâ'nın rızâsı onların üzerine olsun.

Kişi, ferdiyyet makamına ulaşmadıkça bu kemâlden nasipsizdir. Evet, bazı kâmil zâtlar,
ferdiyyet makamına ulaşmadan ve asıl dâiresine dâhil olmadan, efrâd ile sohbetleri
vasıtasıyla ve efradın onlar üzerindeki tesiri sayesinde o yüksek makamdan nasip alırlar.
Asıl dâiresine girmek efrada mahsustur. Ancak diğerleri için o makamdan nasip almak,

24
efrâd ile münâsebet vâsıtası ile hâsıl olur. Asıl dâiresine girdikten sonra efrâd velîler
arasında da çok farklar vardır. Çünkü şuûn (ilâhî sıfatların asılları) da o dâireye dâhildir.
Gerçi şuûn zâtın aynısıdır ama mahz itibariyle (sırf zâta göre) onlarda bir zâidlik vardır.
Şiir:

“Dostun ayrılığı az da alsa, az değildir,

Gözün içi yarım kıl kadar ise de çoktur.”

Bu dâireye dâhil olduktan sonra, zâtı şuhûd (Allah'ı müşahede, görme) hepsine hâsıl olur.
İster şuûn mertebesinde olsunlar, ister zâta vâsıl olsunlar. Şuhûd kelimesi, terim
yetersizliğinden dolayı kullanılmıştır. Yoksa orada müşahedenin bir etkisi ve tesiri yoktur.
Aynı şekilde, bu özel hâlin bir sureti (benzeri) misâl âleminde şühûd ve Allah'ı görme gibi
hâsıl olur. Bu sebeple bu lafızlar ve benzerleri kullanılıyor. Söz konusu görme de, asıl
dâiresine girmeden düşünülemez. Gölge mertebelerini tamamen aşan, ancak asıl
dâiresine (mertebesine) girmeyen kişilerin gördüğü şey, hem zât mertebesini hem de
şuûnâtı ihtiva eden “asıl dâiresi”dir. Şuûnât olmaksızın sâdece zâtı görmek, efrada
mahsustur.

Bilmek gerekir ki, efrâd adı verilen bu büyük insanlardan zâta vâsıl olanlar azın da azıdır.
Sahabenin büyükleri ve ehl-i beytten on iki imâm -Allah onlardan razı olsun- bu nimeti
kazanmışlar ve bu şansı elde etmişlerdir. Evliyâullahın büyüklerinden Gavsü's-sekaleyn
Kutb-i rabbânî Muhyiddîn Şeyh Abdülkâdir Cîlânî (k.s) bu nimet ile mümtazdır ve bu
makamda özel bir durumu (hâli, husûsiyyeti) vardır ki diğer velîlerin bu durumdan nasibi
azdır. Bu Allah vergisi imtiyaz, onların (Şeyh Abdülkâdir'in) hâlinin yüksek olmasına
sebep olmuştur. Şöyle demişlerdir: “Şu ayağım, bütün velîlerin omuzu üstündedir”.
Diğerlerinin de fazilet ve kerametleri çoktur ama o zâtın bu husûsiyyete yakınlığı,
hepsinden daha fazladır. Manevî yükselişte onlardan hiç biri bu keyfiyyete (hâle ve
makama) ulaşamaz. O zât, bu konuda ashâb ve on iki imâm ile ortaktır. “Bu Allah'ın
birlütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21)”.

17. Bölüm: Ruhlar Âlemi ve Zatî Tecellî

Cisimler âlemi, ruhlar âleminin gölgesi gibidir. Ruhlar âlemi de zâtın aynısı olan ilâhî
şuûnâtın ya da zâta zâid olan ilâhî sıfatların gölgesi gibidir. Birinci gölge olma durumu
yani ruhlar âleminin şuûnâtın gölgesi gibi olması, Muhammedî meşreb insanlara
mahsustur (Muhammedî meşreb kişilerin ruhları, ilâhî sıfatların değil, o sıfatların asılları
olan şuûnların gölgesi gibidir). Çünkü zât gaybından (sırf zâttan) hâsıl olan tam
câmi'iyyet (kapsayıcılık) bu şekilde (şuûnâtın gölgesi olarak) gerçekleşebilir. Bu sebeple
tecellî-yi zatî de onlara (Muhammedî meşreb velîlere) mahsus olmuştur. “Bu Allah'ın bir
lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21).”

18. Bölüm: Ruhlar Âlemi, Sûrî ve Manevî Tecellîler

Sâlik, bu cisimler âleminden daha yükseğe adım atmak istediği zaman, sırf Allah'ın
yardımı ile bazı sâliklerin nazarı bu âlemin aslı olan ruhlar âlemine düşer, orayı görür.
Ruhlar âlemi ile şuûnât veya ilâhî isimler arasında gölge olma ilişkisi bulunduğu için,
gölgenin de gölgesi olan cisimler âlemini Hak olarak bilir ve onu görmeyi Hak Teâlâ'yı
görmek olarak kabul eder. Gerçekte ise, onun gördüğü kendi aslıyla irtibatlı olan ruhlar
âlemidir. Bu kişiye bu tecellînin (görüntünün) başlangıcında cisimler âlemi de görülür.
Ancak nazarı ve bakışı daha yukarıya yönelince ve üste teveccüh edince bu süflî (aşağı)
âlemi ruhlar âlemi olarak bilir ve onun hakikatine hükmeder. Gerçi o esnada bu kişi onu
rûhâniyet adıyla (ruhlar âlemi olarak) bilmez, Hakkâniyyet adıyla hayâl eder. Bu sebeple
kendisini ve âlemi Hak olarak bilir. Sonunda kendisine tecellî gelen bu kişinin gözünden
cisimler âlemi tamamen silinir ve ayna olma durumu ortaya çıkar. Bu âlemde ruhlar
âlemini müşahede eder. Rûhâniyet adıyla bilse de, bu esnada Allah Teâlâ'nın mevcud
olduğuna ve O'nun hâricinde hiçbir şey olmadığına hükmeder. Bu müşahedenin galip

25
geldiği esnada bazı sâliklerin tüm benlikleri (nefs, ego) ortadan kalkar, kendilerini
kaybederler. Bu iki durumda da onların tecellîleri, tecellî-yi sûrîdir, gördükleri şey de
ruhlar âlemidir.

Çoğu zaman sâlik bu makamda bekâ (kalıcılık) elde eder. Ancak bazen bu hâl (benliğini
yitirme) gidip sâlik eski hâline döner ve tekrar kendisini Hak olarak görür. Gerçekte ruh
ile bekâ bulmuş, benliği ruhun üzerine düşmüştür. Bu bekayı bazen hakka'l-yakîn olarak
hayâl eder. Nitekim bazıları böyle zannetmiştir. Fena ve bekayı ilk adımda ispat eder.
llme'l-yakîn, ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîni bu makamda düşünür ve hedefe ulaşmaktan
geri kalır. Şiir:

Taşta gizlenmiş olan kurt (böcek) gibi,

Onun yeri ve göğü sâdece o taştır.

Tarikat çocuklarında ortaya çıkan hâllerden, Hak Teâlâ'nın âlemi kuşattığını (ihata) ve
âlemin bütün zerrelerine sirayet ettiğini düşünmek, kesrette vahdeti yani çokluk içinde
birliği müşahede etmek ve bunlara benzer hâllerin hepsi bu makamdadır. Gerçekte ise o
kuşatma, ruhların cisimler âlemini kuşatmasıdır ve cisimler âleminde ruhlar âleminin
görülmesidir. Allah'ın yardımı o sâlikin hâlini kuşatınca onu bu tehlikeden geçirir, böylece
sâlikin nazan ruhlar âleminin aslı olan şuûnâta, belki de şuûnâtın yansımasına (gölgesine)
ya da ilâhî isimlere düşer. Bu nazar (görme ve düşünme) sayesinde önceki bilgi ve
algılamalanndaki yanlışlığı idrâk eder. Kendisini ve âlemi Hak Teâlâ olarak zannettiği
algılama ve bilgi ortadan kalkar. Aynı şekilde sâlikte var olan Allah'ın kuşatması, sirayeti
ve benzeri hüküm ve düşünceler de yok olur. Çünkü sâlik artık, tenzih mertebesiyle ilişkili
olan ve bu âlem (cisimler âlemi) ile fazla münâsebeti olmayan şuûn ya da ilâhî isimleri
müşahede etmektedir. Bu hükümlerin binasıyla da ilişkilidir. Bu dönemde sâlikin işi
hayret ile sonuçlanır.

Bu müşahedenin (şuûn ya da isimleri görmenin) galip gelmesiyle ruhlar âleminin


görüntüsü gizlenir ve ayna olma hükmü zuhur eder. Sâlikin o âlemdeki müşahedesi, o
şuûn ve isimlerin aynasında kalır. Bu sebeple o dönemde, geri dönmüş olan benlik tekrar
kaybolur ve o müşahedede yok olur. Bazıları için bu makamda bekâ (kalıcılık) el verir.
Kendi hakikatlerini (a'yân-ı sabitesini), müşahede ettiği ilâhî ismin hakikati olarak
bulurlar. Meselâ kendilerini ilim, kudret veya irâde olarak bulurlar. Bu ismin hakikatinin
kapsayıcılıgı sebebiyle sâlikler kendilerini bütün ilâhî isimlerin hakikati olarak hissederler.
Ancak bu isimlere vücûb ve kıdem (varlığı zorunlu ve ezelî olma sıfatları) dâhil değildir.
Bu tür ilâhî isim tecellîlerine “tecelliyât-ı ma'neviyye” (manevî tecellîler) adını verirler.

Eğer Allah'ın lütfü sâlike bu makamdan yükselmeyi nasip ederlerse, müşahedesi zâtın
isimleri ve şuûnu aynasında olur, şuûn aynasının gizlenmesi sebebiyle de isimler onun
nazarından gizlenir. Bu makamda şuûn ve isimlerin gizlenmesi sebebiyle ilâhî sıfatların
var olduğuna hükmedemez.

19. Bölüm: Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd

Taliplere manevî yolda zuhur eden tevhîd iki türlüdür: (1) Tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i
şuhûd) ve (2) tevhîd-i vücûdî (vahdet-i vücûd). Tevhidin birinci kısmı (vahdet-i şuhûd) bu
yolun zarurî hâllerindendir. Yani talibin (Hakk'ı arayan sâlikin) gördüğü şey bir olmadıkça
ve kesret (çokluk) onun nazarından kalkmadıkça, velilikteki ilk adım olan fena
makamından nasip alamaz. Tekliği (vahdet) görmek, her şeyi bir tek görmek değildir.
Çünkü bu, bizzat çokluğu görmektir. Ancak o (tâlib) bu bir görme esnasında çokluğu,
tekliğin aynı olarak görür. Bu durum ise hakikat (gerçeklik) bakımından bir şey ifâde
etmez. Aynı şekilde, çokluk imkân âleminin husûsî veya hayalî şekillerinden ve
suretlerinden ibaret değildir ki, sâdece onları ortadan kaldırmakla tekliği görmek mümkün
olsun. Hâşâ ve asla!

26
Burada kıldan daha ince bin tane incelik vardır,

Başını traş eden herkes kalenderliği bilmez.

Aynı şekilde, çokluk gözden kalktığı zaman, dâima tekliği görme hâli oluşur, yoksa bu
durumda çokluk bazen gözden kaybolup bazen görülür değildir. Çünkü çokluğun gözden
kaybolmasının (daimî olmayıp gelip giden) bu türü, ademe (fenadan önce oluşan bir tür
yokluk, kendinden geçme hâline) dâhildir ve fena makamı ile bir işi ve ilişkisi yoktur.
Bekâ hâlinden sonra halkı irşâd etme makamında çokluğu görme hâli tekrar el verir,
mümkün olur, o makamda tekliği görmek de çokluğu görmek de daimîdir. Ancak bu,
bazen tekliği görmek, bazen çokluğu görmek şeklinde değildir. Çünkü orada fena ve bekâ
birbirine karışmış durumdadır. Kişi, fenanın içinde bakîdir, bekanın içinde fânidir.

Tevhidin ikinci türü (vahdet-i vücûd) ise, tarikatın zarurî hâllerinden değildir. Bu sebeple
bazılarına manevî yolculuk esnasında zuhur eder, bazılarına ise zuhur etmez. Sülûk
mertebelerini kat etmeden önce kalbî çekiliş (cezbe, incizâb-ı kalbî) makamından yolculuk
yapan insanlar bundan (vahdet-i vücûddan) nasip alırlar. Bu tür tevhîd hâli, daha çok
oluşur. “Daha çok” demek, bu yolun (tarikat) yolcularının haricindeki diğer insanların
yolları itibariyledir. Yoksa kalbî çekiliş hâlinde de çoğu zaman bu tevhîd (vahdet-i vücûd)
zahir olmaz.

Tevhidin bu türünün ortaya çıkmasının temel sebebi, sekr (manevî sarhoşluk), hâlin
galebesi ve kalbî muhabbetin istilasıdır. Bu sebeple bu tevhîd, kalp erbabına mahsustur.
Bu kalp makamından geçmiş olan, kalpten kalpleri çevirene, hâlden hâlleri oluşturana
(Allah Teâlâ'ya) ulaşan müntehiler (yolun sonuna erişenler) sekrden sahva (ayıklığa)
gelmişlerdir. Onlarda ruhî çekiliş hâli oluşmuştur. Onların bu tevhîd hâli (vahdet-i vücûd)
ile işleri yoktur. Onlardan bazılarına hakikati gösterirler ve geçirirler. Diğer bazılarının ise
nefy ve isbât (Allah'tan başkalarını yok saymak ve O'nu var bilmek) ile işleri yoktur.

Önceki sûfîlerin yolunun bu tevhîd ile alâkası pek az idi, belki de onunla hiç ilişkisi yoktu.
Onların sülûkü, nefs-i arındırmakla ilgili olan meşhur on makamı aşmaktan ibaretti.
Tevhîd makamı, kalp tasfıyesindeki kalbî muhabbet makamıdır, önceki sûfîlerin, “Ene'l-
Hak” ve “Sübhânî” gibi bu tevhide (vahdet-i vücûda) delâlet eden bazı sözlerini, tevhîd-i
şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ile yorumlamak gerekir ki onların sülûküne uygun olsun. Evet,
cezbe ile karışık olan sülûkte eger sâlik makamları aşarken bu tevhîd-i vücûdî yüz
gösterirse bu mümkün ve uygundur. Bazılarını bu makamdan geçirip işin sonuna
eriştirirler. Bazılarına ise bu makam ile ülfet ve dostluk bahşederler de o makamda hap-
solup kalır.

Bilmek gerekir ki, bu dönemde veya daha önceki dönemlerde, tevhîd-i vücûdî
murakabelerinden (tefekküründen) ve kelime-i tevhidi “Allah'tan başka varlık yoktur”
anlamında düşünmeye bir süre devam ettikten sonra oluşan tevhîd-i vücûdîde hayâlin
tam bir etkisi vardır. Çünkü bu tevhîd düşüncesi, onun üzerinde çok düşünmek ve
alıştırmaları tekrarlamak neticesinde hayâlde suret bağlar, zihinde yerleşir. Cezbe ve
muhabbetsiz oluşmasa bile, muhabbetle fazla irtibatı da yoktur. Kişinin kendi çabası ve
yapmasıyla zihninde oluşmuştur.

Bilesin ki, tevhîd-i şuhûdînin oluşması, tevhîd-i vücûdîden sonradır. Bu her iki tevhide de
yönelen insanlar tevhîd-i vücûdî-yi (vahdet-i vücûdu) kabul ettikleri sürece kesreti
(çokluğu) görme bağındadırlar. Kesret tamamen gözlerinden kalkıp tevhîd-i şuhûdî
(vahdet-i şuhûd) hâsıl olunca, tevhîd-i vücûdîden yükselmiş olurlar.

Bu satırların yazarını bu her iki tevhîd ile de müşerref eylediler. İlk hâllerde tevhîd-i
vücûdîyi gösterdiler, birkaç sene o makamda tuttular. O makamın inceliklerini ve
hakikatini öğrettiler. Sonunda şefkatin kemâlinden dolayı o makamdan geçirdiler ve
tevhîd-i şuhûdî makamı ile müşerref eylediler. Her iki makamın da ilim ve maârifini
bildirdiler.

27
Tevhîd-i vücûdî, seyr-i afakîdedir, bu seyrin sonu fena diye tâbir edilen tevhîd-i şuhûdîdir.
Bekadan sonra ise seyr-i enfüsî başlar. Kendilerini sûfiler taifesinden sayan zamane
çocuklarından bazıları, talibin tevhîd-i vücûdîde kendisini Hak Teâlâ ile aynı görmesi hâlini
seyr-i enfüsîye dâhil zannediyorlar, eşyayı Hakk'ın aynısı görmeyi de seyr-i afakîye dâhil
sayıyorlar. Doğruyu doğru olarak bildiren ve doğru yola hidâyet eden Allah Teâlâ'dır. İşin
hakikatini bil. Sonunda dönülecek olan Allah Teâlâ'dır.

20. Bölüm: Nasihat

Aziz kardeş! Zaman, çalışma zamanıdır, konuşma zamanı değil. Zahir ve bâtın ile gönlü
Cenâb-ı Hakk'a bağlamak gerekir. Allah'ın izni olmadan Ondan başkasına bakmamak
gerekir. Mısra:

“İş budur, bunun dışındaki her şey hiçtir”.

21. Bölüm: Nakşbendî Yolunun Medhi

Bir süreden beri o kardeşin mânevi dersinden ve hâllerinden haber vermediler. Güzel
şecereden ve Nakşbendiyye nurlarından alınmış olan istikâmet hâli üzere bulunacağından
ümitvârım. Çünkü bu büyük zâtların sözü deva, nazarı şifâdır. Onların sohbetinde, Allah'ın
lütfü ile, senelerin işi ve hâlleri saatler içinde müyesser olur. Onların bir iltifatı, 100
erbainden (halvetten) daha iyidir. Zîrâ diğerlerinin nihayetini, bu büyüklerin bidayetine
(tasavvuf yolundaki ilk hâllerine) yerleştirmişlerdir. Onların yolu, en kısa (kestirme)
yoldur. Onların nisbeti (mânevi hâli) huzur ve âgâhîden (Allah Teâlâ'nın huzurunda olma
bilincinden) ibarettir ve bütün nisbetlerin üzerindedir.

Hâce Nakşbend buyurmuştur ki: “Biz, nihayeti bidayete yerleştirdik”. Yine buyurmuş ki:
“Eğer ilk hâli, Bâyezîd Bistâmî'nin son hâli değilse, Bahâeddîn'e (kendime) Hak Teâlâ'yı
tanımak haram olsun”. Yine buyurmuştur: “Bizim yolumuz en yakın (en kısa) yoldur ve
elbette Hakk'a ulaştırıcıdır”. Hâce Ahrâr (k.s) da şöyle buyurmuştur: “Bizim nisbetimiz
(metod ve hâlimiz) bütün nisbetlerin üzerindedir”. “Nisbet” kelimesi ile huzur ve âgâhlığı
kastetmiştir. Hulâsa, bu büyüklerin atölyesi ve dünyâsı çok değerlidir. Her hîlekâra ve
dansöze (yani dünyevî şeylere) gönül bağlamazlar. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (k.s)
buyuruyor ki:

“Yesrib (Medîne) ve Bathâ'da bastıkları sikkeyi (parayı),

Son defasında Buhara'da bastılar.

O sikkenin yazısından nasip almadı,

Şâh-ı Nakşbend'in nakışsız gönlünden başkası.

Onun ilk hâli, her müntehinin son hâlidir,

Onun son hâlinden ise arzu cebi boştur (bilinemez)”.

Ne yapılabilir, sizinle sohbet dört saati geçmedi ki o büyüklerin kemâlâtından bir nebze
açıklığa kavuşsun. Henüz hiçbir şey kaçmış değildir. Fırsat ganimettir. Başarı ihsan eden
Cenâb-ı Hak'tır. Aziz ve başarılı kardeş Miyân Şeyh Ferîd'i huzurunuza göndermiştik ki
manevî dersi hatırlatsın ve onu cilalasın.

28
22. Bölüm: Allah'a Yakınlık, Peygamberlik ve Velilik Hâlleri 9

Allah seni irşâd etsin! Bilesin ki, velilik ve nebîligin her ikisi de Hak Teâlâ'ya yakınlık
(kurb) mertebelerindedir. Ancak burada kulun Allah'a yükselmesi veya Allah Teâlâ'nın
aşağıya inmesi söz konusu değildir. Allah'ın yakınlığının mâhiyeti bilinemez. Evet,
mâhiyeti bilinemez olan (Allah Teâlâ) ile ilgili bir nisbet (yakınlık durumu) da şüphesiz
bilinemez olacaktır. Kul, bilinemezliğe mazhar olmadıkça bu yakınlığı anlayamaz.
İnsanların, hattâ keşf ve müşahede ehlinin çoğunun kendi keşfleriyle “yakınlık”
kelimesinden anladıkları ve lezzet duydukları şey, latif (şeffaf) şeylerin yakınlığı
türündendir ve Mücessime (Allah'ı cisme benzeten bâtıl fırka) mezhebine adım atmaktır.
Allah Teâlâ bundan münezzeh ve çok yücedir.

Allah Teâlâ'nın yakınlığı iki türdür: (1) Zâtının yakınlığı ve (2) sıfatlarının yakınlığı, ilâhî
isim ve sıfatların gölgeleriyle ilgili yakınlık ise gerçekte bu iki yakınlık makamının
dışındadır. Ona “yakınlık” demek mecâzendir ve caiz olduğu içindir. O hâlde deriz ki, Allah
Teâlâ'nın asaleten yakınlığı, dereceleri farklı olmakla beraber, peygamberlere mahsustur.
Peygamberlere tabî olmanın kemâlâtından dolayı, peygamberlerin ashabının da -
dereceleri farklı olmakla birlikte- bu yakınlıktan nasipleri vardır. Allah Teâlâ'nın rızâsı
hepsinin üzerine olsun.

Asaleten veya tabî olarak zatî yakınlık nimetiyle müşerref olan insanlar sabıklardır
(manen ve hayırda önde olanlardır). Nitekim: “(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de)
öndedirler. İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır. (Onların) çoğu
önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir” (el-Vâkı'a, 56/10-14) âyet-i kerîmesi
onlar hakkındadır. Evet, önceki insanlar arasında binlerce peygamber vardı, onların da bir
çok ashabı vardı. Dolayısıyla sayıları, sonraki insanlara göre çok oldu. Oysa sonraki
insanlar içinde son peygamber olarak bir tane peygamber ve onun bir grup ashabı
gelmiştir. Âyetteki “az” ifâdesinden kestedilen, Mehdî (a.s) ve kâmil ashabı olabilir.
Çünkü Hz. Peygamber (a.s) bu şansın ümmetin sonunda da olabileceğini şöyle ifâde
etmiştir: “Öncekiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi, bilinmez”.

Allah'ın sıfatlarına yakın olmak, kabiliyetleri farklı olmakla birlikte evliyanın büyüklerinin
nasibidir. Bu yakınlık, peygamberlerin veliliğine tabî olmanın kemâlâtındandır.
Peygamberlere tabî olmaları sayesinde onlara nasip olmuş ve ulaşmıştır. Gerçi çoğu kişi
bu yakınlığı Allah'ın zâtına yakınlık olarak anlarlar, renksizlik ve sıfatsızlık hâli diye ifâde
ederler. Oysa durum öyle değildir. Sıfatlar mertebesindeki izâfı renksizlik ve sıfatsızlıgı,
zât mertebesindeki mutlak renksizlik ve sıfatsızlık olarak düşünmüşler ve bu vehme
düşmüşlerdir. Sıfat tecellîsini zât tecellîsi zannediyorlar. Allah'ın sıfatlarına yakınlıkla
irtibatlı olan bu velilik makamı, Allah'ın zâtına yakınlıkla irtibatlı olan nübüvvet derecesi
kemâlâtının gölgesidir.

İlâhî isim ve sıfatların gölgelerine yakın olmakla alâkalı olan yakınlık, bir veya birkaç
vâsıta ile (sıfatlara yakın olma anlamındaki) bu veliliğin gölgesidir. Bu (gölgelere) yakınlık
için velilik kelimesi kullanılıyor ise de, bu mecaz ve müsamahadan başka bir şey değildir
(ilâhî isimlerin gölgelerine ulaşanlar tam anlamıyla velî değildirler). Nitekim anlatıldı.

İmkân dâiresinin dışında olan gölgeye yakın olmayı (ismin) aslına yakın olmak kabul
ederek ona “velilik” mertebesi demişlerdir. Bu yakınlığa ulaşanlar da, sûfîlerin örfünde
evliya sınıfına dâhil sayılırlar. Fena ve bekaya ulaşmış kabul edilirler. Çünkü bu insanlar
imkân dâiresinden (mahlûkât mertebesinden) yükselmişler ve ilâhî âlemin gölgelerine
ulaşmışlardır. O hâlde mutlaka imkândan (bu âlemden) fânî olmuşlar, ilâhî âlemin
(vücûb) gölgeleriyle bekâ bulmuşlardır.

9
Eserin matbu nüshasında bu kısım, ayrı bir bölüm değildir. Yazma nüshada ise ayrı bir bölümdür.
Burada yazma nüsha esas alınmıştır. Dolayısıyla matbu nüshada toplam 29, yazmada ve bu
tercümede 30 bölüm vardır.

29
Bilmek gerekir ki, imkân dâiresinden (bu âlemden) yükselmek ve vücûb dâiresine (ilâhî
âleme) girmek ifâdelerinden maksad, şuhûd (müşahede, görme) itibariyledir. Yoksa o kişi
gerçekte imkân dâiresinden çıkmış ve vücûb dâiresine girmiş değildir. Çünkü böyle bir
düşünce mülhidlik ve zındıklıktır, ayrıca hakikatlerin değişmesini gerektirir ki bu aklen
imkânsızdır.

Bilesin ki, Allah'ın zâtına yakınlıkla ilişkili olan peygamberlik mertebesi, velilik
mertebelerine göre, birkaç damlaya oranla bir okyanus gibidir. Evet, Allah Teâlâ'nın zâtı
ile sıfatları arasında bu nisbet (damla ile okyanus oranı) varsa, sıfatların gölgelerine ne
kalır? Aynı şekilde, peygamberlik mertebesinde müşahede (Allah'ı görmek) ne âlemde, ne
de âlemin hâricinde olur. Ne âleme bitişik, ne de âlemden ayrı olur. Velilik mertebesindeki
müşahede ise böyle değildir. Bu mertebede tam yükseliş vaktinde Allah Teâlâ âlemin
dışında görülür, iniş vaktinde ise âlemin, hattâ sâlikin nefsinin içinde görülür. Aynı
şekilde, peygamberlik kemâlâtına sahip olan (kemâlât-ı nübüvvet mertebesinde bulunan)
kişi, âlemi yaratıcısıyla ilişki içinde görmez, aralarında sâdece yaratıcılık ve yaratılmışlık,
efendilik ve kulluk ilişkisi görür.

(Velâyet-i sugrâ ve velâyet-i kübrâ mertebeleri gibi) aslî ve zillî (gerçek ve gölgesel)
“velilik sahipleri” ise böyle değildir. Onlar âlemi Allah'ın zâtının ve vacibi sıfatlarının
aynaları olarak bilirler; Allah Teâlâ'nın isim ve sıfat kemâlâtının gölgeleri olarak
düşünürler. Gölgeye yakınlık ile daha çok ilişkisi olan insanlarda bu görüş daha galip olur.
Gölgeye yakınlıkla ilişkisi az olanlarda bu görüş daha az olur, ama zaman zaman da olsa
bu görüşün aslından uzak olmazlar. Ancak o kişi ilim ehlinden değilse ve cahillik ile
yoğrulmuş ise, bu durum konumuzun dışındadır. Çünkü bu kişi kendi hâllerinin tafsilâtını
bilemez.

Ayrıca, “peygamberlik kemâlâtı”na sahip olan kişi, âlem ile dâima bir ilişki içindedir.
Âlemden ne yükselir, ne de âleme iniş yapar. Allah Teâlâ'yı âlemin dışında olarak
müşahede etmez ki oraya yükselsin de orada müşahedeye devam etsin. Allah Teâlâ'yı
âlemin içinde olarak da müşahede etmez ki aşağı insin ve âlemde müşahedeyi
gerçekleştirsin.

“Velilik mertebesi”ndeki insanlar ise böyle değildirler. Ehl-i hak âlimlerin buyurduğu gibi,
Hak Teâlâ âlemin ne içindedir, ne de dışındadır. Âleme ne bitişiktir, ne de ondan ayrıdır.
Bu görüş, peygamberlik kandilinden ve peygamberlere tâbi olma nurlarından alınmıştır.
Oysa velilik mertebesinde bulunanların müşahede zevki, bu yüksek bilgiden uzaktır.

Ayrıca “peygamberlik kemâlâtı”na sahip olan kişinin bakışı âleme dönünce tamamen yani
zahir ve bâtın ile âleme yönelecektir. Ancak o kişinin bâtını Hakk'ı düşünür, zahiri âleme
yönelik olur. Belki yukarıya yöneliş zamanında onun bakışı ilâhî âleme tahsis edilmiştir,
âleme yöneliş (iniş) zamanında ise bakışı tamamen âleme doğrudur. Bu büyükler iki
tarafa da bakmazlar.

“Velilik makamı” erbabı ise böyle değildir. Onların bâtını kendi hâli üzeredir, zahiri de
âleme yönelmiştir. Bu hâle tekmil (halkı kemâle ulaştırma, irşâd) makamı derler. Bu
mertebedeki müşahedelerine de Hak Teâlâ'yı ve halkı birlikte görmek derler.

Bu mertebeyi velilik mertebelerinin en üstünü olarak kabul ederler. Bu mertebede teşbih


ve tenzihi bir araya getirirler. Bu kapsayıcı yönelişi, sırf tenzihe yönelişten daha üstün
olarak düşünürler. “Her grup kendilerinde bulunan (düşünce) ile sevinmektedirler” (el-
Mü'minûn, 23/53).

Bu bin yıl içinde bu yüksek bilgi konusunda dudak açan (konuşan) kimse olmuş mu,
bilinmez. (Âleme) dönüş zamanında tüm bakış âleme olur denmiş oluyor. (Bize âit) bu
sözü muhtemelen manen eksikliğe hamledecekler, öyle yorumlayacaklar. Bunu eksiklik
bilirler, ama ma'zûrdurlar. “Tatmayan bilmez” cümlesi, onların özrünü açıklamaktadır.

30
Bilesin ki, sâlikler (âleme) dönüş vaktinde bakışı (nazarı) tamamen geriye (Hakk'a)
çevirirlerse, bu yukarıda işin bakiyyesinin kaldığını ve bu sâliklerin hakîkî maksûda
ulaşamadıklarının alâmetidir. Eğer bakışlarını tamamen (âleme) döndürürlerse anlaşılır ki
işi (yükselişi) sonuna ulaştırmışlar ve halkı eğitmek için dönüş yapmışlardır. “Hidâyetiyle
bizi (bu nimete) kavuşturan Allah 'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi
kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakîkaten Rabbimizin elçileri gerçeği
getirmişler” (el-A'râf, 7/43). Bu yüksek bilgi ve onun benzerleri vehbî (Allah vergisi)
ilimlerdendir. Mantık yürütmeyle hükme varılan kesbî ve delile dayalı ilimlerden değildir.
“Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir” (el-Hadîd,
57/21).

23. Bölüm: Kabe'nin Hakikati

Allah'a hamd, Onun seçkin kullarına da selâm olsun. Değerli kardeşim Şeyh Muhammed
Tâhir, Mebde've Me'âd risâlesindeki 10 “Ka'be'nin sureti, Hz. Muhammed'in suretinin secde
yeri olduğu gibi, Ka'be'nin hakikati de Hz. Muhammed'in hakikatinin secde yeridir”
şeklindeki sözümü açıklamamı istemiştir. Bu sözden Ka'be'nin hakikatinin Hakîkat-ı
Muhammedi'den daha üstün olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki âlem ve içindekilerin Hz.
Muhammed'in hürmetine yaratıldıkları bilinmektedir. Âdem ve oğulları onun sayesinde
nasiplenmektedirler. O olmasaydı kâinat yaratılmazdı ve rubûbiyyet zuhur etmezdi.
Nitekim bu konuda hadisler nakledilmiştir.

Bilmek gerekir ki, Ka'be'nin sureti taş ve sıvadan ibaret değildir. Çünkü faraza taş ve sıva
ortada olmasa bile Ka'be yine Ka'be'dir ve mahlûkâtın secde yeridir. Belki Ka'be'nin sureti
âlem-i halktan olmakla birlikte, emr alemindeki eşyanın hakîkatleri gibi bâtındır, his ve
hayâl sahasının dışındadır. Hissedilir âlemdendir ama hiç hissedilmez. Her şeyin yöneldiği
yerdir ama hiç yönelişte değildir. Yokluk elbisesi ile örtülü bir varlıktır. Varlık kisvesi
içinde kendini gösteren bir yokluktur. Bir yönde ama yönsüzdür, bir mekânda ama
mekansızdır. Hulâsa hakikat gibi olan bu suret, hayret verici bir şeydir ve akıl onu
idrâkten âcizdir, akıllı insanlar da onu ifâdeden mahrumdurlar. Sanki mâhiyeti bilinmeyen
(ilâhî) âlemden bir numuneye sahiptir, benzersizlikten bir nişan onda hazırlanmıştır. Evet,
böyle olmadığı sürece secde edilmeye lâyık olamaz. Varlıkların en hayırlısı olan Efendimiz
(a.s) kendi arzusuyla onu kıble edinmedi. “Orada apaçık alâmetler vardır” (Âl-i İmrân,
3/97) âyeti onun hakkında kesin nasstır. “Oraya giren emniyet içinde olur” (Âl-i İmrân,
3/97) ifâdesi onun için bir övgüdür. Allah'ın evidir, sahibinin onunla özel bir ilişkisi vardır.
Mâhiyeti bilinmeyenin onunla mâhiyeti meçhul bir irtibatı vardır. “En güzel sıfatlar Allah'a
aittir” (en-Nahl, 16/60).

Hakikatin köprüsü olan mecaz âleminde ev şeklinde kurulmuştur ve ev sahibinin


dinlenme yeridir. Gönül ehli için oturup kalkacak yer her ne kadar çok ise de, bu öyle bir
evdir ki, ağyar sıkıntısından habersizdir ve sevgilinin dinlenme yeridir. “Ancak mü 'min
kulumun kalbine sığarım” kudsî hadîsinin hükmü, mâhiyeti bilinmeyenin (Allah'ın)
tecellîsinin sığdığı yeri ifâde etmekte ise de, Allah'ın evi olma ilişkisi nereden zuhur eder
ve evin gereklerinden olan ağyar (yabancıların) sıkıntısından uzak olmayı nereden getirir?
Orada gayr ve (Allah'tan) gayrılığın yeri olmadığına göre, şüphesiz mahlûkâtın secde yeri
olur. Çünkü gayrıya secde olmaz, gayrılık secdeye aykırıdır. Allah Rasûlü Hz. Muhammed
(a.s) kendi tarafına secde edilmesine izin vermedi. Allah'ın evi (beytullah) tarafına aşk ve
şevk ile secde etti. (Ka'be ile Hz. Muhammed arasındaki) farkın sırrını buradan anla!
Secde eden ile secde edilen arasında çok fark vardır.

Ey kardeş! Ka'be-i Mu'azzama'nın sureti hakkında bir miktar bilgi sahibi olduktan sonra,
şimdi de Ka'be'nin hakikati hakkında bir şeyler dinle! Ka'be'nin hakikati (Hakîkat-ı Ka'be)
Allah Teâlâ'nın mâhiyeti bilinmeyen zâtından ibarettir. Zuhur ve gölge olma tozlarından

10
İmâm-ı Rabbânî'nin Mebde' ve Me'âd risalesi tarafımızdan Türkçe'ye tercüme edilip Rabbani
ilhamlar adıyla yayınlanmıştır (İstanbul, Sufı Kitap, 2005).

31
hiçbirisi ona ulaşamamıştır. Secde ve ibâdete lâyıktır. Bu hakikat için, “Hz. Muhammed'in
hakikatinin secde ettiği yerdir” demenin ne mahzuru olabilir? Onun (Hakîkat-ı Ka'be'nin)
bundan (Hakîkat-ı Muhammedi'den) üstün olduğunu söylemenin ne kusuru olabilir? Evet,
Hakîkat-ı Muhammedî, âlemin diğer fertlerinin hakikatlerinden daha üstündür. Ancak
Hakîkat-ı Ka'be-i Mu'azzama bu âlemden değildir ki onunla mukayese edilsin. Onun
üstünlüğü konusunda duraklanmıştır. ilginçtir ki, bu iki şans sahibinin (Ka'be ve Hz.
Muhammed'in) secde eden ve secde edilen olma noktasında sûretlerindeki farklılık, akıl
ve ilim sahibi insanları onların hakikatlerinin de (üstünlükte) farklı olduğu fikrine
götürmemiştir. Bu sebeple (bana) îtirâz ettiler, kötülemek için ağızlarını açtılar. Allah
Teâlâ onlara insaf versin de anlamadan eleştirmesinler. “Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve
içimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı
bizi muzaffer kıl” (Âl-i Imrân, 3/147).

24. Bölüm: Veliliğin Üstün Hâlleri 11

Bismillâhirrahmânirrahîm. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a, Salât ve selâm da


peygamberlerin efendisine, onun ailesine ve tüm temiz arkadaşlarına. (Abdülkâdir Gîlânî
hazretlerine âit) Fütûhu'l-gayb isimli eserdeki özel ifâdeler ve işaretler mütâlâa edildi. O
ifâdelerin özeti, irâdenin ve hevânın (nefsânî arzuların) fenâsıdır. Bu fena (yokluk) hâli,
tasavvuf yolunda ilk adımdır ve tecellîlerin ilki olan tecellî-yi ef’âlin (fiil tecellîlerinin)
neticesidir.

Yazmışlardı ki, “Bu güzel kitabın hulâsası ve anafikri, halk, nefs, hevâ, irâde ve ihtiyardan
(tercihten) fâni olmaktır”. Bu fakire göre, o zât (Abdülkâdir Gîlânî) kendisine ikram edilen
mânevi hâlleri anlatmışlardır. Bu ifâdelerden anlaşılmaktadır ki, o hazretin velilik
mertebesi özellikle de velâyet-i kübrâ mertebesi çok yüksektir.

Ey muhterem oğul! Hevâ ve irâdenin fânî olması, maksad ve gaye olan şeylerden
değildir. Belki o fenanın gayesi, tecelliyât ve sonsuz zuhurat ile isti'dâd ve kabiliyetin
ortaya çıkmasıdır. O tecellî ve zuhurattan faraza bir nebze ortaya getirilse, yakın olanlar
hemen uzaklaşmak isterler, uzak olanlara ne demeli? O zuhuratın içinde Allah'a yakınlık
mertebeleri ve inbisât menzilleri el verir. Onlardan azıcık bir şey söylenecek olsa âlimler
mülhidlik ve zındıklığa hükmederler, câhillerden nice şikâyetler görülür. Orada hevâ ve
irâdenin fenasından bahsetmek binlerce utançtır. Yeni mürîdleri terbiye etmek için kâmil
zâtlar mecburen bu tür fenadan bahsederler ve gayenin elde edilmesinin başlangıcını
gösterirler. O hâlde anlaşıldı ki, velîlerin üstünlüğünün kendisine bağlı olduğu kemâlât-ı
velayet (veliliğin üstün hâlleri) ayrı bir iştir, irâde ve hevânın fenası müşterek kaderdir ki
o fena elde edilmeden kemâlât-ı velayete ulaşılamaz. Şiir: Fenaya ulaşmayan hiç kimse,
Yüce Tanrının huzuruna yol bulup giremez. “Kemâlât-ı velayet”ten 12 bir nebze
anlatılacaktır. Başlangıç vakitleri olan zikir esnasında sâlik âfâkta ve enfüste (dış âlemde
ve kendi içinde) yaratılmış zerrelerden her bir zerreyi zikreder hâlde bulur. Zikir
makamının üstünde bulunan teveccüh (Hakk'a yöneliş) esnasında her zerreyi Allah
Teâlâ'ya yönelmiş olarak görür. Âlemle ilgili olan ve aynada zuhur eden şuhûd
(müşahede, Hakk'ı görme) esnasında ise zerrelerden her zerreyi Allah'ın cemâlinin
(güzelliğinin) aynası bilir, hattâ bütün zerrelerin ilâhî isim ve sıfatların tümünü
kapsadığını düşünür.

25. Bölüm: İrâde ve Keramet

Ey oğul! Sâlike, ihtiyar (tercih) ve irâdesinin fâni olmasından sonra ihsan edilen irâde ile
keramet türünden her istediği şeyin vuku bulması şart değildir. Oysa avam ve halk bunu
böyle (vuku bulur) zannederler. Hattâ olur ki, (bazen) kâmil bir zâta bu irâdeyi ihsan

11
Bu bölümdeki yazı, anlaşıldığı kadarıyla tamamlanmamıştır.
12
Velâyet-i suğrâ, velâyet-i kübrâ ve velâyet-i ulyâ mertebeleri. “Seyr u sülûk mertebeleri”
bölümüne bakınız.

32
ederler ama onda hiç keramet zuhur etmez. Yine bu irâde sahibinin, birinci irâde
sahibinden (keramet ehli kişiden) daha yüksek makamda bulunması da caizdir.

Şeyhu'ş-şuyûh (Sühreverdî) Avârifte demiştir ki: “Bazen Allah Teâlâ kulunu terbiye etmek
ve onun îmânını takviye etmek için bâzı alâmetleri ve kerametleri ona açar (nasip eder)”.
Sonra keşf ve keramet erbabına dâir bazı hikâyeler nakletmiş ve ardından şöyle demiştir:
“Bunların hepsi Allah Teâlâ'nın hediye ve ihsanıdır. Bazen sâlik keşf sahibi olur, ona
kerametler ihsan edilir. Bazen de kendisinden daha yüksek mertebede olan bazı kişilere
bu keşf ve kerametlerden bir şey verilmez. Çünkü bunlar îmânı güçlendirmek içindir.
Kendisine hâlis îmân ve yakîn verilen kişi bu tür kerametlere ihtiyaç duymaz. Bütün bu
keramet türü şeyler, bizim bahsettiğimiz zikrin kalpte cevher hâline gelmesinin ve zât
zikrinin oluşmasının altında kalır.

Ancak Şeyhu'l-İslâm Herevî Menâzilü's-sâirin isimli eserinde şöyle demiştir: “Tecrübe ile
bende sabit olan bilgiye göre, marifet ehlinin firâseti (ince anlayışı), huzur-i ilâhîye lâyık
olan kişi ile lâyık olmayanın ayrılması içindir. Bu fırâset ile, gönlünü Allah ile meşgul eden
ve cem' makamına ulaşan isti'dâd (fıtrî kabiliyet) sahibi kişileri tanırlar. Bu, ehl-i marifetin
firâsetidir. Allah'a vâsıl olmayan riyâzat, açlık, halvet ve gönül tasfiyesi ehli olanların
firâsetine gelince, onlar bu firâsetle Allah Teâlâ'ya has olan gaybî bilgileri ve suretleri
keşfederler. Ancak onlar halktan (yaratılmıştan) haber verirler. Çünkü onlar Hak
Teâlâ'dan perdelidirler. Oysa marifet ehli olanlar, kendilerine gelen Hak Teâlâ hakkındaki
bilgilerle meşgul olmadıkları için sâdece Allah'tan haber verirler.

Dünyâdaki insanların çoğu Allah'tan uzak kaldıkları ve dünyâ ile meşgul oldukları için
suretlerin ve mahlûkâtın hâllerinden kendilerine gayb olan haberlerin keşf olunmasına
meyl ederler. Bu konularda bilgi veren kişileri yüceltirler, onları Allah'ın seçkin kulu ve
ehlullahtan sayarlar, ehl-i hakikatin keşfinden ise yüz çevirirler, Allah hakkında verdikleri
bilgilerden dolayı onları itham ederler, kendi zanları ile “Bunlar ehl-i Hak'tan olsalardı bize
mahlûkâtın hâlleri hakkında bilgi verirlerdi, bunu yapamadıklarına göre daha yüksek
keşflere nasıl kadir olacaklar” derler. Bozuk kıyas ve akıl yürütmeleriyle bu zâtları
yalanlarlar. Neticede doğru haberlere gözleri kör kalır. Bilmezler ki Allah Teâlâ bu zâtlara
olan sevgisi ve himâyesi sebebiyle onları halkı düşünmekten korumuş, onları seçmiş,
kendisinden başka şeyleri düşünmekten onları alıkoymuştur. Mahlûkâtın işleriyle
ilgilenselerdi, Allah Teâlâ'ya lâyık olamazlardı.

Ehl-i Hak, halk ile meşguliyete uygun değildir; ehl-i halk da Hak Teâlâ ile meşguliyete
uygun ve lâyık değildir. Bazen görmüşüzdür ki, ehl-i Hak'tan olan kişiler suretlerin keşfine
azıcık iltifat ettikleri zaman marifet adını verdiğimiz fırâset ile diğer insanların idrâkine
kadir olamadıkları şeyleri idrâk ederler. Bu, Cenâb-ı Hak ile ve Ona yakınlıkla ilişkili bir
firâsettir. Halk ile ilişkili olan gönül safâsı ehlinin firâseti ise Cenâb-ı Hak ile ve Ona
yakınlıkla irtibatlı değildir. Bu konuda Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer
gruplar ortaktır. Çünkü bu fırâset Allah katında değerli değildir ki dostlarına tahsis etsin.

26. Bölüm: Seyr u Sülûk Mertebeleri 13

Gölge mertebesi (daire-i zill) Allah'ın vacibî isim ve sıfatlarıdır. Bu mertebe mahlûkâtın
taayyünlerini (hakikatlerini, a'yân-ı sabitesini) ihtiva etmektedir. Ancak peygamberler ile
büyük meleklerin hakikatleri bundan müstesnadır. İlâhî isimlerden her birinin gölgesi
şahıslardan bir şahsın mebde-i taayyünüdür (hakikatidir). Bu gölge mertebesi hakikatte
isim ve sıfatlar mertebesinin tafsilidir. Meselâ “İlim” sıfatı hakîkî bir sıfattır. Cüz'iyyât
(ilmin alt unsurları, detay parçaları) o sıfatın gölgeleridir ve icmal (ilmin özü) ile
irtibatlıdırlar. O hakikatin her cüz'ü (parçası), peygamberler ve melekler dışındaki

13
Bu bölümü okumadan önce İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ından 1. cildin 260. mektubunu okumak
konunun anlaşılması için faydalı olacaktır. Bu bölümdeki bilgiler o mektupta bazen, aynı cümlelerle,
bazen de tafsilatıyla ele alınmıştır.

33
şahıslardan bir şahıstır. Peygamberler ve meleklerin mebde-i taayyünleri ise, bu
gölgelerin asıllarıdır. Yani bu tafsile gelen cüz'iyyâtın küllileridir, hulâsasıdır.

Meselâ İlim, Kudret, İrâde gibi sıfatlar (külli sıfatlardır). Birçok şahıs bir sıfatta ortaktırlar.
Meselâ Son Peygamber'in (a.s) mebde-i taayyünü “ilim” sıfatıdır. Bu sıfat, bir başka
itibarla Hz. ibrahim'in mebde-i taayyünüdür. Bir başka itibarla da Hz. Nuh'un mebde-i
taayyünüdür, hakikatidir. Hepsine salât ve selâm olsun.

Demişlerdir ki, Hakîkat-i Muhammedî (Hz. Muhammed'in hakikati) icmal mertebesidir


(ilâhî isim ve sıfatların hulâsası mertebesidir). “Vahdet” diye adlandırılan taayyün-i evvel,
bu gölge mertebesinin merkezidir. Bu gölge mertebesini (dâiresini) taayyün-i evvel
zannetmişler, onun merkezini de icmal bilip “Vahdet” diye adlandırmışlardır. Dâirenin
çevresi gibi olan o merkezin tafsilini de “Vâhidiyyet” zannetmişlerdir. Gölge mertebesinin
üzerindeki makamı ki ilâhî isim ve sıfatların (asılları) dâiresidir, mâhiyeti bilinmeyen Zât
(sırf zât, lâ taayyün) olarak düşünmüşlerdir. Böylece sıfata, Zât'ın aynısı demiş oldular,
sıfatı Zât'a zâid bilmediler. Gerçekte bu, isimler ve sıfatlar dâiresi diye adlandırılan ve
gölge mertebesinin aslı olan üst dâirenin (mertebenin) merkezidir. Hakîkat-ı Muhammedî
de o asıl dâiresinin merkezidir. O merkezin gölgesine “Hakikat” demek, gölgeyi asıl ile
karıştırmaktan kaynaklanmıştır.

Peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olan Hz. Ebû Bekr'in mebde-i taayyünü,
isimler ve sıfatlar dâiresine bitişik olan bu dâirenin üst noktasıdır, isimler ve sıfatlar
dâiresi ise, peygamberler ve melâike-i kiramın mebde-i taayyünüdür. Onun üzerindeki
diğer bir daire de, bu aslın aslıdır. Diğer bir daireden olan bir yay (yarım dâire, kavs,
yarım mertebe) ise onun (önceki mertebenin) asıllarındandır. Bundan sonra başka bir şey
(tam mertebe) zuhur etmedi. Sâdece sözü edilen bu yay zuhur etti. Orada bir sır vardır
ama onu bana bildirmediler.

Bu asıl mertebeleri Zât mertebesinde sırf itibârdır ve zâid sıfatların kökleri olmuşlardır.
(Bu fakir) manevî yolculuğunu buraya ulaştırdığı zaman zannetti ki işin sonuna geldi. Ona
şöyle nida ettiler: “Aştığın ve gördüğün bu tafsil, “ez-Zahir” isminin tafsili idi ve mânevi
uçuşun iki kanadından biri idi. “el-Bâtın” ismi ise henüz ileridedir. Onu tafsîliyle sona
ulaştırırsan kendi uçuşun için iki kanadı da uçar hâle getirirsin”. Allah'ın yardımı ile el-
Bâtın isminin seyri (yolculuğu) da tamamlandı, diğer kanat da zuhur etti, matlûba uçuş
müyesser oldu. “Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdoisun! Allah bizi
doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin
elçileri gerçeği getirmişler” (el-A'râf, 7/43).

el-Bâtın isminin seyri hakkında ne yazılabilir ki? O seyrin hâline münâsip olan gizlemek ve
örtmektir. O makamdan şu kadarı açıklanabilir ki, ez-Zâhir isminin tafsîlindeki seyr, sıfat-
lardaki seyrdir, ancak orada Zât düşünülmez. el-Bâtın isminin seyrinde ise yolculuk her
ne kadar isimlerde ise de, bu isimlerin içinde Zât düşünülür. Meselâ “ilim” sıfatında Allah
Teâlâ'nın Zât'ı düşünülmez. el-Alîm (Bilen) isminde ise ilim peresinin ardında Zât
düşünülür. Çünkü “Alîm” ilmi olan zât demektir. O halde “ilim”de seyr, ez-Zâhir isminde
seyrdir; “el-Alîm”de seyr de el-Bâtın isminde seyrdir. Diğer sıfatları ve isimleri de buna
kıyas et!

el-Bâtın ismiyle ilişkili olan bu isimler, mele-i a'lâ meleklerinin mebde-i taayyünleridir. Bu
farkı küçük zannetmeyesin ve “İlim”den “el-Alîm”e az bir yol vardır demeyesin. Asla!
Yeryüzünün merkezi ile Arş'ın zirvesi arasındaki mesafe, söz konusu farka göre,
okyanusun damlaya oranı gibidir. Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah
büyük lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21).

ez-Zâhir ve el-Bâtın isimlerinin kanatları meydana geldikten sonra uçuş ve yükselişler


müyesser olunca anlaşıldı ki, bu manevî yükselişler asaleten ateş, hava ve su unsurlarının
nasibidir. Melekler de bu yükselişlerde (bize) ortaktırlar. Çünkü onlar da bu unsurlardan
bir hisse sahibidirler.

34
Bu seyr esnasında vakıada (rüyada veya uyku ile uyanıklık arasında) gösterdiler ki, sanki
bir yolda gidiyorum. Çok yürümekten yorulmuştum. Bir baston ve asâ istiyordum ki onun
yardımıyla yürüyebileyim. Ama bulmak mümkün olmadı. Yürümeme yardımcı olsun diye
her çalı çırpıya tutunuyordum, yürümekten başka çâre bulamıyordum. Bu şekilde bir süre
yürüyünce bir şehrin kenarı (mücavir alanı) görüldü O alanı geçtikten sonra bu şehre
girdim. Bu şehrin, bütün isim, sıfat, şuûn ve itibâr mertebelerini, hattâ bu mertebelerin
asıllarını da kapsayan, asılların da asıllarını ve ayırt edilmeleri ilm-i husûlîye bağlı olan
zatî itibarların sonlarını ihtiva eden “taayyün-i evvel”den kinaye olduğunu bildirdiler.
Bundan sonra eğer bir seyr vuku bulursa o ilm-i huzûrîye münâsiptir. Bu taayyün-i evvel,
(peygamberlere mahsus) velâyet-i kübrâ ve meleklere mahsus olan velâyet-i ulyâ gibi
bütün velilik mertebelerinin sonudur. Peygamberlerin ve meleklerin bütün velilik
makamlarını kapsamaktadır.

Bu makamda akla geldi ki, acaba bu taayyün-i evvel meşâyıhın bahsettiği Hakîkat-ı
Muhammedî midir? O olmadığını bildirdiler. Hakîkat-ı Muhammedî, yukarıda zikredildigi
gibi başka bir mertebedir. Bu sebeple o şehrin üstünde vuku bulacak olan seyr (yolculuk)
“kemâlât-ı nübüvvet” (peygamberliğin yüksek hâlleri ve bilgileri) mertebesinde olacaktır.
Bu makam asaleten peygamberlere aittir. Büyük velîler de onlara tabî olmak sayesinde
bu makamdan bol nasip alırlar.

İnsanın letâifı arasında bu kemâlâttan asaleten büyük nasip alan toprak unsurudur, ister
emr âleminden olsun, ister halk âleminden, insan letâifınin diğer tüm unsurları bu
makamda o temiz unsura tâbi ve bağlıdırlar. Bu toprak unsuru insanlara mahsus olduğu
için, insanların seçkin (havâss) olanları meleklerden üstün olmuştur. Anlatıldığı üzere, her
ne kadar dört unsurun kemâlâtı nefs-i mutmainne kemâlâtından daha yukarıda ise de,
nefs-i mutmainne bu velîlik makamı ile irtibatı ve emr âlemine dâhil oluşu sebebiyle sekr
(manevî sarhoşluk) makâmındadır ve istiğrak makamında kendisinde muhalefet gücü
kalmamıştır. Dört unsurun ise nübüvvet makamı ile ilişkileri daha fazla olduğu için
onlarda sahv (ayıklık) hâli galiptir. Dolayısıyla kendisiyle ilişkili bazı faydaların elde
edilmesi gayesiyle, dört unsurda muhalefetin suretini (görüntüsünü) bırakmışlardır.

27. Bölüm: Hakîkat-ı Ahmedî Eleştirisine Cevap

Değerli (din) kardeşim Hâce Muhammed Hâşim, din büyüklerinden bir zâtın benim iki
sözüm hakkında şüpheye düştüğünü yazarak açıklama istemişlerdi. Bu iki sözden birisi
şudur: “(Peygamberimizden) Bin yıl sonra Hakîkat-ı Muhammedî, Hakîkat-ı Ahmedî
olur” 14 , ibarenin tümünü yazmışlardır ki bundan sonra bir fıkra (paragraf) vardır. (Bin yıl
sonra) her iki isimle de (Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî olarak) gerçekleşir.
Bu ibare üzerinde düşündükten sonra baksınlar, o şüphe kalacak mı, kalmayacak mı? Bir
hakikatin, kendi isimlerinden ikisi ile isimlenmesine bir mâni var mıdır? Bu isimler de
uzun zaman sonra bir biri ardından gelen özel kemâlâttır ve bir kemâlden diğerine bil-
kuvve (teorik ve potansiyel olarak) yükselmektir. Filozoflar mücerred (soyut) şeylerde
bütün kemâlâtı bilfiil itibâr etmişler, kuvveden fiile yükselmeyi caiz görmemişlerdir. Bu,
onların dar görüşlülüğü sebebiyledir. (Hadis-i şerif:) “iki günü eşit olan (aynı seviyede
kalan) kişi aldanmıştır”. (Hz. Muhammed'in hakikati de aynı seviyede kalmamış, zamanla
manen yükselip Hakîkat-i Ahmedî ismini almıştır).

Yeryüzüne inişi, Peygamberimizin gönderilişinden bin sene sonra olacak olan Hz. İsa'nın
(a.s) Efendimiz'i (a.s) “Ahmed” ismiyle anmış olması ve onun geleceğini kavmine
müjdelerken bu ismi kullanmış olması bu hikmete mebnî olmalıdır. Çünkü (Hz. isa'nın
yeryüzüne ineceği zaman olan hicretten en az bin yıl sonrası) bu Ahmed isminin saltanat
zamanıdır (çünkü bu dönemde Hakîkat-ı Muhammedî ismi, Hakîkat-ı Ahmedî'ye dönüşür).
Yoksa, Hz. îsâ'nın meşhur olmayan bu Ahmed ismini anmasının ne hikmeti olabilirdi?

14
Bk. Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbani, c. I, mektup no. 209.

35
Çünkü halk bu isim sebebiyle şüpheye düşerler ve isimden müsemmâya (hakikate)
ulaşamazlar.

Bundan da kıyâs etmek gerekir ki, Efendimiz'in (a.s) ismi yeryüzünde Muhammed, gökte
ise Ahmed'dir. Kemâlât-ı Muhammedî dünyâ ehli ile ilişkilidir, Kemâlât-ı Ahmedî ise gök
ve mele-i a'lâ (melekler) ile ilişkilidir. Efendimizin (a.s) vefatından sonra 1000 sene
geçince -ki bu sürenin değişimde tam bir etkisi vardır ve onun (a.s) dünyâ ehli ile ilişkisi
azalır-, Kemâl-i Ahmedî doğar, o kemâlin ilim ve marifetleri zuhur eder. Şüphe nedir ve
tereddüt nerededir? Şüphe konusunda yazmışlardır ki: “Hakikat olan bir şeyde zaman ve
değişme olmaz. Hakikat kelimesiyle ne kastetmişler ve değişme derken ne demek
istemişlerdir”. Kalp hakikat değildir. Takallüb (değişme) hakikattir. Kalbin bir kemâlden
(yüksek hâlden) diğerine, bir renkten diğerine boyanmasıdır hakikat.

Bu açıklama ile (itiraz eden kişinin): “Hakîkat-ı Ahmedî derken onun (Ahmed Sirhindî'nin)
maksadı bizzat kendisidir, yoksa bin yıl kaydının ne anlamı olurdu, bin yıllık duâ kabul
edildi ve Hakîkat-ı Ahmedî oluştu demesinin ne anlamı kalırdı?” şeklinde ortaya attığı
şüpheler giderilmiş oldu. Bin yıl dememizin hikmeti de açıklanmış oldu.

İkinci şüphe şudur ki: “Onun (Sirhindî'nin) sabâhat ve melâhat 15 kelimelerinden maksadı
nedir? Hz. Peygamber ve Hz. ibrahim onları birleştirememiş de, o (Sirhindî) birleştirmiş”.

Sabâhat ve melâhat kelimelerinden maksadımız, Hz. Peygamber'in: “Kardeşim Yusuf


(a.s) daha sabâhat (yüz güzelliği) sahibidir, ben ise daha melâhat (mânevi güzellik)
sahibiyim” şeklindeki sözünde ifâde edilen sabâhat ve melâhattir. Hz. Peygamber
melâhati (manevî güzelliği) kendisine, sabâhati ise Yusuf (a.s)'a nisbet etmiştir. Bu
sabâhat de, Hz. Yusuf'a büyük babası Halîlürrahmân Hz. ibrahim'den ulaşmıştır.

Bir hizmetçi hizmetkârlık etse, güzel bir insanın güzelliğini arttıracak şekilde ona
tarayıcılık (kuaförlük) yapsa, rehberlik ederek iki güzeli buluştursa ve birinin güzelliğini
digerininki ile birleştirse, o iki güzelde ne kusur olabilir ve bu hizmetçiliğin güzelliğinde
hangi eksiklik vardır? Hizmetçilerin efendilerine yardımı, efendilerin değerinin büyüklüğü
sebebiyledir; efendilerin kemâl, heybet ve yüksek makamını gösterir. Kendisine hizmet
ve yardım edecek hizmetçileri bulunmayan bir efendi, hizmetçileri olmayan ve ordusuz
yaşayan bir padişah gibidir. Kişinin kendi seviyesindeki insanlardan yardım alması
eksikliktir, hizmetçi ve uşaklardan yardım almak ise övülen bir durumdur. Övülen ile
yerilen durumu ayırmak için basiret lâzımdır. Allah'ı hamd ile teşbih ederim.

Bir grup insan vardır ki, bir şahsın binlerce hüneri olsa, ama sâdece bir tane kusuru
bulunsa, o kusuru öne çıkarıp hünerlerini arkaya atarlar ve eleştirirler. Bilmezler ki, belki
o bir kusur da -zahirden sarf-ı nazar edilirse- bir hüner ihtiva etmektedir. Zahirden sarf-ı
nazar edilen (mecaz olarak yorumlanan) sözler Kur'ân'da, sünnette ve tarikat şeyhlerinin
sözlerinde çoktur. Bu (sözümüz), islâm'da kırılan ilk şişe değildir. (Daha önce şatahât
türünde söz söyleyen bir çok zât olmuştur).

Şu kadarını bilmek gerekir ki, bir kişi kendisini peygamberden daha üstün görürse ve
peygamberi bazı işlerde kendisine tâbi bilirse, bu zındıklıktır. Ama bizim bu açıklanan
mânâdaki sözümüzden şüpheye düşmek, o sözün sahibinin zındık olduğuna
hükmetmektir. Allah insaf versin. Mısra: “Rûmî küfür sözü söylememiştir, söylemez de,
onu inkâr etmeyin”.

Ne garip belâdır ki, sözlerimden şüphe eden kişiyi dost bilirdim ve onun talihli olduğunu
düşünürdüm. Beni inkâr ve sözlerimi red nereden çıktı? Hangi sebeple inat yolunu seçti?
inat ve taassup sebebiyle ortaya attığı sorular cevap vermeye değmez, mazerete de

15
“Sabâhat” yüz güzelliği, “Melâhat” ise, yüz güzelliğinin ötesinde daha üstün bir güzelliktir,
velâyet-i Muhammedi'nin en üst zirvesidir. Bk. Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbani, c. III, no. 94.

36
sığmaz. Ama arada siz (Muhammed Hâşim) vâsıta olduğunuz için cevap verildi. Doğruyu
ilham eden Allah Teâlâ'dır. Dönüş de O'nadır.

28. Bölüm: Mahlûkâta Merhamet

Ey muhterem oğul! Hadîs-i kudsîde (Cenâb-ı Hakk'ın): “Halk, benim âilemdir” buyurduğu
nakledilmiştir. Madem ki halk onun âilesidir, onlara iyilik yapmak ve ihsanda bulunmak
Mevlâ azze ve celle'nin rızâ ve hoşnûdluğuna ne kadar sebep olur? Çünkü ihsan, onun
ailesine yapılmış oluyor. Nakledilir ki, dedeniz muhterem şeyh (k.s), mahlûkâta karşı
şefkat ve merhametinin çokluğundan dolayı: “Ey Rabbim! Benim bedenimi o kadar büyüt
ve bütün Cehennem benim bedenimle öyle dolsun ki, hiçbir günahkâr oraya sığmasın ve
orada azap çekmesin” demiştir. “Çocuk, babasının sırrıdır” hükmünce, aynı hâl, Hazret-i
Şeyh'in çocuklarında da mevcuttur, iyi biliniz ki, sizin gelişiniz dervişlerin mutluluğuna
sebep olmuştur. Hak Teâlâ sizi mesrur eylesin ve ecdadınızın yolu üzere istikâmet
bahşetsin!

29. Bölüm: Zikir Hakkında Nasihat

Malumdur ki, bu dünyâ çalışma yurdudur, boş durma ve dinlenme yeri değildir.
Gayretinizi tümüyle çalışmaya yönlendirmelisiniz. Boş durmayı ve eğlenmeyi bir kenara
koyunuz. Dilinizi Lâ ilahe illallah zikri ile öylesine meşgul ediniz ki, dil zaruret olmadıkça
bu kelime-i tayyibenin dışında bir şey söylemesin. Zikir, hem dil hem de kalp ile hafi yolla
(sessiz olarak) söylenmelidir. Eğer gücünüz yetiyorsa, bu zikri her gün 5000 defadan
daha az yapmayın. Daha fazla yapma konusunda ise tercih size aittir. Tembellik ve
gevşeklik, düşmanların nasibi olsun! Amel etmeli, çalışmalı, yine çalışmalı. Mısra: “Evde
bir kimse varsa, bir harf (söz) yeterlidir”.

30. Bölüm: Vehim Mertebesindeki Âlem ve Kayyûmluk

Şüphe yok ki, âlem, Hak Teâlâ'nın mahlûkudur, sebat ve istikrar sahibidir. Doğru haberci
olan Efendimiz'in (a.s) bildirdiği üzere, âhiretteki dâimi azap ya da sevap türünden ebedî
hayatta karşılaşacağımız hususlar, (bu dünyâdaki) âlemin bazı cüzleri ile ilişkilidir (meselâ
bu dünyâda iyilik yapan, âhirette sevaba ulaşacaktır). Zahir âlimleri bu âlemi mevcûd-i
hârici (gerçekte var olarak) bilirler, onu haricî tesirlerin kaynağı olarak düşünürler. Sûfîler
ise âlemi vehmî (gerçekte değil, vehim ve hayâl mertebesinde var) bilirler. Vehim ve his
mertebesinin dışında âlemin varlığını kabul etmezler. Ancak âlem, vehmin ürettiği bir şey
(hayal ürünü) olmadığı için, vehmin ortadan kalkmasıyla da ortadan kalkmaz. Asla!
Aksine, Hak Teâlâ'nın yaratmasıyla sağlam bir yer kazanmış, vehim mertebesinde istikrar
bulmuş ve mevcûd (varlık) hükmünü elde etmiştir.

Bu büyüklere (sûfîlere) göre, hâriçte mevcûd (gerçek var) olan sâdece Hak Teâlâ'dır.
Âlemin ise, ilimdekinden (hayâldekinden) başka bir varlığı yoktur. Hâriçte, onun vehmî
istikrardan başka nasibi yoktur. “En güzel sıfatlar (misâller) Allah'a aittir” (en-Nahl,
16/60). Mevcûd-i hakîkî olan Allah Teâlâ ile mevhûm-i haricî (hayâl olarak var olan
kâinat), “dönen bir nokta” ile o noktanın süratinden dolayı vehim ve his mertebesinde
oluşan “hayâli bir dâire'ye benzer. O hâlde dâirenin, vehimdekinin dışında gerçek bir
varlığı yoktur. Varlık, sâdece o noktadan ibarettir. Şiir: “Dilberlerinin sırrının, başkaları
tarafından konuşulması daha hoştur”.

Bir araya gelmiş sıfatlardan (arazlardan) oluşan âlemde sıfatların kâim olacağı zât olma
ve cevher olma özelliği bulunmadığı için, sıfatların kâim olma işini tam marifet sahibi bir
arife verirler. O arifi, âlemdeki arazların ayakta tutucusu (kayyûmu) yaparlar. O arife
verilmiş olan zâtta mâhiyeti bilinemezlikten (bî-çûn) bir nasip olacaktır. Nitekim bu
konunun açıklaması diğer mektuplarda geçti. Mâhiyeti bilinmezlikten bir nasip zuhur
edince, (arife verilen bu zât) görülmekten, bilinmekten, anlaşılmaktan ve
vehmedilmekten uzak kalır. Akl-ı selîm onu her ne kadar arasa da, hiçbir şey elde

37
edemez, hızlı bir seyr ile ne kadar uzaklara gitse de, ele bir şey geçiremez, onu ötelerin
de ötesinde görür. Cevher olma ve imkân âleminden olma özellikleri kendisinde
bulunmasına rağmen, onda cevherlik ve imkân yoktur. Yokluk hükmünden başka bir şey
kabul etmez.

Bütün hayırların kendisinde birleştiği Efendimiz'in (a.s) hadîs-i şerifi olarak Nevâdiru'l-
usûl’de Abdurrahman b. Semereden (r.a) şöyle nakledilir: “Rasûlullah (a.s) birgün biz
Medîne mescidinde iken çıkıp geldi ve buyurdu ki: Dün gece ilginç bir rüya gördüm.
Ümmetimden bir adamı gördüm, ölüm meleği onun ruhunu almak için gelmişti, derken
onun anne ve babasına yaptığı iyilik geldi ve ölüm meleğini geri çevirdi. Ümmetimden bir
adamı gördüm, üzerine kabir azabı yayılmıştı, derken abdesti geldi ve onu bu azaptan
kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, şeytanlar onu sarmıştı, Allah'ı zikretmesi geldi
ve onu şeytanların arasından kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, azap melekleri
onu kuşatmıştı, namazı geldi ve onu ellerinden kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm,
susuzluktan dili sarkmıştı, havuzun başına geldikçe geri itiliyordu, derken orucu geldi, ona
su verdi ve suya kandırdı. Ümmetimden bir adamı gördüm, peygamberler de halka halka
oturmuşlardı, ne zaman bir halkaya yaklaşsa kovalanıyordu, derken guslü geldi, onu aldı
ve benim yanıma oturttu. Ümmetimden bir adamı gördüm, önünde, arkasında, sağında,
solunda, üstünde ve altında zulmet (karanlık) vardı, derken hac ve umresi geldi ve onu
aydınlığa çıkardılar (ya da Hz. Peygamber şöyle dedi: Onu bu durumdan kurtardılar).
Ümmetimden bir adamı gördüm, mü'minlerle konuşuyordu ama onlar kendisi ile
konuşmuyorlardı, derken akrabayı ziyareti geldi ve: Ey müminler topluluğu, onunla
konuşun! dedi. Ümmetimden bir adamı gördüm, ateş yakmıştı ve o ateşi eliyle yüzünden
uzaklaştırmaya çalışıyordu, derken sadakası geldi ve onun yüzüne örtü, başına serinlik
oldu. Ümmetimden bir adamı gördüm, zebaniler onu her taraftan yakalamıştı, derken
iyiliği emretmesi ve kötülükten nehy etmesi geldi, onu zebanilerin elinden kurtardı ve
rahmet meleklerinin arasına dâhil eyledi. Ümmetimden bir adamı gördüm, diz üstü
oturmuştu, onunla Allah Teâlâ arasında perde vardı, derken güzel ahlâkı geldi ve onu
Allah'a (ilâhî âleme) dâhil eyledi. Ümmetimden bir adamı gördüm, amel defteri sol
tarafından verilmişti, derken Allah'tan korkusu geldi, defterini aldı ve sağ eline verdi.
Ümmetimden bir adamı gördüm, amel terazisi hafif gelmişti, sevapları (veya küçük yaşta
ölen çocukları) geldi ve terazisini ağırlaştırdı. Ümmetimden bir adamı gördüm,
Cehennem'in kenarında duruyordu, Allah'tan korkup titremesi geldi, onu bu durumdan
kurtardı ve götürdü. Ümmetimden bir adamı ateşte gördüm, Allah'a saygı ve haşyetinden
dolayı akan göz yaşları geldi ve Cehennem'den kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm,
Sırat Köprüsü üzerinde duruyordu, gök gürültüsünden titrercesine titriyordu, derken Allah
hakkındaki hüzn-i zannı (güzel düşüncesi) geldi, titremesi kesildi ve gitti. Ümmetimden
bir adamı gördüm, bazen sallanıyor, bazen zorla yürüyor, bazen de tutunuyordu, derken
bana gönderdiği salavât geldi, elini tuttu ve Sırât'tan geçirdi, o da yürüyüp gitti.
Ümmetimden bir adamı gördüm, Cennet kapılarına gelmişti, ancak yüzüne kapılar
kapandı, derken Lâ ilahe illallah şeklindeki şahadeti geldi, kapılar kendisine açıldı, bu söz
onu içeri soktu”.

Bu Mükâşefât-ı Gaybiyye'nin derleyicisi diyor ki: Bu risale tamamlandıktan sonra, o


hazretin (îmâm-ı Rabbaninin k.s.) el yazısı ile 40 hadis gözüme ilişti. Bunlar Buharî ve
Müslim'in ittifak ile rivayet ettiği hadislerden derlemişlerdi. Bereket olsun diye bu risale
bu hadislerle bitirilecektir. O hadislerin kaynağına salât ve selâm olsun.

38
KIRK HADÎS

1. Ömer İbnü'l-Hattâb radıyallâhu anh'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s) şöyle


buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti
Allah'a ve Rasûlü'ne ise, onun hicreti Allah'a ve Rasûlü'nedir. Kimin de hicreti elde
edeceği bir dünyâ malına ya da evleneceği bir kadına ise, onun hicreti de hicret ettiği
şeyedir”.

2. İbn-i Ömer, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiş tir: “İslâm beş esas üzerine
binâ olunmuştur. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi
olduğuna şahadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, haccetmek ve ramazan orucunu
tutmak”.

3. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'in (a.s) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İmân, yetmiş
küsur şubedir. En üstünü Lâ ilahe illallah demek, en aşağısı da yoldan eziyet verici bir
şeyi kaldırmaktır. Utanmak da îmandan bir şubedir”.

4. Enes'ten (r.a) rivayetle Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, ben
ona babasından, oğlundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım sürece îmân
etmiş olamaz”.

5. Yine Enes'ten rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kimde şu üç şey
bulunursa, îmânın tadını alır: Allah ve Rasûlü'nü diğer her şeyden daha çok sevmek, bir
kulu sâdece Allah için sevmek, Allah onu kâfirlikten kurtardıktan sonra tekrar küfre
dönmekten, ateşe atılmaktan korkarcasına korkmak”.

6. Mu'âz (r.a)'dan rivayete göre o şöyle demiştir: “Bir binek üzerinde Hz. Peygamber'in
arkasında oturuyordum. Aramızda sâdece palanın ucu vardı (başka insan yoktu). Buyurdu
ki: Ey Mu'âz! Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ve kulların da Allah üzerindeki haklarının
ne olduğunu bilir misin? Ben: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Buyurdu ki: Allah'ın
kullar üzerindeki hakkı, Ona ibâdet etmeleri ve başka bir şeyi ortak koşmamalarıdır.
Kulların Allah üzerindeki hakları ise, Allah'a başka bir şeyi ortak koşmayan kişilere azap
etmemesidir. Dedim ki: Yâ Rasûlallâh! Bunu insanlara müjdeleyeyim mi? Buyurdu ki:
Müjdeleme, yoksa buna güvenirler (de ibâdet ve amel konusunda gevşerler)”.

7. Ubâde b. Sâmit'ten rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah'tan başka
ilâh olmadığına şahadet eden, Ona ortak koşmayan, Muhammed'in Onun kulu ve elçisi
olduğunu kabul eden, isa'nın da Allah'ın kulu ve bir cariyenin oğlu olduğuna, Meryem'e
atılmış bir kelime ve Allah'tan bir ruh olduğuna inanan, Cennet ve Cehennem'in gerçek
olduğunu kabul eden kişiyi Cenâb-ı Hak yaptığı amellere karşılık Cennet'e koyacaktır”.

8. Ebû Hüreyre'den rivayete göre, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yedi helak
edici büyük günahtan sakının”. Onlar nelerdir yâ Rasûlallâh? diye sordular. Buyurdu ki:
“Allah'a şirk (ortak) koşmak, sihir yapmak, insan öldürmek -ki hukukî yollarla olan
dışında Allah bunu yasaklamıştır-, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak,
iffetli kadınlara iftira etmek”.

9. Yine Ebû Hüreyre'den rivayetle, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı
Hak, ümmetimin aklından geçip de yapmadığı veya söylemediği şeyleri affetmiştir”.

10. Süheyl b. Sa'îd'den rivayetle Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kul, Cennet
ehlinden olduğu halde, cehennemliklerin amelini yapar, Cehennem ehli olmasına rağmen
de cennetliklerin yaptığı işi yapar. Ameller sonlara göredir (günahkâr bir kişi ömrünün son
döneminde tevbe ederek Cennetlik olabilir, bunun tersi de mümkündür)”.

11. Hz. Âişe'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bu işimizde
(dînimizde) onda olmayan (dinin ruhuna uymayan) bir şey uydurursa, o reddedilir”.

39
12. Mu'âviye'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah bir kişinin hayrını
isterse onu dinde ince anlayışlı yapar. Ben yemin ederim, Allah verir”.

13. Osman'dan (r.a) rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim abdest alır ve
abdestini güzelce tamamlarsa bedeninden hatâları ve günahları çıkar, hattâ tırnak
altlarından bile çıkar”.

14. Ebû Hüreyre'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Abdesti bozulan
kişinin, tekrar abdest alıncaya kadar namazı kabul edilmez”.

15. Enes'ten rivayetle, Hz. Peygamber tuvalete gireceği zaman şöyle buyurmuştur:
“Allahım, kirlilikten ve kirlerden sana sığınırım”.

16. Ebû Hüreyre'den rivayetle, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ümmetime zorluk
vereceğinden korkmasaydım yatsıyı erteleyerek kılmalarını ve her namazdan önce misvak
(diş fırçası) kullanmalarını emrederdim”.

17. Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: “Hz. Peygamber gücü yettiğince, abdestte, saç
tararken, ayakkabı giyerken, her zaman sağdan başlamayı severdi”.

18. Yine Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: “Hz. Peygamber gusledeceği zaman ellerini yıkar,
sonra namaz abdesti alır, sonra parmaklarını suya sokup (çıkarır ve) saç köklerini
ovalardı. Ardından başına eliyle üç avuç su döker, sonra suyu bütün bedenine dağıtırdı”.

19. Yine Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: “Hz. Peygamber'e gusül lâzım olup da o (gusülden
önce) bir şey yemek ya da uyumak isterse, namaz abdesti alırdı”.

20. İbn-i Ömer'den rivayetle Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz
Cuma namazına geleceği zaman gusletsin”.

21. Ebû Hüreyre'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Birinizin kapısı
önünden nehir aksa ve o kişi bu nehirden her gün beş defa yıkansa onda kirden eser kalır
mı? Dediler ki: Hayır, kirinden bir şey kalmaz. Buyurdu ki: İşte beş vakit namaz da
böyledir, Allah onlar ile hatâları siler”.

22. İbn-i Ömer'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İkindi namazını kaçıran
kişi, ailesini ve malını kaybeden gibidir”.

23. Ebû Musa'dan rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sabah akşam namaz
kılan Cennet'e girer”.

24. İbn-i Ömer (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber yolculukta binek üzerinde namaz
kılardı, binek hayvanı nereye dönerse (ilgilenmezdi), farz olanlar müstesna gece
namazlarını imâ ile kılardı, vitir namazını da binek üzerinde kılardı”.

25. Enes'in (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber (a.s) iki alaca ve boynuzlu
koçu kurban etti. Onun, koçların yanlarına ayağını koyduğunu, besmele çekip tekbir
getirerek kendi eliyle kestiğini gördüm. Bismillâhi Allâhü ekber diyordu”.

26. Ebû Hüreyre'den rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanın
müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâm vermek, hastalanınca ziyaretine gitmek,
cenazesine iştirak etmek, dâvetine icabet etmek, aksırınca rahmet dilemek.

27. Ebû Sa'îd Hudrî'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanın mâruz
kaldığı her dert, hastalık, keder, hüzün, eziyet, gam, hattâ kendisine batan her diken
sebebiyle Cenâb-ı Hak onun hatâlarını örter”.

40
28. Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir: “Rasûlullah'tan (s.a.v) ağrısı daha çok olan kimse
görmedim”.

29. Ebû Hüreyre'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şehitler beş gruptur:
Taundan (salgın vebadan) ölen, karın ağrısından ölen, suda boğulan, göçük altında kalan
ve Allah yolunda şehid olan kişi”.

30. Ebû Sald Hudrî'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle Duyurmuştur: “Bir kişi Allah
yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah onun yüzünü ateşten (Cehennem'den) yetmiş yıl
uzaklaştırır”.

31. Ebû Katâde'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz bir
mescide girdiğinde oturmadan önce iki rekat namaz kılsın”.

32. Enes'ten rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Mescidde tükürmek hatâdır,
keffâreti de onu gömmektir”.

33. İbn-i Ömer'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Cemâatle kılınan
namaz, tek başına kılınan namazdan 27 kat daha üstündür”.

34. İbn-i Ömer (r.a) soğuk ve rüzgarlı bir gece namaz için ezan okunduktan sonra:
“Bineklerin (eyerlerin) üzerinde namaz kılın! dedi ve ilâve etti: Rasûlullah (s.a.s) soğuk
ve yağmurlu bir gece olunca müezzine “bineklerin üzerinde namaz kılın” diye
seslenmesini emrederdi”.

35. Mugîre'nin (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber namazda o kadar çok
ayakta kaldı ki, ayakları şişti. Kendisine: Niçin böyle yapıyorsun, oysa senin geçmiş ve
gelecek günahların bağışlanmıştır, denince o: Çok şükreden bir kul olmayayım mı? diye
cevap verdi”.

36. Hz. Âişe'den rivayetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah'ın en çok sevdiği
ameller, az da olsa devamlı olandır”.

37. Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği nakledilir: “Dostum bana üç şeyi tavsiye etti, ölünceye
kadar onları terk etmeyeceğim: Her ay üç gün oruç, kuşluk namazı ve uyumadan önce
vitir namazı”.

38. Ümmü Hânî'nin şöyle dediği rivayet edilir: “Rasûlullah (a.s) Mekke'nin fethi günü
evine girdi, gusletti ve sekiz rekat namaz kıldı. Ondan daha hafif (hızlı) bir namaz
görmedim, ancak rükû ve secdeleri tam olarak yapıyordu”. Başka bir rivayette Ümmü
Hânî bunun kuşluk namazı olduğunu söylemiştir.

39. Enes'in (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber öğle namazını Medine'de
dört rekat olarak kıldı, ikindiyi Zül-Huleyfe'de iki rekat olarak kıldı”.

40. İbn-i Abbâs'ın (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye
geldi, Yahudiler'in Âşûrâ (Muharrem ayının 10.) günü oruç tuttuklarını gördü ve: Bu oruç
tuttuğunuz gün nedir? diye sordu. Yahudiler: Bu büyük bir gündür, bu gün Allah Teâlâ
Musa'yı ve kavmini kurtardı, Firavunu suda boğdu, Mûsâ da Allah'a şükretmek için oruç
tuttu. Bu sebeple biz de oruç tutuyoruz, dediler. Rasûlullah (a.s): Biz Musa'ya (tâbi
olmaya) sizden daha lâyıkız, dedi, o gün oruç tuttu ve (ashabına) oruç tutmalarını
söyledi”.

41

You might also like