You are on page 1of 18

FARABI EPİSTEMOLOJİSİNDE AKIL

Mehmet Ali SARI∗

Özet/Abstract:

Bu çalışmada, Antikçağla batı Ortaçağı arasındaki geçişi gösteren düşünürlerden biri


olan Farabi’nin “akıl anlayışı”, daha çok onun epistemolojisi içinde ele alınmıştır. Akıl
anlayışında Farabi, her ne kadar Aristoteles’in etkisinde kalırsa da, Aristoteles’ten farklı olarak
bir takım belirlemelerde bulunur. Akıl varlıksal ve bilgisel olarak bazı nitelemelere ve
belirlenimlere sahiptir; akıl, bir taraftan insanın ulaşması gereken bir amacı gösterirken, diğer
taraftan, birbirinden farklı olan dünyaları birbirine bağlayan yönetici ve genel bir ilkedir. Bu
yüzden akıl hem bir düşünme yetisi hem de bir ilkedir.
Anahtar Kelimeler: Akıl, bilgi, düşünülür (makul), düşünme ilkesi, düşünme yetisi,
form,

In this paper, İt is aimed at studying the "conception of reason" in epistemology view


of Farabi who is one of the thinkers that shows transition between Antiguity and western
middleages. Whether Aristotle's influences on his view, he has determined the conception of
reason differently from Aristotle' views. The reason has any ontological and epistemological
determinations and characteristics; on the one hand, the reason exhibits a purpose which man
should get at, on the other hand, it is a director and the general principle which connects the
different world each other. Therefore, it is either the faculty or the principle of thinking.
Key Words: Reason, knowledge, intelligible, principle of thinking, faculty of
thinking, form

Ortaçağ İslam ve batı felsefesine baktığımızda, Tanrı her şeyin


ilkesidir; en gerçek, en yetkin ve en iyi varlıktır. Tanrı, varlığın bütün
niteliklerini eksiksizlik ve tamlık içinde kendinde toplamıştır; her şeyi yaratan,
kendisi yaratılmamış olan bir varlıktır. Dolayısıyla Tanrı, zorunlu varlıktır,
onun dışında kalan hiçbir varlığın varoluşu ise zorunlu değildir. (Ülken 1957:
54) Bu durumda bir yaratan bir de yaratılan yani tek tek varolanlar vardır.
Varlıkla Tanrı, varolanlardan ise Tanrı’nın yarattıkları kastedilir. Böylelikle
varlığa ilişkin olarak bir hiyerarşi söz konusu olur; zorunlu varlık olarak Tanrı,
bir de onun yarattığı varolanlar. Ne var ki, varolanların içinde oluş ve
değişmeye uğrama olanağı bakımından da bir sıralama söz konusudur.

Ortaçağ felsefesinde hakim olan Tanrı merkezli varlıklara ilişkin bir


hiyerarşi düşüncesi, ortaçağ İslam dünyasının en önemli düşünürleri içinde
kabul edilen Farabi’nin felsefesinde de kendini gösterir. Ne var ki Farabi’nin


Arş. Gör. H.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

felsefi sistemi, bir yanıyla Aristoteles mantığına dayanan akılcı bir metafizik
anlayışını, diğer yanıyla Platinos’cu görüş yardımı ile İslam inancının
uzlaştırılmaya çalışıldığı uzlaştırıcı bir görünüme sahiptir. (Ülken 1957: 54)
Öyle ki Farabi’ye göre zorunlu varlık (vacib’ül-vücud) Tanrı’dır, ve Tanrı, tek
gerçek ve nedendir, Tanrı her şeyin ve bütün varlığın kaynağıdır. Tanrı, bütün
kudret ve etkinliği ile, yokluğu hiç düşünülmeyecek tarzda ve ezelde vardır.
O’nun ezeldeki bu “varlığı”nın, yine ezeli olarak “taşmasından” “mümkün”
denen “dünyalar (alemler)” ortaya çıkar ve Tanrı tarafından yaratılan ilk varlık
“ilk akıldır”. Bu ilk varlıkta yani ilk akılda bir çokluk söz konusudur. Çünkü o
kendi özü bakımından kendisini mümkün olarak bilir, Tanrı’yı da zorunlu
olarak bilir. Dolayısıyla onda iki türlü bilgi söz konusudur: Birincisi aklın
kendisi hakkındaki bilgisi, ikincisi Tanrı’nın bir parçası olması bakımından
bilgisidir.(Ülken 1957: 59) Aklın kendi kendisini bilmesi bakımından o
zorunsuzdur; Tanrı’yı bilmesi bakımından zorunludur. Kendisini zorunlu
olarak bilmesi bakımından ise başka bir aklı yaratır; kendisini zorunsuz olarak
bilmesi bakımından ilk göğün maddesini, kürelerin göğünü yaratır. Kendi
özünü bilmesi bakımından bu göğün şekli veya nefsini yaratır. İkinci akıl ikinci
bir göğü, o da üçüncü aklı yaratır ve böylece ay-altı evrene ininceye kadar bu
böyle devam eder.
Şeylerin Tanrı’dan meydana gelmesiyle oluşan “mümkünler aleminin”
ilki “yukarı dünya” veya “ay-üstü dünya”dır. Bu dünya cisimden, maddeden ve
her türlü maddi şekilden uzaktır ve dolayısıyla bu dünyaya duyularla
ulaşılamaz. Bu dünyaya ancak düşünme etkinliği ve bunu sağlayan “akıl” ile
ulaşılabilir. Bu yüzden bu dünyaya “akıllar dünyası” da denilir. Bu dünyadan
farklı olarak, “ay-altı dünya” olarak adlandırılan dünya ise, insan ruhunun bir
takım yetileriyle erişebildiği değişim ve oluşun meydana geldiği maddi bir
dünyadır.
“Ay-üstü dünya” başka deyişle akıllar dünyasında yukarıdan aşağıya
doğru birinci, ikinci, üçüncü ve sırasıyla maddi dünyanın bulunduğu dünyaya
doğru akıllar hiyerarşik olarak yer alır. Bu sıralama içerisinde ay-üstü dünyayı
oluşturan her akla karşılık gelen bir “felek” söz konusudur ki, bunlar birer gök
cismine karşılık gelir. Gök cisimlerinden bizim dünyamıza en yakın olanı nasıl
“ay” ise, fizik-ötesi varlıklar olan “akıllar”dan da dünyamıza en yakın olanı ay
feleğinin aklı olan “faal akıl”dır. Bu akıl, fizik dünya ile fizik-ötesi dünyanın

102
Mehmet Ali SARI

sınırını ayıran ve aynı zamanda bu iki dünyayı birbirine birleştiren; fizik-ötesi


etkileri, kendi üzerinden fiziki dünyaya aktaran bir merkezdir. Kısacası, varlık
sıralamasında, maddi dünya ile maddi cisimlerden yoksun olan dünya yani
akıllar dünyası arasındaki geçişi ve bağlantıyı sağlayan akıl “faal akıl” dır. Bu
durum aklın ontolojik belirlenimini gösterir. Ancak bundan ayrı olarak bu akıl,
aynı zamanda insanın bu dünyadaki diğer varlıklar arasındaki en yüksek yeri
almasını sağlayan teorik mutluluğa ulaşmasını sağlar. Bu durumda akıl, bilgisel
bir konumda üst bir akıl olarak, insanın maddi dünyadan farklı olan
düşünülürleri ve ilk ilkeleri kavramasını sağlayan etkinliği dile getirir.
Akıllar dünyasından farklı olan “ay-altı dünya” ise varlık bakımından
son derece eksik olan nesnelerin oluşturduğu dünyadır. Bu dünyada oluş,
bozuluş ve sürekli bir değişim söz konusudur, dolayısıyla bu dünya ruhun bir
takım yetileri ile erişebileceği bir dünyadır. Ay-altı dünyada nesnelerin
varlıklarında zorunlu olarak maddeye ve maddi olana muhtaç olmaları
bakımından maddi tözler, özleri bakımından etkin halde bulunamazlar.
Böylelikle de etkinlikleri için dışarıdan bir nedene ihtiyaçları vardır ki, bu da
“faal akıl” yani “etkin akıl”dır. Formun, ruhun yetileri tarafından soyutlanması
sürecinde, imgelem yetisinde bulunan duyusal izlenimlerin, düşünülür (makul)
formlar olarak akılda ortaya çıkması, bu dış etken yani faal aklın müdahalesini
gerektirir. Bu akıl aracılığıyla düşünülürler başka deyişle ilk öncüller kavranılır
olurlar. Dolayısıyla ay-üstü dünya ile “ay-altı dünya” yani maddi dünya
arasında bağ kuran faal akıl, bir yönüyle ruhun düşünen kısmının yetkinleşmesi
ve insanın yüksek formları kavramasını gösterirken, bir yönüyle de varlıksal
olarak ay-üstü dünyayı oluşturan akıllardan biridir.
Biz de bu çalışmamızda Farabi’nin akıl kavramını döneminin içinde
nasıl ele aldığını, daha çok, bilmekle ilgisinde nereye yerleştirdiğini
göstermeye çalışacağız. Çünkü Farabi, akıl kavramını antik dönemin iki farklı
düşüncesiyle birlikte ele almış ve onu iki yönlü hem varlıksal hem de bilgisel
bir belirlenim içinde değerlendirmiştir. Öyle ki akıl, bir yandan Tanrı’dan taşan
ilk varlık, kendini düşünen etkin düşünce ve dünyalar arasındaki geçişi
sağlayan bir köprüyken, bir yandan da akıl ve düşünme yetisi, başlangıçta bir
tür ruh veya ruhun bir parçası veya ruhun yetkinliklerinden birisi ya da bütün
varolanların mahiyetlerini ve formlarını maddelerinden ayrı olarak soyutlayıp
kavrama yatkınlığına sahip olandır. Bu durumda akıl, maddi dünyadan maddi

103
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

olmayan dünyaya insanın yükselmesini sağlayan bir yeti, ancak kendisi de


giderek etkinleşen ve etkinleştikçe içerik değiştirendir.
Farabi’ye göre insanın bu dünyadaki diğer varlıklardan farklı olarak
belli bir yere gelmesini sağlayan kuramsal düşünmesidir. Bu türden bir etkinlik
ise ancak akıl daha doğrusu teorik akıl yani “faal akıl” aracılığıyla nesnelerin
özlerinin kavranmasıyla gerçekleşir. Buna göre faal akıl aracılığı ile insani
düşünmeyi olanaklı kılan veya başlatan ise ilk öncüllerdir. Öyle ki ilk öncüller
bütün bilimsel faaliyetin başlangıçlarını oluşturan kanıtlamalarımızı, akli
çıkarımlarımızı kendilerinden kalkarak yaptığımız ama kendileri
kanıtlanamayan ve böyle bir şeye de gerek kalmaksızın herkes tarafından kabul
edilen temel önermelerdir. Bu bakımdan insanda, ilk öncüller türünden olan ilk
düşünülürler ve ilk ilkelerin bulunması, insanın son yetkinliğini elde etme
sürecinde kendileriyle iş göreceği “derin düşünme”, “düşünüp taşınma”,
“pratik düşünme” gibi zihinsel oluşumların varlığa gelmesi anlamına gelir.
Ancak Farabi’ye göre insan, sadece kuramsal etkinliği gerçekleştiren bir yana
sahip değildir, aynı zamanda insanda ruhun arzulayan yanını oluşturan
“duyum”, “arzu” ve “imgelem” gibi yetilerin bulunması da söz konusudur.
İnsanın kuramsal düşünmesinin başlangıcını bu yetiler oluşturur, dolayısıyla
ruhun düşünen kısmı, ancak böyle bir donanım üzerinde ortaya çıkabilir.
Çünkü Farabi, ilk öncüllerle ilk düşünülürlerin ancak bu yetilerin oluşmasından
sonra, faal akıl tarafından düşünen ruhta ortaya çıkarılacağını ifade
etmektedir1.
Ne var ki faal akla ulaşmadan önce insan aklının etkinleşerek geçtiği
evrelerin neler olduğunun gösterilmesi gerekmektedir, çünkü bu etkinleşme
süreci, ilk ilkelerin ve formların kavranmasını gösteren bir şemadır. Ancak
Farabi bilgisel gelişimi ve edimi gösteren aklın ne olduğuna geçmeden önce,
“Maan-ül Akl” adlı eserinde aklın genel olarak şu altı anlamda kullanıldığını
ve anlaşıldığını belirtir;

İlk olarak, genellikle halkın konuşmasında akıllı ve erdemli insan


derken kastettiği ve Aristoteles’in “Phronesis” dediği akıl; bu akıl kelimesiyle
halk, bir insanın akıllı olduğunu veya bir adamın aklı başında olduğunu

1
Hüseyin Aydınlı; Farabi’de Tanrı-İnsan İlişkisi, İstanbul, İz Yayıncılık, 2000, s.99

104
Mehmet Ali SARI

kasteder. Bu akıl aynı zamanda erdemli olmayı da gösterir, dolayısıyla akıllı


insan denilince anlaşılan, iyi ve akla uygun olduğu için yapılması gerekli olan
şeyi, veya kötü olduğu için yapılması uygun olmayan şeyi yapmaya göre bir
değerlendirmedir2. Aynı zamanda aklın bu anlamı, kötülüğü oluşturan veya
yapan kimseye hilekar, iki yüzlü ve bu türden nitelemeler yapılmasına, aksine
yani bir zihnin iyi olan şeyi yapması ve kötü olanın kötülüğünü göstermek
amacıyla ortaya koyma yeteneğini dile getirmeye geldiği de söylenebilir3.
İkinci olarak ise kelamcıların akıl bunu emreder veya inkar (nehy) eder
derken kastettikleri ve kısmen sağduyu ile aynı manada olan akıl. “Burada akıl
şunu kabul eder veya reddeder” ifadesi, herkesçe yalnız doğru diye kabul
edilen şeyi gösterir. Bu durumda herkesçe veya insanların ekseriyetince bir
“kanıya” akıl denilmektedir4.
Üçüncü olarak Aristoteles’in “İkinci Analitikler” (Kitab el-Burhan)’da
doğuştan ve sezgiyle, ilk ilkeleri kavrama yetisi olarak tanımladığı akıl. Burada
akıl, insanın tümel, gerçek ve zorunlu akıl yürütmelerin kesinliğini, başka
hiçbir kanıt olmaksızın, doğal bir durumda ve bir tür insanın kendisinden gelen
bir yetenekle kazanmasına yardım eden ruhun yetisi olarak anlaşılır. İlk bilgi
ve hiçbir şekilde kanıtlama yapmaksızın bahsettiğimiz akılyürütmelerin
kesinliği ondan gelir5.
Dördüncü olarak Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” (Kitab-el-
Ahlâk)’nın altıncı kitabında, deneyimde kökleşen bir eğilim (habitus) olarak
işaret ettiği akıl. Bu akıl, daha çok eylemlerimiz alanında, bir çeşit seziş, doğru
ve yanlışın ilkeleri hakkında yanılmadan hüküm vermemizi sağlar. Farabi’ye
göre, buradaki akıl, ruhun parçası olarak anlaşılır ki, zamanla bütün cinslerin
de dahil olduğu konular hakkında devamlı bir deney sayesinde, istemeden
ortaya çıkan şeylere bağlı olan önermeler ve yargıların kesinliği ona bağlı olur.
Bu ruhun özü öyledir ki onları ya ister ya da reddeder.
Farabi’ye göre bu durumdaki akıl, insanın bu tarzda ve ruhun bu kısmı
ile kazandığı erdemli insana, istemesinden dolayı ortaya çıkan eşya arasından
kabulü gerekli olanlarla, kaçınması gerekenleri ayırmak için ilk işlevi görür.

2
Farabi; Maani-ül Akl, Çev; H.Ziya Ülken-Kıvamettin Burslan, Kanaat Kitabevi, İstanbul, s.
192
3
Farabi, a.g.e. s.192
4
Farabi, a.g.e. s.192
5
Farabi, a.g.e. s.192

105
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

Bundan dolayı, bu ilkelerin düşünce yardımı ile keşfedilebilecek olan şeylerle


ilişkisi, ilk ilkelerle yapılan çıkarımda sonuç veren şeylerin ilişkisinin
aynısıdır6. Çünkü ilk öncüller bilimleri yapacak kişi için, yapılmış olmayan
şeyleri keşfetmek işlevini gördükleri gibi, aynı biçimde, ahlaki ilkeler de
erdemli insana yalnızca yapılması uygun olan istemeye dayalı şeyler arasından
seçme için başlangıç görevini görürler. Aynı zamanda bu akıl insanın hayatı
uzadıkça artar, çünkü bu ilkeler onda kök salar ve onun henüz sahip olmadığı
yargılar sayesinde insanlar birbirinden ayrılır7.
Farabi beşinci anlamdaki aklı, Aristoteles’in De Anima III (Ruh
Üzerine)’de dört anlamda kullandığı akıl biçiminde belirtir. Ona göre bu akıl,
ilk olarak Edilgin akıl (Bil Kuvve Akıl-İntellectu Potentia), ikinci olarak
Etkinlik halinde Akıl (Bil Fiil Akıl-İntellectu Effectu), üçüncü olarak
Kazanılmış Akıl (Müstefad Akıl-İntellectu Adeptus) ve dördüncü olarak ise
Faal Akıl (İntelleigentia Agens) olarak ayrılır. İşte bu akıl, insanın teorik
bilmesini gerçekleştiren akıldır. Altıncı manada kullanılan akıl ise beşinci
maddede belirtilen akılların bir değerlendirmesi ve açılımı olarak kabul edilir
ve onlar tek tek açıklanmaya çalışır.
Farabi’nin Aristoteles’in “De Anima”nın üçüncü kısmında bahsettiğini
söylediği akıl(lar) ay altı dünyaya konu olan akıldır. Ancak Aristoteles bu
eserinde aklı, “edilgin akıl” (nous pathetikos) ve “etkin akıl” (nous poetikos)
olmak üzere ikiye ayırır. Farabi’ye göre ise Aristoteles’in bu türden belirttiği
akıl insan düşünmesinin “teorik kısmını” yani “teorik aklı” oluşturur. Çünkü
insani varlığın oluşum sürecinde zincirin en önemli ve en son halkasını
oluşturan düşünme yetisi, teorik ve pratik olmak üzere iki yanlıdır. Bu
bakımdan pratik akıl, daha çok, teorik aklın amaçları doğrultusunda iş görür ve
ona hizmetçi olarak vardır. Bu hizmetse onun varoluş gerekçesini oluşturur, bu
da insanı mutluluğa ulaştırmaktır.

Bu bakımdan teorik akıl, bilgi ve ruhun yetilerinin zirvesini oluşturarak


teorik bilmeyi, düşünmeyi gerçekleştirir8. Öyle ki teorik düşünme, insanın
yaptığı etkinliğin “akıl” aracılığıyla gerçekleşmesidir. Teorik düşünme,

6
Farabi, a.g.e. s.193
7
Farabi, a.g.e. s.193
8
Hilmi Ziya Ülken; İslam Felsefesi, Ankara, Selçuk Yay. III. Baskı, 1957, s. 60

106
Mehmet Ali SARI

cisimler dünyasının oluşturduğu dünyadan başlayıp maddi cisimlerden yoksun


olan ay-üstü dünyaya ulaşmayı amaçlanmasıdır. Bu amaç ise “ilk öncüller”in
veya formların kavranmasıdır. Ancak bu durum belli bir aşamayı gösterir ve bu
süreçte teorik düşünmenin ilk halkasını duyumlar oluşturur. Çünkü maddi
dünyayla bağlantı ancak duyumlar ve onların edimi olan algı sayesinde
gerçekleşebilir. Duyumlama, duyular aracılığıyla duyulur nesnenin formunun,
nesnenin maddesinden ayrılmasıdır. Ancak duyusal algı aşamasında, formun
duyum yetisi tarafından algılanması, bir cismin başka bir cismin formunu
almasında olduğu gibi, tam bir etkilenim içerisinde gerçekleşmez. Bu
bakımdan duyumlama, duyulur formu, maddi yapısı ve maddi durumları
içerisinde algılar ve bundan dolayı duyumlama halâ cisimlerin maddeleriyle bir
ilişki içerisindedir.
Bu durumda, duyumlama aracılığıyla tek duyu organlarında oluşan
çeşitli duyusal izlenimler, kalpte bulunan ortak duyuda birleştirilerek, dış
dünyayla direkt ilişki içerisinde bulunmayan imgelemin altına alınır. İmgelem,
soyutlama sürecinin bir üst aşamasını oluşturur ve duyularla akıl arasında orta
bir konumdadır.
Farabi bu aşamada duyumlara nesne olan maddi tözleri de, genel olarak
kavranabilir (akli) olmaya yatkın olanlarla, böyle bir yatkınlığa asla sahip
olmayanlar şeklinde ayırır. Bu anlamda ruhun bir takım istekleri, tamamen
maddi olan, maddede olan ya da madde olan taş, bitki ve benzerlerinden farklı
olarak güç halinde akıllar ve güç halinde düşünülürler (makuller)dir.
Dolayısıyla düşünme yetisi, işini, varolanların formlarını düşünülürler olarak
kavramakla gerçekleştirir ve iki tarzda olan varolanların formları onun etkinlik
alanını oluşturur. Bu durumda da aklın, tamamen uzak olan ve tözleri
bakımından etkin akıl ve etkin düşünülürler olan varlıkların düşünülür formları
ve tözleri, etkin olarak düşünülür olmayan varlıkların formları olarak ayrılır9.
Bu yüzden düşünme yetisi de birbirinden farklı iki temel etkinlik
gerçekleştirir; ilk olarak, ikinci tür düşünülür formlar, insan zihni tarafından,
ruhun alt yetilerinin de aracı ve yardımcı olduğu bir soyutlama süreci içerisinde
“çıkarsama” yoluyla kavranırlar. Bu soyutlama sürecinin çeşitli aşamalarında
ruhun düşünen kısmı çeşitli durumlarda varolarak, “kazanılmış akıl” (müstefad

9
Aydınlı, a.g.e. s. 99

107
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

akıl) düzeyine ulaşır ki, bu düzeyde o, önceki düzeylerden farklı olarak, başka
hiçbir yardımcı ve aracıya ihtiyaç duymaksızın, soyut bir töz olarak kendini
veya aynı anlamda bütün etkin düşünülürlerin formlarını, düşünülür formlar
olarak kavrar.
Aklın ikinci tür etkinliği ise, bir tür sezgisel etkinliktir ve bunun ilk
deneyimi aklın “kazanılmış akıl” düzeyine çıkması aracılığıyla yaşanmaktadır.
Çünkü, bu noktadan itibaren akıl, artık maddede bulunmayan soyut varlıklarla
yüzyüze gelmektedir. O, soyut varlıkları, maddeden soyutlamak suretiyle değil,
“akılsal bir sezgi edimiyle” bilir. Bu nedenle, çıkarsamacı aklın konusu ve
yardımcıları olarak nitelendirilen duyu ve imgelem yetileri bu türden bir
kavrayışta, artık, söz konusu değildir.
Farabi’ye göre bir takım özleri kavraması sonucunda etkinleşmesi ve
bunun aracılığıyla kendisini gerçekleştirmesi aşamasının ilk ayağında akıl,
“Edilgin Akıl” (Bi’l-Kuvve Akıl)’dır. Burada akıl, bazı etkinlikleri göstermesi
bakımından düşünülürlerin formlarını alma olanağına sahip bir yatkınlık
biçimindedir ve aynı zamanda aklın bu durumu, insan türünü diğer varlıklardan
ayırt eden temel özelliği yansıtır. Dolayısıyla bu akla güç halinde yani
potansiyel halde varolan akıl denilir. Başka deyişle “bu akıl ya bizzat ruhtur, ya
da ruhun bir kısmıdır, veya ruhun yetilerinden herhangi biridir. Onun mahiyeti,
bütün varolanlardaki formları veya özleri maddelerinden soyutlamak ve bir
çoğunu form kılma gücüne sahip olan bir şeydir”10. Burada formlar maddeden
ayrılmış, işlenmeye hazır hale gelmişlerdir. Bu bakımdan buradaki akıl, bir
benzetme yapılırsa, yeni doğan çocuğun ruhunda saklı bir güç, potansiyel olan
bir akıl gibidir ve yoğrulup şekillenmeyi bekleyen bir tunç veya çamur nasıl
potansiyel (kuvve) halinde bir heykel ise, şekillenip bilgi meydana getirecek
olan çocuğun aklı da güç halinde bilici demektir11.
Düşünen ruhta yerleşmiş bulunan veya varolan düşünülürlerin bir kısım
tözleri etkinlik halindeki akıldan ibaret olan düşünülürlerdir, bir kısmı ise etkin
halde düşünülürlerden olup tamamen serbest bulunabilmektedirler. Bir kısmı
ise, özleri itibariyle etkin halde varolmayan düşünülürlerdir. İnsanda bulunan
akıl ise, düşünülürlerin resimlerini kabule hazır halde (müheyya) bulunan
maddi bir yeti olup, hem edilgin olarak akıldır, hem de maddi (heyulani) bir

10
Farabi, a.g.e. s.194
11
Fahrettin Olguner; Farabi, İzmir, Akademi kitabevi, 1993, s. 93-94

108
Mehmet Ali SARI

akıldır. Bu durumdaki fikir ve düşünme yetisi ve güçlerin davranışları işlek


halde akıl olmayıp, edilginlikten etkinliğe yani güç halinden hareket haline,
eylem haline geçmeleri gerekmektedir. Bu bakımdan insandaki ilk akıl da
edilgin olarak varolan düşünülürlerdendir12. Öyle ki edilgin akılda
kavranılanlar veya düşünülürler olarak nitelendirilebilecek olan fikirler ve
bilgiler mevcuttur. Dolayısıyla bu evrede deneyimleri ve bilimsel bilgiyi
belirlemek ve bilimi oluşturmak insanın işi değil, insanın yüksek derecesinde
olan ruhun bir görevidir. Şu halde insanın bilgisi yukarıdan gelmiş olup akli
çalışma veya akılyürütmeyle elde edilmiş bir bilgi ve bilim olmayıp Tanrı
tarafından yapılan bir lütuftur (atiyyedir) 13.
Ne var ki Farabi’ye göre duyumlar aracılığıyla maddeden soyutlanan
formlar, özü kendileriyle varolan bu maddeden ayrılmış olmazlar; onlar sadece
bu akıl için bir form olurlar. Ancak burada, maddelerinden soyutlanan ve bu
mahiyet için form görevini gören form, eşyadan formları soyutlayan şeyin
isminden türetilmiş bir isim olmak üzere düşünülürdür14. Burada akıl, formları
üzerine alan bir cisim gibidir ve dolayısıyla akıl, formlara göre maddeyken,
formların araçlarına göre formdur.
Akıl edilgin haldeyken bir tür ruhtur veya daha doğrusu ruhun bir
kısmıdır, bir parçasıdır, kısacası ruhun yetilerinden bir tanesidir. Bu yeti
varlıkların özlerini ve formlarını kavramaya, onların örneklerini bürünmeye
eğilimli ve müsaittir. Varlıkların formları maddelerinden sıyrılıp, bu aklın
formları haline geldikleri zaman düşünülür hale getirilmiş olurlar. Ancak
varlıkların formlarının maddeden sıyrılma işlevi ruhun bir takım yetileri
neticesinde meydana gelmektedir.
Bu yetiler içerisinde yer alan duyumsama ve algılama neticesinde hayal
etme gücüne (imgelem) gelen birtakım resimler, formlar veya örnekler, bu
seviyeden sonra, imgelem yetisinin düşünülür kılma edimi sonucunda, formlar
maddeden tamamen ayrılırlar. Ne ki bu bakımdan akıl, kendisinden formların
çıkarılmış olduğu maddeye benzemektedir. Nasıl madde o şekle yani kendisini
o yapan forma bürünmüşse, ruhun bu yanı da veya akıl da, onun şeklini alır, o
şekle bürünür. Farabi bu görüşü şu örnekle açıklar; “Nasıl bir mum üzerine bir

12
Farabi; El-Medinetül Fazıla, Çev: Ahmet Ateş, İstanbul, 1990, s. 67
13
Farabi, Maani-ül Akl, s.194-195
14
Farabi, a.g.e. s.194

109
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

nakış yapılır, bu nakış o mum üzerinde sadece yüzeyde kalmayıp, içine


işleyerek bütün muma formunu verecek şekilde onu kavradığı ve mumun o
nakışın bütün formunu aldığı düşünülürse, işte düşünme kuvveti de eşyanın
formunu bu tarzda kavrar”15.
Bundan dolayı, güç halindeki akıl, maddeye ve alacağı formun
konusuna benzemektedir. Ancak burada edilgin aklın madde olmasıyla, diğer
cisimlerin madde olması farklı farklı durumlardır. Halbuki edilgin aklın kendisi
ile kavramın kendisi arasında bir fark yok gibi görünür. Edilgin aklın kendisi, o
cismin özü ve formu olacak durumdadır. Ne var ki, henüz kendisi o şekle
bürünmemiş, o formu ve içeriği kazanmamış durumdadır. Bundan dolayı o,
yani akıl, edilgin (Bil kuvve) ismini almaktadır; o form ve öz’ü kazanır
kazanmaz etkin halde akıl haline gelecektir16. Düşünülürler de henüz
maddelerinden sıyrılmadıkları için işlek halde değil, güç halinde bulunan
düşünülürlerdir. Maddelerinden sıyrıldıkları anda düşünülür, akıl da işlek
olarak meydana gelir ve işlek halde düşünülür haline gelir17. Esasen güç
halinde akıl işlek haldeki düşünülürle işlek yani etkinlik olarak akıl haline gelir
ve etkinlik halindeki düşünülür ile etkinlik yani işlek hâle getirilen akıl aynı
şeyi ifade eder.
Güç halinde olan yani işlek halde olmayan düşünülürlerin (makullerin)
işlek halde düşünülür olabilmeleri onların işlek akıl tarafından kavranmalarını
gerektirir. İşte bu noktada akıl, Etkinlik halindeki Akıl (Bil fi’il akıl) olur. Bu
durumdaki akla etkinlik halinde veya işlek halde akıl, güç halinden (kuvveden)
hareket haline, işler hâle geçmiş akıl denilir. Fakat aklın bu aşamaya gelmesi
için bir takım nitelikleri kazanması gerekmektedir. “Onları edilgin olmadan
etkin olmaya çıkaran aklın özünün, Farabi’ye göre herhangi bir maddeyle asla
ilgisi yoktur”18. Bu bakımdan kendinde, işlek halde bulunmayan düşünülürlerin
veya formların, on kategorinin ancak bir kısmının uygulanması neticesinde ve
yeni bir varlık tarzı kazanması sonucunda işlek akıl oldukları söylenebilir19.

15
Türker-Küyel; Arsitoteles ve Farab’nin Varlık ve Düşünce Öğretisi, Ankara,
A.Ü.D.T.C.F.Y.,1969 s. 129
16
Türker-Küyel, a. g. e., s. 129
17
Farabi, a.g.e., s.195
18
Farabi; El-Medinetül Fazıla, s. 67
19
Macit Fahri; İslam Felsefesi Tarihi, Çev: Kasım Turhan, İstanbul, İklim Yay., 1992, s. 114

110
Mehmet Ali SARI

Öyle ki, düşünülürlerin işlek akılda düşünülür olmaları demek,


düşünülürler o aklın formları olur demeye gelir. Bu anlamda etkinlik halinde
olan yani işlek akıl, işlek düşünülür ve akıl olmak demek aynı şeyi dile getirir.
“O halde Farabiye göre, hatırlama (taakkul) işlevi yani varlığın düşünce haline
gelmesi, varlığın formunun aynen akılda hissedilmesi”20 anlamını taşımaktadır.
Bu duruma göre varlık ve düşünce arasında ortak olan yön ise formdur, form
sayesinde düşünce varlığı kavrayabilmekte, varlığı kendi özüne
çevirebilmektedir. Böylelikle form hem kavranılacak olan nesne durumuna
geçmekte hem de kavrayan özne durumunda olabilmektedir. Ancak bunun
gerçekleşmesi aşamasında edilgin akıl kendi kendine işlek akıl haline gelemez,
o halde onu edilginlikten etkinlik haline geçirecek olan birtakım şartların
bulunması gerekmektedir, çünkü o kendi kendine bu etkinliği yani dönüştürme
işlemini yapamamaktadır21.
Bu ise ancak bir kavrayış aracılığıyla gerçekleşir. Bu kavrayış ve
dolayısıyla yetkinleşme içerisinde etkinlik haline yani işlek hale gelmeyi
bekleyen düşünülürler, etkinlik halinde düşünülür olmaları bakımından
maddenin veya nesnenin formlarıdır. Ancak bu formlar işlek halde olmaları
bakımından ruhun dışında bulunmaktadırlar. Bu düşünülürler zihinde işlek
olarak bulundukları zaman, onların işlek olan bu varlıkları, kendi maddelerinde
form olmaları bakımından olan varlıkları değildir. Çünkü “bu formlar zati
olarak var olmaları için, zaman, uzam, durum, nitelik, nicelik, etkinlik veya
hareket gibi bir takım kategorilere ihtiyaç duyarlar”22. Ne var ki düşünülürler
zihinde işler halde düşünülür oldukları anda kategorilere olan ihtiyaçları
ortadan kalkar ve düşünülürler dışarıda işlek olarak bulunduğu zaman evrenin
varlıklarından biri olurlar23. Bununla birlikte bütün varlıklar kavranabilirler ve
aklın hazır halde bulunan şekilleri haline gelebilirler. Böylece işlek haldeki
düşünülürler yine aklın kendi çabası ile işlek yani etkinlik halindeki akıl
biçimine gelebilirler. Bu şekildeki akıl, ancak bu form’a nazaran işlek halde
akıldır, başka formlara yani dışarıda bulunan algılanmaya hazır formlara göre

20
Türker-Küyel, a. g. e., s.129
21
Türker-Küyel, a. g. e., s.128-129
22
Türker-Küyel, a. g. e., s.130
23
Farabi; Maani-ül Akl, s.197

111
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

güç halinde akıl olmaya devam eder, çünkü onun işlek halde akla bürünmesi
için form biçiminde olması gerekmektedir24.
Etkinlik halindeki aklın hatırlaması veya ince işleyişi (taakkul) söz
konusu olduğu zaman onun anımsayabileceği şeyin ancak kendisi olması
durumu ortaya çıkabilir. Bundan dolayı hatırlanan, ince işleyişe konu olan bu
durum aynı zamanda işlek olan düşünülürden başka bir şey olamaz. Burada
aklın hatırladığı konu yani kendisi, daima etkinlik halindeki akıl olmaktadır.
Fakat dışarıdaki nesneler edilgin halde düşünülür durumundadırlar, o şeyler
hatırlanmadan önce yani ince kavrayışa konu olmadan önce, onların
formlarının maddeden ayrılmış veya sıyrılmış olması gerekmektedir. Ne var ki,
ortada birtakım şeyler vardır ve bunlar sadece form olarak bulunmaktadırlar.
Bu formların kavranması veya düşünülmesi için maddeden sıyrılma işlemine
uğramaları gerekmez25. Ancak o formlar yeniden kavranma konusu olmakla,
etkinlik halindeki akıl yeni bir akıl haline gelir, işte bu akıl “kazanılmış”
(müstefad) akıldır.
Eğer işlek aklın, etkinlik halindeki bütün düşünülür formları nasıl
bildiğini ve onlarla aynı olduğunu düşünürsek, bu durumda onun bilme
nesnesinin aklın kendinden başka bir şey olmadığının farkına varırız ki, bu
durumda akıl, kazanılmış (müstefad) akıl ismini alır26. Kazanılmış akıl
(Müstefad Akıl) “sırf düşünülürleri -makulleri- kavrayacak hâle gelmiş” akıl
demektir. Bu akıl insani varlığın elde edebileceği varoluş mertebelerinin en son
basamağını oluşturmaktadır. Teorik aklın bu en son düzeyinde insan adeta yeni
bir ontolojik statü kazanmakta; kendisi için bütünüyle farklı olan entelektüel
bir deneyim yaşamaktadır. Bu mertebede akıl, daha önce bir soyutlama
etkinliği içerisinde kazanılmış düşünülürleri -ki bunlar kendisinin formlarıdır-
edilgin düşünülürler olarak kavrar ve yeni bir statü kazanır27.

Bu durum içindeki teorik akıl, maddi bağıntılarından tamamen bağımsız


olarak gerçekleşmiş bulunan düşünülürleri kendinde kavrar ve ay-üstü
dünyanın maddeden yani öncesiz ve sonrasız olarak ayrı bulunan işlek olarak

24
Türker-Küyel, a. g. e., s.130
25
Türker-Küyel, a. g. e., s. 131
26
Fahri, a. g. e., s. 114
27
Aydınlı, a.g.e., s.97

112
Mehmet Ali SARI

düşünülürleri kavrayabilecek duruma yükselir. Bunun anlamı ise maddede


varolan formların olduğundan farklı bir varlık kazanacak tarzda maddelerinden
ayrılmasıdır28.
Böylelikle, artık, soyut varlıklar düzeninin insana en yakın olan
basamağında, hiçbir zaman maddede bulunmamış ve bulunmayacak olan faal
akıl (etkin akıl) yer almaktadır. Bu seviyeye gelmiş olan insan aklı, artık, faal
aklın yani etkin aklın kendisine bağışlayacağı soyut kavramları kavrama
yeteneğini kazanarak en üstte bulunan faal akıldan bir şeyler almış akıl
seviyesine çıkar29. Kazanılmış akıl, soyut kavramları kavrayan akıl anlamını da
taşıdığı için aklın bu seviyesi, bir takım yeti ve edimleri kazanmış olan akıl
olarak adlandırılmaktadır.
Kazanılmış akıl önceki kısma, yani etkinlik halindeki akla nazaran
maddeye göre form, etkinlik haline gelen akla göre bu eylemi gerçekleştirenin
konumu görünümündedir30. Kazanılmış akıl etkin aklın formuna benzer; etkin
akıl ise kazanılmış aklın maddesi ve konusu gibidir. Ne var ki, etkin akıl ayrıca
edilgin aklın da formudur, edilgin akıl ise onun maddesidir. Bu bakımdan yani
madde ve form bakımından akıllar arasında şu türden bir sıralama ortaya çıkar;
“kazanılmış akıl konu gibidir, bununla beraber işlek aklın formu yerindedir,
işlek akıl da kazanılmış aklın konusu yerinde olup, edilgin aklın formu
konumundadır”31.
Bundan başka kazanılmış düşünülürler, konularının yalnızca etkinlik
halinde olması bakımından da işlek akıldan ayrılırlar. Bu kısımda akıl, işlek
akıl tarafından maddeden ayrılan düşünülürleri ve maddi olmayan formları,
madde olmaması özelliğiyle kendini kavradığı gibi doğrudan doğruya kavrar32.
Kendisinde madde olmamanın en yüksek seviyesine ulaşan kazanılmış akla,
akıllara ilişkin ilerlemenin en yüksek noktası olarak gösterebiliriz. Çünkü
kazanılmış akıl maddeye en uzak olan bir akıldır, ondan sonra etkinlik
halindeki akıl gelir, nihayet daha aşağı derecelerde bulunan ve gitgide maddeye
yaklaşan formlar gelir. Nefsani formlar, doğa unsurlarının formları ve nihayet
ilk madde. Düzen aşağıdan yukarıya doğru, yani ilk maddeden itibaren

28
Farabi, a.g.e., s.197
29
Olguner, a. g. e., s. 94
30
Fahri, a. g. e., s. 114
31
Farabi; El-Medinetül Fazıla, s. 130
32
Fahri, a. g. e. s, . 114

113
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

düşündüğümüz zaman, heyulani maddedeki cisimsel form demek olan doğaya,


ondan sonra edilgin akla gelinir, sonra kazanılmış akıldan geçilerek faal akla
ulaşılır33.
O halde bu dünyada kazanılmış akıldan başlayan etkinlik halindeki
akıldan geçerek aşağı güçlere, doğaya, dört unsurun formlarına ve nihayet bu
dünyadaki varlık mertebelerinin en alt basamağını gösteren ilk maddeye inen
bir düzen vardır34. Bundan dolayı bütün kavranabilir formların toplamı olan
kazanılmış akla, bu dünya düzeninin saçağı olarak bakılabilir. Ayrıca tersten
yorumlandığında yine kazanılmış akıldan başlayarak, ötesinde, göksel küreye
ya da en altta fa’al aklın bulunduğu ay-üstü dünyaya ulaşan bir yükselme
vardır35. Bu bakımdan kazanılmış akıl, insan kavrayışının ve aklının ulaşmış
olduğu en yüksek seviyedir36.
İnsan aklının maddi düzeydeki varlığı, başlangıçta gerçekleşmemiş olan
tam bir yatkınlık veya olabilirliktir ve böylece bir yatkınlığa sahip olma
açısından bütün insanlar eşittir. Ne var ki özü gereği akıl olmamasından dolayı
insan, ancak bir yatkınlık olarak sahip olduğu entelektüel varlığını kendi başına
gerçekleştirip etkin hale getiremez. Farabi özellikle bu bağlamda, fiziksel
dünya ile fizik ötesi varlık dünyası arasında, insanın bundan sonraki hayatının
ayrılmaz bir parçası olarak sürekli devam edecek bir bağlantı ortaya koymaya
çalışır. Bu bağlantıda aktif olan taraf, hiç olmazsa işin başında, metafiziksel
olan taraf yani soyut akılların sonuncusu olan “faal akıl”dır. Bu akıl, insandaki
entelektüel oluşumun ve gelişimin insanın dışındaki nedenidir37. Faal akıl,
edilgin aklı etkinlik halinde akıl, edilgin düşünülürleri de işlek olan
düşünülürler haline getiren ve böylece insandaki akli gelişmeyi yöneten
etkendir.
Faal akıl insani akıl ile Tanrısal akıl arasında bir köprüdür ve bu
bakımdan bu akıl, maddeden arınmış olan, maddeden bağımsız olan varlıkların
birinci basamağını meydana getirir. Faal akıl hazır halde veya güç halinde olan
düşünülürü etkin hâle getiren akıldır. Faal aklın edilgin akla durumu ise,

33
Türker-Küyel, a. g. e., s. 130
34
Farabi; Maani-ül Akl, s.199
35
Fahri, a. g. e., s. 114
36
Henry Corbin; İslam Felsefesi Tarihi, İstanbul, Çev: Hüseyin Hatemi, İletişim Yay. II. Baskı,
1994, s. 292
37
Aydınlı, a.g.e., s.99

114
Mehmet Ali SARI

güneşin, karanlıkta kaldıkça, edilgin halde görüş olan göze durumu gibidir.
Karanlık demek edilgin halde ışık demektir veya etkin halde ışığın yokluğu
anlamına gelir. Işık ise, aydınlık bir kaynakla aydınlanmadır38. Göz ışık olduğu
zaman, etkin olarak görür, yani renkler etkin olarak görünürler. Ve böylece bu
ışık sayesinde göz, güneşin kendisini görür, bu durumda da edilgin olarak göz,
etkin olarak göz olur.
Dolayısıyla maddi akla hareket haline geçebilecek olan akıl yani
münfail akıl denilir39. Demek ki ışık edilgin olarak görünen şeyleri etkin olarak
görünen şeyler haline getirebilmektedir, işte edilgin akıl şeffaf olan fakat,
henüz ışık olmamış olan şeye benzemektedir40. Nasıl güneş ışık gibi bir şey
aracılığıyla gözü etkin olarak görücü durumuna getiriyorsa, faal akıl da güneşe
benzeyen bir hareketle edilgin aklı etkin akıl haline getirebilmektedir.
Farabi’ye göre düşünen ruhta (kuvve-i natıka) ve doğanın verdiklerinde,
kendiliklerinden etkin halde akleden olma yeteneği yoktur41. Bunlar etkin halde
akleden etkin akıl olabilmek için kendilerini güç -potansiyel- halinden etkin,
hareket haline geçirecek olan bir şeye ihtiyaç duyarlar ki, buna da faal akıl
denilir. Faal akıl yardımıyla kendilerinde akledilenler -düşünülürler- meydana
gelince edilgin olan akıl etkinlik halinde olan akıl konumuna geçer.
Faal akıl sayesinde insan aklı etkin akıl ve düşünme veya akledebilme
yeteneği kazanmış olur. Faal akıl insan aklını etkin akıl durumuna getirir ve
ayrıca edilgin olarak düşünülür olanları da etkin olarak düşünülür durumuna
getirir. Faal akıl, varlıksal olarak, insan üzerinde ve insanın evrenine en yakın
varlıktır, maddelerin üzerine şekillerini yansıtarak ve edilgin olan insan
kavrayışına bu şekillerin bilgisini yansıtır42.
Farabi’ye göre faal akıl, maddeden sıyrılmış olarak ezelden beri mevcut
bulunmaktadır, sonradan maddesinden sıyrılmış değildir43. Formların ilk
madde ile veya diğer maddelerle birleşmesi faal akılda ezelden beri bulunan
formların onlara uygulanmasıyla gerçekleşir. Faal akıl form yarattığı maddeye
göre bazen etkindir bazen edilgindir. Ancak faal akıl ilk neden değildir; tek

38
Türker-Küyel, a. g. e., s. 130
39
Farabi; El-Medinetül Fazıla, s. 68
40
Türker-Küyel, a. g. e., s. 130
41
Olguner, a. g. e., s. 148
42
Corbin, a. g. e., s. 292
43
Türker-Küyel, a. g. e., s. 131

115
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

başına, içinde harekette bulunduğu maddeyi yaratamaz44. Bundan dolayı faal


akıl etkinlikte bulunduğu maddeyi kendisine verecek olan başka bir nedene
veya illete ihtiyaç duymaktadır.
Bu anlamda faal aklın faaliyeti ve etkinlikte bulunduğu konu ya
cisimlerdir veya cisimlerdeki kuvvetlerdir, bu konular ve maddeler faal akla
göksel cisimler tarafından verilmektedir45. Ne ki faal aklın faaliyeti kesintisiz
ve değişmez değildir, bu ondaki bir hareketsizlik nedeninden değil, ancak daha
çok onun üzerinde etki yapması gereken maddenin eksikliği veya ondan taşan
formu almaya yeterince hazır olmaması gibi bazı nedenlerdendir46.
Farabi’ye göre faal aklın etkinliği mükemmelliğinden dolayıdır. Bu
nedenle de bir halden bir hâle geçme olanağı yoktur. Böyle olduğu halde etki
yapması ve birçok formlar oluşturmasının nedeni ise, maddenin çeşitliliğinden
ve niteliğinden meydana gelmektedir. Daha doğrusu faal akıl insana bilgiyi
veren insan ruhuyla ilişkide bulunan bir akıldır, aksi halde insanın bilgisi,
kendi aklının çalışmasıyla meydana gelmiş değildir.
Çünkü faal akıl insanın bu dünyadaki mutluluğunun kaynağıdır, bu da
ancak ilk öncüllerin kavranması ile gerçekleşir. Öyle ki düşüncenin varlığa
etkisini sağlayan akılyürütmeler içinde öyleleri vardır ki onlar ne kanıtlama ile,
ne de bir çıkarım veya akılyürütme sonucunda elde edilmişlerdir; onların
nereden ve nasıl oluştukları tam olarak bilinmez. Bununla beraber onlar tümel,
zorunlu ve doğru olan önermelerdir ve zihinde kesin bir bilimle kavranırlar47.
Bu ilk öncüller (hakikatler) olarak sınıflandırılan grubun zıtlarından biri
sınırsızca doğru, diğeri ise sınırsızca yanlış olarak kabul edilmektedir. İşte bu
noktada, insanın gayesi olan mutluluğa ulaşmasını sağlayacak olan bilim ve
felsefenin amacı, bu ilk bilgi ve hakikatlerin nereden ve nasıl geldiğini
araştırmak ve bilmektir48.
Bu anlamda Farabi’ye göre ilk öncüller ve hakikatleri kavrayan bir ruh
yetisidir. Bu yeti ruhun bir parçasıdır ve yaratılıştan itibaren insanla beraber
bulunandır. Bundan dolayı doğuştan getirilen ilk öncülleri kavrar; madem ki
genel olarak asıl düşünme edimi etkin aklın bir işlevidir, edilgin aklı etkinlik

44
Türker-Küyel, a. g. e., s. 131
45
Türker-Küyel, a. g. e., s. 131
46
Fahri, a. g. e., s. 115
47
Türker-Küyel, a. g. e., s. 131
48
Hüseyin Atay; Farabi ve İbn-i Sina’ya Göre Yaratma, Ankara, A.Ü.İ.F.Y., 1974, s. 4-5

116
Mehmet Ali SARI

halinde akıl biçimine getiren de faal akıldır. Dolayısıyla da ilk öncülleri


kavrayanın ve aynı zamanda ilk öncülleri varlığa getirenin de de faal akıl
olabileceği söylenebilir.49 Çünkü faal aklın insan aklında yaptığı bu aydınlatma
ile, insan ile insan üstü arasında bir köprü kuran ruhun düşünen yanı, faal aklın
kendisinde meydana getirdiği bu köklü değişim sayesinde, bizzat faal aklın
kendisini düşünme olanağını elde eder. Bu ilişki insanın sanatsal, teknik,
ahlaksal ve metafiziksel olanakları ile başarılarının varlık zeminini oluşturur.
Bu metafizik ilişkinin insani varlıktaki ilk belirtisi, onda, onun ilk yetkinliğini
oluşturan “ilk öncüllerin” meydana gelmesidir ki, bunların sağladığı olanak
içerisinde insanlık düzeyinde evrensel bir anlaşma zemini oluşur. Böylelikle ilk
öncüller bütün insanlarda ortak olarak bulunan a priori ilkeler olurlar.
Buraya kadar anlatılanlara baktığımızda, Farabi’nin bilmekle ilgisinde
dile getirilen akıl anlayışıyla Aristoteles’in etkisinde kaldığı akla ilişkin
varlıksal belirlenimde ise Platinos’cu bir etkinin varolduğu söylenebilir. Çünkü
bu durumda akıl, Tanrı’dan taşan ilk varlıktır ve bütün varoluş bu etkinlik
altında gerçekleşir. Bundan dolayı Farabi akıl anlayışıyla farklı olan her iki
düşünceyi İslam anlayışı ile birlikte bir araya getirmiştir.
Ancak Farabi, Aristoteles’ten farklı olarak ilk öncüllerin veya
düşünülürlerin kavranması ve ortaya konulmasıyla ilgisinde, “Kazanılmış
Akıl” ve “Faal Akıl”ı ortaya koyar. Bu durumda bilgisel belirlenimlerde
bulunan akıl, ilk öncüllere ilişkin bilginin elde edilmesinde, ruhun bir yetisi ve
ruhun bir parçasıdır. Bu yüzden, maddi dünyadan daha doğrusu cisimsel
olmaktan yoksun olan formların kavranması da, madde olmaktan yoksun olan
akıl aracılığıyla gerçekleşmektedir. Ancak akıl üst formlara ulaşmada birtakım
değişikliklere uğrayarak bir farklılaşmayı göstermektedir. Bu süreç esnasında
aklın kendisini kavrayarak ortaya koyduğu, kendisinin bilincine erişerek başka
bir değişle etkinleşerek yetkinleştiği söylenebilir. Çünkü aklın kavradığı
düşünülürler aklın kendisiyle aynı olmaktadır ve dolayısıyla akıl kendi kendini
kavramaktadır.
Aynı şekilde Farabi, felsefesinde bütünlüğü oluşturmak daha doğrusu
insanın varlığını bir yönüyle maddi dünyaya bağlı olduğunu bir yanıyla da
akıllar dünyasına bağlı olduğunu göstermek için, aklı varlıksal olarak da iki

49
Türker-Küyel, a. g. e., s. 131-132

117
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 101 – 118

dünya arasına yerleştirir. Bu durumda akıl, insanın teorik düşünmesinin


gerçekleşmesini sağlayarak, maddi olmayan bir başka değişle ay-üstü dünyaya
ulaşmasını sağlar ki, bu akıl da “faal akıldır”. Bu yüzden faal akıl herşeyin
üstünde bir akıl olarak hem varlıksal hem de bilgisel bir belirlenimi gösterir.
Faal akıl varlıksal olarak maddi dünya ile maddi olmayan dünya arasında bir
köprüdür; aynı zamanda da ilkeleri ortaya koyan, onların kavranmasını
sağlayan “genel” bir akıldır.
Akla ilişkin bu belirlenimlere göre, insanın bir gücü olarak akıl
anlayışından ayrıca ay-altı dünyayı yöneten akılla ve sonunda kendini düşünen
etkin düşünce olarak tanımlanılan, dolayısıyla bütün varlığın nihai ilkesi
şeklindeki akıl anlayışına yükselen bilgi kuramı ortaya çıkmaktadır. O halde
Farabi tarafından akıl’ın birbiriyle yakın ilişki içinde bilgisel, kosmolojik ve
varlıksal olarak üç ayrı bakımdan tasarlandığını ve sınıflandırıldığını
söyleyebiliriz.

KAYNAKÇA

ATAY, Hüseyin: “Farabi ve İbn-i Sina’ya Göre Yaratma”, A.Ü.İ.F.Y., Ankara,


1974
AYDINLI, Yaşar: “Farabi’de Tanrı-İnsan İlişkisi”, İz Yayıncılık, İstanbul,
2000
CORBİN, Henry: “İslam Felsefesi Tarihi”, Çev: Hüseyin Hatemi, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1990
FAHRİ, Macit: “İslam Felsefesi Tarihi”, Çev: Kasım Turhan, İklim Yayınları,
İstanbul, 1992
FARABİ: “El-Medinetül Fazıla”, Çev: Ahmet Ateş, İstanbul, 1990
FARABİ: “Maani-ül Akl”, Çev: H.Ziya Ülken, Kıvamettin Burslan, Kanaat
Kitabevi, İstanbul.
OLGUNER, Fahrettin: “Farabi”, Akademi Kitabevi, İzmir, 1993
TÜRKER-KÜYEL, Mübahat: “Aristoteles ve Farabi’nin varlık ve Düşünce
Öğretisi”, A.Ü.D.T.C.F.Y., Ankara, 1969
ÜLKEN, Hilmi Ziya: “İslam Felsefesi”, Selçuk Yayınları, Ankara, 1957

118

You might also like