You are on page 1of 269

1

Patrick Süskind

KOKU

ROMAN

2
Özgün adı Das Parfüm
Almanca aslından çeviren TEVFİK TURAN
Yayın Yönetmen: İlknur Özdemir
Dizgi: Gülay Yıldız
Düzelti: Nurten Sönmezcan
Montaj: Mine Sarıkaya
Kapak Düzeni: Semih Özcan
Kapaktaki Resim: Dominik Alterio
Kapak Baskı: Çetin Ofset
İç Baskı: Özal Basımevi
Cilt : ZE Ciltevi

© Diogenes Verlag AG Zürich / Onk Ajans Ltd. Şti. Can


Yayınları Ltd. Şti. (1985)
CAN YAYINLARI LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No. 2 80060 Galatasaray, İstanbul

Patrick Süskind, 1949 yılında Bavyera'da doğdu. Münih'te


ve Fransa'da edebiyat eğitimi gördü. Koku adlı ilk
romanıyla üne kavuştu. Senaryo çalışmaları, sahne oyunları
vardır.

3
BİRİNCİ BÖLÜM

On sekizinci yüzyılda Fransa’da, dâhi ve iğrenç kişiler


yönünden hiç de yoksul olmayan, bu dönemin en dâhi ve
en iğrenç kişilerinden biri sayılması gereken bir adam
yaşadı. Burada onun hikâyesi anlatılacak. Adı Jean Baptiste
Grenouille. Eğer bu ad, de Sade, Saint-Just, Bonaparte vb.
mendebur dâhi adlarının tersine bugün unutulmuşsa, bu
kesinlikle Grenouille’un, kendini beğenmişlik, insan
saymazlık, ahlaksızlık, kısacası allahsızlık bakımından bu
ünlü ve karanlık adamlarla boy ölçüşemeyeceğinden değil,
dehası ve tek hırsı, tarihte iz bırakmamış bir alanla kısıtlı
kaldığı içindir:
O varla yok arası, kokular dünyası.

Sözünü ettiğimiz dönemde kentlerde, biz çağdaş


insanlar için tasarlanması bile güç, pis bir koku hüküm
sürmekteydi. Caddeler gübre kokardı, avlular sidik kokardı,
merdivenler çürümüş tahta ve sıçan yağı,
havalandırılmayan odalar küflü toz, yatak odaları yağlı
çarşaf ve nemli kuştüyü yorgan kokar, lazımlıkların o
keskin-tatlı rayihasıyla dolardı.
Bacalardan kükürt, tabakhanelerden yakıcı soda,
mezbahalardan pıhtılaşmış kan kokusu gelirdi. İnsanlar ter
ve yıkanmamış elbise kokardı; ağızları çürük diş, mideleri
soğan suyu, gövdeleri, artık pek genç de değillerse, bayat
peynir, ekşi süt, urlu hastalık kokuları yayardı. Irmaklar
kokar, meydanlar kokar, kiliseler kokar, köprü altları ve

4
saray içleri kokardı. Çiftçi de, rahip de, zanaatçı kalfası da,
ustanın karısı da kokar, bütün soylu tabaka, hatta kral bile,
yırtıcı bir hayvan gibi kokar, kraliçeyse ihtiyar bir domuz
gibi kokardı, yaz olsun kış olsun. Çünkü bakterilerin
çürütücü etkinliğine daha dur diyen olmamıştı on sekizinci
yüzyılda; bu yüzden gerek serpilmekte, gerekse sönmekte
olan hayatta, pis kokuların eşlik etmediği bir görünüm,
yapıcı veya yıkıcı bir insan eylemi yoktu. Ve tabii Paris’teydi
en büyük koku, çünkü Paris, Fransa’nın en büyük kentiydi.
Paris’in içindeyse, kokunun özellikle cehennem etkisi
gösterdiği bir yer vardı: Rue aux Fers ile Rue de la
Ferronerie arası, Cimetiere des Innocents denen yer. Sekiz
yüzyıl boyunca buraya Hotel Dieu Hastanesi’yle çevredeki
küçük kilise cemaatlerinin ölüleri getirilmiş, sekiz yüzyıl
günbegün düzinelerle kadavra, araba araba taşınıp uzun
çukurlara doldurulmuş, sekiz yüzyıl boyunca dehlizlere,
kemikhanelere kemik üstüne kemik yığılmıştı. Neden
sonra, Fransız Devrimi’ne az kala ceset çukurlarından
bazılarının tehlikeli biçimde çökmesiyle o tıklım tıklım
dolu mezarlığın kokusu çevrede oturanları, artık protesto
sınırında kalmayan gerçek ayaklanmalara sürükleyince
burası kesin olarak işletmeye kapatıldı. Yer yarılarak
altındaki milyonlarca kemik ve kafatası Montmartre’ın
katakomplarına tıkıldı, mezarlığın yerine de bir yaş sebze-
meyve pazarı kuruldu.

İşte burada, bütün krallığın en pis kokan yerinde, 17


Temmuz 1738 günü doğdu Jean-Baptiste Gre-nouille. Yılın
en sıcak günlerinden biriydi. Sıcak, mezarlığın üstüne
kurşun gibi çökmüş, çürük kavunların kokusuyla yanmış
boynuzu andıran mezarlık havasından oluşan bir karışımı
yan sokaklara doğru bastırıyordu. Grenouille’in annesi

5
sancılar başladığında Rue aux Fers’de bir balıkçı tezgâhının
başında oturmuş, daha önce temizlediği akbalıkların
pulunu kazımaktaydı. Balıklar sözüm ona daha o sabah
Seine’den çıkmışlardı ama, öyle kokuyorlardı ki ceset
kokusu bile duyulmuyordu. Grenouille’in annesiyse, ne
balık ne ceset kokusu alacak haldeydi, çünkü kokulara karşı
son derece körelmişti burnu. Artık tek istediği, sancının bir
an önce bitmesiydi. Beşinci doğumuydu. Beşi de burada,
balıkçı tezgâhının yanı başında olmuştu. Doğanların beşi de
ya ölü ya yarı ölü doğmuştu, çünkü içinden çıkan o kanlı et
parçaları, yerde serili balık artıklarından pek farklı değildi,
çok da yaşamazlardı; akşam olunca yerde ne varsa kürek
kürek toplanır, el arabasıyla karşıya, mezarlığa ya da aşağı,
ırmağa taşınırdı. Bugün de öyle olacaktı ve Grenouille’in
annesi ki genç bir kadındı, henüz yirmilerinin ortalarında.
Daha enikonu güzel, hemen hemen bütün dişleri henüz
yerinde, başında daha biraz saçı bulunan, gut, frengi ve
hafif ince bir hastalık dışında bir illeti olmayan, daha uzun
yıllar, belki bir beş ya da on yıl yaşamayı uman… Hatta
günün birinde evlenmeyi, dul bir zanaatçının karısı olup
sahici çocuklar doğurmayı düşleyen... Grenouille’in annesi,
ne olacaksa olsun artık, diyordu. Nitekim son sancılar
gelince balık temizlediği tezgâhın altına çöküp orada, daha
önce beş kez yaptığı gibi, doğurdu, balık bıçağıyla yeni
doğmuş nesneyi kendinden ayırdı. Ama sonra sıcağın, bir
de koku olarak değil de sadece dayanılmaz, uyuşturucu bir
hava -bir leylak tarlası, ya da içine çok fazla nergis konmuş
dar bir oda- gibi algıladığı pis kokunun etkisiyle bayıldı,
yana yakılarak masanın altından caddenin orta yerine
düştü, elinde bıçakla uzandı kaldı.

Bağrışmalar, koşuşmalar, bön bön bakan kalabalık.

6
Polis çağrılıyor. Elinde bıçakla hâlâ yolun ortasında yatan
kadın, yavaş yavaş kendine geliyor.
“Nesi varmış?”
“Hiç.”
“Bıçakla ne yapıyormuş?”
“Hiç.”
“Eteklerindeki kan lekesi nereden geliyormuş?”
“Balıklardan.”

Ayağa kalkıyor, bıçağı bir yana atıp yıkanmaya gidiyor.


İşte o sırada, kim bekler ki böyle bir şeyi, tezgâhın
altındaki yeni doğmuş çocuk bağırmaya başlıyor. Arıyor
çevredekiler, bir sinek bulutunun altından, balık
kafalarının, organlarının arasından bebeği çıkarıyorlar.
Çocuk resmi makamlarca sütanneye veriliyor, anne
tutuklanıyor. Suçunu itiraf etmesi; çocuğu ölüme terk
edecek olduğunu, zaten daha önce de beş çocuğunu aynı
biçimde ölüme yolladığını söylemesi üzerine yargılanıyor.
Mükerrer evlat katlinden hüküm giyiyor ve birkaç hafta
sonra Place de Greve’de kafası uçuruluyor.
Çocuk bu sırada üçüncü kez sütanne değiştiriyordu.
Hiçbiri ona birkaç günden fazla bakmak istememişti. Çok
arsız, diyorlardı, iki çocuğun emeceği sütü emiyor, öbür
çocukların sütüne, dolayısıyla kendilerinin, sütannelerin
geçimine engel oluyordu; çünkü tek bir çocuğu emzirmek
kazanç getirmiyordu. Sorumlu polis komiseri, La Fosse diye
biri, bu konudan bıkmıştı artık ve çocuğu, Rue Saint-
Antoine’nin öbür ucundaki, sokakta bulunmuş ve kimsesiz
çocukların toplanıp küme küme her gün Rouen’daki büyük
kimsesiz çocuklar devlet yurduna gönderildiği toplama

7
yerine iletecekti. Ne var ki, bu gönderme işi küfeci
hamallarıyla yapıldığından ve içlerine, masrafı kısmak için
dört bebeğinin birden konduğu küfelerde geçen yolculukta
ölüm oranı olağanüstü yüksek olduğundan ve bu yüzden
küfeciler sadece vaftiz edilmiş ve Rouen’dan damgalanmış
yol kâğıdı olan bebekleri taşımakla yükümlü
kılındıklarından; gelgelelim Grenouille çocuk ne vaftizli ne
de yol kâğıdına usulünce işlenecek bir ad sahibi
olduğundan, ayrıca bütün öbür işlemleri gereksiz kılacak
bir yol olan, çocuğu bilinmeyen kişiler eliyle toplama
yerinin kapısına bırakma işi de polisin başvurabileceği bir
çare sayılamayacağından... - yani bebeğin şehir dışı
edilmesinde doğabilecek bir dizi bürokratik ve idari türde
zorluklar nedeniyle, ayrıca zaman da gittikçe daraldığından,
polis komiseri La Fosse önceki kararından dönerek oğlanın
makbuz karşılığında, vaftizini yapacak ve sonraki kaderi
hakkında karara varacak herhangi bir dinsel kuruma
bırakılması yolunda talimat verdi.

Çocuktan, Rue Saint-Martin’deki Saint-Merri


manastırında kurtuldular. Vaftiz edildi, Jean-Baptiste adını
aldı. Ve başrahip o gün keyifli bir gününde bulunduğu için,
çocuğu Rouen’a yollamayıp manastır hesabına
büyütülmesini istedi. Bebek bu amaçla Rue Saint-Denis’de
Jeanne Bussie adlı bir kadına verildi; kadına da zahmetinin
karşılığı olmak üzere üç frank haftalık bağlandı.

II

Birkaç hafta sonra sütanne Jeanne Bussie, elinde saplı


bir sepet, Saint-Merri manastırının kapısına dikilmiş, kapıyı

8
açan Papaz Terrier’ye -ellilerinde, dazlak kafalı, hafif sirke
kokan bir rahipti bu- “İşte!” deyip sepeti eşiğe
bırakıvermişti.
“Ne bu?” dedi Terrier, sepete doğru eğilip koklamaya
koyuldu; yenecek bir şey olduğunu umuyordu.
“Rue aux Fers’deki katil ananın piçi!”
Papaz parmağıyla sepetin içini karıştıra karıştıra
uyumakta olan bebenin yüzünü açtı.
“İyi görünüyor. Pespembe. İyi beslenmiş.”
“Beni yedi bitirdi de ondan. Ne canım varsa çekti aldı
da ondan, kemiklerime kadar. Ama bu iş burada biter. Alın
kendiniz doyurun artık, keçi sütü verin, çorba, pancar suyu.
Her şeyi yer bu piç.”
Papaz Terrier kalender insandı. İşleri arasında
manastırın yardım fonunun yönetilmesi, yoksullarla
muhtaçlara para dağıtılması da vardı. Bunlar karşılığında
beklediği, kendisine bir teşekkür ederiz deyip daha fazla
rahatsız etmemeleriydi. Yol yordamla ilgili ayrıntıları zerre
kadar sevmezdi, çünkü ayrıntı hep zorluk demekti,
zorluklarsa iç huzurunun bir süre bozulması anlamına
gelirdi ki, buna hiç mi hiç dayanamazdı. Şimdi de kapıyı
açtığına kızıyordu. Tek dileği kadının sepetini alıp evine
gitmesi, böyle bebek sorunlarıyla başını ağrıtmamasıydı.
Yavaşça doğruldu, bir solukta sütannenin yaydığı süt ve
peynirsi koyun yünü karışımı kokuyu içine çekti. Hoş bir
kokuydu bu.
“Ne istiyorsun, anlamıyorum. Ne demek oluyor bu,
gerçekten anlamıyorum. Bana sorarsan hiçbir zararı olmaz
yavruya, şöyle uzun bir süre daha memeni emse.”
“Ona bir zararı olmaz,” diye köpürdü sütanne, “ama
bana olur. Beş kilo verdim üç kişinin yediğini yediğim

9
halde. Karşılığı da ne ki? Haftada üç frank!”
“Ha, şunu desene,” dedi Terrier, rahatlamış gibiydi,
“şimdi anladım: Yani gene para meselesi.”
“Hayır!” dedi kadın.
“Evet! Hep paradır mesele. Bu kapı ne zaman vurulsa,
para için vurulur. Hep dilemişimdir, ne olur bir kere de
kapıyı açınca başka bir niyetle gelmiş biri çıksa karşıma.
Düşünüp de ufak bir armağan getiren biri örneğin. Hani
azıcık yemiş ya da birkaç fındık fıstık, getirecek şey mi yok
şu güz vakti. Belki de birkaç sap çiçek. Ya da biri sırf öyle
uğrayıp bir candan ‘Tanrı’nın selamı, Peder Terrier, güzel
bir gün dilerim size!’ diyecek olsa. Ama o günü
göremeyeceğim galiba. Dilenci değilse satıcıdır, satıcı
değilse zanaatkar, sadaka istemiyorsa çıkardığı hesabı verir
insanın eline. Hele sokağa hiç mi hiç çıkamaz oldum.
Çıkarsam daha üç adım atmadan çevremi para isteyen
birileri sarıyor.”
“Ben onlardan değilim,” dedi sütanne.
“Ama şunu aklına koy: Sen bu kilisenin semtinde tek
sütanne değilsin. Yüzlerce birinci sınıf analık var, hepsi de
yarış ederler böyle şirin bir bebeği haftada üç franka
emzirmek, çorbalar, ezmeler ya da başka gıdalarla
doyurmak için...”
“O zaman onlardan birine verin!”
“... Öte yandan, bir çocuğu öyle oradan oraya itip
kakmak da iyi değildir. Bakalım başkasının sütü ona seninki
gibi yarayacak mı? Senin göğsünün kokusuna alışmıştır
çocuk, emin ol, senin kalbinin vuruşuna bile alışmıştır,”
deyip bir daha derin derin içine çekti sütannenin yaydığı
sıcak buğuyu, sonra da, sözlerinin kadını etkilemediğini
görünce: “Haydi, al şimdi çocuğu da git evine! Ben konuyu

10
başrahiple görüşeceğim. Ona çocuk için ileride sana haftada
dört frank verilmesini önereceğim,” dedi.
“Hayır,” dedi sütanne.
“Pekâlâ: Beş!”
“Hayır.”
“Daha ne istiyorsun ki?” diye bağırdı Terrier kadına.
“Haftada beş frank dünyanın parası, küçük bir çocuğu
beslemek gibi sıradan bir iş için!”
“Benim para filan istediğim yok,” dedi sütanne. “Ben bu
piç evimden gitsin istiyorum.”
“İyi ama niçin be kadıncağız?” dedi Terrier ve gene
saplı sepetin içini karıştırmaya başladı. “Baksana, dünyanın
en sevimli çocuğu bu. Rengi pembe, ağlamıyor, güzel güzel
uyuyor, hem de vaftizli.”
“Onun içine şeytan girmiş.”
Çabucak çekti elini Terrier sepetin içinden.
“Olamaz! Kesinlikle mümkün değildir bir süt bebesinin
içine şeytanın girmesi. Süt bebesi daha bir insan değil,
taslak-insandır ve tam gelişmiş bir ruhu yoktur henüz. Bu
yüzden de şeytanın ilgisini çekmez. Konuşmaya başladı mı
ki, çocuk? Durup durup çırpmıyor mu? Odadaki eşyaları mı
yerinden oynatıyor? Pis bir koku mu yayıyor?”
“Hiç kokmuyor,” dedi sütanne.
“İşte gördün mü? Bu, açık bir kanıt. İçine şeytan girmiş
olsaydı, pis pis kokardı.”
Bunun üzerine Terrier sütanneyi yatıştırmak, hem de
kendi yürekliliğini göstermek için sepeti kaldırıp burnuna
tuttu.
“Ben hiçbir garip koku duymuyorum,” dedi bir süre
burnunu çektikten sonra, “gerçekten hiçbir gariplik yok. Bir

11
koku var gerçi ama, bezlerinden geliyor gibi.” Sonra sepeti,
bu izlenimini doğrulaması için kadına uzattı.
“Benim dediğim o değil,” dedi sütanne hırçın hırçın ve
sepeti geri itti. “Benim dediğim o, bezinin içindeki değil.
Dışkısı kokuyor pekâlâ. Kendisi, piçin kendisi kokmuyor.”
“Sağlıklı da onun için,” diye bağırdı Terrier, “sağlıklı da
onun için kokmuyor! Yalnız hasta çocuklar kokar, bilinen
bir şeydir bu. Bilindiği üzere çiçek olan çocuk at gübresi,
kızıl sıtması tutmuş çocuk çürük elma, veremli bir çocuksa
soğan kokar. Bunun sağlığı yerinde, bütün eksiği o! Pis pis
koksun mu istiyorsun? Kendi çocukların kokuyor mu
senin?”
“Hayır,” dedi kadın. “Benim çocuklarım, bir insan
yavrusu nasıl kokması gerekiyorsa öyle kokarlar.”
Terrier sepeti dikkatle yere koydu, çünkü içinde
karşısındaki inat kumkumasına karşı bir öfke dalgasının
kabarmaya başladığını hissediyordu. Tartışmanın gelecek
evresinde el kol hareketlerini daha rahat kullanabilmek için
her iki koluna da gereksinmesi mümkündü. Bu arada
bebeğe bir zarar gelmesini de istemiyordu. Ama önce
ellerini arkasında kenetleyip sivri göbeğini sütanneye doğru
uzattı ve kesin bir tavırla sordu:
“Demek sen, bir insan yavrusunun ve aynı zamanda
bunu da hatırlatmak isterim, hele vaftiz edilmiş olduğuna
göre bir Tanrı evladının nasıl kokması gerektiğini bildiğini
ileri sürüyorsun?”
“Evet,” dedi sütanne.
“Ve ayrıca iddia etmektesin ki, sen Rue Saint Denisli
sütanne Jeanne Bussie’nin kokması gerektiğini düşündüğün
gibi kokmadığı takdirde, çocuğun şeytanın çocuğu olması
gerektiğine inanıyorsun, öyle mi?”

12
Sol elini arkasından çekip kıvrık işaret parmağını
gözdağı verir gibi kadının yüzüne doğru tuttu. Sütanne
düşünüyordu. Konuşmanın birdenbire, sonunda kendisinin
ancak yenik düşeceği, bir dinbilim sorgulamasına
dönüşmesi işine gelmemişti.
“O kadar da demedim,” diye kaçamak bir yanıt verdi.
“Bu işin şeytanla bir ilgisi var mı yok mu, orasına siz karar
vermelisiniz, Peder Terrier, o iş benim harcım değil. Benim
bir bildiğim varsa o da, bu çocuğun beni dehşetlere
saldığıdır: Çünkü bu, çocuk gibi kokmuyor.”
“Yaa,” dedi Terrier memnunlukla, kolunu yerine
indirdi. “Şu şeytan lafını geri alıyoruz öyleyse. Güzel. Ama
çok rica ederim, söyler misin bana: Nasıl kokar ki bir süt
bebesi, senin kokması gerektiğine inandığın gibi
kokuyorsa? Hım?”
“Güzel kokar,” dedi sütanne.
“Ne demek güzel?” diye parladı Terrier. “Güzel kokan
şey çok. Bir demet lavanta güzel kokar. Çorbalık et güzel
kokar. Arabistan’ın bahçeleri güzel kokar. Bir süt bebesi
nasıl kokar, onu bilmek istiyorum!”

Sütanne duraladı. Bebeklerin nasıl koktuğunu elbet


biliyordu, çok iyi biliyordu, şimdiye kadar düzinelerce
bebek beslemiş, bakmış, sallamış, öpmüştü... geceleyin
yattıkları yeri burnuyla bulabilirdi, şimdi bile açık seçik
burnunda duyuyordu süt bebeği kokusunu. Ama bu kokuyu
sözcüklerle tanımladığı o güne değin hiç olmamıştı.
“Ee?” diye homurdandı Terrier, sabırsız sabırsız
tırnaklarını çıtlatmaya başladı.
“Yani,” diye söze başladı sütanne, “anlatması öyle kolay
değil, çünkü... çünkü her tarafları gerçi güzel kokar ama,

13
aynı kokmaz, Peder, anlıyor musunuz, yani diyelim
ayakları, ayakları düz, sıcak bir taş gibi kokar - yok, daha
çok süzme yoğurt gibi... ya da tereyağı, evet tamam: Taze
tereyağı gibi kokar ayakları. Vücutlarıyla şey... süte
yatırılmış galeta kokar. Başları, başlarının tepesi, hani saçın
gülü vardır ya orası, hani işte sizin kafanızda hiçbir şey
kalmamış bir yer var ya...” deyip bu ayrıntılı budalalık seli
karşısında bir an dilini yutmuş gibi kalakalıp, başını öne
eğmiş olan Terrier’nin keline dokundu, “işte tam buralarıdır
en güzel kokan yerleri. Buraları karamela kokar, öyle tatlı,
öyle nefis bir kokudur ki, Peder, bilemezsiniz! Çocuğun
orasını bir kokladı mı insan, sevmeden edemez, ister kendi,
ister el çocuğu olsun. Öyle kokmalıdır işte bir çocuk, başka
türlü değil. Ama öyle kokmuyorsa, işte o tepesi hiç ama hiç
kokmuyorsa, soğuk hava kadar bile kokmuyorsa, bunun
gibi işte, bu piç gibi, o zaman... Siz istediğiniz gibi açıklayın
durumu Peder, ama ben,” deyip kararlı bir tavırla kollarını
göğsünün altında kavuşturdu ve ayaklarının dibindeki
sepete, içi kurbağa doluymuşçasına, tiksinerek baktı, “eğer
ben Jeanne Bussie’ysem, bunu da yanıma almayacağım
artık!”
Peder Terrier öne eğdiği başını yavaşça kaldırıp
parmağıyla, sanki oradaki saçları düzeltmek istermiş gibi,
birkaç kez dazlak yerinin üstünden geçti, sonra parmağını
öyle rasgele olmuşçasına burnuna tutup düşünceli
düşünceli kokladı.
“Karamela gibi mi?..” diye sordu sert tavrını yeniden
takınmaya çalışırken... “Karamelaymış! Sen ne anlarsın
karameladan? Ömründe karamela yedin mi ki?”
“Tam yedim sayılmaz,” dedi sütanne. “Ama bir
keresinde Rue Saint-Honore’deki büyük bir otele gitmiştim
de orada gördüm nasıl yapıldığını, erimiş şeker, bir de

14
kaymakla. Öyle güzel kokuyordu ki, bir daha unutmadım.”
“İyi, iyi tamam,” dedi Terrier, parmağını burnundan
çekti. “N’olur sus artık! Seninle bu düzeyde konuşmayı
sürdürmek fazlasıyla yorucu oluyor benim için. Her ne
sebeple olursa olsun, sana emanet edilmiş olan Jean-
Baptiste Grenouille adlı bebeği beslemeye devam etmekten
kaçındığını saptamış bulunuyorum ve sen de böylece, onu
geçici vasisi olan Saint-Merri Manastırı’na geri vermiş
oluyorsun. Sevimsiz bir durum, ama elimden gelen bir şey
yok herhalde. Görevine son verilmiştir.”
Bunları derken sepeti sapından yakaladı, dağılmakta
olan sıcak, yün kokusuyla karışık süt buğusundan derin bir
nefes daha çekti ve kapıyı kilitledi. Sonra yazıhanesine
yürüdü.

III

Peder Terrier kültürlü bir adamdı. Yalnız dinbilim


okumamış, filozofları da incelemişti, bir yandan da
bitkibilim ve simyayla uğraşıyordu. Eleştirel düşüncesinin
gücüne güveniyordu. Öte yandan kimileri gibi, Kutsal Kitap
metinlerindeki mucizelerin, kehanetlerin gerçekliğini, her
ne kadar bunlar yalnız akıl yoluyla açıklanamamakla
kalmayıp, çoğu zaman doğrudan doğruya akla aykırı iseler
de, sorgulayacak kadar ileri gitmezdi. Böyle sorunlara
bulaşmamayı yeğlerdi; rahatsız edici konulardı bunlar,
kendisini sadece en nahoşundan iç güvensizliğine,
huzursuzluğa sürüklerdi, oysa insanın aklını kullanabilmesi
için en başta iç güvenine, huzura ihtiyacı vardı. Terrier’nin
büyük kararlılıkla savaştığı şey ise sıradan halkın batıl
inanışlarıydı: Cadılık, iskambil falı, muska taşımalar, nazar,

15
ruh çağırmalar, dolunay hokus pokusları ve benzeri daha
bir yığın konu —böyle putperest göreneklerinin, Hıristiyan
dini bin yılı aşkın bir zamandır sapasağlam olduğu halde,
hâlâ ortadan kaldırılamamış olduğunu görmek ne kadar
yıldırıcıydı! Sözümona şeytana tutulma ya da şeytanla
bağlaşma olaylarının çoğu da, yakından bakınca, batıl
inanışa dayalı tantanadan başka bir şey değildi. Ama
şeytanın varlığını hepten yadsımak, gücünden kuşku
duymak; Terrier o kadar ileri gitmezdi; dinbilimin
temellerine dokunan bu gibi sorunları çözümlemek küçük,
sıradan bir keşişten başka makamların yetkisindeydi. Öte
yandan şurası da gün gibi ortadaydı ki, o sütannesi gibi
yalınkat kadının biri şeytanın izini bulduğunu ileri
sürüyorsa, o işte şeytanın parmağı asla, ama asla olamazdı.
Asıl kadının şeytanı keşfetmiş olması, ortada şeytanla ilgili
keşfedilecek bir şey olmadığının en güvenilir kanıtıydı,
çünkü sütanne Jeanne Bussie’nin foyasını meydana
çıkarıvereceği kadar da aptal değildi herhalde şeytan.
Üstelik, sözüm ona burnuyla! O ilkel koklama organıyla,
beş duyunun en değersiziyle. Sanki cehennem kükürt,
cennetse buhur ve mürağacı kokarmış gibi! En beterinden
batıl inanç; tıpkı o, insanların henüz hayvanlar gibi
yaşadıkları, gözlerinin keskinleşmemiş olduğu, renkleri
bilmedikleri, ama kan kokusunu aldıklarını sandıkları,
dostla düşmanı kokularından ayırt edebildiklerine, kendi
izleriniyse insan yiyen devlerin, kurtadamlarm, öç
tanrıçalarının koklaya koklaya bulacağına inandıkları,
iğrenç tanrılarına pis pis kokan, dumanlar çıkaran yakılmış
kurbanlar sundukları zifiri karanlık putperestlik çağlarında
olduğu gibi. Korkunç! ‘Deli burnuyla görür’ gözleriyle
göreceğine ve anlaşılan Tanrı vergisi aklın ışığının daha
binlerce yıl yanması gerekecekti ilkel inancın son

16
kalıntılarının da defedilebilmesi için.
“Vah vah, ya bu zavallı çocuk? Bu masum yaratık?
Yatıyor sepetinde, mışıl mışıl uyuyor, hakkında dile
getirilen o iğrenç kuşkulardan haberi bile yok. İnsan
yavrularının kokması gerektiği gibi kokmuyormuşsun,
demeye yelteniyor o utanmaz kadın. Ee, ne diyoruz buna
bakalım? Bıcı bıcı!”
Bu arada sepeti hafif hafif dizlerinde sallarken,
parmağıyla bebeğin başını okşuyor, ara sıra da, bebekler
üzerinde şefkatli, huzurlu bir etki yapıcı bir söz olduğuna
inandığı “bıcı bıcı “yi tekrarlıyordu. “Karamela
kokmalıymışsın, amma da saçmalık ha, bıcı bıcı!”
Bir süre sonra parmağını çekti, burnuna tuttu, kokladı,
ama ekşi lahanadan başka bir koku alamadı. Öğle
yemeğinde yemişti.
Bir an duraladı, çevresine bakındı gözetleyen biri var
mı diye, sepeti kaldırdı, koca burnunu içine gömdü iyice.
İncecik, kırmızımsı bebek saçları burun deliklerini
gıdıklayacak kadar yaklaştırıp burnunu çocuğun başında
gezdirdi, bir koku yakalamayı umarak. Terrier de bir
bebeğin başının nasıl koktuğunu pek bilmiyordu. Elbet
karamela kokmayacaktı, orası kesindi, çünkü karamela
erimiş şeker değil miydi, öyleyse nasıl erimiş şeker
koksundu şimdiye kadar yalnız süt içmiş bir çocuk. Süt
kokabilirdi, deri, belki biraz da bebek teri. Terrier burnunu
çeke çeke koklarken deri, saç, biraz da bebek teri kokusu
duymaya hazırladı kendini. Ama hiçbir şey duymuyordu.
İstediği kadar uğraşsın, hiçbir şey. Belki de süt bebekleri
kokmuyordur, diye düşündü, öyle olsa gerek. Süt bebekleri,
temiz tutuldukları sürece, kokmazlar işte, nasıl ki
konuşmazlar, yürümezler ya da yazmazlarsa, kokmazlar da.
Bu gibi şeyler ancak insan yaşlandıkça gelir. Aslına bakılırsa
17
insan ancak ergenlik çağında koku yaymaya başlar. Böyledir
bu, başka türlü de olamaz. Horatius bile yazmamış mı,
“Keçi gibi sıçrar delikanlı, genç kız ak nergis gibi açar,
kokar?” Romalılardan iyi kim bilecek bu işi! İnsan kokusu
hep, etten kaynaklanan bir kokudur. O halde, günaha
batmış bir kokudur. Böyleyken nasıl olur da etin işlediği
günahı henüz düşünde bile tanımamış bir bebek kokabilir?
Nasıl koksun ki? Bıcı bıcı? Hiç kokmaz!
Sepeti gene dizlerine yerleştirmiş, hafif hafif sallıyordu.
Çocuk hâlâ derin uykudaydı. Sağ yumruğu, küçük ve
kırmızı, örtünün altından çıkmış, arada bir irkiliyor,
yanağına değiyordu. Terrier gülümsedi ve birden derin bir
yuva duygusuna kapıldı. Bir an içinden, kendisinin çocuğun
babası olduğu yollu, rüya gibi bir düşüncenin yükselmesine
izin verdi. Keşiş olmamıştı da sıradan bir kentliydi, belki
namuslu, iyi bir zanaatkar, bir kadınla, sıcak, yünle karışık
süt gibi kokan bir kadınla evlenmiş, ondan bir oğlu
olmuştu, şimdi de onu sallıyordu dizlerinde, kendi
çocuğunu, bıcı bıcı, eski bir resimdi bu, dünya kadar eski,
gene de hep, dünya durdukça yeni ve doğru kalacak bir düş,
aah ah! Terrier’nin içini bir sıcaklık, bir duygusallık kapladı.

Derken çocuk uyandı. Önce burnuyla uyandı. Minicik


burun kıpırdadı, ileriye uzandı, delikler açılıp kapandı.
Havayı içine çekip, ardından kısa kısa üflemelerle gene
dışarı bıraktı. Hapşırmaya çalışır da tam başaramazmış gibi.
Sonra kırıştı burun ve çocuk gözlerini açtı. Gözlerinin rengi
belirsizdi, istiridye grisiyle sütbeyazı krem arası, üstleri
sümüksü bir salgıyla örtülü ve belli ki görmeye pek elverişli
olmayan gözler. Terrier’ye kendisini sanki hiç
görmüyorlarmış gibi geldi. Ama burun öyle değildi.
Çocuğun bulanık gözleri belirsizliğe doğru kayar giderken

18
burun sanki belli bir hedef tutturuyordu ve Terrier bu hedef
kendisiymiş, kendi şahsıymış gibi tuhaf bir duyguya
kapılıyordu. Çocuğun yüzünün orta yerinde iki burun
deliğini çevreleyen kanatlar, açmakta olan bir çiçek gibi
şişiyordu ya da, kralın botanik bahçesindeki o küçük, et
yiyen bitkilerin torbacıkları gibi. Aynı o bitkiler gibi
bunların da ürkütücü bir çekim gücü vardı sanki. Terrier’ye
öyle geliyordu ki, çocuk kendisini burun delikleriyle
görüyor, ona keskin ve sınayan bakışlarla, insanın içini
gözlerden daha iyi okuyabilen bakışlarla bakıyor, sanki
burnuyla Terrier’nin açığa vurduğu, hem de tutamayacağı,
saklayamayacağı bir şeyleri yutuyordu... Kokusuz çocuk,
utanmak bilmez bir açlıkla kokluyordu onu, evet buydu
olan! Bütün benliğini tüketmecesine kokluyordu! Birden pis
koktuğu, ter ve sirke, ekşi lahana ve yıkanmamış üst baş
koktuğu duygusuna kapıldı Terrier. Kendi kendine
çıplakmış, çirkinmiş de, hiçbir yanını göstermeyen birinin
delici bakışları altmdaymış gibi geldi. Çocuk burnuyla
derisini bile geçip içinin en derin noktalarını kokluyora
benziyordu. En sevecen duygular da, en kirli düşünceler de
bu hırslı, küçük, daha burun bile değil sırf bir kabartı,
sürekli kıvrışan, kabaran, titreyen, minicik, delikli bir organ
olan şey karşısında apaçık kalıyordu. Terrier ürperdi.
İğrendi. O da burnunu kıvırdı, kötü kokan, hiç bulaşmak
istemediği bir şey karşısındaymışçasına. Geçip gitmişti
karşısındakinin kendi eti, kendi kanı olduğu yollu yuvacıl
düşünceler. Toz olmuş dağılmıştı babalı oğullu, güzel
kokan analı duygusal idil. Elinden çekilip alınmış gibiydi
kendinin de çocuğun da çevresinde düşlediği, o sımsıcak
saran örtü: Yabancı, soğuk bir yaratık yatmaktaydı
dizlerinde, niyeti düşmanlık olan bir yabani hayvan; o kadar
ağırbaşlı ve Tanrı korkusuyla akılcı düşüncenin yönettiği

19
bir kişiliği olmasaydı; çocuğu bir iğrenme anında, bir
örümcekmiş gibi fırlatıp atmıştı bile.
Fırladı ayağa kalktı, sepeti masaya koydu. Bu nesneyi
başından atmalıydı, olabildiğince çabuk, hemen, şimdi.
O anda ağlamaya başladı çocuk. Gözlerini yumup
kırmızı gırtlağını açıp öyle nefretli bir sesle bağırmaya
başladı ki, Terrier’nin kanı damarlarında dondu. Elini
uzatıp sepeti sallarken, susturmak için “Bıcı bıcı” diye
haykırdı; ama çocuk ağlamasını artırdı, yüzü mosmor
kesildi, görünüşüne bakılırsa haykırmaktan çatlayacak
gibiydi.
Defol başımdan! diye düşündü Terrier, derhal
defolmak başımdan bu... ‘Şeytan’ diyecekti ya, kendini
toparlayıp içine attı... defolmak bu belâ, bu dayanılmaz
çocuk! Ama nereye! Mahallede bir düzine sütannesi ve
yetimhane biliyordu, gelgelelim fazla yakın olacaktı
kendine, ensesinde gibi olacaktı. Daha uzağa gitmeliydi,
sesinin duyulmayacağı, bir daha saat başı getirip kapısının
önüne koyamayacakları kadar uzağa, olabilirse başka bir
kilisenin bölgesine, daha iyisi karşı yakaya, en iyisi sur
dışına, Faubourg Saint-Antoine’a, tamam! Oraya gidecekti
bağırıp duran velet, ta doğuya, Bastille’in ötesine, geceleri
kent kapılarının kapandığı yerlere.

Sonra cüppesini toplayıp haykıran sepeti kaptığı gibi


koştu, sokak kargaşasının içinden Rue du Faubourg Saint-
Antoine’a doğru, Seine’in geldiği doğu yönüne, kent dışına
çıkıp, ta Rue du Charonne’a kadar, hatta onu da neredeyse
sonuna kadar geçip Madeleine de Trenelle manastırının
yakınlarına kadar ulaştı bir koşu; burada, parasını ödeyen
olduktan sonra her yaştan, her türden bakımlık çocuk alan

20
Madam Gaillard diye birini biliyordu; hâlâ ağlamakta olan
çocuğu ona teslim etti, bir yıllık peşinini ödedi, sonra canını
gene kente attı, manastıra gelince elbiselerini, lekeli bir
şeylermiş gibi üstünden fırlattı, tepeden tırnağa yıkanıp
hücresinde yatağa girdi, bir sürü istavroz çıkarıp uzun uzun
dua ettikten sonra, sonunda rahatlamış olarak uykuya
daldı.

IV

Madam Gaillard, daha otuz yaşına varmamış olmasına


karşın yaşayacağını yaşamıştı. Dışarıdan bakan için,
gösterdiği yaş gerçek yaşına uyuyordu, ama aynı zamanda
bunun iki katı, üç katı, yüz katı gibiydi de, yani bir genç kız
mumyası gibi; içindense çoktan ölmüştü. Çocukken
babasından ateş kancasıyla alnına bir darbe yemiş;
burnunun hemen üstüne, o günden beri gerek koku
duyusunu, gerek insan sıcaklığına, insan soğukluğuna olan
aşinalığını, hem de her türlü coşkuyu yitirmişti. Bu tek bir
vuruşla sevecenliğin de yabancısı olmuştu nefretin de,
sevincin de yılgınlığın da. Daha sonra bir erkekle yattığında
da, ölen çocuklarını doğururken de hiçbir şey duymamış,
ölen çocuklarının ardından yas tutmamış, kalanlara
sevinmemişti. Kocası dövdüğünde kılı kıpırdamamıştı, ama
adam Hötel-Dieu’de koleradan ölünce bir rahatlama da
hissetmemişti. Bildiği iki duygu kıpırtısı varsa, biri her ay ki
migren yaklaştığında içinin hafiften kararması, öteki de
migren geçerkenki hafif ferahlamaydı. Bunun dışında bir
duygusu yoktu içi geçmiş kadının.
Öte yandan... ya da belki özellikle bu yetkin coş-
kusuzluğu sayesinde acımasız bir düzen ve adalet duygusu

21
vardı Madam Galliard’m. Kendisine emanet edilen
çocuklardan hiçbirini kayırmazdı, hiçbirinin hakkını
yemezdi. Günde üç öğün yemek verir, bunun dışında bir
lokma bile koklatmazdı. Küçüklerin altını günde üç kez
değiştirirdi, o da iki yaşlarına bastıkları güne kadar. Kim
bundan sonra donuna etmeyi sürdürürse hiç azarlanmadan
bir tokat yer, günde bir öğünü kesilirdi. Yiyecek için aldığı
paranın tastamam yarısını yetiştirmeleri için harcar,
tastamam yarısını kendine saklardı. Ucuzluk zamanlarında
kazancını arttırmaya bakmaz; ama darlık oldu mu da,
isterse hayat memat meselesi olsun, kendinden zırnık
katmazdı. Yoksa yaptığı işin bir kazancı olmayacaktı.
Hesabını iyiden iyiye yapmıştı. Yaşlanınca gelir getirecek
bir şey satın alacak, ayrıca da elinde, kocası gibi Hötel-
Dieu’de gebermek yerine evinde ölebilme lüksünü
görebilecek kadar parası bulunacaktı. Aslında adamın
ölümünden hiç mi hiç etkilenmemişti. Ama birbirine
yabancı yüzlerce insanın böyle gözler önünde hep birlikte
ölmesi tüylerini ürpertiyordu. Özel bir ölüm lüksünü
istiyordu, bunun içinse besleme parasının tam yarısına
ihtiyacı vardı. Gerçi kış oluyor, küçük pansiyonerlerinden
üçü dördü oluveriyordu. Ama gene de sonuçta öbür özel
analıkların çoğundan daha kazançlı çıkıyor, ölüm oranının
onda dokuzu bulduğu büyük devlet ya da kilise
yetimhanelerini ise açık farkla geçiyordu. Ölenin yerine
yenisi de geliyordu bol bol. Paris her yıl on binin üstünde
bulunmuş çocuk, piç, yetim üretiyordu. Nice yetimin yeri
doldurulabiliyordu böylece.

Küçük Grenouille için Madam Gaillard’m evi nimetti.


Herhalde başka hiçbir yerde hayatta kalmayı başaramazdı.
Oysa burada, bu ruh yoksulu kadının yanında serpildi.

22
Dirençli bir bünyesi vardı. Nasıl çöplükte doğduktan sonra
hayatta kalabildiyse, şimdi de kendini öyle kolay kolay bu
dünyanın dışına ittireceğe benzemiyordu. Günlerce cıvık
çorba içebiliyor, en sulusundan sütle yetinebiliyor, en çürük
sebzeye, bozulmuş ete bana mısın demiyordu. Çocukluğu
boyunca kızamıktan, dizanteriden, suçi çeğinden,
koleradan, altı metrelik bir kuyuya düşmeden ve kaynar
suyun göğsünü haşlamasından sağ salim kurtuldu. Geriye
yaralar, sıyrıklar, çıbanlar kaldı gerçi ve onu topallatan hafif
sakat bir ayak, ama yaşadı. Dirençli bir bakteri kadar inatçı,
sessizce bir ağaçta bekleyip yıllarca önce ele geçirdiği
küçücük bir damla kanla geçinen kene kadar kanaatkardı.
Bedeni için gereksindiği, en az ölçüde besinle giysiydi.
Ruhu içinse hiçbir gereksinimi yoktu. Güven, ilgi,
sevecenlik, saygı ya da işte böyle, çocukların sözüm ona
gereksindiği her ne varsa Grenouille çocuk için
vazgeçilebilir şeylerdi. Dahası, öyle sanıyoruz ki, hayatta
kalabilmek için kendi kendini vazgeçilir kılmıştı, ta baştan
beri. Doğumundan sonraki bağırış, balık doğranan masanın
altından yükselen, kendisini hatırlatan, annesini giyotine
götüren bağırış acıma, sevgi arayan bir içgüdü bağırışı
değildi. Ölçülü bicili, neredeyse olgun bir insan titizliğiyle
tartılmış bir bağırıştı. Bununla vermişti yeni doğan bebek
sevgiye karşı, ama gene de hayattan yana olan kararını.
Egemen olan koşullara göre de zaten bu ikincisi, ancak
birincisi olmadan mümkündü ve çocuk ikisini birden
isteseydi kuşkusuz çok geçmeden yoksulluk içerisinde yitip
giderdi. Tabii gerçi o gün, önünde açık olan ikinci şıkkı
seçip susabilir ve doğumla ölüm arasındaki yolu, hayat
üzerinden dolaşmadan geçebilirdi. Hem böylece gerek
dünyayı, gerek kendini bir sürü uğursuzluktan korumuş
olurdu. Ama bu derecede bir alçakgönüllülükle çekip

23
gidebilmek için asgari bir iyi niyet gerekirdi ki, o yoktu
Grenouille’de. Başından beri mendeburun tekiydi.
Yaşamaya sırf inat, sırf kötülük olsun diye karar vermişti.
Tabii az ya da çok aklını, deneyimini kullanarak çeşitli
seçenekler arasından birini yeğleyen yetişkin bir insanın
karar verdiği gibi olmadı bu. Gene de, ortalığa atılıvermiş
bir fasulyenin çimlenme-i ya da boş vermeyi seçişi gibi,
dirimsel bir karardı.
Ya da, yaşamın kendisine hep sürüp giden bir
kışlamadan başka bir şey vermediği, ağaçtaki o kene gibi.
Dış dünyaya olabilecek en küçük yüzeyi göstermek için
kurşuni gövdesini küre biçimine sokan, dışarıya bir şey
sızdırmamak, kendinden bir damla ter bile yitirmemek için
derisini dümdüz, kaskatı yapan küçük, çirkin kene. Kimse
görmesin de ezmesin diye özellikle küçülen,
gösterişsizleşen kene. Kendi içine toplaşıp ağacına
çöreklenmiş, kör, sağır, dilsiz, yalnız havayı koklayan,
yıllarca, fersah fersah öteden geçen, kendi gücüyle hiçbir
zaman erişemeyeceği hayvanların kan kokusunu alan,
yalnız bir kene. Kendini bırakıp düşebilirdi de. Ormanın
örtüsüne düşüp minicik altı bacağıyla birkaç milimetre şu
yana bu yana sürünüp yaprakların altında ölmeye
yatabilirdi; yazık olmazdı keneye, Allah için olmazdı. Ama
inatçı, dik kafalı, iğrenç kene, yapışır ağaca, yaşar ve bekler.
Bekler ki, o en olmayacak rastlantı, kanı bir hayvan
biçiminde doğruca ağacın altına sürüsün. İşte ancak o
zaman bırakır çekingenliğini, düşer, geçirir tırnaklarını,
ısırır, burgu gibi dalar yabancı ete...
Böyle bir keneydi işte Grenouille oğlan. İçine kapanmış
yaşıyor, daha iyi zamanları bekliyordu. Dünyaya
dışkısından başka bir şey verdiği yoktu; ne bir gülümseme,
ne bir bağırış, ne bir göz ışıldaması, ne de kendi kokusunu

24
koklatıyordu. Başka hangi kadın olsa bu gulyabani çocuğu
sokağa atardı. Oysa Madam Gaillard... Koku duymuyordu
ki, Grenouille’in kokmadığının farkına varsın; kendi ruhu
mühürlenmiş olduğu için ondan bir ruh kıpırtısı da
beklemiyordu.
Buna karşılık öbür çocuklar, Grenouille’in ne menem
bir şey olduğunu hemen hissettiler. Yeni bebek daha ilk
günden ürkütücü geldi onlara. Yattığı sandığa
yaklaşmadılar, uyudukları yerde, oda sanki soğuyuvermiş
gibi, daha birbirlerine sokuldular. Küçükler kimi geceler
bağırdılar, odalarını soğuk bir rüzgâr dolduruvermiş
sandılar. Kimisi düşünde, kendilerini boğmak isteyen bir
şeyin soluklarını kestiğini gördü. Bir keresinde büyük
çocuklar, Gre-nouille’i boğmak için birlik oldular. Yüzünün
üstüne paçavralar, örtüler, saman yığıp bunun da tepesine
ağır tuğlalar koydular, Madam Gaillard onu ertesi sabah
yığının altından çıkardığında iyice örselenmiş, morarmış bir
haldeydi, ama ölmemişti. Bunu birkaç kez denediler,
boşuna. Kendi elleriyle, doğrudan doğruya boğazlamak ya
da ağzını burnunu tıkamak daha güvenilir bir yöntemdi ya,
cesaretleri yoktu buna. O çocuğa dokunmak istemiyorlardı.
Ondan, insanın kendi eliyle ezmek istemeyeceği, kocaman
bir örümcekten iğrenir gibi iğreniyorlardı.
Grenouille büyüdükçe öldürme girişimlerinden
vazgeçer oldular. Herhalde, yok edilemez bir yaratık
olduğunu anlamışlardı. Bunun yerine ondan uzak durmaya,
kaçmaya çalıştılar, hele ona dokunmaktan ne olursa olsun
kaçındılar. Nefret etmiyorlardı. Çekememezlik, yediğini
kıskanma gibi duygular da beslemiyorlardı ona karşı.
Gaillard’ın evinde bu gibi duygulara en ufak bir vesile
olamazdı. Sadece rahatsız oluyorlardı orada olmasından.
Hoşlanmıyorlardı bu ne kokar ne bulaşır çocuktan. Ondan

25
korkuyorlardı.

Oysa nesnel bakıldığında hiç korkutucu bir yanı yoktu


Grenouille’in. Büyüdüğü sürece özellikle iri ve güçlü
değildi, gerçi çirkindi, ama ürküntü duyulacak kadar aşırı
çirkin de olmayan bir çocuktu. Saldırgan değil, beceriksiz
değil, sinsi değildi, kimseyi kışkırtmazdı. Ama uzak
dururdu. Zekâsı da hiç öyle ahım şahım görünmüyordu. İki
ayağı üzerinde durmaya ancak üç yaşında başladı, ağzından
ilk sözcük dört yaşındayken çıktı; birdenbire “balıklar”
deyiverdi bir heyecan ânında, Rue de Charonne’dan
geçerken malını satmak için seslenen bir balıkçının yankısı
gibi. Bundan sonra dile getirdiği sözler “ıtır-çiçeği”, “keçi
ahırı”, “Milano lahanası” ve “Jacques-lorreur” oldu.
Sonuncusu, yakındaki Filles de la Croix vakfından, Madam
Gaillard’ın ara sıra kaba ve en kaba işlerini yaptırdığı ve
başlıca erdemi ömründe bir kere bile yıkanmamışlıgı olan
bir bahçıvan çırağının adıydı. Fiillerle, sıfatlarla, doldurma-
lık sözcüklerle o kadar başı hoş değildi. “Evet” ile “hayır”
dışında -ki bunları söylemeye de oldukça geç başlamıştı-
yalnız isimler, hatta yalnız, somut nesnelerin, bitkilerin,
hayvanlarla insanların özel isimlerini söylüyordu, o da
ancak, bu nesnelerin, bitki, hayvan ya da insanların
kokularıyla onu apansız çarpması koşuluyla.
“Odun” sözünü ilk söyleyişi mart güneşinde, sıcakta
çatırdayan bir yarılmış kayın odunu yığınının üstünde
otururken oldu. Bundan önce yüz kere odun görmüş, bu
sözcüğü yüz kere duymuştu. Söylenince anlıyordu da; kışın
az gönderilmemişti dışarıya odun getirmesi için. Ama bu

26
nesne ona hiçbir zaman, adını söylemek yorgunluğuna
katlanacak kadar ilginç gelmemişti. Yığına çıkıp oturduğu o
mart gününe kadar. Yarılmış odunlar, Gaillard’ın
odunluğunun güney tarafındaki sundurmanın altında, bir
kerevet gibi istiflenmişti. Yanık-tatlı kokuyordu en
üsttekiler. Yosunsu, güzel bir koku yükseliyordu yığının
altlarından, odunluğun kızılçam duvarındansa, sıcağın
etkisiyle ufak ufak reçine kokusu yayılıyordu.
Grenouille bacaklarını uzatmış, sırtını odunluk
duvarına vermiş, gözlerini kapamış, kıpırdamadan
oturuyordu. Bir şey görmüyor, bir şey hissetmiyordu.
Sadece çevresinden yükselip sundurmanın kuytusunda
biriken odun kokusunu duyuyordu. Bu güzel kokuyu içiyor,
onun içinde boğuluyor, bu kokuyla içindeki en son
gözeneği tıkıyor, kendi de oduna dönüşüyor, ağaçtan bir
kukla gibi, bir Pinokyo gibi, ölü gibi yatıyordu odun yığının
üstünde; neden sonra, belki bir yarım saat sonra “odun”
sözcüğünü çıkardı ağzından. Tepeden tırnağa odunla
dolmuş, gırtlağına kadar odunla dolmuşçasına, odun
karnından, boğazından, burnundan taşıyormuşçasına kustu
attı sözcüğü. Kustu da kendine geldi, odunun ezici
varlığının, kokusunun altında ezilip boğulmaktan kurtuldu.
Toparlandı, yığından aşağı kaydı, odunlar ayaklar üzerinde
yürür gibi çolpa adımlarla oradan uzaklaştı. Günlerce bu
yoğun koku yaşantısının sersemliği içinde gezdi, anısı
içinde yükselip dayanılmaz hale geldikçe “odun, odun” diye
mırıldandı durdu.

Böyle öğrendi konuşmayı. Kokan bir nesnenin adı


olmayan sözcükler, yani soyut kavramlar, özellikle de
töresel ve ahlaki cinsten olanlar ona zor mu zor geliyordu.
Aklında tutamıyor, karıştırıyordu, yetişkin bir insan

27
olduğunda bile istemeye istemeye ve çoğu zaman yanlış
kullanacaktı hak, vicdan, tanrı, sevinç, sorumluluk,
alçakgönüllülük, şükran vb. sözleri; her birinin neye karşılık
olduğu karanlıktı Grenouille’e ve de hep karanlık kalacaktı.
Öte yandan alışılagelmiş dil neredeyse, kokusal
kavramlar olarak içine topladığı şeyleri adlandırmaya
yetmez olacaktı. Çok geçmeden yalnız odun kokusu değil,
odun çeşitlerinin kokusunu almaya başladı, akçaağaç, meşe,
çam, karaağaç, armut odununun, kuru, yaş, kof, çürük,
yosunlu odunun, hatta yarılmış tek odun parçasının,
yonganın, talaşın kokularını duyuyor - hem de burnuyla her
birini tek tek, birbirinden kesin biçimde ayrı nesneler
olarak, başkalarının gözleriyle ayıramayacağı kesinlikle
ayırt edebiliyordu. Başka nesneleri algılayışı da böyleydi.
Madam Gaillard’ın her sabah yetiştirmelerine verdiği o
beyaz içeceğin, Grenouille için kokusu ve tadı her sabahtan
sabaha, ne kadar sıcak olduğuna göre, hangi inekten
sağıldığına, bu ineğin ne yemiş olduğuna, kaymağın ne
kadarını bıraktıklarına vs. vs. göre başka başka iken, toptan
süt diye adlandırılması... dumanın, tek tek yüzlerce
kokudan oluşan, dakikadan, hatta saniyeden saniyeye
değişip yeni bir bileşim oluşturan ateş dumanının yalnız bir
tek, “duman” diye bir adı olması... adımdan adıma, soluktan
soluğa başka kokuyla dolan, böylece başka bir kimliğe
bürünen toprağın, kırların, havanın gene de o üç hantal
sözle tanımlanmaya çalışılması -kokusuyla algılanan dünya
ile dilin yoksulluğu arasındaki bütün bu gülünç
oransızlıklar, Grenouille oğlanını dilin anlamı, önemi
konusunda hepten kuşkuya sürükledi; başka insanlarla
ilişkisi kesinkes zorunlu kılmadıkça dili kullanma külfetine
girmez oldu.

28
Altı yaşına geldiğinde çevresini kokusal açıdan
bütünüyle kavramıştı. Kokusundan tanımadığı ne bir nesne
kalmıştı Madam Gaillard’ın evinde, ne de bir yer, bir insan,
taş, ağaç, çalı ya da çit Rue de Charonne’un kuzey
kesiminde; hepsini, en ufak köşeyi kokusundan tanıyor,
anımsıyor, hem de her anki özgünlüğü içinde belleğinde
saklıyordu. On bin, yüz bin özel koku toplamış, hazır
bulunduruyordu; her biri öyle açık seçikti ki ve dileğine
öylesine bağlı, yalnız bir daha duyduğu zaman
anımsamakla kalmıyor, anımsadığı zaman gene, gerçekten
burnunda duyuyordu onları; dahası, bildiklerini sırf
hayalinde bir araya getirip gerçek dünyada hiç mi hiç
olmayan kokular yaratmayı bile başarıyordu. Sanki
kokulardan oluşan, kendi kendine öğrendiği bir söz
dağarcığı vardı da bu onun, istediği kadar çok sayıda yeni
yeni koku cümleleri kurmasına olanak veriyordu -üstelik,
öbür çocukların güçbelâ kafalarına giren sözcüklerle ilk,
dünyayı betimlemek bakımından son derecede yetersiz,
geleneksel cümlelerini söylemeye çalıştıkları bir yaşta
oluyordu bu. Yeteneği belki en çok kulağıyla ezgilerden ve
uyumlardan tek tek seslerin alfabesini kapmış, şimdi de
kendisi en âlâsından ezgiler, uyumlar besteleyen, müziğe
yetenekli bir harika çocuğunkiyle karşılaştırılabilirdi- tabii
şu farkla ki, kokular alfabesi sesle-rinkinden çok çok daha
büyük ve ayrımlıydı, ayrıca harika çocuk Grenouille’in
yaratıcı etkinliği yalnızca içinde olup bitiyor, kendinden
başka hiç kimse tarafından algılanamıyordu.

Dışarıya karşı gittikçe daha çok kapanıyordu. En


sevdiği şey yalnız başına Faubourg Saint-Antoine’nın kuzey
kesiminde, sebze bahçelerinde, üzüm bağlarında, çayırlarda
dolaşmaktı. Kimi akşam eve dönmüyor, günlerce ortadan

29
yok oluyordu. Hak ettiği sopayı bir acı belirtisi göstermeden
yiyor, eve kapanma, yemeksiz kalma, işe koşulma gibi
cezalar davranışını değiştiremiyordu. Bir buçuk yıl ara sıra
Notre Dame de Bon Secours’daki kilise okuluna gitmesi de
gözle görülür bir etki sağlamadı. Birazcık harfleri ayırt
etmeyi, bir de kendi adını yazmayı öğrendi, o kadar.
Öğretmenine bakılırsa geri zekâlıydı.
Oysa Madam Gaillard’m gözünden kaçmamıştı
Grenouille’in çok değişik, bir yerde doğaüstü yetenekleri,
özellikleri olduğu: Örneğin her çocukta olan karanlık ve
gece korkusuna bütünüyle yabancıydı. İnsan onu istediği
zaman, öbür çocukların lambayla bile kolay kolay inmeye
cesaret edemediği bodruma gönderebilirdi, ya da gece
yarısı, göz gözü görmezken dışarı, odunluğa odun almaya.
Işık filan almadan gider, gene de yolunu bulur, elini yanlış
bir şeye atmadan, tökezlemeden, bir şeyler devirmeden
isteneni alır getirirdi. Tabii daha da garibi, Madam
Gaillard’ın keşfettiğini sandığı üzere, kâğıdın, kumaşın,
tahtanın ve hatta boydan boya taş duvarların, kapalı
kapıların ardını görebilmesiydi. Yatakhaneye girmeden,
içerde çocuklardan kaçının ve hangilerinin olduğunu, daha
kesilmeden karnabaharın içinden tırtıl çıkacağını biliyordu.
Bir keresinde de, kadın parasını bir güzelce saklayıp sonra
bir daha bulamadığında (sakladığı yeri değiştirirdi hep), bir
saniye bile aramadan, ocak kirişinin arkasında bir yeri
göstermişti; bir de ne görelim, orada değil miydi para!
Hatta geleceği bile görebiliyordu, sözgelimi bir konuğun
geleceğini, o kişinin kapıyı çalmasından çok önce haber
verebiliyor, gökte en küçük bir bulutçuk bile yokken
fırtınanın yaklaştığını bilebiliyordu. Elbette Grenouille’in
bütün bunları: Karnabahardaki tırtılı, kirişin arkasındaki
parayı, duvarların arkasındaki ya da kimbilir kaç cadde

30
ötedeki insanları görmediği, gözleriyle görmeyip keskinliği,
kesinliği gittikçe artan burnuyla koklayarak bildiği, Madam
Gaillard’ın düşte görse aklına gelmezdi vaktiyle o vuruş
koku merkezini zedelemeden geçmiş olsa bile gelmezdi.
Oğlanın geri zekâlıymış, değilmiş ayrı konu gaipten haber
aldığına inanmıştı. Böylelerinin uğursuzlukları, ölümü
çektiklerini bildiği için de tedirgindi. Bundan daha tedirgin
edici bir şey, neredeyse dayanılmaz bir şey varsa o da,
duvarların, kirişlerin arkasına özenle saklanmış parayı
görme yeteneği olan biriyle aynı çatı altında yaşadığı
düşüncesiydi; zaten Grenouille’in bu dehşet yeteneğini fark
eder etmez onu başından atmanın çaresini aramaya başladı
ve şansına o sırada -Grenouille sekiz yaşındaydı- Saint
Merri Manastırı, gerekçe göstermeksizin yıllık ödemelerini
durdurdu. Madam paranın peşine düşmedi. Ayıp olmasın
diye bir hafta daha bekledi, vadesi gelen para gene
gözükmeyince tuttu oğlanı elinden, kente götürdü.

Irmağa yakın, Rue de le Mortellerie’de Grimal adlı,


genç işgücüne usulünce çırağa, kalfaya değil, ucuz çırağına
ihtiyacı bitmek tükenmek bilmeyen bir tabak tanıyordu.
Tabaklıkta kimi işler kokuşmakta olan derilerdeki et
parçalarını sıyırmak, deri işlemekte kullanılan zehirli
sıvıları, boyaları hazırlamak, yakıcı çelaçeleri kotarmak öyle
tehlikeliydi ki, sorumluluk bilinci olan bir usta bu öldürücü
işlerde elinden geldiğince işi öğrenmiş yardımcılarını
harcamaz, işsiz takımını, serserileri ya da kimsesiz, bir şey
olursa kimsenin hesabını sormayacağı çocukları koşardı.
Elbet biliyordu Madam Gaillard, Grenouille’in, Grimal’in
tabakhanesinde insani ölçüler göz önünde tutulacak olursa
yaşama olasılığı bulunmadığını. Ama bu konu üzerinde kafa
yoracak kadın değildi o. Görevini yapmıştı ya. Bakım ilişkisi

31
son bulmuştu. Yetiştirmesinin ilerde başına ne geleceği onu
ilgilendirmezdi. Hayatta kalırsa iyiydi, ölürse o da iyi
önemli olan, her şeyin usulünce yapılmasıydı. Öyle de oldu:
Mösyö Grimal’e oğlanı teslim aldığını belirten bir kâğıt
yazdırdı, ona da on beş franklık komisyonun karşılığı olarak
bir alındı verip Rue de Charonne’a, evine yollandı. İçinde
vicdan rahatsızlığından eser bile yoktu. Tersine, yalnız
usulünce değil, üstelik adil davrandığına inanıyordu, çünkü
artık kimsenin parasını ödemediği çocuğun evinde kalması,
zorunlu olarak öbür çocukların zararına, dahası kendi
zararına olmayacak mıydı, bu kalış zamanla öbür
çocukların geleceğini, hatta kendi geleceğini, yani kendi,
hayatta artık istediği tek şey olan, özel ölümünü tehlikeye
atmayacak mıydı?

Hikâyemizin burasında Madam Gaillard’dan


ayrılacağımıza ve onunla bir daha karşılaşmayacağımıza
göre, birkaç cümlede hayatının son günlerini anlatalım.
Madam, içi daha çocukken ölmüş de olsa çok, çok yaşamak
talihsizliğine uğradı. Sene-i 1782’de, yaklaşık yetmiş
yaşındayken, işini bırakıp düşündüğü gibi gelir getirecek bir
yerden hisse satın aldı, küçücük evinde oturup ölümü
beklemeye başladı. Ama ölüm gelmedi. Onun yerine,
dünyada hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemiş,
ülkede daha hiç görülmemiş bir şey, bir devrim, yani bütün
toplumsal, ahlaki ve felsefi koşulların çılgınca bir hızla
değişmesi geldi. Başlangıçta bu devrimin, Madam
Gaillard’m kişisel kaderi üzerinde bir etkisi yoktu. Ama,
sonra -neredeyse seksenine gelmişti. Birden dendi ki,
yaşlılık parası karşılığında hisse satın aldığı adam ülkeyi
terk etmek zorunda kalmış, mülküne el konmuş ve bu mülk
açık arttırmada bir pantolon fabrikatörüne satılmıştır. Gene

32
bir süre, bu değişiklik de Madam Gaillard için pek dehşet
verici bir sonuç doğuracağa benzemedi, çünkü pantolon
fabrikatörü emekli akçesini günü gününe ödüyordu. Ama
sonra, paranın eline eskisi gibi sağlam maden değil, küçük,
basılı kâğıt parçacıkları biçiminde verildiği gün geldi; işte
bugün madamın parasal bakımdan sonunun başlangıcı
oldu.

İki yıl geçtikten sonra geliri artık yakacak odununa bile


yetmiyordu. Evini satmak zorunda kaldı, gülünç mü gülünç
bir fiyata, çünkü birdenbire, aynı onun gibi evini satmak
zorunda olan daha binlerce insan türemişti. Gene karşılık
olarak o meret kâğıtçıklardan geçti eline ve gene iki yıl
sonra, bunların da değeri yok gibi bir şeye döndü; 1797
yılındaysa doksanına yaklaşıyordu. Asırlık alınteriyle bir
araya getirdiği servetini hepten yitirmiş olarak Rue de
Coquilles’de küçüğün de küçüğü, döşeli bir odacıkta barınır
hale geldi. Ancak o zaman, on yıllık, yirmi yıllık gecikmeyle
geldi ölüm, uzun süren bir ur illeti kılığında gelip madamı
gırtlağından yakaladı, önce iştahını sonra sesini ele geçirdi,
öyle ki Hötel-Dieu’ye götürülürken tek bir sözle bile karşı
koyamadı. Kendisini orada aynı, vaktiyle kocasının öldüğü,
yüzlerce ölümcül hasta insanla dolu salona getirip yabancı
beş karının daha yattığı bir yatağa yatırdılar; o vücutları yan
yana, sıkış sıkış, üç hafta boyunca bıraktılar orada; gözler
önünde ölmesini beklediler madamın. Sonra bir çuvala
kondu, çuval dikildi, saat sabah dörtte başka elli cesetle
birlikte bir yük arabasına atıldı ve kıtıpiyos çanının cılız
çınlaması eşliğinde, şehir kapılarının bir mil ilerisinde yeni
kurulmuş olan Clamart mezarlığına götürülüp orada bir
toplu mezarda sonsuz uykusuna bırakıldı, bir kat sönmemiş
kireç altında.

33
Yıl 1799’du bu sırada. Allah’a şükür ki, 1747 yılının o
günü Grenouille oğlanı ve hikâyemizi terk edip evine
dönerken, kendini böylesi bir yazgının beklediği aklının
ucundan bile geçmiyordu madamın. Olur ya, belki adalete,
bununla da hayatın aklının erdiği tek anlamına olan derin
inancını yitirebilirdi.

VI

Mösyö Grimal’e fırlattığı ilk bakışla hayır, Grimal’in


koku halesinden çektiği ilk solukla anlamıştı Grenouille bu
adamın en küçük bir itaatsizlikle kendisini öldüresiye
dövebilecek biri olduğunu. Onun gözünde hayatının, ancak
yapabildiği iş kadar değeri vardı, Grimal için de göreceği
yarardan ibaretti bu hayat. Grenouille de boyun eğdi, bir
kere bile ayaklanmaya kalkışmadı. İnatçılığının, dik
kafalılığının verdiği bütün enerjiyi bir gün gecikmeden gene
kendi içine saklayıp yalnızca, kene âdetine uygun olarak,
önündeki buz çağını sağ salim atlatmak amacıyla kullandı:
Yedicanlı, yetinerek, göze çarpmadan, yaşama umudunu en
kısık, ama pek de güzel koruduğu bir alevin üstünde
tutarak. Bir söz-dinlerlik, alçakgönüllülük, çalışkanlık
örneği olup çıktı. Söyleneni en ince noktasına kadar
yapıyor, verilen her yemekle yetiniyordu. Akşamları, işliğin
yan tarafına yapılmış, aletlerin kaldırılıp, tuzlanmış ham
derilerin asıldığı tahta bölmeye uslu uslu giriyor, kapısı
kilitlendikten sonra bölmenin sıkıştırılmış toprak tabanına
uzanıp uyuyordu. Gündüzleri, hava aydınlık olduğu sürece
çalışıyordu, kışın sekiz, yazın on dört, on beş, on altı saat:
Leş gibi kokan derileri etinden temizliyor, ıslatıyor,

34
kıllarından arındırıyor, kireçliyor, aside yatırıyor, dövüyor,
palamut ezmesiyle ovuyor, odun yarıyor, huşağacı,
porsukağacı kabuğu soyuyor, yakıcı buğuların doldurduğu
kuyulara iniyor, kalfaların söylediği gibi derilerle kabukları
kat kat yığıyor, ezilmiş mazı serpiyor, sonra bu dehşet verici
zehir zıkkım yığınını porsukağacı dalları ve toprakla
örtüyordu. Yıllar sonra yığını gene açıyor, mumyalanarak
tabaklanmış deri haline gelen hayvan postu leşlerini
mezarlarından çıkarıyordu.

Deri gömüp çıkarmadığı zamanlar su taşıyordu.


Aylarca ırmaktan yukarı su taşıdı, her seferinde iki kovadan
günde yüzlerce kova su taşıdı; çünkü tabaklıkta yıkamak,
yumuşatmak, haşlamak, boyamak için dünyanın suyu
gerekiyordu. Aylarca su taşımaktan ıslanmadık bir parmak
yeri kalmadı vücudunda, akşamları elbiselerinden sular
süzülüyordu, derisi buza kesiyor, yumuşuyor, kırış kırış
oluyordu.

Bu insanca olmaktan çok hayvanca yaşayış, bir yıl


sonra, çok korkulan ve genellikle ölümle biten bir
tabakhane hastalığı olan karakabarcığa yakalanmasına yol
açtı. Grimal onu çoktan defterden silmiş, yerine birini
aramaya başlamıştı üzülmüyor da değildi, çünkü bu
Grenouille’den daha yetingen ve daha çok iş gören bir işçisi
olmamıştı hiç. Ama herkesin beklediğinin tersine,
Grenouille iyileşti. Hastalıktan geriye yalnızca kulaklarının
arkasında, boynunda, yanaklarmdaki büyük siyah
kabarcıkların, görünüşünü bozup onu zaten olduğundan
daha da bir çirkinleştiren izleri kaldı. Bir de elinde kalan,
paha biçilmez bir kazanç karakabarcığa bağışıklık oldu,
bundan sonra artık, hastalığa yeniden yakalanma korkusu
35
olmadan, çatlamış, kanayan ellerle en kötü derilerin etini
sıyırabilecekti. Böylece yalnız çıraklardan, kalfalardan değil,
onun yerini alabilecek olanlardan da ayrılan bir yönü
oluyordu. Artık eskisi gibi yeri kolayına doldurulabilecek
biri olmadığından ötürü de işinin değeri, dolayısıyla
hayatının değeri arttı. Birdenbire, kuru toprakta yatması
gerekmez oldu, odunlukta kendine tahtadan bir yatak
çatmasına izin çıktı, yatağın üzerine kuru ot döküldü, bir de
kendi örtüsü oldu. Yattığı zaman üstüne kilit vurmayı
bıraktılar. Yemek daha bir doyurur hale geldi. Grimal onu
artık herhangi bir hayvan gibi değil, yararlı bir ev hayvanı
gibi tutuyordu kapısında.
On iki yaşma geldiğinde Grimal ona yarım pazar
gününü tatil verdi, hatta on üçünde her iş günü akşam
paydosundan sonra bir saat çıkıp istediğini yapmasına izin
verdi. Zaferi kazanmıştı Grenouille, çünkü yaşıyordu, hem
hayatını sürdürmesi için gereken küçük bir miktar
özgürlüğe de kavuşmuştu. Kışlama zamanı bitmişti. Kene
Grenouille kıpırdamaya başlıyordu. Ufukta bir umudun
kokusunu almıştı. Canı ava çıkmak istiyordu. Dünyanın en
büyük av yatağı açılmıştı önüne: Paris şehri.

VII

Cennet gibiydi. Yakındaki, Saint-Jacques de la


Boucherie ve Saint-Eustache mahalleleri bile bir cennetti.
Rue Saint-Denis’yle Rue Saint-Martin’in alt yanındaki
sokaklarda insanlar o kadar sıkışık yaşıyor ve evler, beş, altı
kat yüksekliğindeki evler birbirinin o kadar içine giriyordu
ki, insan yukarıda gökyüzünü göremiyor, aşağıda gerek
sokakta gerek rutubetli kanallardaki hava kıpırtısız

36
duruyor, kokulardan geçilmiyordu. İnsan kokuları, hayvan
kokuları, yemek, hastalık, su ve taş, kül ve deri, sabun ve
taze pişmiş ekmek ve sirkede haşlanan yumurta, makarna
ve yeni ovulup parlatılmış pirinç, adaçayı ve bira ve gözyaşı,
yağ, yaş ve kuru ot buğuları birbirine karışıyordu. Binlerce,
kaç binlerce koku görülmez bir bulamaç oluşturuyor, buysa
sokakların kuytularını dolduruyor, damların üstünden
arada sırada uçup dağılsa da aşağıda, yerde öylece
kalıyordu. Burada yaşayan insanlar için bu bulamacının
kokusunda dikkati çekecek bir şey yoktu; öyle ya, koku
onlardan çıkıyor ve gene kat kat içlerine işliyordu,
soludukları, onlara hayat veren havaydı, uzun bir zaman
giyilip artık kokusu duyulmaz, vücutta hissedilmez olmuş
bir elbiseydi. Ama Grenouille, bu her şeyin kokusunu ilk
kez duyuyordu. Hem yalnız bu kokular öbeğinin toplamını
duymuyor, çözümleyerek en küçük, en uzak parçalarına,
parçacıklarına ayırıyordu. Keskin burnu, buğu ve pis
kokular yumağını çözüp, tek tek, artık daha fazla
ayrıştırılamayacak olan temel koku iplerini buluyordu. Bu
ipleri sarıp yeniden örmekten anlatılmaz bir zevk alıyordu.
Çoğu zaman bir evin duvarına yaslanıp ya da bir köşeye
büzülüp, gözleri kapalı, ağzı yarı açık, burun kanatları
şişmiş, sessizce duruyordu büyük, karanlık, yavaş yavaş
akan bir suda duran yırtıcı bir balık gibi. Bekleyip bekleyip
de sonunda küçük bir esinti burnuna incecik bir koku
ipliğinin bir ucunu getirince birden saldırıyor, bir daha
bırakmıyor, bu bir tek kokudan başkasını duymaz oluyor,
onu sıkı sıkı tutup içine çekiyor ve orada sonsuza kadar
yitirmemek üzere saklıyordu. Bu eskiden tanıdığı bir koku
olabilirdi ya da bir çeşitlemesi, ama yepyeni bir şey de
olabilirdi, o zamana kadar görmek şöyle dursun, kokusunu
aldıkları ile en ufak benzerliği bile olmayan bir şey: örneğin

37
ütülenmiş ipeğin kokusu, yabankekiği çayının kokusu,
gümüş işlemeli bir parça brokarın kokusu, ender bir şarabın
şişesinden çıkan mantarın kokusu, bir bağa tarağın kokusu.
Böyle henüz tanımadığı kokuların peşindeydi Grenouille,
oltayla balık tutan birinin coşkusu ve sabrıyla avlıyor, içinde
biriktiriyordu.
Sokakların koyu bulamacını koklamaktan doyunca
daha havadar, kokuların daha ince olduğu, rüzgârla karışıp
neredeyse bir parfüm gibi geliştiği, açıklık yerlere çıkıyordu:
Örneğin biten günün akşamında göze görünmeden, ama
sanki daha satıcılar kalabalığının içinde oradan oraya
koşturuyormuş, tıka basa sebze, yumurta dolu sepetler;
baharat, patates, un, dolu çuvallar; çivi sandıkları, vida
sandıkları, balık tezgâhları, kumaş, kap kaçak, ayakkabı
pençesi yığılı tezgâhlar ve orada gündüz satılan daha
yüzlerce şey ortalıkta duruyormuşçasına canlı biçimde
kokularda yaşayadurduğu, hallerin önündeki meydan gibi.
Bütün hayhuy, ardında bıraktığı havanın içinde, en küçük
ayrıntısıyla varlığını sürdürüyordu. Grenouille bütün pazarı
koklayarak görüyor dense yeriydi. Hem de, nice insanın
gördüğünden daha kesin biçimde, çünkü ancak bitip
kapandıktan sonra, bu nedenle de daha yüksek düzeyde
algılıyordu: öz, esans olarak, geride kalmış bir şeyin,
şimdiki zamanın bilinen susu busuyla, gürültüsü,
gözalıcılığı, kanlı canlı insanlarının o iğrenç yan yanalığıyla
gölgelenmeyen ruhu olarak.
Ya da annesinin başını uçurdukları yere, büyük bir dil
gibi ırmağın içlerini yalayan Place de Greve’e gidiyordu.
Burada, kıyıya çekili ya da kazıklara bağlı gemiler duruyor,
kömür ve tahıl ve saman ve ıslak halat kokuyorlardı.
Batıdan, ırmağın şehri keserek açtığı bu tek boğazdan
ise, yaylımlı bir hava akıntısı geçip geliyor, taşranın

38
kokularını getiriyordu. Neuilly çayırlarının, Saint-
Germain’le Versailles arasındaki ormanların, Rouen ya da
Caen gibi uzak şehirlerin, hatta bazen denizin kokularını.
Deniz, içinde suyu, tuzu ve soğuk bir güneşi zaptetmiş,
şişkin bir yelken gibi kokuyordu. Yalın bir kokusu vardı bu
denizin, ama aynı zamanda büyük ve kendine özgü bir
koku, öyle ki Grenouille, çözümleyip balığımsı, tuzumsu,
suyumsu, yosunumsu, taze olan diye ayırmaktan kaçındı.
Denizin kokusunu bütün olarak bıraktı, bütün olarak
belleğinde saklayıp tadını bütün olarak duyumsadı. Denizin
kokusu öyle hoşuna gitti ki, onu günün birinde saf ve
katışıksız olarak ve içinde boğulabileceği kadar çok ele
geçirmeyi diledi. Sonraları, anlatılanlardan denizin ne kadar
büyük olduğunu, üzerinde, denizi görmeden günlerce
gemiyle dolaşılabileceğini öğrendiğinde, öyle bir gemide, en
ön direğin en tepesindeki gözetleme yerinde oturup
denizin, aslında koku da değil, bir soluk, bir soluk veriş,
bütün kokuların bitişi olan sonsuz kokusunun içinden uçar
gibi geçmek, bu solukta zevkten eriyip dağılmak düşü, en
sevdiği şey oldu. Ne var ki iş oraya hiçbir zaman
gelmeyecekti, çünkü Place de Greve’de kıyıda durup
burnuna parça parça gelen deniz rüzgârını soluyup duran
Grenouille, denizi, asıl denizi, batıdaki büyük okyanusu
ömründe hiç görmeyecek, bu kokuya karışma mutluluğuna
hiçbir zaman erişemeyecekti.
Saint-Eustache’la Hotel de Ville arasındaki mahalleyi
öylesine koklayıp bitirmişti ki, gecenin zifiri karanlığında
bile yolunu bulurdu. Bunun üzerine avlandığı bölgeyi
genişletti, önce batıya doğru, Faubourg Saint-Honore’ye
kadar, sonra Rue Saint-Antoine’dan yukarı, Bastille’e kadar
ve hatta sonunda ırmağın öte yakasına, zenginlerin
oturduğu yerlerin, Sorbonne mahallesinin, Faubourg Saint-

39
Germain’in içlerine kadar. Araba girişlerinin demir
parmaklıklarından araba derisinin, pajların perukalarındaki
pudranın kokusu geliyor, yüksek duvarların üzerinden
bahçelerdeki katırtırnaklarını, gülleri, yeni budanmış
kmaağaçlarmı kokluyordu. Grenouille’in asıl anlamıyla
parfüm kokusunu ilk alışı da buralarda oldu: en yalın
cinsinden, eğlencelerde bahçelerdeki fıskiyelere katılan
lavanta ya da gülsuları, ama yanı sıra akşamları lüks
arabaların ardından ağır bir kumaş gibi esintisi sürüklenen,
daha karmaşık, neroli, teber, jonoquille nergisi, yasemin ya
da tarçın yağıyla karışık misk ruhu kokuları. Grenouille bu
güzel kokuları, gündelik kokuları olduğu gibi merakla, ama
özel bir hayranlık duymadan karşılıyordu. Gerçi parfümün
amacının başdöndürücü, çekici bir etki yapmak olduğunu
anlamış, içlerindeki tek tek esansların niteliklerini de
öğrenmişti. Ama bu parfümler ona bütün olarak daha çok
kaba, hantal, beste gibi olmaktan çok çorba gibi geliyordu;
ayrıca elinde aynı temel maddeler olsa bambaşka güzel
kokular yapabileceğini de biliyordu.
Bu temel maddelerin birçoğu, pazar yerinin çiçekçi,
baharatçı tezgâhlarından bildiği şeylerdi, ama kimisi de
yeniydi; bu yenileri koku karışımlarının içinden çekip
çıkarıyor, belleğine adsız olarak yerleştiriyordu: amber,
zabat, tefarik, sandalağacı, bergamot, vetiver, opoponax,
aselbent, şerbetçiotu çiçeği, kunduzhayası...
Güçbeğenirlik etmiyordu. Herkeslerin güzel koku, kötü
koku diye adlandırdığı şeyler arasında bir ayırım
yapmıyordu, henüz yapmıyordu. Av gezilerinin amacı,
dünyanın koku adına sunduğu her ne varsa ele geçirmekti,
tek koşulu da, kokuların yeni olmasıydı. Terleyen bir atın
kokusuna da, şişmekte olan gül koncalarının yeşil kokusuna
da aynı değeri veriyordu; bir bitin burun delici kokusu, bey

40
evi mutfaklarından taşan baharatlı dana kızartması
kokuşundan geri kalmıyordu. Her ama her şeyi yutuyor,
emip içine çekiyordu. Birleştirici çabayla durmadan yeni
koku bileşimleri yaptığı, bir kokular mutfağı olan hayalinde
henüz bir estetik ilkesi egemen değildi. Tuhaflıklar yaratıp
sonra hemen gene bozuyordu, üst üste koyduğu küplerle
hem bir sürü buluşlar yaparak hem habire yıkarak, ama
görünürde yaratıcılığının bir ilkesi olmadan oynayan bir
çocuk gibi.

VIII

1 Eylül 1753’te, kralın tahta çıkışının yıldönümünden,


Paris belediyesi, Pont Royal’de havai fişekler attırdı. Kralın
evlenme törenindeki ya da veliahtın doğuşu nedeniyle
yapılan o dillere destan gösteri kadar parlak olmasa da,
gene oldukça etkileyici bir seyir oldu. Gemi direklerine
altından güneş çarkları takmışlardı. Köprüden, ateş boğası
denen hayvanlar ırmağa bir yıldız yağmuru püskürtüyordu.
Her tarafta kulakları sağır eden bir gürültüyle kumbaralar
patlıyor, kaldırımlarda patlangaçlar kaynaşıyor, fişekler
göğe yükselip siyah kubbeye beyaz zambaklar çiziyordu.
Gerek köprüde gerek ırmağın iki rıhtımında toplanan,
binlerce kafalı kalabalık gösteriyi coşkulu aalarla, oolarla,
bravolarla ve hatta kral tahtına çıkalı otuz sekiz yıl
olmasına, sevilirliğinin doruğunu çoktan aşmasına karşın
vivatlarla izliyordu. Nelere kadirdi bir havai fişek gösterisi.

Grenouille ses çıkarmadan ırmağın sağ kıyısında,


Pavilion de Flore’un dibinde, Pont Royal’e yüzünü dönmüş
duruyordu. Alkışlamak için parmağını kımıldatmıyor,

41
fişeklerin yükselişine bile bakmıyordu. Yeni bir koku
duyabileceğini sanarak gelmişti, ama çok geçmeden havai
fişeklerin koku bakımından hiçbir yenilik getirmediğini
anladı. Önünde savurganca bir çeşitlilik içinde kıvılcımlar,
fıskiyeler, patırtılar, ıslıklar çıkarıp duran şey, ardında
kükürt, yağ ve güherçileden oluşan, alabildiğine birör-nek
bir koku bırakıyordu.
Neredeyse bu can sıkıcı seyri bırakacak, Louvre galerisi
boyunca yürüyüp eve dönecekti ki rüzgâr burnuna bir şey
ulaştırdı; ufacık, farkına güç varılır bir kırıntı, bir güzel
koku atomu, hayır, o bile değil, gerçek bir koku olmaktan
çok bir koku sezintisi yine de, kesinlikle daha hiç
koklanmamış bir şey olduğunun sezintisi. Dönüp duvara
yanaştı, gözlerini kapayıp burun kanatlarını şişirdi. Koku
öyle hafif, öyle inceydi ki, yakalayamıyordu; algısının ne
kadar davransa erişemediği, kumbaralardan çıkan barut
dumanıyla örtülen, insan kitlelerinin vücut buğularıyla yolu
kesilen, şehrin daha bin kokusuyla parçalanan, ezilen bir
kokuydu. Ama sonra birden gene geliyordu, sadece küçük
bir kırpıntı, bir saniyecik, şahane bir anıştırma olarak
duyulabiliyor... sonra hemen kayboluyordu. Grenouille
acılar içindeydi. İlk olarak açgözlü kişiliği değildi incitilen,
gerçekten kalbiyle acı çekiyordu. Tuhaf bir biçimde, bu
kokunun bütün öbür kokuların anahtarı olduğu, bu koku
anlaşılmazsa bütün öbür kokuların hiçbir anlamı
olmayacağı ve kendisinin, Grenouille’in, bu kokuyu ele
geçirmeyi başaramazsa boşuna yaşamış olacağı duygusu
uyanıyordu içinde. Onu elde etmeliydi, sırf sahibi olmak
için değil, yüreğinin dinginliği aşkına.
Heyecandan neredeyse içi bulanacaktı. Kokunun ne
yönden geldiğini bile çıkaramamıştı. Kimi zaman, yeni bir
parçası esip gelene kadar aradan dakikalar geçiyor ve

42
Grenouille her seferinde, onu bir daha ömür boyu
duyamayacağı kaygısıyla dehşete düşüyordu. Sonunda can
havliyle, kokunun ırmağın öbür kıyısından, güneydoğu
yönünde bir yerlerden geldiği sanısına sığındı da kurtuldu.
Kendini Pavilion de Flöre’un duvarından koparıp
kalabalığa daldı, köprüye doğru yola düştü. Her iki üç
adımda duruyor, parmak uçlarında yükselip insanların
başları üzerinden havayı kokluyor, önce heyecandan hiçbir
şey duymuyor, sonra gene de burnuna bir şey geliyor,
kokuyu yokluyor, öncekinden daha kuvvetli olduğunu
anlayınca doğru yol üzerinde olduğuna güveni artıyor, gene
dalıyor, havaya bakan milleti ve ikide bir ellerindeki
meşaleleri fişeklerin fitiline tutan havai fişekçiler
kalabalığını yara yara ilerliyor, barutun geniz yakan dumanı
içinde kokusunu kaybediyor, paniğe kapılıyor, itiştire
kakıştıra yığının içinden kendine yol açıyordu; bitmez
dakikalardan sonra karşı kıyıya, Hotel de Mailly’ye, Quai
Malaquest’e, Rue de Seine’in ağzına ulaştı.
Burada durup kendini topladı ve havayı kokladı.
Duymuştu kokuyu. Yakaladı. Bir şerit gibi Rue de Seine’den
aşağı akıp geliyordu, bir başkasıyla karıştırılamayacak
kesinlikte, ama gene de eski hafifliği, inceliğiyle. Grenouille
kalbinin hızlı hızlı çarptığını hissediyor, bunun koşmaktan
değil, duyduğu koku karşısındaki çaresizlikten ileri
geldiğini biliyordu. Benzer kokular hatırlamaya çalıştı, ama
kurmaya çalıştığı bütün yakınlıklardan vazgeçmek zorunda
kaldı. Bu kokuda bir tazelik vardı, ama limon ya da turunç
tazeliği değil, mürağacı, tarçın yaprağı, kıvırcık nane,
huşağacı, kâfuru, çam iğnesi, mayıs yağmuru, ayaz ya da
kaynak suyu tazeliği... de değil, hem de bir sıcaklık vardı,
ama bergamot, selvi, misk gibi değil, yasemin, nergis gibi
değil, gülağacı gibi değil, süsen... gibi de değil. Bu koku

43
hem uçucu hem ağır öğeleri olan bir karışımdı, karışım
değil, bunların bileşimiydi, üstelik az, zayıf, gene de sağlam,
taşıyıcılığı olan, ince, tiril tiril bir parça ipekli gibi... gene
ipekli gibi de değil, içinde bisküvi eritilmiş ballı süt gibi
ama bu da olur mu hiç: süt nerede, ipek nerede! Kavranmaz
bir şeydi bu koku, tasvire sığmaz, hiçbir yere oturtulamayan
bir şey. Aslında hiç olmaması gerekirdi. Ama vardı işte,
kesinlikle karşı konulmaz doğallığı içinde ortadaydı. Onun
gösterdiği yöne, yüreği korkudan çarpa çarpa yürüyordu
Grenouille, çünkü kokuyu izlemediğini, kokunun kendisini
tutsak aldığını, direnemeyeceği biçimde kendine doğru
çektiğini seziyordu.
Rue de Seine’i yukarı doğru yürüdü. Caddede kimse
yoktu. Evler boş, sessizdi, içindekiler aşağıya, havai fişek
seyretmeye gitmişlerdi. Ortada rahatsız eden ne telâşlı bir
insanın kokusu vardı, ne de o geniz yakan barut dumanı.
Caddede, her zamanki su, pislik, sıçan ve sebze çöpü
kokuları yayılıyordu. Ama bunların üzerinde, bütün
inceliği, açık seçikliğiyle, Grenouille’e yol gösteren o şerit
asılıydı. Birkaç adım sonra gece göğünün zaten az olan
ışığını yüksek binalar yutunca Grenouille karanlıkta
ilerlemeye başladı. Önünü görmesi de gerekmiyordu. Koku
ona yolunu güvenilir biçimde gösteriyordu.
Elli metre sonra sağa sapıp Rue des Marais’ye, belki
öncekinden daha da karanlık, genişliği ancak iki kol boyu
bir sokağa girdi. Gariptir ki koku pek artmadı. Yalnız daha
bir anlaştı, böylece, gittikçe artan arılığıyla, çekiciliği
güçlendi de güçlendi. Grenouille, elinde olmadan
yürüyordu. Bir yerde tuttuğu gibi sağa çekti onu koku, ilk
bakışta bir evin duvarına doğru. Önünde alçak bir geçit
açılmıştı, ucu avluya bakıyordu. Uykuda gezer gibi geçti
Grenouille bu geçidi, avluyu geçti bir baştan öbür başa, bir

44
köşeyi döndü, daha küçük bir ikinci arka avluya ulaştı.
Sonunda, aydınlıktı burası: Eni boyu yalnız birkaç adım
olan, dört köşe bir yerdi. Duvara bitişik, eğik bir tahta
sundurma vardı. Bunun altında bir masaya bir mum
yapıştırılmıştı. Bu masada bir kız oturmuş, sarı ve kokulu
aynabakan eriği ayıklıyordu. Yemişleri solunda duran bir
sepetten alıyor, saplarını koparıp bir bıçakla çekirdeklerini
çıkarıyor, sonra bir kovaya atıyordu. On üç, on dört
yaşlarında olsa gerekti. Grenouille durdu. Hemen anlamıştı
yarım millik yoldan, ırmağın ta karşı kıyısından duyduğu
kokunun kaynağının ne olduğunu: ne bu pis avlu, ne
erikler. Kaynak, kızdı.
Bir an öyle şaşkınlaştı ki, gerçekten, ömründe daha bu
kız kadar güzel bir şey görmediğini düşündü. Oysa yalnız,
kızın mum ışığındaki arkadan siluetini görüyordu. Tabii
aklına gelen aslında, şimdiye kadar bu kadar güzel koku
duymadığıydı. Ama insan kokularını, binlerce erkek, kadın,
çocuk kokusunu bildiğinden, bu derece olağanüstü bir
kokunun bir insandan çıkabileceğini aklı almıyordu.
Genellikle insanların kokusu ya hiçbir şeye benzemez, ya da
berbat olurdu. Çocuklar yavan, erkekler sidik gibi, acı acı
ter ya da peynir, kadınlar bayat donyağı, bozulmakta olan
balık kokardı. İlginç bir tarafı kesinlikle yoktu insan
kokusunun, itici bir şeydi... İşte böylece Grenouille,
ömründe ilk kez burnuna inanamayıp kokladığı şeyin
doğruluğundan emin olabilmek için gözlerini yardıma
çağırmak zorunda kaldı. Tabii çok uzun sürmedi
duyularının şaşkınlığı. Görme duyusuna olan gereksinimi
bir an sürmüş sürmemiş, sonra kendini yeniden, hem de hiç
başka bir şeye dayanmaksızın, koklama duyusunun
algılarına bırakmıştı. Şimdi, gördüğü şeyin bir insan
olduğunu kokluyordu; kızın koltuk altlarındaki ter,

45
saçlarmdaki yağ, cinsel organındaki balık kokusunu, üstelik
tatların en büyüğünü alarak duyuyordu. Kızın teri deniz
rüzgârı kadar taze kokuyor, saçlarının yağı fıstık yağı gibi,
organı bir buket nilüfer, derisi kayısı çiçeği gibi öyle
dengeli, öyle büyülü bir parfüm oluşturuyordu ki
Grenouille’in şimdiye kadar parfüm adına kokladığı her ne
varsa, hatta düşünde, oynarcasına kurduğu ne kadar koku
bileşimi varsa, bu koku karşısında bir çırpıda
anlamsızlaşıyor, hiçleşiyordu. Bu koku karşısında yüz bin
kokunun hiçbir değeri kalmıyor gibiydi. Bu, öbür kokuların
örnek alıp yerlerini belirlemelerini sağlayan üst ilkeydi. Salt
güzellikti.
Grenouille’in bildiği bir şey varsa o da, bu kokuyu ele
geçirmezse hayatının hiçbir anlamı kalmayacağıydı. En
küçük ayrıntısına, en son, en ince dalına kadar tanımalıydı
onu; bütünlüğü içinde sırf anısı yetmeyecekti. Bu tanrısal
parfümü kara ruhunun hercümercine bir mühür gibi
basmak, inceden inceye araştırmak ve bundan böyle bu
büyülü formülün kuruluş kurallarına göre düşünmek,
yaşamak, koklamak istiyordu.
Yavaş yavaş kıza doğru ilerledi, yaklaştı, yaklaştı,
sundurmanın altına girdi, bir adım arkasında durdu. Kız
ayak seslerini duymamıştı.
Kızıl saçlıydı, üstünde kolsuz, gri bir elbise vardı.
Bembeyazdı kolları, elleriyse yardığı eriklerin suyundan
sarıya kesmişti. Grenouille üzerine eğilmiş duruyor,
kokusunu şimdi iyice katışıksız olarak, ensesinden,
saçlarından, elbisesinin göğsünden yükseldiği biçimiyle
emiyor, hafif bir rüzgâr gibi içine çekiyordu. Hiç bu kadar
iyi hissettiği olmamıştı. Derken kız üşümeye başladı.
Grenouille’i görmüyordu. Ama korkuya benzer bir
duyguya kapılmış, üzerine, insanın birden, çoktan
46
kurtulduğu, eski bir korkuyu yeniden duyduğu cinsten,
garip bir titreme gelmişti. Arkasından soğuk bir hava akımı
esmiş, sanki biri alabildiğine büyük, soğuk bodruma inen
bir merdivenin kapısını açmış gibi geldi. Elindeki bıçağı
bıraktı, kollarını göğsünde kavuşturup arkasına döndü.
Onu gördüğünde korkudan öylesine donakaldı ki,
Grenouille rahat rahat ellerini kızın boynuna götürecek
zamanı buldu. Çığlık atmaya kalkmadı kız, yerinden
kımıldamadı, kendini korumak için herhangi bir hareket
yapmadı. Grenouille ise ona bakmıyordu. İnce, çillerle
bezenmiş yüzünü, kırmızı dudaklarını, pırıl pırıl yeşil,
kocaman gözlerini görmüyordu, çünkü sımsıkı yummuştu
gözlerini kızın boğazını sıkarken, tek bir kaygısı vardı ki o
da, güzel kokusundan zerre kaybetmemekti.
Öldürünce kızı yere, erik çekirdeklerinin ortasına
yatırdı, elbisesini yırtıp açtı; bir sele döndü koku akımı,
parfümüyle altına aldı Grenouille’i. Yüzünü kızın derisine
yapıştırıp sonuna kadar şişirdiği burun deliklerini
karnından göğsüne, boynuna, yüzüne gezdirdi, saçlarından
geçip gene karnına, aşağıya organına, kalçalarına, beyaz
bacaklarına indi. Başından ayak parmaklarına kadar
koklayıp bitirdi kızı, kokusunun son kırıntılarını da
çenesinden, göbeğinden, dirseğinin iç tarafından topladı.
Kız koklanmaktan solduğunda bir süre daha yanında,
çöktüğü yerde kaldı, kendini toplamaya çalıştı, onun
varlığıyla taşarcasına dolmuştu çünkü. Kokusunun bir
damlası dökülsün istemiyordu. Önce içinin odacıklarını en
küçük bir delik kalmayacak gibi kapatmalıydı. Sonra ayağa
kalkıp mumu söndürdü.
Bu sırada ilk evlerine dönenler, şarkılar söyleyip vivat
naraları atarak Rue de Seine’den yukarı yürüyorlardı.
Grenouille sokağın karanlığında koklaya koklaya, Rue de
47
Seine’e koşut olarak ırmağa giden Rue des Petits
Augustins’e ulaştı. Az sonra ölüyü buldular. Bağrışmalar
yükseldi. Meşaleler yakıldı. Bekçiler geldi. Grenouille
çoktan öbür kıyıdaydı.

IX

O gece uyuduğu bölme Grenouille’e saray, tahta


kereveti kubbeli yatak gibi geldi. Mutluluğun ne olduğunu
şimdiye kadarki ömründe bilmemişti. Çok çok, seyrek
olarak, belirsiz bir hoşnutluk duyduğu olmuştu. Oysa
şimdi, mutluluktan titriyor, saadet-i uzması uyumasına
engel oluyordu. Yeniden doğmuş gibiydi, hayır, yeniden
değil, ilk kez doğmuş gibiydi, çünkü şimdiye kadar öz
bilinci bulanık kalmış, herhangi bir hayvan gibi yaşamıştı.
Ama bugünkü günle birlikte, gerçekten kim olduğunu
sonunda öğrenmiş gibiydi: düpedüz bir dehaydı; artık
biliyordu ki, hayatının bir anlamı, bir hedefi, bir amacı
vardı: kokular dünyasında devrim yapmak gibi yüce bir
amaç ve yeryüzünde yalnız onun elindedir bu amaca
götürecek bütün araçlar: yani o olağanüstü burun, o eşsiz
bellek, en önemlisi de, Rue des Marais’deki şu kızın, bir
büyünün bileşimi gibi, büyük bir kokuyu, bir parfümü
oluşturan her şeyi: inceliği, kuvveti, sürekliliği, çeşitliliği ve
dehşet verici, karşı konulmaz güzelliği içeren, izi silinmez
kokusu. Gelecekteki hayatının pusulasını bulmuştu. Ve
nasıl dışarıdan gelen bir olay bütün dâhi mendeburların
ruhundaki sarmallar kargaşasına dümdüz bir yol çizmişse,
Grenouille de, yazgısının yönü diye bellediği gidişten
ayrılmadı. Şimdi anlıyordu ne yüzden o kadar büyük inat ve
dirençle hayatta kaldığını: Bir koku yaratıcısı olması
gerekiyordu da ondan. Herhangi bir koku yaratıcısı da
48
değil: Bütün zamanların en büyük parfümcüsü olacaktı.
Daha o gece, önce uyanıkken, sonra düşünde
anılarındaki uçsuz bucaksız yıkıntıları bir denetledi.
Milyonlarca koku yapıtaşını elden geçirip sistemli bir
düzene koydu: güzeli güzel kokunun yanına, kötüyü
kötünün, zarifi zarifin, kabayı kabanın, iğrenci iğrenç,
ilahiyi ilahi kokunun yanına dizdi. Ondan sonraki hafta
boyunca bu düzen gittikçe gelişti, kokuların dizelgesi
gittikçe zenginleşti, ayrımlaştı, aşama sırası gittikçe açıklık
kazandı. Çok geçmeden de, ilk planlı koku yapılarını
dikmeye başladı: evler, duvarlar, basamaklar, kuleler,
bodrumlar, odalar, gizli odalar... içinde en şahane koku
bileşimlerinden oluşan ve her gün genişleyen, her gün
güzelleşen, yetkinleşen bir örgü örülüyordu.
Bu harikanın başında yer alan şeyinse bir cinayet
olduğu, ola ki farkında idiyse, umurunda bile değildi. Rue
des Marais’deki kızın görüntüsünü, yüzünü, bedenini
hatırlamıyordu bile artık. En güzel tarafını: kokusundaki
ilkeyi saklamış, kendine maletmişti ya.

O sıralar Paris’te bir düzineyi aşkın parfümcü vardı.


Bunlardan altısı sağ, altısı sol kıyıda, biri de tastamam
ikisinin ortasında, yani sağ kıyıyı ile de la Cite’ye bağlayan
Pont au Change’m üstündeydi. Bu köprünün iki yanına
yapılmış dört katlı binalar öyle sıktı ki, insan geçerken
hiçbir yerinden suyu göremez, kendini bütünüyle sıradan,
toprağa oturan bir caddede sanırdı, hem de alabildiğine şık
bir caddede. Gerçekten Pont au Change, şehirdeki en
kalburüstü işyeri adreslerinden biriydi. En ünlü dükkânlar,

49
kuyumcular, abanoz işleyenler, en iyi peruk ustalarıyla
çantacılar, en has iç çamaşırlarıyla çorapları yapanlar,
çerçeveciler, süvari çizmesi satanlar, apolet işleyiciler, altın
düğme dökümcüleri ve bankerler buradaydı. Parfümcü ve
eldivenci Giuseppe Baldini’nin mağazasının ve evinin
olduğu bina da işte buradaydı. Camekânının üstünde yeşil
boyalı, görkemli bir hayvan gerili, bunun yanında
Baldini’nin som altından arması asılıydı, içinden bir demet
altın çiçek yükselen, altın bir flakon; kapının önündeyse,
gene Baldini’nin altın sırmayla işlenmiş armasını taşıyan,
kırmızı bir halı seriliydi. Kapı açıldı mı İran işi bir çıngırak
düzeni ses verir, gümüşten iki balıkçıl kuşu altın kaplamalı
ve gene Baldini armasındaki flako biçiminde yapılmış bir
çanağa, gagalarından menekşe suyu püskürtmeye
başlarlardı.
Açık renkli kaymağacı yazıhanenin arkasında ise, yaşlı
ve sütun gibi kıpırtısız, gümüş pudralı peruğu, altın sırma
işlemeli mavi elbisesiyle Baldini’nin kendisi dururdu.
Çevresini neredeyse gözle görülür bir biçimde, her sabah
üstüne başına sıktığı franjipan suyundan oluşan bir bulut
sarar, bu bulut kendisini uzaklarda, sisler içindeymiş gibi
gösterirdi. Hareketsizliği içinde kendi demirbaşından bir
parça gibi dururdu. Yalnız çıngıraklar çalıp da balıkçıllar
tükürmeye başlayınca pek sık olan şeyler değildi her ikisi de
sanki birdenbire canlanır, bütün heybeti dağılır, küçülür,
bir telaş içinde yazıhanenin arkasından fırlayıp gelirdi. Öyle
bir hızla gelirdi ki, franjipan bulutu kolayına yetişemezdi
ardından müşteriye, en seçkin kokuları, kozmetik
malzemesini takdim edebilmek için oturmasını rica ederdi.
Baldini’nin elinde bunlardan binlerce vardı. Sunduğu
mallar içinde bir yanda mutlak esanslar, çiçek yağları,
tentürler, özler, salgılar, merhemler, reçineler ve kuru, sıvı

50
ya da mumsu biçimde başka ıtriyat, bir yanda çeşitli
pomatlar, macunlar, pudralar, sabunlar, kremler, keseler,
bandolinler, briyantinler, tıraş sabunları, siğil ilaçları ve
yapıştırmalık benler öte yanda da banyo sıvıları, losyonlar,
nisadır ruhları, tuvalet sirkeleri ve sayısız gerçek parfüm
bulunurdu. Gene de, klasik güzellik bakımında yeri olan bu
ürünlerle yetinmiyordu Baldini. Onun hırsı, herhangi bir
biçimde güzel kokusu olan ya da güzel kokulara herhangi
bir biçimde katkısı olan her ne varsa dükkânında
toplamaktı. Bunun için tütsü yuvarcıkları, tütsü çubukları,
tütsü şeritleri de, anason tohumundan tarçın kabuğuna
kadar tekmil baharat da, Kıbrıs’tan, Malaga’dan, Korint’ten
gelme şuruplar, likörler, meyve rakıları, şaraplar da, ballar,
kahveler, çaylar da, kurutulmuş, şekerlenmiş yemişler,
incirler, şekerlemeler çikolatalar, kestaneler de, evet hatta
kapari, hıyar, soğan turşuları ve tonbalığı salamurası da
vardı. Sonra bir de güzel kokan mühür mumları, parfümlü
mektup kâğıtları, gülyağı kokulu aşk mektubu
mürekkepleri, ispanyol derisinden yazı takımları, beyaz
sandalağacından kalemler, sedir odunundan kutular,
sandıklar, kuru çiçek, tütsü koymak için pirinçten
potpuriler, çanaklar, buhurdanlar, kehribar tıpaları,
tornadan geçmiş kristal flakonlar, kâsecikler, kokulu
eldivenler, mendiller, muskat çiçeğiyle doldurulmuş
iğnelikler ve bir odayı yüzyıldan bile fazla bir zaman
kokularıyla doldurabilen, misk buharına tutulmuş duvar
kâğıtları.
Elbet bunca mal, caddeye (ya da köprüye) bakan o
şatafatlı dükkâna sığamazdı, bu yüzden, bodrum da
olmayınca, yalnız evin tavanarası değil, bütün birinci ve
ikinci katıyla giriş katının ırmak tarafındaki hemen hemen
bütün odaları depo görevini üstlenmek durumundaydılar.

51
Bunun sonucu ise, Baldini’nin evinde tarife gelmez bir
kokular kargaşasının egemen olmasıydı. Tek tük ürünler ne
kadar seçkin nitelikte olursa olsun —çünkü Baldini yalnız
en birinci kaliteden mal alırdı-, kokuca beraberlikleri
dayanılmaz bir şeydi; tıpkı, her üyesinin başka bir ezgiyi
fortissimo çaladurduğu bin kişilik bir orkestra gibi.
Kargaşayı gerek Baldini’nin kendisi, gerek dükkânında
çalışanlar, gerekse üçüncü katta oturan ve bu katı depoların
sürekli yayılmasına karşı amansızca savunan karısı, bütün
orkestra şefleri yaşlanınca sağır olurlar ya, öyle
kanıksamışlardı. Oysa Baldini’nin dükkânına ilk gelen
müşteri öyle mi? Onun suratına bir yumruk gibi inerdi
içeride egemen olan koku karışımı, bünyesine göre ya aşırı
heyecana ya sersemliğe sürükler, ama herhalde duyularını
öyle alt üst ederdi ki, çoğu kere niçin geldiğini bilemez
olurdu müşteri. Ayak işlerini gören oğlanlar siparişleri
unuturlardı. Kale gibi bayların içi bulanırdı. Nice bayan yarı
isteriden, yarı kapalı yer yılgısından bunalımlar geçirir,
bayılır, ancak en keskininden, karanfil yağlı, kâfuru ruhlu
nişadırla kendine gelirdi.
Durum böyle olunca, Giuseppe Baldini’nin dükkânının
karşısındaki İran işi çıngırağın gittikçe daha seyrek çınlayıp,
gümüş balıkçıl kuşlarının gittikçe daha seyrek su
püskürtmelerine şaşmamak gerekirdi aslında.
“Chenier!” diye seslendi Baldini, saatlerdir gözlerini
kapıya dikerek sütun kıpırtısızlığıyla dikildiği yazıhanenin
arkasından, “peruğunuzu takın!” Bunun üzerine zeytinyağı
fıçılarıyla, tavana asılı Bayonne jambonlarının arasından,
Baldini’nin biraz daha genç, ama gene de yaşlı bir adam
olan kalfası Chenier göründü, ön tarafa, dükkânın kibar
bölümüne geldi. Elbisesinin cebinden bir peruk çıkarıp
başına taktı. “Çıkıyor musunuz, Bay Baldini?”

52
“Hayır,” dedi Baldini, “birkaç saatliğine çalışma odama
çekileceğim ve kesinlikle rahatsız edilmemek isterim.”

“Aa, anlıyorum! Yeni bir parfüm üzerinde


çalışıyorsunuz. “Evet, öyle. Kont Verhamont’un ısmarladığı
İspanyol derisini koklamak için. Tamamen yeni bir şey
olsun istiyor. Öyle bir şey istiyor ki, şey gibi... şey... galiba
‘Amor ile Psyche’ dediydi, şu... şeyinmiş sözümona, Rue
Saint-Andre’deki şu beceriksizin, neydi adı, şeyin...

CHENİER: Pelissier.
BALDİNİ: Evet. Doğru. Pelissier’ydi beceriksizin adı.
Pelissier’nin ‘Amor ile Psyche’si. Biliyor musunuz bu
kokuyu?
CHENİER: Evet, evet. Biliyorum. Her yerde o koku
şimdi. Her köşede duyuyor insan. Ama bana sorarsanız
hiçbir özelliği yok! Sizin yapacağınız bileşimle hiçbir şekilde
boy ölçüşemez Bay Baldini.
BALDİNİ: Tabii ölçüşemez.
CHENİER: Alabildiğine sıradan bir kokusu var bu
‘Amor ile Psyche’nin.
BALDİNİ: Ayaktakımı işi yani?
CHENİER: Tamamiyle ayaktakımı işi. Pelissier’nin
yaptığı her şey gibi. Sanırım lim yağı var içinde.
BALDİNİ: Yok canım? Başka?
CHENİER: Belki portakal çiçeği esansı. Belki de
biberiye tentürü. Ama çok emin değilim.
BALDİNİ: Hiç umurumda değil ki zaten.
CHENİER: Gayet tabii.

53
BALDİNİ: Bana neymiş o Pelissier çaylağının
parfümüne neler katıştırdığından. İlham almak için bile
olsa koklayacak değilim ki!
CHENİER: Çok haklısınız, Mösyö.
BALDINI: Bildiğiniz gibi ilham aramam ben. Ben
parfümlerimi, sizin de bildiğiniz gibi, çalışa çalışa elde
ederim.
CHENIER: Bilirim, Mösyö.
BALDINI: Yalnız benim içimden doğmalıdır benim
eserim.
CHENIER: Bilirim.
BALDINI: Ve de niyetim, Kont Verhamont için
gerçekten sansasyon uyandıracak bir şey yaratmaktır.
CHENIER: Bundan eminim, Bay Baldini.
BALDINI: Dükkâna siz bakın. Benim sükûnete
ihtiyacım var. Yanıma kimseyi sokmayın, Chenier.

Sonra yerinden ayrıldı, heykel görkemiyle değil, yaşının


gerektirdiği gibi iki büklüm, hatta neredeyse dayak yemiş
gibi, ayaklarını sürüyerek yavaş yavaş, çalışma odasının
bulunduğu birinci katın merdivenlerini çıkmaya başladı.
Chenier yazıhanenin arkasındaki yere geçti, aynı ustası
gibi durup aynı donuk bakışla gözlerini kapıya dikti.
Bundan sonraki saatlerde ne olacağını biliyordu: Dükkânda
hiçbir şey olmayacaktı, yukarda, Baldini’nin çalışma
odasmdaysa bilinen felâket. Baldini mavi, franjipan suyu
sinmiş kaftanını çıkaracak, yazı masasına oturup bir esin
bekleyecekti. Esin gelmeyecekti. Bunun üzerine içi yüzlerce
deneme şişeciğiyle dolu dolaba koşacak, rastgele birşeyler
karıştıracaktı. Karışım bir şeye benzemeyecekti. Baldini

54
küfredecek, pencereyi açıp karışımı ırmağa atacaktı. Bir
deneme daha yapacak, bu da bir şeye benzemeyecekti, o
zaman Baldini bağıracak, tepinecek, artık bayıltıcı bir
kokuyla dolan odada bir ağlamadır tutturacaktı. Akşam
yediye doğru bitkin bir halde aşağı inecek, titreyip
ağlayarak şöyle diyecekti:

“Chenier, burun kalmamış bende, yaratamayacağım bu


parfümü, kontun İspanyol derisini yapamayacağım, bittim
ben, içim ölmüş benim, ölmek istiyorum, ne olur Chenier,
yardım edin de öleyim!” Chenier de, Pelissier’ye adam
gönderip bir şişe ‘Amor ile Psyche’ aldırmayı önerecek,
Baldini tek bir kişinin bile bu rezaleti duymaması koşuluyla
kabul edecek, Chenier yemin edecek, gece olunca da Kont
Verhamont için hazırlanan deriyi gizlice o yabancı parfümle
kokulandıracaklardı. Böyle olacaktı, başka yolu yoktu.
Chenier’nin tek dileği, bütün bu maskaralıktan bir an önce
kurtulmaktı. Baldini büyük bir parfümcü değildi artık. Evet,
gençliğinde, otuz, kırk yıl önce, o zamanlar ‘Güney Gülü’nü
yaratmıştı, bir de ‘Baldini’nin Galan Buketi’ni, bütün
servetini borçlu olduğu iki büyük kokuydu bunlar. Ama
şimdi, yaşlanmış, tükenmiş, zamanın modasından,
insanların değişen zevklerinden haberi yoktu artık, arada
bir kendi ürünü olan bir koku karıştırmayı başarıyorsa da,
hepten modası geçmiş, satılması olanaksız bir şey oluyordu
yaptığı, bir yıl geçince on kat inceltip fıskiye kokusu olarak
başlarından defetmeye çalışıyorlardı. Yazık adama, diye
düşündü Chenier, aynada peruğunun iyi oturup
oturmadığına bakarken, yazık ihtiyar Baldini’ye; yazık bu
güzel mağazaya, Baldini onu da rezil edecek çünkü; bana da
yazık, çünkü dükkân rezil oldu mu ben de iyice yaşlanmış
olacağım, devralamayacağım...

55
XI

Giuseppe Baldini gerçi kokulu elbisesini çıkarmıştı,


ama sırf bunca yıllık alışkanlıktan ötürü. Yoksa artık
çoktandır rahatsız olmuyordu burnuyla çalışırken franjipan
suyunun kokusundan, öyle ya, yıllardan beri taşıyordu bu
kokuyu üstünde, farkına bile varmaz olmuştu. Gene çalışma
odasının kapısını kapatmış, rahatsız edilmemeyi istemişti,
ama düşüncelere dalmak, esin beklemek üzere yazı
masasına oturmadı, çünkü Chenier’den iyi biliyordu esinin
gelmeyeceğini, aslında hiç geldiği de olmamıştı. Gerçi şimdi
yaşlanmış, tükenmişti, doğruydu, büyük bir parfümcü de
değildi artık; ama gene biliyordu ki, ömründe hiçbir zaman
büyük bir parfümcü olmamıştı. ‘Güney Gülü’ babasından
miras kalmış, ‘Baldini’nin Galan Buketi’niyse yolu Paris’e
düşen Cenevizli bir baharat tüccarından satın almıştı. Öbür
parfümlerine gelince, eskiden beri bilinen reçetelerdi. Yeni
bir şey bulduğu hiç olmamıştı. Mucit değildi. Tutunmuş
kokuları özenle hazırlayan biriydi, elindeki iyi yemek
reçeteleriyle alışkanlığın verdiği ustalığı birleştirip
olağanüstü bir mutfak kurmuş, ama kendisi daha hiç yeni
bir yemek yaratmamış bir aşçı gibiydi. Bütün o laboratuvar,
deney, esin ve sır saklama hokus pokuslarını yalnız,Maitre
Parfumeur et Gantier mesleğinin bir parçası oldukları için
yapıyordu. Parfümcü demek yarı yarıya, mucizeler yaratan
bir simyacı demekti, böyle istiyordu insanlar ne âlâ!
Sanatının öteki zanaatlar gibi bir zanaat olduğunu yalnız
kendi biliyordu, bu da onun kıvanç kaynağıydı. Mucit
olmayı zaten istemiyordu ki. İcatlara büyük kuşkuyla
bakardı, çünkü her icat bir kuralın bozulması anlamına
gelirdi. Kont Verhamont için yeni bir parfüm bulmayı
aklının ucundan bile geçirmiyordu. Ama Chenier’ye kanıp

56
Pelissier’nin ‘Amor ile Psyche’sini aldırtacak da değildi.
Elindeydi parfüm. Orada, pencerenin önündeki yazı
masasının üstünde, kristal tıpalı, küçük bir cam flakonda
duruyordu. Daha birkaç gün önceden almıştı. Tabii kendisi
değil. Olacak iş miydi,onun bizzat Pelissier’ye gidip parfüm
alması! Bir aracı gitmişti, bu aracıyı gönderense gene başka
bir aracıydı... Dikkatli olmak şarttı. Çünkü Baldini parfümü
hemen deriyi kokulamakta kullanıvermek istemiyordu,
elindeki azıcık şey yetmezdi zaten buna. Daha beter bir şey
takmıştı aklına: Kopya edecekti.
Bu yasak değildi gerçi. Ama son derece ayıptı.
Rakibinin parfümünü gizlice taklit edip kendi adı altında
satmak, müthiş ayıp bir şeydi. Yalnız bundan daha da ayıp
bir şey varsa, kopyacının foyasının meydana çıkmasıydı,
bunun için de Chenier’nin kesinlikle haberi olmamalıydı,
çünkü gevezeydi Chenier.
Ah, ne kötüydü dürüst bir adamın böyle dolambaçlı
işler yapmak zorunda kalması! Ne kötüydü insanın, sahip
olduğu en değerli şeyi, onurunu böyle iki paralık şey için
lekelemesi! Ama ne yapsmdı? Ne de olsa Kont Verhamont,
kesinlikle kaybetmemesi gereken bir müşteriydi. Zaten pek
bir müşterisi kalmamıştı. Ama gene peşinden koşması
gerekiyordu müşterilerinin, yirmili yılların başlarında,
mesleğe atılırken, boynunda askılı tezgâhı sokak sokak
dolaşırken olduğu gibi. Allah bilir ya, Giussepe Baldini,
Paris’in en büyük, en parlak koku maddeleri
ticarethanesinin sahibi, mali durumunu ancak elinde
çantası ev ziyaretleri yaparak kurtarabiliyordu. Bu da hiç
hoşuna gitmiyordu, çünkü altmışını çoktan aşmıştı ve
soğuk bekleme odalarında bekleyip yaşlı markizlere
binçiçek suyuyla dörthaydut sirkesi koklatmaktan ya da bir
migren merhemi kakalamaktan nefret ediyordu. Üstelik

57
iğrenç bir rekabet hüküm sürerdi bu bekleme odalarında.
Hepsi oradaydı, Rue Dauphine’deki şu, Avrupa’nın en
büyük pomat programını sunduğunu iddia eden Brouet
türedisi; ya da Rue Mauconseil’den, Artois kontesinin aile
parfümcüsü olmayı başaran Calteau veya Rue Saint-Andre-
des-Arts’tan şu sağı solu hiç belli olmayan, ortaya her
mevsim, bütün dünyayı çılgın gibi peşinden sürükleyen
yeni bir parfüm çıkaran Antoine Pelissier.
Öyle Pelissier’ninki gibi bir parfüm bütün piyasayı alt
üst edebiliyordu. Bir yıl Macar suyu modaydı da Baldini
hazırlığını yapmış, ihtiyacı karşılayacak kadar lavanta,
bergamot, biberiye mi almıştı Pelissier ortaya bir ‘Air de
Musc’, ağırın da ağırı bir misk kokusu çıkarı veriyordu.
Birden herkes buram buram bu hayvani kokuyu yaymak
istiyordu, Baldini’yse artık biberiyesinden saç losyonu
yapabilir, lavantasıyla koku torbacıklarını doldurabilirdi.
Ama gelecek yıl için yeteri kadar misk, zabat, kunduzhayası
mı getirtmişti, Pelissier’nin aklına ‘Orman Çiçeği’ diye bir
parfüm yapmak geliyor, hemen de başarıya ulaşıyordu.
Baldini geceler süren deneyler sonunda, ya da dünyanın
rüşvetini vererek ‘Orman Çiçekleri’nin nelerden oluştuğunu
mu bulmuştu çok sürmüyor, Pelissier ‘Türk Geceleri’ ya da
‘Lizbon Meltemi’ ya da ‘Bouquet de la Cour’ ya da şeytan
bilir neyle çıkageliyordu. Bu adam, bu sınır tanımaz
yaratıcılığıyla, bütün meslek için kesinlikle bir tehlikeydi.
Eski lonca hukukunun katılığını özlüyordu insan. Böyle bir
eski köye yeni âdet getiriciye, böyle bir koku
enflasyoncusuna karşı en sert önlemlerin alındığı günleri
özlüyordu. Ruhsatı alınmalıydı elinden, meslekten men
cezası verilmeliydi... hepsi bir yana, önce bir çıraklıktan
geçmeliydi herif! Çünkü öyle meslekten yetişme parfümcü
ve eldivenci ustası değildi, değildi o Pelissier. Babası

58
sirkeciden öte bir şey değildi, kendisi de sirkeciydi
Pelissier’nin, o kadar. Ve sırf sirkeci olarak alkolle
uğraşması yasak olmadığı için, gerçek parfümcüler bağına
dalıp bir kokarca gibi altını üstüne getirebiliyordu. Ne gerek
vardı her mevsim yeni bir kokuya? Ne yararı vardı bunun?
Alıcılar eskiden hoşnuttu belki on yılda bir azıcık
değiştirilen menekşe sularından, sade çiçek buketlerinden.
Binlerce yıl günlükle, mürle, birkaç merhem, birkaç yağ,
kurutulmuş baharlı otlarla yetinmişti insanlar. Hatta
imbikle, balonla damıtmayı, otların, çiçeklerin, odunların
içindeki koku veren ilkeyi, buharlaşma olayından
yararlanarak uçucu yağlar biçiminde çekip almayı, onu
tohumlardan, çekirdeklerden, meyve kabuklarından, meşe
ağacından yapılma sıkacaklarla ezip çıkarmayı ya da çiçek
taçyapraklarından özenle süzülmüş yağlara aktarmayı
öğrendiklerinde bile kokuların sayısı sınırlı kalmıştı. O
zamanlar Pelissier gibi bir garabet söz konusu olamazdı,
çünkü o zamanlar en sade bir pomadın yapımı için bile,
onun gibi bir sirkeci parçasının düşlerinde göremeyeceği
yetenekler gerekliydi. Damıtmayı bilmek yetmezdi, bundan
başka hem merhemci olmak gerekirdi, hem eczası, hem
siymacı, hem kaba zanaatçı, hem tüccar, hem hümanist,
hem bahçıvan. Koyunun böbrek yağını taze sığır yağından,
Viktorya menekşesini Parma’dan gelenden ayırabilmek
gerekirdi. Latince bilmeliydi insan. Günçiçeğinin ne zaman
toplanacağını, ıtırın ne zaman açtığını, yasemin çiçeklerinin
güneş doğunca kokularını kaybettiğini bilmeliydi. Böyle
şeylerden tabii ki hiçbir şey anladığı yoktu o Pelissier’nin.
Belki de Paris’ten dışarı hiç çıkmamış, çiçek açmış yasemini
daha ömründe görmemişti. Nerede kaldı, yüz bin yasemin
çiçeğinden sıkıp sıkıp küçücük bir parça concrete ya da
birkaç damla Essence Absolue çıkarmak için gereken o

59
devasa çabalamadan en ufak bir haberi olsun. Belki de
yasemin adına bildiği tek şey, karıştıra karıştıra moda
parfümlerini yapmakta kullandığı bir sürü küçük şişenin
arasında, kasasında duran o yoğun, koyu kahverengi sıvıydı.
Hayır, bu Pelissier züppesi gibi biri o güzel, eski, zanaatın
zanaat olduğu devirlerde ben varım diyemezdi. Bunun için
gereken ne varsa eksikti onda: kişilik, kültür, yetingenlik ve
lonca disiplinine saygı duygusu. Parfüm alanındaki
başarılarını sadece ve sadece, bundan iki yüzyıl önce dâhi
Mauritius Frangipani’nin ayrıca, o da İtalyandı yaptığı bir
keşfe, koku maddelerinin alkolde eriyebildiği keşfine
borçluydu. Frangipani koku tozlarını alkole katarak
içlerindeki kokuyu uçucu bir sıvıya aktarmakla, kokuyu
maddenin kalıbından kurtarmış, onu ruha dönüştürmüş,
gerçek koku olan kokuyu bulmuş, kısacası: Parfümü
yaratmış oluyordu! Ne büyük bir başarıydı bu! Çığır açan
bir gelişme! Gerçekten, insanlık tarihinde ancak,
Asurluların yazıyı bulması, Euklid geometrisinin doğuşu,
Platon’un ideaları ve Yunanlıların üzümü şaraba
dönüştürmesi çapındaki en büyük zenginleşmelerle
karşılaştırılabilecek bir şey. Prometheus’un eylemi
cinsinden bir eylem!
Ne var ki bütün deha ürünleri nasıl yalnızca ışık
saçmıyor, gölge de yapıyor, insanlara yarar yanında eziyet
ve sefalet de getiriyorsa, Frangipani’nin görkemli buluşu da
ne yazık ki kötü sonuçlar da doğurmuştu: Çünkü insanların
çiçeklerdeki, otlardaki, odunlardaki, reçinelerdeki ve
hayvan salgılarındaki ruhu tentürler halinde egemenlikleri
altına alıp şişeciklere doldurmayı öğrenmeleriyle, parfüm
yapma sanatı az sayıdaki, her zanaattan anlayan üstadın
elinden kaymış, burnu az çok hassas her şarlatanın at
koşturabileceği bir alan olmuştu, örneğin işte şu Pelissier

60
olacak kokarca. Elindeki şişeciklerin o mucizevi içeriğinin
nasıl oluştuğuna kafa yormadan burnunun keyfine
gidebiliyor, aklına estiği gibi ya da müşteri kesiminin
dilediğince karıştırıyor da karıştırıyordu.
Kesin, bu Pelissier piçi daha şimdiden, ömrünün otuz
beşinci yılında onun, Baldini’nin üç kuşakta sıkı ve azimli
çalışması sonunda biriktirebildiğinden büyük bir servete
sahipti. Üstelik bu servet, günden güne artıyordu,
Baldini’ninki günden güne azalırken. Hiç olabilir miydi
canım böyle bir şey eskiden! Tanınmış bir zanaatçı, sayılan
bir Commerçant ayakta durabilme savaşımı vermek
zorunda kalsın, böyle bir şey ancak birkaç on yıldan beri
görülüyordu! Her yerde ve her alanda, ticarette, ilişkilerde
ve bilimlerde bu hummalı yenilik düşkünlüğü, bu sınır
tanımaz eylem ateşi, bu deneme hırsı, bu büyüklük
budalalığı çıkalı beri!
Ya da bu hız çılgınlığı! Neye gerekliydi, her yanda
ortalığı kazıp kazıp yaptıkları bir sürü yeni yol, o yeni
köprüler? Neye? Lyon’a bir haftada gidebilmek bir üstünlük
müydü? Kim istiyordu ki, bunu? Kime yararı dokunuyordu?
Ya da Atlantik’i geçmek, bir ayda soluğu Amerika’da almak
sanki binlerce yıl bu kıta olmadan pekâlâ yaşanmamıştı. Ne
işi vardı uygar insanın Kızılderililerin ormanında ya da
zencilerin arasında? Laponya’ya bile gidiyorlardı, burası
kuzeydeydi, öncesiz ve sonrasız buzların egemen olduğu,
çiğ balık yiyen yabanilerin yaşadığı kuzeyde. Bir de yeni bir
kıta keşfetmeye kalkışıyorlardı, her neresiyse Güney Denizi
diye bir yerlerde. Ama ne içindi bu çılgınlık? Ötekilerden
geri kalmamak için, İspanyollardan, şu Allahm belâsı
İngilizlerden, küstah Hollandalılardan; hepsiyle boy
ölçüşmek gerekiyordu, hangi güç yeterdi buna! Bir savaş
gemisinin pahası 300.000 livre ederdi, batmasıysa beş

61
dakika sürmezdi, tek bir top ateşine bakardı, gitti mi gider,
yok olurdu, ödediğimiz vergilerle birlikte. Yenilerde Maliye
Bakanı, bütün gelirlerin onda bir parçasını ister olmuştu,
yıkımdı bu, insan bu onda biri ödemese de yıkımdı, çünkü
bütün zihniyet bozuktu.

İnsanın felaketi, sessizce odasında, ait olduğu yer olan


odasında oturmak istememesinden gelir, der Pascal. Ama
Pascal büyük adamdı. Düşün alanının bir Frangipani’si,
aslına bakılırsa bir zanaatçı, zanaatçı olduğu için de bugün
modası geçmiş biri. Şimdi millet Hügnoların ya da
İngilizlerin yazdığı kışkırtıcı kitapları okuyor. Bir de, her bir
şeyin tartışma konusu yapıldığı makaleler ya da sözümona
dev bilim kitapları yazıyorlar. Şimdiye kadar her bilinen
yanlışmış, birdenbire bambaşka olmalıymış her şey. Şimdi
bir bardak suda, eskiden görülmeyen küçücük hayvancıklar
yüzüyormuş; frengi artık Tanrının cezası olmaktan çıkmış,
basbayağı bir hastalık sayılmalıymış; Tanrı, eğer Tanrı diye
bir şey var iseymiş, dünyayı yedi günde değil, milyonlarca
yılda yaratmışmış; vahşiler de bizim gibi insanmış;
çocuklarımızı yanlış eğitiyormuşuz; dünyaysa şimdiye
kadar olduğu gibi, yuvarlak değilmiş de tepesiyle dibi
karpuz gibi basıkmış sanki önemli miydi bu da şimdi! Her
alanda sorular soruluyor, kurcalanıyor, araştırılıyor, her
şeye burun sokuluyor, hababam denemeler yapılıyor. Neyin
ne olduğunu ve nasıl olduğunu söylemek yetmiyor artık bir
de her şeyi kanıtlamak gerekiyor, en iyisi tanıklar getirip,
sayılar gösterip, birtakım gülünç deneyler yapıp
kanıtlamak. Bu Diderot’lar ve d’Alembert’ler ve Voltaire’ler
ve Rousseau’lar ve her neyse adları, işte o yazıcı uşakları -
hatta ruhban sınıfından olanlar bile var içlerinde ve soylu
baylar var! kendi berbat huzursuzluklarını, kendi

62
doyumsuzluklarından duydukları tadı, dünyada hiçbir
nimetle yetinemeyişlerinin verdiği zevki, kısacası:
Kafalarındaki uçsuz bucaksız kargaşayı bütün topluma
yaymayı gerçekten başardılar!

İnsan nereye baksa bir telâştır gidiyordu. Kitap


okuyordu insanlar, hatta kadınlar bile. Rahipler kahvelerde
pinekliyordu. Polis tutup da bu hergelelerin ileri
gelenlerinden birini hapse tıkınca, basıyordu yayımcılar
yaygarayı, Kral’a dilekçeler veriyorlardı, en soylu baylar,
bayanlar araya giriyor, adamı birkaç hafta sonra serbest
bıraktırıyorlar ya da yurt dışına gitmesine izin
çıkarıyorlardı, o da gidip muzır neşriyatını korkusuzca
oradan sürdürüyordu. Salonlarda artık yalnız
kuyrukluyıldız yörüngeleriyle keşif gezileri, kaldıraç
ilkesiyle Newton üzerine, kanal yapımı, kan dolaşımı,
yerkürenin çapı üzerine konuşuluyordu.
Kral bile izlemişti bu yeni moda saçmalıklardan birini,
elektrik diye bir çeşit yapay fırtınaydı bu: Bütün saray
halkının gözü önünde adamın biri bir şişeyi ovuşturmuştu
ve kıvılcım çıkmıştı ve Majesteleri, söylenene bakılırsa, çok
etkilendiğini belli etmişti. Akla sığar mıydı, Kral’ın büyük
büyükbabası, o gerçekten büyük adam olan, hükümdarlığı
sırasında uzun yıllar yaşamış olma mutluluğunu Baldini’nin
hâlâ şükranla andığı Louis, gözlerinin önünde böyle gülünç
bir gösteri yapılmasına hiç katlanır mıydı! Ama yeni
zamanın ruhu buydu işte ve kötü gelecekti sonu!
Çünkü insanlar utanmadan ve en küstah şekilde
Tanrı’nın kilisesine verdiği yetkiye kuşkuyla bakarken, aynı
derecede Tanrı dileği olan monarşiden ve kralın kutsal
kişiliğinden, bunlar isteyenin içinden zevkine göre
istediğini seçebileceği bir dizi yönetim biçimi içinde iki
63
değişken makamdan başka bir şey değilmiş gibi, söz ederler
ve iş sonunda o noktaya kadar gelmişti iyice ileri gidip
Tanrı’nın kendisini, Her Şeye Kadir Yaratan’m bizzat
şahsını olmasa da olur gibi gösterip, kemal-i ciddiyetle,
dünyada düzenin, ahlakın ve mutluluğun O olmadan da,
sırf insanoğlunun kendi içinde doğuştan var olan töreciliği
ve aklı sayesinde gerçekleşebileceğini ileri sürerlerken, aa...
aman Tanrım, aman! Hal böyleyken, her şeyin tepetaklak
olmasına, törelerin bozulmasına, insanlığın o, varlığını
yadsıdığının cezasını üstüne çektiğine de çok şaşmamak
gerekirdi aslında. Kötü gelecekti sonu. 1681’deki, alay edip
geçtikleri, bir yığın yıldızdan başka bir şey olmadığını
söyledikleri o büyük kuyrukluyıldız, o işte Tanrı’nın
uyarmak için gönderdiği bir alametti, çünkü önceden haber
vermişti şimdi belli oluyordu işte bu yüzyılın bir çözülme,
bir bozulma yüzyılı, felsefi ve politik ve dini bakımdan,
insanlığın kendi eliyle yaratıp günün birinde kendi batacağı
bir bataklık, içinde bundan böyle ancak şu Pelissier gibi cart
renkli, pis kokulu bataklık çiçeklerinin gelişeceği bir çağ
olacağını.
Pencerede duruyordu ihtiyar Baldini, durup nefret dolu
bakışlarla dışarıya, alçalmış güneşin altındaki ırmağa
bakıyordu. Altında mavnalar beliriyor, yavaş yavaş batıya,
Pont Neuf e, Louvre galerilerinin önündeki limana doğru
kayarak ilerliyorlardı. Akıntıya karşı sırıklara, küreklere
abanan olmazdı burada, yukarı gidenler ırmağın, adanın
ötesindeki kolundan çıkarlardı. Bu yanda her şey, boş
gemiler, dolu gemiler, kayıklar, yayvan balıkçı sandalları,
kirli kahverengi su, altın köpüklü su, her şey akıp gidiyordu,
yavaş yavaş, geniş ve önüne geçilmez biçimde. Ve Baldini
dimdik aşağı, evin duvarının dibine baktığında, sanki akıp
giden su köprünün temelini içine emiyormuş gibi geliyor,

64
başı dönüyordu.
Hata etmişti köprünün üstündeki evi almakla, hem de
batı yakasında bir ev almakla katmerli hata etmişti. İşte
şimdi gözlerinin önünde hep bu kaçıp giden ırmak vardı,
sanki kendisiydi, eviydi, on yıl boyunca bir araya getirdiği
servetiydi ırmakla akıp giden, bu güçlü akışa karşı
koyamayacak kadar yaşlı, zayıf hissediyordu kendini. Bazen,
sol kıyıda bir işi olunca, Sorbonne çevresindeki mahallede
ya da Saint Sulpice’in orada, önce adayı sonra Pont Saint-
Michel’i geçmek yerine yolu uzatıp Pont Neuf ten geçerdi,
çünkü bina yapılmamıştı bu köprünün üstüne. O zaman
doğu tarafındaki korkuluğun önünde durur, hiç olmazsa bir
kez her şeyin kendisine doğru aktığını görmek için,
akıntının geldiği yöne bakardı; o zaman birkaç anlığına,
yaşamının gidişinin tersine döndüğü, işlerinin geliştiği,
ailesinin büyüdüğü, kadınların ona koştuğu ve benliğinin
eriyip gitmek yerine habire güçlendiği düşlerine dalardı.
Ama sonra, bakışlarını birazcık kaldırınca, birkaç yüz
metre uzakta, Pont Change üzerinde dar, çelimsiz ve
upuzun kendi evini, birinci kattaki çalışma odasının
penceresini, orada kendisini pencerede dururken görür,
dışarıya ırmağa bakarken, şimdiki gibi, akıp uzaklaşan suyu
seyrederken görürdü. Böylece o güzel hayal uçup gitmiş
olur, Pont Neuf üzerinde duran Baldini, eskisinden de
yılgın, şimdiki gibi, yüzünü ırmaktan çevirdiği şu andaki
yılgınlığı içinde, gidip masasına otururdu.

XII

Önünde, içinde Pelissier’nin parfümü olan flakon


duruyordu. Günışığında koyu altın sarısı bir pırıltı

65
yayılıyordu sıvıdan, en küçük bir bulanıklık bile yoktu. Ne
kadar masum bir görünüşü vardı, açık çay gibi; öte yandan
beşte dört alkolün yanı sıra, beşte bir oranında, bütün şehri
heyecanlara salabilen, gizemli bir karışım içeriyordu. Bu
karışım ise gene üç ya da otuz maddeden oluşuyor
olabilirdi ve bu maddelerden her birinin payı, akla
gelebilecek sayısız hacim orantısından yalnız belli biri
kadardı. Parfümün ruhu bu karışımdı tabii, bu buz gibi
soğuk işadamı Pelissier’nin yaptığı bir parfümde ruhtan söz
edilebilirse ve şimdi yapılacak iş, yapısını ortaya çıkarmaktı.
Baldini özenle burnunu sildi, sonra penceredeki
jaluziyi biraz indirdi, çünkü doğrudan gelen güneş ışığı,
koku veren her maddeye ve kokunun yoğunlaştığı her
eriyiğe zararlıydı. Yazı masasının çekmecesinden temiz,
beyaz dantelli bir mendil çıkarıp açtı. Sonra flakonun
tıpasını hafifçe çevirerek çıkardı. Bu arada başını iyice
geriye atmış, burun deliklerini sıkı sıkı kapalı tutuyordu,
çünkü şişeden çarçabuk, doğrudan doğruya bir koku
izlenimi kapıvermeyi, Allah korusun, istemiyordu. Parfüm
havalandıktan, kokusunu geliştirdikten sonra
koklanmalıydı, yoğun biçimiyle asla. Mendile birkaç damla
damlattı, sonra alkolünü kovalamak için havada salladı
mendili, ardından burnuna tuttu. Kısacık, sert üç solukla
kokuyu, bir tozmuşçasma içine çekti, sonra gene hemen
dışarı üfledi, yelpazelenerek aldığı havayı tazeledi, üç
vuruşlu koklamayı yineledi, en sonunda da derin mi derin
bir soluk alıp havayı yavaş yavaş, tutarak, sanki uzun,
yayvan bir merdivenden aşağı kaydırıyormuş gibi bıraktı.
Mendili masaya attı, yıkılırcasma koltuğun arkalığına
abandı.
Parfüm felaket iyiydi. Bu rezil Pelissier, işinin ustasıydı
ne yazık ki. Çekirdekten yetişmiş olmasa da, akıl mı erer

66
Allanın işine, ustaydı işte! Keşke Baldini’nin yaratısı olsaydı
bu parfüm, ‘Amor ile Psyche’in, içinde bayağılıktan iz bile
yoktu. Kesin biçimde klasik, batmayan, uyumlu bir
kokuydu. Gene de büyüleyici bir yeniliği vardı. Tazeydi,
ama çarpıp alıcı değil. İç bayıltıcı olmadığı halde bukeli.
Derinliği vardı, şahane, sürekli, safalı, koyu kahverengi bir
derinliği ama bir parça olsun yüklü ya da cafcaflı değildi.

Baldini saygıyla ayağa kalkıp mendili bir kere daha


burnuna tuttu. “Harika, harika...” diye mırıldanarak
açgözlülükle koklamaya koyuldu, “neşeli bir kimliği var,
tatlı-hafif, melodi gibi, insanın keyfini yerine getiriyor...
Daha da neler, keyfini yerine getiriyormuş!” dediği gibi
mendili öfkeyle yine masanın üstüne fırlattı, arkasını
dönüp, sanki coşkusundan utanıyormuş gibi odanın en arka
köşesine gitti.
Gülünç bir şey! Böyle övgüler düzmek de nesi? Melodi
gibiymiş. ‘Neşeli’ymiş. ‘Harika’ymış. ‘Keyfini yerine
getiriyormuş. Deli saçması! Çocukça bir delilik. Bir anlık
izlenim. Hep o eski hata. Tezcanlılık meselesi. Kanındaki
İtalyanlıktan olsa gerek. Kokladığın sürece karar verme! İlk
kural bu, Baldini, kalın kafalı moruk! Kokluyorsan kokla,
karar vereceksen kokladıktan sonra ver! ‘Amor ile Psyche’
pürüzü olmayan bir parfüm. Pekâlâ başarılı sayılabilecek bir
ürün. Marifetle derlenip toplanmış bir karışım, bir hüner.
Hüner ne demek, gözbağcılık. Zaten Pelissier gibi bir
adamdan, gözbağcılıktan başka hiçbir şey beklenmezdi. Bu
alçak herif en âlâsından, ustalıkla insanın gözünü bağlar,
yarattığı üstün uyumlu koku duyusunu şaşırtırdı, koyun
postuna, klasik koku sanatının kisvesine bürünmüş bir
kurt, tek sözcükle; yetenekli bir mendeburdu. Bu da, inancı
yerinde bir şarlatan olmaktan beterdi.

67
Ama sen, Baldini, sen kapılmayacaksın bu kokunun
aldatışlarına. Sen sadece bir an için bir hünerin, bir el
çabukluğunun yaptığı ilk izlenimle şaşkınlaştın. Ama belli
mi bakalım, aradan bir saat geçince, içindeki en uçucu
maddeler gidip orta direği meydana çıkınca nasıl kokacağı?
Ya da bu akşam, şimdi burnuna hoş gelen çiçeksi tülün
arkasında belli belirsiz kalan ağır, koyu öğeleri, yalnız onlar
duyulur olmaya başlayınca? Bekle de gör, Baldini!

İkinci kural der ki: Parfüm zaman içinde yaşar;


gençliği, olgunluğu, yaşlılığı vardır. Ve ancak hayatının üç
çağında da aynı hoş biçimde koku veriyorsa başarılı olmuş
denebilir. Az mı gördük kendi çalışmalarımızda, yaptığımız
bir karışımın ilk denemede olağanüstü tazelikte, ama kısa
zaman sonra çürük meyve koktuğunu; sonunda da geriye
kala kala, dozunu kaçırdığımız saf zabatın o iğrenç kokusu
kalmıştı. Zabata zaten çok dikkat etmeli! Bir damla fazlası
felaketlere yol açar. Az yanlış yapılmamıştır bu yüzden.
Kimbilir belki Pelissier zabatı fazla kaçırmıştır? Belki
akşama o iddialı ‘Amor ile Psyche’sinden kala kala bir kedi
sidiği esintisi kalır.., Göreceğiz. Koklayacağız. Nasıl keskin
bir balta odun kütüğünü incecik yongalara ayırırsa,
burnumuz da parfümü en küçük ayrıntısına kadar
parçalayacak. O zaman göreceğiz bu sözümona büyülü
kokunun bildiğimiz, sıradan yöntemle oluştuğunu. Biz,
Baldini, parfümör, çıkaracağız sirkeci Pelissier’nin foyasını
meydana. Maskesini sıyırıp alacağız suratından ve de o
yenilikçiye, eski zanaatın nelere kadir olduğunu
göstereceğiz. Kılı kılma aynısını karıştıracağız o son moda
parfümünün, o tazının kendisi bile aslından ayıramayacak.
Hayır! Bu yetmez bize! Parfümü düzelteceğiz! Yanlışlarını
bulup ortadan kaldıracağız, ondan sonra çalacağız başına:

68
Sen şarlatanın tekisin, Pelissier! Adi bir sıçansın sen! Koku,
mesleğinde küçük bir sonradan görme, hepsi o kadar.
Haydi şimdi iş başına, Baldini! Burun bilensin,
duygusallığa kapılmadan koklansm bakalım! Sanatın
kurallarınca çözümlensin koku! Bu akşama kadar formülü
eline geçirmiş olmalısın! Ve hışımla yazı masasına dönüp
kâğıt, mürekkep, bir de temiz mendil çıkardı, hepsini yerli
yerine koyduktan sonra çözümleme çalışmasına başladı.
Şöyle çalışıyordu: Taze parfümle ıslattığı mendili çabucak
burnunun az ilerisinden geçiriyor, bıraktığı koku
bulutunun içinden, aklını parfümü oluşturan öğelerin
aralarındaki karmaşık oran ilişkilerine çok takmadan,
öğelerden birini ya da birkaçını yakalamaya çalışıyor, sonra,
mendili kolunu iyice uzatıp burnundan uzak tutarken,
bulduğu öğenin adını çarçabuk yazıyor, sonra mendili
yeniden burnunun ucundan uçurup bir koku parçası daha
yakalıyordu, sonra gene...

XIII

İki saat durmadan çalıştı. Hareketleri gittikçe daha


telaşlı, kaleminin kâğıtta bıraktığı iz gittikçe daha savruk
bir görünüm alıyor, flakondan mendiline döküp burnuna
tuttuğu parfümün dozu gittikçe yükseliyordu.
Şimdi hemen hemen hiç koku alamaz olmuştu,
soluduğu uçucu maddelerden uyuşmuştu, çalışmaya
başlarken kuşkusuz biçimde saptadığına inandığı şeyleri
bile duyamıyordu artık. Koklamayı sürdürmenin anlamsız
olacağını biliyordu. Hiçbir zaman, ortaya çıkaramayacaktı
bu son moda parfümün bileşenlerini; bugün artık kesinlikle
olmazdı, ama yarın, burnu Allah’ın izniyle dinlenmiş

69
olduğunda bile çıkaramayacaktı. Hiç öğrenememişti bu
çözüp ayrıştırıcı koklama işini. Kokuları parçalamak, ona
alabildiğine ters gelen bir uğraştı; bir bütünü, iyi ya da şöyle
böyle örüştürülmüş bir birliği basit,: yetersiz parçalarına
bölmekti. Buysa ilgilendirmiyordu onu. Artık uğraşmak
istemiyordu.
Ama eli, makine gibi sürdürüyordu bin kere yapıla
yapıla artık alışılmış ve zarif hareketle dantelli mendili
ıslatıp sallamayı, sonra sallayarak yüzünün karşısından
geçirmeyi, gene makine gibi her seferinde, koku yüklü
havadan içine bir ölçü çekiyor, sonra sanatın kurallarına
uygun biçimde kesik kesik bırakıyordu. Ta ki burnu onu bu
çileden kurtarıncaya kadar: Bir alerji tepkisiyle içinden şişip
kendi kendini, balmumu tıpayla tıkanmış gibi kapatmıştı
organ. Şimdi artık hiçbir koku, neredeyse soluk bile
alamıyordu. Ağır bir nezle geçiriyormuş-çasma
lehimlenmişti burun; gözlerinin ucundaysa gözyaşı
damlacıkları birikiyordu. Cennetin, göğün Tanrısına
şükürler olsun! Şimdi vicdanı rahat bırakabilirdi işi. İşte
görevini yapmıştı, elinden geldiğince, sanatın bütün
kurallarına uygun biçimde ve nice kereler olduğu gibi
başarısızlığa uğramıştı. Ultra prosse nemo obligatur.
Paydos. Yarın Pelissier’ye adam gönderip büyük bir şişe
‘Amor ile Psyche’ aldıracak, bununla Kont Verhamont’un
yazı altlığını kokulayacaktı, öyle istememiş miydi? Ve sonra
bavulcuğunu eline alıp, içinde eski moda sabunları,
sentbon’ları,pomatları, sachet’leriyle kocamış düşeslerin
salonlarını dolaşacaktı. Ve günün birinde kocamış
düşeslerden sonuncusu, böylece müşterilerinin sonuncusu
da ölmüş olacaktı. Ve o zaman zaten kendisi de kocamış
olacak, evini satmak zorunda kalacaktı Pelissier’ye ya da
yükselme çabası içindeki şu tüccar takımından, herhangi

70
başka birine; belki birkaç bin livre geçerdi eline. O zaman
bavulunu, ya bir ya iki, toplayıp o zamana kadar daha
ölmemişse karısıyla birlikte İtalya’ya doğru yola çıkacaktı.
Ve yolculuğu sağ salim atlatırsa Messina yakınında, ucuz
bir yerde, şehir dışında küçük bir evcik alacaktı. Ve orada
ölecekti Giuseppe Baldini, bir zamanlar Paris’in en büyük
parfümcüsü, en ağır yoksulluklar içinde, Tanrı her ne
zaman uygun görürse o zaman, ölecekti. Ve iyiydi böylesi.
Flakonun tıpasını kapattı, kalemi elinden bırakıp son
bir kez ıslak mendille alnını sildi. Uçmakta olan alkolün
serinliğini duydu, bu serinlikten başka hiçbir şey
kalmamıştı algılayabildiği. Sonra güneş battı.
Baldini yerinden kalktı, Jaluziyi açınca vücudu,
dizlerine kadar akşam güneşine battı, alevi bitmiş, kor
halinde bir meşalenin parlayışıyla aydınlandı. Louvre’un
arkasındaki güneşin koyu kırmızı çemberini, şehrin damları
üstüne yayılan yumuşak ateşi gördü. Altında ırmak altın
gibi parlıyordu, gemiler kaybolmuştu. Bir de rüzgâr çıkmış
olacaktı, çünkü suyun yüzeyine pul pul esintiler düşüyor,
sanki dev bir el şurada burada suya milyonlarca Louisdor
altını serpiyormuşçasına pırıltılar beliriyor, bu pırıltılar
gittikçe yaklaşıyor, bir an için ırmağın akış yönü tersine
dönmüş gibi oluyordu: Baldini’ye doğru akıyordu su, som
altından, ışıl ışıl bir sel.
Baldini’nin gözleri nemlendi, kederlendi. Bir süre
olduğu yerde kımıldamadan durup bu şahane manzarayı
seyretti. Sonra, birden, bir atılımla pencereyi açtı, iki
kanadını arkasına çarptı ve Pelissier’nin parfümünü, havada
geniş bir yay çizdirerek dışarı attı. Parfümün cup diye
düşüşünü, bu arada suyun pırıltılı halısını yırtışını izledi.
Taze hava doldu odaya. Baldini derin bir soluk aldı,
burnundaki tıkanıklığın çözüldüğünü fark etti. Sonra
71
pencereyi kapadı. Hemen hemen aynı anda gece oluverdi,
apansız. O altın pırıltılı şehir ve su manzarası donup
külrengi bir siluete dönüştü. Oda bir çırpıda karanlığa
gömülmüştü. Baldini gene, aynı biraz önceki duruşuyla
pencereden bakıyordu. “Yarın Pelissier’ye adam
göndermeyeceğim,” dedi ve iki eliyle sandalyesinin
arkalığını sıkı sıkı kavradı. “Yapmayacağım. Salon salon
dolaşmak da yok. Yarın notere gidip evimi ve dükkânımı
satacağım. Evet, satacağım. E basta!”

İnatçı bir oğlan çocuğu ifadesi gelmişti yüzüne; birden


çok mutlu hissetti kendini. Gene o eski, genç Baldini’ydi,
eskisi gibi cesur, yazgıyla boğuşmaya kararlı gerçi
boğuşmak, bu durumda geri çekilmek oluyordu, ama olsun.
Çekilmekse çekilmek! Yapacak başka bir şey kalmıyordu ki.
Bu berbat zaman başka bir seçenek bırakmıyordu. Tanrı
gönderir iyi zamanları da kötü zamanları da, ama kötü
zamanlarda yanıp yakılalım istemez, erkekçe göğüs gerelim
ister. İşte bir işaret vermişti Tanrı. Şehrin o kan kırmızısı
altın rengi hayali bir uyarıydı. Harekete geç, Baldini çok geç
olmadan! Evin daha sapasağlam duruyor, daha dolu
depoların, batmakta olan mağazana iyi bir fiyat
koparabilecek durumdasın. Henüz senin elinde kararlar.
Messina’da sade bir hayat sürerek ihtiyarlamak değildi gerçi
ömür boyu düşlediğin hedef ama Paris’te ihtişam içinde
batıp gitmekten daha saygıdeğer, daha Tanrı’nın hoşuna
gider bir yoldur. Bırak Brouet’lerin, Calteaux’larin,
Pelissier’lerin olsun zafer. Giuseppe Baldini meydanı terk
ediyor. Ama gönlü öyle istediği için terk ediyor ve de
eğilmeden!
Şimdi basbayağı gurur duyuyordu kendisiyle. Bir de
sonsuz bir rahatlama. Yıllardan beri ilk kez ensesini

72
sıkıştırıp, omuzlarını saygılı bir bükülüşle gittikçe daha çok
bastıran o alttan alma kasılması çekilivermişti sırtından; bir
parça bile çabalamadan, dimdik, tasasız, serbest duruyordu
yerinde ve seviniyordu. Soluğu rahatça geçiyordu
burnundan. Odayı tutan ‘Amor ile Psyche’ kokusunu
belirgin biçimde duyuyordu, ama artık bu kokudan öyle
etkilenmiyordu. Baldini yaşamını değiştirmişti, keyfi
alabildiğine yerindeydi. Şimdi üst kata, karısına çıkacak,
ona kararlarını bildirecek, sonra karşıya geçip Notre-Dame’ı
ziyaret edecek, Tanrı’ya büyüklük edip işaretini gönderdiği
ve de kendisine, Giuseppe Baldini’nin kişiliğine bu
inanılmaz gücü bahşettiği için teşekkür olmak üzere bir
mum yakacaktı.
Delikanlıca denebilecek bir coşkunlukla peruğunu
geçirdi dazlak başına, mavi kaftanını giydi üstüne, yazı
masasının üstünde duran şamdanı kavradı, çalışma
odasından çıktı. Üst kata doğru yürürken, tam önünü
görebilmek için merdivende yanan yağ kandiliyle elindeki
şamdanı yakıyordu ki, aşağıda, giriş katında kapının
çalındığını duydu. Dükkân kapısının İran işi çıngırağı değil,
servis kapısının tangır tungur ziliydi bu, berbat bir gürültü,
hep rahatsız etmişti onu. Hep söküp yerine sesi daha hoş
bir zil takmak istemiş, ama her seferinde masrafından
kaçınmıştı, oysa şimdi, birden aklına gelen düşünceyle
güleceği geldi, bir önemi kalmamıştı: Bu kulak tırmalayıcı
zili de satacaktı evle birlikte. Halefi olacak adam
sinirlensindi!
Gene tıngırdadı zil. Aşağıya kulak kabarttı. Anlaşılan
Chenier çoktan çıkmıştı. Hizmetçi kızın da bakmaya niyeti
yok gibiydi. Böyle olunca, Baldini’nin kendisine düşüyordu
aşağı inip kapıyı açmak.
Sürgüyü çekip ağır kapıyı açtı hiçbir şey göremedi.

73
Karanlık, mumun ışığını hepten yutuyordu. Neden sonra,
yavaş yavaş, küçük bir karaltı seçebilmeye başladı, bir çocuk
ya da ufak tefek bir delikanlı, kolunda bir şey taşıyordu.
“Ne istiyorsun?”
“Beni Grimal Usta gönderdi; keçi derisini getirdim,”
dedi karaltı, yaklaştı, üzerine üst üste birkaç deri astığı
kolunu uzattı Baldini’ye doğru. Baldini ışıkta gözleri ürkek
ürkek bekleyen bir çocuk yüzü seçebildi. Duruşu eğriydi.
Uzattığı büyük kolunun ardında, dayak bekleyen biri gibi
saklanıyordu sanki. Çocuk, Grenouille’di.

XIV

Yazı altlığı için gereken keçi derisi! Baldini hatırladı.


Derileri birkaç gün önce Grimal’den ısmarlamıştı, Kont
Verhamont’a yapılacak İspanyol derisi için kullanılmak
üzere, en hasından, en yumuşağından yıkanır deri, tanesi
on beş frank. Ama şimdi ihtiyacı kalmamıştı artık, bu
harcamayı yapmasa da olurdu. Öte yandan, çocuğu öyle
gerisin geri yollayıverirse?.. Kimbilir bu da elverişsiz bir
izlenim yaratabilirdi, söylentiler çıkardı: Baldini’nin
güvenilir yanı kalmamış, Baldini artık sipariş alamıyormuş,
Baldini artık ödemelerini yapamıyormuş... bu da iyi
olmazdı, hayır, hayır, çünkü böyle bir durum belki de
dükkânın satış değerini düşürürdü. En iyisi, bu bir işe
yaramayacak keçi derilerini almaktı. Zamanı gelmeden hiç
kimsenin öğrenmesi gerekmezdi Baldini’nin yaşamını
değiştirdiğini.
“Gir içeri!”
Çocuğu içeri aldı. Baldini şamdanla önde, Grenouille
elinde derilerle arkasında dükkâna geçtiler. Grenouille bir

74
parfümeriye, kokuların ayrıntı değil, düpedüz bütün ilginin
merkezi olduğu bir yere ilk kez ayak basıyordu. Tabii bütün
parfüm ve aktar mağazalarını biliyordu, geceler boyunca
şehrin camekânlarının karşısında beklemiş, burnunu
kapılarının aralıklarına dayamıştı. Buralarda satılan bütün
kokuları biliyordu, bunlardan kafasının içinde en harika
parfümleri karıştırmıştı bile. Bu durumda, yeni bir şey
beklediği yoktu. Ama nasıl müziğe yetenekli bir çocuk,
orkestrayı yakından görmeye ya da kilisede orgun
arkasındaki, klavyenin gizlendiği galeriye çıkmaya can
atarsa, Grenouille de bir parfümeriyi içeriden görmeye öyle
can atıyordu; onun için, Baldini’ye deri götürüleceğini
duyduğunda da bu işi üstlenebilmek için elinden geleni
yapmıştı.
Ve işte şimdi Baldini’nin dükkânında, Paris’teki, en
küçük mekânda en çok sayıda koku hammaddesinin bir
araya geldiği yerdeydi. Önü sıra uçuşup giden mum ışığında
fazla bir şey göremiyordu, sadece üzerinde terazisiyle
tezgâhın gölgesini, tas üstündeki iki balıkçıl kuşunu,
müşteriler için konmuş bir koltuğu, duvarlardaki karanlık
rafları, pirinç araç gerecin, bir de kavanozlara, potalara
yapıştırılmış beyaz etiketlerin üstündeki kısacık
pırıldayışını. Daha caddedeyken duyduğundan fazla bir
koku da duymuyordu. Ama bu yere egemen olan ciddiyeti,
insanın, “kutsal” sözünün Grenouille için herhangi bir
anlam taşıdığını bilse, kutsal diye nitelendirmek isteyeceği
ciddiyeti, her parça mobilyaya, her alete, kavanozlara,
şişelere, kâselere sinmiş o buz gibi ciddiyeti, zanaatın o
soğukkanlı kuruluğunu, o iş ruhunu hemen sezinlemişti. Ve
öyle Baldini’nin ardı sıra, Baldini’nin gölgesinde giderken, -
gölgesinde, çünkü Baldini onun yolunu ısıtmak zahmetine
girmiyordu— aklına yerinin burası olduğu, başka hiçbir yer

75
olmadığı ve burada kalacağı, kalıp buradan dünyayı
yerinden oynatacağı düşüncesi geldi.
Bu tabii gülünecek ölçüde kibirlice bir düşünceydi.
Öyle ipini koparıp gelmiş, kimin nesi olduğu belirsiz bir
tabakhane uşağının, bir koruyanı kollayanı olmadan, zanaat
düzeni içinde en küçük bir yeri olmadan, Paris’in en
tanınmış koku maddeleri mağazasına kapılanmak
umudunu haklı gösteren hiçbir şey yoktu, hele hele,
bildiğimiz gibi, ticarethanenin elden çıkarılması
kararlaştırılmış iken. Ama Grenouille’in kibirlice
düşüncelerinde dile gelen şeyin de bir umut olması söz
konusu değildi; kesin bir kanıydı bu. Bu dükkândan,
diyordu bu kanı ona, ancak Grimal’den elbiselerini almak
için çıkacaksın, bir daha çıkmayacaksın. Kene, kan kokusu
almıştı. Yıllarca sessiz durmuş, içine kapanmış, beklemişti.
Şimdi ne olursa olsun diye bırakıyor kendini, düşüyordu, bu
tamamen umutsuz durumda. Onun için de böylesine
büyüktü içindeki güven.
Dükkânı bir uçtan bir uca geçmişlerdi. Baidini, ırmak
tarafındaki, bir bölümü depo, bir bölümü atölye ve
laboratuvar olarak kullanılan, sabunların kaynatılıp
pomatların kotarıldığı, göbekli şişelerde kokulu suların
karıştırıldığı arka odanın kapısını açtı. “Şuraya!” dedi,
pencerenin önündeki büyük bir masayı göstererek, “şuraya
koy!”
Grenouille, Baldini’nin gölgesinden çıktı, derileri
masaya koydu, sonra bir sıçrayışta önce durduğu yere
döndü, Baldini’yle kapının arasında dikildi. Baldini biraz
daha durdu masanın başında, mum damlamasın diye
şamdanı ötede tutmuş, parmağının sırtını derinin pürüzsüz
yüzeyinde gezdiriyordu. Sonra en üsttekini tersine çevirdi,
elini derinin kadifemsi, hem kaba hem yumuşak iç

76
yüzeyinde dolaştırdı. Çok iyiydi bu deri. Sanki İspanyol
altlığı yapmak için yaratılmıştı. Kururken hemen hemen hiç
çekmeyecekti, usulünce kup papyeden geçirilirse
yumuşaklığını yeniden kazanacaktı, daha başparmağıyla
işaret parmağı arasında bastırmasıyla anlıyordu: Beş yıl, on
yıl tutardı aldığı kokuyu; çok, çok iyi bir deriydi belki de
eldiven yapardı, üç çift kendine, üç çift karısına; Messina
yolculuğu için.
Elini geri çekti. İş masasının görünüşü insanın içini
kaldırıyordu; nasıl da hazırdı her şey; koku banyosu için
gereken cam küvet, derinin kurutulacağı cam levha,
tentürün karıştırılacağı çanaklar, havaneliyle spatula, fırça,
kup papye, makas. Sanki nesneler, sırf karanlık olduğundan
uyuyorlarmış da yarın gene uyanacaklarmış gibiydi. Belki
masayı da götürmeliydi Messina’ya. El aletlerinin bir
bölümünü de, yalnız en önemli parçaları... İnsan iyi oturur,
iyi çalışırdı bu masada. Meşe tahtasından yapılmıştı, iskeleti
de öyle, çapraz kirişliydi: Azıcık olsun titremez,
sallanmazdı, ne bir asite bana mısın derdi ne bir yağa, ne de
bıçağa - onu Messina’ya götürmekse bir servet harcamak
demekti! Gemiyle bile olsa! Onun için de satılacaktı masa,
evet masa yarın satılacaktı ve üstünde, altında, yanında
yöresinde ne varsa onlar da satılacaktı! Çünkü kendisi,
Baldini gerçi yufka yürekliydi, ama aynı zamanda güçlü bir
kişilik sahibiydi de, bunun için, ne kadar zor gelirse gelsin,
kararını uygulayacaktı; gözlerinde yaşlarla veriyordu her
şeyini, ama gene de verecekti, çünkü böylesinin doğru
olduğunu biliyordu, bir işaret almıştı.
Gitmek için döndü. Karşısında o ufak, boy fukarası
insan duruyordu, iyice unutmuştu bile onu. “Deri iyi,” dedi
Baldini. “Ustana söyle, deri iyi. Ben birkaç gün içinde gelip
parasını vereceğim.”

77
“Baş üstüne,” dedi Grenouille, durduğu yerden
ayrılmadan, atölyesinden çıkmaya hazırlanan Baldini’nin
yolunu kesiyordu. Baldini şaşırır gibi oldu, ama nereden
aklına gelsin, çocuğun davranışını küstahlığına değil,
utangaçlığına yordu.
“Ne var?” diye sordu. “Daha bir diyeceğin mi var? Ha?
Söyle hadi!”
Grenouille eğri büğrü duruyor, görünüşte ürkekliğini
açığa vuran, ama aslında sinip beklemenin uyanıklığından
doğan o bakışla Baldini’ye bakıyordu.
“Sizde çalışmak istiyorum, Baldini Usta. Sizin
yanınızda, sizin işinizde çalışmak istiyorum.”
Yalvarır gibi değil, bildirir gibi söylenmişti bu sözler;
söylenmiş de değildi aslında, püskürtülmüş, yılan
hışıltısıyla ortaya fırlatılmıştı. Bir kez daha yanıldı Baldini,
Grenouille’in tüyler ürpertici özgüvenini çocukça bir
çolpalığa yordu. Gülümseyerek, tatlılıkla baktı yüzüne. “Sen
tabak çırağısın evladım,” dedi, “bende tabak çırağına göre iş
yok. Benim kendi kalfam var, çırağa ihtiyacım da yok.”
“Siz bu keçi derilerini kokulandırmak istiyorsunuz,
değil mi Baldini Usta? Benim getirdiğim derileri
kokulandırmak istiyorsunuz, öyle değil mi?” diye sordu,
dişlerinin arasından hışıldayarak, sanki Baldini’nin yanıtını
hiç duymamış gibi.
“Evet, öyle,” dedi Baldini.
“Pelissier’nin ‘Amor ile Psyche’siyle mi?” diye sordu
Grenouille, ve daha bir büzüştü durduğu yerde.
O anda sessiz bir dehşetle sarsıldı Baldini’nin bütün
bedeni. Kendi kendine, oğlan bunu nereden bilebilir diye
sorduğu için değil, sırf bugün sırrını çözmeyi başaramadığı
o nefretli parfümün adı geçtiğinden.

78
“Böyle bir saçmalık da nereden aklına geliyor, ben mi
yabancı bir parfüm kullanacakmışım, bir siparişi...”
“Kokuyorsunuz da ondan!” diye hışıldadı Grenouille.
“Alnınızda izi var, hele elbisenizin sağ cebinde bir mendil
var ki, sırılsıklam. İyi değil o ‘Amor ile Psyche’, kötü bir
parfüm, içindeki bergamotu çok fazla, biberiyesi de fazla,
gülyağı az gelmiş.”
“Ya,” dedi konuşmanın böyle kesin bir gidiş almasına
iyice şaşıran Baldini, “daha başka?”
“Portakal çiçeği, lim, karanfil, misk, yasemin, alkol, bir
de, adını bilmediğim bir şey, şurada, bakın! Şu şişede!” diye
parmağıyla karanlığın içinde bir noktayı gösterdi. Baldini
şamdanı söylenen yöne tuttu, bakışları çocuğun işaret
parmağını izledi, rafta duran, kirli sarı bir balsamla dolu bir
şişeye ulaştı.
“Aselbent?” diye sordu.
Grenouille başını salladı. “Evet, o var içinde. Aselbent.”
Sonra bir kasılma geçiriyormuş gibi büzüştü, kendi kendine
en azından bir on, on beş kez ‘aselbent’ sözcüğünü
tekrarladı: “Aselbent aselbent aselbent aselbent...”
Baldini mumu, aselbent diye sayıklayan bu insan
yumağına doğru tuttu, düşündü: Ya deli, ya sahtekâr
haydudun teki, ya da olağanüstü bir yetenek. Çünkü saydığı
maddeler, belli oranlarda, olabilirdi ‘Amor ile Psyche’
parfümünün içinde; çok olasıydı. Gülyağı, karanfil, aselbent
bu üç bileşendi bugün öğleden sonra onca kafa çatlatarak
aradığı; bunlar olunca, kendisinin de doğru olarak
bulduğuna inandığı öbür öğeler bir anlam kazanıyor, güzel,
yuvarlak bir pastanın parçalarıymışçasma bir bütün
oluşturuyorlardı. Şimdi geriye, bunların birbiriyle hangi
oranlar içinde bir araya getirileceği sorusu kalıyordu. Bunu

79
ortaya çıkarabilmek için günlerce deney yapması gerekirdi
Baldini’nin, korkunç bir işti, neredeyse parçaları
tanımlamaktan daha beter, çünkü şimdi ölçmek, tartmak,
not tutmak ve bütün bunları yaparken çok ama çok dikkat
etmek gerekliydi, çünkü en küçük bir dikkatsizlik pipetin
bir titremesi, damlaları sayarken bir yanılma her şeyi
bozabilirdi. Boşa giden her deney ise dünyanın parasına
malolurdu. Bozuk çıkan her karışım küçük bir servet
demekti... Bu ufak tefek herifi bir sınayacak, ona ‘Amor ile
Psyche’nin kesin formülünü soracaktı. Bilirse, gramı
gramına, damlası damlasına bilirse o zaman, Baldini’nin
yanma girip iş sahibi olabilmek için, herhangi bir yoldan
Pelissier’nin reçetesini ele geçirmiş düzenbazın biri olduğu
ortaya çıkacaktı. Ama formülü şöyle böyle bulabilirse, bir
koku dehasıydı ve böyle biri olarak Baldini’nin meslek
açısından ilgisini çekerdi. Hayır, Baldini bir kere verdiği işi
bırakma kararını yeniden gözden geçirecek değildi. Onun
için önemli olan Pelissier’nin parfümü falan değildi. Çocuk
ona bu parfümden litrelerce sağlasa bile Kont
Verhamont’un İspanyol derisini onunla kokulamayı aklının
ucundan bile geçirmezdi, ama... Ama insan, ömrü boyunca
parfümcülük yapmışsa, ömrü boyunca kokuların bileşimiyle
uğraşmışsa, bir saat içinde bütün meslek şevkini silip
atamazdı ya! Onu ilgilendiren şey, bu Allahın belası
parfümün formülünü bulmaktı, dahası, kokuyu alnından
okuyan bu tekinsiz çocuğun yeteneğini araştırmaktı. Bu işin
arkasında ne var, bilmek istiyordu, düpedüz merak
içindeydi.
“Burnun, anlaşılan pek hassas senin, delikanlı,” dedi
Baldini, Grenouille’in aselbent sayıklaması geçince, sonra
atölyeye dönüp şamdanı dikkatle çalışma masasına
yerleştirdi, “kuşkusuz, pek hassas burnun, ama...”

80
“Paris’in en iyi burnu bendedir, Baldini Usta,” diye
sözünü kesti Grenouille. “Ben dünyanın bütün kokularını,
Paris’te olanların hepsini bilirim, yalnız kimisinin adını
bilmiyorum, ama o adları da öğrenirim, zaten kokular
içinde adı olanlar o kadar çok değil, topu topu birkaç bin,
hepsini öğreneceğim, o balsamın adını da hiç
unutmayacağım, aselbent, balsamın adı aselbent, aselbent,
aselbent...”
“Sus!” diye bağırdı Baldini, “ben konuşurken sözümü
kesme! Sesin fazla çıkıyor senin, pek de büyük
konuşuyorsun. Hiç kimse bilmez bin kokuyu adıyla sanıyla.
Ben bile bin değil, ancak birkaç yüz kokuyu adıyla bilirim,
çünkü mesleğimizde birkaç yüzden fazla koku yoktur, geri
kalanlara koku denemez!”
Uzunca süren konuşması sırasında neredeyse vücutça
gelişip serpilen, hatta heyecanı içinde bir ara ‘hepsini,
hepsini’ betimleyebilmek için eliyle koluyla havada daireler
çizen Grenouille, Baldini’nin yanıtını duyunca anında gene
kendi üzerine kapandı, küçük kara bir kurbağa olup
kapının eşiğinde, kımıldamadan beklemeye koyuldu.
“Ben,” diye devam etti Baldini, “tabii çoktan biliyorum
‘Amor ile Psyche’nin aselbent, gülyağı, karanfil, ayrıca
bergamot, biberiye özü vesaireden oluştuğunu. Bunu
bulmak için, dediğim gibi, az buçuk hassas bir burundan
fazlası gerekmez; olur a, belki Tanrı sana da, birçoklarına
verdiği gibi, yani senin yaşında birçok insana verdiği gibi,
böylece az buçuk hassas bir burun vermiştir. Oysa bir
parfümcüye,” —sözünün burasında işaret parmağını havaya
kaldırdı Baldini, göğsünü kabarttı— “bir parfümcü-ye
gereken, öyle az buçuk hassas bir burundan öte bir şeydir.
Ömür boyu eğitimden geçmiş, yanılmadan çalışan, sahibine
en karmaşık kokuları bile içlerindeki maddelerin çeşitleri,

81
miktarları bakımından kesin biçimde çözümleme, hem de
yeni, bilinmedik koku karışımları yaratma olanağı veren bir
koklama organıdır ona gereken şey. Böyle bir burun,” -bunu
derken parmağıyla kendi burnuna dokundu-böyle bir
burunla doğmaz insan, delikanlı! Böylesini sebatla,
çalışkanlıkla elde etmek gerekir. Yoksa öyle ha deyince
söyleyebilir misin bakalım ‘Amor ile Psyche’nin tam
formülünü? Hım? Söyleyebilir misin?”
Grenouille karşılık vermedi. “Ya da şöyle yaklaşık
olarak anlatabilir misin bana?” dedi Baldini ve biraz öne
eğildi kapıda duran kurbağayı daha iyi görebilmek için,
“hani şöyle aşağı yukarı, bir tahmin olarak? Ha? Konuşsana,
Paris’in en iyi burnu?”
Ama Grenouille susuyordu. “Gördün mü?” dedi Baldini
hem hoşnut, hem de hayal kırıklığı içinde, doğruldu gene,
“söyleyemiyorsun. Tabii söyleyemezsin. Nasıl söylebilirsin
ki. Sen öyle, yemek yerken içindeki maydanoz mu, dereotu
mu onu fark eden birisin. Tamam bu da az şey değil. Ama
bu, aşçı oldun demek değildir ki. Her sanatta ve her
zanaatta -bak gitmeden bunu aklına yaz!— yetenek hiçbir
şey ifade etmez, ama deneyim, alçakgönüllülükle,
çalışkanlıkla elde edilmiş deneyim her şeydir.”
Masanın üstündeki şamdanı almaya davranmıştı ki,
kapının oradan Grenouille’nin kısık, çatlak sesini duydu:
“Formül nedir bilmiyorum, Usta, formül nedir bilmem ben,
ama başka her şeyi biliyorum!”
“Formül, her parfümün a’sı ve z’sidir,” diye karşılık
verdi Baldini, sert bir havayla, çünkü bu konuşmayı
bitirmek istiyordu artık. “İstenen o belli, özel kokunun,
ötekilerden apayrı bir kokunun meydana gelmesi için tek
tek hangi maddelerin hangi oranda karıştırılacağım
titizlikle belirten yol göstericidir. Reçetedir senin
82
anlayacağın.”
“Formül, formül,” diye tekrarladı Grenouille çatlak
karga sesiyle, durduğu yerde biraz büyüdü, “bana formül
gerekmez. Reçetesi burnumun içinde benim. Yapayım mı
onu size, Usta ha, yapayım mı?”
“Ama nasıl?” diye bağırdı Baldini sesini iyice
yükselterek, mumu cücenin suratına doğru tuttu. “Nasıl
yapacakmışım ki?”
Grenouille ilk kez irkilip geri çekilmedi. “Hepsi burada,
gereken her şey, bütün kokular var burada, bu odada
hepsi,” dedi gene karanlığı göstererek. “İşte gülyağı! İşte
portakal çiçeği! İşte karanfil! İşte biberiye!..”
“Elbette var hepsi!” diye kükredi Baldini. “Hepsi var!
Ama diyorum ya sana, taş kafalı, formül olmayınca bir işe
yaramaz bunlar!”
“... İşte yasemin! İşte alkol! İşte bergamot! İşte
aselbent!” diye hırıldamasını sürdürdü çocuk; saydığı her
isimle birlikte, şişelerin olduğu rafların olsa olsa hayal
meyal seçilebildiği karanlık odanın içinde başka bir noktayı
gösteriyordu.
“Sen anlaşılan geceleyin de görüyorsun, ha?” diye
üstüne yürüdü Baldini, “yalnız Paris’in en hassas burnu
değil, en keskin gözleri de sende, öyle mi? Kulakların o
kadar iyi değil de az buçuk olsun işitmeye yetiyorsa, aç da
iyice dinle: Ufak bir düzenbazsın sen. Herhalde birşeyler
kaptın Pelissier’den, casusluk ettin onun yanında, değil mi?
Sonra da geldin, bana yutturacağını sanıyorsun demek?”
Grenouille şimdi gövdesindeki bütün katlanmaları
çözmüş, hani bütün boyuyla, hafifçe ayrılmış bacaklar,
hafifçe açılmış kollarla kapıya dikilmişti; öyle ki bir yandan
pervaza, bir yandan eşiğe sıkı sıkıya tutunmuş kara bir

83
örümceği andırıyordu. “Bana on dakika verin,” dedi oldukça
akıcı bir dille, “size ‘Amor ile Psyche’ parfümünü yapayım,
şimdi hemen ve bu odanın içinde. Usta, bana beş dakika
verin!”
“Ne sanıyorsun, atölyemde oyun mu oynatacağım
sana? Hem de bir servet değerindeki esanslarımla, ha?”
“Evet,” dedi Grenouille.
“Hah!” diye seslendi Baldini içindeki bütün havayı bir
kerede çıkararak. Sonra derin bir soluk aldı, örümceği
andıran Grenouille’e uzun uzun baktı, düşündü. Aslında hiç
fark etmez, diye geçirdi içinden, yarın nasıl olsa her şey
bitiyor. Gerçi bu söylediğini yapamayacağını biliyorum,
olabilir mi hiç böyle bir şey, yoksa büyük Frangipani’den de
büyük olması gerekirdi. Ama zaten bildiğim bir şeyi niçin
gözlerimle de görmeyeyim ki? Yoksa olur ya, gün gelir
Messina’da -eh insanlar ihtiyarlayınca bir garip oluyor, en
çılgınca fikirlere saplanıyorlar— karşıma bir koku dehası,
Tanrı’nın ihsanından payını bolca almış bir varlık çıkmıştı
da anlamamıştım, diye içime dert olur... Olacak şey değil.
Aklımın bana söylediğini dinleyecek olursam, hiç mi hiç
olacak şey değil! ama mucize diye de bir şey var, orası kesin.
Evet, günün birinde Messina’da ölürken döşeğimde aklıma
şu düşünce gelirse: Vaktiyle Paris’te, o akşam, olan bir
mucizeydi de gözlerini mi kapadın?.. Hiç hoş olmaz,
Baldini! Deli oğlan birkaç damla gülyağıyla misk tentürü
ziyan edecekmiş, o kadarını sen kendin de ziyan edecektin.
Pelissier’nin parfümüne gerçekten taksaydın aklını. Hem
birkaç damla ziyan olmuş ne önemi var gerçi çok para, çok,
çok para ama bilginin güvenilirliği ve huzur içinde geçecek
bir ihtiyarlık karşısında?”
“Bana bak!” dedi sesinde yapay bir sertlikle, “bana bak!
Ben... adın ne bakayım senin?”
84
“Grenouille,” dedi Grenouille. “Jean-Baptiste
Grenouille.”
“Yaa,” dedi Baldini. “Öyleyse beni dinle Jean-Baptiste
Grenouille! Düşündüm. Sana bu fırsatı, ileri sürdüğün şeyi
kanıtlama fırsatını hemen, şimdi vereceğim. Bu aynı
zamanda senin için, başarısızlıkla burnun sürtülerek de
olsa, alçakgönüllülüğü öğrenme fırsatı olacak;
alçakgönüllülük ki senin şu genç yaşında daha pek
gelişmemiş olması hoşgörülebilir geleceğin bakımından,
içinde bulunduğun mesleğin ve zümrenin bir üyesi olarak,
koca olarak, tebadan biri olarak, insan olarak ve de iyi bir
Hıristiyan olarak gelecek hayatın bakımından vazgeçilmez
bir erdemdir. Ben, senin bu dersi alman için doğacak
masrafları karşılamaya hazırım, çünkü belli nedenlerden
ötürü içimden bağış yapmak geliyor bugün, hem kimbilir
gün olur da şu sahneyi hatırlayacak olursam belki biraz
neşelenirim de. Ama bana bir oyun oynayabileceğini
sanma! Giuseppe Baldini’nin burnu yaşlıdır, ama keskindir,
senin karıştıracağın şeyle bu, bu nesne arasındaki...” -böyle
derken cebinden ‘Amor ile Psyche’ içmiş mendili çıkardı,
Grenouille’in yüzüne doğru salladı- “en küçük farkı bile
anında saptayacak kadar keskindir. Yanaş bakalım, Paris’in
en iyi burnu! Yanaş şu masaya da göster elinden geleni!
Ama dikkatli ol, bir şey devireyim, düşüreyim deme başıma!
Dur, dokunma bir şeye! Önce ışık yakayım! Bu küçük
deneyimiz için çok aydınlık olmalı ortalık, değil mi?”
Bunları deyip büyük meşe masanın ucunda duran öbür
iki şamdanı aldı, yaktı. Üç şamdanı da masanın arka uzun
kenarına yan yana yerleştirdi, deriyi bir yana itti, masanın
ortasını boşalttı. Sonra, sakin olduğu kadar çabuk
hareketlerle, çalışmanın gerektirdiği gereçleri: Büyük,
yusyuvarlak harmanlama şişesini, cam huniyi, pipeti, küçük

85
ölçü bardağını, büyük ölçü bardağını durdukları küçük
ayaklıktan aldı geldi, meşe tablaya düzenlice dizdi.
Grenouille bu arada kapı pervazından çözülmüştü.
Daha Baldini şatafatlı nutkunu verirken akıp gitmişti
üzerindeki tutuk, pusuda yatan sin-mişlik. Tek işittiği
Baldini’nin olumlu yanıtıydı; inat edip bir ödün koparmış,
ama bu ödüne eklenen kısıtlamalara, koşullara, ahlaki
uyarılara omuz silken bir çocuğun kaynayan coşkusuyla
işittiği bir şey vardı: Evet. Duruşuna bir rahatlık gelmiş, ilk
kez bir hayvandan çok insana benzer bir halde Baldini’nin
sözlerine katlanmıştı: İstediğine karşı durmayan bu adamı
çoktan avucunun içine aldığını biliyordu.
Baldini daha masanın üstünde şamdanlarıyla
uğraşırken Grenouille yandan atölyenin, değerli esanslar,
yağlar, tentürlerle dolu dolaplarını gizleyen karanlığına
süzülmüş, burnunun şaşmaz biçimde söylediğini
dinleyerek, raflardan gerekli şişecik-leri toplamıştı. Dokuz
taneydi bunlar: portakal çiçeği esansı, lim yağı, karanfil
yağı, gülyağı, yasemin özü, bergamot özü, biberiye özü,
misk tentürü ve aselbent balsamı; çabucak getirip masanın
kenarına dizmişti hepsini. Son olarak bir damacana yüksek
dereceli alkol bulup geldi. Sonra da, hâlâ vakur bir titizlikle,
her şey eski, güzel düzeni içinde olsun ve de şamdanların
bol ışığında göze o düzeni içinde görünsün diye, kaplarını
dizmekte, şu bardağı biraz o yana, bunu biraz daha şu yana
itmekte ve sabırsızlıktan titremekte olan Baldini’nin yanına
dikildi, ihtiyarın çekilip yer açmasını bekledi.
“Tamam!” dedi Baldini sonunda, yana çekildi. “Her şey
dizildi önüne, yapacağın şu, haydi ‘deney’ diyelim adına, şu
deney için gereken her şey. Sakın bir şeyimi kırma, bir şey
döküp ziyan etme! Şunu iyice bil: Şimdi beş dakika süreyle
oynamana izin verdiğim bu sıvılar öyle nadir, öyle

86
değerlidir ki, bu yoğun biçimleriyle bir daha ömründe eline
alamayacaksın!”
“Ne kadar yapayım istiyorsunuz, Usta?” diye sordu
Grenouille.
“Ne... ne kadar?” diye şaşaladı sözü kesilen Baldini.
“Parfümden ne kadar yapayım?” diye öttü Grenouille,
“ne kadar olsun istiyorsunuz? Bu büyük şişeyi ağzına kadar
doldurayım mı?” Bunu derken rahat rahat üç litre
alabilecek, büyük bir harmanlama şişesini gösterdi.
“Hayır, sakın ha?” diye bağırdı Baldini dehşet içinde;
bağıran kendisi değil, hem iliklerine işlemiş, hem de
kendiliğinden parlayıverici niteliği olan bir korku, malının
ziyan olacağı korkusuydu. Sonra hemen ardından, kendini
ele veren bu bağırıştan utanmış gibi gürledi: “Hem sakın bir
daha sözümü kesme benim!” Daha sakin, alaycı bir havayla
sürdürdü konuşmasını: “İkimizin de değer vermediği bir
parfümden üç litre yapacağız da ne olacak? Aslında yarım
ölçü bardağı bile yeter. Ama böyle küçük miktarları
karıştırırken kesinlik tutturmak zor olduğundan, haydi
benden sana izin, harmanlama şişesinin üçte biri olsun.”
“Pekâlâ,” dedi Grenouille. “Bu şişenin üçte birini ‘Amor
ile Psyche’yle dolduracağım. Ama, Baldini Usta, kendi
usulümce. Meslek adabına uygun yol mudur, bilmiyorum,
çünkü meslekten haberim yok benim, kendi yolumca
yapacağım.”
“Buyur!” dedi Baldini, biliyordu ki bu işte benim
usulüm senin usulün yoktur, tek bir usul, mümkün ve
doğru olan bir tek yol vardır, o da formülü bilip, elde
edilmek istenen son miktarı göz önünde bulundurarak
çeşitli esansları en titiz biçimde ölçüp kotarmak yoluyla
yoğun bir sıvı hazırlamak ve buna, çoğu zaman bire on ile

87
bire yirmi arasında değişen, ama titizce tutturulacak bir
oran içinde alkol katarak, sonra ürün olan parfüm ruhunu
vermektir. Başka bir usul, Baldini biliyordu ki, yoktu.
Bunun için de birazdan göreceği, önce alaycı bir uzaklıkla,
sonra irkilme, sonunda da şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerek
izleyeceği şeyi mucizeye yormaktan başka çare
bulamayacaktı. Ve bu sahne öyle bir kazınacaktı ki
belleğine, ömrünün sonuna kadar silinmeyecekti.

XV

Grenouille bücürü ilk iş olarak alkol damacanasının


mantarını çıkarmıştı. Kolay olmamıştı ağır damacanayı
yerden kaldırması. Neredeyse başı hizasına kadar
yükseltmesi gerekmişti, çünkü harmanlama şişesi,
ağzındaki cam huniyle birlikte o yükseklikteydi, sonra
şişeye, ölçü bardağı kullanmadan, doğruca damacanadan
doldurmuştu alkolü. Baldini bunca işbilmezliğin bir arada
olmasından ürperdi: Herif daha elinde inceltilecek değişik
karışım olmadan, inceltme maddesiyle işe başlayarak
dünyanın parfüm düzenini tersyüz etmekle kalmıyor,
üstelik fizik gücünün bile neredeyse yetmediği bir işe
girişiyordu! Titriyordu dermansızlıktan; Baldini görüyordu
ki ağır damacananın düşmesi ve masanın üstünde her şeyin
tuzla buz olması an meselesiydi. Mumlar, diye geçirdi
aklından, Allah saklasın, mumlar! Patlayacak, evim yanıp
kül olacak!.. Tam atılıp çılgının elinden damacanayı alacaktı
ki, Grenouille kendiliğinden indirdi, sağ salim yere
ulaştırdı, tıpasını yerine oturttu. Harmanlama şişesinde
dalgalanıyordu hafif duru sıvı bir damla bile dökülmemişti
ortaya. Biraz durup soluk aldı Grenouille, yüzüne öyle
hoşnut bir ifade gelmişti ki, gören işin en zor tarafını
88
bitirdiğini sanırdı. Gerçekten bundan sonrası Baldini’nin,
olup bitenin içinde bir sıra ya da herhangi bir düzen ortaya
çıkarabilmesi şöyle dursun, gözleriyle izleyemeyeceği bir
hızla gelişti.
Grenouille, anlaşılan rastgele, içinde koku maddeleri
olan flakon dizisine bir el atıyor, cam tıpayı çıkarıyor,
şişeciği bir an burnuna tutuyor sonra huniye birinden bir
akıntı, ötekinden birkaç damla, bir üçüncüsünden bir
döküm boşaltıyordu. Pipet, tüp, ölçü bardağı, kaşık, karmaç
parfümcünün, çetrefil bir iş olan karışım hazırlama işinin
üstesinden gelebilmesi için gereken bütün bu gereçlere bir
kez bile dokunmadı. Sanki sadece oyun oynuyor; suyla,
otla, çamurla iğrenç bir bulamaç pişirdikten sonra çorba
yaptığını ileri süren bir çocuk gibi döküyor, aktarıyordu.
Evet, çocuk gibi, diye düşündü Baldini; birdenbire
çocuklaştı görünüşü, kaba saba ellerine karşın, yaralı bereli,
çentik çentik yüzüne, yamru yumru ihtiyar adam burnuna
rağmen bir çocuk. Önce olduğundan büyük sandım, şimdi
de daha küçükmüş gibi geliyor; üç ya da dört yaşında
diyeceğim geliyor; şu küçük, söz anlamaz, anlaşılmaz,
dediğim dedik, insan taslakları gibi, sözümona masum,
yalnız kendilerini düşünen, dünyada ne varsa despot gibi
emirleri altına almak isteyen, nitekim kişi onları, en
sertinden eğitim önlemlerine başvurarak yavaş yavaş
disipline sokmak ve böylece kendine hükmedebilen, olgun
insan olmaya yöneltmek yerine megalomanilerine yüz
verecek olsa o ön insanlar gibi. Böyle adaleli bir çocuk
saklıydı karşısında kıvılcımlı gözlerle masa başında, bütün
çevresini unutmuş gibi duran delikanlının içinde; hepten
unutmuş görünüyordu atölyede kendisinden, bir de o deli
işi çorbasını, sonradan kesinkes nadide ‘Amor ile Psyche’
parfümü olduğunu ileri süreceği hem kendi de inanarak

89
ileri süreceği- karışımı yapmak için, hoyratça bir el
çabukluğuyla huniye boşalttığı şişelerden başka şeyler de
olduğunu. Baldini, mumların titreyen ışığında böylesine
yanlış yunluş ve böylesine kendine güvenerek çalışan
Grenouille’e bakarken bir ürperti duydu: Bunun gibisine
diye geçirdi içinden ve bir an için yeniden, öğleden sonra,
akşam alacasında kıpkırmızı parlayan şehre bakarken
duyduğu hüznü, yılgınlığı, öfkeyi duydu içinde- bunun
gibisine rastlanmazdı eskiden; böylesi ancak bu çürümüş,
kokuşmuş zamanın ortaya çıkarabileceği bir cinsti... Ama
dersini almalıydı şu yetkinlik budalası kerata! Şu gülünç
seyir bitsin, öyle bir haşlayacaktı ki, geldiği zamanki gibi bir
küçük sıfıra dönecek, sıvışacak delik arayacaktı. Haşarat! Bu
zamanda hiç kimseye güvenip yaklaşmaya gelmiyordu
aslında, bunun gibi gülünç haşarat kaynıyordu ortalık!
Baldini içinde yükselen öfkeye, zamandan duyduğu
iğrentiye öyle dalmıştı ki, Grenouille birden bütün
flakonları kapayıp, huniyi harmanlama şişesinin ağzından
alıp, şişeyi de bir eliyle boynundan yakalayıp sol elinin
ayasını ağzına tutarak hızla çalkalamaya başladığında,
bunun ne demek olduğunu pek kavrayamadı. Ancak şişe
birkaç kere havada dolaştıktan, değerli içeriği limonata gibi
bir dibine bir boynuna çarpa çarpa karıştırdıktan sonra bir
öfke ve dehşet çığlığı çıktı boğazından. “Dur!” diye haykırdı.
“Yeter artık! Bırak hemen! Basta! Koy hemen o şişeyi
masaya, bir şeye de dokunma, tamam mı, bir şeye dokunma
diyorum!.. Deli mi oldum ben nedir, durmuş böyle bir deli
saçmasına kulak veriyorum. İşe girişmenden belli,
kabalığından, laf dinlemezliğinden belli, beceriksizin birisin
sen, hem barbar hem beceriksiz hem de arsız bir sümüklü
oğlan. Senden limonatacı bile olmaz, en basitinden meyan
suyu satmaya bile yaramazsın sen, nerede kaldı parfümcü!

90
Ustan kabak şerbeti karıştırmana izin verirse öp başına koy,
fazlasını da isteme! Bir daha kalkışayım deme böyle bir
şeye, işittin mi? Bir daha bir parfümcünün eşiğinden içeri
adım atayım deme!”
Böyle konuştu Baldini. Ve o daha konuşurken sindi
çevresindeki havaya ‘Amor ile Psyche’nin kokusu.
Kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözden, gözle
görmekten, duygudan, iradeden daha güçlüdür. Savılıp
atılamaz bu inandırıcılık, soluduğumuz havanın
ciğerlerimize işleyişi gibi, o da içimize işler, doldurur bizi,
hepten ele geçirir, çaresi yoktur.
Grenouille şişeyi masaya koymuş, parfümle ıslanan
elini çekip elbisesinin eteğine silmişti. Baldini’nin yağıp
duran azarları altında geriye doğru bir iki adım atıp
duruşunu değiştirmesi, eski beceriksiz kapanıklığını alması
yetmişti yeni yaratılan kokunun odaya dalga dalga
yayılmasına. Fazlası gerekmezdi. Gerçi Baldini tepiniyordu
hâlâ, bağırıyor çağırıyordu; ama her soluk alışıyla, dışarıya
sergilediği öfkenin içinden aldığı besin azalıyordu. Haksız
çıktığını sezinliyordu, bu yüzden de konuşması sonunda
koflaşmış, boş bir heyecan gösterisine dönüşmek zorunda
kalmıştı. Öyle ki susunca, susup bir süre sessiz kalınca,
Grenouille’in “Parfüm hazır,” demesi bile fazla oldu.
Biliyordu.
Ama gene de, bu arada ‘Amor ile Psyche’ yüklü hava
her yandan çevresini sarmış da olsa, bir deneme yapmak
için eski meşe masaya yaklaştı. Elbisesinin cebinden, sol
cebinden, temiz, kar beyazı bir dantelli mendilcik çıkarıp
açtı, üzerine harmanlama şişesinden pipetle çektiği birkaç
damla parfümü damlattı. Kolunu uzatıp mendili sallayarak
parfümü havalandırdı, sonra o ustaca ve zarif hareketle
mendili burnunun ucundan geçirirken derin bir solukla

91
kokuyu emdi. Havayı kesik kesik dışarıya üflerken bir
tabureye oturdu. Birdenbire az önce, öfkeyle bağırıp
çağırırken kıpkırmızı olmuştu. Sarardı. “İnanılır şey değil,”
diye mırıldandı alçak sesle, “vallahi inanılır gibi değil,” diye
mırıldandı: ‘Amor ile Psyche’ydi bu, en ufak bir kuşku
yoktu ‘Amor ile Psyche’, ne kadar nefret etse değecek o
dâhiyane koku karışımı olduğundan; öyle kılı kılına kopya
edilmişti ki, Pelissier bile kendi ürününden ayırt edemezdi.
“İnanılır iş değil...”
Ufalmış, solgun, oturuyordu Baldini taburesinde,
nezleli bir kocakarı gibi burnuna bastırdığı mendiliyle
gülünç bir görünüşü vardı. Artık bütün bütün dilini
yutmuştu. “İnanılır gibi değil,” bile diyemez olmuştu, bir
yandan başını sallayıp harmanlama şişesinin içindeki sıvıya
bakadururken tekdüze bir, “Hm, hm, hm... hm, hm, hm...
hm, hm, hm...” sesi çıkarıyordu. Bir süre sonra Grenouille
bir gölge sessizliğiyle masaya yaklaştı.
“İyi bir parfüm değil,” dedi, “çok kötü bir bileşim bu
parfüm.”
“Hm, hm, hm,” dedi Baldini; Grenouille sözüne devam
etti: “İzin verirseniz, Usta, düzeltmek isterim. Bir dakika
verin bana, doğru dürüst bir parfüme çevireyim şunu!”
“Hm, hm, hm,” dedi Baldini başırrt sallayarak.
Onayladığından değil, ama öyle derin bir duyusuz-luğa
kapılmıştı ki, ne söylense “Hm, hm, hm,” deyip başını
sallayacaktı. Nitekim Grenouille ikinci bir kez karıştırmaya
başladığında, ikinci bir kez damacanadan harmanlama
şişesini, şişede bulunan parfümün üzerine alkol döküp
ikinci bir kez flakonların içindekini görünüşte rastgele bir
sırayla ve rasgele miktarlarda huniye aktarırken de engel
olmaya kalkışmadı. Ancak işlemin sonuna doğru Grenouille
bu defa şişeyi çalkalamamış, belki Baldini’nin ince zevkine
92
duyduğu saygıdan, belki de şişenin içeriği bu sefer
kendisine daha değerli geldiği için, bir konyak bardağı gibi
hafif hafif sallamıştı. Yani ancak şimdi, sıvı hazır olup
şişenin içinde dönmeye başlayınca Baldini uyuşukluğundan
sıyrılıp, mendili tabii hâlâ sıkı sıkı, sanki bununla işine yeni
bir saldırıya karşı savunmak istermişçesine burnuna
bastırarak, ayağa kalkabildi.
“Hazır, Usta,” dedi Grenouillle. “Şimdi bayağı iyi bir
koku oldu.”
“Peki, peki, iyi, tamam iyi,” diye karşılık verdi Baldini,
boştaki elini yeter, kes gibisinden salladı.
“Bir denemek istemez misiniz?” diye guruldadı
Grenouille yeniden, “istemez misiniz, Usta? Bir bakmayacak
mısınız?”
“Sonra, şimdi deneme yapacak gibi hissetmiyorum
kendimi... başka şeyler var aklımda. Git hadi şimdi! Gel!”
Deyip şamdanlardan birini aldı, kapıya doğru yürüdü,
dükkân tarafına geçti. Grenouille onu izliyordu. Servis
kapısına giden, dar koridora geldiler. İhtiyar kapıya ilerledi
ayaklarını sürüyerek, sürgüyü çekti, kapıyı açtı. Çocuğun
geçmesi için yana çekildi.
“Şimdi yanınızda çalışabilir miyim, Usta, olur mu?”
diye sordu Grenouille, gene eşikteydi, gene büzülmüş, gene
sinip bekleyen gözlerle.
“Bilmiyorum,” dedi Baldini, “düşüneceğim. Git!”
Sonra kayboldu Grenouille, bir anda yok oldu, karanlık
yutmuştu onu sanki. Baldini durakalmış, gözleriyle geceyi
delmeye çalışarak bakıyordu. Sağ elinde şamdanı, sol
elinde, burnu kanayan biri gibi, mendilciği tutuyor ve
korkudan başka bir şey hissetmiyordu. Çabucak kapıyı
sürgüledi. Sonra koruyucu bezi çekti yüzünden, cebine

93
tıktı, dükkânı geçip atölyeye döndü.
Koku öyle harikaydı ki bir anda yaşlar doldu
Baldini’nin gözlerine. Örnek alması gerekmezdi, iş
masasındaki şişenin önünde durup soluk almak yetiyordu.
Şahaneydi parfüm. ‘Amor ile Psyche’ ile karşılaştırıldığında,
tek başına bir kemanın gıcırtısına karşı bütün bir
senfoniydi. Daha da öte bir şeydi. Baldini gözlerini kapadı,
en has anılarının depreştiğini görüyordu ta içinde.
Kendisini, genç adam olarak Napoli’nin akşam basmış
bahçelerinden geçerken görüyordu, siyah lüle saçlı bir
kadının kollarında yattığını görüyordu, pencerenin
arkasında, gecenin esintisiyle salman bir gül ağacının
karaltısını görüyor, ötede beride kuşların cıvıldayışmı, bir
liman meyhanesinden gelen müziği duyuyordu kulağının
yanıbaşında, hazdan saçlarının dikleştiğini hissediyordu,
şimdi! Şimdi, şu anda! Gözlerini açtı, zevkle inledi. Bu
parfüm, şimdiye kadar bilinen parfümlerden değildi. Güzel
kokmak için kullanılacak bir mal değil, sentbon değil,
tuvalet malzemesi değildi. İçinden bütün bir dünya, büyü
dolu, zengin bir dünya yaratabilen, yepyeni bir nesneydi,
insan bir çırpıda çevresindeki bütün iğrençlikleri unutuyor,
kendini öyle zengin, öyle rahat, öyle serbest, öyle iyi...
hissediyordu ki...
Baldini’nin dikleşen saçları yatıştı, delice bir rahatlık
yayıldı içine. Deriyi, masanın kenarında duran keçi derisini
aldı eline; bir de bıçak aldı, deriyi biçti. Sonra parçaları cam
küvete koyup üstlerine yeni parfümü döktü. Küvetin üstüne
bir cam levha kapadı, parfümden kalanı iki şişeciğe aktardı,
bunları etiketledi, etiketlerin üzerine ‘Nuit Napolitaine’
adını yazdı. Sonra ışığı söndürüp çıktı.
Yukarıda, karısıyla yemeğe oturduğunda bir şey
demedi. Hele hele öğleden sonra verdiği zamansız karar

94
üzerine hiçbir şey demedi. Karısı da bir şey söylemedi,
çünkü Baldini’nin keyfinin yerinde olduğunu fark etmişti,
bundan da çok çok hoşnuttu. Baldini artık karşıdaki Notre-
Dame’a gidip verdiği kişilik gücü için Tanrı’ya teşekkür de
etmedi Hatta o gün ilk kez olarak, yatarken dua etmeyi bile
unuttu.

XVI

Ertesi gün dosdoğru Grimal’e gitti. Önce keçi derisinin


parasını verdi, hem de tam fiyatını ödedi, mırın kırın
etmeden, en küçük bir pazarlığa kalkışmadan. Sonra
Grimal’i, Tour d’Argent’a bir şişe beyaz şarap içmeye davet
edip, ondan çırak Grenouille’i devraldı. Gayet tabii, çocuğu
niçin istediğini, ne işte kullanacağını açığa vurmadı.
Kokulanmış deri üzerine büyük bir sipariş aldığı, bu siparişi
yerine getirmek için niteliksiz bir yardımcı işçiye gerek
duyduğu gibi bir yalan uydurdu. Deriyi biçmek falan gibi en
sıradan işlerini görecek, azla yetinen bir delikanlıya ihtiyacı
vardı. Bir şişe şarap daha söyleyip Grenouille’in
eksilmesiyle, Grimal’e vermiş olacağı zahmeti karşılamak
üzere yirmi livre ödemeyi önerdi. Yirmi livre olağanüstü bir
tutardı. Grimal hemen yanaştı. Tabakhaneye döndüler;
Grenouille, gariplik bu ya, çıkınını çoktan dürmüş
bekliyordu; Baldini yirmi livre ödeyip ömrünün en kazançlı
ticaretini yapmış olduğunu bilerek onu hemen aldı; çıktılar.
Öte yandan, ömrünün en kazançlı ticaretini
yaptığından emin olan Grimal, Tour d’Argent’a dönüp iki
şişe şarap daha içti, sonra öğleye doğru öbür kıyıdaki Lion
d’Ör’a geçip orada kafayı öyle bir çekiş çekti ki, gece geç
vakit Tour d’Argent’a dönmek isterken Rue Geoffroi

95
L’Anier’yi Rue des Nonaindriers’le karıştırıp, umduğu üzere
doğruca Pont Marie’ye ulaşacağı yerde, felaket bu ya, Quai
des Ormes adlı rıhtıma çıktı, oradan da boylu boyunca
yüzüstü suya gömüldü, yumuşak bir yatağa dalar gibi.
Anında öldü. Ama ırmak, onu sığ kıyıdan çekip paralanmış
mavnaların önünden, ortalardaki hızlıca akıntıya vurana
kadar epey zaman geçti; nitekim ancak sabahın erken
saatlerinde yüzmeye başladı tabak Grimel, daha doğrusu
Grimal’in ıslak ölüsü tam yolla akıntı aşağı, batı yönüne
doğru.
Tam o sessiz sedasız, köprü ayaklarına takılmaksızm,
Pont au Change’ı geçerken, yirmi metre üstünde Jean-
Baptiste Grenouille yatmaya hazırlanıyordu. Baldini’nin
atölyesinin arka tarafında bir kerevet gösterilmişti
kendisine; eski velinimeti soğuk Seine’in sularına öyle boylu
boyunca uzanmış giderken de işte burayı yer edinmeye
başlamıştı. Haz içinde dertop olmuş, kene gibi büzülmüştü.
Uyudukça içinin derinliklerine daldı, daldı, bir tören
geçidiyle gönlünün kalesine girerek orada kendi şerefine
verdiği, kokulardan oluşan bir zafer cümbüşü, tütsü
dumanlarının mür ağacı buhurlarına karıştığı devasa bir
şenlik düşledi.

XVII

Grenouille’in işe alınmasıyla Giuseppe Baldini şirketi


yükselmeye başladı, ülke çapında, hatta uluslararası
düzeyde ün kazandı. Iran işi çıngıraklar sessiz durmuyor,
balıkçıllar su püskürtmeyi kesmiyordu artık Pont au
Change’daki dükkânda.
Daha ilk akşamdan büyük bir damacana ‘Nuit

96
Napolitaine’ karıştırması söylenmişti Grenouille’e, bundan
seksen flakon satıldı ertesi gün. Kokunun ünü baş
döndürücü bir hızla yayılıyordu. Chenier’nin para
saymaktan gözleri sulanıyor, müşterilerin önünde yerlere
kadar eğilmekten sırtı ağrıyordu, çünkü yüksek zevattı
gelen, ya da en azından, yüksek ve en yüksek zevatın
hizmetçileri. Hele bir seferinde kapı birden ardına kadar
açıldı, zıngır zıngır sallandı bütün dükkân, içeri Argenson
Kontu’nun uşağı girip, yalnız uşakların bağırabileceği gibi
bağıra bağıra yeni kokudan beş şişe istedi; o gittikten bir
çeyrek saat sonra bile geçmemişti Chenier’nin saygıdan
titremesi, çünkü Argenson Kontu, Majestelerinin vekilharcı
ve savaş bakanı ve de Paris’in en güçlü adamıydı.
Chenier dükkânda yalnız başına müşterilerin
saldırısına uğramışken, Baldini yeni çırağıyla atölyeye
kapanmıştı. Bu kapanışı Chenier’ye karşı haklı göstermek
için, “işbölümü ve rasyonalizasyon” adını verdiği harika bir
kurama başvuruyordu. Diyordu ki, yıllar boyu sabretmiş,
Pelissier ve ona benzer, mesleği hiçe sayan kimselerin
elinden müşterilerini alıp işini bozmasına seyirci kalmıştı.
Şimdi sabrı tükenmişti. Şimdi o türedilerin meydan
okumalarına karşılık veriyor, onları geri püskürtüyordu,
hem de onların kendi silahlarını kullanarak: Her mevsim,
her ay, hatta gerekirse haftada bir yeni bir kokuyla piyasaya
çıkacaktı, hem de ne kokuyla! Yaratıcı damarı ne veriyorsa
ortaya koyacaktı. Bunun içinse kendisinin yanına yardım
etmesi için sadece işten anlamayan bir çırak alarak yalnız ve
yalnız koku üretimi işiyle uğraşması gerekiyordu, o bunu
yaparken öte yanda Chenier kendini sadece kokuların satışı
işine vermeliydi. Bu modern yöntemle parfümcülük
tarihinde yeni bir çığır açacaklar, rakiplerini silip
süpürecekler ve ölçüye sığmaz bir zenginliğe

97
kavuşacaklardı evet, bile bile ve üstüne basa basa çoğul
olarak konuşuyordu, çünkü bu zenginliğe emektar kalfasını
da belli bir yüzdeyle ortak etmeyi düşünüyordu. Birkaç gün
öncesine kadar Chenier ihtiyar ustasının böyle
konuşmalarını bunama olarak yorumlayabilirdi. ‘Şimdi tam
Charitelik oldu işte,’ diye düşünürdü, ‘artık uzun sürmez
havanelini bir daha tutmamak üzere bir kenara bırakması.’
Ama şimdi hiçbir şey düşünmüyordu. Düşünmeye fırsat
olmuyordu, çok, öyle çok işi vardı ki. O kadar çoktu ki işi,
gücü neredeyse, akşamları yorgun argın tıka basa dolu
kasayı boşaltıp kendi payını ayırmaya yetmeyecekti.
Baldini’nin hemen her geçen gün atölyesinden yeni bir
kokuyla çıkmasında bir bit yeniği olduğundan kuşku
duymayı hayal bile edemedi.
Hem de ne kokulardı bunlar! Üstün, en üstün düzeyde
parfümler değil yalnız, daha ne kremler, pudralar, sabunlar,
saç losyonları, kolonyalar, esanslar... Kokması gereken her
ne varsa şimdi yepyeni, bambaşka, şimdiye kadar
görülmemiş bir ihtişamla kokuyordu. Her ama gerçekten
her şeyin, hatta Baldini’nin akıl ermez keyfinin günün
birinde icat ediverdiği o kokulu saç bantlarının bile üzerine
atılıyordu alıcılar, sanki hepsini cadılar büyülemiş gibiydi,
kaç para olduğunu sormuyorlardı bile. Baldini’nin ürettiği
her şey başarılı oluyordu. Hem öyle ezici bir başarı ki,
Chenier bunu artık bir doğa olayı gibi almaya başlamış,
nedenlerini araştırmaz olmuştu. Yoksa yeni çırağın, bir
köpek gibi atölyede barınan, bazen usta kapıdan çıkarken
arkada cam eşyayı sildiği, havanı temizlediği görülen o
çolpa cücenin, o bir hiçten ibaret zavallının işlerin böyle
efsanevi biçimde gelişmesiyle bir ilgisi olabileceğine, bir
söyleyen olsa bile inanmazdı Chenier.
Tabii cücenin işiydi hepsi. Baldini’nin dükkâna getirip

98
satması için Chenier’ye teslim ettiği, Grenouille’in kilitli
kapılar ardında karıştırdıklarının ancak küçük bir
bölümüydü. Baldini koklamakla yetişemez olmuştu oğlanın
ardından. Kimi zaman, Grenouille’in yarattığı harikalar
içinden birini seçmek düpedüz bir işkence oluyordu. Bu
büyücü çırağı, bir yaptığını yinelemeksizin, bir kere bile
değersiz ya da şöyle orta karar bir şey üretmeksizin,
Fransa’nın bütün parfümcülerine reçete yetiştirebilirdi.
Daha doğrusu, reçete yani formül yetiştiremezdi tabii,
çünkü başlangıçta kokularını daha o eski, Baldini’nin de
gözlediği, karmakarışık, hepten meslek dışı yoldan, yani
maddeleri göz kararıyla ve görünüşte hiçbir sıraya, düzene
uymadan karıştırarak hazırlıyordu. Baldini günün birinde,
bu deli dolu uğraşıyı denetlemek için olmasa bile hiç
değilse kavrayabilmek için Grenouille’den, her ne kadar
gereksiz görüyorsa da karışımlarını hazırlarken terazi, ölçü
bardağı, pipet kullanmasını istedi; ayrıca alkolü koku
maddesi olarak değil, sonradan katılacak inceltici olarak
görmeye alışmalıydı; hem artık Allah aşkına yavaş olsundu,
bir zanaatçıya yakışır biçimde usul usul, yavaş yavaş
çalışmalıydı.
Grenouille söyleneni yaptı. Ancak ondan sonradır ki
Baldini bu cadı ustasının çalışmasındaki tek tek evreleri
izleyip belgeleme fırsatına kavuştu. Elinde kalem, önünde
kâğıt Grenouille’in yanında oturuyor, onu tekrar tekrar
yavaş olması için uyararak, harmanlama şişesine bu
maddenin kaç gram, şundan kaç çizik, ötekinden kaç damla
girdiğini yazıyordu. Garip bir yoldan da olsa sonunda gene
elde ediyordu Baldini bileşim formülünü, garipti, çünkü
aslında, bu formülü elde etmek için kullandığı yöntemleri
önceden bilerek kullanmadan hiçbir bileşim ortaya
çıkamazdı. Grenouille’in formül elinde olmadan

99
parfümlerini nasıl karıştırabüdiği gerçi hâlâ bir bilmece
olarak, bilmeceden de çok bir mucize olarak kalıyordu, ama
şimdi en azından mucizeyi bir formüle bağlamış, böylece de
aklının kurallara duyduğu susuzluğu bir ölçüde gidermiş ve
parfümsel dünya görüşünü hepten altüst olmaktan
kurtarmış oluyordu.
Yavaş yavaş Grenouille’den, şimdiye kadar elde etmiş
olduğu bütün parfümlerin reçetelerini aldı, hatta sonunda
kendisi, Baldini, elinde kâğıt kalemle hazır olup işlemi
Argus gibi dört açtığı gözleriyle izleyip adımı adımına
kayda geçirmedikçe yeni koku karıştırmayı yasak etti ona.
Aldığı notları kısa zamanda düzinelerce formül toplanmıştı
sonra büyük bir dikkat ve titizlikle iki ayrı deftere geçiriyor,
birini ateşe dayanıklı bir kasaya kilitliyor, ötekini sürekli,
geceleri yatağa yatarken bile yanında taşıyordu. Bu güven
veriyordu ona. Çünkü bu elindeki-lerle Grenouille’in, ilk
yaşadığında kendisini derinden sarsmış olan mucizelerini
isterse tekrarlar, izleyebilirdi. Yazıya geçirdiği bu formül
derlemesiyle, çırağının içinden fışkıran o korkunç
yaratıcılık kargaşasını denetim altına alabileceğine
inanıyordu. Hem, onun yaratma edimlerine artık sadece
şaşkın şaşkın bakarak değil de gözlemleyip kaydederek
katılır olması, Baldini’nin üzerinde yatıştırıcı bir etki
yapmış, kendine güvenini güçlendirmişti. Bir süre sonra, o
yüce kokuların başarıyla elde edilmesinde hiç de önemsiz
olmayan bir payı bulunduğuna inanmaya bile başladı. Hele
kokuları bir kere deftere geçirip, defterlerini de gerek
kasaya gerek sinesine sakladı mı, kendinin olduklarından
hiç mi hiç kuşkusu kalmıyordu zaten.
Ama Grenouille de yararını görüyordu Baldini’nin
kendisini uymaya zorladığı disiplinli yöntemin. Gerçi onsuz
da edebilirdi. Haftalar, aylar sonra, bir parfümü yeniden

100
yapmak gerektiğinde, açıp formülüne bakması
gerekmemişti hiç. Ama ölçü bardağını, teraziyi kullanmaya
zorlanmakla parfümcülüğün dilini öğrenmiş oluyordu ve
içgüdüsel bir biçimde, bu dili bilmenin işine yarayacağını
sezmişti. Birkaç hafta içinde Grenouille, Baldini’nin
atölyesindeki tekmil koku maddelerinin adlarını
öğrenmekle kalmamış, kendi parfümlerinin formülünü
kendisi yazıya geçirebilecek, öte yandan yabancı formülleri,
tarifleri parfüme ya da başka koku ürünlerine çevirebilecek
duruma gelmişti. Dahası da var! Kafasındaki parfüm
fikirlerini bir kere grama, damlaya dökmeyi öğrendikten
sonra, aradaki deney aşamasına da gerek duymaz olmuştu.
Baldini ona, ister bir mendil parfümü, ister bir saşe ya da
makyaj malzemesi için olsun, yeni bir koku bulmasını
söylediği zaman artık sıvılara, tozlara el atmıyor, doğruca
masanın başına geçip, formülü yazıveriyordu. Aklındaki
koku taslağından hazır parfüme giden, ama formül ortaya
koymaktan geçen yolu öğrenmişti. Onun için dolambaçlı
bir yoldu bu. Oysa dünyanın gözünde, yani Baldini’nin
gözünde bir ilerlemeydi. Grenouille’in yarattığı mucizeler
gerçi hep aynı mucizelerdi. Ama yanlarına kattığı reçeteler,
mucizelerdeki ürkütücülüğü kaldırıyordu ki, bu da kendisi
için yararlıydı. Zanaata bilinegelen işlemleri yapmakta
ustalaştıkça, derdini parfümcülüğün geleneksel diliyle
anlatmaya yatkmlaştıkça ustasının ondan duyduğu korku
ve hoşnutsuzluk da o ölçüde azalıyordu. Çok geçmeden,
ikinci bir Frangi-pani, ya da tekinsiz bir cadı ustası değil de
olağanüstü yetenekte bir burun adamı gözüyle bakmaya
başladı Baldini ona: Oysa cadı ustalarının önde gideniydi
tabii Grenouille. El ustalığının gerçek kimliğini gizleyen bir
örtü yerine geçmesi işine geliyordu. Bir yerde, katkıları
tartmadaki, harmanlama şişesini hafif hafif sallamadaki,

101
küçük beyaz deneme mendiline koku damlatmadaki
örneksi titizliğiyle uyutuyordu Baldini’yi. Neredeyse şişeyi
sallayışındaki özende, mendili burnunun ucundan
geçirişindeki zarafette ustasına yetişecekti. Ara sıra da,
ölçüsü iyi hesaplanmış zaman aralıklarıyla, Baldini’nin
kesin farkına varabileceği nitelikte yanlışlar yapıyordu:
süzmeyi unutuyor, teraziyi yanlış ayarlıyor, amber tentürü
için formüle, hiç olmayacak ölçüde yüksek bir yüzde oranı
yazıyor... sonra bırakıyordu Baldini yanlışını bulup
göstersin diye, ardından da bir gayret, düzeltiyordu
yanlışını. Böylece Grenouille, Baldini’yi, her şeylerin aslında
gene de olağan yolunda gittiği yanılsaması içinde
pışpışlamayı başardı. İhtiyarın dünyasını yıkmak
istemiyordu ki. Ondan, gerçekten birşeyler öğrenmek
istiyordu. Parfümlerin nasıl karıştırılacağım değil, iyi bir
kokunun nasıl oluşacağını da değil, hiç olur mu! Bu alanda
dünyada ona bir şey öğretebilecek kimse yoktu; hem büyük
parfüm olarak tasarladığı şeyleri yapmaya Baldini’nin
dükkanındaki maddeler yeter miydi hiç? Baldini’nin
yanında koku adına duyabildiği, içinde ne zamandır taşıyıp
günün birinde gerçekleştirmeyi düşündüğü kokularla
karşılaştırılınca çocuk oyuncağı kalıyordu. Ama bunu
gerçekleştirebilmek için de, orasını iyi biliyordu, iki
vazgeçilmez koşul vardı: Biri, bir kentsoylu kimliğine, en
azından kalfalık kisvesine bürünmek, sonra bu koruyucu
görünüşün ardında kendini asıl tutkularına yermek, rahat
rahat asıl amaçlarına yönelmekti. Öbü-rüyse, koku
maddelerinin hazırlanışına, ayrılmasına,
yoğunlaştırılmasına, saklanmasına ve böylece üst düzeyde
kullanıma hazır hale getirilmelerine ilişkin zanaat
yöntemlerini öğrenmekti. Çünkü, gerek çözümleme gerek
tasarlama yönünden, dünyanın en iyi burnu

102
Grenouille’deydi, ama kokuları maddeye dönüştürüp elle
tutulur hale getirme becerisini edinmemişti daha.

XVIII

Böylece, gönüllü olarak öğrenmeye başladı domuz


yağından sabun yapma, güderiden eldiven dikme, buğday
unu, badem kepeği, dövülmüş menekşe köküyle pudra
hazırlama sanatını. Odun kömürü, güherçile, sandalağacı
talaşını yoğurup kokulu mumlar yaptı. Mürağacı,
karagünnük, kehriban tozunu sıkıştırıp doğu işi
şekerlemeler hazırladı. Buhur, şellak, vetiver ve tarçını
hamur edip tütsü misketleri haline getirdi. Gül
taçyapraklarım, lavanta çiçeklerini, kaskarilla kabuğunu
öğütüp eleyip spatulayla ezip Poudre İmperial’e
dönüştürdü. Beyazından damar mavisinden düzgünler
karıştırdı, dudaklar için karmen kırmızısı kalemler kesti. En
incesinden tırnak tozunun, nane kokulu diş çubuklarının
tadını aldı. Peruklar için kıvırcık edici sıvılar, siğillere,
nasırlara ilaç, çil giderici cilt merhemleri, gözler için
güzelavratotu özü, baylara kuduzböceği kremi, bayanlara
hijyen losyonu... Bilumum suları, pudraları, tuvalet ve
güzellik ilaçlarını hazırlamayı, ama bunların yanı sıra çay ve
baharat harmanlamayı, likör salamura vesaire yapmayı,
kısacası, Baldini’nin geniş geleneksel bilgisi içinde
öğretebileceği ne varsa hepsini öğrendi. Grenouille,
olağanüstü bir ilgiyle olmasa da, yakınmadan ve başarıyla
öğrendi.
Öte yandan, tentürlerin, hulasaların, esansların elde
edilmesi konusunda bir şey öğrenmek söz konusu oldu mu,
bir şevk geliyordu Baldini’nin üstüne. Yorulmak bilmeden

103
acıbadem çekirdeklerini burgulu cenderede eziyor, misk
tanelerini havanda dövüyor, yağlı amber yumrularını eğri
bıçakla kıyıyor, ya da menekşe köklerini rendeden
geçiriyor, sonra bunları en halisinden alkole yatırıyordu.
Sıkılmış yeşil limon kabuklarından çıkan bulanık suyun
içindeki yağı ayırmaya yarayan ayırma hunisinin nasıl
kullanıldığını görüyordu. Otları, çiçekleri, sıcak ve gölgelik
bir yerde ızgaralar üstünde kurutmayı, sonra daha gevrek
gevrekken çömleklere, sandıklara koyup balmumuyla
kapatıp korumayı öğreniyordu. Pomat hazırlama, eriyik
elde etme, süzme, deriştirme, durultma, damıtma, yeniden
damıtma sanatını geçiriyordu bileğine.
Tabii Baldini’nin atölyesi, büyük çapta çiçek ve ot
yağları üretmeye elverişli değildi. Zaten buna gerekecek
ölçüde taze bitki de bulunmazdı Paris’te. Ama ara sıra,
pazarda taze biberiye, adaçayı, nane, ya da anason tohumu
ucuzsa veya büyük bir parti iris yumrusu ya da baldıran
kökü, kimyon, muskat cevizi, kuru karanfil geçmişse
ellerine, Baldini’nin simyacı damarı kabarırdı, o zaman
büyük imbiğini çıkarırdı; bakırdan, toplama kabı tepesine
oturtulmuş türden bir imbikti bu Baldini gururla, Mağribi
kafalı denen türden bir alambic olduğunu belirtirdi, daha
bundan kırk yıl önce, Ligurya’nm güneye bakan
yamaçlarında, Luberon’un yükseklerindeki kırlarda, açık
havada lavanta damıtmıştı onunla. Sonra, Grenouille
damıtılacak malzemeyi ufalarken Baldini bir acele -çünkü
çabukluk işin püf noktasıydı tuğladan örülmüş bir ocağı
yakar, üzerine, dibini bolca örtecek kadar su konmuş bakır
imbiği yerleştirirdi. İçine bitki parçalarını atar, çift cidarlı
Mağribi kafasını imbiğin açıklığına geçirir, buna da suyun
girmesi ve çıkması için iki hortumcuk takardı. Bu gelişmiş
soğutma düzeneğini kendisinin sonradan kattığını

104
anlatırdı, çünkü eskiden, kırda çalışırken sırf
yelpazelenerek soğutulurdu kafa. Sonra da ateşi körüklerdi.
Yavaş yavaş imbikten gurultular gelmeye başlardı. Bir
süre sonra da, önce çekingen çekingen, damla damla, sonra
iplik gibi incecik akmaya başlardı sıvı Mağribi kafasının
üçüncü hortumundan, Baldini’nin hazır ettiği Floransa
şişesinin içine. Başlangıçta pek çirkin bir görünüşü olurdu,
sulu, bulanık bir çorba gibi. Ama dolan şişede, yerine boşu
konup bir kenara dinlenmeye bırakıldıktan sonra, yavaş
yavaş iki değişik sıvı birbirinden ayrılmaya başlardı: Çiçek
ya da ot suyu aşağıda kalır, üzerinde kalın bir yağ tabakası
belirirdi. O zaman Floransa şişesinin alt ağzından kokusu
çok hafif olan çiçek suyu dikkatle akıtılırsa, geriye saf yağ,
esans, bitkinin kokusunu veren güçlü ilke kalırdı.
Grenouille hayran olmuştu bu işleme. Eğer ömründe,
içinde hayranlık tabii ki dışarıdan görülebilecek cinsten
değil, gizli, soğuk bir alev gibi yanan bir hayranlık
uyandıran bir şey olmuşsa, o da bu yöntemdi, ateşle, suyla,
buharla, bir de ustaca yapılmış bu aygıtla nesnelerin
içindeki koku veren ruhu çekip almak. Bu kokulu ruh, bu
uçucu yağ zaten içlerindeki en iyi şeydi, tek onun için
ilgileniyordu nesnelerle. Geriye kalan fasa fiso: çiçekler,
yapraklar, kabuk, meyve, renk, güzellik, canlılık, daha her
ne fazlalık varsa umurunda değildi. Bunlar yalnız kılıftı,
safraydı. Çöpe atılacak şeylerdi.
Zaman zaman, imbikten çekilen sıvı, su gibi dupduru
gelmeye başlayınca kazanı ateşten alır, açar, içinde pise pise
posası çıkmış bitkileri dökerlerdi. Çıkanlar, pelteye
benzerdi, ıslanmış saman gibi, küçük kuşların ağarmış
kemikleri gibi soluk, fazla pişmiş sebze gibi tatsız, iplik
iplik, cıvık, ne olduğu hemen hemen tanınmaz halde, leş
iğrençliğinde ve kendi kokularından neredeyse tamamen

105
sıyrılmış olarak çıkardı. Pencereden ırmağa atarlardı. Sonra
aygıtı taze bitkilerle doldurup, su ekleyip yeniden ocağa
oturturlardı. Yeniden guruldamaya başlardı su, yeniden
akmaya başlardı bitkilerin can suyu Floransa şişelerinin
içine. Bu çoğu kere bütün gece böyle sürer giderdi. Baldini
ocağa bakar, Grenouille şişeleri gözlerdi; iki dolduruş
arasında yapacak fazla bir şey yoktu.
O kasabada bakır kazanın büyüsüne kapılmış gibi
otururlardı ateşin çevresinde. Çok ayrı nedenlerden de olsa,
ikisi de büyülenmiş gibi olurdu. Baldini ateşteki közlerin,
parlayı parlayıveren alevlerdeki, bakırın üstündeki
kırmızının tadını çıkarırdı, yanan ateşin çıtırdamasına,
imbiğin gurultusuna bayılırdı, çünkü eskiye götürürdü
bunlar onu. Coştururdu insanı böylesi! Dükkândan bir şişe
şarap getirirdi, çünkü ateşin sıcağı susuzluğunu getirmiş
olurdu, şarap içmekse, bu da eskiyi anımsatan bir şeydi.
Sonra, hikâyeler anlatmaya başlardı, eski zamandan, bitip
tükenmeyen hikâyeler. Kendisinin de katıldığı, hem de
Avusturyalılara karşı savaşarak gidişatını önemli ölçüde
etkilediği İspanyol taht mücadelesinden; Camisard’larla
birlikte Cevennes yöresine korku saldığından; Esterel’deki
Hügno kızının, lavanta kokusundan başı dönmüş halde,
isteğine boyun eğişinden; bir keresinde az kalsın bir orman
yangını çıkarıp Provence’ı tutuşturmak üzere olduğundan
hem de, kilisedeki amin kadar kesin, bütün Provence’ı, -
çünkü yaman bir Mistral esmekteymiş- söz ederdi; sonra
damıtmadan, dönüp dolaşıp kırda, açık havada, geceleyin,
ayışığmda, şarap içerek ve ağustosböceklerinin çığlıkları
eşliğinde lavanta damıtmadan söz ederdi; böyle bir gecede
olağanüstü incelikte ve güçte lavanta yağı çıkarıp
ağırlığınca gümüşe alıcı bulduğunu; Cenova’daki çıraklık
zamanını, gezginlik yıllarını, başka şehirlerde ne kadar çok

106
kunduracı olursa o kadar parfümcüsü olan Grasse şehrini,
hatta bu parfümcülerden kimisinin beyler gibi yaşayacak
kadar zengin olduğunu, bahçeleri gölgeli, taraçalı, görkemli
evlerde oturup yemeklerini duvarları ahşap kaplamalı
odalarda, porselen tabaklardan altın kaşıklarla yediklerini..!
anlatırdı.
Böyle hikâyeler anlatırdı ihtiyar Baldini, yanı sıra şarap
içer, şaraptan, ateşin sıcağından ve kendi hikâyelerinin
verdiği coşkudan yanakları ateş kırmızısına keserdi. Ama
daha biraz gölgede oturan Grenouille dinlemezdi hiç. Eski
hikâyeler ilgilendirmiyordu onu, ilgilendiği tek şey, yeni
olaydı. Gözlerini ayırmadan, imbiğin kafasındaki borucuğa,
oradan ip gibi süzülen sıvıya bakardı. Bakarken de,
kendisinin böyle içten içe kaynayan bir imbik olduğunu,
kendi içinden de karşısındaki gibi bir sıvı, ama tabii daha
iyi, daha yeni, daha başka, ta içlerinde yetiştirdiği, orada
çiçek açan, Grenouille’den başka kimsenin koklamadığı ve
kendilerine özgü parfümleriyle dünyayı güzel kokan bir
Cennet Bahçesi’ne çevirerek varolmayı ona bir ölçüde
katlanılır kılabilecek o seçme bitkilerden oluşan bir sıvı
çıktığını kuruyordu. Bütün dünyayı kendi ürettiği sıvılara
boğacak büyük bir imbik olmak, buydu Grenouille’in
kendini adadığı hayal.
Öte yandan Baldini, şarabın ateşiyle coşup, gittikçe
çığrmdan çıkan hikâyelerle eskiden neyin nasıl olduğunu
anlatır, bu arada gittikçe büyüyen bir iştahla övünmelerine
dalıp kaybolurken, Grenouille çok geçmeden o garip
hayalleri bırakırdı. Büyük imbik tasarımını şimdilik
kafasından atar, yerine, yeni edindiği bilgileri nasıl daha
akla yakın amaçlar için yararlı hale getirebileceğini
düşünürdü.

107
XIX

Çok sürmedi, damıtma alanında uzman olup çıktı


Grenouille. Damıtma ürününün niteliği üzerinde, ateşin
harlılığının büyük bir etkisi olduğunu bulup çıkardı ki bu
başarısında Baldini’nin öğrettiği meslek kurallarından çok
kendi burnunun payı vardı. Her bitki, her çiçek, her ağaç,
her yağlı yemiş ayrı bir işlem istiyordu. Buharı kâh harıl
harıl kaynatarak, kâh orta karar ateşte tıkırdatarak
çıkarmak gerekiyordu, kimi çiçekse ancak kısık mı kısık
alevde terlemeye bırakılırsa veriyordu en has yanını.
İmbiğe hazırlama işi de buna benzer önemdeydi. Nane,
lavanta bütün bütün, demetler halinde damıtılabiliyordu.
Başka şeylerinse bakır kazana gelmeden önce seçilerek
toplanmış, kimisinin didilmiş, kimisinin kıyılmış,
rendelenmiş, dövülmüş ya da suya yatırılmış olması
gerekiyordu. Ama bazı şeyler de vardı ki, hiç damıtmaya
gelmiyordu; Grenouille’in içine bunun kadar acı veren
başka bir şey olamazdı.
Aygıtın rahatlıkla üstesinden geldiğini görünce,
Grenouille’in imbiği istediği gibi kullanmasına izin verdi
Baldini, o da alabildiğine yararlandı bu özgürlükten.
Gündüzler parfüm karıştırır, öbür koku ve baharat
ürünlerini hazırlarken, geceleri yalnız ama yalnız o esrar
dolu damıtma sanatıyla uğraşıyordu. Amacı, büsbütün yeni
koku maddeleri hazırlamak ve böylece içinde taşıyıp
durduğu kokulardan hiç değilse birkaçını ortaya
çıkarabilmekti. Başlangıçta küçük başarılar da elde etmedi
değil. Isırgan çiçeğiyle tere tohumundan bir yağ, mürver
çalısının taze soyulmuş kabuğuyla porsuk ağacının küçük
dallarından bir su çıkarmayı başardı. Gerçi bu damıtıklar,
kullandığı bitkilerin kokusunu pek andıran şeyler değildi,
108
ama gene de başka çalışmalarda kullanılabilecek nitelikte
olduklarından yararsız değillerdi. Ama sonra, yöntemin
kesinlikle işe yaramadığı maddelerle karşılaştı. Örneğin,
camın kokusunu damıtmayı, düz camın, sıradan insanların
hiç mi hiç algılayamadığı, killi serin kokusunu damıtmayı
denedi. Pencere camı, şişe camı bulup bir büyük parçalar,
bir küçük parçalar, bir kırıklar, bir toz halinde imbiğe verdi
en ufak bir sonuca ulaşamadı. Bronzu, porseleni, deriyi,
tahılları, çakıl taşlarını damıttı. Alelade toprağı damıttı.
Kanı, odunu, taze balıkları. Kendi saçlarını. Sonunda suyu
bile damıttı, Seine’in, kendine özgü kokusu için saklanmaya
değer gördüğü suyunu. İmbik yardımıyla bu maddelere
özgü kokuları, kekikte, lavantada, kimyon tohumunda
olabildiği üzere, çekip alabileceğini sandı. Damıtmanın,
karışık maddeleri uçucu ve daha az uçucu öğelerine
ayırmaya yarayan bir yöntemden başka bir şey olmadığını,
parfümcülükte ise ancak, belirli bitkilerdeki uçucu, kokulu
yağı, kokusuz ya da az kokulu öbür öğelerinden ayırabildiği
ölçüde işe yaradığını bilmiyordu. Böyle uçucu yağı olmayan
maddeler söz konusu olduğunda tabii hepten anlamsız
kalıyordu damıtma yöntemi. Fizik okumuş olan biz
bugünkü insanlar bunu hemen anlayıveririz. Oysa
Grenouille için bu bilgi, hep hayal kırıklığı getiren
denemelerden oluşan uzun bir zincirin, zahmetle elde
edilmiş son halkasıydı. Aylarca her, ama her gece imbiğin
başında oturmuş damıtma usulüyle temelden yeni kokular
elde etmek için her yola başvurmuştu. Yeryüzünde yoğun
biçimlerinde daha hiç var olmamış kokular olacaktı bunlar.
En sonundaysa çıka çıka birkaç gülünç bitki yağından başka
bir şey çıkmamıştı ortaya. Düşleminin derin, zenginliği
ölçülmez kaynağından, somut koku namına bir tek damla
bile alamamış, amaçladığı kokuların bir zerresini bile ele

109
geçirememişti.
Başarısızlığa uğradığını açıkça gördüğünde deneyleri
bıraktı ve ölümcül bir hastalığa tutuldu.

XX

Ateşi yükseldi, ilk günlerde ter yaptı ateş, daha sonra


da, sanki derisinin gözenekleri terlemeye yetişemiyormuş
gibi, sayısız kabarcıklara yol açtı. Grenouille’in vücudu
silme kırmızı sivilcelerle dolmuştu. Çoğu patlıyor,
içlerindeki sulu birikintiyi boşaltıyor, sonra gene
doluyordu. Kimisi büyüyüp bayağı kan çıbanına
dönüşüyordu, kızarıp şişiyor, kocaman oluyor, kraterler
oluşturuyor, koyu bir irin, sarı sarı sümüklü bir kan
kusuyordu. Bir süre sonra Grenouille, içinden taşa tutulup
yüz yerinden yaralanmış bir çilekeşe dönmüştü.
Baldini elbet tasalanacaktı. Değerli çırağını, ticaretin
tam başkentin, hatta bütün ülkenin, sınırları dışına taşmaya
başladığı bir sıra yitirmesi hiç de hoş olmazdı. Evet
gerçekten, yalnız taşradan değil, yurtdışındaki saraylardan
da, Paris’i çıldırtan yeni kokulardan isteyen sipariş
mektupları yağmaya başlamıştı; Baldini, kafasından, bu
istekleri karşılayabilmek için Faubourg Saint-Antoine’da bir
şube, en çok giden kokuların büyük çapta karıştırıldığı,
büyük çapta küçük cici şişelere doldurulduğu, küçük cici
kızlar tarafından paketlenip Hollanda’ya, ingiltere’ye,Alman
imparatorluğuna gönderildiği, basbayağı bir fabrikacık
açmayı geçiriyordu. Paris’e yerleşmiş bir ustanın böyle bir
girişimde bulunması gerçi hiç de yasal değildi, ama Baldini
son zamanlarda yüksek mevkilerin himayesine mazhar
olmuştu, eşsiz parfümeri sağlamıştı bunu ona; yalnız

110
vekilharç değil, Paris’in gümrük mültezimi olan mösyö gibi,
Krallık maliye kabinesinin üyesi olan ve ilerleme gösteren
işletmeleri destekleyen Bay Feydeau de Brou gibi önemli
kişileri almıştı arkasına. Hatta bu sonuncusu Krallık
imtiyazının bile söz konusu olabileceğini belirtmişti ki,
insanın isteyebileceği en büyük şeydi bu; öyle ya, devletin
ya da mesleğin vesayetine düşmemesini sağlayacak bütün
kapıları açan bir anahtar, iş hayatındaki bütün dertlerin
sonu, sonsuza kadar güvenlik altına alınmış, tehlikeye
girmesi söz konusu olmayan bir refah demek değil miydi
imtiyaz?
Sonra bir de başka bir tasarısı vardı Baldini’nin,
gözünün bebeği olan bir tasarısı, harcıâlem mal olmasa da,
herkesin satın alabileceği şeyler üreten bir yer olarak
düşündüğü, Faubourg Saint-Antoine’daki fabrikanın bir tür
karşı ucu olan bir proje: sınırlı sayıda, yüksek ve en yüksek
düzeydeki müşteriler için kişisel parfümler yapmak, daha
doğrusu yaptırmak, ısmarlama elbise gibi yalnız bir kişiye
uyan, yalnız o kişinin kullanabileceği ve yalnız o kişinin
soylu adını taşıyacak parfümler. Bir ‘Parfüm de la Marquise
de Cernay’ getiriyordu gözünün önüne, bir ‘Parfüm de la
Marechale de Villars’, bir ‘Parfüm du Due d’Aiguillon’
vesaire. Bir ‘Parfüm de Madame la Marquise de
Pompadour’, hatta, enfes bir biçimde yontulmuş akikten
yapılma, altın zarfı kalem işlemeli, ayağının iç tarafına
görülmeyecek gibi ‘Giuseppe Baldini, Parfumeur’ kazınmış
bir flakon içinde bir ‘Parfüm de Sa Majeste le Roi’
düşlüyordu. Kralın adı ve kendi adı bir ve aynı nesnenin
üstünde. Baldini’nin gözü yükselmiş, böyle şahane
hülyalara kapı açmıştı! Derken Gre-nouille hastalanmıştı.
Üstelik Grimal, toprağı bol olsun, hiçbir eksik duymaz, her
şeye dayanır, hatta kara vebaya bile bana mısın demez diye

111
yemin etmişken. Durup dururken hastalanmıştı ki ne
hastalanma, ölmecesine. Ya ölürse? Korkunç! O zaman
onunla birlikte o güzelim fabrika tasarıları, cici küçük
kızlar, imtiyaz, Kral’ın parfümü tasarıları, hepsi ölürdü.
Bunun üzerine, çırağının değerli hayatını kurtarmak
için her çareyi denemeye karar verdi Baldini. Hastanın
atölye kerevetinden evin üst katındaki temiz bir yatağa
taşınmasına karar verdi. Yatağı damast kaplattı.
Kabarcıklardan, açılıp kanayan çıbanlardan o kadar
iğrenmesine rağmen, hastanın daracık merdivenden üst
kata taşınmasına bizzat yardım etti. Karısına, şaraplı tavuk
suyu çorbası pişirmesini buyurdu. Semtin en tanınmış
hekimini, parasını, yirmi frank, peşin almadan zahmet edip
gelmeyen, Procope diye birini çağırttı.
Doktor geldi, parmaklarının ucuyla örtüyü kaldırdı,
Grenouille’in gerçekten, yüz mermiyle delinmişe benzeyen
vücuduna bir kere, ama yalnızca bir kere bakıp odadan
çıktı, asistanının peşinden taşıyadurduğu çantasını bile
açmadan. Durum gün gibi açık, diye anlatmaya başladı
Baldini’ye. Söz konusu olan, karaçiçeğin frengiye dönük bir
çeşidiyle had safhada cerahatli kızamık karışımı bir
hastalıktı. Tedavisi en başta, çürüme içinde olan ve bundan
dolayı canlı bir organizmadan ziyade leşe yakın haldeki
vücuda, hacamat amacıyla usulünce neşter vurulamayacağı
için, mümkün değildi. Her ne kadar hastalığın seyri
bakımından karakteristik olan vebamsı koku henüz
duyulmuyor idiyse de -ki hayret uyandırıcı bir şeydi bu ve
salt bilimsel olarak bakıldığında küçük bir garabet demekti
hastanın gelecek kırk sekiz saat içinde öleceğinden en
küçük bir şüphe bile duyulmamalıydı, adının Doktor
Procope olduğu kadar kesindi bu. Bunun üzerine, yaptığı
hasta ziyareti ve koymuş olduğu teşhis için bir yirmi frank

112
daha alıp bunun beş frankı, klasik belirtiler gösteren
kadavrayı teşhir için kendisine bırakmaları halinde geri
verilebilirdi ayrıldı.
Baldini çıldıracak gibiydi. Yakmıyor, çaresizliğini
haykırıyordu. Parmaklarını ısırıyordu kaderine duyduğu
öfkeden. Bir kere daha suya düşmüştü tasarıları, hem de
büyük, en büyük başarıya o kadar yaklaşmışken. Vaktiyle
Pelissier’yle şürekâsının yenilik merakı olmuştu işini bozan.
Şimdi de yenilik hazinesi, tükenmek bilmeyen,bu altınla
tartılsa pahası ödenmez ufak tefek oğlan, tam işin kurulma
evresinde frengiye dönük çiçek hastalığına ve de had
safhada kızamığa yakalanmadan edemeyen pis herif! Tam
şu sırada! Neden şimdi de iki yıl sonra değil, bir yıl sonra
değil de şimdi? O zamana kadar bir gümüş madeni gibi,
altın sıçan eşek gibi nesi var nesi yoksa söküp alabilirdi. Bir
yıl sonra isterse ölsündü. Ama yok! Şimdi ölecekti, hay
Allah kahretmesin, kırk sekiz saat içinde!
Kısa bir an için karşıdaki Notre-Dame’a yollanıp mum
yakmayı, Tanrı’nm Kutsal Anası’na Grenouille’in iyileşmesi
için yalvarmayı düşündü. Sonra vazgeçti, çünkü çok az
zaman kalmıştı. Koşup mürekkep, kâğıt getirdi, karısını
hastanın odasından kışkışladı. Sonra dizinde kâğıtlar,
elinde mürekkebe batırılmış kamış, yatağın yanında bir
sandalyede oturup Grenouille’i günah çıkarmaya çağırdı. Ne
olur, Tanrı aşkına, içinde taşıdığı hazineleri, öyle sessiz
sedasız alıp götürmemeliydi! Ne olur şu son saatlerinde,
geride bıraktığı dünya bütün zamanların en iyi
kokularından yoksun kalsın istemiyorsa, vasiyetini
bırakmalıydı emin ellere! Kendisi, Baldini, bu vasiyeti,
şimdiye kadar duyulmuş kokuların en yücelerini içerecek
olan bu formül dağarcığını sadakatle çekip çevirecek,
serpilip ortaya çıkmasını sağlayacaktı. Grenouille’in adına

113
ölmez bir ün katacak, hatta evet, işte bütün azizler katında
yemin ediyordu bu kokuların en iyisini ta kralın kendisine
takdim edecekti, altın kalem işlemeli, akik bir flakon içinde,
üstüne ‘Jean-Baptiste Grenouille’den, Paris’te Parfumeur’
ithafı kazınmış olarak.Böyle konuştu, daha doğrusu, böyle
fısıldadı Baldini, Grenouille’in kulağına, yeminler ederek,
yalvarırcasına, övgüler sıralayarak ve durup dinlenmeksizin.
Ama hepsi boşunaydı. Grenouille’den sulu akıntıyla
kanlı irinden başka bir şey çıkmıyordu. Sessiz sessiz
yatıyordu. Şam bezinin altında, o iğrenç salgıları veriyordu
dışına, ama hazinesinden, bilgisinden, en adi bir koku
formülünden zırnık koklatmıyordu. Grenouille’i
boğazlayabilirdi Baldini, vurup öldürebilirdi, en iyisi de,
döve döve çıkarabilirdi o kokuşmuş gövdedeki paha
biçilmez sırları, eğer bir işe yarayacağını bilseydi.. ve bunlar
Hıristiyan kişinin insan kardeşini sevmesi ilkesinden
anladığı şeye öyle açıkça ters düşmeseydi.
Böyle en tatlı seslerle söyleyip dinledi, pışpışladı
hastasını, tiksinmesini yenmek cehennem azabı gibi zor
geldiyse de serin bezler koydu terden sırılsıklam olmuş
alnına ve yanardağ gibi açılmış yaraların üstüne, kaşıkla
ağzına şarap verdi dili işlesin de konuşsun diye, bütün gece
sürdü bu boşuna! Gün ağarırken umudu kesti, bıraktı. İyice
bitkin, odanın öbür ucundaki koltuğa yığıldı, artık öfke bile
duymadan, sadece yılgınlığa teslim olmuş bir halde
Grenouille’in, karşısındaki yatakta ölmekte olan, ne
kurtarabildiği ne soyabildiği, içinden işine yarayabilecek
hiçbir şey çıkaramadığı, batmakta olan ve batarken bütün
servetini denizin derinliklerine götüren gemiyi seyreden bir
kaptan gibi, bitişini eli kolu bağlı seyretmek zorunda
olduğu küçük vücuduna bakakaldı.
O sırada birden açıldı ölümcül hastanın dudakları,

114
işitenin son demlerini yaşayan birinden geldiğine
inanmayacağı kadar açık seçik, kararlı bir sesle konuştu:
“Söyleyin, Usta: Bir maddeden koku elde etmek için
ezmeyle damıtmadan başka yol var mıdır?”
Sesin kendi hayalinden ya da öbür dünyadan gelmiş
olacağını düşünen Baldini, makine gibi karşılık verdi: “Evet,
vardır.” “
“Ne gibi?” sorusu geldi yatak tarafından. Baldini uykulu
gözlerini iyice açtı. Grenouille, yastıkların ortasında
kımıltısız yatıyordu. Cenaze mi konuşmuştu?
“Ne gibi?” sorusu duyuldu yeniden; bu kez
Grenouille’in dudaklarındaki kıpırtıyı görmüştü Baldini.
“Şimdi her şey bitti,” diye düşündü, “şimdi sonu geldi, ya
ateşten sayıklıyor ya can çekişiyor.” Ayağa kalktı, yatağa
yürüdü, hastanın üzerine eğildi. Hasta gözlerini açmış,
Baldini’ye dikmişti, ilk kargılaşr malarında olduğu gibi
garip, pusuya yatmışa benzer bir bakışla.
“Ne gibi?” diye sordu.
O zaman Baldini, ya Allah deyip ölmekte olan birinin
son arzusunu yerine getirmemezlik etmek istemiyordu
karşılık verdi: “Üç yol daha vardır, oğlum: Biri enfleurage â
chaud, biri enfleurage â froid, biri de enfleurage a l’huile.
Bunlar birçok bakımdan damıtmadan daha üstündür,
bütün kokular içinde en haslarını elde etmede kullanılırlar:
yasemin, gül, portakal çiçeği kokusu için.”
“Nerede?” diye sordu Grenouille.
“Güneyde,” diye yanıtladı Baldini. “En başta, Grasse
şehrinde.”
“İyi,” dedi Grenouille.
Ve gözlerini kapadı. Baldini yavaş yavaş doğruldu.
Tükenmişti. Bir satır bile yazmadığı kâğıtlarını topladı,
115
mumu söndürdü. Dışarıda gün ağarıyordu bile.
Yorgunluktan canı çıkmıştı. Rahip çağırmalıydı, diye
düşündü. Sağ eliyle belli belirsiz istavroz çıkardı, odadan
çıktı.
Grenouille ise ölüden başka her şeye benziyordu.
Sadece derin bir uykuya dalmıştı ve vücudunun özsuyunu
topluyordu yeniden. Derisindeki kabarcıklar kurumaya, irin
kraterleri tıkanmaya, yaraları kapanmaya başlamıştı bile.
Bir hafta içinde iyileşti.

XXI

Ona kalsa hemen giderdi güneye, ihtiyarın sözünü


ettiği yeni tekniklerin öğrenilebileceği yere. Ama akıl alır
şey değildi bu. Bir çırak parçasıydı, yani bir hiç. Aslına
bakılırsa, böyle demişti Baldini -Grenouille’in dirilişine
başlangıçta duyduğu sevincin üstesinden geldikten sonra-,
aslına bakılırsa, bir hiçten bile az bir şeydi, çünkü doğru
dürüst bir çırak olabilmek için kusursuz, yani evliliğe dayalı
bir kökeni olması, zanaatçı ailesinden geliyor olması, bir de
çıraklık sözleşmesi olması gerekiyordu ki onda bunlardan
hiçbiri yoktu. Eğer kendisi, Baldini, Grenouille’in gene de
günün birinde kalfa belgesine kavuşmasını sağlarsa bu
sadece, ondaki öyle her gün rastlanmayacak yetenek
gözönüne alınarak, ilerdeki davranışlarında kusur etmediği
takdirde ve kendisinin, Baldini’nin, çok zararını gördüyse
de varlığını hiçbir zaman inkâr edemeyeceği sınırsız iyi
yürekliliği sayesinde olacaktı.
Tabii, iyi niyetle verilmiş bu sözün yerine getirilmesi
biraz zaman aldı, bir üç yıl kadar. Bu süre içinde Baldini,
Grenouille’in yardımıyla büyük hayallerini gerçekleştirdi.

116
Faubourg Saint-Antoine’da ki fabrikayı kurdu, özel
parfümleriyle kendini saraya kabul ettirdi, krallık imtiyazını
aldı. Üstün koku ürünleri ta Petersburg’a, Palermo’ya,
Kopenhag’a kadar satılır oldu. Hatta misk yüklü bir çeşidi,
Allah bilir koku bakımından hiç de yoksul olmayan
İstanbul’da bile tutuldu. İster Londra’nın City’sindeki kibar
yazıhanelerde ister Parma’daki şatoda olsun, ister
Varşova’nın sarayında ister Lippe Detmold kontunun
köşkünde olsun, hava Baldini’nin parfümlerinin kokusunu
taşıyordu. Ömrünün sonunu kahredici bir yoksulluk içinde
Messina’da geçirmeye razı olmuşken, yetmiş yaşında
Avrupa’nın tartışmasız en büyük ıtriyatçısı, Paris’in en
zengin hemşehrilerinden biri olma durumuna yükselmişti.
1756 yılının başında Baldini -bu arada Pont au
Change’daki bitişik evi satın almıştı, yalnız oturmak için,
çünkü eski ev, tam anlamıyla tıkabasa, çatısına kadar koku
maddeleriyle, baharatla dolmuştu- Grenouille’e serbest
çalışması için izin vereceğini bildirdi, yalnız üç koşulu
vardı: Birincisi, şimdiye kadar Baldini’nin çatısı altında
yapılmış olan hiçbir parfümü ne kendisi üretecek, ne de
bunların formüllerini üçüncü kişilere verecekti; ikincisi,
Paris’ten ayrılacak ve bu şehre Baldini yaşadıkça bir daha
ayak basmayacaktı; üçüncüsü, bu ilk iki koşulu mutlak bir
sır olarak saklayacaktı. Bütün bunlara uyacağına azizlerin
tümü, annesinin zavallı ruhu ve kendi şerefi adına yemin
etmeliydi. Ne şerefi olan, ne azizlere, ne de annesinin
zavallı ruhuna inanan Grenouille yemin etti. Başka her
yemini de ederdi. Baldini’nin her koşulunu kabul ederdi,
çünkü ona göze batmadan yaşamasını, başına iş gelmeden
yolculuk yapmasını, iş bulmasını sağlayacak olan o gülünç
kalfalık belgesini eline almak istiyordu. Gerisi umurunda
değildi. Hem ne şartlardı ki, zaten bunlar! Paris’e ayak

117
basmamak mı? Paris’i ne yapsındı? En pis kokan en uzak
köşesine kadar biliyordu, nereye de gitse yanında
götürecekti, Paris onun malıydı, yıllardan beri. Baldini’nin
başarılı olmuş kokularından hiçbirini üretmemek,
formülünü başkasına vermemek mi? Sanki istese onlar
kadar güzel ve daha da güzel bin koku daha yarata-mazmış
gibi! Ama istemiyordu ki. Baldini’ye ya da öbür kentsoylu
parfümcülerden herhangi birine rakip çıkmak niyetinde
değildi. Amacı, sanatıyla çok para kazanmak değildi, başka
türlü geçinmenin yolunu bulduğu sürece, sanatını
geçinmek için kullanmak bile istemiyordu. İçini açığa
vurmak istiyordu, başka bir şey değil, dış dünyanın
verebileceği her şeyden harikulade bulduğu içini açığa
vurmak. Bu yüzden de Baldini’nin koşulları Grenouille için
sözü edilmeye değmez şeylerdi.
Baharda yola çıktı, mayıs ayında bir gün, sabah
erkenden. Baldini kendisine bir sırt çantası vermişti, ikinci
bir gömlek, iki çift çorap, büyük bir sucuk, bir at çulu ve
yirmi beş frank. Vermekle yükümlü olduğundan çok daha
fazlaydı bunlar, Baldini’nin söylediği üzere, hele
Grenouille’in, görmüş olduğu esaslı meslek eğitimi için bir
kuruş çıraklık parası bile vermediği düşünülürse. Vermekle
yükümlü olduğu şey, iki frank yol parasıydı, o kadar. Ama
işte ne yüreğinin iyiliğini yoksayabiliyordu ne de Je-an-
Baptiste’e karşı içinde yıllar boyunca duymuş olduğu
yakınlığı. Ona gezginliği süresince iyi şanslar diliyor, bir kez
daha sıkı sıkı, ettiği yemini unutmamasını tembihliyordu.
Bunları söyleyerek Grenouille’i, bir zamanlar içeri aldığı
yere, servis girişinin kapısına getirip yolcu etti.
Elini uzatmadı, can yakınlığı dediyse o kadar da
değildi. Ona zaten hiç elini vermemişti. Sanki
Grenouille’den üstüne bir şey geçmesi, sanki kirlenmesi

118
tehlikesi varmış gibi, dindarca denebilecek bir iğrentiyle
hep kaçınmıştı dokunmaktan. Kısaca ‘Adieu’ demekle
yetindi. Grenouille de başını salladı, büzüldü, uzaklaşıp
gitti. Caddede kimseler yoktu.

Grenouille ufalmış bükülmüş, sırt çantasını kambur


gibi taşıyarak, arkadan bakıldığında ihtiyar bir adam
görünümde, bir çabuk köprü aşağı, karşıdaki adaya doğru
yürürken arkasından bakıyordu Baldini. Parlamento
sarayının orada, sokağın kıvrımında gözden kaybetti onu,
alabildiğine rahatlamıştı.
Heriften hiçbir zaman hoşlanmamıştı, şimdi kendine
itiraf edebilirdi bunu artık. Çatısı altında barındırıp
sömürdüğü sürece içi rahat etmemişti, iki kez yasak bir şey
yapan, usulsüz yollara sapan dürüst bir insanın ruh halini
yaşamıştı hep. Elbet foyasının meydana çıkması tehlikesi
çok küçük, buna karşı başarı olasılığı dev gibi büyüktü, ama
huzursuzluğu da, vicdan rahatsızlığı da bir o kadar büyük
olmuştu. Gerçekten onca yıl bir tek gün geçmemişti ki bu
adama uyduğunun cezasını günün birinde bir biçimde
çekeceği korkusunu ensesinde hissetmesin. Sonu iyi gelse
bari! Yatmış kalkmış kafasından dua gibi hep bu düşünceyi
geçirmişti. “Bu zorlu maceranın sonundaki başarının tadını
ceremesini çekmeden bir çıkarabilsem! Bir becersem bunu!
Gerçi hak değil bu yaptığım, ama Tanrı bir gözünü
yumacaktır, muhakkak yumacaktır! Ömrüm boyunca az mı
çarptırdı beni yeterince ağır cezalara hiçbir neden
olmaksızın, onun için adaletinin gereğidir bu kez hoşgörülü
davranması. Hem benim suçum ne ki bu işte, eğer bir suç
söz konusuysa? Olsa olsa, bir çırağın mucizevi istidadını
istismar edip onun yeteneğini kendiminmiş gibi göstererek
lonca düzeninin bir parçacık dışına çıkmış olmam. Çok çok,

119
zanaatın geleneğin buyurduğu fazilet yolundan cüzi ölçüde
ayrılmış olmam. Çok çok, dün lanetlediğim şeyi bugün
kendim yapıyor olmam. Cürüm müdür bu? Başkaları ömür
boyunca düzenbazlık ediyor. Ben sırf birkaç yıl azıcık hileye
saptım. O da, rastlantı karşıma bu bir kerelik fırsatı
çıkardığı için. Belki rastlantı bile değildi, belki o büyücüyü
kapıma gönderen Tanrı’nın ta kendisiydi, Pelissier’yle
şürekâsı yüzünden çektiğim aşağılanmalardan sonra bir
ödül olarak. Belki de takdir-i ilahinin hiç benimle uğraştığı
yok da Pelissier’yi cezalandırmak amacını güdüyor! Bu
olabilir işte! Yoksa, beni yükselterek vermeyecekti de nasıl
verecekti Pelissier’nin cezasını? Bu durumda benim ikbalim
ilahi adaletin elindeki alet oluyor ki, böylesini utanmadan
ve en küçük bir pişmanlık bile duymadan kabul etmek caiz
olmaktan öte, boynumun borcudur...
Çok düşünmüştü Baldini geçen yıllar boyunca,
sabahları o dar merdivenden aşağı dükkâna inerken,
akşamları çekmecede toplanan parayla yukarı çıkıp o ağır
altın, gümüş sikkeleri sayıp kasasına aktarırken, geceleri
karısının horuldayan iskeleti yanında yatıp da talihine
kaygıyla bakmaktan uyuyamazken.
Ama şimdi, sonunda, bu karanlık düşünceler bitmişti.
Tekinsiz konuk gitmişti, hem de sonsuza kadar güven
içinde kalıyordu. Baldini elini göğsüne dayadı, elbisesinin
kumaşı altında, kalbinin üstündeki defteri yokladı. Altı yüz
formül yazılıydı içinde, kuşak kuşak parfümcü gelse
gerçekleştirebileceklerinden fazla. Bugün her şeyini
kaybetse, sırf bu harika defterle bir yıl içinde yeniden
zengin bir adam olurdu. Gerçekten, daha ne isteyebilirdi ki!
Sabah güneşi vuruyordu karşı taraftaki evlerin
çatılarına, sıcak sıcak Baldini’nin yüzüne. Hâlâ güneye,
caddenin Parlamento Sarayı’mn oradaki ucuna doğru
120
bakıyordu -Grenouille’in gözden kaybolması hiç tadına
doyulur bir zevk değildi!-, ardından, kabına sığmayan bir
şükran duygusuyla hemen bugün karşıdaki Notre-Dame’ı
ziyaret edip bağış sandığına bir altın atmaya, üç mum
yakmaya ve diz çöküp Allah’ına, onu böyle bir mutluluğa
boğduğu ve intikamdan koruduğu için teşekkür etmeye
karar verdi.
Ne var ki, araya olmayacak bir iş girdi, tam kiliseye
gitmek istediği o öğle sonrası, ingilizlerin Fransa’ya savaş
açtığı söylentisi işitildi. Bu gerçi aslında can sıkacak bir şey
değildi. Ama Baldini tam o gün Londra’ya bir parti parfüm
yollayacak olduğundan, Notre-Dame ziyaretini erteleyip
onun yerine bilgi toplamak için şehre, arkasından da
Londra sevkiyatmı şimdilik durdurmak için Faubourg
Saint-Antoine’daki fabrikasına yollandı. Gece yatakta,
uykuya dalmadan hemen önce dahice bir şey geldi aklına:
Yeni Dünya’daki sömürgeler nedeniyle çıkması beklenen
askeri sürtüşmeleri gözönünde bulundurarak, ‘Prestige du
Quebec’ adı altında yeni bir parfüm lanse edecekti,
reçinemsi - kahramanca bir koku, başarısı -orası kesindi-
ingiltere ticaretinin eksilmesiyle doğan zararını
karşılayacak da öteye bile geçecekti. Rahatlamış olarak
yastığına, altında formül defterinin huzur veren sertliğini
hissettiği yastığına yasladığı budala, ihtiyar kafasında bu
tatlı düşünceyle uyudu Usta Baldini ve bir daha uyanmadı.
Çünkü o gece, ilerde, layık olduğu veçhile bir
gecikmeyle, Paris’teki bütün köprüler üzerine kurulmuş
bütün evlerin Kral emriyle birbiri ardınca yıkılmasına yol
açacak küçük bir felaket oldu: Anlaşılır bir sebep
olmaksızın, Pont au Change’ın batı tarafındaki, üçüncü ye
dördüncü ayaklar arasında kalan parçası çöktü. İki ev sulara
gömüldü, öyle birdenbire ve topyekûn gitti ki evler,

121
oturanlardan kimse kurtarılamadı. Ne mutlu ki sadece iki
kişiydi söz konusu olan: Giuseppe Baldini ile karısı Teresa.
Çalışanlar, izinli ya da izinsiz, sokağa çıkmışlardı. Sabahın
erken saatlerinde hafif içkili olarak eve dönen -daha
doğrusu eve dönmek isteyen, çünkü ev kalmamıştı ortada-
Chenier bir sinir bunalımı geçirdi. Otuz yıl boyunca,
çocuğu akrabası olmayan Baldini’nin vasiyetnamesinde
kendini mirasçı olarak göstereceği umuduna bel bağlamıştı.
Şimdiyse, bir çırpıda gitmişti bütün mirası, her şey, ev,
mağaza, hammaddeler, atölye, Baldini’nin kendisi hatta,
belki de fabrikanın sahibi olmasını sağlayabilecek olan
vasiyetname bile!
Hiçbir şey bulunamadı, cesetler, kasa, altı yüz formüllü
defter bulunamadı. Avrupa’nın en büyük parfümcüsü
Giuseppe Baldini’den geriye kalan tek şey, daha haftalar
boyunca Paris’ten Le Havre’a kadar Seine boyunu tutan,
misk, tarçın, sirke, lavanta ve daha bin maddeden oluşma,
karışık mı karışık bir rayiha oldu.

İKİNCİ BÖLÜM

XXIII

Giuseppe Baldini Evi’nin çöktüğü sırada Grenouille,


Orleans’a giden yoldaydı. Büyük şehrin buğu alanını
ardında bırakmıştı, kendisini Paris’ten uzaklaştıran her
adımla çevresindeki hava durulaşıyor, anlaşıyor,
temizleşiyordu. Sanki inceliyor gibiydi. Artık her metrede
bir yüzlerce, binlerce ayrı koku baş döndürücü bir köşe

122
kapmaca içinde birbirini kovalamıyor, olan az sayıdaki
kokular -kumlu yolun, çayırların, toprağın, bitkilerin, suyun
kokusu- uzun şallar gibi ortalığa yayılıyordu; yavaş yavaş
kabarıyor, yavaş yavaş kayboluyordu bunlar, bıçakla kesilir
gibi bitmiyorlardı.
Grenouille bu yalınlığı bir kurtuluş gibi hissetti. Bu
rahvan kokular burnunu okşamıştı. Ömründe ilk kez, aldığı
her solukta yeni, beklenmedik, düş-mansı bir koku
yakalamak ya da hoş bir kokuyu kaçırmamak için tetikte
olması gerekmiyordu. İlk kez, pusuya yatmış gibi koklamak
zorunda olmadan, neredeyse serbestçe soluk alabiliyordu.
‘Neredeyse’ diyoruz, çünkü Grenouille’in burnundan,
gerçekten serbestçe kayıp geçen bir şey yoktu tabii. En ufak
bir vesile olmasa bile hep uyanık bekliyordu dışarıdan gelip
de içine girmesi gereken her şeye karşı duyduğu güdüsel
kuşku. Ömrü boyunca, doygunluk, hoşnutluk, hatta
mutluluk gibisinden durumlara az çok yakın birşeyler
yaşadığı sayılı anlarda bile soluk almaktan çok vermeyi yeğ
tutmuştu - nitekim hayatına da umutlu bir soluk alışla
değil, caniyane bir çığlıkla başlamamış mıydı? Ama, onda
yaradılışından gelme bir kısıtlılık olan bu noksan bir yana,
Paris’i geride bıraktıkça kendini daha iyi hissetmeye
başlamıştı; soluması gittikçe kolaylaşıyor, adımları gittikçe
hafifliyor, hatta yavaş yavaş vücudunu dik tutmaya bile
kalkışıyordu, öyle ki uzaktan bakınca neredeyse sıradan bir
zanaatçı delikanlısı gibi görünüyordu, yani bütünüyle
normal bir insanmış gibi.
Onu en çok rahatlatan şey, insanlardan uzaklaşmak
olmuştu. Paris’te, dünyanın başka herhangi bir şehrinde
olduğundan çok daha fazla insan bir araya sıkışmış
yaşıyordu. Altı, yedi yüz bin insan yaşıyordu Paris’te.
Caddeler kıvıl kıvıl insan, evler bodrumlarından çatı

123
katlarına kadar tıklım tıklım insan doluydu. Hemen hemen
hiçbir köşe, bir tek taş, bir karışçık toprak yoktu Paris’teki
insan kokusu sinmemiş olsun.
Kendisini Paris’te on sekiz yıldır, havanın fırtına öncesi
ağırlığıyla bunaltan şeyin aslında bu koyu insan kokusu
olduğunu ancak şimdi, kokudan kurtulmaya başladığında
anlamıştı Grenouille. Bugüne kadar hep, büzülüp
uzaklaşması gereken şeyin genel olarak dünya olduğunu
sanmıştı. Oysa dünya değildi, insanlardı. Öyle görünüyordu
ki dünyada, insanları boşalmış bir dünyada pekâlâ
yaşanabilirdi.
Yolculuğunun üçüncü gününde, Orleans’ın kokusal
çekim alanına girdi. Daha şehrin yakında olduğunu
gösterecek, gözle görülür herhangi bir işaret belirmeden
havada insan unsurunun yoğunlaştığını duydu ve baştaki
niyetinden dönerek Orleans’dan geçmeye karar verdi. Yeni
kazandığı soluma rahatlığını, o boğucu insan iklimine girip
hemencecik bozmak istemiyordu. Şehrin iyice açığından
dolaştı, Châteauneuf yakınlarında Loire’la karşılaştı,
Sully’den karşıya geçti. Oraya kadar yetmişti sucuğu. Bir
tane daha alıp ırmak boyundan ayrılarak içerilere doğru
yürüdü.
Artık yalnız şehirlerin değil, köylerin de uzağından
geçer olmuştu. Gittikçe incelen, gittikçe insana uzak bir
nitelik kazanan havadan sarhoş gibiydi. Yalnız yolluk almak
için yaklaşıyordu insanlara, ortalıkta üç beş ev ya da yalnız
bir çiftlik görürse ekmek satın alıyor, sonra gene ormanlara
girip kayboluyordu. Birkaç hafta sonra, geçtiği tenha
yollarda tek tük yolculara rastlamaktan bile rahatsız
olmaya, çayırlarda yılın ilk otunu biçen köylülerin arada bir,
nokta nokta duyduğu kokularına bile kat-lanamamaya
başladı. Ürküntüyle, karşılaştığı her koyun sürüsünün

124
açığından geçmeye çalıştı, koyunlar yüzünden değil,
çobanın kokusundan kaçmak için. Saatlerce uzağındaki bir
süvari bölüğünün kokusunu mu duydu, hemen tarlalara
daldı, fazladan millerce yol dolaşmayı yeğledi. Başka
zanaatçı delikanlılar, serseriler gibi denetlenmek,
kâğıtlarını göstermek zorunda kalmak ya da askere alınıp
savaşa sürüklemekten korktuğu için değil -savaş olduğunu
bilmiyordu bile—, yalnız ama yalnız süvarilerin yaydığı
insan kokusundan iğrendiğinden. Böyle olunca, yola
çıkarkenki Grasse’a gitme tasarısı yavaş yavaş kendiliğinden
sönükleşti; bir bakıma, bütün başka tasarılar, niyetler gibi,
o da özgürlüğün içinde eriyip dağıldı. Grenouille artık
herhangi bir yere gitmek değil, uzaklaşmak, insanlardan
uzaklaşmak istiyordu, o kadar.
Sonunda yalnız geceleri yol alır oldu. Gündüzün insan
ayağı değmez bir köşe buluyor, fundalıklara dalıyor,
sürünüp çalılıklara giriyor, bir hayvan gibi kıvrılıp yatıyor,
toprak rengi at çulunu tepesine kadar çekiyor, burnunu
kolunun kıvrımına dayayıp, en küçük bir yabancı kokunun
bile düşlerini bozmaması için yere doğru çeviriyor,
uyuyordu. Güneş batarken uyanıyordu, önce her yönü bir
kokluyor, ancak son köylünün de tarlasından ayrıldığından,
en gözü pek gezginin bile karanlığın bastırmasıyla
geceleyecek bir yere sığındığından emin olduğunda, ancak
gece sözümona tehlikeleriyle toprağı insanlardan
temizlediğinde, saklandığı yerden çıkıp yolculuğunu
sürdürüyordu.
Önünü görmek için ışığa ihtiyacı yoktu. Daha önce de,
gündüzün yürürken de saatlerce gözlerini kapayıp
burnunun gösterdiği yöne gitmişti. Çevredeki manzaranın
çarpıcı renkleri, görmedeki göz ka-maştırıcılık,
birdenbirelik, keskinlik acı veriyordu. Ama ayışığına bir

125
diyeceği yoktu. Ayışığı renk nedir bilmiyor, sadece arazinin
dış çizgilerini biraz gösteriyordu. Ortalığı kirli bir griyle
örtüyor, bir gece boyu bütün canlılığı boğuyordu. Bu, içinde
kimi zaman gri tarlalara bir gölge gibi düşen rüzgârdan
başka hiçbir şeyin kımıldamadığı çıplak toprağın dışında
hiçbir şeyin yaşamadığı, kurşundan dökülmüşe benzer
dünya, Grenouille’in varlığını hoşgörüyle karşıladığı tek
dünyaydı, çünkü ruhunun dünyasına benziyordu.
Böylece güneye doğru ilerledi. Aşağı yukarı güneye,
çünkü herhangi bir mıknatıslı pusulaya göre değil, onu her
şehrin, her köyün, her iki üç evlik yerleşimin uzağından
dolaştıran burun pusulasına göre gidiyordu. Haftalarca tek
bir insana rastlamadı. Karanlık, ya da soğuk ayışığıyla
aydınlanan dünyada yalnız olduğu inancının verdiği huzur
içinde daha çok oyalanabilirdi, eğer günün birinde o hassas
pusula hiç de yalnız olmadığını göstermeseydi. Geceleyin
de vardı insanlar. En sapa yerlerde bile vardılar. Sadece,
sıçanlar gibi köşelerine çekilmiş uyuyorlardı. Toprak
insandan arınmış değildi. Çünkü uykularında bile
kokularını yayıyorlar, bu koku barındıkları yerlerin açık
pencerelerinden, duvar çatlaklarından dışarı, açık havaya
çıkıyor, o görünüşte kendi halindeki doğayı berbat
ediyordu. Saf havaya alıştığı ölçüde fena yaralıyordu.
Grenouille’i öyle birdenbire, hiç beklenmedik bir anda, gece
ortası tıngır mıngır geliveren, yakında ya bir çoban
barınağı, ya kömürcü kulübesi ya da haydut ini olduğunu
açığa vuran, çürüme kokusu kadar iğrenç bir insan kokusu.
Ve kaçmaya devam ediyordu, çevresinde gittikçe
eksilmekte olan insanlık kokusuna gittikçe artan bir
duyarlılıkla tepki göstere göstere. Böylece insanlardan hep
daha uzağa, hep olabilecek en büyük yalnızlığın çekim
merkezine doğru sürükledi burnu Grenouille’i.

126
XXIV

Bu kutup, yani bütün Krallığın en insandan uzak


noktası. Auvergne dağlarında, Clermont’dan beş günlük yol
kadar güneyde, Plomb du Cantal adlı, iki bin metre
yüksekliğinde bir yanardağın doruk noktasıydı.
Dağ, kurşuni taştan dev gibi bir koniden oluşuyordu;
çevresi sadece boz renkte yosun ve boz renkte çalılarla
örtülü, şurasında burasında, çürük diş gibi birkaç sivri,
toprak rengi kayayla yangınlarda kömürleşmiş birkaç
ağacın yükseldiği, uçsuz bucaksız, çorak bir yaylaydı.
Yörenin bereketsizliği en güneşli günde bile öyle iç kapayıcı
bir görünüm sunardı ki, zaten yoksul olan ilin en yoksul
çobanı bile hayvanlarını buraya sürmezdi. Hele geceleyin,
ayın solgun ışığında, artık hepten bu dünyadan olmayan bir
yere dönerdi bu Tanrı’nm terkeylediği arazi. Her köşede
aranan Auvergneli haydut Lebrun bile kendine çarpışacak,
yakalanacak ve dört parçaya bölünecek yer olarak Cevennes
bölgesini seçmişti; kimsenin aramayacağı ve de
bulamayacağı, ama sonunda, kendisine herhalde daha
korkunç gelmiş olacak bir biçimde, yani yalnızlıktan öleceği
Plomb du Cantal’a saklanmaktansa. Dağın dört bir yanında,
mil-lerce uzaklıkta tek bir insan, tek bir doğru dürüst
sıcakkanlı hayvan yaşamıyordu, topu topu birkaç yarasa,
birkaç böcek, karayılan. Onyıllardan beri doruğa çıkan
olmamıştı.
Grenouille, dağa 1756 yılının bir ağustos gecesi vardı.
Gün ağarırken doruğa ulaşmıştı. Onu buraya getiren
yolculuğun sonunda olup olmadığını bilmiyordu daha.
Gittikçe anlaşan havalara doğru giden yolun sadece bir
durağında olduğunu sanıyordu. Olduğu yerde daireler çizip
burnunun bakışlarını çorak volkanik arazinin heybetli
127
görünümü üzerinde gezdirdi: Doğuya, geniş Saint-Flour
yaylasıyla Riou ırmağı bataklıklarından yana doğru gitti;
kuzeye, geldiği, günlerce karst türü dağlar aşarak geldiği
yerlere; batıya, hafif sabah rüzgârının burnuna taş ve sert ot
kokuları getirdiği, sonra da güneye, Plomb’un devamı olan
dağların miller boyunca, Truyere’deki karanlık vadilere
kadar uzayıp gittiği yöne. Her yerde, her yönde aynı,
insandan-uzaklık egemendi; aynı zamanda herhangi bir
yöne atacağı her adım, insanlara yaklaşması demek
olacaktı. Pusula dönüp duruyordu, hiçbir yön
göstermiyordu artık. Grenouille hedefe varmıştı. Ama aynı
zamanda kapana da kısılmıştı.
Güneş doğarken hâlâ aynı yerde duruyor, havayı
kokluyordu. Çaresiz bir çabalama içinde, insan tehlikesinin
hangi yönden geldiğini ve kaçması gereken karşı yönün ne
taraf olacağını anlamaya çalışıyordu. Ne yanı koklasa, bir
yerlerde gizli kalmış bir insan kokusunun kırıntısını
bulacağından işkilleniyordu. Ama yoktu. Olan yalnız
dinginlikti, öyle denebilirse eğer, koku düzeyinde bir
dinginlik. Çevre, ölü taşların, boz yosunların, kuru otların
hafif bir hışırtı gibi esen tekdüze kokusuyla doluydu, hepsi
buydu.
Grenouille’in, kokusunu almadığı şeyin gerçek
olduğuna inanabilmesi epey uzun sürdü. Eriştiği mutluluğa
hazır değildi. Güvensizliği uzun zaman yeni kazandığı
bilgiye ayak diredi. Hatta, güneş yükselirken gözlerini
yardıma çağırıp ufukta insan varlığının en küçük bir işareti,
bir kulübe çatısı, bir ocağın dumanı, çit, köprü, sürü
görülüp görülmediğini bile araştırdı. Ellerini kulaklarına
tutup dinledi, bir tırpan tıpırtısı, bir köpek havlaması, bir
çocuk bağırtısı duymaya çalıştı. Bütün gün boyu Plomb du
Cantal’in tepesinde en yakıcısından bir güneş altında dikilip

128
boşu boşuna, küçücük bir belirti bekledi. Ancak güneş
batarken güvensizliği yavaş yavaş çekilip yerini gittikçe
güçlenen bir coşkunluk duygusuna bıraktı: O nefretlik pis
kokudan kurtulmuştu! Gerçekten, bütünüyle yalnızdı!
Dünyadaki tek insan kendisiydi.
Akıl almaz bir sevinç kapladı içini. Deniz kazasına
uğramış biri haftalarca suyun üstünde sürüklenip dururken
sonra karşısına çıkan, üzerinde insan yaşayan ilk adayı nasıl
kendinden geçerek selamlarsa Grenouille de yalnızlık
dağına varışını öyle kutluyordu. Bağırıyordu mutluluktan.
Sırt çantasını, çulu, değneği bir yana atmış tepiniyordu,
kollarını havada sallıyor, döne döne dans ediyor,
yumruklarını sıkıp bir zafer gösterisi olmak üzere
ayaklarının altında uzanıp giden geniş ülkeye, batmakta
olan güneşe karşı sallıyordu; sanki onu gökyüzünden
kovalayan kendisiymiş gibi. Bir zafer coşkusu içinde
çılgınlar gibi dönendi durdu gecenin geç saatlerine kadar.

XXV

Sonraki günleri dağa yerleşmekle geçirdi -çünkü


kendisi için belli bir şey varsa o da, bu mümtaz beldeyi öyle
kolay kolay terk etmeyeceğiydi. İlk iş olarak bir su
koklamaya başladı, doruğun biraz aşağısında bir
çöküntünün içinde, kaya boyunca ince bir zar gibi yayılan
bir sızıntı buldu. Çok değildi, ama sabredip bir saat yalarsa,
bir günlük sıvı gereksinimini gidermiş oluyordu. Besin de
buldu, yani küçük kertenkeleleri, karayılanları, kafalarını
kopardıktan sonra derisi ve kemiğiyle yutuyordu. Yanı sıra
kuru liken yosunu, ot, yabanmersini yiyordu. Bu, kentsoylu
ölçülerine vurulduğunda kesinlikle dikkat çekici olmayan

129
beslenme biçimi, onun hiç mi hiç canını sıkmıyordu. Zaten
son haftalarda, son aylarda da ekmek, sucuk, peynir gibi
insan elinden çıkmış şeylerle beslenmemiş, acıktığı zaman
yoluna herhangi bir biçimde yenebilecek ne çıktıysa
gövdeye indirmişti. En az anladığı şeydi damak zevki. Zaten
zevk denen şey, saf, madde-dışı kokudan duyulan zevk
dışında, hiç de aradığı bir şey değildi. Rahatlık da
aramıyordu, döşeğini kuru taş üzerine yaymaya bile seve
seve razıydı. Ama daha iyi bir şey buldu.
Suyun olduğu yere yakın, bir sürü kıvrımlar yaparak
dağın içlerine doğru uzanan, otuz metre kadar içeride
çöküntüyle biten bir mağara keşfetti. Mağaranın bittiği yer,
Grenouille’in omuzları taş duvarlara değecek kadar dar,
ayakta ancak iki büklüm durabileceği kadar alçaktı. Ama,
oturabiliyordu, hatta dertop olursa yatabiliyordu bile. Bu da
onun konfor ihtiyacını sonuna kadar karşılıyordu. Çünkü
paha biçilemeyecek üstünlükleri vardı bu yerin: Tünelin
sonunda, gün ortasında bile göz gözü göremez bir gece
karanlığı egemendi, bir de mezar sessizliği; havada nemli,
tuzlu bir serinlik vardı. Grenouille hemen buraya daha
hiçbir canlı varlığın ayak basmadığının kokusunu aldı.
Yerleşirken neredeyse kutsal bir yere girerken duyulan
türden çekingenlik sardı içini. At çulunu, sanki bir sunağın
örtüsünü örtüyormuşçasına özenle yere yayıp üstüne yattı.
Bir cennet huzuru içindeydi. Fransa’nın en kimsesiz dağının
başında, yerin elli metre altında, kendi mezarında gibi
yatıyordu. Ömründe kendini bu kadar güven içinde
hissettiği olmamıştı, anasının karnında bile ne gezer!
Dışarıda dünya yanıp yıkılabilirdi, onun burada hiçbir
şeyden haberi olmazdı. Sessiz sessiz ağlamaya başladı.
Böylesi bir mutluluk için kime teşekkür edeceğini
bilemiyordu.

130
Bunu izleyen zaman içinde dışarıya, ancak su kayasını
yalamak, bir çabuk sidiğinden ve dışkısından kurtulmak, bir
de kertenkele ve yılan avlamak için çıktı. Geceleyin kolay
oluyordu hayvanları yakalamak, çünkü düz taşların altına
ya da küçük mağaralara çekilmiş oluyorlar, o da burnuyla
yerlerini buluyordu.
İlk haftalar ufku koklayıp kolaçan etmek için belki
birkaç kere daha doruğa çıktığı oldu. Ama çok geçmeden
bu da zorunluluk olmaktan çıkıp can sıkıcı bir alışkanlığa
dönüştü, çünkü bir kere bile olsun tehlike kokusu
almamıştı. Sonunda gezilerine son verip artık hayatta
kalabilmek için en zorunlu ne iş varsa onu yerine
getirdikten sonra, olabildiğince çabuk çukuruna
dönmekten başka bir şey düşünemez oldu. Çünkü aslında
orada, çukurda yaşıyordu. Yani, taş koridorun ucunda, at
çulunun üstünde, sırtını çöküntüye dayanmış, omuzlarını
kayaların arasına sıkıştırmış olarak, günde yirmi saatten
fazla mutlak karanlık, mutlak sessizlik içinde, mutlak bir
hareketsizlikle oturuyor, kendi kendine yetiyordu.
İnzivayı seçen insanlar vardır, bilinir: bir günahın
kefaretini ödemek isteyenler, başarısızlığa uğramışlar,
azizler ya da peygamberler. Böyleleri çöllere çekilip çekirge
ve yaban balı yiyerek yaşamayı yeğler. Kimisi de kenarda
köşede kalmış adalarda, mağaralarda, dehlizlerde, ya da -
biraz daha gösterişlisi- sırıklar üzerinde kurulmuş, göklere
uzanan kafeslerde yaşarlar. Amaçları Tanrı’ya daha yakın
olmaktır. Kendilerini yalnızlıkla cezalandırıp günahlarının
ceremesini çekerler. Böyle davranırken Tanrı’nın hoşnut
olacağı bir yaşam sürdükleri inancı içindedirler. Ya da
aylarca, yıllarca, kendilerine yalnızlıkları içinde bir Tanrı
haberi ulaşmasını bekler, gelince bir acele insanlar arasında
yaymaya yeltenirler.

131
Bunlardan hiçbiri Grenouille’e uymuyordu. Tanrı’yla en
ufak bir alışverişi yoktu. Günah çıkarmıyor, yüce bir ilham
beklemiyordu. Sadece kendi öz, biricik eğlencesi için
çekilmişti mağaraya, sadece, kendi kendine yakın olmak
için. Kendi, başka hiçbir şeyin gölgelemediği varlığı içinde
yüzüyor ve bu ona harika geliyordu. Kendi cenazesi gibi,
neredeyse soluk bile almadan, neredeyse kalbi atmaz olmuş
gibi yatıyordu o kaya çukurunda ama öyle yoğun, öyle
taşkınca bir hayat sürüyordu ki, dışarıdaki dünyada benim
diyen zevku sefa düşkünü benzerini yaşamamıştır.

XXVI

Bu taşkınlıkların olduğu yer -başka türlüsü nasıl


düşünülebilirdi ki- doğduğu günden beri karşılaştığı bütün
kokuları ana çizgileriyle kazımış olduğu kendi iç ülkesiydi.
Keyfini yerine getirmek için önce en eski, en uzakta kalmış
kokuları belleğine çağırıyordu: Madam Gaillard’m
yatakhanesindeki buğulu, düşmanca hava; madamın
ellerinin derimsi, kuru kokusu; Papaz Terrier’in sirke ekşisi
soluğu; Sütanne Bussie’nin sıcak, anacıl teri; Cimetiere des
Innocents’m leş kokusu; annesinin katil kokusu. Böylece bir
tiksinti ve nefret sefasına dalıyor, duyduğu dehşetin
hazzından tüyleri diken diken oluyordu.
Bazen, bu iğrençlikler aperitifi neşesini yerine
getirmeye yetmediğinde, koku gezintisinde yolu uzatıp bir
de Grimal’e uğruyor, ham, eti üstünde derilerin, tabak
şerbetlerinin kokuşmuşluğunu tadıyor ya da altı yüz bin
Parislinin yaz ortasındaki nemli, boğucu sıcakta yaydığı
kokulardan oluşan ağır havayı burnunda canlandırıyordu.
Sonra da birdenbire yaptığı alıştırmanın anlamı da

132
buydu zaten bir patlayışla boşanıveriyordu içinde birikmiş
nefret. Bir fırtına gibi geçiyordu üstünden, soylu burnuna
hakaret etmeye yeltenen bütün bu kokuların. Buğday
tarlasına dolu inmişçesi-ne vuruyordu tepelerine tepelerine,
bir orkan gibi unufak ediyordu mendeburları, sonra
arıtılmış sudan oluşan, uçsuz bucaksız, her kiri temizleyen
bir tufanda boğuyordu. Ne haklıydı gazabında. Ne büyüktü
öcü. Ah! Ne yüce bir andı bu! Grenouille, o küçük insan,
heyecandan titriyor, vücudu bir şehvet hazzı içinde
kasılıyor, sonra yay gibi açılıyor, öyle açılıyordu ki bir an
başını mağaranın tavanına çarpıyordu, sonra gene yavaş
yavaş çöküyor, rahatlamış, derin bir doyuma ulaşmış halde
yatıp kalıyordu. Gerçekten, ne kadar hoş bir şeydi bu bütün
bet kokuların varlığına son verme işi, ne hoş bir şeydi
gerçekten... içindeki dünyayı canlandıran tiyatronun
oyunları arasında neredeyse en sevdiği numaraydı bu,
çünkü ona, ancak büyük, kahramanca işlerden sonra
yaşanan o hak edilmiş bitkinlik duygusunu veriyordu.
Artık bir süre vicdanı rahat dinlenebilirdi. Gerindi,
bütün bedeniyle gerindi, tabii daracık taş hücresinde
olabildiği kadar. Ama içinden, ruhunun süprülüp
temizlenmiş yaygıları üstünde gerinirken boylu boyunca
uzanmıştı, uyuklamaya, bir yandan da burnunun ucundan
güzel kokular geçirmeye başladı: örneğin, ilkbaharda
kırlardan kopup gelmişe benzeyen, ıtırlı bir esinti; yeşeren
ilk kayın yaprakları arasından geçen ılık bir mayıs yeli;
denizden bir üfürük hava, tuzlu badem gibi buruk.
Yerinden kalktığında akşamüzeri olmuştu - sözümona
akşamüzeri, çünkü tabii ne akşamüzeri ne kuşluk, ne
akşamı, ne sabah vardı, ne ışık ne karanlık, ayrıca bahar
çayırları, yeşil kayın yaprakları da yoktu... Grenouille’in iç
evreninde hiç mi hiç nesne yoktu, ancak nesnelerin

133
kokuları vardı. (Bu yüzden, bu evrenden bir manzaraymış
gibi söz etmek sadece bir façon de parler, hem meram
anlatmaya elverişli hem de mümkün olan tek yakıştırma,
çünkü insanoğlunun dili koklanır dünyayı betimlemeye
yaramıyor.) Evet, akşamüzeriydi, yani Grenouille’in
ruhunda, güneyde öğle uykusundan sonrakine, öğlen
felcinin ortalıktan yavaş yavaş çekilip sıcaktan sakınılmış
hayatın yeniden başladığı sıradakine benzer bir durum ve
zaman söz konusuydu. Öfke kusan sıcak -ince kokuların
düşmanı sıcak- geçip gitmiş, kötü ruh takımı yok edilmişti.
İç dünyanın kırlan tertemiz, yumuşacık, uyanışın edepsiz
sükûneti içinde uzanmış, efendilerinin istenci üstlerine
gelsin diye bekliyorlardı.
Ve Grenouille -söylediğimiz üzere- yerinden kalktı,
silkinip uykuyu attı üstünden. Ayağa kalktı, iç dünyasının
büyük Grenouille’i, bir dev gibi, bütün görkemi ve boyuyla
ortaya dikildi; bir zevkti seyretmek bu devi -kimsenin
göremeyişine yazık diyeceği geliyor insanın!— sonra
gururla, egemence çevresine baktı:
Evet! Burası onun ülkesiydi! Eşi olmayan Gre-
nouillistan! Kendisinin, eşi olmayan Grenouille’in yaratıp
yönettiği, canı istediği zaman çöle çevirdiği ve yeniden
kurduğu, genişletip ölçülmez sınırlara eriştirdiği ve ayak
basmaya kalkan herkese karşı alevden kılıcıyla savunduğu
ülke. Burada onun istencinden, büyük, haşmetli, eşsiz
Grenouille’in istencinden başka hiçbir şey geçerli değildi.
Nitekim geçmişin kötü kokularının kökü kazındıktan sonra,
şimdi, ülkesinde güzel kokuların gezmesini istiyordu.
Bunun için de, dev adımlarıyla yanıp yıkılmış toprakları
dolaşıp, şurada savurganca, ötede daha kıt, kâh sonu
görünmeyen çiftlikler kurmaya, kâh başbaşa, küçük tarhlar
halinde, tohumu bazen avuç avuç dağıtarak, bazen tek tek

134
özel olarak seçilmiş yerine gömerek, çeşit çeşit kokular
ekmeye başlamıştı. Ülkesinin en uzak kuş uçmaz kervan
geçmez köşelerine kadar gitti. Büyük Grenouille, yıldırım
bahçıvan; çok geçmeden koku tohumu atmadığı bir karış
yer kalmamıştı.
Ve yaptığı her şeyin iyi olduğunu ve bütün bir ülkenin
kendi tanrısal Grenouille-tohumunu içtiğini gördüğünde,
bir alkol yağmuru bahşetti Büyük Grenouille, yumuşak ve
sürekli bir yağmur, işte o zaman her yan çimlenip
yeşermeye başladı ve öyle bir boy attı ki ekilenler, bakanın
gönlüne sevinç saldı. Çiftliklerde dalgalanmaya başlamıştı
bile ekin, gizli bahçelerdeyse saplar büyümüş, özsuyla
dolmuştu. Tomurcuklar şişmiş, çiçekler patlayacak gibi
olmuştu.
Ve yağmurun durmasını emretti Büyük Grenouille. Ve
dediği oldu. Ve topraklarına gülümsemesinin ılık güneşini
gönderdi, bunun üzerine bir anda, ülkenin bir ucundan
öbür ucuna, sayılamayacak kadar çok koku şişesinden
dokunmuş, rengârenk . tek bir halı gibi yayıldı çiçeklerin
inanılmaz görkemi. Ve Büyük Grenouille yaptığının iyi, çok
çok iyi olduğunu gördü. Ve soluğunun rüzgârını gönderdi
ülkeye. Ve bir solukta okşanan çiçekler kokular çıkardılar
ve sayılamayacak kadar çok kokularını karıştırıp durmadan
değişen, ama birliğini sürekli değişim içinde bulan evrensel
bir tapınma kokusu halinde O’na, Büyük, Eşsiz, Haşmetli
Grenouille’e gönderdiler ve kendisi, altın kokulu, buluttan
tahtında, bu soluğu gene içine çekti ve bu kurban kokusunu
beğendi. Ve yaratısını yeniden kutsamak için yere indi,
bunun üzerine yaratıkları sevinçle coşkuyla ve yeniden
şahane kokular salarak şükranlarını gösterdiler. Bu arada
akşam olmuştu, kokular yayılmaya devam ederek gecenin
mavisi içinde, gittikçe daha harikalaşan çeşitlemeler ortaya

135
koyuyorlardı. Pırlanta kokusundan devasa bir donanma
parıltısı altında gerçek bir kokular balosu başlıyordu.
Ne ki Büyük Grenouille biraz yorulmuştu ve esnedi ve
dedi ki: “İşte, büyük bir eser yaptım ve güzel oldu. Ama
kemale ermiş her şey gibi bu da can sıkıntısı vermeye
başladı artık. Biraz çekilip bu çalışmayla dolu geçen günün
bitiminde kendime, kalbimin odacıklarmda küçük bir şölen
vereceğim.”
Böyle buyurdu Büyük Grenouille ve süzülüp, altında
basit koku halkı sevinçle dans eder eğlenirken, gepgeniş
açtığı kanatlarıyla altın buluttan aşağıya, ruhunun ülkesini
kaplayan gecenin içinden kalbine, evine indi.

XXVII

Ah, ne güzeldi eve dönmek! Hem öcalıcı hem dünya


yaratıcı olmak gibi çifte makam az yorucu olmamıştı,
ardından saatlerce kendi dölü tarafından ululandığını
izlemek de öyle hiç dinlendirici bir şey değildi. Tanrı
olmanın yüklediği yaratma ve uyruklarına görünme
görevlerinden yorulan Büyük Grenouille, evceğizindeki tadı
özlüyordu.
Kalbi firfiri bir saraydı. Bir taş çölünün ortasındaydı bu
saray, tepeciklerin ardına gizlenmiş, bataklıkların
oluşturduğu bir vahayla çevrili, yedi boy taş duvarın
ardında. Yalnız uçarak ulaşılabilirdi. Bin odası, bin
bodrumu, bin has salonu, bunların arasında da bir tane,
içinde firfiri bir kanepe olanı vardı ki işte bu kanepede
Grenouille, şimdi artık Büyük Grenouille değil özel
yaşamındaki Grenouille, ya da sadece sevgili Jean Baptiste,
günün yorgunluğundan sonra dinlenirdi.

136
Sarayın odalarında ise, yerden ta tavanlara kadar raflar,
rafların içinde Grenouille’in ömrü boyunca topladığı
milyonlarca koku bulunurdu. Sarayın bodrumlarında fıçılar
içinde yaşamının en iyi kokuları dururdu. Bunlar
olgunlaşmca şişelere aktarılır, yıllarına, geldikleri yere göre,
kilometrelerce uzunluktaki koridorlara dizilirlerdi; bunlar o
kadar çoktu ki, hepsini içmeye bir ömür yetmezdi.
Ve sevgili Jean Baptiste sonunda evine gelip firfiri
salonda, sade ve rahat kanepesine uzanmış yatarken nasıl
derler, sonunda çizmelerini çıkarabildiğinde; el çırpıp
görülmez, dokunulmaz, işitilmez, her şeyden önce de
koklanmaz, yani bütünüyle imgesel yaratıklar olan
uşaklarını çağırdı, odalara gidip büyük kokular
kitaplığından şu ya da bu cildi bulup getirmelerini,
bodruma inip kendisine içecek bir şey çıkarmalarını
buyurdu. İmgesel uşaklar koşuştu; beklemenin verdiği
eziyetle midesi kasıldı Grenouille’in. Birdenbire, barda
beklerken ısmarladığı rakıyı herhangi bir nedenle
vermeyecekleri korkusuna kapılan bir içkicinin duygularıyla
doldu. Ya bodrumlar, koridorlar bir çırpıda boşalmışsa, ya
fıçılardaki şarap bozulmuşsa? Niçin bekletiyorlardı? Niçin
gelmiyordu kimse? Hemen ihtiyacı vardı söylediği şeylere,
çok acele, tiryakisi olmuştu, eline ge-çiremezse olduğu
yerde ölür giderdi.
Ama sakin ol, Jean Baptiste! Sakin ol, dostum!
Gelecekler tabii, özlediğini getirecekler. Uşaklar yaklaşıyor
bile uçarcasına. Görülmez bir tepsi üstünde kokular
kitabını taşıyorlar, beyaz eldivenli, görülmez ellerinde
değerli şişeleri; bırakıyorlar oraya usulca, eğilip selam
veriyorlar ve savuşuyorlar.
Yalnız kalınca -sonunda!- yalnız kalabildiği zaman,
uzanıyor Jean Baptiste özlediği kokulara, ilk şişeyi açıyor,

137
bir bardak dolduruyor kendine, ağzına kadar, dudaklarına
götürüp içiyor. Serin kokuyla dolu bardağı bir yudumda
bitiriyor, enfes bir tat! Öyle kurtarıcı bir güzelliği var ki,
sevgili Jean Baptiste’in hazdan gözleri dolu dolu oluveriyor
ve hemen bir bardak daha dolduruyor aynı kokudan: 1752
yılından, baharda koklanmış, Pont Ro-yal’de, gün
doğmadan önce, içinde deniz kokusunun, orman
kokusunun, biraz da kıyıda bağlı duran mavnaların katransı
kokusunun karıştığı bir rüzgârın geldiği batı tarafına
yönelik burunla. GrimaPin izni olmadan Paris’te sürterek
geçirdiği ilk gecenin bitiminin kokusu. Yaklaşan günün,
özgür olarak yaşadığı ilk gün doğuşunun taze kokusu. Bu
koku ona o zaman özgürlük vaat etmişti. Başka bir hayat
vaat etmişti. O sabahın kokusu, Grenouille için bir umut
kokuşuydu. Özenle sakladı. Ve her gün içti umut
kokusundan.
İkinci bardağı boşalttıktan sonra bütün sinirliliği,
bütün kuşkuları, güvensizlikleri akıp gitti, harika bir
dinginlik doldurdu içini. Sırtını kanepenin yumuşak
yastıklarına bastırdı, bir kitap açıp anılarından bir yerleri
okumaya başladı. Çocukluğunun kokuları, okul kokuları,
şehrin sokaklarının, köşe bucaklarının kokuları, insan
kokuları... Bütün bedeni hazla ürperdi, çünkü orada yazılı
olanlar, o gün yok ettiği aynı iğrenç kokulardı. Nefret dolu
bir ilgiyle okuyordu Grenouille aşağılık kokular kitabını;
sonunda nefreti ilgisinin boyunu aşınca da kapatıverdi,
koydu bir kenara, bir başkasını aldı.
Yanı sıra ara vermeden soylu kokulardan içiyordu.
Umut kokusu şişesinden sonral774 yılından, Madame
Gaillard’m evinin önündeki sıcak odun kokusuyla
doldurulmuş bir şişe açtı. Ondan sonra da bir şişe yaz
akşamı kokusu, parfüm esintili, çiçek yüklü, 1753 yılında

138
Saint Germain des Pres’de bir parkın kenarından toplanmış.
Şimdi artık iyice yükünü tutmuştu kokulardan yana.
Kolları bacakları gittikçe ağırlaşıyordu yastıkların
arasından. Kafası harika bir biçimde buğulanmaya
başlamıştı. Ama ziyafetin sonuna gelmemişti daha. Gerçi
gözleri okuyamaz olmuş, kitap çoktan elinden kaymıştı
ama akşamı son şişenin, şişelerin en nefisinin dibini
görmeden kapatmak istemiyordu: Bu şişedeki, Rue des
Marais’deki kızın kokuşuydu...
Kokuyu huşu içinde içti; bu amaçla kanepeye dimdik
oturdu her ne kadar zor geldiyse de yattığı yerden kalkmak,
çünkü her kıpırdanışında çevresinde firfiri salon sallanıyor,
dönüyordu. Bir öğrenci duruşu içinde, dizleri sımsıkı
bitişik, ayakları birbirine yapışık, sol elini sol bacağının
üstüne koymuş olarak içti küçük Grenouille kalbinin
bodrumlarından gelen o leziz kokuyu, bardak bardak ve her
bardakta daha bir kederlenerek. Biliyordu, fazla içmişti.
Biliyordu, bu kadar çok güzelliği kaldıramazdı. Gene de,
şişe boşalana kadar içti: Sokaktan avluya giden karanlık
koridoru geçti. Işıltıya doğru yürüdü. Kız oturmuş, erik
ayıklıyordu. Ta uzaklarda donanma şenliğinin füzeleri,
fişekleri patırdıyordu...
Bardağı bıraktı, birkaç dakika daha oturduğu yerde,
duygusallıktan ve kafa çekmekten taş kesilmiş gibi
kalakaldı, içkinin dilinde bıraktığı lezzetin son katresi de
kaybolana kadar. Aval aval bakıyordu. Birdenbire beyninin
içi de, şişeler gibi boşalmıştı. Sonra devrildi yanlamasına
firfiri kanepeye ve devrilmesiyle kurşun gibi ağır bir uykuya
dalması bir oldu.
Aynı anda dış Grenouille de at çulunun üstünde
uykuya dalmıştı. Onun uykusundan da derinlik bakımından
iç Grenouille’inkinden hiç kalır yeri yoktu, çünkü berinin
139
Herkülümsü eylemleri ve taşkınlıkları onu da aynı derecede
yormuştu eninde sonunda ikisi de aynı kişi değil miydiler...
Ne var ki uyandığında, ne yedi duvar ardındaki
sarayının firfiri salonunda ne de ruhunun çiçeğe durmuş
kırlarında uyanmış, kendini sadece tünelin ucundaki taş
hücrede, kör karanlıkta kuru yerde yatar bulmuştu.
Açlıktan, susuzluktan midesi kalkıyor, soğuktan titriyor,
sabaha kadar içmiş bir alkolik gibi hissediyordu kendini.
Emekleye emekleye çıktı mağaradan.
Dışarıda zaman, günün herhangi bir sırasıydı, çoğu kez
başlamakta ya da bitmekte olan gece, ama gece yarısı bile
olsa, yıldız ışığının aydınlığı iğne iğne gözlerine batıyordu.
Hava tozlu, yakıcı, ciğer dağlayıcı, arazi sertti; orasını
burasını taşlara çarpıyordu. En ince kokular bile katı, ısırıcı
geliyordu dünyaya alışkanlığını yitirmiş burnuna.
Grenouille, bir kene kadar, kabuğundan çıkıp denizde
çıplak etiyle dolaşan bir yengeç kadar duyarlıydı şimdi.
Su yerine gidip duvardaki nemi yaladı, bir saat, iki saat;
bir işkenceydi bu: Zaman, gerçek dünyanın derisine değip
yakadurduğu süre bitmek bilmiyordu. Taşlardan birkaç
parça yosun kopardı, tıktı ağzına, çömeldi, sıçtı bir yandan
yerken çabuk, çabuk olmalıydı her şey-, sonra da ardından
kovalıyorlarmış gibi, sanki küçük,eti yumuşak bir
hayvanmış da yukarıda, gökte atmacalar çoktan dolanmaya
başlamışlarmış gibi mağarasına, dehlizin sonuna, at
çulunun serili olduğu yere kadar koştu. Burada artık güven
altındaydı.
Sırtını arkadaki kayşat tümseğine dayadı, bacaklarını
uzattı ve beklemeye başladı. Şimdi bütün vücudunu, hiçbir
yerini kıpırdatmamalıydı, en küçük bir harekette taşacak
kadar dolmuş bir kaptı sanki. Yavaş yavaş soluğunu düzene
koymayı başardı. Demin heyecanlanan yüreği daha bir
140
dingin atar olmuştu, çırpıntılar yavaş yavaş yatışıyordu.
Birdenbire yalnızlık çöktü içine. Gözlerini kapadı. İç
âleminin karanlık kapısı açıldı, içeri girdi. Grenouille ruh
tiyatrosunun bir gösterisi daha başlamıştı.

XXVIII

Böylece günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları


kovaladı. Böylece tam yedi yıl sürdü bu. Bu sıralar dış
dünyada savaş hüküm sürüyordu. Hem de dünya savaşı.
Silezya’da.Saksonya’da,Hannover’de,Belçika’da,Bohemya’da
,
Pomeranya’da.vuruşuyordu.insanlar.Kralın,askerleri.Hessen
’de,Vestfalya’da,Balearlarda,Hindistan’da, Misisipi kıyısında
ve Kanada’da kırılıyorlardı, tabii daha yoldayken tifodan
gitmemişlerse. Savaş bir milyon insanın canına, Fransa
kralının sömürgelerine, katılan bütün devletlerin de bir
hayli parasına mal olmuştu, öyle ki sonunda yürekleri
istemeye istemeye bitirmeye karar verdiler.
Grenouille bu süre içinde bir kere, hiç farkına bile
varmadan donacaktı neredeyse. Firfiri salonda beş gün
yatmıştı, sonra mağarada gözlerini açtığında soğuktan
kımıldayacak halde değildi. Hemen gene kapadı gözlerini,
uykuda ölmek için. Ama birdenbire havanın değişmesi
uyuşukluğunu çözdü, kurtardı onu.
Bir keresinde kar öyle yükselmişti ki, yosunlara kadar
yol açmaya gücü yetmedi. O zaman da, donup katılaşmış
yarasaları yiyerek beslendi.
Bir keresinde mağaranın önünde ölü bir karga buldu.
Kargayı yedi. Bunlar, yedi yıl boyunca dış dünyadan farkına
vardığı tek olaylardı. Bunun dışında yalnız dağında, yalnız

141
ruhunun kendi yarattığı ülkesinde yaşadı. Ölene kadar da
orada kalırdı (çünkü hiçbir şeyi eksik değildi), eğer bir
felaket olup da onu dağdan kovalamasa, gerisin geri
dünyaya tükürmeseydi.

XXIX

Bu felaket deprem değil, orman yangını değil, toprak


kayması değil, dehliz çökmesi değildi. Kesinlikle dış değil,
bir iç felaketti, o yüzden de özellikle etkileyiciydi, çünkü
Grenouille’in onca güvendiği kaçış yolunu tıkıyordu.
Uykudayken olmuştu. Daha doğrusu, hayal görürken. Daha
kesini, düşlediği kalbinde uykuya dalmış hayal görürken.
Firfiri salondaki kanepede yatmış uyuyordu.
Çevresinde boş şişeler diziliydi. Olağanüstü çok içmişti,
hatta sonunda kızıl saçlı kızın kokusundan iki şişe birden.
Galiba bu olmuştu fazla gelen, çünkü uykusu, gerçi her
zamanki gibi ölüme yakın bir derinlikte idiyse de, bu kez
düşsüz değil, hayalete benzer düş dizileriyle doluydu. Bu
diziler, bir kokunun açık seçik tanılanabilen parçaları
halindeydiler. Önce ince şeritler halinde Grenouille’in
burnunun ucundan geçip gidiyorlardı, sonra yoğunlaştılar,
buluta benzediler. Şimdi sanki, üzerinde sisin yükselmeye
başladığı bir bataklığın ortasında gibiydi. Sis yavaş yavaş,
gittikçe yükseliyordu. Çok geçmeden Grenouille hepten sise
gömüldü, sis iliklerine kadar işledi, bulutların arasındaysa
bir damla bile hava kalmamıştı. Boğulmak istemiyorduysa
bu sisi solumak zorundaydı. Ve sis, söylediğimiz gibi, bir
kokuydu. Ve Grenouille, ne kokusu olduğunu biliyordu. Sis,
onun kendi kokuşuydu. Onun, Grenouille’in özkokusuydu
sis.

142
İşin müthiş yanı da şuydu ki Grenouille, bu kokuyu,
kendi kokusu olduğunu bildiği halde, duyamıyordu.
Bütünüyle kendi içinde boğulur bir haldeydi, ama bir türlü
kendi kokusunu alamıyordu!
Bu kafasına dank ettiğinde öyle bir çığlık attı ki, duyan
diri diri yakıyorlar sanırdı. Çığlık firfiri salonun duvarlarını,
sarayın surlarını yıktı, Grenouille’in kalbinden çıkıp
çukurlar, bataklıklar, çöller aşarak bir yangın fırtınası gibi,
ruhunun geceyi yaşamakta olan ülkesine yayıldı; ağzından
dehlizin kıvrımlarını geçip bir hışım gibi çıktı dışarı, Saint-
Flour yaylasını aşarak dünyaya yayıldı sanki bağıran o
değildi de dağdı. Grenouille ise kendi çığlığından uyandı.
Uyanırken, kendisini boğmak isteyen, kokusu duyulmaz sisi
kovalayacakmış gibi çırpındı durdu. Ölüyordu korkudan,
ölüm korkusuyla bütün vücudu tirtir titriyordu. Çığlık sisi
yırtmış olmasaydı, kendi içinde boğulup gidecekti, dehşet
verici bir ölüm. O anı düşündükçe hâlâ tüyleri ürperiyordu.
Daha öyle titreye titreye oturup korkunun darmadağın
ettiği kafasında uçuşan düşünceleri yakalamaya çalışırken,
daha şimdiden çok iyi anladığı bir şey vardı: Yaşamını
değiştirecekti, hem de, sırf böyle korkunç bir hayali bir
daha görmemek için olsa bile. Bir daha görürse sağ
çıkamazdı bu hayalden.
Çulu omuzlarına attı, sürünüp dışarı çıktı. Dışarıda
zaman kuşluk zamanıydı, şubat sonunda bir kuşluk. Güneş
parlıyordu. Çevre ıslak taş, yosun, su kokuyordu. Rüzgâr
hafif bir anemon kokusu getirmeye başlamıştı bile.
Mağaranın önünde yere oturdu. Güneş ısıtıyordu insanı.
Taze havayı içine çekti. Kaçıp kurtulduğu sisi düşündükçe
hâlâ tüyleri diken diken oluyor, sırtına vuran sıcağı
hissettikçe hazdan ürperiyordu. Gene de iyiydi bu dış
dünyanın daha var olması, sırf sığınmaya yarayan bir yer

143
bile olsa. Tünelin çıkışında dünya bulamamak ne büyük bir
dehşet olurdu, tasarlaması bile olanaksız! Ne bir ışık, ne bir
koku, ne hiçbir şey yalnız ve yalnız o korkunç sis, içeride,
dışarıda, her yerde...
Yavaş yavaş geçti şok. Yavaş yavaş korkunun pençesi
gevşedi, daha bir güven içinde duymaya başladı kendini
Grenouille. Öğleye doğru soğukkanlılığını yeniden
kazanmıştı. Sol elinin işaret parmağıyla orta parmağını
burnuna dayadı, parmaklarının sırtını, aralarını kokladı.
Burnuna nemli, anemon kokulu ilkbahar havasının kokusu
geldi. Parmaklarının kokusunu alamadı. Elini çevirip iç
tarafını kokladı. Elin sıcaklığını duyumsadı, ama kokusunu
alamadı. Şimdi gömleğinin lime lime olmuş kolunu kıvırıp
burnunu dirseğinin iç tarafına gömdü. Buranın, bütün
insanların kendileri koktuğu yer olduğunu biliyordu. Ama
hiçbir koku alamadı. Koltuk altlarında da, ayaklarında da,
eğilebildigi kadar eğilip uzandığı cinsel organında da hiçbir
koku yoktu: Acayip bir durumdu bu: O, her insanın
millerce öteden kokusunu alabilen Grenouille, kendi,
burnunun dibindeki organının kokusunu duyamasın! Gene
de paniğe kapılmayıp soğukkanlılıkla düşünüp taşınarak
şöyle dedi kendi kendine: “Ben kokmuyor olamam, çünkü
her şey kokar. Doğrusu şu ki, ben kendimi doğduğumdan
beri günbegün koklaya koklaya burnum kendi kokuma
karşı köreldiği için koktuğumu anlayamıyorum. Eğer
kokumu, ya da onun bir parçasını kendimden ayırıp belli
bir süre sonra, alışkanlık kaybolduğunda ona geri
dönebilseydim pekâlâ o kokuyu da —yani kendi kokumu
da- alabilirdim.”
Çulu sırtından indirdi, elbiselerini ya da elbiselerinden
geriye ne kaldıysa onu, paçavralarını çıkardı. Yedi yıldır
çıkarmamıştı giydiklerini. Kendi kokusu kat kat sinmiş

144
olmalıydı üstlerine. Hepsini mağaranın önünde bir yığın
yapıp uzaklaştı. Sonra yedi yıldır ilk olarak yeniden dağın
doruğuna çıktı. Orada tam ilk geldiğinde durduğu yere
dikilip burnunu batıya çevirdi, çıplak gövdesini, değdikçe
ıslıklar çalan rüzgâra verdi. Niyeti kendisini iyice
havalandırmak, içini batı rüzgârıyla yani denizin ve nemli
çayırların kokusuyla, bu kokularla kendi bedeninin
kokusunu bastırasıya doldurup kendisiyle, Grenouille’le,
elbiseleri arasında bir koku uçurumu yaratmaktı ki böyle
büyük bir farkı da artık açık seçik duyabilirdi. Kendi kokusu
burnuna olabildiğince az gelsin diye belden yukarısını öne
eğdi, boynunu uzatabildiği kadar ileri, rüzgâra doğru,
kollarınıysa arkasına uzattı. Bir yüzücünün suya atlamadan
hemen önceki halini andırıyordu.
Bu alabildiğine gülünç duruşunu saatlerce korudu;
sonra ışık görmemiş, kireç beyazı derisi, gü neş daha ne
kadar zayıf da olsa, yengeç gibi kızardı. Akşama doğru gene
mağaraya indi. Ta uzaktan görüyordu elbise yığınını. Birkaç
metre kala burnunu kapattı, yığına iyice yaklaştırmadan da
açmadı. Baldini’nin yanında öğrendiği gibi bir koku
denemesine girişti, havayı bir çırpıda içine çekip azar azar
dışarı verdi. Kokuyu toplayabilmek için elbiselerin üstünde
iki eliyle bir çan oluşturup tepeden, çanın tokmağı gibi,
burnunu uzattı. Elinden geleni ardına koymadı
elbiselerinden kendi kokusunu çıkarıp duyabilmek için.
Ama koku yoktu içlerinde. Kesinkes yoktu. Binlerce başka
koku vardı. Taş, kum, yosun, reçine, karga kanı hatta
yıllarca önce Sully yakınlarında aldığı sucuğun kokusu bile
pek güzel duyulabiliyordu. Elbiseler, son yedi sekiz yılın
kokusal günlüğünü içeriyordu. Yalnız kendi kokusunu,
onları bütün bu zaman boyunca aralıksız giyenin kokusunu
içermiyorlardı.

145
Bunu anlayınca gene bir ürküntü geldi üstüne. Güneş
batmıştı. Karanlık ucunda yedi yıl yaşadığı dehlizin
ağzında, çırılçıplak duruyordu. Soğuk soğuk üfürüyordu
rüzgâr, üşüyordu, ama üşüdüğünün farkında değildi, çünkü
içinde bir karşı-soğuk, yani korku hüküm sürüyordu. Bu,
düşte duyduğu korkunun, kendi içinde boğulmaktan gelen,
her ne pahasına olursa olsun silkelenip atılması gereken ve
Grenouille’in elinden kaçabildiği o zalim korkunun tıpkısı
değildi. Şimdi duyduğu, kendi üzerine bilineceği
bilmemekten ileri gelen korkuydu. Öbür korkuya karşıttı.
Bundan kurtuluş yoktu, karşısına alıp üstüne yürümesi
gerekiyordu. Bir kokusu olup olmadığını, kuşkuya yer
bırakmayacak biçimde ve sonuç ne kadar korkunç da olsa
öğrenmek zorundaydı. Hem de şimdi hemen. Ânında.
Dönüp dehlize girdi. Daha birkaç metre sonra çevresini
sarıverdi zifiri karanlık; ama yolunu ortalık apaydınlıkmış
gibi bulabiliyordu. Binlerce kez geçmişti bu yolu, bastığı her
karış yeri, her kıvrımı biliyor, tepeden sarkan her kaya
ucunun, en küçük taş çıkıntısının bile kokusunu alıyordu.
Yolu bulmak zor değildi. Zor olanı, o kapalı yer yılgısı yüklü
düşün, ilerledikçe içinde bir sel dalgası gibi çırpınıp
yükselen, daha daha yükselen anısına karşı savaşmaktı.
Ama Grenouille cesurdu. Yani, bilmemek korkusunu silah
edip bilmenin verdiği korkuya karşı savaşıyor ve bunda da
başarılı oluyordu, çünkü başka seçeneği olmadığının
farkındaydı. Dehlizin sonuna, kayşat yığınının başladığı
yere geldiğinde iki korku da akıp gitti. Bir dinginlik
duyuyordu, kafası dupduruydu, burnu neşter gibi keskin.
Çömeldi, elleriyle gözlerini kapayıp kokladı. Burada,
dünyadan uzak bu taş mezarda yedi yıl yatmıştı. Dünyada
herhangi bir yer onun kokusunu taşıyacaksa o yer burası
olmalıydı. Yavaşça soluk aldı. İyice sınadı. Karar vermekte

146
acele etmedi. Bir çeyrek saat kaldı çömeldiği yerde.
Yanılmaz bir belleği vardı ve yedi yıl önce burayı nasıl
duyumsadığını kesin biliyordu: Taşımsı bir koku, nemli,
tuzlu bir serinlik kokusu, şimdiye kadar insan olsun hayvan
olsun hiçbir canlı varlığın ayak basmış olamayacağı kadar
saf... Tıpkı o kokuydu ama şimdi duyduğu da.
Bir süre daha çömeldi orada, çok sakindi, sadece başını
sallıyordu yavaş yavaş. Sonra arkasına dönüp yürüdü, önce
iki büklüm, sonra, dehlizin yüksekliği elverince dimdik
dışarıya, açık havaya çıktı.
Dışarıda paçavralarını sırtına geçirdi (pabuçları daha
yıllar önce çürüyüp gitmişti), çulu omuzlarına atıp daha o
gece Plomb du Cantal’i güney yönünde terk etti.

XXX

Görünüşü korkunçtu. Saçları dizlerine kadar iniyordu,


seyrek sakalı göbeğine. Tırnakları kuş pençesine dönmüştü,
kollarında, bacaklarmdaysa, paçavraların bedenini örtmeye
yetmediği yerlerde, parça parça derisi dökülüyordu.
Rastladığı ilk insanlar, Pierrefort şehri yakınında bir
tarlada çalışan köylüler, onu gördüklerinde çığlıklar ata ata
kaçıştılar. Buna karşılık şehirde görünmesi olay yarattı.
Yüzlerce insan koşup seyrine durmaya geldi. Kimi forsa
kaçkını sandı onu. Kimisi, gerçek bir insan değil, insanla ayı
kırması bir şey, bir tür orman yaratığı olduğunu söyledi.
Eskiden açık deniz gemilerinde çalışmış biri, büyük
okyanusun ötesindeki Cayenne bölgesinde yaşayan vahşi
bir kızılderili oymağının insanlarına benzediğini ileri sürdü.
Belediye başkanının karşısına çıkardılar. Orada bütün
toplananları şaşırtan bir şey oldu, çıkarıp kalfa belgesini

147
gösterdi, ağzını açtı, biraz takır tukur bir dille çünkü yedi
yıl aradan sonra söylediği ilk sözlerdi bunlar ama gene de
pekâlâ anlaşılır biçimde, kalfa gezginliği sırasında
haydutların saldırısına uğradığını, kaçırıldığını ve yedi yıl
boyunca bir mağarada tutsak tutulduğunu anlattı. Bu
zaman süresince ne gün ışığı ne bir insan yüzü görmüştü,
görmediği bir elin karanlık çukuruna sallandırdığı bir
sepetteki yiyeceklerle beslenmiş ve sonunda, bir merdiven
uzatılarak kurtarılmıştı,niçin kurtarıldığını bilmiyordu,
kendisini kaçıranları da, kurtaranları da hiç görmemişti. Bu
hikâyeyi, gerçekte olandan daha inanılır bulduğu için
uydurmuştu; nitekim daha inanılır bir hikâyeydi de çünkü
buna benzer haydutluk olaylarına hiç de o kadar seyrek
rastlanmıyordu Auvergne, Languedoc dağlarında ve
Cevennes bölgesinde. Önemli olan, belediye başkanı
hikâyeyi sorgu sual etmeden tutanağa geçirdi ve olayı bir
raporla, şehrin feodal beyi ve Toulouse’daki parlamentonun
üyesi olan Marquis de la Taillade-Espinasse’a bildirdi.
Marki daha kırk yaşındayken Versaille’ın saray çevresi
hayatına sırtını çevirmiş, mülküne çekilerek kendini
bilimlere vermişti. Dinamik kamu ekonomisi üzerine
önemli bir kitap vardı kaleminden çıkmış olan, bunda
toprak mülkiyeti ve tarım ürünleri üzerindeki bütün
vergilerin kaldırılması ve aşağı doğru büyüyen, en yoksulu
en sert biçimde etkileyecek ve böylece onu ekonomik
etkinliklerini güçlendirip geliştirmeye zorlayacak bir gelir
vergisinin getirilmesini öneriyordu. Kitapçığın başarısıyla
yüreklenerek beş ile on yaşları arasındaki kızların ve
oğlanların eğitimi üzerine bir inceleme kaleme aldı, bundan
sonra deneysel tarıma yöneldi ve boğa spermini çeşitli ot
cinslerine aktararak, süt elde etmeye yarayacak bir
hayvansal bitkisel melez ürün, bir çeşit memeçiçeği

148
yetiştirmeye çalıştı. İlk zamanlardaki başarılardan sonra
hatta ot sütünden, Lyon’daki Bilimsel Akademi tarafından
‘keçimsi tatta, fakat biraz daha acımsı’ diye nitelenecek olan
bir peynir bile yapmıştı- deneylerini, tarlalara
hektolitrelerce boğa spermi püskürtmek dev boyutlarda bir
masraf olduğundan, kesmek zorunda kaldı. Gene de, tarım
dirimbilimi sorunlarıyla uğraşmak, yalnız çiftçiliğin sınırlı
dünyasına değil, genel olarak toprağa ve toprağın
dirimküreyle olan ilişkisine de ilgisini uyandırmıştı.
Sütmemesi çiçeği üzerindeki kılgısal çalışmalarını
bitirmiş bitirmemişti ki, hiç de eksilmemiş bir araştırmacı
coşkusuyla, toprağa yakınlık ve canlılık gücü üzerine büyük
bir deneme yazmaya koyuldu. Hayatın ancak topraktan
belli bir uzaklıkta gelişebileceğine, çünkü toprağın sürekli
olarak bir kokuşma gazı, canlılık güçlerini felce uğratan ve
ama az ama çok bir süre sonra hepten yere seren bir
“fluidum letale” yaydığını savunuyordu. Bu yüzden bütün
canlı varlıklar büyüme yoluyla topraktan uzaklaşma çabası
içindeydiler, yani toprağın içine doğru değil de ondan öteye
doğru büyüyorlardı; bu yüzden en değerli kesimlerini göğe
doğru uzatıyorlardı: Ekin başağını, çiçek çiçeğini, insan
kafasını; bu yüzden insanlar, yaşlılık bellerini büküp
yeniden toprağa doğru bastırdığında, kaçınılmaz olarak
letal ortamın etkisi altına giriyorlar, sonunda kendileri de
ölümden sonraki çözüşme sürecinden geçerek bu ortama
dönüşüyorlardı.
Marquis de la Taillade Espinasse, Pierrefort’da, yedi yıl
süreyle bir mağarada yani bütünüyle kokuşma ortamı olan
toprakla çevrili olarak barınmış birinin bulunduğunu haber
aldığında sevinçten şaşkına döndü, hemen Grenouille’in
kendisine, laboratuvara getirilmesini buyurdu ve esaslı bir
incelemeden geçirdi onu. Gördüğü, kuramını en somut

149
biçimde doğruluyordu: Fluidum letale, Grenouille’i
şimdiden öyle yıpratmıştı ki, yirmi beş yaşındaki
vücudunda ihtiyarlık belirtileri açık seçik
gözlemlenebiliyordu. Ancak ve ancak, tutsaklığı sırasında
toprağa uzak bitkilerden elde edilen besinlerle, tahminen
ekmek ve meyveyle, beslenmiş olması diye bir açıklama
getiriyordu. Taillade Espinasse ölümünü engellemişti
Grenouille’in. Ve şimdi eski sağlık durumuna ancak,
vücuduna sinmiş olan ölüm havasının,Taillade Espinasse’ça
düşünülüp geliştirilmiş yaşam gazı üfleme aygıtı yardımıyla
iyice giderilek kavuşabilirdi hasta. Böyle bir aygıt,
Montpelli’deki şehir köşkünün çatı katında hazır
duruyordu; eğer Grenouille bilimsel bir gösteriye denek
olma hizmetini sunmaya hazırsa, Marki de onu sadece
düştüğü umarsız yer gazı zehirlenmesinden kurtarmakla
kalmayacak,ayrıca iyi bir para verip ödüllendirecekti de...
İki saat sonra arabadaydılar. Yolların berbat bir
durumda olmasına karşın, altmış dört millik Montpellier
yolunu iki güne varmadan aldılar, çünkü Marki, yaşı ne
kadar ilerlemiş de olsa, arabacıyı ve atları bizzat
kamçılamaktan ve makas ya da dingil kırıldıkça -sık sık
oluyordu bu— tamirine yardım etmekten geri durmuyordu;
o kadar coşkuluydu yaptığı büyük buluştan dolayı, onu bir
an önce bilginler çevresine gösterebilmek için de can
atıyordu. Buna karşılık Grenouille’in arabadan bir kere
olsun çıkmasına izin vermemişti. Paçavraları içinde, ıslak
toprağı, kili içmiş o at çuluna iyice sarılı olarak oturması
gerekiyordu. Yiyecek olarak kendisine yolculuk boyunca çiğ
çiğ turp, havuç gibi kök sebzeleri verildi. Marki böylece, yer
gazı zehirlenmesini bir süre daha en özgün biçiminde
saklayabileceğini umuyordu.
Montpellier’ye gelince Grenouille’i hemen köşkünün

150
bodrumuna götürttü, tıp fakültesinin, botanikçiler
derneğinin, tarım okulunun, kimya-fizik birliğinin, mason
locasının ve şehirde sayıları bir düzineden az olmayan öteki
bilgin derneklerinin bütün üyelerine davetiye yolladı.
Birkaç gün sonra da Grenouille -dağdaki inzivasını bırakalı
tam bir hafta olmuştu- Montpellier Üniversitesi’nin büyük
konferans salonunda bir yükseltinin üstünde, birkaç yüz
kafalı bir kalabalığa yılın bilim sansasyonu olarak
sunuluyordu.
Konferansında Taillade-Espinasse onun, kendi ölümsel
yer ortamı kuramının doğruluğunun canlı bir kanıtı
olduğunu belirtti. Üstündeki paçavraları birbiri ardınca
çekip indirirken kokuşma gazının Grenouille’in bedeni
üzerinde yarattığı korkunç hasarları açıklıyordu: İşte
şurada, gaz dağlamasıyla oluşan kabarcıklar ve yaralar
görülmekteydi; şurada, göğüs üzerindeyse kocaman, parlak
kırmızı bir gaz karsinomu; derinin her tarafında bir
çözülme; hatta iskelette belirgin bir toprağa yönelik
bozulma ki kendini ayakta sakatlık ve kambur olarak açığa
vuruyordu. Dalak, karaciğer, akciğer, safrakesesi, sindirim
zinciri gibi iç organlar da, vakanın ayakları dibindeki
lazımlıkta herkesin görebileceği gibi sergilenmekte olan
dışkının tahlilinden kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
anlaşıldığı üzere, gazdan ağır hasar görmüşlerdi. Bu
nedenle özet olarak denebilirdi ki, canlılık güçlerinin yedi
yıl boyunca ‘fluidum letale Taillade’ ile zehirlenmesi öyle
bir evreye ulaşmıştı ki, hasta —dış görünüşüne
bakıldığında, hiç de sebepsiz olmayan bir köstebekimsilik
saptanmaktaydı- hayattan çok ölüme dönük bir yaratık
olarak nitelenebilirdi. Gene de kendisi, aslında ölüme
mahkûm bu kişiyi, yaşam perhizi yöntemi eşliğinde bir
hava üfleme sağaltımı uygulayarak sekiz gün içinde, tam bir

151
iyileşmenin belirtileri herkesin gözüne batacak ölçüde
sağlığına kavuşturma görevini üzerine alıyor ve hazır
bulunanları bir hafta sonra bu teşhisin, tabii ölümsel yer
ortamı kuramının geçerli kanıtı olarak görülmesi gerekecek,
başarılı sonuçlarını izlemeye çağırıyordu.
Konferans büyük bir başarı olmuştu. Bilginler
konferansçıyı şiddetle alkışlıyor, sonra sırayla üstünde
Grenouille’in dikildiği yükseltinin önünden geçiyorlardı.
Marki’nin korunmasına özen gösterdiği perişanlığı ve eski
yaraları, sakatlıklarıyla gerçekten öyle etkileyici bir yıkımı
sergiliyordu ki, o kendini istediği kadar sağlıklı ve güçlü
hissetsin, her gören yarı yarıya kokuşmuş, kurtarılması
olanaksızlaşmış sanırdı. Kimi baylar uzmanca yokladı
Grenouille’i, kimisi orasını burasını ölçtü, kimi ağzının,
gözünün içine baktı. Birkaçı sözü ona yöneltip mağarada
geçirdiği yaşam ve şimdi kendini nasıl hissettiği üzerine
sorular sordu. Ama o, Marki’nin önceden tembih ettiğini
sıkı sıkıya yerine getirerek, böyle sorulara sadece iniltili bir
hırıldamayla ve her iki eliyle çaresizlik işaretleri yapıp
gırtlağını göstererek karşılık verdi; böylece orasının da
çoktan ‘fluidum letale Taillade’ tarafından kemirildiğini
belirtmiş oluyordu.
Konferansın sonunda Taillade-Espinasse onu gene
paket edip evine, sarayının çatı katma postaladı. Orada, tıp
fakültesinden birkaç seçme doktorun huzurunda,
Grenouille’i yaşam havası üfleme aygıtına, sıkıca
kenetlenmiş kızılcam tahtalarından yapılma, damın çok
yukarılarına çıkan bir çekme bacası yoluyla içine
yükseklerin yer gazından arı havasını emen, döşemesinde
havanın çıkabilmesi için bir deri kapakçığı bulunan bir
dolaba soktu. Düzenek, gece gündüz bacanın içine
yerleştirilmiş olan üfleçlerin durmadan dönmesini sağlayan

152
bir dizi hizmetçiyle çalıştırılıyordu. Grenouille böyle sürekli
olarak temizleyen bir hava akımı içinde kalırken bir yandan
da kendisine saatte bir, dolabın yan duvarına yerleştirilmiş,
hava girmesini önleyecek biçimde çift kapaklı olarak
yapılmış küçük bir pencereden, toprağa uzak kesimlerden
sağlanmış bir perhiz sunuluyordu: güvercin çorbası, toygar
böreği, yaban ördekli yahni, ağaçta yetişen yemişlerden
komposto, sapı özellikle uzun buğday çeşitlerinden yapılma
ekmek, Pirene şarabı, dağkeçisi sütü ve sarayın çatı katında
beslenen tavukların yumurtalarıyla çırpılmış köpüklü
krema.
Beş gün sürdü bu birleşik zehirden arıtma ve canlılık
kazandırma kürü. Sonra üfleçleri durdurdu Marki ve
Grenouille’i bir banyo odasına getirtti; Grenouille burada
saatlerce ılık yağmur suyu banyolarına yatırılarak
yumuşatıldı, sonra da And dağlarındaki Potosi şehrinden
gelme ceviz yağı sabu-nuyla tepeden tırnağa yıkandı. El
ayak tırnaklarını kestiler, incecik dövülmüş Dolomit
kireciyle dişlerini temizlediler, tıraş ettiler, saçlarını kısaltıp
tarayıp bir biçime soktular, pudraladılar. Bir terzi çağrıldı,
bir ayakkabıcı, ipek bir gömlek giydirildi üstüne: beyaz
jabolu, kolağızları beyaz kırmalı, ipek çoraplar, mavi
kadifeden elbise, pantolon, yelek, siyah deriden, sağ teki
ayağının sakatlığını ustalıkla gizleyen güzel pabuçlar. Marki
bizzat kendi eliyle beyaz talk pudrası sürdü Grenouille’in
bereli yüzüne, dudaklarıyla yanaklarına karmen kırmızısı
kondurdu, kaşlarına ıhlamur kömüründen bir kalemle,
gerçekten soyluca bir kıvrım kazandırdı. Sonra özel
parfümünü sıktı üzerine, oldukça sıradan bir menekşe
çeşidiydi, birkaç adım geri çekildi; hayranlığını dile
getirebilmek için uzun bir zaman çabalaması gerekti.
“Mösyö,” diye söze başladı sonunda, “hayran oldum

153
kendime. Deham şaşkına çevirdi beni. Gerçi kendim, yer
gazı kuramımın doğruluğundan hiçbir zaman kuşku
duymadım; tabii duymadım; ama kuramın sağaltım kılgısı
içinde böyle harika bir biçimde doğrulandığını görmenin
coşkusu sarsıyor beni. Siz bir hayvandınız, ben insana
dönüştürdüm sizi. Düpedüz tanrısal bir eylem.
Duygulanmamı hoş görünüz! Şu ilerdeki aynaya yaklaşıp
bir kendinize bakınız! Ömrünüzde ilk kez insan
olduğunuzu algılayacaksınız; özellikle değişik ya da
herhangi bir yönden olağanüstü biri olmasa da, pekâlâ eli
yüzü düzgün bir insan. Yürüyünüz, Mösyö! Kendinize
bakınız ve şahsınızda gerçekleştirdiğim mucizeye siz de
hayran olunuz!”
İlk olarak biri “Mösyö,” diyordu Grenouille’e.
Aynaya yürüyüp baktı. Aynada da hiç görmemişti
kendini o âna gelinceye kadar. Karşısında zarif mavi
elbiseler içinde, beyaz gömlekli, ipek çoraplı bir bay gördü
ve bir dürtüyle, nasıl böyle zarif baylar önünde
eğiliyorduysa öyle eğildi. Ama zarif bay da eğildi ve
Grenouille doğrulurken o bay da aynı şeyi yaptı, sonra ikisi
de dimdik kalıp birbirlerinin gözünün içine bakmaya
başladılar.
Grenouille’i en çok şaşırtan, bu haliyle inanılmaz
derecede normal görünmesi olmuştu. Marki haklıydı:
Olağanüstü bir görünüşü yoktu, yakışıklı değildi, ama
özellikle çirkin de değildi. Biraz kısa boyluydu, duruşu biraz
çolpa, yüzü biraz ifadesiz, kısacası binlerce başka insan gibi
bir görünüş. Şimdi çıkıp cadde boyunca yürüse kimse başını
çevirip bakmazdı. Kendisinin bile hiç mi hiç dikkatini
çekmezdi böyle, şimdi olduğu gibi birine rastlasaydı. Ola ki
bu kimse, menekşe kokusu bir yana, aynadaki bay ve
aynanın karşısında duran kendisi kadar az koksun.

154
Oysa daha on gün önce köylüler çığlık çığlığa
kaçışmışlardı gördüklerinde. O zaman şimdikinden başka
hissetmemişti kendini, şimdi de, gözlerini kapadığında,
kendini o zamankinden biraz olsun başka hissetmiyordu.
Vücudundan yükselen havayı çekti içine, kötü parfümün
kokusunu duydu, kadifenin, pabuçlarındaki tutkalı taze
derinin kokusunu; ipeklilerin, pudranın, düzgünün, Potosi
sabununun hafif kokusunu duydu. Birdenbire anladı ki onu
normal bir insana dönüştüren güvercin çorbası değil,
üfleme hokus pokusu da değil, sadece ve sadece üstündeki
birkaç parça giysi, saçının kesimi, bir de o azıcık makyaj
maskaralığı olmuştu.
Gözlerini kırpıştırarak açtı, aynadaki mösyönün de ona
bakıp gözlerini kırpıştırdığını, bir de, karmen kırmızısı
dudaklarında, sanki onu hiç de antipatik bulmadığını
belirtmek istiyormuşçasma, ufacık bir gülümsemenin
uçuştuğunu gördü. Grenouille de aynadaki mösyönün, bu
insan kılığına girmiş, maskeli, kokusuz görüntünün de hiç
yabana atılır biri olmadığını düşündü; en azından bu kişi,
dış dünya üzerinde kendisinin, Grenouille’in yeltenmeye
hayal bile edemeyeceği bir etki yapabilirdi yeter ki maskesi
bir tamamlansın. Görüntüye doğru bir baş işareti yaptı,
gördü ki o da başını sallayarak, burun kanatları gizliden
kabarmış, yanıt veriyor...

XXXI

Ertesi gün Marki tam önlerindeki toplum olayı için en


gerekli duruşları, el hareketlerini, dans adımlarını
öğretiyordu ki Grenouille bir baş dönmesi uydurup
görünüşte bütün gücü tükenmiş ve boğulmak üzereymiş

155
gibi, bir divana çöküverdi.
Marki çılgına döndü. Bir bağırıştır tutturup
hizmetçileri çağırdı, yelpazeler, taşınır üfleçler
getirmelerini istedi, bir yandan hizmetçiler koşuşurken
Grenouille’in yanında diz çöküp menekşe kokusu sinmiş
mendiliyle yüzünü yelpazeledi, ayağa kalkması, hemencecik
ruhunu teslim etmeyip elinden geldiğince yarından sonraya
kadar beklemesi için diller döktü, hatta basbayağı yalvar
yakar oldu; zamansız ölüverirse ölümsel yer gazı kuramının
hayatı da büyük tehlikeye girecekti.
Grenouille bükülüyor, kıvranıyor, inliyor, oflu’ yor,
çırpma çırpına mendili itiyordu, sonunda çok dramatik bir
biçimde divandan aşağı bıraktı kendini ve sürüne sürüne
odanın en uzak köşesine kaçtı. “Bu parfüm olmasın!” diye
bağırdı en son kalan gücünü harcıyormuşçasma, “Bu
parfüm olmasın! Öldürecek beni!” Ve ancak Taillade-
Espinasse mendili pencereden dışarı, aynı kokuyu taşıyan
ceketiniyse yan odaya fırlattıktan sonra nöbetini
yatıştırmaya başladı Grenouille ve gittikçe dinginleşen bir
sesle, parfümcü olarak mesleği gereği duyarlı bir burnu
olduğunu ve kimi parfümlere öteden beri, ama özellikle
şimdi, iyileşme döneminde çok şiddetli tepki gösterdiğini
anlattı. Tutup tutup da menekşe gibi, aslında şirin bir
çiçeğin kokusunun onu böyle kuvvetle etkilemesini ancak,
Marki’nin parfümünün büyük ölçüde menekşe kökü özü
içermesine bağlayabildiğim, bu maddeninse yeraltından
geldiği için kendisi, Grenouille gibi ölüm gazından zaten bir
hayli zarar görmüş biri üzerinde kötü sonuçlara yol
açabileceğini söyledi. Aslında dün, parfümün üzerine ilk
uygulanışında da kendini pek bir mayhoş hissetmişti,
bugünse, kök kokusunu yeniden duyduğu zaman, sanki
kendisini yeni baştan yedi yıl ölü gibi yaşadığı o korkunç,

156
boğucu havalı çukura tıkıyorlarmış gibi gelmişti. Tabiatı
isyan etmişti, evet en yerinde deyim buydu, çünkü bir kere
Bay Marki’nin sanat sayesinde kendisine yer gazından
arınmış havada insan gibi bir hayat bahşedildikten sonra,
yeniden o iğrenç gazın ellerine teslim olmaktansa ölürdü
daha iyi. Hâlâ, sırf o kök parfümünü düşünmekten her bir
yerine kasılmalar geliyordu. Ama mutluydu, eğer Marki izin
verir de, menekşe kokusunun etkisini bütünüyle gidermek
için özel bir parfüm hazırlayabilirse, o anda biraz önceki
sağlığına kavuşurdu. Bunu söylerken özellikle hafif,
havadar, başlıca bileşenleri badem ve portakal çiçeği suyu,
okaliptüs, çamiğnesi yağı ve selvi yağı gibi yere uzak
maddeler olan bir koku çeşidi düşünüyordu. Sadece böyle
bir kokudan elbiselerine bir sıkım, boynuna ve yanaklarına
sadece birkaç damla yeterdi bile onu biraz önce pençesine
alan o üzücü nöbetin tekrarlanmasından sürgit korumaya...
Burada anlaşılır olsun diye doğru dürüst dolaylı
sözceyle aktardığımız şey, gerçekte yarım saat süren,
durmadan öksürüklerle, inlemelerle, soluk daralmalarıyla
kesilen, Grenouille’in ayrıca bir de titremelerle,
çırpınmalarla, göz döndürmelerle süslediği, karmakarışık
bir lakırdı yığınıydı. Marki çok etkilenmişti. Rahatsızlığın
belirtilerinden çok, hastasının tam ölümsel ortam kuramına
uygun biçimde, incelikle ileri sürdüğü kanıtların
inandırıcılığına kapılmıştı. Tabii, menekşe parfümü! İğrenç
biçimde yere yakın, hatta yeraltından gelen bir ürün!
Herhalde bu kokuyu yıllardır kullanan kendisine de
bulaşmıştı etkisi: Haberi bile olmamıştı kendisini bu
kokuyu kullanmakla kendi eliyle her geçen gün ölüme biraz
daha yaklaştırdığından. Gut hastalığı, ensesindeki
kasılmalar, organının pörsüklüğü, basuru, kulaklarındaki
basınç, çürük dişi bütün bunlar kuşkusuz yer ortamıyla

157
katbekat zehirlenmiş menekşe kökünden yapılma o
mendebur kokudan ileri geliyordu. Ve şu ufacık aptal adam,
odanın köşesindeki zavallı bir insan yumağı oluyordu aklını
başına getiren. Duygulanmıştı. İçinden en çok geleni
yapacak olsa gider onu yattığı yerden kaldırır ve
aydınlanmış yüreğine bastırırdı. Ama hâlâ menekşe
parfümünün kokusunu taşıyor olmaktan korkuyordu, onun
için uşaklara bir daha seslenip evde ne kadar menekşe
parfümü varsa defedilmesini, bütün sarayın
havalandırılmasını, elbiselerinin hayat havası üflecinde
zehrinden arıtılmasını, Grenouille’in de hemen bir
tahtırevanla şehrin en iyi parfümcüsüne götürülmesini
buyurdu. Tam da buydu işte Grenouille’in nöbet geçirmekle
amaçladığı.
Kokuculuk mesleğinin eski bir geleneği vardı
Montpellier’de; her ne kadar bu meslek son zamanlarda,
rakip şehir Grasse’a oranla biraz gerilemiş idiyse de, hâlâ
epey iyi parfümcü ve eldivenci ustası kalabilmişti.
Bunlardan en tanınmışı, Runel diye biri, Marquis de la
Taillade-Espinasse evinin sabun, yağ ve koku maddeleri
sağlayıcısı olarak iş ilişkilerini göz önünde tuttuğundan
atölyesini bir saatliğine, tahtırevanla getirilen bu garip
Parisli parfümcü kalfasına bırakmak gibi alışılmadık bir işi
yapmaya razı oldu. Gelen, kendisine hiçbir şeyin
açıklanmasını istemiyordu. Neyin nerede olduğunu ise hiç
öğrenmeye niyeti yoktu, biliyorum biliyorum diyordu, ben
bulurum aradığımı; böylece atölyeye kapanıp tam bir saaf
içerde kaldı; bu arada Runel, Marki’nin ev kâhyasıyla birkaç
bardak şarap içmek için bir meyhaneye girmiş, orada ürünü
olan menekşe suyunun neden koklanamaz hale geldiğini
öğrenmişti.
Runel’in atölyesi de dükkânı da, bir zamanlar

158
Baidini’ninkinden kat kat daha sadeydi. Birkaç çiçek yağı,
birkaç su, birkaç baharatla ortalama bir parfümcü pek
büyük bir aşama yapamazdı. Gene de Grenouille, ilk
kokladığı solukla, orada bulunan maddelerin amacına
pekâlâ yeteceğini duyumsayıverdi. Öyle büyük bir koku
yaratacak değildi; vaktiyle Baldini’nin yanmdayken
karıştırdığı prestij parfümlerinden, orta karar denizinden
sivfilip çıkan, insanları kul köle eden bir koku yapmak
istemiyordu. Asıl amacı, Marki’ye söz verdiği gibi yalın bir
portakal çiçeği kokucuğu hazırlamak da değildi.
Harcıâlem neroli, okaliptüs, selvi yaprağı esansları
sadece, kendisi için yapmayı düşündüğü asıl kokuyu
örtmeye yarayacaktı: Bu kokuysa, insanlık kokusu olacaktı.
Şimdilik yalnız iğreti olarak da olsa, kendisinde olmayan
insan kokusunu edinmek istiyordu. Elbet insanların belli
bîr kokusu var değildi, bir insan yüzü de olmadığı gibi. Her
insan başka türlü kokardı, bunu binlerce ve kaç binlerce
kokuyu tek tek ayırt edebilen ve insanları doğduğundan
beri koklayarak birbirinden ayıran Grenouille’den iyi kim
bilebilirdi? Ama gene de parfümsel yönden ele alındığında,
insan kokusu diye bir ana tema vardı, pek de bayağı bir
koku: Bütün insanların, çevrelerini birer hale gibi, ince
farklar gösteren bireysel kokularından oluşan bulutlar sarsa
da aynı biçimde taşıyadurduğu, terli yağlı, genelde oldukça
iğrenç bir ana tema.
Ne var ki bu hale, bu çok karmaşık, bir başkasıyla
karıştırılması olanaksız kişisel koku şifresi insanların
çoğunun algılayamadığı bir şeydi. İnsanların çoğu, böyle bir
kokuları olduğundan bile habersizdi, bunu üstelik
elbiselerle, moda olmuş yapma kokularla örtmek için de
ellerinden geleni yapıyorlardı. Yalnız o ana koku, o ilkel
insan buğusuydu pek iyi bildikleri şey, o kokunun içinde

159
yaşıyor, kendilerini güven içinde duyuyorlar ve ancak,
çevresine o genel, iğrenç buharı yayanı kendilerinden biri
olarak kabul ediyorlardı.
Grenouille’in o gün yarattığı, garip bir parfüm oldu. O
zamana kadar dünyada bundan daha garip bir parfüm
yapılmamıştı: Bir güzel koku gibi değil, güzel koku yayan
bir insan gibi kokuyordu. Bu parfüm karanlık bir odada
koklansa, odada ikinci bir insan daha duruyor sanılırdı. Bir
de, zaten insan gibi kokan bir insan bu parfümü sürünse,
bize iki insanmış, bundan da kötüsü, gulyabani türünden,
çifte bir yaratıkmış gibi gelirdi ya da üzerinde dalgaların
titreştiği bir gölün dibi nasıl görünürse öyle, hep karışıp
belirginliğini kaybettiği için belli bir anlam veremediğimiz
bir görüntüymüş gibi.
Bu insan kokusunu taklit etmek için -kendi de bildiği
üzere, oldukça yetersiz, ama başkalarını aldatmaya yetecek
kadar da ustalıklı bir taklit olacaktı— Runel’in atölyesinde
bulunan, en olmayacak maddeleri toplayıp bir araya yığdı.
Avluya açılan kapının eşiğinin arkasında bir öbek kedi
pisliği vardı, daha oldukça taze. Bundan yarım çay kaşığı
kadar alıp birkaç damla sirke ve iyice dövülmüş tuzla
birlikte harmanlama şişesine koydu. Tezgâhın altında,
başparmak tırnağı büyüklüğünde, herhalde Runel’in
sofrasından kalmış bir peynir parçası buldu. Epey bayattı,
ayrışmaya başlamıştı, sert, keskin bir koku yayıyordu.
Dükkânın arka tarafında duran bir sardalya fıçısının
kapağından tırnağıyla, durmuş balık kokulu birşeyler
kazıdı, bunları çürük yumurta, castoreum, amonyak,
muskat, boynuz rendesi ve incecik doğranıp ateşe
gösterilmiş domuz yağıyla karıştırdı. Üstüne oldukça büyük
oranda zabat ekleyip bu korkunç harmanı alkole yatırdı,
sinmesini bekledi, ikinci bir şişeye süzdü. Bir felâket kokusu

160
vardı elde ettiği suyun. Lağım gibi, leş gibi kokuyordu, bu
kokudan insanın soluduğu havaya bir yelpaze vuruşu bir
şey katılsa, insan kendini iyice sıcak bir yaz günü Paris’te
Rue aux Fers’in Rue de la Lingerie’yle kesiştiği, hallerin,
Cimetiere des Innocents’m ve tıka basa dolu evlerin yaydığı
kokuların buluştuğu köşede sanırdı.
Sonra, insandan çok kadavra kokan bu tüyler ürpertici
temel kokunun üstüne yağlı-taze kokulardan bir kat çekti:
Nane, lavanta, terebentin, limon, okaliptüs, bunları da
sardunya, gül, portakal çiçeği, yasemin gibi nadide çiçek
yağlarıyla hem dizginledi hem gizledi. Alkolle bir kere daha
inceltip biraz sirke katınca, bütün karışımının dayandığı o
temelden geriye kokusu duyulabilir hiçbir iğrençlik
kalmadı. Taze bileşenler, altta yatan pis kokuyu yok etmiş,
duyulamaz hale getirmişti; iğrenç koku çiçek kokularıyla
güzelleşmiş, neredeyse ilginç bir şey olmuştu; bir de garip
olanı, çürüme kokuşma diye bir şey kalmamıştı, bir izi bile
kalmamıştı o kokunun. Tersine, parfümden güçlü, coşkulu
bir hayat kokusu yayılıyordu sanki.
Grenouille ürününü iki flakona aktardı, bunları
tıpalayıp cebine attı. Sonra şişeleri, havanları, hunileri,
kaşıkları suda özenle yıkadı, bütün koku izlerini silmek için
acıbadem yağıyla ovuşturdu, sonra ikinci bir harmanlama
şişesi aldı eline. Bunun içinde bir çabuk başka bir parfüm,
gene ilkinin, taze ve çiçeksi öğelerinden oluşan, ama
temelinde o cadı çorbası değil, usulüne uygun olarak biraz
misk, amber, azıcık zabat ve sedir odunu olan bir kopyasını
hazırladı. Bu, aslına bakılırsa birinciden tümüyle başka
kokuyordu —daha düz, daha dürüst, daha az zehirleyici-,
çünkü içinde eksik olan bir öğe vardı: insan kokusu taklidi.
Gene de sıradan bir insan bu parfümü kullanıp kendi
kokusuyla birleştirirse, Grenouille’in kendisi için

161
hazırladığından ayırdedilmez bir koku ortaya çıkardı.
İkinci parfümü de flakonlara doldurduktan sonra
çırılçıplak soyunup elbiselerine birincisinden serpti. Sonra
gene bundan kendi koltuk altlarına, ayak parmaklarının
arasına, cinsel organına, göğsüne, boynuna, kulaklarına,
saçlarına sürdü, giyinip atölyeden çıktı.

XXXII

Sokağa ayak bastığında, ömründe ilk kez insan kokusu


yaydığını bildiği için ansızın bir korku duydu. Kendine
kalsa, berbat bir kokuydu bu. Başkalarının, kokusunu aynı
biçimde berbat bulmadıklarını havsalası almadığı için
doğruca Runel’le Marki’nin kâhyasının kendisini
bekledikleri meyhaneye gitmeye cesaret edemedi. Yeni
halesini önce tanınmadığı bir çevre içinde denemek daha az
tehlikeli göründü gözüne.
Şehrin en dar, en karanlık sokaklarını sürünür gibi
geçip tabaklarla kumaş boyacılarının pis kokulu
mesleklerini icra ettikleri ırmak kenarına indi. Birisine
rastladığı zaman, ya da çocukların oynadığı, yaşlı kadınların
oturduğu bir kapı önünden geçerken, kendini daha yavaş
yürümeye, kokusunu geniş, belirgin bir bulut gibi
çevresinde bulundurmaya zorladı.
Delikanlılığından beri, yanından geçen insanların
kendisine hiç aldırmamalarına alışıktı, nedeni de bir
zamanlar sandığı gibi onu aşağı görmeleri değil, varlığının
farkına varmamalarıydı. Onun başka insanlar gibi, çevresini
saran bir uzamı, havada yaydığı bir dalgası, hani, öbür
insanların yüzüne düşürebileceği bir gölgesi olmamıştı.
Ancak biriyle doğrudan doğruya çarpıştığı zaman,

162
kalabalıkta ya da ansızın bir köşe başında, o zaman, o kısa
an içinde, karşısındakine onu algıladığını gösteren bir
belirtiye rastlardı. Çarptığı kimse çoğu zaman dehşetle
irkilir, bakışlarını birkaç saniye için, sanki aslında hiç var
olmaması gereken, gerçi düpedüz karşısında, ama gene de
bir şekilde yok olan Grenouille’e diker sonra hemen oradan
uzaklaşır, Grenouille’i de anında gene unuturdu...

Ama şimdi Montpellier sokaklarında Grenouille,


insanlar üzerinde bir etki yaptığını ilk kez, hem de iyice
görüyordu ve her görüşünde güçlü bir gurur duygusu
sarsıyordu bütün vücudunu. Bir kuyunun kenarına eğilmiş
duran bir kadının yanından geçerken, bir an, kimin
geçtiğini görmek için başını kaldırdığını, sonra da, içi rahat
etmiş gibi gene kovasına eğildiğini gördü. Sırtı kendisine
dönük bir adam döndü, uzunca bir süre arkasından meraklı
meraklı baktı. Karşılaştığı çocuklar yolundan çekildi
korkarak değil, geçsin diye; hem koşa koşa evlerin
kapılarından çıkıp doğruca Grenouille’e çarpacak gibi
olduklarında korkuya kapılmadılar, sanki karşılarına
çıktığını görmeseler de sezmişler gibi yanından yöresinden
sıyrılıp geçtiler.
Bunun gibi birçok karşılaşmadan, yeni halesinin
gücünü ve etkileyiş biçimini daha bir incelikle saptamayı
öğrendi, daha bir kendine güvenir oldu, acarlaştı. İnsanların
daha kolay üstüne üstüne gitmeye, karşılaştıklarının
sıyırırcasma yakınından geçmeye, hatta bir kolunu biraz
açık tutup rastgele olmuş gibi yanından geçenlerin koluna
değmeye başladı. Bir keresinde, sözümona kazayla,
yanından geçmek istediği bir adama iyice çarptı. Sonra
durdu, özür diledi, daha dün olsa Grenouille’i birden
karşısında görmekten yıldırım çarpmışa dönecek adam ise,

163
bir şey olmamış gibi karşıladı özürünü, kısacık gülümseyip
Grenouille’in omzuna bile vurdu.
Sokaklardan ayrılıp Saint Pierre katedralinin önündeki
meydana çıktı. Çanlar çalıyordu. Büyük kapının iki yanı
insan kaynıyordu. Az önce bir nikâh bitmişti. Herkes gelini
görmek istiyordu. Grenouille koşup kalabalığa karıştı.
Aralarına girmek için itiştirip kakıştırıyor, oraya, insanların,
en sıkışık durduğu yere ulaşmak, onlara derileri kadar yakın
olmak, kendi kokusunu burunlarının ta içine sokmak
istiyordu. O sıkış sıkış kalabalığın içinde kollarını açtı,
kokusu bedeninden rahat rahat yayılabilsin diye,
bacaklarını açıp yakasının düğmelerini çözdü... Öyle
sınırsız bir sevinç duydu ki, ötekiler hiç, ama kesinlikle
hiçbir şeyin farkına varmadıkla rı için; çevresinde,
burnunun dibinde duran bütün bu adamları, kadınları,
çocukları o kadar kolay kan-dırabildiği, kedi boku, peynir,
sirke karışımından başka bir şey olmayan kokusunu kendi
kokularından sayarak bir güzel içlerine çekip onu,
Grenouille’i kendileri gibi aralarında, insan içinde bir insan
olarak kabul ettikleri için.
Dizlerine bir çocuğun değdiğini duyumladı, yetişkinler
arasında sıkışıp kalmış küçük bir kızdı, ikiyüzlüce bir
şefkatle kaldırdı kızı, daha iyi görebilsin diye kucağına aldı.
Annesi, bu duruma katlanmak ne demek, teşekkür etti,
küçükse keyfinden çığlıklar atıyordu.
Grenouille, bir saat kadar böyle, yabancı bir çocuğu
ikiyüzlüce göğsüne bastırarak kalabalığın ortasında durdu.
Düğün alayı, çan sesleriyle, kalabalığın bağırışları eşliğinde
yoluna gider, ortalığa paralar yağarken, onun da içini başka
bir coşkunluk, kara bir coşkunluk, bir şehvet nöbeti gibi her
yanını titremelere salan, başını döndüren, kötü bir zafer
duygusu kapladı. Öyle ki bu duyguyu çevresindeki bütün o

164
insanların tepelerinden aşağı bir zehir gibi fışkırtmamak,
bir bayram coşkusu içinde, onlardan hiç korkmadığını,
hatta pek nefret bile etmeyip şu anda her zerresiyle onları
aşağı gördüğünü, çünkü pis kokulu budalalar olduklarını,
çünkü onları kandırdığını, aldattığını, çünkü hepsinin birer
hiç, kendininse her şey olduğunu suratlarına haykırmamak
için kendini zor tuttu. Tersine, alay eder gibi çocuğu daha
bir bastırdı göğsüne, derin bir soluk aldı, sonra hep bir
ağızdan bağıranlara katıldı: “Yaşasın gelin! Yaşasın gelin!
Yaşasın bu güzel çift!”
Düğün alayı uzaklaşıp kalabalık dağılmaya başlayınca
çocuğu gene annesine verip heyecanını yatıştırmak ve
dinlenmek için kiliseye girdi. Katedralin içinde hava,
sunağın iki yanındaki buhurluklardan taşıp boğucu bir örtü
gibi, daha biraz öncesine kadar orada oturan insanlardan
kalma, daha hafif kokuları bastıran soğuk bir günnük
dumanı bulutuyla ağırlaşmıştı. Grenouille koronun altında
bir yere oturdu.
Birden, büyük bir hoşnutluk sardı içini. Vaktiyle dağın
kucağında, yalnız başına kutladığı sefahat âlemlerinde
hissettiği türden, sarhoşça bir hoşnutluk değil, çok
soğukkanlıca, aklıbaşında, kendi gücünün bilincinde
olmanın verdiği türden bir hoşnutluktu bu. Şimdi ne ölçüde
yetenekli olduğunu biliyordu. Kendi dehası sayesinde,
kısıtlı olanaklar içinde insanın kokusunu yaratmış, hem de
öyle iyi tutturmuştu ki, bir çocuğu bile kandırabilmişti.
Şimdi elinden daha neler gelebileceğini biliyordu. Bu
kokuyu geliştirebileceğini biliyordu. Öyle bir koku
yaratabilecekti ki, insani olmakla kalmayıp insanüstü bir
şey olacaktı, bir melek kokusu, öyle dile destana sığmaz
güzellikte, o kadar canlı bir koku ki, koklayan büyülenip
onu, Grenouille’i, bu kokuyu taşıyanı bütün yüreğiyle

165
sevmeden edemeyecekti.
Evet, kokusunun etkisindeyseler sevsinlerdi onu,
kendilerinden biri olarak kabul etmekle kalmasınlardı,
çıldırasıya, kendilerini feda edesiye sevsinlerdi,
hayranlıklarından tirtir titresinler, hazdan haykırsmlar,
ağlasınlar, Tanrı’nm soğuk tütsüsü altında yaptıkları gibi
diz çöksünlerdi onun, Grenouille’in kokusu burunlarına
gelir gelmez! Kokuların, tıpkı bir zamanlar hayalinde
olduğu gibi, her şeye gücü yeten tanrısı olmak istiyordu,
ama şimdi gerçek dünyada olmalıydı bu artık, gerçek
insanlar üstünde kurmalıydı egemenliğini. Bunun elinde
olduğunu da biliyordu. Çünkü insanlar büyüğe karşı,
korkunca, güzele karşı gözlerini yumabiliyor, ezgilere ya da
gönül çelici sözlere kulaklarını tıkayabiliyorlardı. Ama
kokudan kaçamıyorlardı. Çünkü koku soluğun bir
kardeşiydi. Onunla birlikte insanların içine giriyordu,
yaşamak istiyorlarsa karşı dura-mıyorlardı. Hem de tam
orta yerlerine giriyordu koku, doğrudan kalplerine ve orada
akla karayı ayırır gibi ayırıyordu ilgiyle aşağılamayı,
iğrentiyle zevki, aşkla nefreti. Kokulara egemen olan,
insanın kalbine egemen olurdu.
İyice gevşemiş bir halde oturuyor, gülümsüyor-du
Grenouille, Saint Pierre katedralinin bir sırasında. İnsanlar
üzerinde egemenlik kurma tasarısını geliştirirken
sevincinden delirmiş değildi. Gözlerinde çılgınca bir
kıvılcımlanma yoktu, yüzüne bir kaçıklık ifadesi
oturmamıştı. Kendini kaybetmiş değildi. Aklı o kadar
yerinde, düşüncesi öyle açıktı ki, kendi kendine, bunu niçin
istediğini soruyordu. Ve kendine yanıt veriyordu: istiyordu,
çünkü katbekat kötüydü. Ve bu arada gülümsüyordu ve çok
hoşnuttu. Mutlu olan herhangi bir insanın iyice masum
görünüşü vardı üstünde.

166
Bir süre oturduğu yerde öylece, bir duacı dinginliği
içinde kalıp buhura doymuş havayı derin soluklarla içine
çekti. Sonra gene keyifli bir gülümseme geçti yüzünden: Ne
kadar da berbat kokuyordu bu Tanrı! Ne gülünç, ne kötü
yapılmıştı Tanrı’nın yaydığı bu koku! Gerçek günnük
kokusu bile değildi o buhurluklardan tütüp ortalığı dumana
boğan şey. Kötü bir yerinelik kullanmışlardı, ıhlamur ağacı,
tarçın tozu, güherçile karışımı bir sahtecilikti. Tanrı pis
kokuyordu. Tanrı pis kokan, ufak bir zavallıydı.
Aldatmışlardı bu Tanrı’yı, ya da kendisi düzen bazın
tekiydi, tıpkı GrenouiUe gibi yalnız kat kat daha beceriksiz
bir düzenbaz!

XXXIII

Marquis de la Taillade-Espinasse, yeni parfüme hayran


kalmıştı. Parfüm gibi önemsiz, uçup gidici bir şeyin bile,
diyordu, yere bağlı kesimlerden mi yoksa yerden uzak
kesimlerden mi kaynaklandığına göre, bireyin genel
durumu üzerinde ne kadar çarpıcı bir etki yaptığını
görmek, ölümsel yer ortamının bulucusu olan kendisi için
bile çok şaşırtıcı olmuştu. Daha birkaç saat önce benzi
sapsarı, bayılmaya yakın bir halde şurada yatan Grenouille,
kendi yaşında, sağlığı yerinde herhangi başka bir kimse
kadar dinç ve neşeli görünüyordu, hatta denebilirdi ki —
tabii onun zümresinden, onun kültür düzeyinde birisi için
geçerli bütün kısıtlamalarla birlikte kişilik gibi bir şey
kazanmıştı neredeyse. Ne olursa olsun, yakında
yayımlanacak olan yerortamsal ölümsellik kuramı
makalesinin yaşamsal diyet bölümünde bu olaya
değinecekti. Ama önce yeni bir kokuyu bir sürünmek
istiyordu.
167
Grenouille ona içinde olağan çiçek parfümü olan iki
flakonu verdi, Marki de bir güzel serpti kokuyu üstüne.
Parfümün etkisinden çok hoşnut kaldığını belli etti. Yıllarca
o korkunç menekşe kokusunun kurşun ağırlığı altında
ezildikten sonra sanki biraz, çiçekten kanatlar
takınmışçasına hafiflediğini itiraf etti; hem yanılmıyorduysa
dizindeki berbat ağrı da, kulaklarının uğuldaması da
azalmıştı; genel olarak ferahlayıp canlanmış, güçlenmiş ve
de bir hayli gençleşmiş hissediyordu kendini. Grenouille’in
üstüne yürüyüp kucakladı onu “benim ortamsal kardeşim”
diyerek ve hemen arkasından bu söylediğinin kesinlikle
toplumsal değil, karşısında bütün insanların eşit olduğu ve
yalnız onun karşısında eşitti insanlar, in conspectu
universalitatis fludi letalis, manevi bir hitap olduğunu
ekledi; bunu derken Grenouille’i kucaklamayı bırakmıştı,
hem de pekâlâ dostane bir biçimde, bir parçacık olsun
iğrenmeden, eşiti olan biriyle kucaklaşmış da ayrılıyormuş
gibi; yakında, amacı fluidum letale’yi büsbütün aşmak,
yerine en kısa zamanda arı bir fluidum vitale’yi egemen
kılmak olan, uluslararası, zümrelerüstü bir lonca
kuracağını, bu loncanın saflarına kazandığı ilk dava
adamının da Grenouille olacağına şimdiden söz
verebileceğini açıkladı. Sonra Grenouille’e çiçek
parfümünün reçetesini bir kâğıda yazdırdı, pusulayı cebine
soktu ve ona elli Luisdor armağan etti.
İlk konferansından tam bir hafta sonra Marquis de la
Taillade-Espinasse, üzerine kol kanat gerdiği Grenouille’i
bir kere daha üniversitenin büyük salonunda toplananlara
gösteriyordu. Kalabalık inanılır gibi değildi. Bütün
Montpellier oradaydı, Montpellier’nin yalnız bilim çevresi
değil, ayrıca ve özellikle sosyetesi, bu arada, dillere destan
olmuş mağara adamını görmek isteyen birçok bayan da

168
gelmişti. Ve her ne kadar Taillade’ın karşıtları, ki başlıcaları
‘Üniversite Botanik Bahçesinin Dostları Çevresi’
temsilcileriyle ‘Ziraat Teşvik Cemiyeti’ üyeleriydi, bütün
kendi yandaşlarını harekete geçirdilerse de gösteri göz
kamaştırıcı bir başarı oldu. Taillade-Espinasse önce,
Grenouille’in bir hafta önceki durumunu gözler önüne
getirmek için, mağara adamını bütün çirkinliği, bütün
perişanlığı içinde gösteren resimler dağıttı, bunlar elden ele
dolaştırıldı. Sonra yeni Grenouille’i içeri aldı, sırtında güzel
mavi kadife elbisesi, ipek gömleğiyle
makyajlanmış,pudralanmış, saçları yapılmış olarak; daha
dimdik, zarif adımlar, kibarca kalça kıvırmalarla yürüyüşü,
hiç kimsenin yardımı olmadan yükseltiye tırmanışı, yerlere
kadar eğilerek selam verişi, başını eğerek bir şu yana bir bu
yana gülücükler dağıtışı bile bütün kuşkucuları da,
eleştiricileri de susturmaya yetti. Üniversite botanik
bahçesinin dostları bile ezik bir suskunluğa gömülmüşlerdi.
Olan değişmeyi göz ardı etmek, gerçekleştiği pek açık olan
mucizeden etkilenmemek elde değildi: Daha bir hafta önce
rezili çıkmış, yabanileşmiş bir hayvanın durduğu yerde
şimdi basbayağı uygar, eli yüzü düzgün bir insan vardı.
Salona hemen hemen bir huşu havası yayılmıştı, mutlak bir
sessizlik egemendi Taillade-Espinasse konuşmasına
başladığında. Artık herkesin tıkabasa doymuşçasma bildiği
ölümsel yer ortamı kuramını bir kere daha ortaya
koyduktan sonra bunu gösteri konusu kişinin bedeninden
hangi mekanik ve diyetsel yöntemlerle kovup yerine
yaşamsal ortamı yerleştirdiğini açıkladı; sonunda da bütün
orada bulunanları, gerek dostlarını, gerek karşıtlarını,
böylesine güçlü bir kanıt karşısında, yeni kurama karşı
direnç göstermeyi bırakıp onunla, Taillade Espinasse’la
birlikte kötü ortamla savaşmaya, kendilerini iyi yaşamsal

169
ortama açmaya çağırdı. Bunu söylerken kollarını açıp
gözlerini göğe çevirdi; bir nice bilgin bay da aynısını
yaptılar, kadınlarsa ağlıyordu.
Grenouille yükseltide dikiliyor ve söylenenleri
dinlemiyordu. Sınırsız bir hoşnutluk içinde başka, çok daha
gerçek bir ortamın, kendi ortamının etkisini gözlüyordu.
Konferans salonunun büyük olduğunu göz önünde tutarak
bol parfüm sürünmüştü, kokusu da, henüz yükseltiye
çıkmış çıkmamıştı ki, olan gücüyle çevresine yayılmaya
başladı. Görüyordu kokusunun gerçekten, -düpedüz
gözleriyle görüyordu- nasıl önce en önde oturan izleyicileri
ele geçirdiğini, sonra arkalara doğru ürediğini, sonunda da
en arka sıralara, galeriye ulaştığını görüyordu. Ve kimi
yakaladıysa -Grenouille’in sevinçten kalbi çatlayacaktı-
gözle görünür biçimde değiştiriyordu. Kokusunun
etkisinde, ama etkisinde olduklarının bilincinde olmadan,
bir yüz ifadesinden, bir davranıştan, bir duygudan ötekine
geçiyor insanlar. Başta kendisine gözlerini yalnız katkısız
bir şaşkınlıkla dikmiş olanlar şimdi daha yumuşak
bakışlarla bakıyorlardı; sandalyesinin arkalığına yaslanmış,
eleştirici tutumları alınlarının kırışıklıklarından, ağız
uçlarının ciddiyetle aşağı çekilmesinden okunanlar şimdi
daha bir rahatlayıp öne yaslanmış, yüzlerini çocuksu bir
gevşeme kaplamıştı; hatta korkak, ürkek, duyarlının
duyarlısı olanlar, geçen haftaki görünüşüne dehşetle,
şimdikineyse eh gene ne de olsa uygun bir kuşkuyla
katlanabilmiş olanlar, kokusu kendilerine ulaştığında
nezaket, hatta sempati belirtileri gösteriyorlardı.
Konuşmanın sonunda bütün topluluk ayağa kalkıp bir
coşkunluk gösterisidir tutturdu: “Yaşasın yaşamsal ortam!
Yaşasın Taillade-Espinasse! Yaşasın ortamlar kuramı!
Kahrolsun yobaz tıp!” - Böyle bağırıyordu Montpellier’in,

170
Fransa’nın güneyindeki en önemli üniversite kentinin bilgin
ahalisi; Marquis de la Taillade-Espinasse ise ömrünün en
büyük saatini yaşıyordu.
Bu arada yükseltiden inip, kalabalığa karışan
Grenouille ise bütün bu kutlamaların aslında kendisine,
salonda coşup bağıranlardan hiçbiri farkında olmasa da,
yalnız Jean Baptiste Grenouille’ye yöneldiğini biliyordu.

XXXIV

Birkaç hafta daha kaldı Montpellier’de. Epey bir ün


kazanmıştı, salonlara çağırıyorlar, mağarada geçirdiği
hayat, Marki’nin ellerinde iyileşmesi üzerine sorular
soruyorlardı. Çaresiz, her seferinde yeni baştan kendisini
haydutların kaçırması hikâyesini anlatıyor, çukurun
tepesinden sallandırılan sepeti, uzatılan merdiveni
anlatıyordu. Her seferinde de biraz daha ballandırıyor, yeni
ayrıntılar uyduruyordu. Böylece yeniden belirli bir akıcılık
kazandı konuşması tabii kısıtlı bir alışkanlık, çünkü dille
hiçbir zaman başı hoş olmamıştı bir de, daha önemlisi,
yalan söylemeyi gündelik bir iş gibi kıvırmayı öğrendi.
Anladı ki insanlara gönlü ne dilerse onu anlatabilirdi.
Bir kere güvendiler mi -zaten yapma kokusundan çektikleri
ilk solukla birlikte güveniyorlardı ona- her söylenene
inanırlardı; bunun da ötesinde, insanlarla ilişkilerinde,
hiçbir zaman tatmadığı bir güven geldi üstüne. Bu güven,
bedeninde bile dile geliyordu. Sanki boyu uzamış gibiydi.
Neredeyse dimdik yürüyordu. Kendisine bir şey söylenince
artık irkilmiyor, dimdikliğini bozmadan duruyor, kendine
yöneltilen bakışlar altında yıkılmıyordu. Tabii, bu kadar
zaman içinde dünya görmüş bir adam, bir salon kurdu ya

171
da her yerde aranan bir sosyete efendisi olmayacaktı
Grenouille’den. Ama zamanla gözle görülür biçimde,
sinmişliği, çolpalığı akıp gitti üstünden, yerini doğal bir
alçakgönüllülük ya da olsa olsa doğuştan, hafif bir
utangaçlık olarak yorumlanan ve nice bayı, nice bayanı
duygulandıran bir tutum aldı o zamanlar modern
çevrelerde doğallık, yontulmamışlıktan ileri gelen bir tür
çekicilik çok tutuluyordu.
Mart başında eşyalarını toplayıp gizlice, bir gün
sabahın köründe daha kapılar yeni açılmışken, üstünde bir
gün önce eski giyim satılan pazardan aldığı gösterişsiz,
kahverengi bir elbise, yüzünü yarı yarıya örten, eski püskü
bir şapka, yola koyuldu. Kimse tanımadı, kimse görmedi ya
da farkına varmadı, çünkü o sabah ihtiyatlı davranıp
parfümünü sürmekten vazgeçmişti. Ve Marki öğleye doğru
soruşturmalara başladığında nöbetçiler şehirden gerçi
birçok kimsenin çıktığını gördüklerini söylediler, ama
aralarında o mağara adamının olmadığı, onu herkesin
tanıdığı gibi, geçmiş olsaydı kendilerinin de muhakkak
gözüne çarpacağı üzerine yemin ettiler. Marki bunun
üzerine Grenouille’in Montpellier’den kendi rızasıyla, aile
meselelerinden dolayı Paris’e gitmek için ayrıldığını yaydı.
Tabii gizliden gizliye fena öfkeleniyordu, çünkü
Grenouille’le bütün krallığı kapsayan bir turneye çıkıp
ortamlar kuramına yandaş toplamayı kuruyordu.
Bir süre sonra geçti kızgınlığı, çünkü ünü turne
olmadan da yayılıyordu, neredeyse hiç kendi katkısı
olmadan. ‘Journal des Sçavans’da, hatta ‘Courier de
l’Europe’ta fluidum letale Taillade üzerine uzun makaleler
yayımlanıyor, ta uzaklardan ayağına ölüm gazıyla
zehirlenmiş hastalar gelip, kendilerini iyileştirmesini
istiyorlardı. 1764 yazında ilk ‘Yaşamsal Ortam Loncası’m

172
kurdu Montpellier’de yüz yirmi üyeyle; Marsilya’da,
Lyon’da şubeler açtı. Sonra Paris’e bir sıçrama yapmaya,
oradan bütün uygar dünyaya kuramını kabul ettirmeye
yeltendi, ama daha önce, çıkacağı bu seferi destekleyecek
bir propaganda olmak üzere büyük, mağara adamının
sağaltılmasını da, bütün öbür deneyleri de gölgede
bırakacak bir ortambilim eylemi gerçekleştirmeye karar
verdi, aralık ayı başında bir küme korkusuz çömezinin
eşliğinde, Paris’le aynı boylam üzerinde bulunan ve
Pirenelerin en yüksek tepesi sayılan Pic du Canigou’ya
doğru bir yolculuğa çıktı. Yaşı ihtiyarlığın eşiğine gelmiş
adam, kendisini 2800 metre yükseklikteki doruğa kadar
taşıtmak, orada üç hafta süreyle en hasından, en tazesinden
yaşamsal havanın etkisi altında kalmak istiyordu, sonra da,
kendi müjdelediği üzere, tam Noel Gecesi yirmi yaşında
bıçkın delikanlı olarak aşağı inecekti.
Çömezleri daha Vernet’yi, o heyula dağın eteğindeki
son insan barındıran yeri geçer geçmez pes ettiler. Ama
Marki’ye hiçbir şey bana mısın demiyordu. Buz gibi soğukta
üstündekileri ata ata, sevinç çığlıkları içinde yalnız başına
tırmanmaya başladı. Kendisinden görülen son şey, kollarını
vecd içinde göğe kaldırmış, şarkı söyleyerek kar fırtınasında
kaybolan silueti oldu.
Noel Gecesi çömezleri boşuna beklediler Marquis de la
Taillade-Espinasse’m dönüşünü. Ne ihtiyar olarak geldi ne
delikanlı olarak. En gözüpekleri sonraki yılın yaz başında
onu aramak için Pic du Canigou’nun hâlâ karlı doruğuna
tırmandıklarında bile hiçbir şeyini bulamadılar, ne bir
elbise, ne vücudunun bir parçası, ne bir tek kemik.
Tabii bunun, öğretisine bir zararı olmadı. Tersine.
Hemen, dağın doruğunda ebedi yaşamsal ortamla birlik
içine girdiği, kendisi ortamın, ortam onun içinde

173
çözüştüğü, artık görülmez biçimde, ama sonsuz gençliğe
ulaşmış olarak Pirenelerin tepelerinde salınıp uçtuğu, kim o
dağa tırmanırsa aynı birliğe katılacağı ve bir yıl süreyle
hastalıktan ve yaşlanma sürecinden korunacağı efsanesi
yayıldı. Ta 19. yüzyılın ortalarına kadar nice tıp kürsüsünde
savunuldu, birçok gizemci toplulukta sağaltım yöntemi
olarak uygulandı Taillard’ın ortamlar kuramı. Ve bugün bile
Pireneler’in her iki yanında, Perpignan ile Figueras’da, yılda
bir kez buluşup Pic du Canigo’ya tırmanan Taillade’çı gizli
loncalar vardır.
Dağa çıktıklarında büyük bir ateş yakarlar,
söylediklerine bakılırsa gündönümü vesilesiyle ve de Aziz
Yahya onuruna bir ateştir bu ama gerçekte üstatları Taillade
Espinasse ve onun büyük ortamını ululamak, sonsuz
yaşama ulaşmak içindir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

XXXV

Grenouille, Fransa’yı boydan boya geçerek yaptığı


yolculuğun ilk aşamasını yedi yılda bitirebilmişti ya, ikincisi
yedi gün bile sürmedi. Artık işlek yollardan, kalabalık
şehirlerden kaçmıyor, yolunu uzatmıyordu. Kokusu vardı,
parası vardı, kendine güveni vardı, bir de acelesi.
Daha Montpellier’den ayrıldığı günün akşamı, Aigues
Mortes’un güneybatısında küçük bir liman şehri olan Le
GrauduRoi’ya ulaştı, oradan yük taşıyan bir yelkenliyle
Marsilya’ya geçti. Marsilya’da limandan ayrılmadı bile,

174
hemen kendisini kıyı boyunca doğuya doğru götürecek bir
gemi aradı. İki gün sonra Toulon’da, bundan üç gün sonra
da Can-nes’daydı. Yolun gerisini yürüdü. Bir tepeyi aşarak
kıyıdan içerilere doğru giden bir yolu izlemeye başladı.
İki gün sonra tepenin başındaydı, önünde millerce
genişlikte bir ova, çevresinde hafif bir eğimle yükselen
tepeleri, yalçın sıradağlarıyla toprağa oyulmuş bir çanağı
andıran, geniş tabanı yeni sürülmüş tarlalar, bahçeler,
zeytinliklerle kaplı bir manzara açılmıştı. Bütünüyle
kendine özgü, tuhaf bir samimiliği olan bir iklim seriliydi
bu çanağın üstüne. Deniz tepenin üstünden görülecek
kadar yakın olduğu halde denizcil hiçbir şey, tuzlu-kumlu,
açık hiçbir şey yoktu burada ağır basan, sessiz bir içine
kapalılık vardı; tıpkı, insan kıyıdan günlerce yol
gitmemecesine uzaklaşması gibi. Kuzeye doğru ise üzerleri
hâlâ karlı, daha da uzun zaman karlı kalacak büyük
sıradağlar görülmesine karşın herhangi bir sertlik, çoraklık,
soğuk bir rüzgâr hissedilmiyordu. Bahar Montpellier’de
olduğundan daha ileriydi. Yumuşak bir buğu tarlaları cam
bir fanus gibi örtüyordu. Kayısı, badem ağaçları çiçek
açmıştı, havayı nergis kokuları doldurmuştu.
Büyük çanağın öbür ucunda, belki iki mil uzakta bir
şehir, dağların eteğine yapışmış gibi duran bir şehir vardı.
Uzaktan bakınca öyle aman aman şatafatlı bir yermiş gibi
görünmüyordu. Evlerin arasından yükselip onları bastıran
bir katedrali değil, kilise kulesi olacak bodur bir çıkıntısı
vardı, öbür yapıları bastıran bir kalesi, görkemiyle göze
çarpan yapıları yoktu. Surları heybetli olmaktan çok uzaktı;
evlerse yer yer sur dışına taşıyor, özellikle aşağıya, ovaya
doğru, böylece şehrin genel görünüşüne bir yıpranmışlık
katıyorlardı. Duruşuna bakılırsa, sanki şimdiye kadar
öylesine çok zaptedilmiş, sonra gene kurtarılmıştı ki, ilerde

175
içine girmek isteyeceklere ciddi biçimde direnecek hali
kalmamıştı; zayıf düştüğü için değil, kayıtsızlıktan, hatta bir
tür güçlülük duygusundan. Şatafat göstermeye gerek duy-
muyormuşa benzer bir hali vardı. Ayaklarının altındaki
büyük güzel kokular saçan çanağa egemendi ya, bu ona
yetiyor gibiydi.
Bu hem gösterişsiz hem kendine güvenir görünen
şehir, birkaç on yıldan beri koku maddeleri, ıtriyat, sabun,
yağ üretimi ve ticareti konusunda tartışılmaz bir yer
kazanmış olan Grasse’tı. Giuseppe Baldini’nin, adını
hayranlık yüklü iç çekmelerle hep andığı yerdi. Kokuların
Roma’sı olduğunu söylerdi, parfümcüler cennetiydi,
kolundaki altın bileziği burada kazanmayan, parfümcü
adını taşımayı haketmiş sayılmazdı.
Grenouille iyice soğukkanlı bakışlarla süzüyordu
Grasse şehrini. Parfümcülerin cennetini aramıyordu,
karşıdaki dağlara tutunmuş şirinliği seyretmek yüreğini
ılıtıyor da değildi. O, bu şehre, birkaç koku elde etme
yöntemini, başka yerlerde olduğundan daha iyi
öğrenebileceğini bildiğinden gelmişti. Bunları da öğrenmek
istiyordu, çünkü kendi amaçları için gerekliydiler, içinde
kokusu olan flakonu cebinden çıkardı, tutumluca süründü,
sonra yola koyuldu. Bir buçuk saat sonra, öğleye doğru
Grasse’taydı.
Şehrin üst başında, Place aux Aires’de bir lokantada
yemek yedi. Meydanı uzunlamasına, kıyısında tabakların
derilerini yıkayıp kurumaya astıkları bir dere kesiyordu.
Koku öyle keskindi ki, bazı müşterilerin iştahı kaçmıştı.
Grenouille içinse öyle değildi. İyi bildiği bir kokuydu bu,
ona güven veriyordu. Her gittiği şehirde önce
tabakhanelerin olduğu mahalleleri arayıp bulurdu. O
zaman, pis kokunun olduğu yerden çıkarak semtleri

176
araştırdığında, artık o yerin yabancısı değilmiş gibi gelirdi
kendine.
Bütün öğleden sonra şehri dolaştı. İnanılmaz derecede
pis bir yerdi, düzinelerce pınardan, çeşmeden fışkıran
düzensiz dereler, arklar oluşturup şarıl şurul bayır aşağı
akan, sokakların altını oyan ya da üstünü çamura boğan
onca su olmasına karşın, ya da özellikle bu nedenle pisti.
Kimi mahallelerde evler o kadar sıkışıktı ki, geçitler,
merdivenler için bir arşmlık bir yer kalıyor, çamurlara bata
çıka yürüyen yayalar karşılaştıklarında birbirlerine sürüne
sürüne geçebiliyorlardı. Meydanlarda, biraz daha geniş
caddelerde bile iki arabanın yan yana sığabileceği yer pek
yok gibiydi.
Gene de bütün pisliği, bütün çamuru, darlığı bir yana,
iş yönünden çatlarcasına dolu, işlek bir şehirdi Grasse.
Grenouille dolaşırken en az yedi sabunhane, bir düzine
parfümcü ve eldivenci ustası, sayısız küçük imbikçi, pomat
atölyesi, baharatçı ye birkaç kere yedi tane toptan koku
tüccarı saydı.
Üstelik bunlar gerçekten büyük çapta koku malzemesi
alıp satan tüccarlardı. Evlerine bakıp da anlamak olası
değildi bunu. Sokağa dönük cepheleri bir kentsoylu
alçakgönüllülüğü taşıyordu. Ama arkalarında, mağaza
katlarında, dev boyutlu bodrumlarında neler neler, ne yağ
fıçıları, en hasından lavanta sabunundan oluşan ne istifler
çiçek suları, şaraplar, alkoller dolu ne damacanalar, ne
kokulu deri balyaları, tıkabasa baharat dolu ne çuvallar,
sandıklar kutular vardı... Grenouille en kalın duvarların
ardında olanı bile bütün ayrıntılarıyla duyuyordu.
Derebeylerinde olmayan zenginliklerdi bunlar. Daha bir
kesinlikle, sokağa bakan harcıâlem dükkân ve depo
bölümlerinin ardını kokladı-ğında ise, bu dünyası dar

177
kentsoylu evlerinin arka yüzünde en lüksünden yapıların
bulunduğunu anlıyordu. Zakkum, palmiye ağaçlarının
yetiştiği, tarhlarla çevrili şirin fıskiyelerin şırıldadığı küçük
ama çekici bahçelerin çevresinde, çoğu U biçiminde
yapılmış, güneye bakan asıl malikâne bölümleri yer
alıyordu; üst katlarda bol güneş alan, duvarları ipek kaplı
yatak odaları, giriş katında görkemli, duvarlarına egzotik
tahtalar döşenmiş kabul ve yemek salonları vardı, ki bazıları
teraslar halinde, ovaya bakacak gibi yapılmıştı; içlerinde
gerçekten, Baldini’nin anlattığı gibi altın çatal kaşıkla,
porselen tabaklardan yemek yeniyordu. Bu alçakgönüllü
kulislerin ardında oturan baylar altın kokuyor, güç kokuyor,
güven alınmış büyük zenginlik kokuyorlardı ve
Grenouille’in bütün bu taşra yolculuğu boyunca duyduğu
bu çeşit her kokudan daha kuvvetliydi onlarınki.
Böyle kamufle edilmiş saraylardan birinin önünde
uzunca bir zaman durdu. Ev Rue Droite’m, şehri batıdan
doğuya boylu boyunca kesen bir anacaddenin başındaydı.
Dışarıdan bakınca, cephesi bitişik yapıdan biraz daha
genişti, ama biraz daha varlıklıca olsa da, kesinlikle
gösterişli, ötekilerden ayrılan bir ev değildi. Avlu kapısında
fıçılarla yüklü bir araba duruyor, fıçılar bir sekiye
indiriliyordu, ikinci bir araba beklemedeydi. Bir adam
elinde kâğıtlarla yazıhaneye girdi, başka bir adamla birlikte
çıktı, ikisi de avlu girişinde kayboldular. Grenouille sokağın
karşı kenarında durmuş, bu gidiş gelişleri seyrediyordu. Ne
yaptıkları ilgisini çekmiyordu. Gene de ayrılamadı. Onu
oraya bağlayan bir şey vardı.
Gözlerini kapayıp dikkatini, karşısındaki binadan uçup
gelen kokular üzerinde topladı. Bunlar fıçıların, sirkeyle
şarabın kokuları, sonra zenginliğin, som altından incecik
bir ter gibi duvarların gözeneklerinden geçip geçip gelen

178
kokuları, sonunda da evin öte yanında olması gereken bir
bahçenin kokularıydı. Kolay değildi bahçenin bu
ötekilerden hafif kokularını yakalamak; evin çatısını aşıp
sokağa ancak ince şeritler halinde dökülüyorlardı.
Manolyayı çıkarabildi Grenouille, sümbülleri,
dulaptalotunu, katmerli zakkumu... Ama bir şey daha var
gibiydi bu bahçede kokan, felaket güzel bir koku, ömründe
hiç duymadığı, hayır, tek bir kerecik duyabildiği kadar
kendine özgü bir şey... Bu kokunun daha yakınına
sokulmalıydı.
Elini kolunu sallaya sallaya avlu kapısından geçip ev
tarafına girmeyi düşündü. Ama bu arada yükleri
boşaltmakla, fıçıları denetlemekle uğraşan o kadar insan
belirmişti ki ortada, muhakkak göze çarpardı. Caddeyi
gerisin geriye yürüyüp, evin arka yüzüne ulaşan bir sokak
ya da geçit aramaya karar verdi. Birkaç metre sonra, Rue
Droite’m başındaki sur kapısına varmıştı. Kapıdan çıktı,
hemen sola sapıp bayır aşağı, sur dibini izledi. Çok
geçmeden bahçenin kokusunu duymaya başladı. Önce
hafifçe, tarlaların kokusuyla karışmış olarak, sonra gittikçe
daha kuvvetli. Sonunda iyice yakınında olduğunu anladı.
Bahçenin ucu şehir suruna dayanıyordu. Burnunun
dibindeydi. Biraz geri çekilince surun üstünden, portakal
ağaçlarının en üst dallarını görebiliyordu.
Yeniden kapadı gözlerini. Bahçenin kokuları,
gökkuşağının yayları gibi renk renk, ama açık seçik, kesin
çizgilerle birbirinden ayrılmış şeritler halinde üstüne
dökülüyordu. Ama içlerinde bir tanesi vardı ki, en değerlisi,
Grenouille için önemli olanı... Bedeni hazdan ateşe,
dehşetten buza kesti. Suçüstü yakalanmış bir yaramaz gibi
tepesine çıktı kanı, sonra dönüp gene gövdesinin orta yerini
buldu, gene çıktı, gene indi; hiç de bir şey gelmiyordu

179
elinden. Çok apansız gelmişti bu koku saldırısı. Bir an için,
bir soluk alımı bir zaman, bir sonsuzluk süresince, zaman
iki kat uzamış ya da kökten yok olup gitmiş sandı, çünkü
bilmiyordu artık şimdi şimdi miydi, burası burası mıydı,
yoksa aslında şimdi o zaman mıydı da burası orası mı, yani
Paris’te Rue des Marais, 1753 eylülü: Bahçeden esip gelen
koku, vaktiyle öldürdüğü kızın kokuşuydu. Bu kokuya
dünyada yeniden rastlamış olmanın mutluluğundan gözleri
yaşarıyordu duyduğunun gerçek olmayabileceği ise ölümcül
bir dehşete salıyordu onu.
Başı döndü, biraz sendeledi, sırtını duvara dayamak
zorunda kaldı, sonra yavaş yavaş aşağı kayıp çömeldi.
Kendini toplar, kafasını yatıştırırken ölümcül kokuyu daha
kısa, daha az tehlikeli soluklarla içine çekmeye başladı. O
zaman, surun arkasındaki kokunun gerçi kızıl saçlı
kızınkine alabildiğine benzediğini, ama onun bütün bütün
aynısı olmadığını anladı. Tabii bu da kızıl saçlı bir kızın
kokuşuydu, bundan kuşku duyulamazdı. Grenouille
kokusal düşleminde gördü bu kızı, bir resimde görür gibi:
Sessizce oturmuyor, koşup zıplıyor, ısınıp sonra gene
serinliyordu, herhalde çabuk davranılıp sonra gene
durulması gereken bir oyun oynuyordu - bir önemi yoktu
ya, başka, sıradan kokulu biri daha vardı oyunda. Derisi göz
kamaştırıcı bir beyazlıktaydı. Yeşile çalan gözleri vardı.
Çiller vardı yüzünde, boynunda, göğüslerinde... yani -
Grenouille’in soluğu kesildi bir an, sonra daha derinden
kokladı havayı, Rue des Marais’li kızın kokusunun anısını
gerilere itmeye çabaladı-... yani, bu kızın, göğüs denecek
cinsten göğüsleri yoktu! Daha yeni yeni belirmeye yüz
tutmuş göğüs başlangıçları vardı. Kokusu sonsuz hafiflikte,
küçük mü küçük, çillerle çevrelenmiş, belki daha birkaç
günden beri, belki de birkaç saatten, ...aslında şu andan

180
beri büyümeye başlamış göğüs kabarcıkları. Tek sözcükle:
Bu kız daha çocuktu. Ama ne çocuk!
Grenouille’in alnı terlemişti. Çocukların pek bir kokusu
olmadığını biliyordu, tıpkı yeşil yeşil büyüyen, daha
açmamış çiçekler gibi. Ama bu, surun arkasındaki, daha
neredeyse kapalı denebilecek konca, daha bir an önce ilk
kokulu uçlarını dışarı uzatan ve bu haliyle henüz ondan,
Grenouille’den başka kimsenin farkına varmadığı bu çiçek
şimdiden öyle tüyler ürpertircesine harika bir koku
yayıyordu ki, bütün görkemiyle gelişince dünyanın dünya
olalı koklamadığı bir parfüm olacaktı. Şimdiden bile, Rue
des Marais’deki o kızdan iyi kokuyor, diye düşündü
Grenouille - o kadar kuvvetli değil, o kadar hacimli değil,
ama daha narin, daha çok yönlü, hem de daha tabii. Ama
bir-iki yıl sonra bu koku olgunlaşmış, öyle bir çarpıcılık
kazanmış olacaktı ki, ne erkek ne kadın hiç kimse
kaçamayacaktı etkisinden. Bu kızın büyüsünden ezilecekti
insanlar, karşı koyamayacaklar, çaresiz kalakalacaklardı,
neden böyle olduğunu da bilemeyeceklerdi. Aptal oldukları,
burunlarını hava çekip boşaltmaktan başka şeye kullanmayı
bilmedikleri, her bir şeyi gözleriyle kavradıklarını sandıkları
için de diyeceklerdi ki: Bu kızda bir güzellik var, bir zarafet,
bir alımlılık. Kısıtlı dünyaları içinde onun düzgün
vücudunu, ince bedenini, kusursuz göğüslerini öveceklerdi.
Bir de gözleri, diyeceklerdi, zümrüt gibi, dişleri inci gibi,
kolları bacakları fildişi gibi düzgün - artık daha ne budalaca
yakıştırmalar uyduracaklardı. Sonra yasemin kraliçesi
seçeceklerdi onu, sersem portreciler resmini yapacaktı, aval
aval bakacaklardı resmine, Fransa’nın en güzel kadını
diyeceklerdi. Sonra delikanlılar, geceler boyunca mandolin
tıngırtılarıyla uluyarak penceresinin altında
bekleyeceklerdi... şişko, zengin, ihtiyar adamlar dizleri

181
üstünde sürüne sürüne gelip babasından isteyeceklerdi...
sonra her yaştan kadınlar her gördüklerinde iç geçirip
hayallerinde yalnız bir günlüğüne onun kadar çekici
olduklarını göreceklerdi. Ve hiçbiri, gerçekte onları tutkun
eden şeyin kızın sözümona kusursuz dış güzelliği değil,
sadece o eşi bulunmaz, harika kokusu olduğunu
bilmeyecekti! Yalnız o bilecekti, o Grenouille, bir tek o.
Daha şimdiden biliyordu ya.
Ah! Bu kokuyu elde etmek istiyordu. O zamanki, Rue
des Marais’li kızda olduğu gibi acemice, boşu boşuna ele
geçirmek değil. Onun kokusunu sırf içine çekmiş, böylece
de yok etmişti. Hayır, duvarın arkasındaki kızın kokusuna
gerçekten sahip olmak istiyordu; onu bir deri gibi üstünden
sıyırıp kendi kokusu yapmak istiyordu. Bunun nasıl
olacağını bilmiyordu. Ama iki yıl zamanı vardı ya öğrenmek
için. Aslında, ender bir çiçeğin kokusunu çalmaktan zor
olamazdı.
Ayağa kalktı. Neredeyse kutsal bir şeyden ya da uyuyan
bir azizeden ayrılıyormuşçasına bir huşu içinde, bir gören
olmasın, bir işiten olmasın, bulduğu enfes şeye bir dikkati
çekilen olmasın gibilerden iki büklüm, sessizce oradan
uzaklaştı. Böylece sur boyundan, şehrin öbür ucuna kadar
kaçtı; sonunda kız parfümü duyulmaz oldu, o da Porte des
Feneants’dan gene şehre girdi. Evlerin kuytusunda durup
bekledi. Sokaklardaki pis kokulu buğu ona güven veriyordu,
pençesine düştüğü tutkuyu dizginlemesine yardım
ediyordu. Çeyrek saat sonra bütünüyle sakinleşmişti.
Şimdilik, diye düşündü, surun arkasındaki bahçenin
yakınma gitmemeliydi. Buna gerek yoktu. Fazla
heyecanlanıyordu. Oradaki çiçek, o bir şey yapmadan da
serpiliyordu, nasıl serpileceğini ise zaten biliyordu. Vakit
gelmeden kokusuyla sarhoş olmamalıydı. İşe vermeliydi

182
kendini. Bilgisini genişletmeli, el beceresini
yetkinleştirmeli, böylece hasat zamanına hazır olmalıydı.
Daha iki yıl zamanı vardı.

XXXVI

Porte des Feneants’a yakın bir yerde, Rue de la


Louve’da küçük bir parfüm atölyesi buldu Grenouille,
hemen iş olup olmadığını sordu.
Orada öğrendiğine göre patron, usta parfümcü Honore
Arnulfi geçen kış ölmüştü; dul karısı, otuz yaşlarında, siyah
saçlı, hayat dolu bir kadın, işleri bir kalfanın yardımıyla
yalnız yürütüyordu.
Madam Arnulfi uzun bir süre zamanın kötülüğünden,
iş durumunun nazikliğinden yakındıktan sonra gerçi bir
kalfa daha tutmaya gücünün yetmeyeceğini, öte yandan
eldeki işin çokluğu nedeniyle çok acele birine ihtiyacı
olduğunu; bundan başka evinde ikinci bir kalfayı
barındıracak hiç yeri olmadığını, öte yandan Fransisken
manastırının arkasındaki zeytinliğinde -buradan on dakika
bile çekmezdi— rahatına düşkün olmayan bir genç adamın,
başka çıkar yol yoksa geceleyebileceği küçük bir kulübesi
olduğunu; ayrıca kendisinin, dürüst bir usta olarak
kalfasının vücut sağlığından sorumlu olduğunu bildiğini,
öte yandan günde iki öğün sıcak yemek çıkarmasının bütün
bütün olanaksız olduğunu söyledi. Kısacası: Madam Arnulfi
—Grenouille’in tabii çoktan kokusunu aldığı üzere—
sağlıklı bir refah ve sağlıklı bir işbilirlik sahibi bir kadındı.
Grenouille için de paranın önemi olmadığı, üstelik hafta
başına iki frank ücreti de öbür yoksulca koşulları da kabul
ettiği için çabuk anlaştılar. Birinci kalfa, yani Druot adında,

183
madamın yatağını paylaşmaya alışık olduğunu Grenouille’in
hemen anlayıverdiği, madamınsa anlaşılan kendisine
danışmadan bazı kararları vermediği bir adam çağrıldı.
Druot, sperma kokusundan bir bulut yayarak apul apul
dikildi, bu insan azmanının yanında üflense uçuverecekmiş
gibi duran Grenouille’in karşısına, tepeden tırnağa bir
süzdü onu, dimdik gözlerinin içine baktı, sanki bununla
karşısındakinin karanlık niyetlerini ya da madamın
yatağında kendisine rakip çıkıp çıkmayacağını
anlayacakmış gibi, sonunda aşağılayıcı bir sırıtmayla başını
sallayarak olurunu verdi.
Böylece her şey yoluna konmuş oluyordu. Grenouille’e
bir el toka edildi, soğuk bir akşam yemeği, bir yorgan, bir
de penceresiz bir baraka olan ve hoş bir biçimde yıllanmış
koyun pisliğiyle kuru ot kokan kulübenin anahtarı;
olabildiğince döşeyip yerleşti buraya. Ertesi gün Madam
Arnulfi’nin yanında işe başladı.
Nergis zamanıydı. Madam Arnulfi çiçekleri şehrin alt
yanında, büyük çanaktaki kendi arazisinde yetiştiriyor, ya
da her bir kuruş için amansız pazarlıklara girişerek
köylülerden satın alıyordu. Çiçekler sabah çok çok erken
getiriliyor, sepet sepet atölyeye boşaltılıyordu; on binlerce
çiçek hacimli ama tüy gibi hafif kokan yığınlar
oluşturuyordu. Bu arada Druot büyük bir kazanda domuz
ve sığır yağını eritip koyuca bir sıvı elde ediyor, bunun
içine, Grenouille adam boyu bir spatulayla durmadan
karıştırırken, kürek kürek taze çiçekleri boca ediyordu.
Çiçekler, ölüm korkusu içindeki gözler gibi bir saniye
yüzeyde kalıyor, spatulanın gelip yağa gömdüğü anda
bembeyaz kesiliyorlar, sıcak yağ çevrelerini sarıveriyordu.
Hemen hemen aynı anda da porsumuş, solmuş oluyorlardı,
anlaşılan ölüm o kadar apansız yakalıyordu ki çiçekleri, son

184
kokulu iç çekişlerini kendilerini boğan o sıvıya teslim
etmekten başka seçenekleri kalmıyordu; çünkü -Grenouille
dille tanımlanamaz bir hayranlık içinde görüyordu ki—
kazana ne kadar çok çiçek atılırsa yağ da o kadar kuvvetli
kokuyordu. Üstelik, ölü çiçekler kokmaya devam ediyor
değildi, hayır, kokan, çiçeklerin kokusunu içmiş olan yağın
kendisiydi.
Bu arada kazandaki çorba fazla koyulaşıyor, bir çabuk
büyük kevgirlerden geçirip içindeki posası çıkmış
cenazelerden kurtarmaları, taze çiçeklere hazırlamaları
gerekiyordu. Sonra gene kürekliyor, karıştırıyor,
süzüyorlardı, bütün gün durup dinlenmeden -çünkü
gecikme kabul etmiyordu iş- bütün çiçek yığını gün
boyunca yağ kazanından geçip bitene kadar. Artıklar -hiçbir
şey de boşa gitmemeliydi- üstlerine kaynar su dökülüp
haşlanıyor, burgulu preste son damlasına kadar sıkılıyor,
böylece ne de olsa hafif kokulu bir yağ çıkıyordu. Ama
kokunun büyük bölümü, çiçek ruhlarından oluşan bir
deniz, kazanda kalmış, gösterişsiz kirli beyaz, artık yavaş
yavaş donan yağın içinde hapsedilmiş ve korunmuş
oluyordu.
Ertesi gün, mazeration denen bu işlem
sürdürülüyordu; kazan baştan yakılıyor, yağ eritiliyor, içine
yeni çiçekler karıştırılıyordu. Bu böyle günlerce, sabah
erkenden akşam geçlere kadar sürüyordu. İş yorucuydu.
Grenouille akşam sendeleye sendeleye kulübesine giderken
kolları kurşun gibi ağırlaşmış, elleri nasır bağlamış, sırtına
ağrılar girmiş oluyordu. Onun belki üç katı irilikte olan
Druot, karıştırma işini bir kere bile elinden almıyor, tüy gibi
hafif çiçekleri küreklemekle, ateşi kollamakla, ara sıra da
sıcak bastığından bir yudum bir şey içmeye gitmekle
yetiniyordu. Ama Grenouille başkaldırmadı. Yakınmadan,

185
sabahlardan akşamlara kadar yağın içine çiçek karıştırmayı
sürdürdü, karıştırdığı sürece de yorgunluğunu hemen
hemen hiç duymadı, çünkü gözlerinin önünde, burnunun
önünde gerçekleşen süreç, çiçeklerin çabucak solup
kokularının yağa sinmesi onu her seferinde yeni baştan
hayran bırakıyordu.
Bir süre sonra Druot yağın artık doyduğuna, daha fazla
koku alamayacağına karar veriyordu. Ateşi söndürüyorlar,
ağırlaşan çorbayı son bir kere daha süzüp çömleklere
boşaltıyorlar, o da bunların içinde hemen katılaşıp harika
kokulu bir pomat haline geliyordu.
Bu, Madam Arnulfi’nin saatiydi, geliyor, değerli ürünü
sınıyor, etiketliyor; niteliğini, niceliğini kılı kılma saptayıp
defterlerine geçiriyordu. Çömlekleri bizzat kendi eliyle
kapayıp mühürleyip bodrumunun derinliklerine taşıdıktan
sonra siyah elbisesini giyiyor, dul peçesini takıyor, şehrin
tüccarlarını, parfüm yazıhanelerini dolaşıyordu. Can alıcı
sözlerle baylara yalnız başına bir kadın olmanın güçlüğünü
anlatıyor, fiyat alıyor, fiyatları karşılaştırıyor, içini çekiyor,
sonunda malını satıyordu ya da satmıyordu. Parfümlü
pomat serin yerde saklanırsa uzun zaman dururdu. Fiyatlar
da şimdi o kadar doyurucu değilse, kimbilir, belki kışın ya
da gelecek baharda fırlayıverirdi. Üstelik, bu yağ
tulumlarını satmak yerine, başka küçük üreticilerle birlikte
Ce-nova’ya gemiyle bir yük pomat göndermek, ya da
Beaucauire’deki güz panayırına giden bir kafileye katılmak
da düşünülebilirdi tehlikeli girişimlerdi elbet, ama başarılı
olursa çok kazanç getirirlerdi. Bu çeşitli olasılıkları iyice bir
enine boyuna düşünürdü Madame Arnulfi, kimi zaman da
hepsini bir araya getirerek hazinesinin bir bölümünü satar,
başka bir bölümünü saklar, üçüncü bir bölümünü ise
tehlikeli pazarlara sürerdi. Ama araştırmalarından pomat

186
pazarının iyice doymuş olduğu, yakın zamanda da kârlı
olacak ölçüde rahatlamayacağı izlenimini edindi mi hemen
peçesini savura savura eve koşar, Druot’yu bütün üretimi
bir lavage’dan geçirip Essence Absolue’ye dönüştürmekle
görevlendirirdi.
O zaman pomat gene bodrumdan çıkarılır, kapalı
çömleklerde büyük bir dikkatle ısıtılır, en hasından alkolle
karıştırılır, Grenouille’in çevirdiği bir döndüreç düzeneğiyle
iyice çırpılır, yıkanırdı. Gerisin geri bodruma götürülen bu
karışım hemen soğur, alkol pomadın donan yağından
ayrılır, şişelere aktarılırdı. Böylece bir çeşit parfüm elde
edilmiş olurdu, hem de çok çok yoğun bir parfüm, buna
karşılık geriye kalan pomat, kokusunun büyük bölümünü
kaybetmiş olurdu. Bununla çiçek kokusu bir kere daha
başka bir ortama geçiyordu. Ama işlem daha bitmiş
olmuyordu. Druot bu parfümlü alkolü, en küçük yağ
kırıntısını bile tutan gaz bezleriyle iyice süzdükten sonra
küçük bir imbiğe dolduruyor, çok hafif ateşte yavaş yavaş
damıtıyordu. Alkol uçup gittikten sonra balonda kalan,
soluk renkli, Grenouille’in pekâlâ bildiği, ama bu nitelikte,
bu saflıkta ne Baldini’nin yanındayken ne de Runel’de
koklamış olduğu, azıcık bir sıvıydı: Çiçeklerin yağının ta
kendisi, yüzbin kere yoğunlaştırılıp iki damla Essence
Absolue haline gelmiş katışıksız kokuşuydu bu. Öyle
yumuşak, tatlı bir kokusu yoktu artık bu esansın. Neredeyse
acı verecek kadar yoğun, keskin, yakıcı bir kokusu vardı.
Gene de bir damlası bile, bir litre alkole yedirilirse esansı
yeniden canlandırmaya, bütün bir çiçek tarlasını yeniden
yaratmaya yeterdi.
Elde edilen ürün kıt mı kıttı, imbikten çıkan sıvı ancak
üç küçük flakonu doldurmaya yetti. Yüz bin çiçeğin
kokusundan geriye, bu üç şişecikten başka bir şey

187
kalmamıştı. Ama bir servetti bunlar, orada, Grasse’ta bile.
Hele bir de Paris’e, ya da Lyon’a, Grenoble’a, Cenova’ya,
Marsilya’ya gönderilecek olsalar, kaç katı servet ederlerdi!
Madam Arnulfi eriyip gidermişçesine süzgün bakışlarla
seyretti şişeleri, onları bakışlarıyla okşadı; tek tek eline alıp
ağızlarını iyice kapayan torna işi cam tıpalarını takarken,
değerli içeriklerinden azıcığı bile üflenip gitmesin diye
soluğunu tuttu. Tıpanın arasından bir zerresinin bile
buharlaşıp kaçmaması için de, ağızlarını erimiş mumla
kaplayıp mühürledi, bir balığın yüzme kesesine koydu,
keseyi şişenin boynundan sıkıca bağladı. Sonra şişeleri
pamuk yastıklı bir kutuya koyup bodruma götürdü, bir
güzel kilit altına aldı.

XXXVII

Nisanda katırtırnağıyla portakal çiçeğini, mayısta


kokusu şehri bütün bir ay kaymak gibi tatlı, görünmez bir
sisle örten bir gül denizini aynı işlemden geçirdiler.
Grenouille at gibi çalışıyordu. Alçakgönüllülükle, her işe
neredeyse bir köle gibi hazır, Druot’nun verdiği bütün ayak
işlerini yerine getiriyordu. Ama bir yandan görünüşte
durmadan karıştırır, spatula sallar, badyaları yıkar, atölyeyi
süpürür ya da yakacak odun taşırken, mesleğin özü olan
şeylerden, kokuların biçim değiştirişinin sırlarından hiçbiri
de gözünden kaçmıyordu. Druot’nun becerebileceğinden
çok daha kesin biçimde, yani burnuyla, kokuların çiçek
taçyapraklarmdan yağa, oradan alkole, sonra da o küçük
paha biçilmez flakonla-ra geçişini izliyor, denetliyordu.
Druot farkına varmadan çok daha önce kokusundan
anlıyordu yağın fazla kızdığını, çiçeklerin posasının
çıktığını kokularından biliyordu, çorbanın kokuya ne
188
zaman doyduğunu, harmanlama şişelerinin içinde ne olup
bittiğini, damıtma sürecinin tastamam hangi anda
kesilmesi gerektiğini hep kokusundan biliyordu. Ara sıra da
belirtiyordu bildiğini, tabii iddiasızca, alttan alır tutumunu
bırakmadan. Yağın ona sanki fazla ısınmış gibi geldiğini
söylüyordu; tahmin ederim, diyordu, süzme zamanı geldi;
içimde, imbikteki alkol uçtu artık gibi bir his var... diyordu.
Gerçi öyle ahım şahım bir zekâsı olmayan, ama büsbütün
budala da olmayan Druot zamanla, tam Grenouille’e “öyle
geldiği” ya da Grenouille’in “içinde öyle bir his olduğu”
yönde davranır ya da emir verirse en yerinde kararlara
vardığını anlamıştı. Hem Grenouille, kendisine öyle gelen
ya da hissettiği şeyleri hiçbir zaman sesini yükselterek ya da
ukalaca ortaya koymadığından, Druot’nun yetkesini ve
birinci kalfa olarak kendi üstü olma durumuna da hiçbir
zaman —hele Madam Arnulfi’nin yanında kesinlikle!-
iğneleme yoluyla bile olsa tartışma konusu
yapamadığından, Druot onun öğütlerine uymamak, hatta
karar vermeyi zamanla açıkça ona bırakmamak için bir
neden görmedi.
Grenouille’in çorba karıştırmakla kalmayıp aynı
zamanda, Druot soluğu bir bardak şarap içmeye ‘Quatre
Dauphins’de alır ya da yukarda, madamın yanında
yapılacak işlere bakarken, hem çiçek küreklediği, hem ateşe
baktığı, pomat süzdüğü gittikçe daha sık görülmeye başladı.
Druot, Grenouille’e güvenebileceğini biliyordu. Grenouille
ise, çift kat işi yüklendiği halde, yalnız olmanın, yeni
sanatında yetkinliğe doğru ilerlemenin, ara sıra da küçük
deneyler yapmanın tadını çıkarıyordu. Bir hırsız sevinciyle
saptıyordu ki, Druot’yla birlikte yaptığından çok daha ince
oluyordu kendi yaptığı pomat, Essence Absolue birkaç
derece daha saf çıkıyordu.

189
Temmuz sonunda yasemin, ağustosta gecesüm-bülü
zamanı başladı. İki çiçeğin de öyle olağanüstü ve öyle
kırılgan bir parfümü vardı ki, hem daha güneş doğmadan
toplanmaları gerektiği gibi, hem de en özel, en özenli
işlemlerden geçiriliyorlardı. Sıcak, kokularını azaltıyordu,
birdenbire kızgın yağ kazanına girmek ise büsbütün
öldürürdü böyle kokuları. Bu en soylu çiçeklerin ruhlarını
çekip almak kolay olmuyordu, bayağı iltifatlar ederek
kandırılmaları gerekiyordu. Özel bir kokulama odasında,
üzerlerine serin yağlar sürülmüş levhalara serpiştiriliyor, ya
da çok sıkıştırmadan, yağ içirilmiş bezlere sarılıyor, böylece
bir ölüm uykusuna yatırılıyorlardı. Ancak üç ya da dört gün
sonra solmuş, bu arada son nefeslerini yanı başlarındaki
katı ya da sıvı yağlara vermiş oluyorlardı. Sonra bunlar
dikkatle toplanıyor, yerine yenileri konuyordu. Bu işlem
pomat kokuya doyana kadar, belki on ya da yirmi kere
yinelenip de kokulu yağ bezlerden sıkılarak çıkarılır hale
geldiğinde eylül olmuştu. Ürün, mazeration’da olduğundan
bile epey daha azdı. Böyle, soğuk enfleurage yöntemiyle
elde edilen yasemin macununun ya da bir Huile Antique de
Tubereuse’ün kalitesi, incelik ve aslına yakınlık bakımından
parfümcülük sanatının bütün öbür ürünlerini kat kat
geçiriyordu. Yasemin söz konusuysa, çiçeğin tatlı tutungan,
erotik kokusu yağlı levhalara bir aynaya yansır gibi çıkıyor,
oradan tıpkı doğadaki gibi yayılıyordu -cum grano salis
tabii. Çünkü Grenouille’in hassas burnu, çiçeğin kokusuyla
konservelenmiş kokusu arasındaki farkı bile duyuyordu
elbet: ipince bir tül gibi seriliyordu yağın kendi kokusu -
istediği kadar saf olsun- özgün kokunun üstüne, onu
yumuşatıyor, parlak yanını hafifçe gölgeliyor, belki de
güzelliğinin sıradan insanlar için katlanılır olmasını
sağlıyordu... Ne olursa olsun soğuk enfleurage, narin

190
kokuları yakalamaya yarayan en iyi düşünülmüş, en etkili
yöntemdi. Daha iyisi yoktu. Hem bu yöntem Grenouille’in
burnunu ikna etmeye bütünüyle yet-miyorduysa da,
biliyordu ki, burun fukaralarıyla dolu bir dünyayı aldatmaya
bin kez yeterdi.
Çok geçmeden öğretmeni Druot’yu mazeration’da
olduğu gibi soğuk kokulama sanatında da geçti ve bu
durumu onun, önce de başarısını gördüğü aynı, alttanalır
sırsaklar yoldan anlamasını sağladı. Druot, çıkıp
mezbahadan uygun yağları satın alma, sonra bunları
temizleme, eritme, süzme ve karışım oranlarım saptama
işlerini seve seve ona bıraktı -kendisi için hep güç, korku
verici bir çaba olmuştu bunlar, çünkü saf olmayan, bayat ya
da domuz, koyun, sığır kokusu biraz fazla yağ, en değerli
pomadı bile bozardı. Kokulama odasında levhaların
aralığını, çiçek değiştirmenin zamanını, pomadın doyma
derecesini belirlemeyi, çok geçmeden, kendisinin -vaktiyle
Baldini gibi- öğrendiği kurallara göre aşağı yukarı bir
doğrulukla, Grenouille’inse - Druot’nun aklının ucundan
geçer mi - burnunun kesin bilgisiyle verdiği nazik kararları
da ona bıraktı.
“Elinin ölçüsü iyi,” diyordu Druot, “iyi hissediyor ne
yapılması gerektiğini.” Kimi zaman da: “Benden düpedüz
çok daha yetenekli, parfümcü olarak benden yüz kat iyi,”
diye düşünüyordu. Aynı zamanda Grenouille’yi sersemin
önde gideni sayıyordu, çünkü anladığı kadarıyla Grenouille
yeteneğini hiçbir biçimde çıkarına çevirmiyordu; kendisi,
Druot ise mütevazi becerisiyle yakında yükselecek, usta
olacaktı. Grenouille de destekliyordu onun bu görüşünü,
kendini budala göstermek için her çabaya giriyor, en ufak
bir hırs belirtisi göstermiyor, kendi dehasının farkında
değilmiş de çok daha deneyimli olan Druot’nun

191
söylediklerini yerine getiriyormuş, onsuz kendisi bir hiç
olurmuş gibi yapıyordu. Böylece pekâlâ iyi anlaşıyorlardı.
Ardından sonbahar, kış geldi. Atölye bir sakinleşti.
Çiçek kokuları çömleklerde, flakonlarda tutsak,
bodrumlarda yatıyor, madam arada bir şu ya da bu
pomadın yıkanmasını ya da bir çuval kuru baharatın
damıtılmasını istemedikçe yapacak pek fazla bir iş
olmuyordu. Sonra zeytin vardı, her hafta birkaç sepet
dolusu. Sıkıp ilkyağını çıkarıyorlar, gerisini yağhaneye
veriyorlardı. Bir de Grenouille’in bir bölümünü damıtıp
alkol yaptığı, sonra yeniden damıttığı şarap vardı.
Druot gittikçe daha az görünür olmuştu. Madamın
yatağında görevini yerine getiriyor, pis pis ter ve sperma
kokarak atölyeye gelince de hemen gene soluğu ‘Quatre
Dauphins’de alıyordu. Madam da ender iniyordu aşağı. Ya
servet işleriyle uğraşıyordu ya da yas yılından sonrası için
gardrobunu elden geçirmekle. Çoğu zaman Grenouille
günlerce, öğlenleri çorbasını, akşamları zeytin-ekmeğini
getiren hizmetçi kızdan başka kimseyi görmüyordu. Dışarı
pek çıkmıyordu. Lonca hayatına, yani düzenli kalfa
toplantılarına, yürüyüşlere de tam, ne yokluğu ne varlığıyla
göze çarpacak ölçüde katılıyordu. Dostları ya da yakın
tanıdıkları yoktu, ama burnu havada ya da insandan kaçan
biri sayılmamaya da büyük özen gösteriyordu. Bırakıyordu
öbür kalfalar düşünsün kendisiyle birlikte olmanın tatsız
verimsiz bir şey olduğunu. Can sıkıntısı yayma ve kendini
çolpa bir salak gibi gösterme sanatında ustaydı - tabii bunu
da hiçbir zaman kendisiyle alay etmekten zevk alacakları ya
da lonca usulü eşek şakalarına hedef seçecekleri kadar
aşırıya vardırmıyordu. İlginç olmaktan tamamen uzak biri
olmayı başanyordu. Rahat bırakıyorlardı onu. Onun istediği
de başka bir şey değildi.

192
XXXVIII

Zamanını atölyede geçiriyordu. Druot’ya karşı, bir


kolonya reçetesi bulmak için çalıştığını öne sürüyordu. Ama
aslında bambaşka kokular üzerinde deneyler yapıyordu.
Montpellier’de hazırladığı parfümü ne kadar tutumlu
kullanmış olsa da iyice azalmıştı. Yenisini yapıyordu. Ama
bu sefer artık, alelacele buluşturulmuş maddelerle insan
kokusunu iyi kötü taklit etmek istemiyor, iddialı bir
girişimle kendine kişisel bir koku, daha doğrusu, birçok
kişisel kokular bulmak istiyordu.
Önce bir dikkati çekmezlik kokusu her gün kul-
lanmahk, peynirsi-ekşimsi insan kokusunu içinde gerçi hâlâ
barındıran, ama dış dünyaya sanki, kurumuş ihtiyar adam
derisini örten kalın bir keten-yün tabakasını geçerek
geliyormuş gibi yayılan bir koku hazırladı. Bu kokuyu
sürünmüş olarak rahat rahat insan içine çıkabilirdi. Parfüm
bir yandan, kişinin varlığını kokusal açıdan temellendirecek
kadar güçlü, öte yandan kimseyi rahatsız etmeyecek kadar
silikti. Bununla Grenouille aslında koku bakımından
ortadan yok oluyor, ama mütevazı varlığı da haklı
görülüyordu - gerek Arnulfi işletmesinde gerek ara sıra
şehirde dolaşırken çok işine yarayan bir ara durumdu bu.
Tabii belli durumlarda bu alçakgönüllülük kokusunu
kullanmak .engelleyici oluyordu. Druot bir şeyler alıp
getirmekle görevlendirdiğinde, ya da kendisi için bir
tüccardan biraz zabat ya da birkaç tane misk alacak
olduğunda bu dört dörtlük dikkati çekmezliği yüzünden
dükkânda ya hiç bakmıyorlar, bakıyorlarsa da ya yanlış bir
şey veriyorlar, ya da istediğini getirmeyi unutuyorlardı.
Böyle durumlar için daha keskin, hafif terimsi bir parfüm
hazırlamıştı, kokusal pürüzleri, yontulmamışlıkları olan bir
193
şeydi bu, ona daha derbeder bir görünüm veriyor,
insanların, acelesi olduğunu, hemen yetiştirmesi gereken
işler peşinde koştuğunu sanmasını sağlıyordu. Belli bir
ölçüde dikkati çekmek istediği zamanlar başarısını gördüğü
koku ise, yağlı bir çarşafı taze ördek yumurtalarıyla
ekşimeye başlamış buğday hamurundan oluşan bir macunla
enfleura-ge’dan geçirerek tıpatıp taklit etmeyi becerdiği,
Druot’nun aura seminalis’inin kokuşuydu.
Teçhizatmdaki başka bir parfümse, orta yaşlı ve yaşlıca
kadınlarda çok iyi sonuçlar aldığı, acıma uyandırıcı bir
kokuydu. Sulu sütle temiz, yumuşak tahta kokuşuydu bu.
Grenouille bunu sürünmüşse -tıraşsız, asık suratlı, paltosu
sırtında bile olsa— ceketi lime lime olmuş, yardıma ihtiyacı
olan, zavallı, solgun yüzlü bir oğlanmış etkisini bırakıyordu.
Pazarcı kadınlar kokusunu aldıklarında ona fındık fıstık,
armut kurusu veriyorlardı, çünkü onlara göre aç karnına,
çaresiz dolaşır gibi bir hali vardı. Kasabın, aslında
acımasızlık kertesinde katı bir cadaloz olan karısı bile,
bayat, kokmuş balık ve kemik artıklarını ayırıp bedavadan
almasına izin veriyordu, çünkü ana yüreğini kabartıyordu
Grenouille’in masumluk kokusu. Bu kokulardan ise, alkolle
doğrudan doğruya damıtma yöntemiyle, mutlaka yalnız
olmayı, insanların ondan uzak durmasını istediği zamanlar
yaydığı bir kokunun ana bileşenlerini elde etmişti.
Çevresinde ihtiyar, bakımsız ağızların hohladığına
benzeyen, hafif tiksindirici bir hava, bir kokuşma izlenimi
yaratıyordu bu koku. O kadar etkiliydi ki, aslında pek güç
beğenir olmayan Druot bile elinde olmadan yüzünü
çeviriyor, soluğu dışarıda alıyordu, tabii kendisini gerçekten
iten şeyin ne olduğunu açık seçik bilmeden.
Uzaktutucu’dan birkaç damla, şöyle kulübenin eşiğine
damlattı mı, yetiyordu içeri girebilecek, insan olsun hayvan

194
olsun her varlığı geri püskürtmeye.
Durumun gereğine göre elbise değiştirir gibi
değiştirdiği ve hepsi insanların dünyasında kılma halel
gelmeden yaşamasına, gerçek kimliğinin anlaşılmamasına
yarayan bu çeşitli kokuların koruyucu kanadı altında artık
gerçek tutkusuna verebilirdi kendini: Kokuları daha bir
incelik, ustalıkla avlamak. Burnunun ucunda büyük bir
hedefi, bir yıldan fazla da zamanı olduğundan, silahlarını
bileme, tekniklerini geliştirme, yöntemlerini yavaş yavaş
yet-kinleştirme işine yalnız öğrenme ateşiyle yanarak değil,
aynı zamanda son derece ölçüp biçerek, dizgeli davranarak
girişti. Baldini’nin yamndayken gelip durduğu noktadan,
cansız nesnelerin kokusunu elde etmekten yola koyuldu:
taş, metal, cam, odun, tuz, su, hava...
O zamanlar, damıtma denen kaba saba yöntemle bir
güzel çuvalladığı şey, şimdi yağların yüksek özümleme gücü
sayesinde gerçekleşiyordu. Serin küflü, kararmış kokusu
hoşuna giden bir pirinç kapı tokmağını birkaç gün sığır
yağına buladı Grenouille. Ne görelim, kazıyıp sınadığında,
çok hafifçe de olsa düpedüz aynı o tokmak gibi kokuyordu
yağ. Hatta alkolde lavage’dan geçirildikten sonra bile
kalıyordu koku, gerçi sonsuz derecede hafif, uzak, alkolün
buharıyla örtülmüş, dünyada olsa olsa ancak Grenouille’in
has burnuyla algılanabilir haldeydi - ama gene de vardı işte,
yani: En azından ilke olarak ele geçirilebilir bir şeydi. Elinde
on bin kapı tokmağı olsa da bunları bin gün sığır yağına
bulanmış tutabilse, pirinç kapı tokmağı kokusunu taşıyan
küçücük bir damla Essence Absolue elde edebilirdi, bu da
öyle kuvvetli bir koku olurdu ki, herkesin burnunun
dibinde, varlığını yadsıyamayacağı bir kapı tokmağı
yanılsaması belirirdi.
Aynı şeyi, kulübesinin karşısındaki zeytinlikte bulduğu

195
bir taşın gözenekli, kireçsi kokusuna uyguladığında da
başarılı oldu. Mazeration’a tuttuğu taştan elde ettiği bir
tutamak taş pomadındaki sıfıra yakın koku çok eğlendirdi
onu. Bu kokuyu, kulübesinin çevresinden sağladığı çeşit
çeşit başka kokuyla birleştirerek yavaş yavaş, Fransisken
manastırının arkasındaki o zeytinliğin küçük bir kokusal
modelini kurdu, zeytinliği minicik bir flakonda yanma
alabiliyor, canı çektiğinde bir koklayışla yeniden
yaratabiliyordu.
Ortaya koydukları, tabii kendisinden başka kimsenin
değerini bilemeyeceği, hatta farkına bile varamayacağı,
virtüözce işlenmiş koku hünerleri, harika güzellikte
küçücük oyunlardı. Onunsa sevinçten aklı başından
gidecek gibi oluyordu böyle anlamsız yetkinlik ürünleri
doğdukça; ömründe ne daha önce yaşamıştı, ne daha sonra
yaşayacaktı bu oyun oynarcasına bir heves içinde kokudan
manzaralar, natürmortlar, tek nesne resimleri yarattığı
sürece tattığına benzeyen, gerçekten masumca bir
mutluluğu.
Kış sinekleri avlıyordu, kurtçuklar, sıçanlar, küçücük
kediler, sonra sıcak yağda boğuyordu bunları. Geceleri
gölge gibi ahırlara giriyor, inekleri, keçileri, domuz
yavrularını birkaç saatliğine, don-yağı sürülmüş bezlerle
örtüyor ya da sıvıyağa batırılmış sargılarla sarıyordu. Ya da
bir koyun ağılına sokulup gizlice bir kuzu kırpıyor, sonra
kokulu yününü alkolde yıkıyordu. Sonuçlar başlangıçta
daha pek doyurucu değildi. Çünkü tokmak, taş gibi sabırlı
nesnelere benzemiyordu hayvanlar, kokularını pek direne
direne veriyorlardı. Domuzlar sargılarını domuz damının
direklerine sürte sürte çıkarıyordu. Koyunlar geceleyin
elinde bıçak yaklaştığında bağırıyordu. Anlayışsız inekler
sallayıp atıyordu memelerine sargılı yağlı bezleri. Tuttuğu

196
birkaç böcek, tam işlemden geçireceğinde, iğrenç kokulu
sıvılar salgılamıştı, sıçanlarsa korkudan olacak, o kokusal
yönden hassas mı hassas pomatlarına sıçıyordu. Kokularını
yakınmadan, ya da çok çok sessiz bir iç çekmeyle veren
çiçeklere hiç mi hiç benzemeyen bu hayvan takımı,
mazeration uygulayacak olursa dehşet içinde ölüme karşı
durmaya çalışıyor, kesinlikle karışıp dibe gitmek istemiyor,
çırpınıyor ve bu arada hiç beklenmeyecek miktarda korku
teri, ölüm teri çıkarıyordu; ter de asit düzeyini yükseltip
bozuyordu sıcak yağı. Tabii doğru dürüst çalışılmıyordu
böyle olunca. Nesnelerin debelenmesi önlenmeliydi, hem
de öyle birdenbire olmalıydı ki bu iş, korkmaya ya da
direnmeye fırsat bulamasınlardı. Öldürmesi gerekiyordu
onları.
Bunu ilk olarak küçük bir köpek üzerinde denedi.
Karşıda mezbahanın önünde duran yavruyu bir et
parçasıyla annesinin yanından ayartıp atölyeye kadar çekti,
sonra da hayvan sevinçten soluğunu şaşırmış bir halde
Grenouille’in sol elindeki eti kapmaya çalışırken, sağ elinde
tuttuğu bir odunu kısa, sert bir vuruşla ense köküne indirdi.
Ölüm öyle ansızın gelmişti ki küçük köpeğin üstüne,
ağzının kenarlarındaki, gözlerindeki mutluluk ifadesi
kaybolmamıştı bile; Grenouille onu kokulama odasında, iki
yağ levhası arasında bir ızgaraya yatırıp saf, korku teriyle
lekelenmemiş köpek kokusunu yaymaya bıraktığında. Tabii
dikkat etmek gerekiyordu! Leşler de, toplanmış çiçekler
gibi, çabuk bozulurdu. Bu yüzden Grenouille kurbanının
başında nöbet tuttu, bir on iki saat süreyle, köpeğin
vücudundan gerçi hoş olan, ama saflığı bozan leş
kokusunun ilk iplikleri yayılmaya başlayana kadar. Hemen
kesti enfleurage’ı, leşi yok etti, çıkan birazcık yağı bir kaba
koyup dikkatle alkol banyosundan geçirdi. Alkolü bir

197
yüksük dolusu kalıncaya kadar damıttı, sonra aldığı bu
ürünü ufacık bir cam tüpe koydu. Parfüm basbayağı nemli,
yağı taze, biraz da keskin köpek tüyü kokuyordu, hem de
ne kuvvetli bir kokuydu bu! Grenouille kokuyu gidip de
mezbahanın önündeki dişi köpeğe koklatınca hayvan
sevinçten ulumaya, kuyruk sallamaya başladı, burnunu
tüpten ayırmak istemiyordu. Grenouille ise parfümün
ağzını kapayıp cebine soktu ve uzun zaman, ilk kez canlı bir
varlığın kokan ruhunu çaldığı bu ilk zafer gününün anısına,
üstünde taşıdı.
Sonra usul usul, en büyük dikkatle insanlara yanaştı.
Önce güvenli bir uzaklıktan, geniş örgülü bir ağ atarcasına
seçiyordu avını, çünkü onun için önemli olan çok avlamak
değil, av yönteminin ilkesini sınamaktı.
Hazırladığı o hafif dikkati çekmezlik kokusuyla
gözlerden korunmuş olarak, ‘Quatre Dauphins’
lokantasında akşamleyin müşterilerin arasına karışıp
sıraların, masaların altına, gizli köşelere yağ içmiş küçücük
bez parçaları iliştirdi. Bunları birkaç gün sonra toplayıp
kokladı. Gerçekten her türlü mutfak buğusunun, tütün
dumanının, şarap kokularının yanında bir parça da insan
kokusu veriyorlardı. Ama çok belirsiz, çok örtük kalıyordu
bu koku, kişisel bir şey olmaktan çok, genel bir ağır hava
izlenimi taşıyordu. Buna benzer, ama daha saf, yüce bir
terleyişe doğru kertelenmiş bir kitle halesiniyse katedralde,
24 Aralık’ta sıraların altına döşediği örnek bezciklerini 26
Aralık’ta, üzerlerinden en az yedi ayin geçtikten sonra
topladığında kazandı: Kıç terinin, aybaşı kokusunun, serin
diz oyuklarının, kasılmış ellerin, bir ağızdan ilahi söyleyen,
avemaria inleyişli gırtlaklardan çıkan soluklarla, iç kaldıran
günnük, mür durmanıyla karışmasından doğan, tüyler
ürpertici bir koku çorbası resmolmuştu yağlı bezlere:

198
bulanık, çizgileri belirsiz, yoğunluğu mide bulandıran, ama
gene de başka bir şeyle karıştırılmaz biçimde insan kokan
bir koku.
İlk bireysel kokuyu, Charite hastanesinde ele geçirdi
Grenouille. Yeni frengiden ölmüş bir saraç kalfasının, içinde
iki ay sarınıp yattığı, aslında yakılmaya ayrılmış çarşafını
çalmayı başardı. Çarşaf saracın kendi yağım öylesine
çekmişti ki, yaydığı kokuları bir enfleurage macunu gibi
tutmuştu, doğruca lavage’a alınabilirdi. Sonuç hortlakça bir
ürün oldu:
Alkolle çözeltinin içindeki saraç, ölülerin arasından
ayrılıp Grenouille’in burnu önünde kokusal yoldan dünyaya
döndü, her ne kadar kendisine can veren yöntemin garipliği
ve hastalığından kalan bir sürü miyazma yüzünden biçimi
bozulmuş, bir hayale dönmüşse de, bireysel bir koku resmi
olarak pekâlâ tanınır gibiydi: otuz yaşında, kısa boylu,
sarışın, basık burunlu, kolları bacakları kısa, ayakları
düztaban ve peynir kokulu, cinsel organı şişmiş, öfkesi
burnunda, ağzı bayat bayat kokan bir adam. Güzel bir adam
değildi, koku bakımından güzel değildi bu saraç, değmezdi
o küçük köpek gibi uzun zaman saklamaya. Gene de bütün
bir gece, kokudan bir hortlak gibi kulübesinde alıkoydu
Grenouille onu, başka bir insanı çevreleyen haleyi gücü
altına almanın verdiği mutluluğu, derin doyumu tatmak
için. Ertesi gün döktü.
O kış günlerinde bir deney daha yaptı. Şehri dolaşan
dilsiz bir dilenci kadına, çıplak derisinde bir gün boyunca
çeşitli sıvı ve katı yağ karışımlarına daldırılmış bez parçaları
taşıması için bir frank verdi. Böylece ortaya çıktı ki, kuzu
böbreği yağı ile birkaç kere süzülmüş domuz ve inek yağını
iki-beş-üç oranında karıştırıp az miktarda ilkyağ katarak
elde ettiği macun, insan kokusunun sinmesi bakımından en

199
uygun olanıydı. Grenouille bu işi burada bıraktı. Herhangi
canlı bir insanı hepten ele geçirip parfümünü çıkarma
işlemine girmeye gerek görmedi. Böyle bir şeyin hep belirli
tehlikesi vardı, hiç de yeni bir bilgi sağlamazdı. Bir insanın
kokusunu çalma tekniklerini artık avucunun içi gibi
öğrendiğini anlamıştı, kendi kendine bir daha kanıtlaması
gerekmezdi.
Zaten genel olarak insanın kokusu da umurunda
değildi. İnsan kokusunu, yerinelik maddeler kullanarak da
yeterince taklit edebiliyordu. Onun istediği, belirli
insanların kokuşuydu: o çok seyrek olan, aşk uyandıran
insanların kokusu. Böyleleriydi onun kurbanları.

XXXIX

Dul Bayan Arnulfi, birinci kalfası Dominique Druot’yla


ocak ayında evlendi. O da böylece Maitre Gantier et
Parfumeur unvanına yükseldi. Loncadaki ustalara büyük,
kalfalara daha mütevazi bir yemek verildi. Madam artık
Druot’yla resmen paylaştığı yatağına yeni bir şilte aldı,
renkli gardrobunu açtı. Bunun dışında her şey eskisi gibi
kaldı. Eski, iyi Arnulfi soyadı, bölüşmediği serveti, işin mali
yönetimi ve bodrum anahtarı onda kaldı; Druot her gün
cinsel görevlerini yerine getiriyor, sonra şarap içip
serinlemeye gidiyor, Grenouille ise artık madanım birinci ve
tek kalfası olmasına karşın, yapılacak işlerin büyük
bölümünü değişmeyen kıt ücret, az yemek, kuru yatak
karşılığı yapıyordu.
Yıl sarı bir yaşamba seliyle, sümbüller, menekşeler ve
insanı uyuşturan nergislerle başladı. Martta bir pazar günü
-Grasse’a gelişinin üstünden bir yıl geçmiş olmalıydı-

200
Grenouille, şehrin öbür ucunda, surun arkasındaki bahçede
işlerin ne âlemde olduğuna bakmak için yola çıktı. Bu kez
kokuya hazırlıklıydı, kendisini neyin beklediğini oldukça iyi
biliyordu... Gene de, daha Porte Neuve’de, surun oraya olan
yolun henüz yarısını gitmişken, kızın kokusunu aldığında
kalbi çarpmaya başladı, damarlarında kanın mutluluktan
kıpır kıpır ettiğini hissetti: Kız yerindeydi, o eşsiz
güzellikteki bitki, kışı hiçbir zarar görmeden geçirmiş,
dallarına su yürümüş, büyümekte, gelişmekte, en
görkemlisinden çiçekler açmaktaydı! Kokusu beklediği gibi.
zarafetinden bir şey yitirmeden daha bir kuvvetlenmişti.
Daha bir yıl önce hafif hafif çiller, damlalar gibi bu yayılan
koku şimdi sanki kıvamlanıp, bin renkte ışıldayan, ama
gene de her rengi bir arada kalan, kopmayan, hafif macunsu
bir akıntıya dönüşmüştü. Ve bu kokunun gittikçe güçlenen
bir kaynaktan beslendiğini saptıyordu Grenouille sevinç
içinde. Bir yıl daha, yalnız bir yıl daha, yalnız on iki ay, o
zaman bu kaynak taşacaktı, o zaman gelip eline alabilir,
yabansı yabansı saçtığı kokuyu tutabilirdi.
Duvar boyunca, arkasında bahçenin bulunduğu o belli
yere kadar yürüdü. Kız anlaşılan bahçede değil evde,
pencereleri kapalı bir odada idi, ama kokusu yumuşak bir
rüzgâr gibi esiyordu surdan aşağı. Grenouille hiç
kımıldamadan duruyordu. İlk duyduğu günkü gibi
sarhoşlamış ya da sersemlemişti. Taptığı kızı uzaktan
dinleyen ya da gözleyen, bir yıl sonra da alıp evine
götüreceğini bilen bir âşığın duyduğu mutlulukla iyice
dolmuştu. Gerçekten Grenouille, tek başına yaşayan kene,
iğrenç gulyabani, hiçbir zaman sevgi duymamış, hiçbir
zaman sevgi uyandıramamış gayrı-insan Grenouille o mart
günü Grasse şehrinin suru karşısında dikilmiş seviyordu ve
sevgisi, ta derinlerine kadar ulaşan bir mutluluk yayıyordu

201
içine.
Tabii, bir insanı, sözgelimi orada sur ardındaki evde
yaşayan kızı seviyor değildi. Kokuyu seviyordu. Yalnız onu,
başka hiçbir şeyi değil, üstelik onu da, ilerde kendinin
olacak koku olarak seviyordu. Bir yıl geçince alıp
götürecekti, yaşamını ortaya koymacasına ant içiyordu
bunu yapacağına. Bu acayip anttan, ya da nişandan,
kendisine ve gelecekteki kokusuna verdiği bağlılık
sözünden sonra pürne-şe oradan ayrıldı, Porte du
Cours’dan şehre döndü.
Gece, kulübesinde yatarken içinde yükselen ayartmaya
karşı duramayıp kokuyu belleğinden bir daha çekip çıkardı,
içine gömülüp okşadı onu, kendini kokunun okşamalarına
bıraktı, öyle iç içe, öyle düşsel bir yakınlık yaşadı ki, sanki
daha şimdiden, gerçekten onun olmuştu koku, onun
kokusu, onun kendi kokuşuydu, onu kendinde seviyor,
kendini onunla seviyordu, uzunca süren, nefis bir
sarhoşluğa daldı böylece. Bu kendine âşıklık duygusunun
uyuduğunda da yanında olmasını isterdi. Ama tam
gözlerini kapamış, uyumasına çok çok bir soluk alımı
zaman kalmıştı ki terk etti duygu onu, birdenbire yok oldu,
yerini kulübenin soğuk keskin keçi ahırı kokusu aldı.
Grenouille dehşetle irkildi. “Ne olacak?” diye düşündü,
“sahip olacağım bu koku... ya da koku bitince ne olacak?
Bütün kokuların sonsuz olduğu anılar dünyasına
benzemiyor bu iş. Gerçek koku kendini dünyaya harcıyor.
Uçucu bir şey bittiği zaman onu aldığım kaynak da çoktan
kurumuş olacak. Eskisi gibi çıplak kalacağım, gene
uydurma kokularımla idare etmeye çalışacağım. Hayır,
eskisinden de berbat olacak! Çünkü bu arada onu, kendi
şaheser kokumu tanımış, takınmış olacağım, bir daha da
unutamayacağım, çünkü ben hiçbir kokuyu unutmam.

202
Demek ömür boyu ancak onun anısıyla yaşayabileceğim,
şimdiden olduğu gibi, şimdi de bir an için o kokuya sahip
olacak olan bir benin ön-anısıy-la yaşadığım gibi... Peki
öyleyse ne diye ihtiyacım olsun bu kokuya?”
Bu düşünce hiç mi hiç hoşuna gitmemişti
Grenouille’in. Daha elinde olmayan kokuyu eline geçirdiği
zaman yeniden kaybedeceğinin kaçınılmazlığı ölçüsüz bir
korku uyandırıyordu içinde. Ne kadar giderdi? Birkaç gün?
Bir iki hafta? Belki, çok tutumlu sürünürse bir ay? Ya sonra?
Kendini şişedeki son damlaları silkelerken, flakonu, en
küçük bir artığın bile boşa gitmemesi için alkolle yıkarken
gördü, sonra da sevgili kokusunun sonsuza kadar bir daha
geri getirilemez biçimde uçup gittiğini gördü, burnuyla
duydu. Yavaş yavaş can çekişerek ölmeye benzer bir şey,
boğulmanın bir çeşit tersi, kendi benliğinin bu pis dünyaya
yavaş yavaş, eziyet vere vere çıkıp buharlaşması olacaktı bu.
Urperdi. Tasarılarından cayma, çıkıp geceye karışma,
başını alıp gitme isteği sarıverdi içini. Karlı dağları aşacaktı,
dinlenmeden, yüz mil gidip Au-vergne’nin içlerine
ulaşacak, orada eski mağarasına girip ölümüne uyuyacaktı.
Ama yapmadı. Oturduğu yerde kalıp, ne kadar kuvvetli
olursa olsun, isteğine boyun eğmedi, çünkü alıp başını
gitmek ve bir mağaraya sığınmak eskiden beri isteğiydi.
Çoktan bildiği bir şeydi. Ama daha bilmediği, bir insan
kokusuna, surun ardındaki kızınki gibi şahane bir kokuya
sahip olmaktı. Bu kokunun mülkiyeti, hemen ardından
kaybı ile korkunç derecede pahalı ödeyeceğini bilse de,
mülkiyeti ve kaybı, ikisinden de bir kalemde vazgeçmekten
daha çekici görünüyordu gözüne, çünkü ömrü boyunca hep
vazgeçmişti. Ama sahip olduğu, kaybettiği olmamıştı daha
hiç.
Yavaş yavaş kuşkuları, onlarla birlikte de titremesi

203
geçti. Sıcak kanın içini yeniden canlandırdığını, karar
verdiği şeyi yapma istencinin yeniden üzerinde egemen
olduğunu hissetti. Hem öncekinden de güçlü biçimde,
çünkü artık salt bir isteyişten değil, aynı zamanda
düşünülüp tartılmış bir karardan doğuyordu. Kendi içinde
kuruyup gitmek ya da kendini aşağı bırakmak arasında bir
seçim yapmak durumunda kalan kene Grenouille, ikincisini
seçmişti, hem de bu düşüşün son düşüşü olacağını pek iyi
bile bile. Gene döşeğine uzandı, sımsıcak bir duyguyla ot
yatağına, sımsıcak bir duyguyla yorganının altına girdi ve
pek bir kahraman göründü kendi gözüne.
Ama bu kaderci-kahramanca duygu onu uzun zaman
doyuracak olsaydı, Grenouille zaten Grenouille olmazdı.
Böyle bir duyguyla yetinemeyecek kadar güçlüydü kendini
saydırma istenci, ileriydi düzenbazlığı, işlekti zekâsı.
Tamam surun arkasındaki o kızın kokusuna sahip olmaya
kesin karar vermişti. Kokuyu birkaç hafta sonra kaybeder,
kendi de bu kayıba dayanamayıp ölürse, o da tamamdı.
Ama daha iyisi ölmemek, gene de kokuyu elinde tutmak, ya
da kaybını olabildiğince geciktirmekti. Dayanıklı bir hale
getirmeliydi. Kimliği bozulmadan uçuculuğu giderilmeliydi
bu da bir parfümcülük sorunuydu.
Kokular vardır, on yıllarca durur. Misk sürülmüş bir
dolap, tarçın yağı içirilmiş bir deri, bir amber yumrusu,
sedir ağacından bir kutu koku bakımından ölümsüze yakın
şeylerdir. Başka kokularsa, lim yağı, bergamot, nergis özü,
tutya özü ve daha birçok çiçek kokusu, saf biçimde, kendi
başlarına açık havaya çıkarılırsa birkaç saat içinde uçuverir-
ler. Parfümcü bu yazgıya çok uçucu kokuları kalıcı olanlara
bağlayarak, yani bir yerde onlara, özgürlük atılımlarını
dizginleyen kelepçeler takarak engel olur ki bu işin de
hüneri kelepçeleri, bağlanan koku özgürmüş izlenimi

204
verecek kadar gevşek tutmak, ama kaçıp gidemeyeceği
kadar sıkmaktadır. Grenouille bir kere bu hüneri, tutya yağı
hazırlarken en yetkin biçimde göstermiş, tutyanın ölümlü
kokusunu azıcık miktarlarda zabat, vanilya, labdanum ve
selviyle bağlamış, böylece layık olduğu üzere koklanabilir
hale getirmişti. Buna benzer bir şeyi kızın kokusuna
uygulamak niçin mümkün olmasındı? Bütün kokuların en
değerlisini, en kırılganını ne diye saf haliyle kullanıp çarçur
etsindi? Ne hoyratlık? Ne eşi görülmemiş kabalık? Elmas
tıraşsız bırakılır mıydı? İnsan altını boynuna külçe halinde
mi takardı? Sanki o, Grenouille, Druot ve bütün öbür kızgın
yağ ehli, damıtıcı güruhu, çiçek katilleri gibi ilkel bir koku
haydutu muydu? Yoksa dünyanın en büyük parfümcüsü
filan değil miydi?
Bunu daha önce düşünmemiş olmanın dehşetiyle elini
alnına vurdu: Tabii ham biçimde kullanılamazdı bu biricik
koku. Onu en değerlisinden bir taş gibi kaşa oturtmalıydı.
Kokulardan bir alınlık işlemeliydi, en gözde yerinde de,
hem başka kokulara bağlanmış, hem onlara egemen
biçimde, kendi kokusu parıldamalıydı. Zanaatın bütün
kurallarına uygun bir parfüm yapacaktı, bu parfümün can
alıcı tonu ise, surun arkasındaki kızın kokusu olacaktı.
Alınlığın yan taşları olarak, temel tonu, orta tonu, üst
tonu, uç kokusu, saptayıcısı olarak tabii ne misk ne zabat,
ne gülyağı, ne neroli uygundu, orası kesindi. Böyle bir
parfüm için, bir insan parfümü için başka hammaddeler
gerekliydi.

XXXX

Aynı yılın mayısında Grasse ile doğusundaki Opio

205
kasabası arasında yarı yolda bir gül bahçesinde on beş
yaşında bir kızın çıplak cesedi bulundu. Başının arkasına
vurulun bir topuzla öldürülmüştü. Bulan köylü gördüğü
şeyin korkunçluğundan öyle afallamıştı ki, polis komiserine
sesi titreyerek ömründe bu kadar güzel bir şey görmediğini
söyleyince -aslında o kadar feci bir şey görmediğini
söylemek istiyordu— az kalsın kuşkuları kendi üzerine
çekecekti.
Kız gerçekten olağanüstü güzellikteydi. Hani o durgun
türden, koyu baldan yoğrulmuşa benzer, düzgün, tatlı ve
felaket yapışkan; ağırca bir el hareketiyle, bir saç
savuruşuyla, bakışlarındaki yavaş, tek bir kamçı sallayışıyla
bulundukları yeri egemenlikleri altına alan ve bu arada bir
kasırganın merkezinde dururmuşçasma dinginliklerini
bozmayan; erkeklerin de kadınların da özlemlerini,
gönüllerini çelen kendi çekim güçlerinin sözümona
farkında olmayan tür kadınlardandı. Ve genç, gepgenç bir
kızdı, türünün çekiciliği henüz pelteleşecek kadar
koyulmamıştı üzerinde. Daha o ağır kolları bacakları
düzgün, sıkı, göğüsleri dipdiriydi, siyah, geniş yüzünde
dupduru çizgiler, gizli mi gizli köşeler vardı henüz. Tabii
saçları gitmişti. Katil saçlarını da elbiselerini de kesip
götürmüştü.
Çingenelerden kuşkulanıldı. Çingenelerden her şey
beklenirdi. Çingeneler bilindiği gibi eski elbiselerden pala
dokur, insan saçıyla yastıklarını doldurur, asılanların
derisinden, dişlerinden küçük bebekler yapardı. Böyle
sapıkça bir cinayeti ancak Çingeneler işlemiş olabilirdi. Ne
var ki çevrede Çingene yoktu o sıra, ne yakında ne uzakta;
Çingeneler oralardan en son aralık ayında geçmişlerdi.
Çingene bulamayınca italyan göçmen işçilerden
kuşkulandılar. Ama İtalyanlar da yoktu ortada, onlar için

206
mevsimin gelmesine daha çok vardı, ancak haziranda,
yasemin toplamaya gelirlerdi oralara; öyleyse onlar da
yapmış olamazdı. Sonunda perukacılara geldi sıra,
işyerlerinde öldürülen kızın saçı arandı. Boşuna. Sonra
Yahudilerdir dendi, sonra Benedikt manastırındaki sözde
şehvet düşkünü -tabii hepsi yetmişini aşmış olan— keşişler,
sonra Sistersienser keşişleri, sonra Masonlar, sonra
Charite’nin akıl hastaları, sonra kömürcüler, sonra
dilenciler, en sonunda da ahlaksız soylular, özellikle Cabris
markisi, çünkü üçüncü kez evlenmişti ve söylendiğine göre
sarayının bodrumlarında şehvet ayinleri yapıyor, erkekliğini
güçlendirmek için bakire kanı içiyordu. Tabii somut bir
kanıt çıkmadı ortaya. Cinayeti gören olmamış, ölünün
elbiseleri, saçları bulunamamıştı. Birkaç hafta sonra
araştırmaları kesti polis komiseri.
Haziran ortasında çiçek toplayarak para kazanmaya
italyanlar geldi; birçoğu aileleriyle birlikte. Çiftçiler iş verdi
onlara gerçi, ama geçmiş cinayeti düşünerek karılarına,
kızlarına, yanlarına yanaşmayı yasakladılar; ne olur ne
olmazdı. Çünkü her ne kadar göçmen işçiler o cinayetten
sorumlu değildiler ama, ilkece olabilirlerdi de; bu yüzden
onlara karşı tetikte olmak en doğrusuydu.
Yasemin hasadı başlayalı çok olmamıştı ki iki cinayet
daha işlendi. Kurbanlar gene güpgüzel kızlardı, gene o
siyah saçlı, durgun türdendiler, gene çıplak ve saçları
kesilmiş olarak, başlarının arkasında vuruş yarasıyla çiçek
tarlalarında bulunmuşlardı. Gene hiçbir iz yoktu katilden.
Haber yıldırım hızıyla yayıldı, tam göçmen ahaliye karşı
düşmanca eylemler başlamak üzereydi ki öldürülenlerin
ikisinin de İtalyan, Cenovalı bir gündelikçinin kızları
olduğu anlaşıldı.
Korku yayılmıştı şimdi yöreye, insanlar yılgınca

207
öfkelerini kime yönelteceklerini bilemiyorlardı. Gerçi hâlâ
delilerden ya da o tuhaf markiden kuşkulananlar vardı; ama
öyle pek kimsenin inanacağı gelmiyordu buna, çünkü
deliler gece gündüz gözetim altındaydı, markiyse ta ne
zaman önce Paris’e gitmişti. Böyle olunca saflar sıklaştırıldı.
Çiftçiler o zamana kadar tarlalarda geceleyen göçmenlere
samanlıklarını açtılar. Kentliler her mahalleye gece
devriyesi koydular. Polis komiseri kapılardaki nöbetleri
pekiştirdi. Gene de bütün çabalar bir işe yaramadı. Çifte
cinayetten birkaç gün sonra, aynı öncekilerin durumuna
sokulmuş bir kız daha bulundu. Bu seferki Piskopos
sarayında çalışan Sardunyalı bir çamaşırcıydı, Fontaine de
la Foux’nun büyük havuzuna yakın bir yerde, hani hemen
kent kapılarının önünde öldürülmüştü. Her ne kadar şehir
meclisi üyeleri korkuya kapılan kentlilerin sıkıştırmasıyla
başka önlemler aldılarsa da kapılarda çok çok sıkı
denetlemeler, gece nöbetlerinin arttırılması, bütün kadın
kişiler için karanlık bastıktan sonra sokağa çıkma yasağı yaz
boyu bir genç kız cesedinin bulunmadığı tek hafta geçmedi.
Hep de yeni kadın olmaya başlamış kızlardı, hep en
güzellerinden, hep o siyah saçlı, ağdalı türden. Gerçi katil,
yerli halk arasında yaygın olan yumuşak, beyaz ciltli ve
biraz iri kız türünü de ihmal etmiyordu. Hatta son
zamanlarda -çok zayıf olmamak koşuluyla- esmerler, hatta
kumrallar da ağına düşer olmuştu. Nerede olsalar
buluyordu, yalnız Grasse’ın çevresinde değil, şehir içinde,
hatta evlerinde bile. Bir marangozun kızı beşinci kattaki
odasında öldürülmüştü; evdekilerden kimse en ufak bir
gürültü duymamış, başka zaman olsa her yabancının
kokusunu alıp havlayan köpekler ses çıkarmamıştı. Katil ele
gelmez, vücutsuz, hortlak gibi biri olsa gerekti.
İnsanlar küplere bindi, yönetime sövüp saydı. En

208
küçük bir söylentiden kalabalıklar birikiyordu. Sevda tozu
ve benzeri şarlatan ilaçları satan bir gezgin satıcı neredeyse
linç edilecekti, çünkü ilaçlarında öğütülmüş kız saçı olduğu
ileri sürülmüştü. Hotel de Cabris ile Charite hastanesine
kundak sokuldu. Kumaş tüccarı Alexandre Misnard kendi
evinin hizmetçisini, bir gece hizmetçi geç vakit eve
döndüğünde, meşhur katil geliyor sanarak vurup öldürdü.
Gücü yeten, yeni yetişen kızını uzaktaki akrabalarının
yanına, ya da Nis, Aix ya da Marsilya’daki yatılı okullara
gönderiyordu. Şehir meclisinin direnmesi üzerine polis
komiseri görevinden alındı. Yerine gelen, saçsız dilberleri
bir hekim kuruluna denetletip kızlık durumlarına baktırdı.
Hepsinin de el değmemiş halde olduğu anlaşıldı.
Gariptir ki bunu öğrenmek duyulan dehşeti azaltacağı
yerde arttırdı, çünkü herkes açıkça söylemeşe de kızların
ırzına geçilmiş olacağını varsay-mıştı. Öyle olsaydı en
azından bir dürtüsü anlaşılmış olacaktı katilin. Şimdi
kimsenin aklı bir şeye ermiyordu, çaresiz kalmışlardı. Artık
Tann’ya inanan duaya sığınıyor, hiç değilse kendi evini
şeytanın şerrinden koruması için yalvarıyordu.
Şehir meclisi Grasse’ın en zengin, en saygın bü-yük-
kentsoylularıyla soylularından oluşan, çoğunluğu aydın
görüşlü, kilise karşıtı, gerçi piskoposa iyi bir adam diye
şimdiye kadar ilişmemiş, ama manastırları depo ya da
fabrika yapmak için de içleri giden, otuz kişilik bir kuruldu;
meclisteki bir mağrur, güçlü baylar çaresizliklerinden, işi
Monseigneur Piskopos’a etek yalayıcı bir dilde kaleme
alınmış bir dilekçe gönderip dünyasal idarenin ele geçire-
mediği kız katili canavarları —öncülü piskopos
hazretlerinin 1708 yılında, o sıralar ülkeyi tehdit eden
korkunç çekirgeler için yaptığı üzere- lanetleyip aforoz
etmesini rica etmeye kadar vardırdılar. Gerçekten de eylül

209
sonunda, o zamana kadar her halk kesiminden, en
güzellerinden yirmi dördün üstünde genç kız kırıp geçmiş
olan Grasse’lı kız katili hem yazılı duyurular asılarak hem
de sözlü olarak şehrin bütün vaaz kürsülerinden, bu arada
Notre Dame du Puy’nün kürsüsünden bizzat piskoposça,
törenli bir biçimde lanetlendi ve aforoz edildi.
Başarı büyüktü. Cinayetlerin bir günden öbürüne ardı
kesildi. Ekim, kasım ayları cesetsiz geçti. Aralık başında
Grenoble’dan, bu kez de oralarda, kurbanlarını boğup
elbiselerini lime lime ederek üstlerinden alan, başlarından
tutam tutam saçlarını yolan bir kız katilinin dolaştığı
haberleri geldi. Her ne kadar bu kasabada cinayetlerle
Grasse’ta titizce işlenenler arasında bir uyuşma yoktuysa da
herkes bir ve aynı katilin söz konusu olduğundan emindi.
Grasse’lılar cani artık kendi şehirlerinde değil, yedi günlük
yoldaki Grenoble’da azıyor diye derin bir soluk alıp üç kere
haç çıkardılar. Piskoposun şerefine bir fener alayı
düzenlediler, 24 Aralıkta da büyük bir şükran ayini yaptılar.
Sıkılaştırılmış olan güvenlik önlemleri 1 Ocak 1766’da
gevşetildi, kadınların gece sokağa çıkma yasağı kaldırıldı.
İnanılmaz bir hızla normale döndü kamu hayatı da, özel
hayat da. Korku bir anda üflenmiş gitmiş gibiydi. Kimse
daha birkaç ay önce kenti ve çevresini saran dehşetten söz
etmiyordu artık. Ölenlerin ailelerinde bile konuşulmaz
olmuştu konu. Sanki piskoposun laneti yalnız katili değil,
anısını da silip atmıştı. İnsanların da işine geliyordu böylesi.
Yalnız, o mucizevî çağa yaklaşan kızı olanlar hâlâ
gözlerini kızlarının üzerinde bulunduruyorlar, akşam
olurken yüreklerine bir korku giriyor, sabahları kızı sağ
salim bulduklarında ise mutlu oluyorlardı - tabii bu
mutluluğun nedenini kendilerine bile açık etmekten
çekinerek.

210
XXXXI

Ama şehirde bir adam vardı ki, bu barışa


güvenmiyordu. Adı Antoine Richis’ydi, ikinci konsül
görevini üstlenmişti ve Rue Droite’m başında, görkemli bir
malikânede oturuyordu.
Richis duldu, Laure adında bir kızı vardı. Daha kırkma
gelmemiş, dinçliğindense hiçbir şey yitirme-miş olmasına
karşın, yeniden evlenmeyi daha bir süre düşünmüyordu.
Önce kızını evlendirmek istiyordu. Hem de öyle ilk
karşısına çıkacak adamla değil, soydan biriyle. Örneğin bir
Bouyon baronu vardı, bir oğul ve Vence yakınında bir tımar
sahibi, şöhreti iyi, mali durumu perişan; Richis şimdiden
baronla sözleşip çocukların ilerde evlenmesini karara
bağlamıştı. Laure bir dünya evine girsin, o zaman kendi
damatlık duyargalarını, itibarı yüksek Dree, Maubert ya da
Fontmichel ailelerine doğru uzatacaktı. Kendine düşkün
biri olup ne olursa olsun soylu bir döşek arkadaşına
heveslendiği için değil, bir hanedan kurmak, çocuklarının
torunlarının önüne, en üst düzeyde toplumsal saygınlığa,
siyasal etkililiğe götüren bir yol açmak istediğinden. Bunun
içindir ki, biri işlerini üzerine alırken öbürü hukuk
kariyerinden ve Aix’deki parlamentodan geçerek doğruca
soyluluğa yükselecek en az iki oğlu olması gerekiyordu.
Ama kendi zümresinden bir adam olarak bu gibi yüksek
amaçlara ulaşmayı düşünebilmesi, ancak gerek kendi gerek
ailesi Proven-çe soylularıyla sıkı bir bağ kurarsa söz
konusuydu.
Bu derece yüksek tasarılar yapmasını haklı çıkaracak
şeyse efsanevi zenginliğiydi. Antoine Richis, bütün yörenin
en zengin yurttaşıydı. Yalnız portakal, zeytin, buğday,
kenevir yetiştirdiği Grasse çevresinde değil, Vence
211
dolaylarında, Antibes yönünde de ortakçıya verdiği büyük
çiftlikleri vardı. Aix’de evleri, şehir dışında evleri,
Hindistan’a işleyen gemilerde hisseleri, Cenova’da sürekli
bir yazıhanesi vardı, Fransa’nın en büyük koku maddeleri,
baharat, yağ ve deri ticarethanesi de onundu.
Richis’nin sahip olduğu en değerli şey ise kızıydı. Tek
çocuğuydu, tam on altısına basmıştı, koyu kızıl saçları, yeşil
gözleri vardı. Yüzü öyle güzeldi ki; her yaştan kadm-erkek
konuklar görür görmez büyüsüne tutulur, gözlerini bir
daha ayıramaz, kızın yüzünü gözleriyle, sanki dilleriyle
dondurma yalıyormuş gibi yalarlardı; bu arada suratlarına,
böyle yalama uğraşlarına özgü o budalaca kendini vermişlik
ifadesi gelip otururdu. Richis bile, kendi kızını seyrederken
birdenbire, belirsiz bir süredir, bir çeyrek, belki yarım
saatten beri dünyayı, dünyayla birlikte -yoksa uykusunda
bile unutmadığı- işlerini unuttuğunu, o harika kıza
bakarken bütün bütün, ne yaptığını bilemeyecek kadar
kendinden geçip eridiğini fark ederdi. Son zamanlarda ise -
huzursuzluk içinde saptıyordu bu durumu- akşamları
yatağa yatırırken, bazen da sabahları uyandırmaya gidip de
kızı henüz Tanrı kendi elceğiziyle yatırmışçasma uyur
bulduğunda -hele geceliğinin tülünden kalçalarının,
memelerinin biçimi belirmez, göğsünün, koltuğunun,
dirseğinin bir de yüzünü yasladığı ince düzgün bileğinin
çizdiği dörtgenden sakin ve sıcak soluğu yükselmez
miydi...- o zaman perişanlıktan karnına gelir bir şey oturur,
gırtlağı daralırdı, yut-kunurdu ve -Tanrı biliyor ya!- kızın
anası olacak kadının kocası olmak yerine yabancı biri,
herhangi bir adam olmadığı için kendine lanet eder,
herhangi biri olsaydı da bu kız önünde böyle şimdiki gibi
uzanmış olsaydı hiç çekinmeden, bütün arzusuyla yanma,
üstüne, içine girip yatacağını düşünürdü. Ter içinde kalır,

212
elleri ayakları titremeye başlar, bu arada içindeki korkunç
isteği boğar, kıza eğilir, onu masum bir baba öpücüğüyle
uyandırırdı.
Geçen yıl, cinayetlerin olduğu sıra böyle uğursuz
ayartılar girmemişti daha içine. Kızında kendisini etkileyen
büyü —en azından ona öyle geliyordu— çocukluğun
büyüsüydü henüz. Bu yüzden de hep ciddi ciddi
korkmamıştı Laure’un o, bilindiği üzere ne çocuklara ne
kadınlara, ama yalnız ve yalnız yeni yetişmiş bakire genç
kızlara musallat olan katile kurban gidebileceğinden. Gerçi
evindeki korumayı pekiştirmiş, üst katın pencerelerine yeni
parmaklıklar yaptırmış, dadıya Laure’u kendi yatak odasına
almasını buyurmuştu. Ama zümresinden başka babaların
kızlarını, hatta bütün ailelerini bir yerlere gönderdikleri
gibi Laure’u göndermek ona çok ters gelmişti. Bu davranışı
ayıp, hem de bir şehir meclisi üyesi ve ikinci konsül olarak
hemşerilerine soğukkanlılık, yüreklilik, boyun eğmezlik
bakımından örnek olması gereken birine yaraşmaz
sayıyordu. Üstelik, vereceği kararları kendisine
başkalarının, paniğe kapılmış bir kalabalığın söylemesine,
hele tek bir kişinin, katil olacak o adı sanı belirsiz serserinin
söylemesine izin verecek biri değildi. Bunun için bütün o
korkunç dönem boyunca şehirde korku salgınına
kapılmayıp serinkanlılığını korumuş az kişiden biri o
olmuştu. Ama bu durum acayip bir biçimde değişiyordu
şimdi. Dışarıda insanlar sanki katili çoktan asmışlarmış gibi
cinayetlerin bitmesini kutlar, o kötü zamanı unuturlarken
Antoine Richis’nın yüreğine korku giriyordu pis bir zehir
gibi. Kendini yapılması çoktan beri zorunlu olmuş
yolculukları hep ertelemeye, evden çıkmaktan kaçınmaya,
ziyaretleri, oturumları kısa kesip bir an önce eve dönmeye
yönelten şeyin korku olduğunu itiraf etmeye uzun zaman

213
yanaşmamıştı. Kendi kendine rahatsızlık, çalışma
yorgunluğu gibi özürler buluyor, hatta azıcık kaygı
duyduğunu bile kabul ediyor, ama bunun, everilir yaşta kızı
olan her babanın duyduğu gibi tamamen normal bir kaygı
olduğunu düşünüyordu... Kızının ne kadar güzel olduğu
şehre yayılmamış mıydı? Pazarları onunla kiliseye giderken
boynunu uzatıp bakan bakana değil miydi? Şehir
meclisindeki belli baylar şimdiden, kâh kendileri, kâh
oğulları adına nabzını yoklamıyorlar mıydı?..

XXXXII

Ama sonra, bir gün Richis salonda otururken Laure’un


bahçeye çıktığını gördü. Üstünde mavi bir elbise vardı,
saçları elbisenin üstüne dökülüyor, güneş ışığında alev alev
parlıyordu, Richis kızını daha hiç bu kadar güzel
görmemişti. Laure bir çalının arkasında kayboldu. Yeniden
görünmesiyse, beklediğinden belki iki kalp atışı daha uzun
sürdü ama korkusundan ölecek gibi oldu Richis, çünkü iki
kalp atışı süresince kızın bir daha görünmemek üzere yok
olduğunu düşünmüştü.
Aynı gece içeriğini hatırlayamadığı, ama Laure’la bir
ilgisi olan korkunç bir düşle uyandı, soluğu kızın odasında
aldı; öldüğünden, kızını yatağında öldürülmüş, kirletilmiş,
saçları kesilmiş yatıyor bulacağından emindi Laure’un
hiçbir şeyi yoktu.
Odasına terden sırılsıklam ve telaştan titrer bir halde
döndü, hayır, heyecandan değil korkudan, artık sonunda
düpedüz korkuya kapıldığını itiraf ediyordu kendine, itiraf
edince de sakinleşti, kafasının bulanıklığı geçti. Dürüst
olmak gerekirse, piskoposun lanetinin etkisi olduğuna

214
baştan beri inanmamıştı; katilin şimdi Grenoble’da
dolaştığına da, hatta şehirden ayrıldığına da inanmamıştı.
Hayır, buradaydı, Grasselılarm arasında, günün birinde
gene saldıracaktı. Ağustosta, eylülde öldürülen kızlarından
birkaçını görmüştü Richis. Gördüğü onu dehşete düşürmüş,
ama aynı zamanda, kabul etmeliydi ki, hayran bırakmıştı,
çünkü kızların hepsi, her biri kendine özgü bir biçimde
seçme güzel kızlardı. Gras-se’tan bu kadar çok tanınmamış
güzel çıkacağı hiç aklına gelmezdi. Katil, gözlerini açmıştı
Richis’nin. Olağanüstü zevkli biriydi. Üstelik dizgeli çalışan
biri. Sadece bütün cinayetler aynı düzgün biçimde işlenmiş
olduğu için değil -kurbanların seçimi de neredeyse
ekonomik biçimde düşünüp tasarlanmışa benziyordu.
Richis gerçi katilin kurbanından aslında neyi istediğini
bilmiyordu, çünkü en iyi taraflarını, güzelliklerini,
gençliklerindeki çekiciliği alıp götürmüş değildi... Yoksa
öyle miydi? Ne olursa olsun katil ona yıkıcı ruhlu biri değil,
özenli bir toplayıcıymış gibi geliyordu. Çünkü -diyordu
Richis- bütün kurbanlar tek tek bireyler değil de yüksek bir
ilkenin parçaları olarak görülür ve idealist bir yaklaşımla,
birey olarak taşıdıkları niteliklerin kaynaşıp tek bir bütün
oluşturduğu düşünülürse, bu kızlar gibi mozaik taşlarından
ortaya çıkan şey doğrudan doğruya güzelliğin resmi
olacaktır, bu resmin yayacağı büyü de insansal değil
Tanrısal türden bir büyüdür. (Görüldüğü gibi Richis
aydınlanmış kafayla düşünen, düşüncesinin tanrıtanımazca
sonuçlara varmasından da korkmayan biriydi, üstelik her ne
kadar kokusal değil görsel ulamlarla düşünüyor idiyse de
gerçeğe çok yaklaşıyordu.)
Diyelim ki -diye düşünmeyi sürdürdü Richis- katil
böyle bir güzellik koleksiyoncusuydu ve sırf hasta bir
beynin zoruyla da olsa, güzelliğin resmi üzerinde

215
çalışıyordu; gene diyelim ki zevki en üstün, yöntemi en
yetkin biriydi, ki gerçekten de öyle görünüyor, o zaman bu
resmin yeryüzünde bulunabilecek en değerli parçasından:
Laure’un güzelliğinden vazgeçmiş olacağı düşünülemez.
Şimdiye kadar ki cinayetlerinden ördüğü yapıtın onsuz
hiçbir değeri yoktur. Laure, kuracağı yapının son taşı
olacaktır.
Richis bu korkunç sonuca varırken üstünde geceliğiyle
yatağında oturuyor, bir yandan da ne kadar sakinleştiğine
şaşıyordu. Ürpermiyor, titremiyordu artık. Haftalardır içini
kemiren belirsiz korku kaybolmuş, yerini somut bir
tehlikenin bilincine bırakmıştı: Katilin niyeti ve çabası
besbelli Laure’a yönelikti, başından beri. Bütün öncekiler
bu son, hepsinin tacı olacak cinayeti tamamlayacak, ikinci
derecede işlerdi. Gerçi cinayetlerin hangi maddi amaca
yönelik olduğu, hatta böyle bir amacın olup olmadığı bile
belli değil. Ama esas olanı, yani katilin dizgeli yöntemiyle
idesel dürtüsünü anlamıştı Richis. Her ikisi de, üzerinde
düşündükçe daha bir hoşuna gidiyor, katile duyduğu saygı
da o ölçüde artıyordu - tabii bu hemen, düz bir aynaya
vurmuşçasına gene kendi üzerine yansıyan bir saygıydı,
çünkü ne de olsa, çözümleyici düşüncesinin keskinliğiyle
karşısındakinin niyetini anlayan kendisi, Richis olmuştu.
Eğer o Richis, katil kendisi olsaydı da aynı tutkunun
emrinde olsaydı, katilin şimdiye kadar çalışmış olduğundan
başka türlü çalışmaz, gene onun gibi çılgınlık yapıtını
harika Laure’u, eşsiz Laure’u öldürerek taçlandırmak için
elinden geleni ardına koymazdı.
Bu son düşünce özellikle hoşuna gitti. Kendisini
düşünce bakımından kızının müstakbel katilinin yerine
koyabilmekle katilden kat kat üstün bir duruma geçmiş
oluyordu. Çünkü katil, orası kesindi, ne kadar zeki olursa

216
olsun, kendini Richis’nin yerine koyamazdı - sırf Richis’nin
kendini çoktan onun yerine koyduğunu akıl etmeyeceği için
de olsa, koyamazdı. Aslında bu, iş hayatında da daha başka
değildi - mutatis mutandis, elbette. Niyetlerini anladığı bir
rakibine karşı üstün duruma geçerdi insan, artık onun
çevirdiği dolaba kanmazdı; hele insanın adı Antoine Richis
ise, feleğin her bir çemberinden geçmiş, doğuştan
mücadeleci biriyse. Bir yerde, Fransa’nın en büyük koku
maddeleri ticarethanesi, zenginliği, ikinci konsül görevi
lütuf olsun diye kucağına konmuş değildi; tehlikeleri
zamanında görüp rakiplerin tasarılarını kurnazlıkla anlayıp
karşısına çıkanları atlatarak savaşmakla, direnmekle, saman
altından su yürütmekle kazanılmışlardı. Gelecekteki güçlü
bir sülale kurma, soylu olma hedeflerine de aynı bunun gibi
ulaşacaktı. Gene bunun gibi o katilin, Laure’a sahip olma
işindeki rakibinin tasarılarını da bozacaktı - sırf Laure
kendisinin, Richis’in kendi tasarımında kurduğu yapının
son taşı olduğu için bile olsa. Kızını seviyordu, elbette; ama
ona ihtiyacı da vardı. En yüksek tutkularını gerçekleştirmek
için gereken bir şeyi de kimselere kaptırmazdı, dişleriyle,
pençeleriyle kavrardı sıkı sıkı.
Şimdi içi daha rahattı. Gulyabaniyle savaşmak üzerine
gecenin ortasında düşündüklerini bir iş savaşımı düzeyine
indirmeyi başardıktan sonra içine taze bir cesaret, hatta
gurur geldiğini hissediyordu. Korkunun son kırıntısı uçup
gitmiş, kendisini pimpirik bir bunakmış gibi yiyip bitiren,
ne yapacağını bilmemekten gelen kahırlı kaygı yok olmuş,
haftalardır yolunu görmesini engelleyen karanlık sezgiler
sisi dağılmıştı. Bildiği topraklardaydı ve her şeye meydan
okumaya hazır hissediyordu kendini.

217
XXXXIII

Rahatlamış olarak, neredeyse neşeyle yataktan fırladı,


zilin ipini çekti, yalpalaya yalpalaya gelen uyku sersemi
uşağına giyecek, yiyecek hazırlamasını, çünkü gün
doğumunda kızıyla birlikte Grenoble’a gitmeye karar
verdiğini söyledi. Sonra giyinip evin öbür çalışanlarını ayağa
kaldırdı.
Geceyarısı Rue Droite’taki evde bir didinmedir başladı.
Mutfakta ateşler alevlendi, koridorlarda heyecan içindeki
hizmetçi kızlar koşuştu, merdivenleri çıkıp indi uşaklar,
bodrumda depo kâhyasının anahtarları şıngırdadı, avluda
meşaleler yandı, yanaşmalar atların çevresinde dönendi,
başka yanaşmalar ahırlardan katırları çekip çıkardı,
dizginler takıldı, eğerler oturtuldu, taşındı, yüklendi - gören
1746’daki gibi Avusturya-Sardinya sürüleri yağmalayıp
yakarak gelmekteymiş de evin beyi pürtelâş kaçış
hazırlıkları yapıyormuş sanırdı! Ama ne münasebet! Evin
beyi bir Fransız mareşali soğukkanlılığı içinde
yazıhanesindeki masasına oturmuş, sütlü kahve içip sürekli
içeri dalan ev hizmetkârlarına yapılacakları söylüyordu. Bir
yandan da belediye başkanına, birinci konsüle, noterine,
avukatına, Marsilya’daki bankacısına, Baron de Bouyon’a, iş
ilişkisinde olduğu çeşitli kimselere mektup yazıyordu.
Sabahın altısına doğru mektupları bitirmiş, planları
için gerekli her hazırlığı yapmıştı. Üstüne iki küçük yol
tabancası aldı, para kemerini bağladı, yazı masasını
kilitledi. Sonra kızını uyandırmaya gitti.
Küçük kervan sekizde yola çıktı. Richis atıyla en önde
gidiyordu, şarap tortusu rengi, altın sırmalı elbisesi, siyah
redingotu, zarif püsküllü siyah şapkası ile görkemli bir

218
görünüşü vardı. Onu kızı izliyordu, daha mütevazı
giyinmişti, ama güzelliği öyle bir ışık saçıyordu ki
sokaklardaki, pencerelerdeki ahali yalnız onu seyrediyor,
kalabalıkta aalar oolar gırla gidiyor, erkekler şapkalarını
çıkarıyordu - sözümona ikinci konsül geçiyor diye, ama
gerçekte ona, krallara layık kadına saygıdan. Sonra
neredeyse kimsenin fark etmediği dadı, arkasından iki yük
atıyla -yükleri arabayla taşımak, Grenoble yolunun dillere
destan kötülüğü yüzünden söz konusu değildi- Richis’nin
uşağı geliyor, kafilenin sonunu ise, iki yanaşmanın gözetimi
altında, her türden mal yüklü bir düzine katır
oluşturuyordu. Porte du Co-urs’da nöbetçiler tüfek
selamına geçti, son katır geçip gidene kadar da indirmediler
tüfeklerini. Çocuklar koştu arkalarından, daha epey bir süre
yavaş yavaş dik, dolambaçlı dağ yoluna tırmanan kuyruğun
arkasından el salladılar.
Antoine Richis’nin kızıyla şehirden çıkışı insanlar
üzerinde derinliği garip bir etki yaptı. Bir ilkçağ kurban
törenine katılmış gibi duygular içindeydiler. Richis’nin
Grenoble’a, yani kız katili canavarın bir süredir gezdiği
şehre gittiği haberi yayılmıştı. Kimse buna ne diyeceğini
bilemiyordu. Richis’nin yaptığını sorumsuzluk diye
kınamalı mıydı, yoksa cesaret diye övmeli mi? Tanrılara bir
meydan okuma mıydı, yoksa onları yumuşatmak mıydı?
Pek belirsiz bir duyguyla kızıl saçlı güzel kızı az önce son
kez gördüklerini seziyorlardı. Laure Richis’nin elden
gittiğini seziyorlardı.
Bu sezgi gerçi doğru çıkacaktı, ama bütünüyle yanlış
öncüllere dayanıyordu. Çünkü Richis’nin Grenoble’a falan
gittiği yoktu. Kentten şatafatla çıkışı hileydi. Grassen’m bir
buçuk mil kuzeybatısında, Saint-Vellier köyü yakınlarında
kafileyi durdurdu. Uşağın eline vekâletnameler, yol

219
pusulaları verip katır kervanını yalnız yanaşmalarla
Grenoble’a götürmesini buyurdu.
Kendisi, Laure ve dadıyla Cabris’ye yöneldi, burada
öğle molası verdi, sonra Tanneron dağlarına dalıp güneye
indi. Yol çok zahmetliydi, ama geniş bir yay çizip Grasse
ovasının çevresinden dolaşıp akşama kimseye görünmeden
kıyıya varmayı sağlıyordu... Ertesi gün -Richis’nin planı
buydu- Laure’la bir tekneye binip, küçüğünün tepesinde
pek korunaklı yapılmış Saint-Honorat manastırının
bulunduğu Lerin adalarına yollanacaktı. Manastırı bir avuç
ihtiyar, ama pekâlâ kendilerini savunacak güçte keşiş çekip
çeviriyordu; Richis iyi tanıyordu keşişleri, çünkü yıllardan
beri manastırın bütün okaliptüs likörü, çam fıstığı, selvi
yağı üretimini alıyor, satıyordu. İşte buraya, Provence’in,
Chateaud’İf hapishanesiyle ile Sainte-Marguerite yanında
herhalde en güvenli yeri olan Saint-Honorat manastırına
yerleştirmeyi düşünüyordu kızını şimdilik. Kendisi
gecikmeden adadan ayrılacak, Grasse’ın bu kez Antibes,
Cagnes yoluyla çevresinden dolaşacak, daha aynı günün
akşamı Vence’a varacaktı. Noterini çoktan oraya çağırmıştı,
Baron de Bouyon ile çocukları Laure ve Alphonse’un
evlendirilmesi sözleşmesini yapmak üzere. Bouyon’a geri
çeviremeyeceği bir öneri götürüyordu: 40.000 livre
tutarındaki borçlarını devralmak, çeyiz olarak aynı
miktarda bir meblağ, ayrıca çeşitli çiftlikler, Maganosc’ta
bir yağ değirmeni, genç çifte 3000 livre yıllık gelir. Ric-
his’nin tek koşulu, evliliğin on gün içinde gerçekleşip
nikâhın düğün günü kıyılması ve çiftin Ven-ce’da ev
kurmasıydı.
Richis, böyle acele davranmakla, ailesinin Bouyon
ailesiyle birleşmesinin maliyetini ölçüye sığmaz biçimde
yükseklere çıkardığını biliyordu. Beklemeyi uzatsaydı daha

220
ucuza gelirdi. Baron kentsoylu büyük tüccar kızının oğluyla
evlenerek üst zümreye geçmesini sağlama fırsatını vermesi
için yalvaracaktı daha Richis’ye. Öyle ya, Laure’un
güzelliğinin ünü büyüdükçe büyüyecekti, Richis’nin
zenginliği, Bouyon’un mali felaketi de. Ama olsundu! Bu
alışverişte karşı taraf baron değildi, tanımadığı katildi
karşısındaki. Onun işini bozmaktı önemli olan. Evli bir
kadın, kızlığı bozulmuş, belki gebe bile kalmış, katilin
olağanüstüler galerisine uymazdı. Mozaiğin son taşı
körelmiş, Laure katil için bütün değerini kaybetmiş
olacaktı, yapıtı başarısızlığa uğrayacaktı. Bu yenilginin
acısını da bir güzel çekecekti! Richis düğünü büyük
debdebeyle, bütün şehri çağırarak Grasse’ta yapacaktı.
Rakibini tanımadığı ve tanımayacağı için de, en azından
onun düğüne katıldığını, en çok istediği kızın başkasına
gittiğini kendi gözleriyle gördüğünü bilmek olacaktı bu
arada kendi zevki.
Plan iyi düşünülmüştü. Bir kere daha Richis’nin,
gerçeğe çok yaklaşan sağduyusunu takdir etmeliyiz. Çünkü
gerçekten, Laure Richis’nin Baron de Bouyon’un oğluyla
izdivacı, Grasse’lı kız katilinin yenilgisi demek olurdu. Ama
daha gerçekleştirilmemişti plan. Daha kızını can kurtaran
dünya evine sokmamıştı Richis. Daha o güvenli Saint-
Honorat manastırına teslim etmemişti. Daha yalçın
Tanneron dağlarıyla cebelleşiyordu üç atlı. Yollar kimi
yerde öyle bozuktu ki, atlardan inmeleri gerekiyordu. Çok
yavaş ilerliyordu her şey. Akşama doğru, Cannes’ın
batısında küçük bir yer olan Napoule’un orada denize
ulaşacaklarını umuyorlardı.

221
XXXXIV

Laure Richis’nin babasıyla birlikte Grasse’tan ayrıldığı


sırada Grenouille şehrin öbür ucunda, Arnulfi’nin
atölyesindeydi, jonquille nergislerini mazeration’dan
geçiriyordu. Yalnızdı ve keyfi yerindeydi. Grasse’ta geçirdiği
zamanın sonlarına yaklaşmıştı. Zafer günü önündeydi artık.
Kırdaki kulübesinde, içi pamuk döşeli bir kutuda, yirmi
dört minicik flakonda damlalara dönüşmüş olarak, yirmi
dört bakirenin haleleri hazır bekliyordu Grenouille’in
vücutları soğuk yağ fleurage’ına yatırarak, saçlarla elbiseleri
digestion, lavage, damıtmadan geçirerek elde ettiği, en
değerlisinden esanslardı bunlar. Yirmi beşincisi, en nefis, en
değerli olanını ise bugün gidip getirecekti. Bu av için küçük
bir çömlek dolusu birkaç kat temizlenmiş yağ, en has
ketenden bir örtü, yüksek derecede damıtılmış bir
damacana alkol hazırdı bile. Çevre titizlikle incelenmişti.
Yeniay vardı.
Rue Droite’daki, sıkı güvenlik altına alınmış
malikâneye girmeye çalışmanın anlamsız olduğunu
biliyordu. Bu yüzden daha karanlık basarken, sokak kapıları
kapanmadan içeri süzülüp, masallardaki görünmezlik
külahı gibi onu insanların, hayvanların algısından gizleyen
kendi kokusuzluğuyla korunmuş olarak evin herhangi bir
köşesinde saklanacaktı. Sonra, herkes uyurken, karanlıkta
yolunu burun pusulasıyla bularak hazinesinin yattığı odaya
çıkacaktı. Olduğu yerde, yağa bulanmış bezle işleyecekti
onu. Yalnız saçlarıyla elbiselerim, her zamanki gibi alıp
götürecekti, çünkü bu kısımlar doğruca alkolde
yıkanabiliyordu, bu ise atölyede daha rahat yapılabilirdi.
Pomadın son işlemiyle damıtılıp yoğun parfüm özü haline
getirilmesi için bir gece daha koyuyordu. Her şey yolunda

222
giderse -ki her şeyin yolunda gideceğinden kuşku duyması
için hiçbir neden yoktu- öbür gün dünyanın en iyi
parfümünü yaratmak için gereken bütün esanslar elinde
olacak demekti, o zaman da dünyanın en iyi kokan insanı
olarak Grasse’tan ayrılacaktı.
Öğleye doğru nergis işini bitirmişti. Ateşi söndürdü,
yağ kazanının üstünü kapayıp serinlemek için atölye
kapısının önüne çıktı. Rüzgâr batıdan esiyordu. Aldığı ilk
solukla fark etti birşeylerin yolunda olmadığını. Havada bir
yanlışlık vardı. Şehrin koku elbisesinde, binlerce iplikten
örülü bir tülde altın iplik eksikti. Son haftalarda öyle
kuvvetlenmişti ki bu kokulu sırma, Grenouille geceleyin
kulübesinden bile duymaya başlamıştı. Şimdi yoktu,
kaybolmuştu, havayı ne kadar yoğun koklasa bile izine
rastlayamıyordu. Grenouille dehşetten felce uğramış gibi
oldu. Öldü, diye düşündü, daha da korkuncu: Başka birisi
benden önce davrandı. Benim çiçeğimi başka biri yolup
kokusunu çaldı! Haykıramadı, haykıramayacak kadar
büyüktü geçirdiği sarsıntı, ama gözyaşı dökmesine engel
değildi, göz uçlarında birikti, birikti, sonra birden
burnunun iki yanından boşanıverdi yaşlar.
Tam o sırada Druot ‘Quatre Dauphins’den eve öğle
yemeğine geliyordu, laf arasında bu sabah ikinci konsülün
on iki katır ve kızıyla Grenoble’a gittiğini anlattı. Grenouille
gözyaşlarını bastırıp çıktı, şehri geçip Porte du Cours’a
koştu. Gerçekten, temiz, şehir kokularının bozmadığı batı
rüzgârında yeniden buldu altın ipliğini, incelmiş,
zayıflamıştı gerçi, ama tanınmayacak gibi değildi. Ne var ki
sevgili koku Grenoble yolunun gittiği kuzeybatıdan değil
daha çok Cabris yönünden geliyordu - hatta tam
güneybatıdan.
Grenouille nöbetçiye ikinci konsülün hangi yoldan

223
gittiğini sordu. Nöbetçi kuzeyi gösterdi. Cabris yolundan
değil mi? Ya da öbür, Auribeau ya da La Napoule’a giden
yoldan? Kesinlikle değil, dedi nöbetçi, kendi gözleriyle
görmüştü.
Grenouille şehri koşa koşa geçip kulübesine döndü,
keten çarşafı, pomat çömleğini, spatulayı, makası, zeytin
odunundan küçük, düzgün bir topuzu yol torbasına atıp
gecikmeden yola çıktı Grenoble yoluna değil, burnunun
gösterdiği yola: güneye.
Bu yol, doğrudan doğruya Napoule’a giden bu yol,
Tanneron dağlarının ucu olan tepelerin kıyısından, Fray ere
ve Siagne vadilerinden geçiyordu. Yürümesi rahat bir yoldu.
Çabuk ilerledi Grenouille. Sağ taraflarında, dağların
tepesine kurulu Auribeau belirdiğinde kaçanlara neredeyse
yetişmek üzere olduğunun kokusunu aldı. Biraz sonra
onların hizasına gelmişti. Şimdi hepsinin tek tek kokusunu
duyuyordu, hatta atlarınınkini bile. En çok yarım mil
batısında olabilirlerdi, Tanneron dağlarının herhangi bir
yerinde, güneye, denize doğru ilerliyorlardı. Tıpkı onun
gibi.
Akşam beşe doğru La Napoule’a ulaştı Grenouille.
Hana girdi, yemek yiyip yatacak ucuz bir yer istedi. Nisli bir
tabak kalfası olduğunu, Marsilya’ya gittiğini söylemişti.
Ahırda yatabileceği belirtildi. Orada bir köşeye yatıp
dinlendi. Üç atlının yaklaşan kokularını duydu. Artık
beklemekten başka yapması gereken bir şey kalmamıştı.
İki saat sonra -iyice karanlık basmıştı artık geldiler.
Kim oldukları anlaşılmasın diye kılık değiştirmişlerdi. İki
kadın koyu renk elbiseler giymiş, tül takınmıştı, Richis’nin
sırtında siyah bir elbise vardı. Castellane’dan gelen bir soylu
olduğunu, yarın Lerin adalarına geçeceklerini söyledi; hancı
bir tekne bulsundu, tekne güneş doğarken hazır olmalıydı.
224
Kendisinden ve yanmdakilerden başka müşteri var mıydı
handa? Hayır, dedi hancı, yalnız Nisli bir tabak çırağı var,
ahırda geceliyor.
Richis kadınları odalarına gönderdi. Kendisi,
heybelerden bir şey almak istediğini söyleyerek ahıra girdi.
Önce bulamadı tabak çırağını, ahıra bakan yanaşmadan bir
fener istemesi gerekti. Sonra gördü başını yol çantasına
dayamış, derin uykudaki adamı. Öyle dikkati çekmez bir
görünüşü vardı ki, bir an için adamın aslında hiç
varolmadığını, kendisinin fener ışığının yaptığı gölgelerin
oyununa aldandığını sandı. Her neyse Richis anında karar
vermişti bu zararsız yaratıktan zerre kadar korkmaya gerek
olmadığına, onu uykusundan uyandırmamak için sessizce
uzaklaştı, ahırdan çıktı.
Akşam yemeğini kızıyla odada yedi. Ona bu acayip
yolculuğun nedenini de, hedefini de açıklamamıştı, şimdi
de, kız istediği halde, açıklamadı. Yarın anlatacağını
söyledi; hem ne tasarlıyor, ne yapıyorsa onun iyiliği ve
gelecekteki mutluluğu için yaptığından emin olabilirdi.
Yemekten sonra birkaç el l’hombre oynadılar, hepsini
kaybetti, çünkü kâğıtlara değil, kızın yüzüne bakıyor, onun
güzelliğini tadıyordu. Dokuza doğru kızı kendi odasının
karşısındaki odaya götürdü, iyi geceler dileyip öptü, sonra
odasına dönüp yattı.
Birdenbire günün, dün gecenin yorgunluğunu hissetti,
aynı zamanda içi çok rahattı, daha düne kadar her gece
lambayı söndürdükten sonra canını çıkaran kaygılı
düşüncelere, karanlık önsezilere kapılmadan, hemen
uykuya daldı, hayal görmeden, inlemeden, kasılıp
sıçramadan, sinir içinde dönüp dönüp durmadan uyudu.
Uzun zamandır ilk olarak derin, dingin, dinlendirici bir
uyku uyudu Richis.
225
O sıralarda Grenouille ahırdaki yatağından kalkıyordu.
O da kendinden ve olayların gelişiminden hoşnuttu, o da,
bir saniye bile uyumadığı halde, son derece dinçleşmiş
hissediyordu kendini. Richis ona bakmak için ahıra
geldiğinde, gözeçarpmazlık kokusuyla zaten yaya durduğu
zararsızlık izlenimini daha bir gözle görülür kılmak için
uyur gibi yapmıştı sadece. Bu bir yana, Richis’i son derecede
kesin biçimde algılamıştı, kokusal yoldan tabii, onun için
kendisini gördüğünde Richis’nin içinin rahat ettiği de
burnundan kaçmamıştı.
Böylece ikisi de, bu kısa karşılaşmalarında karşı tarafın
zararsızlığına kanaat getirmiş oluyordu, biri haksız biri
haklı olarak, çünkü kendisinin görünüşteki ve Richis’nin
gerçekten zararsızlığı Grenouille’in işini kolaylaştırıyordu
ayrıca, tersi olsaydı Richis de pekâlâ onaylardı bu
saptamayı.

XXXXV

İşinin ehli birinin düşünceli titizliğiyle işe girişti


Grenouille. Yol torbasını açıp keten çarşafı, pomadı,
spatulayı çıkardı, çarşafı üzerinde yattığı örtünün üzerine
yayıp macun halindeki yağı sürmeye başladı. Bu zaman
isteyen bir işti, çünkü yağın, kumaşın neresinin vücudun
hangi tarafına geleceği hesaplanarak kimi yerde daha kalın,
kimi yerde daha ince bir tabaka halinde sürülmesi
gerekiyordu. Ağızla koltuk altları, göğüs, cinsel organla
ayaklar, sözgelimi kaval kemiklerinden, sırttan,
dirseklerden daha çok, avuç içleri ellerin tersinden, kaşlar
kirpiklerden vs. daha çok koku veriyordu ona göre de çok
yağ sürülmeliydi üstlerine. Yani Grenouille beze, işleyeceği

226
vücudun bir çeşit koku diyagramını çiziyordu, aslında onun
için işin en doyurucu yanı da buydu, çünkü duygularını,
hayal gücünü; ellerini aynı ölçüde harekete geçiren,
sanatsal bir işlemdi, üstelik beklenen sonucu idesel olarak
içinde yaşadığı zamana getiriyordu.
Küçük çömlekteki pomadı bitirince daha bir süre
çarşaftaki yağın orasını burasını düzeltti, bir taraftan bir
parça yağ alıp başka tarafa ekledi, yağ haritasını bir daha
denetleyip değiştirdi; tabii burnuyla: Gözleriyle değil,
çünkü bütün olay göz gözü görmez karanlıkta olup
bitiyordu, ki belki bunun da Grenouille’in dengeli bir sevinç
havasında olmasında bir payı vardı. Bu yeniay gecesinde
dikkatini çelen hiçbir şey yoktu. Dünya sırf bir kokudan,
biraz da deniz yönünden gelen dalga uğultusundan başka
bir şey değildi. Grenouille kendi ortammdaydı. Sonra
çarşafı duvar kâğıdı gibi, yağlı yüzeyleri karşı karşıya
gelecek biçimde katladı. Buysa yüreğine acı veren bir şeydi,
çünkü biliyordu ki ne kadar dikkat ederse etsin, çizdiği
lekeler yer yer basılacak, kayacaktı. Ama başka türlü
taşımanın yolu yoktu. Bezi katlayıp hareketine çok engel
olmayacak biçimde dirseğiyle bileğinin arasında
taşıyabileceği bir ölçüye getirdikten sonra spatulayı,
makası, küçük zeytin odunu topuzunu yanına alıp dışarı
süzüldü.
Gökyüzü kapalıydı. Handa yanar ışık kalmamıştı. Bu
zifiri karanlık gecede çakan tek kıvılcım, doğuda, bir mili
aşkın uzaklıkta Sainte Marguerite adasındaki kalenin gece
feneriydi, kapkara bir çuhada küçücük bir iğne pırıltısı.
Koydan hafif, balık-sı bir rüzgâr geliyordu. Köpekler
uyuyordu.
Grenouille harman yerine bakan samanlık penceresine
yöneldi. Bir merdiven dayalıydı orada. Merdiveni alıp üç

227
basamağını serbest olan sağ kolunun altına kıstırdı, üst
tarafını omzuna dayayıp dengeleyerek avluyu geçti, kızın
penceresinin altına kadar geldi. Pencere yarı açıktı.
Merdiveni rahat rahat çıkarken bir yandan da kızın
kokusunu burada, Napoule’da hasat edebileceği için
kendini kutluyordu; Grasse’ta, pencereleri parmaklıklı, sıkı
koruma altındaki evde çok çok daha zor olacaktı bu iş.
Hatta kız yalnız uyuyordu burada. Dadıyı devreden
çıkarması bile gerekmeyecekti.
Pencere kanadını itip açtı, odaya süzüldü, çarşafı bir
kenara koydu. Sonra yatağa döndü. Saçlarının kokusu
ötekileri bastırıyordu, çünkü yüzükoyun yatıyordu kız,
yüzünü, kıvırdığı koluna dayayıp yastığa bastırmıştı, bu
durumda başının arkası en uygun bir biçimde topuza hazır
bekliyordu.
Vuruş boğuk, hışırtılı bir ses çıkarmıştı. Nefret
ediyordu bu sesten. Sadece ses olduğu, bütünüyle sessiz
geçen işin içinde bir ses olduğu için nefret ediyordu.
Dişlerini sıkmadan katlanamıyordu, geçtikten sonra ise
daha bir süre kaskatı, dişleri kenetlenmiş olarak, eli sıkı sıkı
topuza yapışmış, sanki sesin bir yerlerden yankılanıp geri
döneceğinden korkarmış gibi olduğu yerde kalıyordu. Ama
dönmedi, sessizlik dönüp doldurdu odayı yeniden, hatta
çoğalmıştı sessizlik, çünkü artık kızın derinden gelen
soluğu da duyulmuyordu. Hemen de çözüldü Grenouil-le’in
duruşundaki (belki de bir selam duruş ya da kasılmış bir
vücudun bir çeşit saygı duruşu olarak yorumlanabilecek)
katılık, yerini devingen bir rahatlık aldı.
Topuzu cebine soktu, gerisi sadece bir karınca
hamaratlığıyla çalışmaktı artık. İlk iş olarak koku-lama
bezini açıp, yağlı tarafına dokunmamaya özen göstererek
masayla sandalyelerin üstüne serdi. Sonra yorganı açtı.

228
Kızın birdenbire yükselen sıcak ve hacimli kokusu
etkilemedi Grenouille’i. Biliyordu ya. Tadına varmaya
gelince, sonra, gerçekten sahibi olduğu zaman tadına
varacaktı. Şimdi önemli olan bu kokudan olabildiğince çok
yakalamak, olabildiğince az kaçırmaktı. Dikkati toplamanın
ve çabuk davranmanın zamanıydı şimdi.
Hızlı makas hareketleriyle geceliği kesip açtı, çıkardı,
yağlı çarşafı alıp vücudun üzerine attı. Sonra kızı kaldırdı,
bezin sarkan kenarlarını, fırıncının strudel sarması gibi,
altına çevirdi, uçlarını katladı, vücudu ayak parmaklarından
alnına kadar sımsıkı sardı. Yalnız saçı görünüyordu bu
mumya sargısının ucundan. İyice dibinden kesti saçlarını,
geceliğine sarıp küçük bir bohça yaptı. Sonunda bezin artan
ucuyla saçsız kafayı örttü, üst üste gelen yerlerini,
parmağıyla hafif hafif bastırarak vücuda yapıştırdı.
Bütüirpaketi bir gözden geçirdi. En ufak bir aralık, en ufak
bir delik, vücuda yapışmamış en ufak bir kat yeri
kalmamıştı kızın kokusunun kaçabileceği. Kusursuz bir
paket olmuştu. Yapacak bir şey kalmamıştı, beklemekten,
şafak sökene kadar, altı saat beklemekten başka.

Kızın elbiselerinin serili olduğu küçük koltuğu alıp


yatağın kenarına taşıdı, oturdu. Siyah bol entarisinden
hafifçe, yolluk olarak cebine soktuğu anasonlu çöreklerin
kokusuyla birlikte kendi kokusu yayılıyordu daha.
Grenouille ayaklarını yatağın kenarına, onun ayaklarının
yakınma dayayıp üstünü elbiseleriyle örttü, anasonlu
çörekleri yedi. Yorgundu. Ama uyumak istemiyordu,
olmazdı öyle şey, iş başında uyunmazdı, iş sırf beklemek
bile olsa. Bal-dini’nin atölyesinde damıtmayla geçirdiği
geceleri hatırladı: isten kapkara olmuş imbik, ateşin
parıldayışı, damıtığın soğutma borusundan Floransa

229
şişesine damla damla akarken çıkardığı hafif, tükürür gibi
ses. Zaman zaman ateşe bakma, damıtma suyu eklemek,
Floransa şişesini değiştirmek, posası çıkmış damıtma
maddesini yenilemek gerekirdi. Gene de içinde hep, sanki
ara sıra yapılması gereken bu işleri yapmak için uyanık
duruyor değilmiş de uyanıklığının özel bir anlamı varmış
gibi gelirdi. Burada, enfleurage sürecinin bütünüyle
kendiliğinden oladurduğu, hatta paketi zamanı gelmeden
sınamanın, çevirmenin, ellemenin yalnız zarar getireceği şu
sırada bile burada bile öyle geliyordu Grenouille’e,
kendisinin uyanık olarak işin başında olması önemliydi.
Uyumak başarının ruhunu tehlikeye atardı.
Ayrıca, yorgunluğuna karşın uyanık kalıp beklemek zor
gelmiyordu. Bu bekleyişi seviyordu. Öbür yirmi dört kızda
da sevmişti, çünkü belirsiz bir bekleyip durma değildi,
özlemle bir şeyin gelivermesini bekleme de değildi, eşlik
edici, anlamlı, etkin denebilecek bir beklemeydi. Bir
etkinlik oluyordu bu bekleme sırasında. Aslolan şeyin
etkinliği. Bu da, Grenouille’in kendisi katılmıyor idiyse de,
onun sayesinde gerçekleşiyordu. Elinden gelenin en iyisini
yapmıştı. Bütün becerisini ortaya koymuştu. Hiçbir yanlış
yapmamıştı. Eşsiz bir çalışmaydı. Bittiğinde başarıyla
taçlanacaktı... Artık sadece birkaç saat beklemesi
gerekiyordu. Büyük bir doygunluk veriyordu içine bu
bekleyiş. Ömründe o zamanlar, dağındayken bile- gece
yarısı kurbanlarının başında oturup uykusuz beklediği şu
çalışma saatlerindeki gibi bir hoşnutluk duymamış, bu
kadar dengeli, kendisiyle birlik ve uyuşum içinde
olmamıştı. Karanlık beyninde neredeyse neşeli denebilecek
düşüncelerin oluştuğu tek zamandı bu bekleyişler.
Garipti ki bu düşünceler geleceğe yönelmiyordu. Birkaç
saat içinde hasat edeceği kokuyu, yirmi beş kız halesinden

230
yapacağı parfümü, ilerdeki tasarılarını, mutluluğunu,
başarısını düşünmüyordu. Hayır, geçmişini düşünüyordu.
Yaşamının Madame Gaillarde’m evinden, onun evinin
önündeki nemli sıcak odun istifinden bugüne, balık balık
kokan küçük Napoule köyüne yaptığı yolculuğa kadar
akışından evreler geliyordu aklına. Tabak Grimal’i,
Giuseppe Baldini’yi, Marquis de la Tailla de Espinasse’ı
anıyordu. Paris şehrini, onun büyük, binbir telden çalan
berbat havasını anıyordu, Rue des Marais’deki kızıl saçlı
kızı, kırları, kokusu hafif rüzgârı, ormanları anıyordu.
Auvergne’deki dağı da -kesinlikle atlamıyordu bu anıyı-,
mağarasını, insansız havayı. Hayallerini de anıyordu. Hem
de bütün bu şeyleri büyük haz duyarak anıyordu. Evet,
böyle geçmişi düşündüğünde kendisini, talihin özellikle
yüzüne güldüğü biri sayıyor, yazgısının onu çok
dolambaçlardan geçirdiyse de sonunda doğru yola
çıkardığını düşünüyordu yoksa nasıl gelebilirdi buraya, bu
karanlık han odasına, dileklerinin amacına? Evet, iyice bir
düşünürse, gerçekten şanslı biriydi!
İçinden rikkat, tevazu, şükran yükseldi. “Sana teşekkür
ederim,” dedi usulca, “sana teşekkür ederim, Jean Baptiste
Grenouille, böyle olduğun, nasılsan öyle olduğun için!” O
kadar duygulanmıştı kendi kendinden.
Sonra gözkapaklarmı indirdi; uyumak için değil,
kendini tümüyle bu Kutsal Gece’nin huzuruna verebilmek
için. Huzur kaplamıştı yüreğini. Ama ona öyle geliyordu ki,
çevre de aynı huzurun egemenliği altındaydı. Yan odadaki
dadının huzurlu uykusunun, koridorun karşı tarafındaki, içi
iyice rahatlamış Antoine Richis’nin uykusunun, hancıyla
yanaşmaların, köpeklerin, ahırdaki hayvanların, bütün
köyün, denizin huzurlu uykularının kokusunu duydu.
Rüzgâr dinmişti. Huzuru bozan bir şey yoktu.

231
Bir ara ayağını yana çevirip usulca Laure’un ayağına
dokundu. Aslında ayağına bile değil de ayağı örten beze;
içindeki incecik yağ tabakasıyla kızın şahane kokusunu,
kendi kokusunu içmekteydi bez.

XXXXVI

Kuşlar ötmeye başladığında -yani ortalık ağarmadan


epey önce— yerinden kalkıp işini tamamladı. Bezi açıp bir
flaster gibi ölünün üstünden çekti. Yağ kolayca
soyulabiliyordu deriden. Yalnız girintili yerlerde biraz bir
şey kalmıştı, onları da spatulayla sıyırması gerekti. Kalan
pomat bulaşığınıysa Laure’un kendi iç gömleğiyle aldı, gene
gecelikle vücudu tepeden tırnağa iyice ovuşturup derinin
gözenek-lerindeki yağı, böylece kızın kokusunun en küçük
kırıntılarını sildi. Laure, Grenouille için ancak şimdi
gerçekten ölmüştü, solmuştu, çöpe atılan çiçekler gibi.

İç gömleğini Laure’un bundan böyle yaşayacağı tek yer


olan büyük kokulama bezinin içine attı, gecelikle saçlarını
da çarşafa koydu, sonra hepsini küçük, sıkı bir paket yapıp
koltuğuna sıkıştırdı. Yataktaki cesedin üstünü örtme
zahmetine girmedi. Gerçi gecenin karanlığı bu arada
şafağın gri mavisine dönüşmüş, odadaki nesneler kaba
çizgileriyle belli olmaya başlamıştı, ama kızı ömründe bir
kere olsun gözleriyle görmüş olmak için dönüp bakmadı
bile. Görünüşü ilgilendirmiyordu onu. Vücut olarak yoktu
artık onun için, sadece vücutsuz koku olarak varlığı söz
konusuydu. Onu da kolunun altına almış götürüyordu.
Sessizce pencereye çıktı, merdivenden aşağı indi.
Dışarıda gene rüzgâr çıkmıştı, havaysa açılıyor, çevreye

232
soğuk, lacivert bir ışık yayıyordu.
Yarım saat sonra hizmetçi kız mutfakta ateşi yakmaya
girişti. Odun almaya binanın önüne çıkınca dayalı
merdiveni gördü, ama bunu hiçbir şeye yo-ramayacak kadar
uyku sersemiydi henüz. Altıyı biraz geçe güneş doğdu. Dev
gibi, altın kırmızısı bir yuvarlak yükseldi denizden, iki Lerin
adasının arasından. Gökte hiç bulut yoktu. Pırıl pırıl bir
bahar günü başladı.
Odası batıya bakan Richis yedide uyandı. Aylardan beri
ilk kez harika bir uyku çekmişti, hiç yapmadığı bir şey yapıp
yatakta bir çeyrek saat daha kaldı, gerindi, keyfinden inledi,
mutfaktan yükselen hoş tıkırtıları dinledi. Hele kalkıp
pencereyi ardına kadar açıp da dışarıda havanın güzel
olduğunu görüp de taze, ıtırlı sabah havasını içine çekip
denizden gelen dalga sesini duyduğunda keyfine diyecek
yoktu artık, dudaklarını büzüp ıslıkla neşeli bir ezgi
çalmaya başladı.
Giyinirken ıslık çalmayı sürdürdü, odasından çıkıp
koridorda dinç adımlarla kızının oda kapısına ilerlerken
hâlâ ıslık çalıyordu. Kapıya vurdu. Sonra gene vurdu,
hafifçe, kızı korkutmamak için. Yanıt gelmedi. Gülümsedi.
Besbelli, daha uyuyordu.
Anahtarı dikkatle kilide sokup çevirdi, sessizce, çok
sessiz, uyandırmamaya özen göstererek, daha uyurken
yanma gidip öperek, bir kere, onu başka bir adama
vermeden son bir kere daha öperek uyandırmaktan başka
isteği yokmuşçasına.
Kapı açıldı, girdi, güneş ışığı doluverdi gözlerine. Oda
erimiş gümüşle dolmuş gibiydi, her yan ışık içindeydi,
yanan gözlerini bir an için kapamadan edemedi.
Gözlerini açtığında Laure’un yatakta çıplak ve ölü ve

233
saçları kazınmış ve göz alan bir beyazlıkta yattığını gördü.
Bir önceki gece Grasse’ta görüp sonra gene unuttuğu, şimdi
şimşek hızıyla aklına gelen karabasandaki gibiydi. Bir anda
her şey hayaldekinin tıpkısı olmuştu, yalnız çok daha
aydınlık olarak.

XXXXVII

Laure Richis’nin öldürüldüğü haberi Grasse çevresinde,


sanki “Kral öldü!” ya da “Savaş çıktı!” ya da “Korsanlar kıyıya
çıktı!” denmişçesine çabuk yayıldı, ona göre de, hatta daha
bile beter bir dehşet yarattı. Özenle unutulmuş korku
birden gene belirivermişti, geçen sonbahardaki bulaşıcılığı
ve bütün yan belirtileriyle: panik, kızgınlık, öfke, histerik
kuşkular, ne yapacağını bilmeme. İnsanlar geceleri
evlerinde kalıyor, kızlarını kilit altında tutuyor, saklanıyor,
birbirlerine güvenemiyor, uyuyamıyorlardı. Herkes
cinayetlerin gene o zamanki gibi sürüp gideceğini
sanıyordu, her hafta bir ölü. Sanki zaman altı ay geri
alınmıştı.
Altı ay öncekinden kuvvetli olan, korkunun insanları
elden ayaktan kesen etkisiydi, çünkü atlatıldı sanılan
tehlikenin birdenbire dönüp gelivermesi bir çaresizlik
duygusunun yayılmasına yol açıyordu. Piskoposun laneti
bile işe yaramazsa!.. Antoine Richis, kentin en zengin
adamı, güçlü, kafalı, her olanağa sahip biri kendi çocuğunu
koruyamazsa!.. Katilin eli Laure’un güzelliği karşısında bile
titremediyse çünkü gerçekten, kendisini tanımış olanların
hepsi bir azize gibi görüyordu kızı, hele şimdi, öldükten
sonra. Nasıl umabilirdi insan artık katilin elinden
kaçılabileceğini? Vebadan bile korkunçtu, çünkü vebadan

234
kaçılabilirdi, oysa bu katilden- işte Richis örneği ortadaydı.
Anlaşılan insanüstü yetenekleri vardı. Besbelli, Şeytan’la
birlik olmuştu, tabii eğer Şeytan’ın ta kendisi değildiyse.
Böyle düşünen birçok kişi, özellikle biraz da saf yürekli
olanlar, kiliseye gidip dua etmekten başka çıkar yol
göremedi; her meslek kendi pirine seslendi, demirciler Aziz
Aloysius’a, dokumacılar Aziz Krispinius’a, bahçıvanlar Aziz
Antoius’a, parfümcüler aziz Josephus’a. Karılarını kızlarını
da götürdüler, beraberce dua ettiler, kilisede yiyip içip
yattılar, güvenlik diye bir şey, ola ki kaldıysa, bu korkunç
gulyabaniden korunmanın bir yolu varsa o da yılgın
cemaatin kolu kanadı altında, Madonna’nm gözü
önündedir diye gündüzün bile kiliseden çıkamaz oldular.
Başkaları, daha uyanık olanlar, artık kilise de bir kere
başarısızlığa uğramış olduğu için, birleşip gizemci kümeler
oluşturdular, çok para döküp Gourdon’dan denenmiş bir
cadı kadın getirttiler, Grasse’ta yerin altında pek bol olan
kireçtaşı mağaralarından birine çekilip şeytan ayinleriyle
Şeytan’ın vücut bulmuş halini kendilerine ısındırmaya
çalıştılar. Daha başkaları, özellikle yüksek kentsoylularla
kültürlü soylular en modern bilimlere bel bağlayıp evlerini
mıknatısladılar, kızlarını hipnotize ettiler, salonlarında
hava ögesel susma toplantıları yapıp topluca düşünce
yayımlayarak katilin zihnini telepati yoluyla etkisiz
bırakmaya uğraştılar. Sivil milis dernekleri Grasse’tan
Napoule’a, sonra oradan gene Grasse’a bir kefaret yürüyüşü
düzenlediler. Şehrin beş manastırındaki keşişler durmadan
ilahiler söylenen sürekli bir ayin başlattılar, öyle ki şehrin
kâh şu kâh bu yanında bitip tükenmeyen bir la-mento
işitilir oldu. Çalışan neredeyse kalmadı artık.
Böylece, hummalı bir aylaklık içinde, neredeyse
sabırsızca bekler oldu Grasse halkı bundan sonra işlenecek

235
cinayeti. Olacağından kimsenin kuşkusu yoktu. Gizliden
gizliye de herkes korkunç haberin bir an önce gelmesini
diliyor, ancak kendisini değil başkalarını çarpmasını
umuyordu.
Ne var ki şehrin, çevresinin, bütün ilin yöneticileri bu
kez halkın histerisine kapılmadı. Kız katili ortaya çıkalı beri
ilk olarak planlı ve verimli bir ortak çalışma başladı Grasse,
Draguignan, Toulon valilikleri arasında, belediyeler, polis,
vekilharç, parlamento, deniz kuvvetleri arasında.
Egemen güçlerin bu dayanışmasının nedeni bir yandan
genel bir halk ayaklanmasından korkulması, öte yandan da
Laure Richis cinayetinden beri ilk kez elde katilin dizgeli
bir biçimde aranmasını sağlayacak ipuçları olmasıydı. Katil
görülmüştü. Anlaşılan, cinayet gecesi Napoule hanının
ahırında kalıp ertesi sabah iz bırakmadan kaybolmuş olan o
garip tabak çırağıydı. Hancının, ahıra bakan yanaşmanın ve
Richis’nin birbirini doğrulayan ifadelerine göre bu
kahverengimsi elbiseli, kaba ketenden bir yol torbası olan,
hiç dikkati çekmeyen, kısa boylu bir adamdı. Bunun dışında
üç tanığın da hatırlayabildikleri pek belirsiz kaldı, örneğin
yüzünü, saç rengini ya da konuşmasını betimleyemediler
ama gene de hancının ekleyeceği bir şey daha vardı:
yanılmıyorsa gözüne, yabancının duruşunda, yürüyüşünde
bir güçlük, bir aksaklık çarpmıştı, ayağından yaralı ya da
topalmış gibi.
Ellerinde bu ipuçları, daha cinayet günü öğleye doğru
Marechaussee’den iki süvari müfrezesi Marsilya’ya doğru
katili aramaya başladı. Biri kıyı boyunca, öbürü arka yoldan,
Napoule’un yakın çevresini gönüllülere tarattılar. Grasse il
mahkemesinden iki görevli Nizza’ya gidip orada tabak
kalfası üzerine soruşturmaya geçti. Frejus, Cannes ve
Antibes limanlarında demir alan bütün gemiler denetlendi,

236
Savoyen sınırında bütün yollar tutuldu, yolculuk yapanların
kimlik göstermesi zorunlu kılındı. Okuma bilenler için,
suçlunun niteliklerini belirten bir arama duyurusu Grasse,
Vence, Gourbon şehirlerinin bütün kapılarıyla köylerin
kilise kapılarına asıldı. Günde üç kere tellal okudu bu
duyuruyu. Tabii katilin belki topal olduğu haberiyse,
Şeytan’m ta kendisi olduğu görüşünü kuvvetlendirdiği için,
işe yarar bilgiler getirmekten çok panik yarattı.
Ancak Grasse mahkemesi başkanı, Richis adına,
suçlunun yakalanmasına yarayacak bilgiler için en az iki
yüz livre ödül konduğunu belirttikten sonra Grasse, Opio
ve Gourdon’da birkaç tabak kalfasının tutuklanmasına yol
açan ihbarlar oldu, ki tutululardan yalnız biri topallıyordu.
Tam birçok kişinin olay sırasında başka yerde olduğu
üzerine tanıklık ettiği bu adamı işkenceden geçirmeyi
düşünüyorlardı ki, cinayetin onuncu gününde, şehir
karayolundan biri belediye başkanlığına başvurup şu ifadeyi
verdi:
O gün öğle üzeri kendisi, Gabriel Tagliasco, karakol
kumandanı, mutadı veçhile Porte du Cours’da nöbet
tutarken, sonradan arama duyurusunda betimlenen suçluya
oldukça benzediğini hatırladığı bir kişi yanına gelip tekrar
tekrar ve telaş içinde, ikinci konsülün sabahleyin kervanıyla
şehri terk ettiği yolun hangisi olduğunu sormuştu. Bu olaya
ne o zaman ne de daha sonra önem vermişti; o kişiyi de,
kendini ne kadar yorsa kesinlikle hatırlayamazdı -olay çok
çok sıradan bir şeydi- eğer dün yeniden görmüş olmasaydı,
hem de burada, Grasse’ta, Rue de la Louve’da, Usta Druot
ve Madame Arnulfi’nin atölyesinin önünde ve bu arada söz
konusu kişinin, dönüp atölyeye girerken belirgin biçimde
topalladığı da gözüne çarpmıştı.
Bir saat sonra Grenouille tutuklandı. Öbür sanıklarla

237
yüzleştirmek üzere Grasse’ta bulunan Na-poule’lu hancıyla
yanaşması onu hemen tanıyıp handa geceleyin tabak çırağı
olduğunu söylediler: Buydu ve hiç başka biri değildi, bu
olmalıydı katil.
Atölye arandı, Fransisken manastırının arkasındaki
zeytinlikteki kulübe arandı. Bir köşede, saklı bile değildi,
Laure Richis’nin kesilmiş geceliği, iç gömleği, kızıl saçları
duruyordu. Taban kazıldığında birbiri ardınca öbür yirmi
dört kızın elbiseleri, saçları da ortaya çıktı. Kurbanların
öldürüldüğü ağaç topuz, keten yol torbası bulundu. İpuçları
inanılır gibi değildi. Kiliselerin çanları çalınmaya başladı.
Mahkeme başkanı, tellal ve yazılı duyuru yoluyla, neredeyse
bir yıldır aranmakta olan mahut kız katilinin sonunda
yakalanmış ve sıkı gözetim altına alınmış olduğunu bildirdi.

XXXXVIII

İnsanlar önce inanmadı bu açıklamaya. Yönetimin,


beceriksizliğini örtüp milletin tehlikeli olmaya başlayan
kızgınlığını yatıştırmak için uydurduğu bir yalan sandılar.
Katilin Grenoble’a gittiğinin ileri sürüldüğü zamanları
unutmamışlardı daha. Bu kez korku öyle kolay kolay
sökülmeyecek kadar sıkı yapışmıştı içlerine.
Ancak ertesi gün prevote’nin Önündeki meydanda
kanıtlar sergilenince -korkunç bir manzaraydı, korkuluk
gibi sırıklara geçirilmiş yirmi beş elbise, yirmi beş tutam
saçı meydanın başköşesinde, katedralin karşısında görmek-
değişti kamuoyu.
İnsanlar, yüzlercesi bir arada bu dehşet sergisinin
önünden geçti. Elbiseleri tanıyan kurban yakınları çığlıklar
içinde bayıldı, kalabalığın geri kalanı, kimisi eğlenceli olsun

238
diye, kimisi iyice inanabilmek için katili görmek istedi. Çok
geçmeden sesler öyle yükseldi, insanların dalgalandığı
küçük meydandaki huzursuzluk öyle ürkütücü bir noktaya
ulaştı ki başkan, Grenouille’i hücresinden çıkartıp adliyenin
birinci kat pencerelerinin birinden kalabalığa göstermeye
karar verdi.
Grenouille pencereye çıkınca bağrışmalar kesiliverdi.
Bir anda ortalık, herkesin tarlalarda olduğu ya da evlerin
serinliğine kaçtığı sıcak bir yaz gününün öğle saatindeki
mutlak sessizliğe büründü. Ne bir ayak sesi ne bir öksürüş
ne bir soluk duyuluyordu. Kalabalık sırf gözkulak kesilmişti;
dakikalarca sürdü bu durum. Yukarıda, penceredeki bodur,
üflesen yıkılacak, iki büklüm adamın, bu güdük şeyin, bu
zavallı cücenin, bu solda sıfırın iki düzineyi aşkın cinayet
işlemiş olacağını aklı almıyordu kimsenin. Hiç katile benzer
aynı yoktu, o kadar. Gerçi kimse katili, o şeytanı kafasında
nasıl canlandırdığını söyleyemezdi, ama bir konuda hepsi
birliktiler: böyle değil! Ama gene de katil tasarladıklarına
hiç uymasa da, bu yüzden gösterilmesi inandırıcı olamaz
diye düşünülse de, sadece pencerede bu etten kemikten
insanın belirişi, katil olarak başka birinin değil de onun
sunuluşu inandırıcı bir etki yaptı. Herkes, olmaz böyle şey!
diye düşünüyor, ama yanı anda da, başka türlü
olamayacağını biliyordu.

Tabii, ancak nöbetçiler çelimsiz adamı odanın


karanlığına çektiklerinde, yani ortadan kaybolup görülmez
hale gelince, yani insanların beyinlerinde artık sadece, çok
kısa bir zaman için de olsa anı olarak, insanın kavram
olarak, iğrenç bir katil kavramı olarak diyeceği geliyor,
kaldığı zaman - işte o zaman geçti kalabalığın şaşkınlığı da
yerini uygun bir tepkiye bıraktı: Ağızlar kapanıp binlerce

239
göz canlandı. Sonra gümbür gümbür bir tek öfke ve öç
haykırışı duyuldu: “Onu bize bırakın!” Prevöte’yi basıp katili
kendi elleriyle boğmaya, parçalamaya kalktılar. Nöbetçiler
dünyanın güçlüğünü çekti kapıyı sürgüleyip saldıran yığını
geriletmekte. Grenouille bir acele zindanına götürüldü.
Başkan pencereye çıkıp davanın çabuk ve ibreti âlem olacak
bir sertlikle görüleceğine söz verdi. Yine de saatler sürdü
kalabalığın dağılması, günler sürdü şehrin biraz
sakinleşmesi.
Gerçekten Grenouille davası son derece hızlı yürüdü,
çünkü eldeki kanıtların eziciliği bir yana, sanık da
sorgulama sırasında, hatta hiç kaçınmadan, kendisine
yüklenen cinayetleri işlediğini itiraf etmişti.
Yalnız, niçin işlediği sorulduğunda doyurucu bir yanıt
veremiyordu. Hep, kızlara ihtiyacı olduğunu, onun için de
öldürüldüğünü tekrarlıyordu. Niçin ihtiyacı olduğu, hem
“ihtiyacı olma”nın da ne anlama geldiği soruluyor
susuyordu. Bunun üzerine işkenceye geçtiler, saatlerce
ayaklarından astılar, yedi pint su pompaladılar içine,
ayaklarını mengeneye koydular, en ufak bir şey elde
edemediler. Vücut acısına karşı duyarsız gibiydi adam, gıkı
çıkmıyor, tekrar sorulduğunda: “Onlara ihtiyacım vardı,”
sözünden başka bir şey demiyordu. Yargıçlar akıl hastası
olduğuna karar verdi. İşkenceyi kesip davayı başka
sorgulama yapmadan bir sona bağlamaya karar verdiler.
Olan tek gecikme, La Napoule’un idarece bağlı olduğu
Draguignan şehir yönetimiyle, bir de Aix’deki
parlamentoyla aralarında çıkan hukuk tartışması yüzünden
oldu, çünkü öbür iki taraf da davayı kendileri görmek
istiyordu. Ama Grasselı yargıçlar işi başkasına kaptırmadı.
Katili yakalayan onlar olmuştu, cinayetlerin çoğunluğu
onların görev alanında işlenmişti, katili başka bir

240
mahkemeye devrederlerse halkın öfkesi gene onlara
yönelecekti. Grasse’ta akmalıydı katilin kanı.
15 Nisan 1766’da karar verildi ve sanığa hücresinde
okundu:
“Parfümcü kalfası Jean Baptiste Grenouille,” deniyordu,
“kırk sekiz saat içinde şehir kapısı önündeki meydana
götürülecek, orada yüzü göğe bakmak üzere ahşap bir
çarmıha bağlanarak kendisine canlı halde demir bir
çubukla, kol, bacak, kalça ve omuz kemiklerini kıracak olan
on iki darbe vurulacak, sonra çarmıha sıkıca bağlanarak
çarmıhın dikilmesiyle ölümüne kadar orada teşhir
edilecektir.”
Usulden olan, çok acı çekmemesi için celladın,
kemiklerini kırdıktan sonra suçluyu iple boğma uygulaması,
can çekişme günlerce sürecek bile olsa, açık açık
yasaklanıyordu. Daha sonra ceset, hayvan leşlerinin
gömüldüğü bir çukura gömülecek, herhangi bir işaret
konmayacaktı.
Grenouille kararı kılını kıpırdatmadan dinledi. Mübaşir
son isteğini sordu. “Hiçbir şey,” dedi Grenouille, bir eksiği
olmadığını söyledi.
Günah çıkartması için bir rahip girdi hücreye, ama
çeyrek saat sonra, işini yapamamış olarak çıktı. Anlattığına
göre Tanrı’mn adını andığında hükümlü öyle anlamaz bir
ifadeyle yüzüne bakmıştı ki, bu sözcüğü ilk kez duyuyor
gibiydi; sonra kerevetine uzanıp hemen derin mi derin bir
uykuya dalmıştı. Bundan sonra ne söylediyse boşa gitmişti.
Bunu izleyen iki gün içinde birçok insan ünlü katili
yakından görmeye geldi. Bekçiler hücre kapısındaki küçük
kapağı kaldırıp bir bakış atmalarına izin verdiler, bakış
başına da altı sol para aldılar. Grenouille’in portresini

241
yapmak isteyen bir gravürcünün iki frank ödemesi gerekti.
Ama hayal kırıcı bir modeldi içerdeki, el ve ayak
bileklerinden zincirli olarak kerevette yatıp duruyor,
uyuyordu. Yüzünü duvara dönmüştü, ne kapıya vurmalara,
ne seslenmelere tepki gösteriyordu. Hücreye giriş sıkı sıkı
yasaklanmıştı, bekçiler de, onca parlak teklife karşın bu
yasağa uymazlık edemiyorlardı. Tutuklunun,
kurbanlarından birinin bir yakını tarafından zamanı
gelmeden öldürülüvermesinden korkuluyordu. Bu yüzden
kendisine yemek verilmesi de yasaklanmıştı. Yemek zehirli
olabilirdi. Hapisliği boyunca Grenouille’in yemeği piskopos
sarayının hizmetliler mutfağından geldi ve kendisine, önce
cezaevi başgardiyanı tadına baktıktan sonra verildi. Tabii
son iki gün hiçbir şey yemedi. Yattı, uyudu. Arada zincirleri
şangırdıyor, bekçi bir acele göz deliğine koşup baktığında
şişeden bir yudum su içip gene yerine yattığını, uyumaya
devam ettiğini görüyordu. Sanki yaşamaktan, ömrünün son
saatlerini bile uyanık olarak yaşayıp görmeyi istemeyecek
kadar çok yorulmuş gibi bir hali vardı.
Bu arada meydan idama hazırlanıyordu. Marangozlar
bir seki kuruyordu, üçe üç metre büyüklüğünde, iki metre
yüksekliğinde, çevresi parmaklıklı, sabit merdivenli böyle
görkemlisi daha hiç görülmemişti Grasse’ta. Ayrıca şeref
erkânı için ahşap bir tribün ile, belli bir uzaklıkta tutulması
gereken adi halk için bir çit yapıldı. Porte du Cours’un
sağındaki, solundaki evlerle kapı karakolunun pencereleri
daha çoktan, aşırı fiyatlarla kiralanmıştı. Hatta cellâdın
çırağı, biraz kıyıda kalan Charite’nin hastalarıyla pazarlığa
girişerek odalarını tutmuş, sonra yüksek kârla olayı
seyretmek isteyenlere kiralamıştı. Limonatacılar yedekte
bulunsun diye güğüm güğüm meyankökü suyu hazırlıyor,
gravürcü hapishanede taslağını yapıp hayalinden biraz daha

242
uçarılık katarak çizdiği katil resminden yüzlerce basıyor,
gezgin satıcılar şehre akın ediyor, fırıncılar anma çörekleri
pişiriyordu.
Cellât, eline yıllardır kemiklerini kıracağı hükümlü
geçmemiş olan Mösyö Papon, demirciye dört köşeli bir
demir çubuk yaptırdı, sonra bunu alıp, hayvan ölüleri
üzerinde vuruşlarını denemek için mezbahaya gitti. Yalnız
on iki kere vurabilecekti; bu vuruşlarla da, vücudun göğüs
ya da kafa gibi değerli kesimleri zarar görmeden, on iki
eklemin de kesin biçimde kırılmış olması gerekiyordu. Çok
beceri isteyen ince bir işti.
Kentliler olaya büyük bir bayrama hazırlanır gibi
hazırlanıyordu. Kimsenin çalışmadığını söylemeye gerek
yok. Kadınlar törenlik giysilerini ütülüyor, erkekler
ceketlerinin tozunu silkiyor, çizmelerini pırıl pırıl
boyatıyordu. Askeri bir görevi ya da memuriyeti olan, lonca
başı, avukat, noter, sivil milis önderi ya da herhangi başka
önemli bir şey olan üniformasını, resmi giysisini giyiyor,
madalyalarını, eşarplarını, zincirlerini, bembeyaz pudralı
perukasını takıyordu. Dindar olanlar post festum bir ayin-i
ilahide, Şeytan’ın çömezleri esaslı bir iblise teşekkür
ayininde, aydm-seçkin takımı Cabrislerin, Villeneuvelerin
ya da Fontmichellerin konağında manyetizm seanslarında
buluşmak üzere sözleşiyordu. Mutfaklarda çörekler,
kızartmalar pişiriliyor, bodrumlardan şarap çıkarılıyor,
pazardan çiçekler alınıyor, katedralde orgcuyla kilise
korosu prova yapıyordu.
Rue Droite’taki Richis evi sessizlik içindeydi. Richis,
halkın “Kurtuluş Günü” adını taktığı, katilin idamı günü
için hiçbir şekilde hazırlık yapılmamasını istemişti. Her
şeyden iğreniyordu. İnsanların birdenbire yeniden
canlanıveren korkusundan iğrenmişti, ateşli bir sevinç

243
içinde hazırlanışlarından da iğreniyordu. İnsanların
kendileri iğrençti, hepsi, hepsi iğrençti. Ne suçlunun ve
kurbanlarının katedralin önündeki meydanda
gösterilişinde, ne duruşmalarda, ne o sansasyon
heveslilerinin hükümlünün hücresi önünde yaptıkları
iğrenç defilede bulunmuştu. Kızının saçlarıyla elbiselerinin
tanılanması söz konusu olduğunda mahkeme kurulunu
evine çağırmış, kısaca ve soğukkanlılıkla ifadesini vermiş ve
eşyaların andaç olarak kendisine bırakılmasını rica etmiş,
mahkeme de bu dileği yerine getirmişti. Sonra bunları
Laure’un odasına götürmüş, kesik gecelikle iç gömleğini
yatağına sermiş, kızıl saçları yastığın üstüne yaymış, kendisi
de yatağın önüne oturup, sanki bu anlamsız nöbetle,
Napoule’deki ihmalciliğini düzeltmek ister gibi, gece
gündüz odadan çıkmamıştı. İçi öylesine iğrenmeyle,
dünyadan ve kendi kendinden iğrenmeyle doluydu ki,
ağlayamıyordu bile.
Katilden de iğreniyordu. Onu insan olarak değil, artık
sadece kesilecek kurban olarak görmek istiyordu. Ancak
idam sırasında görecekti onu, çarmıhın üstünde yatışını, on
iki vuruşun üstüne inişini, o zaman görecek, iyice yakından
görecekti, en ön sırada bir yer ayırtmıştı kendine. Sonra,
birkaç saat sonra, halk dağıldıktan sonra katilin yanına,
kanlı çarmıha çıkacak, yanına oturacak, nöbet tutacaktı,
gece gündüz, gerekirse günlerce; bu arada gözlerinin içine
bakacaktı, kızının katilinin gözlerinin içine, içindeki bütün
iğrentiyi gözlerine akıtacaktı onun, bütün iğrentisini, yakıcı
bir asit gibi, can çekişmesinin orta yerine boşaltacaktı,
geberinceye kadar...
Sonra? Sonra ne mi yapacaktı? Bilmiyordu. Belki gene
sürdüregeldiği yaşamına dönerdi, belki evlenirdi, belki bir
oğlu olurdu, belki hiçbir şey yapmazdı, belki ölürdü. Onun

244
için hepsi birdi. Bunu düşünmek, sanki kendi ölümünden
sonra ne yapacağını düşünmekmiş gibi anlamsız geliyordu;
hiçbir şey tabii. Şimdiden bilebileceği hiçbir şey yoktu
yapacağı.

XXXXIX

İdam öğleden sonra saat beşe konmuştu. İlk seyir


meraklıları daha sabahtan gelip yerlerini güvene aldı.
Sandalyeler, tabureler getirmiş, minderler, yiyecek, içecek,
çocuklarını getirmişlerdi. Öğleye doğru her yönden yığın
yığın köylüler akın etmeye başladığında Cours öyle sıkış
sıkış doluydu ki, yeni gelenler meydanın öte yanındaki, kat
kat yükselen bahçelere, tarlalara, Grenoble yoluna
yerleşmek zorunda kaldı. Satıcılar şimdiden iyi iş
yapıyorlardı; millet yiyor, içiyor, panayır yerindeymiş gibi
bir uğultu, bir kaynaşmadır gidiyordu. Çok geçmeden,
herhalde bir on bin insan toplandı, Yasemin Kraliçesi
bayramındakinden, en büyük dini alaydakinden, Grasse’ta
şimdiye kadar görülmüş bütün kalabalıklardan fazla. Dağın
eteği yukarılara kadar, ayakta dikilen insanlarla doluydu.
Ağaçlar salkım salkım dolu, surlarla çatıların üstü dolu,
pencereler onar on ikişer tıkış tıkıştı. Sadece Cours’un
ortasında çitle korunmuş olarak, kalabalık hamurundan
bıçakla bir parça kesilip alınmış gibi, tribünle, birdenbire
sanki küçülüvermiş gibi, bir oyuncak ya da kukla
sahnesiymiş gibi gelen sekinin olduğu yer boştu. Bir de
geçit bırakılmıştı, idam yerinden Porte du Cours’a ve Rue
Droite’a.
Saat üçü biraz geçe Mösyö Papon’la yardımcıları
göründü. Alkışlar yükseldi. Kalaslardan yapılmış Aziz Andre

245
haçını sekiye taşıdılar, altına dört ağır marangoz eşeği
yerleştirip uygun olan çalışma yüksekliğine getirdiler. Bir
marangoz kalfası çiviledi. Cellât uşaklarının da marangozun
da her yaptığına alkışlarla karşılık veriyordu kalabalık. Hele
sonra Papon demir çubukla yanaşıp, çarmıhı dolaşıp
adımlarını ölçüp kâh şu kâh bu taraftan vuruş denemelerine
geçtiğinde iyice coştu millet.
Dörtte tribün dolmaya başladı. Bakıp da hayretler
edilesi çok kalburüstü kişi vardı, yanlarında valeleriyle
adabımuaşeret sahibi baylar, güzel bayanlar, büyük
şapkalar, pırıltılı elbiseler. Şehrin ve şehir dışının bütün
soyluları oradaydı. Meclis üyesi baylar, başlarında iki
konsül, hep beraber geldi. Richis siyah elbiseler, siyah
çoraplar, siyah şapka giymişti. Meclisin ardından, başta
mahkeme başkanı olmak üzere, belediye yürüyordu. Son
olarak açık tahtırevanla piskopos geldi, parlak mor bir
cüppe giymişti, başında yeşil küçük takkesi vardı. Şimdiye
kadar şapkasını çıkarmamış kimse kaldıysa o da şimdi
çıkardı. Bir tören havasıdır esiyordu.
Bundan sonra, aşağı yukarı on dakika hiçbir şey
olmadı. Baylar yerlerini almışlardı, kıpırdamadan
duruyordu halk, artık bir şey yiyen kalmamıştı, herkes
bekliyordu. Güneş koskocaman, sapsarı, Es-terel’in üstüne
gelmişti. Grasse ovasından ılık bir rüzgâr esiyor, portakal
çiçeklerinin kokusunu getiriyordu. Ortalık iyice sıcaktı ve
inanılmayacak kadar sessiz.
Sonunda, artık gerilim binlerce ağızdan çıkan bir
haykırışa, taşkınlığa, çılgınlığa ya da başka bir kitle olayına
dönüşüp patlamadan daha fazla süremez denebilecek bir
anda, sessizliğin içinde at tıkırtıları, tekerlek gıcırtıları
duyuldu.
Rue Droite’tan bu tarafa çift atlı, kapalı bir araba, polis
246
komiserinin arabası geliyordu. Araba şehir kapısını geçti,
artık herkesin görebileceği kadar yaklaşmıştı, idam yerine
giden dar geçide girdi. Polis komiseri, suçlunun güvenliğini
başka türlü sağlayamayacağını ileri sürerek arabayla
getirilmesinde ısrar etmişti. Hiç de olağan bir şey değildi
bu. Hapishane idam yerinden çok çok beş dakika
uzaklıktaydı. Bir hükümlü bu yolu her ne sebeple olursa
olsun, yürüyerek geçecek halde değildiyse, üstü açık bir
eşek arabasıyla da getirilebilirdi. Birinin kendi idamına yaylı
arabayla, üniformalı uşaklarla, atlı eşlikçilerle gittiği de hiç
görülmemişti.
Gene de kalabalıkta huzursuzluk ya da hoşnutsuzluk
uyanmadı, tersine. ‘Birşeyler olduğundan hoşnuttu millet,
bilinen oyunların şaşırtıcı, yeni bir biçimde sahnelendiği
tiyatroda olduğu gibi hoşnuttu, iyi bir buluştu idamlığı
arabayla getirmek. Hatta birçoğu, duruma yakışanın da
zaten bu olduğunu söyledi. Böyle olağanüstü rezil bir
suçluya olağanın dışında muamele gerekirdi. Öyle sıradan
bir haydut gibi zincirlerinden sürüye sürüye meydana
getirip öldüremezlerdi onu. Hikâyelik tarafı kalmazdı işin.
Onu yaylı arabanın yumuşak koltuğundan Aziz Andre
çarmıhına indirmeliydi - katilin gaddarlığının da üstünde
bir gaddarlıktı bu.
Araba sehpayla tribün arasında durdu. Uşaklar
yerlerinden atlayıp kapıyı açtı, katlanan merdiveni indirdi.
Polis komiseri indi, arkasından bir karakol subayı ve
sonunda Grenouille. Üzerinde mavi bir elbise, beyaz bir
gömlek, beyaz ipek çoraplar, tokalı siyah ayakkabılar vardı.
Kelepçeli değildi. Kolundan tutan yoktu. Özgür biri gibi
indi arabadan.
Derken bir mucize oldu. Ya da mucizeye benzer bir
şey, yani öyle akıl almaz, işitilmedik, inanılmaz bir şey ki,

247
bütün tanıkları sonradan mucize olduğunu söylerdi, ama
söylemediler, çünkü olayın lafını açmadılar bir daha,
katılmış olmaktan dolayı duydukları utancın
büyüklüğünden.
Olan şuydu: Cours’daki ve orayı çevreleyen ya-
maçlardaki on binlerce kişi bir an içinde, demin arabadan
inen mavi elbiseli adamın kesinlikle katil olamayacağı
inancını hissetti ta derinlerinden. Kimliğinden kuşkuya
kapıldıkları için değil! Karşılarında duran, birkaç gün önce
kilise alanında, adliyenin penceresinde gördükleri, o zaman
ellerine geçirseler nefretlerinin kızışmışlığı içinde linç
edecek oldukları, aynı adamdı. İki gün önce kanıtların
güçlülüğü ve kendi itirafı nedeniyle kesin hüküm giymiş
olan, aynı adam. Bir dakika öncesine kadar cellâdın
kemiklerini kırmasını sabırsızlıkla bekledikleri, aynı adam.
Ta kendisiydi, kuşkusuz!
Ama ne olursa olsun o değildi de aynı zamanda, o
olamazdı, o katil olamazdı. İdam yerinde dikilen adam,
masumluğun ta kendisiydi. Bunu herkes biliyordu şimdi,
piskopostan limonatacıya, markizden küçük çamaşırcıya,
mahkeme başkanından sokak çocuğuna kadar herkes.
Papon da biliyordu. Bildiği için de demir çubuğu tutan
elleri titriyordu. Bir anda güçlü kolları öyle zayıflamış,
dizleri öyle gevşemiş, yüreğini öyle çocuksu bir korku
almıştı ki bu değneği kaldıramayacak, kaldırıp şu ufacık
tefecik suçsuz adama vuracak gücü ömründe
toplayamayacaktı. Ah ne korkunç olacaktı adamın sekiye
çıkarıldığı an, zangır zangır titriyor, elindeki ölüm
değneğine dayanmadan duramıyordu, değnek olmasa
dizlerinin bağı çözülecekti heybetli, güçlü Papon’un!
Meydana toplanmış on binlerce adam, kadın, çocuk,
ihtiyar da aynı durumdaydı: Sevgililerinin çekiciliğine
248
kapılmış küçük kızlar gibiydiler. Küçük katile karşı güçlü
bir yakınlık, bir sevecenlik, delice bir çocuk aşkı, hatta
Tanrı bilir ya, sevgi duygusu sarıvermişti içlerini. Bir ağlayış
gibi, önlenemeyen, uzun zaman bastırılmış, insanın
karnından yükselip karşısında direnen, her şeyi ayrıştıran,
eriten ve sürükleyip götüren bir ağlayış gibi bir şeydi. Katı
bir tarafları kalmamış, eriyivermişti insanlar. Ta derinden,
ruhları ve akıllarıyla çözüşmüş, belli bir biçimi olmayan
sıvıya dönüşmüşlerdi, içlerinde artık yalnızca, dayanağı
kalmamış bir parça et olan yüreklerinin çalkalanışını
hissedebiliyorlar, kadın erkek bu yüreği mavi elbiseli ufak
tefek adama sunuyorlardı, hiçbir şey umurlarında değildi:
Onu seviyorlardı.
Herhalde birkaç dakika geçmişti böyle, Grenou-ille
arabanın açık kapısında dikiliyor, kımıldamıyordu.
Yanındaki uşak diz çökmüş, bununla da kalmayıp eğildikçe
eğilmiş, Doğu’da sultanın ve Allah’ın huzurunda âdet olan
toprağı öpme duruşunu almıştı. Bu haldeyken bile titriyor,
sallanıyor, daha da alçalacak, yüzükoyun yere yatacak
kadar, yerin içine, altına girecek kadar alçalacak gibi
oluyordu. Dünyanın öbür ucuna kadar geçecekti
saygısından. Karakol subayıyla polis komiserinin ki aslında
şimdi görevleri hükümlüyü idam sehpasına çıkarıp cellâda
teslim etmek olan demir gibi adamlardı, elleri ayaklarına
dolaşıyordu. Ağlıyorlar, şapkalarını çıkarıyorlar, ellerini
ovuşturuyorlar, Kore hastalığına yakalanmış gibi sarsılıp
yüzlerini buruşturuyorlardı.
Biraz daha uzakta bulunan şeref erkânı da
duygulanışını öyle daha az belli ediyor sayılmazdı. Her biri
kalbinden geleni koyuvermişti ortaya. Bayanlar vardı ki,
Grenouille’i görünce ellerini yumruk edip apışaralarına
bastırmış, hazdan inliyorlardı; başka-larıysa, delikanlıya -

249
evet, delikanlı olarak görüyorlardı onu— duydukları
özlemin ateşinden şıp diye bayılıvermişlerdi. Baylar vardı
ki, oturdukları yerden fırlayıp fırlayıp gene oturuyorlar,
sonra gene sıçrıyorlar, harıl harıl soluyarak kılıçlarına
yapışıyorlar, çekecekmiş gibi, sonra daha tam çekerken
tekrar kına itiyorlar çeliği, bu arada bir takırtıdır şakırtıdır
gidiyordu; başkalarıysa dillerini yutmuş, gözlerini göğe
dikmiş, ellerini dua etmek için sımsıkı kenetlemişti.
Monsenyör Piskopos ise, midesi bulanıyor gibi öne eğilmiş,
alnını dizlerine vuruyordu, yeşil küçük takkesi yuvarlanıp
gitmişti başından; üstelik içi bulanıyor filan da değildi.
Ömründe ilk kez dinsel bir coşkunun hazzını yaşıyordu;
çünkü herkesin gözü önünde bir mucize olmuş, Cenabıhak
bizzat cellâtla kucaklaşıp bütün dünyanın katil diye baktığı
kişinin melek olduğunu vahyetmişti -ah ne mutluluktu 18.
yüzyılda bile böyle bir şeyin olabildiğini görmek. Ne
büyüktü Tanrı! Ve ne küçüktü, ne zavallıydı kendisi,
inanmadan, sırf halkın yatışması için lanet okuyan kişi! Ah
ne küstahlıktı bu, ah ne kaba sofuluktu! Şimdiyse bir
mucize yaratmıştı Tanrı! Ah ne yüce bir eğilişti karşısında,
ne tatlı bir alçalış, ne büyük bir şerefti piskopos olarak
Tanrı’nın bu cezasını tatmak.
Bu arada çitin arkasındaki halk, Grenouille’in
görünmesiyle patlayıveren duygu coşkunluğunu gittikçe
daha utanmaz bir manzara alan raddelere getirmişti. Onu
ilk gördüğünde içinde acıma, yakınlık hissedenler şimdi
düpedüz arzuyla tutuşuyor, başta hayranlık, arzu duyan
şimdi kendinden geçecek hallere geliyordu. Herkes için
mavi elbiseli adam, düşünebilecekleri en güzel, en çekici,
en yetkin yaratıktı: Rahibelere Mesih’in ta kendisi, genç
kızlara hayallerindeki masal prensi, erkeklere kendilerinin
ideal bir kopyası olarak görünüyordu. Hepsi de, onun

250
kendilerini en duyarlı yerlerini bulup oradan, erotik
merkezlerinden yakaladığını anlıyordu. Sanki bu adamın on
bin görülmez eli vardı da her birini çevresindeki on bin
insanın cinsel yerine koymuş, kadın olsun erkek olsun tek
tek her birinin en gizli hayalinde, tam en çok istediği gibi
okşuyordu.
Sonuç olarak, zamanının en iğrenmeye değer canisinin
idamı olarak hazırlanan olay, dünyanın milattan önceki
ikinci yüzyıldan bu yana gördüğü en büyük Bacchus ayinine
döndü. İffetli kadınlar bluzlarını parçalayıp histerik çığlıklar
atarak göğüslerini açıyor, eteklerini kaldırıp kendilerini
yerlere atıyordu. Erkekler deliye dönmüş bakışlarını bu
açılmış et tarlasında tökezleye tökezleye gezdirirken
titreyen parmaklarıyla, sanki don vurmuş da katılaşmış
organlarını pantolonlarından çıkarıp rasgele bir yere
düşüyorlar, akıl almaz konuklarda akıl almaz çiftler
oluşuyor, pimpirik ihtiyar bakire kızla, gündelikçi avukat
karısıyla, karmakarışık, nasıl rastgeldiyse öyle, çiftleşiyordu.
Hava hazzm tatlı ter kokusuyla ağırlaşmış, on bin insan
hayvanının çığlıkları, hırıltıları, iniltileriyle dolmuştu.
Grenouille yerinde dikiliyor, gülümsüyordu. Daha
doğrusu, onu gören insanların gözünde, dünyanın en
masum, en sevecen, en büyüleyici, aynı zamanda en ayartıcı
gülümseyişiyle gülümsüyordu. Ama dudaklarında dolaşan
aslında gülümseme değil, çirkin, alaycı, duyduğu zaferi ve
aşağılamayı olduğu gibi yansıtan bir sırıtmaydı. O,
dünyanın en pis kokan yerinde kokusuz olarak doğmuş
olan, çöpün, çamurun, kokuşmanın içinden gelen, sevgisiz
büyümüş, sıcak bir insan ruhu olmadan sırf inatçılığından
ve iğrentisinin verdiği güçle yaşayan, ufak, kamburu çıkmış,
topallayan, çirkin, herkesin sırt çevirdiği, içi ve dışı da
mendebur Jean-Baptiste Grenouille kendini dünyaya

251
sevdirmeyi başarmıştı. Sevdirmek de ne demek! Âşık
olmuşlardı ona! Hayrandılar! Tapıyorlardı! Prometheus’a
özgü bir işi başarmıştı. Öbür insanların isteyip istemedikleri
bile sorulmadan beşiklerine konduğu halde bir tek
kendisinden esirgenmiş tanrısal kıvılcımı, inadı ve eşsiz
yeteneğiyle ele geçirmişti. Bununla da kalmıyordu. O
kıvılcımı aslında kendisi, kendi içinde çaktırmıştı.
Prometheus’tan da büyüktü. Kendisine öyle bir hale
yaratmıştı ki, şimdiye kadar hiç kimsede olmadığı kadar
parlak ve etkileyiciydi. Bunu da hiç kimseye borçlu değildi -
ne bir babaya, ne bir anaya, hele gönlü yüce bir Tanrı’ya hiç
mi hiç— yalnız kendisine borçluydu. O gerçekten kendi
tanrıydı, hem de kiliselerde barınıp pis pis günnük kokan o
Tanrı’dan çok daha görkemli. Önünde koca bir piskopos
dize gelmiş, keyfinden kuyruk sallıyordu. Zenginler,
güçlüler, mağrur baylar, bayanlar hayranlıklarından ölüyor,
bu arada dört bir yanda halk, içlerinde kurbanlarının
babaları, anneleri, kız, erkek kardeşleri onun adına âlemler
yapıyordu. Ondan bir işaret gelse, hepsi Tanrılarından yüz
çevirip ona, Büyük Grenouille’e tapınırdı.
Evet, o Büyük Grenouille’di! Bu şimdi günışığı-na
çıkıyordu. Bir zamanlar kendine âşık hayallerinde olduğu
gibi, şimdi de gerçekte şu anda ömrünün en büyük zaferini
yaşıyordu. Ve berbat mı berbat bir durumdu bu.
Berbat bir durumdu, çünkü bu zaferin bir saniyesinin
bile tadına varamıyordu. Arabadan kendisini insanlara
sevdiren, iki yıldır çalışa çalışa hazırladığı, ömrü boyunca
sahip olmaya can attığı parfümü sürünmüş olarak güneşin
ışığa boğduğu meydana indiği anda... ne karşı konulmaz biı
koku yaydığını, çevresindeki insanları nasıl rüzgâr hızıyla
tutkun ettiğini gördüğü, kokladığı anda - o anda içinde
insanlardan duyduğu bütün iğrenti yeniden yükselmiş,

252
zaferinin öyle bir canına okumuştu ki, şimdi sevinmek bir
yana, yaptığından hoşnut kalmak gibi bir şey bile
duymuyordu. Her zaman özlediği şey, insanların kendisini
sevmesi yani, ulaştığı anda dayanılmaz bir şey olup
çıkmıştı, çünkü o kendisi sevmiyordu insanları, onlardan
nefret ediyordu. Birdenbire doyumu hiçbir zaman sevgide
değil, nefrette bulmuş olduğunu anladı, nefrette ve
kendinden nefret edilmesinde.
Ama insanlara duyduğu nefrete yankı gelmiyordu
insanlardan. Şu anda onlardan ne kadar nefret etse o kadar
tapacaklardı kendisine, çünkü algıladıkları, üstüne
yakıştırdığı iğreti halesinden, koku maskesinden, çalıntı
parfümünden -gerçekten tapılacak kadar güzel olan
parfümünden- başka bir şey değildi.
Elinden gelse şimdi hepsini, bu ahmak, pis kokulu,
şehvete dalmış yığını, aynı vaktiyle kuzgun karası ruhunun
ülkesinde yabancı kokuları yok ettiği gibi yerle bir ederdi.
İstiyordu ki onlardan ne kadar çok nefret ettiğinin farkına
varsınlar da insan olalı duydukları bu tek gerçek duygu
yüzünden nefretine nefretle karşılık versinler, kendisini bu
yüzden, zaten baştan da niyetlendikleri gibi, yok etsinler.
Ömründe bir kerecik olsun kendini vermek istiyordu.
Ömründe bir kere öbür insanlar gibi olup içindekini dışarı
vurmak istiyordu: nasıl onlar sevgilerini, aptalca
hayranlıklarını dışa vuruyorlarsa o da nefretini. Bir kere,
sadece bir kere kendi gerçek benliğiyle anlaşılıp başka bir
insandan kendi tek gerçek duygusuna, nefretine bir yanıt
almak istiyordu.
Ama olmadı. Olamazdı. Hele bugün, olacak iş değildi.
Çünkü dünyanın en iyi parfümüyle maskelenmişti ya,
üstelik bu parfümün altında taşıdığı şey yüz değil, yalnız
ama yalnız mutlak kokusuzlu-ğuydu. Bunu düşününce

253
birden fenalaştı: Sislerin gene yükselmeye başladığını
hissediyordu.
Vaktiyle mağarada, hayallerinin yüreciğinde uyurken
gördüğü düşteki gibi yükselmeye başlamıştı sisler ansızın,
kokusuz olduğu için duyamadığı kendi kokusundan oluşan
sisler. Gene o zamanki gibi korkudan ödü kopuyor,
boğulacakmış gibi geliyordu. Ama o zamankinin tersine düş
değil, uyku değildi bu, yalın gerçeklikti. Bir de o
zamankinin tersine, bir mağarada yalnız başına yatmıyor,
bir alanda, on bin kişinin gözü önünde dikiliyordu. Ve o
zamankinin tersine, uykusunu dağıtıp kurtaracak bir
çığlıktan, iyi ve sıcak ve huzurlu dünyaya kaçmaktan medet
umamazdı. Buydu çünkü dünya, burada ve şimdi, buydu
gerçekleşen düşü, burada ve şimdi. Ve kendisi istemişti
böyle olmasını.
Bir yanda halk tepişir eğlenirken, korkunç boğucu
sisler ruhunun bataklıklarından yükselmeye devam etti. Bir
adam koşup geliyordu üstüne doğru. Şeref tribününün en
ön sırasından öyle bir fırlayış fırlamıştı ki, siyah şapkası
uçmuştu başından, şimdi de siyah ceketini savura savura,
karga gibi, ya da öç alıcı bir melek gibi idam yerinden ona
doğru koşuyordu. Richis’ydi bu.
Beni öldürecek, diye düşündü Grenouille. Maskeme
aldanmayan tek insan o. O kanmaz böyle şeye. Üstümde
kızının kokusu var, insanı kan lekesi kadar ele verici bir şey.
Kim olduğumu bilip öldürecek beni. Öldürmeli.
Ve kollarını açtı üstüne doğru saldıran meleği
karşılamak için. Artık hissediyordu bile hançerin ya da
kılıcının göğsüne vuruşunun verdiği tatlı karıncalanmayı,
çeliğin bütün koku zırhlarını da, boğucu sisi de orta
yerinden yarışını, buz gibi kalbine girişini - sonunda,
sonunda bir şey var oluyordu kalbinde kendinden başka!
254
Neredeyse bütün yüklerinden kurtulmuş gibi hissediyordu
kendisini.
Ama birden boynuna sarılmamış mıydı Richis, öç alıcı
melek değil, eli ayağı çözülmüş, bir zavallılık içinde hıçkırıp
burnunu çeken bir Richis, sarılmış boynuna, sıkı sıkı
yapışmış üstüne, sanki bir mutluluk denizine düşmüş de
ondan başka tutunacak yer bulamamış gibi. Ne kurtuluşu
getiren bir hançer darbesi, ne bir lanet okuyuş, ne de bir
nefret çığlığı. Yerine, yanağına Richis’nin gözyaşlarıyla
ıslanmış yanağı yapışmış, kulağına tirtir titreyen dudakları
uzanmıştı: “Bağışla beni oğlum, sevgili oğlum, bağışla beni!”
O anda içinde her şeyin gözlerinin önünde bembeyaz
kesildiğini hissetti, dış dünya ise kuzgun karasına döndü.
Şimdiye kadar tutsak kalmış sisler kuduran bir sıvıya,
kaynayan, köpüren süte benzer bir şeye dönüştü. Taşıp
üstünden geçti bu sel, dayanılmaz bir basınçla vücudunu
içten saran kabuğa bastırdı, akıp gidecek bir yer bulamadı.
Kaçmak istiyordu, Allah rızası için kaçacak bir yer, ama
nereye... Kendi içinde boğulmamak için orta yerinden
yarılmak, patlamak istiyordu. Sonunda düşüp bilincini
kaybetti.
Kendine geldiğinde, Laure Richis’nin yatağında
yatıyordu. Ondan kalan andaçlar, elbiselerle saç,
kaldırılmıştı. Komodinin üstünde bir mum yanıyordu. Yarı
açık pencereden, eğlenen şehirden gelen coşku çığlıkları
duyuyordu. Antoine Richis yatağın yanında bir tabureye
oturmuş, bekliyordu. Grenouille’in elini avuçlamış,
okşamaktaydı.
Daha gözlerini açamadan ortamı bir yokladı
Grenouille. İçi dingindi. Kaynayıp bastıran bir şey
kalmamıştı. Gene o bildiği, bilincini buz gibi keskin ve duru
kılıp dışarıya yönlendirmesi için gereken soğuk gece
255
egemendi ruhuna: Orada, dışarıda parfümünün kokusunu
duyuyordu. Değişmişti. Uçları zayıflamış, böylece ana notu
olan Laure’un kokusu daha bir görkemle ortaya çıkar
olmuştu, yumuşak, karanlık kıvılcımlar saçan bir ateş.
Kendini güven içinde hissetti. Biliyordu ki daha saatlerce
kimse saldıramazdı üstüne, gözlerini açtı.
Richis’nin dingin bakışları yayılıyordu üstünde. Sonsuz
bir iyi niyet vardı bu bakışlarda. Sevecenlik, duygulanmışhk
ve seven insandaki o kof, budalaca derinlik.
Gülümsedi. Grenouille’in elini daha bir sıkı kavradı ve
dedi ki: “Artık her şey düzelecek. Yönetim senin kararı iptal
etti. Bütün tanıklar yemin edip ifade değiştirdi. Özgürsün.
Ne istersen yapabilirsin. Ama ben, yanımda kalmanı
isterim. Bir kız kaybettim, seni oğlum olarak kazanmak
isterim. Ona benziyorsun sen. Güzelsin onun gibi, saçların,
ağzın, elin... Onca zaman elini tuttum burada, elin de
onunki gibi. Hele gözlerine bakınca, onun gözlerine bakmış
gibi oluyorum. Sen onun kardeşisin -ben de istiyorum ki
benim oğlum olasın, sevincim, gururum, mirasçım benim.
Annen baban sağ mı9”
Grenouille hayır anlamında başını salladı, Richis’nin
yüzü hindi gibi kızardı sevincinden. “Öyleyse oğlum
olacaksın?” diye kekeleyip taburesinden fırladı, yatağın
kenarına oturup Grenouille’in öbür elini de kavradı. “Olur
musun? Olur musun? Baban olmamı ister misin? - Bir şey
söyleme! Konuşma! Daha konuşamayacak kadar zayıfsın.
Başınla işaret et, yeter!” Grenouille başını eğdi. Eğer eğmez
de Richis’nin mutluluğu kıpkızıl bir ter gibi bütün
gözeneklerinden boşandı, Grenouille’in üstüne eğilip
ağzından öptü.
“Uyu şimdi, canım oğlum!” dedi doğrulup. “Uyuyana
kadar yanında bekleyeceğim ben.” Onu bir süre sessizce,
256
sevinçten kendinden geçercesine seyrettikten sonra da,
“Çok, ama çok mutlu ediyorsun beni,” dedi.
Grenouille, gülümseyen insanlardan bakıp öğrendiği
gibi, ağzını hafifçe yaydı. Sonra gözlerini kapadı. Bir süre
bekledikten sonra, uyuyanların yaptığı gibi daha sessiz,
daha derinden solumaya başladı. Yüzünde Richis’nin seven
bakışını duyumluyordu. Bir kere, Richis’nin öpmek için
yeniden eğildiğini, ama sonra uyandırmaktan çekinerek
caydığını fark etti. Sonunda mum söndürüldü, Richis ayak
parmaklarının ucuna basa basa odadan çıktı.
Grenouille, evde de şehirde de bütün sesler kesilene
kadar yattığı yerde kaldı. Kalktığında gün ağarıyordu bile.
Giyinip yollandı, çıt çıkarmadan koridoru geçti, çıt
çıkarmadan merdiveni inip salonu geçerek terasa çıktı.
Buradan bakınca, şehir surunun üstünden çanak
biçimindeki Grasse ovası görülüyordu, açık havada belki
deniz bile görülürdü. Şimdi hafif bir sis vardı, daha doğrusu
pus kaplamıştı tarlaların üstünü, o taraftan gelen kokularsa
ot, katırtırnağı, gül yıkanmış gibi, arı, basit, avutucu bir
yalınlıktaydı. Grenouille bahçeyi geçip duvardan atladı.
Yukarıda, açık araziye çıkmadan önce, alanın orada bir
kez daha insan kokularıyla boğuşmak zorunda kaldı. Bütün
meydan da, yamaçlar da, sefili çıkmış bir ordunun konak
yerine dönmüştü. Geceki bayramın taşkınlıklarından
yorgun düşmüş binlerce sarhoş karartı ortalığa serilmiş
yatıyordu, kimisi çıplaktı, kimisi yarı çıplak, yarı üstlerine
yorgan gibi çektikleri elbiselerle örtülüydü. Ekşi ekşi şarap,
rakı, ter ve sidik, çocuk kakası, kömürleşmiş et kokuyordu
ortalık. Şurada burada, başında et kızartıp içki içip dans
ettikleri ateşlerin dumanı tütüyordu daha. Binlerce kişilik
horultunun içinden hâlâ yer yer bir peltekleme, bir kahkaha
yükseliyordu. Belki de henüz birileri uyanıktı, beyninde
257
kalan son bilinç kırıntılarının keyfini sürüyordu. Ama, orta
yere dağılmış vücutların üstünden hem dikkatle hem çabuk
çabuk, batak bir toprağı geçer gibi atlayan Grenouille’i
gören olmadı. Gören de tanımazdı. Çünkü kokmuyordu
artık. Mucize bitmişti.
Alanın sonuna geldiğinde Grenoble’a giden yola
sapmadı, Cabris’ye gidene de sapmadı, tarlalara dalıp, bir
kerecik olsun arkasına bakmadan, batı yönünde oradan
uzaklaştı. Güneş, yağlı, sarı ve yakıcı sıcak haliyle
yükseldiğinde çoktan gözden kaybolmuştu.
Grasselılar korkunç bir akşamdan kalmalık içinde
uyandılar. İçmemiş olanların bile kaşları kurşun gibi ağır,
mideleri ve ruhları kusacak gibi fenalaşmış bir durumdaydı.
Alanın ortasında, apaydınlık günışığı altında saf köylüler
âlemin taşkınlığı içinde üstlerinden fırlatıp attıkları
elbiselerini, iffetli kadınlar kocalarını, çocuklarını arıyor,
insanlar dehşete düşmüş bir halde, hiç tanımadan sarmaş
dolaş oldukları insanlardan çözülüyor, tanıdıklar, komşular
akrabalar, eşler herkesin ortasında, rezil mi rezil bir
çıplaklık içinde karşı karşıya geliveriyordu.
Birçoklarına bu karşılaşma o kadar korkunç, o kadar
açıklanamaz, her zamanki ahlak anlayışlarına öyle
bütünüyle aykırı geldi ki, daha karşılaşma anında
belleklerinden sildiler, tabii sonradan da gerçekten bir daha
anımsayamadılar. Algı düzeneklerine o ölçüde egemen
olmayanlar ise, başka yana bakmaya, başka yana kulak
vermeye, başka şey düşünmeye çalıştılar ki bu da pek kolay
olmadı, çünkü pek bir ortada, pek bir geneldi rezalet.
Üstünü başını ve yakınlarını bulan, olabildiğince çabuk,
olabildiğince göze batmadan çekip gitti. Öğleye doğru alan
bomboştu.
Şehirde oturanlar o gün evlerinden bir daha ya hiç
258
çıkmadı, ya da ancak akşama doğru en acil işlerini görmeye
çıktı. Birbirlerine şöyle bir selam verdiler karşılaştıklarında,
konuştularsa en havadan sudan şeylerden söz ettiler. Geçen
gün, geçen gece olanlar üzerine tek söz bile edilmedi. Daha
dün ne kadar rahat, keyifli davrandılarsa bugün o kadar
utangaçlaşmışlardı. Üstelik hepsi aynı durumdaydı, çünkü
hepsi aynı suça ortaktı. Grasselı hemşeriler arasındaki birlik
hiçbir zaman bundan iyi olmamıştı. Pamuklara sarılmış gibi
yaşayadurdular.
Tabii kimileri, görevleri dolayısıyla olayla daha
doğrudan uğraşmak zorundaydı. Kamu hayatının
sürekliliği, hukukun ve düzenin sağlamlığı çabuk önlemler
alınmasını gerektiriyordu. Daha o gün öğleden sonra şehir
meclisi toplandı. Baylar, bu arada ikinci konsül de, tek söz
etmeden kucaklaştı; bu sanki gizli bir örgütün üyelerini
kaynaştıran bir jestti ve şimdi de meclisin yeniden
kurulması gerekiyordu. Sonra oybirliğiyle ve bir önceki
günün olayları, hele Grenouille adı hiç mi hiç anılmadan,
“Alandaki tribünün ve idam sehpasının kesinlikle
kaldırılarak Alanın ve çevresindeki harap arazinin eski
düzenli haline getirilmesine” karar verildi. Bu iş için yüz
altmış livre ödenek ayrıldı.
Aynı gün adliyede mahkeme kurulu toplandı. Belediye
başkanlığı, görüş belirtmeksizin, “G. vakasının”
çözümlenmiş sayılıp dosyanın kapatılarak kayda
geçilmeden arşivlenmesi ve Grasse çevresinde yirmi beş
genç kızı öldüren, kimliği şimdiye kadar bilinmeyen katil
hakkında yeni bir dava açılması kararına katıldı. Polis
komiserine soruşturmanın derhal başlaması için emir çıktı.
Daha ertesi gün bulundu katil. Eldeki çok bariz ipuçları
nedeniyle, Rue de la Louve’da Parfüm Ustası olan ve
kendisine ait kulübede bütün kurbanların saç ve

259
elbiselerinin bulunmuş olduğu Dominique Druot
tutuklandı. Başta her şeyi inkâr etmesine kanmadı yargıçlar.
Sanık on dört saat işkenceden sonra her şeyi itiraf etmekle
kalmayıp olabildiğince çabuk idamını diledi; isteği hemen
ertesi gün yerine getirildi. Druot’yu sabah alacasında,
büyük tantana yapmadan, sehpayı tribünü kurmadan,
sadece cellât, bir belediye meclisi üyesi, bir hekim ve bir
rahibin gözleri önünde ipe çektiler. Ölüm gerçekleşip,
tutanağa geçirildikten sonra hemen gömdürdüler cenazeyi.
Böylece olay kapandı.
Şehir zaten unutmuştu olayı, hem de öyle bir kesinlikle
unutmuştu ki, izleyen günlerde Grasse’a yolu düşen
gezginler ünlü kız katilini sorduklarında kendilerine bilgi
verecek tek bir aklı başında insan bulamadılar. Yalnız
Charite’den birkaç deli, basbayağı akıl hastası birkaç kişi,
alanda büyük bir eğlence yapıldığı ve o yüzden odalarını
boşaltmaları gerektiği gibisinden birşeyler sayıkladılar.
Çok geçmeden de bütün hayat normale döndü,
insanlar çalışıp çabalıyor, rahat uyuyor, işleriyle uğraşıyor
ve kendilerini dürüst sayıyorlardı. Su öteden beri olduğu
gibi bir sürü kaynaktan, çeşmeden fışkırıyor, sokakları
çamur içinde bırakıyordu. Şehir eski döküntü ve gururlu
haliyle verimli ovanın ucundaki yamaca yapışmış
duruyordu. Güneş sıcaktı. Neredeyse mayıs gelecekti. Gül
toplanıyordu.

260
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

LI

Grenouille geceleri yol alıyordu. Yolculuğunun başında


olduğu gibi şehirlerden uzak duruyor, ana yollara
yanaşmıyor, gün doğunca uykuya yatıyor, akşamları uyanıp
yola devam ediyordu. Önüne ne çıkarsa onu yiyordu: otlar,
mantarlar, çiçekler, kuş ölüleri, solucanlar. Provence’ı
baştanbaşa yürüdü, Rhone’u geçti, Ardeche boyunca
ilerleyerek Ceven-nes bölgesinin ta içlerine kadar geldi,
sonra Allier’yi izleyerek kuzeye yöneldi.
Auvergne’de Plomb du Cantal’e yaklaştı. Batısında
gördü dağı, ayışığında, bütün cüssesi ve gümüşsü griliğiyle,
oradan esen serin rüzgârı kokladı. Ama oraya gitmeyi
istemedi. Mağara hayatına özlem duymuyordu artık. Bu
deneyimi geçirmiş, yaşanmaz bir şey olduğunu görmüştü.
Öbürü, insanlar arasında yaşama deneyimi de aynı öyleydi.
İkisi de boğuyordu insanı. Artık hiç mi hiç yaşamak
istemiyordu. Paris’e gidip orada ölecekti. Bunu istiyordu.
Zaman zaman elini cebine sokuyor, içinde parfümü
olan küçük cam flakonu kavrıyordu. Şişecik hemen hemen
doluydu daha. Grasse’taki sahne için bir damlacık yetmişti.
Geriye kalan, bütün dünyayı büyülemeye yeterdi. İstese,
Paris’te kendini on değil yüz binlerce insanın ululamasını
sağlayabilirdi; ya da şöyle bir Versailles’a uzanıp krala
ayaklarını öptürebilirdi; papaya parfümlenmiş bir mektup
yazıp kendinin yeni Mesih olduğunu açıklayabilirdi; Not-re-
Dame’a kralları, imparatorları toplayıp kendini onların
önünde baş-imparator olarak kutsayabilir, hatta yere inmiş
Tanrı olarak kutsayabilirdi - tabii Tanrı’nın kendi kendini

261
kutsaması saçma gelmezse...
Bir istese, bunların hepsini yapabilirdi. Yeterli gücü
vardı buna. Paranın ya da şiddetin ya da ölümün gücünden
büyük bir güçtü elindeki: insanlarda sevgi uyandırmanın
yenilmez gücü. Yalnız bir şeye yetmiyordu bu güç: Kendi
kendisinin kokusunu almasını sağlayamıyordu. O zaman
da, isterse bütün dünyaya karşı parfümü sayesinde Tanrı
gözüksün - kendi kendini koklayamadıktan, onun için de
kim olduğunu asla bilmeyecek olduktan sonra, hiçbir şey
umurunda değildi, ne dünya ne kendisi ne parfümü.
Flakonu kavrayan eli hafifçe kokuyordu, burnuna
götürüp kokuyu içine çektiğinde içini hüzün kaplıyor,
birkaç saniyeliğine yürümeyi unutuyor, duruyor,
kokluyordu. Hiç kimse bilmiyor bu parfümün aslında ne
kadar iyi olduğunu, diye düşündü. Ne kadar iyi yapılmış
olduğunu kimse bilmiyor. Ötekiler sadece etkisine köle
oluyor, hatta kendilerini etkileyip büyüleyen şeyin parfüm
olduğunu bilmiyorlar bile. Gerçek güzelliğini anlamış
anlayacak tek kişi benim, çünkü ben yarattım onu. Aynı
zamanda bü-yüleyemeyeceği tek kişi de benim. Parfümün
kendisi için anlam taşımadığı tek kişiyim ben.
Bir başka sefer -Burgonya’ya gelmişti bile-. Ben surun
dibinde bahçenin alt başında dururken, kızıl saçlı kız
bahçede oynuyor, bana kokusunun esintisini yolluyordu...
ya da daha doğrusu, kokusunun vaadini yolluyordu, çünkü
ilerdeki kokusu ortada yoktu ki daha - belki de benim o
zaman duyum-sadığım, alandaki insanların, ben
parfümümle üzerlerinden geçtiğim zaman
duyumsadiklanna benzer bir şeydi?.. Ama sonra bu
düşünceyi bir yana bıraktı: Hayır, başka bir şeydi o. Çünkü
ben, kızı değil kokuyu arzuladığımı biliyordum. Oysa
insanlar beni arzuladıklarını sandılar, istediklerinin aslında

262
ne olduğunun sırrına varamadılar.
Sonra bir şey düşünmedi. Çünkü düşünmek hiç de
kuvvetli olduğu yanı değildi, hem bu arada Orle-anais’ye
varmıştı artık.
Loire’ı Sully yakınlarından bir yerde geçti. Bir gün
sonra Paris’in kokusu burnundaydı. 25 Haziran 1767’de,
sabah saat altıda Rue Saint-Jacques’tan kente girdi.
Sıcak bir gün başlıyordu, yılın o zamana kadarki en
sıcak günüydü. Pis olan olmayan cinsten binlerce koku,
patlayıp açılmış binlerce çıbandan yayılır gibi yayılıyordu.
Yaprak kımıldamıyordu. Pazaryeri tezgâhlarında sebzeler
öğlen olmadan porsuyordu. Etler, balıklar kokuşuyordu.
Berbat koku sokaklara yığışmıştı. Irmak bile artık akmaz
olmuş, durduğu yerde durup habire kokuyor gibiydi.
Grenouil-le’in doğumundaki gibi bir gündü.
Pont Neuf ten sağ kıyıya geçti, oradan hallere,
Cimetiere des Innocents’a uzandı. İskeletlerin kaldırıldığı,
Rue aux Fers boyunca sıralanmış binaların önündeki revağa
oturdu. Mezarlığın olduğu yer bombalanmış bir savaş alanı
gibi seriliydi önünde, kazılmış, altı üstüne getirilmiş,
hendeklerle bölünmüş, üzeri kurukafalar, kemikler dolu,
ağaçsız, çalısız, bir tek otu bile olmayan bir ölüm hurdalığı.
Tek canlı insan yoktu görünürde. Ceset kokusu öyle
ağırdı ki ölü gömücüler bile bir yerlere kaçmıştı. Ancak
güneş battıktan sonra gelip çıra ışığında gecelere kadar
ertesi günün ölüleri için çukur açmayı sürdürdüler.
Ancak gece yarısından sonra ölü gömücüler gitmişti
artık canlandı ortalık, ayaktakımnın her türünden
kimselerle: hırsızlar, katiller, elibıçaklılar, orospular, asker
kaçkınları, yeniyetme serseriler. Yemek pişirmek için, hem
de pis koku dağılsın diye küçük bir ateş yakıldı.

263
Grenouille, revaklardan çıkıp da aralarına karıştığında
önce varlığının hiç farkına varmadılar. Elini kolunu sallaya
sallaya, içlerinden biriymiş gibi ateşe yaklaşabildi ki
sonradan bu onun ruh ya da melek ya da doğaüstü
herhangi başka bir şey olduğu kanısını güçlendirecekti.
Öyle ya, aslında son derecede büyük bir duyarlılıkla tepki
gösterirlerdi bir yabancının yaklaşmasına.
Ama mavi elbiseli küçük adam ansızın belirivermişti,
yerden bitmiş gibi, elinde, tıpasını açtığı küçük bir şişecikle.
Hatırlayabildikleri ilk şey buydu; karşılarında biri dikilip bir
şişeciğin tıpasını açmış, sonra bu şişeciğin içindekini üstüne
başına dökmüş, dökmüş, birdenbire her yanını ışıl ışıl ateş
sarmış gibi bir güzelliktir kaplayıvermişti.
Bir an için saygıdan, katıksız şaşkınlıktan geri
çekildiler. Ama aynı anda, bu geri çekilmenin daha çok bir
tür kuvvet alma olduğunu, saygılarının isteğe,
şaşkınlıklarının hayranlığa dönüştüğünü de anlamışlardı.
Bu melek-insana doğru çekildiklerini hissediyorlardı. Hiçbir
insanın karşı koyamayacağı, hele hiçbir insanın karşı
koymak istemeyeceği için karşı koymanın daha da güç
olduğu yavuz bir hortuma, tuttuğunu koparan bir sele
yakalanmış gibiydiler, çünkü bu selin yıkıp sürüklediği,
kendi tarafına çevirdiği şey istencin ta kendisiydi: Ona
ulaşmalı diyordu istenç.
Çevresinde halka olmuşlardı, yirmi, otuz kişi,
daralttıkça daraltıyorlardı halkayı. Çok geçmeden hepsi
birden sığmaz oldu halkaya, itişip kakışmaya başladılar, her
biri merkeze en yakın olmak istiyordu.
Sonra birdenbire içlerindeki son tutukluk da yo-koldu.
Meleğin üstüne atladılar, yere indirdiler onu.

264
Herkes ona dokunmak istiyor, herkes ondan bir
parçacık, bir tüy parçası, bir kanatçık, o harika ateşinden
bir kıvılcım almak istiyordu. Elbiselerini yoldular, saçlarını,
derisini parça parça yolup aldılar üstünden, pençelerini,
dişlerini etine geçirdiler, çakallar gibi üstüne saldırdılar.
Ama insan gövdesi denen şey sağlamdır, öyle kolay
kolay parçalamaya gelmez, atlar bile büyük zorluklarla
becerirler o işi. Onun için bir anda hançerler parladı, indi,
yardı, baltalar, kasaturalar ayırdı eklemleri, çatır çatır kırdı
kemikleri. Göz açıp kapayana kadar otuz parçaya ayrıldı
melek, herkes bir parçasını eline geçirdi, bir şehvet açlığı
içinde bir kenara çekilip yedi yuttu. Yarım saat sonra Jean-
Baptiste Grenouille yeryüzünden, bir tek lifi bile
kalmamacasına kaybolmuştu.

Yamyamlar yemekten sonra gene ateşin başında


toplaştıklarında hiçbirinden tek söz çıkmadı. Kâh biri kâh
öbürü biraz geğiriyor, bir kemik parçası tükürüyor, sessizce
dilini dişlerinin arasında gezdirip yutkunuyor, ayağıyla
mavi ceketten arta kalmış bir parçayı ateşe itiyordu. Hepsi
de azıcık utanma duyuyor, birbirlerinin yüzüne bakmaya
cesaret edemiyorlardı. İçlerinde erkek olsun kadın olsun
her birinin, cinayet ya da ona benzer aşağılık bir suç
işlemişliği vardı. Ama bir insanı yemek? Böyle korkunç bir
şeyin hiç ama hiçbir zaman ellerinden gelmeyeceğini
sanırlardı. Şimdi, bunu ne büyük kolaylıkla yaptıklarına,
üstelik de, ne kadar utanırlarsa utansınlar, bir damla bile
vicdan azabı duymadıklarına şaşıyorlardı. Tersine! İçleri,
midelerindeki ağırlık bir yana, tüy gibi hafifti. Karanlık
ruhlarını birden hoş bir sevinç sarmıştı. Yüzlerinde, mutlu
bir genç kız yüzünün hafif pırıltısı görülüyordu. Belki
bakışlarını yerden kaldırıp birbirlerinin gözünün içine

265
dikmekten utanmaları da bundan ileri geliyordu.
Sonra, önce kaçamak kaçamak, sonra doğruca göz göze
gelmeyi başardıklarında, gülümsemeden edemediler.
Olağanüstü bir gurur duyuyorlardı. İlk kez sevgiyle bir şey
yapmışlardı.

SON

AÇIKLAMALAR

24/26 Aralık: Noel yortusu


a chaud: sıcak (olarak)
a froid: soğuk (olarak)
alambic: imbik
a l’huile: yağ içinde
Argus: mitolojide bin gözlü bir yaratık
aura seminalis: sperma halesi
Aziz Andre haçı: kolları eşit boyda bir haç türü.
bir şeyi/birini koklayamamak: “bir şeyden / birinden
nefret etmek” anlamında Almanca bir deyim.
Bouquet de la Cour: Kalp Buketi

266
Camisard: 17. yüzyılda Cevennes bölgesindeki Hügnolar
Cimetiere des Innocents: Masumlar mezarlığı
commerçant: tüccar concrete: katı öz cum grano salis: harfi
harfine değil, biraz abartmayla
“bir tuz tanesiyle” digestion: sindirme e basta!: yeter be!
enfleurage: “çiçekleme”; metinde açıklanan bir yöntem
Essence Absolue: mutlak esans
façon de parler: yakıştırma
fluidum: hava ortamı, gaz
fontaine: çeşme
grenoulle: kurbağa
hotel de ville: belediye binası
Hotel Dieu: Paris’te kurulan ilk büyük hastane
Huile Antique de Tubereuse: eski sümbülteber esansı
Hügno- Fransız protestanı ile: ada
İle de Cite: Paris’te, Seine üzerindeki adalardan biri
in conspectu universalitatis fluidi letalis: evrensel ölüm
gazı nezdinde
l’hombre: bir kişinin bütün ötekilere karşı oynadığı bir
iskambil oyunu
lamento: kilise müziğinde ağıt
lavage: yıkama
letale: ölümle ilgili
livre: frank maître; usta
Maître Parfumeur et Gantier: parfümcü ve eldivenci ustası
marechaussee: atlı jandarma örgütü
mazeration: “ergitme”, metinde açıklanan bir yöntem
Mistral: Güney Fransa’da soğuk kuzey rüzgârı

267
monsenyör: Monseigneur: ‘efendimiz’
mutatis mutandis: zorunlu değişikliklerle
Nuit Napolitaine: Napoli Gecesi
Parfüm de sa Majeste le Roi: Majesteleri KraFın Parfümü
pinte: 0,9 litre place- alan
pont: köprü porte: kapı
post festum: şenlik sonrası
prevöte: adliye binası
quai: rıhtım
rue: cadde
sachet: “torbacık”; koku kesesi
sentbon: “güzel kokuyor”
sol: 18. yüzyıl’da Fransa’da kullanılan az değerli bir para
birimi
strudel: kıyılmış kuru, yaş yemişleri yufkaya sararak
yapılan bir tatlı
ultra prosse nemo obligatur: Kimse gücünün sınırlarını
aşmaya zorlanamaz.
vitale: yaşamla ilgili
vivatl: Yaşasın!

268
Patrick Süskind
KOKU

Patrick Süskind, Almanya’da ilk yayımlanışında tam


anlamıyla olay yaratan, aylarca liste başlarında kalan Koku
adlı bu romanı, gerçekte alışılagelmiş çoksatarlarm oldukça
dışında kalan, toplum eleştirisini sergileyen bir kitap.
Romana konu olan olay, 18’inci yüzyılda Fransa’da geçer.
Kitabın kahramanı Jean-Babtiste Grenouille ise tüm
insancıl duyumlardan ve duygulardan yoksun, yalnızca
kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı, istediği kokuları
üretebilmek için cinayet işlemekten kesinlikle çekinmeyen
bir katildir. Herkesin ve her şeyin kokusunu almakta, tüm
kokuları üretmekte gerçek bir dahi olan bu genç adam,
kendi kokusunun olmadığını, bulunduğu yerlerde
insanların insan kokusu alamadıklarını anladığı gün
dünyasını yitirir. Kendisi için tek çıkar yol, başkalarına
sanki insanmış izlenimi verecek kokular sürünmektir.
Toplum içinde bireyselliğini hiçbir zaman edinememiş,
kendi benliğinin dışında her şeyi yaratabilmiş dâhiyi
sergileyen bu görkemli alegorinin olağanüstü bir akıcılıkla
erişilen son bölümü, benzeri herhalde Kafka’da
görülebilecek bir insanlık tragedyasının simgesidir.

AHMET CEMAL

TN 2010

269

You might also like