You are on page 1of 5

Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye

Enis Karaarslan
enis.karaarslan@ege.edu.tr

Sırt çantalı bir gezgin (backpacker) olarak dünyayı gezmek ... Her ne kadar biz
Türk’lerin pek yaptığı birşey olmasa da aslında dünya çapında hiç de azımsanmayacak sayıda
kişinin yaptığı bir gezi türü. Ama nedense bu tür gezenler, kendi ülkelerini gezmektense farklı
coğrafyaları keşfetmeye çıkıyorlar. Oysa ki insan önce kendini, kendi memleketini tanımalı,
diye düşünüyorum. Üniversitedeyken, arkadaşlardan edindiğimiz çantalarla kamp yapmaya
gider veya otostopla Türkiye’nin daha çok batı kısımlarını gezerdik. Öğrencilik yıllarımdan
kalan bir hevesle gidip kendime büyük bir sırt çantası alıyorum. Haritada gideceğim yerleri
planlıyorum, Internetten o yerler hakkında bilgi toplayıp notlar alıyorum. Biraz acemilikten
olsa gerek çantamı hazırlamaya geç başlıyorum ve yanıma gereğinden fazla eşya alıyorum.
Otobüsün kalkmasına az bir süre kala, çantayı sırtıma aldığımda hatamı hissediyorum.
Hissetmemek mümkün değil çünkü çanta haddinden ağır. Gülmeye başlıyorum, kendi halime
gülüyorum. Düzenleyecek zamanım kalmadığı için bu ağırlıkla yola çıkıyorum.

Aslında gezilere hep çoğul çıkma taraftarıydım bu seneye kadar.


Arkadaşsız, muhabbetsiz gezi nasıl olurdu ki? Oysa gezginler hep tekildi.
Hürriyet ve gezginlik tek başına olur, diyorlardı. Zaten ilerleyen yaşımla beraber
geziler için arkadaş grubu toplamak iyice zorlaşmıştı ve bir de herkes ayrı
yerlere gitmek istiyordu, çoğunlukla deniz kenarı yerler ve mümkün olduğunca
çok yatıp dinlenmek. Oysa ki ben keşfetmek istiyordum; yeni yerler, yeni
insanlar görmek istiyordum.
Nasıl oldu, nasıl kendimi kandırdım hatırlamıyorum. 2004 senesinin eylül ayında tek
başıma çıktığım bu yolculukta hep tek başıma kalacağımı sanmıştım. Oysa ki bu hiç böyle
olmadı. Yola tek başına çıkmanın yeni insanlarla tanışmayı kolaylaştırdığını bu yolculukta
öğrendim. Kendi ülkemi yabancı gezginlerle dolaşma fırsatını yaşadım. Olayları hem bir
Türkiye’li gözünden hem de yabancı gözünden görme fırsatım oldu. Size anlatmak istediğim
işte bunlar ...
Aslında ilk etapta Türkiye’nin batısını gezmeyi hedeflenmiştim ama kendimi orta
Anadolu’dan başlayan güneydoğu, doğu ve kuzeyi içeren bir yolculukta buldum. Kanadalı yol
arkadaşımın da dediği gibi “When God gives you a lemon, make lemonade.” – Tanrı sana bir
limon verdiğinde limonata yap.
Sırt çantalı gezginlerin birçoğu derslerine çalışarak geliyorlar Türkiye’ye (bu onların
da tabiri). Hemen hemen hepsinde bir harita ve kalın bir Türkiye rehberi var. Bu genellikle
“LonelyPlanet Turkey” kitabı ve bu kitaba “gezgin incili” diyorlar. Bu kitapta şehirlerin
detaylı tanıtımları bulunmakta; neresi gezilir, nerde kalınır, nerde yenir, ne yapılır ... vb birçok
bilgi bulunmakta. Türkçe kelimeler, Türk’lerin analizi, siyasi tutumlar nispeten tarafsız bir
şekilde yazılmış. Aslında bir fikir edinmek için güzel bir rehber, en azından bizdeki Türkçe
benzerlerinden daha iyi. Ama gezerken bir kitaba fazla bağımlı kalmamak gerektiğini
düşünüyorum, insan kendi keşifleri için kendisine şans tanımalı.
Otobüslerde, minibüslerde karşılaşıyoruz
birbirimizle. Bir selam etmek yetiyor. Bir süre sonra
nerelere gidildiği ve nerelerin görüldüğü soruluyor. Bir
bakıyorsunuz ki sonraki duraklar planlanmakta ve birden
yol arkadaşı oluyorsunuz. Yol arkadaşlığı da çok
bağlayıcı değil. İsteyen, istediği yerde farklı bir rotaya
gidebiliyor. Harita ve gezgin ruhun, sana yol gösteriyor.

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004


İster Türk olun isterse yabancı, otobüs firmaları veya minibüslerde turist imajıyla
bakıldığı için fazla para ödediğimiz ve yanlış yerlerde indirildiğimiz çok oldu. Doğu
Beyazıt’a minibüsle giderken çantalarımız için ek ücret alınması, gecenin köründe
Amasya’nın girişinde otobüsten nerdeyse yaka paça atılmamız, otogara yakın ineceğimi
söylememe rağmen Tokat’ta minibüslerin son durağında indirilmek gibi ...
Fazla koltuk satma olaylarına rastlıyoruz doğuda. Van otobüsünü beklerken, bilet
satıcısının telefonda yaptığı konuşmasını duyuyorum. “Koridorün kendisini bile sattım” diyor
pişkince. Piyangonun bana ve Kanadalı yol arkadaşıma patlayacağından korkuyorum. Sağ
salim yerime oturduğumda rahat bir nefes alıyorum ve gece yolculuğuna başlarken otobüste
İbrahim Tatlıses’in eski bir filmi gösteriliyor. Gece yarısı Urfa-Van arasında bir yerde
duruyoruz ve bir itişip kakışma sesleri duyuyorum. Elinde bilet iki gezgin otobüse girmeye
çalışıyor ama otobüs dolu. İngilizce bilmeyen muavinler, umutsuzca bu saçma durumu
anlatmaya çalışıyorlar. Otobüste İngilizce bildiği varsayılan yegane kişi olarak yerimden
çağrılıyorum ama anlatılacak birşey yok. Bu durumdan otobüsteki kimsenin suçu olmadığını,
ona bilet satanın suçlu olduğunu ve ondan hesap sorması gerektiğini söylüyorum. Gerekirse
durumu polise iletmesi gerektiğini ve üzgün olduğumu belirtiyorum. Sonra Van’da tekrar
karşılaşacağımız ve bir sonraki rotada yol arkadaşı olacağımız çılgın Hollandalı (ki kendisi bu
lakabı kullanıyor) pek de sakinleşeceğe benzemiyor. Zorla onları bir minibüse bindirmeye
çalışıyorlar ama onlar kabul etmiyor. Niye etsinler ki zaten?
Bazen de bir Türk olmanın bana bir indirim
yapacağını sanıyor, katıldığım bir günlük turda bazı turist
arkadaşların benden daha ucuz fiyatla katıldıklarına
şaşırıyorum. Bazen de şu tür konuşmalar oluyor: “Abi
Türk olduğun için poşu sana indirimli. 5 milyon.”
Yabancı arkadaşım da poşunun fiyatını sorduğunda “5
million Turkish lira” cevabını alıyor. Diğer arkadaşlara
bunu anlatıyorum ve hep birlikte gülüyoruz.

Bütün Türkiye’de duble yol projelerinin aktif olduğunu şaşırarak izliyorum. Nereye
gitsem her yerede hummalı bir yol çalışması var. Birçok yerde yollar iki şerit ve geliş gidiş
yolları birbirinden ayrılmış. Yolların iyi olması ve otobüslerdeki servislerin kalitesi yabancı
arkadaşları olduğu kadar beni de şaşırtıyor.
Konaklamak için mümkün olduğunca hesaplı ama yine de idare edecek kadar temiz
yerler seçiyoruz. Sırt çantalı gezginler, dışardan bakanların bilinçaltları tarafından dağınık ve
kirli olarak algılanırlar. Oysa ki her kaldıkları yerlerde sıcak su bulunmasına özen
gösterdiklerine ve düzenli banyo yaptıklarına tanık oluyorum.
Bu arada hemen hemen her yerde (Göreme gibi turistik yerlerde bile) beş milyon
liraya da kalınabilecek makul yerler olduğunu da şaşırarak öğreniyorum (2004 fiyatı –
yaklaşık 3,5 $ civarı). Bu tür yerlere hostel deniyor ve bir odada genellikle dört kişi kalıyor.
Sonuçta geceyi geçirecek temiz bir yatak bekliyoruz (temiz görünmesi yeterli – çok derinden
incelememek lazım).
Kahvehanelerde çay ve simitle kahvaltımızı yapıyor, ahaliyle konuşma fırsatı
yakalıyoruz. Şehirde nerelerin ziyaret edilmeye değer olduğunu soruyoruz mesela. Her
kafadan ayrı sesler çıkıyor. Aslında çoğunun da gitmediği yerler anlattıkları. Güzel olduğu
söyleniyor, diyorlar. Amasya’da bir yaşlı amca “Oğul 70 yaşına geldim, ben daha çıkmadım
kaleye. Ne yapçan orda?” diyor. Hep beraber gülüyoruz, “Bence en kısa zamanda çıkmalısın.”
diyorum.

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004


Şehirleri ve yaşanan hayatı algılamak için akıp geçen yaşamı pür dikkat inceliyoruz.
Fotoğraf makinalarıyla ilginç bulduğumuz anları pozluyoruz. O bölgeye has yemekleri
tadıyor, bazen bu yüzden midemizi bozuyoruz. O yeri diğer yerlerden farklı kılan neyse onu
kendi başımıza keşfetmek bizi mutlu ediyor.
Kenti yürüyerek ve ara sokaklarına dalarak yaşıyoruz. Bu insanlar, birçoğumuzun
gitmekten çekineceği doğu illerinde, ara sokaklarda insanlarla iletişim içerisine giriyorlar.
Dillerini bilmedikleri bir coğrafyada korkusuzca ara sokaklara daldıklarını ve neredeyse kuş
dili diye tabir edilebilecek bir ingilizce ile kendilerine yaklaşanlarla bir iletişim içerisine
girdiklerine tanık oluyorum. Genellikle “Hello, what is your name?” diye başlayan sorulara
sıkılmadan cevap veriyorlar, “Where are you from?” sorusunun cevabını da verdikten sonra
kesilen ingilizce sorular, vücut dili ve tarzanca konuşmalarla devam ediliyor. Çoğunlukla
karışmak istemediğim bu iletişime, eğer isterlerse tercümanlık ediyorum. Ahali beni
genellikle rehber zannediyor. Ender olarak yabancı bir turist sanıldığımda, hiç bozmadan
bunun keyfini sürüyor ve bir miktar eğlendikten sonra gerçeği söylüyorum.
Bazen bir okulun çıkışına denk geldiğimiz oluyor. Çocuklar uzaktan bağırarak aynı
soruları defalarca tekrarlıyorlar. Yüzüncü kez sorulara cevap veren İngiliz yol arkadaşım artık
“Where are you from?” sorusuna “Mars” diye cevaplamaya başlıyor. Evet gerçekten bu
insanlar birçoğumuz için Mars’tan gelen kişiler gibi. Sırtlarında bunca yükü taşıdıklarına göre
de normal insanlar olmasa gerek.
Nereye gitsek etrafımızı insanlar sarıyor. Daha çok meraktan, nereli olduğumuzu ve
nereleri gezdiğimizi soruyorlar. Genellikle gençler ingilizce konuşup pratik yapmak istiyorlar.
Benim Türk olduğumu öğrendiklerinde genellikle “Ne işin var burda? Antalya gibi yerler
varken.” cümleleriyle karşılaşıyorum. “-Nerdensin?” “-İzmir”. “İzmir’in neresi?” diye
başlayan konuşmalardan sonra bir iki semt adı söyleniyor ve Doğu’dan birçok kişinin
askerliğini İzmir’de yapmış veya en azından Ege Üniversitesi hastanesine gelmiş olduğunu
öğreniyorum.
Özellikle ufak yerleşim birimlerinde küçük
çocuklar etrafımızı sarıyorlar. Onlara vermek için
yanımızda şeker taşıyoruz. Yanında şekeri olmayan
Amerika’lı arkadaş vitamin dağıtmaya kalkıyor. Bir akıllı
küçük, “ilaç o, içmeyin” diye diğerlerini uyarıyor ve gelip
bana dağıtılanın ne olduğunu soruyorlar. Hollanda’lı
arkadaş ise yanında getirdiği balonları dağıtınca
küçüklerin gözdesi oluyor ve baloncu amcaları oluyor.

Benim gözlemim, misafirperverliğin yerini ticarete bıraktığı. Turizmden gelen


gelirlerle ekonomimizi düze çıkartacağız ya... İyi bir yer için birilerinin önerisini
sorduğunuzda muhtemelen kendi tanıdığına veya avantasını alabileceği bir yere sizi
yönlendirecek ve kendisinin selamını iletmenizi isteyecektir. Tabii ki bu ticaret oyunları
sadece şehir merkezlerinde böyle, kırsal alanda hala eski misafirperverlik devam etmekte.
Yani hala bozulmadan devam eden birkaç son kale kaldı.
Her ne kadar pek siyasi tartışmalara girmesek de bir anda İngiliz yol arkadaşımla
Avrupa birliği tartışması yaparken buluyorum kendimi. Oysa o İngiltere’den birçok ülkeye
medeniyet götüren bir ülke olarak söz ediyor. Bu “cesur yürek” filmi de zaten Hollywood
abartması canım. Bir de müzeler konusu var. İyi ki kurtardık sizin eserleri, diyor pişkince.
Tartışma alevlenirken çılgın Hollandalı bir kahkaha patlatarak birasını şerefe kaldırıyor. Evet
diyor biz de sömürdük Endonezya’yı, yoksa bu hallere gelemezdik. Ülkeler yaptıkları hataları
saklamamalılar. Bir vatandaş olarak, ülkelerimizin hatalarını savunan değil, o hataları
düzelten veya tekrarlamayan biz olmalıyız bence.

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004


Avrupa birliği standartları konusunda İngiliz arkadaşımın anlattıkları gerçekten de çok
ilginçti. Bunlardan biri şöyleydi: “Oturduğum semtteki parkta on yıllardır duran bir oyuncak
vardı. Çocuklar, o çocukların babaları ve dedeleri kullanmıştı ve hiç sorun çıkarmamıştı. Ama
şimdi bir iki kişi geldi, ölçümleri yaptılar ve Avrupa Birliği standartlarına uymadığı için
söktüler götürdüler. Bu nasıl iştir!”

Tarihi eserlerin birçoğunu tahrip etmişiz,


isimlerimizi kazımışız eserlere. Müzelerin çoğu iyi
durumda değil. Bütün Türkiye’de müzelerin pazartesi
hariç açık olmaları gerekirken, Urfa Müzesi’nin
haftasonu kapalı olmasına bir anlam veremiyorum. Hem
de o kadar saat ulaşmak için çaba harcadıktan sonra
kapalı görmek gerçekten de sinir bozucu. Turizm
enformasyon bürolarını bulmak gerçekten çok zor ve
çoğunda bulunan kişilerin İngilizce’leri de yeterli değil.
Birçoğunda İngilizce büroşür bile yok.
Bazı çocukların hareket eden cisimlere taş atma merakı da takdire şayan
değerlerimizden olsa gerek. Trenlere atıldığını görmüştüm ama motorsikletlere atıldığına ilk
kez şahit oldum. Motorsikletle dünya turu yapan İtalyan arkadaşlardan biri yolda kendisine
atılan taş yüzünden neredeyse ölümün eşiğinden döndü. Motorsikletinde ufak bir hasar ve
ufak bir sıyrıkla kurtuldu ve bizim elimizden bu cahilliğe isyan etmekten başka bir şey
gelmedi.
Yabancı arkadaşların bir milyon lira indirim için bile pazarlık yapmalarına ilk önceleri
ben de şaşırıyordum, hatta bir bakkal benden onlara şu soruyu sormamı rica etti: “Bütün
dünyayı dolaşıyorsunuz, böyle küçük hesaplara niçin giriyorsunuz?”. Değil mi ya, paranız da
değerli, niçin böyle ufak hesapları problem ediyorsunuz? Etyopya’da BM’de çalışan
İtalyan’ın cevabı basitti “Böyle küçük hesaplar yapmazsak bütün dünyayı dolaşamayız!”
Erzurum’da yol arkadaşım bana not aldığı bir şarkı listesini gösteriyor. Türkiye’yi
gezerken dinlediği ve beğendiği şarkılar bunlar. Özellikle “Bulgur’unan Tarhana”yı çok
beğendiğini belirtiyor. Bir müzik dükkanına girip Selda Bağcan’ın alevi şarkılarından oluşan
son CD’sini buluyoruz. Dinlememizin mümkün olup olmadığını soruyorum ve hep beraber
şarkıyı dinliyoruz. İngiliz arkadaşım büyük bir zevkle şarkıyı dinlerken bir yandan da tempo
tutuyor. Ben de onun tavırlarını zevkle ve dikkatle izliyorum. Sonra çıkıp Oltu’dan çıkarılan
siyah taşlardan (kehribar) yapılan aksesuarları inceliyoruz, çifte minaredeki kermeste el işi
ürünlere bakıyoruz. Bir milyon lira için kıyasıya pazarlık yapan arkadaşım, vakıf yararına
olduğunu öğrenince pazarlık yapmadan bir patik alıyor annesine.
Aslında bütün gezginlerin farklı hikayeleri var. Genellikle iş değiştirmek istediklerinde
hayatlarında bir mola vermek ve bunu bir fırsat bilip dünyayı tanımak istiyorlar. Dünya
sadece pencerelerinden gördükleri veya her gün yaşam telaşında kat ettikleri yol değil.
Dünyada görülecek birçok şehir, birçok kültür ve dinlenecek birçok hikaye var. Bize dayatılan
yaşam perdesini aralayıp birçokları için bir macera sayılacak bir geziye çıkıyorlar. Gezileri
aylar, bazen yıllar sürebiliyor. Para ne kadar yeterse o kadar sürüyor anlayacağınız. Bazen bir
ülkede İngilizce veya Fransızca hocası olarak veya herhangi bir işte çalışarak tekrar para
topluyorlar. Yüzlerine bir gülümseme, hayatı bir nefes olarak içlerine kadar çekiyorlar.

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004


Neredeyse bütün Asya ülkelerinin vizelerini pasaportunda görebileceğiniz çılgın
Hollanda’lı, İsrailli evli bir kadına aşık ve ne yapacağını bilmiyor. Alman Rebecca, haritasız
ve kitapsız çıktığı bu gezide benden Türkçe kelimeler öğrenmeye çalışıyor. Daha otantik
olduğunu öğrendiği için, bir Kürt köyüne gitmek istiyor. Bizim Amerikalı artık dönüş yoluna
başlamış ve Afrika’dan yapacağı bu dönüş yaklaşık 6 ay sürecek. Yaklaşık 2,5 senedir
yollarda ve Bush’u hiç sevmiyor. Avrupa’dan geçmeyi hiç düşünmüyor çünkü orda hayat çok
pahalı. İngiliz dostumun bana verdiği en büyük öğüt, bir Filipinli ile evlenmemem gerektiği.
Kanadalı dostum, bir zamanlar İran’da bir Kanadalı’nın idam edilmesine ramak kaldığı için
İran’ı hiç sevmiyor. İran sınırında fotoğraf çektiriyor ve “Bu kadar doğuya gitmek yeter.”
diyor. Başka bir Kanadalı gezgin ise İran sınırından gelerek Doğu Beyazıt’ta bize anılarını
anlatıyor. Bir binanın fotoğrafını çektiği için sivil polisler tarafından götürülmesine ramak
kalmış. Ama yine de İran’un güzelliklerini anlata anlata bitiremiyor. Ve daha birçok yol
hikayesi, uzun süren otobüs yolculuklarında ve yürüyüşlerde anlatılan yaşam hikayeleri.
Kendi ülkemde yol arkadaşlarımla İngilizce konuşmaktan, bakkalla bile İngilizce konuşurken
buluyorum kendimi.
Doğu’da yolculuk yaparken otobüs mutlaka durdurulup kimlik kontrolü yapılıyor.
Kimlikler toplanıyor ve götürülüyor. Bazen uyku mahmurluğuyla ne olduğunu bile tam
anlıyamıyoruz. Ne kadar doğuya gidilirse yoldaki panzer sayısı o kadar artıyor. Özelikle
Doğu Beyazıt’taki kışlanın çitlerinin özellikle kamufle edilmediğini ve tankların gövde
gösterisi yaptığını görüyoruz. Gezgin arkadaşlar kahkahayı patlatıyor, Alman arkadaş “Bu
Türkler de sahip oldukları herşeyi göstermeyi çok seviyorlar” diyor. Ben her ne kadar
buralardaki durumun hassasiyetini onlara anlatmaya çalışsam da pek anladıklarını
sanmıyorum, kendimin de ne kadar anladığımdan emin değilim.
Erzurum’da ana caddede dolaşırken etraftaki modern giyimli kızlar, İngiliz
arkadaşımın olduğu kadar benim de ilgimi çekiyor. Bu değişimin nedenini ilk önce
anlayamıyorum. Bu bölgenin batı kesimlere göre daha tutucu olduğunu ben de biliyorum ama
buralarda bir değişim var. Sonradan bunun, şehirdeki üniversiteden kaynaklandığını ve bir
üniversitenin bir bölgede nasıl değişikliklere yol açabileceğini anlıyorum.
Yol insanı değiştiriyor, yol insanın kafasında çözemediği soruların cevaplanmasını
sağlıyor. Soruların cevaplarını bulmak için değil bu yolculuk, insanın kendisini bulması için.
Ne güzel bir sözdür: “Hayat bir hedef değil, yolculuktur.” Öyleyse yaşamın her anının
kıymetini bilmek ve anı yakalamak gerekir. Carpe diem. Acelesiz, plansız, haritanın ve
ruhunun yönlendirdiği bir seyahat, insan için bir uyanıştır. Artık sen, eski sen değilsin. Birçok
şeyi daha farklı algıladığının farkına varıyorsun. Önce dinlemenin ama daha çok kendini
dinlemenin önemini bir daha fark ediyorsun. Aslında belki de farkına vardığın şeyler senin
daha önceden de bildiğin şeyler, ama şimdi daha iyi algılayabiliyorsun.
Urfa kalesinde sırtımı tarihi bir sütuna
dayamış yukarıdan şehri seyrediyorum. Turistlere
mekanı tanıtıp bahşiş toplayan küçük çocuklardan biri
geliyor yanıma ve Urfa’yı beğenip beğenmediğimi
soruyor. Beğendiğimi ve güzel bulduğumu
söylüyorum. Bilgece bana şunları söylüyor: “Evet
Urfa güzel şehir ama çirkin yerleri de var. Çok kötü
yerleri de var. Oraları görmedin değil mi? İnsan
görmek istemediği şeyleri görmez, değil mi?”

Evet insan görmek istemediği şeyleri görmez, değil mi?

Enis Karaarslan
Ekim 2004

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004

You might also like