You are on page 1of 130

İNSANLAR UYANIN

ALEXİS CAREL

Ebook Düzenleme: Nirvana13


KİTABA DAİR BİRKAÇ SÖZ
Memleketimizde «Bilinmeyen İnsan» afllı esenle kendisini geniş bir halk kütlesine
tanıtmış ve sevdirmiş olan Alexis Carrel'in bu son eseri ayni zamanda yazdıklarının
arasında en mükemmeli addedilmektedir.
Fransanın işgali esnasında bir resmî vazifeyle NewTork'ta bulunan Dr. Carrel süratle
Fransa'ya dönmüştü. Hayatını «insan ilmi» ni tetkike vermiş bulunan Dr. Carrel 8 nci
Dünya Harbine takaddüm eden günlerde insanlığa hitaben bir ihtar mahiyetinde
olan bu eserini yazmağa başlamıştı, «İnsanlar, Uyanın!» in yazılışı bütün harp
boyunca devam etti. Dr. Carrel kitabını harpten sonra da yazmağa devam etti. Fakat
ömrü vefa etmedi. Vefat ettiği zaman kitabın son bahisleri henüz tamamlanmamış
bulunuyordu.
Yarım kalan kitabın tamamlanması işini yazarın zevcesi Anne Carrel üzerine aldı.
Dr. un son fasıllara ait notlarını toplayıp tetkik ederek kitabı tamamladı.
Dr. Carrel'in şahsî fikirlerine ve kanaatlerine dayanarak yazdığı bu eser insanlığa
içinde bulunduğu tehlikeleri ve kurtuluş yollarını gösteren bir «vasiyetname» oldu.
Leylâ TAZÎCIOĞLU
BÖLÜM I.
TABİAT KANUNLARINA "İTAAT ETMİYORUZ

Atalardan kalma, an'anelere isyan — Bu isyanın tarihi — Kozmik dünyanın ve dinin


yaptığı baskıdan kurtulma — Şahsî, içtimaî ve ırkî, her türlü disiplinin terkedîlişi.
Her insan keyfine göre yaşamak ister. Bu insanda fıtrî olan bir arzudur. Fakat
insandaki, bu fıtrî arzu, demokrat memleketlerde garip bir şekilde şahlanmış ve
nihayet hakikaten marazı denecek bir tarzda derinlere kök salmıştır. Avrupa ve
Amerikada hürriyete körü körüne tapılmasma sebep olunlar aydınlık devrin
filozoflarıdır. Bu filozoflar, akıl namına hareket ettiklerim söyliyerek, an'ane, örf ve
âdetlerin gülünç olduğunu iddia ettiler. Böylece her çeşit baskı insanlara manasız ve
nefret edilecek bir şey olarak göründü. "O zaman atalarımızdan kalma an'anelere
karşı açılan mücadele son şiddetini buldu. Halbuki bu an'aneler beşeriyetin
asırlardanberi edindiği tecrübelerden ve dinî ahlâktan çıkarılmıştı.
Bu baskıdan kurtulma hareketi, hakikatte bundan dört yüz sene kadar evvel başladı.
Fakat, on sekizinci asırda muazzam bir ilerleme kaydetmesine rağmen ancak bugün
hitam bulmak üzeredir. Bu hareketin tamamen muvaffak olması da ilmin terakkisine
bağlıdır. Hürriyetten tam manasile istifade etmek için, eski mefhumlardan
kurtulmak kâfi değildi. Aynî zamanda maddî âleme hâkim olmak lâzımdı. Bu
hâkimiyeti bize ancakilim kazandırabilirdi. İlim ise çok uzun ve meşakkatli bir
çocukluk devresi geçirdi; olgunluk devresi dünden başlamış sayılır. Bunun içindir ki,
atalarımızın hayat anlayışından vedüşünüş tarzından artık kurtulduğumuzu, ancak
uzun zaman geçtikten sonra ilân edebüdik.
Bu isyanın uzun bir tarihi vardır. Başlangıcı rönesans devrindedir. O devirde
görünüşte ehemmiyetsiz bir hâdise oldu. Copernic yeryuvarlağınm güneşin bir
peykinden başka bir şey olmadığını ispat etti. O zaman Ptolemee'nin âlemi
yıkılıverdi ve dünya, kâinatın merkezi olarak sahip olduğu üstünlüğü kaybetti.
Bunun üzerine, din adamları haklı olarak heyecana kapıldılar; fakat müdahaleleri
neticesiz kaldı. Galile'nin muhakemesi bu ihtilâlin, büsbütün ehemmiyet
kazanmasına sebep oldu. Böylece Aristo'nun, Veli Akinaslı Thomas'm ve Dante'nin
dünyası yok oldu. Halbuki o dünya ne kadar makul ne kadar tam, ne kadar rahattı!
insan dünyada bulunduğu müddetçe başka bir dünyadaki hayata hazırlanırdı. O
dünyada cennet ve cehennem hemen hemen elimizin altındaydı.
Birden gökler nasıl genişledi, sonsuzlaştı ise dünya da he~ yecan verici bir şekilde
büyüyüverdi. Marco Polo, Batılılara uçsuz bucaksız Asya'nın genişliğini bildirdi.
Cristophe Colomb'un önünde Yeni Dünya'nın kapıları açıldı ve Vasco de Gama
Hindistan yolunu keşfetti. Bunun neticesinde harikulade bir faaliyet başladı. Sayısız
macera heveslileri, fatihler, öncüler, havariler türedi. Avrupanın zenginliği hayret
edilecek derecede arttı, ayni zamanda maddî âleme nüfuz etmek ve ona hâkim
olmak arzusu da kuvvetleniyordu. Böylece ilim çağı başladı. Marchiavel, Copernic
ve Luther ortaya çıkmadan bir kaç sene evvel Gutenberg matbaa harflerini icad
etmişti. Bunun içindir ki, yeni fikirler etrafa hızla yayılıyordu. Felsefenin ve dinî
akidelerin yanı başında, olayların sistematik bir şekilde müşahasinden meydana
gelen ilmî İzafiyetler yer aldı. İlmî mefhumların aydınlığı karşısında, dinin aklî
olmayan ışığı müphem kaldı. Tanrı, melekler ve azizler bizden uzaklaştılar. O zaman
orta çağda yaşayan atalarımızı beşeriyetin asırlarca asla ulaşamadığı içtimaî ve ruhî
bir huzur içinde yaşatmış olan manevî zırh aşmmıya başladı. Luther'in hücumları
klişenin insanlar ve milletler üzerindeki otoritesini derinden sarsmıştı. Hristiyanlık
parçalandı. Avrupa mületleri meydana geldi. Dünyada
mevcut bütün milletleri birbirlerile harp etmeğe sevkeden ve dünyayı kargaşalığa
garkeden nifak tohumu, asırlarca hazırlandıktan sonra işte böyle atıldı.
Nifak tohumları ayni şekilde, insanların vicdanlarına da kök saldı. Din, felsefe ve
ilim arasındaki mücadele Batılı insanların ruhunu derinden sarstı. Hayatta nasıl
davranılması icap ettiğini gösteren, münakaşa kabul etmez, kat'î bir kaide yoktu.
Ahlâkî prensipler gevşemişti. San'at ve şiir güzelliği fazilete tercih edildi. İnsan
iradesi artık bu âlemden ötesine doğru yönelmiyordu. Bu dünyanın servetlerini ele
geçirmekle iktifa ediyordu. Machiavel'in cür'etkârca ilân ettiği gibi, hayatın gayesi
Tanrıya ulaşmak değil, her şeyden istifade etmekti. O zaman iktisadî kuvvetler,
iktidarın en üst basamağına ulaşmak üzere yükselmeğe başladı.
Maamafih bazı eski âdetler hsmen ve tam manasiyle yok olmadı. Çünkü Avrupa
milletleri ne de olsa dinlerine derinden bağlı idiler. Vaktile gotik mabetler inşa
ettiklerini henüz* unutmamışlardı. Köylerde görülen çan kuleleri, insan
topluluklarının Tanrıya ulaşmak istediklerini gösteren hakikî birer semboldü. Akıl
imanı tamamen karartmcıya kadar birçok asırlar geçti. Bunadn başka, hayat
mücadelesinin şiddeti, insan bekasını temin eden âdetlerin terkedilmesine mani idi.
Teknik ilimler çok yavaş ilerliyordu. Maamafih, ilerledikçe insanın keffine göre
davranmasını mümkün kılacak şartlar yaratıyordu. Ayni zamanda felsefe ile ilim
arasında için için devam eden mücadele yeniden şiddetlenmişti. İlim cansız maddeye
galip geldi; bir makine kavmi yarattı ve bizi dünyaya hâkim kıldı. Fakat ilim beşerî
meselelerde, yani ferdî ve içtimaî davranış sahasında yenildi. Zihnin mantıkî
prensipleri tecrübe ve müşahedenin donelerine üstün geldi. İdeolojiler ilmî
mefhumlara ve dinî ahlâka tercih edildi. Pascal terkedildi; Descaftes'a uyularak bir
fikrin doğı«u olması için, aklauygun olmasının kâfi olduğu sanıldı. İşte o andan
itibaren rasyonel olmak şartile her ideoloji, zihnin her oyunu, insanların hayattaki
davranışlarına temel teşkil etmeğe lâyık görüldü. Kimse bir medeniyetin devam
edebilmesi için, bir takım felsefî prensipler üzerinde değil insanın ve mevcut içtimaî
muhitin ilmî mefhumları üzerinde kurulması icap ettiğini arılamıyordu.
Machiavel'in Luther'in ve Galile'nin sembollerle gösterdikleri temayüller, insanların
ruhunda senelerce müphem bir şekilde kaldı. Ancak 18. inci asırda meydana çıktı. O
zaman da Voltaire'le ansiklopedistlerin tesiri altında yeni bir hız aldı. Birleşik
Devletler bu semboller adına istiklâllerim ilân etti. «İktidar mevkiinde bulunanların o
mevkide kalması idare edilenlerin rizasına bağlıdır» denildi. Her insanın saadeti elde
etmek için, istediği şekilde hareket etmekte serbest olduğu kabul edildi.
Ayni zamanda sınaî inkilâp sür'atle bütün İngiltereye yayıldı. Adam Smith yeni dini
«Milletlerin Zenginliği» adlı kitabında gürültü koparacak bir şekilde izah etti. İş
adamı halkın velinimeti olmuştu. Garip bir kelime oyunu ile, birkaç kişinin servet
edinmekte hudutsuz bir hürriyete sahip olması umumî saadetin bir şartı olarak
kabul edildi.
Lavoisier de modern kimyayı o zaman kurdu. O devir hürriyetin, zenginliğin ve ilmî
zaferin şafağı idi. İstikbal vaitlerle dolu olarak görünüyordu. •
Fransız ihtilâli patladı. Aristokratın yerini burjuva, askerî derebeyliğin yerini
kapitalist derebeyliği aldı. İktisadî liberarlizm yavaş yavaş gelişmeğe başladı. Bu
gelişme muzafferane bir şekilde Waterloo'dan Birinci Cihan Savaşma kadar devam
,etti. Bu zaman zarfında, ilim sayesinde yaşayış ve düşünüş şekilleri değişti. Diğer
taraftan din, rasyonalizmin hücumları karşısında artık mukavemet edemiyordu.
Cemiyetin ahlâkî seviyesi, dinden ayrılma, teknolojinin üerlemesi, zenginliğin
artması, konfor, otomobil,* radyo gibi gayet muğlâk bir şekilde birbirlerine karışmış
faktörlerin tesiri altında git gide alçaldı. Medenî insanlar için, artık atalardan kalma
prensiplerin son kırıntılarını da fırlatıp atmanın zamanı gelmişti.
Hayata mânâ veren an'anevî kaideler modern hayatın iradeyi gevşeten rahatlığı
içinde, bir nehrin baharda çözülen buzları gibi parçalanıvermişlerdi. Bu parçalanma
fertte olduğu gibi, ailede ve cemiyette de görülür. Her günkü ekmeği temin
için, toprağı işlemek mecburiyeti, açlık tehlikesi, ormanlar, dağlar bataklıklar, deniz
aşırı yerlerle güç belâ irtibat temin etmek gibi işlerin adalelerimizden,
organlarımızdan, sinir sistemimizden ve zihnimizden beklediği büyük gayretten
kurtulmuş bulunuyoruz. Artık soğuğa, sıcağa, kuraklığa, rüzgâra, yağmura ve kara
karşı tek başımıza durmadan mücadele etmek zorunda değiliz. Artık kış gecelerinin
uzunluğundan yahut kırda, ulaşılması imkânsız bir yerde tek başımıza kalmaktan
korkmuyoruz. İlim, günlük hayat mücadelelerinin şiddetini mucize denilecek kadar
azaltmıştır. Makine sayesinde, yemeğimiz, elbiselerimiz, meskenimiz var. Bizi bir
yerden diğer yere götüren hattâ sırasında öğretmen vazifesi gören gene
makinelerdir. Teknolojinin ilerlemesi sayesinde kozmik âlemin üzerimize yaptığı
baskının büyük kısmı yok oldu. Fakat, buna mukabil, bu baskının ferdin yaratıcı
kabiliyetinden beklediği gayret de o nispette azaldı.
Muhitimize karşı yaptığımız mücadeleyi nasıl hemen terk ettikse, kendi kendimizle
yaptığımız mücadeleden de o kadar sür'atle vazgeçtik. «Belki an'aneler ferdî ve
içtimaî hayatta muvaffak olabilmek için lâzımdır» diye düşünmeğe bile lüzum
görmeden her türlü ahlâki disiplinden ayrılıverdik. İyi ile kötünün arasındaki sınır,
ideolojilerin, heveslerin ve iştihaîarm teşkil ettikleri Kesif siste kayboluverdi. Yeni
sitede, tıpkı eski sitede olduğu gibi ahlâk dine bağlı idi. Eski Yunanda sofistler
OJimpos dağındaki ilâhlara olan inancı ve onların telkin ettikleri korkuyu yok
ettikleri vakit, herkes keyfinin istediği gibi hareket etmeğe başladı.' Batı medeniyetini
beşiğindenberi yetiştiren ve ruhunu erbiye eden ahlâki kaideler, öbür dünyada ki
hayata, Tanrının ilham ettiği şeylere, kilisenin doğmalarına ve İsa'ya karşı duyulan
sevgiye dayanıyordu. Tabiî iman yok olunca, onlar da kayboldu.
Dinî akidelerden ayrıldığımız gibi, her türlü derunî disiplini de red ettik. Yeni
nesiller böyle bir disiplinin mevcut olduğundan bile bihaberdirler. İtidal, şeref,
doğru sözlülük, mes'uliyet, safiyet, kendine hakimiyet, komşu sevgisi, kahramanlık
gençlerin tebessümle karşıladıkları bir takım manasız tabir fler haline gelmiştir.
Samimî olmak şartile, dinî inanç bugün müzedeki nadir eşyalar gibi bir hürmet
telkin etmektedir. Tabiî dine bağlı kalmış muhitlerde, sevgide», adaletten ve
doğruluktan sık sık bahsedilmektedir. Fakat sayıları pek az olan hakiki birkaç
mümîn hariç, artık hiç kimse bu prensipleri günlük hayata tatbik etmemektedir.
Modern insan için kendi keyfinden başka bir davranış kaidesi yoktur. Herkes yengeç
gibi hodbinlik kabuğuna çekilerek komşusunu mahvetmeğe, çalışıyor. En esaslı
içtimaî bağlar bile çok değişti. Her yerde bir ayrılık göze çarpmaktadır. Evlilik
kadınla erkek arasında daimî bir bağ olmaktan çıktı. Modern hayatın hem maddî
hem manevî şartları, aile hayatının bozulması için müsait bir iklim yaratmıştır.
Bugün çocuk, imkânları tahdid eden bir şey, hattâ bazen bir belâ olarak telâkki
edilmektedir. İşte vaktile Batı insanlarının hakimane bir görüş ve büyük cesaretle
ferdî ve içtimaî davranışlarına tatbik ettikleri «kaidelerden ayrılma» hareketi böyle
bitmiştir.

II
Cemiyetin felsefî tefekkür oyunlarına göre organize edilmesi — İlmî mefhumların
tanınmaması — Liberalizm ve Marksizm — İdeolojilerin zaferi.
Kazandığımız hürriyetten cemiyet hayatımızı sağlam bir temel üzerinde kurabilecek
bir şekilde faydalanabilirdik. Fakat bunu yapmadık.Bunun içindir ki, devrimizde
yaşıyan insanların hattı hareketi gelecek nesiller için derin bir hayret mevzuu
olacaktır. Bizim cemiyetimiz gibi ilmî mefhum ve metodlarm kıymetini bilen bir
cemiyetin, kendi haaytmı tanzim için bu mefhum ve metodlardan istifade etmemesi
hakikaten gariptir. İlim bizi yeryüzünde bulunan hemen hemen herşeye hâkim
kılmıştı. Kendi kendimize hâkim olmamızı temin edebilir ve gerek ferdî, gerek
içtimaî hayatta muvaffakiyet sağlıyabilirdi. Fakat biz ilmin o açık ve sade
mefhumlarına 18. inci asrın felsefe oyunlarını tercih ettik. Müşahhas realiteye doğru
dönecek yerde, mücerret mefhumlar arasında bocaladık durduk. Müşahhas
realitenin kavranması zordur. Zihnimiz ise en küçük bir gayret sarfetmekten
hoşlanmaz. İnsana mücerret mefhumların basitliğini, muğlâk müşahhas realiteye
tercih ettiren şey, belki o fıtrî tembelliğidir. Bir takım formüller geveleyip durmak,
yahut bir takım prensipler üzerinde uyuklamak, cisimlerin nasıl meydana
geldiklerini veya onları nasıl kullanmak gerektiğini araştırmaktan daha kolaydır.
Müşahadede bulunmak muhakeme yürütmekten zordur. Herkes bilir ki az
müşahede ve çok muhakeme insanı hayata, çok müşahede ve az muhakeme de
hakikate götürür. Fakat istidlal yapabilecek zekâların sayısı müşahhas realiteyi tam
manasile kavrayabilecek zekâlardan daha çoktur. Bunun içindir ki, beşeriyet daima
mücerret mefhumlarla oynamaktan zevk almış, bu mücerret mefhumların realiteden
eksik, hattâ bazen tamamen yanlış bir intiba bırakmasına ehemmiyet vermemiştir.
Bir şey mantıkî olarak doğru olduğu halde hakikatte yanlış olabilir. Aristo'nun ve
Veli Akinaslı Thomas'ın kozmolojileri tamamen yanlış değil midir? Riemann'ın
geometrisi, Öklid'in geometrisi kadar mantıkîdir; buna rağmen dünyamıza intibak
etmemektedir. Realiteyi kavramıya çalışırken, yanlış bir yola sapmamak için, zihnin
edindiği intihalardan değil, tecrübe ve müşahedelerin neticelerinden hareket etmek
lâzımdır.
Fakat milletler ilmî mefhumlara kıymet vermemektedirler. Bütün ümitlerini
ideolojilere bağlamışlardır; bilhassa aydınlık devir rasyonalizminin ikiz çocukları
olan liberal ve mark şist ideolojilere... Halbuki ne liberalizm ne de marksizm
realitenin ilmî bir müşahadesi üzerine kurulmuştur. Liberalizmin öncüleri olan
Voltaire ve Adam Snüt'in beşerî âlem hakkındaki görüşleri, Ptolemen'nin kâinat
hakkındaki görüşü gibi keyfî ve eksikti, istiklâl Beyannamesini însan ve
VatandaşHakları Beyannamesini imzalıyanlarla, Kari Marx ile Engels hakkında da
ayni şeyi söyliyebiliriz.
Komünist manifest'indeki prensipler ve Fransız ihtilâli prensipleri, ilmî mefhumlar
değil bir takım felsefî görüşlerdir. Liberal burjuvalar ve komünist işçiler ayni şekilde,
ekonominin her şeyin üstünde olduğuna inanıyorlar. Bu inanç on sekizinci asır
filozoflarının mirasıdır. Bu telâkki, bugün insanın ruhî ve ve bedenî faaliyetlerile, bu
faaliylerin azamî derecede gelişmesi için nasıl bîr muhit icap ettiği hakkında
kazandığımız ilmî bilgiyi nazarı itibara almaz. Halbuki bu ilmî bilgi, bize ön plâna
ekonominin değil, beşerle alâkalı meselelerin alınması. icap ettiğini gösteriyor.
Devleti insanlara faydalı bir şekilde organize etmenin çarelerini arayacak yerde,
Hürriyet beyannamesi ile" Fransız ihtilâlinin ortaya attığı prensipleri tekrar edip
duruyoruz. Bu prensiplere göre ise Devlet her şeyden evvel mülkiyetin bekçisi,
bankaların, endüstrinin ve ticaretin hizmetkârıdır.
İnsanların çoğunun istifade ettikleri hürriyet ne ekonomik hürriyet, ne fikir hürriyeti
ne de ahlâkî hürriyettir. Hiçbir şeye sahip olmayanlar yalnız izbeden izbeye,
meyhaneden meyhane dolaşmak, şu veya bu gazetenin, yahut radyoyla yayınlanan
birbirine zıd propaganlarm yalanlarını dinlemek ve nihayet oy vermek hürriyetine
sahiptir. Bu insanlar siyasî manada hür, ekonomik manada köledirler. Demokratik
hürriyet yalnız mülk sahipleri için mevcuttur. Bu hürriyet onlara servetlerini
arttırmak ve çeşitli dünya nimetlerinden zevk almak imkânım verir. Şunu kabul
etmeliyiz ki; bu hürriyet sayesinde, kapitalizm on dokuzuncu asırdaki iktisadî
gelişmeye kavuştu. Servetler hayret edilecek derecede arttı. Umumî sağlık işleri
düzenlendi, ve maddî hayat şartları düzeldi. Fakat bu hürriyet ayni zamanda
proletaryayı doğurdu. İnsanları topraklarından mahrum ederek onları fabrikalara,
pis barakalara yığılmğa teşvik etti. Vücut ve ruh sağlıklarını tehlikeye koydu. Ve
milletleri birbirlerine düşman içtimaî sınıflara ayırdı. Ansiklopedistlerin mal mülk
sahiplerine büyük bir hürmeti vardı, fakirleri hor görüyorlardı. Fransız ihtilâli hem
aristokratlara, hem proletaryaya karşı yapıldı. Fransız ihtilâli arslanm yerine fareyi
geçirmekle yani asillerin yerine burjuvayı getirmekle iktifa etti. Şimdi Marksizm
burjuvanın yerine proletaryayı geçirmek istiyor. »Kapitalizmin yerini bürokrasi
alacaktır. Marksizm de liberalizm gibi keyfî olarak üstünlüğü ekonomiye veriyor.
Yalnız proleterlere nazarî bir hürriyet veriyor ve diğer sınıfları tamamen ortadan
kaldırıyor. Halbuki hakiki dünya Marx ve Engels'in tasarladıkları mücerret
sistemden çok daha muğlaktır.
Herkesin oy vermesi keyfiyeti bütün insanların müsavi oldukları inancından geliyor.
Halbuki bu inanç zihnimizin uydurduğu bir şeydir. Çünkü bir insan sadece meselâ
bir şempanze yahut bir kedi olmayıp, insan olduğu için, yani mahiyeti bakımından
başka bir insana müsavidir. Böyle olmakla beraber bir erkekle bir kadından doğmuş
bazı yaratıklar vardır ki, beşerî bir şahsiyet sahibi olup olmadıkları bir meseledir.
Meselâ: anansefal bir tabiat garibesi insan sayılabilir mi? Zihnî faaliyeti bir köpekten
çok daha aşağı olan bir budalayı şahsiyet sahibi bir insan sayabilir miyiz?
Sembollerle realitenin birbirine karıştırılması bizi her insana ayni imtiyazları
tanımıya şevketti. Felsefî bakımdan müsavi telâkki edilebilen insanların ilmî
bakımdan hiçte öyle olmadıklarını anlıyamadık. Gerek Fransada gerek Birleşik
Devletlerde psikolojik bakımdan on yaşını aşmamış birçok kimseler vardır.
İnsanların çoğu tam manasile zihnî olgunluğa asla erişmez. Halbuki seçim kanunu
sayesinde, milletin politikasma veçhe veren bu gelişmemiş insanlardır. Tatbikatı
böyle netice veren prensiplerden kurtulmayı bilemedik. Fransız ihtilâli neticesinde
nizamnamelere mukavelelerin ikame edilmesi, realitenin bilinmesine değil, bir görüş
tarzına dayamr. insan emeği satın alınabilecek herhangi bir mal değildir. Makinayı
idare eden, düşünce ve his sahibi bir varlığı kendi şahsiyetinden ayrı olarak
düşünmek, onu bir sanayi müessesesinde alelade bir «emekçi» seviyesine indirmek,
hatadır. Zira «homo oeconomicus.» zihnimizin uydurduğu bir şeydir. Müşahhas
âlemde böyle bir varlık mevcut değildir.
Fransız ihtilâli sıralarında yaşamış olan atalarımız, insanın ve vatândaşm haklarının
mevcudiyetine gayet samimi bir şekilde inanıyorlardı. Bu hakların asla müşahede
edilmiş şeyler olmayıp sadece zihnin ibdalarından ibaret oldukları akıllarına bile
gelmedi. Hakikatte insanın hakları mevcut değildir sadece bir takım ihtiyaçları
vardır. Bu ihtiyaçlar da müşahade edilebilir ve ölçülebilir şeylerdir. Hyatm
muvaffakiyetli olması için bu ihtiyaçların tatmini lâzımdır. Hak felsefî bir prensipten
ibarettir. İhtiyaç ise ilmî bir mefhumdur. İçtimaî hayatımızı organize ederken
zihnimizin bir takım «heveslerini» ilmin donelerine tercih ettik. İdeolojilerin zaferi
medeniyetin mağlûbiyeti demektir.
Medeniyetin tutulduğu hastalık rindeki tesiri.
— Bu hastalığın fert üze
Bu hastalığın arazı gayet karışıktır. Ayni zamanda hem fertte, hem cemiyette, hem
de ırkta görülür.
Fert, modern demokrasinin kendisini yaşamağa mecbur ettiği ahlâki havaya iyi
intibak edememiştir. Zekânın seviyesi tababetin, ijyenin ve pedagojinin terakkisi ile
beraber ve onlara paralel olarak yükselmedi. İtidalsizlik, mes'uliyetten kaçınma ve
konfora düşkünlük, insanların hattı haraketlerini uydurdukları birer kaide haline
geldi. Sinir sisteminin mukavemeti, gayret sarfetme kabiliyeti azaldı. Birleşik
Devletlerde millî eğitim için pek çok para sarfedilmesine rağmen beklenilen netice
elde edilememiştir. Millî Dimağ Hıfzıhsıhhası komitesine göre en az 400.000 çocuk,
zekâ bakımından okula gidemiyecek kadar geridirler. Okuma yazması olmıyanlarm
sayısı hâlâ pek çoktur. 19.17 de Hermes'in Amerikan ordusundaki subay ve erler
arasında yaptığı meşhur anket: bunlardan % 46 smm zekâ bakımından on üç
yaşından aşağı olduklarını göstermiştir.
Fransız halkı arasında, bilhassa Biritanya ve Normandiya'nın bazı köylerinde, buna
benzer bir inceleme yapılsa muhakkakki buna benzer bir durum meydana çıkar.
Fakat memleketimizde çocukların hakikî yaşları ile zekâ bakımından bulundukları
yaşı mukayese etmeyi mümkün kılacak bir istatistik . yapılmamıştır. Gençliğe
yükletilen imtihanların ehemmiyeti ve manası hakkında aldanmamalı. Şunu kabul
etmek lâzımdırki, lise diploması, olgunluk diploması, hattâ yüksek okullara kabul
bile zekâya delil değildir. Zekâ bakımından zayıf olan birçok gençler bu imtihanlarda
muvaffak olmaktadırlar. 'Halkın orta yaşlı insanlardan mürekkep tabakasında da
birçok anormaller mevcuttur. Birleşik Devletlerde modern hayata intibak etmemiş
yahut intibak etmeleri imkânsız belki 3Cf milyon insan vardn. Fransada işsizlerin
çoğu çalışamıyacak kadar zekâca geri, cahil yahut hasta kimselerdir. Bunlardan
dörtte biri herhangi bir faaliyette bulunmaktan acizdirler. Acizlerin, parazitlerin
yükünü normal insanlar taşımak mecburiyetindedirler. Çoğunluk, azınlığın çalışması
sayesinde besleniyor. Gariptir amma hasta, zayıf, kusurlu insanlar sağlam insanlara
tercih edilmektedir. Zekâca geri çocuklarla, istidatlı çocuklardan fazla meşgul
olunmaktadır.
Umumiyetle zekâ seviyesinin, alçalmasına ve aklı selimin azalmasına sebep olan
şeylerin: alkol, şarap, her nevi ifrat ve bunları nneticesinde de tamamen disiplinsiz
bir yaşama tarzı olduğu görülüyor. Bir topluluğn *. alkole düşkünlüğü ile manen
alçalması arasında mutlak bir münasebet vardır. (İlimle meşgul olan milletler
arasında en çok şarap içen Fransa'dır. En az nobel mükâfatı alan da odur.) Tabiî
Fransadaki bu zihnî buhrana sinema, radyo ve mektep programlarının o manasız
karışıklığı da tesir etmektedir. Maamafih vaktile dünyanın en zekî milleti olarak
tanınan bu milletin alçalmasının en mühim sebeplerinden birinin içkiye düşkünlüğü
olduğu da şüphe götürmez bir şeydir.
Ayni zamanda ruhun zihnî olmayan faaliyetlerinde de ciddî teşevvüşler müşahede
edilmektedir. Hatta bu faaliyetlerden bazıları tamamen dumura uğramıştır. Menfaat
temin etme yarışı, iştihalarm tatmini ve eğlence hayatı zekâya olduğu gibi hislere de
derinden esir etmiştir. Ahlâkî duygunun yok olması, yalan, alçaklık ve itidalsizlik
ayni zamanda hem hissî, hem zihnî hem de organik faaliyetlerde bir teşevvüş
meydana getirmektedir. Şahsiyette vuku bulan bu karışıklıklar bilhassa Fransızlarda
büyüktür ve sık sık müşahede edilmektedir. Fransızların çoğu istidatlı olmakla
beraber, dar görüşlü ve teferruata fazla ehemmiyet veren kimseler olarak
görülmektedirler. Maamafih zekî, sıhhatli ve yüksek ahlâklı kimseler de vardır.
Fertleri gayet sağlam yapılı kalabalık aileler de mevcuttur. Eski soylardan gelen bir
çok ailelerde, potansiyel halde kalmış ve kendini göstermeğe fırsat bulamamış ırsî
istidatlar mevcuttur. Budalaların, delilerin, canilerin yanında, hayranlık uyandıran
san'atkârlara, büyük âlimelere, meşhur mucitlere ve kahramanlara rastlamaktadır.
Dinî zihniyet henüz ölmemiştir. Dinin bugün de, tarihinin ilk asırlarında olduğu gibi
kendilerini merhamete dayanan bir hayata vakfeden havarileri, mistikleri ve azizleri
vardır. Bu tamamen doğrudur. Medeniyetten ümit kesilmemişse, hiç şüphesiz sebebi
budur. Fakat azınlığın manevî ve ahlâkî bakımdan inkişaf ederek yükselmesi,
çoğunluğun ahlâksızlığını ve budalalığını telâfi edebilir mi?
Eski Yunan, Roma'ya mağlûp olduğu zaman Polibuis ve Arşimet gibi şahsiyetlerle
iftihar etmiyor müydü? Fransızlar, vaktile Avrupamn en zeki, en cesur, en kalabalık
ve en zengin milletiydiler. Britanya İmparatorluğu muazzam kudretile bütün
dünyaya hâkimdi. Birleşik Devletler ise o zamana kadar misli görülmemiş bir bolluk
içinde yaşıyordu.
Batı milletlerinin başına gelen olağanüstü felâketlerin sebebini tâyin ederken,
nesillerinin bozulmasından daha iyi bir izah tarzı bulunabilir mi?. Gerçi nikbinlik
insanı daima cezbeden bir şeydir» Kötülüğü inkâr caziptir, zira kötülüğü inkâr ona
karşı mücadeleden kaçınmayı mümkün kılar. Nikbinlik insanı gayret sarfetmekten
kurtarır. Suçun açık bir şekilde, sarahate teşhis edilmesi ise aksine faaliyete sevkeder.
İnsan ancak düştüğünü idrâk ederse kalkınmak zaruretini duyar. Şunu kabul etmek
lâzım ki, kendimizi idare etmesini bilmiyoruz.
Geçirilen felâketler, realiteyi kavrama kabiliyetini kaybetmiş insanlara onu görmeyi
öğretecek mi? Demokrasiler Fransa ile aynı hastalığa tutulduklarını ve kendilerini
aynı akıbetin beklediğini anlamalıdırlar.
Bu hastalık dünyada ilk defa olarak görülmemektedir. Bir ara eski çağlarda yaşamış
bütün büyük milletlerde de görüldü. Büyük înge'in yazdığı gibi: «medeniyet ergeç
ölüme götüren bir hastalıktır.»
îsyanm ferdî hayatta doğurduğu neticeler — Hürriyetin muhtelif cepheleri —
Menfaat, zevk ve eğlencd peşinde koşma — Keyfin hükümranlığı,
An'aneleri terkettikten sonra, ferdî hayatımızı yeni mefhumlara göre
tertipleyemedik. Hürriyete ihtirasla bağlıydık. Çoğumuz her türlü baskının
terkedilmesi neticesinde zarurî olarak meydana gelen karışık ve sefil bir hayat
yaşamakta» zevk aldık. Fakat an'anelerden kurtulunca, materyalizm liberalizm
öncülerinin bahsettikleri mev'ut toprağa ulaşamadık. Doğru söylemek lâzım gelirse,
aramızda pek az kimse tefekküre vakit ayırabilir ve ondan zevk alır. Fakat
rasyonalizmin, ilmin ve teknolojinin terakkisinden doğan hürriyet, tefekkür
edebilenlere de, atalarımızın tahayyül ettikleri kadar parlak bir çehre göstermemiştir.
Hür insan uçsuz bucaksız» göklerde uçan bir kartala benzetilemez. Daha ziyade
evden kaçarak gürültü ile geçip giden otomobillerin arasında oradan oraya dolaşan
serseri bir köpeğe benzer. Tabiî, bu bahsettiğimiz köpek gibi, keyfinin istediği yere
gidebilir. Buna rağmen yolunu kaybetmiş bir zavallıdır, zira ne gideceği yeri, ne de
etrafını çeviren tehlikelerden nasıl korunacağını bilir. Bu hür insan, Avrupa toprağı
üzerinde gotik mabedler inşa eden atalarımızın sahip oldukları ruh sükûnuna tekrar
nasıl kavuşabiliriz? O insanlar herkese muayyen bir yer veren ve hiç kimseyi hariçte
bırakmıyan bir cemiyet içinde yaşıyorlardı. O cemiyette en mütevazisinden en
ulusuna kadar, her insan nasıl hareket edeceğin! neerye gideceğini, hayatin ve
ölümün mânasını biliyordu. Bugün, atalarımızın kâinat olarak gördükleri küçük
evden, bir daha dönmemek üzere ayrılmış bulunuyoruz. Ağaçları, otları,
kardeşlerimiz hayvanları ve sisli sabahlarda, bazan Tanrının gönderdiği meleklerin
bize refakat ettikleri güzel vadiyi terkettik. Boşlukta binlerce noktacık arasında
kaybolmuş küçücük bir toz parçası üzerinde yaşiyan ve mikrop kadar küçük
varlıklar olmakla iktifa ediyoruz. Sevincimizin, arzularımızın ve korkularımızın
hiçbir akis bırakmadıkları kâinatta, hiçbir yerinde bir ruha rastlamadığımız bu
esrarengiz âlemde biz, birer yabancıyız. «
Bununla beraber âşıklar, şairler ve veliler âleminin mevcudiyetini inkâr edemeyiz.
Bu manevî âlem, fizik âlemden ayrılmasına imkân olmadığı halde, ondan çok
farklıdır. Realitenin kıyıları bulunmayan geniş, okyanusunda, insan ancak aradığını
bulur. Assise'li veli François bu okyanusta Tanrıyı, Einstein ise kozmos'u idare eden
kanunları buldu. İnsan Tanrıya ancak dört buudun, zaman ve mekânın, yani zekâmn
dışında, daha doğrusu, harika Ruysbrock'un tâbiri ile, ancak sevgiyle arzunun nüfuz
edebileceği tarif edilmez bölgede ulaşabilir. Fizikçilerin âlemi ile mutasavvıfların
âlemi, her ikisi insanların çoğuna kapalıdır. Zira birincisi henüz anlıyamadığımız
riyazi formüllerle tasvir edilir ki, bugün artık bu terimleri anlamıyoruz; bu iki lisanı
ancak pek az kimse anlayabilir. Bugün ruh âlemi ile maddî âlem arasında bir
münasebet yoktur. Veli Akinas'lı Thomas'm ortaçağ insanları için giriştiği ve
muvaffakiyetle neticelendirdiği teşebbüsü tekrar etmek kimsenin aklından bile
geçmedi. Halbuki bizim her şeyden evvel, herkesin yer alabileceği, maddiyat ile
maneviyatın ayrılmadığı ve içinde nasıl hareket edeceğimizi kestirebileceğimiz, akla
uygun bir dünyaya ihtiyacımız var. Zira artık hayat yolunda pusulasız ve kılavuzsuz
yürümenin tehlikeli olduğunu anlamağa başlıyoruz.

Gariptir ki, bu tehlikeyi idrâk etmemiz bizi hayatımızı rasyonel bir şekilde tanzim
etmenin çarelerini aramağa sevketmedi .Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, şu anda
bile, tehlikenin ne kadar büyük olduğunu idrâk edenlerin sayısı pek azdır. Hemen
hemen hiç kimse «bırakınız yapsın» politikasının, fertlerin hayatında,' milletlerin
hayatında olduğu kadar fecî neticeler doğurduğunu anlamıyor. Yalnız din ahlâkî
kaidelerin baki kalması için mücadele etmektedir. Fakat bu mücadelede muzaffer
olmaktan çok uzaktır. Modern çoğunluk keyfine göre yaşamak ister. Teknolojinin,
muazzam terakkisi neticesinde, insanlara temin ettiği maddî kolaylık, onları sarhoş
etmiştir. İnsanlar modern medeniyetin kendilerine temin ettiği imtiyazların
hiçbirinden vazgeçmek istemezler. Bir derenin suyu nasıl kayışız bir şekilde kendini
göle, çölün kumlarına yahut bataklıklara atıp kayboluyorsâ, hayat ta ayni şekilde
arzularımızın teşkil ettikleri meyil üzerinden, bayağılığın, alçaklığın bütün çeşitlerine
doğru kayıyor. Böylece, bugün, hayatımız kendiliğinden menfaate, iştihalarm
tatminine ve eğlenceye doğru yöneliyor.
Menfaat fikri, liberalizmin yarattığı hava içinde bütün vicdanımızı istilâ etmiştir.
Zenginlik en büyük saadet olarak görünüyor. Hayatta muvaffakiyet parayla
ölçülmektedir. Para temin etme arzusu, bankadan, sanayi ve ticaret âleminden
insanların bütün diğer faaliyetlerine kadar sirayet etmiştir.
Bütün hareketlerimizin gayesi şahsî menfaat, bilhassa ve her şeyden önce maddî
menfaat teminidir. Fakat aynı zamanda gururu okşayacak şeyler de birer
muharriktir: rütbe kazanmak, yüksek bir mertebeye ulaşmak, mükâfat görmek,
içtimaî mevki sahibi olmak gibi. Bu menfaat temin etme yarışı son derece büyük bir
kurnazlık ve iki yüklülükle, diğerkâmlık perdesi altında, akla hayale gelmiyecek
çeşit çeşit kombinezonlar altında gizlenmektedir. Askerî mahfillerde, üniversitelerde,
idarî makamlarda, tehlikeli rakipler aleyhinde sabırla hazırlanan suikastler, failini
belli etmiyecek şekilde kurnazca yapılan ihanetler, karanlıkta arkadan hançerlemeler
olağan şeylerdir.
Şeref duygusu artık tarihe malolmuştur. Kendilerini bir ideale bağlıaynlara ve iıasbî
bir şekilde çalışanlara ya iki yüzlü yahut budala gözü ile bakılır. Kazanç hırsı her
yere sinmiştir. Bir hayır işinde çalışan falanca hanım hakikatte fakirlere yardım
etmeyi değil, bir hayır cemiyetinin başkanı olmayı, yahut «Legion d'honneur» İe
taltif edilmeyi veya daha. pratik bir gaye güderek, meselâ fakirler için açılacak
bir kantinden istifade etmeyi düşünür. Falanca tanınmış doktor talebelerine ve
hastalarına'falanca ilâcın gayet tesirli olduğundan bahseder, halbuki bu iş için o ilâcı
imal edenlerden gizlice para almıştır. Falanca âlimin bütün gayretleri ,ilmin
terakkisine değil, Akademide bir mevki edinmeye, yahut otorite sahibi olmanın
kendisine temin edeceği ufak tefek imtiyazlara matuftur. Falanca doktorlar, beraber
yaptıkları bir takım işlerde hattâ hastalarını tedavi ederken, ahlaken hayret edilecek
kadar sukut ettiklerini göstermişlerdir. Bakalorya imtihanına girecek olan falanca
öğrenci imtihan suallerini öğrenmek için fakültedeki asistanlardan birine rüşvet
vermiştir. Falanca öğrenci Milletlerarası Yardım Teşkilâtının dağıttığı vitaminli
şekerleri karaborsada satmaktadır. Velhasıl çok defa, feragat, ilim merhamet ve saffet
perdesi kaldırılınca karşımıza menfaatin kaba ve haşin çehresi çıkıyor. İçimizde bir
kazanç hırsı var. Çünkü para herşeyi temin etmektedir. Her şeyden evvel insana bir
kudret vermektedir. Hemen her insan parayla satın alınabilir; parayla olmasa bile,
paraya sa.hip olanların ellerindeki şeylerle her insanı kandırmak mümkündür.
Sonra, para bize bütün arzularımızı tatmin etmek imkânını verir. Zira bu arzular
bayağı şeylerdir.
Bugün, yaşamak, her türlü iştihalarını körü körüne tatmin etmekten ibarettir. Meselâ
hazım cihazını idare eden kanunlara ehemmiyet vermeden tıka basa, rastgele şeyler
yemek^ Bu yemekler ekseriya iyi pişirilmemiştir, zira bugünün kadınları artık
mutfak işlerinden anlamıyorlar. Medenî insanlar her gün, fazla miktarda kahve, çay,
alkol, şarap elma şarabı ve tütün içerek kendilerini zehirlemeğe alışmışlardır. Batı
milletleri tüccarların, sanayi ile meşgul adamların propagandaları ve hükümetlerin
onlarla işbirliği etmeleri yüzünden kendilerine yeni ihtiyaçlar icad ettiler. Şimdi
kendilerini bu ihtiyaçlarım tatmin etmenin verdiği zevke bırakmış bulunuyorlar.
Bugün müşahade edilen ahlâk bozukluğunu kısmen alkollü içkilere düşkünlük
doğurmuştur. Medenî insanlar ayni zamanda cinsî insiyaklarına da uymaktadırlar, ki
bu insiyakların ters ve marazî şekilleri hem gençler., hem yaşlılar için son derece
zararlıdır. Fakat daha hoş ve ayni zamanda görünüşte alkole düşkünlük yahut ters
cinsî zevkler kadar tehlikeli olmıyan bazı ihtiraslar da vardır ki, bunların tatmini
daha kolaydır. Meselâ fesatlıktan, yalandan hoşlanma, başkalarını aldatma arzusu,
gevezelikten, fazla söz söyliyerek başkalarını kandırmaktan, başkalarını manen
iğnelemekten zevk alma gibi. Birçok insanların içinde bulunmaktan zevk duydukları
bu ruhî bozukluk, hemen hemen, alkol kadar tehlikelidir.
Batı medeniyetinin mümeyyiz vasfı zekâya kıymet vermesidir.
Halbuki zekâyı hislere üstün görmek için bir sebep yoktur. Gençliği manevî ve
organik kıymetlerin rol oynamadığı birtakım imtihanlara göre tasnif etmek bir
hatadır. Düşünce kabiliyetine gaye olarak yine düşünceyi almak bir nevi zihnî
.bozukluktur. Zekânın faaliyeti tıpkı cinsî faaliyet gibi tamamen tabiî bir şekilde
cereyan etmelidir. Bu faaliyet, yalnız kendi kendini tatmin etmeğe değil, diğer ruhî
ve organik faaliyetlerle beraber insanın bütün ihtiyaçlarını tatmine matuf olmalıdır.
Hayat disiplinsiz Ve gayesiz olduğu zaman, tabiatile eğlence denen bataklığa
dökülür. Iştihalarını şiddetli bir şekilde tatmin etmekte belki kendine göre bir azamet
vardır. Faka eğlence içinde geçmiş bir hayat kadar mânâsız bir şey yoktur. Hayat,
dansetmekten, delice otomobil sürmekten, sinemaya gitmekten yahut radyo
dinlemekten ibaretse, yaşamak neye yarar? Eğlence, işçilerin, makinalarm
mükemmelleşmesi, yahut istihsalin sistematik bir şekil alması ve devamlı bir
mücadele sayesinde, güç belâ eldo ettikleri dinlenme zamanının tamamen faydasız
bir şekilde geçivermesine sebep olur. Bu kıymetli saatlerden lâyıkiyle istifade edilmiş
olsaydı, herkes bilgisini arttırmağa, ruhunu ve bedenini geliştirmeğe, bir şahsiyet
kazanmağa, ve insan olarak üzerine düşan vazifeleri yapmağa muvaffak olurdu.
Halbuki hakikatte fabrika yahut yazıhane haricinde geçirilen her anı eğlence âdeta
yutar. Birçok genç işçiler haftanın üç dört gecesini sinemada, diğerleri danslı
gazinolarda yahut varyete yerlerinde geçirirler. Geri kalan boş zamanı da hiçbir
kıymeti olmıyan saçma romanlarla, mânâsız gevezelikler alır. Vaktini boşuna
harcamanın bir şekli de radyo neşriyatlarının yalanlarını ve saçmalarım dinlemektir.
Bazı öğrenciler radyo dinlemeden ders çalışamazlarmış. Radyo, sinema, varyete,
eğlenen insanı tamamen pasif kalmağa zorlar. Bu bakımdan eğlence hayatla tezat
halindedir; zira hayat harekettir. Buna rağmen okullarda, mağazalarda,
yazıhanelerde ve fabrikalarda bulunan gençler için yaşamanın yegâne gayesi
eğlencedir.
Velhasıl, Büyük Harple, îkinci Dünya Savaşı arasındaki devrede hattı hareketi
tanzim eden bütün an'anevî kaideler, ebediyen terkedildi. Her yerde keyfin
hükümranlığı başladı. Sosyal hayatımız liberalizm denen ideolojiden ilham alıyordu.
Bu ideoloji ise zihnimizin uydurduğu bir şeydi. Hususî hayatımızda da hislerimizin,
zekâmızın keyfine ayak uyduruyorduk.
Halbuki tabiat kanunlarının varlığından haberdardık. İnsan hayatının da birtakım
kaidelere tâbi olması gerektiğini düşünmeliydik. Kâinattaki nizama boyun eğmek
zorunda olmadığımızı ve keyfimize göre yaşamakta serbest olduğumuzu zannettik.
Otomobil yollarında olduğu gibi, hayat yolunda da bir nevi «Seyrüsefer
nizamnamesine» uymak mecburiyetinde olduğumuzu kabul etmek istemiyorduk.
Yemek yemek, uyumak, cinsî arzuları tatmin etmek, bir otomobil, bir radyo sahibi
olmak, sinemaya, danslı toplantıya gitmek, para kazanmak... îşte insanın hakikî
gayeleri bunlar görünüyordu. Herkes sigara dumanları arasında, tembelliğin ve
alkolün yarattığı gevvşeklik içinde, hayattan istediği şekilde zevk alıyordu.
2 BÖLÜM
TABİAT KANUNLARINA UYMAK LÂZIMDIK.
Dünyamın içinde bulunduğu nizam — Tabiat kanunları ile insanların vazettiği
kanunlar — Tabiat kanunlarının mahiyeti — Olayların önceden tahmini ve tabiata
hâkimiyet.
Dünyada bariz bir nizam vardır. Güneş her gün doğar. Gündüzden sonra daima
gece, kıştan sonra daima ilkbahar olur. Ay daima ayni seyri takip eder. Canlı
varlıklar da cansız maddeler gibi muayyen bir şekilde yaratılmıştır. İkisinin arasında
muayyen bir münasebet vardır. Hayat kozmik muhite, kozmik muhit te hayata
intibak eder. Yeryüzünde ve gökte bulunan cisimleri teşkil eden unsurlar yüzden
azdır. Bu cisimler .sayıları pek çok olmalarına rağmen, hepsi aralarında akraba sayılır
ve hepsi yapılarının icap ettirdiği halde bulunurlar. Tabiat birtakım geçici heveslere
kapılmaz.
Yukarda bahsettiğimiz olayları insanlar çok eski devirlerdenberi farketmişlerdir.
Stoik felsefe meydana gelmeden çok daha evvel, Heraklit kâinatta bîr nizamın
bulunduğunu ve bu nizama itaat zorunda olduğumuzu anlamıştı. İlim, realitenin
hakikatte yeknasak olduğu inancından doğmuştur. Her araştırma, tabiatın rasyonel
bir şekilde tanzim edildiğine imanla başlar. İlmin muazzam muvaffakiyeti de, bu
inancın batıl bir itikat değil, dış âlemin yapısını gayet doğru olarak belirten bir seziş
olduğunu ispat etmiştir. Dış âlem keyfî bir şekilde idare edilmediği içindir ki ilim
muvaffak oldu. İlim yavaş yavaş, insanlara cansızlar âleminin içinde bulunduğu
hallerle, canlılar âleminin bazı hallerinin sırrını açtı. İlim evvelâ Aristot ile
fenomenleri tasvir ve tasnif etti. Sonra keyfiyeti bir tarafa bırakarak kemmiyetle
alâkadar olmağa başladı. Sonra Galile, Newton ve Lavoisier ile kudretinin zirvesine
ulaştı.
İlim gayet çeşitli görünen cisimlerin arkasında gizlenen yeknasaklığı yavaş yavaş
meydana çıkardı. Mütemadiyen değişen olaylar arasında devamlı bir münasebet
bulunduğunu keşfetmeğe muvaffak oldu. Bu münasebetler maddenin, hayatın ve
zihnin tâbi olduğu kaideler yani tabiat kanunlarıdır. Hayat kanunları ile düşünce
kanunları, cansız maddeyi idare eden kanunlardan çok daha muğlâktır. Bir defa bu
kanunlar, diğer kanunlar gibi henüz riyazî bir lisanla ifade edilememiştir.
Bununla beraber şunu şöyliyebiliriz ki, okyanusların alçalıp yükselmesi, rüzgârın
kırlarda dolaşması, dağdan gürültüyle bir çığm inmesi nasıl tabiatın bir anlık bir
hevesinden ileri gelmiyorsa, bir lâkositin ayakçıklarım bir bakteriye doğru uzatması,
bir âlimin lâboratuvarında tecrübeler yapması ve yeni doğan çocuğun bağırması da
böyle bir heves eseri değildir. Bütün bu olaylar, ilmî metodlarla tetkik edildikleri
takdirde, yeryüzünde mevcut şeyler arasında değişmez bir nizamın bulunduğunu
ispat ederler.
Tabiat kanunları ile insanların yaptıkları kanunlar arasında derin bir fark mevcuttur.
Tabiat kanunları keşif eseridirler, diğerleri gibi birer icad değildirler. Kuyunun
altında akan sular, nasıl kuyu açılmadan önce mevcut ise, tabiat kanunları da
keşfedilmeden önce mevcutturlar. Medenî kanun yahut askerî ceza kanunu ise
birtakım nizamnamelerin bir araya toplanmasıdır. Tabiat kanunları cisimlerin
yapısını belirtir. Cisimler fonksiyonel cephesini teşkil eder. Mesele gözün
fonksiyonunu dışardaki cisimlerin görüntülerini, içinde bulunan ve beyine bağlı olan
kısımlara aksettirmektir. Görüyoruz ki, strüktür dediğimiz yapı ile fonksiyon yani
görülen iş ayni cismin iki cephesidir.
Tabiat kanunları, canlı veya cansız, bütün varlıklarda asla değişmez. Kâinatın
üstünde kudretli bir yaratıcı zekâ varsa, tabiat kanunları bize bu zekânın bir
cephesini göstermektedirler. Marc Aurele: «Dünya Tanrının vücudu gibidir.» diye
düşünürdü, insanların yaptıkları kanunlardan birçoğunun ise realite ile münasebeti
yoktur. Bir takım içtimaî nizamlardan ibarettirler. Bu nizamnameler ise naçiz
aklımızın eseridir. Bir memlekette meşru olan bir şey başka bir memlekette gayrı
meşru olabilir. Fransada Seyrüsefer Nizamnamesi «Daima sağdan gideceksin» der.
Ingilterede «Soldan Git» diye emreder. Bundan başka, bu kanunlar karşısında herkes
müsavi değildir. Zengin ve kudretli insanlar bu kanunların emrettikleri şeylerden
kolayca kendilerini kurtarabilirler. Halbuki tabiat kanunları her yerde ayni ve
kafidir. Hangi memlekette olursa olsun, onlara karşı gelen mutlaka ceza görür.
Kendilerine karşı gelene asla ihtar etmezler; cezaları, emirleri gibi sessizdir.
Atina meclisi senenin bazı günlerinde kanunları tekrar gözden geçirmekle meşgul
olurdu. Zira içtimaî nizamnameler daima muayyen bir zaman içindir. Tabiat
kanunları ise ak' sine ezelîdir. Bu kanunlar kâinatın yaradılışmdanberi
mevcuttur ve kâinat var oldukça mevcut olacaklardır. Işığın srü'ati asla
değişmiyecektir. Yer çekimi kanunu karşısında herkes müsavidir. Suyun üstünde
asla kendiliğimizden yürüyemiyeceğimiz gibi, hiçbir sun'î vasıta olmadan havada
uçamıyacağız. Met ve cezir, ay dünyanın etrafında döndüğü müddetçe
vukubulacaktir. Her hangi bir kimyevî terkibin, 100 derece sühunette kaynamasına
asla hiçbir şey mani olmayacaktır. Bugün çalışan bir adelede glikojen nasıl asid
laktik haline geliyorsa, bundan yüz bin sene evvel de öyle idi. Bir adalede asid
meydana gelince de o zaman olduğu gibi bugün de yorgunluk baş göstermektedir.
Bir kalori daima 425 kilogrammetreye muadil olacaktır. Veraset kanunları da asla
değişmeyeceklerdir. Delilerin ve zekâca geri kalmış insanların dünyaya getirdikleri
çocuklar da deli yahut zihnen geri kalmış insanlar olacaklardır, insanların dokuları
alkolün tesirüe daima harab olacaktır. Demek ki, tabiatın kanunları medenî kanun
gibi realitenin nasıl olması lâzım geldiğini göstermezler, etrafımızda ve içimizde
mevcut olan şeylerin zarurî olarak nasıl olduklarını gösterirler.
Bu kanunların büinmesi, olayları daha evvel tahmin etmeyi yahut istenildiği vakit
onları sun'î olarak meydana getirmeyi mümkün kılar. Böylece, insan bu bilgi
sayesinde dünyaya hakim olmuştur. Fakat bahsettiğimiz nizam tabiatın her tarafında
ayni vuzuhla görünmez. Aklımız realitenin her cephesine ayni kolaylıkla nüfuz
etmekten çok uzaktır. Yalnız cansız maddelerin sırlarını keşfetmekte ve bir takım .
mücerret rİ3^azî formüller yaratmakta başarı göstermektedir. Fakat hayatî olayları
iyice kavrayamamaktadır; zira aklımız basit olan şeylerden hoşlanır. Halbuki hayat
fevkalâde muğlâktır. Bunun içindir ki, mekanik, fizik ve kimya ilimleri fizyoloji,
psikoloji ve içtimaî ilimlerle mukayese edilemiyecek kadar ilerlemiştir. Atomları ve
yıldızları kendi ruhumuzdan daha iyi tanıyoruz.
Tabiî ilimler basamak basamaktır. En üst basamakta, bilaistisna bütün cisimlerin ayni
şekilde tâbi oldukları kanunlar vardır. Meselâ: yer çekimi kanunu, maddenin
tahaffuzu kanunu ve enerjinin tahaffuzu ve değişmesi kanunu gibi... Daha alt
basamaklarda bir takım biolojik kanunlar bulunur; muhite intibak ve veraset
kanunları gibi. Bu kanunlar, bir takım cebir muadeleleri ile gösterilen fizik kanunları
kadar sarih ve muhteşem değildir. Ancak bazı beden faaliyetlerinin neye doğru
yöneldiklerini gösterirler ve onları ancak bu bakımdan eie almak lâzımdır.
Psikoloji kanunları ise daha mükemmel olmaktan çok daha uzaktırlar. Halbuki
zekânın yahut hislerin tezahürleri yeryüzünde yer çekimi kadar esaslı bir rol
oynamaktadır. Zira bu tezahürler yer yüzünde mevcut en büyük, en esrarengiz
enerjinin, ruhî enerjinin ifadesidirler. En alt basamakta sosyolojinin kanunları
bulunur. Bu kanunların bir çoğu birer tahminden ibarettir; zira sosyoloji henüz bir
takım faraziyelerden ibaret bir ilimdir. Demek ki, realitenin bütün cephelerini ayni
vuzuhla kavramaktan çok uzağız.
Olayların önceden tahmini ise kesin olarak yalnız fizikle kimya alanında
mümkündür. Gelecek güneş tutulmasının ne zaman vuku bulacağını, ve meselâ:
kalsiyum karbonatın bulunduğu bir yere asit sülfirik döktüğümüz takdirde ne gibi
olayların cereyan edeceğini yanılmağa imkân olmayacak bir şekilde kesin olarak
biliyoruz. Fakat herhangi bir insanın ne zaman öleceğini, yahut mağlûbiyetin veya
zaferin bir milletin istikbali üzerine nasıl tesir edeceğini önceden bilemeyiz.
Belki de insan zekâsı realiteyi bütün o çeşitli tezahürlerile beraber kavrayabileceği
tekâmül basamağına henüz ulaşamamıştır. Belki de tabiat kanunlarının bize bütün
alanlarda ayni vuzuhla görünmeleri için, büyük bir sabırla elimizdeki en iyi
metodları kullanmamız lâzım gelecektir. Fakat şimdilik cehaletimiz bizi nizamın
ancak kâinatın bir kısmına şamil olduğunu düşünmeğe sevketmemelidir.
Muhakkak ki, ahlâki veya içtimaî hayat ta ayni şekilde muayyen fakat meselâ,
gazların karışmasından yahut ışık dalgalarının yayılmasından çok daha muğlâk
kanunlara tâbidir. Bu kanunları henüz bilmiyoruz.
Şu unutulmamalıdır ki, atalarımız kâinatta bir nizam olduğunu hissediyorlardı, fakat
bu kanunları bulamadılar. Biz modern insanlar, fizik, kimya ve fizyoloji kanunlarım
bulduk. Fakat belki de insanlar arasındaki münasebeti gösteren ve bu gün varlığını
hissettiğimiz kanunları asla bulamıyacağız. Akıl yavaş yavaş ışığa doğru
yükselirken, kâinatın ahengi içinde mevcut müphem mekanizmaları kavramak
kabüiyetini tedricen ~ kazanıyor.

II
insanın yeryüzündeki durumu — Kozmik muhitin hayata, hayatın ,da kozmik
âleme intibakı — Bedenî ve zihnî faaliyetlerin birbirine tâbi oluşu — fnsan tabiatın
bir parçasıdır.
Hayatımıza istikamet verirken, dış âlemde mevcut nizamı göz önünde
bulundurmadan hareket edemeyiz. Halbuki hâlâ canlılar arasında üstün bir
durumda olduğumuzu ve umumî kaidenin haricinde kalabileceğimizi sanıyoruz.
Hür olduğumuz zehabı bize aldatıcı bir güvenlik vermektedir. Yer yüzünde
otlardan, ağaçlardan ve hayvanlardan çok üstün bir mevki işgal ettiğimizi samyoruz.
Halbuki tabiattaki hakiki durumumuzu kesin olarak bilmeliyiz.
Aristo'danberi malûmdur ki vücudumuz bir bütündür; bu bütünü teşkil eden
parçalar arasına faaliyet bakımından bir münasebet mevcuttur ve bu parçaların
mevcudiyeti bütün hizmetlerüe kaimdir. Vücudumuz dokulardan, kandan ve ruhtan
ibarettir. Bu üç unsur birbirlerinden farklı olmakla beraber birbirlerine bağlıdırlar.
Ayni zamanda bulunduğumuz fi, zikî ve kimyevî muhitten de farklı oldukları halde
ona bağlıdırlar. Dokuları teşkil eden bütün maddeler ve kan doğrudan doğruya
yahut bitkilerle hayvanlar vasıtasile bu muhitten çıkar. Vücudumuzun büyük kısmı
yağmur, pınar yahut dere suyundan ibarettir. Vücudumuzda bulunan bu suyun
içinde menşeleri toprakta olan madenî tuzlar vardır. Hücrelerin ve kanın esas unsuru
bu sudur. Toprakta ve deniz suyunda olduğu gibi bu suda da sodyum, potasyum,
magnezyum, kalsiyum, bakır ve bir miktar da manganez kalayüe arsenik gibi
nispeten ender olan vücudumuza da hayvan eti, süt, hububat taneleri, sebze
yaprakları, yumruları yahut kökleri vasıtasile giren maddeler vardır. .Dokuların
meydana gelmesi, yaşamaları ve sarfettikleri enerjiyi yeniden kazanmaları için
lüzumlu olan azotlu maddeleri, yağları, şekeri, tuzları, vitaminleri temin eden de
yine hayvanlar ve bitkilerdir. Vücudumuzun terkibinde mevcut olan kimyevî
maddeler, güneş, ay ve yıldızları meydana getiren maddelerin aynidir. Bizim
teneffüs ettiğimiz atmosferik oksijenle Merihteki oksijen arasında hiç fark yoktur.
Adalelerimizle böbreklerimizdeki glikojen moleküllerinde bulunan oksijen ve
iskeletimizdeki kalsiyum, güneşin atmosferinde bulunan ve Mac Math tarafından
filmi çekilen alevlerdeki oksijenle kalsiyumun aynidir. Kanın kırmızı
kürreciklerindeki demir, meteoritlerdeki demirden farksızdır. Yıldızlar arasında
boşlukta hafif bir sis halinde dalgalanan sodyum atomları, yemeklerde kullandığımız
tuz gibi vücudumuz tarafından pek alâ kullanılabilir. Velhasıl vücudumuzu teşkil
eden bütün kimyevî unsurlar, kozmostan yani topraktan, havadan ve sudan
alınmadır. Kimyevî unsurlar vücudumuzun içinde de dışında da ayni halde
bulunurlar. Claude B'ernard'tanberi fizyoloji kanunlarının, esas itibarile mekanik,
fizik ve kimya kanunlarının ayni olduğunu biliyoruz. Cisimlerin muayyen şartlar
altındaki durumları daima aynidir. Meselâ: kitleler kanunu, osmos tazyiki ve
idrodinami kanunları dokularımızda da caridir. "
Bununla beraber, istatistiğe dayanan bazı kanunların Donnan'ın ortaya attığı
faraziyeye göre olduğu gibi, ancak birkaç protid molekülü ihtiva edecek kadar küçük
olan hücre topluluklarında cari olmaması mümkündür.
Hülâsa, vücudumuz kâinatın bir parçasıdır. Hususî bir şekilde organize edilmiştir.
Fakat kâinatın geri kalan kısmında cari olan kanunlara tâbidir. Vücudumuz, içinde
bulunduğu fizikî muhitle ayni elemanlardan müteşekkildir.
. Bundan başka vücudumuzla onun içinde bulunduğu muhit arasında birbirine bağlı
fonksiyonel münasebetler mevcuttur. Muhit insana, insan da muhite uyar.
Diyebiliriz ki, muhitle insan, anahtarla kilit gibidir. Her ikisi bir bütünün parga
larıdır. Hakkaten de, yer yüzünde, kâinatta eşine rastlanmıyan fizikî ve kimyevî
şartlar bir araya gelmiştir. Bu da yaşamamızı mümkün kılmıştır. Yer yuvarlağının
etrafında, en yüksek dağlarda bulunan canlıların teneffüs edebilmeleri için gereken
oksijeni temin, edecek kadar kalın bir atmosfer tabakası' vardır. Bitkileri ve
hayvanları güneş ışıklarının tahrib edici tesirine ve soğuğa karşı koruyan da yine
atmosferdir. Bütün cisimlere tesir eden yer çekimi, bizi ihtiyaçlarımızı tatmin
etmemizi mümkün kılacak şekilde toprağa bağlar.
«Müşteri'de olsaydık, muhakkak ki vücudumuzun ağırlığından kımıldıyamazdık.
Ayda olsaydık çok hafif olurduk. Demek ki: kozmit muhit, Henderson'un belirttiği
gibi, hayata intibak etmekte ve bunu bilhassa üç elemanın hususî vasıfları sayesinde
yapabilmektedir. Bu üç eleman: oksijen, idrojen ve karbondur. Birleşince su ve asit
karbonik meydana getirirler. Yer yuvarlağının sühunetinin değişmesine mani olan su
ve asit karboniktir.
Bundan başka su birçok kimyevî elemanları harekete getirir. Bu elemanlar harekete
gelince, her yere nüfuz ederler ve bitkelere gıda vazifesi görürler. Bütün bunlardan
başka idrojen, oksijen ve asit karbonik mevcut elemanlar arasında en aktif
olanlarıdır. En çok birleşen ve en muğlâk molekül topluluklarını husule getiren bu
elemanlardır. Bitkiler ve hayvanlar erimiş olarak bir takım kimyevî maddeleri temin
ed4n suyun yardımı ile, insanın muhtaç olduğu karışık gıdalapı"Kazırlar. İşte muhit
hayata bu şekilde intibak eder. Hayat da muhite uyar. Bunda muvaffak oknikk için
iki ayrı usul kullanılır. Birincisi: muhitte bulunanları içine almak, massetmektir.
Meselâ: organizma havadaki oksijeni içine alır, gıda maddelerini de masseder. İkinci
usul: muhite karşı bir tepkide bulunmak ve ona intibak etmektir. Bu İntibak, büyük
intibak sistemlerinin gayret sarfetmelerile mümkün olur. Bu gayretin tekrarlanması
intibak sistemlerinin yani damarların, sinir merkezlerinin, adalelerini, guddelerin,
kalbin ve bütün organların kuvvetini artırır. Bu sebepledir ki, fert gelişmesinin
zirvesine ulaşmak için, muhit ile daima mücadele etmeğe mecburdur. Hayat
şartlarının sertliği insan şahsiyetinin gelişmesi için zarurî bir faaliyet yaratır.
Alimler sık sık garip bir hataya düşerler: tabii olayları sanki kendileri tabiatın
dışmdaymışlar gibi müşahede etmeğe kalkarlar. Halbuki hakikatte kendileri,
müşahit, obje ve müşahededen mürekkep maddî bir sistemin birer parçasıdırlar.
Gerçi zihnimiz mekân ve zamanın dört buudu içinde hapsedilmiş değildir.
Kozmos'un içine dalmış bulunmakla beraber içimizde ondan kurtulabileceğimize
dair bir his vardır. Ruh, henüz nasıl olduğunu anlıyamadığımız bir şekilde, fizikî
oluşumdan kurtulabiliyor. Bununla beraber vücudumuza yani fizik âleme bağlı
kalıyor. Başka deyişle bu âleme tabidir. Ruhun ulvî temayüllerinin birdenbire yok
olması için, kandaki plâzmanın bir takım kimyevî unsurlardan mahrum kalması
lâzımdır.
Meselâ: tiroid guddesi damarlara tiroksin ifraz etmezse ne zekâ, ne iyiyi kötüden
ayırma duygusu, ne güzellik hissi, ne de dinî inanç kalır. Vücuttaki kalsiyumun
azalıp çoğalması zihnî muvazenesizliğe sebep olur. Müzmin ayyaşlığın tesirile
şahsiyette ikilik meydana gelir. Dişi bir fareye verilen gıdanın içinden, üstad
Collum'un yaptığı gibi manganez tamamen kaldırılırsa duyduğu ana şefkati yok
olur. Aksine bakir dişi farelere, «pituitaire» guddesi ifrazatının hulâsası olan
prolâktin isimli madde verilirse, bunlar başka farelerin yavrularını evlât edinerek,
onlara yuvalar yapar ve itinayla bakarlar. Fare yavrusu bulamazlarsa duydukları ana
sevgisini güvercin yavrularına göstermektedirler. Bazı hastalıkların hisler
üzerinde derin bir tesir icra ettikleri muhakkaktır. Hafif bir ansefalit letarjik dimağı
kaplamağa başladığı zaman, bazen zekâyı deka ışıklarile aydınlatır. Muhakkak ki
ruh hali, vücudun içinde bulunduğu duruma tabidir. Ruhun entellektüel ve teesürî
faaliyetleri organların içinde bulundukları fizikî, kimyevî ve fizyolojik şartlara,
binaenaleyh kozmik âleme tâbidir.
Hulâsa: vücudumuz su ile havadan yahut topraktan alınan elemanlardan
müteşekkildir. Fizik ve kimya kanunları dış âlemde olduğu kadar, dokularımızın ve
ruh hallerimizin derunî âleminde de caridir. Biz, yer yüzünde bulunan diğer
varlıklara benzer, varlıklarız, amma kayalardan, dağlardan, derelerden ve
okyanustan ziyade hayvanlara, ağaçlara ve diğer bitkilere yakınız. Tabiatın bir
parçası olduğumuz açıkça bellidir. Üst basamaklarda bulunan hayvanlarla, bilhassa
şempanzelerle ve sibonlarîa (1) aramızda yakın bir akrabalık vardır. Fakat zekâ
bakımından onlardan çok daha üstünüz. Zekâ sayesinde keyfimizin istediği şekilde
hareket etmek hürriyetini kazandık. Bize tabiata tabi olmadığımız zehabını veren bu
hürriyet hissidir. Fakat hür olduğumuz nasıl doğru ise, âlemdeki nizama tâbi
olduğumuz da doğrudur, istersek tabiat kanunlarını hiç nazarı itibara almıyabiliriz.
Bizi vücudumuzun yahut ruhumuzun esaslı vasıflarını ve etrafımızdaki âlemin
çeşitli hallerini nazarı itibara almağa zorlayan tek şey, irademizdir. Arzu ettiğimiz
takdirde, suyun üstünde yürümek düşüncesiyle bir vapurdan inebilir yahut Empire
State Building'ten Beşinci caddeye atlıyabiliriz. Haşhaş sayesinde'hayalimizin
yarattığı harikalar diyarında yaşamakta, yahut kendimizi modern medeniyetin
sefahatine terketmekte serbestiz. Başka deyişle hürüz. Fakat bizi içinden çıktığımız
bu âleme bağlıyan bağları asla koparamıyacağız. İnsan iradesi asla kâinatın yapısını
değiştirmeğe muktedir olamıyacaktır. Biz, kuzey kutup denizlerinde yaşayan deniz
hayvanları yahut tropik ormanlarda dolaşan antropoidler gibi, alt basamaklarda
bulunan hayvan kardeşlerimizle beraber tabiatın birer parçasını teşkil ediyoruz.
Bunun içindir ki, dünyamn geri kalan kısmının tabi olduğu kanunlara biz de tabiyiz.
Madem ki dünyanın bir parçasını teşkil ediyoruz, Epiktetos'un dediği gibi onun
nizamlarına göre yaşamalıyız. Daha doğrusu biz öz varlığımızın icap ettirdiği şekilde
yaşamalıyız.
Canlıların hayata ikıtibakı — İnsiyakın rolü kavuşmamız — Zekânın ve iradenin
rolü.
— Hürriyete
Kendi kendine yaşıyan hayvanlar kâinatın içinde mevcut nizama nasıl intibak
ediyorlar? Dünyada mevcut her şey yapısının, strüktürünün icab ettirdiği şekilde
bulunur. Cisimlerin sayısı pek çok olduğu için birbirlerine karşı durumları da SOH
derece çapraşıktır. Halbuki hayvanlar kendileri ve muhitleri hakkında bir şey
bilmedikleri halde, realitenin bu içinden çıkılmaz lâbirenti içinde gidecekleri
istikameti, hayret edilecek kadar kesin bir şekilde tâyin edebiliyorlar. Hayvanlar,
Fabre'in dediği gibi, kâinatın içinde bulunduğu ahengi doğuştan sahip oldukları bir
hisle seziyormuş intibaını verirler. Halbuki insanda böyle değildir. Hayat, kâinata
nüfuz etmek ve gelişmek için iki ayrı usule baş vurmuş gibidir. Birincisi: insiyak,
ikincisi zekâ ve iradedir.
insan hariç, diğer bütün canlı varlıklar kendileri ve dünyahakkmda bir nevi fıtrî
sezişe sahiptirler. Bu insiyak onları realiteye tam ve kat'î bir şekilde intibak etmiye
zorlar. Binaenaleyh yanılmak hürriyetine sahip değildirler. Yalnız akıl sahibi
varlıklar yanılabilirler, sonra mükemmeliyete erişebilirler. Böcekler ise öyle
değildirler. Böceklerin kurdukları topluluklar bugün nasıl gelişiyorlarsa, bundan iki
bin sene evvel d« ayni şekilde gelişiyorlardı. Şunu da söylemek lâzımdır ki,
antropoidlerde, fil yahut köpek gibi' üstün hayvanlarda insiyak bir zekâ çemberi ile
çevrilidir. Fakat asıl hayatî fiillerde bu zekâ daima ikinci plânda kalır ve yerini
insiyaka bırakır. Dişi bir köpek, kadının aksine yavrularına nasıl bakacağını bilir,
(1) 7Âbon: en küçük maymun cinsi.
bu hususta asla şaşırmaz. Kuşlar ne zaman yuva yapacaklarını bilirler. Arılar,
kraliçelerini seçmekte işçi arıların yahut bey arının yetişmesi için lâzım olan gıda
maddelerini arayıp bulmak hususunda yanılmıyorlar. Hayvanlar insiyakın otomatik
mekanizması yüzünden, insanlar gibi kendi heveslerine göre ve keyifleri istediği gibi
yaşamak hürriyetine sahip değildirler. Onun içindir ki, muhitlerine tıpkı organ
hücrelerinin kandaki fizikoşimik şartlara yahut ruh hallerine intibak ettikleri gibi,
körükörüne ve kat'i bir şekilde intibak ederler. Hayvanların içinde bulunduğu
muhiti muvazeneli, fizikî bir sisteme benzetebiliriz. Meselâ: bir bulut içinde
dalgalandığı atmosferle olan münasebetlerinde nasıl yarulmazsa, bir kuş yahut bir
balık ta dış âlemle olan münasebetlerinde öyle kafiyen şaşmaz. Atalarımız henüz
birer vahşi hayvanken davranışlarına hâkim olan en büyük kudret insiyaktı.
Şuurun uyanması yavaş yavaş insiyakların tamamen yok olmasına sebep oldu. Gerçi
insan zekâsının etrafında halâ bir nsiyak çemberi vardır. Fakat bu insiyak dış âleme
güvenle nüfuz etmemize imkân verecek ve davranışlarımızı bu dış âleain şartlarına
göre ayar etmemizi mümkün kılacak kadar kuvvetli değildir. İnsan, karanlık bir
ormanda kurt gibi klaJZSUZ yürüyemez. Bundan başka düşmanı, dosttan, ölüyü
canlıdan ilk bakışta ayıramaz. İnsan insiyakların ve reflekslerin otomatik
faaliyetlerinden tamamen kurtulmuştur. Hürdür. Yanılmak serbestiyetini
kazanmıştır. Mevcut yollar arasında bir yol seçmek, sonra bu şekilde seçilmiş olan
yolda yürümeğe çalışmak kendi arzularına tabi bir şeydir. Bugün, insan, hayatına
istikamet vermek hususunda zekâsının şuurlu gayretinden başka bir şeye
güvenemez. Halbuki zekâ insiyak kadar emin bir kılavuz değildir. İnsan henüz nasıl
hareket edeceğini bilmemektedir. Asla devamlı bir medeniyet kuramamıştır.
Şuur, sosyal haaytımızı, karıncaların kollektif hayatını idare eden insiyak kadar
tesirli bir şekilde idare edebilecek bir tekâmül basamağına henüz ulaşamamış gibidir.
Binaenleyh en mühim vazifemiz ruhî kudretimizi arttırmaktır. Ruh ayni zamanda
hem zekâ, hem his, hem akıl hem kalb, hem mantıkî hem de gayrî mantıkî faaliyettir.
Realiteye intibak edebilmek için zekâ kadar hisse de ihtiyacımız vardır.
Zekâ, dış âlemi ve cisimler arasındaki münasebeti kavrar. Fakat bizi faaliyete
sevketmez. Zihnî faaliyet, bilindiği gibi müşahede etmek, hatırlamak, mukayese
etmek, hüküm vermek ve tecrübe yapmaktan ibarettir. Zekâ evvelâ sicimlere kıymet
biçer. Sonra bu cisimlerin birbirleri üzerine yaptıkları tesiri tahlil eder. Meselâ: alman
gıdanın sıhhate, sıcak havanın yiyeceklerin bozulmasına, can sıkıntısının aile huzur
ve sükûnuna olan tesirlerini inceler. Tahrikin şiddeti ile intibaın kuvveti arasmdaki
münasebetleri ve buna benzer sayısız bağları tetkik eder. Yalnız bu şekilde elde
edilen bilgi kafidir. Vücudumuzun, ruhumuzun ve muhitimizin içinde bulundukları
halleri öğrenmemiz lâzımdır. Bizim için mevzubahs olan şey, müşahhas realite ile
temasa geçmektir. Yani ne gibi gıdalar alacağımızı, nasıl çalışacağımızı, nasıl istirahat
edeceğimizi ve bütün bunlardan başka ailemize, dostlarımıza ve meslek
arkadaşlarımıza karşı nasıl hareket edeceğimizi, komşularımızla nasıl iş birliği
yapmamız gerektiğini bilmektir. Dünyaya intibak edebilmemiz için lâzım olan
bilgiyi ancak tecrübe ve müşahede vasıtasiyle elde edebiliriz. Her insan kendisi ve
muhiti hakkında böyle bir bilgi sahibi olmağa gayret etmelidir.
IV
Bize göre hakikat — Realiteyi kavratmanın zorluğu <— Realitenin muhtelif
cepheleri.
İnsan zekâsı için realiteyi kavramak kadar güç bir şey yoktur. Halbuki bu,
dünyadaki nizama uyabilmemiz için elzemdir. Bu bilgi ancak tecrübe ve müşahede
yolu ile elde edilir. Tecrübe ve müşahede ise bir gayret ister. Halbuki zihnimiz bu
gayrette bulunmaktan hoşlanmaz. Gazeteleri okumak, radyoyu dinlemek yahut film
seyretmek çok daha kolaydır. İnsanların çoğu kendi kendilerini, başkalarını yahut
herhangi bir şeyi, derinliklerine nüfuz ederek anlamak kabiliyetinden
mahrumdurlar. Bu insanlar gördükleri terbiyenin ve yaşadıkları hayat icabı
edindikleri alışkanlıkların kurbanıdırlar. Umumiyetle kültürleri orta okul yahut
lisenin verdiği kültürden ibaret kalır. Fabrikaların, yazıhanelerin ve kahvelerin o
sun'î havası içinde müşahhas realiteyi tetkik etmek imkânını bulamazlar. Ayak
basılmamış tertemiz karın, derin sessizlik içinde bulunan dağların, sevinçlerinden
yerlerinde duramıyan ve uçuşup duran kuşların, öğle sıcağında hareketsiz duran
buğday tarlalarının güzelliğini ve ıssız bir çiftlikte hastalığın uyandırdığı dehşeti
bilmezler. Halbuki bizim için bilinmesi gereken realite, gazeteler, mecmualar,
kitaplar vasıtasiyle kazanılan bilgiden değil, müşahede ve tecrübenin verdiği yakın
donelerden ibarettir. Bu doneler de, ancak müşahhasa gayet yakın olan bir takım
mücerret mefhumlar şeklinde kullanıldıkları takdirde, yani daha evvel bahsettiğimiz
amelî mefhumlar kategorisine dahil, basit mefhumlar olarak ele alındıkları takdirde
faydalı olabilirler. Bu mefhumlar ilmin gelişmesi için olduğu kadar, hayata
istikamet vermek bakımından da lüzumludurlar. Bizi felsefî ve ilmî seraplardan,
arzulardan, hayallerden kurtarırlar. Bu mefhumlar, zekânın insiyak kadar emin bir
şekilde realiteye nüfuz etmesini mümkün kılan yegâne vasıtadır.
Realitenin muhtelif görüntüleri vardır. Bu görüntüler ya olayların tahlilinde
kullanılan tekniğin yahut müşahedelerin genişlik ve denliliğinin eseridirler. Hepsini
nazarı itibara almak lâzımdır. Zihnin faaliyetlerini anlamak için kullanılan
teknik, organik faaliyetlerin tahlilinde kullanılan teknik kadar kat'î olmasa bile,
Onun kadar mühimdir. Kendi hakkımızda bildiğimiz ve kâinat hakkında
bildiklerimiz iki ayrı ilmin mevzuudur: fizikle kimyanın kat'î bir hudutla ayrılmadığı
cansızlar âlemini tetkik eden ilim ve hayatı tetkik eden ilim! Bu ikincisi psikolojiyi
hatta anotomiyi, fizyolojiyi ve jenetiği içine alır. İnsanı tetkik eder&en kullanılan
anotomi, fizyoloji yahut psikoloji metodlan sayesinde, vücudun yapısına,
fizyolojik faaliyetlerine yahut entellektüel ve manevî faaliyetlerine dair bir takım,
hususiyetler meydana çıkar. Tahlilî metodlarnı en kestirme olanı
entrospeksyondur. Kendi kendimizi dinlerken, kâinat yaratıldığından beri mevcut
olan şeylerden tamamen farklı bir şeyle başbaşa kalıyoruz: bu her seferinde, daha
evvel asla vuku bulmamış ve bir defa olduktan sonra asla tekrarlanmıyacak bir olay
teşkil eder. Kendimizi dinlerken içimizde daima ayni olmakla beraber durmadan
değişen, ayni zamanda hem malûm hem meçhul, hem maddî hem manevî olan bir
varlıkla başbaşa kalırız. Entrospeksiyon vasıtasile gördüğümüz bu dünyada eşi
olmayan varlık, bizim için realitenin en az değişen ,en bedihî olan cephesidir. Zira
entrospeksiyonda müşahede edenle edilen ayni olduğu için müşahede daima ayni
çapta olur. Bundan başka bu müşahade, doğrudan doğruya, yani ekseriya
müşahadeleri derinleştirip sığlaştıran âletlerin yardımı olmadan yapılır. Kendi
şuurumuzu tetkik etmek için faydalanabileceğimiz bir mikroskop yahut teleskop
yoktur. Bununla beraber, kendini tetkik etme itiyadı gittikçe daha derinlere nüfuz
etme imkânını kazandırır. Böylece yavaş yavaş daha derine inerek, şahsiyetimize
mahsus temayüller ve vasıflar hakkında daha etraflı bir bilgi ediniriz. Kendi
vücudumuz, etrafımızdaki insanlar, hayvanlar, evler, bitkiler, ağaçlar, bulutlar ve
güneş, velhasıl realitenin bütün tezahürleri muhtelif şekillerde ve değişik şartlar
altında yapılmış müşahadelerin neticesidir. Cisimleri yakından veya uzaktan, sadece
gözlerimizle yahut hususî âletlerle seyredebiliriz.
Bir cismin manzarası rnüşahadenin yapıldığı şekle göre değişir. New York limanının
önündeki dünyayı aydınlatan Hürriyet Âbidesi, kendisine pek yakından yahut pek
uzaktan bakıldığı takdirde bütün manasını kaybeder. Altında gezinen kimselere
tamamen şekilsiz bir bronz kitlesi olarak görünür. Uçakla 2000 metre üzerinden
geçildiği takdirde kendisi de, üzerinde bulunduğu adacık ta, suların üstünde belli
belirsiz bir leke olarak görünür. Bir cisim hakkındaki bilgimiz yapılan Müşahedenin
derinliğine tabidir. Ressamın gördüğü cild ile anotomi âliminin mikroskopla tetkik
ettiği cild arasında büyük farklar vardır. Fakat muayyen bir şekilde yapılmış olan bir
müşahedenin neticesi, başka şekilde yapılmış bir müşahedenin »eticesine nispetle
realiteye daha yakın yahut daha uzak sayılamaz. Fizikoşiminin kan anlayışı,
histolojinin kan anlayışından daha üstün değildir. Fiziko simi kanı molekül
bakımından inceliyerek o cephesini ifade eder, histoloji ise hücreleri tetkik eder.
Fakat günlük hayatta kan, meselâ: traş bıçağının, yaptığı kesikten akan kırmızı
sudur. Demek ki muayyen bir şekilde yapılmış müşahedelerden elde edilen
mefhumlar birbirlerine uymayabilirler.
Meselâ: Öklid'in prensipleri yer yüzünde hakikata uygundurlar, amma kâinat bir
bütün olarak ele alındığı takdirde, doğru olmadıkları görülür. Kâinat hiç te Öklid'in
prensiplerine uygun değilmiş hissini verir. Bunun gibi rasyonel mekaniğin kaideleri
de «atomlar arası âleme» tatbik edilemezler. Bir mefhum ancak onu bize kazandıran
müşahedenin yapıldığı alanda tam bir emniyetle kullanılabilir.
Hayata istikamet vermek bakımından realitenin bilhassa hangi cephesini bilmek
lâzımdır? Bize yakın olan ve günlük hayatta görülen cephesini. Bizim için bir
kavağın reel görünüşü yol boyunca gölgesinde gezindiğimiz andaki görünüşüdür.
Uçakla tepesinin birkaç metre üstünden geçtiğimiz andaki görünüşü değil. Bizim
kozmik âlemimiz, insanların beyaz mâbedler inşa ettikleri devirde yaşıyanlarm
kozmik âlemine, meselâ Planck'ın, Einstein'in yahut Broglie'nin kozmik âleminden
çok daha yakındır. Bize göre güneş, tıpkı Copernic'den ve Galile'den evvelki
devirlerde olduğu gibi, dünyanın etrafında dönüyor ve bizce dünya halâ kâinatın
merkezidir. Bizim için realite, sokakta, ormanlarda ve kırlarda dolaşırken
gördüğümüz şeylerdir. Bizim için dünya, vücudumuz gibi ölçülebilen dünyadır.
Saatte yüz kilometre yapan bir otomobilden yahut yerden bin metre yüksekte
bulunan bir uçaktan gördüğümüz dünya değil. Mikroskop adeselerinden yahut
teleskop aynasından seyredilen dünya da bizim asıl hakikî dünyamız değildir. Bizim
ulaşabildiğimiz realite günlük hayatta yaptığımız işler, dertler, se, vinçler ve bu
dünyada geçirdikleri günler zarfında türlü şartlar altında bulunan beşerî varlıklardır.
Bizim için realite, ay ışığında dolaşan âşıklar, yavrusuna gülümsiyen ana, öküzlerini
sapana koşan köylü, yazıhanede ömür tüketen memur, tezgâh başında çalışan işçi,
koltuğunda kendine göre bir hayat yaşıyan ihtiyar, vaktile olduğumuz bebek ve
yarın olacağımız cesettir. Fakat ulaşabildiğimiz realite, fizik oluşumun dışına zaman
ve mekânın dört buudu dışına çıkarak şairlerle evliyaların bize tanıttıkları harikulade
güzel manevî âleme kadar uzanır.
Doğan güneşin ışıkları altında görünen karlı dağlarda nasıl bir güzellik varsa, bir
kahramanın yaptığı fedakârlıkta da ayni derecede cazip bir güzellik vardır. Tanrının
inayetine mazhar olanın çehresinde beliren ışık, doğan güneşin ışığı kadar hakikidir.
Hjakikatte maddî âlem, manevî alemden ayrı değildir. Binaenaleyh ikisini de
kavramamız lâzımdır. Bilmemiz icabeden kanunlar, yıldızlar âleminin yahut atomlar
âleminin kanunları değil, cisimlerin tecrübe ve müşahade ile, öğrenebildiğimiz aslî
temayüllerini idare eden kanunlardır. Bu temayüller hayatımızın her safhasında
realitenin mutlaka nazarı itibara almamız icab eden cephesini teşkil ederler.
İnsanın realiteden ayrılması — Modern medeniyet tabiat kanunlarına nasıl itaatsizlik
ediyor? — Hayatın bu İtaatsizliğe karşı tepkisi — Felâketlerimiz neden Seri geliyor?
İnsan realitenin ancak bir cephesini kavramıştır, ilim ağacından memnu meyvayı
koparmıştır; Fakat bu meyva henüz olgun değildi. Bize kendi benliğimiz hariç,
herşey hakkında bilgi verdi. İlim maddî âlemin bir bilançosunu yaptı ve ondan
sistematik bir şekilde faydalanmağı mümkün kıldı. Teknoloji bize zenginlik, sıhhat
konfor velhasıl hayatta lâzım bütün kolaylıkları temin etti. Yeryüzünde yeni bir
cennet yaratmamıza imkân verdi. Fakat yaptığımız plânda muazzam bir hata vardı.
Zira hayatî ilimler, cansız madde ile ilgili ilimlere nispetle çok geri kalmıştı. Kendi
vücudumuz ve ruhumuz hakkında bilgi edinmeden fizik âleme hâkim olmuştuk.
Bunun içindir ki, etrafımızdaki makine terakkisine gayet iyi intibak eden, fakat ferdî,
sosyal ve ırkî gelişmemize hiç te müsait olmayan bir muhit yarattık.
Mümessillerimizi ilmî mefhumlar üzerinde, yani müşahhas realiteye göre kuracak
yerde, onları bir takım ideolojilere göre tesis ettik. Böylece hakikî ihtiyaçlarımızı
tatmin edemeyen bir dünya kuruldu. Bu dünyaya ebediyyen yabancı kalacağız.
Modern insan maddeyi her şeyden üstün saydı ve maneviyatı ekonomiye feda etti.
Zindeliğe, kuvvete ve sevince, rahatlığa tercih etti. Atalarının toprağını terketti.
Mütevazî arkadaşları olan hayvanları unuttu. Ruhsuz bir makine kavmi arasında
«yaşamağa başladı. Güneşin altında dalgalanan buğday başaklarını, ormanın derin
sessizliğini, gecenin sükûnetini, bitkilerin, ağaçların ve suların ahenkli güzelliğini
hafızasından sildi. Hendesî bir takım çizgilerden ibaret kaskatı sitelere kapandı.
Fabrikaların yeknasak işi yüzünden asıl şahsiyetini kaybetti. Farkında olmadan
bütün hayat kanunlarına karşı geldi. İşte o zamandır ki realiteden tamamen
uzaklaştı.
Bugün, teknolojinin tekâmülüne kapılarak, zaman denilen yolda, vücudumuzun ve
ruhumuzun esaslı ihtiyaçlarına ehemmiyet vermeden ilerliyoruz. Maddî âlemin
içinde bulunmakla beraber ona tâbi olmadığımızı sanıyoruz. Hayatta kalabilmek
için, keyfimize göre değil, cisimlerin ve kendi vücudumuzun yapılarının icap
ettirdiği şekilde hareket etmek mecburiyetinde olduğumuzu kabul etmek
istemiyoruz. Manen hürriyete kavuşmamızın, kudsiyet hissini kaybetmemizin
tarihi ile tabiatın esas kanunlarına itaatsizliğimizin tarihi birbirlerine o kadar
yakındır ki, onları birbirinden ayırmak pek güçtür. Meselâ: hayatta yegâne gaye
olarak menfaati kabul etmekle, iradî olarak beşerî faaliyet sahasını daraltmış olduk.
Ancak şahsiyetimizi dar bir çerçeve içinde hapsederek bütün gayelerimizi maddî
menfaatlere hasredebiliriz.
Home Econamicus, tabaatın yarattığı değil liberalizmle Marksizmin icat ettiği bir
şeydir. Beşerî varlık sadece istihsal ve istihlâk için yaratılmamıştır. Daha
tekâmülünün başlangıcında, güzelliğe karşı sevgi, dine karşı hürmet göstermiş,
entellektüel bir tecessüse, yaratıcı bir muhayyileye, kendisini feragate sevkeden bir
duyguya sahip olduğunu ve içinde kahraman bir ruh taşıdığını ispat etmiştir.
Binaenaleyh insanın yalnız ekonomik faaliyetini tanımak onu diğer kısımlarından
tecrit etmektir. Demek ki liberalizm ve Marksizm, her ikiside, tabiatın esas
temayüllerine tecavüz etmektedirler.
Gençliğin yalnız zekâsını inkişaf etirecek bir şekilde terbiye edilmesi de ruhî
tekâmülün esaslı kanunlarından birine aykırıdır. Zira ruhun entellektüel faaliyetleri
yanında entellektüel olmayan faaliyetleri de vardır. Tamamen entellüktüel olmayan
faaliyetler, yani ahlâk duygusu, güzelliğe hayranlık duygusu ve mistik duygu,
şahsiyetin teşekkülünde çok mühim rol oynar. Çocuğun teessürî hayatını
geliştirmeyi ihmal etmekle çok büyük hata işliyoruz.
Fizyolojik gelişmenin, duyguların gelişmesinden ayrı bir şey olmadığını hâlâ idrak
etmiş değiliz. Tabiatın güttüğü gayeye tam manasile uymak için, ruhun entellektüel
faaliyetleri kadar entellektüel olmayan faaliyetlerini ve vücudun organik
faaliyetlerini de geliştirmek lâzımdır. Terbiye bütün bu faaliyetlere şâmil olmalıdır.
Ana babalar ve gençliğin terbiyesile meşgul olanlar tarafından hayata karşı, daha
ağır suçlar da işlenmektedir. Canlıların tekâmülünün en esaslı kanunlarından biri
gayret sarfetme kanunudur. Adaleler, organlar, zekâ ve irade velhasıl benliğimizin
bütün kısımları ancak çalışarak, işliyerek kuvvetlenirler.
Zekânın, adalelerin iradeye dayanan gayretlerini ve intibak sistemlerinin gayri iradî
gayretlerini ortadan kaldırmak en büyük suçlardan biridir, insanların tavrı
hareketlerini uydurdukları an'anevî kaideler, beşeriyetin derin sezişlerinin
ifadesiydi. Dinî ahlâk ta hayatın esas temayüllerine uygun' kaideler ortaya atmıştı.
Bunun içindir ki bütün ahlâki disiplinlerden ve her türlü gayretten sıyrılma
arzusuna, tabiat kanunlarına itaatsizlik nazarı ile bakmalıyız. Bizim bu
itaatsizliğimize karşı, hayat, bilindiği gibi, bizden uzaklaşmakla cevap verdi. Bu
cevabı sessiz ve haşindi. En ileri görüşlü kimseler tehlikeyi seziyorlardı. Hayat,
vereceği cevabı uzun zamandır hazırlıyordu. Bundan bir asır kadar evvel, Fransız
müesseseleri bütün Avrupa memleketleri için bir gıpta mevzuu idi. Bu imtiyazlı
ülkede en büyük san'atkârlar, muharrirler ve âlimler yetişiyordu. Zenginliği
gündengüne artıyordu. Fransız milleti büyük milletti. Halbuki daha o zaman inkâr
edilmesi imkânsız inhitat alâmetleri belirmişti. Fransızlar arasında medeniyet
hastalığı daha 1830 senelerinde çok ilerlemişti; bununla beraber, çöküntü daha sonra
vukubuldu. Hayatın uzaklaşması ani bir şekilde oldu.
Fizyolojik ve entellektüel faaliyetlerin kendikendini idare eden bir merkezi olan
insan vücudunun harikulade bir kabiliyeti vardır. Çeşit, çeşit şartlara göre vaziyet
alma kabiliyeti. Vücut intibak kabiliyetinin azamîsini sarfettikten sonra ahlâk
bozulur, türlü türlü karışıklıklar baş gösterir, zekâ zayıflar, asâb bozukluğu, cinsiyet
hırsı ve kısırlık müşahede edilir. Vücut, yapısına göre olmayan metodlara uyularak
çalıştırılan bir makine gibi olur, kırılıverir. Üçüncü vitesten birdenbire geri
basmamalıdır. Motora su yahut kum sızdırmamalıdır. Hayat yolunda kendimizi
idare ederken, tıpkı otomobil idare ederken olduğu gibi, herşeyin bir tepki
yaratacağını, herşeyin ödendiğini bilmelidir. Bunun içindir ki, mubah olanı yasak
olandan ayıramıyan nice aileler, milletler ve ırklar felâkete, soysuzlaşmağa ve ölüme
sürüklenmektedirler. Bu ceza kendiliğinden otomatik olarak çarpar. Tabiat
kanunlarına aykırı hareket edenler cisimlerdeki mekanizmaların basit oyunlarına
kurban giderler.
Hayatın kendisine karşı gelenlere verdiği bu cevap, başımıza gelen bütün felâketleri
izah eder. Medeniyetin duçar olduğu hastalıklar, umumî harp, tabiat kanunlarına
karşı gelmenin zarurî neticeleridir. Hayatın esas temayüllerini takip etmesine mâni
olanların ceza görmemeleri imkânsızdır. Meselâ: her türlü derunî disiplinin yok
edilmesi, iradenin artık gayret sarf etmemesine sebep olur; bundan başka insanda
konfora düşkünlük ve gevşeklik meydana getirir.
Böylece vaktile sühunet değişikliklerine, açlığa, uykuya, yorgunluğa karşı yapılan
mücadelenin icap ettirdiği gayret yani sinir merkezlerinin, organların ve damarların
devamlı gayretleri ortadan kalktı, intibak faaliyetleri duruldu. Halbuki gayret sarfı
dokuların ve ruhun gelişmesi için en esaslı şarttır. Bunun içindir ki, gayret
sarfetmeğe alıştırılmadan yetişen gençler, atalardan kalma medeniyeti omuzlarına
yüklenemiyecek kadar kuvvetsiz birer aşağı insan oluyorlar. Bu gibi kimseler
zekâlarına ve kültüre rağmen, gayet cılız, sathi ve büyük bir eser meydana
getirmekten âciz bir halde kalırlar. Zira zekânın olgun ve kuvvetli olması için gayet
sıhhatli ve sağlam organik bir öze ihtiyaç vardır. Ahlâki serbestiyet ve vuku.bulan
ekonomik değişiklikler, bilindiği gibi kadınla erkeğin hususî faaliyetlerinde bir
karışıklığa sebep olmuştur.
Kadın artık kadın olarak kendisinden beklenen şeyleri yapamıyor yahut yapmak
istemiyor; bunun neticesinde de millet hem kemmiyet hem de keyfiyet
bakımından gün geçtikçe düşüyor. On altıncı asırda yaşıyan atalarımız düşünmeden
Tanrı sevgisi yerine menfaat sevgisini ikame ettikleri zaman bunun hasıl edeceği
neticeleri asla tahmin etmemişlerdi. Ekonominin ön plâna alınması neticesinde,
sanayide ihtilâl oldu, liberalizm gelişti, zenginlik fevkalâde arttı ve hayat şartları
düzeldi. O zaman Avrupada nüfuz, bakımından hayret edilecek bir çoğalma oldu ve
ham maddelerle pazarlar için şiddetli bir mücadele baş gösterdi. Bu umumî harbi
doğurdu, onun neticesinde de müthiş bir karışıklık oldu. İşte hayat kendisine itaat
etmeyen insana böyle cevap verdi.

VI
Tabiî kabanlarla beşer hürriyeti arasındaki tezat — Hörliyetî kendi îsteğimMe tahdit
etme zarureti — Feragat tonunu.
Düşünce hürriyetimiz hudutsuzdur. Muhayyilemiz • çöl rüzgârı gibi her türlü
baskıdan âridir. Zekâmız mantık prensiplerine uyup uymamakta serbesttir. Herkes
istediği zaman akılsızlık edebilir. Bundan başka Öklid'in geometrisi gibi
müşahhas geometriye dayanan, yahut Riemann'ın geometrisi gibi müşahhas
realiteyle hiç alâkası olmayan bir takım mantık yapıları meydana getirmek hakkına
da sahiptir. Ayni şekilde hislerimizi ifadede de hudut tanımıyoruz. İstediğimiz
kadar kıskanç, kaba, mağrur davranabiliriz, hodbince hareket edebiliriz, bütün
sevkıtabiilerimize uyabiliriz, bütün iştihalarımızı tatmin edebiliriz. Hareketlerimizde,
hemen hemen düşüncelerimizde ve histerimizde olduğumuz kadar hürüz, insan
hakikaten keyfinin istediği gibi hareket etmekte serbesttir. Önünde hudutsuz
imkânlar vardır.
Düşünce ve hareket hürriyetimizi hudutlandıran tek şey düşünce ve
hareketlerimizin tevîid ettikleri neticelerdir. Zira imkânlar alam gözle görünmiyen,
manevî ve asla değişmez bir sınırla ikiye bölünmüştür. Bu alanlardan birinde
hürriyetimiz hiçbir tehlike tevlid etmeden serbestçe faaliyette bulunabilir. Fakat
diğer alanda faaliyete geçtiği takdirde ergeç felâkete sebep olur. Tehlikeli alanla
tehlikesiz alan arasındaki sınır, bir daha değişmemek üzere varlıkların içinde
bulundukları hal yani dış âlemle, biz insanların yapıları tarafından tayin olun,'
muştur. İnsanların hürriyeti ancak, hayat kanunlarından hiç birine tecavüz etmediği
alanda tehlikesizce faaliyette bulunabilir. Atalarımız, tehlikeli bölgelere dair an'anevî
bir bilgiye, bir nevi sezişe sahiptiler. Biz bu bilgiye ehemmiyet vermedik. B«nun
içindir ki mubah olanın nerede bittiğini, yasakların ne\ rede başladığını bilmiyoruz.
Demek ki hürriyetimizden bilâhara cezasını görmeden istifade edemiyoruz.
İşte hayat ilimlerinin gayesi, bize yasak olmayanlarla yasaklar arasındaki sınırın
nerede bulunduğunu bildirmek, onu aşmamak imkânını kazandırmak, yani
hürriyetimizi rasyonel bir şekilde kullanmayı öğretmektir. Gerçi fizik ve kimya
kanunlarının bize ne kadar geniş bir güvenlik alanı bıraktıklarını öğrenmek kolaydır.
Meselâ: yer çekimi kanunu hürriyetimizi pek çok tahdit eder, fakat emirleri gayet
açıktır. Çocuk bir su sineği gibi suyun üzerinde yürüyemiyeceğini yahut havada bir
kelebek gibi uçamıyacağmı çabucak öğrenir. Ateşin yaktığını daha küçükken anlar.
Ama yalnız et ve pasta yemenin de ayni derecede tehlikeli bir şey olduğunu
kendiliğinden asla anlıyamaz. Birçok biyoloji ve psikoloji kanunları vardır ki, bunları
halk hiç bilmez, âlimler de henüz iyice tetkik etmemişlerdir. İnsanların çoğu
kendileri hakkında pek az bilgiye sahiptirler. Meselâ: ijyenik bilgileri çok noksandır.
Napolyon bu cehaletin kurbanı olmuştur. Cambetta'ran kırk iki yaşındayken bir
ihtiyardan farksız olmasının sebebi de muhakkak ki, gençken kendisini katlanmağa
zorladığı gıda mahrumiyetidir. Ayni şekilde, modern insanlar pedagoji ve sosyoloji
alanlarında henüz iyice tarif edilmemiş, bununla beraber fizik kanunları gibi
değiştirilmesi imkânsız kanunların mevcut olduğunu idrak etmemektedirler. Halâ
bir takıia filozofların yahut inkilâpçıların izinden yürümektedirler. Pedagoji alanında
Jean Jacques Rousseau'nun yahut John Dewey'in, sosyoloji alanında da Adam
Smith'in, Jeremy Bentham'm, yahut Kari Marx'ın ideolojilerini kabul ederler. Hayat
kanunları kendilerine karşı gelenleri umumiyetle ancak birkaç nesil sonra
cezalandırdıkları için, onlara, meselâ: yer çekimi kanununa ve diğer fizik
kanunlarına olduğu gibi itaat etmeyi bir türlü öğrenemedik. Beşerî hürriyetle tabiat
kanunları arasında korkunç bir ihtilâf vardır ve modern insan bu htilâfm
kurbanıdır. Zira modern insan kayıtsız şartsız birhürriyet ister. Halbuki
hürriyetinden, ancak bu hürriyet kendisini hayatın sessiz kanunları tarafından yasak
edilmiş bölgeye sürüklemediği müddetçe tehlikesizce istifade edebilir. Hürriyet tıpkı
dinamit gibi tesirli fakat tehlikeli bir vasıtadır. Onu kullanmasını öğrenmek lâzımdır.
Zekâ ve iradeden mahrum hiçbir mahlûk onu lâyıkile kullanamaz. Tabiat kanunları
dilsizdir. Mubah olanla yasaklar arasındaki sınır da bildiğimiz gibi. gözle görülmez.
Uçsuz bucaksız kırlarda keyfimizin istediği gibi başıboş dolaşacak yerde, yoldan
ayrılmamalıyız. Hattâ bu yol dar, çetin ve arızalı bile olsa... Demek ki tabiat
kanunlarına itaat, hürriyeti kendi elimizle tahdid etmeyi icap ettirir; derunî bir
disiplin olmazsa hayatta muvaffakiyet imkânsızdır.
Beşerî hürriyet ile tabiat kanunlarının icap ettirdiği şeyler arasındaki zıddiyet, nefse
tahakkümü lüzumlu kılar. Kendimizi yahut torunlarımızı felâketlerden korumak için
birçok anî isteklerimize, zevklerimize ve arzularımıza karşı koymak zorundayız.
Fedakârlık etmeden kâinatta mevcut nizama uymak imkânsızdır. Feragat bir hayat
kanunudur. Bir çocuk dünyaya getirmek bir kadın için, birçok fedakârlıklara
katlanmak demektir. Atlet, artist yahut âlim olmak için sert bir disipline katlanmak
lâzımdır. Sıhhat, kuvvet, uzun ömür ancak bir takım iştihalara karşı koymakla elde
edilir. Feragatsiz ulviyet, güzellik ve kudsiyet olamaz. Birçok kimseler vazifelerini
yapabilmek için konfora, eğlenceye, servete, hattâ hayata veda etmek zorunda
kalmışlardır. İçinde bulunduğumuz devir feragatle başlamıştır; fakat feragat sadece
kahramanlara ve evliyalara has bir meziyet değildir. Herkes feragat göstermelidir.
Zira feragat beşerî hayatın bir zaruretidir. Bu zaruret, atalarımızda insiyaki
otomatizmin yerini hürriyet aldığı vakit belirmiştir. İnsan her ne zaman bütün
hürriyetini kullandı ise, tabii kanunlara karşı gelmiş ve şiddetle ceza görmüştür.
Hayatta muvaffakiyet feragatla kaimdir. İnsan ancak hürriyetinin bir kısmını feda
ederek kâinatta mevcut nizama1 ulaşabilir.

VII
Kâinattaki nizama uymak zarureti.
Hülâsa edelim: kâinatta bir nizam vardır. Her varlığın durumu yapısına tabidir.
Cisimlerin içinde bulundukları halleri tabiat kanunları tayin eder. Bu kanunlar,
dünyada • bulunan her şeye şamil, değişmez bir dille ifade edilemeyen sessiz ve
ebedî kanunlardır. Vücudumuz toprağın, havanın ve suyun içinde bulunan
unsurlardan yapılmıştır. Biz tabiatin bir parçasıyız. Ruhun vücuttan ayrılmadığına
göre, organlardan birinde vuku bulan kimyevî yahut fizikî her değişikliğin ruh
üzerinde de tesiri vardır. İnsan bir bütün olarak tabiat kanunlarına boyun eğer.
İnsan maddî âleme nasıl intibak eder? His organları, diImağı, aklı ve adaleleri
sayesinde... Zekâsı ona cisimlerin içinde bulundukları halleri öğretir. İradesi hayat
mücadelesine katılmağa zorlar. Zekâ ile akıl, insanda, vahşi hayvanlarda insiyakın
oynadığı rolü oynar. Muhitimizi ne kadar iyi tanırsak ona intibakımız da o kadar
kolaylaşır. Muhitimiz, bulunduğumuz seviyeye göre, realitenin kavranılması en
kolay ve hayata istikamet vermek bakımından bilinmesi en faydalı cephesidir.
Hayatta muvaffak olabilmek için, ona tabiatın telkin ettiği isikarneti vermek
lâzımdır. Başka deyişle; hayata varlıkların strüktürünün, yapılarının icap ettirdiği
şekilde veçhe vermelidir. Tabiat kanunlarına itaatsizliktir ki medeniyetin bugünkü
hastalığına sebep olmuştur. Tabiat, medeniyeti otomatik bir şekilde cezalandırmıştır.
Hayat acemi bir şoförün idaresinde bulunan otomobil gibi parçalanmıştır. Bunun
neticesinde de Batı medeniyeti yıkılmaktadır.
İnsan, kendisine kılavuzluk edecek insiyaktan mahrumdur, yegâne korunma vasıtası
zekâdır. Zekâ yasak olmıyanla yasak olanı ona göstermektedir. Fakat insan keyfinin
istediği gibi hareket etmekte serbesttir. Beşerî düşünce ve hareket hürriyeti ile tabiat
kanunlarının icap etirdiği şeyler arasında fecî bir tenakuz vardır, insan bekasını
temin etmek istiyorsa, sert bir disipline tabi olmak, cisimlerin içinde bulundukları
hallere göre hareket etmek mecburiyetindedir. Hürriyetten kayıtsız şartsız istifade
ettiği takdirde kendisini »yahut ahfadını soysuzlaşmaya veya ölüme mahkûm emiş
olur.
Nefse hâkimiyet bir zarurettir. Kendimizi keyfimize göre . idare etmeğe, çocukları
ve gençleri yalnız arzüanmıza veya doktirinlerimize göre yetiştirmeğe
çalışmamaliyız. Filozoflar <îa, ilâhiyatçılar da, doktrinleri ne olursa olsun,
insanları doktrinlerine *göre yetiştirmeğe kalkmamalıdırlar; çünkü insanın görüş
zaviyesi son derece dardır. Tabiat Tanrının eseri değil midir? İnsan, benliğinde
potansiyel bir halde bulunan ırsî vasıfları nasıl olmasını icap ettiriyorsa öyle
olmalıdır. Bedenî ve ruhî istidatlarını geliştirmelidir. İstidatlarımızı keşfetmek
için elimizden geleni yapmalıyız.
Gençliği hemen hemen keyfimizin istediği gibi yetiştirmek imkânına malikiz; zira
canlı varlık son derece plâstiktir: her kalıba girebilir. İyi usullerle arzu ettiğimiz gibi
bir insan yetiştirebiliriz. Fakat doktrinlerimize göre yetiştireceğimin bir varlık
yaşıyamaz. Tıpkı bizim gibi ergeç budalalaşır, ahlâkan sukut eder ve hercümerç
içinde mahvolur. İnsan yaşamak ve bekasını temin etmek için, hareketlerini etrafında
bulunan şeylerle, bedeninin ve ruhunun yapısına göre ayarlamak mecburiyetindedir.
Tabiata hükmetmek için, ona itaat etmek lâzımdır. Ferd, cemiyet ve ırk olarak
hayatta muvaffakiyet ancak varlıkların değişmiyen aslî hallerini göz önünde
bulundurarak ona göre hareket etmek tevazuunu göstermekle kaimdir.
BÖLÜM UI
BEŞEKÎ HAYATIN ESAS KANUNLARI

Beşerî hayatın kanunları — Bu kanunları bir takım felsefi prensiplerden istidlal


etmemeli, hayatın müşahedesinden
çıkarmalıyız
Bu kanunları bugüne kadar yapıldığı gibi bîr takım felsefî prensiplerden yahut siyasî
ve içtimaî ideolojilerden çıkarmağa çalışmak bir netice vermez. Zihnin bu ibdaları ne
kadar dahiyane olursa olsun, beşerî faaliyetin ancak bir kısmını içine alan görüşlerle,
realitenin solgun bir hayalinden başka bir şey değildir. Felsefe daima bütün
bilgilerimizi ahenkli bir sentez haline getirmeğe, cisimlerin menşei ve özü üzerinde
düşünmeğe ve ruhumuzun ulvî temayüllerini tatmin fjetmeye çalışır. Fakat bu
doktrinler bazen, sisli havalarda uzaklarda beliren ışıklı şekillere benzerler, kimse
onların yere sağlam oturmuş dağlar mı, yoksa bir rüzgârla dağılacak bulutlar mı
olduğunu söyliyemez. Hiçbir tefekkür sistemi yoktur ki herkesi kendine çekmiş
olsun.
Bazı kimselerin ebedî olduklarına inandıkları prensipler, bazıları için hiç te öyle
değildir. Bu gibi prensiplerden çıkarılmış olan hayat kanunları hakikatte birer
tahminden ibarettir. Asla milletlerarası bir otorite kazanamıyacaklardır.
Materyalistlerle spiritüalistler arasındaki ihtilâf yirmi beş asırdır devam etmektedir
ve bugün dahi son bulmaktan çok uzaktır. İnsan madde mi, ruh mu yoksa hem
madde, hem ruh mudur? Hayat kanunlarını Zenon'un prensiplerinden mi, Epikür'ün
ortaya attığı prensiplerden mi, yoksa Aziz Akinaslı Thomas'ın yahut Jeremy
Bentham'ın hayat anlayışından mı çıkarmalıdır? İptidaî insanların yaşadığı hayat
mutlak olarak iyi, cemiyet hayatı ise mutlak olarak kötü müdür? Jean Jacques
Rousseau: «Halikin elinden çıkan herşey iyidir, insan elinin değdiği herşey
sozsuzlaşır» diye yazmıştır. Fakat bu doktrinin muvaffak olmasına rağmen, vahşî bir
adamın iyi kalpli olması hayalden başka birşey değildir.
Ayni şekilde, ütüitaristlere menfaatlar arasında tabii bir benzerlik prensibi, iktisadî
münasebetlerde cari olan en esaslı kanun olarak görünüyordu. Bugün bu filozofların
yanıldıklarını biliyoruz, birçok insanlar hayatın gayesinin zenginlik olduğunu
zannederler. Diğer bazı insanlar da bu gayenin «kurtların kemiremediği, pas
tutmaz hazineler» âleminde bulunduğuna inanırlar. Adam Smith'le Kari Marx'ın
iktisadiyatını ön plâna alarak, öğrettikleri prensipler, insanı, manevi hayatın ön plâna
alınmasile elde edilenlere tamamen zıt bir takım kaidelere sevkeder. Etrafımızda
prensip ihtilâfları, çatışmalar birbirini takip ediyor. Hiçbir sistem hayatımıza
istikamet vermek için münakaşa götürmez bir temel teşkil edecek kadar kat'î
değildir. Fizik kanunları gibi, hayat kanunları da, bir takım ebedî prensiplerden
istidlal edilemez. Yaşayışımıza veçhe verecek kaideleri yalnız bir takım mantık
oyunları sayesinde keşfetmek ümidinden vazgeçmeliyiz.
Hata işlememek için, hayat kanunlarını, hayatın müşa^ hedesinden çıkarmalıyız.
Kimya yahut fizik kanunlarını da cansız âlemin müşahedesinden çıkardığımız gibi.
Felsefî prensipleri, ilmî mefhumlarla çürütmenin zamanı gelmiştir. Tecrübe veya
müşahededen çıkan mefhumlar, bildiğimiz gibi asla sarsılmayacak kadar sağlamdır.
Bunlardan şüphe eden 5ir insana bu mefhumların çıktığı müşahede ve tecrübeleri
istediği zaman tekrar etmek mümkündür. Meselâ: veraset ve muhite intibak
kanunlarını ancak akıldan mahrum bir insan inkâr edebilir. Maalesef hayat
kanunlarını realitenin müşahedesinden istintaç etmek^ bir takım kitaplarda
toplanmış kaidelerden istidlal etmekten çok daha zordur; zira insanı tetkik
edebilmek için gayet kat'î birçok teknik bilgilere sahip olmak lâzımdır. Beşerî
faaliyetleri bütün muğlaklıkları içinde kavrayabilmek için anatominin, fizyolojinin,
fiziğin, kimyanın, patolojinin, tababetin pedagojinin, psikolojinin, enokominin, ve
sosyolojinin kullandıkları metodları bilmemiz lâzımdır. Bir olayın, hayatın esaslı
tezahürlerinden biri olarak telâkki edilebilmesi için, birçok kimseler tarafından ve
başka başka şartlar altında sayısız defalar tekrar edilmesi lazımdır. Bir müşahadenin
veya bir tecrübenin neticesine ancak ayni memlekette ve başka memleketlerde
yapılmış diğer bir takım müşahede ve tecrübeler tarafından teyit edildiği takdirde
kat'î nazarile bakılabilir. İlmî bir donenin doğruluğu, herhangi bir felsefî prensibin
doğruluğunu tespit' ederken tatbik edilen kontrolden çok daha sıkı bir kontrole
tabidir. Meselâ: yapıl " mış birçok müşahedelerin sayesinde, deniz seviyesinden şok
yüksek bir yere çıkan bir insanda «dağ» hastalığı denen rahatsızlık alâmetlerinin
belirdiği malûmdur. Birkaç hafta sonra bu alâmetler kaybolur. Artık yükseklere
alışmıştır. O zaman bir kan muayenesi yapılırsa, kırmızı kürreciklerin çoğaldıkları
görülür.
Bu olaylardan şu neticeyi çıkarabiliriz: Vücut atmosferdeki oksijen azalmasına, bu
oksijeni kapabilecek hemoglobin miktarını çoğaltarak ayak uydurmaktadır. Böylece
muhite v intibak kanununun pek çok olan tezahürlerinden biri açıklanmış olur. Ayni
şekilde, insanların davranışlarına bakılırsa, bu müşahedeler eticesinde, nesli
bozulmamış beşerî varlığın, bütün devirlerde ve her yerde hem hürriyeti hem
disiplini, hem faaliyeti hem rahatı, hem macerayı hem emniyeti aradığı görülür. Bu
onun tabiatından ileri gelen bir vasıf, bir kanundur. Hayat kanunlarını ancak hayatı
müşahede ederek çıkarmak mümkündür. Bu kanunlar ise beşerî varlıkların, bütün
devirlerde ve bütün memleketlerdeki hayatî ihtiyaçlarından, esas temayüllerinden ve
aslî durumlarından başka birşey değildir. Bu aslî haller, temayüller ve hayatî
ihtiyaçlar yalnız fertteki tezahür şekilleri üe değil, cemiyette, ve ırkta göründükleri
şekilde ele alınmalıdır.
Hayat kanunlarının muğlaklığı — Beşerî faaliyetin olağan ve zarurî cephesi — AsK
flıtiyaçlairımm nasıl anlayabiliriz? Hayatın üç esas kanunu.
Hayatın tezahürleri pek çoktur. Hepsini bilmemize imkân yoktur. Binaenaleyh aslî
olanlarını ele almalıyız. Fakat onları seçerken kolaylıkla hataya düşebiliriz. Zira fikrî
cevher rnad . dî cevherle kıyas edilemiyecek kadar muğlâktır. İnsanların arasındaki
münasebetleri tarif etmek, moleküller yahut atomlar arasındaki münasebetleri tarif
etmekten daha zordur. Aslî telâkki edebileceğimiz sayısız temayüller,
ihtiyaçlar,iştihalar ve arzular arasında yanılmamağa dikkat etmek lâzımdır. Ferdî
yahut sosyal hayatın bazı alelade tezahürleri vardır ki, bize bazen zarurî görünürler.
Tarihî hatalar bu iki cephenin birbirile karıştırılmasından doğmuştur. İnsanda
kendisinin arzu ettiği hayatın tabiat kanunları tarafından da istenildiğine inanmak
hususunda bir temayül vardır. Kedisini bu temayüle kolaylıkla kaptırır. Meselâ: On
altıncı asırda, Bodin, beylerin, tebalarımn malına mülküne el kaymalarının tabiat
kanunlarına aykırı bir şey olduğunu iddia ediyordu. Fizyokratlar da ayni şekilde,
beşerî âlemin, fizik âlemindekilere benzer kanunlara göre kurulduğunu iddia
etmişlerdir. Bu kanunların da bilhassa iktisadî geüşmeyi temin eden kanunlar
olduğunu zannetmişlerdir. Bunun içindir ki, insanların şahsî menfaatları içir
çalışırken, ayni zamanda amme menfaatleri için de çalıştıklarını ileri sürmüşlerdir.
Adam #mith menfaat peşinde koşmayı, göklere çıkarmış onu tabiatın en esaslı
kanunları kadar asîl bir şey olarak göstermiştir. On sekizinci "asır ekonomi âlimleri
tecrübesizlikleri yüzünden, insanların arasındaki münasebetlerin sırrını, bilgüerin
cisimler arasındaki münasebetlerin sırrını keşjettikleri gibi, kolaylıkla bulacaklarını
sanmışlardır. Meselâ: Iewton madde ile ilgili ilimler için ne yaptı ise, Jeremy
Bentam da ayni şeyi, beşerî ilimler alanında yapabileceğini zanetti. Marksistler
doktrinlerinin kurulmasında ilmî metodları allandıklarını iddia ederek, bu hususta
Militaristleri de geide bıraktılar. Ne Marx, ne Engels ne de Lenin ilmî araştırlalarda
bulunmuşlardır. Amelî mefhumların varlığından halerleri yoktu. Farkında olmadan
akim iki kategorisini birbirleJile karıştırdılar. Hayatın felsefî bir tefsirini insanı
inceliyen ilimden ayıı amadılar. Bunun içindir ki, marksizm, tıpkı liberalizm gibi ön
plâna ekonomiyi aldı. Bu gibi hatalar, hayat kanunları arasında hakikaten temel
kanun olanlarını ararken ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor.
Doğrusunu söylemek lâzımdır; ferdin veya ırkın bazı halleri vardır ki, bunların
hakikiliği ve umumiliği şüphe götürmez. Meselâ bedenen ve manen sıhhatli olan
her insan yaşaıak ister; bu müşahedenin yakın donelerinden biridir. İntiLar
vak'alarmın sayısı nispeten küçüktür. Yaşayan insanların ioylarını devam ettirmek
hususunda mukavemet edilmez bir emayül duydukları da muhakkaktır. Zekânın
hayvan nevileinin tekâmülü esnasında canlı varlıkta tedricen belirdiğinden şüphe
edemeyiz. Ayni şekilde her fertte, doğuşundan ihtiyarlığının eşiğine kadar,
kendiliğinden, bir şuur gelişmesi olur. üç çeşit fenomenden, tabii bir şekilde
birbirinden farklı j>lmakla beraber, birbirlerine tabî olan üç kanun çiRar. Hayam
korunması kanunu, neslin idamesi kanunu ve ruhun gelişlesi kanunu. Bu üç esas hal;
dünyanın bütün memleketlerinle ve her devirde insanlarda müşahede edilmiştir.
Doğrusunu pöylemek lâzım gelirse, btı şekilde keşfedilmiş olan bu kanunır da felsefî
prensipler gibi mücerrettirler. Fakat bu mücerret mefhumlar, müşahhasa çok
yakındır. Ve henüz realite ile leşbudur. Gerçi bu kanunlarda fizik kanunlarındaki
sadelik be azamet yoktur. Bu kanunlar bir takım matematik formüllerle izah
edilemez. Bununla beraber ilmî metodun meşru evlâtlarıdırlar. Zira onlar da kimya
ve psikoloji kanunları gibi fenomenlerin sistematik müşahedesinden çıkmışlardır.
Tabu bu kanunlar, hayvanların ve insanlarnı son derece muğlâk faaliyetlerinin
tahlilinden istidlal edilmiştir. Bunların ifadesi canlılarda görülen en esaslı
temayüllerin müşahedesinin ifadesinden başka bir şey değildir. Bu da milyonlarca
müşahidin asırlar zarfında yaptıkları sayısız müşahedelerin kısa bir özetinden
ibarettir.
Binaenaleyh bu hayatî temayüllerin yahut ihtiyaçların hakikaten mevcut olduklarına
ve en önemli temayül ve ihtiyaçlardan olduklarına emin olabiliriz. Tıpkı yer çekimi
kanunundan yahut enerjinin tahaffuzu kanunundan emin olduğumuz gibi.
III
Hayatın korunması kanunu — Bu kanunun otomatik tezahürü — Şuurlu ve iradî
cephesi — Bu kanunun istisnaları — Korunmanın ve insiyakın yanliş bij1 yön alması.
Hayatın kendini korumak hususunda mukavemet edilmesi imkânsız bir temayülü
vardır. Öyle olmasaydı, bugün artık hayat namına birşey kalmazdı. Birdenbire
alevlenen kırlarda sürünün paniğe kapılarak kaçışmasına sebep olan şey bu korunma
insiyakıdır. Vahşi hayvan, muhitin kendisine aykırı olan şartlarına karşı, otomatik
olarak, hayatının devamını sağlıyacak bir şekilde hareket eder. İnsanda ise bu
hareket tarzı hem otomatiktir, hem de iradîdir.
Hayatın korunması kanunu vücudumuzun yapısında, âdeta yazılıdır. Bu kanun
dokularımızın gayri şuurî faaliyetleri arasında karakteristik olan bir fonksiyonla
kendini belli eder ki bu intibak fonksiyonudur. Organizma olaylara göre şekil alıyor
gibidir. Her yeni durum karşısında, otomatik olarak bu durumu karşılıyacak bir
vasıta uydurur ve bu vasıta, daima hayatımızı mümkün olduğu kadar uzatacak
mahiyettedir. Bir tehlike karşısında, fizyolojik gelişmeler daima ferdin ömrünü
mümkün olduğu kadar uzatacak bir istikamet alırlar. Bütün anatomik sistemlerin
muhite intibak kabiliyetleri sayesindedir ki, dış âlemin hücumları, organlarımızı
yıprandıracak yerde, onları kuvvetlendirir. Hayat soğuğa, sıcağa, »yağmura,
rüzgâra, kara ve açlığa karşı mücadele ile korunuz, ve kuvvet kazanır.
Ayni şekilde virüslerin, bakterilerin, insanların yahut keder ve endişelerin taarruzları
da, şuurumuz haberdar olmadan, vücudumuzun ve ruhumuzun korunma
mekanizmalarını harekete getirirler. Kalbin, damarların, dimağın bir gayret
göstermelerine sebep olurlar. Sıcak hayvanlar, hücrelerinin bulundukları iç muhit
daima ayni olacak «şekilde yaratılmışlardır. Hayat ancak bu sayede idame
edilmektedir. Dış muhit, esasında mütemadiyen değişen bir şey olduğu için, büyük
anotomik sistemler mütemadiyen, bu değişikliklerin tesirlerini azaltmağa ve iç
muhitin daima ayni kalmasını temin etmeğe çalışırlar. Muhite intibak kabiliyeti,
hayatın idamesini mümkün kılan yegâne vasıftır.
Termodinamiğin ikinci kanunu nasıl kozmik âlemin temel kanumarından biri ise,
muhite intibak kanunu da canlılar âleminde bir temel kanundur. Muhite intibak
denen garip fonksiyon, dokuların ruh hallerinin karşılaştıkları her yeni durumda,
yeni bir istikamet alır. Bundan başka, bu fonksiyon herhangi bir organik sistemin
kendisine has bir faaliyeti değildir. Onu ancak gayesi ile tarif etmek mümkündür.
Kullandığı vasıtalar değişir, fakat gayesi daima aynidir. Gaye hayatın korunmasıdır.
Organizma hastalığa karşı, mikropları yok edecek maddeler meydana getirerek
savaşır. Hemorajilere karşı, kalbin vuruşlarını azaltarak ve bazan kalbi kısa bir an
için durdurarak tedbir alır. Hücrelerin tahrib edilmesine karşı, yeni yeni hücreler
yaparak vaziyet alır. Gıda mahrumiyetini telâfi etmek için hücreler arasındaki
kimyevî unsur mübadelesini azaltır, ihtiyarlığa karşı fizyolojik hayatın ritmini
yavaşlatarak cephe alır.
Organizmanın kendini bu şekilde kendiliğinden müdafaası muvazene içinde
bulunan fizik bir sistemin bu muvazeneyi bozmağa uğraşan bir faktöre karşı
gösterdiği mukavemete benzer. Meselâ: suda bir parça şeker eritildiği takdirde
suyun sühuneti düşer, sühunetin düşmesi ise şekerin erime kabiliye ' tini azaltır.
Ayni şekilde iç veya dış, herhangi bir faktör organizmanın içinde bulunduğu hali
değiştirmeğe çalıştığı takdirde,, bir takım fizyolojik tepkiler meydana gelir ve
organizmanın o amile karşı cephe almasını mümkün kılar. Le Chatelier prensibi fizik
âlemde nasıl esaslı bir prensip ise, intibak kanunu da canlılar âleminde esaslı bir
kanunudur. Bu kanun hayatın korunmasının eri Önemli prensibidir. Bu ısrarla
hayata bağlanış insanlarda kısmen şuurlu bir hal almıştır. İçimizde fıtrî bir korku
vardır: ölüm korkusu. Hayat, biz batılılara, en büyük nimet olarak görünür. Her kim,
toprağımıza, yiyeceğimize, suyumuza, paramıza velhasıl hayatımızın idamesi için
zarurî olan şeylere el uzatırsa derhal amansız düşmanımız olur. İstilâcılara karşı
savaşmak daima en asil vazife sayılmıştır. Bakir ormanlarda birbirlerini parçalayan
vahşî hayvanlar gibi insanlar da kendilerini korumak için mütemadiyen mücadele
ederler. Medenî insanları ham madde temin eden yerleri ve dünya pazarlarını ele
geçirmeğe sevkeden şey, kaplanı açlığını giderecek avın üzerine saldırmağa
sevkeden şeyin aynidir.
Hayat mücadelesi vücudun ve dimağın faaliyette bulunJunmasmı icap ettirir. Bu
mücadele kanunu da, intibak kanunu kadar esaslıdır. Hayat ancak gayret sayesinde
muhafaza re idame edilir. Bu gayret bize ne kadar zor gelirse gelsin, ha^ patımızı
korumak mevzuubahs olduğu zaman, ondan asla kabınmıyoruz. Hayat bize işkence
ettiği zaman bile ona dört elle karılıyoruz. Yaşamağa devam etmek için, insan
makinaya îölelik etmeyi, yazıhanelerde zihni . köhneleştiren çalışmayı, proleteryanm
sonsuz sefaletini, şerefini ayak altına alarak düşmanın önünden kaçmayı, ihtiyarlığın
sakatlıklarını ve geçmesi imkânsız bir hastalığa karşı ümitsizce mücadele etmeyi
kabul eder. Vücudumuzun yapısının bize ilk yüklediği mecburiyet hayatımızın
idamesidir.
Hayatın kendini koruma temayülünün gayri şuurî cephesi mukavemet edilmesi
imkânsız bir kuvvettir. Şuurlu ve iradî cephesi ise; nispeten daha zayıftır. Zekâ ve
irade mevcudiyetimizi, intibak sistemleri gibi .otomatik ve kat'î bir şekilde
korumazlar. Büyük sempati sistemi, organizmanın, dimağdan çok daha faal bir
bekçisidir. Hayvanlar arasında yalnız insan bazen ölümü hayata, tercih eder. İntihar
eder yahut intihara , muadil şartlar yaratır ve o şekilde yaşar. İnsan bütün devirlerde
savaşarak ölmeyi bir şeref telâkki etmiştir. İnsan hareketlerini her zaman, hayatın
korunması prensibine uydurmaz.
Bilindiği gibi, insan tabiat kanunlarına karşı gelmekte serbesttir. Onu idare eden
insiyak değil, zekâdır. Zekâ ise yanüabilir. Bundan başka, insan iradesini kullanarak
derinlere kök salan hislerini kontrol edebilir. Hayatın seslenişini bile susturmak
elindedir. Hayata artık kıymet vermediği zaman intihar etmektedir. Halbuki intihar
etmeden evvel çoktan ölmüştür. İntiharda ölü, ölüyü öldürür.
Gariptir ki, medenî insanlar yaşamayı imkânsız bir hale getiren kaideler ortaya
atmışlardır. Meselâ: kalabalık halk kitlelerinin sanayi şehirlerinde toplanması,
hayatın tabii şartlarının ortadan kalkıfiası, alkol düşkünlüğü, her türlü ahlâk
kaidelerinden sıyrılma gibi... Fakat bu hatalar her şeyden evvel hayatın icaplarının
tanınmamasından ileri gelmektedir. Zira Batılı insanlarda bir yaşama ihtirası
vardır. Bu ihtirasın şiddeti insanın kendini ölümden korumak hususunda gösterdiği
gayretle ölçülmektedir. Fakat zekâ, insana hayatını korumak " hususunda
iradesinden hangi sahada istifade edebileceğini, ancak kısmen göstermektedir.
Meselâ: insan birçok modern âdetlerin bizi alçaltıp boğduklarını farketmemektedir.
Fakat ijyenin faydasını anlamış ve ijyenle tababetin ilerlemesi için muazzam bir
gayret sarfetmiştir. Büyük masraflarla her yerde kimya, bakteriyoloji, fizyoloji
araştırma lâboratuvarları, tıpve ijyen okulları açmıştır. New York'ta Columbia
Üniversitesinin tababet merkezi o kadar büyüktür ki, şehre hâkim görünür. East
River'in kıyısında da Rockfeller Enstitüsü adında muazzam bir enstitü yükselir.

IV
Neslin idamesi kanunu —Cinsî cazibe — Anne sevgisi — Bunların organik temelleri
— Cinsî fiilin gayesinden uzaklaşması — İlkah.
Hayvanlarda esaslı bir temayül daha vardır ki, hayatın idamesi temayülü kadar
şiddetlidir. Bu da nesli idame temayülüdür. Canlı varlıklar çoğalmak için
mukavemet edilmesi ıkânsız bir arzu duyarlar. Hayvanlar arasında yalnız insan linsî
arzusunun şiddetine kendi iradesi ile mani olabilir. Büjün devirlerde nefislerine
hâkim insanlar yaşamışlardır. Fakat Ju insanların sayıları asla çok olmamıştır. Zira
cinsî arzu susuzluktan ve açlıktan sonra en şiddetli duygulardan biridir, fabiat
hayatın muhafazasına nasıl önem veriyorsa, idamesine e ayni derecede önem verir.
Birleştirmeğe niyetlendiği kimseleri bir nevi cinnete duçar eder. Testiküller yahut
yumurtalık vasıtasile boşalarak kana karışan maddeler sinirlerle dimağdaki
merkezler üzerine büyük bir tesir icra ederler ve muhakeme bir an için bulanır. Cinsî
arzu fertlerin ve milletlerin mutlak hâkimidir. Milletlerin hayatı şeflerinin cinsî
heveslerine tabidir. Nice insanlar servetlerini, şereflerini feda ederek, kendilerini
gudde ifrazatının eseri olan âni arzulara bırakmışlardır. Nesli idame ihtiyacı bazen
hayatı muhafaza etmek ihtiyacına da üstün gelebilir. Aşk tam manasile ölümden
kuvvetlidir. Fakat aşkı şehevî arzu ile karıştırmamalıdır. Bir yangın bir kibrit
alevinden nasıl daha büyükse, aşk da ayni şekilde arzudan kat kat üstündür. Aşk da
ifraz guddelerinin, sinir merkezlerinin ve ruhun esrarengiz eseridir. Fakat insanı
kendisini hayatının sonuna kadar bir başka insana vermeğe sevkeder. Erkekle dişinin
çiftleşmesini bir daha asla bozulmayacak bir şekilde tertip eder: Vücutlarının
birleşmesini ruhların birleşmesi ile tamamlar. Ailenin idamesini, sükûn ve sevinç
içinde yaşamasını sağlar. Ailenin idamesi, sükûn ve sevinç, insan yavrularının
mümkün olduğu, kadar gelişmeleri için zarurî şartlardır. Aşk, tabiatın, neslin
idamesi ve ferdin yükselmesi için kullandığı vasıtaların en zarifi, en muhteşemidir.
Başka bir varlığa hayat vermekte, dişinin rolü erkeğin " rolü ile mukayese
edilmiyecek kadar, mühimdir. Irkın idamesi kanunu kadın ruhunun derinliklerine
kadar kök salar. Bütün canlı varlıkların dişilerinde birleşmenin mahsulüne karşı bir
hürmet vardır. Onu mukaddes tanırlar. Anne sevgisi cinsî sevgiden çok daha
derindir. Dişi köpek te, dişi arslan da yavrularını vahşî bir cesaretle korurlar. Soyu
temiz bir kadm da hayatını çocukları için vermekten çekinmez. Kadın gayri şuurî
olarak, beşeriyet henüz beşiğindeyken dokularma ve kanına. sinerek derinliklere
kök salan bir prensibe uyar. Tabiat, anne * ye yavrusunu tercih eder. Madrid'te açlık
baş gösterdiği zaman kadınlar zayıflamağa başladılar. Fakat dünyaya getirdikleri
çocuklar normal ağırlıktaydı. Gıda miktarı, hem annenin hem ceninin beslenmesini
mümkün kılmayacak kadar azaldığı zaman, ceninler annelerinin bünyelerinin
zararına olarak büyüyorlardı. Anne sütünün miktarı ile terkibi de hemen hemen hiç
değişmiyordu. Böylece memedeki, çocuklar gelişiyor, fakat emzirme müddeti
zarfında çocukları emziren kadınların . vücut ağırlıkları dörtte bir nispetinde
azalıyordu. Böylece anne çocuğuna feda edilmiş oluyordu. Bazen bu fedakârlık
gayri şuurî olmaktan çıkıyor ve iradî birşey oluyor. Anneler ve babalar ekseriya
çocuklarının saadetlerini kendi saadetlerine tercih ederler. Paris'te açlık baş
gösterdiği zaman birçok anababalar ve büyük anne ile büyük babalar, gençler
uğruna kendilerini gıdadan mahrum etmişlerdir. Hattâ bazıları bu yüzden ölüm
tehlikesi geçirmişlerdir. Dişi köpekte anne sevgisi kısa sürer. Dişi maymunda daha
uzun ömürlüdür. Kadında ise asla sönmez. Zira insan yavrusunun sevilmiye,
annenin de sevmeğe ihtiyacı vardır. Ömürleri ne kadar kısa ve sosyal durumları ne
kadar mütevazı olursa olsun, çocuklarını iyi yetiştirmemeğe muvaffak olan insanlar,
hayatlarının sonunda vazifelerini lâyikiyle yapmış olduklarını hissederler. Hasta da
olsalar, ihtiyarlığın tevlid ettiği sakatlıklara da duçar olsalar, gene mükâfatlarını
görürler. Zira içlerinde tabiatın kendisine tam manasile itaat etmiş olanlara bahşettiği
sevinç ve gurur vardır.
Kadm ve erkek birbirlerinden farklıdırlar amma birbirlerini tamamlarlar. Onları
birbirlerinden ayıran şey, yalnız tenasül âletleri değildir. Hücreleri, ruhî halleri, hattâ
kanları bile cinsiyetlerinin anotomik ve kimyevî hususiyetlerini taşır. Nesli idame
kanunu âdeta insan dokularında yazılıdır. Bulûğ çağında kendini gösteren cinsî arzu,
henüz ne oldukları büinmiyen bir takım tesirler altında, dahilî ifraz guddelerinin
faaliyete geçmesinden ileri gelir.
Hipofiz denilen ve beynin altında bir takım küçük küçük guddelerden ibaret olan
gudde topluluğu, kana son derece faal bir takım maddeler salar. Bunlar kan dolaşımı
vasıtasiyle testiküllere yahut yumurtalıklara gider ve onların faaliyetini tâyin ederler.
Sürrenal ve tiroid guddeleri de cinsî faaliyete yardım ederler. Bu guddeler, bulûğ
çağında, her iki cinste kendilerine has bir takım vasıfların belirmesine sebep olurlar.
Muhakkak ki, organizmanın bütün faaliyetleri cinsî faaliyetine göre tanzim
edilmiştir. Yani hayatın idamesi için lâzım geldiği şekildedir. Kadın bu rolde
erkekten çok daha fazla muvaffak olur. Kadının organik ve ruhî faaliyetleri,
yumurtalıkta , muntazam fasılalarla beliren değişikliklere tâbidir. Eskiler «Tota
mulier in utero» derlerdi. Yumurtanın meydana gelme ' si, anneliğe hazırlık,
hamilelik, emzirme, bütün bunlar kadının tabii mukadderatıdır. Bundan kaçınması
bazen kendisi için tehlikeli olur: yaşadığı hayat yahut kendi iradesi pnun bu tabiî
fonksiyonları ifa etmesine mani olursa, asabî ve ruhî muvazenesizlik baş gösterir.
Anne sevgisi bir meziyet değildir, sinir sisteminin bir fonksiyonudur, tıpkı meme
guddelerinden sütün akması gibi. Anne sevgisile süt ifrazı, her ikisi ayni maddeye,
biraz evvel söylediğimiz gibi, hipofinizin alt tarafındaki «lobe» dan kana salman
prolaktin'e tabidir. Hipofiz guddesi, tenasül organları, meme guddeleri ve dimağ
üzerine tesir ederek, hem kadınla erkeği birleşmeğe sevkeden ve kadının yavrusunu
sevmesine sebep olan hisleri teşvik eder, hem de kadına yavrusunu beslemek
imkânını verir.
Doğumun önünü almayı mümkün kılan bilginin ilerlemesi neticesinde cinsî birleşme
ile ilkah birbirinden ayrılmıştır. Ayni zamanda çocuk düşürmek de „ bir suç
olmaktan çıkmıştır. Kadınla erkek artık ırkın idamesi kanununa itaat
etmemektedirler. Bunun karşısında tabiat önce sustu. Kanuna karşı gelenler ya hiç
cezalanmadılar yahut pek az ceza gördüler. Fakat sonradan büyük felâketler oldu.
Fransamn nüfuzu azaldı, ingiltere de ayni yolda yürümektedir. Amerikada ise
nüfusta ' keyfiyet bakımından büyük bir değişiklik olmaktadır. Cezanın şiddeti
suçun ne kadar büyük olduğunu göstermektedir.
Irkı idame etme ihtiyacı, modern insanlarda bile hayatı koruma kadar esaslı bir
ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç vücudun ve ruhun derinliklerine kök salmıştır; organizma
cinsiyetin izini taşır. Doğacak varlığı meydana getirecek olan unsurları temin eden
guddeler, ayni zamanda doğuracak kimseye kuvvet ve cesaret verirler. Hayatı idame
tıpkı hayatı koruma gibi, ayni zamanda hem insiyakı, hem de şuurî olan ve kökü
dokularımızın, ruhumuzun derinliklerinde bulunan esaslı bir temayül, hayatî bir
ihtiyaçtır.
Hayvanların ve beşerî varlıkların terakkisi zarfında zekânın gelişmesi kanunu —
Dimağın gelişmesi ve zekânın belirmesi.
Hayatta üçüncü bir temayül daha vardır ki, müşahedesi o kadar kolay değildir.
Bununla beraber, diğer iki temayül kadar esaslıdır. Bu, canlıların tekâmülü esnasında
ruhun yükselme temayülüdür. Gerçi paleontoloji, tarih gibi henüz tahminî bir
ilimdir. Doneleri azdır ve çoğu pek kesin olmayan şeylerdir. Paleontoloji kimya
yahut fizyoloji kadar kesin değildir: binaenaleyh cedlerimizin hayatını tam olarak
bildirmesini ümid edemeyiz. Bununla beraber bu ilim, mazimiz hakkında kıymeti
inkâr edilmez vesikalar bulmuştur. Umumî hatları ile ele aldığımız takdirde,
tekâmülün şüphe götürmez bir şey olduğu görülür. Zekâ, yeryüzünde ancak tek
hücrelilerden insana kadar gelip geçmiş hayvan nevilerinde uzun bir gelime
devresinden sonra belirmiştir.
Belki de zekâ henüz hayat belirmeden önce de yeryüzünde mevcuttu ; belki o
zamanlar, derunî bir tepkiden, bir yaratma gayretinden yahut tek hücrelilerde,
omurgasızlarda,, balıklarda, hem suda hem karada yaşıyan hayvanlarda,
sürüngenlerde ve nihayet sıcak kanlı hayvanlarda tecelli eden bir fikirden ibaretti.
Claude Bernard «Hayatın, sırrı ne kimya, ne fizik, ne de her hangi bir başka
ilimdedir. Bu sır hayat tekâmülünde tecelli eden ana fikirdir» derdi. Bu bakımdan
otlar ve ağaçlar hayvanlara benzerler. Palamutta yavaş yavaş gelişen ve nihayet
meşede tam olarak tezahür eden şey bir yaratma fikrinin tecellisi değil midir? Irkın
tekâmülü de ferdin tekâmülü de, düşünceye benzeyen değişmez bir kudretin altında
vuku buluyormuş gibi görünüyor: yalnız bu düşünce ayni zamanda hem kör, hem
ileri görüşlü, ,hem cömert hem muktesit, iıem mütereddit, hem kat'îdir ve insan
düşüncesine benzememektedir.
Zekâ, canlı bir varlık muayyen bir bünyeye sahip oluncaya kadar kendini, bugünkü
bildiğimiz şekli ile göstermedi. . Canlı varlığın böyle bir bünyeye kavuşması için,
hayat belki bir milyar sene süren bir hazırlık yapmak zorunda kalmıştır. Ancak o
zamandır ki, beyinleri gayet iptidaî olan kocaman ve budala dinosorların yanında,
kanları daima muayyen bir sühunet içinde bulunan zekî ve çevik küçük hayvanlar
meydana gelmiştir. Yeryüzünde ilk memeli hayvanların görünmesi ile yani bundan
tahminen 40 yahut 50 müyon sene kadar evvel, dimağı teşkil eden maddede seri bir
gelişme başladı.
Bu olay çok mühimdir. Zira zekânın canlı varlıkta belir .% mesi için, bu maddenin
mutlaka, muayyen bir nispette gelişmesi lâzımdı. Paleontoloji, bize tarihimizi
eksik^olarak gösterir. Tekâmül nazariyesinin istinat ettiği dokümanlar, pek azdır.
Tekâmül zincirinin bazı halkaları belki de asla keşfedilmiyecektir. Belki de
antropoidlerle ayni cedteri geldiğimize dair deliller mevcut bile değildir. Bununla
beraber dimağın, milyonlarca sene zarfında, hayvan nevilerinde, gayri muntazam ve
fasılalı bir şekilde, fakat daima daha iyiye doğru geliştiği muhakkaktır. Sinir sistemi
gelişerek, alt basamaklarda bulunan hayvanlarda, meselâ, deniz yıldızında olduğu
şekilden, memeli hayvanlarda görülen muğlâk şekle girmiştir. Bilhassa bazı
paleontolojistlerin ceddimiz olduğunu tahmin ettikleri ayağı taraklı hayvanlarda
öyle olmuştur. Maymunların, antropoidlerin beyinlerinde, görme, dokunma ve
hareket merkezleri çoğalmıştır. Gerçi beyin ile zihin arasındaki münasebetler henüz
bilinmemektedir; fakat zekânın beyni teşkil eden maddenin kemmiyeti ile
keyfiyetine ve andokrin guddelerine tâbi olduğu bilinmektedir. İnsan zekâsının
yalnız beynin * büyüklüğüne tabi olmadığı da malûmdur. Zira bazı budalaların
beyni Napolyon'unki ka'dar büyüktür. Farenin beyni boyu ile kıyas edilirse
insamnkinden çok daha ağırdır; fakat fare insandan akıllı değildir. Sürüngenlerde,
dinosorlarda ve kuşlarda sinir dokularının hacmi diğer dokulardan daha küçüktür.
Memeli hayvanlarda ve primatlarda ise çok daha büyüktür. Tekâmülün ilerleyip
gerilemesine, durmasına ve anî hamleler yapmasına rağmen, beyin mütemadiyen
büyümüş zekâ da ona muvazi olarak gelişmiştir.
Miosen devrinde ,yani bundan 20 yahut 30 milyon sene evvel Avrupa ormanlarında
kocaman antropoidler dolaşıyordu, bunların kafataslarının istiab kabiliyeti, bugün
yaşıyan gorillerinki kadardı. Bir gorilin beyni ise 300 kilo ağırlığında, 600 santimetre
küp hacmindedir. Pliosen devrinin sonunda, gayet mühim bir gelişme olmuştur.
Bazı bakımdan miosen devrindeki antropoidlere benzeyen hayvanlarda, beyin
sür'atle büyümeğe başlamıştır. Beyni, belirli bir şekilde, iptidaî hayvanların
beyinlerinden çok daha fazla gelişmiş olan ilk varlık, bundan 500.000 yıl evvel
Java'da yaşamıştır. Bu, kafatasının hacmi 900 santimetre küp, yüz açısı da 50° olan ve
insan nevine yaklaşan Pitekantropos'tur.
Fakat ondan binlerce asır evvel, Sussex'te daha zeki bir • varlık yaşıyordu: Pictdown
Ekantropos'u. Bu Ekantoropos'un beyninin hacmi 1.350 santimetre küptü. Bu mahlûk
daha o zaman çakmak taşını yontarak âlet ve silâh yapmasını biliyordu. «Peiping
insanı» dedikleri Sinentropos da herhalde o devirlerde yaşamıştır. Çok daha sonra,
yani 4. üncü buz devrini müteakip, milâttan belki 40.000 yahut 100.000 sene evvel,
Neanderthal insanı dünyaya geldi. Bu kısa boylu, tıknaz, kaim boyunlu bir varlıktı
ve her bakımdan antropoidlere benziyordu. Neanderthal insanmın vatanı
Almanyada Dusseldorf civarı ve Fransa'da Dordogne vadisidir. Bu mahlûk çakmak
taşmdan gayet güzel silâhlar yapabiliyordu. Yüz açısı 58° ilâ 670° arasmdaydı.
Beyninin hacmi tahminin 1.550 santimetre küp kadardı yani Avrupalıların
beyinlerinin hacmine eşitti. Bu insandan sonra bilindiği gibi, bundan 30.000 yahut
20.000 sene evvel CroMagnon insanı yaşamıştır. Bu insanın yüz açısı 95° idi ve
müşahede kabiliyeti, bediî hisleri, işlerindeki mahareti bizimkinden aşağı değildi.
Velhasıl, zekâ muhtelif hayvan nevilerinde, milyonlarca sene zarfında tedricen
yükseldi. Bu gelişme, Pleistosen devrinin başlangıcında birdenbire hızlandı.
Toprağın geçirdiği şiddetli jeolojik değişmelere, buzların birkaç defa kıt'aları' istilâ
etmesine ve tarihten evvelki korkunç hayvanların taarruzlarına rağmen, insan,
farkında olmadan, mütemadiyen ışığa doğru yürüdü. Silâhlar, âletler yaptı, ateşi
keşfetti, tekerleği icad etti, hububat ekmeğe başladı, hayvanları ehlileştirdi. Sonra
zekâsı ve içadları sayesinde biraz da zevkine vakit ayırmak imkânını bulunca,
cisimlerin özünü, kendi özünü, kâinatı ve Tanrıyı düşünmeğe başladı. Mısırlılar daha
milâttan kırk asır evvel, yazılı bir ahlâk kanununa sahiptiler.
Ronfüçyüs'e göre Çin astronomları daha M.E. yirmi dördüncü asırda, güneşin yazın
ve kışın inkilâp noktalarından geçiş zamanını, ve senenin uzunluğunu tahmini
olarak hesap etmişlerdir. Ondan bir asır sonra, yani M.E yirmi üçüncü asırda Çin
imparatoru Sun, tek bir Tanrıya tapıyor ve ona kurbanlar adıyordu. Nihayet M.E.
altıncı asırda, İyonya ekolü filozofları yani Thales, Anaksimandros ve Anaksimenesle
beraber medeniyetimizin güneşi doğdu.
Böylece ruh, canlı varlıkların tarihinde bir insanın hayatı ile mukayese edilirse bir
saat kadar süren bir zaman zarfında, yavaş yavaş maddeden çıktı, yeryüzünde
yerleşti ve o andan itibaren birbirinden ayrı olmakla beraber, birbirini tamamlayan
iki istikamette gelişmeğe başladı. Bunlardan biri felsefe ile ilmi yaratan zekânın
tuttuğu istikamet, diğeri de hislerin aldığı istikamet: yani san'atm, dinin ve ahlâkın
yoludur.

VI
Irkta zekânın ve hislerin gelişmesi.
Zekâ, ilk hamlesini yapmak için, Asya'nln Atlantik okyanusuna doğru uzattığı ve
Akdenizin. kuzeyinde bulunan küçücük dağlık bir yarımadayı seçti. Eski Yunanda,
bir hamlede, bugün bile pek az aşılmış bir yüksekliğe ulaşiverdi. En zor meselelerin
hepsine birden el attı; öyle meseleler ki, Pitagoras'tan Eflâtun'dan ve Sokrat'tan
başlayarak Kant'a yahut Bergson'a kadar, asırlar zarfında birbiri arkasından gelen
bütün filozoflar henüz halletmeğe muvaffak olamamışlardır.
Fakat zekâ yalnız felsefe ile meşgul olmakla iktifa etmedi. Yunanistan'dan Batı
Avrupa'ya hicret etti ve orada dekaya ulaşan bir hamle ile ilmi yarattı. O zaman çok
büyük bir muvaffakiyete ulaştı. Galile ile Newton'un devri ile, Claude Bernard,
Pasteur ve Planck devri arasındaki kıza zaman zarfında fizikî âlemin ve hayatın
temel kanunlarını keşfetti. Onun sayesindedir ki «insanlar, yeryüzünde, kendileri
hariç, herşeye hâkim olabildiler.»
San'at, şiir, ahlâkî ulviyet ve ilham şeklinde tezahür eden .his, tarihte eski
devirlerden beri deşeriyetin ışığı olmuştur. Ruh, içinde bulunduğu karanlıktan
sıyrılır sıyrılmaz güzel bulduğu cisimlerin resimlerini tahtaya, fildişine, taşa
nakşetmeye yahut bu güzelliği müzik veya şiirle ifade etmeğe çalışmıştır. Cro
Magnon devrinde bugün isimleri bilinmiyen san'a'tkârlar yaşamıştır. Sonradan
Fidyas'lar, Praksiteles'ler, Virgile'ler yetişmiştir. Ruh ayni zamanda ahlâki güzelliğe,
hakikate, Tanrıya doğru yükseliyordu. Eflâtun'ları, Aristo'ları, Zenon'ları
Epiktetos'ları teşvik etti. Sonra birdenbire yükseliverdi.
Filistin'in Tiberyad gölünün kıyılarında kurulmuş bir köyde genç bir duvarcı ustası
olan Nazaret'li İsa, birkaç balıkçıya, hayret uyandıran bir haber verdi. Söylediğine
göre biz insanlar cismi olmayan ve her şeye kadir bir varlık tarafından seviliyorduk.
Bu varlığa dualarla ulaşabilirdik. Onu herşeyden fazla sevmeliydik. Birbirimize karşı
da sevgi göstermeliydik.
Böylece yeni bir devir başladı. Bununla beraber beşeriyet, kollektif hayatı tanzim
etmek hususunda bu yeni prensibin ehemmiyetini kavramak istemedi. Halâ da
parçalanmaktan, çökmekten ve karışıklıktan, ancak karşılıklı sevgi sayesinde
kurtulabüdiğini anlamaktan uzaktır. Hiçbir ilmî keşfin bu keşif kadar derin bir mânâ
taşımadığını da idrak etmemiştir. Halbuki bu kanun hakikatte, beşerî toplulukların
idamesi kanunudur.
İncil'deki kaide ancak, muayyen bir nispette ferdî hayatta tatbik edildi, insan, içinde
hâlâ gorile has vahşî ve şehvetli hisler taşıyordu. Buna rağmen merhamette,
feragette, ve bugünkü cehennemî modern harplerde yakınları uğruna hayatını feda
etmek yahut yenilene, hastaya, zayıf vs terkedilmiş insana acımak şeklinde tezahür
eden kahramanlıkta b"r güzellik olduğunu hissetti. Bu feragat ve insanlara kardeş
nazarile bakma ihtiyacı asırlar zarfında gittikçe daha belirli bir şekil aldı. O zaman
Veli Louis de Prance, Assise'li François, Vincent de Paul gibi kimseler ve kendilerini
merhamete vakfeden sayısız havariler meydana çıktı.
Bugün, egoizmin, alçaklığın hüküm sürdüğü bir devirde bile savaş meydanlarında,
manastırlarda yahut sefalet içinde bulunan modern sitede, birçok erkekler ve
kadınlar hâlâ kaîıramanlık, feragat ve kudsiyet yolunda yürümektedirler.
Bunlar olup biterken, ayni zamanda, çok daha cür'etli ve hayret verici bir teşebbüs
yapıldı. Felsefenin ve ilmin ötesindeki meçhul ülkeye, eşiğinde zekânın otomatik
olarak durduğu ülkeye, his vasıtasiyle ulaşmak; Ulvî bir ilhamın tesiri altında kalan
meselâ, Benoit de Nocie, Jean de la Croix, Üstad Eckhardt, hârika Ruyrsboek gibi
yüksek şahsiyetler. Batı, insanlarına, arzulara gem vurma ve tasavvuf yolu ile Tan
riya nasıl ulaşabileceklerini öğrettiler. > Daha doğrusu, insanlara ruhlarında
eskidenberi mevcut olan bir ihtiyacı nasıl tatmin edebileceklerini göstermeğe
çalıştılar; bu da, her yerde ve her şeyde mevcut olan ve Heraklit'in bahsettiği Hâkim
gibi tabiatta yıpranmadan kalarak ona Javeh olarak hükmeden, bizleride Assise'li
François'nin Tanrısı gibi bir baba şefkati ile seven Varlıkla birleşmek ihtiyacıdır.
Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, medeniyetimiz, İsa'nın döktüğü kandan
doğduğunu unuttu. Tanrıyı da hafızasından sildi. Fakat İncil'de anlatılan şeylerin,
tepede verilen vaazın güzelliğini unutmadı. Mağlûplara, muzdarip olanlara,
hastalara, ölmek üzere bulunanlara ve ergeç hayatın aman dinlemez mekanizmaları
tarafından ezilecek olan bizlere huzur, hattâ bazen sevinç veren o merhamet ve sevgi
dolu sözlerin güzelliğini hâlâ hissetmektedir.
Bugün zekâ ve his, ideolojilerin iflâsına ve dünyanın içiifrde bulunduğu karışıklığa
rağmen, büyük hamlelerle gelişmeğe devam etmektedir. Gerçi beşeriyet geride
sayısız orta seviyede kalmış insanlar, zekâca inkişaf etmemiş mahlûklar, ahlaken
sukut etmiş budalalar, deliler, caniler ve her çeşit soysuzlar bırakmaktadır. Bununla
beraber, gittikçe daha yüksek manevî kabiliyetlere sahip varlıklar yetiştirmeğe
devam etmektedir.
Modern medeniyetin yetiştirdiği millet önderleri, kahramanlar, bilginler,
Eflâtun'dan, Perikles'ten, Aristo'dan, Cesar'dan velhasıl eski çağlarda yaşamış bütün
büyük adamlardan üstün değil midirler? Beynin hacmi Neaderthal zamanından beri
yani aşağı yukarı 400 asırdan beri ölçülebilecek bir miktarda, artmamıştır. Buna
rağmen, fonksiyon bakımından kıymeti pek çok artmıştır. Bu artışın sebebi de sinir
hücrelerinde vuku bulan yahut guddelerden kana karışan ve beyni sulayan
ifrazattaki hücrelerde meydana gelen keyfiyetle alâkalı olup histoloji ile kimyanın
henüz meydana çıkaramadığı değişikliklerdir. Yahut sadece, bilginin nesilden nesile
intikal ettirilebilmesinden, birikmesinden ve hayat şartlarının düzenlenmesinden
ileri gelmektedir. Ne olursa olsun, insanların çoğunun lâyık olmamalarına rağmen
zihnî kabiliyet n*kta gittikçe daha fazla gelişmektedir.
Kısaca tekrarlıyalım, ruh mantıkî ve gayri mantıkî, aklî ve hissî her iki cephesiyle,
hayvan nevilerinin hâkim olduğu karanlık devirler boyunca, uzun bir tekâmül
safhası geçirmiş, nihayet en fazla gelişmiş olan primatlarda birdenbire kendini
göstermiştir. Meydana çıkması ile de canlı varlıklara iki ilâhî nimet kazandırmıştır;
ahlâki güzelliği hissetme kabiliyeti ile ilim denen nuru.
Bu iki nimet sayesinde, insan barbarlıktan kurtuldu. Kendi hayatını değiştirdi ve
dünyaya hâkim oldu..
Zekânın maddenin içinden yükselmesi hâdisesi, tekâmülün esas sebebi ve devirlerin
baş döndürücü derinliklerinden yukarı tırmanan canlı varlıkların asıl hedefidir. Bu
yüzden kâinat tarihinde en muhteşem olay olarak görünmektedir. Şuurun canlı
varlıklarda birdenbire gelişmesi muhakkak ki, hayatın aslî tezahürlerinden biridir.

VII
Zekânın ferdin tekâmülü esnasında gelişmesi kanunu — Şuurun ayni zamanda hem
otomatik, hem iradî olan gelişmesi.
Şuur, gerek ferdî gerek ırkî tekâmülün muayyen bir. safhasında meydana çıkmıştır.
Maneviyatın, maddiyattan, daha doğrusu organizmayı teşkil eden kan hücrelerinin
içinden çıkması, müşahedenin yakın donelerinden biridir. Bu, vücudumuzu teşkil
eden maddenin esaslı vasıflarından biridir.
Beşerî hayat zekânın henüz karanlıklar içinde bulunduğu çağda başlar. Yumurta,
içinde bir Newton, bir Goethe yahut bir Napolyon dehasının özü , bulunsa, bile
arkeozoik ve prekambriyum devirlerinde canlıların yeryüzündeki ilk mütevazi
belirtilerini teşkil eden tek hücrelilerden pek, farklı değildir. Yumurta ilkah
edildikten sonra parçalanır ve embriyon'u teşkil eder, o da cenin haline gelir ve
çocuk doğar .Fakat karanlık devam eder, tâ çocuk bir yaşma basıp ta annesi
yavrusunun gözlerinde ilk zekâ parıltılarını görünceye kadar. Tropik ülkelerde şafak
söktükten sonra' ortalık nasıl birdenbire aydınlanırsa, zekâ da ayni şekilde gayet kısa
bir zaman içinde gelişir. Küçük insan, muhtelif canlı nevilerinin ruha ulaşmak için
milyonlarca asır zarfında katettikleri yolu on, on iki ay içinde kat eder. Ferdin
tekâmülü, Hoeckel'in tahmin ettiği gibi, gerek zihnî gerek bedenî bakımdan, nevin
tekâmülüne benzer. Yani zihnin filojenik tekâmülü, ontojenik tekâmülüne takaddüm
etmiş gibidir.
Zihnî gelişme hem otomatik hem de iradîdir. Küçük yaşlarda, tıpkı organların,
adalelerin ve iskeletin gelişmesi gibi tamamen otomatiktir. Ancak daha sonraları
zekânın ve iradelin yardımına muhtaç olur. Dimağ, önce sinir sistemi ile ve diğer
dokularla beraber ,hücrelerin içindeki jenlerin ihtiva ettiği ırsî kuvvetlerin tesiri
altında gelişti. Jenlerdeki bu ırsî kudretlerin tesiri neticesinde nasıl yüzümüzle
ebeveynimizin yahut bazı atalarımızın çehreleri arasında bir benzerlik husule
geliyorsa, ruhumuzla onların ruhları arasında da bir benzerlik meydana gelir. *
Bununla beraber, jenlerde nüve halinde bulunan irsî kabiliyetlerin meydana çıkması
bir mukadderat eseri değildir. Bu kabiliyetlerin meydana çıkması ferdin içinde
bulunduğu fizikî ve kimyevî şartlara tabidir. Meselâ iklim yahut alman gıdanın
miktarı ve cinsi*gibi... Bunun içindir ki, birçok insanlar, bütün ömürleri boyunca,
ulaşabilecekleri seviyeden aşağı bir seviyede kalırlar. Zira ruh bedenden müstakil
değildir; Virjil, tiroid guddesinde bir bozukluktan ötürü zekâ körleşmesine duçar
olsaydı yahut pankreas guddesini bozan şeker hastalığına tutulmuş olsaydı, Eneid'i
yazamazdı. Bununla beraber cılız bir bedende büyük bir ruh olması mümkündür.
Bazı hallerde hastalık ruhen yükselmeğe mani değildir; azize Therese de Lisieux
veremliydi. Frengi ise aksine, ekseriya dimağda bozukluğa sebep olur; bununla
beraber bazen düşünceye harikulade bir derinlik ve vuzuh verdiği de olur. Alphonse
Daudet ataksi (hareket intizamsızlığı) hastalığına tutulmuştu. Guy de Maupassant
umumî felçten öldü.
Bazı organik rahatsızlıklar ruha da saldırır, bazıları ise ona dokunmazlar bile. Fakat
şuurun içinde bulunduğu durum daima dokuların, kemiklerin ve kanın durumuna
tabidir.
Zekânın kendi kendine olan gelişmesi daima eksik kalır. İnsan tam br zekâ
inkişafına, ancak kendi iradesi sayesinde kavuşur. Adalelerin ve organların gelişmesi
bir gayret sarfı neticesinde olur; bu herkesçe bilinen bir şeydir, insan antrenman
yapmadan atlet olamaz. İşte şuurda gizli bulunan kudretleri arttırmak için, ayni
şekilde gayret göstermek lâzımdır. Bir öğrenci bilgi edinmek arzusunu duymazsa en
mahir öğretmen bile ona birşey öğretemez. însan bir ahlâk nazariyesini okumakla
faziletli olmaz. Hiç kimse bizim yerimize geçip te ruhumuzu geliştirenıez.
Yenilmez bir azim sahibi olduğu içindir ki Henry Ford, fakir bir işçiyken muazzam
bir endüstrinin mutlak hâkimi oldu. ^
Bergson'nun ' fikirlerine göre, şahsiyetin gelişmesi, bir insanın kendi kendini
yaratması gibidir. Bu kendi kendini yaratış da vücudumuzda, ruhumuzda mevcut
olandan daha fazlasını çıkarmağa çalışmak, derunî hayatımızı bir ideale göre tanzim
etmek, orta kıymette vasıtalar kullanarak da olsa, içimizde yepyeni ve kuvvetli bir
ruh meydana getirmekten ibarettir. Beşeriyet tarihinde bu her gün tekrarlanan bir
mucizedir. Çoğu zaman büyük insanlar mütevazi bir muhitten yetişirler. Fakat cahil,
âlim, fakir, zengin, genç, ihtiyar bütün insanlar, kuvvetle istemek şartile, ruhî
derinliklerinde gizli manevî enerjiyi fışkırtabilirler. Şuur bedenle ayni zamanla
gelişir. Fakat onun gibi, muayyen bir noktaya ulaşınca durmaz.
Fertte zekânın ve hislerin gelişmesi — Hayatın sırrı — Bu gelişmenin son sınırı —
Büyük isyan.
Ruh, olgun çağda, fizyolojik faaliyetlerin şiddeti nispeten 'azaldığı bir zamanda,
derinleşmeğe, gelişmeğe ve saf bir hal almağa başlar. Zekâ, estetik faaliyet, manevî
kudret ve kudsiyet hissi ihtiyarlıkta da gelişmiye devam eder. Dante, vücudunun
çökmesinden, sırtının kamburlaşmasından şikâyet ettiği sıralarda, Cennet'in en güzel
mısralarını yazıyordu. Fakat zekâ ancak bütün hayatları boyunca tabiat kanunlarına
itaat edenlerde sonuna kadar gelişir.
İnsanların çoğu manevî mukadderatlarının kendi ellerinde olduğunu bilmezler.
Hattâ bu mukadderatla hiç ilgilenmezler. Biliyoruz ki, zekânın fertteki gelişmesi,
ırktaki gelişmesi gibi kendiliğinden olan ve karşı konulması imkânsız bir şey
değildir. Sayısız hayvan nevilerinin tekâmülü esnasında şuur, tereddüt etmiş,
bocalamış, yolunu bin zorlukla seçmiş ve nihayet bir çıkmaza gelerek orada ilelebet
durmuştur. Karıncalarda ve arılarda olduğu gibi. Zira zekâ öğretime tabi tutulmadan
ve irade bir gayret göstermeden tekâmülünün zirvesine ulaşamaz.
Medenî insanlar garip bir şekilde doğru yoldan ayrılarak ruhlarının gelişmesi ile hiç
ilgilenmezler. Daha evvel de söylediğimiz gibi halkın çoğu, psikolojik olarak on iki
yahut on üç yaşından yukarı çıkmaz. Bu fecî zekâ durgunluğunun sebepleri henüz
kesin olarak bilinmemektedir. Ruhen çocuk kalmış insanlar, ekseriya alkol
müptelâlarının, frengililerin, zihnen geri kalmış insanların yahut ahlaken sukut etmiş
olanların ahfadmdandır. Fakat zekânın bu durgunluğu, gıda mahrumiyetinden,
vücuda bir takım toksik maddelerin girmesinden kötü fizyolojik itiyatlardan ve bazı
virüslerin musallat almasından da ileri gelebüir. Zekâları daha uzun bir müddet
gelişen insanlardan birçoğu da zihnî olgunluğa erişemezler, lalbuki makinelerin
mükemmelleşmesi sayesinde kazandıkları zamanı maddî ve manevî gelişmelerini
temin edecek şeylere sarfedebilirlerdi.
Aksine, fabrika, atelye, mağaza yahut yazıhane haricinJeki boş zamanlarını içki
içmek, iskambil oynamak, filim seyretmek dansetmek yahut kendilerinden^ilham
alınarak yazılıış romanlar okumakla geçirirler. Bu insanlar aldıkları teraiyenin ve
modern hayatın husule getirdiği alışkanlıkların Ikurbanıdırlar. Medeniyetimizin
çökmesine sebep olan zekâ geiriliği ve ahlâki duygularm dumura uğraması, kötü bir
terbiyenin eseri değil midir? Zekâ ve his, radyolarla gazetelerin yarattıkları yalan
ve .manasızlık havası içinde, boş geçen günlük hayatta, güzelliğe ve kudsiyete
kıymet verilmediği bir zamanda felce uğramıştır.
Bununla beraber bu marazî hal, zekânın gelişmesi kanuInuna zarar vermez; nasıl ki,
hastalık sıhhatin bir hayalden [ibaret olduğunu düşünmemizi icap ettirmezse. Tabiî
bir »sekilide gelişmiş fertlerin manevî tekâmülü, hayatın en esaslı olujşumlarından
biridir. Tarihin bütün devirlerinde en çok tekâ[mül etmiş insanlar manevî gelişmeleri
için iradelerini kullanjmışlardır. Maalesef modern cemiyette bu gayret iyi yola
yöjnelmemiştir; zekâyı histen ayırmıştır. Bu gayret bazen inj sanın içinde bilgi
edinmek arzusunu, müşahede, kavrama, haStırlama, hüküm verme istintaç ve
istidlal etme, bir takım man* Itıkî ibdalarda bulunma, tahayyül etme, keşfetme
kabiliyetini j uyandırmakta, fakat ruhun cesaret, cür'et, hakikat sevgisi, [sadakat,
feragat kahramanlık ve aşk gibi zihnî olmayan faaliyetlerine tesir etmemektedir.
Maeterlinck: «Sevmeden seyjretmek karanlıklara, bakmaktan farksızdır» diye
yazmıştır.
Modern terbiye yalnız aklı iökişaf ettirdiği için ruhun gelişmesini durduruyor.
İmtihan hazırlıkları hafızayı geliştirir fakat zekâyı inkişaf ettirmez. Bundan başka
ahlâkî kıy,meti hiçtir. Fakat cemiyetin menfaati derin bir Entelektüel kültüre sahip
olmayı icap ettirir. Zira mühendislere, biologlara, iktisat tarih, fizik ve matematik
bilginlerine, filozoflara ihtiyacımız vardır. Bilgi ancak zekâ mütehassısları sayesinde
ilerliyebilir. İhtisas kötü fakat zarurî bir şeydir. Yalnız zihniyetin daralmasına sebep
olur. Kütüphanelerin, konferans salonlarının, lâboratuvarlarm havası, oralarda uzun
müddet oturanlar için tehlikelidir. Bu hava realite ile bizim aramıza bir sis gibi girer.
Gretchen olmasaydı, Dr. Faust hayat sırrının kitaplarda olmadığını asla
öğrenemiyecekti.
Hayatın sırrı bizzat hayatın kendisinde , vücudun organik, entellektüel ve manevî
faaliyetlerinin tam olmasındadır. Bu faaliyetlerden biri diğerlerinden ayrı olarak, tek
başına ele alınırsa, bu sır asla keşfedilemez. Baharın tesirile ağacın dallarına doğru
yükselen usare gibi, ruh da iradenin tesirile içimizde yükseldiği vakit, ayni zamanda
hem zekâ, hem muhakeme, hem nefse hâkimiyet, hem ahlâk güzelliği şeklinde
tezahür eder. Böylece Dante'nin «Cehennem»inde bahsettiği sevgi dolu manevî ışık
haline gelir. Ruh bir hikmet, amma filozoflarla âlimlere sırrı açılmıyan bir hikmettir.
Zira âlimler ve filozoflar kelimelerle ifade edilemiyen şeylere hakikat olmayan şeyler
nazarı ile bakarlar.
Ne Jean Jacques Russeau, ne Augüste Comte, ne de Claude Bernard hakim
insanlardı. Ruhan hakikaten yüksek insanlara, bazen isimleri meşhur olmayan
mütevazi kimselerin arasında rastlanır. Vaktile, kalabalık aileleri, çocukları ve
hizmetçileri ile beraber tarlalarını işleyen erkeklerle kadınlar arasında ve hayatı
köylülerinkinden farksız olup, toprağa bağlı küçük bir aristokrat zümresinde böyle
insanlar vardı. Bugün kelimeyle ifadesi imkânsız ve ruha aydınlık veren bu , hikmet,
köy hayatı yaşıyan bazı ailelerde, bazı yaşlı köy he * kimlerinde, mütevazi rahiplerde
ve kendilerini feragatla mer ;. hamete vakfeden meçhul fakat kahraman ruhlu
insanlarda % görülür. Bazı imparatorlarda ve krallarda da görülmüştür. Mark
Aurele yahut Aziz Louis, ruhan Sokraftan yahut Epik tetos'tan daha mı aşağıdırlar?
Doğrusunu söylemek lâzım ge. lirse, zirveye giden yol hepsi için ayni derecede çetin
ve güzeldir. Bu yolda kim olursa olsun, herkes feragat sayesinde ilerleyebiliı.
Fedakârlık olmazsa, ruh yükselemez. İnsan servetini, şöhretini, yakınlarını
kurtarmak maksadile hayatmı, vatanını yahut büyük bir ideali feda edebilir.
Fedakârlık, kendi arzusu ile modern savaşın dehşeti içine atılan bir askerin yaptığı
şeydir. Fedakârlık, hasta bir halde, Rockfeller Enstitüsünde^ki lâboratuvarlarını
terkederek tek başına Afrikaya giden ve orada sarı hummadan ölen Noguchi'nin \
yaptığı harekettir. Fedakâr insanlar, içlerinde güzellik ve hakikat aşkını duyanlar,
bütün gayretlerile Tanrıya ulaşmıya çalışanlar, dünyada adaletin ve insanlar
arasmda sevginin tecelli etmesi için ölümü göze alanlardır. Ruh ızdırap ve arzu yolu
ile, zekânın yardımından faydalandığı zamandan çok daha fazla yükselir. Hattâ bu
yükseliş esnasında bazan zekâyı ağır bir yük gibi geride bıraktığı olur. Özünü teşkil
eden aşkla iktifa eder. Aklın nüfuz edemediği karanlıklarda yalnız kalan ruh,
zamanla mekânın haricine çıkar ve bizzat en büyük mutasavvıfların bile asla tarif
edemedikleri bir gelişme ile bütün cisimlerin özünü teşkil eden o elle tutulmaz ve
tarife sığmaz varlıkla birleşir. Belki de ferdin, daha yumurta ilkah' edilip ayrıldığı ve
ana rahminde büyümeğe başladığı andan itibaren yöneldiği gizli gaye de Tanrıyla
birleşme keyfiyetidir.
Manevî tekâmül ancak pek az kimsede son noktasına ulaşır. Zira bu tekâmül ancak
iradenin devamlı bir gayreti, dokuların muayyen bir durumda bulunması,
kahramanlık duygusunun gelişmesi, bütün duyguların ve zekânın pürüzlerden
kurtularak berrak bir hal alması ve daha pek iyi bilmediğimiz birçok şartların
sağlanması sayesinde mümkündür. Bühassa dinin ilâhi Lütuf admı verdiği psiko
fizyolojik şartın bunda çok mühim bir rolü vardır.
Fakat bulutlar ve sisler arasından zirvedeki ışığa doğru giden yolda herkes
yürüyebilir. Nasıl ki, herkes ferdî tekâmülünün ana prensibine riayet etmeyip,
meselâ, akrabaları orangutanlar, şempanzeler ve goriller gibi sadece fizyolojik
ihtiyaçlarını tatmin ederek yaşamakta serbesttir. Medenî insanların çoğu hayvanlara
o kadar yakındırlar ki, yalnız maddî kıymetler peşinde koşarlar. Bu gibilerin
hayatları da hayvanlarmkinden daha aşağıdır. Zira ruhumuzu ancak manevî
kıymetler aydınlatabilir ve bize sevinç verebilir. Herkes hayatının muayyen bir
devresinde maddî ve beşerî kiymetler arasında bir tercih yapmak mecubriyetindedir.
Yani ruhun gelişmesi kanununa itaat etmek yahut ona aykırı bir yol tutmak
zorundadır. Bu hususta tereddüt etmek, tabiat kanununa boyun eğmeyi reddetmek
kadar tehlikelidir. Apokalips'te «ne sıcak, ne soğuksun, ılıksın, bunun için
kusuyorum» der. Bazı insanlarda şuurun gelişmesi muayyen bir safhada durur,
bununla beraber insanın doğuşundan ölümüne kadar gittikçe daha çok gelişmek
şuurun tabii bir temayülüdür. Hakikatte ferdin tekâmülü esnasında ruhun da
gelişmesi yahut yükselmesi, yalnız beşerî hayatın esaslı kanunu değil, ayni zamanda,
kendine has bir vasfıdır.

IX
Hayatın esaslı kanunlarının birleşmesi — Bu kanunların arasındaki silsile — Ruhun
yükselmesi kanununun beşeriyete ı has karakteri.
Demek ki müşahedenin inkâr edilmesi imkânsız bir donesine göre, hayatta ayni
zamanda hem kendini koruma, hem kendini idame etme, hem manevileşme
temayülü vardır. Hayatın korunması ve idamesi kanunları, kendisi kadar eskidir.
Zira bu kanunların' mevcudiyeti en iptidai canlılarda bile müşahede edilmektedir.
Halbuki ruhun yükselmesi kanunu için vaziyet böyle değildir. Belki de bu esaslı
temayül, dünyamızda hayatın ilk belirtileri sayılan tek hücrelilerde gizli bir şekilde
mevcuttu. Fakat ırkta ve fertte ancak tekâmülün çok daha sonraki safhalarında,
memeli hayvanların, primatların ve bilhassa insanın meydana çıktığı zamanda açıkça
kendini gösterebildi. Bu temayül hakikaten bizim bir vasfımızdır. Bütün hayvanlar
arasında yalnız insan, kendi iradesinin gayreti ile şahsiyetinin gelişmesine yardım
edebilir.
Dünyada mevcut hiçbir canlının beyni insan beyni kadar muğlâk değildir. Hayatın
korunması ve idamesi kanunları gibi, ruhun yükselmesi kanunu da organlarımızın
yapısının fonksiyonel bir ifadesidir. Ruhun bu yükseliği bütün fertlerde müşahede
edilmez, nasıl ki bütün fertler hayatlarını korumağa ve idameye muktedir
değillerdir. Zira vücudumuz naziktir ve gelişmesi bazıları irsî, bazıları muhitin eseri
olan birçok oebepler yüzünden sekteye uğrayabilir. Meselâ, virüsler, bakteriler,
zehirler, kötü fizyolojik, entellektüel yahut ahlâkî itiyatlar gibi. Varlığımızın
bahsettiğimiz esaslı temayülleri kendilerini her zaman serbestçe gösteremezler. Buna
rağmen değişmez bir şekilde mevcutturlar. Vücudumuzun yapısı değişmedikçe,
onlar da baki kalacaklardır. Bu temayüller hakikatte insanın aslî halleridir.
Hayatımızın üç esaslı kanunu, bir tek şeyin muhtelif görüntüleridir. Tıpkı insamn
muhtelif faaliyetlerinin, bütün varlığın birer cephesinden ibaret olduğu gibi. Kalp,
akciğerler, beyin, andokrin guddeleri tek başlarına mevcut olamazlar: bu organlar
birbirlerinden ayrılamazlar; bütün vücuttan ayrılmaları da imkânsızdır. Bunun gibi
varlığımızın hiçbir temayülü ayrı olarak tetkik edilemez: bundan başka herbirinis her
organ gibi hayatî bir ehemmiyeti vardır. Tiroid guddesi, kalbi yahut pankreası
olmayan bir insan yaşıyamaz: ayni şekilde canlıların tabi oldukları en mühim
kanunlara itaat etmeden yaşamak da imkânsızdır.
Hayatın korunması ile idamesi prensipleri, hakikatte bir bütün teşkil eder. Gerçi, biz
bu kanunlardan yalnız birine yahut ikisine itaat etmekte veya hepsine birden karşı
gelmekte serbestiz. Bu son yola yalnız deliler sapmaktadır. Maamafih zekâ
bakımından üstün olan birçok kimseler, yalnız hoşlarına giden hayatî temayüle itaat
etmeyi bir maharet yahut takdir edilecek bir şey olarak görürler. Bazıları yalnız
hayatlarını korumağa çalışırlar; bunlar beşeriyetin posasıdır. Diğer bazıları
hayatlarını korumakla beraber onu idame etmeğe çalışırlar; kendileri seviye
bakımından aşağı insanlardır, amma ruh bunların soyundan gelen kimselerde,
muayyen bir anda bir hamle yapabilir. Bazıları da hayatın idamesini hattâ hayatın
korunması prensibini feda ederek, ruhun yükselmesine çalışırlar. Bu gurupta hem
cahiller, hem egoistler, hem kahramanlar, hem hâkim insanlar, hem de deliler vardır.
Fakat hayat kendisine karşı itaatsizlik edenlerin bunu hangi niyetlerle yaptıklarına
ehemmiyet vermez. Hâkim olanı, kahramanı, egoisti, cahil adamı ve deliyi ayni
şekilde cezalandırır. Bütün bu insanları ve mensup oldukları milletleri soysuzlaştırır.
Hayat nazarında yegâne meziyet, üç cepheli kanuna kayıtsız şartsız itaat etmektir.
Bu meziyete sahip olanları da cömert bir elle saadet dağıtarak mükâfatlandırır.
Modern cemiyet ruhun gelişmesi kanununa itaatsizlik ederek büyük bir hatâ
işlemiştir. Keyfî olarak ruhu zekâya inhisar ettirmiştir. Maamafih zekâyı
geliştirmiştir. Çünkü zekâ ilim sayesinde, tabiatta mevcut herşeye hâkim obuayı
mümkün kılar. Fakat modern cemiyet bunu yaparken ruhun diğer faaliyetlerini
ihmal etmiştir ki, bunlar ilmî lisanın ancak noksan bir şekilde ifade edebildiği
faaliyetlerdir. Bu faaliyetler fiil, san'at yahut dua şeklinde tezahür ederler. Meselâ,
ahlâk duygusu, mizaç, cür'et, güzellik duygusu ve kudsiyet duygusu gibi..
Okullarda ne nefse hâkim olmak, ne intizam, ne nezaket ne de cesaret öğretilir. Okul
programları, çocukları güzellik ve san'atla kâfi derecede temas ettirecek şekilde
hazırlanmış değildir. Okullar, bütün eski medeniyetlerin yüksel. me devirlerinde
kudsiyete ehemmiyet verdiklerini unutmuşlardır. Batı medeniyetinin de daha
beşikte iken hristiyanlık ruhu ile, yoğurulduğunu ve insanların kalbinde, saf ve güzel
dinî ahlâkın yerini tutacak birşey bulunmadığını da unuttular. ~
Medenî insanlar henüz ruhun gelişmesi kanununa tamamen itaat etmemenin ne
kadar tehlikeli birşey olduğunu anlamamışlardır. Zekâyı inkişaf ettirmenin ruhu
geliştirmekle ayni şey olduğunu zannetmektedirler. Hayatın rasyonel bir şekilde
tanzimi için aklın yanında elzem olan bir takım diğer manevî faaliyetlerin mevcut
olduğunu henüz keşfetmemişlerdir. Bu cehalet hayatın yavaş ve müphem bir şekilde
cevap vermesine sebep olur; hayatın bu cevabı bilhassa köylerde ve küçük şehirlerde
açıkça bellidir. Buraları yavaş yavaş çirkinlik, pislik, kabalık, alkol düşkünlüğü, rahat
ve emin bir şekilde yaşama kaygusu, gıpta, iftira, karşılıklı kin gibi şeylerle,
Dante'nin en çok nefrete lâyık addettiği iki yüzlülük, yalan ve ihanet gibi kusurların
istilâsma uğramıştır. Ruhun yükselmesi kanununa itaatsizlik karşısında, hayat
otomatik olarak seviyece alçalarak, bozularak cevap vermiştir. Muhakkak ki, hayat,
insanlardan kendilerinde potansiyel bir halde bulunan entellektüel kudretlerden çok
daha fazlasını bekler: yani ruh parçalara ayrılması imkânsız bir bütündür; bu
bütünün içinden sadece arzu ettiğimiz parçayı alamayız.
Zekânın gelişmesi de, manevî gelişme de elzem olan şeylerdir, fakat manevî atâlet
başımıza zekâ atâletinden çok daha büyük ve tamir edilmesi imkânsız felâketler
getirir.
Hayat kanunları birbirlerinden ayrılmamakla beraber aralarında tabii bir teselsül
vardır. Hayatın korunması ve idamesi kanunları en eski prensiplerdendir. Bunlar
içimizde mevcut ve karşı korunması en güç olan temayülleri tayin ederler.
Ruhun yükselmesi kanunu ise, bilindiği gibi, diğer kanunlarla mukayese
edilemiyecek kadar yenidir. Ruhun yükselmesi hayatın yepyeni bir temayülüdür. Bu
temayül birçok fertlerde henüz zayıf, mütereddit ve hemen hemen hiç
farkedilmiyecek kadar müphemdir.
Bazan, şuurumuzun derinliklerinde en esaslı ihtiyaçlar arasında bir çatışma olur.
Meselâ, bazan, hayatı korumakla idame etmek arasında bir tercih yapmak
mecburiyeti hasıl olabilir. Ayni şekilde zekâya yahut hayata hizmet arasında da bir
tercih yapılabilir. Bu tercih daima zor, hattâ bazen imkânsızdır. Bir kadın soyunu
idame etmek uğruna hayatını ne dereceye kadar tehlikeye koyabilir? Basen kısmının
darlığı, akciğer veremi, kalp hastalıkları ve diğer hastalıklar kadım, analık
vazifesinden alıkoymaz mı?
Ruhun yükselmesi kanunu ile hayatın korunması ve idamesi arasında çatışmalar çok
daha sık olur. Bütün devirlerde olduğu gibi, bugün de birçok insanlar kendilerini
hayır işlerine vakfetmek, yahut dinî bir ideale kavuşmak arzusu ile ana yahut baba
olmaktan vazgeçerler. Birçok kimseler de imana sadakat yüzünden hayatlarını feda
ederler. Bu gibi insanlardan herbirinin kalbinde, umumî bir kaide olarak herkesin
itaat etmek zorunda bulunduğu emirler arasında, az veya çok şiddetli çatışmalar
vuku bulur ve bu çatışma, en asil ruhlu olanlarda daima, insana has hayat
kanununun zaferi ile neticelenmiştir. Sokrat baldıran otunu içmiştir. Veli PauPün
başı kesilmiştir, Jean d'Arc yakılmayı tercih etmiştir ve her seferinde bütün beşeriyet
manen bir kat daha yükselmiştir. Bugün hayatı, henüz uyandığı karanlık
devirlerdenberi giriştiği yolda ilerlemeğe sevkeden bu kahramanlar ve şehitlerdir.
BÖLÜM IV
ÎYÎLÎK VE KÖTÜLtjK

İyilik ve kötülük hakkındaki mefhumlarda müphemiyet — Bir tarif bulma zarureti


— iyilik ve kötülük beşerî hayatın . yapısı tarafından tayin edi(lir.
Ahlâk ilmi ile meşgul olanlar, tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir memlekette iyilik ve
kötülüğün tarifi üzerinde asla anlaşmamışlardır. Bazıları iyiliğin faydalı, doğru,
menfaate uygun yahut hoşa giden şey olduğunu kabul etmişlerdir. Bazıları da iyiyi
tabiata ve Tanrının iradesine uygun bir şey olarak tarif etmişlerdir. Kötülüğe gelince,
kötülük daima ızdırab, haksızlık, cehalet gibi şeylerin yahut Şeytan teşvikinin eseri
sayılmıştır.
Demek ki iyilik ve kötülük mefhumları daima müphem ve çeşitli olmuştur. Sirena'lı
Aristipos «îyi olan tek şey zevk, kötü olan tek şey de istırabdır» derdi. Stoik felsefe
taraftarları ise «Hakikî iyilik hiç te zevk değildir; hakikî iyilik cisimler arasındaki
nizamı kavrayan ve zekâyı yükselten bilgidir. Biz yaşamak için tabiata uymalıyız...
Tabiat ise Tanrı ile meşbudur» diyorlardı. Epiktetos ve MarcAurele zamanında ise
iyilik mefhumu, hemcinslere karşı sevgi, tevekkül ve ilâhî iradeye itaatle karıştırıldı.
Yahudilerde ve daha sonra hristiyanlarda çok dalıa kesin bir mânâ kazandı. Bizzat
Tanrı'nın verdiği emirler Eski Ahit ve Yeni Ahit adlı mukaddes kitaplarda toplandı.
Ancak o zamandır ki, ahlâkiyatçı, kanunu tefsir eden bir hukukçu gibi, zorluk
çekmeden iyi ile kötünün ney olduğunu tespit edebildi.
İşte, Ortaçağın sonuna kadar Batı insanlarının davranışlarına prensip itibarile, bu
yasak ve mubah anlayışı hâkim oldu. Bununla beraber, zevk ahlâkı hiçbir tesir
altında kalmadan asırlarca devam etti. Bir ara Helvetius ve Jeremy Bentham'ın
gayretlerile yeni bir zindelik kazanarak menfaat ahlâkı haline geldi. O zaman
muazzam bir muvaffakiyet kazandı. Zira insan, davranışlarını idare edecek yüksek
bir kaide olarak, hodbinliği kabul etmeğe daima hazırdır. Modern demokrasilerde
ise iyilik tam mânâsile faydalı olanla ayni şey sayıldı. Hodbinlik sevgiye üstün geldi.
Velhasıl Epikür îsayı yendi.
Bugün, Batılıların an'anevî iyilik ve kötülük tarifini kabul eden küçük bir zümre
vardır. Batılıların çoğu Evamiri Aşereyi unutmuşlardır; hattâ birçokları
mevcudiyetinden bile haberdar değildiler. Artık meşru ile gayri meşru arasında
herkes tarafından kabul edilmiş bir sınır mevcut değildir. İnsanların çoğu iyi ile
kötüyü, sarih olarak birbirlerinden ayıramamaktadırlar. Hareketlerini tam mânâsiyle
hodbinliğe bile uyduracak kabiliyette değildirler. Ancak iştihalarmı tatmin etmek ve
kendilerine yakın bir fayda temin edecek şeylerin peşinde koşmakla iktifa
etmektedirler.
Zenginlerle fakirler, ihtiyarlarla gençler, âlimlerle cahiller, köylüler, işçiler ve
patronlar artık nasıl hareket edecekleri hususunda müşterek bir anlayışa sahip
değildirler. Onlar için ne iyi, ne kötü vardır. Menfaat temin ettiği takdirde, bir dosta
ihanet şerefsizce bir şey sayılmaz, iyilik menfaattan ibarettir, cesaret ise insanı
lüzumsuz yere tehlikeye atar deniliyor. Alçakça yaşamak, ölmekten iyi sayılıyor. Bir
otomobil sahibi olmak, çocuk sahibi olmağa tercih ediliyor. Mümkün olduğu kadar
çok para kazanmak lüzumu ileri sürülüyor. Bütün bunlara rağmen namustan,
doğruluktan, hasbîlikten dem vuruluyor. Gayret sarfetmenin güzel bir şey
olduğundan, kahramanlıktan bahsedilerek nasihat ediliyor.
Demek ki, modern insanın ruhunda büyük bir karışıklık vardır. Beşerî toplulukların
bütün fertleri davranışlarını ayni prensiplere uydurmalıdırlar; bu açıkça belli olan bir
ihtiyaçtır. Sıcaklık ve soğukluk tarifleri nasıl bütün insanlar için ayni ise iyilik ve
kötülük tarifleri de ayni olmalıdır.
Bugün böyle bir tarif yapmak mümkündür. Beşerî hayatın esaslı kanunlarının
ışığında iyiyi kötüden kat'î bir şekilde ayırmak mümkündür. Bu kanunların
bilinmesi, bize iyilikle kötülüğü kat'î, değişmez ve aklı başında olan her insanın
anlıyabileceği bir şekilde tarif etmek imkânını vermektedir.
İyi, varlığımızın aslî temayüllerine uygun olan şeydir. Yani beraberce hayatın
korunmasını, ırkın idamesini ve ferdin zekâsı ile ruhunun yükselmesini sağlıyan
cisimler, fikirler, hisler ve hareketler. Kötü ise, aksine hayata, çoğalmaya, ve manevi
bir hamleye mani olan şeydir. Hakikatte en büyük iyilik hayatın insanlara has
cephesinde muvaffakiyete ulaşmasından başka bir şey değildir.
Zekânın bir zaferi olarak ele alındıkları takdirde, iyilik ve kötülük gayet muğlâk
şeylerdir. Birçok elemanlardan müteşekkildirler. Yalnız bütün hayata yahut hayatın
bazı tezahürlerine yardım eden veya karşı gelen faktörlerden ibaret değildirler, ayni
zamanda fizyolojik ve zihnî faaliyetlerimizi ahenkleştiren bu ahengi bozan faktörleri
de içlerine alırlar.
Bazı şeyler belli bir şeküde, açıkça kötüdür. Çünkü ferdi öldürür, dumura uğratır,
bünyesini bozar yahut onu alçaltırlar. Meselâ, veba mikrobu, sarı humma virüsü,
alkol derecesi yüksek şarap, verem, sinema, radyo gibi. Ayni şekilde, zekânın
karakter aleyhine yahut organların tekâmülüne iskeletin ve adalelerin tekâmülüne
zıt olarak gelişmesi, pislik, nezaketsizlik, iftira alışkanlığı gibi huylar da
bunlardandır; bu arada nefse hâkim olamamak, gayret gösterememek, yalancılık gibi
şeyleri de sayabiliriz. Aksine hava, su, ışık, ilim, sant'at, din, aşk, heyecan, duyma ve
harekete geçme kabiliyeti iyiliğin aslî tezahürlerindendh\ Zira bunlar ferdî ve sosyal
hayata geniş bir ufuk verirler. Etrafımızı çeviren canh veya cansız varlıklarla
düşüncelerimiz, hareketlerimiz ve sosyal müesseselerimiz hayatın tekâmülüne ya
yardım ederler yahut ona mani olurlar. Demek ki, onlar da iyi yahut kötüdürler.
Meselâ, beşeri varlıkların fabrikalara yığılmasile mey
dana gelen her türlü topluluk kötüdür. Zira bu gibi yerlerde hayatın korunması ile
ırkın idamesi imkânı gayet azdır, ruhun yükselmesi ise imkânsızdır. Müesseselerde
olsun, fertlerde olsun iyilik, vücudumuzun ve ruhumuzun yapısına uyan, kötülük de
ona aykırı olan şeydir.

II
Günahın tarifi — Kusur ve meziyetlerin hakikî — Manevî mös'uliyet ve yeni
günahlar.
cephesi
Günah, cisimlerin arasında mevcut nizama karşı gelmektir. Hayatın insandaki
tezahürlerini bozmağa, parçalamağa yahut azaltmağa meyleden her düşünce, her
hareket bir günahtır. Komşusuna kin duymak bir günahtır, zira kin hem vücudu
hem ruhu yıpratır. Kusur, günaha alışmaktır. Fazilet ise Sokrat'ın öğrettiği gibi
sadece iyiliği bilmekten ibaret değildir; fazilet iradeyle meydana gelen bir fiil,
hayatın kemmiyet ve keyfiyetini arttıran bir alışkanlıktır; şahsiyeti meydana getirir,
kuvvetlendirir ve ona canlılık verir. Ümit, iman, heyecan ve kuvvetlenme arzusu
vücuda, tıpkı su buharının türbini harekete getirdiği gibi tesir eder.
Fizyolojik ve zihnî faaliyetler aşk sayesinde yüksek bir mânâ kazanırlar. Bütün
faziletler şahsiyetini daha yüksek, daha kuvvetli, daha manâlı bir varlık haline
getirirler. Kötü huylar ise aksine şahsiyeti parçalar ve alçaltır; meselâ, tembellik,
şüphe, kendine acıma ve keder zihnî gelişmeyi sekteye uğratırlar. Gurura, hodbinliğe
ve kıskançlığa gelince, bunlar insanı başkalarından ayırarak zihnî hamleyi doldurur.
Cinsî ifrat, oburluk ve alkolizm de fizyolojik teşevvüşler vasıtasile ruhî gelişmeye
zarar verir.
Bu kötü huylar, hayatın üçlü kanununa açık bir tecavüzdür. Sosyal hayatta da, ferdî
hayatta da iyi ile kötü birbirlerinden açıkça ayrılır. Sosyal faziletler olduğu gibi
sosyeteye zarar" veren kötü huylar vardır. Sosyal faziletler birliği ve sükûneti temin
ederler. Nezaket, temizlik, ataların yarattıkları toprağa karşı sevgi, müşterek bir din,
müşterek bir ideal, cemiyeti ahenkli ve kuvvetli bir topluluk haline getirir.
Aksine, nezaketsizlik, dedikoduculuk, iftira ve karşılıklı kin ayni ailenin, ayni köyün,
ayni sosyal gurubun fertlerini birbirine düşman eder, milleti kuvvetten düşürür ve
mahveder.
Günahın mevcudiyetini bümemezlikten gelmek manasızdır, çünkü günah aşinada
zararlı bir şeydir. Hayat, bilindiği gibi, kendisine karşı gelenleri er geç yokeder. Fakat
hayatın hükümleri beşerî adalet hükümlerine benzemez. Hayat hem kör hem ileri
görüşlüdür. Çok defa asıl suçluya dokunmaz, soyunu cezalandırır. Hayatın
cezalandırma kabiliyeti belki ağır faaliyete geçer amma asla aman dinlemez.
Günah, yeryüzünde ilk defa olarak hürriyete kavuşulduğu zaman, başka deyişle
insan insiyak denilen otomatizmden kurtulup ta hatâya düşebilecek hale geldiği
vakit kendini gösterdi. Günah ya iradî ya gayri iradîdir. Hayat kanunlarının
bilinmemesinden, bu kanunlara itaat kabiliyetsizliğinden yahut cisimler arasında
mevcut nizama itaat edilmemesinden meydana gelir. Hareketlerimizin herbiri hem
ırsiyetimize, hem tahsilimize, hem muhitimizin fizik, kimyevî yahut fizloyojik
tesirlerine, hem alışkanlığımıza, hem de irademize tâbidir. Bir adam falanca hareketi
yaptığından dolayı ne derece manen mes'ul sayılır? Bunu bilmiyoruz.
Hiç kimse meselâ komşusunun beynini, organlarını yahut ruhunu tetkik edemez ve
hareketlerinin sebebini bulamaz. Hâkim ancak bir insandır; binaenaleyh başka
insanların ruhlarının derinliklerine nüfuz edemez. Bunun içindir ki, bir ruhiyatçının
yardımı ile de olsa itham edilen insanın, hareketlerinden manen mes'ul olup
olmadığını anlamağa çalışmaktan vazgeçmelidir, itham edilenin cinayeti hakikaten
işleyip işlemediğini tespit etmekle iktifa etmelidir. Hiddet, sarhoşluk, zekâ geriliği
yahut delilik cani için bir mazeret sayılamaz. Mütecaviz sarhoş, deli yahut gangster
de olsa bir cinayet işlemiştir. Cinayete kurban giden kimsenin gördüğü zarar,
cinayeti işliyenin manen mes'ul olmamasından dolayı azalmaz. Komşusunu öldüren
deli, profesyonel bir cani kadar zararlıdır. Cemiyet bir ceza müessesesi değildir, fakat
fertlerini korumak vazifesidir. Binaenaleyh diğer insanların hayatı ve maddî yahut
manevî terakkileri için bir tehlike teşkil edenleri, zarar vermeyecek bir hale
getirmesi lâzımdır.
Kanunî mevzuatta bir inkilâp yapılmalıdır. Halkta iyi bir tesir meydana getirecek
refleksleri inkişaf ettirmek kolaydır. Meselâ bir sarhoş otomobille birisini çiğnediği
zaman, idam cezası görürse, ayyaşlık derhal herkesin gözünde tehlikeli ve
kaçınılması icap eden bir şey olur. Herkesin ahlâkî bakımdan istediği şekilde hareket
etmekte serbest olduğuna, yalnız hırsızların, kalpazanların ve katillerin devlet
tarafından cezalandırılmaları gerektiğine inanmak liberalizmin hatasıdır. Hakikatte
ferdin iradî yahut gayri iradî olarak işlediği günahlar yalnız kendisine değil ayni
zamanda komşularına da zarar verir. Cemiyet fertlerini tifo ve kolera basiline karşı
nasıl koruyorsa ayni şekilde onları iftiracılara, insanların ahlâkını bozan kimselere,
alkol düşkünlerine ve aklî muvazenesi bozuk olanlara karşı da koruması lâzım
gelmez mi?
Günahlara, keyfî bir şekilde tespit edilmiş ve her devirde değişen bir miyara göre
derece verilir. Bununla beraber Klişenin tespit ettiği yedi ana günah, beşerî
karışıklıklar silsilesinde hâlâ birinci mevkii işgal etmektedirler. Fakat biz aralarından
bazîlarmın ağırlığına belki lâzım gelen ehemmiyeti vermedik; zira bazı günahların
neticeleri ancak birkaç sene, hattâ bazen birkaç nesil sonra belli olur. Meselâ bir
milletin gerilemesinde, alkol düşkünlüğünün, egoizmin ve çekememezliğin oynadığı
rolü ancak şimdi anlıyoruz. Komşusuna iftira etmek tanıdıklar arasında düşmanlık
yaratmak, dostlara ihanet etmek, bu suçu işliyenin kendisinden ziyade millete zarar
verir. Gurur, kıskançlık ve itidalsizlik göstermejj gibi eski günahların yanında birçok
yeni ve gayet ağır günahlar türemiştir. Bir taraftan tabii kanunların daha iyi
öğrenilmesi bize eskiden hiç ehemmiyeti yokmuş gibi görünen suçların hakikî
mânâsını daha iyi kavramamızı mümkün kıldı. Diğer taraftan modern teknoloji, bize
gerek organik gerek zihnî hayatımıza tecavüzü mümkün kılan ve şimdiye kadar
bilinmiyen yepyeni vasıtalar temin etmiştir. Meselâ, yeni gıdalanma ilmi bize, fena
tertip edilmiş gıdanın çocuğun vücudunda ve ruhunda tamir edilmesi imkânsız
bozukluklara sebep olabileceğini öğretiyor. Şu halde çocuklarına rasyonel bir şekilde
bakmayı öğrenmeğe lüzum görmeyen anne ve babalar büyük bir günah
işlemektedirler. Bugün yakın akrabalarla, alkol düşkünleri ile, frengililerle yahut ırsî
aklî bozuklukları olan kimselerle evlenmenin esas itibarile takbih edilebilecek bir
hareket olduğunu biliyoruz. Ruke ailesinin hikâyesini hatırdan çıkarmamalıdır. New
York Devletindeki iki sabıkalının ahfadı arasında 339 fahişe, 181 alkol düşkünü, 170
sefil, 118 cani ve 86 randevu evi sahibi olduğu tespit edilmiştir. Goddard, anne ile
babanın zekâ bakımından geri olduğu bazı ailelerde 170 gabi ve ancak 6 normal
çocuk olduğunu söylemektedir. Hastalardan, nesli bozulmuş insanlardan,
haydutlardan veya budalalardan mürekkep soylar meydana getirmek bir cinayettir.
İlkah kabiliyetini azaltmak büyük bir günahtır.
Esrara, morfine, kokaine, haşhaşa alışmak intihar etmekten farksızdır.
Hayatın kanunları ve dinî ahlâk şı konulması imkânsız ıstırap.
Irsî kusurlar — Kar
Öz varlığımızın tabi olduğu kanunların bize ilham ettiği günah mefhumu ile
hristiyanlığm ortaya attığı günah mefhumu arasında derhal göze çarpan bir
benzerlik vardır. Halbuki her ikisinin menşei ayrı ayrıdır. Hakikatte biri tamamen
aklî bir ameliyenin, bir istintacı takip eden bir istidlalin, başka deyişle, müşahedenin
doneleri üzerine harekete geçen aklî faaliyetin mahsulüdür. Diğeri ise aksine bir
seziş, bir ilham, bir vahiyin daha doğrusu ruhun aklî olmayan faaliyetinin
mahsulüdür. Bununla beraber birbirlerinden bu derece farklı olan bu iki zihnî
oluşumun meydana getirdikleri neticeler, bazı bakmalardan hemen hemen birbirinin
aynidir. Bunlardan çıkan her iki tavrı hareket kaidesi ayni faziletleri över, ayni
kusurlara karşı cephe alır: meselâ itidal ve karşılıklı sevgi övülür, yalancılık ve
kıskançlık takbih edilir.
incil ahlâkı, kendisine ilham vaki olmuş bir kimsenin hayalinin mahsulü olmaktan
çok uzaktır. Herkesin tatbik edip etmemekte serbest olduğu basit bir dinî ahkâmdan
ibaret de sayılmaz. Vazifesi Voltaire'in zannettiği gibi, fakirlerin zenginleri
öldürmelerine mani olmak ve böylece zenginlerin yataklarında rahatça uyumalarını
temin etmek de değildir. Bilâkis varlığımızın derinliklerine kök salmış bir zarureti
temsil eder. Hakikatte bu ahlâk da beşerî varlığın esas kanunlarından çıkarılmış
bütün tavrı hareket kaideleri gibi, ferdin ve sülâlenin yaşaması ile ruhun yükselmesi
için zarurî bir şarttır.
Bununla beraber bu dinî ahlâk tek başına hayatımızın idamesini sağlıyamaz. Dinî
inanç tabiatta beşerî davranışın yegâne rehberi olamaz. Nitekim vazifelerini tam
manâsile yapabilecek kabiliyette erkekler ve kadınlar yetiştirmeğe muvaffak
olamamıştır. Tanrının hakkını Tanrıya, Sezar'm hakkını Sezara vermeli. Din kadar
ilim, akıl kadar his de lüzumludur. Biolojik ahlâk, hakikatte Evamiri Aşereden çok
daha serttir. Zaten insan ancak hayat kanunlarından çıkarılan davranış kaidelerim
tatbik ettiği takdirdedir ki incil'in bahsettiği meziyetlere sahip olabilir. Zira ilhaktan
kaçınma, gıda makrumiyeti, gayri müsait iklim şartları, kötü fizyolojik ve zihnî
itiyatlar, ruhun gelişmesine karşı aşılmaz bir mâni teşkil ederler. Meselâ,
gıdalarından manganezin kaldırılması neticesinde bazı hayvanlarda ana şefkatinin
tamamen yok olduğunu bilmiyor muyuz? iyot noksanlığı tiroid guddelerine tesir
ederek insanı ahmaklaştırmıyor mu?
Doğru söylemek lâzım gelirse, dinî ahlâk, insanların tabiattaki davranışlarını tek
başına idare edeceğini asla iddia etmemiştir. Hayatta muvaffak olmak için ahlâkî
faktörlerden başka, fizikoşimik, fizyolojik ve entellektüel faktörlere de ihtiyaç vardır,
insana has faaliyetler bir taraftan entellektüel cepheyi, diğer taraftan ahlâkî ve
fizyolojik cepheyi aşar. Bunun içindir ki, hayatın üçlü kanununa itaat etmek yalmz
dinî imanın meydana getirdiği disipline itaat etmekten çok daha zordur.
Vücudumuzun ve ruhumuzun yapısının icap ettirdiği kaidelerle dinî ahlâk
kaidelerine tam manası ile itaat etsek bile bu bizi ıstıraptan kurtaramaz. Zira kâinat
insan aklının arzu ettiği bir plâna göre yapılmış değildir. Binaenaleyh rasyonel bir
şekilde hareket etmekle felâketten korunmuş olmayız. Her fert içinde ırkının bütün
mazisini taşır; bu yüzden atalarının kusurlarile fazüetlerine sahiptir, insan bir takım
ırsî kusurlarla doğar. Ük günahın ıstırabım çeker ve ağırlığını hayatının sonuna
kadar duyar. Fakat herkes bu günahın ağırlığını ayni derecede hissetmez. Ayni ana
babadan doğan çocuklardan biri bu günahın ağırlığı altında ezilirken, diğerleri onu
hemen hiç hissetmeyebilirler. Herhangi bir uzak atanın kötü huyları, birkaç nesilde
gizli olarak kaldıktan sonra, günün birinde birdenbire meydana çıkarak bir
masumun felâketine sebep olabilirler.
Atalarımızdan tevarüz ettiğimiz ahmaklık, asabî muvazenesizlik, zihnî istikrarsızlık
ve muhakeme kabiliyetsizliği yüzünden ıstırap çekeriz. Bundan başka herkes
muhitinin kaçınılmaz tecavüzlerine hedef olur, yani soğuğa, rüzgâra, yağmura,
sıcağa, bakterilerin, virüslerin ve havada mevcut zehirlerin kötü tesirlerine,
ahlâksızlığa, kıskançlığa ve komşularının kötülüğüne maruzdur. Hakikatte felâketler
kötü insanın Taaşına olduğu gibi iyi insanın da başına gelebilir. Bununla beraber
hedef olarak daha ziyade cahil, tembel, itidalsiz ve boş insanı alıyor gibi görünür.
Hayat kanunlarına itaat bize her zaman saadet temin etmez, zira âlemde mevcut
nizam hakkındaki bilgimiz henüz çok eksiktir.
Beşerî ıstıraplar, ilmin akıllıca kullanılması sayesinde pek çok azaltılabilirdi; bilhassa
beşer nevini ıslah ümi ve psikofizyoloji bunda mühim bir rol oynıyabilir. îlim, insana
iyilik etmek ve kötülükten kaçınmak imkânını verecek vasıtalar temin edebilir.
Cemiyetin hayat kanunlarına aykırı olan âdetleri ve müesseseleri değiştirmek
hususunda sistematik bir şeJrilde faaliyete geçmesi zaruridir. Gerçi endişeleri,
dertleri, nesli bozan hastalıkları, ihtiyarlığı asla ortadan kaldıramayız, iyi insanlar,
kötüler, caniler ve azizler, hepsi beşeriyetin içinde bulunduğu duruma has
felâketlere maruzdurlar. Fakat bu felâketler dürüst, tembel, mağrur veya kötü huylar
edinmiş insanın kapısını çaldıklarına göre başka başka şekülerde görünürler. Bu
felâketlerin dürüst bir insanın karşısındaki manzaraları o kadar dehşet verici
değüdir. insan olarak vazifesini yapmış yani bütün hayat kanunlarına itaa* etmiş;
bühassa ruhun yükselmesi kanununa göre hareket etmiş olan kimseler, mükâfat
olarak asabî mukavemet ve aklî muvazene sahibi olurlar; hattâ bazılarının içinde bir
ruh sükûneti, hayatın yalnız müstesna kimselere bahşettiği bir huzur vardır. Bunlar
ayni zamanda Tanrının inayetine mazhar olurlar. Felâket asla bu huzuru bozamaz:
bu ruh sükûneti, herşeye rağmen hayatın sessiz emirlerine, sadık kalmış insanlara
kaçınılması imkânsız istirabm şiddet anlarında ve ölüm döşeğinde hoş bir destek
olur.
Faziletin Mânâsı
İlmin ve teknolojinin yarattığı muhitte, yani bu katı makine âleminde bile, fazilet
mefhumu, modern insanların bilmemezliğe gelmelerine rağmen, mekanik ve kimya
mefhumları kadar lüzumludur. Fazilet müşahedenin çok eski bir donesidir. Gerçi
modern sosyetede de fazilete rastlanmaktadır, fakat maddîyatçılığın sancağı altmda
yaşıyan topluluklarda ona pek az yer verilir. Ekonomiyi herşeyin üstünde sayan bir
topluluk faziletli olamaz, zira fazilet esas itibarile hayatın kanunlarına itaat etmektir
ve insan kendisini yalnız ekonomik faaliyete hasrettiği zaman, hayat kanunlarına
tamamen itaat etmiş olmaz. Fazilet bir ütopi olmaktan uzaktır, bilâkis realiteye nüfuz
etmemize imkân verir. Bütün bedenî ve ruhî faaliyet lerimizi vücudumuzun ve
ruhumuzun özüne, yapısına uygun bir şekilde idare eder. Faziletli bir insan gayet iyi
işliyen bir motöre benzer. Modern cemiyetin karışıklıkları ve kudretsizliği fazilet
noksanlığından ileri gelmektedir. Faziletler beşerî faaliyetler kadar çoktur.
Bütün fizyolojik zihnî faaliyetler gibi bütün faziletler de aslîdir. Aralarında tabii bir
süsile, bir derece farkı yoktur. Böyle olduğu halde onları keyfî olarak birtakım
gruplara ayırmışlardır. Eflâtun başlıca dört fazilet tanıyordu: ihtiyat, adalet itidal ve
kuvvet yani andreia. Bu faziletler Aziz Ambroise tarafından alınarak hristiyan
ilahiyatına sokulmuştur. Böylece bu faziletler asıl büyük fazüetler olarak tanındı.
Sonradan Kilise bunlara ilahiyatın tavsiye ettiği üç fazilet daha ekledi: ümit, iman ve
sevgi.
Gariptir ki halk okullarında faziletin tatbiki öğretümemektedir. Halbuki faziletin
gerek sosyal gerek ferdî hayatta muvaffak olmak için esaslı bir şart olduğu açıkça
bellidir. Maddî ve manevî ihtiyaçlarımız değişir. Bazı memleketlerde, bazı şartlar
altında muayyen bir fazilet, muvakkaten diğer bir faziletten daha ehemmiyetli
görünebilir.
Anlaşmazlığın, karşılıklı kinin hüküm sürdüğü yerde en lüzumlu faziletler, nezaket,
sabır, hakaretleri affetme ve kardeşçe sevgidir. Normandiya ve Britanya gibi, içki
düşkünlüğünün gayet sağlam yapılı olan halkın neslini bozduğu yerlerde, manevî
mukavemet denen fazileti Öğretmek lâzımdır. Zira içkiye karşı konulması yalnız
onun sayesinde mümkündür. Buün bütün medenî milletlerin bilhassa en mühim iki
meziyete ahip olmalar! lâzımdır: hikmet ve nevi ıslâh etrne arzusu. Efâtun hikmet ve
adaleti bütün diğer faziletlerin temelleri sayıyordu. Hikmetin vazifesi ruhun ve
bedenin faaliyetlerini ahenkli bir şekilde tanzim etmek, fizyolojik gelişmenin zihnî
gelişme ' aleyhine yahut zihnî gelişmenin fizyolojik gelişme aleyhine olmasına
meydan vermemek ve bilhassa ekonominin beşerî meselelere üstün gelmesine mâni
olmaktır. Batı medeniyetinin inhitatı ancak bu fazilet sayesinde durdurulabilir.
Nevin ıslâhı, eski Perikles devrinde, Yunanlılar tarafından, tabii ve gayri şuurî bir
şekilde tatbik ediliyordu. Bugün ise medenî milletlerin en yüksek meşgalelerinden
biri olmalıdır. Ijyen ve tababet basiretli davranmamış, zayıf, hasta ve nesli bozulmuş
insanların dünyaya getirilmesini âdeta teşvik etmiştir. Bunun içindir ki, nesli
bozulmuş kimselerin; anormallerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Demek ki neslin
islâhı beyaz ırkın kurtulması için zaruridir.
Fazilet, muteassıp insanlar yüzünden pek iyi bir şöhrete sahip olamamıştır. Onu iki
yüzlülük, hoş görmemezlik, sertlik ve iffet taslamakla karıştırıyorlar. Hakikatte ise
fazilet ferdî ve sosyal hayatın korunması bakımından vahşi hayvanlardaki insiyak
kadar mühimdir ve hayatımızın idamesi için şarttır. Zira organizma ancak onun
teşviki sayesinde anatomik ve fizyolojik yapısının icap ettirdiği şekilde faaliyet
gösterir.
Demek ki, fazilet sahibi olmamak deliliktir. Tıpkı bir mo töre benzin yerine su
koymak yahut bir makine yağma kum katmak gibi...
Dinî ahlâkın ve eski stoik ahlâkın yerine zevk ahlâkı geçince, fazilet modern
insanlara zarurî birşey olarak görünmedi. Rumen'in dediği gibi, «insanlar faziletli
olmağa mecbur değildi». Herkes faziletle kusurlar arasında bir tercih yaparken,
safece menfaatini yahut zevkini düşünmeliydi. Bu gün faziletin mecburî olduğunu
biliyoruz; zira fazilet hayatın esas kanunlarına itaat etmekten başka birşey değildir,
insan bu kanunlara, ancak kendisini, milletini veya soyunu bozulmağa yahut ölüme
mahkûm etmek pahasına itaatsizlik edebilir.
Kötü huylar, bilindiği gibi, ferdî hayatın akışına mani olur ve onu çürütür. Diğer
taraftan ailede ve cemiyette bütün fertler arasında bir birlik vardır. Bir kimsenin kötü
huylara kapılarak ahlaken düşmesi, mensup olduğu bütün zümreye zarar verir.
Buna mukabil ferdî hayatın fa,zilet sayesinde daha yüksek bir seviyeye ulaşması
bütün topluluğa faydalıdır. Kötülüğü hoş görmek tehlikeye meydan veren bir
hatâdır. Herkes keyfinin istediği gibi hareket etmekte serbest değildir. İtidalsiz ve
tembel olan, iftira eden yahut herhangi bir başka kötü huyu görülen insan halka
zarar veren bir kimse olarak telâkki edilmelidir.
Faziletli olan insan bulunduğu toplulukta kendisinin sahip olduğu meziyeti, daha
doğrusu kendisinde tezahür eden hayatî kıymeti etrafındakilerle paylaşır. En bozuk
cemiyetlerde bile faziletin kıymetini az çok takdir ederler. Halk kahramanlara ve
şehitlere insiyaki olarak hürmet gösterir.
Bir milletin büyüklüğü varlığının aslî kanunlarına itaat etmesinden ileri gelir.
Modern milletlerin bozulmalarının sebebi, içlerindeki fazilet kaynağını kurutmaları
ve hayata itaat etmek istememeleridir.
Günahın tabii neticeleri
Hulâsa iyilik ve kötülük devirlere ve memleketlere göre değişmez. Hayatın aslî
temayülleri kadar hakikî ve sabittirler. Ne doktrinlerimize, ne de zevklerimize göre
tarif edilirler. Tarifleri bütün insanlar için aynidir. Günah, şuurlu veya şuursuz bir
şekilde kötülük etmek, başka deyişle vücudumuzun ve ruhumuzun yapısının icap
ettirdiği şekilde hareket etmesini bilmemek, yahut bunu bilmekle beraber bu şekilde
harekete razı olmamaktadır.
Verem, kanser yahut delilik nasıl hayalimizin mahsulü değilse, günah ta ayni şeküde
bir evhamdan ibaret değildir. Kötü huy günah işlemek alışkanlığıdır. Zekâ
bakımından yedi yahut sekiz yaşma gelen her fert iyilikle kötülüğün, günahın, kötü
huyun ve faziletin varlığını idrak edebilir.
Günahın hayat kanunlarına isteyerek veya istemeyerek^ karşı gelmek demek
olduğunu anlamak güç değildir. Hayat kanunları ise gazların karışması yahut
cisimlerin sukutu kanunları gibi kat'îdir. însan onlara karşı geldikten çok sonra ve
bazan müphem bir şekilde ceza gördüğü içindir ki, günah işlemenin ne vahim
neticeler doğurduğunu henüz kavramamıştır.
Her gün, umumiyetle düzelmesi imkânsız organik, zihnî ve içtimaî karışıklıklar
meydana getirir. Nedamet, nasıl alkole düşkün olan kimsedeki sklerozu ve
çocuklarmdaki irsî sinir hastalıklarını tedavi etmezse ayni şekilde, kıskançlığın, aşırı
cinsî zevklerin, iftiranın, dedikodunun ve kinin sebep olduğu hastaliklarıda
düzeltemez. îrsî hastalıkları olan kimselerin evlenmesinden doğan anormal çocukları
da felâketten koruyamaz. Günah, ergeç insanın sukutuna ve ölümüne sebep
olur: günahı işliyenin kendisi, ırkı veya milleti çöker veya mahvolur. Bunun içindir
ki, her insan iyiyi kötüden ayırmasını ve imkânlar alanmda mubah olanla yasak
olanı birbirinden ayıran görünmez sınırı bulmasını bilmelidir.
BÖLÜM : V
Davranış kaideleri hayatın üçlü kanunundan çıkar — Bu kaidelerin kendilerine
mahsus vasıfları — insanın kendikendini tâbi tuttuğu disiplin ve hürriyet.
Davranış kaideleri tabii olarak beşerî hayatın esas kanunlarından çıkar. Bu kaidelerin
hedefi bizi hayatımızı koruyacak, ırkımızı idame edecek, içimizde potansiyel bir
halde bulunan zihnî kabiliyetleri geliştirecek şekilde hareket etmeğe zorlamaktır.
Davranış kaideleri, bir nevi «seyrüsefer nizamnamesi», bir yaşama tekniği yahut
hepimizin katıldığı bu tehlikeli yolculukta bir rehberdir. Vücudumuzla ruhumuzun
yapılarının icap ettirdiği şekilde davranmamızı mümkün kılar. Onların sayesindedir
ki, bizzat hayatın yasak ettiği ve izin verdiği şeyleri biliyoruz. Mukadderatın bize
çizdiği yoldan ilerleyebilmek için, akıllıca hareket ederek çukurlara düşmemeğe
çalışmak kâfi değildir. Ayni zamanda müte*madiyen ilerlemek ve herbirimiz için
tespit edilen mesafeyi karanlık basmadan kat'etmek lâzımdır. Hayatı korumakla
iktifa etmemeli, onu idame etmeğe çalışmalı ve ruhî kudretlerimizi geliştirmelidir.
Kalbin asıl faaliyeti ritmik bir şekilde atmak, mide müközünün en esaslı faaliyeti
mide usaresini çıkarmaktır; bunun gibi "insan vücudunun kendisine has aslî faaliyeti
de şuurun gelişmesidir, insanda fizyolojik faaliyetler, ahlâki ve teessürî
faaliyetlerden ayrılamaz. Materyalizmin yahut spiritualizmin ortaya attıkları
davranış kaidelerinin kusuru, bu faaliyetleri birbirinden ayırmak ve şahsiyetin
gelişmesini noksan bırakmaktır. Hayatın üç cepheli kanunundan çıkarılan davranış
kaideleri ise, aksine, vücudun ve ruhun beraberce gelişmesini istihdaf etmektedir;
zira varlığımızda kandan, adaleden, guddelerden ve siniüeri teşkil eden maddeden
başka şuur da vardır.
Hayat kanunları, bilindiği gibi insan müşahedesinin donelerinden çıkarılır, davranış
kaideleri de bu kanunlardan istidlal edilir. Fakat bu ameliye esnasında hatâya
düşmek imkânsızdır; zira herhangi bir davranış kaidesinin doğru olup olmadığı,
vücudumuzun ve ruhumuzun esaslı temayülleri gözden geçirilerek kontrol
edilebilir. Davranışımız asla bu aslî temayüllerle tezat halinde olmamalıdır.
Hayat kanunları doğrudan doğruya fenomenlerin müşahedesinden öğrenilir,
davranış kaideleri de tabii bir şekilde, öz varlığımızın muhtelif hallerine dair
edindiğimiz bilgiden çıkarılır. Demek ki bu kaideler iki taraflı istihraç ve istidlal
ameliyelerine dayanır, bu ameliyeler doğrudan doğruya müşahedelerinin doneleri
üzerinde, başka deyişle ilmî mefhumlar üzerinde yapılır; binaenaleyh sağlamlıkları
söz götürmez. Her insan, arzu ettiği anda, bu kaidelerin doğruluklarını kontrol
edebilir. Bu kaideler felsefî ahlâk kaidelerinden, hattâ dinî ahlâk kaidelerinden de
daha büyük bir hürmet telkin eder. Zira felsefi ahlâk kaideleri bir doktrine tâbidir.
Her doktrin ise münakaşa edilebilir. Dinî ahlâka gelince; o ilâhî ilhama dayanır.
Bugün ise insanların çoğu eski inançlarını kaybetmişlerdir. Buna rağmen davranış
kaidelerinin herkes için ayni olması lâzımdır. Pirenelerin yahut Ren Nehrinin öbür
tarafında doğru sayılan şey bu tarafında da doğru sayılmalıdır.
Varlığımızın aslî temayüllerinden çıkarılan kanunlar yalnız kat'î değil, ayni zamanda
evrenseldir; muhtelif kimselerin görüşlerine, âdet ve an'anelere, memleketlere ve
devirlere göre değişmezler. Temelleri hayatın aslî halleri, vücudumuzun ve
ruhumuzun yapıları olduğu için, daima heryerde tatbik edilebilirler. Yaşı, cinsi, ırkı,
sosyal durumu, serveti ne olursa olsun, her beşerî varlık hayat kanunlarının
emirlerine itaat etmek' mecburiyetindedir. Davranış kaideleri bütün milletlerde,
herkes için aynidir. Ancak bu kaidelere kayıtsız şartsız itaattir ki, ferdî hayata enerji
verebilir ve beşerî toplulukları barışa ulaştırabilir.
Hayatın aslî kanunlarından çıkarılmış olan davranış kaideleri bütün milletlerde
aynidirler ve asla değişmezler. Beşeriyetin sonuna kadar, bütün memleketlerde
daima ayni şekilde kalacaklardır. Ancak hayatımızın özü değiştiği takdirde onlar da
değişebilirler. Her insan iyice öğrenmeğe gayret etmelidir. Zira bu kaideler hiç de
basit değildirler. Kendimizi idare etmeyi, bir uçağı idare etmeği, yahut vahşî
hayvanları terbiye etmeyi öğrenmekten çok daha zordur, zira bizler bir çok zıt
temayüllerle dolu karışık varlıklarız. Başlangıçta vahşî hayvanlardık; bu vahşî
hayvanlar yavaş yavaş birer ruh mabedi oldu. Atalarımız yalnız hayatın korunması
ve ırkın idamesi kanununa itaat ediyorlardı. İptidaî bir halde olan beyin, tekâmül
esnasında o kurşunî cevhere bürününce insiyakın yerini akıl ve duygu aldı. Ruh,
yeni kazandığımız bir şeydir ve atalardan kalma vahşiliği ince bir cila tabakasile
örtmüştür. Gerçi ruhun yükselmesi kanunu hayatın korunması ve idamesi
kanunundan çok daha insana has bir kanundur. Fakat ruh eskiden kalma iştihaların
şiddetinden ancak sert bir disiplin sayesinde korunabilir. Bunun içindir ki, davranış
kaideleri evrensel ve değişmez olmalı, bir ağ gibi hayatımızın bütün cephelerini içine
almalıdır.
İradeye tâbi davranışın prensipleri canlı organizmaların intibak kabiliyetine
benzetilebilir. Bilindiği gibi bu intibak sayesinde fizyolojik faaliyetler otomatik ve
şuursuz bir şekilde ferdin ve ırkın korunmasına en müsait istikamette gelişirler.
Davranış kaideleri intibak kalibiyetlerinin bir devamı gibidir. Bu kaideler sayesinde
yalnız şuurlu ve iradî olarak düşüncelerimize ve' hareketlerimize hayatın korunması
ve idamesi için müsait bir fırsat vermekle kalmıyor, ayni zamanda onlara
ruhumuzun gelişmesini ve saf bir hal almasını temin edecek bir istikamet veriyoruz.
Ruh kandan ve dokulardan ayrılamaz. Ruhu geliştirmeden vücudu geliştirmek,
vücudu geliştirmeden ruhu geliştirmek kadar manasızdır. Hem materyalizmin hem
spiritualizmin iflâs etmesi, bu her iki doktrinin de realiteye uygun olmadığını
göstermektedir.
Davranışlarımızın rasyonel olması için, organik ve ruhî hayatın yapışma uygun
olmaları lâzımdır. Beşerî davranışın kaideleri, bize varlığımızın en esaslı
temayüllerine karşı gelmeyecek şekilde düşünmek ve hareket etmek imkânını veren
bir teknikten başka birşey değildir.
İçimiz, faaliyetleri birbirinden ayıran ve karışmalarına mâni olan bölmelere ayrılmış
değildir. Meselâ: zihni faaliyetleri, temas, faaliyetleri ve çoğalma faaliyeti, beşerî
faaliyetin muhtelif cepheleridir. Bununla beraber davranış kaidelerini başlıca üç
gruba ayıracağız; şahsî hayatta disiplin, insanlar arası münasebetleri idare eden
kaideler ve hayatın idamesinde gözetilecek disiplin. Tabii, bu ayırma tamamen
keyfîdir. Zira ferdî hayatın disiplini yani organlarımızın, kanımızın ve ruhumuzun
derunî hayatı ebeveynimiz ve komşularımızla olan münasebetlerde ve ırkın idamesi
için yapılması icap eden şeylerde gözetilecek disiplinle karışır. Meselâ, yüksek
basamağa ulaşmış her topluluğun yaşama şartları olan namus, doğru sözlülük,
sevmek ve fedakârlık etmek arzusu, ayni zamanda kuvvetli ve muvazeneli fert,
şahsiyetin mümeyyiz vasıflarıdır. Ferde bütün dolgunluğu ile hayatı bir başka
varlığa da teşmil etmek imkânını veren fizyolojik ve ruhî meziyetler için de ayni şey
söylenebilir. Davranış kaideleri bir bütündür; bununla beraber, onları, şahsiyetin
gelişmesi ile sosyal münasebetlerle yahut çocukların dünyaya gelmesi ile alâkalı
olduklarına göre üç muhtelif guruba ayırmak daha kolay incelenmelerine imkân
verir.
Her davranış kaidesinin iki cephesi vardır. Bazı temayüllere karşı gelir, bazılarını
müsait karşılar. Hem mâni olur, hem teşvik eder, hem yasak hem de tavsiye eder. Bir
nehrin akışını durdurup girdaplar meydana getiren cereyanlar gibi, bizi hayatın asıl
istikametinin aksine sürükliyen düşüncelere, arzulara, ve iştihalara karşı koymalıyız,
irademize dayanarak, hayatımıza, başkalarının hayatına, ruhun gelişmesine yahut
nevin idamesine zarar verecek düşünce ve hareketlerden çekinmeliyiz. Tabii,
herşeyden evvel bedenin ve zihnin gelişmesine zarar vermemek lâzımdır; fakat kötü
memayüllere mani olmak, fonksiyonlardaki aksaklıkları düzeltmek, organlardaki
ve zihindeki bozuklukları izale etmek kâfi değildir. Bundan başka, hayatın
kemmiyetini, keyfiyetini ve kesafetini arttırmak lâzımdır, zira insan tasarruf ederek
değil, çalışarak ve kazandığı paratyı işleterek zengin olur. Komşusundan nefret
etmemek iyidir amma ona sevgi göstermek çok daha iyi bir harekettir. Kuvvetten
düşmemenin en iyi çaresi kuvveti arttırmaktır. Hayatın üçlü kanununa tam mânâsile
itaat etmek, asla ona karşı gelmemek ve vücudumuzla ruhumuzda potansiyel bir
halde bulunan ırsî kabiliyetleri azamî derecede geliştirmek demektir. Bundan başka
kabiliyetlerimizi itinayla geliştirerek, ahfadımıza çok daha fazla inkişaf edebilecek
potansiyel kabiliyetler bırakacak şekilde hareket etmeliyiz.
Velhasıl, davranış kaideleri bize yalnız yapmamamız icap eden hareketleri değil,
ayni zamanda ve bilhassa yapmamız icap eden hareketleri göstermelidirler.
Modern insan, tıpkı ormanda kaybolmuş bir çocuk gibi, kendi yarattığı âlemde
maksatsız, oradan oraya dolaşmaktadır. Keyfinin istediği istikameti takip etmektedir.
Bütün tabiat kanunlarına itaat edip etmemekte serbesttir. Fakat itaatsizlik ettiği
zaman, kendisi yahut ahfadı, cisimler arasında câri olan esas kanunlara karşı yapılır
her tecavüzün otomatik olarak harekete getirdiği aman dinlemez mekanizmalar
tarafından yok edilmek tehlikesi karşısında kalır. Yürüdüğümüz yolda yasak bölgleri
gösteren işaret levhaları yoktur. Her insan, farkında olmadan, hayatın öz yapısı
tarafından fizloyolojik ve ruhî faaliyetlerimizle, düşüncelerimiz ve hareketlerimiz
için tespit edilmiş olan hududun dışına çıkabilir. Kendimizi bu tehlikeden korumak
için gayet sert bir disipline tâbi olmamız lâzımdır. Hendeklerden, hareket eden kum
tepeciklerinden ve uçurumlardan korunmak için başka bir çare yoktur. Bir
«seyrüsefer nizamnamesine», bir yaşama tekniğine, hayat denilen bu tehlikeli yolda
bir kılavuza ihtiyacımız vardır.
Hayatın korunmasını sağlıyan kaideler — Kendi hayatımızı ve başkalarının hayatını
malıvetmemeliyiz.
Hayatm korunması prensibinin bizden istediği nedir?
Herşeyden evvel hayata hürmet etmemiz lâzımdır, insanın başka insanları yahut
kendisini yok etmesi kafiyen menedilmiştir. Daha Evamiri Aşere'de
«Öldürmiyeceksin» deniliyordu. Öldürmenin birçok çeşitleri vardır. Medeniyet bize,
vahşi atalarımızın ve bugün şehirlerimizi dolduran gangsterlerin kullandıkları
cinayet usullerinden çok daha ince bir cinayet tekniği temin etmiştir. Yaşamak için
zarurî olan gıda maddelerinin fiatmı arttıran fırsat düşkünü, mütevazi kimselerin
biriktirdikleri parayı ellerinden alan maliyeci, işçilerini zehirli maddelerin tesirlerine
karşı korumayan fabrikatör, çocuğunu aldıran kadın ve kürtaj yapan doktor birer
canidir. İçki istihlâkini arttırmak için politikacılarla anlaşan likör fabrikatörü ile bağ
sahibi, morfin, kokain yahut esrar satan.kimse, arkadaşını içkiye alıştıran adam,
işçilerini ruha ve vücude son derece zararlı şartlar altında çalışmağa bu şartlar
altında yaşamağa zorlayan patron da bu kategoriye girerler.
Yalnız hayatı mahvetmek değil, ayni zamanda onun akışını sekteye uğratmak,
ıstıraplı bir hale getirmek ve seviyesini düşürmek te yasaktır. Hodbinlikleri,
cehaletleri yahut tembellikleri yüzünden çocuklarının manevî ve fizyolojik
terbiyesini ihmal eden ana babalar, eşlerini sık sık hâmile bırakarak yıpratan kocalar,
huysuzlukları, pislikleri yahut intizamsızlıkları yüzünden günlük hayatı kocalarına
zehir eden kadınlar,, gençlere kupkuru ve ağır ders programları yükleyen
pedagoglar, nankörlükleri ve merhametsizlikleri ile anne ve babalarma işkence eden
çocuklar, her gün bu kaideye karşı gelirler. Bütün bu hareketler nüve halinde olan
cinayetlerden başka birşey değildirler, insanların hayatına kastetmenin daha birçok
çeşitleri vardır. Durmadan alay etmek, dedikodu yapmak, sinsice iftira etmek gibi
hareketlerle, kin, ihanet ve hakaret, bunlara hedef olan kimseleri derinden yaralar,"
huzurunu bozar ve çok defa nazarlarında hayatın kıymetini düşürür.
Modern cemiyet bu hareketlerin ne kadar ağır olduğunu idrak etmemektedir.
Halbuki bunlar bir kardeşi arkadan vurmak kadar nefret edilecek şeylerdir.
Hayatm korunması prensibi intihara olduğu kadar cinayete de muarızdır. Yalnız bir
insanın kaba bir hareketi kendi kendini yoketmesini değil, yaşama kudretimizi
azaltan, sinir sistemimizin yahut ruhumuzun muvazenesini bozan, hastalıklara
sebep olan, hayatımızı kısaltan ve seviyesini düşüren hareketleri de şiddetle takbih
eder. Meselâ, gurur ve hiddet zararlıdır. Çünkü ruhî muvazenemizle sinir
sistemimizin muvazenesini bozar ve muhakemeyi yanlış yola sevkeder. Hodbinlik,
hasislik, çekememezlik gibi hisler şahsiyeti daraltır, ahlâk duygusunu körletir, zekâyı
zayıflatır. Tembellik içimizde bulunan ırsî kabiliyetlerin gelişmesine mâni olur.
Cehalete, karışıklığa ve sefalete sebep olur. Tembellik, itidalsizlik modern insanın en
büyük düşmanlarıdır. Itidalsizlik, tembellik gibi .intiharın bir başka şeklidir. Büyük
milletlerin düşmesinin bir sebebi de bu kötü huylardır. Bu milletler harpten evvelki
senelerde dünyanın en çok alkollü içki kullanan milletleriydi. Doğrusunu söylemek
lâzım gelirse, alkol düşkünlüğü, tütün tiryakiliği, cinsî ifratlar, beyaz zehir kullanma
itiyadı düşüncenin yanlış yola sevkedilmesi ve ahlâk düşkünlüğü hayatı koruma
kanununa aykırı ve son derece tehlikeli şeylerdir.
Bu kötü huylar ferdi kuvvetten düşürür ve üzerinde hususî bir damga bırakır.
Mağlûp olan milletin gençleri, kaba tavırlı, pasaklı, ağzının kenarında daima bir
sigara bulunan, sakalları uzamış, sırtı kamburlaşmş ve daima elleri cepte dolaşan
kimselerdi. O zamanlar bu kansız, kaba ve hoyrat gençler Fransanm iftihar ettiği
şeyleri gayet iyi temsil ediyorlardı. Bu gençlik içindeki asalet ve kuvvetini
kaybetmişti. Akıbetinden kaçmamazdı, zira affına imkân olmayan hatayı işlemişti.
Tabiat, kendilerini oluruna bırakan kimseleri yok eder. intihar bazen gayet ince ve
hoş bir şekil alır. Meselâ: gıda bolluğu, hoş bir hayat, malî bakımdan tam bir emniyet
içinde bulunma ve her türlü mes'uliyetten kurtulma gibi.
Harpten evvelki senelerde içinde bulunduğumuz konforun ne kadar tehlikeli bir şey
olduğunu kimse anlamıyordu. Çocuklardan başlıyarak ihtiyarlara kadar herkesin
aşırı gıda almasının da bir tehlike teşkil ettiğini kimse görmüyordu. Bugün devlet
dairelerinden birinde emin ve mes'uliyetsiz bir mevki işgal etmek, insanların çoğuna
gayet dürüst bir hareket olarak görünmektedir. Halbuki böyle bir yaşama tarzı fert
için de, millet için de morfin tiryakiliği kadar tehlikeli bir şeydir. Görünüşte takbih
edilmesi pek zarurî olmayan bazı alışkanlıklar daha vardır ki, hayatî kudreti azaltır.
Meselâ: kendi kendine acıma, kıskançlık, herşeyi tenkid etme itiyadı, eser yaratmağa
mâni olan bedbinlik gibi. Bu menfi ruh halleri tehlikelidir zira büyük sempatik
sistemi ile andokrin guddelerine tesir ederler. Böylece birtakım fonksiyonel, hattâ
organik teşevvüşlere sebep olabilirler.
Orta çağda, kilise, kederi ve acedia'yı yani lâkaydiyi bir günah sayıyordu. Hayatı
koruma prensibi nasıl intiharı yasak ediyorsa, ayni şekilde sinir sistemimizle
organlarımızın yaylarını gevşeten düşünceleri ve ruhî halleri menetmektedir.
Hayatın korunmasını sağlıyan kaideler — Kendi hayatî kudretimizi ve! başkalarının
hayatî kudretini arttırmak için neler yapmalı?
Hayatı korumak için onu yok etmekten çekinmek kâfi değildir. Ayni zamanda hayatı
daha geniş, daha derin, daha pervasız, daha sevinçli bir hale getirmek lâzımdır. Yani
bedenî ve ruhî faaliyetimizin kemmiyetini, keyfiyetini arttırmalıdır. İnsan ancak
kuvvet sayesinde yükselebilir. Tabiatın nazarında en büyük meziyet kuvvettir; zaaf
da en kötü kusurdur. Zayıf mahvolmağa mahkûmdur; zira hayat yalnız kuvvetlileri
sever. Bizim muhtaç olduğumuz kuvvet ne atletin sahip olduğu adalî kuvvete, ne
nefsine hâkim insanın sahip olduğu manevî kuvvete, ne de filozofun yahut
entellektüel insanın sahip olduğu zihnî kudrete benzer. Bu kudret hem adalî, organik
ve ruhî mukavemet, hem muvazene, hem de kolaylıkla intibak kabiliyetidir. Ayni
zamanda'yorgunluğa, fena havaya, açlığa, uykusuzluğa, keder ve endişelere
tahammülü mümkün kılan da odur. Nihayet ümit etme ve faaliyet gösterme arzusu,
mağlûbiyeti imkânsız kılan vücut ve ruh sağlamlığı ile bütün varlığımızı kaplayan
sevinç de bu muhtaç olduğumuz kudrete dahil olan şeylerdir.
Acaba bu kudret nasıl elde edilebilir? Bunun yegâne çaresi azim, sabır ve ısrarla her
gün gayret göstermektir. Bu gayret iki taraflıdır; kalbin, damarların, andokrin
guddelerinin ve bütün anotomik sistemlerin şuursuz gayr etile iradenin, zekânın ve
adelelerin şuurlu gayreti! Her gün tekrar edilen tecrübeler sayesinde hayatımızı
intizama sokmayı, kendimize tespit ettiğimiz disipline boyun eğmeği ve kendi
nefsimize hâkim olmayı yavaş yavaş öğrenmeliyiz, insan küçük, fakat sık sık yapılan
gayretler sayesinde heyecanları, asap bozukluğunu, çekingenliği, kibri, tembelliği,
iştihaları, yorgunluğu ve ıstırabı yenmesini öğrenmelidir. Bunları öğrenmek her
medenî insan için zarurîdir. Modern pedagojinin en büyük hatâsı bunu ihmal etmiş
olmasıdır, insan ancak iradesini bu şekilde terbiye ettiği takdirde içindeki yaşama
kudretini arttırabilir.
Takip edilecek kaideler sayı bakımından çok fakat basittir. Bunlar, günlük hayatımızı
vücudumuzun ve ruhumuzun yapısının icap ettirdiği şekilde tanzim etmeği sağlıyan
kaidelerdir. Meselâ: yorgunluğa, sıcağa, soğuğa tahammül etmek; yağmur, kar ve kış
rüzgârı altında yürüyüş yapmak, koşmak hattâ dağlara tırmanmak, yazıhanenin,
apartımanlarln, otomobillerin sun'î atmosferinden mümkün olduğu kadar uzak
durarak intibak sistemlerinin otomatik mekanizmasını faaliyete geçirecek ve
organlarımızı kuvvetlendirecek şekilde hareket etmek, gıdalarımızın cinsini ve
miktarını modern gıdalanma prensiplerine göre tespit etmek, sessiz bir yerde ne çok
fazla ne de kâfi gelmiyecek kadar az uyumak, bedenen ve zihnen yapmağa muktedir
olduğumuz işte ihtisas kazanmak ve onun mümkün olduğu kadar iyi yapmak, ayrıca
bir yorgunluğa yahut vaktin boş yere sarfına sebep olmıyacak şekilde eğlenmek ve
istirahat etmek, resmî sporların gösterişli şekillerinden çekinmek, bununla beraber
organlarımızı, iskeletimizi ve adelelerimizi geliştirmek için Hebert'in tavsiye ettiği
hareketleri yapmak, her gün mesleğimizle alâkalı olan işlerden başka entellektüel,
estetik, ahlâkî yahut dinî kıymeti olan bir işle meşgul olmak.
Yaşayışlarını böyle bir intizama sokmak cesaretini gösterenler büyük bir mükâfat
göreceklerdir. Hayat onlara kendini tıpkı eski Yunanlılara olduğu gibi bütün
dolgunluğu, bütün kudreti ve bütün güzelliği ile verecektir.
Selâmetimiz bu kaidelerdedir. Hayvan ve insan târihi bize zayıfların hiçbir hakka,
hattâ atalarının yaşadıkları topraklar üzerinde yaşamak hakkına bile sahip
olmadıklarını gösteriyor. Normandiya, Britanya, Anton gibi Fransanın en güzel, en
zengin ve en çok gıpta uyandıran bölgelerinde yaşıyan insanlar kendilerindeki ve
çocuklarmdaki hayat kudretinin azalmasına müsaade etmişlerdir. Şimdi kısa bir
zamanda yeni bir enerji kazanmaları lâzımdır, bunu yapmazlarsa tarih bir kere daha
tekerrür edecektir. Ve bu insanların yerini ergeç biolojik bakımdan daha kuvvetli
ırklar alacaktır. Bahusus ki, modern teknik, büyük halk kitlesinin, topraklarının
fakirliği ve iklimi yüzünden nüfussuz kalan bölgelere nakledilmesini mümkün
kılmaktadır.
Tabiat alkol düşkünlerine, tembellere, budalalara hiç acımaz. Buna mukabil içki
kullanmıyan, uyanık, zeki ve atılgan kimselere güleryüz gösterir; bilhassa cür'et
gösteren, mutlaka muvaffak olmak istiyen ve muvaffak olmak için lâzım gelirse
güçlüklerle dolu tehlikeli bir hayatı dahi göze alanları mükâfatlandırır. Tehlikeyi
göze almıyan hayatını kaybeder.

IV
Irkın idamesi için tatbik edilecek kaideler — İlkah ve çocuğun gelişmesi — Nevi ıslâh
etmelidir.
Irkın idamesi için tatbik edilecek kaideler ilkah ve gelişme olayları kadar muğlâktır.
Bu kaideler beşer nevinin çoğalmasına has vasıflarla, gençlerin gelişme esnasındaki
ihtiyaçlarına dayanmaktadır. Onları başlıca üç kısma ayırabiliriz. Birinci grupta
olanlar ilkahla, ikinci grupta olanlar çocuğun doğması ve gelişmesi ile, üçüncü
grupta bulunanlar da ailenin maddî ve manevî hayatı için zarurî olan muhitle alâkalı
kaidelerdir.
Nevin idamesi denilen ağır vazifenin en büyük kısmı kadının omuzlarına yüklenir.
Bununla beraber kadın, bu işi yapmadığı takdirde tabiatın kendisine verdiği vazifeyi
ihmal etmiş olur, kendisine verilen bu vazife belki bir milyon senedenberi kadının
cinsî arzularına, guddelerine, sinir sistemine ve ruhuna hâkkedilmiştir. Kadın için
anne olmayı kabul etmemek kadar ağır bir suç yoktur. Modern sosyetenin en büyük
hatası, genç kızlara erkek çocuklarmki gibi bir zihnî, ahlâkî ve bedenî terbiye vererek
onları kendilerine has fonksiyondan uzaklaştırması ve bu suretle kendilerine tabiat
tarafından verilmiş olan role aykırı bir takım alışkanlıklar edinmelerine sebep
olmasıdır. '
Para getiren, yahut şöhret temin eden bir mesleğe girmek, artist, doktor, avukat,
memur, pilot, öğretmen yahut âlim olmak, ilkaha karşı tedbir almayı mümkün kılan
teknik sayesinde, nevin idamesi kanununa karşı gelmek için bir sebep değildir. Bir
kadın zihnî ve bedenî bakımdan ne kadar çok istidat sahibi ise, o kadar çok çocuk
sahibi olması gerekir. Bundan başka bir kadın ancak analık sayesinde bedenî ve
zihnî bakımdan tam manasile gelişmiş olur. Kadın ancak bu son rolde üstün gelir;
tababette, pedagojide, ilimde, felsefede, pilotlukta ve ticarette hemen hemen daima
erkekten aşağı kalır.
Umumî efkarın, çocukları az olan yahut hiç olmayan çiftleri hoş görmemesi lâzımdır.
Bilhassa kadınlar, kendileri, cemiyetteki hakiki rollerinin ne olduğunu idrak
etmelidirler. Meselâ, biliyoruz ki Italyada ne bekârlardan ve çocuksuz ailelerden
alman vergi, ne çok çocuklu ailelere temin edilen iktisadî ve rnalî üstünlükler, ne
amelelerle çocukların himaye altına alınması, ne de çocuk düşürenlere ve doğum
aleyhinde propaganda yapanlara tatbik edilen şiddetli cezalar nüfus azalmasının
önüne geçebilmektedir. Modern milletler ancak kadın zekâsının ve şuurunun
uyanması sayesinde nüfus azalmasından kurtulabilir. Demokrasilerin istikbali genç
kızların elindedir.
Acaba nevin idamesi kanunu her kadına kaç çocuk sahibi olmasını tavsiye eder? Bir
defa her kadının kendisinden sonra yerini alacak bir kızı olmalıdır. Kadınlardan
bazılarının kısır, bazılarının da irsî bir takım kusurları olduğu nazarı itibara alınırsa,
normal çiftlerin dört beş çocuk sahibi olmaları gerektiği anlaşılır. Devlet bu gibi
çiftlere geniş malî yardımlarda bulunmalıdır, başkalarına değil. Ailelere yardım
fikrini yanlış anlıyarak veremlilerin, alkol düşkünlerinin, budalaların, soysuzların
sayısını arttırmamalıdır. Bunlar cemiyet için gittikçe daha ağır bir yük teşkil
edeceklerdir.
Nüfus azalması bütün medeniyetlere musallat olmuş bir soysuzlaşma hastalığıdır.
Bu hastalık, eski Yunanın ve Roma imparatorluğunun çökmesine sebep olmuştur.
Şimdi de modern milletleri kemirmektedir. Meselâ, doğum ve ölüm nispeti
değişmediği takdirde, bundan doksan sene sonra Ingilterenin nüfusu yarıyarıya
inmiş olacaktır.
Maamafih, bu hastalığın tedavisi imkânsız değildir. Zira bunu doğuran sebepler
ekonomik ve sosyal şartlar, ilkahı önleyici tedbirler ve çocuk düşürmedir.
Binaenaleyh tedavisi devletin ve bilhassa kadınların iradesine bağlıdır.
Medeniyetimizin selâmeti yalnız kâfi sayıda değil, ayni zamanda her bakımdan
sağlam çocukların dünyaya getirilmesini icap ettiriyor. Binaenaleyh her insan hayat
arkadaşmı, birleşme mahsûllerinin ırkın ırsî meziyetlerini taşımalarını mümkün
kılacak bir şekilde seçmelidir. Vahşî hayvanların çiftleşmesi cinsî iştihanm tesiri
altında vukubulur ve ilkah kabiliyeti tehlikeye düşmez, zira tabii istifa neticesinde
aralarında ne hasta ne de kusurlu mahlûklar kalır. Ehlî hayvanlarla insanlarda ise
böyle değildir. Her ikisi içlerinde gizli yahut belli ırsî kusurlar taşırlar.
Evlenme için yalnız karşılıklı cinsî temayül hattâ yalnız aşk bile kâfi bir sebep
değildir. Cinsî temayülden yahut aşktan başka temiz bir soy aranmalıdır. Modern
milletlerde bu gibi istifa zarurîdir. Kusurların, hastaların himaye edilmesi, ijyenin
tekâmülü, sanatoryumların, hastanelerin açılması, oturulan evlerin, elbiselerin
rahatlığı, gıda bolluğu, hayatın kolaylığı birçok kusurlu insanların meydana
gelmesine sebep olmuştur ki, bunların mevcudiyeti nevin istikbali için arzu edilir
birşey değildir. Halkın merhametine ve doktorların gayretine aklıselim ışığını da
ilâve etmelidir.
Hayatın idamesi kanunu hakikatte bazılarına çocuk sahibi olmayı, bazılarına da hiç
çocuk doğurmamayı emreder. Irsî kusurları olan fertler, kardeş çocukları ve
akrabalar arasında evlenmeler, nikâh düşmiyenlerle cinsî münasebette bulunmak
gibi ağır bir suç teşkil eder. Bu suç, her türlü ırsî kusurlardan âri beşerî topluluklarda
bir meziyet olabilirdi. Zina hem çocukların rahatı ve huzuru için elzem olan sosyal
topluluğu dağıttığı, hem de iyi bir soya hariçten yabancı bir kanın katılması
tehlikesini tevlit ettiği için takbih edilmelidir. Devletin her çocuğun şeceresini tespit
ettirmesi ve ailelere ayni zamanda yardımda bulunduğu zaman bu şecereyi göz
önünde bulundurması gayet yerinde bir tedbir olur. Ayni zamanda gençlere irsiyet
kanunları hakkında kâfi derecede bilgi vermelidir. Herkes ailesinde deliler, zihnen
geri kalmış kimseler, veremliler ve alkol düşkünleri bulunan bir insanla evlenmenin
nevin idamesi kanununa tecavüz olduğunu ve bu tecavüzde bulunanlarin bir seri
felâketlerle dertlere garkedileceğini bilmelidir.
Fakat sağlam çocukların meydana gelmesi için soyun mükemmel olması kâfi
değildir. Bunlan başka müstakbel anne ve babanın frengili, alkol düşkünü yahut
morfin veya kokain tiryakisi olmamaları lâzımdır. İlkah esnasında eşlerden birinin
içkili olması bir cinayettir. Zira bu şartlar altında vukubulan ilkahın mahsulü olan
çocuklar ekseriya tedavisi imkânsız ırsî sinir yahut zihin bozukluklarına duçar
olurlar. Umumiyetle nevin ıslahı prensibini tanımıyan anne ve babalar işledikleri
suçun cezasını çocukları vasıtasile çekerler.
Medeniyetimizin selâmeti yalnız kâfi sayıda değil, ayni zamanda her bakımdan
sağlam çocukların dünyaya getirilmesini icap ettiriyor. Binaenaleyh her insan hayat
arkadaşını, birleşme mahsûllerinin ırkın ırsî meziyetlerini taşımalarını mümkün
kılacak bir şekilde seçmelidir. Vahşî hayvanların çiftleşmesi cinsî iştihanm tesiri
altında vukubulur ve ilkah kabiliyeti tehlikeye düşmez, zira tabii istifa neticesinde
aralarında ne hasta ne de kusurlu mahlûklar kalır. Ehlî hayvanlarla insanlarda ise
böyle değildir. Her ikisi içlerinde gizli yahut belli ırsî kusurlar taşırlar.
Evlenme için yalnız karşılıklı cinsî temayül hattâ yalnız aşk bile kâfi bir sebep
değildir. Cinsî temayülden yahut aşktan başka temiz bir soy aranmalıdır. Modern
milletlerde bu gibi istifa zarurîdir. Kusurların, hastaların himaye edilmesi, ijyenin
tekâmülü, sanatoryomların, hastanelerin açılması, oturulan evlerin, elbiselerin
rahatlığı, gıda bolluğu, hayatın kolaylığı birçok kusurlu insanların meydana
gelmesine sebep olmuştur ki, bunların mevcudiyeti nevin istikbali için arzu edilir
birşey değildir. Halkın merhametine ve doktorların gayretine aklıselim ışığını da
ilâve etmelidir.
Hayatın idamesi kanunu hakikatte bazılarına çocuk sahibi olmayı, bazılarına da hiç
çocuk doğurmamayı emreder. Irsî kusurları olan fertler, kardeş çocukları ve
akrabalar arasında evlenmeler, nikâh düşmiyenlerle cinsî münasebette bulunmak
gibi ağır bir suç teşkil eder. Bu suç, her türlü ırsî kusurlardan âri beşerî topluluklarda
bir meziyet olabilirdi. Zina hem çocukların rahatı ve huzuru için elzem olan sosyal
topluluğu dağıttığı, hem de iyi bir soya hariçten yabancı bir kanın katılması
tehlikesini tevlit ettiği için takbih edilmelidir. Devletin her çocuğun şeceresini
tespit ettirmesi ve ailelere ayni zamanda yardımda bulunduğu zaman bu şecereyi
göz önünde bulundurması gayet yerinde bir tedbir olur. Ayni zamanda gençlere
irsiyet kanunları hakkında kâfi derecede bilgi vermelidir. Herkes ailesinde deliler,
zihnen geri kalmış kimseler, veremliler ve alkol düşkünleri bulunan bir insanla
evlenmenin nevin idamesi kanununa tecavüz olduğunu ve bu tecavüzde bulunanla
rin bir seri felâketlerle dertlere garkedileceğini bilmelidir.
Fakat sağlam çocukların meydana gelmesi için soyun mükemmel olması kâfi
değildir. Bunlan başka müstakbel anne ve babanın frengili, alkol düşkünü yahut
morfin veya kokain tiryakisi olmamaları lâzımdır. İlkah esnasında eşlerden birinin
içkili olması bir cinayettir. Zira bu şartlar altında vukubulan ilkahın mahsulü olan
çocuklar ekseriya tedavisi imkânsız ırsî sinir yahut zihin bozukluklarına duçar
olurlar. Umumiyetle nevin ıslahı prensibini tanımıyan anne ve babalar işledikleri
sucun cezasını çocukları vasıtasile çekerler.
Nevin idamesi için kaideler — Çocuğun doğması ve yetişmesi — Aiile.
Aile ile ilgili davranış kaidelerinin gayesi her çocukta potansiyel bir halde bulunan
ırsî kabiliyetlerin azamî derecede inkişaf ettirilmesidir. Bu kaideler doğrudan
doğruya anne ile yavrularının organik ve fonksiyonel durumlardan çıkarılır.
Kadın dişi şempanze gibi, hamilelik ve doğum esnasında nasıl davranacağını,
çocuğuna nasıl süt vereceğini ve çocuk gelişirken onu ne şekilde idare edeceğini
doğuştan bir sezişle bilemez. Binaenaleyh birinci vazifesi analığı öğrenmektir.
Modern cemiyet garip bir ihmalin neticesi olarak genç kızların tahsilinin en mühim
kısmı olan bu noktayı ihmal eder. Otomobil yapmak, yahut hayvan yetiştirmek için
bir takım ilmî kaideler mevcuttur. Ayni şekilde ilkahla çocukların yetiştirilmesi için
de kaideler vardır; bunlar, bu maksatla kurulmuş hususî okullarda bütün kadın ve
kızlara öğretilmelidir. Böylece genç anneler hamilelik esnasında nasıl hareket
edeceklerini, ne gibi gıdalar alacaklarını, ne nispette çalışabileceklerini,
emzirmeye nasıl hazırlanacaklarını, çocuklarına ne gibi gıdalar verebileceklerini ve
onları nasıl yetiştireceklerini öğreneceklerdir. Bundan başka müstakbel annelere,
hamilelik ve emzirme zamanında, fazla miktarda tütünün, kahvenin yahut kendi
ellerile yaptıkları alkollü içkilerin ve morfinin, çocukları için ne kadar tehlikeli
şeyler oldukları da söylenmelidir.
Böylece kadınlar, doğum zamanı yaklaşırken tamamen bilgisiz olmıyacaklardır. Bir
bebeği tutmanın, temizlemenin ve lâzım geldiği şekilde beslemenin pratik usullerini
öğrenmiş olacaklardır. Gayet zararlı olan sun'î emzirme usulünü kabul ettirmek
istiyen doktorlarla hastabakıcılara karşı koyabiler çeklerdir. Onlara anne sütü ile
beslenen çocuklar arasında ölüm nispetinin nispeten az olduğu, bu çocukların
diğerlerine nispetle daha sıhhatli, daha sağlam ve daha kuvvetli olduklarını
söyliyebileceklerdir. Bundan başka, çocuk besleme, bir yaşına basmamış çocuğun
fizyolojisi, muhitin fizikî ve zihnî faktörlerinin çocuğun gelişmesi üzerindeki tesirleri
hakkında da kâfi bilgi edinecek, böylece çocuklarının ilk senelerdeki gelişmesini
müspet bir şekilde idare ve daha sonraki senelerde tahsillerine daha kolay yardım
edebileceklerdir.
Aileye kendine has strüktürünü veren şey hamileliğin, doğumun ve çocuğun
gelişmesinin yarattığı fizyolojik ve* psikolojik hususiyetlerdir. Aile denilen ilk sosyal
topluluğun fertlerine muayyen ve değişmez davranış kaidelerini kabul ettiren
onlardır. Anne, baba ve çocuklar bir nevi organizmadır; yani birbirlerinden farklı
olmakla beraber, birbirlerini tamamlıyan varlıkların elbirliği etmesidir. Nasıl ki,
vücudumuzun organları da birbirleri için çalışmaktadırlar. Fakat aüenin fertleri
ancak iradelerinin gayreti ile tabii hodbinliklerini, » gururlarını, kabalıklarını,
itidalsizliklerini ve âsâb bozukluklarını yendikleri takdirde ahenkli bir bütün teşkil
ederler. Dişi hayvanların (meselâ, dişi köpek yahut inek gibi) aksine, kadın
hamileliğinin son ayları ile doğum ve emzirme esnasında yaşamak içirt eşinin
yardımına muhtaçtır.
Kadının doğurma çağı, yani hâmüeliklerin birbirini ta kip etmesinde mahzur
olmayan çağ otuz ilâ kırk yaş arasındaki çağdır. Bundan başka, çocuk ilk senesinde
son derece naziktir. Sonraki yaşlarda da daimi bir ihtimama, dikkatli bir himayeye,
neş'eye ve sükûna muhtaçtır. Psikolojik şoklar ona son derece zararlıdır. Çocuk
yavaş yavaş gelişir ve bu gelişme devresi en az on sekiz sene sürer. Böylece ırkı
idame vazifesi hayatının büyük kısmını işgal eder. Evlilik müessesesinin devamlı
olmasının en mühim sebebi gençlerin bu kadar yavaş inkişaf etmesidir. Evliliği
muvakkat bir birleşme, taraflardan birinin arzu ettiği anda feshedebileceği bir
ortaklık mukavelesi olarak telâkki etmek, çocuğun gelişmesini ve analık
fonksiyonunu bilmemekten ileri gelen bir hatadır. Kavgaları, îtidalsizlikleri, zinaları,
boşanmaları ve yeniden evlenmeleri ile çocukların hayatını altüst eden ana babalar,
hayatın idamesi kanununa karşı son derece ağır bir suç işlemektedirler. Aile denilen
organizma kendine has vasıfları olan kollektif bir varlıktır. Onu, yapışma ve
fonksiyonuna uyan meşru bir nizamnameye tâbi tutmalıdır. Fransız ihtilâlinin en
garip hatâlarından biri, 20 eylül 1792 kanunu ile evlenmeyi, herhangi bir diğer
mukavele gibi feshedilir bir hale getirmiş olmasıdır.
Çocuklar.azamî derecede gelişebilmek için istikrarlı ve intizamlı bir aile hayatına
muhtaçtırlar. Bu istikrar ve intizam ise ancak bazı kaidelere uymakla elde edilebilir.
Herşeyden evvel hayat arkadaşını dikkatle seçmek, sonra evlilik hayatını imkânsız
bir hale getiren egoizmden kurtulmak, nihayet çocukların doğması ve yetişmesi
için müsait maddî şartlar hazırlamak lâzımdır. Modern cemiyette, kadının hariçte
çalışması, mesken darlığı, yahut teminat altına almmıyan iş ve anababalarm cehaleti,
bu şartların meydana gelmesini güçleştirmektedir. Bunun içindir ki, Devlet, sağlam
çocuklar dünyaya getirebilecek çiftlere cömertçe yardım etmelidir. Bundan başka
müstakbel anne ve baba ne kadar cahil olduklarını anlamalı ve gayet güç
olan terbiyeyi öğrenmelidirler. Zira ailenin gözden düşmesinin bir sebebi de
terbiye usullerine riayet edilmemesidir.
Çocukların yaşaması, fizikî ve zihnî gelişmesi hem ailelerine, hem de ailenin içinde
bulunduğu muhite bağlıdır. Bu muhiti yaratmak cemiyetin en esaslı vazifesidir.
Cemiyetin muvaffak olması için ise fertlerin birleşerek beraberce çalışmaları
lâzımdır. Herkes, davranışlarını bu birleşmenin ve işbirliğinin meydana gelmesini
mümkün kılacak şekilde nizamlamalıdır.
VI
Hayatın idamesi için elzem olan kaideler — İçtimaî muhit meselesi.
Modern çocuklar aile için hakikaten taşınması çok ağır bir yük teşkil etmektedirler.
Merhametsizlikleri, kabalıkları, anne ve babalarına karşı nankörlükleri hakikatte
anne ve babalarının egoizmlerinin, cehaletlerinin ve zaaflarının neticesidir.
Binaenaleyh nevin idamesi kanunu, evlenmek niyetinde olan gençlerden entellektüel
ve ahlâkî bakımdan hakiki bir inkılâp beklemektedir. Bu inkılâp, çok gayret ister ve
gayet güçtür, bununla beraber, bizzat gençlerin hayatı ve medeniyetimizin devamı
için elzemdir.
Herkes bilir ki, tembellik, ayyaşlık, hiddet ve egoizm her nevi birleşmenin devam
etmesine mâni olur. Bunları olduğu gibi, kabalığı, iftirayı ve namusu lekeliyen
hareketleri de cezalandırmak lâzımdır.
Fransada cemiyete zararlı kötü huylar müphem bir şekilde her tarafa yayılmıştır;
bunlar fertler arasına \>ir duvar çekiyor, cemiyet hayatının devamını imkânsız bir
hale getiriyor. Haset ve kibir, generaller, politikacılar, profesörler ve âlimler arasında
olduğu kadar köylüler, işçiler ve zenaat sahipleri arasında da büyük ayrılıklara sebep
olmuştur. Müesseselerimizin verimsiz olmasının sebebi kıskançlıktır, zira bu his, en
kabiliyetli insanların hamlelerinin, orta seviyede insanlar lehine durdurulmasına
sebep olmuştur. Kıskançlık yüzünden bütün sahalarda günün birinde şef olabilecek
ve milletlerini organize edebilecek insanlar bir bahane ile faaliyetten
alıkonulmuşlardır. Ayni köyde, ayni şehirde, ayni eyalette ve ayni memlekette
oturan insanlar arasında bir birlik vardır. Bununla beraber birlik, beraberlik, artık bir
davranış kaidesi olarak iflâs etmiştir. İnsanların çoğunun komşularına karşı
duydukları kin, kendilerine karşı duydukları sevgiden de kuvvetlidir. Aydınların
seviyece pek yüksek olmamaları, halk kütlelerinin ataleti ve budalalığı, insanların
birbirlerinden nefret etmesi her türlü kollektif gayreti imkânsız bir hale
getirmektedir. Muhakkak ki, herşeyi ve herkesi mütemadiyen tenkid etmek,
dedikodu çıkarmak, başkalarına zarar vermek maksadile .bir takım hikâyeler
uydurmak affedilecek suçlardan değildir. Bu gibi kötü huyları olan erkekler ve
kadınlar ihsanlar arasındaki birliği en çok parçalıyan, binaenaleyh cemiyete en çok
zararı dokunan kimselerdir.
insanlar arasındaki bu ayrılığa nihayet vermek kadar âcil bir ihtiyaç yoktur.
Cemiyetin gelişebilmesi için, fertlerini tıpkı bir duvarın taşlan gibi birbirlerine böyle
bağlıyabileeek perçin hangisidir? Her türlü tehlikeye karşı koyacak kadar sağlam
olan yegâne bağ sevgidir; bazı ailelerin fertlerinde görülen, fakat yabancılara
gösterilmiyen sevgi.
Aristo: «Birisini sevmek onun iyiliğini istemektir,» derdi. Gariptir ki beşeriyet,
başkalarının iyiliğini istemenin kollektif hayatın muvaffak olması için zarurî birşey
olduğunu bugüne kadar anlamak istememiştir. Maamafih, beşeriyet hemcinslerimizi
hattâ düşmanlarımızı sevmenin, hakaretleri affetmenin »ve merhametin ahlâkî
hayatımızın temelini teşkil ettir ğini biliyor. Bunları öğreneli hemen hemen 2000 sene
oluyor. İncilin emirlerine itaat eden nadir kimseler bazen karşilarmdakilerde bir
hürmet uyandırırlar, fakat umumiyetle herkes onlara saf yahut «ermiş» nazarı ile
bakar. Sevginin beşerî toplulukların gelişmesinin esas prensibi ve hayatın idamesi
için şart olduğunu kimse idrak etmiyor.
Acaba bu derece doğru bir kaide niçin tatbik edilmemektedir? Herhalde tatbiki
imkânsız olduğu için. Bu kaidenin tatbik edilmesi imkânsızdır, çünkü, insanlar onu
tatbik etme imkânını asla aramamışlardır. Komşusunu sevme kaidesinin iki cephesi
vardır. Bir defa her insana hemcinslerini sevmeyi emretmektedir; fakat ayni kat'iyetle
her insana başkalarının sevgisine lâyık olmayı emretmektedir; zira sınaî medeniyetin
orta kırattaki mahsulünü yani egoist, kaba, kibirli, kıskanç, itidalsiz, merhametsiz ve
şehvetli ihsanı sevmek beşerî kudreti aşan bir şeydir. Herkes kendisini başkalarının
nefretine lâyık bir hale getiren alışkanlıkları terketmedikçe, insanların karşılıklı
olarak birbirlerini sevmeleri bir hayal olacaktır. Daha iyi bir cemiyeti ne yeni
ideolojiler ortaya atar, ne de siyasî müesseselerimizde inkılâplar yaparak kurabiliriz.
Bu, ancak kendi içimizde bir inkılâp yaparak, bizi birbirimizden ayıran kusurlardan
ayırarak mümkün olacaktır. Ancak o zaman herkes komşusunu, her işçi patronunu
ve her patron işçisini sevecektir. İnsiyakın milyonlarca senedenberi karınca ve arı
topluluklarında kurduğu nizamı, beşerî topluluklarda, ancak sevgi kurabilir.
Hülâsa edelim; hayatın idamesi kanunu bize üç taraflı bir mecburiyet yüklemektedir.
Bir defa çocuk sahibi olmak, hem de nevi islâh prensiplerinin tatbiki sayesinde,
sağlam yapılı normal çocuklara sahip olmak. Sonra bu çocukların ırsî kabiliyetlerini
azamî derecede inkişaf ettirecek şekilde yetiştirmek. Nihayet sosyal hayatta
muvaffak olmak için zarurî olan ahlâkî ve entellektüel meziyetleri öğrenerek bunları
çocuklarımıza da öğretmek; zira ırkın istikbali, saadeti ve felâketi aile ile cemiyetin
kıymetine bağlıdır.
Fertleri birbirine düşman eden ve hepimizi mahva sürükliyen, cemiyette zararlı
antisosyal alışkanlıkları kökünden yok etmek kadar güç birşey yoktur. Binaenaleyh,
çocuklara en küçük yaşlarından itibaren, nezaketi, sabrı, cömertliği, doğru sözlülüğü,
verilen sözde sadakati, hakaretleri affetme itiyadını ve kardeş sevgisini aşılıyarak
kötü alışkanlıkların gelişmesine mâni olmak lâzımdır. Ancak bu suretledir ki
beşeriyet tekâmül esnasında kazandığı meziyetleri geliştirebilecektir. Ancak bu
suretledir ki beşeriyet binlerce yıl zarfında, kendisini o meçhul mukadderatına doğru
götüren yolda yürümeğe devam edebilecektir.

VII
Fertte ruhun gelişmesi için tatbik edilmesi gereken kaideler — Fizikî, fizyolojik ve
zihnî mâniler — Ruhumuzla nasıl başbaşa kalabiliriz? — insanın kendisine tatbik
ettiği disiplin — Hislerin gelişmesi — Zekânın gelişmesi — Kahramanlara karşı
duyulan hürmet — Seziş kabiliyeti — Güzelliği ve Tanrıyı arama.
İnsanın ruhunu geliştirmesi, hayatı koruma ve nevi idame etme kadar kat'î bir
mecburiyettir. Buna rağmen biz bu mecburiyete hiç ehemmiyet vermiyoruz.
Okullarla üniversiteler yalnız zekâyı inkişaf ettirmekle iktifa etmektedirler;
halbuki zekânın terbiyesi ruhun terbiyesine muadil değildir. Zira ruh bütün
bakımlardan zekânın hudutlarını aşar. Ruhun gayrımantıki faaliyetleri mantıki
faaliyetlerinden çok daha geniştir; bu faaliyetler şahsiyetin asıl özünü teşkil
etmektedirler. Ruhun yükselmesi kanunun bize verdiği ilk emir, atalarımızdan
tevarüs ettiğimiz ve doğarken beraber getirdiğimiz bütün zihnî kabiliyetlere
mümkün olduğu kadar kıymet kazandırmaktır. Tevarüs ettiğimiz kabiliyetlerin az
veya çok oluşu ehemmiyeti haiz değildir. Her insan ruhunu ırsî kabiliyetlerinin
müsaade ettiği nispette geliştirmelidir. Bu bütün insanlara şâmil bir mecburiyettir.
Zanaatkarların, işçinin, köylünün çocukları gibi tüccarın, fabrikatörün, memurun ve
maliyecinin çocukları da bu mecburiyete tabidirler. Genç, ihtiyar, fakir, zengin,
kuvvetli, zayıf, cahil, âlim, herkes bu kaideye itaat etmek zorundadır; hiç kimse
bundan müstesna değildir. Ruhun iradeye dayanarak hamle yapması Batı
medeniyetini selâmete kavuşturmak ve torunlarımızı bizim duçar olduğumuz
felâketlerden çok daha büyüklerinden korumak için yegâne çaredir.
Herşeyden evvel manevî gelişmemize karşı koyan mânileri ortadan kaldırmak
lâzımdır. Bu mânilerin bazıları kimyevî, bazıları fizyolojik, bazıları zihnîdir. Organik
hayata mâni olan herşey ayni zamanda ruhî hayata da mâni olur. Asâb muvazenesi
ile zihnî muvazene arasında gayet sıkı münasebetler mevcuttur. Her ikisi hem
dokulara, hem kana, hem zekâya, hem hisse tâbidir. Vücudumuza olduğu kadar
düşüncelerimize de sükûnet vermek lâzımdır. Çocuklarda feveranın ve asabı
bozukluğun meydana gelmesine göz yummak, çok ağır bir suçtur. Organik
fonksiyonların ahenkli olması zihnî fonksiyonların ahenkli olmasına bağlıdır. Buna
mukabil, zihnin tam bir huzur içinde faaliyette bulunması için organik
fonksiyonların ahenk içinde olması lâzımdır. Binaenaleyh dokularda ve ruh
hallerinde bozukluğa sebep olacak bütün alışkanlıklar yasaktır. Bilhassa alkol
düşkünlüğü, tütün tiryakiliği, cinsî ifratlar, gıda fazlalığı, gıda mahrumiyeti, damar,
gudde yahut sinir sklerozuna sebep olan ve böylece organizmayı harab ederek
insanın vaktinden evvel ihtiyarlamasına sebep olan hastalıklar.
İkinci olarak, şuura tesiri bakımından intihara muadil olan zihnî tavırları da
terketmek lâzımdır. Evvelâ tembelliği bırakmalıdır. Yalnız boş oturmak, fazla
uyumak, çalışmamak yahut kötü çalışmak manasına gelen tembelliği değil, ayni
zamanda bizi boş vakitlerimizi hiçbir faydası olmayan manâsız işlerde sarfetmeğe
sevkeden tembelliği terketmelidir. Mütemadiyen gevezelik etmek, iskambil
oynamak, dans etmek, şehrin haricindeki yollarda saatlerce otomobille dolaşmak,
sinemaya fazla gitmek, mütemadiyen radyo dinlemek gibi işler zekânın seviyesini
düşürür. Ayni şekilde dikkatini birçok konulara dağıtmak ve bunlardan hiçbirini,
lâyıkile incelememek de tehlikelidir. Nakil vasıtalarının sür'atinin, okuduğumuz
sayısız gazetelerin ve mecmuaların, otomobilin, uçağın ve telefonun bizi daha çok
fikir, daha çok his, daha çok cisim ve daha çok insanla temasa teşvik etmelerine karşı
koymalıyız. Aşırı bir ihtisasda, dikkatin dağılması gibi ruhun gelişmesine mâni olan
bir şeydir. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, bugün hepimiz birer mütehassısız;
fakat bizi mesleğimizin dar hudutları içine hapsolmağa mecbur eden birşey yoktur.
Boş vakitlerimizi varlığımızın özünü teşkil eden entellektüel, ahlâkî, estetik yahut
dinî faaliyetlerimizi geliştirecek şekilde sarfetmemize hiçbir şey mâni olamaz.
Manevî gelişmiye en çok zararı dokunan kötü alışkanlıklar yalan söylemek, entrika
çevirmek, hemcinslerine iftira ve ihanet etmek, onların mallarını çalmak, herşeyi
kendine ve en yakın menfaatine irca etmek itiyadıdır. Ruh, ahlâksızlık ve yalan
içinde gelişemez.
Acaba bugünkü medeniyetin zararlı tesirinden nasıl kurtulabiliriz? Stoik felsefe
taraftarlarının ve ilk hıristiyanların tatbik ettiklerine benzer bir kaideye itaat ederek;
ayni ideale sahip kimselerle birleşerek ve sert bir disipline boyun eğerek. Bu da
meselâ, radyo neşriyatlarının yalanlarım dinlemekten vazgeçmek, gazetelerde yalnız
bilinmesinde bir fayda olan havadisleri okumak, yalnız dürüstlükleri ve bilgileri ile
tanınan muharrirlerin makalelerile kitaplarını okumak, propagandanın kötü
tesirlerinden kendini müdafaa etmek için modern propoganda tekniğini öğrenmek
ve kat'î bir şekilde mevcut duruma karşı cephe almaktır. Şehirlerden en ücra köylere
kadar yayılan düşünce ve hayat tarzını kabul etmek manen mahvolmaktadır. Yokuş
yukarı tırmanabilmek için evvelâ ruhun hamlesine mâni olan alışkanlıkları ve kötü
huyları terketmek lâzımdır.
Bu mâniler bertaraf edildikten sonra ne yapmalıdır? O zaman hayatın aslî
temayüllerine uyarak yükselmeğe başlamalıdır. Beşerî varlık garip bir mazhariyete
sahiptir; bu da vücuduna ve ruhuna gene ruhunun yardımı ile şekil vermek
mazhariyetidir. Bu ruha şekil verme işi bir tekniktir. İnsan bir uçağı idare etmeyi
nasıl öğrenirse, kendini idare etmeyi de ayni şekilde öğrenebilir. Yalnız bu hususta
ancak daha evvel kendi nefislerine hükmetmeyi öğrenmiş kimseler faydalı bir
şekilde bilgi edinebilirler. Ruhu geliştirmek için âlim yahut parlak bir zekâ sahibi
olmağa lüzum yoktur; istemek kâfidir. Gerçi hiçbir insan yürüdüğü yolda tek
basma ilerliyemez; herkes hayatının bazı anlarından başkalarından tavsiye almak
yahut onların yardımını istemek ihtiyacını duyar. Fakat şahsiyetin özünü teşkil eden
zihnî ve teessürî faaliyetlerini geliştirmek onları bir disipline tâbi tutmak insanın
kendi elindedir, îşte manevî mukadderatımız kendi nefsimizi idare hususunda
göstereceğimiz basirete tâbidir.
Bu ince ve güç işe girişmeden evvel kendi ruhunu bulmak lâzımdır. Endişeleri,
yorgunluğu ve işinin ehemmiyet derecesi ne olursa olsun, her insan ruhu ile temasa
geçebilir. Bunun için her sabah ve her akşam birkaç dakika için dış âlemin
gürültülerine kulaklarını tıkamak, kendi içine kapanmak, o gün yapılan işler
hakkında kendikendine hüküm vermek, hatâlarım tashih etmek ve kendine bir
hareket plânı hazırlamak kâfidir. İşte dua etmesini bilenler o anda dua etmelidir.
Ralph Waldo Emerson, «Hiçbir insan yoktur ki, dua ederken birşeyler öğrenmesin,»
diyordu. Dua, beklediğimiz şekilde olmasa bile daima insana tesir eder. Bunun
içindir ki, çocukları daha küçük yaşta iken günün muayyen bir anında, kısa bir
müddet sessizlik içinde kalmağa, kendilerini dinlemeğe ve bilhassa dua etmeğe
alıştırmalıdır. Gerçi ruhumuzun derinliklerine inen yolu keşfetmek zordur.
Fakat bu yolu bir defa öğrenen insan, artık her istediği zaman, cisimlerin
hayallerinden ve kelime şıkırtılarından ibaret olan iç âlemin ötesinde uzanan o sakin
ülkeye girebilir. O zaman karanlıklar" yavaş yavaş aydınlanır ve ışık, sessizliğin
ortasında sakin sakin akan bir pınar suyu gibi etrafa yayılır.
En mühim kaide, zekâyı geliştirmek değil, içimizde ruhun diğer bütün unsurlarına
destek olacak hislerden ibaret iskeleti meydana getirmektir. Ahlâkî duygu, görme
duygusu yahut işitme duygusu kadar'lüzumludur. Işığı karanlıktan, sessizliği
gürültüden ayırdığımız gibi iyiliği de kat'î ve açık bir şekilde kötülükten ayırmağa
çalışmalıyız. Ayrıca kendimizi kötülükten kaçınmağa ve iyilik etmeğe zorlamalıyız.
Fakat kötülük etmekten kaçınmak için bedenî ve zihnî bakımdan kuvvetli ve sağlam
olmak lâzımdır. Vücudun ve ruhun azamî derecede gelişmesi ise ancak nefse
hâkimiyet sayesinde mümkündür. Atletler, ilim adamları, rahipler gayet sert hayat
ve düşünce kaidelerine itaat ederler. Ruhlarının yükselmesini istiyenler için istisnasız
bütün ifratlar yasaktır. İnsan kendi kendine bir disiplin tatbik ettiği zaman daima
mükâfatını görür; bu mükâfat da kuvvettir. Kuvvet ise insana huzur verir; tarif
edilmesi imkânsız, sessiz ve derunî bir huzur. Bu huzur yavaş yavaş hayata kendine
mahsus bir renk veren bir alışkanlık olur. Modern pedagoji ve sosyoloji bilginlerine
ne kadar garip görünürse görünsün, bu bahsettiğimiz fizyolojik ve zihnî tavır
şahsiyetin temelini teşkil eder. Bu derunî durum tıpkı hava alanı gibidir; ruh oradan
hız alarak yükselir.
Sonra insan karakterini yükselten meziyetleri yavaş yavaş geliştirmek lâzımdır.
Kilise, binlerce asır boyunca tekrar edilmiş tecrübelere dayanarak ve gayet haklı
olarak ruhu yükselten yolun alt başında suçların gözden geçirilmesini, duyguların,
zekânın her türlü pürüzden temizlenmesini ve ahlâkî bakımdan olgunlaşmak için
kuvvetli bir iradeyi şart koşar. Evvelâ bu kaideye itaat etmek, sonra da düşüncelerin
daima ahlâkî ideale uygun olmasına çalışmak, hakikat ve doğruluk sevgisini
kazanmak zarurîdir.
Bu meziyetlerin ne kadar lüzumlu olduklarını filozoflarla rahiplerden ziyade, ilmî
araştırmalarda bulunan âlimler bilirler. Zira hakikate aykırı bir temele dayanan
faaliyet gayet ehemmiyetsiz de olsa derhal tecrübenin muvaffakıyetsizliğine sebep
olur. Gerek kollektif, gerek ferdî hayatımızın tehlikelerinden bizi ancak hakikat
kurtarabilir.
İlerlediğimiz yol seneler zarfında yavaş yavaş yükselir. Bu yolculuk esnasında
birçokları hendeklere, uçurumlara düşerler yahut dere kenarında yumuşacık otların
arasına yatarak ebedî bir uykuya dalarlar. Fakat sevince ve ıstıraba, bolluğa ve açlığa,
sıhhate ve hastalığa rağmen ilerlemeğe gayret etmek lâzımdır. Her düşüşten sonra
tekrar doğrulmalı, yavaş yavaş cesaret, iman, azim kazanmalı, karşılıklı olarak
birbirine yardım etmeli, başkalarını sevmesini ve maddî menfaatlerden kurtulmayı
öğrenmelidir. Ruhun bu aklî olmayan faaliyetleri şahsiyetimizi koruyan bir zırhtır.
Mantık asla insanları herhangi bir yola sürükliyemez. Kant, Bergson ve Pasteur
müritleri tarafından, Napolyonun askerleri tarafından sevildiği kadar
sevilmemişlerdir. Mütevazi insan, ancak adalet, sevgi sayesinde ve maddî
menfaatleri terkederek kudretli ve nüfuzlu bir insana üstün gelebilir. Kudretli olan
da ancak bu sayede ululaşabilir.
Zekânın gelişmesi de hislerin gelişmesi kadar zarurîdir. Mizacımızı olğunlaştırırken,
ayni zamanda entellektüel faaliyetlerimizi, okulun hemen hemen ahlâkî
faaliyetlerimizi, okulun hemen hemen ahlâkî faaliyetler kadar dumura uğrattığı
entellektüel faaliyetlerimizi geliştirmemiz lâzımdır. Fert, ancak profesörlerin elinden,
imtihanlardan ve müsabakalardan kurtulduktan sonradır ki entellektüel bakımdan
kendisini terbiye etmeğe başlıyabilir. Herşeyden evvel kendini etrafta olup bitenleri
görmeğe, hissetmeğe, dinlemeğe, müşahede etmeğe ve hüküm vermeğe alıştırmalı,
başka deyişle realiteyle temas etmelidir.
El işleri hepimiz için lüzumludur, zira hareketlerin intizamı ve isabetliliği
düşüncenin intizam ve isabetine yardım eder. Fakat bir insan herhangi bir mesleğin
tekniğine tam mânâsile vakıf olduktan sonra, artık o alanda kapanık kalmamalıdır.
Bir heykeltraş, meselâ MichelAnge gibi pekâlâ ayni zamanda hem ressam hem de
mimar olabilir. Bir maliyecinin Lavoisier'nin izinde yürüyerek kimya yahut fizik
âlimi olmasına hiçbir mâni yoktur. Budalaca gevezeliklere, hiçbir kıymeti olmayan
bir takını kibarlık icabı mecburiyetlerin ifasına, sinemaya, tiyatroya yahut golf
oyunlarına sarfettiğimiz vakti, daha iyi şeylere sarfetmiş olsaydık, kendimizin ve
vaktile atalarımızın yaşadıkları bu âlemi daha iyi tanımanın imkânını bulurduk. Ze,
kası dumura uğramış çoğunluğun hoşuna gitmek için çıkarılan gazeteleri ve dergileri
okuyacak yerde, teknik meselelerle ilgili kitaplarda ve dergilerde, yahut halk dili ile
yazılmış ilmî eserlerde, kendi hayatımızla, çocuklarımızın hayatı ile yahut
etrafımızda bulunan âlemle ilgili şeyleri okumuş olsaydık, görüşümüzün birden
mucizevî bir şekilde genişlediğini sevinçle hissederdik. Böylece bir parçasını teşkil
ettiğimiz âlemin ve kendi vücudumuzun nelerden ve nasıl yapılmış olduğunu,
vücudumuzda ve ruhumuzda gizli olan kudretleri nasıl geliştirebileceğimizi, nihayet
çocuklarımızı bizden daha mükemmel varlıklar haline getirmek için neler yapmak
icap ettiğini öğrenirdik. Maddî imkânları müsait olan hiçbir insanın cahil bir barbar
olarak kalmağa hakkı yoktur. Bu barbarlıktan ise yalnız lise yahut olgunluk
diplomasile kurtulamayız.
inhitat devirlerinin karakteristik vasfı milletlerin başındaki şeflerin orta seviyede
insanlar olmasıdır. Halk kitleleri hayranlık duyulacak bir kimse bulamamaktan
ıstırap çekerler. Zira kahramanlara saygı, beşerî varlığın bir ihtiyacı ve zihnî
gelişmenin zarurî bir şartıdır. Demokratik memleketlerde gençliğe örnek olacak
kabiliyette bir insan yoktur. Çok şükür, cemiyet yalnız çocuklardan değil, ayni
zamanda ölülerden de mürekkeptir ve büyük ölüler hâlâ aramızda yaşamaktadırlar.
Onları görmek ve seslerini duymak için bunu arzu etmek kâfidir. Meselâ Mont Saint
Michel'in ihtişamında, Nötre Dame de Chartres kilisesinin ışıklı azametinde,
Tonquedec şatosunun haşin güzelliğinde onları hissetmiyor muyuz? Hikâyeleri
üzerinde düşünürken onlarla beraber yaşıyoruz. Meselâ Roland'la, Charlemagne'la,
Dante ile, Jeanne d'Arc'la, Goethe ile yahut Pasteur'le başbaşa kalmak bir sinema
yıldızı ile başbaşa kalmaktan daha faydalı değil midir? Âlimlerin, kahramanların ve
azizlerin hayatında sonsuz bir manevî enerji kaynağı vardır. Bütün bu insanlar
ovanın üzerinde yükselen dağlara benzerler. Bize nereye kadar yükselmemiz icap
ettiğini ve insan şuurunun tabiî bir temayülle ulaşmağa çalıştığı gayenin ne kadar
asil olduğunu göstermektedirler. Ancak bu çeşit insanlardır ki, bize derunî
hayatımızın beklediği manevî gıdayı temin edebilirler.
insan ruhunda henüz zekâ, ahlâk duyguları ve mizaç kadar iyi bilinmiyen bir takım
elemanlar \rardır. Bu elemanların celimeyle ifadesi imkânsızdır. Bunlar bir takım
sezişler, insiyakı hareketler ve bazan realitenin duygularından daha başka 3İr yolla
elde edilen intibalardır. Ruhun özünü teşkil eden bu Elemanlar, ne kadar zengin
olursa ferdin ve milletin manevî tudreti de o kadar büyük olur. Bu manevî enerjiye,
herşeyi 3ir takım bedihî formüllerle ifade etmek istiyen milletlerde rastlanmaz. Bizde
tamamen yok olmuştur. Zira Fransa gayrî aklî şeyleri kabul etmez; Fransa
kelimelerle ifadesi imkânsız Realiteyi inkâr etmiştir: Halbuki Pascal realiteye
Descartes'tan laha çok yaklaşmıştır; şairler ve mutasavvıflar insanı fizyoloji
âlimlerinden çok daha iyi tanırlar.
Demek ki, beşerî varlığın içinde bulunduğu şartların imîânı nispetinde yükselmek
isteyenler, herşeyden evvel entelektüel gururdan sıyrılmak, sarih düşüncenin herşeyi
kavramaca muktedir olduğu hayalinden kurtulmalı, mantığın mutlak lâkimiyetine
olan inancı bırakmalı ve nihayet içlerinde güzellik duygusu ile kudsiyet duygusunun
gelişmesine çalışmaıdırlar.
insan güzelliğe hayranlığı, yahut Tanrı sevgisini aritmetik öğrenir gibi öğrenemez.
Güzellik duygusunu ancak güzeliğin kendisi verebilir. Güzelliğe her yerde
rastlanabilir. Kanaia ovalarında, ile de France korularında, San Fransisco
körfezinde, Korsika sahillerinde, Vermont'un sakin tepelerinde fahut Saint
Gildas kayalarında... Bugün teknoloji sayesinle Chicago ve Pittsburg fabrikaları
yahut Paris'in dış semtJleri bile güzelliğin ışığı ile aydınlanabilir. Her insan arzu
ettijği anda Palestrina'yı, Beethoven'i yahut herhangi bir klâsik şaheseri dinliyebilir.
Her insan, arzu ederse Parthenun'u, Em[pire State Building'i, Reims katedralini
yahut Mısır Ehram]larmı seyredebilir. Oturduğumuz yerden dünyanın hâıikulâde
jüzel memleketlerinde seyahet etmek mümkündür. Virgile'in, İDante'nin;
Shakespeare'in yahut Geothe'nin eserleri son dereIce ucuza alınabilir. Avrupanm
yahut Amerikanın gürültülü [şehirlerinden birinde, Britanyada ücra bir çiftlikte,
yahut JKanada'nm ıssız ormanlarından birinde yaşıyan çocuklar, tıpki zengin
çocukları gibi içlerindeki güzellik duygusunu geliştirebilir ve zekâyı yükselten
düşünce bölgelerine girebilirler. Hepimiz okulun bizi hapsettiği kabuğu kırabilir ve
ruhumuzun kurtulup daha Cro Magnon devrinde yaşayan atalarımızın tanıdığı
âleme girmesine fırsat verebiliriz. Güzellik aşkı kendisine nail olanları mantıkî
kıyaslarda bulunma sevdasından çok daha uzaklara götürebilir; zira aşk ruhumuzu
kahramanlığa, feragate, mutlak güzelliğe ve Tanrıya doğru şevkeder.
Ruh, ancak tasavvuf kanatlariledir ki yükselebileceği en son noktaya ulaşabilir, işte o
zamandır ki, dinin oynadığı rolün ehemmiyeti belli olur, zira zaman ve mekânın dört
buudunun haricine ,yani akim hudutları dışına çıkıp entellektüel stratosfere doğru
yükselmek tehlikeli bir şeydir. Gerçi dinî teknik, yani ruhun Tanrı ile birleşmesini
sağlıyan bilgiler, binlerce senedenberi yavaş yavaş gelişmiştir. Bilhassa mutasavvıflar
bu bilgileri mümkün olduğu kadar açıklamışlardır, fakat *bu son seyahat esnasında
insanların çoğu ana yoldan ilerlemek zorundadırlar. Hiç kimse kudsiyetin karanlık
alanında tek başına ilerliyemez; bu büyük bir tehlikeyi göze almak olur. İnsanın bu
alanda tecrübeli bir kılavuza ihtiyacı vardır, yoksa bataklıklara saplanabilir. Dante
cennete girdiği zaman, kendisine Beatrice klavuzluk ediyordu.
Velhasıl ruhun yükselmesi kanunu her insana iradesine dayanarak bütün zihnî
kabiliyetlerini inkişaf ettirmek mecburiyetini yükler. Bu gayreti, şuurun yalnız bir
cephesine inhisar ettirmemek esaslı bir kaidedir. Yalnız zekânın geliştirilmesi, yalnız
hissin inkişaf ettirilmesi kadar takbih edilecek birşeydir. Yalnız entellektüel bir insan
olarak yaşamak, yalnız tasavvufla, yahut mantık ilmi ile uğraşmak, yalnız hislerile
hareket etmek yalnız âlim yahut yalnız şair olmak tehlikelidir. Her insan ancak zihnî,
ahlâkî, estetik ve dinî faaliyetlerini beraberce geliştirmekle, içinde potansiyel bir
halde bulunan irsî kabiliyetlerine uygun olarak ve manen yükselerek zirveye
ulaşabilir.
Ruhun ırkta yükselmesi için kaideler — Ahfadımızın zihnî gelişmesini
durdurmamak — Muhitin daha iyi bir hale getirilmesi — Ruhun kudretti nasıl
arttırılabilir?
Çocuklarımızın, torunlarımızın ve ırkımızın gelişmesine nasıl yardım edebiliriz?
Birinci vazifemiz bu gelişmeye manî olmamaktr. Canlı varlıklarda ruhun
gelişmesinin mukavemet edilmesi imkânsız bir şey olduğuna emin değiliz. Bazı
memeli hayvanların beyninin hacmini milyonlarca sene zarfında dört misline çıkaran
ve atalarımızı otomatizmden, hayvanı insiyaktan kurtaran faktörlerin mahiyeti
hakkında hiç bilgimiz yoktur. Ayni şekilde insanın hangi tesirler altında
Pitekantropus yahut Sinantropus'un bulunduğu zihnî durumdan, Leonardo de Vinci,
Pascal yahut Napolyon gibi insanların zihnî durumuna geldiğini de bilmiyoruz. Bu
ruhî gelişmeyi durdurmak insanın elinde midir? Modern hayatın sun'iliği ırkın
anatomik ve fonksiyonel gelişmesi üzerine nasıl tesir etmektedir? Şimdilik bu
suallere bir cevap veremeyiz.
Bununla beraber, tabii hayat şartlarının ortadan kalkması ile ruhun gelişmesini
sağlıyan kuvvetlere aşılmaz bir mâni konulup konulmadığını düşünebiliriz. Belki
şuurun ırkta kendikendine yükselmesi, bizim • yüzümüzden son bulacaktır. Bu
felâketi önlemek için nasıl bir davranış kabul etmeliyiz?
Şimdilik ırkımızın zihnî tekâmülüne ancak beşer nevini ıslah ilmi sayesinde ve
muhitimizi daha iyi bir hale getirerek yardım edebiliriz. Beşer nevini ıslah ilmini
bilmek ve onu tatbik etmek, herkes için kat'î bir mecburiyettir. Beşer nevini ıslah, Batı
medeniyetinin kurtulması için zarurî olan bir şeydir.
Gerçi onun sayesinde aydınların manevî seviyesi yükselmez, ama, aydın insanların
manevî seviyesine ulaşanların birleşmesi ile organik ve zihnî bakımdan gittikçe daha
çok gelişen aileler, babadan oğula geçen bir nevi biolojik asalet meydana getirmek,
mes'ut olabilecek ve zayıflarla kusurluları tabiatın gösterdiği yola sürükliyecek
zümreler vücuda getirir. Devletin vazifesi beşer nevinin ıslahını bir davranış prensibi
olarak kabul eden insanlara mümkün olduğu kadar cömert bir şekilde yardım
etmektir. Zira bir milletin yükselmesini hazırlamak için yüksek kabiliyetli
vatandaşların sayısını arttırmaktan daha iyi bir çare yoktur.
Ahfadımızın zihnî kabiliyetini arttırmak için yapabileceğimiz ikinci yardım da, her
ferdin içinde potansiyel bir halde bulunan zihnî ve teessürî kabiliyetlerin azamî
derecede geliştirmesini mümkün kılan hayat şartları yaratmaktır. Bu kaide evvelâ
çocukları müsait bir fizikî ve kimyevî muhite yerleştirmekten, iyi fizyolojik
alışkanlıklar kazanmalarım temin etmekten ve ikinci olarak etraflarını, ruhun bütün
tabii faaliyetlerini göz önünde bulundurarak, çocuğun ruhen gelişmesini temin
edecek psikolojik tesirlerle çevirmekten ibarettir.
Çocuğun azamî derecede gelişmesi, hayatta nisbî bir istikrarı icap ettirir. Aileyi
tekrar atalarnnızın yaşadığı toprağa bağlamak lâzımdır. Herkesin ne kadar küçük
olursa olsun bir ev sahibi olması ve bu evin etrafında bir bahçe yapması lâzımdır.
Halen bir çiftlik sahibi olan onu güzelleştirmeğe çalışmalı, bahçesini çiçeklerle
süslemeli, evine giden yolu muntazam taşlarla kaplamalı, çite tırmanan zararlı
otları temizlemeli, arabanın geçmesine mâni olarf kayayı parçalamah, serin
bölgelere altında torunlarının dinleneceği ağaçları dikmelidir. Atalarımızın ruhunun
bir ifadesi olan san'at eserlerini, eski evleri, şatoları büyük bir hürmetle muhafaza
etmek lâzımdır. Bundan başka atalarımızın beşiği olan derelerin,' sakin tepelerin ve
ormanların kirletilmesine karşı gelmeliyiz. Fakat en kutsal vazifemiz, okulu
insanın ruhuna hüzün veren bir sertifika ve diploma fabrikası halinden kurtarıp,
ahlâkî entelektüel ve bir dinî terbiye ocağı ayni zamanda bilhassa bir «bedenî
kudretleri geliştirme merkezi» haline getirmektir.
Biliyoruz kî, ne beşer nevini ıslâh gayretleri ne de muhitin daha iyi bir hale
getirilmesi, ruhu, modern insanlar arasında en kabiliyetlilerinde olduğundan daha
yüksek bir seviyeye ulaştıramaz. Nasıl ki ijyenin tekâmülü hayatı değil ortalama
yaşama müddetini uzatmıştır. Irkın zekâsını arttırmak için tekâmülün tabii akışını
hızlandırmanın sırrını bulmak lâzımdır. Ruh halledilecek problemlerin
muğlaklığının artışına muvazi olarak yükselmemiştir. Fakat böyle bir yükselme hiç
te imkânsız değildir. Yeryüzünde bugüne kadar yaşamış insanların hepsine manen
üstün beşerî varlıklar meydana getirmek için elimizde iki metod var: biri ferdin
mükemmelleştirilmesi, diğeri ırkın mükemmelleştirilmesidir.
Belki de ilim adamları için beyni teşkil eden maddenin ve andokrin guddelerinin
keyfiyetini ruhu daha mükemmel bir hale getirebilecek şekilde değiştirmek imkânını
aramanın zamanı gelmiştir. Belki de arıların kraliçe arıyı meydana getirdikleri gibi
bizim de büyük insanlar meydana getirmemiz mümkün olacaktır.
Fakat bu şekilde kazanılmış vasıflar ırsî olarak nesilden nesile intikal, etmiyecektir.
Irka gelince, ırk şimdiye kadar olduğu gibi, tekâmül esnasmda tabii bir şekilde
gelişmiştir; bugün ise, onu ayni derecede fakat sun'î olarak geliştirecek bir vasıta
bilmiyoruz. Hayvanların üzerinde yapılan tecrübeler vasıtasile meydana getirilen
bütün değişiklikler geriye doğrudur. Hakikatte, hayvan nevilerinde ruhun
yükselmesini temin eden faktörlerden hiçbirini bilmiyoruz. Daha şimdiden en büyük
bioloji âlimlerimizi tekâmülün gizli faktörlerini aramağa sevketmeliyiz; başka deyişle
onlardan cür'etkârca bir teşebbüse girişerek modern insanların ruhunun keyfiyet ve
enerjisini arttırmak imkânını bulmalarını beklemeliyiz.
Bu kaideleri ferde nasıl tatbik etmelidir? — Derunî çatışmalar — En mühim kaide —
İnsanları manen jdare ötmek.
Hiçbir nizamname istisnasız olarak bütün fertlere tatbik edilemez. Her fert bütün
diğer fertlerden farklıdır. Bazı insanların o kadar ayrı mizaçları vardır ki,
umumiyetle tatbik edilen kaidelerde hususî bir değişiklik yapmadan bu kaideleri
onlara tatbik etmek imkânsızdır. Hayatın korunması, ilk bakışta, nevin idamesi ve
ruhun yükselmesi kanunları gibi, herkese şâmil kanunlardan çıkarılan kaidelerin
bütün devirlerde, bütün insanlara tatbik edilebileceği zannedilir. Halbuki hiç te öyle
değildir. Avrupa ve Amerika tarihinde, bu kanunların haricine çıktıkları halde
kendilerinede, milletlerinede felâket getirmiş insanlar pek çoktur. Bilâkis bazı
insanların bu kanunlara karşı gelmesi cemiyet ve ırk için çok faydalı olmuştur. Veli
Assise'li François kalabalık bir ailenin babası olsaydı, beşeriyete dua ederek ve
dilenerek olduğu kadar faydalı olamıyacaktı. Amündsen'in de evinde ihtiyar yaşma
kadar sakin bir hayat geçirmektense, Nobile'yi kurtarmak ümidi ile kendini feda
etmesi daha iyi olmuştur. Hayatın korunması ile ırkın idamesi kanunları gayet kat'î
olmakla beraber bazı istisnaları vardır. Ruhun yükselmesi kanunu ise hiçbir, istisna
kabul etmez. Bazan ruhun kurtulması için hayat feda edilebilir, fakat hayatta kalmak
için ruhu feda etmek daima yasaktır.
Hayatın esas kanunlarının emirlerine karşı içimizde bir isyan uyandığı zaman nasıl
hareket etmeliyiz? Cisimlerin öz yapısı nasıl hareket etmemizi emrediyorsa, o
şekilde... Biliyoruz ki, tabiatın bize yüklediği mecburiyetler arasında bir derece farkı
vardır. Ferdin hayatı, soyunun hayatından daha ehemmiyetlidir, zira tabiat
umumiyetle ferdi ahfadına feda eder. însan, Roma imparatorluğunda bazı fertlerin
yaptığı gibi, kendi hayatını mületin hayatından üstün sayarsa, millet yıkılır. Ruhun
yükselmesi kanunu beşer nevinde en ulu kanundur. Bunun böyle olduğuna kat'î
kanaat getirmek için, hem ahlâkî disiplinsizlik içinde bulunan hem de zekâ
bakımından çocuk kalmış olan bir milletin nasıl içinden çöktüğünü görmek kâfidir.
Velhasıl insan öyle bir şekilde yapılmıştır ki, varlığının aslî temayülleri arasında bir
çatışma olduğu zaman, ırkı idame etme kanununun emirleri, hayatı koruma
kanununun emirlerinden daha kat'î ve ruha itaat, hayata itaatten daha zarurî olur.
Demek ki ana babalar çocuklarının hayatını kendi hayatlarına tercih etmek
mecburiyetindedirler; şu şartla ki, fedakârlık faydalı olsun ve daha büyük bir
felâkete meydan vermesin. Paristeki açlık esnasında bir baba gıdasının en mühim
kısmını ailesine verdi. Yavaş yavaş kuvvetten düştü ve nihayet öldü, böylece
çocukları başıboş ve zaruret içinde kaldılar. Hisleri akıldan, kahramanlık duygusunu
da muhakeme kabiliyetinden ayırmamak. Umumiyetle ruhun selâmeti için en büyük
fedakârlığı ne zaman yapmak gerektiğini anlamak kolaydır.
Birçok insanlarda ruhun çağrısı hayatın seslenişinden daha kuvvetlidir. Bir
medeniyeti kurtarmak için ölenler bu çağrıya en mükemmel şekilde cevap verirler.
Ayni şekilde, bütün devirlerde sayısız erkekler ve kadınlar bir vatan ideali için,
merhamet, güzellik ve sevgi uğruna veya savaş meydanında (İde silâh askerce ölmek
istediklerinden veya Assise'li François ile Vincent de Paul gibi, servetlerini terkedip
fakir olarak kendilerinden daha fakirlere yardım etmek, yahut ta aziz Benoit gibi
manastırların sessizliğinde Tanrıya hizmet etmek arzusunu duyduklarından ırkın
idamesi kanununa karşı gelirler. Bugün başka bir takım vazifeleri ırkın idamesine
tercih eden kimseler hangi kaideye itaat etmelidirler? Bilhassa kendilerini ilme, hayır
işlerine yahut dine vakfeden kadınlarla erkekler, hangi kaideye boyun eğmelidirler?
Bu insanların sayısı halkın geri kalan kısmına nispeten az olduğu için. ruhun
çağrısına itaat etmelerine müsaade edilir. Kendilerini çocukların, annelerin,
ihtiyarların ve terkedilmiş olanların yardımına vakfeden havarilere ihtiyacımız
vardır. Asrı unutarak lâboratuvarlarm yahut manastırların sessizliğinde hakikati
keşfedecek veya tahmin edecek, kalpleri heyecan dolu temiz ruhlu insanlara
muhtacız. Zira becerikli, kurnaz ve ihtiyatlı olanlar büyük bir gürültüyle iflâs
etmişlerdir ve medeniyetimiz yıkılmak üzeredir.
Bazan muhtelif zihnî faaliyetler arasında daha derin çatışmalar da olur; meselâ hisle
akıl arasındaki çatışma gibi. Zihnî, ahlâkî, bediî yahut dinî kültüre ne nispette
ehemmiyet vermeliyiz? Ferdin mizacına göre ruhun aklî faaliyetlerinden ziyade
gayriaklî faaliyetlerini geliştirmek icap etmez mi? Tecrübe bize fertle ferdin mensup
olduğu sosyal zümre için, manevî zırhın, ilmî, ebedî yahut felsefî bilgiden daha
mühim olduğunu göstermektedir.
Gerçi davranış kaidelerinin her ferde göre değiştirilmesi pek kolay değildir. Zihnî
hayatın kanunları kimya yahut fizyoloji kanunları kadar sarih değildir. Muayyen bir
kaidenin mânâsı bir çocuğa, reşit bir insana, bir ihtiyara, hislerile hareket eden birine
veya titiz, sefil, cür'etkâr yahut çekingen olan bir insana tatbik edilişine göre değişir.
İnsanların çoğu fizyolojik davranışlarında da bir rehbere muhtaçtırlar. Hiçkimsenin
yardımına muhtaç olmadan kendikendilerini idare edebilecek insanlar pek azdır.
Modern cemiyette ise, maalesef sadece hâkim olmak ve bilgilerinin ışığı ile
başkalarına yardım etmekle mükellef kimseler yoktur. Eskiden hem manevî hem
fizyolojik bakımdan takip edilmesi gereken yolu gösterebilecek kadar umumî bilgi
sahibi ve dürüst olan birkaç İhtiyar aile doktoruna rastlamak mümkündü. Fakat
bugün doktor bir tüccar olmuştur. Bugün meselâ burun, rektum, karaciğer, kalp,
akciğer yahut herhangi bir başka iç organ mütehassısından hayatta rastlanılan
güçlükleri nasıl yenmek icap ettiği hususunda nasihat istemek kimsenin aklına
gelmez. Ferdin bütün davranışlarını birden inceleyen doktorların, meselâ, psi
İtanalistlerin müdahalesi ise bazan faydalı bazan zararlı ve çok defa kifayetsizdir.
insanlara nasıl hareket edeceklerini öğretmek için, asrın icaplarını bilen, tıp ilmine
vâkıfolan, bir filozof gibi derin düşünebilen ve bir rahip vicdanı taşıyan kılavuzlara,
başkabir deyişle hayat tecrübelerinden faydalanmış, insanı inceleyen ilimleri
öğrenmiş, nefsine hâkim insanlara ihtiyaç vardır. Belki de bu iş için, mensupları ayni
zamanda hem ilmî hem de dinî vasıfları haiz yeni bir tarikat kurmak icap edecektir.
Bu tarikat mensupları ihtiyarlığın eşiğine gelince, dünyadaki karışıklığın içinde
maksatsız yürüyen sürüye rehberlik edebileceklerdir. O zaman hayata istikamet
veren umumî davranış kaidelerini her ferdin ihtiyaçlarına göre değiştirmek işi bu
insanlara düşecektir.

BÖLÜM VI
DAVRANIŞ KAİDELERİNİN TATBİKİ I
Rasyonel bir şekilde davranmanın güçlüğü — Bizzat içimizde bulunan mâniler —
Etrafımızda rastladığımız mâniler.
Şimdi mevzubahs olan şey, her ferdin davranışlarını uyduracağı kaideleri günlük
hayatma tatbik etmesi, kendi arzusu ile kabul ettiği fakat gayet sert ve kat'î disipline
itaat etmesidir. Biz, modern insanlar bu gayrette bulunabilir miyiz? Hoşumuza giden
ve gayet rahat olan alışkanlıklarımızdan kurtulmak için kâfi derecede enerji ve zekâ
gösterebilecek miyiz? Tabii, hayatta muvaffak olmak için öz varlığımızın
kanunlarına itaat etmek icap ettiğini anlıyoruz. Bu kanunlara itaat etmediğimiz
içindir ki, başımıza felâketler geldi; ancak rasyonel bir şekilde davranarak
kurtulabiliriz. Fakat modern cemiyein yarattığı maddî ve fikrî şartlar altında
rasyonel bir şekilde davranmak, hakikaten kahramanlık göstermektir. Beşeriyet
mukadderatını elinde tutmaktadır. Fakat ilmin sonsuz kudretini kendisine faydalı
olabilecek şekilde kullanılabilecek midir?
Beşeriyet yükselmeğe devam etmek için kendini yeni başfan yaratmalıdır. Bunu
ıstırap duymadan yapması imkânsızdır. Zira beşeriyet ayni zamanda hem mermer
hem de heykeltraştır. Tekrar hakiki çehresini almak için büyük çekiç darbeleri ile
kendi öz varlığından parçalar koparmak mecburiyetindedir. Biz bu gayrette
bulunabilecek miyiz? îçine saplandığımız alışkanlıklardan kurtulacak kadar zekâ ve
kudret gösterilebilecek miyiz? Her baskı bize bir ıstırap verir. Şimdiye kadar
kendimizi bir takım kaidelere itaat etmeğe zorlayacak kadar basiret ve cesaret
gösteremedik.
Bütün medeniyetlerin sonunda böyle olmuştur, insan, zekâsı ve keşifleri sayesinde
iptidaî hayatın zaruretlerinden kurtulur kurtulmaz, herşeyden evvel tabiatin
kendisini itaat zorunda bıraktığı disiplinin yerine başka bir takım disiplinler ikame
etmeğe çalışmıştır. Meselâ eski Yunanda ve Romada, stoiklerin nefse hâkimiyet
prensibi ancak halkın pek az bir kısmı tarafından tatbik edilmiştir. Zenon'un,
Epiktetos'un ve Marc Aurele'in müridlerinin sayısı daima pek az olmuştur. Gerçi
hıristiyan ahlâkı, bütün sertliğine rağmen büyük bir muvaffakiyet kazanmıştır; Batı
medeniyetine o hususî strüktürünü veren odur; büyük bir eser meydana getirmiştir.
Fakat bu ahlâk, ilmin ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde meydana gelen maddî
hayat şartları ile fikrî cereyanlar karşısında mukavemet edemedi. Zira insan maddî
şartlar müsait bir hale gelirgelmez, derhal her çeşit disipline isyan eder.
Davranış kaidelerinin tatbik sahasına konulmasına en büyük mâniler bizzat içimizde
olanlardır. İnsan işine gelmeyen şeyleri büyük bir güçlükle anlar. Kendisim birtakım
şeyleri terketnıek mecburiyetinde bırakacak olan olaylara zekâsının kapısını insiyaki
olarak sımsıkı kapar. Meselâ, vücudunu «şarap fıçısına döndürmenin, mütemadiyen
tütün içmenin, fazla miktarda kahve kullanmanın, yalan söylemenin, komşusuna
iftira ve onun aleyhinde dedikodu etmenin, egoist ve kaba davranarak başkalarının
nefretini uyandırmanın tehlikeli şeyler olduğunu bir türlü kabul etmek istemez.
Kendimizde ve etrafımızdaki cisimlerde yalnız hoşumuza giden cepheyi aramak ruhî
bozuklukların en kötüsüdür. Muhitin yarattığı sun'î ihtiyaçları, öz varlığımızın esaslı
ihtiyaçlarile karıştırmak, uzak fakat hakikî bir menfaat peşinde koşacak yerde yakın
ve hayalî faydalar peşinde koşmak da öyledir. Kendimizi olduğumuz gibi görmek
istemiyoruz; kibir ve kendimizden duyduğumuz memnuniyet, gözlerimizi
karartmıştır. Kendimizi bir displine tabi tutmağa ve hareketlerimizi değiştirmeğe
ihtiyacımız yok gibidir. Halbuki hakikatte bazı davranış kaidelerine itaat etmeden
işten kaçınmak, para kazanmak ve konfor temin etmek imkânsızdır. Fakat modern
insan, sıhhatli, zeki yahut iyi kalpli olmak için bir baskıya boyun eğmek
mecburiyetinde olduğunu, güçlükle anlar. Gururunu okşayacak yahut ihtiraslarını
tatmin edecek bir şey elde edebilmek için disipline katlanmak zorunda olduğunu
daha kolay anlamıştır. Meselâ, yüz metre koşusunda birinciliği kazanmak için seve
seve antrenmana katlanan biri, doğru sözlü olmak, arkadaşlarını küçük
düşürmemek, kabalığı ile egoizmini yok etmek için bir gayret sarfetmek istemez.
Zekâ, onu kendi kendimizi idare etmek için kullandığımız zaman dumura uğruyor
gibidir. Bir makineyi rasyonel bir şekilde idare etmek "icap ettiğini anlıyoruz da,
insanı ayni şekilde idare etmek icap ettiğini anlamak hususunda güçlük çekiyoruz.
Davranış kaidelerinin tatbik edilmesine mâni teşkil eden şeyler yalnız zekâda değil
ayni zamanda mizaçta da mevcuttur. İnsanların çoğu hayatın sert kaidelerine boyun
eğmek için elzem olan manevî kuvveti haiz değildirler. Bu insanlara kendilerine
hâkim olmaları öğretilmemiştir. En küçük yaşlarındanberi bütün heveslerine itaat
etmişlerdir. Ailede ye okulda disiplinsizliğe, vurdum duymazlığa, dağınıklığa
alışmışlardır. Asla iradelerini şiddetle arzu edilen bir gayeye tevcih edip güçlükleri
yenerek, uzun müddet sabretmemişlerdir. Velhasıl genç, ihtiyar, kadın, erkek,
zengin, fakir hepsi havası boşaltılmış birer lâstiği yahut delik bir balona benzerler.
Nefse hâkimiyetin mânasını bile bilmezler; halbuki dünyada nefse hâkim olmadan
hiçbir büyük iş başarılmamıştır.
Dinî ahlâk, atalarımızdaki disiplin alışkanlığını asırlarca beslemiştir. Bugün bile dinî
ahlâk, kaidelerine tam mânâsile itaat edenlere nefislerine hâkim olmak imkânını ve
yaşamak için elzem olan kuvveti veriyor. Fakat halkın büyük kısmı bu ahlâkı
terketmiştir. Dinî ahlâk yerine kaim olan zevk ahlâkı, bizi tamamen kuvvetten
düşürdü. İyilik ve kötülük mefhumlarını kaybettik. Derunî bir disipline muhtaç
olduğumuzu anlam>yoruz. Yaşamak ve ırkımızı idame etmek için tabiat kanunlarına
itaatin zarurî bir şart olduğunu anlamış olsaydık bile, yine heveslerimize göre
harekete devam ederdik. Velhasıl davranışlarımızı rasyonelleştirilme işine mâni olan
şeyler, bir taraftan realiteyi olduğu gibi görmemize mâni olan zekâ, diğer taraftan
devrimize has olan ahlâkî zafiyettir.
Davranışların rasyonelleştirilmesi içinde yaşadığımız muhitte bulunan muhtelif
kuvvetler tarafından da sekteye uğratılmaktadır. Zira düşüşümüze sebep olan şartlar
altında kalkınmak zorundayız. Cemiyetin ahlâkî havası ve sosyal meselelerin
atmosferi değişmemiştir ve bizzat biz değiştirmedikçe ayni kalacaklardır.
Binaenaleyh, davranış kaidelerini onlara zıt bir muhit içinde tatbik etmeğe başlamak
lâzımdır.
Cemiyet, mevcut inançlara karşı gelenlere daima bir muhalefet duvarı çekmekten
geri kalmaz. înkilâpçılar bütün devirlerde yakılmıştır. Bugün de birçok mucidler
sefalet içinde ölmekte ve yeni peygamberler taşa tutulmaktadır. Doğru söylemek
icap ederse, hayat kanunlarına itaat edecek olan kimseler, mevcut nizamı mutlaka
yıkacaklardır;, bu yüzdendir ki, cehalet, budalalık, ahlâksızlık içinde yaşıyanlar ve
bilhassa bu ahlâksızlıktan, budalalıktan ve cehaletten istifade eden becerikli kimseler
inkilâpçılara düşman kesilirler.
Halen hayata düşman bir dünya içinde bulunuyoruz. Vücudumuzun ve ruhumuzun
hakikî ihtiyaçlarına uymayan bir muhit içinde, herşeyden evvel olayları oluruna
bırakmak, tembellik ve ahlâksızlık rejimini devam ettirmek isteyen halk arasında
bulunuyoruz. Çağdaşlarımızın nazarında doğruyu söylemek, verilen söze sâdık
kalmak, dürüst bir şekilde çalışmak, başkalarına ihanet etmemek gülünçtür.
Terbiyeciler ve öğretmenler şeref ve ahlâk duygusunun imtihanlarda ve
müsabakalarda muvaffak olmaktan çok daha önemli olduğunu idrak etmiyorlar.
Öğrenciler de ayni anlayışsızlığı göstermektedirler. İyilik ve kötülüğün
mevcudiyetine inanan her insana «saf» nazarı ile bakılmaktadır. Ayni şekilde,
başkalarını kıskanmanın takbih edilecek kötü bir huy, ailede karışıklığın da bir
soysuzluk eseri olduğunu yahut bugünkü Franszlarm bilhassa egoizmleri,
kabalıkları ve hasetleri ile dikkati çektiklerini söyliyen kimse de, kötü bir vatandaş
telâkki edilmektedir. Kadınlık vazifesini tam mânâsile yapan bir kadın, yegâne işleri
eğlenmek, sigara içmek, spor yapmak ve cinsî arzularını anne olmadan tatmin etmek
yahut erkekleri taklit ederek onlarla ayni mesleklere girmekten ibaret olan, velhasıl
vücutlarının ve ruhlarının yapıları tarafından kendilerine tayin edilen nizama
uymayan kadınlar tarafından istihzaya uğramaktadır. Gençliğin başıboş ve gayesiz
değil, disiplinli ve kahraman olmasını istemek cür'etinde bulunanlara gelince, onlara
demokrasiye düşman kimseler nazarı ile bakılıyor. Modern cemiyet, ruhun
yükselmesine var kuvvetiyle karşı koymaktadır.
İkinci Dünya Harbinin tevlit ettiği muazzam çatışma bize hakikati olduğu gibi
görmeği öğretmemiştir. Garip bir çılgınlık, şimşekler taşıyan bir bulut gibi zekâmızı
karartmıştır. Medenî insanların hayat kanunlarına karşı olan isyanları devam
etmekte ve gündengüne büyümektedir. Modern cemiyetle, hayatın rasyonel bir
şekilde tanzimi arasında, dördüncü asır Roma cemiyeti ile hıristiyan ahlâkı arasında
olduğu gibi bir çatışma vardır, inhitat devrinde Romalıların bütün işleri güçleri
yemek yemek, içmek, spor yapmak, at yarışlarını ve gladyatör boğuşmalarını
seyretmekten ibaretti. Bizim meşgalelerimiz de bundan ibarettir. İlimle teknolojinin
kurduğu medeniyet mazideki medeniyetler gibi parçalanmaktadır. Romalılar gibi biz
de bir yenilik yaratmanın lüzumunu anlamıyoruz. Acaba daha iptidaî hayat
şartlarına dönüşle açlığın ve soğuğun tevlid edeceği ıstıraplar, davranış kaidelerinin
tatbikine karşı koyan mânilerden bazılarını ortadan kaldıracak mı?
II
Bu mânileri nasıl ortadan kaldırabiliriz? — Aldın iğinde bulunduğu imkânsızlık —
Hareketlerimizin hakikî saikleri — Duygunun kudreti — Menfaat peşinde koşma.
Rasyonel davranış kaidelerini günlük hayatımıza tatbik etmemize karşı koyan
mânileri ortadan kaldırmak için lâzım gelen kuvveti nerede bulacağız? Tabiat
kanunlarına itaat, stoik feîsefeninki kadar ve ilk devir hristiyanlarınki kadar sert bir
disiplini icap ettirmektedir. Her türlü baskıya, mahrumiyete ve ıstıraba karşı
duyduğumuz nefreti nasıl yenebiliriz? Bu hususta mantık bize ancak pek az yardım
edebilmektedir. Sokrat gibi ruhu hayata tercih eden insanlar çok enderdir. Hiçkimse
ilmî hakikat uğruna kendisini tam mânâsile feda etmez. Gaîile bile işkenceye
tahammül edememiştir. Cehaletin, alçaklığın ve tembelliğin meydana getirdiği
duvarlar asla mantık tarafından yıkılamaz. Bir mecburiyetin rasyonel olarak bedihî
bir şekilde görünmesi o mecburiyete mutlak bir şekilde itaati icap ettirmez. Bir fikir
ancak mantıkî elemanların yanında teessürî elemanlar ihtiva ettiği takdirde
insanların davranışlarını değiştirebilir, Kari Marx hem bir filozof, hem de ateşli bir
ihtilâlciydi. Onun içindir ki, komünizmde âdeta dinî bir kudret vardır.
İnsanı harekete sevkeden şey akıl değil imandır. İnsanlara cisimlerin arasındaki
nizama göre yaşamak kudretini verecek olan şey zekâ değildir. Zekâ, yolu
aydınlatmakla iktifa eder. Asla bizi hamle yapmağa sevketmez. Tamamen
entellektüel olan insanlar hayatta bir yarışı seyreden kötürümler gibidirler. Hedefi
gayet iyi görürler. Fakat bir türlü yarışa katılamazlar. Kelimelerle birtakım oyunlar
yapmak vaktini boş geçirmektir. Mücerret mefhumlar yaratma iştiyakı zaafa sebep
olur.
Mevcut kaidelere isyan edenlerin karşısına dikilen mânileri ancak ruhumuzun
derinliklerinden bir his dalgası yükseldiği vakit yenebiliriz. Hareketin saikleri
teessürîdir. Eflâtun bile insanı harakete sevkeden şeylerin sadece rasyonel cinsten
olmadıklarını söylemiştir.
Doğru hareket etmek için hem duyguya, hem de akla ihtiyacımız var; Zira akıl
olmazsa, duygu bizi okyanusların dibine yahut stratosfere sürükleyebilir. Biz bir
takım iptidai ihtiyaçlara cevap vermek için harekete geçmeğe alışmışızdır; meselâ
giyecek, sığmak, elbise, emniyet, hürriyet, macera ihtiyacı gibi. Ayni zamanda,
andokrin guddelerinin, büyük sempatik sisteminin ve kanm meydana getirdikleri
kıskançlık korku, kin ve aşk gibi ruhî hamlelerin tesiri ile de harekete geçeriz.
Öğrenme ihtiyacı, insanı elinde olmıyarak keşifler ve icatlar yoluna sürüklemiştir.
İşte bizleri içinde bulunduğumuz o iptidaî vahşilikten kurtaran bu öğrenme
ihtiyacıdır. Bilgine ilham veren şey, ne beşeriyete karşı duyduğu sevgi ne de
menfaattir, sadece orayı burayı karıştırma, arama, inceleme ihtiyacıdır. Maamafih,
akim idaresinden kurtulan her duygu, teklikeli bir hal alır. Meselâ, kıskançlık, bir
hastalık salgınından çok daha büyük felâketlere sebep olmuştur. Her insan
başkalarına zarar vermek için, kendikendine faydalı olmak için sarfettiğinden çok
daha fazla gayret sarfeder. Kıskançlık da kin gibi esas itibarile tahrip edici olduğu
için tabiat kanunları tarafından yasak edilmiştir. Ancak iki ihtiras inşam yaratmağa
sevkeder: Aşk ve korku.
Arkasında egoizmimizin saklandığı duvarı yıkmağa, içimizde heyecan ateşini
yakmağa muktedir olan ve bizi ıstıraplı feragat yolunda neş'eyle yürümeğe
sevkedebilecek tek şey aşktır: Feragat ise hayatta yükselmek için en esaslı şarttır.
Çocuk annesine karşı duyduğu sevgiden ötürü uslu durur. Dindar adam Tanrı
sevgisinden ötürü gayet sert ahlâkî bir disipline boyun eğer. Fakat insan mücerret bir
mefhumu sevemez. Bir hukuk kitabının okunması asla heyecan uyandırmaz. İnsan.
hayatını yakınları, şefi, vatanı yahut Tanrı için feda edebilir: Bir fikir için değil.
İsa'nın uğruna işkenceyle ölenler hayatlarını tabiat kanunları için feda etmezlerdi.
Mücerret bir fikir ancak dinî bir unsur ihtiva ettiği takdirde insanı harekete sevkeden
bir kudret olur. Bunun içindir ki, dinî ahlâk lâik ahlâka nispetle çok daha kuvvetlidir,
insan da ancak tabiat kanunlarına Tanrının emirleri nazarı ile baktığı takdirde, onlara
seve seve boyun eğer. Modern insanların çoğu maalesef hemcinslerine, vatanlarına
yahut Tanrıya sevgiden ötürü herhangi bir harekete geçemezler, zira yalnız kendi
nefislerini severler.
Bazan kendi kendini sevmek de bir kuvvet teşkil eder. Bu hissin tamamlayıcısı
korkudur. Korku ise sevgi gibi insanı harekete sevkeder. Modern insanları tavırlarını
rasyonelleştirmeğe sevkedecek olan şey de belki korkudur. Bazı anlar olur ki, o
anlarda yalnız deliler korkmaz. Tarihin hiçbir devri bizim yaşadığımız devir kadar
korkunç olmamıştır. Asla bu kadar büyük sarsıntılar vukubulmamıştır. Ölüm
çanları, karanlık ufukların arkasında asırlardanberi çalıyordu. Fakat kimse bu
çanların seslerini dinlemiyordu. Zira Tanrı mahvetmek istediklerini deli eder. O
zaman harpler patlar ve dünyanın yüzü değişir.
Mahşer günü yakındır. Buna rağmen ne pahasına olursa olsun kurtulmağa ve
milletlerin can çekişmesini takip eden o tarif edilmez ıstıraplardan çocuklarımızı
korumağa çalışmak yahut ta kaçınılması imkânsız felâketlere tahammül edebilmek
için atalardan kalma kuvveti tekrar kazanmak lâzımdır. Ancak tevazu ile tabiatın
kanunlarına boyun eğerek doğrulabiliriz. Belki de korku bizi dirayet sahibi
yapacaktır. Egoizm de zekâ ile karışık bir şey olsaydı, tıpkı sevginin yahut korkunun
yaptığı gibi bizi davranışlarımızı rasyonelleştirmeğe sevkedebilirdi. Zira hiçbir şey
insana tabiata itaat kadar menfaat temin etmez.
Egoizm, hayati koruma temayülünün mubalâğalaşmış yahut bozulmuş şeklidir. Her
zamanki şekli ile tezahür ettiği zaman topluluk ha/atım tahrip eden kötü bir huy
olur: Fakat nispeten hafif olduğu zaman bir meziyet sayılır. İçimizde hiç egoizm
olmasaydı yaşayamazdık. İnsandaki bu tabiî egoizm onun daima yorulmadan maddî
veya manevî menfaat peşinde koşmasına sebep olur: bu tabii temayül valilerde
olduğu gibi gangsterlerde de mevcuttur. Saadet peşinde koşmak, hakikatte menfaat
peşinde koşmaktan yani sıhhat, ilim, hürriyet yahut güzellik uğruna* didinmekten
başka birşey değildir. Halbuki tabiat kanunlarına itaat ta bize bu nimetleri
kazandırır. Maalesef bu itaatin kazandırdığı nimetler ilk bakışta görünmez. Ferdin
yahut ırkın hayatında geç olarak belirir.
Umumiyetle egoizm hoş olanı faydalıdan, hakikî ihtiyacı sun'î ihtiyaçtan, geçici
iyiliği, asıl iyilikten ayıracak kadar akıllıca hareket etmez. Davranışlarımızı
rasyonelleştirdiğimiz takdirde, insanın içinde bulunduğu şartlar dahilinde elde
edebileceği en büyük saadete kavuşacağımızı idrak edemez. Sokrat'm dediği gibi
vazife, zevk ve menfaatle ayni şeydir. Hayatın kanunlarından çıkan kaidelere
harfiyen riayet etmek menfaatimiz icabıdır. Velhasıl öyle bir an gelmiştir ki: ya
inhitatı ve ölümü kabul etmeli yahut bütün mânileri yıkarak bir yenilik hareketine
başvurmalıyız.
Kemdi kendini değiştirme tekniği — Reşit insanın gelişmesi — Çocuğun gelişmesi —
Rasyonel davranış merkezleri.
Bir ev yandığı zaman herkes işini bırakıp yangını söndürmeğe çalışır. Ayni şekilde,
büyük sosyal sarsıntılar olduğu vakit, bütün işleri bırakıp harekete geçmeliyiz.
Yakınlarımızı ve kendimizi nasıl kurtarabiliriz? «Dünya tarihinde ilk defa olarak
çöküşünün eşiğine gelmiş bir medeniyet, felâketinin sebeplerini teşhis etmek
imkânına malik bulunuyor. Belki bu bilgisinden istifade edebilecek ve ilmin o
harikulade kudreti sayesinde, mazideki bütün büyük milletlerin maruz kaldıkları
akıbetten korunabilecektir. Daha bugünden itibaren yeni yola girmemiz lâzımdır.»
(1) Yeni yolda ilerleyebilmek için ise herşeyden evvel kendini değiştirmek lâzımdır.
Fakat kendimizi mazinin hatâlarından ve bu hataların silinmez izini taşıyan
müesseselerden derhal kurtarmamız imkânsızdır. Zira daha ilk çocukluk senelerinde
edindiğimiz itiyatlar bizi kuvvetten düşürmüş ve bozmuştur.
Modern cemiyetin bizi döktüğü kalıplardan kurtaracak kadar ne kâfi derecede
zekâya, ne de enerjiye sahibiz. Fakat muayyen bir nispette kendi hareketlerimize
hâkimiz. Her insan, iradesinin gayreti ile düşünce ve yaşama itiyatlarının şekillerini
değiştirebilir. Ancak benliğimizin derinliklerinde böyle bir yenilik yaptığımız
takdirde, müesseselerimizi de bir devrim yapabilecek duruma getirebiliriz. İhtilâller
umumî meydanların gürültüsü içinde değü, bir kaç insanın kalbinde başlar.
Komünizm Kari Marx'ın ye Engelsin yalnızlık içinde düşünceye daldıkları anlar
zarfında yavaş yavaş olgunlaşmıştır.
(1) Bilinmeyen İnsan.
Fikir ancak ruhu kaplayıp taştığı takdirde yaratıcı bir mahiyet kazanır; ilham
gerçekleşmek için, derunî hayatın huzuruna muhtaçtır. Modern insan bu ilhamdan
mahrum kaldığı için düşmüştür. Medeniyetimizi tekrar inşa etmek için herşeyden
evvel hayatın verdiği modele göre kendimizi yeniden inşa etmemiz lâzımdır. ^
Hususî bir teknik kullanmadan davranışları rasyonelleştirmek imkânsızdır. Böyle bir
tekniği elde etmek ise entellektüel bir kültüre sahip olmak, yahut vücudun fizikî
kabiliyetlerini geliştirmek kadar gayret istiyen bir şeydir.
Matematiği, tarihi, tecrübî ilimleri ve felsefeyi öğrenmek içini birçok senemizi feda
etmekten çekinmeyiz. Ayni şekilde jimnastik, koşu, yüzme, futbol, kayak, tenis ve
golf tekniğini öğrenmek için pek çok vakit sarfederiz. Gençlik, bakalorya
imtihanlarına yahut kendilerine şoförlük veya pilotluk ehliyetini temin edecek
tecrübelere seveseve katlanır. Fakat hayatı idare etmenin, entellektüel yahut bedenî
inkişafı temin edecek şeyleri öğrenmekten çok daha zor olduğunu henüz idrak
etmemiştir.
Kuvvetli, zeki, muvazeneli olmak için neler yapmak icap ettiğini, yorgunluğa
tahammül etmeyi, başkalarının nefretini kazanmamak için nasıl davranılacağmı
öğrenmek, yemek yemek, uyumak, bir okula devam etmek yahut bir yazıhanede, bir
çiftlikte veya bir fabrikada çalışmak kadap mühimdir. Meselâ egoizmle mücadele,
tifüs yahut kolera mikrobu ile mücadele etmekten çok daha derin bir bilgiye dayanan
bir metod kullanmayı icap ettirir. Muhakkak ki şarap, alkol veya tütün kullanırken
itidalli davranmağa alışmak, yüksek matematiği öğrenmek kadar zordur.
Hayatı rasyonelleştirmek için en tesirli metod, her sabah o gün yapılacak işler için bir
plân yapmak ve elde edilen neticeleri her akşam gözden geçirmektir. İşin kaçta
başlayıp kaçta biteceğini, o gün kimlerle görüşeceğimizi ve ne kadar para
kazanacağımızı nasıl önceden biliyorsak, dedikodulara, iftiralara ve kine nasıl mâni
olacağımızı, egoizmimizle, kabalığımızla nasıl mücadele edeceğimizi, ne gibi
bedenî eksersizler yapacağımızı ve itidalsizliğe olan temayülümüzü yok etmek
için nasıl hareket edeceğimizi önceden bilmemiz lâzımdır.
Ruh pisliği, bedenî pislik kadar iğrenç birşeydir. Her insan günlük hayatına
başlamadan evvel, vücudunu olduğu kadar ruhunu da yıkamalıdır.
Fakat bir davranış programı tespit etmek kâfi değildir. Ayni zamanda bu programın
ne dereceye kadar tatbik edildiğini ve kendi kendimize empoze ettiğimiz kaidelere
nasıl karşı geldiğimizi kontrol etmek lâzımdır. Birçok kimseler yatmadan evvel
yahut yataklarından kalktıktan sonra kendilerini adelelerine ve mafsallarına çeviklik
verecek jimnastik hareketlerini yapmağa zorlarlar. Ahlâkî, entellektüel ve psikolojik
faaliyetlerimizin gelişmesine birkaç dakika ayırmak da ayni derecede
ehemmiyetlidir. Bu metodun şuurun gelişmesi üzerinde çok büyük bir tesiri vardır.
İnsan her gün bütün hareketlerine vereceği istikamet üzerinde düşünerek ve böylece
çizilmiş davranış yolundan asla ayrılmamağa çalışarak, hem zekâsını hem iradesini
geliştirebilir. Böylece ruhun derinliklerinde insanın maskesiz olarak kendisi ile
başbaşa kalabildiği gizli bir âlem hasıl olur. Davranış kaidelerinin tatbik edilmesinde
muvaffakiyet derunî hayatımızın kesafetine bağlıdır.
Tüccar, masraf ve varidat defterlerim, âlim denemelerini kaydettiği defterleri nasıl
muntazam tutuyorsa ayni şekilde fakir, zengin, genç, ihtiyar, âlim veya cahil, her
insan, her gün yaptığı iyiliği yahut kötülüğü ve bilhassa kardeşlerine ve komşularına
karşı ne kadar sevinç, ıstırap, endişe, sükûnet, ,. kin veya sevgi gösterdiğini
kaydetmelidir. Bu tekniğin sabırla tatbik edilmesi neticesindedir ki vücudumuz ve
ruhumuz yavaş yavaş değişecektir.
Fakat bu değişme asla tam olmıyacaktır. Reşit insanın kötü bir psikolojik, ahlâkî
yahut entellektüel gelişme tarzından kalan izleri silmesi imkânsızdır. Bundan başka,
kötü alışkanlıkları kökünden tamamen yok etmek mümkün değildir. , Yalnız
çocukluklarmdanberi hayatın kaidelerine itaat etmeğe alıştırılmış olanlar tamamen
rasyonel bir şekilde davranabilirler. Binaenaleyh herşeyden evvel terbiye
metodlarmı değiştirmeğe, çocuklarımızı kendimizin yetişmiş olduğumuzdan çok
daha iyi bir şekilde yetiştirmeğe, çocuklarımızın vücutlarını ve ruhlarını hayatın
korunması, ırkın idamesi ve ruhun yükselmesi kanunlarinm icap ettirdikleri şekilde
geliştirmeğe çalışmalıyız.
Hayatın ilk senelerinde bu vazife tamamen yalnız ana babaya düşer. Onlar bunu
nasıl yapacaklarını bilmezlerse, yani çocukların organik ve zihnî gelişmelerinin
tekniğini, yaşa, cinsiyete ve muhite göre değişen bu tekniği öğrenmemişlerse, bu
vazifeyi yerine getiremezler. Bilhassa annenin bu bilgiye ihtiyacı vardır. Bunun
içindir ki, genç kızların daha evvel bahsettiğimiz okullarda mecburî bir staj
yapmaları lâzımdır. Tesirini göstermesi için terbiyenin bugün olduğundan çok daha
erken yani çocuğun doğuşundan birkaç .hafta sonra başlaması lâzımdır. Evvelâ
tamamen fizyolojik olmalı ve birinci senenin sonunda zihinle meşgul olmalıdır.
Zaman mefhumu ana babalar ve çocuklar için ayni değildir. Bir yaşında olan bir
varlık için bir gün, otuz yaşında olan bir insan için bir seneden çok daha uzundur:
zira bu bir gün belki olgun insanın bir senesinden altı defa daha çok fizyolojik ve
zihnî olayı ihtiva eder. Binaenaleyh ilk çocukluk senelerinin bu zengin devresini boş
bırakmamak, onu işlemek lâzımdır. Rasyonel davranış kaidelerinin tatbiki ilk altı
sene zarfında kat'î bir şekil alır. Annenin rolü çocuğun ve medeniyetimizin istikbali
için son derece mühimdir. Buna rağmen demokratik terbiye metodları genç kızları
emniyet içindeki hakikî fonksiyonlarına hazırlayacak mahiyette değildir.
Çocuk, beşinci yahut altıncı yaşma bastığı andan itibaren onu yetiştirme mes'uliyeti
ana babalarla gençleri davranış kaidelerini tatbik edecek şekilde yetiştiren
öğretmenler arasında yaplaşılır. Bu işte öğretmenler de ana babalar da şimdiye kadar
muvaffak olamamışlardır. Zira çocuğun entellektüel cephesini fizik ve ahlâkî
cephesinden ayrı olarak ele almaktadırlar. Halbuki son 30 40 senedir çocuklardan
beklenilen o muazzam entellektüel gayretin hiçbir şeye yaramadığını pek âlâ
görebilirler. Gençliğin ahlâkî ve fizyolojik bakımdan düşkünlüğü açıkça bellidir.
Hiçbir medenî memlekette nüfusa nispetle büyük bilgin, hayırsever insan ve atlet
bizde olduğu kadar az değildir.
Çocuk daha okula girdiği andan itibaren, alfabenin harflerile beraber en esaslı sosyal
kanunlarına itaat etmeği öğrenmelidir. Nezaketsizlik, pislik, çekememezlik, iki
yüzlülük, iftira, gramer veya coğrafya bilmemekten çok daha ağır suçlardır.
Rasyonel davranış kaidelerinin tatbiki, aritmetik kaidelerinin tatbiki kadar
mühimdir. Artık eski kalıpları kırmanın zamanı gelmiştir. Okul, medeniyetimizin
kurtuluşuna ancak müfredat programını genişleterek yardım edebilir. Herşeyden
evvel yalnız entellektüel olan görüş tarzını değiştirmelidir. İmtihanlar gençleri yalnız
hafızaları bakımından bir takım sınıflara ayırmamalıdırl
Fransada lise bitirme, bakalorya ve büyük okullara giriş imtihanlarnnda, bu
imtihanlara girenlerin hakikî kıymeti hiç nazarı itibara alınmaz. Bu hakikî kıymet
hem psikolojik, hem ahlâkî, hemde entellektüel unsurlardan ibarettir. Bundan böyle
diplomalar yalnız zihinle ilgili bilgiler değil, ayni zamanda rasyonel davranışın
psikolojik ve ahlâkî neticeleri nazarı itibara alınarak verilen mükâfatlar olmalıdır.
İnsanların çoğu yeryüzünü altüst eden olayların manâsını henüz anlamıyorlar. Çoğu
zaman bütün ümitlerini felâketlerine sebep olan hayat şartlarının geri dönmesine
bağlıyorlar. Bu insanlar eskiden olduğu gibi bugün de ayni yalanlar, ayni ruhî ve
zihnî boşluk içinde yaşamaktadırlar. Hakikati görmemek hususunda bu kadar inad
etmeleri onların, davranışlarını derhal değiştirmenin ne kadar zarurî bir şey
olduğunu idrak etmekten çok uzak olduklarını göstermektedir.
Bunun içindir ki, birbirlerinden ayrı yaşıyan insanların hayatlarını
rasyonelleştirmeleri çok zor olacaktır. Yegâne kurtuluş çaresi birleşmektir. Bazan
yeni fikirlerin ateş gibi gizliden gizliye yayılmasını temin eden bir ocağın kurulması
için iki, üç kişinin bir araya gelmesi kâfidir. Komünist hücrelerinin ne kadar
muvaffak olduğu herkesçe malûmdur. Bir fabrikanın istilâsı dört beş kişi
tarafından başarılabilir. Aa sayıda guruplar büyük bir faaliyet gösterebilirler.
Bugün kendilerini yeniden terbiye etmek ve yepyeni bir emniyet meydana getirmek
isteyen kimselerin birleşmesi lâzımdır.
Bu işte iki türlü birleşme mümkündür. Fertlerin ve ailelerin birleşmesile meydana
gelecek topluluğun büyük bir üstünlüğü olacaktır; zira bu topluluk çocuklara okulun
temin etmediği terbiyevî muhiti yaratacaktır. Siyasî, dinî, meslekî topluluklar yahut
sporla ilgili her topluluk, üyeleri zaruretini idrak ettikleri takdirde, birer «beşeriyeti
yeniden yaratma merkezi» haline gelebilirler.
Medenî memleketlerin her tarafında rasyonel davranış^ idare edecek küçük
teşekküller meydana getirmelidir. Bu teşekküller yavaş yavaş büyüyecek ve yara
üzerine dikilen sağlam deri parçalarının birleşmesi gibi birbirlerile birleşeceklerdir.
Cemiyetin bugünkü şartları altında hayat kanunlarına harfiyen itaat etmenin
muazzam gayreti icap ettiren bir iş olduğunu unutmamalıdır. Bu gayret beraberce
gösterildiği takdirde daha kolay olacaktır. Böyle bir gayrette bulunabilecek kimseler
henüz birbirlerini tanımıyorlar. Henüz aralarında bir cesetler yığını vardır. Fakat
canlılar için ölülerden ayrılıp harekete geçme zamanı gelmiştir. Yeni Siteyi ancak
macera ateşini içlerinde duyanlar kurabileceklerdir.

IV
Yolculuğumuzun hedefi ve yol nizamnamesi — Seraplar — Hayatın gayesini açıkça
nasıl tarif edebiliriz? — Beşeiriyetin yeni bir istikamete dönmesi lâzımdır.
Bir yarışa "katılmış bulunuyoruz. Fakat hangi hedefe doğru koşuyoruz? Yanlız
seyrüsefer nizamnamesini bilmek kâfi değildir. Ayni zamanda nereye gidileceğini de
bilmek lâzımdır. Biz Pazar günleri şehrin dışındaki büyük yollarda otomobille
maksatsız dolaşıp duran kimseler gibi, vaktini neyle geçireceklerini bilmeden
gezinen insanlar değiliz, Güçlüklerle dolu bir seyahate çıkmış bulunuyoruz; asla geri
dönemeyiz. Yolumuzu kaybetmemek için yalnız rasyonel davranış kaidelerini
bilmemiz kâfi değildir. Ayni zamanda ulaşılacak hedefi açıkça görmeliyiz. En iyi
pilot bile ineceği yeri görmezse, uçağı mütemadiyen daireler çizer ve hiçbir yere
gidemez. Fırtınaya tutulduğumuz yahut siste veya gecenin karanlığında
kaybolduğumuz zaman, irademizi hangi hava alanına doğru yönelteceğimizi daha
sabahtan bilmeliyiz.
Zekâ, bizi gayemize ulaştıracak emin bir vasıta değildir. Zira zekâ tekâmül esnasında
insiyak kadar kuvvet kazanmadığı gibi derinlere nüfuz etme kabiliyetini de
kazanamamıştır. Hayatın kaidelerini öğrenmek, hedefini öğrenmekten daha
kolaydır. Halbuki yürümesini bilmekten başka yönleri tayin etmesini de bilmek
lâzımdır. Acaba herbirimizin bütün varlığımızı tehlikeye koyan bu büyük maceranın
hedefi nedir?
Hayatımızın hakikî gayesi, cisimlerin öz varlığı tarafından tâyin edilmiştir. Bu gaye,
iştihalarımızdan, heveslerimizden, hattâ en yüksek temayüllerimizden müstakil
olarak mevcuttur. Hakikatte hayatımıza istediğimiz istikameti vermekte serbestiz;
zira tabiat kanunlarına işediğimiz kadar karşı gelebiliriz. Demek ki, insanların çoğu
vücutlarını ve ruhlarını, kendilerine keyfî olarak tayin ettikleri bir gayenin tabiatın
sessizce takip etmemizi emrettiği gayeye uyup uymadığını düşünmeğe bile lüzum
görmeden, istedikleri şekilde kullanmakta serbesttirler. İnsanların hayatlarının
istikameti, ailelerinin ekonomik şartları, kendilerinin ırsî kabiliyetleri, içinde
bulundukları maddî ve manevî muhit, bağlı oldukları dinî akideler, yaşadıkları
devrin felsefî görüşleri ve kendi iradeleri tarafından tayin edilir.
Batı medeniyetinin tarihinde insanların düşüncelerini ve hareketlerini ayni gayeye
doğru yönelttikleri devirler olmuştur.
Ortaçağda yaşıyan atalarımız için, yeryüzündeki hayatımız zaman ve mekân
haricinde olan bir başka hayata, herkesin lâyık olduğu şekilde muamele göreceği bir
hayata hazırlıktan ibaretti. Böylece hayatın gayesi ölümün öbür tarafında bulunan
başka bir hayat olarak kabul ediliyordu. Modern insanlar DU gayeyi ölümün bu
tarafına getirdiler. Bugün aralarından çoğu bu gayeyi cemiyetin ilim ve teknoloji
sayesinde sağlıyabileceği entellektüel ve maddî menfaatleri elde etmekte görüyorlar.
Hayatın cisimlerin öz varlığı tarafından tayin edilmiş bir gayesi bulunmadığını,
bedenî ve zihnî ihtiyaçlarımızı tatmin etmekten başka bir gayesi olmadığını
söylemek demokratik liberalizmin .garip bir zaafıdır.
Hakikatte mukadderatımızı aşağı basamaklarda bulunan kardeşlerimiz şempanzeler
ve goriller gibi düşünüyoruz. İnsanların çoğu ruhlarını hayatın maddî
meşgalelerinden yukarı yükseltemezler. Fabrikalarda, tarlalarda yahut
yazıhanelerde, nerede çalışırlarsa çalışsınlar, tıpkı ehlî hayvanlar gibi, tam olmayan,
dar bir hayatları vardır. İşlerinin kendilerine tam bir emniyet sağlamaması,
kendilerinin mütevazi bir sosyal durumda bulunmaları, meskenlerinin pisliği,
ellerinin kâfi derecede büyük olmaması, ahlâkî bozuklukları ve cehaletleri hayatın
gayesi mefhumunu yanlış anlamalarına sebep olur. Onlar için gaye j^emek yemek,
içmek, uyumak, spor yapmak, dansetmek ve mümkün olduğu kadar çok
eğlenmektir. Kırda oturanlar bile göklerin büyüklüğünü, ışığın ihtişamını,
şimşeklerin güzelliğini, otların, çiçeklerin ve ağaçların sükûnetini takdir etmek
kabiliyetini kaybetmişlerdir. Eskiden Fransız milletinin en yüksek hislerinin ifade
edildiği sayısız mabetler bugün tarlaların ortasında birer harabe haline gelmekte,
ruhumuzdaki aşk, kuvvet ve yaşama sevinci can çekişmektedir.
El işleri yapanlar, fabrika ve tarla işçileri, zanaatkarlar, çiftçiler ,küçük esnaf gibi
yegâne hedefleri hayatlarını idame etmekten ibaret olan çoğunluk arasında, tek
gayeleri kâr olanlar vardır: tüccarlar, büyük küçük sanayiciler, her çeşit
komisyoncular ve muhtekirler gibi. Bunların yanında hayattan kor, kanlar ve
idealleri emin bir hayat, kolay bir iş, mes'uliyetsiz bir mevki ve tekaüt maaşı
isteyenlerden mürekkep muazzam bir kalabalık, başka deyişle hayatlarını tehlikeye
koymaktan korkarken farkında olmadan onu kaybeden bütün büyük ve küçük
memurlar var.
Maamafih, menfaati, emniyeti yahut herhangi bir maddî ihtiyacın tatminini
aramayıp yüksek bir ideal peşinde koşan birçok erkek ve kadınlara halâ rastlamak
mümkündür; bu ideal meselâ kendilerini güzele vakfeden şairin, zanaatkarın yahut
san'atkârlarm ideali, bütün benlikleri ile hakikati ariyan âlimin veya din adamının
ideali, başkalarına yardım eden yahut "kendini çocuklar dünyaya getirmek denen
yüksek vazifeye veya beşerî varlıkları yetiştirmeğe vakfeden kadının ideali gibi.
Velhasıl modern cemiyet içinde insanların hayatlarına gaye olarak tayin etitkleri
şeyler arasında derin farklar mevcuttur. Bütün insanlar saadeti isterler. Fakat
çoğumuzun saadeti, ancak başkalarının zararına elde edilir. Bunun içindir ki, saadet
peşinde koşarken birbirimize karşı cephe alıyoruz. Fert ferde, millet millete karşı
cephe alıyoruz. Hakikatte medenî insanlar hayatlarına gaye olarak harbi
seçmişlerdir.
İlim, insanlara harikulade güzel fakat tehlikelerle dolu bir ülke tanıtmıştır. Cisimler
hakkındaki bilgi henüz bir bütün halinde değilken bizi aldatmıştır. Hakikatte ilim
bile henüz hayatın tanziminde bize tesirli bir şekilde yardım etmemiştir.
İlimden sadece hâdiseleri aydınlatmasını bekliyecek yerde, tabiatı kendi menfaatimiz
için istismar hususunda faydalandık. Bunun içindir ki, ilim hakikî mukadderatımız
hakkında bize birşey öğretmemiştir. İlim kılavuzluk işinde sezişten, an'aneden, dinî
ilhamdan aşağı olduğunu göstermiştir. İlmin kudretinden faydalanmasını bilemedik.
Halbuki insanın kavrıyabileceği realitenin bütünlüğünü ihata edebilecek olan tek şey
ilimdir; zira ilmin selâhiyeti müşahedeye müsait alanın her tarafına yayılır; bu alan
ise hem maddiyatı hem maneviyatı içine alır. Zira maneviyata ulaşmanın tek çaresi
kendimizi ve başkalarını müşahede etmektir. Hayatımızın gayesini bize gösterecek
olan şey ne doktrinlerimiz, ne arzularımız, ne de hayallerimizdir. Hayatın gayesi
ancak canlıların sistematik bir şekilde incelenmesi ile anlaşılabilir. İnsanın
mukadderatını bizzat kendisinden okumalıdır.; nasıl ki bir makinenin ne işe yaradığı
gene makinede anlaşılır.
•Şu ada Ptoleme yahut Arşimet, devirlerin ötesinden çıkıp gelseler, muhakkak ki
uçak denilen meçhul organizmanın ne maksatla meydana getirildiğini derhal
anlarlar. Yalnız hayatın kanunlarını değil, ayni zamanda gayesini de kendi
vücudumuzun ve ruhumuzun öz yapısında aramak lâzımdır. Tabii, beşerî
organizma tıpkı uçağın cansız yapısı gibi faaliyette bulunmak için yaratılmıştır.
Uçağın mukadderatı uçmak* insanmki ise yaşamaktır. Hayatın gayesi menfaat,
eğlence, felsefe, ilim yahut din değildir. Saadet te değildir. Hayatın gayesi bizzat
kendisidir.
Hayat, vücudumuzun organik ve zihnî faaliyetlerinin tam bir şekilde cereyan
etmesidir. Demek ki, ancak bu faaliyetler azaltılmadığı, dumura uğratılmadığı, başka
bir istikamete çevrilmediği yahut bozulmadığı takdirde gayesine ulaşabilir. Hayatın
sessiz emrine hakikaten itaat ederek yaşarsak mukadderatımızı gerçekleştirmekten
emin olabiliriz. Kör arzularımızla cisimler arasında mevcut değişmez nizama cephe
almakta serbestiz, bunu yaptığımız zaman yanlış yola sapıyoruz. Böyle hareket
etmekle ancak kendimizde bulabileceğimiz şeyleri hariçte aramış oluyoruz.
Hayatın gayesi her ferdi en mükemmel beşerî varlık haline getirmektir .İnsan olarak
vazifemizi yapmak için bütün organik, entellektüel ve manevî potansiyel
kabiliyetlerimizi geliştirmek lâzımdır. Fert ve ırk tekâmülünün gayesi daha evvel de
söylediğimiz gibi ruhun yükselmesidir. Fakat ruhun varlığını meydana getiren canlı
maddedir, ruh onsuz olamaz. Demek ki, bütün bedenî ve manevî faaliyetlerimizi
birden geliştirmemiz emredilmektedir. Bu emir herkese şamildir: fakirlere,
zenginlere, kadınlara, çocuklara ve ihtiyarlara. Sosyal durumu, cinsiyeti yahut yaşı
ne olursa olsun, her beşerî varlığın bir takım teessürî, zihnî ve organik ihtiyaçları
vardır ki, mukadderatının gerçekleşmesi için bu ihtiyaçların tatmini şarttır.
Cemiyetin mevcudiyet sebebi de bu ihtiyaçların tatminidir. Buna rağmen maddiyetçi
liberalizmin tesiri altında olan demokrat milletler bu ihtiyaçların evrenselliğini kabul
etmemişlerdir. Okul ve lise öğrencilerine, fabrika ve ziraat işçilerine, memurlara,
öğretmenlere, profesörlere, subaylara vücutlarının ve ruhlarının tam bir şekilde
gelişmesi için zarurî olan şartları temin etmiyoruz.
Medeniyetimiz çökmektedir, zira biz hem ferdi içinden çöktüren zenginliğin, hem de
zihniyetini daraltarak onu atalete sevkeden fakirliğin artmasına fırsat verdik. Meselâ
içkinin işçilerimizi zehirlemesine, radyonun sinemanın ve yanlış bir şekilde anlaşılan
sporların çocuklarımızın ruhunu dumura uğratmalarına göz yumduk.
Cemiyetin birinci hedefi, fertlerine mukadderatları tarafından tâyin edilen
vazifelerini yapmak imkânını vermektir. Cemiyet bu vazifeyi göremiyecek bir hale
gelince, onu değiştirmek lâzımdır.
Hayatın gayesi herkes için aynidir. Fakat bu gayeye ulaşma vasıtaları her fert için
değişir. Hiçbir fert bir diğerine benzemez. Demek ki, fizyolojik ve ruhî
kabiliyetlerimizle kusurlarımızı tespit etmemiz, kabiliyetlerimizi nasıl
kullanabileceğimizi ve kötü huylarımızla nasıl mücadele edeceğimizi velhasıl hangi
tip insanlardan olduğumuzu öğrenmemiz lâzımdır.
Ancak o zamandır ki hayat yolunda, kendimize uygun bir seyahat vasıtası
seçebiliriz, insanın emrinde uçak, otomobil yanut tren olmadığı zaman da gideceği
yere at sırtında yahut yaya ulaşması mümkündür. Hayat kendini küçüklere olduğu
kadar büyüklere, kuvvetlilere olduğu kadar zayıflara, beyazlara olduğu kadar
zencilere de vermeğe hazırdır.
Mukadderatımız kâinatın yapısı gibi değişmez bir şeydir.
Bizim için, mukadderatımızı bilmek, Alaska'nın topografyasını, duyulmayan seslerin
vasıflarını yahut atom nüvelerinin yapısını bilmekten çok daha mühimdir. Hayatın
hedefi ruhtur, yani kendi içimizde ve yeryüzünde aklın ve aşkın yükselmesidir.
Bugün bütün beşeriyetin gözlerini ayni göğe doğru kaldırması ve ayni yolda
yürümeğe başlaması lâzımdır. Yoksa hercümerç içinde mahvolacaktır. İnsanlar
hayatlarında yanlış bir gaye takip ettikçe anlaşmaktan âciz kalacak ve birbirlerini
yaralıyacaklardır. O zaman en asîl ırklar intiharı tercih edeceklerdir. Tekâmüle, tabiat
kanunları tarafından tespit edilen gayeye doğru dönmemiz mutlaka lâzımdır.
Pitagoras'ın da düşündüğü gibi, hayatımızı bu kanunlara uydurursak bu
merhametsiz dünya dostça bir çehre kazanacaktır. Hayat, hürriyeti, muvaffakiyeti ve
sevinci ancak kanunlarına itaat edenlere ve gayesini kavrayanlara bahşeder. Bizi
ancak hakikat kurtarabilir.
Hayatın mânâsı — Niçin yaşıyoruz? — ilmin bir cevap vermeyişi — Dinin cevabı —
Nazariyelere olan ihtiyacımız — Biz neyiz?
İnsanın karakteristik vasıflarından biri maymun gibi tatmin edilmesi imkânsız bir
tecessüse sahip olmasıdır. Bunun içindir ki, durup dinlenmeden halli imkânsız
meseleleri halletmeğe uğraşır. İnsan hayatın gayesinin bizzat hayat olduğunu, zihnî
ve fizyolojik faaliyetleri, hayat yolunun kaidelerine göre, ahenkli bir şekilde
geliştirdiği takdirde, kendisine mukadderat tarafından tayin edilmiş vazifeyi yerine
getirebileceğini öğrenmekle iktifa etmez. Ayni zamanda kendi kendine «Hayatın
mânâsı nedir? Niçin ve nereden geldik? Biz neyiz? Zekânın kâinattaki rolü nedir?
Bunca ıstırabın, kederin ve endişenin bize reva görülmesine sebep nedir? Ölümün
mânâsı nedir? Ergeç boşlukta mahvolacaksak vücudumuzu ve ruhumuzu bir iyilik
ve hakikat idealine göre terbiye etmeğe ne lüzum var ? Asil ihtiras, iman ve
kahramanlık tabiatın birer cilvesinden mi ibarettir? Biz nereye gidiyoruz? Ölümden
sonra ruhumuz da vücudumuz gibi parçalanıp dağılır mı? Ruhun ölümden sonra da
yaşamağa devam ettiğine inanmak saçma mıdır?,, diye sorar.
Bugün de, bütün devirlerde olduğu gibi yaşamayı kâfi bir gaye olarak kabul etmeyen
erkek ve kadınlar vardır. Hayat onlara en büyük nimet olarak görünmez. Güzelliğe,
feragate ve aşka susamışlardır. Tanrıya ulaşmak isterler.
Bu insanların suallerine felsefe daima tatmin etmeyen cevaplar vermiştir. Ne Sokrat,
ne de Eflâtun, beşeriyetin hayat muamması karşısında duyduğu endişeyi
dindirebilmişlerdir.
Yalnış din, beşerî probleme tam bir hal çaresi teklif etmektedir. Bilhassa hristiyanlık
beşerî ruhun isteklerine kat'î bir şekilde cevap vermiştir. Din, insanların
mukadderatları hakkında duydukları endişeyle tecessüsü asırlarca dindirnıiştir. Dinî
ilham, vahiy ve iman atalarımıza emniyet ve huzur vermiştir.
Fakat zekâ, insiyaka karşı giriştiği mücadeleyi şiddetlendirmiştir. Din, aydınlık devir
filozoflarının ve bilhassa Voltjaire'le ansiklopedistlerin darbeleri altında sarsıldı. îlim
insana imanın verdiğinden başka çeşit bir bedahat getirdi: kolayca ispat edilebilen,
çoğu zaman kat'î ve zarif matematik formüllerle ifade edilen basit ve açık hakikatler.
Din ise, aksine, ortaçağ dilini ve mefhumlarını kullanmağa deva metti. Bugün
Avrupa ve Amerika sakinlerinin dörtte üçü kendilerine endişe veren öz varlığımız ve
mukadderatımız meselesinin hallini artık hristiyanlıktan beklemektedirler.
Bu meselenin halli için ilmin bize yardım edeceğini bekleyemeyiz. İlim, tabiatın
yaşamak, ırkımızı idame etmek ve ruhumuzu geliştirmek hususunda verdiği emri
bize ulaştırmakla iktifa eder. Bize hayatın gayesini gösterir. Fakat hayatın mânâsı
hakkında susar, ilim, düşünen beşeriyetin kendi menşei ve gayesi hakkında endişe
ile sorduğu suali cevaplandırmıyacak kadar gençtir. Cevap veremez, çünkü ruhun
mahiyetini bilmemektedir.
ilim, şahsiyetimizin hem dimağımıza, hem organlarımıza, hem kanımıza tâbi
olduğunu biliyoruz. Her beşerî faaliyet, bildiğimiz gibi hem organik hem ruhidir.
Fakat dimağda cereyan eden oluşumlarla düşünce arasındaki münasebet hakkında
birşey bilmiyoruz. Zihni dimağla ayni şey olarak mı, yoksa dimağdan üstün bir şey
olarak mı telâkki etmeliyiz?
Ruh, canlı maddenin meydana getirdiği bir şey midir? Yoksa sadece onun içinde mi
bulunur? Bütün bu sualler cevapsız kalmaktadır. ,
Halbuki Wilson tepesindeki astronomlar, yeryuvarlağmdan 500 milyon ışık senesi
kadar uzakta bulunan muazzam nebülözlerin resmini çekmeğe muvaffak
olmuşlardır. Modern fizikçiler de atomu, o muazzam direncine rağmen yapısının
sırrını ifşa etmeğe zorlamışlardır. Ayni şekilde Morgan enstitüsündeki jenesistler
cinsî hücrelerin kromozomlarında vücudun ve ruhun ırsî vasıflarını taşıyan ve yapı
ile büyüklük bakımından atoma benziyen cisimcikleri keşfetmişlerdir. Fakat Ranıon
Cajal'ın dimağ hücrelerinde müşahede ettiği son derece nazik organların
fonksiyonunu ve bu hücrelerle düşünce arasındaki münasebetleri kimse bilmiyor.
Yalnız şahsiyeti teşkil eden vasıfların gudde sistemleri ile sinir sisteminin muayyen
şartlarına tâbi olduğunu biliyoruz.
«B e n» dediğimiz ve ayni zamanda hem malûm hem de meçhul olan varlık, henüz
ilmî tekniklerin haricinde kalmaktadır. Acaba bu varlığın bilinmesi imkânsız mıdır?
Yoksa bugünkünden daha kuvvetli ve ince metodlar sayesinde kavramlabilecek
midir? Bunu henüz bilmiyoruz. İlim ruhun menşei, mahiyeti ve mukadderatı
hakkında tam bir sükût muhafaza etmektedir.
Bununla beraber, bu hususta bir takım faraziyeler ortaya atılabilir. Faraziyeler, ilmin
ilerlemesi için hakikaten elzemdir. Zira doğru olup olmadıklarının incelenmesi yeni
yeni tekniklerin icadını ve yeni tecrübelere baş vurulmasını intaç ettirir. Demek ki,
bir faraziyenin doğru veya yanlış olması mühim değildir: onun rolü yalnız bizi
harekete sevketmekten ibarettir .Binaenaleyh bizi bir müşahedeye yahut yeni bir
tecrübeye sevketmeyen faraziye mânâsız bir tahminden ibarettir. Meselâ hayatın
yahut şuurun menşei hakkında münakaşa etmek boştur ,zira bu olaylara şahid olmuş
kimse yoktur; bunun içindir ki, asla ifşa edilmiyeceklerdir, binaenaleyh haklarında
yürütülecek her faraziye asla bir netice vermeyecektir.
Aksine ruhun öz varlığı ve istikbali hakkında yürütüle. cek tahminler yeni bir takım
tecrübelere girişilmesine sebebi yet .verebilirler. Binaenaleyh daha sonra olaylar
tarafından tekzip edilseler bile verimlidirler.
P. Marquette, Büyük Göller bölgesinde yola çıktığı vakit Çine varacağını
zannediyordu. Buna rağmen, bu yanlış faraziye ona faydalı olmuştur; gerçi Çine
vasıl olmamış fakat hiç olmazca Chicago'yu kurmuştur.
Biz neyiz? Yeryüzünde serbestçe hareket eden, kendikendilerini idare eden, şuurlu
vücutlar olduğumuzu biliyoruz. Bu vücutlardan herbiri hücrelerden, sıvılardan ve
ruhtan mürekkeptir. Her vücut diğerlerinden bazı vasıflarla ayrılır. Kendisine
mahsus bir şahsiyeti vardır. İçinde bulunduğu mekânın hudutları muayyendir.
Bununla beraber, o bu hudutları aşar ve etrafındaki mekânın vasıflarını değiştirir.
Zira etrafında bir kuvvet alanı yaratır, bu kuvvet alanı da canlı veya cansız içinde
bulunan bütün varlıklara tesir eder.
İnsanlar ya birbirlerini çekerler yahut birbirlerini iterler. Aralarında görünmez bir
takım bağlar vardır. Bu bağlar ayni toplulukta bulunan fertleri bir ağ gibi içine alır.
Yeryüzü âlemini ve yaşama şartlarını değiştiren düşüncedir. Ayni zamanda
biliyoruz ki, bu manevî kudret bizim hususî vasfımızdır. Bizi canlılar alemindeki
yakın akrabalarımızdan, antropoidlerden ve bilhassa şempanzelerden ayıran odur.
Ruh, canlı maddede ancak dimağ ve andokrin guddeleri muayyen bir
mükemmeliyet derecesine ulaştıkları vakit meydana çıkar. Ruh, tıpkı ateş böceğinin
fosforlu ışığı gibi canlı dokuların yaydıkları bir nevi aydınlıktır.
Düşüncenin yapısı nedir? Güneş ışınlarının f o tonları, atomun elektronları, yahut
elektrik akımının protonları gibi düşüncenin de psikonları var mıdır? Yoksa düşünce
bugünkü mefhumlarımızın tasvir edemiyeceği yepyeni bir âlem midir? Muhakkak
ki, şuurun incelenmesi ilerisi için biolojistlere, atomlar arası âlemin incelenmesi
neticesinde fizyologlara yapılandan çok daha büyük sürprizler hazırlamaktadır.
Ruh, vücudun bir parçasıdır. Demek ki, fizikî zamanın içindedir. Fakat ışık nasıl
ampulün içinde kalmıyorsa, ayni şekilde ruh da zaman ve mekânın dört buudu
haricine çıkaj. Manevî enerji fertlere göre başka başka vasıflarda görünür. Bu vasıflar
ırsî olarak nakledüir. Jenlerin içinde bir takım faktörler vardır ki, bizce meçhul olan
bir nispet dahilinde ruhun keyfiyetini tayin ederler. Demek ki, ruh tıpkı mide suyu
yahut tiroksin gibi bir takım hücre guruplarının faaliyetine tâbidir; bununla beraber
bu hücrelerin ait oldukları âleme mensup değildir. Acaba ruh, yanan odunun
çıkardığı duman mı, yoksa bir an için tepenin yamacındaki çam ormanının üzerinde
duralayan bulut mudur?
Biz ne ruh ne de vücuttan ibaretiz; zira ruh ve vücut bizim birbirini tamamlıyan iki
cephemizdir. Öyle iki cephe ki, duygularımızın yapısı her ikisini birden
kavramamıza müsaade etmez. Hiçbir zihnî faaliyet yoktur ki, ona tekabül eden
organik bir faaliyet olmadan meydana gelsin.
Bilindiği gibi ruh, fertlere göre ayrı ayrı tipler halinde görünür: meselâ entellektüel,
teessürî ve insiyaki tipler. Bu tiplerin hususiyetlerini fizikî ve zihnî faaliyetlerden
bazılarının diğerlerine üstün olması teşkil eder.
Beşerî şahsiyet herşeyden evvel şuurdan mürekkeptir. Fakat şuur hem dimağa, hem
kana, hem andokrin guddelerine hem büyük sempatik sinir sistemine, hem de kalbe
bağlıdır. Benliğin vahdeti organizmanın vahdeti, gibi, birçok elemanlardan
müteşekkildir. Biz zekâdan histen, sezişten olduğu kadar hipofiz, sürrenal ve tiroid
guddeleri ile, beyin zarı, hipotalmüs ve cinsiyet guddelerinden ibaretiz. Dimağın
zekânın merkezi olduğunu düşünmek hatâdır. Hakikatte bütün organlarımızla
birden düşünüyoruz. Fakat anlama, hatırlama, birçok fikirleri birleştirme
kabiliyetlerinin dimağ hücrelerinin sayısı ile yapılarının mükemmeliyetine ve bu
hücrelerin beraber çalışma sistemlerin muğlaklığına tâbi olması mümkündür.
Zekâ duygu organlarının dış âlem hakkında kendisine verdiği bilgileri kullanır, bu
dünyada bize bir hareket imkânı hazırlar. İcatları sayesinde ihtisaslarımızın
keskinliğini ve adalelerimizin kuvvetini fevkalâde arttırmıştır. Kaliforniyadaki ve
Mount Wilsonda'ki muazzam teleskopları meydana getirc mistir; bunlar saman
yolundan yüz milyonlarca ışık senesi mesafedeki âlemlerle uğraşıyorlar. Bundan
başka, bakışlarımızın moleküller âlemine nüfuz etmelerine imkân veren elektronik
mikroskobu yapmıştır. Velhasıl bize en büyük cisimlere olduğu gibi en küçük
cisimler ede tesir etme, medeniyetimizin iftihar ettiği şeyleri birkaç dakikada
yoketme imkânım vermiş, aynı ayrı hücreler üzerinde tıbbî ameliyatlar yapmayı
yahut atomu parçalamayı mümkün kılmıştır.
Zekâ hem ilmin, hem de felsefenin yaratıcısıdır. Muvazeneye sahip olduğu zaman
hayatta nasıl davranacağımızı gösteren emin bir kılavuz olur. Fakat ne hayata bir
mânâ, ne bize yaşamak için kuvvet verir. Zira zekâ sadece zihnin bir faaliyetidir.
Diğer faaliyetlerden ayrı olarak geliştirilir ve hisle beraber olmazsa, ferdi diğer
fertlerden ayırır, onu insanlıktan uzaklaştırır.
His daha ziyade andokrin guddelerine, büyük sempatik sisteme, kalbe ve dimağa
bağlıdır. Heyecanla karışık istek, cesaret, sevgi ve kin, bizi zekânın plânını yaptığı
harekete sevkeder. Organizmayı harekete, kendisini müdafaaya, kaçmaya yahut
hücum etmeğe zorlayan şey, guddelerin faaliyetidir ki, onları da büyük sempatik
sinirleri vasıtasile korku, hiddet, birşey keşfetme arzusu ve cür'et harekete getirir.
Sevgiyi, kiniz heyecanı ve aşkı mümkün kılan, ipofiz ve tiroid guddeleri ile . cinsî
guddelerdir, insan toplulukları bü organların sayesinde mevcuttur. Akıl tek başına
insanları birleştirecek kadar kudretli değildir. Akıl jıe sevebilir, ne de kin duyabilir.
Andokrin guddelerimiz kusurlu olduğu takdirde faziletleri gerçekleştirmek daha zor
olur.
Realiteyi doğrudan doğruya kavramak hususunda his zekâdan üstündür. Zekâ
hayatı dışından müşahede eder. His ise aksine hayatın içindedir. Pascal «Kalbin,
aklın tanımadığı kendine mahsus bir takım sebepleri vardır.», diye yazmıştır. Bize
ahlâk duygusunu, güzellik ve kudsiyet duygularını, yaşamak kuvvetini ve sevinci
veren şey, ruhun entellektüel değil teessürî faaliyetidir. Bu faaliyetler ferde
kendinden kurtulup başkalarile temasa geçme, onları .sevme, onlar için kendini feda
etme kabiliyetini kazandırırlar.
San'atkârlardaki ilham ile, dinî ilham ve sevgi, seziş kabiliyetinin gelişmesini temin
ederler. Şair realiteyi âlimden daha derin bir şekilde kavrar. Seziş, uzağı görme
kabiliyetine çok yakındır. Seziş realitenin duyguların üstünde bir kavramşıdır.
«Bütün büyük adamlarda bir seziş kabiliyeti vardır. Muhakeme ve tahlil etmeden
lâzım olan şeyi bilirler» Uzağı görme kabiliyetile seziş arasında keyfiyet bakımından
değil Muhakeme ve tahlil etmeden lâzım olan şeyi bilirler.» Uzağı görme kabiliyeti
ile telepati müşahedenin yakın donelerindendir. Bu kabiliyete sahip olanlar, duygu
organlarını kullanmadan başkalarının gizli düşüncelerini anlarlar. Ayni şekilde
zaman ve mekân bakımından az veya çok uzak olayları da hissederler,. Bu kabiliyet
çok ender rastlanan birşey değildir. Rhine, Duke Üniversitesinde öğrenciler üzerinde
tecrübeler yaparken sık sık duyuların üstünde bir ihsasa rastladığını söyler. Eski
Atikteki peygamberler istikbalde ne olacağını biliyorlardı. On birinci asırda Araplar
duyular üstü ihsası, zihnî gelişmenin dördüncü basamağı olarak tarif ediyorlardı.
Yoga doktrinine göre bir insanın düşüncelerini bir başkasına nakletmesi
mümkündür. Fichte, Hegel, Schopenhauer ve von Hartmann «duyular üstü ihsas»
mefhumunu kabul ediyorlardı. Fakat, Aristo kehaneti inkâr etmiştir; çünkü bu onun
için izalı edilmesi imkânsız bir şeydi. Descartes'la on sekizinci asır filozofları da, ayni
şekilde herşeyin zekâya ancak duyular vasıtasile ulaştığını zannediyorlardı.
Demek ki, insan Rönesanstanberi beş duyunun hudutları içine hapsedilmiştir. Bugün
inkâr edilmesi imkânsız birçok telepati vak'alarmı biliyoruz. Telepatinin ve mazi ile
istikbali görme kabiliyetinin mahiyeti bugün de Aristo devrinde olduğu kadar
meçhuldür, fakat biliyoruz ki, bir fenomenin realitesini sırf o fenomenin müşahedesi
güçtür ve izahı imkânsızdır diye inkâr edemeyiz.
Ruhun dış âlemle ve diğer ruhlarla duygu organlarından başka bir kanalla da temas
edebildiği muhakkaktır. Gerçi seziş zekâ kadar sağlam değildir ve kullanılması
ekseriya tehlikelidir. Fakat bu duygular üstü ihsas ruhumuzun realiteye nüfuz
kabiliyetini pek çok arttırır; zira zaman ve mekân içinde duyulanımızın
ulaşamıyacağı yerlerdeki hâdiseleri, hattâ zaman ve mekân haricinde olan şeyleri
kavramamızı mümkün kılar.
Demek ki, insan tamamen ve yalnız manevî olan tesirleri de ihsas edecek şekilde
yaratılmıştır: meselâ başka bir insanın ifade edilmemiş düşüncesi yahut Tanrının
inayeti gibi. Aristo, Veli Akinaslı Thomas, Descartes ve muakkipleri din sayesinde
bir varlığın idrak edilebileceğini kabul etmişlerdir. Hakikatte bizimle dış veya iç
âlem arasında felsefenin yahut klâsik ilmin kabul ettiklerinden çok daha geniş bir
temas alanı vardır. Biz, hem zaman ve mekân içindeyiz, hem de fizik âlemin bu
buudları haricinde yaşıyoruz. Hem zekânın kudretini, hem de seziş yahut uzağı
görme kabiliyetini kullanabiliriz. Zekâ maddî âlemi öğrenmemizi ve ona hâkim
olmamızı mümkün kılar. Seziş realiteye zekâdan daha derin bir şekilde nüfuz eder
ve bizi cisimlerle doğrudan doğruya birleştirir. Ruh bilhassa entellektüel olmayan
faaliyetleri sayesinde maddî âlemden dışarı çıkabilir. Bedenî ve zihnî unsurun ayni
zamanda hem fizik hem de hiç olmazsa şimdilik aklın ve ilmin ulaşamadığı bir
manevî âlemde bulunması, beşerî varlığı yeryüzünde bulunan bütün diğer
varlıklardan apayrı birşey haline getirir, işte biz buyuz.
VI
Kâinatta insanın mevkii — Düşünen yegâne varlık insanmıdır? — Kosmosun fizik
görünüşü — Tamamen manevî iman — Tanrı faraziyesi.
Her insan kendini kâinatın merkezi sanır. Nazarımızda en mühim şey kendi,
hayatımızdır. Hayatımızın derin bir mânası olduğu hissini taşırız. Bu his bir
evhamdan, tabiatın bizi hayatın idamesi kanununa itaat etmeğe zorlamak için
kullandığı sun'î bir vasıtadan mı ibarettir? Kâinattaki durumumuz
nedir ?
Gerçi biz dünyaya hâkimiz. Fakat yeryuvarlağı ancak güneşin etrafında dönen
yıldızlardan biridir. Güneş ise bir parçasını teşkil ettiği saman yolundaki milyonlarca
yıldız arasında küçük bir yıldızdan ibarettir. Saman yolunun ötesinde, sonsuz
boşlukta birer ada gibi duran daha birçok âlemler vardır. Mount Wilson'daki
teleskop 400 milyon ışık senesi mesafede böyle âlemlerin mevcut olduğu tespit
edilmiştir. Açıkça görülüyor ki, insanın kâinattaki mevcudiyeti kemmiyet
bakımından pek az ehemmiyeti olan bir şeydir. Fakat bir şeyin kıymeti hacmine ve
ağırlığına tâbi değildir. Meselâ bir saat, ayni cesamette bulunan fakat işlenmemiş
olan mermer bir kitleden çok daha manâlıdır.
Gerçi meselâ insan dimağı yıldızlar âlemi ile hattâ, şu küçük dünyamızla mukayese
edilirse fevkalâde küçük bir şeydir. Fakat keyfiyet bakımından hiçbir şeyle mukayese
edilemez. Trilyonlarca incecik bağla birbirine bağlı ,12 milyon kadar sinir
hücresinden meydana gelen bu ahenkli mevcudiyetin kozmik âlemde bir eşi yoktur.
Kemmiyet bakımından küçücük olan bu canlı maddeden düşünce denilen muazzam
kudret çıkar. Düşünce ise yalnız en büyük nebülözlerden atomun nüvesine kadar
bütün maddî âlemi kavramaz, ayni zamanda onun dışına da yayılır. Beşerî varlığın
cansız kozmik kitleyle mukayese edilemiyecek kadar büyük bir kıymeti vardır. Bu
derece mükemmel bir strüktüre kâinatın başka hiçbir yerinde tesadüf edilemez. Belki
de dimağ, kâinatta ruhun cansız maddeden yükselmesi için zarurî olan şartları
kendinde birleştiren tek şeydir.
Düşünceyi yaratan dimağ yalnız yeryüzünde mi mevcuttur? Diğer güneşlerin
etrafında dönen yıldızlarda mevcut değil midir? Ruhun yıldızlar âleminin yalnız bu
küçücük noktasında tezahür etmiş olması pek muhtemel değildir. Maamafih bizim
bildiğimiz hayatın meydana gelmesi için elzem olan fizikî ve kimyevî şartlar
muğlâktır. Bu şartlara umumiyetle yeryuvarlağmdan başka yıldızlarda pek
tesadüf edilmez. Ayda ne su, ne de hava vardır, teleskoplarla bakıldığı zaman orada
hiçbir hayat eseri görülmez. Zührenin atmosferinde pek çok anidrik karbonik
vardır, fakat ne su, ne de oksijen vardır. Merinin ise iklimi mutedildir,
atmosferinde oksijen, anidrik karbonik ve su buharı vardır: bazı bölgelerinin
renkleri onda iklim değişikliğinin mevcut olduğunu ve çok bitki yetiştiğini
göstermektedir. Güneş sisteminde hayat yalnız yeryüzünde ve Merfhte mümkündür.
Acaba bizim gibi varlıkların yaşıyabilecekleri başka âlemler yok mudur?
Seyyarelerin, iki yıldız birbirlerine, karşılıklı çekim kuvvetlerinden peykler meydana
gelecek kadar yaklaştıkları vakit meydana geldiklerini biliyoruz. Belki de mütevazi
dünyamız kâinatta, Copernic'ten evvelki ortaçağ astronomlarının, filozofların ve
iâhiyatçılarm kendisine atfettikleri gibi hakikaten üstün bir durumdadır. Eddington'a
göre 10.000 milyon sene zarfında, 100 milyon kadar yıldız arasından yalnız biri, diğer
bir yıldızla bahsettiğimiz şekilde karşılaşmıştır. Demek ki, seyyare sistemleri çok
enderdir. Binaenaleyh başka bir beşer nevinin mevcut olmaması mümkündür.
Kosmosta canlı maddenin dışında ruha tesadüf edilmez, insanın vücudunu meydana
getiren elemanlar ise toprak, su ve hava tarafından temin edilir. Acaba ruh da bu
elemanlardan mı meydana gelir? Bir takım kimyevî reaksiyonlar husule geldiği vakit
mi doğar? Hususî bir metot icad edilmeden evvel kozmik âlemde varlığından
haberdar olmadığımız kozmik ışınlar gibi henüz bilmediğimiz manevî unsurlar da
var mı?
Şimdilik bir takım kimyevî ve fizyolojik unsurların, beşerî şahsiyeti nasıl
geliştirebileceğini kavrayamıyoruz. Bununla beraber, dış muhitin serbest yahut
cansız maddeyle birleşmiş bir halde bulunan dağınık manevî bir enerji ihtiva ettiğini
düşünmek mümkündür. Bu enerji vücudun ve bilhassa dimağın terkibine girerek
şahsiyet haline gelmiş olabilir. Fakat fizik âleminde böyle bir manevî enerji olsa bile
onun mevcudiyetini hissedemeyiz. Nasıl zihnî oluşların varlığını bir ameliyat
esnasında uyuşturulmamış bir hastanın beynini müşahede ederek tespit edemezsek,
ayni şekilde duyu organlarımızın ruhu doğrudan doğruya kavramaları da
imkânsızdır.
İnsanlar dünya yüzünde düşünebilir yegâne varlık olduklarını asla kabul etmek
istememişlerdir. Atalarımız, evlerinde, pınar başlarında, dağlarda, ormanlarda ve
denizde bir takım manevî varlıkların bulunduğuna inanırlardı. Antik site din
üzerinde, yani insanı görünmiyen bir takım ruhlara bağlayan mecburiyetler üzerinde
kurulmuştu. Bu ruhlara hoş görünmek için bütün teferruatiyle bir takım teknikler
meydana getirilmişti. Ölüler akrabaların, dostların arasına gelmeyi kabul ediyor ve
onlara bir takım nasihatlarda bulunuyorlardı. Kanunlar da yukardan gelen bir
ilhamdı. İsparta kanunları Likürg'e Apollon tarafından ilham edilmemiş miydi?
Sonradan din, bu inançları pürüzlerinden temizledi. İnsanların işini gören küçük
ilâhların yerini melekler ve veliler aldılar. Ortaçağda en mütevazi köylü bile bir
takım manevî varlıklarla beraber yaşıyordu. Kırların yahut ormanların ıssızlığı içinde
asla yalnız kalmıyordu. Jean d'Arc'a vazifesini gösteren azize Catherine'le azize
Marguerite'ti. Her insan bütün hayatım Tanrı ve azizlerle beraber yaşıyabiliyor ve
onlardan kuvvet, huzur alıyordu. Tanrının annesi de birçok yerlerde görünerek
oraları mukaddes bir yer haline getiriyordu.
Meselâ Gave de Pau kıyısında, Lourdes köyünün yakınındaki mağarada olduğu gibi.
Fakat sanayi medeniyeti gelişti. Yol kavşaklarmdaki mukaddes yerlerde, kırlardaki
mabedlerde ve kumlu düzlükler bulunan ilâhî varlıklar oraları birer birer terkettiler.
Güneş battıktan sonra bir kuyunun etrafında, yahut metruk bir kır evinde raslanan
ruhlar bile bir daha dönmemek üzere çekilip gittiler.
Ve modern insanlar dinsiz ataların âdetlerine döndüler. Tekrar ölülerle temasa
teşebbüs ettiler. Velilerin ve meleklerin yerini bir takım müphem manevî varlıklar,
vücuttan mahrum ruhlar, bir takım psişik faktörler aldılar. Bunlar medyumlar ve
otomatik yazı vasitesile bize öbür dünya hakkında hakikatte pek alâka verici
olmayan malûmat verdiler.
Bugün insan, eski devirlerde olduğu gibi kendisine yardım edebilecek, onu
sevebilecek ve koruyabilecek bir takım görünmez varlıklar arıyor. Fakat bu manevî
varlıklara ulaşamıyacağını biliyor. Ancak derin sezişli ve ilerisini görme kabiliyetine
malik olan büyük insanlar onların mevcudiyetini hissedebilir ve onlarla temas
edebilirler.
Cansız madde bir takım psişik unsurlar ihtiva etse bile, bu elemanlar bizim için
daima meçhul olacaktır. Bununla beraber, kosmos, bazı bakımlardan bize benzeyen
bir ruhun izini taşıyor gibidir.
Bildiğimiz gibi kâinatta bedihî bir nizam vardır. Biz bu nizamı idrak edebiliriz.
Zekânın yarattığı matematik mücerret formüller bile etrafımızdaki âlemin nasıl
hareket ettiğini hemen hemen tam bir şekilde ifade ederler. Demek ki, dünyayı
yaratan akılla bizim aklımız arasında bir benzerlik vardır. Bu yaratıcı akü, bu Tanrı,
cansız maddeye bir matematikçi gibi muamele ediyormuş hissini verir. Ruhumuzun
bu Tanrısı bizden çok uzaktır. Yer çekimi kanunu kadar merhametsiz, güneş kadar
ulaşılmaz bir varlıktır ve ancak meselâ Newton, Am . pere, Planck, Broglie gibi
büyük dâhilere doğru eğilir. Bununla beraber, canlı madde ile uğraştığı vakit «o basit
metodlarını ve muzaffer mantığını kullanmıyormuş hissini verir. Canlı varlıkların
tekâmülü beceriksiz, müsrif, kaba, mütereddit bununla beraber inatçı bir kuvvet
tarafından muayyen bir gayeye doğru götürülüyormuş gibidir, bu gaye de ruhun
yükselmesidir.
Yolun yan taraflarında birçok çıkmazlar vardı ve hayat lığı, gayet karışık ve ince
manevralarla çok uzun zaman devam eden bir gayret sayesinde yaratmış intibanı
verir.
Arthur H. Comptons: «Tanrının mevcudiyeti faraziyesi kâinatı bütün diğer
faraziyelerden daha makul bir şekilde izah etmektedir,» diye yazmıştır. Bu faraziye
fiziğin birçok faraziyeleri gibi meşrudur; şimdiye kadar pek çoy faydalı olmuştur; bu
faraziyeyi terketmek için bir sebep yoktur. Millikan, Eddington ve Jeans tıpkı
Newton gibi kâinatın yaratıcı bir zekânın eseri olduğuna inanmaktadırlar. Fakat
fizikçileri ve astronomları tatmin eden bu faraziye orta adamı tatmin etmez.
Newton'un Tanrısı, tıpkı Eflâtun'un Tanrısı gibi ne sevincimiz, ne endişelerimiz, ne
de ıstırablarımızla alâkadar olur. Tanrıyı bir matematikçi yahut zalim ve beceriksiz
bir tecrübeci olarak görmek istemiyoruz. Bizi sevecek, dualarımızı işitecek ve bize
yardım edecek bir Tanrıya ihtiyacımız vardır.

VII
Tanrıya olan ihtiyacımız — Dua — Tasarruv — Tassavvnfun mânası — Li'beraîizm
ve din — Tabiat ve realiteı
Hemen hemen iki asırdanberi, din yavaş yavaş yerini menfaat ve ilim mezhebine
bıraktı. Din, bütün halk okullarından sürüldü. Modern cemiyet hakikatte dinden
tamamen bihaberdir. Fakat bu kadar gözden düşmüş olmasına rağman din ölmekten
uzaktır.
İnsan cisimlerin manevî özünü kavramak için ezeldenberi uğraşmaktadır, "insan
bütün devirlerde ve hemen hemen bütün ülkelerde bir şeye tapma ihtiyacını
duymuştur. Tapmak insanda hemen hemen sevmek kadar tabiî bir ihtiyaçtır. Bu
Tanrıyı arayış herhalde ruhumuzun yapısının bir neticesidir, insan, Nazaretli
marangozda, aradığı ulu ve kendisine yakın Tanrıyı bulmuştur, insanın sözleri hayat
realitesinin derinliklerine nüfuz etmiştir; bu sözlerin felsefe ile alâkası yoktur, bütün
eski âdetleri yıkmaktadır ve o kadar hayret verici sözlerdir ki, bugün bile onları
anlamakta güçlük çekiyoruz;
Ne olursa olsun gorillerin yakın akrabası sayılırız ve «Tepedeki Vaaz» bazı ırsî
temayüllerimizi derinden sarsar. Vahşî ormanlar kanununa itaat eden bir yaratığa,
hemcinsini kendisi kadar sevmek emri saçma görünür.
Halbuki Isa dünyamızı gayet iyi biliyordu. Bizi Aristo'nun Tanrısı gibi
küçümsemiyordu. Onunla konuşabiliriz, sözlerimize cevap veriyor. Bizim gibi bir
ihsan olduğu halde, Tanrıdır ve herşeyin üstündedir. Fakat o tahtasını işlediğimiz
masada, yediğimiz yiyeceklerde, bizi ısıtan güneş ışığında, ormanda, toprakta,
denizlerde ve göklerde mevcuttur. Madem ki her şeyi yaratmış olan ve herşeyi
muhafaza eden odur . BuI lunduğumuz yer neresi olursa olsun, günün ve gecenin
her saatinde bize cevap vermeğe hazırdır. Ve biz ancak arzumuzu ve sevgimizi ona
doğru yönelterek ulaşabiliriz. İlim ve teknoloji üzerinde kurulmuş bir cemiyette bile,
bu Tanrı ihtiyacının birçok insanlarda az çok belirli bir şekilde kaldığı kolaylıkla
müşahede edilebilir. Bu ihtiyaç tatmin edilmediği zaman ekseriya, cins' ihtiyaçta
olduğu gibi, yanlış bir yola sapar. Bu ihtiyacın, en gayri müsait şartlar altında bile
yaşamağa devam etmesi, ,ona ehemmiyet vermemenin tehlikeli bir şey olduğunu
göstermektedir.
Tanrı ihtiyacı dua ile ifade edilir. Dua ümitsiz bir çığlık, bir yardım talebi, bir aşk
sarkışıdır. Dua, mânâsını anlamadığımız bir takım kelimelerin yeknasak ve kederli
bir şekilde tekrarlanmasından ibaret değildir. Duanın tesiri hemen hemen her
zaman müspettir. Her şey Tanrı bizi dinliyormuş ve bize doğrudan doğruya cevap
veriyormuş gibi cereyan eder; beklenmedik bir takım olajylar olur: zihnî muvazene
tekrar kurulur: içimizden yalnızlık, kudretsizlik ve gayretlerimizin boş olduğu hissi
yok olur; dünya adaletsiz ve zalim değil, dost görünür ve içimizde esrarengiz bir
kuvvet uyanır. , Dua bize endişelere ve kederlere tahammül etme kudretini, hiçbir
mantıkî sebep olmadığı zamanda ümit etmek ve felâketlerin ortasında dimdik ayakta
durmak imkânını verir. Bu olaylar herkesin içinde vukubulabilir, fakat bilhassa
ruhlarının kapısını dış âleme ve modern hayatın karışıklığına kapayan kimselerde
görülür, ilim âlemi dualar âleminden çok farklıdır, fakat ona zıt değildir; nasılki aklî
olan şeyler gayrf aklî olanlara zıt değilse. Şunu unutmamak lâzımdır ki, ruh hem
mantıkî hem de gayri mantıkî faaliyetlerden mürekkeptir. Duanın neticeleri dine
olduğu kadar ilme de bağlıdır; zira dua sadece teessürî hallerimize değil, ayni
zamanda fizyolojik oluşumlara da tesir eder. Bazen birkaç dakikada yahut birkaç
günde organik hastalıkları iyi eder. Bu olayları her ne kadar izah edemezsek de
realitede mevcut olduklarını kabul etmek mecburiyetindeyiz. Lourdes'daki tıbbî
müşahede bürosu.verem, körlük, östeomilit, kanser ve başka bir takım organik
hastalıkları olan 200 hastanın hemen hemen münakaşa edilmesi imkânsız bir şekilde
iyi olduklarını tespit etmiştir. Bu bahiste sağlam bir zemin üzerindeyiz. İnsan
yardıma muhtaçtır, dua ediyor ve yardım geliyor! İstikbalde yapılacak tefsirler ne
olursa olsun, bu husus daima doğru kalacaktır.
Maddî âleme dair olan bilgiyi tecrübenin ve nazariyenin müşterek gayreti sayesinde
kazanırız. Tecrübî teknik sayesinde birçok fizikî olayları keşf ve tahlil ettik. Sonra
teori bütün bu olayları akla uygun bir sistem içinde birleştirdi. Yeni olayların
tahmininde bulundu ve yeni tecrübeler telkin etti. Ayni şekilde âlemin manevî özüne
dair olan bilgi d'e teori ile tecrübeden yani tasavvufla ilahiyattan çıkar. Bilindiği gibi
tasavvuf dinin esasını teşkil eder. Tasavvuf denilen tecrübe ile felsefî bilgi arasında,
sevgi ile akıl arasında olduğu kadar fark vardır. Bundan başka, tasavvuf, daima,
bütün devirler için yeni kalacak, halbuki felsefî bilgi tıpkı vaktile değişen ve daha da
değişecek olan fizik teorileri gibi değişecektir.
!?üyülr mutasavvıf r büyük bilginler kadar ender rastlanan kimselerdir. Veli Paul'ün
doğması Newton'un yahut Pasteur'ün doğmasından çok daha müstesna bir
hâdisedir. Tanrının tecrübî bir şekilde aranması uzun ve güç bir çalışmaya bağlıdır.
Hiç kimse «günahların kefaretini ödeme» denilen dikenli yolu geçmeden, hislerini
temizlemeden ve dinî meziyetler kazanmadan tasavvuf yoluna sapamaz. Ancak
bunları yaptıktan sonradır ki, Tanrıyla birleşmekle biten yolculuğa çıkabilir. Bu
birleşme zihnî değildir; Tanrı daima tarif edilmesi ve bilinmesi imkânsız bir varlık
olarak kalır. Bununla beraber Tanrıyı hisler vasıtasile seziş o kadar yakından ve o
kadar kuvvetli ve o kadar vazıh bir şekilde olur ki, onu temaşa edene tam bir realite
hissi verir. Bu yolda keşfedilen Tanrı akıl değil aşktır. Ve ona ulaşmadan evvel
geçilmesi icap eden karanlık gece bize duyuların ve aklın faaliyetlerini tamamen
durdurulması gibi görünmektedir. İnsan Tanrıya ancak dış âlemle ilgili bütün
hayalleri içinden sildikten ve zihnî faaliyetlerini muvakkaten durdurduktan sonra
ulaşabiliyor gibidir. Tasavvuf denilen tecrübe ilahiyatın istidlallerini tasdik ederek
onları şumüllendiriyor, dinin an'anevî umdelerine kuvvet veriyor, binaenaleyh dinin
kıymetini ispat ediyor.
Acaba tasavvuf doğru mudur, yoksa hakikate aykırı mıdır? Bir «kendi kendini
telkin» hâdisesi mi, bir birsam mı, yoksa ruhun bu âlemin buutları haricinde ^yaptığı
bir seyahat ve onun tabiatüstü bir realite ile teması mıdır?»
Belki de Tanrı hakkında pratik bir mefhuma sahip olmak ve bu mefhumun
menşelerini aramadan Tanrının bize verdiği nimetleri oldukları gibi kabul etmek
daha iyidir. Fakat biz mutlaka matasavvıflarm hakikaten Tanrıya ulaşıp
ulaşmadıklarını ve yaptıkları tecrübenin tabiatın nizamına uygun olup olmadığını
bilmek isteriz. Tanrı tarifi icabı maddî olmayan bir varlıktır. Görülemez, işitilemez,
koklanamaz, tadıiamaz ve dokunulamaz. Demek ki, Aristo'nun doktrinini kabul
edersek insan Tanrıya ulaşamaz. Fakat bizim ilmimiz Aristo'nunkinden çok daha
derindir. Bugün hasseler, üstü ihsasın mevcudiyetini kabul ediyoruz. Bundan başka
tasavvuf denilen olayın entellektüel faaliyet durduğu zaman vuku bulduğunu da
biliyoruz. İstikbali ve maziyi, okuyanlar ruhlarında bir boşluk meydana getirmeyi
öğrenmişlerdir. Hârika Ruysbroek' un bahsettiği zekâ karanlığı ve azize Avila'lı
Therese'm vecdi ile telepati fenomenlerine müsait bir zemin hazırlayan zihnî boşluk
arasında göze çarpan bir benzerlik vardır. Bundan başka, uzakları gören insan, tıpkı
mutasavvıf gibi, hedefine ulaştığını kat'î bir şekilde hisseder. Her iki olayda bu
kat'iyet asla hiçbir delille sarsılamaz. Demek ki, tasavvufla hasseler dışı ihsas
arasında bir nevi benzerlik vardır, Tanrı ile temas etmek, zaman ve mekân
bakımından bize az çok uzak olan beşerî bir varlıkla temas etmekten daha mı
gariptir? Gerçi mutasavvıfm Tanrıya ulaştığı ilmî olarak ispat edilmemiştir. Bununla
beraber dinî tecrübeye derin bir mânâ atfetmemek manasızlık olur.
Tanrının varlığı, duanın husule getirdiği neticeler, tasavvuf olaylarını ve kudsiyet
duygusunu herhangi bir nazariyeden çok daha iyi izah eder. Tanrıya duyulan
ihtiyacı, muhayyilenin bir eseri olarak değil de, insan ruhunun strüktürü ile ilgili ve
ferde göre az veya çok gelişmiş manevî vasıfların bir ifadesi olarak telâkki etmek
ihtiyatlıca bir hareket olur. Kâinat akla uygun bir sistemdir, binaenaleyh bir ihtiyacın
müşahedesi, dış âlemde bu ihtiyacı tatmin edecek bir vasıtanın mevcudiyetini icap
ettirir. Meselâ, atmosferde oksijen olmasaydı, 'organizmanın hücreleri de hava alacak
şekilde olmıyacaktı. Ayni şekilde su, yağ, şeker yahut protein ihtiyacı bu maddelerin,
görünmez ve herşeye kadir bir ruhla, ayni zamanda hem şahsiyeti olan, hem de
tabiattaki bütün cisimlerde mevcut bulunan ve bize kendisini seziş, vahiy yahut
tabiat kanunları vasıtasile hissettiren ruhla temas etmek için duydukları az çok
müphem ihtiyaca da ayni mânâ verilebilir.
Gariptir ki, modern insan bütün ruhî faktörleri realitenin haricinde bırakmıştır.
Kendisine tamamen maddî bir muhit yaratmıştır. Bu muhit ise kendisine uygun
değildir, bu âlem onu soysuzlaştırıyor. Atalarımız binlerce sene muhitlerinde manevî
unsurların bulunmasını en esaslı şey telâkki etmişlerdir. Köyün üstünde daima bir
çan kulesi yükselirdi. Hayatın en mühim hâdiselerine din başkanlık ederdi: doğum,
evlenme ve ölüm gibi. Bundan başka, her insana yaşamak cesaretini veren de oydu.
Öyle görünüyor ki, medenî beşeriyet de, bir daha kalkınmamak üzere tam bir anarşi
ve hercümerç içine düşmemek için fizikçilerle astronomların o harikulade güzel ve
katı âleminde yeniden mâbedler inşa etmek mecburiyetinddir.
Mevzubahs olan şey, geriye dönmek, Veli Akinas'lı Thomas'm yahut Nötre Dame de
Chartes'in devirlerini yeniden yaşamak değildir. Einstein'in, Shapley'nin ve
Broglie'nin kurdukları âlemde de kapanıp kalmamalıdır. Zira bu âlem ne kadar
büyük olursa olsun, muhakkak ki, realitenin yalnız bir kısmını içine alıyor, zira onu
yaratmış olan insan zekâsı bu âlemde kendine bir yer ayırmamıştır. Halbuki
âşıkların, san'atkârlarm ve mutasavvıfların âlemi, mühendislerin, bilginlerin ve
filozofların âlemleri kadar reeldir. San'at, ahlâk ve din, ilim kadar lüzumlu şeylerdir.
Modern dünya, liberalizm yahut materyalizm noktai nazarından ele alınınca derhal
bize dar bir elbise intibaını verir. Dış realitenin insanı bütün varlığı ile kavramaması
ve strüktürünün muayyen bir nispette bizimkine uymaması mânâsız olur. Demek ki,
manevî âlemede maddî âleme olduğu kadar objektif bir gözle bakmak doğru olur.
Nereye gidiyoruz? — Ölümün mânâsı — Parçalanmak, i muvakkat Mr zaman için
yaşamak yahut ebediyete kavuşma!»"
İlmin cevabı — Dinin verdiği cevap — Aldın ve hislerin çatışması — Hayatın
emrettiği şeyler — Bir faraziye ortaya atma ihtiyacı.
Biz nereye gidiyoruz? Ölüme doğru! Belki yeni yeni bir takım keşifler sayesinde,
fizyolojik zamanı yenebilir, fasılalarla kendimizi gençleştirebilir ve hayatımızı iki
yahut üç asır uzatabiliriz, fakat ölüm asla yenilmeyecektir, zira vücudumuzun yapısı
onu zarurî kılmaktadır. Organizma daha ana rahminde iken hayatının başlangıcında
ihtiyarlamağa başlar. Bu ihtiyarlama olayı ceninde ve küçük yaşta, reşit insanda ve
bilhassa ihtiyarlarda olduğundan çok daha sür'atlidir. Gerçi ölüme doğru ilerleme
yaşla gittikçe yavaşlar fakat durmaz ve istikametini değiştirmez, ilmin ilerideki
muvaffakiyetleri ne olursa olsun, her beşerî varlık er geç bu âlemden yok olmağa
mahkûmdur.
Ölümün mânâsı nedir? ölümden sonra vücudumuzun ne olduğunu gayet iyi
biliyoruz: bir takım gazlar ve biraz külden ibaret kalır. Ya ruhumuz ne olur? O da
organlarla beraber yok oluyor gibidir. Hayat da dokulara ve kana bağlı olduğu için
ruhun onlarla ayni zamanda mahvolduğunu düşünmek gayet mantıkî bir şeydir.
Fakat his, aklın bu hükmünü daima red
etmiştir.
Batılı insanlar hayata ihtirasla bağlıdırlar. Yalnız bu dünyada değil, ölümden sonra
da öyle kalmak isterler. Eserlerinde, diktikleri ağaçlarda, inşa ettikleri evlerde,
dimağlarının eseri olan keşiflerde, hareketlerinin tevlid ettiği uzak yahut yakın
neticelerde yaşamağa devam etmekle iktifa etmek istemezler. Atalarından tevarüs
ettikleri jenler vasıtasile hayatlarını torunlarında da devam ettirmek onlar için kâfi
değildir. Bizim her şeyden evvel istediğimiz şey şahsan yaşamağa devam etmektir.
Ölümden sonra sevdiklerimizi görmek, adalet ve huzur âlemine girmek, Tanrının
tarif edilmez bir saadet veren huzurunda bulunmak isteriz.
Yeryüzünde birbiri peşi sıra gelen bütün milletler hemen hemen her devirde ruhun
ölümden sonra muvakkat bir zaman için de olsa yaşadığına inanmışlardır. Din,
ruhun ölmezliğini ve vücutların tekrar dirileceği inancım bir doğma haline
getirmiştir. Gerçi medenî insanların çoğu bu dinî inancı terketmişlredir. Fakat
aralarından çoğu hâlâ ölüm denen sırrı derin derin düşünürler. Ruhun hayat
boyunca yükselmesinin hakikaten bir hedefi olup olmadığım, kendilerini merhamet
uğruna feda eden kahramanlar ve veliler tarafından biriktirilmiş manevî hazinelerin
nisyanda mahvolmak akıbetine uğrayıp uğramıyacaklarını kendi kendilerine
sorarlar.
Bu suallere ilim şimdilik hiçbir cevap veremez. Zihinle dimağ arasında ne gibi
münasebetler bulunduğunu, dimağın dağılması ile zarurî olarak zihnin de yok olup
olmadığım henüz bilmemektedir. Onun için ruhun özü de meçhuldür. Belki de bu
cehalet daima devam edecektir, zira ruh canlı maddenin içinde bulunmakla beraber,
zamanın ve mekânın dışında bulunmaktadır, binaenaleyh ilmî selâhiyetin
ulaşamıyacağı bir yerdedir. Şu anda etrafımızda vücutlarından ayrılmış sayısız
ruhlar dolaşıp dursa bile, biz bunu farkedemeyiz. Zira elimizde onların
mevcudiyetini tespit edecek hiçbir vasıta yoktur.
Ölmüş insanların görünmesi neye delâlet eder? Doğrulukları şüphe götürmez birçok
olaylar tespit edilmiştir; meselâ bir ölü ölürken yahut öldükten biraz sonra bir
akrabasına yahut bir arkadaşına görünmekte ve ölümü bildirmektedir. Bundan
başka otomatik yazı yahut medyum vasıtasile öbür âlemden geldikleri söylenen
mesajlar alıyoruz. Bu mesajlar ekseriya vücutlarından ayrılmış ruhların içinde
bulundukları kontrol edilmesi imkânsız şartlara dairdir. Fakat bazen de yalnız
ölmüş bulunan kimsenin bildiği şeylere dair hayret edilecek ifşaat da ihtiva
etmektedirler. Sir Oliver Lodge, oğlunun ölümünden sonra, senelerce onunla
muhabere ettiğine inanmıştır.
İspiritimacılar bu şekilde elde edilen mesajların ruhun ölmezliğini ispat eden deliller
olduklarını iddia etmektedirler. Şuurun bütünü olmasa bile hiç olmazsa bir ruhî
'prensibin ölümden sonra da var olmakta devam ettiğine inanırlar. Onlara göre bu
ruhî prensip, medyumun ruhu ile birleşmekte ve hem medyuma, hem de ölmüş
kimseye ait yeni bir nevi şuur meydana getirmektedir. Bu şuurun mevcudiyeti
muvakkattir. Yavaş yavaş dağılmakta ve nihayet yok olmaktadır.
Bu düşüncelerin istinad ettikleri olayların ehemmiyeti inkâr edilemez. Fakat
muhakkak ki, bu olayların tefsiri doğru değildir. Zira spritizmacılar uzakları görme
kabiliyetinin mevcudiyetini nazarı itibara almamaktadırlar. Halbuki uzakları gören
ermiş insanların geçmiş olayları olduğu kadar gelecek olayları da sezdikleri
malûmdur. Onlar için hiçbir sır yoktur. Ölmüş olan kimsenin ruhuna atfedilen
ifşaatlar, sadece medyumun bir sezişinden ibaret olabilirler. Ölümden sonraki hayata
delâlet eden bir olayı, uzağı görme kabiliyetinin tezahürü olayından ayıramayız.
Binaenaleyh şimdilik ruhun ölümden sonra da yaşamağa devam ettiğine dair
elimizde hiçbir ilmî delil yoktur. Bununla beraber, böyle bir ilmi delilin
bulunmasının imkânsız birşey olduğunu kimse iddia edemez. Metapsişik olayların
sistematik bir şekilde incelenmesi, herhalde ruhun vasıflarını öğrenmemize yardım
edecektir, nasıl ki patolojik olayların incelenmesi sinir sistemimizin fizyolosini daha
iyi anlamamızı mümkün kılmışsa. Maalesef bu inceleme, ruhu tetkik ettiklerini iddia
eden şarlatanlar tarafından gözden düşürülmüştür. Ne olursa olsun, ilim için artık
meçhul ülkeye ayak basmanın zamanı gelmiştir. Bu ülkenin keşfi neticesinde belki
ruhun özü biraz olsun aydınlatılabilecektir
Din, ölümü ilimden bambaşka bir şekilde tefsir eder. Ona göre ölüm bir son, değil bir
başlangıçtır. Ruh bedenle beraber dağılacak yerde, yükselmeğe devam eder ve
şahsiyetini kaybetmeden Tanrı ile birleşir.
2000 senedenberi milyonlarca erkek ve kadın, öbür dünyada sevdikleri ile, velilerle,
Tanrının yarattığı meleklerle ve bizzat Tanrı ile beraber yaşayacaklarına kat'î surette
inanarak huzur içinde ölmüşlerdir. Tanrıya ulaşıldığı sahanın eşiğini geçmeğe
muvaffak olan mutasavvıflar, daha bu dünyada iken, Tanrı ile temas ettikleri vakit,
Tanrının lâyık olanlara ölümden sonra bahşedeceği tarif edilmesi imkânsız sevinci
duyarlar.
Kilise insanın yalnız ruh ve vücut ebediliğine değil, ayni zamanda lâyık olduğu
takdirde, Tanrıya ulaşacağını ve sonsuz bir saadete kavuşacağım da vaad eder.
Demek ki, beşeriyetin ölüm muamması karşısında durduğu endişeye iman, ilmin
verdiğinden çok daha tatmin edici bir cevap vermektedir His seziş ve aşk halini
alınca zekâya gizli olan şeyleri keşfeder. Tasavvuf: «Beni bulmamış olsaydın
aramazdın» der. Din insana kalbinin arzu ettiği cevabı vermektedir.
Acaba ilmin cevabını mı, yoksa dinin cevabını mı kabul etmeliyiz? insan aklın
kılavuzluğunu mu, yoksa hissin kılavuzluğunu mu kabul etmeli? insanlardan
bazıları hislerine, bazıları akıllarına itaat ederler. En doğru hareket, davranışını hem
akla hem hisse, hem ilme, hem imana, hem doğruya hem güzelliğe uydurmaktır.
Ölümün mânâsını düşünmekten kendimizi alıkoyamayız. Karşımıza iki faraziye
çıkıyor. Ya ölümdetamamen dağılıp yok oluyoruz, yahut varlığımızın bir kısmı
yaşamağa devam ediyor. Pascal'ın dediği gibi «Bir kere kayığa bindik.» Şimdi
gideceğimiz yolu seçmek lâzım, iki iş fırsatı karşısında, en büyük olanını, en büyük
neticeler doğuracak olanı seçmek lâzımdır, hatta bu iş rasyonel olarak diğeri kadar
emin olmasa bile. Binaenaleyh ebedilik faraziyesini kabul etmemiz lâzım; şu şartla ki,
bu hayatın kanunlarına itaat etmemize mâni olmasın. Hakikatte varlığımızın esbabı
mucibesi, hayatımızın yegâne gayesi ve~"tabiatin bize verdiği kat'î emir fizyolojik ve
zihnî faaliyetlerimizi tam olarak geliştirerek yaşamaktır. Bunu asla unutmamalıyız.
Ebedilik inancı, vücudumuza ve ruhumuza âdeta hâk edilmiş olan tabiat
kanunlarına aykırı mıdır? Bu inanç hayatımızın korunması ile idamesi ve
ruhumuzun yükselmesi için bir teşvik mi yoksa bir mâni midir? Muhakkak ki,
şahsiyetin ebediliğine dair beslenen inanç bizi hayatımız boyunca şuurumuzu
geliştirmeğe teşvik eder. Ruhun yükselmesini de kolaylaştırdığı muhakkaktır.
Kendilerini' hemcinslerinin ve Tanrının hizmetine vakfeden insanlar arasından
manevî şahsiyetleri son derece yüksek olanlarına sık sık rastlanır. Şurası da
doğ'rudur ki, nefsehâkimiyet yanlış anlaşıldığı takdirde ruhun gelişmesi ile
bedenin gelişmesini birbirinden ayırır. Hakikatte şuurun gelişmesine muvazi olarak
organik bir gelişme olmazsa,* şuur tekâmülünün zirvesine ulaşamaz. Ruhu Tanrı ile
karşılaşmağa hazırlamak için vücudun da hazırlanması zaruridir. Bundan başka, o
zaman tabiatın kanunlarına itaat de kudsî bir şey olur. Zira mutasavvıf için tabiat
kanunları Tanrı iradesinin ifadesidir.
Gerçi akıl ölüm esnasında bütün varlığımızın tamamen yok olduğu düşüncesini,
ruhun ebediliğinden çok daha hakikate uygun bir şey olarak kabul eder. Bununla
beraber, ebedîlik faraziyesini hoş karşılayabilir. Zira şuurun tamamen yok olması
da yaşamağa devam etmesi kadar izahı imkânsız bir şey olur. Şahsiyetimiz de
bedenimizle beraber mahvolacaksa, tabiatın beşerî hayata neslin idamesi ile
beraber hedef olarak tayin etmeğe çalıştığı bu ruh yükselişi neye yarar? Beşeri
hayatın yegâne gayesi ırkın idamesi değildir. Zira şahsiyetin gelişmesi erkek ve
bilhassa kadın ilkah kabiliyetini kaybettikten sonra da uzun zaman devam eder.
Şahsiyetimiz mahvolsaydı, ferdin gelişmesi de, ırkın gelişmesi de tabiatın bir
cilvesinden ibaret olurdu. Ruh vücutla beraber yok oluyorsa, canlı maddenin
devirler zarfında manen gittikçe daha çok yükselmek için sarfettiği muazzam
gayretin hiçbir mânâsı kalmaz.
Bununla beraber, vücuttan ayrılması imkânsız olan ruhun, ondan ayrı olarak nasıl
yaşamağa devam edebileceğini anlayamıyoruz. Bu muamma çözülüncüye kadar
belki binlerce sene geçecektir. Gerçi, elektrik ampulünün içindeki tungsten telinin
etrafa yaydığı ışık gibi ruhun da dimağdan yayılan bir şey olduğunu düşünmemize
şimdilik izin verilmektedir. Işık nasıl telde meydana geliyorsa, ayni şekilde düşünce
beynin içinde meydana gelmektedir. Fakat ışığı tekmil eden fotonlar lâmbanın dışına
fırlayarak boşlukta asla bitmeyecek bir seyahata girişirler. Lâmba söndüğü vakit,
etrafa yaydığı fotonlar yok olmaz. Kaliforniyadaki astronomlar bundan belki 400
milyon ışık senesi evvel sönmüş, olan yıldızlardan gelen fotonların negatiflerini
tespit etmişlerdir. Dimağın zaman ve mekân haricindeki bölgelere yaydığı manevî
enerjinin ölümümüzden sonra da o meçhul âlemde, tıpkı lâmbanın sönüşünden
sonra sonsuzlukta ilerlemeğe devam eden ışık parçacıkları gibi, mevcut olmağa
devam ettiğine inanmak hiç te saçma bir şey değildir.
Ölüm her insana göre başka bir mânâ kazanır; zira ölüm hayata tâbidir, hayatın
mânâsı ise insanlara göre değişir. Ölüm hemen hemen her zaman yağmurlu,
yeknasak ve hazin bir günün bitmesine benzer. Bazen dağlarda güneşin batışı yahut
kahramanın savaştan sonra uykuya dalışı gibidir. Fakat arzu edersek, ölüm bizim
için ruhun Tanrının ihtişamı içinde gaşyolması mânâsına gelebilir.

IX
Hayatın rasyonel bir şekilde tanzim edilişinin tesiri — Ben»den «Bize» — Başkalarile
elbirliği etmenin dört şekli — birleşme kabiliyetinin artması — Ferdin sosyal kıymeti
Rasyonel bir şekilde davranan fertte yavaş yavaş derin >ir değişiklik olur. Beden ve
ruh, yapılarının icap ettirdiği şetilde hareket ettikleri takdirde daha kuvvetli olarak
tesir ede:ek hale gelirler. Hem hayatın korunması, hem ırkın idamesi, ıem de ruhun
yükselmesi kanunlarına itaat, organik ve ruhî ■ faaliyetlerin otomatik olarak
gelişmesine sebep olur. Bu gelişme bilhassa mizacın, ahlâk duygusunun, seziş
kabiliyetinin, kudsiyet duygusunun, sevmek ve fedakârlık etmek kabiliyetlerinin
inkişaf etmesi ile belli olur. Ayni zamanda zekâ aydınlanır, insan, hayatın gayesinin
maddî menfaat olmayıp bizzat hayatın kendisi olduğunu anlayınca dikkatini yalnız
dış âlem üzerinde toplamaktan vazgeçiyor. Kendi hayatım ve başkalarının hayatını
daha dikkatli bir şekilde gözden geçiriyor. Kendisinin başkalarına, başkalarının da
kendisine tâbi olduğunu, beşer nevinde erkekle dişinin, zihnî bakımdan birbirlerini
tamamladıklarını, cinsî organların da birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarını,
çocukların yavaş yavaş inkişaf etmeleri ve ruhî bakımdan gayet nazik olduklâtı için
bir topluluk hayatı yaşamaları icap ettiğini idrak eder. Böylece Jean Jacques
Rousseau'nun bahsettiği mukavelelerin sun'üikleri, «sosyal mukavelelerin»
saçmalığı, fertçiliğin tehlikesi ve insanın hayatta hangi şartlar altında olursa olsun,
kendisi kadar başkalarını da düşünmesi icap ettiği anlaşılır.
Ferdî hayatın idamesi için elzem olan egoizmle sosyal hayatın insandan beklediği
altrüizm (diğerkâmlık) arasında belli bir zıddiyet vardır. Organizma, muhitinden ve
başka beşerî varlıklardan istifade ederek meydana gelir ve büyür. Ana karnında iken
bir parazittir ve reşid oluncaya kadar aile ile topluluğun paraziti olmakta devam
eder. Böylece etrafında bulunan herşeyi kendi menfaatine kullanmayı bir hak olarak
telâkki etmeğe alışır. Ferdçiliğin muvaffakiyeti her canlı varlıkta doğuştan mevcut
olan bu egoizmden ileri gelir. Diğer taraftan aşırı bir egoizm her ne çeşit olursa olsun
hakikî bir topluluk hayatını imkânsız kılar. Demek ki altrüizm de egoizm kadar
lüzumludur. Biz ve Ben... Bu iki temayül arasında bir muvazene olmalıdır; bu
muvazene hayatımızın muvaffakiyeti için şarttır. Tıpkı elin ölçülü hareketlerinin,
parmaklardaki gerilme ve kasılma adaleleri arasındaki çatışmadan meydana geldiği
gibi.
«Ben» birkaç şekilde «Biz» olabiliriz. Birleşme kabiliyeti fertlere göre değişir. Bu
kabiliyet ırsî potansiyel vasıflarımıza ve bilhassa aldığımız terbiye, ile içinde
yaşadığımız memleketin ve devrin manevî iklimine tâbidir. Bugünün Fransasmda
hemen hemen hiç yoktur. Almanyada ve Amerikada ise çok daha fazladır. Kilisenin
ilk çağlarında, hristiyanlarm işkencelere uğradıkları sıralarda, dinî toplulukları
hakikaten kardeşçe topluluklardan ibaretti; karşılıklı sevgi her şeyden üstündü ve
böylece meydana gelen birlik yıkılması imkânsız bir şey oluyor; ölümden sonra da
devam ediyordu. Bugün bir ki. lisenin cemaati sadece birbirlerine benzedikleri için
bir araya gelen fakat birbirlerine hiç te sevgiyle bağlı olmayan insan topluluğundan
ibarettir. Birleşme kabilijyeti ayni zamanda hem anlayış hem de hissetme
kabiliyetinden doğar. Her ferdin* etrafını çeviren kuvvet alanı büyük veya küçüktür.
«Biz» mefhumu da «Ben»e «Sana» «Seninle Berabere» yahut «Senin için»e tekabül
ettiğine göre, küçük veya büyük bir birlik ifade eder. Materyalist liberalizm, ferdçilik
ve biolojik ahlâk fertlerde beraberlğin üstünde olan karşılıklı bir sevgi doğurmaz.
Ancak hayat kanunlarından çıkarılmış davranış kaidelerinin tatbiki insandaki başka
insanlarla birleşme kabiliyetini arttırır ve şuurun aşka dayanarak başka şuurla bir
olmasını te» min eder.
İnsanın manevî kıymeti ya yükselecek yahut düşmeğe devam edecektir. Buna tabi
olarak da Batı Medeniyeti ya yaşamağa devam edecek yahut soysuzluk ve ölüm
uçurumuna yuvarlanacaktır. Ferdin sosyal kıymeti başkalarile birleşme kabiliyetine
bağlıdır. Ailede, köyde, yazıhanede, fabrikada, atelyede ve bütün millette hüküm
süren anlaşmazlık havası topluluk hayatının en esaslı ihtiyaçlarını bilmediğimizden
ve onları karşüıyacak kabiliyette olmadığımızdan ileri gelir. Bir ev yapmak için iyi
yontulmuş, sağlam ve birbirine iyice bitişen taşlarla çimento lâzımdır. Hayat
kanunlarına itaat, insanların birbirile çatışmasına sebep olan müfrit fertçiliğe mâni
olur. Egoizmi, çekememezliği, yalancılığı, iki yüzlülüğü, iftiracılığı meneder. Kaba
bir şekilde davranmanın, asabiyetin, can sıkıntısının, başkalarının duygularına
ehemmiyet vermemenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu gösterir. Grubun
birliğine mâni olan arızaları ve kötü huyları ortadan kaldırır. Ayni zamanda nezaket,
cömertlik, iyi kalplilik, aşk ve feragat vasıtasile bizi birbirimize yaklaştırır. Öz
varlığımızın icaplarını iyi bilen her ferd, bu suretle şahsî saadeti ile çocuklarının
saadetinin cisimler arasında mevcut olan nizama boyun eğme kabiliyetine bağlı
olduğunu anlar. Gerçi savaşmasını bilmek lâzımdır. Zira savaş şimdiye kadar
hayatın şartf olmuştur, fakat harp harbi doğurur. Binaenaleph düşmanları
affetmesini bilmeli, onlarla birleşmeli ve onları sevmelidir.

X
Hayat kanunları ve beşerî toplulukların yapısı — İnsanın hakları ve ihtiyaçları —
Hakikî ve sun'î ihtiyaçlarımız — Organizma topluluğu — Organik topluluk —
Topluluk hayatının değişmesi.
İnsan yaşamak, ırkını idame etmek ve zihnen gelişmek için müsait bir muhite
muhtaçtır. Bu muhiti bulmak için de cemiyet halinde yaşar. Ferdin haşyat
kanunlarına itaat etmesini temin edemeyen bir cemiyet en esaslı vazifesini yapmıyor
demektir. Binaenaleyh var olması için bir sebep yoktur.
Beşerî topluluk ayni zamanda hem canlılardan, hem ölülerden, hem de henüz
doğmamış olanlardan mürekkeptir. Her insanın bu toplulukta bir yeri olmalıdır. Zira
ferd bir mukavele ile bağlı olduğu için değil, dünyaya geldiği için topluluğun bir
parçasını teşkil eder.
Ortaçağdaki dinî seziş, Fransız rasyonalizminden çok daha derin bir şekilde realiteye
nüfuz etmiştir. Topluluğun yapısı beşerî varlığın özüne tâbidir. Bir otomobilin
benzin, yağ ve sudan başka kendisini idare edecek kimsenin düşünme kabiliyetine
muhtaç olduğu gibi. insanın ihtiyaçları çok daha muğlâktır. Tabii bu ihtiyaçlar gayet
çeşitli olan fizyolojik ve zihnî faaliyetlere tekabül eder. İnsanın otomobil gibi her
ihtiyacını karşılayan bir idarecisi yoktur; organik ve manevî hayat için lâzım olan
şeyleri dış âlemden ancak kendi gayreti sayesinde çıkarabilir.
İnsanın ve vatandaşın hakları zihnî bir takım görüşlerden, mücerret mefhumlardan
ibarettir. Ne müşahede edilebilir ne de ölçülebilirler. İnsanın ihtiyaçları ise aksine
müşahhas şeylerdir ve tecrübe alanma girerler; yani müşahade edilebilir ve
ölçülebilir şeylerdir.
Cemiyetin vazifesi her ferde en esaslı ihtiyaçlarını tatmin edebilecek maddî ve
manevî muhiti yaratmaktır. Zira şahsiyetin azamî derecede gelişebilmesi için bu
ihtiyaçların tatmini zaruridir. Cemiyetin gayesi ise mükemmel şahsiyetler meydana
getirmektir, nasıl ki her ferdin gayesi, mükemmel bir cemiyetin kurulmasına yardım
etmek ise.
Tabii ihtiyaçlar yanında sun'î ihtiyaçlar da vardır. Sun'î ihtiyaçlar tatmin
edilmemeleri zarar vermeyen ve ferdin gelişmesine mani olmayan ihtiyaçlardır.
Meselâ alkol içmek, radyo dinlemek, film seyretmek, mütemadiyen tütün içmek
ihtiyacı gibi Tecrübe insanın tam bir şekilde gelişmesi için hem hürriyete hem
disipline, hem istikrara hem değişikliğe, hem emniyete, hem tehlikeye, hem faaliyete
hem istirahate, hem tabiiyete, hem istiklale, hem sıcağa hem soğuğa, hem geceye
hem gündüze, hem uykusuz kalmaya hem uykuya, hem maddî hem de manevî
gıdaya muhtaç olduğunu göstermiştir.
Her fertte bu ihtiyaçlardan bazılarım aşırı bir derecede tatmin etmek hususunda
doğuştan bir temayül vardır; meselâ hürriyet, gıda, emniyet, ve istirahat ihtiyaçlarını
aşırı derecede tatmin etmek ister. İlmin ve teknolojinin ilerlemesi bütün ihtiyaçlarını
aşırı derecede tatmin edilmesini mümkün kılmıştır. Medenî insan bu temayülüne
boyun eğdiği takdirde ahlaken, zihnen ve bedenen bozulur. İnsan bozulmamak,
düşmemek için, ihtiyaçlarım ancak hayatın korunması, ırkın idamesi ve ruhun
yükselmesi kanunlarının müsaade ettikleri nispette tatmin etmelidir. Organik ve
zihnî faaliyetler ancak bu sayede vücudun yapısına uygun bir şekilde cereyan edecek
ve insan, insan olarak vazifesini tam mânâsile yapmağa muktedir olacaktır.
Ferdler birbirlerinden cinsiyet, yaş, fizyolojik ve zihnî kabiliyetler bacımından
ayrılırlar. Bazıları diğerleri kadar zeki, bilgili, becerikli yahut kuvvetli
olmadıklarından onların yaptıkları işleri yapamazlar. Bazıları düşünmek, bazıları
hareket etmek için yaratılmıştır. Bazılarında da doğuştan başkalarına emir verme
kabiliyeti vardır. Halbuki diğer bazıları kendilerini bile idareden âcizdirler.
Beşerî topluluklara hususî bir şekil veren işte fertlerin ve ihtiyaçların çeşitliliğidir.
İnsanlar müşahede edildiği takdirde bütün dünyada iki' çeşit işbirliği görülür. Birinci
tipten olan birleşme birbirlerine zıt fakat tamamlayıcı unsurlardan müteşekkildir.
Canlı bir vücudun organlarına benzer. Meselâ Almanyada Caumier, Fransada da
Perron tarafından kurulmuş topluluk şekilleri gibi. Bu çeşit topluluklara organizma
toplulukları denir. Meselâ baba anne ve çocuklardan meydana gelen tabii topluluk
yahut iptidaî köyler veya bir toprağın bir aile tarafından işlenmesi böyledir. Endüstri
teşebbüslerinin de böyle bir organizma topluluğu haline getirilmesi büyük
menfaatler sağhyabilir.
İkinci tip topluluklar ise, birbirlerine benzeyen fakat bir birlerini tamamlamayan
elemanlardan meydana gelirler. Bunları ayni çeşitten organların bir araya getirilmesi
ile meydana getirilmiş topluluklara benzetebiliriz. Meselâ birçok dimağların,
midelerin, kalplerin ve ellerin bir araya gelmesi gibi. Bu topluluklara organik
topluluklar denir. Bu çeşit topluluklara bir öğrenici sınıfı, bir tabur asker, doktorların
yahut hukukçuların bir araya gelmesile kurulmuş cemiyetler, bir işçi sendikasi yahut
din adamlarının topluluğu misal teşkil edebilirler. Organik topluluklar ancak ahenkli
bir soyal organizma teşkil etmek maksadı ile diğer organik topluluklarla işbirliği
ettikleri takdirde faydalı olabilirler. Egoistçe hareket ederek yalnız kendi kendini
geliştirmeğe uğraşan her organik topluluk, sosyal bünyede tıpkı insan vücudunda
kanserin oynadığı gibi bir rol oynar.
... Organizma toplulukları ile organik toplulukların fertleri ancak hepsi beşerî
varlıklar oldukları için birbirlerine eşittirler. Fakat potansiyel bir halde bulunan ırsî
kabiliyetler ve zamanla kazanılmış istidatlarla, yaş, cinsiyet, fizyolojik, ahlâkî ve
entellektüel kıymet bakımından hiç te eşit değildirler. Bununla beraber, ferdî
kabiliyetler ve sosyal faaliyetler bakımından olan bu eşitsizlik şahsî kıymet
müsavatsızlığını intaç ettirmez. Mide ile rektum dimağ ve gözler kadar lüzumludur.
Bütün organlar kalbe, kalp de bütün organlara tâbidir.
İşçiler nasıl patronun hizmetinde iseler, patron da işçilerin hizmetindedir. Bir
organizma topluluğu içinde en mütevazi işe en yüksek iş kadar kıymet verilir.
Seyahatin kazasız geçmesi, uçağı yapan mühendise ve makinistlere olduğu kadar
pilotun maharetine tâbidir.
Modern cemiyet, sayısız organizma toplulukları ile organik topluluklardan
müteşekkildir. İçinde bulunduğu karışıklık da bu toplulukların, yani müesseselerin
aralarında işbirliği etmemelerinden ve kuvvetli olmamalarından ileri gelmektedir.
Bir topluluğun sağlamlığı, duvarın sağlamlığı gibi hem kendisini teşkil eden
unsurların keyfiyetine hemde onları birleştiren perçine, başka deyişle unsurlarının
ferdî ve sosyal kıymetine tâbidir.
Her fert birkaç organisma topluluğunun ve birkaç organik topluluğun üyesidir, hattâ
belki de bir okulun, bir sendikanın, meslekî bir derneğin yahut bir spor derneğinin
üyesidir. Demek ki, sayıları nispeten az olan tamamen gelişmiş fertler birçok
topluluklar üzerinde büyük bir tesir icra edebilirler. Zira bir topluluğun kıymeti tabii
bir şekilde üyelerinin sosyal kıymeti yani başkalarile birleşme kabiliyetlerine tabi
olarak değişir.
Benzerlik yahut işbirliği üzerine kurulmuş bir topluluk, fertlerinin oldukça mühm
bir kısmının rasyonel bir disiplin sayesinde değişmeleri ile kısmen de olsa karşılıklı
sevgiye dayanan bir topluluk haline geldiği takdirde mutlaka muvaffak olur. Meselâ
en yaşlılarından en küçüklerine kadar büyük anne ve büyük babaları, ana babaları
ve çocukları ile birbirlerine çok benzeyen, birbirlerine tamlayıcı fonksiyonlarla ve
karşılıklı sevgiyle bağlı olan bir ailenin muvaffakiyeti bul çeşitten bir
muvaffakiyettir. Sakinleri davranışlarını rasyonelleştirerek, birbirlerini tenkitten ve
birbirlerine karşı nefret duymaktan vazgeçen bir köy de bu şekilde muvaffak olur.
İşçilerle patronların arasındaki münasebetlerin tamamen değişmesi için, hayatın esas
kanunlarına itaat etmeğe karar vermeleri kâfidir. Böylece sanayi müessesesi sosyal
sınıfların savaş alanı olacak yerde beraberliğe ve karşılıklı sevgiye dayanan bir
topluluk haline gelir. Böylece muvaffakiyeti de temin edilmiş olur. Zira insan
mecburiyet ve korkunun tesiri altında çalışır, mes'ut olduğu ve benimsediği bir
müessesede çalıştığı zaman ise yaptığı iş hem keyfiyet hem kemmiyet bakımından
pek çok artar. Medeniyetimizin karşılaştığı en büyük meseleler, davranış
kaidelerinin tatbik edilmesi ile halledilebilir. Zira kollektif hayatın muvaffakiyeti her
ferdin sosyal olduğu kadar şahsî kıymetine bağlıdır.
BÖLÜM VII
DAVRANIŞ KAİDELERİNİN ÖĞRETİLMESİ — RASYONEL BİR ŞEKİLDE
DAVRANMA KABİLİYETİ.
Davranış kaidelerinin öğretilmesi Rasyonel bir şekilde davranma kabiliyeti
Kendi kendini idare edememezlik — Sebepleri — Cehalet — Zihnî ve ahlâkî
kabiliyetsizlik — Aşağı insanlar.
Yaşadığımız devrin karakteristik vasfı medeniyetin garip bir şekilde
muvaffakıyetsizliğe uğramasıdır.
Kollektif hayatımızı dirayetle idare edemedik. Ayni şekilde ferdî hayatımızı da idare
etmesini bilmiyoruz. Bu kendi kendini idare edememezlik. devrimize has bir vasıftır.
Homo Sapiens bir hayal olmuştur. Hakları meşhur beyannameye mevzu olan insan,
belki de on sekizinci asırda yaşıyan atalarımızın zihninde doğmuş mücerret bir
mefhumdan ibaretti. Artık hürriyetlerini hakiki menfaatlerine uygun bir şekilde
kullanmasını bilen insan kalmamış gibidir. Tekâmülün muayyen bir anında zekâ bizi
hayvanî otomatizmden kurtardı. Fakat zekânın biz insanlara, insiyak kadar güvenilir
bir klavuz olmadığı görülüyor. Soyumuzun bozulmuş olması da mümkündür.
Fidyas'larm, Virgile'lerin ve Dante'lerin muasırları gerek bedeni gerek manevî
bakımdan bizden çok üstün değil miydiler? Bütün an'anevî disiplinlerden
kurtulmasını bildik, fakat ilmin yardımı ile organik ve zihnî hayatımız için sağlam
bir zırh yapamadık. Kendi kendimize karşı tamamen müdafaasız kaldık.
Düşüncelerimizi intizama sokmak, iştihalarımızı kontrol etmek, şahsî hayatımızı
bir disipline tâbi tutmak ve çocuklarımızı yetiştirmek hususunda ne kadar
kabiliyetsiz olduğumuz açıkça bellidir. Bu muvaffakıyetsizlik, neticesini teşkil ettiği
davranış şeklinin ne kadar mânâsız olduğunu gösteriyor. Bugün, bütün buhranlar
esnasında olduğu gibi, maskeler düşüyor ve insanlar hakikî çehreleri ile meydana
çıkıyor. Bu çehrelerde cehaletin, budalalığın ve zaafın damgasını görüyoruz.
Düşüncelerimizi, hislerimizi ve hareketlerimizi idare etmeğe muktedir
olamayışımızın sebebi nedir? Bunun iki sebebi vardır. Evvelâ rasyonel davranış
prensiblerni bilmeyişimiz, sonra bu prensipleri anlamak ve tatbik etmek
hususundaki kabiliyetsizliğimiz.
Bugünkü çılgınca âdetlerimizin zihnî meleklerimizin kifayetsizliğinden ziyade,
cehaletimizden ileri gelmesi muhtemeldir. Bize kendimizi idare etmeyi öğretmediler.
Okullarda yalnız zihnî terbiye ile meşgul olunuyor, ahlâkî terbiye ya hiç yoktur
yahut tesirsizdir. Zengin fakir, genç ihtiyar, işçi patron, hiç kimse herkes için ayni
olan muayyen kaidelere göre hareket edilmesi gerektiğini anlamıyor. Halbuki bu
lüzum kendilerine öğretildiği takdirde, birçok insanlar bunu anlıyabilirlerdi.
Dünyanın değişmez ve ebedî kanunlarına göre kurulduğunu anlamak için büyük bir
zekâya ve derin bir kültüre ihtiyaç yoktur; bizim de bu kanunlara tâbi olduğumuzu,
bu kanunlara karşı gelmenin .tehlikeli olduğunu, ısturabdan kaçınmanın ve
vazifemizi yapmanın en emin çaresinin vücudumuzun ve ruhumuzun yapısına göre
yaşamak olduğunu herkes anlayabilir. Sokratm söylediği gibi vazife menfaatle birdir.
Daha stoik felsefe taraftarları bile tabiata ayak uydurmak zorunda olduğumuzu
biliyorlardı. Rasyonel davranış kaideleri ailede ve okulda öğretilmiş olsaydı,
muhakkak ki, hayatımızı hakimane bir şekilde idare etmek san'ati pek çok
gelişecekti.
Bununla beraber, fazilet iyinin bilinmesinden ibaret değildir. Sokrat insanın iyi olanı
bildiği halde kötülük edeceğini kabul etmiyordu; zira her insan daima kendi
menfaatini arar. Fakat Sokrat insan zekâsına fazla kıymet veriyordu. Halbuki
rasyonel bir şekilde davranma kabiliyetini kazandırmak için zekânın kâfi olmadığı
açıkça bellidir.
Davranma kabiliyeti zihnî ve ahlâkî elemanlardan mürekkeptir. Bir taraftan bazı
kaidelere uygun olarak hareket etmenin lüzumunu kavrayacak kadar zeki, diğer
taraftan da kendini bu kaideleri tatbik etmeğe zorlıyacak kadar irade sahibi olmak
lâzımdır. Aramızda kaç kişi bu manevî seviyeye ulaşablir? Doğrusunu söylemek
lâzım gelirse, nasıl herkes tam bir atlet olamazsa ayni şekilde herkes kendine hâkim
olacak kabiliyette değildir. Sokrat'ı, Zenon'u, Veli Akinas'lı Thomas'ı takip edenlerin
sayısı daima az olmuştur.
Kendi kendini idare etme kabiliyeti tıpkı bir lokomotifi yahut bir uçağı idare etmek
gibi bir takım bedenî ve zihnî meziyetler ister. Bazıları bu meziyetlere sahiptir,
bazıları değildir. Her fert diğerlerinden asabî ve manevî anerjisinin kıymeti
bakımından ayrılır. Bu kıymet çok büyük yahut çok küçük olabilir. Vücudun
cesameti bakımından bir insan bir diğerinden pek az farklıdır. Halbuki ruhların aşırı
şekilleri arasında, bir köstebek yuvası ile Everest tepesi arasında olduğu kadar fark
vardır.
Gerçi mücerret insanın, yani filozofların ve ilâhiyatçıların hayallerinde yarattıkları
insanın, daha doğrusu beşerî şahsiyetin kendisini idare etmeğe muktedir ve
hareketlerinden mes'ul olduğunu biliyoruz. Fakat Homo Sapiens unvanının
müşahhas insana ne nispette uyduğunu bilmiyoruz. Hayatımıza istikamet verirken
müşahhas insan mevzuubahistir, mücerret insan mefhumu değil!
Şimdi beşerî şahsiyetin varlığım değil, muayyen bir memlekette yaşıyan insanlardan
kaçta kaçının fizyolojik, zihnî ve sosyal hayatlarını muvaffakiyetle idare etmeğe
muvaffak olduklarını incelememiz lâzımdır; kaçta kaçı mukadderatın kendilerine
tâyin ettiği vazifeyi, kır ve orman hayvanlarının kendi vazifelerini yaptıkları kadar
iyi bir şekilde ifa edebilecek kabiliyettedirler? Bu hususta hiçbir istatistik bize kat'î bir
cevap veremez. Fakat bazı milletlerin, üstün körü ve eksik bir şekilde olsa bile
gözden geçirilmesi, ferdî ve sosyal hayatta muvaffakıyetsizliğe ne kadar sık
rastlandığını gösterir. Bu muvaf fakiyetsizlklerin belirtileri derhal göze çarpar. Bütün
fertlerin içkiye düşkün olması, ailenin dağılması, terkedilmiş yahut boşanmış
kadınlar, terbiyeden mahrum, iyice gelişememiş ve sayısı az olan çocuklar, her sosyal
gurupta derinlere kök salınış çekememezlik ve ayrılıklar (bu ailede, atelyede,
yazıhanede, fabrikada, köyde hattâ üniversitede, hastahane ve hayır müesseselernde
görülür) her yerde anlaşmazlık ve müşterek bir esere beraberce çalışma
kabiliyetsizliği bu belirtilerdendir. Bu belirtiler derin zihnî ve hissî teşevvüşlerin ayni
zamanda zihnî faaliyetlerin gelişmesindeki kusurların ifadesidir. Bugün halkın
büyük bir kısmı rasyonel bir şekilde davranma kabiliyetinden mahrumdur.
Aramızda tam olarak gelişemiyen yahut kusurlu bir şekilde gelişeu bir takım
insanlar vardır; medenî insanların çoğunun akıldan mahrum olduğu bir vakıadır.
Büyük demokrasilerin kurulduğu devirde, bu aşağı insanlar meselesi mevzubahs
değildi. Ne Jefferson, ne Franklin, ne de İstiklâl Beyannamesini imzalayanlardan
hiçbiri, torunlarının hürriyetten istifade etmek için şart olan zihnî kabiliyetten
mahrum olacaklarını ve saadet peşinde koşmanın korkunç bir felâketle
neticeleneceğini tahmin etmiyorlardı. Diderot, Helvetius ve on sekizinci asrıh diğer
filozofları müşahhas beşeriyete bakmağa tenezzül etmediler. Zekâları bir takım
matematik mücerret mefhumlarla uğraşmaktan hoşlanıyordu. Ruhun patolojik
tarafını bilmiyorlardı. Sanayi ihtilâlinin ileride halkın fizyolojik ve zihnî durumu
üzerinde yapacağı tesirleri tahmin etmiyorlardı. Onun içindir ki, kendi hayatlarını
idareden âciz kimselerin yer alamıyacakları bir sosyete kurdular. Liberal doktrin,
insanların hakikî durumları nazarı itibara alınmadan kuruldu. Şimdi ise bizzat
medenî milletlerin dünyaya getirdikleri sayısız barbarların istilâsına uğramış
bulunuyoruz. Bu barbarların zihnî ve teessürî kusurları medenileşmelerine mâni
olmaktadır. Gayet mühim olan bu aşağı insanlar problemi, yalnız ahlâkı değil, ayni
zamanda jenetiği, fizyolojiyi ve psikiyatriyi ilgilendirir. Bu probleme bir çare bulmak
için, şahsiyette bozukluk meydana getiren organik ve zihnî kusurların sebeplerini
aramak lâzımdır.

II
Rasyonel davranışa mâni olan ırsî kafoiliyetsMîk — Kusurların tipolojisi — Kısmî ve
tamamı kabiliyetsizlik — Soyu bozulmuş olanların sayısı.
Birçok insanlar dünyaya gelirken beraberlerinde getirdikleri kusurlar yüzünden kötü
hareket ederler. Bu ırsî kusurları sonradan kazanılmış kusurlardan ayırmak çok
zordur. Zira biz ayni zamanda hem ırsiyetin hem de muhitin mahsulüyüz. Muhitin
tesiri çok defa doğuştan mevcut olan kusurların gelişmesine sebep olur. Meselâ alkol
düşkünlerinin çocuklarında ruhun ve dokuların doğuştan diğer çocuklarmkinden
aşağı olduğu müşahade edilebilir. Bu kusur aile muhitinin karışıklığı, pisliği, cehaleti
ve sefaleti yüzünden daha ciddî bir hal alır. Doğuştan mevcut olan kötü huylar,
hayat boyunca azalacak yerde, hemen hemen her zaman gelişirler. Yalnız anne ile
babasını değil, ayni zamanda daha uzak atalarını da tanıdığımız bir kimseyi çok defa
derhal tanıyabiliriz. Bazı yüz hatları ve Galton'un dediği gibi bazı ruhî meziyetler
bazen birkaç nesil boyunca bir ailenin mümeyyiz vasfını teşkil ederler. Zihnî
zafiyet ve delilik hususunda da ayni şey söylenebilir. Canilik ise ancak ruhî bir
hastalığın eseri olduğu zaman, ırsî olarak intikal eder.
Rasyonel davranış hususunda bir hırsızın yahut bir katilin oğlu, bir delinin oğlundan
daha kabiliyetlidir. Davranışları doğuştan sahip oldukları kusurlar yüzünden kötü
olan insanlara cemiyetin bütün tabakalarında rastlanır: zenginler arasında olduğu
kadar fakirler arasında, aydınlar arasında olduğu kadar işçiler ve köylüler arasında
bu tip insanlar vardır. Zira beşer nevini ıslâh, disiplinler arasında en az bilinenidir.
Alkol düşkünleri ve uyuşturucu madde tiryakileri ile frengililerin ahfadı arasında da
bu aşağı insanlara sık sık rastlanır. Bunların ahlaken düşkün kimselerin, budalaların,
aptalların ve kötü cinsî itiyatları olan kimselerin bulunduğu soylardan geldikleri de
vakidir. Fakat yüksek ahlâklı aileler arasında da bulundukları görülür, zira veraset
kanunlarına göre bir atanın asabî yahut zihnî kusuru, ahfadından birinde yahut
birkaçında birden ânî bir şekilde tekrar meydana çıkabilir. Bu insanlar daha
doğuşlarından evvel, kendi hayatlarını idare kabiliyetinden ya kısmen yahut
tamamen mahrum kalmağa mahkûmdurlar.
Bu insanların tipleri birbirinden çok farklıdır: hayatın güçlükleri karşısında kendi
içlerine kapanan, bütün manialarda derinden yaralanan yahut kâfi derecede
düşünmeden harekete geçen aşırı hassas insanlar, hayatları daima teşebbüslere
atılmak ve hiçbirini bitirmemekle geçen istikrarsızlar, hayalperestler, boş ümitlere
kapılanlar, asla gerçekleşmeyen plânlar arasında bocalayıp duran iradesizler;
muhakemeleri yalmş olan ve hâdiselerle insanlar hakkında verdikleri hükümlerde
daima yanılan kimseler, patolojik bir hareketsizlik içinde eli kolu bağlanan tembeller,
başkâlarmı çekemeyen ve harekete geçmeğe muktedir olamadıkları için başkalarını
tenkid etmekle iktifa edenler, haya duygusunun yokluğundan en ahlâka aykırı
marazî huylara kadar türlü teessürî kusurlarla kendilerini belli eden ahlâkan sukut
etmiş budalalar. Bunların yanmda sayısız küçük insanlar, zayıflar ve korku
«yüzünden merhametsizleşen yarı hastalar vardır. Belki de bazı milletlere has olan
kötü kalpliliğin ve kinin asıl menşei de zaaf, budalalık ve korkudur.
Nihayet, bilindiği gibi zekâ bakımından asla on yahut on iki yaşını aşmayan pek çok
insan da var. Gerçi bu saydığımız kusurlar arasmda ancak kısmen ırsî olanları vardır.
Bunların dokuların yahut şuurun yapısından mı, yoksa gelişme esnasında edinilmiş
kötü huylardan mı ileri geldiklerini tâyin etmek imkânsızdır. Bununla beraber,
zekânın azamî derecede bozuk olması, aşırı bir atılganlık, atalet ve merhametsizlik
vücudun ve ruhun menşe itibarile keyfiyet bakımından kusurlu olduğunu gösterir.
Kendi kendini idarede kifayetsizlik göstermenin de muhtelif dereceleri vardır.
Halkın küçük bir kısmının hareket tarzı çoğunluk için tehlike teşkil edecek
mahiyettedir. Bu küçük kısmı teşkil eden vatandaşlar, hayatlarını ve kendi
kendilerine idare etmekten tamamen âcizdirler. Bu kısımda deliler, budalalar ve
caniler vardır ki, bunları nezaret altına almak lâzımdır, ikinci bir kısım da vardır ki,
burada bedenî ve zihnî bakımdan kuvvetim kaybetmiş insanlar vardır. Bunlar
topluluk için bir tehlike teşkil etmekle beraber, ona yük olurlar. Bunlar sıhhatçe
zayıf kimseler, veremliler, muhitlerine intibakları imkânsız olanlar ve işsizliği
meslek edinenlerdir.
Üçüncü bir kısım vardır ki, bunda maddî hayatlarını idare etmeğe muktedir olan,
fakat ahlâk duygusundan mahrum oldukları ve bilhassa dedikoduya ve iftira etmeğe
alıştıkları için toplulukta karışıklığa ve ayrılığa sebep olan sayısız kimseler vardır. Bu
insanlara cemiyetin bütün tabakalarında; zenginler, fakirler, işçiler, patronlar,
dinsizler, protestanlar, museviler ve katolikler arasında rastlanır.
Kendi kendilerini idarede kısmen kabiliyetsizlik gösteren kimseler arasında,
menşeleri ırsî olan temayüllere uyanları ve gördükleri terbiye ile muhitlerinin
kurbanı olanları tesbit etmek imkânsızdır. Fakat rasyonel bir şekilde davranış
hususunda kısmen kabiliyetsizlik gösteren bu insanlar, cemiyet için, tamamen
kabiliyetsiz olduklarından nezaret altına alınanlardan çok daha zararlıdırlar.
Atalardan kalma kusurları yüzünden hayat kanunlarına uygun bir şekilde
davranmağa muktedir olmayanların nispeti ne kadardır? Bugüne kadar frengi
tevarüs etmiş olanlardan, alkol düşkünlerinden dünyaya gelen ve zekâca geri,
ahlâksız yahut deli kimselerden doğan çocukların sayısı tespit edilmemiştir.
Amerikada yapılan istatistikler, bilindiği gibi halkın % 4 ilâ 5 inin zihnî teşevvüşlere
müsait kimselerden, % 3 ünün de canilerden mürekkep olduğunu göstermektedirler
ki, zihnen geri kalmış kimseler buna dahil değildir. Demek ki, Birleşik DevleÜerde
bin kişi arasında en az yüz kişi, hayatta güdülecek ahlâki disipline uyacak kabiliyette
değildir. Bizde ırsî olarak kusurlu kimselerin sayısını tahminî olarak bile
gösterebilecek istatistikler mevcut değüdir. Fakat biliyoruz ki, bizde delilerin sayısı
Birleşik Devletlerde olduğu kadardır.
Halkmuzdaki kusurların çoğu ırsî değildir. Halkın yarısından fazlasının hayatta
akıllıca davranmayı mümkün kılacak kadar iyi bir şecereye sahip olması ihtimal
dahilindedir.

III
Rasyonel davranışı imkânsız kılan sonradan kazanılmış kusurlar — Fizyolojik ve
ahlâkî terbiye noksanlığı — Yanlış terbiye — Alkol düşkünlüğü.
Birçok insanlar iyi bir şecereye sahip oldukları halde, ırsî kusurları kadar büyük
kusurlar edindikleri için, rasyonel bir şekilde davranma kabiliyetinden
mahrumdurlar. Bu kusurlar hamileliğin, doğumun ve çocuğun gelişmesinin kötü
şartlar altmda vukubulmasından, bakterilerin, virüslerin, frengi mikrobunun vücuda
saldırmasından, vücudun alkol ve diğer zehirli maddelerle zehirlenmesinden yahut
daha hayatımızın başlangıcında edindiğimiz kötü alışkanlıklardan meydana gelirler.
Budalalık vak'alarmdan % 25 nin cenin anne karnında iken yahut doğum esnasında
veya daha ilk çocukluk senelerinde dimağ gelişmesinin sekteye uğramasından yahut
o zaman husule gelen teşevvüşlerden ileri gelmesi muhtemeldir.
Ruhun gelişmesi vücudun gelişmesine tâbidir: bunun içindir ki, ilk çocukluk
senelerinde ve gençlikte andokrin guddeleri ile sinir sisteminde vuku bulan
teşevvüşler daima şuura tesir ederler. Alplerde, Himalayalarda, ve Birleşik
Devletlerde Büyük Göller bölgesindeki yüksek vadilerde iyot noksanlığı vardır ki, bu
tiroid guddesinin gelişmesine mâni olur. Bu yüzden çocuklarda gudde
bozukluğundan ötürü ahmaklık görülür.
Sinir sisteminin muvazenesi, ruhun ahenk içinde olması ve derinliği geniş bir
mikyasta, dimağın ve guddelerin teşekkülü esnasında alman gıdaların terkibindeki
kimyevî unsurlara tâbidir. Meselâ vitaminle madensel tuzların azlığı, proteinli
maddelerin kifayetsiz yahut kötü olması bazı zihnî ve ahlâkî kusurlar tevlid edebilir.
Kahve, beyaz ekmek, şeker, reçel hattâ bazen içki ile beslenen çocukların sinir sistemi
ile organları tabii kusurlu olacaktır. Ayni şekilde, lâzım geldiği kadar fosfor ve
kalsiyum verilmemesi, çocuğun iskeletine kemik hastalığının damgasını vurur. Gıda
mahrumiyeti de çocukluk senelerinde insanın vücudunda ve ruhunda silinmesi
imkânsız izler bırakır.
Bir takım fizyolojik ve zihnî alışkanlıklar da vardır ki, onlar da şahsiyetin üzerinde
yok olması imkânsız bir iz meydana getirir. Bu alışkanlıklar, tıpkı yere basılınca
yürüme alışkanlığı gibi modern sosyete ile temas edilir edilmez kolaylıkla kazanılır.
Meselâ konfor alışkanlığı, fena havadan, soğuktan ve sıcaktan çekinme alışkanlığı,
sporun icap ettirdiği gayret hariç herhangi bir bedenî yahut manevî gayrette
bulunmaktan nefret etme alışkanlığı, dikkatini dağıtma alışkanlığı, zekâyı gayet sığ
meselelerle uğraştırma alışkanlığı, ahlâkî mes'uliyettten sıyrılma, gevezelik etme
bütün iştihaları disiplinsiz bırakma alışkanlığı, fazla,, pek az yahut fena hazırlanmış
gıdalar almak itiyadı, pek çok yahut pek az uyumak alışkanlığı, cinsî iştihayı aşırı bir
derecede yahut anormal bir şekilde tatmin etme alışkanlığı, aşırı içki içme alışkanlığ
gibi. Zengin tabakaya mensup olan genç ekseriya zekâ azlığı, kibiri, egoizmi ve
realiteyi kavrama kabiliyetsizliği ile bellidir. Zekâ dar, sarih ve mücerrettir ve ancak
ferdin menfaati icap ettirdiği nispette müşahhasa tatbik edilebilir. Kibir ve egoizm ise
hudutsuzdur; böylece her türlü gelişme akim kalır.
insanlar medeniyeti sarsan olayların mânâsını hiç nazarı itibara almamaktadırlar;
etrafında dünya yıkılırken onlar yalnız gıda; şarap ve tütün temin etmekten başka bir
şey düşünmemektedirler, Hepsi bir ıslah evinde bulunan bir suçlu gibi kendi içlerine
kapanmıştır. Kurtuluş imkânları da pek azdır. Maamafih daha yaşlı insanlar
arasında, daha atılgan, daha açık sözlü, daha bilgili kimseler vardır: bunlar hakikati
sezmekte, iyiyi kötüden ayırmakta fakat ne birini ne de ötekini tercih etmektedirler.
Dante'nin cehennemin ilk katında rastladığı ne Tanrıya sadık, ne jde Ona karşı gelen
melekler gibi bitaraf kalmaktadırlar.

IV
Rasyonel bir şekilde davranma istidadı — «Homo Sapiens» nadir rastlanan bir
yaratıktır.
Soyu, ahlâkı bozulmuş olan kimselerin ve budalarm teşkil ettikleri muazzam sürü
içinde, her şeye rağmen rasyonel bir şekilde davranma istidadını gösteren insanlar
çoktur.
Bir defa iyi bir şecereye sahip olan bütün çocuklar böyledir. Sonra her şeye rağmen
sıhhatli kalmış olan reşitler ve bilhassa olgun yaşa gelmiş olmalarına rağmen
gençliğin yumuşaklığını ve taravetini muhafaza edenler gelir. Şehirlerde, kırlarda
olduğu gibi şeref, ahlâk ve cesaretle ilgili an'anevî alışkanlıkları muhafaza etmiş olan
oldukça mühim bir azınlık vardır. Manevî bakımdan az çok sukut etmiş yahut
alkolün, veremin veya frenginin kemirdiği ailelerde bile halâ normal fertler
mevcuttur. Bugünkü bozulma herhalde tedavisi imkânsız bir şey değildir; zira bu
bozulma plâzmadaki bir bozukluktan ziyade ferdin bulunduğu muhitin tesiri altında
zayıflamasından ileri geliyor. Başka deyişle bu bozulma ırkî bir zafiyetin ifadesi
değildir. Medeniyetimiz büyük bir tehlike karşısında bulunmakla beraber,
hristiyanlığm ilk asırlarmdaki Roma medeniyeti gibi ümitsiz bir durumda değildir.
Hakikaten de o devirde imparatorluğun kurucularının sülâlesi sür'atle sönüyordu ve
onların yerine köleler geçmişti. Modern insanların gerilemesi ise bilhassa hayat ve
düşünce tarzlarından ileri gelmektedir. Fransada ve Yeni Ingilterede tamamen sukut
etmiş halk toplulukları vardır. Öyle görülüyorki Britanyada yakın akrabalığın alkol
düşkünlüğünün, veremin ve kanserin kemirdiği bazı köylerde ırsî meziyetler asla
tekrar meydana çıkmıyacâktır. Fakat orada yaşayanların soyları bir yeniden doğuşu
mümkün kılacak kadar iyidir; birçok çocuklar bedenî bakımdan hayat kanunlarına
uygun bir şekilde hareket etmek istidadına sahip olarak doğarlar; bu çocuklarda
potansiyel halde atalarımızdan kalma fizyolojik ve zihnî kabiliyetler mevcuttur.
İnsan yavruları tıpkı hayvan yavruları gibi, ilk sabah ışığında, neş'e içinde tabiat
kanunlarına uygun olarak büyürler. Kendiliklerinden realiteye nüfuz ederler. Aile ve
okul onları bozmadan evvel, bu çocuklar heyecanla bir işe atılmağa, sevgi duymağa
ve bir ideal uğruna kendilerini feda etmeğe hazırdırlar. Onları hayatın ebedî
kanunlarına itaat etmekten hiçbir şey alıkoymaz. Bunun içindir ki, bir memleketin
bütün esaslı, beşerî problemler karşısındaki tavrını değiştirmeğe çalışmak hiç te
ütopik bir şey değildir.
Aramızda Homo Sapiens adına lâyık olanların nispeti ne kadardır? Davranışları
rasyonel olan kimselerin istatistiğini yapmak imkânsızdır. Bir adamın kendi hayatını
ve başkalarının hayatını akıllıca idare etmeğe muktedir olduğunu, ne mesleğindeki
muvaffakiyeti, ne siyasî mahareti, ne ilmî bilgisi, ne de kahramanlığı gösterir.
Elimizde mizacı, muhakemeyi, sinir muvazenesini, ahlâk duygusunu ve ruhî
sağlamlığı tespit edecek testler yoktur. Gerçi psikolojik »yaş ölçüsü çok faydalı bir
şeydir. Zekâca geri kalmış insanları tespit etmek imkânını verir. Zekâca geri kalmış
insanlar ise akıllıca davranmağa muktedir değildir. Diğer taraftan ne yüksek bir
entellektüel. seviye, ne de zor imtihanlarda muvaffakiyet dirayete delil sayılamaz.
Fertler arasında yalnız hayatın muvaffak olup olmaması ile anlaşılan muazzam
farklar vardır. Söylendiğine göre New York'tan birdenbire birkaç yüz insan kaçırılsa,
bu şehir tamamen felce uğrarmış. Kendilerini ve başkalarını idare etmeğe muktedir
olanların sayısı muhakkak ki, çok küçüktür. Hattâ o kadar küçüktür ki, dirayet
dünya yüzünden tamamen kalkmış gibidir.
Fakat acaba bu bir evhamdan ibaret değil midir? Dünya eskiden daha mı dirayetli
idi? Bugün kendilerini idare edemeyenlerin sayısı eski sitede, ortaçağda yahut on
sekizinci asırda olduğundan daha mı fazladır?
Gerileme devirleri muhakkak ki, diğer devirlerden beşerî posanın fazlalığı ile ayrılır.
O zaman aydın zümre, zayıflarla kusurluların çoğunluğu altında ezilir. Belki tarihin
bazı devirleri kısa bir zamanda kendilerini hakikaten idare etmeğe muktedir
insanların yetişmesi ile hususiyet kazanmıştır. Meselâ Perikles devri, Roma
imparatorluğunun kuruluş devri ve katedraller devri. Thomas Jefferson da o devirde
yaşıyan Amerikalıları hürriyete lâyık kimseler olarak görmeseydi, İstiklâl
beyannamesini yazmazdı. Yeryüzündeki hayvanlar ve göklerde uçan kuşlar gibi,
Homo Sapiensde medeniyetin ilerlemesi karşısında gerilemiştir.
iİnsanı Rasyonel Davranış Kaidelerini Tatbike Nasıl ' Hazırlamalı?
İnsan rasyonel davranış kaidelerini tatbik edebilecek bir hale getirilmezse, bu
kaideler bir takım zihin oyunları olarak kalır. Yalnız çocuklarm ve reşit insanlardan
pek az bir kısmının öğrenebileceği şeyleri, herkese öğretmeğe kalkmak boştur. Biz,
modern insanlar, rasyonel olarak davranmağa muktedir değiliz; ırsî ve sonradan
kazanılmış kusurlar davranış kaidelerini anlamamıza ve tatbik etmemize mânidir.
Bunun içindir ki, Batı Medeniyeti büyük bir tehlike karşısmdadır. Hattâ beyaz ırkın
istikbali de büyük bir tehdid altındadır. Ümid edelim ki, Batı milletleri hastalık
tedavi edilemez bir hale gelmeden evvel onu teşhis edecek ve ne nispette ilerlediğini
anlıyacaklardır. insanı davranış kaidelerini öğrenmeğe nasıl hazırlamalı? Her insana
şahsiyetin inşası için elzem olan anotomik ve zihnî özü nasıl kazandırmalıdır?
BÖLÜM vin
HAYATTA TATBİK EDİLECEK KAİDELERİN ÖĞRETİMİ
I
Bu öğretimin hususî karakteri — Örnek ihtiyacı.
Kendi kendini idare bir zekâ ve mizaç meselesidir. Her şeyden evvel hayatta tatbik
edilecek kaideleri bilmek, sonra bu kaidelere itaat etmek, zihnî ve fizyolojik
alışkanlıkları ona göre değiştirmek iradesini göstermek lâzımdır. Hayatımızı iyi bir
şekilde idare etmek için, hem teorik hem de pratik bir çıraklık devresine ihtiyaç
vardır. Küçük çocuklarda tıpkı köpek yavrularında olduğu gibi bilhassa terbiye
metodlarına baş vurmalı ve hisse hitap etmelidir.
Davranış kaidelerini ve onların dayandıkları ilmî temelleri, tabiat tarihi, coğrafya
yahut gramer gibi bir takım didaktik dersler halinde öğretmek kolay olurdu. Her iyi
öğretmen bu vazifeyi mükemmelen başarabilir. Fakat çocukları bu kaidelerin
tatbikine alıştırmak için bambaşka bir metod kullanılmalıdır. İnsan nasıl bir
aerodinami dersi dinlemekle bir uçağı idare etmeyi öğrenmezse, ayni şekilde ahlâk
yahut sosyoloji dersi dinlemekle kendini idare etmeyi öğrenmez. Hangi şartlar
altında olursa olsun bizi otomatik olarak doğru yola sevkedecek refleksler ancak
tatbikat sayesinde geliştirilebilir. Davranış kaidelerine itaat, ancak insiyaki olursa
mükemmel olur. Daha küçük yaşta iken iyiyi ve kötüyü öğrenerek ona göre hareket
etmeğe alışan insan, bütün hayatı boyunca kötüden çekinmek ve iyiyi tercih etmek
hususunda hiç güçlük çekmez. Nasıl ateşe yaklaşmaktan çekinirse ayni şekilde
kötülüğe de yaklaşmaz. Sözünde durmamak, yalan söylemek yahut ihanet etmek
ona yalnız yasak değil, ayni zamanda imkânsız şeyler olarak görünür. Fertte bu gibi
tepkilerin gelişmesi için, ahlâk kaidelerinin tam ve devamlı bir şekilde tatbik edildiği
bir muhite ihtiyaç vardır. Hayatta tatbik edilecek kaideler insana ancak örnek
vasıtasile tesirli bir şekilde öğretilebilir. İnsanda, tıpkı maymunda olduğu gibi
doğuştan bir taklit temayülü vardır; fakat kötülüğü iyilikten daha kolay taklid eder.
Çocuk tanıdığı, bahsini işittiği yahut hikâyesini okuduğu kimselerin düşünüş ve
hareketlerini kendine mal eder. Filânca arkadaşım, falanca öğretmenini, annesini
tyahut akrabasını örnek olarak alır ve kendini onlara benzetir; bilhassa sinama
kahramanları yahut gazetelerde ve bazı mecmualarda bahsedilen hakikî yahut
"hayalî şahsiyetler ona örnek olur. Fenelon «Çocuklar, hareketlerine dikkat etmeğe
lüzum görmeyen bir takım faziletsiz kimselere tevdi edildikleri takdirde,
çocuklardaki bu taklid temayülü pek çok fenalıklara sebep olur» der. însan ancak
inandığı şeyleri iyice öğretebilir. Çocuk iki yüzlülüğü derhal farkeder. Başkalarına iyi
davranmasını öğretmeden evvel bizzat iyi davranmak lâzımdır.
Bunun içindir ki, hayat teknolojisi iiçn hususî bir muhite başka deyişle entellektüel,
fizyolojik ve ahlâkî davranış kaideleri tatbikatının âdet haline geldiği sisyal bir
guruba ihtiyaç vardır. Bu muhiti ne aile ne de okul tam mânâsile temin etmiştir. Zira
öğretmenlerin ve ana babaların kendileri bile hayatın esas kanunlarına her zaman
itaat etmezler.
Bugün okulda tedrisat, zekânın az çok sığ bir şekilde işlenmesinden ibarettir, bu
kültür bütün gençliğe ayni şekilde sürülen ince bir cîlâ tabakasıdır. Terbiye ile
meşgul olanların çoğu ruhun entellektüel olmayan faaliyetlerinden, bilhassa ahlâk
duygusu ile güzellik duygusundan bihaberdirler. Yeni tedrisatın muazzam gayreti,
bilhassa şahsiyetin entellektüel ve sosyal cephesine yönelmiştir. Montessa
okullarında, John Dewey'in okullarında, Decroly sisteminin ve Dalton plânının tatbik
edildiği okullarda, her yaşta çocukların şahsiyetini geliştirmek için birçok usuller
tatbik edilir. Fakat bu çocukların çoğu cemiyetteki tabii rollerini ifa etmekten âciz
kalırlar.
Gariptir ki, bugün medeniyetin çöküşüne tamamen pasif kalan gençler okulların
yetiştirdikleridir. Bu gençler, pek az bilgili, becerikli, kurnaz, mızıkçı ve karakterden,
ahlâk duygusundan tamamen mahrum görünmektedirler. Bu kusurlar tedrisatta
mühim bir boşluk ' bırakılmasından ileri gelmiyor mu? Bugün çocuklarda iradeyi
terbiye etmeğe, nefse hâkimiyeti geliştirmeğe çalışan kaç pedagog vardır?
Aile, umumiyetle çocukların terbiyesi bakımından kötü bir muhittir. Zira modern
ana babaların çocukların ve gençlerin psikolojisinden haberleri yoktur. Ya çok saf, ya
çok sinirli, ya çok yumuşak, ya çok serttirler. Çoğu çocuklarına bir takım kusurlar
aşılamak san'aitini geliştiriyor gibidir. Her şeyden evvel mesleklerini, işlerini ve
eğlencelerini düşünürler. Ailelerinde kaba hareketlere, kavgalara, egoistçe
davranışlara, içki düşkünlüğüne şahid olan çocukların sayısı çok fazladır. Ana
babaları vasıtasile hayatı bu yoldan tanımıyan çocuklar da, onu kaçınılmaz bir
şekilde, ergeç arkadaşlarından öğrenirler.
Mübalâğaya kaçmadan denilebilir ki, hangi sosyal tabakaya mensup olurlarsa
olsunlar birçok modern ana babalar çocuklarını İâyikile yetiştiremiyecek kadar
cahildirler. Okullar da ana babaların yerini tutacak duruma erişememişlerdir. Zira
öğretmenler çoğu zaman öğrencilere, ana babalarmdan daha iyi örnek olamazlar.
Montaigne'in söylediği gibi çocuklar yalnız mefhumlara ve sözlere değil, bilhassa
örneklere ve eserlere muhtaçtırlar.
Velhasıl bugün gençliğe nasıl davranacağını ne aile, ne de okul öğretebilir. Bundan
dolayıdır ki, bu gençlikte bir aynada imiş gibi öğretmenlerin alelade şahsiyetlerinin
aksi görülür. Bugün tedrisat, hakikatte imtihanlara hazırlanmaktan ibaret olan,
sadece hafızayı kuvvetlendiren, ruhun gelişmesi ile alâkası olmayan ve «kitaplarla
yüklü merkepler» husule getirmekten başka bir işe yaramayan bir metottur. Fakat bu
şekilde yetiştirilen gençler, realiteyi kavrama ve cemiyetteki tabiî rollerini ifa
kabiliyetinden mahrumdurlar. .
Terbiyevî muhitin meydana getirilmesi — Ana babalar ve öğrötmenler için
kurulacak okullar.
Ahlâkî, estetik ve dinî kültür, entellektüel kültürden çok farklıdır; zira iyiyi kötüden
ayırmağa alışmak, kendine hâkim olmayı öğrenmek, güzelliğe yahut Tanrıya
tapmak, gramer, tarih veya aritmetik öğrenmekten çok başka şeylerdir.
Davranış kaidelerinin tatbikî olarak öğretilmesi ancak buna müsait bir tedrisat
muhiti içinde mümkündür. Başka deyişle, gençliğin öğrenmesi icap eden şeyleri
kendiliğinden kapabileceği sosyal bir gruba ihtiyaç vardır.
Böyle bir muhit nasıl yaratılabilir? Bugünkü ahlâkî kargaşalık içinde, bu hakikaten
güç bir iştir. Bununla beraber, biliyoruz ki, «bazı sosyal gruplar üyeleri arasında
askerî disipline yahut manastırlardakine benzer bir disiplin tatbik ederek, cemiyetin
zararlı tesirlerinden kurtulabilirler». (1).
Demek ki, on sekizinci asır inançlarını, Jean Jacques Rousseau'nun hissî
uydurmalarını, Durkheim'in ve Dewey'in sahte ilmini, liberalizmin ve ahlâk
prensiplerini inkâr eden modern teorinin, doğmalarını terkederek, bu muhayyele
eserlerinin yerine rasyonel davranış prensiplerini ikame etmek isteyenler arasında
bir işbirliği kurmalıdır. Ancak bu işbirliğine dayanaraktır ki, ileride Devletler müsait
bir terbiye muhiti yaratabileceklerdir. Zira ancak hükümet tedris ve terbiye işinin
başarılması için zarurî olan otoriteye sahiptir. Sosyal muhitin tedrisatın icaplarına
uyması için, her şeyden evvel geniş bir temizlik yapmak lâzım gelecektir. Sinemanın,
radyonun sıkı bir sansüre tâbi tutulması, dans yerlerinden çoğunun, kaharelerin ve
barların kapanması, bugün çocukların ve gençlerin takip ettikleri "devamlı neşriyatın
tamamen değiştirilmesi icap edecektir.
(1) Bilinmiyen insan
Devlet vereme, şarbon hastalığına tutulmuş hayvanların etinin satışına çoktan mâni
olmuştur. Bugünkü vazifesi, ayni şekilde, gençliği içki düşkünlüğünden, frengiden
ve filmler, radyolar, gazeteler ve dergiler vasıtasile yayılan ruhî hastalıklardan
korumaktır. Bu «sıhhatleştirme işi» başarıldıktan sonra, ana babaların ve
pedagogların terbiyesine girişmek lâzım gelecektir.
Pedagoglarla ana babalar umumiyetle iyilik etmeğe isteklidirler. Hatâları
cehaletlerinden ileri gelir. Bir taraftan müstakbel ana babaların, diğer taraftan
muvakkaten öğrenci olan öğretmenlerin, hayatlarının idaresi hususunda ve
çocukların terbiyesi hakkında eksik olan bilgilerini tamamlamak lâzımdır. Tavuk,
kuzu yetiştirmek beşerî varlıklar yetiştirmekten daha kolaydır; hayvan yetiştirmek
istiyen bir insan, bir çiftliğe yahut bir ziraat okuluna giderek orada bir çıraklık
devresi geçirir. Hiç kimse bu işe edebiyat, matematik yahut felsefe tahsil ederek
hazırlanmak çılgınlığını göstermez; bugünkü genç kızlar ise böyle bir çılgınlık
eseri göstermektedirler. Aralarından çoğu hakikatte okul programlarının dışında
hiçbir şey bilmezler.
Evlilik çağma kadınlık mesleğinden bihaber olarak gelirler. Genç kızlara cemiyetteki
esas fonksiyonlarını iyice öğretecek hususî okullara lüzum vardır. Bu açıkça bellidir.
Genç kızlar bu okullarda hayatın realitelerini ve çocukların rasyonel yetiştirilmesini
öğreneceklerdir.
Böyle bir öğretim birkaç sene ister. Bu öğretim bugün kız san'at okullarında yahut
çocuk bakımı okullarında tatbik edilen öğretime hiç benzemez. Mevzubahs olan şey,
kadınların, bedenî olduğu kadar zihnî faaliyetlerini de ahenkli bir şekilde
geliştirmektir; kadınların bu faaliyetleri erkeklerinkinden hiç te aşağı değildir, yalnız
mahiyetleri başkadır. Zira insan nevinde kadının organik, asabî ve zihnî yapısı
erkeğinkine hiç benzemez. Erkek ve kız, bütün çocukları ayni şekilde terbiye etmek
modası geçmiş bir görüş tarzı, beşer tarihinde ilimden evvelki çağlardan kalma bir
şeydir.
Rönesans devrinde yaşamış olan insanlar terbiye meselelerine dair yirminci asır
pedagoglarından çok daha derin bir görüş sahibi idiler. Erasmus kadının hem
kendisi, hem kocası, hem de çocukları için terbiye edilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Kadının vazifesi yalnız yavrularına süt vermek değil, ilk senelerinde terbiyeleri ile
meşgul olmak ve nihayet onları kendi kendilerini idare edebilecek hale getirmektir.
Rabelais'nin de söylediği gibi, vücut, ruh ve aşk birbirlerinden ayrılamazlar. Vicdan
ve ilim birbirlerine kuvvetle bağlıdırlar. «Vicdansız ilim ruhun bir harabe haline
gelmesinden başka bir şey değildir», işte genç kızların ve genç annelerin öğrenmeleri
gereken şeyler, bütün bu faaliyetlerin çocukta ahenkli bir şekilde gelişmesini temin
eden vasıtalardır.
Ferdin biv bütün olardk geliştirilmesi
Ferdin bir bütün olarak teşekkülü her çocukta potansiyel bir halde bulunan ırsî
kıymetlerin azamî derecede gelişmesinden ibarettir: güzellik, çeviklik, bedenî
kuvvet, organik mukavemet duygusu, gayret gösterme kabiliyeti ve yaşama sevinci
gibi. Bütün bu faaliyetler birbirine bağlıdır. Meselâ adaleler, sinir sisteminin, kanın,
kalbin, akciğerlerin ve diğer organların yardımı olmadan gerilip kasüamaz. Beynin
hücreleri, fonksiyonlarını normal olarak ifa etmek için, bütün vücuda muhtaçtırlar.
Bütün dokuların çıkardıkları suları toplayıp beyine götüren kandır. Fakat adalelerin
kasılması için kanın ve sinir sisteminin yardımından başka fizyolojik olmayan bir
faktörün •yardımı da lâzımdır ki, bu iradedir.
Gayret gösterme kabiliyeti, bilhassa bu gayret devamlı ise karaktere bağlıdır. Ahlâkî,
entellektüel faaliyetlerle gudde faaliyetleri arasında bir bağ vardır. Pasteur'ün
dimağının beşeriyete yeni bir ufuk açan keşiflerde bulunmasına imkân veren
sürrenal, pitüitaire ve tiroid guddelerinin çıkardıkları usarelerdir. Zekâ keskinliği,
muhayyele ışığı ve dağlan bile deviren iman, ayni zamanda hem guddelerin iç
ifrazatına hem de dimağ hücrelerinin kemmiyeti ile keyfiyetine tâbidir. Kanda
bulunan demir, bakır, kalsiyum, magnezyum, manganez yahut başka madenler biraz
azalacak olsa ruhî karışıklıklar meydana gelir. Organik ve zihnî muvazeneyi bozar.
Bedenî kuvvet, sür'at, beceriklilik, adalî tahammül, sinir sisteminin, zekânın ve
karakterin muvazenesinden ileri gelir. Ahlâk duygusuna gelince, o hem andokrin
guddelerinin, hem zekânın, hem estetik ve dinî duyguların gelişmesine bağlıdır.
Velhasıl bir fonksiyonun azamî derecede gelişmesi için bütün diğer fonksiyonlara
ihtiyaç vardır.
Demek ki terbiye, Durkheim'in zannettiği gibi genç neslin metodik bir şekilde
sosyalleştirilmesinden ibaret değildir; çok daha geniş bir mânâsı vardır. Hakikatta
terbiye, terbiye edenin, öğrencinin hisleri, zekâsı ve vücudu üzerine azimli, yumuşak
fakat ayni zamanda kuvvetli bir tesir icra etmesi demektir. Böylece öğretmenin
düşüncesi, tıpkı kumların arasından süzülen su gibi geçim dokularına, hislerine ve
ruhuna, karşı konulması imkânsız bir şekilde nüfuz eder.
Her çocuğun ırsî ve potansiyel kabiliyetlerini azamî derecede geliştirmek için neler
yapmalı? Biliyoruz ki, vücut büyürken beş faktörün tesiri altında muayyen bir şekil
alır. Bunlar evvelâ fizikî faktörlerdir, yani soğuk, sıcak, güneş, rüzgâr, yağmur gibi
faktörlerdir ve bilhassa bu faktörlerin değişmesi mühim bir rol oynar. İkinci olarak
yiyeceklerde ve içkilerde bulunan kimyevî elemanlar gelir. Onlardan sonra
gıdalanmanın, defi tabiinin, uykunun, adalî ve organik faaliyetlerin bir disipline tâbi
tutulmasından ibaret olan fizyolojik faktörler rol oynar; bu arada intibak
sistemlerinin şuursuz gayreti ile, el işinin ve spor faaliyetlerinin icap ettirdiği şuurlu
gayreti de sayabiliriz. Dördüncü olarak entellektüel faktörler gelir ki, onların
sayesinde, çocuk öğrenmeyi öğrenir. Başka deyişle, nasıl bakacağını, nasıl
hatırlayacağını, nasıl düşüneceğini, nasıl hüküm vereceğini Ve realite ile nasıl temasa
geçeceğini öğrenir. Beşinci olarak ahlâkî faktörler yahut davranış alışkanlıkları gelir.
Bunların arasında her şeyden evvel iradeyi geliştirmek, nefse hâkim olmak, sonra
temizlik, doğru sözlülük, nezaket, dürüstlük, itaat, cesaret, gayret ve iyiyi kötüden
kesin bir şekilde ayırmayı sayabiliriz.
Terbiyeci asla bu faktör gruplarının yalnız biri ile iktifa
. edemez. Zira meselâ adalelerin kuvveti ve tahammülü, ahlâkî
faktörlerin tesiri altında da gelişir. Ruh gelişmeyi temin eden
bütün faktörlerin yardımı olmadan yükselemez. Bu faktörlerin
daha küçük yaştan itîbaren çocuğu geliştirmek için muntaza
man, her gün kullanılması lâzımdır. Hattâ bu işe doğumdan hemen sonra
başlanmalıdır.
Bunun içindir ki, anne öğretmenden çok daha iyi bir şekilde, inkişaf
mekanizmalarının mevcudiyetini ve bu mekanizmaların nasıl kullanılabileceğini
bilmelidir.
Sıhhatli olan her çocuk, kendi yaşma göre olan sosyal, zihnî ve fizyolojik kaideleri
öğrenmeğe muktedirdir. Tabii, bu kaidelerin menşeini ve mahiyetini anlayamaz; zira
zekâsı yavaş yavaş ve geç gelişir. Başlangıçta hayat bilgisi basit bir alıştırmadan
ibarettir. Amma bu alıştırmaya tâbi olanlar, sözden anlayan ve kendilerine makul
insanlar gibi muamele edilmesinden hoşlanan küçük varlıklardır. John Locke'un
dediği gibi, çocuk ruhuna hitap eden, çocuk ruhuna göre olan deliller kullanmak
lâzımdır. Meselâ, çocuk falanca hareketin ana babasının hoşuna gitmediğini
kolaylıkla anlar. Çocuk tıpkı köpek yavrusu gibi sevdiklerinin takdirine veya
takbihine hassastır, iyi bir soydan geliyorsa, onu, hislerine hitap ederek idare etmek
kolaydır. Çocukluğun terbiyesi ise Auguste Comte'un çok doğru olarak söylediği
gibi anneye tâbidir.
Fakat çocuğun muhakemesi olmadığı için, ana babasının iradelerine harfiyen itaat
etmesi lâzımdır. Hayatta tatbik edilecek kaidelerin öğretimi başlangıçta tamamen
pratiktir. Evvelâ, çocuğa, yasakla izin verilen şey arasındaki sınırı tecrübî olarak
öğretmekten ibarettir; sonra bunun yerine iyilik ve kötülük mefhumları ikame edilir.
Kanun mefhumuna, günlük hayatta değişmez ve mutlak prensiplere göre hareket
etmek mecburiyetinin öğretilmesine ancak çok daha sonra geçilebilir. Fakat akıl,
davranış prensiplerinin rasyonel kaidelerini kavrıyabilecek hale gelmeden evvel,
fiayolojik ve zihnî gelişmenin çok ilerlemiş olması lâzımdır. Hakikatte görme, işitme,
koklama ve tatma duyguları daha ilk çocukluk senelerinde terbiye edilmelidir.
El işlerinde mahareti, asabı muvazeneyi geliştirmeğe, fazla heyecana kapılmayı
önlemeğe, nefse hâkimiyeti öğrenmeğe, iradeyi terbiye etmeğe ve gayret gösterme
kabiliyetini arttırmağa da o zamandan itibaren başlamalıdır. Erasmus «Hoşumuza
giden şeyleri seve seve öğreniriz,» diye yazmıştı. Hayvan yavrularile insan
yavrularını yetiştirme hususunda tecrübesi olanlar, bu müşahedenin ne kadar doğru
olduğunu bilirler. Çocuğun gelişmesi esnasında, Fenelon'un dediği gibi, her şey ona
zevk vasıtasile öğretilmelidir.
Beşerî varlıklar yaşları ne olursa olsun, akıllarından ziyade hislerile hareket ederler.
Gayet sert olan hayat kanunları onlara kör bir kuvvetin ifadesi olarak değil de,
Tanrının iradesi olarak göründüğü takdirde, onlara daha kolay itaat ederler. Beşerî
varlıklar bir insana, bir prensipten daha büyük bir istekle itaat ederler. Bu
müşahedenin yakın bir donesidir.
Aristonun hırsız Tanrısına lâkayttirler. Fakat bizzat kendilerile ilgilenen bir Tanrıyı
sevmeğe hazırdırlar. Bilhassa bundan 2000 sene kadar evvel kendilerine, onlarınki
gibi bir vücut içinde görünmeğe tenezzül eden bir Tanrı ise..
Hayatın korunması, ırkın idamesi ve ruhun yükselmesi gibi, tabiat kanunları
Tanrının emirleri olarak telâkki edildikleri takdirde daha büyük bir otorite
kazanırlar. Onun içindir ki, dinî ve tasavvufî öğretimin terbiye bakımından büyük
bir kıymeti vardır.
Hakikatte çocuklara ilahiyattan ve vazifeden bahsetmek boşuna gayret sarfetmektir.
Fakat Kant'm tavsiyesi üzerine, onlara daha çok küçük yaşta iken, Tanrıyı, her
hareketlerini kontrol eden görünmez bir baba olarak tanıtmak ve Ona dualarla
ulaşabileceklerini öğretmek lâzımdır. Tanrıya hürmet göstermenin en iyi şekli
emirlerini yerine getirmektir. Tanrının emirleri ise gerek çocuğun, gerek büyüklerin
rasyonel bir şekilde davranmalarıdır.
Estetik duygu dinî duyguya çok yakındır. Güzelliğin tıpkı tasavvuf gibi, terbiye
bakımından büyük bir kıymeti vardır. Hele feragat, kahramanlık veya evliyalık
şeklinde tezahür ettiği zaman, insanı mutlaka yükseklere ulaştırır. Hayata mânâ,
asalet ve neş'e veren işte bu güzelliktir. Ve her çocuğa ne kadar mütevazi olursa
olsun, hayatın güzellik ve sevgi ideali ile ışıklandığı takdirde, aydınlık ve neş'eli bir
hale geldiğini göstermek lâzımdır.

IV
OKULLARIN YENİLENMESİ
însam bir bütün olarak ele alıp terbiye edecek ve hayatta davranışı öğretecek
öğretmenler.
Umumi öğretim sisteminin yenilenmesi daha şimdiden ele alınması gereken bir
meseledir. İlkokullar, liseler ve üniversiteler erkeklerle kadınları tam mânasile
rasyonel bir şekilde davranmağa muktedir insanlar yapmağa muvaffak olamamıştır.
Batı medeniyeti bir hercümerce doğru gidiyor; zira ne okul, ne de aile, insanları
hakikaten medenî yapmıştır.
Modern terbiye sisteminin iflâsı bir taraftan ana baba yokluğundan, diğer taraftan
pedagogların ön plâna çocuğun entellektüel cephesini almalarından, fizyolojiyi kâfi
derecede bilmemelerinden ve ahlâk bakmamdan kendilerine dikkat etme t
melerinden ileri gelmiştir. Gerçi entellektüel kültüre verilen ehemmiyet tamamen
yerindedir, zira bütün sahalarda yüksek bilgiye ihtiyacımız vardır. Fakat entellektüel
gelişmeyi, programları ağırlaştırarak değil pedagoji metodlarını daha iyi bir hale
getirerek sağlamak lâzımdır. Diğer taraftan son senelerde vukubulan olaylar
okullardan ve üniversitelerden çıkmış olan gençliğin ferdî ve sosyal bakımdan ne
kadar kifayetsiz olduklarını açıkça göstermiştir. Cemiyet parçalanmak üzere ise
ilimleri, edebiyatı, san'atı, felsefeyi geliştirmek neye yarar?
Medeniyetimizin yaşaması için hepimizin ideolojilere göre değil, cisimler arasındaki
nizama göre yaşamağa hazırlanmamız lâzım. Yalnız entellektüel olan terbiye
sisteminin yerine insanı bir bütün olarak inkişaf ettiren terbiye sistemini ikame
etmeliyiz. Başka deyişle, ferdin bütün ırsî ve potansiyel kıymetlerini geliştirmeli ve
bu şekilde yetiştirilmiş olan ferdi kozmik ve sosyal realiteye nüfuz ettirmelidir.
Fakat insanı bir bütün olarak ele alıp terbiye edebilecek öğretmenlerimiz yoktur.
Binaenaleyh yapılacak şey, bu öğretmenleri yetiştirecek okullar, rasyonel davranış
prensiplerinin, kaidelerinin ve tekniğinin öğretileceği okullar açmaktır. Bu okullar,
ayni zamanda, beşerî tipoloji, fizyoloji ve psikoteknik araştırma merkezleri vazifesini
görecek ve yeni pedagoji metodlarını meydana getireceklerdir.
Bu suretle hususî bir şekilde yetiştirilmiş olan öğretmenlerin başlıca iki vazifesi
olacaktır. Bir kısmı öğretmenlere bugün henüz bilmedikleri bir bütün olarak terbiye
usulünü öğreteceklerdir. Diğer kısmı, ilk okullarda, liselerde ve üniversitelerde
çocuklara tamamen mahrum oldukları fizyolojik ve manevî terbiyeyi vereceklerdir.
Ne manevî, ne de fizyolojik cepheye bugüne kadar entellektüel cepheye yapıldığı
gibi bir üstünlük verilmemelidir. Tam bir insan yetiştirme vazifesi, her okulda
çocukları bir bütün olarak ele alan ve onu, kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak
terbiye edecek olan öğretmenine ait olacaktır. Bu öğretmenin ilk yapacağı vey, evvelâ
her talebenin kabiliyetlerini bir takım testler vasıtasile tespit etmek, onları bio tipolo
jinin donelerine göre sınıflara ayırmak, sonra her çocukta irsî istidatların müsaade
ettiği nispette nezaketi, nefse hâkimiyeti, gayret kabiliyetini, doğruluk, güzellik
duygusunu, dinî duyguyu, bedenî kuvveti takdir duygusunu ve kahramanlık
duygusunu mümkün olduğu kadar tam bir şekilde geliştirmektir. Ayni zamanda, bu
öğretmen, çocuğa bakan doktorlar, beden terbiyesi öğretmenleri, zihnî terbiye ile
meşgul öğretmenler, çocukların dinî terbiyesini üzerine alan rahipler ve çocuk
velilerile daimî temasta bulunacaktır. Bu suretle, bu muhtelif kimselerin tesirlerini
çocuğu tam mânâsile muvazeneli bir varlık haline getirecek şekilde birleştirecektir.
Okulun beyni ve başkam bu öğretmen olacaktır.
Böylece hazırlanmış zemine rasyonel davranış tohumları serpilecek ve bu tohumlar
kolaylıkla filiz vereceklerdir. Modern cemiyetin hakikaten medenî, yaşama enerjisi
kuvvetli, muvazeneli ve disiplinli varlıkların meydana getirilmesine muhtaçtır.
Büyük mütehassıslara, âlimlere, mühendislere, doktorlara, san'atkârlara, iktisatçılara
da ihtiyacımız olacaktır veinsanı bir bütün olarak ele alan terbiye sisteminin gayesi,
bütün hayatını lâboratuvarda, kütüphanelerde, fabrikalarda, yazıhanede, okulda
veya hastanede geçirmeğe mecbur olan insanın insanlıktan çıkmasına mâni olacaktır.
Vücudumuza ve ruhumuza âdeta hakkedilmiş kaidelere uyarak mesut bir şekilde
yaşamak için, ne âlim, ne filozof, ne de atlet olmağa lüzum vardır. Büyük
mütefekkirler arasında Nobel mükâfatını kazanmış olanlardan veya Olimpiyat
oyunlarında muvaffak olanlardan birçoğu kendi hayatlarını hakimane bir şekilde,
akıllıca idare edememişlerdir; zira hayat kanunlarına itaat etmeyen her insan, ya
kendini yahut ahfadını tehlikeye atar. Fakat bu kanunları iyice bilmek için, daha
küçük yaştan onlara itaat etmeyi öğrenmek lâzımdır. Modern ana babalar,
çocuklarını hayalî bir dünya içinde, yani kanunsuz bir dünyada büyütmek gibi delice
bir işe girişmişlerdir. Bugün hepimiz bu delilik yüzünden ıstırap çekiyoruz. Medenî
insanlara hayatlarını idame etmek için muhtaç oldukları kuvveti ancak rasyonel
davranış kaidelerinin öğretmeni temin edebilir.
Öğretmenler daha şimdiden kendilerini bu vazifeye vakfetmelidirler.
BÖLÜM IX
HAYATIN MUVAFFAKİYETİ
Umumî mülâhaza
Beşeriyetin başına kendi kabahati yüzünden muazzam bir felâket gelmiştir.
Ayni kandan gelen milletlerin arasında savaş çok mânâsız bir şeydir.
Harp, esaslı beşerî meselelerden hiçbirini halletmez. Yalnız bir milletin diğer
milletlere üstünlüğünü temin eder.* Bu problemler savaşlar bittikten sonra hasıl olan
karışıklıkta tekrar meydana çıkar. Onları halletmek için ancak kendimize
güvenebiliriz.
Harpten sonra meydana gelen bugünkü ıstıraplar içinde neler yapmalıyız? Her
şeyden evvel, deliliğimizi tedavi etmeliyiz. Bu tedavinin tek çaresi hayat
kanunlarından çıkarılan davranış kaidelerini tatbik etmektir.
İstikbalimiz rasyonel davranma kabiliyetimize bağlıdır. Bilhassa, hayatın kaidelerine
harfiyen riayet etmek hususunda göstereceğimiz iradeye tâbidir. Beşeriyetin içinde
bulunduğu buhran gayet mânâsız bir şekilde davranışından ileri gelmiştir. Bugüne
kadar hiçbir cemiyet tabiata uygun bir şekilde davranmamıştır. Zekâ, insiyakın
yerini tutamamıştır.
Hiçbir medeniyet, insana, öz yapısına tamamen uygun davranış kaideleri temin
edememiş ve bu kaidelere uygun bir muhit meydana getirememiştir. Roma
imparatorluğu yıkılmış, katedraller devrinin ihtişamı yok olmuştur. Bugün
Hürriyet Beyannamesi ile Fransız ihtilâli zamanında büyük bir ümitle kurulan
cemiyetin can çekişişine şahit oluyoruz; halbuki o zamanlar hürriyetin, ilmin
hükümranlığının ve sanayi ihtilâlinin beşeriyete hudutsuz bir saadet temin edeceği
sanılıyordu.
Beşerî hayat, muvaffakıyetsizliğe uğramıştır. Tabiat yaratıcı tekâmülün dinosorları, o
küçük beyinli fakat iri yarı ve muhite intibak kabiliyetleri olmayan ucubeleri
meydana getirdiği devirde olduğu gibi, bir çıkmaza girmiştir. Histen ayrı olarak
egoistçe bir şekilde gelişen zekânın, insanı yaşamağa devam edebilecek bir
kabiliyette olmayan bir varlık haline getireceği görülüyor. En kabiliyetli insanlar,
hayatın muvaffakiyetsizliği yani harp tarafından yok edilmektedirler. Hayatı yok
etme vasıtaları hayata yardım etme vasıtalarından çok daha çabuk gelişmektedir.
Beşeriyet tarihinin öyle bir devresine geldik ki, ya muvaffak olacağız yahut
hercümerç ve soysuzluk içinde mahvolacağız.
Hayatın muvaffakiyeti devrimiz için mutlaka erişilmesi icap eden bir şeydir, zira
modern insan hem mahvetmek, hem de inşa etmek kabiliyetine sahiptir.
Beşeriyetin en esaslı vazifesi istihsal, san'at yahut ilim değil, hayatın muvaffakiyetini
temindir. Mukadderatını kendi elinde tuttuğunu anlamalıdır. Bütün zekâmızı
hayatın muvaffakiyeti için kullanmalıyız.
Bu yeni vazife, yeryüzünde mevcut bütün insanlara düşen ve bütün yeryuvarlağını
kavraması icap eden muazzam bir gayrettir. Madem ki insan, esrarengiz tekâmül
kuvvetlerinin yerine zekâsını geçirmiştir, tekâmülün yarıda bıraktığı eseri yeniden
ele almak ve daha yüksek bir hayata doğru götürmek lâzımdır. Ya yükseleceğiz,
yahut mahvolacağız.
Irkları, milliyetleri, yaşları, cinsiyetleri, bilgileri, zenginlikleri, dinleri ne olursa olsun,
bütün beşerî varlıklar için muayyen bir şekilde davranmak mecburiyeti vardır; bu
davranış şekli öz varlıklarından ileri gelir ve mukadderatlarının eseridir; bu
mukadderatı tıpkı gözün mukadderatını anatomik yapısından anladığımız gibi,
fertlerin psiko fizyolojik yapısından okumak mümkündür.
Muhakkak ki, şafak sisleri arasında bizi selâmete götürecek yolu artık görüyoruz.
Fakat medenî insanların teşkil ettikleri kalabalık arasında kaç kişi bu yolu seçebilecek
kabiliyettedir? Kaç kişi şahsî bir gayretle, düşünce ve hareket şekillerini değiştirip
nefsine hâkimiyet sayesinde başkalarına karşı olan davranışlarını başka şekilde
tanzim ederek derhal bu yola girmek cesaretini gösterecektir? Zira medeniyet her
şeyden evvel bir disiplindir: fizyolojik, ahlâkî, sosyal ve ilmî bir disiplin.
Barbarlık ise aksine disiplinsizliktir. Fakat iptidaî barbarlık tabiatın sert otoritesine
tâbi idi, modern hastalıklı barbarlık ise hiçbir hudut tanımaz.
Okullarda, orduda, mağazalarda, fabrikalarda, kırlarda, spor alanlarında ve plajlarda
gençlerin kaba davranışları, itaatsizlikleri ve pasaklıkları gelecek felâketlerin
habercisiydi.
Bir milletin kuvveti ise barışta olsun, savaşta olsun, disiplinle belli olur.
Henüz intizamsız, zayıf ve uyuşuk olan Fransada insanların çoğu dünyada olup
bitenlerin mânâsını kavrıyamamaktadır.
Hayat kanunlarına karşı gelindiği vakit, ferdî hayat kudretini kaybeder ve
medeniyetler çöker; yani bir otoraya mazot yerine deniz suyu konulduğu takdirde,
vukubulan şeyin ayni olur.
Bugün bize düşen harikulade vazife 400 senedenberi maddeye saplanan bir çıkmaza
girmiş olan beşeriyetin tekrar ilerlemesini temin etmektir. Yapılması icap eden şey,
tekrar tekâmül yoluna saparak insanın vücut ve ruh olarak 'yükselmesini temin
etmek, bu vücudu ve ruhu çelikleştirmek ve yeryüzünü tamamen değiştirmektir.
Bunun için de, insanı vücudunun ve ruhunun ihtiyaçları üzerinde düşündürerek
beşerîleştirmek, onu ilmin olduğu kadar tasavvufun ortaya attığı hakikatlere
yaklaştırmak, şimdiye kadar olduğu gibi materyalizme saplanmasına yahut yalnız
maneviyat içinde kapanıp kalmasına olduğu kadar, antik sitedeki gibi bedenî ve
manevî olanı karıştırmasına mâni olmaktır.
Yeni sitede maddiyat ve maneviyat ayrı ayrı kanunlar tarafından idare edilmekle
beraber, birbirlerinden asla ayrılmamalıdır. «Seyrüsefer nizamnamesi» iman sahibi
olanlarla imansızlar için aynidir; birinciler bu kaidelerin bizzat Tanrının emirleri
olduğuna inanırlar, diğerleri ise onları tabiatın emirleri olarak kabul ederler. Bu
hususta iman sahipleri dua edebildikleri için diğerlerinden üstündürler. Fakat
hepimizin tedavisi için yegâne çare hayat kanunlarına itaattir.
Böylece yeniden realiteye nüfuz edebileceğiz, görüşlerimiz derinleşecek ve
kuvvetimiz artacaktır.
Kendimizi değiştirerek, ıstıraplar ve felâketler arasında da olsa muhitimizi ve
müesseselerimizi yavaş yavaş değiştirebileceğiz. Aynı zamanda, ilmî kudreti
ırkımızın irsî kudretlerini azamî derecede geliştirmek için kullanabilecek ve modern
cemiyetin harabeleri üzerinde beşerî şahsiyetin hakikî ihtiyaçlarına uygun bir âlem
kurabileceğiz.
Bu, insanlar tarafından zorluğu uzun müddet kavranmamış bir teşebbüstür;
muazzam bir zekâ ve his gayreti ister; zira zekâ, insiyak kadar hâkim değildir.
Kâinatta görünüşte muazzam bir enerji israfı vardır. Küçük bir netice elde etmek için
ne muazzam bir gayret sarfedilmektedir! Meselâ bunca spermatozoit arasından
yalnız biri yumurtayı ilkah eder!
Tabiatta, biz, insanların ruhunda olduğu gibi yeknasaklık yoktur. Tabiat gayet
muğlâktır, tabiatta çürüme ile filizlenme, hayat ve ölüm, yutan ve yutulan birbirine
karışmış gibidir. Aynı zamanda tabiatta enerjinin gayet iktisatlı bir şekilde
sarfedildiğine de şahit oluyoruz.
Hele tekâmül ne kadar ağırdır! Halbuki hâlen veremin pnöme toraks vasıtasiyle ve
sanatoryumlarda tedavisi bir asır geçmeden herkese gayet iptidaî ve mânâsız
görünecektir..
Hayat, zaferini, yaşama sevinci vasıtasile ilân eder.
Ruhun yükselmesi muvaffakiyetin en parlak delilidir.
Hayatın muvaffakiyeti, bütün nimetleri tam olarak bahşetmesile tezahür eder.
Hayatın muvaffakiyeti nedir?
Hayatın muvaffakiyeti hem vücudun, hem ruhun, hem ırkın gelişmesinden ve
kuvvetlenmesinden ibarettir; zira kendisi odur.
Hayatta muvaffak olmak, bir bakıma «selâmetini temin etmek» tir. Bundan başka
hiçbir şeyin ehemmiyeti yoktur. Geriye kalan her şey manen iflâs etmektir, insan
ruhunu kaybediyorsa, kâinata hâkim olması neye yarar? Belki ilâhiyatçılar da
selâmetin, hayatın muvaffakiyetinden ibaret olduğu hususunda anlaşacaklardır.
Yeter ki hayatın muvaffakiyeti, lâzım geldiği şekilde tarif edilsin.
Asıl mühim olan şey ne para, ne de şöhrettir; hayatın kendisine has bir şekilde idare
edilmesidir. Zira hayat, yaşayışın tabiat kanunlarına göre idare edilmesidir,
muvaffakiyeti de buna tâbidir.
Hayatını muvaffakiyete ulaştıran, ruhunu yükseltebileceği kadar yükselten insandır.
Hayatın muvaffakiyeti, kudretin artması demektir. Bu da ya az, yahut hiç menfaat
temin etmemektedir.
Fakat bu muvaffakiyet ancak yavaş yavaş elde edilebilecek ve insan asla onu tam
mânasile idrâk etmiyecek, bilmiyecektir.
Hayatı öyle bir şekilde idare etmelidir ki, hayatın bilinmeyen ve belki de bilinmesi
imkânsız olan hedefine muvaffakiyetle ulaşması temin edilmiş olsun.
Başlıca iki çeşit muvaffakiyet vardır: İrsiyet ve muhit, yani terbiyenin irsiyet
üzerindeki tesiri. Bu muvaffakiyete ulaşmak için irade kâfi değildir. Hayatları
muvaffakiyetli olması imkânsız kimseler vardır; biyolojik bünye, ırsiyetin yüklediği
kusurlar, zarurî sosyal şartların yokluğu muvaffakiyetin sağlanmasına mâni olabilir.
Hastalıklı bir varlığın hayatı bile muvaffakiyetli olabilir. Organik varlıkların hemen
hemen bütün basamaklarında muvaffakiyet imkânları vardır. Zorluklara bilhassa
zirvede ve alt tabakalarda rastlanır.
Muvaffakiyet nasıl sağlanır?
a) Zekânın yahut hislerimizin heveslerine, dinlerin yahut felsefî sistemlerin bazı
hakikatlerine göre davranmayı düşünemeyiz.
Bütün sistemlerde senelerce muteber sayılmış hakikatler vardır. însan menfaat
insiyakı ve zekâsının serbest faaliyeti sayesinde kendini idare etmeyi öğrenmiştir
amma, bu hususta ancak kısmen bilgi edinmiştir. Nisbeten yükselmeğe de muvaffak
olmuştur amma, diğer zamanlarda bocalamış ve bu yüzden milletler yıkılmıştır.
Beşeriyet çıkar ve iner; yükselişleri alçalışları, ilerleyişleri ve gerileyişleri vardır.
Doğuştan mevcut olan muvaffakiyet ve saadet imkânları kullanılmadan âtıl olarak
kalabilir.
Şimdiye kadar yapılan tecrübelerden hiçbiri tam mânâsiyle muvaffak olamamıştır.
Antik site, ortaçağ, liberalizm, marksizm, nasyonal sosyalizm... v.s. hepsi
muvaffakıyetsizlikle neticelenmiştir.
Zekâ, yanlış bir yola sapmıştır, tekâmül gibi onun da yol değiştirmesi lâzımdır.
Felsefî sistemler hâlen olduğu gibi, her zaman eksik kalacaklardır. Zira bir tek
insanın peşin hükümlerini ihtiva etmektedirler.
Ekmek ve cambaz oyunları beşeriyetin ihtiyaçlarını tatmine kâfi gelmemektedir.
Materyalizm ve liberalizmin her ikisi de yanlıştır. Muvaffakiyetsizliklerini izah eden
de budur. Yalnız maneviyata, zihnî kabiliyetlere yahut yalnız maddiyata dayanan
herkes aynı şekilde muvaffakıyetsizliğe mahkûmdur.
Bir mimar, bir doktor, bir öğretmen, hattâ bir rahip veya
bırsıyasetadâînı tek başına insanların Eayatını tânzmT"ed*£" mez, zira hayatın yalnız
bir cephesini tanır.
Rahip, öğretmen ve doktor ayrı ayrı oldukları takdirde, hayatı muvaffakiyete
ulaştıramazlar; buna ancak bilgilerini birleştirdikleri takdirde muvaffak olurlar.
Demek ki, hayatın muvaffakiyeti için hislerimizin ve zekâmızın heveslerine
kapılmaktan vazgeçmeli ve bizzat hayatın müşahedesinden çıkan kanunlarına itaat
etmeliyiz.
Hayatın muvaffakiyeti birçok suçlar ve hatâlarla kabili teliftir. Ona tamamen mâni
olan şeyler yalancılık, iki yüzli> lük, atâlet ve hareketsizliktir. İptidaî hayatta
hareketsizlik ve kuvvetsizlik daima ölümle cezalandırılır. Yalancılığa ve ihanete
gelince, onlar insanların icat ettikleri şeylerdir. Dante hainleri cennetin en alt katına
bizzat İblisin bulunduğu buz kuyusuna koymuştur.
Liberalizm, varlıklı sınıfı teşkil edenler için meydana getirilmiştir, insanları harekete
sevkeden tek şey olan hissi unsurdan tamamen mahrumdur. İnsanlara eskimiş bir
felsefe ve realite hakkında bir takım âdi mefhumlardan başka birşey vermemiştir.
Liberalizm ruhu bozmuş ve bu yüzden muvaffakıyetsizlikle neticelenmiştir.
Liberal burjuva bolşeviğin ağabeyidir. Marksizme gelince, onda hissî bir unsur
vardır ki bu idealdir: baskı altında ezilenlerin kurtulması gibi. Fakat marksizm felsefî
bir doktrin üzerinde kurulmuştur. Bir takım azizleri, fikirleri uğruna can veren
kahramanları, fevkalâde büyük bir azameti vardır. Marksizmde ihtiras kini, varlıksız
olanların çarpışmasını, zenginlerin fakirler tarafından baskı altına alınmasını
doğurur.
b) Uygun bir muhit yaratma lüzumu: Hayatın kanunlarına göre davranabilmemiz
için, öz ya , pımıza tamamen uyan bir muhite ihtiyacımız vardır. İşte cemiyetin
vazifesi her ferde bu muhiti temin etmek, binaenaleyh esas ihtiyaçlarımıza cevap
veren müesseseler meydana getirmektir.
Muhit insana, insan da muhite uymalıdır. Bir insan öz yapısına uygun olmayan bir
muhitte bulunduğu zaman, kafese kapatılmış vahşî bir hayvan gibi hareket eder;
kuvvetten düşer ve nesli bozulur.
Ferdî ve ırkî hayatın muvaffakiyeti hususî bir sosyal çevrenin mevcudiyetini icap
ettirir.
Nasıl ayı kendi ininin sahibi ise, insan da kendi malı olan bir meskene muhtaçtır.
Kontrol yerine muayyen bir emniyete ihtiyacı vardır. Kadına çocuklarını yetiştirmek
imkânını temin etmelidir. Cemiyet her ferdin kendisine mahsus bir rolü bulunan,
herbirinin esas ihtiyaçlarını tatmin edebileceği bir organizma olmalıdır. Ticarî
teşebbüsü bile fertlerin eşitsizliğine dayanan birşey olarak ele almalıdır.
Ortaçağda bir asalet vardı. Halen de onun gibi biyolojik ve ırsî bir asalet de vardır.
Organik yapımıza dayanan davranış kaidelerinin tatbik edilmesi, muhitin insana
uygun bir hale gelmesi ve sosyal topluluğun değişmesini icap ettirir: bunu da sosyal
çevrelerin en kuvvetli ve en zeki elemanlarının gelişmesine müsait şekilde yapar.
c) Muvaffakiyeti sağlayan şartlar:
İdeolojilerin muvaffakıyetsizliğini, dinin ve ilmin kifayetsizliğini görüyoruz. Bunun
içindir ki, Batı medeniyeti şaşkınlık içindedir.
Hayat muvaffakiyeti bir ihtilâli icap ettirmektedir. Herşeyi yeniden incelemek ve
insan ruhunun kudretine inandığımızı ispat etmek lâzımdır. Mukadderatımız bu
husustaki büyük gayretimize bağlıdır. Her gün zamanımızı yaşama gayretine
hasretmeliyiz; mevcudiyetimizin sebebi bu gayrettir.
Hayatlarımı muvaffakiyete ulaştırmağa karar verenler birleşsinler. Bu gibi insanlar
tarihin bütün devirlerinde birleşmişlerdir. Pitagoras'la ilk tecrübeye şahit olduk,
fakat bu hususta en tam tecrübeyi bize din göstermiştir. Arılar gibi insiyaklarımıza
uyarak yaşayabileceğimiz hususunda hayal beslemekten vaz geçmeliyiz. Hayatın
muvaffakiyeti, her şeyden evvel zekânın ve iradenin gayretini icap ettirir. Zira
muvaffak olmak için hayatın kanunlarını bilmek ve onları tatbik etmek lâzımdır.
Zekâ, insiyakın yerine geçmemiştir. Onu hayatı idare edebilecek hale getirmek için
gayret sarfetmek lâzımdır.
Hayatın kendisine uymalıyız, hayat hakkında a priori olarak edindiğimiz fikirlere
göre değil! Rönesanstanberi takip edilen yolu değiştirerek ekonominin yerine ruhun
yükselmesi mânasında, beşerî olanı ikame etmek lâzımdır.
Beşeriyetin edindiği kazançlardan hiçbiri bir tarafa bırakılacak cinsten değildir: hem
zekâyı, hem insanı, hem ilmi, hem dini ,hem matematiği, hem aşkı kullanarak, ilimle
dinin ayrı ayrı yaymağa muvaffak olamadıklarını yapmak mümkündür.
Hayatın muvaffakiyetini sağlayan yol en şerefli yoldur. Bu yolda ilerlemek saadet
peşinde koşmak demek değildir. Zaten insan bütün hayatı boyunca şuurlu veya
şuursuz olarak saadeti arayacak şeküde yaratılmıştır. Fakat bu saadet arayışı daima
muvaffakiyetsizlikle neticelenmiştir. Zevk ahlâkı ile ütilitarizm vaitlerini tutmadılar.
Hakikatte saadet doğrudan doğruya elde edilemez. Bundan başka, umumiyetle
zannedildiği cinsten birşey değildir. İnsanın ulaşabileceği tek saadet, vücudunun ve
ruhunun mükemmel bir şeküde faaliyette bulunmasından, cisimler arasında mevcut
nizamın tayin ettiği mukadderatın gerçekleşmesinden hâsıl olan saadettir.
Demek ki, saadete ulaşmanın yegâne çaresi, hayatın muvaffakiyetini sağlayan yolda
ilerlemeğe devam etmektir. Saadeti doğrudan doğruya elde etmeğe çalışmak boştur.
Zira saadet, hayat muvaffakiyete ulaştığı zaman kendüiğinden gelir.
Evvelâ, kendimizi değiştirmekle işe başlıyalım. Bunu herkes yapabilir, böylece
herkes sevince giden yolda müşterek bir kudretin meydana gelmesine yardım etmiş
olur.
Saadet peşinde koşacak yerde, vücudumuzu ve ruhumuzu mükemmelleştirmenin
çarelerini aramalıyız. Mükemmeliyete eriştiğimiz takdirde saadet bize mükâfat
olarak verilecektir. Bir atletin sevinci, bir velinin içinde bulunduğu huzur öyledir.
Fakat saadet kuvvettedir, atâlette yahut kolaylıkta değil. Hayatta tatbik edilecek
kaideleri iyice anlamak ve onları tatbik edebilmek için şunlar lâzımdır:
1) Hayatın muvaffakiyetini en esaslı meşgalemiz olarak telâkki etmek,
2) Cisimler arasında mevcut nizamı kabul etmek, kendi irademizle hürriyetimizi
tahdit ederek bu nizama boyun eğmeğe razı olmak,
3) Heves yerine intizamı, oluruna bırakma yerine devamlı gayreti ikame etmek,
4) Hem bilgiyi, hem insanı, hem zekâyı, hem hissi kullanmak,
5) Beşeriyetin edindiği bütün kazançları kullanmak; ilimden olduğu kadar dinden
de istifade etmek,
6) Aklî elemanlara, ihtiras, his ve dinî iman elemanlarını katmak.
7) Felsefî mefhum ve prensiplerin yerine ilmî mefhum ve prensipleri ikame etmek,
8) Ekonominin muvaffakiyet için şart, fakat kâfi olmayan kısmını almak ve
ekonomiyi beşeriyete tâbi kılmak,
9) Beşeriyetin bir ideale bağlı bütün elemanlarından istifade etmek, samimî
liberaller, entellektüel demokratlar gibi. Aynı zamanda tembellerin, fırsat
düşkünlerinin, paraya bağlı kuvvetlerin, hainlerin, cimrilerin, canilerin ve delilerin
zarar vermelerine mâni olmak. Bir ırkta mühim olan şey kabiliyettir, kemmiyet kâfi
değildir.
10) Fizyolojik ve entellektüel kabiliyetlerin beraberce gelişmelerinin ne kadar mühim
birşey olduğunu daima hatırlamak,
11) İnsanın hakları değil, ihtiyaçları olduğunu ve bu ihtiyaçların fonksiyonlara göre
değiştiklerini de hatırdan çıkarmamak. İman sahibi olan kimseler ideolojiler yerine
ilmî mefhumların ikame edilmesinden endişe etmemelidirler. Ortada bir tek
hakikat vardır ve bu hakikatin parçalarını bütün ideolojilerde bulmak mümkündür.

IV
Ferdî hayatın muvaffakiyeti
Muvaffakiyetin, ferdî yahut sosyal hayat mevzubahs olduğuna göre, iki cephesi
vardır. Her birinde tam bir iflâs halinden tam bir muvaffakiyete kadar birçok
basamaklar, dereceler mevcuttur.
Ruhunu yükselteceği kadar yükseltmek gayretini gösteren adamın hayatı
muvaffakiyete ulaşmıştır; bir kahramanın yahut bir velinin hayatı gibi.
Ferdî hayat hangi muhitte, hangi fertte olursa olsun, muvaffakiyete ulaşabilir. Hattâ
mevzubahs olan fert, bedenen kusurlu yahut hasta olsa bile. Bununla beraber, ferdî
hayatın tamamen muvaffak olması toplulıîk hayatının muayyen bir şekilde organize
edilmesini icap ettirir. Topluluk ferde azamî derecede gelişmesi için zarurî olan
muhiti temin etmelidir.
Ferdî hayatın muvaffakiyet şekilleri fertler kadar çeşitlidir.
Fert, fizyolojik, ahlâkî ve entellektüel elemanlardan mürekkep bir bütündür amma
muhitinden, ırkından ayrılamaz.
însan irsiyetin ve terbiyenin kendisine temin ettiği vasıtaları kullanarak, insan olarak
vazifesini yapmalıdır; kabiliyetlerini geliştirmek için devamlı bir gayrette
bulunmalıdır. Fakat unutmamalıdır ki, onu insanca vasıflarından ayıran her gayret
muvaffakıyetsizliğe, ölüme götürür; meselâ yalnız entellektüel, yalnız ruhî yahut
yalnız fizyolojik olan gayret gibi.
Ferdî hayatın, ferdin bazı bakımlardan kusurlu olmasına, meselâ herhangi bir
azasının çirkinliğine rağmen, muvaffakiyete ulaşması mümkündür. Fakat manevî
şahsiyetsizlikle kabili telif değildir.
Ferdî hayatta tatbik edilecek davranış kaideleri, ferdin haricine çıkarak, hâlen mevcut
yahut ileride dünyaya gelecek fertleri istihdaf etmelidir. Bir insanın selâmeti
diğerlerinin zararına olmamalıdır. Zaten yeryüzündeki hayatta muvaffakiyet, her
beşerî varlığın muvaffakiyetine, her beşerî varlığın gayretine bağlıdır.

V
Köllektif hayatın muvaffakiyeti
Birçok insanların hayatlarının tanzimine tamamlayıcı bir unsur katmaları kâfidir.
Meselâ, mutasavvıfların fizyolojik ve entellektüel bakımdan gelişerek kendilerini
tamamlamaları lâzımdır. Gerçi bu az şeydir amma zarurîdir. Entellektüel liberaller
ve baskı altında ezilenleri hürriyete kavuşturmayı ideal edinenler için de ayni şeyi
söyleyebiliriz.
Köllektif hayatın kaideleri, ferdî hayatın kaideleri ile ayni şey değildir. Nasıl ferdî
ahlâkla millet ahlâkı ayrı şeylerse... Topluluk hayatı ancak kısa devreler zarfında
muvaffak olmuştur. Halbuki topluluk hayatı birçok fertlerin hattâ cemiyete ayak
uyduramayan kimselerin bir arada bulunması ile mümkündür.
Fakat topluluk hayatının kaideleri bir takım felsefî mefhumlara değil, ilmî
mefhumlara dayanmalıdır. Topluluk hayatının yapısı zarurî olarak fertlerin
hayatından meydana gelir. Binaenaleyh sosyal organizasyonun temelini fertlerin ilmî
bilgisi ile karşılıklı münasebetleri teşkil etmelidir.
Felsefî mefhumlar üzerine kurulan liberalizm ve marksizm, yalnız ekonomiye üstün
bir yer verirler. Halbuki üstün olan ekonomik değil, beşerî faaliyetlerdir.
İnsan «home iafoer» dir, zira «home apiens» tir, amelî kabiliyetleri dimağ ve el
sisteminin mükemmeliyetinden ileri gelir.
Topluluk, yahut müessese herkesin, dinin ileri sürdüğü şekilde Tanrının çocukları
olduğu mânâda eşit olduklarını kabul etmelidir. Müesseseler beşerî kardeşliğe
dayanan ocakların kurulmasını istihdaf eden organizmalar olarak ele alınmalıdır.
İnsanlar arasında daima biyolojik eşitsizlikle boy, cinsiyet, yaşama enerjisi, zekâ ve
kabiliyet bakımından farklar olacaktır. Bahis konusu sosyete içinde fertler tıpkı
vücudun organları gibidir. Yapı ve potansiyel kudretler bakımından farklı, fakat
hepsinin esaslı bir vazifesi olduğu ve dimağla ruh mükemmeliyetine erişmeğe gayret
bakımından eşittirler. Böylece sosyal sınıflar ortadan kalkar.
Liberalizm varlıklı sınıf için yapılmıştır; marksizm ise proletaryanın diktatörlüğü
sayesinde sosyal sınıfları ortadan kaldırmayı istihdaf ediyor.
Sosyal sınıflar başlangıçta biyolojik üstünlükten çıkmışlardır. Bu üstünlük yok
olduğu halde yaşamağa devam ettikleri ve bilhassa üst sınıflarda bulunan insanlar,
alt tabakalardaki insanlarda bulunan asaleti takdir etmeyerek kendi üstünlüklerine
aşırı derecede kıymet verdiklerinden, nefret edilecek birşey olmuşlardır. Biyolojik
sınıfların ortadan kaldırılması imkânsız olsa bile, herkese hayatını
mükemmelleştirmek, ruhunu, hislerini ve zekâsını yükseltmek imkânı verilebilir.
Biyolojik eşitsizlik, ücret eşitsizliğine sebep olur. İş farkı yaşama farkını tevlit eder.
Bu yüzdendir ki, meselâ bir tiyatro kumpanyasında aktörler arasında bir fark vardır;
çocuklar araba oyunu oynadıkları zaman da ayni şeydir; aralarından biri arabacı,
diğeri at olur.
Proletaryanın ortadan kalkması, baskı altında bulunanların hürriyete kavuşturulması
sınıfların mücadelesi ile değil, sosyal sınıfların ortadan kaldırılması yolu ile
yapılmalıdır.
Proletaryayı, onun yerine organizmanın vasıflarını haiz bir sosyal müessese
meydana getirerek ortadan kaldırmak lâzımdır. Öyle, istihsal vasıtalarının fertlerin
yahut devletin elinde bulunmasının ehemmiyeti olmaz. Fakat ev ve toprak gibi ferdî
mülkiyet zarurîdir.
Ferdî hayatın muvaffakiyeti
Velhasıl kollektif hayatın muvaffakiyeti, kardeşçe sevgi, sosyal sınıfların ortadan
kaldırılması, herkesin mal mülk sahibi olması ve herkesin ruhî, yâni entellektüel,
estetik ve dinî h&/od«ulaşması sayesinde sağlanır.
Irkî hayatın muvaffakiyeti ise, ferdî veya kollektif hayatın kaidelerine tâbi değildir.
Bu muvaffakiyet başka bir tjgıkım meziyetlere lüzum gösterir; meselâ, beşer nev'ini
ıslâh gayreti. Gerçi bu birçok insanların bu kaideye uymasile mümkündür amma
mevzubahş olan çoğunluktur.
Kendilerini başkalarının çocuklarına vakfeden erkek ve kadınlara ihtiyaç vardır;
hakikatte insan yavrularını yetiştirmek, hayvan yavrularını yetiştirmekten çok daha
zordur.

VII
Dinî duygudan faydalanma — Hristiyanlık
Hayatın muvaffakiyeti, manevî mukadderatımız neyse, onun tamamen
gerçekleşmesini icap ettirir.
Dinî duygu, estetik duygu gibi esas itibarile fizyolojik bir faaliyettir; karışık bir
ekonomik durumun neticesi değil. Hayatın mevcut bütün şekillerini kullanmamız
lâzımdır. Bunların arasında en müsait olanı tasavvufî mânâda Tanrı ile ve başkaları
ile birleşmeyi istihdaf eden hristiyanlıktır.
Acaba beyaz ırklar, hrisüyalığa rağmen, niçin muvaffak olamamışlardır? Şimdilik
karışıklığa sebep nedir? Ortaçağ cemiyeti niçin iflâs etmiştir? İnsanın öz varlığına
dair bu derece kesin sezişlere sahip olan hristiyanlık ortaçağ zarfında niçin
yükselmeğe devam etmemiştir?
Hristiyanlık insanlara en yüksek ahlâkı temin etmektedir. Bu ahlâk, öz varlığımızın
icap ettirdiğine gayet yakındır. Hristiyanlık insanlara ulaşabildiğimiz için tapüabilen
ve sevmemiz icap eden bir Tanrı mefhumu verilmiştir. Birçok şehitlere ilham
kaynağı olmuştur, hayata, ırka ve ruha daima saygı göstermiştir. F;akat dünyayı
barışa kavuşturamamıştır. Bu muvaffakıyetsizliğe sebep nedir?
Hristiyanlık tasavvuf kaidelerini biliyor, fakat hayat kaidelerini bilmiyor.
Hristiyanlığm ilhamı, hayatın rasyonel şekillerine nüfuz etmemiştir. Fizyolojik
cepheyi ihmal etmiş, yalnız entellektüel cephe ile alâkadar olmuştur. Sosyal sınıfları,
fakirlerin zenginler tarafından baskı altında tutulmasını bir sınıfın mallarından
mahrum edilmesini hoş gördüğü için, yaşamasına imkân olmayan topluluklar
kurmuştur.
Tanrıya ait olanı Tanrıya, Sezara ait olanı Sezara vermeli. Kilise ne Sezarın yerine
geçebilir, ne onunla karışabilir. Sezarla kilise birbirlerine karşı cephe alırlar. Tıpkı
beşerî varlıkta hislerle akim ve organların birbirleriyle çatıştıkları gibi. .
Hristsyanlığa ve katolikliğe mahrum bulundukları şeyi yani fizyolojik bilgiyi
kazandırmak kolaydır. Böylece kaçınılmaz bir şekilde ahlâkî düşkünlüğe sebep olan
fizyolojik yahut entellektüel çöküşe mâni olmak mümkündür.
Hristiyanlığm bir takım felsefi prensiplere göre değil, hayatın yapışma göre
kurulmuş sosyal teşekküllere nüfuz si lâzımdır.

VIII.
İstikbal 1 — Fert, Sosyete ve istikbal:
Bizim ve mensup olduğumuz ırkın istikbali, bulunduğumuz sosyal gurubun
istikbaline bağlıdır. Aile, köy, şehir ve eyalet veya millet onları teşkil eden fertlerin
toplamından fazla l^r şeydir. Zira yalnız canlıları değil, aşyni zamanda ölüleri de
içine alır. Düşünceleri, basiretleri, sevgileri ile ve sık sık hatâları ile etrafımızı çeviren
ölüler onlara dahildir. Evlerinde oturduğumuz, tarlalarını işlediğimiz, bilgilerini,
doktrinlerini ve tenkitlerini kullandığımız ölüler olmasaydı, bugün zavallı birer
barbar olacaktık. Müesseseler kuran, ilmî keşiflerde bulunan, ideolojileri icat eden ve
sosyal muhitimizi meydana getiren onlardır. Saadetimiz veya felâketimiz
kendimizden ziyade atalarımızdan ileri gelir. Biz de ahfadımızın saadetinin yahut
felâketinin mesuliyetinin mühim bir kısmını taşırlz. Bugünkü cemiyet hera
atalarımızın hem de bizim ahlâk bozukluğumuzu, zaaflarımızı ve budalalığımızı
aksettiren bir aynadır. Yarınki cemiyet de biz nasılsak öyle olacaktır.
Her gayret, devirler boyunca tesir eder. Biz halâ ansiklopedistlerin, Jean Jasques
Rousseau'nun, Fransız ihtilâli kahramanlarının ve Kari Marx'm tesiri altında değil
miyiz?
Cemiyet, müesseselerinde, kendisini kurmuş olanların zekâsını ve manevî
yüksekliğini gösteren izleri uzun müddet taşır. Tabii, muhakeme noksanlıkları ve
boş doktrinleri «yüzünden şekli bozulur ve öylece kalır. Her devir, kendisinden
evvel gelen devrin hem kurbanı hem vârisidir.
Irkımızın organik ve zihnî bütünlüğünü idame etme emrini vücudumuzun ve
ruhumuzun öz yapısında buluyoruz: zira hayatın ruha doğru yükselişi insan
nevinde devam etmelidir. Demek ki, her insan, kendi kudretine göre, ahfadına
gelişmeleri için bir muhit temin edecek sosyal gurubun gelişmesââie yardım
etmelidir. Hiç kimsenin kendi içine, ailelerinin yah'uft mesleğinin çerçevesi içine
kapanık kalmasına müsaade edilemez: zira kollektif hayata, bilhassa buhran
zamanlarında aktif bir şekilde iştirak etmeyen her insan, çocuklarına karşı olan
vazifesini ihmal etmiş olur.
Yarınki cemiyeti hazırlamak için her şeyden evvel bugünkü realiteyi kavramak
lâzımdır. Realitenin kavranışı ise etrafımızda ve yalnız köyümüzde yaht
şehirlerimizde değil, ayni zamanda millette ve dünyada olup bitenleri anlamak
hususunda samimî, devamlı ve azimli bir gayret ister.
Hiçbir gayret bunun kadar zor değildir. Zira biz, Avrupada da, Amerikada da
radyonun, gazetelerin ve kitapların yalanları içinde boğulmuş bulunuyoruz.
Propagandanın fevkalâde ince tekniği, hakikatte düşünme hürriyetini ortadan
kaldırmıştır; ve biz bu yeni esaret şeklinin ne kadar tehlikeli olduğunu henüz
kavramış değiliz: ona karşı isyan edemiyoruz.
Bundan başka, tarihin felâketli devirlerinde halk kitleleri üzerine olduğu kadar,
şefler üzerine de .daima garip bir karanlık çöker. Meselâ, Fransızlar mağlûbiyetin
mânâsını halâ gelememişlerdir. Tıpkı bir tiyatro dekoru gibi hayalî bir âlem içinde
yaşamakta ısrar etmektedirler. Eski insanlar zekânın bu türlü kusurlarını gayet iyi
biliyor ve «Jüpiter mahvetmek istediklerini deli eder.» diyorlardı. Ölüm çanları
ufukların karanlıklarında çoktanberi çalıyordu. Fakat kimse onları dinlemek
istemiyordu. Kaçınması imkânsız çarpışmalardan kaçınmasını bilemedik. Şimdi
nizama kavuşmadan evvel, bir karışıklık devresinden geçmemiz lâzım. Bu
hercümercin arifesinde olsak bile, herşeye rağmen istikbali hazırlamalıyız. Fakat
maziden daha iyi bir istikbal hazırlamak için felâketimizi doğuran sebepleri iyice
öğrenmeliyiz.
2) Medeniyetin geçirdiği buhran ve bu buhranın sebepleri.
İnsan ilim ağacından ikinci defa olarak yasak meyvayı koparmıştır. Yeryüzünde yeni
bir cennet kurmağa muvaffak olmuştur. Fakat maalesef hâtâlı plânlarla... Zira maddî
ilimler, manevî ilimlerden çok daha büyük bir hızla gelişmişti. İnsan mekaniğin,
fiziğin ve kimyanın kanunlarını biliyordu; fakat kendini tanımıyordu; vücudunun ve
ruhunun hakiki ihtiyaçlarından haberi yoktu. Binaenaleyh kendisine uygun olmayan
bir cennet yaratmıştı. Bu, vahşî hayvanların, otların, ağaçların ve surların ahenkli
güzelliğine kapılarını sımsıkı kapamış, kat'î ve hendesî bir âlemdi.. însan kendini
makinelerin ruhsuz kavmi arasında, teknolojinin gelişmesine tâbi olarak ve öz
varlığının aslî temayüllerine ehemmiyet vermiyerek yaşamağa mahkûm etmiştir.
Böylece farkında olmadan, tabiat kanunlarını boş bir kalıp haline getirmiştir. O
zaman, cisimler arasındaki nizama itaat etmeyen, fert ve milletleri ezen otomatik
mekanizmalar bir defa daha harekete geçti ve daha evvelki medeniyetlerin başına ne
geldi ise, bizim medeniyetimizin başına da o geldi.
Bugün Avrupada ve Amerikada, tıpkı Pelopenez harpleri esnasında yani, Eski
Yunanın yıkılışından evvel olduğu gibi nüfusla umumî ve hususî servetler azalmış,
harp yüzünden masraflar pek çok artmıştır. Fakat düşüşümüzün sebebi Eski
Yunanın düşüşünde olduğu gibi siyasî ve ekonomik olmaktan ziyade ahlâkidir.
Demosten zamanında eski Yunanda nasıl vatandaşlar arasında ayrılık, vatan
sevgisinden mahrumiyet ve şeflerde dürüstlüğe aykırı hareketler müşahede
edildiyse, harpten evvelki senelerde Fransada da öyleydi.
Devrimizin en mühim olayı dünya harbi değildir. Gerçi Almanyayı Rusya ve
ingiltere ile çarpıştıran harp, Avrupa Tarihi için fevkalâde bir hâdisedir. Bununla
beraber, o sadece "bir kazadan, tarihlerinin muayyen bir devrinde bütün eski
medeniyetlere saldıran ve şimdiye kadar tedavi edilemiyen müzmin bir hastalığın
tevlit ettiği bir buhran anından başka "birşey değildi.
Demek ki, tehlike azamî derecede büyüktür. Bununla beraber, tarihin bu sefer
tekrarlanmıyacağmı ümid etmek içitı bir takım sebepler mevcuttur; zira bizim
elimizde eskilerin "bilmedikleri bir taKım bilgi ve hareket vasıtaları vardır. Tarihte
ilk defa olarak, yıkılmak üzere bulunan bir medeniyetin, felâketlerinin sebebini teşhis
etmek imkânına malik olduğunu görüyoruz. Belki de, medeniyet bu bilgisinden
istifade ederek, ilmin o harikulade kudreti sayesinde geçmişteki bütün büyük
milletlerin uğradıkları akıbetten korunabilecektir. Fakat bunun için daha bugünden
yeni yola sapmamız lâzımdır. 3) istikbalin hazırlanması.
Yeni yolda nasıl ilerlemeliyiz? Büyük medeniyetlerin çökmesile beraber vukubulan
büyük sarsıntılardan korunmak için ilmî bilgiyi nasıl kullanmalıyız? Kendimizi ve
medeniyetimizi nasıl kurtarabiliriz, Bu hususta ancak kendimizden yardım
bekliyebiliriz. Fakat içinde bulunduğumuz anlaşmazlık ve şaşkınlık,
müesseselerimizi derhal değiştirmemize mânidir, zira modern cemiyet mazide
işlenmiş bütün hataları taşıyan ağır bir yapıdır.
Şu anda yeni bir âlem kurmak için, ne kâfi derecede zekâmız ne de kudretimiz
vardır. Müesseselerimizi yenileştirmeden evvel kendimizi yenilememiz lâzım: bu
yenileştirme işine ise herkes derhal başlıyabilir. Gerçi bizim gibi küçük insanların,
göstereceğimiz küçük bir ferdî gayret sayesinde, bütün milletimizi yeniden
yaratmağa muktedir olduklarını düşünmek mânâsız gibi görünür; zira her fert bu
vazifeye çok cüz'î bir şekilde iştirak edebilir. Fakat çok küçük bir gayret bile, ayni
zamanda milyonlarca defa tekrar edilirse karşısında hiçbir şeyin duramıyacağı bir
kudret olur. Hiç kimse, müşterek esere yaptığı yardım kendisine nekadar küçük
görünürse görünsün, onu faydasız addetmemelidir.
Egoizmden, itidalsizlikten, kabalıktan, tembellikten, asabî muvazenesizlikten,
kibirden ve şahsiyetin gelişmesini durdurarak başkalarının nefterine hedef
olmasını intaç ettiren bütün kötü huylardan kurtulmak; bizi zaafa uğratan,
gayretimizi azaltan ve bizi sosyal bünye için fevkalâde zararlı elemanlar haline
getiren bu kötü huyları yok etmek çok zordur. Kendi kendimizi yeniden yaratmak
için yapcağımız bu ağır ve zor teşebbüsü, fizyolojik ve psikolojik bilgilerin
yardımı ile yorulmadan, muvaffak oluncaya kadar tekrarlama, mız lâzımdır.
Tarihte ilk defa olarak, beşeriyet kendi mukadderatım elinde tutmaktadır.
Fakat acaba beşeriyet ilmin hudutsuz kudretini kendi menfaati için kullanacak
mıdır? Beşeriyet yeniden yükselmek için kendini yeniden yaratmak
mecburiyetindedir. Bunu da İstırap duymadan yapamaz, zira kendisi hem
heykeltraş, hem de mermerdir. Hakikî çehresini bulabilmek için kuvvetli çekiç
darbeleri ile kendi varlığından parçalar koparmak zorundadır. Tekrar hakikî
çehremizi kazanmak için hayat kanunlarına ve bütün rasyonel davranış
kaidelerine harfiyen riayet etmekten başka çare yoktur. Ancak o zamandır ki, tekrar
kuvvet bulacak ve görüşlerimiz vuzuh kazanacaktır. Terbiye metodlarımızı, yaşama
şeklimizi, iş organizasyonunu, evlerimizi, idare ve hükümet şeklini değiştirmekle işe
başlıyabiliriz. Böylece insanın hakikî ihtiyaçlarına tamamen uygun sosyal bir muhit
meydana gelecektir; öyle bir muhit ki, bizden sonra gelecek nesil orada tohumlardaki
plâzmanın içinde potansiyel bir halde bulunan kabiliyetleri geliştirebilecektir.
Böylece yavaş yavaş yeni bir Site kurulacaktır.
Hayat ancak müsait şartlar altında, cemiyetin binlerce sene zarfında yavaş yavaş
meydana getirdiği şartlar altında azamî derecede gelişebilir. Cemiyetten ayrı,, olan
müstakil insan ancak Jean Jasques Rousseau'nun muhayyelesinde yaşamıştır. Biz tam
mânâsile başkalarına, bizimle beraber yaşıyanlara ve bilhassa bizden evvel gelmiş
olanlara tâbiyiz. Zira cemiyet canlılardan olduğu kadar ölülerden de mürekkeptir.
Robinson Crusoe bulduğu âlet ve silâhlardan mahrum olsaydı yaşıyamazdı.
Robinson yalnız olmakla beraber, başka insanların gayretlerinden istifade ediyordu.
4) Nasıl hareket etmeliyiz?
Çağdaşlarımız birbirlerini tanımazlar. Harpten evvelkine nazaran herşeyin değişmiş
olduğunu, âlemimizin yıkıldığını ve yeni bir âlemin kurulmak üzere olduğunu
farkedemiyorlar.
Bu yeni âlemi nasıl kurarsak öyİe olacaktır. Bir tafata hercümerç, çöküş ve esaret
diğer taraftan kendikendimizi yeniden yaratmak denilen gayet güç bir iş var.
ikisinden birini seçmemiz lâzım. îştihalarımızın ve heveslerimizin tatmini ile hayatı
rasyonel bir şekilde idare etmenin prensipleri arasında, velhasıl iyilik ve kötülük
arasında bir tercih yapmak mecburiyetindeyiz.
Bugünkü insanlar arasında çoğu manen ölüdür. Canlıları bir araya toplamak
lâzımdır. Böylece her ferdin kuvveti diğerlerinin kuvvetine dayanarak artacaktır. O
zaman canlılar ölülerden ayrılacaklardır. Fakat onlar da ancak kanunlarını tanıdıkları
takdirde hayatlarını koruyabileceklerdir. Bir oyunda kazanmak için oyunun
kaidelerini bilmek lâzımdır. Mızıkçilık ederek kazanmak tam mânâsile kazanmak
demek değildir. Bu oyunda ancak kendileri için birşey kazanmamağa razı olanlar
kazanacaktır, zira istikbal ancak herşeylerini bir ideal uğruna tehlikeye koymaktan
çekinmeyenlerindir. Hikmet, boş oturmak, delice eğlenmek, para kazanmak yahut
bir tekaüt maaşı için yaşamak demek değildir; hâkim olmak kahramanca yaşamaktır.
Demokrat gençliğin nazarında kahramanlık deliliktir. Halbuki insana menfaat temin
eden tek şey de bu deliliktir.
Biz ney sek istikbal de o olacaktır. Mümkün olduğu kadar az gayret sarfetme
prensibinin, zevk ahlâkının ve liberalizmin vücudumuzun ve ruhumuzun yapılarına
hakkedilmiş davranış kaideleri ile bir tezat halinde oldukları meydandadır; bunların
kökten yok edilmeleri lâzımdır.
Acaba yaşanılması lâzım geldiği şekilde yaşanılacak hayat, bize tembelliğimizi ve
iştihalarımızı tatmin eden şeylere mukabil ne verecektir? Her şeyden evvel zekâmızı,
organlarımızı ve adalelerimizi geliştirmeyi istihdaf eden tek disiplin olarak gayret,
feragat ve ıstırap verecek, sonra yalnız içki içmeyi, dansetmeyi, cinsî iştihaları tatmin
etmeği, sinemaya gitmeyi, para kazanmayı otomobile dolaşmayı yahut uçakla
seyahat etmeyi düşünen insanların daima mahrum olacakları paha biçilmez birşey
daha temin edecektir. Bu da tarif edilS mesi imkânsız bir sevinçtir; bu duygunun ne
olduğunu anlamak için onu bizzat duymak lâzımdır. Hayat, zaferim, yani fizyolojik
ve zihnî faaliyetlerimizin cisimler arasında mevcut nizam tarafından tayin edilmiş
hedefe ulaştıklarını onun vasıtasiyle ilân eder. Hedefine ulaşan atletin, eserini
seyreden san'atkârm, ilk çocuğunun sesini işiten annenin, bir keşfin eşiğinde olan
âlimin, torunları arasında bulunan atanın, milletini zafere götüren kahramanın,
Tanrının bahşettiği huzur içinde uyuyan velinin duydukları sevinç budur.
Hakikat yolu insan olarak vazifelerini mükemmel bir şekilde başaranların önünde
daima açıktır. Fakirlerle zenginler, hastalar, zayıflar ve kuvvetliler, dindarlar ve
dinsizler bu muhteşem yolda ilerlemeğe davet edilmektedirler. Bu daveti kabul
ettikleri takdirde, vazifelerini yapacaklarından, tekâmülün yüksek eserine iştirak
edeceklerinden, yeryüzünde Tanrı hükümranlığının başhyacağı anı
yaklaştıracaklarından ve bütün bunlara ilâveten insanın ulaşabileceği saadetin
zirvesine ulaşacaklarından emin olabilirler.
SON

You might also like