You are on page 1of 5

1950 yılı Türkiye Cumhuriyeti için bir çok açıdan milat olarak görülür.

Cumhuriyetin kuruluşundan
itibaren devam eden tek parti iktidarı son bulmuş, Demokrat Parti %52.68 oy oranıyla iktidara
gelmiş ve çok partili siyasi hayat başlamıştır. Bu gelişme siyasi, iktisadi, toplumsal bir çok
dönüşümün tetikleyicisi olmuştur. Konumuz olan köyden kente göç ve kentleşme olguları da bu
dönemin koşullarıyla yeni bir evreye girmiş ve görünürlüğü artmıştır.

Demokrat Parti'nin ortaya çıkışını hazırlayan iç ve dış koşullardan ve bunlar arasında bir
etkileşimden bahsetmek mümkündür. Demokratikleşme yönündeki sosyo-ekonomik iç dinamikler,
kitlelerin baskısından ziyade Kemalist rejimin temelini oluşturan unsurların, yani subay ve
bürokratlar, kentlerdeki Müslüman tüccarlar ve kırsal kesimdeki büyük toprak sahiplerinin
memnuniyetsizliğine ilişkindi. Enflasyon ve karaborsanın yol açtığı yüksek fiyatlar memur ve
bürokrat kesimin belini bükmüştü. Savaş yıllarında palazlanan sermaye grupları da 1942 tarihli
Varlık Vergisi ile çıkarlarının rejim tarafından tam bir güvence altına alınmadığını ve durumlarının
tehdide açık olduğunu görmüşlerdi. Ekonomik açıdan daha da güçlenen bu kesim, siyasi olarak
güçsüz olmayı kabullenmek istememişti. Büyük toprak sahiplerinin rejimle arasını açan gelişmeler
ise savaş yıllarındaki suni düşük fiyatlandırma, Toprak Mahsulleri Vergisi ve 1945'deki Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu olmuştur. Nitekim DP'nin doğuşunu hazırlayan meclis içi muhalefet de
bu kanun üzerideki tartışmalar sırasında su yüzüne çıkmıştır.

Türkiye'nin çok partili siyasi hayata geçişini hazırlayan ve hatta gerektiren dış şartlar ise II. Dünya
Savaşı'nın neticesinde iki kutupla hale gelen dünyada, bir taraf seçme zorunluluğunun doğuşuydu.
Türkiye'nin savaş yıllarında ikili oynarak tarafsız kalması, 1920ler ve 30lar boyunca sürdürdüğü
Batı ve Rusya arasında dengeli diplomasi siyasetini imkansız hale getirmişti. Rusya'nın 1945'de
biten dostluk antlaşmasını yenilemeyeceğini açıklaması ve toprak talebi Türkiye'nin Batı kutbunda,
bir başka deyişle demokratik dünya tarafında bulunmasını bir anlamda kaçınılmaz hale getirmiştir.

Türkiye savaş sonrası siyasi ve iktisadi dünya düzeninin kurulduğu San Fransisko ve Bretton Wood
s Konferanslarına katılmış, Uluslararası Para Fonu ve Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası'nın
kurucu üyeleri arasıda yer almıştır. Savaş sonrası dünyasının diğer önemli iki kuruluşundan Avrupa
Ekonomik İşbirliği Örgütüne 1948, Kuzey Atlantik Paktı'na ise 1952'de üye olmuştur. 1947'den
itibaren, ABD'nin, varlıkları dış baskı ya da kendi içindeki militan azınlıkların tehdidinde olan
"özgür uluslar"ı savunacağını bildiren Truman Doktrini çerçevesinde askeri yardım, 1948'den
itibaren de Marhsall Planı dahilinde ekonomik yardım almaya başlamıştır. Böylece Türkiye yeni
kurulan dünya düzeni içinde yerini almış bulunmaktaydı. Bundan sonraki siyasi ve iktisadi
uygulamalar bu uluslararası boyut hesaba katılmaksızın değerlendirilemez. Nitekim DP ile başladığı
söylenegelen liberalleşmeye yönelik hamleleri, uygulanma fırsatı bulunamasa da 1947 Vaner
Planın'da görmek mümkündür.

Demokrat Parti dönemimde tarım ve sanayideki gelişmeleri Marshall Planı ve bu planın amaçları
doğrultusunda değerlendirmek gerekir. Bu dönemde Türkiye'nin ekonomi politikasının nasıl olması
gerektiğine dair Batılı uzmanların önerileri şöyle özetlenebilir:
-Türkiye gibi ekonomisi tarıma dayalı bir ülkede modernleşme hamlesi tarımdan başlamalıdır.
-Ekonomide kamu girişimciliği daraltılmalı
-Özel sektöre daha hızlı gelişmesi için ortam sağlanmalı
-Ağır sanayiye gidilmeli; tarım ürünlerinin işlenmesi, hafif metal, inşaat malzemeleri, deri, orman
ürünleri, seramik ve küçük el sanatları gibi sanayilere ağırlık verilmeli

Bu önerilerden hareketle denilebilir ki, yeni dünya sisteminde Türkiye'ye verilen bir takım roller
vardı. Öncelikle savaştan harap halde çıkmış olan Avrupa'nın yeniden yapılanmasında tarım ürünü
ve madeni hammade tedarikçisi vazifesini görmesi bekleniyordu.

Demokrat Parti döneminde tarımı ekonominin dinamik bir sektörü haline getirmek için önemli
girişimlerde bulunulmuştur. 1945 yılında çıkarılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanununa dayanarak
kamu toprakları topraksız köylülere dağıtılmış, çiftçiye ucuz kredi sağlanmış, Toprak Mahsulleri
Ofisi ürün taban fiyatlarını suni olarak yüksek tutarak ürünü çiftçiden satın almıştır. Tabi Marshall
Planı'nın uygulanmasıyla, tarımda hızlı bir makineleşme süreci yaşanmış ve bu da tarımsal etkinliği
köklü değişimlere uğratmıştır. 1950-60 yılları arasında makine kullanımının ve sulama ve
gübreleme gibi modern yöntemlerin kullanımının artması, tarımsal verimliliği arttırmıştır.
Verimlilik artışı ve karayollarına yapılan büyük yatırımla ülkenin ulaşım açısından bütünleşmesi,
Anadolu tarımının pazara açılmasına sebep olmuştur.

Göç olgusunun nedenleri itici, iletici ve çekici güçler açısından değerlendirildiğinde, tarım
sektöründeki gelişmelerin göçün itici güçleri olduğu görülür. Tarım sektöründeki büyüme ve
verimlilik artışı, köylü gelirlerinde nominal bir artışa yol açmıştır. Ama 1951-1953 yılları arasında
ABD yardımlarıyla tarım sektörüne giren 40.000 traktör 1.000.000 civarında çiftçiyi tarımdan
çıkarmıştır. Göçü etkileyen diğer faktörler olarak zikredilen toprak ağalarının baskısı ve kan davası
en azından bu dönem için çok önemli etkilere sahip değillerdi.

Karayollarındaki gelişme ise, göçü etkileyen iletici bir güçtür. Kilometre başına düşen yol uzunluğu
çok büyük ölçüde artmıştı. 1953-1965 yılları arasında kamyon ve otobüs sayısı %187 %274 gibi
yüksek oranlarda arttı. Bütün bunlara eğitim ve kitle iletişimindeki gelişmeler de katıldığında köy
ve kent arasındaki akışkanlık maddi ve zihinsel düzeyde ciddi değişimler gösteriyor. Demokrat
Parti, özellikle ilk ve orta eğitime, yerel taleplerin de etkisiyle öncelik vermiştir ve bu düzeyde
okullaşma hızla artmıştır. Eğitim talebi ve buna bağlı gelişen eğitim politikası, ekonomik
kalkınmanın sonucudur. Kentleşme ise artan eğitim talebinin hem sebebi hem de sonucu sayılabilir.
Sonuç itibariyle okur yazarlık oranı 1946'da %30 iken 1960'da %40 çıkmıştır.

Göç olgusundaki çekici güçler ise tarım dışı sektörlerde artan iş imkanlarıdır. Burada temel sektör
tabi ki sanayidir. Ama Türkiye'de 1950'de başlayan nüfus hareketlerinde çekici güçlerin etkisi itici
güçlerinkine kıyasla azdır. Bu durum Türkiye'nin, genelde üçüncü dünyanın, modermleşme
tecrübesiyle yakından ilgilidir. Ayrıca Demokrat Parti'nin liberal söylemine rağmen, özel ve yabancı
müteşebbislerden umdukları yatırımlar gerçekleşmemiş ve devlet sanayideki en büyük yatırımcı
olma konumunu korumuştur. Özel yatırımlar küçük işletmelerin ötesinde pek geçmemişlerdir.
Sanayi sektöründeki nısbi gelişme, tarımsal kalkınma ve şehirlerinin nüfusunun artışıyla
açıklanabilir. 1950-60 dönemimde sanayinin ithal ikameci yapısının değiştiği söylenemez.
Madensel ve tarımsal hammaddeleri işleyen bu sanayi yapısı, genel kalkınma sebebiyle 1957'ye
kadar artan iç talep sayesinde gelişme göstermiştir. Tarımın pazara açılması çiftçinin alım gücünü
arttırmıştır. Ayrıca köyden kente göç olgusu da şehirlerde temel ihtiyaç maddelerine talebi arttırarak
sanayinin gelişimene katkıda bulunmuştur. İç pazar canlandığı için özel sektör de belli oranda
gelişme göstermiş ama iç piyasa taleplerini karşılamaktan uzak olduğundan KİT'lerin sanayideki
payı bu dönemde, DP'nin liberal söylemine rağmen genişlemiştir. Ayrıca kamu yatırımlarının ara ve
yatırım malları üretiyor olması da özel sektörün gelişimine katkıda bulunmuştur.

Ruşen Keleş, şehrin çekiciliğinin özellikle 50li yıllarda, göçmenler tarafından vehmedildiğini,
realitenin farklı olduğunu söyler. 1950-1965 yılları arasında tarımsal nüfus oranı %84'ten %75'e
gerilerken, imalat sanayiindeki nüfus oranı ancak %8'den %12'ye yükselebilmiştir. Kemal Karpat
da, sanayileşmenin ancak 1963'ten sonra yapısal değişimler yaratan ve kırsal göçü kamçılayıp, ona
yeni bir yön veren temel etken olarak ortaya çıktığını ifade ediyor. Buna karşılık, yine Kemal
Karpat'ın ifadesiyle, sanayileşme, ekonominin hizmet sektöründe istihdam yaratmış ve sanayi
sektörünün alt kesimlerinde 5 ila 25 kişi çalıştıran küçük girişimlerin gelişmenini teşvik etmiştir.
İnsan gücüne dayanan, düşük teknolojili bu işletmeler, inşaat işçiliği ve sokak satıcılığı gibi kayıt
dışı diyebileceğimiz istihdam alanları ortaya çıkmıştır ve göçmenler genelde bu alanlarda
çalışmışlardır. Dolayısıyla, imalat sanayiindeki yavaş gelişmeye rağmen, tarım dışına çıkmak
durumda kalmış iş gücü için, bahsedilen alanlar iş imkanı sağlayıp şehri cazip kılan faktörler haline
gelmiştir. Yani şehirleşme hızının sanayileşme hızının üzerinde olması, göçmen nüfusun sanayi dışı
alanlarda yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Aslında ucuz emek olarak fonksiyon gören göçmen
nüfus, alt sanayinin gelişmesine katkı sağlayarak büyük resimde sanayileşmeyi ve kentleşmeyi
hızlandırmıştır.

Göç ve sanayileşme ya da kalkınma arasında bu tür bir çift taraflı ilişki vardır. Mesela, göçle artan
konut talebi, buna bağlı olarak, bütünüyle özel sektörün elinde bulunan inşaat sektöründe ortaya
çıkan toprak spekülasyonları bu sektörde büyük bir patlama yarattı ve bu göçmenler için bir iş
imkanına dönüştü. Bununla birlikte inşaat sektöründeki büyüme daha fazla işgücü ihtiyacı doğurdu,
emeğin fiyatı arttı ve bu da köyden yeni göçleri teşvik etti.

Kemal Karpat, köyden kente göçü etkileyen maddi şartlar yanında, Türkiye'nin modernleşme
tecrübesinden kaynaklanan kent görüşünün de halkın göç etme ve kentlileşme isteklerini
etkilediğini söyler. Karpat'a göre, kentlerin gelişmesini vurgulayan ve onları modernliğin ve yüksek
amaçların sembolüne dönüştüren 1923'ten sonraki reformlar halkın zihninde modernleşme ve
kentlileşme bağlantısını güçlendirmiştir. Kent, en yüksek, potansiyel olarak en erdemli ve rahat
hayat biçimi olarak zihinlerde yer etmiştir.

Aslında kent ve modernleşme arasındaki bu ilişki Türkiye'nin modernleşmesine özgü bir durum
olmadığı gibi, kökleri Batı tecrübesinin ve bundan doğan güç ilişkilerinin 19. yy'da, Batı dışı
dünyadaki geleneksel köy-şehir ilişkisini ve geleneksel toplumsal dokuyu kökten değiştirmesinde
aranmalıdır. Zaten Kemal Karpat, 1950 sonrasındaki göç olgusunun, 19. yy'da Türkiye'nin ve genel
olarak 3. dünya ülkelerinin kapitalist sisteme eklemlenme tecrübeleriyle ilişkili olduğunu söyler.
50li yıllardaki göç de, bu bütünleşme ve kapitalistleşme sürecinin yeni bir evresinde başlamıştır.

Bu yıllarda Türkiye'nin en çok göç veren bölgesi Doğu Karadenizdir; Trabzon, Rize, Ordu'dur. Bu
tabi ki, bölgenin dağlık olması, ekilebilir alanların azlığı, verimliliğin düşük olması gibi bir takım
coğrafi ve iklimsel faktöre bağlıdır. Ama Kemal Karpat Trabzon örneğini ele alarak, 50
sonrasındaki göçün nasıl tarihsel bir boyutu da olduğunu açıklar. 19. yy da Trabzon, İran İngiliz
ticareti sayesinde bir ticari liman şehri olarak gelişmiştir. Böylece etrafındaki bölgede geleneksel
geçimlik tarımsal üretime son verilmiş ve ihracata yönelik üretim yaparak kalkınma sağlamıştır.
İngilizlerin İranla ticareti İran körfezine kayınca Trabzon önemini yitirmiş ve tarım eski geçimlik
yapısına dönmüş, kalkınma durmuştur. Bu sebeple işsizlik artmış ve erkek nüfus şehir dışına,
İstanbul, Moskova, Odessey gibi ticaret merkezlerine dönemsel/geçici iş için göç etmişlerdir. 1950
sonrası göç trendi Kemal Karpata göre gurbetçilik olarak isimlendirdiği bu duruma son veren bir
durumdu. Yani iş arayan gezginler sürekli bir iş ya da sürekli iş imkanları elde etmişler ve
yerleşmek üzere ailelerini yanlarına getirmişlerdir. Yani ilk göçmenler, şehri, iş ve konut
imkanlarını bilerek gelmişlerdir.

1950-60 yılları arasındaki göçlerin sonuçları da sebepleri kadar önemli ve dönüştürücü olmuştur.
Kırdan kente göçün ilk ve en önemli sonucu tabi ki kentsel nüfusun hızla artışı ve gecekonduların
ortaya çıkışıdır. John Turner gecekondu yerleşimlerini, tarihsel olarak normal olmayan koşullar
altında normal kentsel gelişmenin bir tezahürü olarak değerlendirir.

Türkiye'de 1927-1965 yılları arasında 10.000 ve üzeri nüfuslu yerleşim alanlarının kentsel nüfusu
%409 oranında artmıştır. İmar ve İskan Bakanlığı'nın 1960 yılındaki araştırmasına göre Ankara'da
konutların %64'ü, Adana'da %48'i, İstanbul'da %40'ı gecekondu olarak değerlendirilebilirdi.
Gecekondular, artan kent nüfusuna karşılık konut sayısındaki yetersizlik ve yüksek kiralar sebebiyle
ortaya çıkmış, 3. dünya ülkelerine özgü çözümlerdir. Gecekondulular, kentten soyutlanmış, marjinal
ve umutsuz bir kitle değildir. Bilakis gecekondu, kentte kalmaya ve kentlilişlmeye yönelik
geliştirilmiş bir çözümdür.Kemal Karpat, gecekondu nüfusunun kente göçlerini olumlu ve yerinde
bulduğunu aktarır. Bu dönemde, şehirde hayal kırıklığı yaşayanlar, kırsal kesimde zengin olup da
kentlileşmek ya da zenginliklerini büyütmek amacıyla kente göçenler olmuş. Genel olarak
göçmenler, durumularının gelecekte daha iyi olacağına, çocuklarının kendilerinden daha iyi bir
yaşama sahip olacaklarına inanıyorlardı. Bu açıdan, gecekondular kırsal yaşam ve kentlileşme
arasında geçici bir durak ve bu geçişi kolaylaştıran bir çözüm olarak görülebilir.

Yaşanan göç ve gecekondulaşmanın göçmen nüfusu ve kenti nasıl değiştirdiği önemli bir tartışma
konusu olagelmiştir. Göçmenin geleneksel/kırsal yaşam pratikleri, değerleri, aile bağları,
sosyalleşme biçimleri ortadan kalkmamıştır. Ama kentlerin köyleştiği şeklinde ifade edilen,
gecekonduluların kentlileşme açısından bir tür gerilemeye yol açtığı fikri de gerçeği yansıtmıyor.
Geleneksel cemaat duygusu ve akrabalık, şehirde gecekondu arazisinin gaspından, bu arazilerin
tapusunu almaya kadar birçok alanda psikolojik ve fiziksel güvenlik sağladığı için göçmenlerce
korunmuştur ve şehir şartlarında dönüşüme uğramıştır. Bu cemaatsel/komünal yapı daha sonra, oy
verme davranışlarında da kendini göstermiştir. Oy vermek bu şekilde, maddi yararlar elde etmek
için siyasal bir araca dönüşüyordu.

Göçmenlerin meslek edinmeleri ve istihdamları şehirle bütünleşmelerinin temelini teşkil eder.


Türkiye'de gecekondu sakinlerinin istihdam oranı, ucuz iş gücü sağladıkları içim çok yüksektir.
İstihdam ve meslek, toplumda yükselmenin de tek somut aracıdır. Bu yüzden de bu kesim içinde
ekonomik başarı mativasyonu yüksektir.

Göçmenlerin şehirdeki sayıları ve etkinlikleri Türkiye'de ve 3. dünyada özgün bir kentliliğin


oluşmasını sağlamıştır. Asimile olmayacak kadar kalabalık ve dayanışma içindeki göçmen toplumu,
diğer taraftan kent yaşamına uyum sağlamayı bir prestij sebebi saydığından melez bir kent ve
kentlilik ortaya çıkmıştır. Kemal Karpat, Batı'nın teknolojik ve sınai özellikleri yanında, kırsal
yörenin kültür ve cemaat ruhunu içinde barındıran bir kent doğduğunu ve bu yeni kentin ruhunun
yeni bir siyasal kültür doğurduğunu söyler. Karpat'a göre 60lı yıllarda folklor ve kırsal kültür radyo
ve televizyon aracılığıyla yavaş ama emin bir şekilde ulusal Türk kültürüne doğru yol almaktadır.
Bugün geldiğimiz noktada, mesela lahmacun ya da kebabın, karadeniz türkilerinin ulusal kültürde
edinmiş olduğu yeri düşünürsek, Karpat'ın tespitinin ne derece isabetli olduğunu görebiliriz.

Yerel kültür ve ulusal kültür arasındaki bu etkileşim aslında halihazırdaki demokratikleşme


süreciyle iç içedir. Seçkinci tek parti yönetiminden sonra gelen, halkın değer ve beklentilerine
öncelik vereceğini vaad eden DP, köylü ve gecekondulu nüfusun desteğiyle yükselmiş ve
yükselişini sürdürmüştür. Daha sonra DP ve onun geleneğini sürdüren siyasi partiler için, bu
nüfusun maddi beklendileri ve seçkin şehirli tabaka ile eğitim, istihdam vs. gibi alanlardaki eşitlik
talepleri bir siyaset yapma biçimine temel teşkil etmiş ve oy kaynağı olmuştur.

Kırsal göç ve gecekondulaşmanın ulusal ekonominin bütünleşmesi ve canlanması üzerindeki etkisi


önemlidir. Gecekondu nüfusu ,Türkiye'nin kentleşmesi ve sanayileşmesine işçiler olarak
sağladıkları katkılar yanında, dolaylı olarak tarıma da teşvik sağlamışlardır. 50 öncesi büyük
kentlerin yiyecek maddeleri etrafındaki bölgelerden sağlanabiliyordu. Göçle birlikte artan kent
nüfusları yiyecek maddelerine talebi ve fiyatları arttırdı. Böylece iç kesimlerde, daha önce talep
olmadığı için geçimlik ekonomiye sahip bölgeler, ulusal pazarlara açıldı. Giyecek mallarına olan
benzer bir talep de tekstil sektörü için aynı teşviki sağladı.

You might also like