You are on page 1of 10

"Türkiye'de Medya Mesaj Vermeyi Bilgi

Vermekten Çok Önemsiyor"


GSÜ'de toplumsal temsil ve iletişim panelinde akademisyenler Tutal, Yüce ve CNRS'den Baugnet,
medyanın kurduğu anlam dünyasını farklı örnekler üzerinden aktardı. Panel, hakemli "İleti-ş-im" dergisinin
beşinci yıl özel sayısına denk geldi.

Çiçek TAHAOĞLU
cicektahaoglu@gmail.com
İstanbul - BİA Haber Merkezi
11 Aralık 2009, Cuma

Galatasaray Üniversitesi'nde düzenlenen panelde medyada toplumsal temsiller ve kadının yeri tartışıldı.

Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) İletişim Fakültesi, hakemli aylık dergisi 'İleti-ş-im'in 5.yılında "Toplumsal Temsiller
ve İletişim" adlı özel bir sayı çıkardı.
Editörlüğünü Jale Minibaş Poussard ve Nazlı Ülbay Aytuna'nın birlikte üstlendiği bu özel sayı için düzenlenen
panelde Centre National de la Recherche Scientifique'den (CNRS) Prof. Lucy Baugnet, GSÜ'den Doç.
Dr. Nilgün Tutal Cheviron ve Yrd. Doç. Dr. Özlem Danacı Yüce medya ve toplumsal temsiller hakkında
konuştu.
"Sosyal temsillerin yeniden üretiminde medyanın rolü yadsınamaz"
Kimlik, politika, sosyal psikoloji ve toplumsal temsil konularında çalışan Baugnet, günümüzde toplumsal temsillerin
oluşumu ve dönüşümünde medyanın rolünün yadsınamaz olduğunu belirtti.

"İletişim araçlarını genel olarak bilgilendirici ve/veya ikna edici bilgi kaynakları olarak tanımlayabiliriz. Burada
üretilen bilgiler, taşınan yargılar ve ortaya konulan tepkiler belli bir iç düzeni ve konumlanmayı ifade eder.
Dolayısıyla medya metinleri dilbilimsel özellikleri ve üretildikleri sosyal şartlar göz önünde bulundurularak
incelenmelidir."
"Türk basınında verilen mesaj, bilgiden daha önemli"
Tutal, Dağlıca baskını ve Kuzey Irak harekatı dönemlerinde 10 ulusal gazete üzerinde
yaptığı araştırmasını sundu. Gazetelerin bu dönemde özellikle "Türk halkının öfkesini" ve "ulusal birlik" olgusunu
işlediklerini anlattı.

"Gazetelerin manşetleri ve kullandıkları resimler arasında farklılıklar olsa da ulusal bir 'biz' olgusu, monolitik bir
ulus kimliği oluşturulmaya çalışılıyor. Türk basını kullandığı uzun başlıklar ve renklerle görünür ve görünmeye
değer olanın ayrıcalıklı, görsel kodların ise bilginin doğruluğundan daha önemli kılındığı bir sistem içinde işliyor.
Bu bağlamda bilgi, basının amaçladığı etkiyi geniş kitlelere ulaştırması için bir araç haline geliyor. Türk bayrağı ve
Atatürk resimleri, tek ve bölünmez vatanın Kemalist ilkelerinin koruyucuları, şehit cenazelerinde ağlayan kadınlar,
düşmanla savaşan cesur mehmetçikler gazetelerin birinci sayfalarında birarada kullanılıyor. Bu sırada manşetler
savaşı destekliyor ve intikam dolu."
Medyada kadın temsilleri
Danacı konuşmasında "Spor Sayfalarında Kadın Temsilleri" adlı çalışmasını anlattı.

"Kadınlar medyada içerik olarak yer aldıklarında dört kategoride temsil ediliyorlar: İyi eş/anne, seks objesi, güzellik
sembolü ve ya mağdur. Özellikle spor sayfalarında neredeyse hiç yoklar, özellikle yazar olarak. Spor sayfalarında
içerik olarak yer aldıklarında ise sporculuklarından çok dişiliklerine ve güzelliklerine vurgu yapılıyor".
İleti-ş-im dergisi
Panelden sonra Tutal, GSÜ İletişim Fakültesi'nin hakemli dergisiyle ilgili bianet'e şunları söyledi:

"Dergimiz üç dilde makaleler yayınlıyor. Farklı disiplinlerden gelen ama iletişim alanına katkıda bulunacağını
düşündüğümüz yazarların eserlerini yayınlıyoruz. Yurtdışında yapılan araştırmaları kendimize çekmeye ve burada
yapılanları da uluslararası arenada tanıtmaya çalışıyoruz."(ÇT/EÜ)
………...

http://bianet.org/bianet/toplum/122646-cinsiyetci-dile-karsi-medya-izleyici-el-ele-projesi-
sona-erdi
Cinsiyetçi Dile Karşı Medya İzleyici El Ele
Projesi Sona Erdi
Trabzon'da "Cinsiyetçi Söylem İçermeyen Haber Yarışması"nda Tolga Karakum birinci, Cansel Şahin
ikinci oldu; üçüncülüğe layık haber bulunamadı. "Cinsiyetçi Dile Karşı Medya İzleyici El Ele Projesi"
kapsamında oluşturulan Medya İzleme Birliği'nin raporu da medyanın cinsiyetçi tutumunu açığa çıkarttı.

Trabzon - BİA Haber Merkezi


10 Haziran 2010, Perşembe

Trabzon'da "Cinsiyetçi Söylem İçermeyen Haber Yarışması"nın sonuçları açıklandı.


Birinciliği Zigana TV Ana Haber Bülteninde yer alan "Karadeniz Kadını" haberiyle Tolga Karakum, ikinciliği
Hizmet Gazetesinde yer alan "Her Alanda Eşitlik" haberiyle Cansel Şahin kazandı. Üçüncülüğe layık haber
bulunamadı.
Yarışmada, Anadolu Ajansı Trabzon Bölge Müdürlüğü muhabirlerinden Tuncay Bekar ise "Umut Her Şeydir"
başlıklı haberiyle mansiyon ödülüne layık görüldü.

Gazetecilerin bireysel katılımına açık olan yarışma, "Cinsiyetçi Dile Karşı Medya İzleyici El Ele Projesi"
kapsamında gerçekleştirilmişti. Yerel basın mensuplarının dikkatini toplumsal cinsiyet eşitliği konusuna
çekebilmeyi, bu konudaki motivasyonlarını arttırmayı, kamuoyunun dikkatini çekebilmeyi ve kamuoyunda
duyarlılık yaratmayı amaçlıyordu.
"Medyanın cinsiyetçi dili açığa çıktı"
Karadeniz Kadın Dayanışma Derneği, "Cinsiyetçi Dile Karşı Medya İzleyici El Ele Projesi"ni, Birleşmiş Milletler
Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Ortak Programı (BMOP)
kapsamında, Sabancı Vakfı'nın desteğiyle yürütüyordu.
Trabzon'da Ekim 2009'da başlayan proje, cinsiyetçi rollerin basın yoluyla yeniden üretilmesine son vermeyi,
medyanın cinsiyet eşitliğine uygunluğunu izleyip değerlendirmeyi, yerel medya aracılığıyla vatandaşlarda
toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık geliştirmeyi amaçlıyordu. Proje kapsamında Medya İzleme Birliği
oluşturuldu, yerel medya çalışanlarına ve üniversite öğrencilerine eğitimler verildi.

Medya izleme faaliyetleri kapsamında Trabzon'da yayın yapan beş yerel gazete ile beş televizyonun yayınları
cinsiyet eşitliği bakış açısıyla izlendi. Hazırlanan sonuç raporu, yerel medyanın cinsiyetçi dilini de açığa
çıkartıyordu.

Proje, geçtiğimiz hafta yerel medya mensuplarının, akademisyenlerin, iletişimcilerin, sivil toplum kuruluşu
temsilcilerinin ve yerel yönetimlerden ve siyasi partilerden temsilcilerin katıldığı bir toplantı ile sona erdi.
Toplantıya Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı ve
Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Cevdet Erdöl, Vali YardımcısıMahmut Halal, Maçka Belediye
Başkanı Ertuğrul Genç, Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa
Emir, KTÜ İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şahinde Yavuz da katıldı. (BB/TK)
…………

http://emekdunyasi.net/ed/medya/10146-medizden-medyaya-cinsiyetcilik-uyarisi

30 Kasım 2010, Salı

MEDİZ'den medyaya cinsiyetçilik uyarısı


Kadınların Medya İzleme Grubu (MEDİZ) son olarak İbrahim
Tatlıses'in bir kız çocuğuna yönelik söylemiyle gündeme gelen
medyada cinsiyetçiliğin, hala medya kuruluşları tarafından suç
olarak görülmemesini eleştirerek, "Kadınları reyting-tiraj aracı
yapmayın" uyarısında bulundu.

Kadına yönelik her türlü cinsiyetçi söylemden arınmış bir meyda


için yola çıkan MEDİZ, "Yumruk atan, kalem kıran, silah sıkan,
eylem ve söylemlere ve İbrahim Tatlıses'e dair" başlıklı yazılı bir
basın açıklaması yayınladı. MEDİZ, kadınlara yönelik şiddet ve kadın cinayetlerini anlamak için, eylem
ve söylemleriyle her daim olumsuz bir figür olarak, kendini gösteren İbrahim Tatlıses son olarak bir kız
çocuğuna yönelik cinsiyetçi hitabıyla medya gündemini işgal ettiğine dikkat çekti. Cinsiyetçi söylemin
ardından ise özür dilemeyen Tatlıses'in üstüne üstlük kendisini eleştiren kadın gazeteci Balçiçek İlter'i
arayarak "O kalemler kırılır" diyebilme cüretini gösterdiğine vurgu yapılan açıklamada, bunun suç
olduğu ve cezalandırılması gerektiğine işaret etti. MEDİZ açıklamasında, " İbrahim Tatlıses yaygın bir
tepki görmediği gibi bu son icraatıyla da medyada sıklıkla yer almaya devam ediyor. Kötü söz sahibini
bağlar deyip geçebilir miyiz? Kadın-erkek eşitliğini zedeleyen her türden söylem ve eylemin kadınlara
yönelik şiddet ve kadın cinayetleri sarmalını açıkça beslediği görülmüyor mu? Her tür cinsiyetçi hitap,
espri vb. söylem ve eylemleri üretenler kadar, dolaştıran, yaygınlaştıran ve buna göz yuman herkes de
bunun vahim sonuçlarına ortak değil midir?" diye sordu.

Kadınların reyting-tiraj kavgasında malzeme olarak kullanılmasını eleştiren MEDİZ, "Tüm bu eylem ve
söylemlere ortak olan, karşı çıkmayan herkes kadar bunları reyting-tiraj kaygısıyla defalarca
tekrarlayan medyayı da düşünmeye, kadınlara yönelik ayrımcılık ve aşağılama içeren her tür söz,
eylem ve faillerine yer vermemeye davet ediyoruz" dedi.

EmekDunyasi.Net

İstanbul -
………

http://www.nevsehir.web.tr/50-forum/aile-kadin-cocuk/televizyon-reklamlari-ve-cinsiyetcilik-
t15998.html

Televizyon reklamları ve Cinsiyetçilik


gönderen unutulur » 31.05.2008, 16:12
Hayatımızı kuşatmış reklamlar sadece toplumsal cinsiyet rollerini devam ettirmekle kalmıyor aynı
zamanda kadına karşı şiddeti ve tacizi normalleştiriyor. Kadınlar pasif ve hükmedilebilir olarak
konumlandırılıyor, "iyi anne" kimliği dikte ediliyor.

Hayatımız reklamlarla kuşatılmış vaziyette. Televizyon izlerken, gazete okurken, dergi karıştırırken,
hatta sokakta yürürken bile onlarca reklama maruz kalıyoruz. Reklamlar artık ürünlerin pazarlandığı
araçlar olmaktan çok cinsiyetçi söylemlerin normalleştirildiği, devam ettirildiği ve meşru kılındığı
alanlar olarak çıkıyor karşımıza.

"Türk halkı"nın gün içerisinde en çok vakit harcadığı "aktivite"nin televizyon izlemek olduğunu göz
önünde bulundurursak, televizyon reklamlarının da bu cinsiyetçi söylemin insanlara dayatılmasındaki
en önemli araç olduğu söylenebilir. Bu reklamlar çoğu zaman geleneksel kadın-erkek rolleri
üzerinden kurgulanıyor, bunu yapmak için de reklamların altyapıları kadın ve erkeğe atfedilen
özelliklere vurgu yapıyor.

Burada kadınlar genellikle pasif, mutlulukları maddiyata bağlı, kaprisli varlıklar olarak sunuluyor.
Paradoksal bir şekilde kadınlar karşımıza genelde ya arzu nesneleri ya da "iffetli" eşler olarak
çıkıyorlar. Kadınların pasif ve bakılmaya/ korunmaya muhtaç oldukları çocuklara yönelik ürünlerin
pazarlandığı reklamlarda da kız çocukları üzerinden vurgulanıyor.

Kadınların pasif konumuna ve maddiyat düşkünlüklerine olan vurgu bilhassa elektronik eşya ve
otomobil reklamlarında karşımıza çıkıyor. LG marka televizyon reklamında siyah LCD televizyonla
kısa siyah elbiseli "çekici" bir kadını yan yana görüyoruz. Arka planda "kadir-i mutlak" bir ses
markanın "cazip fiyatlarını" vurgulamak amacıyla bize "hayal ettiğimiz siyah"ın artık çok daha yakın
olduğunu belirtiyor. Kadın burada yine pasif konumda gösterilirken aynı zamanda bir arzu nesnesine
de dönüştürülüyor; bu sayede televizyonu alacak olanın, yani erkeğin, bu kadına da sahip olacağı
varsayılıyor.

Kadınların reklamlardaki pasif konumu


Benzer şekilde, bir diğer çarpıcı örneği Datron marka dizüstü bilgisayar reklamında görüyoruz.
Burada da mini elbiseli bir kadın elinde dizüstü bilgisayarıyla iki erkeğin oturduğu bir banka geliyor.
Bilgisayarını alıp yürümeye başladıktan sonra geride kalan erkeklerden biri "kızın süper olduğunu"
söyledikten sonra diğer erkek de ona katılarak "Yeni nesil böyle. Bir tane de bende var. Performansı
düşündüğünün de ötesinde" yorumunu yapıyor. Bu reklamda kadın yine pasif bir konuma
yerleştirilerek sahip olunacak ve yönetilebilecek/çalıştırılabilecek bir cinsel nesne haline
dönüştürülüyor.

Benzer bir durumu Philips'in Aurea adlı LCD televizyon reklamında da görüyoruz. Buradaki kadın
televizyon tarafından "baştan çıkarılıyor" ve reklamın sonunda televizyonla olan teması sonucu
"doyuma ulaşıyor". Benzer şekilde, Fiat'ın Fiorino adlı araba reklamında da kadınlar bankta oturarak
kendilerini izleyen "makul" erkekleri tercih etmek yerine normalde "tercih edilemeyecek" fakat sahip
oldukları Fiorino sayesinde kadınlara "cezbedici" görünen erkeklere ilgi gösteriyorlar. Burada da
görüldüğü üzere, kadının "mutluluğa ulaşması" yine objeler sayesinde mümkün oluyor.

Kadınların "ev hanımlığı" gibi "doğal" rolleri ve kültürden çok doğayla görülen yakınlıkları da
televizyon reklamlarında oldukça vurgulanan özellikler. Bu gibi reklamlarda kadınların her daim
güzel, alımlı ve bakımlı olmaları gerektiği söylemine ve kadın vücudunun bir estetik obje olarak
sergilenmesine de rastlıyoruz.

Her daim "formda"


Lipton bitki ve meyve çaylarının reklamında da her bir bitki ve meyveyle özdeşleşen nü kadınlar
görüyoruz. Burada kadının üretkenliği simgelenerek kadın doğayla özdeşleştiriliyor. Bu
özdeşleştirmede erkeğin kültüre kadınınsa doğaya olan yakınlığı da bir kez daha vurgulanıyor. Ülker
Kellogg's K-Bar reklamında da kadın vücudunun her daim "formda" olması gerektiğine vurgu yapılarak
bütün k'ların (kilo, kalori, koca) kadınlara karşı olduğunu fakat Kellogg's K-Bar'ın kadınlara formlarını
korumada yardımcı olacağı söyleniyor.

Kadının annelik ve "ev hanımlığı" rollerineyse yiyecek ve temizlik ürünleri reklamlarında rastlıyoruz.
Omo'nun "Kirlenmek Güzeldir" sloganıyla bezeli reklamında bir anne kızını oyun oynaması ve
"kirlenmesi" için sokağa gönderiyor; fakat annelik rolü kadınlıkla o kadar özdeşleştirilmiş ve bu
sayede normalleştirilmiş bir olgu ki reklamda annenin yüzünü bile görmüyoruz. Reklamda
"kirlenme"nin güzelliğine vurgu yapılırken kirlenme sonucunda ortaya çıkan "temizle(n)me" eylemine
hiç değinilmiyor. Yüzünü göremediğimiz annenin kızını seve seve "kirlenmesi" için yolladığı gibi yine
seve seve kızının kıyafetlerini "temizleyeceği" varsayılıyor; dolayısıyla burada kadının annelik ve ev
hanımlığı rolünün "doğallığı" vurgulanmış oluyor.

"İyi anne" ve "ev hanımı"


Reklamlar aynı zamanda kız çocuklarını da geleneksel roller içine hapsederek ileride onların da iyi
birer anne ve "ev hanımı" olacağını varsayıyor. Dr. Oetker'in puding reklamında küçük bir kızın
kardeşlerine puding pişirdiğini görüyoruz. Bebelac ve Hero Baby gibi bebek maması reklamlarında da
"çocuk gelişimi"nde bebek mamalarının önemi vurgulanırken reklamlarda görülen çocukların
çoğunlukla erkek olması ve bu çocukların "büyüyünce" edinecekleri meslekler gösterilirken erkek
çocukların doktor ya da avukat olarak resmedilirken kız çocukların "ev hanımı" olarak resmedilmesi
de reklamlarda toplumsal cinsiyet rollerinin devam ettirildiğine dair çarpıcı bir örnek.

Hayatımızın büyük bir kısmını kuşatmış olan bu reklamlar sadece toplumsal cinsiyet rollerini devam
ettirmekle kalmıyor aynı zamanda kadına karşı şiddeti ve tacizi normalleştirerek meşru kılınmasını
sağlıyor. Kadınların pasif ve hükmedilebilir olarak konumlandırılması kadına karşı şiddetin hayatın
sıradan bir parçası gibi görünmesine sebep olurken, kadınlar birer arzu nesnesi haline getirilerek
taciz normalleştiriliyor ve kadının erkeği "baştan çıkarması" ve "tahrik etmesi" gerekçeleriyle kadının
taciz edilmesi de meşru kılınmış oluyor.

Her ne kadar burada bahsedilmese de bu reklamların heteroseksist ve ayrımcı (zengin ve fakir, zayıf
ve güçlü gibi) bakış açıları da üzerinde durulması gereken konular. Reklamların yapım aşamasına
müdahele edemesek de bir reklam seyircisi ve pazarlanan ürünlerin birer tüketicisi olarak çekilen
reklamların ne kadar da "şirin", "eğlenceli" ya da "iyi çekilmiş" olduğuna karar vermeden önce
kendimize sormamız gereken soru bize "normal" ve "sıradan" olarak sunulanı ne kadar sorguladığımız,
yani bir diğer deyişle "her zaman hayal ettiğimiz siyah"ı ve onun getirdiği tüm bu arka planı ve
cinsiyetçi söylemi gerçekten isteyip istemediğimiz.

* Senem Kaptan, Sabancı Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar, Yüksek Lisans


bianet.org
…………………..
http://www.ntvmsnbc.com/id/25091969/
Güncelleme: 16:47 TSİ 07 Mayıs. 2010 Cuma

'Lise kitaplarında cinsiyet eşitsizliği var'


Eğitim-Sen tarafından yapılan ''Ortaöğretimde Okutulan Türk
Edebiyatı, Dil ve Anlatım Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği Araştırması''na göre, sadece ders kitaplarında kullanılan
metinler ve görseller açısından değil, aynı zamanda söz konusu
ders kitaplarını yazanlar açısından da eşitsizlik söz konusu.
AA
Güncelleme: 16:47 TSİ 07 Mayıs. 2010 Cuma

ANKARA - Eğitim-Sen Merkez Kadın Sekreteri Gülçin İsbert ve Merkez Kadın Komisyonu
Üyesi Nurşen Yıldırım tarafından, sendika genel merkezinde, ''Ortaöğretimde Okutulan
Türk Edebiyatı, Dil ve Anlatım Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Araştırması''nın sonuçlarının açıklandığı basın toplantısı düzenlendi.

Araştırmayı yürüten Yıldırım, çalışmada, Milli Eğitim Bakanlığınca öğrencilere dağıtılan,


yine aynı bakanlık tarafından oluşturulan komisyonlarca yeni müfredata göre hazırlanan
9-12. sınıflarda okutulan dil anlatım ve Türk edebiyatı ders kitaplarının incelendiğini
bildirdi.
Sorulardaki metinler de dahil, altında yazar adı bulunan tüm metinlerin araştırıldığını
anlatan Yıldırım, ders kitaplarının toplumsal cinsiyet eşitliği açısından, ''Kadın yazarların
eserlerinin kullanımı'', ''Kadınların konu edildiği metinlerin oranı'', ''Metinlerin içeriğindeki
cinsiyetçi söylem'' ve ''Ders kitaplarının yazarları'' başlıkları altında incelendiğini belirtti.
Eğitim-Sen Merkez Kadın Komisyonu Üyesi Yıldırım, araştırma sonucunda şu bulgulara
ulaşıldığını bildirdi:
''-9. sınıf Türk edebiyatı kitabındaki 230 metinden ikisi,
-9. sınıf dil anlatım kitabındaki 57 metinden 5'i,
-10. sınıf Türk edebiyatı kitabındaki 140 metinden biri,
-10. sınıf dil anlatım kitabındaki 179 metinden altısı,
-11. sınıf Türk edebiyatı kitabındaki 85 metinden üçü,
-11. sınıf dil anlatım kitabındaki 51 metinden ikisi,
-12. sınıf dil anlatım kitabındaki 51 metinden beşi kadın yazarlara ait.
-12. Sınıf Türk edebiyatı kitabında ise kadın yazara rastlanmadı.''

Yıldırım, 12. sınıflar için önerilen ''Okutulması gereken eserler listesi''ndeki 25 yazar
arasında kadın yazar bulunmadığını, 11. sınıflar için önerilen 17 yazar arasında ise sadece
kadın yazar olarak Halide Edip Adıvar'ın adının bulunduğunu söyledi.

''YAZARLAR AÇISINDAN DA EŞİTSİZLİK VAR''


Araştırmada, ''Metinlerin içeriğindeki cinsiyetçi söylem''in de incelendiğini kaydeden
Yıldırım, bazı metinlerde ''kadınların toplumsal kalıp rolleri gereği, kendilerine biçilenlerin
dışına çıkamadıkları'', ''Kaprisli ve idare eden insanlar oldukları'', ''Üvey anne imajının
kötü olduğu, çocuklara iyi davranmadığı'' mesajlarının verildiğini, ''kadınların çaresizlik
kapanı içinde kendilerine biçilen role uymaları''nın öğütlendiğini öne sürdü.
''Sadece ders kitaplarında kullanılan metinler ve görseller açısından değil, aynı zamanda
söz konusu ders kitaplarını yazanlar açısından da bir eşitsizliğin olduğu görülmektedir''
görüşünü savunan Yıldırım, şu tespitlerde bulundu:
''9. sınıf dil ve anlatım kitabını yazan 11 yazardan 1'i,
-9. sınıf Türk edebiyatı kitabını yazan 14 yazardan 4'ü,
-10. sınıf dil ve anlatım kitabını yazan 11 yazardan 1'i,
-10. sınıf Türk edebiyatı kitabını yazan 14 yazardan 4'ü,
-11. sınıf dil ve anlatım kitabını yazan 7 yazardan 1'i,
-11. sınıf Türk edebiyatı kitabını yazan 7 yazardan 2'si,
-12. sınıf dil ve anlatım kitabını yazan 8 yazardan 1'i,
-12. sınıf Türk edebiyatı kitabını yazan 8 yazardan 1'i kadındır.''

ÖNERİLER
Eğitim-Sen Merkez Kadın Sekreteri Gülçin İsbert de raporla ilgili şu tespitlerini dile
getirdi:
''-Ders kitaplarını yazanlar içinde kadın sayısı çok azdır.
-Öğrencilere okutulması önerilen kitaplar içinde yalnızca bir kadın yazar vardır.
-Metni okutulan yazarların arasındaki kadın yazar sayısının bu kadar az olması
öğrencilerde kadınların hiçbir şey yazmadığı veya düşünmediği kanaatinin
içselleştirilmesine neden olmaktadır.
-Kadınların konu olarak ele alındığı metin sayısı da yok denecek kadar azdır.
-Araştırma öncesinde kadın yazarların metinlerinin en çok bulunabileceğini
düşündüğümüz 12. sınıf Türk edebiyatı kitabında, kadın yazarlara ait hiçbir metnin
bulunmaması dikkat çekici bir eksikliktir. Cumhuriyet Dönemi Edebiyatının konu edinildiği
12. sınıf müfredatında kadın yazarlara ait kullanılabilecek çok fazla sayıda eser
bulunmasına karşın, 210 sayfalık bir ders kitabında hiçbir kadın yazara yer verilmemesi
milli eğitime egemen olan cinsiyetçi zihniyeti gözler önüne sermesi bakımından
çarpıcıdır.
-Edebiyat ders kitapları incelendiğinde hayatın her alanında var olan ve edebiyatımızın da
köşe taşlarını oluşturan kadınlar, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yok sayılmışlardır. Bu
durumun açıklanmasını sayın Milli Eğitim Bakanımıza bırakıyoruz.''
İsbert, okul öncesinden başlayarak eğitimin tüm kademelerinde, başta ders kitapları
olmak üzere kullanılacak eğitim materyallerinin, toplumsal cinsiyet bakış açısı ile
hazırlanması, eğitim fakültelerinde toplumsal cinsiyet eğitimi verilmesi, okullarda
yöneticilerden başlamak üzere kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık yapılması, kitap
inceleme komisyonlarında sendika ve sivil toplum kuruluşu temsilcileri bulunması
gerektiğini savundu.
...............................

http://dsip.org.tr/content/cinsiyetcilik-nedir-cinsiyetcilige-karsi-nasil-mucadele-etmek-gerekir

Cinsiyetçilik nedir, cinsiyetçiliğe karşı nasıl mücadele


etmek gerekir?

Bu yazı 26-27 Ocak 2007’de düzenlenen DSİP Kadın Konferansı'ndaki "Cinsiyetçilik nedir,
cinsiyetçiliğe karşı nasıl mücadele etmek gerekir?" başlıklı sunuştan alınmıştır.

Konuşmacı: Funda Baysal


Bu konuya hazırlanırken bir sürü kitap karıştırdım. Eski kaynakların hala en açıklayıcı
kaynaklar olduğunu gördüm. Tony Cliff’in kadın kitabı, Clara Zetkin, bizim çıkardığımız
broşürler, bu konu söz konusu olduğunda hala ilk başvurulması gereken kaynaklar bence. Bu
konferansa hazırlanırken çeşitli başlıklar çıkardık. Somut cinsiyetçilik tezahürlerinin ötesinde
başka şeyler konuşalım dedik bu konuda. Biliyorsunuz cinsiyetçilik bu toplumda kadınların
ezilmesini devam ettiren ideolojinin biçiminin adı. Biz cinsiyetçiliğin günlük ortaya çıkış
biçimlerinden çok cinsiyetçiliğin neden varolduğunu, hangi maddi zemin ve üretim ilişkilerinin
cinsiyetçiliği yarattığını konuşacağız. Evelyn Reed, Kadının Evriminin Tarihi adlı kitabında
ataerkil toplumun tarihinin 6000 yıl olduğunu söylüyordu. Ama bu tarihten önce olduğunu
iddia ettiği ve çoğunluk tarafından da kabul edilen anaerkil toplum yapısının 1 milyon yıl
devam ettiğini anlatır. Yani kadınlar tarih boyunca hep bugün olduğu ezilmediler, cinsiyetçiliğe
maruz kalmadılar. Bu son 6000 yıldır geçerli olan bir durum. Üstelik, kapitalist toplumu
düşünürseniz, bizim daha çok üzerinde duracağımız dönem, birkaç yüzyıl gibi daha da küçük
bir zaman dilimini kapsıyor. Hem yabancılaşmayı en üst düzeyde yaşatan hem de bütün
dünyaya zarar veren bu sistem sadece birkaç yüzyıldan beri var. Halbuki insanlık tarihi daha
uzun bir süreci kapsıyor. Diğer bütün sınıflı toplumlarla kapitalist sistemi birbirinden ayırmak
lazım. Kadınlar bütün sınıflı toplumlarda tabii ki ezildiler ama biz asıl olarak kapitalist
toplumdan söz edeceğiz.

1 milyon yıllık ana erkil toplumdan ataerkil topluma geçişin şöyle olduğu anlatılıyor; insanlar
kendi hayatlarını sürdürmek için gerekli olandan fazlasını ürettiklerinde, yani ortaya bir artık
ürün çıktığında bunun nasıl kontrol edileceği sorunu ile de karşı karşıya kaldılar ve bunun
örgütlenme biçimi sınıflı toplumların önünü açtı. Kadınların ezilmesi de bu süreçle birlikte
başladı. Kapitalizmden önceki bütün sınıflı toplumlarda kadınların ezilme biçimleri aslında
birbirine benziyor. Esas olarak patriyarka diye anlatılan bir şey vardır. Erkeklerin hem aile
içindeki diğer erkekleri hem de kadınları ezdiği, onlar üzerinde baskı kurduğu anlatılır.
Kapitalist sistem ile beraber bu değişti, farklı bir aile yapısı oluşmaya başladı. Bu değişim asıl
olarak 1700’lü yıllarda başladı. Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi gibi büyük toplumsal
değişiklikleri yaratan olaylar aile yapısını da değiştirdi. Çünkü bütün egemen sınıfın yapısı ve
örgütlenmesi değişti ve yeniden şekillendi. Buna bağlı olarak insanların çalışma biçimleri, aile
biçimleri de ister istemez değişti ve farklı bir aile yapısı ortaya çıktı.

Sanırım hepiniz Marks ve Engels’in aile üzerine yaptığı tartışmaları okumuş ya da


duymuşsunuzdur. O döneme dair şunu anlatırlar; bütün toplumsal ilişkilerin değişmesiyle
birlikte aile yapısının da değişmesinin aslında ailenin yok olmaya başlamasının da önünü
açtığını anlatır. Çünkü, kapitalizmin farklı bir sermaye birikimi yöntemi vardır. Yapıları da ona
uygun örgütler. Ve varolan işçi sınıfı ailesi de buna uygun bir ailedir. Varolan bütün bağları
gevşetir.

Çünkü kapitalizmin kendini yeniden örgütlemesi sürecinde büyük bir iş gücüne ihtiyaç duyar.
İnsanların çalışmak üzere akın akın fabrikaların olduğu bölgelere gelmesiyle birlikte yeni
kentler ve yeni yaşam biçimleri ortaya çıkmaya başlıyor. Büyük bir aile içinde bütün
akrabalarıyla beraber yaşama alışkanlığı ortadan kalkıyor. İnsanlar günde 16 saat çalışmaya
başlıyorlar ve buna bağlı olarak bazı ihtiyaçlar ortaya çıkmaya başlıyor. Bu ideolojik olarak,
bilinçli olarak oluşturulan bir durum değil tabii ki. Kapitalizmdeki aile biçimi yine kapitalizmin
ihtiyacından ortaya çıkıyor. Sermaye birikiminin sağlanması için emek gücüne ihtiyaç
duyuluyor. Bunun için de yeni işçi nesillerine, bu işçi nesillerinin ihtiyaçlarının karşılanması
gerekiyor. Bunun için de iki yol var; ya bu ihtiyaçların karşılanması için ayrıca ücret
verebilirsiniz, ya da bazı toplumsal yapılarla bu ihtiyaçları karşılayabilirsiniz. Sermaye tabii ki
kendince haklı gerekçelerle ikinci yolu tercih ediyor. Çünkü daha ucuz, böylece ek kaynak
ayırmasına gerek kalmıyor. Emeğin kendisini yenilemesi için, ertesi günkü işe hazırlanması için
bir taraftan psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması lazım bir taraftan da fiziksel ihtiyaçlarının
karşılanması lazım. Karnının doyması, cinsel ihtiyaçların giderilmesi, çamaşırların yıkanması
gibi. Ama asıl mesele çocuk bakımı, yani yeni nesil işçilerin yetiştirilmesi. Kadının bu çekirdek
aile içindeki yeri çocuğu doğurmak, büyütmek, bakmak ve yeni işçiler arasına katmak. Bu
sermaye için gerçekten çok büyük bir kolaylık. Eğer çocuklara kadınlar bakmak zorunda
olmasa, yemek, çamaşırların yıkanması gibi ihtiyaçlar toplumsal mekanizmalarla karşılansa
kadınlar bu işleri yapmaya mahkum olmayacak, fakat sermaye bunların yapılmasına kaynak
aktarmak zorunda kalacağı için ek bir masraf yaratılmış olacak. Son birkaç yüzyılda bu yapıda
bazı değişiklikler olmasına rağmen asıl olarak olan bu. Sadece kapitalizmin ihtiyaçları
doğrultusunda bazı küçük değişiklikler gerçekleşiyor. Kapitalizm kadını ev içine hapsetme
eğilimine sahip, ama aynı zamanda iş gücüne ihtiyaç duyduğunda kadını evden çıkarıp iş gücü
ordusunun içine de katabiliyor. Bu durum kapitalizmin ihtiyaçlarına göre değişiyor. Mesela
Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde kadın evden çıkıp iş gücünün bir
parçası haline geliyor.

Çünkü bu dönemlerde kadınların sadece bu ihtiyaçları karşılamak için evde oturması sermaye
açısından çok masraflı ve erkekler cephede savaştığı için sermayenin iş gücüne ihtiyacı var.
Kadından hem çalışması hem de evdeki bu işleri yerine getirmesi isteniyor. Fakat savaşın bitip
erkeklerin cepheden dönmesiyle kadınlar yeniden iş hayatından çekilip evlerine dönüyorlar.

Fakat şu noktayı yanlış anlamamak gerekiyor; bütün bu kurgu, bu süreç erkeklerle sermaye
arasındaki bir iş birliği, bir anlaşma sonucu işlemez. Aslında bu kurgudan hem erkek işçiler
hem de kadın işçiler, yani çalışanların tamamı zarar görür. Bütün bunların nedeni sermayenin
ihtiyacıdır.

Bugün bize ailenin giderek zayıfladığı ve yok olmaya yüz tuttuğu anlatılıyor. Boşanma
eğiliminin arttığı doğru. Örneğin Belçika’da boşanma oranı %80. Bu oldukça yüksek bir oran.
Avrupa’nın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de de bu oran yükseliyor. Ancak bu ailenin yok
olmasıyla değil, Marks’ın yüz yıl önce söylediği gibi, sermayenin kurumları kendi ihtiyaçlarına
göre yeniden şekillendirmesiyle ilgili. Neden günümüzde ailenin durumu böyle? Bu neo-liberal
politikalar, sermayenin kendini yeniden örgütlemesi ve bunun bizim günlük hayatımıza
yansımasıyla ile ilgili bir durum.

Kadının bugün ezilmesinin nedeninin, aileden, emeğin yeniden üretim sürecindeki rolünden,
sermayenin bu süreçteki ihtiyaçlarına verdiği cevaptan kaynaklandığını görürsek, sorunun
çözümü için de farklı bir tartışma zemini yaratmayı başarırız. Eğer böyle yaparsak
cinsiyetçiliğin kaynağını ve dolayısıyla ona karşı mücadele yöntemini de doğru tespit etmiş
oluruz. Üstelik bu hiçbir şekilde kadın sorununu görmezden gelmek anlamına da gelmez. İşçi
sınıfının ve onun mücadelesinin bütününü görmek gerekiyor. Üstelik bu söylediğimizi
destekleyen çeşitli tarihsel gelişmeler de var. Yaklaşık 100-150 yıldır kadın mücadelesi var ve
bu süre içerisinde aynı zamanda bu mücadelenin nasıl olması gerektiğine dair çeşitli
tartışmalar da sürdürülüyor. Ama en büyük kazanımların ne zaman elde edildiğine bakarsan
ne yapmamız gerektiğini de görebiliriz aslında. Bu kazanımlar asıl olarak büyük toplumsal alt
üst oluşların olduğu zamanlarda ortaya çıkıyor. Örneğin Paris Komünü’nün olduğu dönem,
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesi olan Ekim Devrimi’ne denk gelen dönem, 68 dalgası ve
bugünkü dönem olarak tariflemek mümkün. Kadın hareketinin yükseldiği ve kazanımlar elde
ettiği dönemler bunlar. Çünkü bütün toplum değişiyor, işçi sınıfının örgütlenme düzeyi artıyor.
Kendi içindeki bölünmeyi ortadan kaldırdığı ölçüde de her türlü ezilen kesimlerin kazanımları
artmaya başlıyor. Hareket geri çekildiğinde ise ya bu kazanılmış haklar geri alınıyor ya da artık
kullanılmaz hale geliyor. Ta ki bir sonraki mücadele dönemine kadar.

Örneğin bize kadınlara oy hakkını, dünyadan çok önce Mustafa Kemal’in verdiği anlatılır.
Halbuki bu doğru değildir. Kadınlara oy hakkının ilk verildiği yer Ekim Devrimi sonrası
Rusyasıdır. Bu dalganın sonucunda dünyanın geri kalanındaki kadınlar da oy hakkını
kazanabildiler. Avrupa’nın bazı ülkelerinde ise kadınlar oy hakkını 50 ve 60’larda
kazanabildiler. Örneğin Suudi Arabistan’da hala kadınların oy hakkı yok.
Cinsiyetçiliği yenebilmek ancak toplumsal bir değişim yaratmakla mümkündür. Büyük
toplumsal değişimleri yaratabilecek tek özne de işçi sınıfı, işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir.
Ama bu kesinlikle ortada büyük işçi hareketi yokken cinsiyetçiliğe karşı mücadele
etmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Aksine, bu toplumsal dönüşümün olmasını ve kadınların bu
mücadele içinde özgürleşmesini sağlamanın yolu, cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi günlük olarak
sürdürmektir.

Clara Zetkin, Aleksandra Kollantay, Rosa Lüksemburg gibi isimleri sanırım hepiniz
biliyorsunuzdur. Bunlar aynı zamanda kadın sorunundan söz edildiğinde herkesin referans
gösterdiği isimlerdir. Fakat bu kadınlar aynı zamanda bulundukları işçi örgütlerinin ve
partilerinin içindeki her türlü soruna müdahale eden, tartışan ve bu örgütler içinde önderlik
eden kadınlardı. Bütüne müdahale etmek için mücadele ettiğinizde, sadece kadın sorununu
değil, bütünü gördüğünüzde kadın sorunu konusunda da politik olarak en doğru şeyi söyleme
ya da en doğru örgütleme modellerini geliştirme şansına sahip olursunuz.

Örneğin, çok alakasız bir örnek gibi görünebilir ama, Hrant Dink’in öldürülmesi konusunda
mücadele etmeden, bu konuda sözünüzü söylemeden bugün başka bir konu hakkında söz
söylemek, kendinizi geliştirmeniz mümkün değil. Yani kapitalizmin kadını eziyor olması ayrı
örgütlenmeyi, işçi sınıfı mücadelesinden bağımsız bir cinsiyetçiliğe karşı mücadele taktiği
oluşturmayı gerektirmiyor. Çünkü ayrı örgütlenmek kadınların içe kapanmasına ve aslında
kendilerini geliştirememelerine neden olur.

Ayrı örgütlenmeyi savunanlar, kadınların emeğin yeniden örgütlenmesi sürecindeki, aile


içindeki rolünden erkeklerin çıkarı olduğunu iddia ediyorlar. Bu nedenle de ayrı örgütlenmek
gerektiğini savunuyorlar.

Dolayısıyla cinsiyetçiliğe karşı erkeklerden ayrı örgütlenerek mücadele etmek doğru değildir.
Bu mücadelenin kazanmasının yolu büyük toplumsal alt üst oluşların gerçekleşmesi ve bunun
içinde işçi örgütlerinin gelişkin olmasıdır.

Bu noktada bazı sorunlar yaşadığımız ortada. İşçi sınıfı örgütlenmesi diye karşımıza çıkan
şeylere bir bakalım. İşte bunlar KESK, DİSK, HAK-İŞ, TÜRK İŞ gibi sendikalar, ya da partiler ve
kampanyalar. Bunların içerisinde kadının yeri açısından düşünüldüğünde en gelişkin olanları
KESK. Örneğin DİSK kadının işçi sınıfı içindeki yeri konusunda bir araştırma yapmış. DİSK’te
kadın yönetici sayısı 0’dir. DİSK’in kortejlerinde ya da toplantılarında kadınları göremezsiniz.
Bu DİSK’in örgütlendiği alanlarda kadınların olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin DİSK’in
örgütlendiği ve üye sayısının neredeyse %30-40’ını oluşturan sektörlerden bir tanesi tekstil
sektörüdür. Tekstil sektörünün ise %80’ini kadın çalışanlardan oluşur. Ama bu hiçbir şekilde
DİSK’in örgütlenmesine yansımıyor. Mesela bu cinsiyetçiliğin yansımalarından bir tanesi. Buna
karşı tartışmak, yöntemler geliştirmek gerekiyor. TÜRK İŞ’te ise durum daha da vahim. Bırakın
yöneticiliği, iş yeri temsilciliği düzeyinde bile kadınlar temsil edilmiyor, ya da kadın ve erkek
işçilerin birlikte mücadele etmesinin önünü açacak örgütlenme biçimleri geliştirilmiyor. Ama
aslında biliyoruz ki iş yerlerinde kadınların kazanımları diye tarif edilen şeyler aslında erkek
işçilerin de işine yarayan kazanımlardır. Örneğin kreş talebi bir reform talebidir ve bu onun
kocasının da yaşamını rahatlatan bir reform talebidir. Zaman zaman olumsuz yönleri olsa da
en olumlu örnek olarak karşımızda KESK var. On yıldan beri mücadele ettikleri için onların
durumu biraz farklı. Örgütlendikleri alanlarda kadınların sayısı diğer sendikalara göre daha
fazla olduğu için kadın sorunun öncü işçiler arasında ve genelde tartışılma, kadınların örgüt
içinde temsil edilme oranları yüksek. Eylemlerde en çok KESK kortejinde kadınlarla
karşılaşıyoruz.
Kadın ve erkek arasında yaratılmış olan bölünmüşlük işçi sınıfı içindeki en büyük
bölünmelerden bir tanesidir. Bu bölünmüşlüğü gidermeden bir kazanım elde etmek mümkün
değildir. Bizim işimiz de hem genel düzeyde hem de günlük olarak bu bölünmüşlüğe karşı,
eğitimde, yasalarda cinsiyetçiliğe karşı mücadele etmek olmalıdır.
………….

You might also like