Professional Documents
Culture Documents
Sahibi
Mülkiyeliler Birliği Adına Genel Başkan
Ali Çolak
Genel Yayın Yönetmeni
Nazif Ekzen
Yazı İşleri Müdürü
Metin Özuğurlu
Düzelti ve Koordinasyon
Hatice Ayrancı
Abone İşleri
Hikmet Özçınar
Reklam Sorumlusu
Karemedya
Haberleşme Adresi
Konur Sokak No:1 06640 Kızılay / ANKARA
Tel:(0312) 418 55 72 - 418 82 98
Faks:(0312) 419 13 73
www.mulkiye.org.tr e-posta: dergi@mulkiye.org.tr
Tasarım
Karemedya Tel:(0312) 425 69 24
Baskı
MBR Tanıtım
Kapak Fotoğrafı
http://www.kcelich.com/kcelich05.htm
22 Şubat 2005 gün ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu Üzerine . ............... 89
Birgül AYMAN GÜLER
Yerel Gündem 21’den Yerel Eylem 21’e: Yerel Gündem 21 Projesinin Temel
Hedefleri Açısından Bir Değerlendirme: Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21
Uygulamaları.................................................................................................... 209
Şenol ADIGÜZEL, Muharrem GÜNEŞ
Sayı editörü kimliğinden sıyrılarak, kent ve yerel siyaset temasına ben de bir
çalışmayla katıldım. Yazıda, kent yönetimi, kentsel yaşam ve planlama açısından
Türkiye ve Avrupa’da izlenen politikalar karşılaştırılarak kentlerimizde izlenen
politikaların AB ölçütlerine uygunluğu tartışılıyor.
Birgül Ayman Güler yazısında, yönetimi yeniden düzenleme sürecinin “il özel
idareleri” boyutuna odaklanıyor. Yazıda, 1990’lı yıllardan bu yana il özel idareleri
için getirilen yeniden yapılanma önerileri sergilendikten sonra, 2005’de yasalaşan
5302 sayılı “İl Özel İdaresi Kanunu’nun, bütçe, personel, örgüt yapısı, vesayet gibi
temel konularda getirdiği düzenlemelerin kapsamlı bir değerlendirmesine gidiliyor.
Bülent DURU
Kent ve Toplum
Kentler, bağlı oldukları ekonomik ve toplumsal dizgelerin birer parçası,
minyatürü, aynasıdırlar. Genel yapının tüm özellikleri, güzellikleri ve hastalıklarıyla
birlikte onlara da yansır. Roma’da İtalya’yı, Londra’da İngiltere’yi, Jakarta’da
Endonezya’yı, İstanbul’da Türkiye’yi tüm özellikleriyle kolayca bulabilirsiniz.
Gideon Sjoberg, Sanayi Öncesi Kent (Pre-Industrial City) adlı yapıtında
kentleri sanayi öncesi, sanayileşmekte olan ve sanayi sonrası kentler olarak
sınıflandırırken, teknolojiyi belirleyici etmen, bir başka deyişle, bağımsız değişken
olarak kullanmıştır. Ondan çok önce, Karl Marx, bu kez ekonomiyi bir belirleyici
etmen olarak kullanarak, toplumları ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist
olmak üzere beşe ayırmıştır. Dikkati çeken odur ki, Marksçı öğretide toplumların
gelişmişlik düzeyini belirleyen değişken üretim biçimi ve üretim ilişkileri gibi
ekonomi ağırlıklı bir ölçüttür. Bu kademelenme içinde, kentin burjuvazi ile birlikte
doğduğu görülür. Feodal toplumlarda bugünkü anlamında bir kentin varlığından
söz edilemez. Feodalitede dinsel ve yönetsel işlevler, ekonomik işlevlerin ağırlık
kazanmasına olanak bırakmamıştır. Feodal dönemin insan yerleşmelerinde
varlıklılar ve seçkinler merkezde; yoksullar, azınlıklar, istenmeyen öğeler ise
çevrede yer almaktadırlar.
Kent , Uygarlık ve Demokrasi
Ünlü kentbilimci Lewis Mumford, Kentlerin Kültürü adlı yapıtında, “Kent, bir
topluluğun kültürünün ve erkinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimidir”
* Prof.Dr., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Kent havası acaba gerçekten insanı özgürleştiriyor mu? Bir kez, unutmamalı
ki haklar ve özgürlükler birlikte bir bütün oluştururlar. Birine saygısızlık ötekine
de saygısızlıktır. Konuşması, yazması, örgütlenmesi, tepkilerini dile getirmesi
yasaklanmış bir insan kentte oturuyor olsa da özgür sayılamaz. (Keleş, 1995) İkinci
olarak, kentlinin özgürlüğü, parçası olduğu toplumun özgürlükçü ve demokratik bir
toplum olmasına bağlıdır. Devletin hak ve özgürlükler konusunda duyarlı olmadığı
bir toplumda kent insanı nasıl özgür olabilir? Son olarak da, küreselleşmeyle
körüklenen liberalizm ve liberal mantık, kentleşmeyi ve kentlerin oluşumunu bir
yandan özendirirken, bir yandan da tahrip edici sonuçlar yaratmaktadır. Kentlerin
sahip bulunduğu tarih, mimarlık ve doğa değerlerinin tüm kentli haklarıyla birlikte,
gelecek kuşakların hakları gözardı edilerek, tahribi ve gaspedilmesi bu dünya
görüşünün doğrudan sonucu gibi görünmektedir.
İkinci olarak, kent havasının insanı özgür kılması, herkesin her dilediğini
serbestçe yapabileceği yolunda yanlış bir sanı uyandırıyor. İşportacıların
belediye kolluk güçlerinin gözü önünde ve çoğu kez de onların koruması altında,
kaldırımları yürünemeyecek biçimde işgal etmeleri bu sorumsuzluğun açık
bir örneğidir. Kasetçi dükkanları, günün 24 saatinde, gelip geçenlere, istekleri
olmaksızın, avaz avaz, kendi tercihleri olan ve gürültü dozu ağır basan sesler
sunabilmektedirler. Ankara’da, Gökdelen’in yanıbaşındaki böylesine bir gürültü
kaynağını, komşusu olan Barolar Birliği Genel Başkanı’nın, tüm hukuk yollarını
kullandığı halde, susturamadığını kendisinden dinlemiştim. Konut sorunları arsa
mafyasının öncülüğünde çözüm bekler durumdadır. Özgürlüklerin bir sınırı olduğu,
olması gerektiği düşüncesi kentlinin kafasında yer etmemişse, hangi özgürlükten
Görüldüğü gibi, kent havasının insanı özgür kıldığı gerçeğini toplum yapısının
genel koşulları belirliyor. Olguların birbirine bağlılığı burada da kendisini
gösteriyor; boyutları ister yerel, ister ulusal, ister uluslararası olsun... Cengiz
Bektaş’ın da dediği gibi, “Bir kez kültür kirlendi mi, ondan sonra herşey birbirini
izliyor. Düpedüz söyleyeyim isterseniz: Kültür kirlendiği için sular kirleniyor,
hava kirleniyor. Toprak kirleniyor ...Silahlanabilmiş ülkelerin kültürlerini tertemiz
sayabilir miyiz? Suları, havaları, toprakları tertemiz olsa da...” (Bektaş, 1997)
Siz gelin de yirminci yüzyılda Sivas’ı kent sayın... İsterse gökdelenleri olsun,
isterse her yanını çağcıl yapılar, parklar kaplamış olsun... Sivas nasıl kent
olabilir? Kendinden başka düşünenleri odun yakar gibi yakabilenlerden kentli
mi olur? Kentli olmayanların oturdukları bir yer kent olabilir mi?
İşin temeli bu. Kent demek, orada insanca var olunabilen yer demektir.”
(Bektaş, 1996)
Bir kentin kimliğini oluşturan onun kültür varlığı; kültürüne katkıda bulunan
da kentin kimliğidir. Her ikisi arasında çok yakın bir etkileşimin bulunduğu
yadsınamayacak bir gerçektir. Bu bağlamda, kent kültürünün, dar anlamıyla,
belediyenin tiyatro temsilleri, sergileri, kitap fuarları, folklor gösterileri ve benzeri
sanat ve kültür etkinlikleri olarak algılanması ve onunla yetinilmesi yanlış ve eksik
bir kent kültürü anlayışıdır. Aranması gereken temel ölçüt, kalıcı kültür öğelerinin
korunması, değerlendirilmesi ve geliştirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında, son
Sevilay KAYGALAK*
Giriş
Avrupalılara özgü olarak tanımlanan akılcılığın, bir modern çağ olgusu olduğu
ve Ortaçağ Hıristiyan Avrupası’nda da dinin kentsel toplumsal yaşantı üzerindeki
etkisinin görmezden gelinmesi ise başka bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bilindiği
üzere, Ortaçağ kentinde, Hıristiyanlık kentin kurumsal, ekonomik ve sosyal
karakterinin gelişmesinde temel bir rol oynamıştı. Toplumun katı hiyerarşik
örgütlenmesi içinde en başta gelen, ekonomik ve ahlaki gücü elinde tutan Kilise
idi (Pirenne, 1937:12). Bu yüzden Henri Lefebvre, Ortaçağ (ya da feodal) kentsel
mekanını tanımlarken en önemli fark olarak dinin bu sistem içindeki belirleyici
rolüne dikkat çeker (1994: 236). “Din, politik bir mekan olarak beliren Ortaçağ
kentinin temel düzenleyici ilkesiydi” (Lefebvre, 1994: 240-241).
Aslında, Yakın Çağ Avrupası kentleriyle (ki onun da ancak Batısı ile sınırlı
kalmış olan örneklerden yola çıkarak varılmış bir ideal tipleştirme ile), kapitalizm
öncesi Yakındoğu’nun (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) kentlerini, İslami bir kimlik
altında toplayarak karşılaştırırken, Weber’in kafası, modern Avrupa’nın akılcı,
bürokratik, endüstriyel toplumunun nasıl oluştuğu sorusu ile meşguldü. Weber,
Avrupa’nın bu yönde bir gelişme göstermesini olanaklı kılan özel koşullara sahip
olduğunu iddia ediyor ve ‘dini, geleneksel değerlerden bağımsız’, özerk ve kendi
kendini yöneten kentsel birliklerin varlığını da bunun en önemli kanıtı olarak
görüyordu. Bu şekilde, kenti, kapitalizmin Batı Avrupa’da ortaya çıkma koşullarını
açıklamak üzere kullanırken, onu yalnızca Batı’ya özgü bir ideal tip olarak
kavramsallaştırmaktan ve Yakındoğu kentlerini ise sadece İslami özellikleriyle,
benzersiz ve değişmez olarak tanımlayan oldukça kültürelci ve aynı zamanda tarih-
dışı bir yaklaşıma girmekten kaçınmadı. Oysa başka bir çalışmasında, Weber, bu
tarz bir yaklaşımın sınırlayıcılıklarının farkında olarak, onları aşan bir bakış açısı
sergilemekteydi. “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” başlıklı çalışmasında
yer alan şu satırlar, O’nun, modern (kapitalist) kenti ortaya çıkaran koşulları,
toplumsal ve iktisadi ilişkiler düzeyinde aramış ve sınıf terimleriyle açıklamaya
çalışmış olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir:
... sivil pazar olanakları, birlikler, loncalar ve kent ile köy arasındaki her türlü
hukuki fark her yerde ortaya çıktığı halde, Batı dışında hiç bir yerde “burjuva”
ve “burjuvazi” kavramları gelişmemişti, ayrıca sınıf olarak “proletarya” da yoktu
ve olamazdı da çünkü, herşeyden önce özgür emeğin, bir işletme içinde ussal bir
örgütü yoktu (1997: 22)4.
Bu yöntem, kentselliği, tarihin bir anında, belirli bir coğrafyada ortaya çıkan
özerk (kendi iç yasalarının ürünü), durağan bir mekansal biçime indirgeyerek
değil, kendisinin de bir parçası olduğu tarihsel-toplumsal bağlam ve süreçlerle
bir iç ilişkililik içinde kavramaktır. Kentselliğin temel niteliklerini araştırmamızı
sağlayacak böyle nesnel bir çözümleme düzeyine ulaştıktan sonra ihtiyacımız
olan kentsellik ve toplumsal süreçler arasındaki ilişkinin doğasına ilişkin bir
öngörümüz olmasıdır. Bu noktada, “Kentsellik bir toplumsal biçim, diğer başka
şeylerin yanında belli bir işbölümüne ve egemen üretim tarzıyla genelde tutarlı
belli bir hiyerarşik faaliyet düzenine dayandırılmış bir yaşam tarzıdır.” diyen
4
Vurgu bana ait.
Bu bilgiler gösteriyor ki, 17. yüzyıla kadar Osmanlı coğrafyasının bir kısmında
özerk yönetimlere sahip kentlere rastlanabiliyordu. Öyleyse, Doğu’nun kentlerinde,
kentte yaşayanların iradesinin yönetime yansımadığı varsayımı tartışmalı hale
geliyor. Bazı araştırmacıların aktardığına göre, kentlilerin yönetimde söz sahibi
olma pratiği, imparatorluğun yönetim sistemindeki farklı uygulamalarla (salyane,
hükümet vb.) sınırlı olmayıp bunun ötesine de geçebiliyordu. Özer Ergenç
(1995:161), timar sistemi içinde kalan (merkezi otoritenin kuvvetle hissedildiği)
kentlerde bile, ayan ve eşraf denilen bir grup kentlinin, kenti ilgilendiren her hususta
söz sahibi olduğunu belirtiyor. Yazar, 16. yüzyıl belgelerinde, Osmanlı kentlerinde,
devlet ve reaya arasındaki ilişkileri düzenleyen, hem reayanın temsilcisi durumunda
bulunan hem de devlet emirlerinin uygulanmasında resmi görevlilerin yardımcısı
görünen “şehir ileri gelenleri” denilebilecek, zengin tüccarlardan, esnafın yaşlı
ve güngörmüşlerinden, ulema, imam, hatib gibi tanınmış din adamları ve tarikat
şeyhlerinden oluşmuş bir gruptan söz ediyor. Kentin yöneticilerinden biri olan
ve devlet tarafından reayaya yüklenen parasal ve hizmet görevlerinin yerine
getirilmesi, yükümlülüklerin kentliler arasında adil dağılımının yapılması, işlerin
sıraya konması, yükümlülüklere karşı reayanın dileklerinin merkeze iletilmesi,
kentte darlık ve sıkıntı çekilmemesi gibi görevleri bulunan şehir kethüdası da bu
grup içinden atanıyordu (Ergenç, 1982:106-108). Halkın isteği ve seçmesiyle atanan
şehir kethüdaları, Osmanlı kent yöneticileri arasında farklı bir konuma sahipti.
Bilindiği gibi, Osmanlı yönetim sistemi içinde yer alan eyalet ve sancak, askeri
birimlerdi. Bunlar aynı zamanda kaza denilen ve kadı tarafından yönetilen şer-i
idari birimlerine de ayrılıyordu. Örfi ve şer-i ayrımı olarak bilinen bu durum, kentin,
hem umera/örfi yöneticiler (beylerbeyilik ve sancakbeyliğinden en alttaki sipahiye
kadar uzanan timar sistemi görevlileri)10 hem de ulema/ilmiye sınıfı olmak üzere
(kadıdan imama varan, yargı, fetva11 ve öğretim hizmetlerini yerine getirmekten
sorumlu görevliler)12 iki ayrı grup tarafından yönetilmesini beraberinde getirmiştir.
Bunun dışında, ehl-i hirfet denen esnaf ileri gelenleri (ahi, şeyh, kethüda ve yiğitbaşı
gibi) ve muhtesibler de kentin yöneticileri arasında yer alıyordu. Bunlar, çarşı ve
pazarda satılan malların fiyatının belirlenmesi, kentsel üretimin örgütlenmesi,
esnafın ve üretimi ilgilendiren bir takım standartların uygulanması ve denetimin
sağlanması gibi görevleri yerine getiriyordu.
10
Bunlar, beylerbeyi veya sancakbeyi ya da vali ile mütesellim, ayan, şehir kethüdası, voyvoda, muhassıl,
subaşı, derbentçi-yasakçı-mübaşir ve bekçiden oluşmaktadır.
11
Sosyal meselelerin şeriat açısından yorumlanması ve çözümlenmesi.
12
Ehl-i şerde denen, kadı/naib, müftü, muhzırlar, mahkeme katibi, nakibü’l-eşraf kaymakamı Hz.
Peygamberin soyundan geldiklerini belgeleyen kimselere/seyyid ve şeriflere tanınmış olan ayrıcalıkları
korurdu-, müderris, imam ve hatipler bunlar içindedir.
Kentsel pazardaki ürünler ağırlıklı olarak loncalar elinden çıkmış olsa da, lonca
dışında kalan bir üretimin (hane/ev ve atölye üretimleri) ve kırsal sanayinin de bu
pazara ürün sağladığı belirtilmelidir.17. Faroqhi’nin aktardığına göre, kırsal ürünün
kentsel tüketicilere aktarılmasında çeşitli yollara başvuruluyordu. Bunlardan biri,
16. yüzyıldan başlayarak sayıları artan köy pazarlarından, ürünlerin satın alınarak
kentsel pazara aktarılmasıydı. Bazı durumlarda kentliler köylüleri yolda karşılayıp
ürünlerini satın alıyor ve kentsel pazara getiriyordu. Özellikle yeniçerilerin ve diğer
17
Quataert, çok haklı olarak, Osmanlı üretim (imalat) sisteminin, çoğu gözlemci açısından, yalnızca
kentsel ya da bir lonca örgütlenmesine dayalı olarak yapıldığı zaman görünürlük kazanmasını eleştirir.
Osmanlı kent ekonomisindeki loncaya bağlı olmayan kentsel üretimin ve kırsal sanayinin rolü de
mutlaka vurgulanmalıdır (1999:15)
Tüccar loncalarının büyük bir kısmı sadece yerel pazara ürün satarken, bir kısmı
da kervan ticareti ve denizaşırı ticaret yoluyla, ürünlerini, imparatorluğun diğer
kentlerine ya da dışına pazarlamaktaydı. Kentler ve bölgeler arasında yoğun bir
ticari ilişkiler ağının gelişmesini sağlayan bu uzun mesafe ticareti, kentte ticaretle
uğraşanlar arasında toplumsal farklılaşmalara da yol açıyordu. Sadece yerel
zanaatler ve perakende ticaretle uğraşan, imalathane ve dükkan sahibi zanaatkarlar
“esnaf” olarak bilinmekte ve toplumsal konum olarak daha aşağıda yer almakta
idiler. Bunlar, ürünleri üzerindeki sıkı fiyat denetimi (“narh”) ve ödedikleri çeşitli
vergiler nedeniyle sermaye birikimi sağlayamayan bir kesimdi. Yöre ve bölgenin
ürünlerini dış pazarlara satan ikinci grup ise, “tüccar” ya da “bezirgan” olarak
adlandırılırdı. Esnaf, devletin ihtisab kurallarına bağlı iken, büyük tüccara bu
kurallar uygulanmazdı. Bu da söz konusu grubun (tüccar, bezirgan) servetlerini
artırmalarının önündeki önemli bir engeli ortadan kaldırıyordu. Büyük servet
sahibi yönetici seçkinlerin ve zengin dini vakıfların, nakit paralarını bu tüccarlar
aracılığıyla işlettiği belirtilmektedir (Ergenç, 1995:128; İnalcık, 2004:168).
Kaynaklar
Abu-Lughod, J. (1989) “What is Islamic About a City?”, Some Comparative Reflections içinde, The
Proceeding of International Conference: Urbanism in Islam, cilt.1, (der. ve yay. haz.) Middle
Eastern Culture Center in Japan, 193-216.
Acun, F. (2002)”A Portrait of the Ottoman Cities”, The Muslim World, 92 (Fall), 255-285
Aktüre, S. (1981) 19. Yüzyıl Sonunda Anadolu Kenti Mekansal Yapı Çözümlemesi, 2.baskı, Ankara:
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Basım İşliği
Anastassiadou, M. (2001) Selanik, çev. I. Ergüden, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Baykara, T. (1999) “Osmanlı Devleti Şehirli Bir Devlet midir?”, Osmanlı Ansiklopedisi, c. 5, Ankara
Yeni Türkiye Yayınları, 528-535
Boratav, K. (1991) Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, İstanbul:Gerçek Yayınevi
Boratav, K. (1983) İktisat Politikaları ve Bölüşüm Sorunları, İstanbul:Belge Yayınları
Cerasi, M.M. (2001) Osmanlı Kenti, cev.A. Ataöv, 2.baskı, İstanbul:YKY
David, G. (1999) “XVI. Yüzyıl Osmanlı Devri Macaristanı’nda Şehirleşme”, Osmanlı, cilt 4, Ankara:
Yeni Türkiye Yayınları, 111-116
Eldem E., D. Goffman ve B.Masters (2000) Doğu ile Batı Arasında Osmanlı Kenti, çev. S.Yalçın,
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Ergenç, Ö. (1995) Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı:XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya,
Ankara:Ankara Enstitüsü Vakfı
Ergenç, Ö. (1982) “Osmanlı Klasik Dönemindeki ‘Eşraf’ ve ‘A’yan’ Üzerine Bazı Bilgiler”, Osmanlı
Araştırmaları, III., 105-118
Ergenç, Ö. XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu
Üzerine Bir Araştırma, basılmamış doçentlik tezi.
Faroqhi, S. (2000) Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, çev. N. Kalaycıoğlu, 3.baskı, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları
Harvey, D. (2003) Sosyal Adalet ve Şehir, çev.M. Moralı, İstanbul:Metis
Zafer YILMAZ*
Ayhan YALÇINKAYA**
I.
“Her çeşit sınıf ilişkisi,
aynı zamanda bir suçluluk ilişkisidir.”
(Mungan, 2002: 270)1
“Hayat boşala boşala azalıyor.” (s. 203)
III.
Romanda bir kent mekanı olarak alışveriş merkezi belirleyici bir yere sahip
olduğu için, kısaca alışveriş merkezlerinin sosyo-mekansal gelişimine değinmek
faydalı olacak. David Harvey 1970 öncesi kenti Keynesyen kent olarak tanımlar.
Harvey’e göre Keynesyen kent kapitalizmin krizinin yüzeysel görünümü olan eksik
tüketime bir yanıttır. Bu bağlamda Keynesyen kent arz yönlü bir kentleşmeden talep
yönlü bir kentleşme sürecine geçişe işaret eder. Bu dönemde aşırı birikim krizine
çözüm bulmak amacıyla, aşırı birikmiş olan sermaye fiziksel ve sosyal üstyapı
yatırımlarına kaymıştır. Harvey, Keynesyen kentte, toplumsal, ekonomik ve siyasi
hayatın, devlet destekli borç tarafından finanse edilmiş tüketim etrafında organize
edildiğini belirtir (Harvey, 1985: 205-206). Buradaki tüketim, Keynesci dönem
ile birlikte açığa çıkan devlet harcamalarının önemli bir rol oynadığı, bireysel
tüketimden öte, topluluğa sağlanan hakların sonucu olarak elde edilen tüketimdir.
İlki Ataköy Galleria olmak üzere İstanbul’da birbiri ardına alışveriş merkezleri
“Akmerkez’e adım atar atmaz Tuğde’ye bambaşka bir hava gelmiş sanki birkaç
yaş birden büyümüştü. Yüzünde ampul yanmıştı, gözleri ışıyordu. Mutluluk
hapı yutmuş gibiydi. Dışardan bizi görenler kutsal yerleri geziyoruz sanırdı. Bir
huşu! Bir huşu! Hemen her vitrinin önünde duruyor, güzel bulduğu her şey için
ağlamaklı bir ses kullanan bütün nefret ettiğim kadınlar gibi göğüs geçirerek aynı
sesle bana: “Ayy ne güzel diğğ mi?”...Kapıldığı heyecan taşıdığı enerji gözümü
korkutmuştu.” (s.33)
Vurgulanması gereken bir diğer nokta da, büyülenme ediminin bir disiplin
ve denetim ağı içerisinde gerçekleştiğidir. Alışveriş merkezlerinin her yanının
ileri bir teknolojiyle denetlenmesi bir yana, Featherstone’un da vurguladığı gibi,
“görüntüler, hazzı, heyecanı, karnaveleski ve başıboşluğu tahkim edebilir, ama
bunların yaşantılanması öz denetimi gerektirir ve arka fonu denetleyen güvenlik
görevlileri ve uzaktan kumandalı kameralar pusuya yatmış özdenetim yoksunlarını
beklemektedir.” (Featherstone, 1998: 55).
Şüphesiz, alışveriş merkezinin büyüsü herkesi aynı biçimde etkisi altına almaz.
Yazar dikkatimizi tezgahtar kızların yüzlerine çeker. Sahip olunamayan metaların
dünyasında gösteri bir mahrumiyet gösterisi halini alır. Başkalarında sahip olma
hissi uyandıran metalar, “gelip ortalarına oturduğunuzda ve onlarla birlikte belli
bir zaman geçirdiğinizde...Büyülü bir nesne olmaktan çıkıp herhangi bir şeye
dönüşürler. Orada öylece duran, üst üste yığılmış ya da yan yana duran şeyler.”
(s. 61). Her ne kadar alışveriş merkezleri, üst sınıflardan insanların alışveriş ettiği
bir yer olsa da “ışıkta bir yer” isteyen başkaları da vardır. Nermin buraya alışveriş
yapmaya değil de, kendilerinin olması mümkün olmayan bu dünyaya gösteriyi
izlemeye gelenler için şöyle der:
IV.
Adorno’ya göre, “yanlış yaşam doğru yaşanamaz” (Adorno, 1998: 41). Adeta
bütün ütopyacı tutumların amentüsüdür bu kabul. Nermin de sanki bunun farkında
bir kahraman olarak karşımıza çıkar önce. Dünya artık onun için tümüyle yanlışa
kesmiş bir dünyadır. Bütün sırları dökülmüş bir ayna gibi, hiçbir şey göstermemekte,
yalnızca kendisine yönelende büyük bir esneme duygusu uyandırmaktadır. Sorun,
ona bakanda değil, bizzat bakılandadır. “Bizim çoktan sıkıldığımız bu dünyanın
onlara [çocuklara] yeniden ve yeniden açıklanması sinirime dokunuyor” der,
Nermin (s.16). Ancak, bu dünyadan sıkılmanın ne anlama geldiğini hiçbir zaman
öğrenemeyiz. Öğrenebildiğimiz tek şey, Nermin’in, Adorno’nun tersine, sürekli
negatif bir anlamda da olsa insanlara yönelmesidir. “Ben insanlara tahammül
edemeyen bir kadınım. Zaten kısıtlı olan sabır rezervasyonum yıllar içinde
hepten tükendi. İnsanların çoğunu lüzumsuz buluyorum. Hem hayatta, hem
sokakta çok yer işgal ediyorlar. Çok fazlalar. Nüfus en büyük derdim. Hele şu
İstanbul’da gereğinden fazla insan yaşıyor. Yaşamakla kalmıyor bir de üzerinize
üzerinize geliyorlar.” “Malthusçuluk” diye bir şey varsa, ondan olmak istiyorum.
(Devrimciyken bile okuyamadığım bir kitaba maşallah ne inanç bendeki) Zaten
olmadığım bir o kaldı.” (s. 82). Yine Adorno üzerinden devam edersek, Adorno
zaten öncelikle insanı analizin dışına atma eğilimi gösterir: “Bir makinanın
parçalarından başka bir şey olmayan insanlar, (böyle romanlarda) hala özne olarak
davranma kapasitesine sahip kişiler gibi sunulmaktadır bize- sanki hâlâ onların
eylemine bağlı olan bir şey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı
gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.” (Adorno, 1998: 13).
Nermin bir yandan insanlara yönelirken, öbür yandan da sürekli onları dışlar.
Gerçekte onlara yönelmesi kendini onlardan ayırmak için duyduğu gereksinimden
kaynaklanmaktadır. Yoksa, gerçekte onlara ilişkin adeta hiçbir problemi yoktur.
Kalabalıktan ne kadar yakınırsa yakınsın, bir kalabalık olarak onlara muhtaçtır
da. Bu yüzden, insanlara yönelmesi onda sonsuz bir yorgunluk hissi uyandırırken
(“Zaten yorgunluk benim genel halim. (…) Şu memlekette yaşayıp da yorgun
olmamak mümkün mü? (…) Ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum,
gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamış gibi
yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak (…) yorgunuyum. Tam da
artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden
şaşırmak yorgunuyum”) (s.109), arada bir uyanır gibi görünen duyarlılığını da
Bu ilk elde olumlu bir nokta olarak görülebilirse de herkes üstüne geliştirilen
düşünüş tümüyle veri olanı kabullenmeye dönüktür. Herhangi bir kurtuluşçu
perspektif içermez. Bu anlamda da olabildiğince genelleyicidir Nermin’in tutumu.
Bir bütünlükten çok bir kütle olarak gördüğü şimdiki zamandan ve bu zamanın
insanlarından tek tek seçtiği hiçbir şey yoktur. Oysa biliyoruz ki “Kurtarılışın
dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgudur, tekrardır,
sadece tekniktir.” (Adorno, 1998: 257). Nermin ise şeyleri “kurtuluşun ışığında”
görmekten çoktan vazgeçmiştir zaten.
Sözüm ona bütün incelikli savlarına karşın Nermin’in geçmişe ilişkin tavrı
kolektif bir geleceğe inanca dönüşemez çünkü bunun için gerekli, geçmişten
kaynaklanan bütün “kerterizleri” (yön gösterici bütün dayanaklar ve işaretleme
noktalarını) reddetmiştir. Kimseleri, hiçbir değeri, ideolojiyi, hareketi gözetmez.
“Bu şehrin her bir köşesini, bir geçmiş duygusuyla anıyorum bir süredir. İstanbul
bile geçmişimiz oldu. Nicedir başkalarının olmaya başlamış bir şehirde yaşıyoruz.
(…) Mızmız biri sayılmam. Şimdiye ait olan her şeyi kötü bulup, geçmişteki her şeyi
iyi hatırlayanlardan değilim. Bazı insanlar geçmiş duygusunu erken yaşta edinirler.
Ben, onlardan biriyim. Yaşla ilgisi yoktur bu duygunun. Benim erken yaşta ağır bir
geçmişim oldu. Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri
kalanını alır. Hayatın kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu.” (s.136) Hayattan
ne anlamıştır Nermin? Hangi yaşta edinmiştir bu geçmişi? Şimdiki zamanı okuma
biçimine dair referansları var mıdır ve nelerdir? “Hatırlamak sanıldığı kadar kolay
değildir. Yaşıma göre yıllarımı ve hayatımı bunca ağırlaştıran şeyin, hatırlama
gücüm olduğunu düşünüyorum. (s.272) Bu yüzden mutsuzdur Nermin “Hafızası
güçlü olanların mutsuz olmaları da kaçınılmaz.” (s.315). “Hayat bazı insanların
kalbini daha çok kırar.” (s.396) Yani Nermin’in!
Görüldüğü gibi, Nermin hatırlayış ile mutsuzluk arasında bir bağlantı kurar.
Hatırlayış onun için bir mutsuzluk kaynağı ve hatta hayatın verdiği bir cezadır
çünkü o şimdiki zaman içinde bunun bir karşılığını görmediğini düşünmektedir.
O yalnızca hüzünle anılıp geçilecektir. Hiçbir biçimde, hiçbir sabit noktaya
Daha önce de vurgulandığı gibi romanda öne çıkan mekanlar daha çok tüketimin
gerçekleştiği mekanlardır: Tuğde’nin alışveriş merkezi, “ikinci bir Deniz Gezmiş
olmaya yola çıkıp”, sonunda Ortaköy’de bar sahibi olan Turgay’ın barı, ki barın
müdavimleri de “mazilerinde eski solculuk deneyimleri de bulunan, az buçuk
edebiyata, kültür ve sanata bulaşmış, yeni reklamcılar, yeni televizyoncular, yeni
medyacılar, yeni borsacılar, yeni sağcılar”dır (s. 190); Kaktüs Bar, restoran vs.
“Her yanını kafeler, gümüş ve deri satan dükkânlar, eski eşyacılar, kilimciler,
halıcılar, açık hava tezgâhları, fırında patatesçiler, gözlemeciler, büfeler kapladı
birdenbire Şehir, kendi göbeğini keşfetti. Bodrum bir efsane olduktan sonra,
Bodrum’dan sonra İstanbul içinde bir efsane yaratıldı.” (s. 137)
Aslında kentli olan, kenti gerçekten seven ve onu geçmişi ile birlikte görebilen
Nermin’dir. Nermin’in kenti algılayış biçimini olanaklı kılan kültürel sermayesi,
kendini bir bireysel tercih biçiminde ortaya koyar. Kenti deneyimlerken şimdiye
hapis olana karşı, geçmişi de arkasına alarak “kentli” olmaya dair ayrıcalık talebi
oluşturmaktadır kahramanımız.
Nermin için kalabalık hep negatif bir şeye işaret eder: “Her konuda repertuarı
sığ olan, kaba, kıyıcı ve yağmacı bir” kalabalıktır bu kalabalık. Aslında Nermin’de
ifadesini bulan bu üst-orta sınıf kent seçkinciliği daha kaba ve önyargılı bir şekilde,
İstanbul ve Beyoğlu söz konusu olduğunda köşe yazarları tarafından çokça dile
getirildi. 1990 sonrasında, köşe yazarları sıkça İstanbul’un taşralaşmasından ve
“köylülerin istilası”na uğramasından şikayetçi oldular. Bali’nin belirttiği gibi, bu
seçkincilikte aslında “İstanbul sevgisi” ile bir arada giden bir “köylü nefreti”vardır
(Bali, 2004: 137-139).
Aslında bunun basit bir yanıtı vardır: Nermin, yoksul ya da zengin, burjuva ya
da köylü, kim olursa olsun, mesafeyi kendisi koyduğu sürece ya da üstüne düşünce
geliştireceği nesneyi keyfi olarak giydirebileceği sürece hiçbir sorunu yoktur. Bu
yüzden keyfince anlatır Gurbet Hanım’ı ve yine bu yüzden Galata Köprüsü’ndeki
yoksul çocuğa ilişkin nefretini sakınmaz. Çünkü o küçük çocuk buna izin vermez.
Hayat onu pişirmiştir. Nermin’i umursamaz gerçekte. Oysa Nermin’in iflah olmaz
bir biçimde umursanmaya gereksinimi vardır. Üstünde konuşmaya, öğretmeye
gereksinimi. O, Beyoğlu’nda ders vermeye hazırlandığı, kendisine, mutlak olarak
kendisine ve yalnızca kendisine muhtaç bir çocuk aramaktadır. Diğerleri hayatın
yollarını öğrenmiştir, hayatta kalabilmektedir ama onun aradığı ve kaçırmaktan
korktuğu çocuk, henüz yolun başında çaresiz bir çocuktur. Yalnızca onun gözlerinin
farkedebileceği, başka hiçbir gözün, Nermin’in gözünden önce üstüne hiçbir gözün
düşmediği bir çocuk. (s. 269) “Sınıfsal vicdan insana sınıfsal bir utanç da yükler,
bütün hayatınız boyunca suçluluğunu duyacağınız bir utanç…Yoksulluğun hiçbir
çeşidine katlanamayacağıma da o zaman karar vermiş olsam gerek.” (s.313). diyen
Nermin adeta yoksulluğu bir tercih nesnesi ya da konusu olarak konumlandırır.
Yoksulluğun seçilebilir bir şey olduğundan hareketle sevilip sevilmemesi, katlanılıp
katlanılmaması gibi bir durum ortaya çıkar. Böyle konumlandırıldığı sürece de
elbette “seçilebilir” yoksulluktan, aynı ölçüde “seçilebilir” bir nefrete kolaylıkla
sıçranabilmektedir. Yoksulluk Nermin’in düşmanıdır ama “kimi durumlarda,
düşmanınızı uzak tutmaktansa, yanınızda taşımak iyidir.” (s.330). Nermin Gurbet
Hanımı sürekli yanında istediği, ondan vazgeçemediği gibi, İstiklal Caddesi’nde
de kendisine, yalnızca kendisine “ait olacak” o çocuğu aramaktan vazgeçemez.
Diğer olumlu karakter olan Nazlı’ya gelince… “Ah, insanın içinde neler olup
bittiğini kim tam olarak bilebilir ki? İçimizde hem çok şey olur, hem de hiçbir
şey olmaz.” (s. 205). Nermin hep biliyor. Hep bilen, “her insan, kendi olması
V.
Bu yazıda, bir yandan Yüksek Topuklar romanının iki temel karakteri olan
Tuğde ve Nermin’in kenti ve tüketimi deneyimleyiş biçimleri ve bu deneyimleyiş
sırasında öne çıkan mekanlar üzerine yoğunlaşılırken, öbür yandan özellikle Nermin
karakteri üzerinden kent-tüketim-mekan bağlamında bir yeniden inşa çalışmasının
kimi özelliklerini göstermeyi denedik. Yukarda da değindiğimiz gibi, bu bağlam
aynı zamanda 1980 sonrası Türkiye’nin yaşamaya başladığı dönüşüm ve bu
dönüşümün kentsel tezahürleri açısından da ipuçları vermektedir. Roman içerisinde,
her ne kadar Nermin ve Tuğde karakterleri birbirine zıt iki dünyanın karakterleri
olarak sunulsalar da tüketimin her iki karakteri de birbirine bağlayan ortak nokta
olduğunun altını çizmeye çalıştık. Murathan Mungan’la başlamıştık, yine onunla
ilgili bir noktaya değinerek tamamlayabiliriz: Murathan Mungan’ın romanında
kenti farklı deneyimleyiş biçimlerinin olanaklılığının izinin sürülüp sürülemeyeceği
meşru ve yanıt aranması gereken bir sorudur. Denebilir ki, Yüksek Topuklar tüketim
toplumunun bir üyesinin ve bir üst-orta sınıfın kenti deneyimleyişi ile bizi her ne
kadar baş başa bırakmakta ise de, kenti farklı deneyimleyenler aralardan da olsa
içeri sızarlar; fakat olumsuz tipler olarak. Bu tiplerin olumsuzluğu ölçüsünde,
romanın baş karakteri Nermin, yıldızı daha da parlayarak, öne çıkar ve olumlanır.
Roman, adeta Nermin’in kendini tümüyle onaylaması, kendinden memnuniyetinin
meşrulaştırılması ve hatta doğallaştırılmasının bir serüvenidir. Okur, Nermin’in
kent içindeki serüvenini ya da yatay-düşey hareketliliğini izlerken, aynı zamanda
bunun biricik seçilebilir (en başta bunun bir seçim konusu olduğuna inanarak)
yol olduğuna da ikna olur. Başka bir hayat, başka bir anlam dünyası yoktur. Ne
yazık ki “beklentisi yüksek kadınların yalnızlığı daha koyu olur. Büyük lafların
gölgesinde geçen hayatlar, bir daha iflah olmuyor; geçip gittiğiyle kalıyor zaman,
aşk, her şey.” (s. 424). Öyleyse bize düşen, neredeyse uğruna koca bir roman yazılan
ve kartvizitini bir kırmızı ışıkta Nermin’e veren “Prensin” bir an önce yeniden
Nermin’in yoluna çıkmasını dilemekten başka bir şey değildir.
Giriş
Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığının gündeme geldiği bugünlerde hemen
hergün bir konunun AB ölçütlerine uygunluğu tartışmaya açılıyor. Kamuoyuna daha
çok “kokorecin yasaklanması” ya da “dolmuşların kaldırılması” gibi yüzeydeki
değişikliklerle yansıyan bu uyum sürecinde gözlerden kaçırılan bir alan var ki
aslında AB’ye uyum tartışmalarında başı çekmesi beklenirdi: Kentler.
AB’ye giriş sürecinde kentsel politika ve kentsel yaşamın masaya yatırılması
iki açıdan önem taşıyor: Öncelikle, Türkiye’nin kentsel alanda AB ölçütlerini
yakalamasının, bütün politika alanlarında uyum sağlaması anlamına geleceğini
söylemek gerekir. Çünkü, her türlü ortak ve toplumsal gereksinimlerin karşılandığı,
gündelik yaşamın kalbinin attığı kentler, bir anlamda yukarıdan alınan soyut
nitelikteki kararların uygulamaya geçirildiği, can bulduğu alanlardır; kentlerde
etkisini göstermeyen hiçbir politika kararına rastlanamaz. İkinci olarak kentler,
Birleşik Avrupa tasarımında en önemli birleştirici unsurlardan birini oluşturuyor.
Bir uygarlık projesi olarak nitelendirilen AB’nin öncelikle uygarlığın yaratıcısı
ve taşıyıcısı olan bu alanlarda somutlaşmasının beklenmesi boşuna değil. Türlü
dillerde, kent ve uygarlık sözcüklerinin aynı kökten gelmesinin de gösterdiği gibi,
uygar bir yaşam düzeyine erişmede ilk adımların kentten atılması gerekmektedir.1
Kaynak: United Nations Population Division, World Population Prospects: The 2004 Revision
Population Database (http://esa.un.org/unpp)
AB’de kentsel sorunların bağımsız bir politika alanı olarak ele alınmayışının
sonucu, bu sorunlara kayıtsız kalınması değil, öngörülen önerilerin diğer
politikaların içine yedirilmesi olmuştur. Örneğin, çevre sorunları konusunda AB’ye
üye ülkelerin izleyeceği ortak politikaları belirleyen 6. Çevre Eylem Programı’nda
kent planlamasına ve kentsel politikalara özel bir yer ayrılmamış, bu konular diğer
başlıklar altında, yeri geldiğinde ele alınmıştır. (CEC, 2001) Bundan dolayı AB’nin
kente ve kentsel sorunlara bakış açısını doğru değerlendirebilmek için, kent ve
bölge planlaması ile ilgili yönlendirici belgelerin yanı sıra yerleşim yerlerini başka
açılardan etkileyen çevre, yerel yönetimler gibi alanlardaki politika kararlarını da
göz önünde bulundurmak gerekecektir.
AB Kentsel Belgeleri
Yukarıda da değinildiği gibi, kentler ayrı bir sorun alanı olarak algılanmadığı için
yakın zamanlara değin kentsel politikayı belirleyecek kapsamlı bir düzenlemeye
gidilmemiş, yerleşim yerlerini ilgilendiren sorunlar ağırlıklı olarak yerel yönetimler
ve çevre ile ilgili tüzel çerçevede değerlendirilmiştir. Üye ülkelerin kentsel
politikaları arasında uyum sağlamayı amaçlayan belgelerin ortaya konmasıysa
2000’li yıllara denk gelir. Çevre sorunlarını düzenleyen kimi belge ve girişimlerin
ortak kentsel politikaların oluşturulmasında önemli etkisinin bulunduğundan söz
edilmişti; bu açıdan, Birliğin kentsel politikasının başlangıcı, 1986 Avrupa Tek
Şartı’na kadar götürülebilir. 1957 Roma Antlaşması’nda değişiklik yaparak ilk
kez çevre sorunlarına bağımsız bir bölümde yer veren Avrupa Tek Şartı’nın AB
kentsel politikası için de bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Birlik çapında çevre
Yıl Alm. Avs. Bel. Çek Dan. Est. Fin. Fra. Hol. İng. İrl. İsp. İsv. İtl. Kıb. Let. Lit. Lux. Mac. Mal. Pol. Por. Slv. Sly. Yun. Tür.
1950 71.9 63.8 91.5 40.9 68.0 49.7 32.0 54.3 54.4 79.0 40.9 51.9 65.8 54.3 29.8 51.6 31.1 59.1 39.3 61.2 38.7 19.2 30.0 19.9 37.3 21.3
1955 74.1 64.2 92.0 43.3 69.6 53.6 35.0 58.2 54.1 78.7 43.9 54.2 69.3 56.9 32.6 54.2 35.4 60.6 40.9 65.6 43.2 20.6 31.7 23.8 40.1 25.7
1960 76.1 64.6 92.5 45.8 73.7 57.5 38.1 62.0 53.8 78.4 45.8 56.6 72.6 59.4 35.6 56.9 40.0 62.1 42.6 69.8 47.9 22.1 33.5 28.2 42.9 29.7
63
Kaynak: United Nations Population Division, World Population Prospects: The 2004 Revision Population Database (http://esa.un.org/unpp)
sorunları alanında gerçekleştirilen çok sayıda düzenlemeyi ve 1986’da başlatılan,
“Eurocities Network” gibi girişimleri AB kentsel politikasının ilk adımlarından
saymak gerekir. 1990 yılında yayımlanan “Green Paper” (CEC, 1990) kentsel
politikanın genel çerçevesini belirleyen öncü metinlerden biri olmuştur. AB
düzeyinde mekansal politikaya ise ilk kez 1992 Maastricht Antlaşması (m130s) ile
yer verilmiştir. (Delladetsima, 2003: 159) Bu dönemde AB’nin kentsel politikaları
için söz edilebilecek kaynaklardan biri de, 1993 tarihli, kentsel politikaya ayrı bir
başlık altında yer verilmeyeceğini, diğer politikaların içine yedirilerek bütünleşik
bir politika izleneceğini açık biçimde ortaya koyan “White Paper”dır. (Atkinson,
2002: 782) Kapsamlı bir mekan politikası ilkelerinin belirlenmediği bu dönemde,
birbirini izleyen çok sayıda konferans, rapor gibi etkinliklerle kentsel sorunlar ve
politikalar ele alınmıştır. Örneğin, daha çok, ekonomik bütünleşme, toplumsal
uyum gibi konulara odaklanan ve ilk kez bölgesel ve kentsel planlama için ortak
çerçeve oluşturma girişimi olan 1991 tarihli “Europe 2000” (Newman/Thornley,
1996: 18) ve ardından üç yıl sonra, 1994’de yayınlanan “Europe 2000+” (EC, 1994)
adlı raporlar bu dönemin ürünüdür. Aynı yıl hazırlanan “European Sustainable
Cities Report”u2 da anmak gerekir. (Delladetsima, 2003: 161) Bu dönemde,
en somut proje ise 1994-1999 yılları arasında, yapısal fonlarca gerçekleştirilen
“Community Initiatives Urban”3 ve “Urban Pilot Projects”tir. (Aldskogius, 2000:
8) Bu deneme projeleri daha çok, ekonomileri için yapısal dönüşüm öngörülen geri
kalmış bölgelere, sanayinin gelişmemiş olduğu alanlara ve işsizliğe odaklanmıştı.
(Newman/Thornley, 1996: 18) Avrupa çapında giderek ağırlaşan kentsel sorunlara
karşı alınacak önlemler konusunda daha geniş kapsamlı girişimler ise 1990’ların son
döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan, 1997’de “Towards an Urban Agenda in
the European Union”4 (CEC, 1997a) ve 1998’de “Sustainable Urban Development
in the European Union: A Framework for Action”5 (CEC, 1998) adıyla yayınlanan
raporlardan ve yine aynı yıl 1998’de Viyana’da toplanan “European Urban
Forum”dan6 söz etmek gerekir. AB’nin ortak mekan politikasının belirlenmesi
sürecinde en önemli aşama ise 1999’da, Almanya’da, Postdam’da benimsenen
“European Spatial Development Perspective-ESDP”7dir.
ESDP
AB’nin kentsel politikalarından söz edildiğinde belki de üzerinde en çok
durulması gereken düzenleme, mekan planlamadan sorumlu Bakanlar Konseyi
2 Avrupa Sürdürülebilir Kentler Raporu.
3 Örneğin bu girişim kapsamında 600 milyon Ecu az gelişmiş bölgeler için, 200 milyon Ecu ise büyük
kentlerdeki deneysel projeler için kullanılmıştır. (Newman ve Thornley, 1996: 19)
4 AB’de Kentsel Gündeme Doğru.
5 AB’de Sürdürülebilir Kentsel Gelişme: Eylem İçin Bir Çerçeve.
6 Avrupa Kentsel Forumu.
7 Avrupa Mekansal Gelişme Perspektifi.
Kültürlerarası Kaynaşma
Sonuç
AB’nin kentleri ilgi alanı içinde görmesinde ve bu alana özgü yeni düzenlemeler
getirmesinde kentlerin yeni ekonomik düzen içinde kazandığı göreli önemin yeri
yadsınamaz.
Kaynakça
Aldskogius, Göran (2000), “Urban Policy in the Structural Policy of the European Union”, Umea University
Cerum, Centre for Regional Science, Cerum Working Paper, No. 21, 2000.
Avrupa Kentsel Şartı (AKŞ) (1996), Çev. Zerrin Yener ve Kumru Arapkirlioğlu, İçişleri Bakanlığı Mahalli
İdareler Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara.
Avrupa Toplulukları Komisyonu (ATK) (2004), Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesi Hakkında
2004 Yılı Düzenli Raporu, [COM (204) 656 Final].
Giriş
Kent ölçeğinde siyasetin ekonomik ve toplumsal olmak üzere iki ana ekseni
bulunuyor. Bunlardan ekonomik olanı, kent mekanının sermaye birikiminin bir
aracı olarak kullanılmasını sağlayarak ekonomik gelişmenin ileri götürülmesini
desteklemek ve onu şekillendirmektir. Kentsel siyasetin bu ekonomik amacıyla
çokça çelişen ikinci ekseni (toplumsal işlev) ise başta ücretli emekçiler olmak
üzere kentsel alan içinde yaşayan nüfusun barınma, dinlenme, kolektif tüketim ve
hizmet gereksinimlerinin karşılanmasıyla, yani toplumsal refahın arttırılmasıyla
ilgilidir. Bunlardan hangisinin ön plana çıkacağı, baskınlaşacağı sermaye birikim
süreçleri ve özellikle de bu süreçlerde etkili olan siyasal-toplumsal aktörlerin
mücadeleleriyle belirlenir. Ancak, her yerellikteki sosyo-mekansal gelişmeler de,
mekanik olarak birikim süreçleri doğrultusunda yaşanan değişiklikler biçiminde
somutlaşmaz. Kentler arasındaki mekansal-eşitsiz gelişme dinamiklerinin yarattığı
farklar, bu farklardan kaynaklı işbölümleri, kentlerin içinde barındırdığı ekonomik
ve toplumsal ilişki biçimleri, toplum kesimlerinin mekanı deneyimleme biçimleri,
kentlerdeki toplumsal aktörlerin mücadelelerinin yol açtığı ittifaklar; ulusal
düzeyde birikim sürecindeki değişikliklere paralel sosyo-mekansal gelişmelere
yol açabileceği gibi, ona direnen hatta onun tersi yönde giden (kentsel) gelişme
doğrultularına da neden olabilir1.
* Arş.Gör., A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü
1
Bu durum ya sistem içi muhafazakar bir direniş ya da radikal ve reformist bir ittifakın direnişi olarak
ortaya çıkabilir ama her iki gelişme doğrultusu herhangi bir tekil kentin birikim sürecinin çeperlerinde
bir yerlere düşmesine hatta sistem açısından sorun yaratan bir özellik taşımasına yol açar.
Söz konusu yıllar aynı zamanda, ülke yönetim sisteminde yerinden yönetimin
ağırlığının arttırılması temelinde bir yeniden yapılanmanın gerekli olduğu fikrinin
de sermaye çevrelerince ısrarla vurgulandığı dönemdir. Söz konusu yerelleşmeyi,
merkezi devlet aygıtının ithal ikameci birikimin bütünleyeni olarak benimsediği
ulusal kalkınmacı anlayışla yüklendiği ekonomik-toplumsal etkinliklerden
arındırılarak, ‘küçültülmesi’ çabalarının bir parçası olarak değerlendirmek
gerekiyor. Uzunca bir süredir gündemde olan bu yerelleşmenin şekillenmesinde
aslan payı ise ulusal ve uluslararası üretim örgütlenmelerinde meydana gelen
değişikliklerin ürünü olarak gündeme getirilen “yerellikler üzerinden kalkınma”
stratejisine2 aittir. Hatta denilebilir ki, sözü konusu stratejiyi incelemeden
günümüzün egemen yerel yönetim siyasalarını anlamak mümkün değildir.
Sosyal adalet, çalışanların hakları, insan ve çevre sağlığı gibi konuları aklına
getirmemesine rağmen, kendisini bu şekilde her türlü eleştiriye kapalı tutmayı bilen
yerel kalkınma stratejisinin, yereldeki bütün toplumsal ve ekonomik dinamiklerin
aynı amaca koşulmasını dayatması nedeniyle otoriter-korporatist bir muhtevaya
sahip olduğu da söylenebilir. Habitat II Zirvesi’nden (1996) sonra gelişen “Yerel
Gündem 21”ler ve onların arkasındaki yerel yönetişim modelini de bu çerçevede,
söz konusu stratejiden kazançlı çıkacak olanları (şirketler ve burjuva katmanları),
yerel yönetimlerle bir araya getirerek bahsettiğimiz kentsel korporatizmi üretecek
esnek müzakere zeminleri olarak değerlendirmek gerekir. Yerellikler üzerinden
kalkınmanın saydığımız boyutlarına geçmeden önce, konumuzun esas çıkış noktası
olan neo-liberal belediyeciliğin ne olduğunu satırbaşlarıyla özetlemek gerekiyor.
Türkiye’de Neo-Liberal Belediyeciliğin Satırbaşları
Belediyelerin 1980’li yıllardan başlayarak işgücünün yeniden üretimine yönelik
hizmetlerden çok, sermayenin büyütülmesine hizmet ettiği ve kamusal hizmet
kurumu niteliğinden uzaklaşıp, birer hizmet şirketi kimliğine büründükleri biliniyor.
Yine de bu sürecin 1980 sonrasında geçilen birikim modeliyle bakışımlı işleyişinin
düz bir çizgide ilerlemediğini, 1988-1992 arasında yükselen işçi hareketinin
etkisi altında sosyal demokrat vaatlerle 1989’da işbaşına gelen SHP’li belediye
yönetimleriyle bir kesintiye uğradığını görmek gerekiyor. Bu anlamda, 1989-1994
yılları arasında geçen süreyi, neo-liberal belediyeciliği iki donemde incelememizi
gerektiren bir ara dönem olarak değerlendirmemiz gerekir.
ANAP’lı belediyelerle başlayan ve 1984-1989 arasını kapsayan ilk dönemde,
toplu tüketim ve işgücünün yeniden üretimine yönelik iş ve hizmetler yerine,
sermayenin arsa, inşaat, konut, ticaret, tüketim gibi kentsel alanlarda üretilen rantlara
yönelme eğilimine hizmet eden uygulamalara ağırlık verilmiş, belediye hizmetleri
piyasalaştırılmış, kimi önemli hizmet kurumları şirketleştirilmiştir. Refah Parti’li
kadroların Ankara, İstanbul dahil 4 büyükşehir ve 12 kent merkezi belediyesini
kazandığı, İzmir ve Adana’nın yeniden ANAP’ın eline geçtiği 1994 sonrasını ise
rahatlıkla neo-liberal belediyeciliğin ikinci dönemi diye adlandırabiliriz. Bu dönemi
karakterize eden ve bir kısmı da ilkiyle süreklilik içinde düşünülmesi gereken-
belli başlı özelliklerini; İslamcı kadroların birçok büyük ve orta ölçekteki kentte
işbaşında olması, yerel hizmetlerin özelleştirilmesi, personel giderlerinin azaltılması,
yerel altyapı finansmanında dış borçlanmanın gelişmesi, büyük kentsel projelerin
gelişmesiyle belediyelerin büyük harcama kapasitelerine ulaşmaları, yerel sermayenin
kentsel siyasette adeta mutlak bir hegemonyaya sahip bir toplumsal aktör konumuna
Belediye yönetimlerinin bir hizmet şirketinin işletmecisi gibi hareket ettiği söz
konusu dönemde, kent halkının gündelik yaşantısını önemli biçimde etkileyen
kolektif tüketim mal ve hizmetlerinin çeşitleri azaltılmış (yani belediyece
sunulmamaya başlanmış), sunulanlar da birer piyasa malı gibi fiyatlandırılmıştır.
Yanı sıra, söz konusu neo-liberal belediyelerin, kentsel toprak rantını aşırı kâr biçimi
altında mülk edinme arayışı içinde olan, orta ve büyük sermayenin arayışına yanıt
vermeye endekslenmiş, kenti ulusal ve küresel sermaye için bir cazibe merkezi
yapmaya dönük yatırım ve hizmetlere öncelik veren bir kentsel gelişme siyasasını
izledikleri de görülmüştür. Kısa bir literatür taraması, özetlediğimiz neo-liberal
belediyecilik anlayışının, yalnızca Türkiye’de değil, değişik biçim ve derecelerde
olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde 1980’lerden bu yana hakim anlayış
olduğunu göstermektedir6.
Türkiye’de “24 Ocak Kararları”ndan (1980) beri geçerli olan dışa açık, ihracatı
teşvik eden birikim modelinin, 1990’larda mekansal farklılıkları önemli kılan yeni
bir rota üzerine oturtulmaya çalışıldığı görüldü. Bu rota, ülkeye yabancı sermaye
çekmek ve ihracatı arttırmak için ekonomik gelişme potansiyeli taşıyan yerelliklerin
(kent ve bölgelerin) önünün açılması biçiminde özetlenebilir. Yerel sermayenin de
kendi yerelliğinin sınırlarını yeni bağımlılık ilişkilerine girerek aşmasını sağlayan
bu sürecin arkasında, sermayenin yeni uluslararasılaşma biçimi olan neo-liberal
küreselleşmenin yattığı biliniyor.
13
Gelir dağılımı adaletsizliğinin 1994’ten beri yaşanan krizlerle ciddi anlamda derinleştiği Türkiye’nin
büyük kentlerinde aynı zamanda müreffeh bir Belçika da barındırdığı için etnik ve dini azınlıklara
yönelik neo-faşist bir siyasal çizginin de kolay alıcı bulabildiği görülmektedir.
14
İlişkinin dışsallığına ilişkin vurgumuz, İslamcı siyasetin aktörlerinin dayandığı toplumsal tabanın
burjuva ve daha ziyade küçük burjuva kesimler olduğuna vurgu yapmak ve İslamcıların varoşlara nüfuz
ettiği yönündeki entelektüel dünyada oldukça yaygın olan kabulün bir aşırı yorum olduğuna dikkat
çekmek içindir. Bunların da bugünkü AKP’nin de yönetici kadrolarında yoksul, emekçi kesimlerden
gelen kimsenin bulunmadığı, geçmişte halktan yanaymış gibi yapılan popülist müştericiliğin yerini,
daha sağcı bir ideolojik içerik taşıyan “yoksulların hayırsever hamileri” olarak doldurmaya çalıştıkları,
yani yoksulların mobilize edilse de hala bu siyasi harekete eklemlenmiş ötekiler oldukları ortadadır.
Örneğin Ahmet Çiğdem, Yoksulluk ve Dinsellik başlıklı yazısında (2002: 134-163) bu görüşümüzü
destekleyen şu tespiti yapmıştır: Milli Nizam Partisi’nden beri bir “orta sınıf” hareketi olan Milli Görüş
çizgisinin yaptığı iş, merkez sağ ve solun yoksul mahallelerde bugüne dek kullana geldiği popülist
söylemin günümüz koşullarına göre işlevsel kullanılmasıdır.
1998 Merkezi idare ile mahalli idareler arasında görev bölüşümü ve hizmet
ilişkilerinin esaslarının düzenlenmesi kanun tasarısı.
2000 Merkezi idare ile mahalli idareler arasında görev bölüşümü ve hizmet
ilişkilerinin esaslarının düzenlenmesi hakkında kanun hükmünde kararname taslağı
* 2003 a) Yerel Yönetim Yasa Tasarıları (H. Ürün Taslakları) İl Özel İdaresi
Kanun Tasarısı
1913 tarihli kararnamenin ilk 74 maddesi ilin genel yönetimini (idarei umumiyei
vilayet), bir başka deyişle il ve ilçelerdeki mülki sistemi düzenliyor, son 75 maddesi
ise ilin yerel yönetim örgütü olan (idarei hususiyei vilayet) il özel idaresine
ilişkin hükümleri içeriyordu. İlk bölüm 1929 yılında yürürlükten kaldırılmış,
illerin genel yönetimi 1426 sayılı Vilâyet İdaresi Kanunu ile baştan sona yeniden
yapılandırılmıştır. İkinci bölüm için ise böyle bir yola başvurulmamış, ancak bazı
temel hükümlerin değiştirilmesiyle yetinilmiştir. 1921’den günümüze 30 kez
değişikliğe uğrayan bu bölüm, en kapsamlı değişikliği 1987 yılında, metnin adını
“İl Özel İdaresi Kanunu” olarak değiştiren 3360 sayılı yasayla yaşamıştır.
5
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi 8. Cilt. , s. 324.
(6) Yerele ayrılan payların artırılması yeterli değildir; özgelirlere ilişkin olarak
yerel yönetimlerin özerkliklerini genişletici değişiklikler yapılmalıdır.
2003 ‘Ürün Taslakları’. 2003 yılında spiral cilt olarak bir araya getirilmiş
belediye, büyükşehir, il özel idaresi ve gelirler ile ilgili yasa tasarısı hazırlıkları,
önsözde yapılan açıklamalar temel alınarak kamuoyunda kısaca “Halil Ürün
Taslakları” olarak adlandırılmıştır. Bunlardan il özel idaresi ile ilgili olan taslak
toplam 20 maddeli ve madde gerekçeleri de yazılmış olan metindir.
Bu metin, büyükşehir belediyesi sınırları ile ilin sınırları aynı olmayan yerlerde,
somut olarak İstanbul dışındaki illerde kurulacaktır. Taslak İstanbul ilini büyükşehir
belediyesinin yönetimine terk etmiştir. (madde 2)
İl meclisi, şimdi olduğu gibi ilçeleri temsil eden üyelerden oluşacak, ama
şimdi olduğundan farklı olarak, seçmenler belediye sınırları dışında oturan il
halkı olacaktır. Belediye halkının katılımı, meclisin doğal üyesi sayılan il ve ilçe
merkezindeki belediyelerin başkanları eliyle sağlanacaktır.
Meclis kendi içinden bir başkan ile iki başkan vekili seçecek, meclis yetki
alanında karar alma ve bunların uygulamasını sağlama amaçlı yaptırımları
kullanabilecektir. Yılda iki kez, 30’ar gün süreyle toplanması öngörülen meclisin
bu taslakta düzenlenmeyen diğer çalışma ilkeleri, belediye meclisleri için öngörülen
hükümler doğrultusunda gerçekleştirilecektir.
İdarenin bütünlüğü ilkesi, yerinden yönetimi kabul eder; gerekli sayar; kurar.
Ancak bu usulün idarede bütünlüğün sağlanması bakımından yarattığı sakıncaları
önemli görür; bu nedenle sistemi yerel özgürlüklerin sınırlarını belirleyen vesayet
kurumu yardımıyla kurar. İdarenin bütünlüğü ilkesi, bu birimlerin konumunu
merkezi yönetimle ilişkisine, bir başka deyişle ‘sınırları’na göre tanımlamayı
gerektirir; ilkeyi uygulamaya geçirme yöntemi görevleri sayma-sınırlandırmadır.
Bu görüşte belirleyici nokta, merkezi yönetimin durumu ve yetkileridir.
Kurulan sistem, yukarıdan aşağıya yetki salma yoluyla gerçekleşen “idari ademi
merkeziyet”, “idari yerinden yönetim”, “idari desantralizasyon”dur.
Yerellik (subsidiarite) ilkesi ise, konum belirleme işleminde tam tersine, yerel
birime tanınan özgürlük alanından hareket eder. Bu görüşte belirleyici nokta, yerel
özgürlük alanıdır. Sınırlar, bu özgürlük alanına göre çizilir. İlkenin uygulamaya
geçiriliş yöntemi, yerel alandaki görevlerin genelliğidir. Genel yetkili olan yerel
birimdir; görevi sayılıp sınırlandıran ise merkezi yönetimdir. Bu görüşte belirleyici
yada birincil olan yerel parçadır; bunun birincil olma özelliği kendisine “idari ve
mali özerklik” tanınarak gerçekleştirilir. Kurulan sistem, aşağıdan yukarıya yetki
paylaşma yoluyla gerçekleşen “idari federalizm”dir.
Türkiye’de 1913 doğumlu ve 3360 sayılı il özel idaresi yasasındaki tanım ile,
5197-5302 sayılı yeni yasaların tanımları arasındaki farklılık, bu iki sistemin hukuk
5197’de yer alan, özel idareleri “hem il hem il halkı” için iş görmekle yetkili
kılma tercihi, il ve ilin halkının ayrı ayrı belirtilmesi, son derece önemli bir
ifadedir. Anayasa’nın 126. maddesinde, ilin ihtiyaçlarını karşılayacak yönetim
işlevleri, “illerin yönetimi yetki genişliğine dayanır” hükmüyle il genel yönetimine
verilmiştir. Buna göre il yönetimi merkezi yönetimin taşra örgütüne, somut olarak
valilik sistemine aittir. Bu açıdan yerel yönetimler, Anayasa’nın 127. maddesi
gereğince, “il... halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere...”
kurulacak birimlerdir. İl, merkezi yönetimin taşra kademesidir; dolayısıyla illerin
yönetimi işlevi ‘genel - yerel’ diye ayrıştırılamaz. Böyle bir ayrıştırma yapılıp
illerin yönetimi özel idare kapsamında sayılırsa, hüküm açıkça “illerin idaresi
özerklik yada idari vesayet esasına dayanır” denmiş olur. Tasarı bu ifade ile, il
genel yönetimi sistemini il yerel yönetimi sistemine kaydırmış ve Anayasa’ya
aykırı bir düzenleme yapmıştır.
İki seçilmiş idare ilişkisi. İl özel idarelerinin “tüm il” ve “belediye hariç
il” alanında hizmet görmesi, yerel yönetim kademeleri arasında şimdiye dek
yaşanmamış yeni bir ilişki zemini açmaktadır. Yalnızca merkezi yönetimin
başkenti ve taşra müdürlükleriyle ilişki içinde olan belediyeler, bundan böyle
karşılarında, kendisi de seçilmiş olan bir hizmet dağıtım mercii bulacaklardır.
Belediyeler, her belediyenin kendi sınırları içinde hizmet-harcama dağılımı
bakımından il genel meclisi, il encümeni ve özel idare bürokrasisiyle şimdiye
kadar hiç tanımadıkları ve alışkın olmadıkları bir siyasal-yönetsel pazarlık
çatışma işbirliği sistemi içine gireceklerdir. İlçeleri temsil eden il genel meclisi
üyeleri, yeni sistemde, sayılan hizmet alanlarında hangi belediye ve köyün
ne miktar kaynak ve hizmet alacağına karar verme gücü kazanmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz bu güç, iller düzeyinde yerleşmeler arası dengeleri doğrudan
etkileyecek büyüklüktedir. Ağırlığı A partisinde olan bir il genel meclisinin, Z
partisinden belediye yönetimine sahip bir kente karşı kaynak tahsisinde hasis
davranması durumunda sorunun nasıl çözüleceği oldukça ilginç bir sorudur.
Öte yandan, taşra genel yöneticisi olarak örgüt, kaynak ve yetkilerini yitirmiş,
il genel meclisinin emrine verilmiş bir valilik kurumunun, il içindeki yerleşmeler
arası eşgüdüm işini ne denli etkili yapabileceği soru işareti yaratan bir durumdur.
Ne var ki, yurtdışı ilişkiler maddesinde belirtilmeyen ve iki farklı maddede yer
alan hükümlerle, il özel idarelerinin yurtdışı ilişki ve etkinlikleri genişletilmiş ve
her türlü izin-onaydan bağışık tutulmuştur.
İl özel idaresinin giderleri ile ilgili madde 43’ün (l) fıkrasına göre, özel idareler
“... yurtdışı kamu ve özel kesim ile sivil toplum örgütleriyle birlikte yapılan
hizmetler ve diğer proje giderleri” için ödenek ayırmaya yetkilidirler. Harcamaları
düzenleyen bu madde ile, doğrudan yurtdışı ilişkilere ayrılmış maddede adı
geçmeyen yeni yabancı aktörlerle ortak iş yapma mümkün hale getirilmiştir. Yine
merkezi yönetimden izin-onay yoktur; bu tür ortaklıklarda dış politikaya uygunluk
koşulu yoktur; kalkınma planlarına bağlılık benzeri başka bir ölçüt sözkonusu
değildir.
Yeni yasa, ilin yönetiminden genel sorumlu olacak kadar görev ve yetkiyle
donattığı il özel idarelerini, dış dünyanın özel sektör şirketleri ve para kurumlarıyla;
dış dünyanın dernek, vakıf, oda, merkez, ‘think-thank’, enstitü ... gibi her türlü sivil
toplum kurumuyla; başka bir devletin merkezi yada yerel her kademeden kamu
kurumuyla birlikte iş yapabilir hale getirmiştir. Bu tür bağlantılar ve ortaklıklar için
de izin-onay gerekmemekte, dış politika vb… ölçütler gerekli görülmemektedir.
8
1987 yılında Madde 87 - (Değişik: 16/5/1987 - 3360/7 md.) bu hükme bir de, “yıllık program dışında
yapılacak işler valinin teklifi ve ilgili bakanın onayı ile yürürlüğe girer” hükmü eklenmişti. Anayasa
Mahkemesi bu eklemeyi yerinden yönetim ilkesine aykırı bulmuş, program dışı işlerin genişletilmesiyle
genel yönetimin il özel idaresinin yerine geçme anlamına gelebileceği görüşüyle hükmü iptal etmiştir.
Valinin il özel idaresinin başı olarak etkisiz bir konuma sahip olacağı,
valilik kurumunun gerçek gücünü kazandığı taşra genel yönetiminin başı olma
niteliğindeki zayıflama nedeniyle açıktır. Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı, il
genel yönetiminin üzerinde yükseldiği bakanlık il müdürlüklerinin çoğunu ortadan
9
Kasım 2003 Taslağı’nda encümenin yapısı şöyle tanımlanmıştı: “Vali yada görevlendirirse genel
sekreter başkanlığında, eğitim, sağlık, tarım, bayındırlık ve iskan, hesap işleri, insan kaynakları birim
başkanından oluşur. Kadro karşılığı sözleşmeli üyeler ödenek almaz; diğer üyelere aylık ödeme yapılır.“
10
“Madde 141- (Değişik: 16/5/1987-3360/16 md.) İl daimi encümenine vali veya yerine görevlendireceği
vali yardımcısı başkanlık eder. Olağan toplantılar dışında encümen, gerek görüldükçe vali tarafından
toplantıya çağırılabilir. İl daimi encümeni başkan tarafından havale edilmeyen konuları görüşemez.”
İl özel idaresinin örgütlenmesi madde 35, personel sistemi ise madde 36’da
düzenlenmiştir. Örgütlenme, il genel meclisi kararına bırakılmış konulardandır.
Yasal kurallar çok sınırlı bırakılmış, örgütlenme yapısına ilişkin kararlarda merkezin
onayı öngörülmemiştir. Tasarı’da belirtilen kurallara göre;
(1) Örgütün en üst yöneticisi, vali adına çalışan genel sekreter olacaktır. Genel
sekreterler bir - dört arasında yardımcı ile güçlendirilebileceklerdir.
(2) Genel sekreterlik, mali işler, sağlık, tarım, imar, insan kaynakları, hukuk
işleri kurulması zorunlu birimlerdir; diğer birimlerin kurulması kaldırılması il
genel meclisi kararıyla yapılacaktır.
(3) Birimler, büyükşehir olan illerde “daire başkanlığı-müdürlük”, öbür illerde
“müdürlük” kademeleri biçiminde kurulacaktır.
Personel sistemi bakımından her özel idare kendi norm kadro çalışmasını
kendisi yapacaktır. Merkezi yönetimin rolü yalnızca, İçişleri Bakanlığı ve Devlet
Personel Başkanlığı’nca hazırlanacak “norm kadro ilke ve standartları”nı
belirlemekten ibaret olacaktır. Bu durumda, istihdam planlaması yerel birime
bırakılmış yetkilerden biridir. Karar gücünün özünü oluşturan kadro ihdas, iptal
ve değişikliği yetkisi il genel meclisine, bu kararın yürütülmesi anlamına gelen
atama işlemi yetkisi valiye verilmiştir.11
11
Personel atamasının vali tarafından yapılması, Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi Emin Bilgiç
(Isparta) tarafından itiraz edilen bir düzenlemedir. Bu ayrışık oya göre, özellikle anahizmet birim
yöneticilerini atama yetkisinin “kendisi de atanmış ve siyaseten sorumsuz valiye bırakılması çok
yerinde bir uygulama olmayacaktır... Özellikle yönetici daire müdürlerinin atanmasının tümüyle valiye
bırakılması, amaçladığımız yerelleşme ilkesinden uzaklaşarak belki de daha fazla merkezileşme sonucu
doğurabilecektir.”
12
Yürürlükteki durum şöyledir: “Madde 86-(Değişik: 16/5/1987-3360/6 md.): İl genel meclisince
görüşülüp kabul edilen bütçe o yıla ait program da eklenerek, vali tarafından toplantının sona ermesinden
itibaren en geç 15 gün içinde İçişleri Bakanlığına gönderilir. Bütçe İçişleri Bakanlığınca 30 gün içinde
onaylanır. Bu süre içerisinde onaylanmayan bütçe kendiliğinden onaylanmış sayılır. İçişleri Bakanlığı;
1.Bütçedeki mevzuata aykırı madde ve deyimleri düzeltmeye, 2.İl özel idaresinin tahsile yetkili olduğu
halde bütçeye konmamış gelirlerini koymaya ve noksan konulanları kanuni hadde çıkarmaya, 3. İl
özel idaresinin tahsile yetkili olmadığı gelirleri tahakkuk etmemiş taşınır ve taşınmaz malların satış
gelirleriyle gerçekleşmemiş borçlanma gelirlerini çıkarmaya, kanuni yetki ve tarife üstündeki gelir
tahminlerini kanuni hadde indirmeye, 4.Yapılması il özel idaresi görevlerinden olmayan hizmetler için
konulmuş ödenekleri çıkarmaya, 5.Bütçeye konulması kanunen zorunlu iken konulmamış ödenekleri
koymaya veya kanuni hadde indirmeye, 6.Kesinleşmiş ilam, istikraz, tahvil kredi, anlaşma ve sözleşme
hükümlerine göre anapara ve faiz ödemelerini karşılamaya yetecek kadar ödenek koymaya, mevcutları
bu amaçla yeteri kadar artırmaya yetkilidir. Bu sebepler dışında İçişleri Bakanlığınca bütçede değişiklik
yapılamaz.”
Borçlanma, il özel idareleri için önemli bir sorun alanı değildir. Ancak yeni yasa,
il özel idarelerini bu sorunla yüzyüze getirmeye hazırlık niteliği taşımaktadır. Yeni
yasanın 51. maddesine göre, il özel idareleri iç ve dış borçlanmaya gidebilirler;
tahvil ihraç ederek borçlanabilirler; İller Bankası’ndan yatırım kredisi ile nakit
kredi kullanabilirler. Borçlanmayı il özel idaresi yapabileceği gibi, bunun bağlı
kuruluşları ve şirketleri de gerçekleştirebilir.
Dış borçlanmada uyulacak ilkeler farklı bir yasaya bağlılıkla olacaktır: Bu, 4749
sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetimi Kanunu’dur. Dış borçlanma, yalnızca
Yıllık Yatırım Programı’nda yer alan projeler için yapılabilecektir. Dış kaynak
gerektiren projeler için Hazine görüşü alınması gerekli sayılmıştır.
Tahvil ihracı da, yalnızca Yıllık Yatırım Programı’nda yer alan projeler için
yapılabilecektir.
Özel idarelerin kamu kredisi kullanabileceği tek kaynak İller Bankası’dır; yeni
yasa İller Bankası’nı “her isteyen özel idareye kredi vermeme” ilkesiyle donatmış,
İç borçlanma kararı, %10’luk bir baraja göre, tutar bundan azsa il genel
meclisinin kararıyla, çoksa meclis üye tamsayısının saltçoğunluklu kararı ve İçişleri
Baknalığı onayı ile alınabilecektir. Yüzde 10, borçlanacak birimin en son kesinleşen
bütçe gelirinin yeniden değerlemesiyle belirlenen tutarının yüzde 10’udur.
Özel idarenin iç ve dış borç toplamı, ençok, son kesinleşen bütçe gelirinin
yeniden değerlemeye tabi tutulmuş tutarı büyüklüğünde olacaktır. Ancak, bu sınıra
iki önemli istisna getirilmiştir: Birincisi, ilde büyükşehir belediyesi varsa sınır 1,5
kat olabilecektir. İkincisi, proje DPT önerisiyle Bakanlar Kurulunca kabul edilmiş,
ileri teknolojiye dayalı ve çok kaynak gerektiren bir işse, bu borçlanma üst sınır
hesabına alınmayacaktır.
5197 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu, merkezi yönetimin idari vesayet denetimi
yetkisini kaldırmıştır. Vesayet denetimine hiçbir maddede yer verilmemiş, farklı
maddelerde yer alan düzenlemelerle bu denetim türü geçersiz hale getirilmiştir:
(2) Bütçe ve kesin hesap üzerinde (m.44-49) merkezin onay yetkisine son
verilerek, bütçe üzerinden vesayet denetimi ortadan kaldırılmıştır.
(5) İl özel idaresinin meclis kararlarının vali onayı ile yürürlüğe girmesiyle
(m.15) gerçekleşen kararlar üzerinden vesayet denetimi, veto sistemi ve valinin
yerel yargıya başvurusu ile zayıflatılmıştır.
İç denetim
5018’e göre (m.63) “iç denetim iç denetçiler tarafından yapılır.” Bu, performans
denetimi ile mali denetim içerikli bir danışmanlık faaliyetidir. İç denetçiler
görevlerini (m.64) “İç Denetim Koordinasyon Kurulu14 tarafından belirlenen ve
uluslararası kabul görmüş kontrol ve denetim standartlarına uygun şekilde yerine
getirir.” İç denetçiler raporlarını üst yöneticiye (valiye?) sunacaklar, bu raporlar
ile rapor üzerine yapılan işlemleri içeren bilgi üst yönetici tarafından anılan İç
Denetim Koordinasyon Kurulu’na gönderilecektir. İç denetçiler, Kurul tarafından
eğitime alınmış, eğitimi başarıyla tamamlamış sertifika sahipleri arasından
üst yönetici (vali?) tarafından atanacaktır. Eğitimin nasıl yapılacağı Kurul’ca
hazırlanıp Maliye Bakanlığı’nca çıkarılacak; iç denetçi sayılarıyla çalışma usul
ve esaslarına ilişkin konular ise Kurul’un hazırlayacağı, Maliye Bakanlığı’nın
önereceği ve Bakanlar Kurulu’nun çıkaracağı yönetmelikle belirlenecektir. Bu
yönetmeliklerde il özel idareleri ile ilgili ayrı düzenlemeler olup olmayacağı
belirsizdir. İç denetçi olarak çalışan personelin görev ve etik kurallarını belirlemek
ve üst yönetici ile düşülebilecek uzlaşmazlıkları çözüme bağlamak, Koordinasyon
Kurulu’na verilmiş görevlerdir. Tüm devlet yönetimi için getirilmiş olan bu sistemin,
il özel idareleri için nasıl kurulacağı da henüz karanlıktadır.
Dış denetim
5018’e göre dış denetim harcama sonrası Sayıştay tarafından yapılan mali
denetimdir; (m.68) başka bir mekanizma öngörülmemiştir. Bu denetimde de
genel kabul görmüş uluslararası standartlara dayalılık temel sayılacaktır. Gelir,
gider ve mallara ilişkin mali denetim, hukuka uygunluk ve performans ölçümü
temelinde yapılacaktır. Sayıştay raporunu TBMM’ne sunacaktır. Bu raporda il özel
idarelerinin yer alıp almayacağı, bunun hangi ayrıntı düzeyinde olacağı belirsizdir.
İşleyiş, Sayıştay Kanunu ile bu kurumun mevzuatında düzenlenecektir. Yasanın
13
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, RG. 24 Aralık 2003, 25326.
14
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, Resmi Gazete’de 24 Aralık 2003’te yayımlanmıştır.
Bu yasanın Geçici Madde 8 düzenlemesi, İç Denetim Koordinasyon Kurulu başkan ve üyelerinin iki
ay içinde atanmasını öngörmüştür. Günümüzde Kurul’un çalışmalara başlamış olması gerekir.
Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile taşra örgütleri kaldırılarak il özel idaresi yada
belediyelere devredilmiş olan bakanlıklar, kendi görev alanları ile ilgili konularda, il
özel idareleri üzerinde herhangi bir yönlendirme gücüne sahip görünmemektedirler.
Örneğin tarım, bayındırlık, sağlık gibi bakanlıkların, hizmet alanlarıyla ilgili ulusal
politika ve ilkeleri il özel idaresi ve belediyelere nasıl, hangi mekanizmalarla
taşıyacakları konusu boşlukta kalmıştır. Hizmetler bakımından ulusal ve yerel
düzeyler birbirinden kopmuş durumdadır.
Son yılların yerel yönetim yasa değişikliği girişimlerinde göze çarpan ortak
özelliklerden biri de, yönetim - hizmet ölçeğinde büyüme sağlayacak formül
arayışlarıdır. Bu arayışın bir ucu bölge yönetimi kademesi yaratma niyetine
uzanırken, bir ucu da yerel yönetimlerce yürütülen hizmetlerin “birlikler” yoluyla
daha büyük ölçeğe taşınmasına yönelik gayretlere açılmıştır. Bölge yönetimi
formülü, günümüzde “Bölge Kalkınma Ajansları” kurmayı amaçlayan yasa
tasarısının TBMM gündemine girmesiyle epeyce yol almıştır. “Birlikler” formülü
ise, oldukça gel-gitli bir süreç içinde ilerlemiş, büyük ölçüde de gözlerden uzak
kalmıştır.15 Oysa “birlik” kurumu, yerel yönetim sisteminin yapılanmasında bir
yandan özelleştirmeye, bir yandan da ölçek büyüterek bölgeselleşmeye hizmet
edecek araçlardan biri olarak görülmüştür.16
‘Ürün Taslakları’ arasında yer alan Belediyeler Kanun Tasarısı Taslağı’nın ise
sekizinci bölümü “Yerel Yönetim Birlikleri”ne ayrılmış ve bu maddede birlikler
bölgeselleşme aracı haline getirilmiştir:
Oysa, 1982 Anayasasının 127. maddesine göre “mahallî idarelerin belirli kamu
hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik
kurmaları... kanunla düzenlenir...” Anayasal hüküm, 1580 sayılı yasada düzenlenmiş,
il özel idareleri de ilgilendiren bu yapıya göre yerel yönetimlere birlik kurma yetkisi
“bir yada birden çok” hizmeti değil, “bir yada birkaç [belirli]” hizmeti görmek üzere
verilmiştir.
Anayasal ve yasal yapıya karşın, son dönem tasarılarında beliren genel eğilim,
üç yerel yönetim türünün il özel idaresi, belediye, köy-, kendi aralarında yada
birbirleriyle, yalnızca yerel ölçekte değil aynı zamanda bölge ve ülke ölçeğinde,
yalnızca bir değil birden çok hizmeti görmek üzere (demek ki özel amaçlı değil aynı
zamanda genel amaçlı) birlikler kurmalarına olanak vermek ve bunların kuruluşu
için merkezi yönetim iznini kaldırmak olmuştur.
5302 İl Özel İdaresi Kanunu, il özel idarelerine “diğer mahallî idarelerle birlik
kurulmasına, kurulmuş birliklere katılmaya” tam yetki vermiştir. Bu konuda
kararı il genel meclisi verecektir. (5302/10-n) Karar üzerinde ayrıca bir onay izin
mekanizması öngörülmemiştir.
Birlikler konusu ayrı bir yasal hazırlığa konu edilmiştir; bu nedenle yerel
yönetim birlikleriyle ilgili hükümler toplu olarak konuya ilişkin yasada yer
almaktadır. Bu yasa ayrıca incelenmelidir. Ancak burada, il özel idarelerinin
su, kanalizasyon ve çöp hizmetleri başta olmak üzere [örneğin TRAB-Rİ-KAB,
Trabzon-Rize Katı Atık Birliği gibi] kuracakları yada katılacakları altyapı birlikleri
eliyle bu sektörlerin imtiyaza verilmesine, yap işlet devret uygulamalarına konu
edilmesine, kısaca özelleştirilmesine zemin oluşturacaklarına işaret etmek gerekir.17
15
Mahalli İdare Birlikleri Kanunu Tasarısı ve İçişleri Komisyonu Raporu (1/798) (S. Sayısı: 819), Dağıtma
tarihi: 02.03.2005.
16
Deniz Sayın, “Kamu yönetiminde Yeniden Yapılanma”, TMMOB İMO Ankara Bülten, 2003/12, s.
20-27.
17
Yapılan Mahalli İdare Birlikleri Kanunu düzenlemesine göre, altyapı yatırımları sözkonusu olunca,
bunların bölgesel ölçekte yapılması, eğer yerel yönetimler bundan uzak duruyorsa katılımları Bakanlar
Kurulu’nca zorunlu hale getirilebilecektir. Su, atık su, katı atık ve benzeri alt yapı hizmetleriyle çevre
ve ekolojik dengenin korunmasına ilişkin projelerin zorunlu kılması durumunda, Bakanlar Kurulu,
ilgili mahalli idarelerin, bu amaçla kurulmuş birliğe katılmasına karar verebilecektir. Özelleştirmenin
gerektirdiği ölçeğin sağlanması sözkonusu olunca, yeni sağ anlayışın dokunulmaz yerel yönetimciliği
hızla geri çekilebilmektedir.
18
Mahalli İdare Birlikleri Kanunu, köy hizmetlerinde de ölçek büyütmektedir. Valilik ve kaymakamlığın
geri çekildiği yeni sistemde, köylere kurulacak birliklere katılma zorunluluğu getirilmektedir. Buna
göre, ilçelerde köylere ait hizmetlerin yürütülmesinde yardımcı olmak, tarım ürünlerinin üretim ve
pazarlanması hariç, gerektiğinde bu hizmetleri bizzat yapmak ve kırsal kalkınmayı sağlamak üzere,
tüm köylerin katılımıyla o ilçenin adını taşıyan köy birliği kurulabilecektir.
19
Bu tür dört birlik vardır: Orta Anadolu Kalkınma Birliği (Kayseri, Sivas, Yozgat); Serhat İlleri Kalkınma
Birliği (Ağrı, Ardahan, Iğdır, Kars); Doğu Anadolu Kalkınma Birliği (Bingöl, Elazığ, Malatya, Tunceli);
Konya ve Karaman İlleri Kalkınma Birliği (Karaman, Konya).
20
Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarısı, 19 Ocak 2005
günü TBMM Başkanlığı’na gelmiş; 28 Ocak 2005 günü AB Uyum Komisyonu, İçişleri Komisyonu,
Adalet Komisyonu ve esas komisyon olarak Plan ve Bütçe Komisyonu’nun listesine girmiştir.
Değerlendirme
24 Haziran 2004 günü 5197 sayıyla ve daha sonra 22 Şubat 2005 günü 5302
sayılı yasayla TBMM’nden çıkan İl Özel İdaresi Kanunu, Prens Sabahattin’in ademi
merkeziyet ve hür teşebbüs felsefesinin, İttihat Terakki çizgisiyle Cumhuriyet
felsefesine karşı zafer ilanıdır.
5302 ile ortaya çıkan model, “yerel halka güven modeli” değildir; küresel
mali odaklara güven ve güvence verme modelidir. Özellikle günümüzde,
küreselleşmenin parçalayıcı ve zayıflatıcı etkilerini bertaraf ederek kalkınabilmenin,
Türkiye gibi azgelişmişlik çemberini kıramamış ülkelerin tek çıkış yolu, yönetim
sisteminde merkeziyetçilik sistemini kurmak ve güçlendirmekten geçmektedir.
Merkeziyetçilik, güçlü bir merkez - taşra ve güçlü bir yerel yönetim gerektirir. Kıt
ülke kaynaklarını, kalkınma ve demokrasi yolunda geliştirerek kullanmanın başka
yolu yoktur. Merkeziyetçilik ilkesini, görülmüş kötü uygulama örnekleriyle bir
saymaktan vazgeçmek ve ulusun toplumsal birliğini sağlayacak biricik mekanizma
olarak devlet örgütlenmesinin temeline yerleştirmek gerekmektedir.
21
“Mahalli İdare Birliği Şirketleri Direkten Döndü”, 16 Şubat 2005, http://www.is.net.tr/channels/haber/
allnewsdetail.aspx?ID=39196&Type=0
Arif ERENÇİN*
I. Giriş
Altıncı seçenek ise, iki kademeli bir yönetim yapısının kurulmasıdır. Bu yapıda,
alt kademe yerel yönetim biriminin karar organları yerel seçimle, üst kademenin
karar organları atama ile göreve gelebildiği gibi, her iki kademe, doğrudan veya
dolaylı biçimde, seçimle de oluşabilir. Metropoliten alanlarda iki kademeli yönetim
uygulaması, metropoliten sorunlarla ilgili olarak, alanın bütünü için tek bir
yönetim oluşturulmasının, özellikle politik koşullar nedeniyle, mümkün olamadığı
durumlarda başvurulan bir çözüm yolu olarak görülmektedir. Bu durumda bazı
işlevler üst kademe ve alt kademe yönetimler arasında paylaştırılırken, bazı işlevler
ise iki kademe tarafından ortaklaşa yerine getirilir.
Görev ve yetki paylaşımı konusu ile bağlantılı olarak, 3030 sayılı Kanun’da
olduğu gibi, 5216 sayılı Kanun’da da büyükşehir belediyesi, sınırları içinde
bulunan belediyeler arasında uyumu ve eşgüdümü sağlamakla görevli kılınmış (3.
ve 27. maddeler), ayrıca, büyükşehir belediyesinin kendisine verilmiş görevleri,
mali ve teknik imkanları çerçevesinde, nüfus ve hizmet alanlarını dikkate alarak,
diğer belediyeler arasında dengeli olarak yürütmek zorunda olduğu öngörülmüştür
(27. madde). Aynı düzenlemede, büyükşehir kapsamındaki belediyeler arasında
hizmetlerin yürütülmesi sırasında ortaya çıkacak ihtilafların, büyükşehir belediye
meclisinin yönlendirici ve düzenleyici kararlarıyla giderilmeye çalışılacağı da
belirtilmiştir. 3030 sayılı Kanun’da büyükşehir belediye meclisinin bu tip kararlarının
ilgili belediyeleri bağlayıcı olduğu öngörülmüştü (24. madde). 5216 sayılı Kanun’un
düzenlemesinde ise, büyükşehir belediye meclisinin hizmetlerde eşgüdüm ve
bütünlüğü sağlamaya yönelik kararlarına uyma zorunluluğu öngörülmeyerek alt
kademe belediyelerinin özerklikleri bir ölçüde korunmuştur. Büyükşehir sınırları
içinde yer alan ilçe ve ilk kademe belediyelerinin özerkliklerini koruyucu nitelikte
bir başka düzenleme de, bu belediyelerin meclislerinin almış olduğu kararların
Son olarak, 5216 sayılı Kanun’da, 3030 sayılı Kanun’un aynı konuyla ilgili
düzenlemesinde olduğu gibi (7. madde), Alt Yapı ve Ulaşım Koordinasyon
merkezlerini düzenleyen hükümlerde (8. ve 9. maddeler) ilçe ve ilk kademe
belediye başkanlarının, yalnızca kendi belediyelerini ilgilendiren konuların
görüşülmesinde bu merkezlere üye olarak katılacağı öngörülmüştür. Dolayısıyla,
ilçe ve ilk kademe belediyeleri, şehrin altyapı ve ulaşım ile ilgili kararlarında ancak
kendi belediyeleri ile ilgisi oranında söz sahibi olabilmektedir. Bu durumun önemli
bir katılım eksikliği anlamına geldiğinin de gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
V. Bütçe ve Mali İşler
Büyükşehir ile ilçe ve ilk kademe belediyelerinin bütçeleri üzerindeki
denetim konusunda, 3030 sayılı Kanun’da büyükşehir belediyesinin bütçesinin
denetlenmesinde valinin yetkisi 5216 sayılı Kanun ile kaldırılırken, ilçe ve ilk
kademe belediyeleri üzerinde büyükşehir belediye meclisinin denetimi sürmektedir.
3030 sayılı Kanun’da (20. madde) olduğu gibi, 5216 sayılı Kanun’da da (25. madde)
ilçe ve ilk kademe belediyelerinden gelen bütçeler, büyükşehir belediyesinin
bütçesi ile birlikte büyükşehir belediye meclisine sunulmakta ve büyükşehir
belediye meclisinde, yatırım ve hizmetler arasında bütünlük sağlayacak biçimde
aynen veya değiştirilerek kabul edilmektedir. Büyükşehir belediye meclisi, ilçe
ve ilk kademe belediyelerinin bütçelerini, mevzuata uygunluk ve kesinleşmiş
borçlar ile ortak yatırımlar için bütçeye konulması gerekli ödenekler bakımından
denetlemektedir. Dolayısıyla, ilçe ve ilk kademe belediyeleri açısından bütçe
üzerindeki denetimde 5216 sayılı Kanun herhangi bir değişiklik getirmemekte,
büyükşehir belediyelerinin ilçe ve ilk kademe belediyelerinin bütçeleri üzerindeki
vesayet denetimi sürdürülmektedir.
Kaynakça
Barlow, Max (1993); “Large City Reforms”, içinde Robert J. Bennett (ed.), Local Government in the
New Europe, Belhaven Press, London and New York, s. 130-143.
Başbakanlık (2003); Değişimin Yönetimi İçin Yönetimde Değişim, Kamu Yönetiminde Yeniden
Yapılanma 1, Ankara.
Bourne, Larry S. (1999); “Alternative Models for Managing Metropolitan Regions: The Challenge for
North American Cities”, International Forum on Metropolization, Santa Cruz, Bolivia, March
11-12, s.1-34, www.urbaninternational.utoronto.ca/pdf/metro-bourne, Erişim Tarihi: 30.07.2004.
CDDK (1996); Yerel Yönetimlerin Sorunları, Çözüm Önerileri, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme
Kurulu Başkanlığı, Ankara.
Dönmez, Zuhal (1993); “3030 Sayılı Kanuna Tabi Belediyelerin İşlemleri Üzerinde İdari Vesayet”, Çağdaş
Yerel Yönetimler, C.2, S.6, Kasım, s. 47-53.
DPT (1994); Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu: Mahalli İdareler
ve Büyükşehir Yönetimi, DPT: 2364 ÖİK: 431, Ankara.
DPT (2000a); Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Bölgesel Gelişme Özel İhtisas Komisyonu Raporu,
DPT: 2502 ÖİK: 523, Ankara.
DPT (2000b); Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Kamu Yönetiminin İyileştirilmesi ve Yeniden
Yapılandırılması Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT: 2507 ÖİK: 527, Ankara.
Eke, Feral; Erol, Demet ve Armatlı, Bilge (1999); “Metropoliten Planlama ve Yönetim Deneyimleri”, içinde
Hüseyin Cengiz (Der.), Metropolitan Alanlar: Planlama Sorunları, I. Sempozyum Bildirileri, YTÜ
Mimarlık Fakültesi, Şehir-Bölge Planlama Bölümü, 15-16 Ekim 1998, YTÜ Basım Yayın Merkezi,
İstanbul, s. 1-13.
Erkip, Feyzan (2000); “Global Transformations Versus Local Dynamics in Istanbul: Planning in a
Metropolis”, Cities, 17(5), s. 371-377.
İçişleri Bakanlığı (1996); Mahalli İdarelerin Yeniden Yapılandırılmasına ve Bu İdarelerle İlgili Çeşitli
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ve Gerekçeleri, Mahalli İdareler Genel
Müdürlüğü, Yayın No:8, Ankara.
Kalabalık, Halil (1999); “Metropolitan Alan Yönetim Modelleri İçerisinde Türkiye Metropolitan
Yönetimlerinin Yeri ve Yasal Çerçevesi”, içinde Hüseyin Cengiz (Der.), Metropolitan Alanlar:
Planlama Sorunları, I. Sempozyum Bildirileri, YTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir-Bölge Planlama
Bölümü, 15-16 Ekim 1998, YTÜ Basım Yayın Merkezi, İstanbul, s. 322-345.
Giriş
Son birkaç on yıldır, ceza hukuku alanında toplumsal sorunlar ile koşut olarak
önemli tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalar ceza kanunu üzerinde yoğunlaşmış,
yeni bir ceza kanunu hazırlanması konusu daima gündemde olmuştur. 5237
Çevre suçlarına 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitabının topluma
karşı suçlar başlıklı üçüncü kısmında yer verilmiştir. Kısaca çevre suçları ya da
çevreye karşı suçlar olarak adlandırılabilecek bu fiiller düzenlenmekle, sadece doğal
çevrenin değil kentsel çevrenin de cezaen korunması amaçlanmaktadır. 5237 sayılı
yeni Türk Ceza Kanunu 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girecekken yürürlük
tarihi ani bir tasarruf ile 1 Haziran 2005 tarihine ertelendi. Bu yazı kaleme alınırken
Kanun henüz yürürlüğe girmemişti. Bununla birlikte Kanun’un imar suçları ile igili
184. maddesi yine Kanun’un yayın tarihi olan 12 Ekim 2004 tarihinden itibaren
yürürlüktedir. Doğal çevrenin korunması amacıyla sevkedilen 181 ve 182. maddeler
ise, Kanun’un yayımı tarihinden itibaren iki yıl sonra yürürlüğe girecektir.
Gerçekten de çevre söz konusu olduğunda diğer bastırıcı hukuk dalları ile
önlemlerin yanında mutlaka ceza hukukunun korumasından yararlanılmalıdır
(Toroslu, 1982: 13). Çevrenin korunmasında ancak ağır ve özel bazı fiiller için
ceza müeyyidesine başvurulması bunlar dışında kural olarak idari müeyyideler
ile yetinilmesi yolundaki eğilimler bugün ağırlığını yitiriyor görünmektedir
(Seerden, Heldeweg/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 390). Özgürlükçü
ve çağdaş bakışla son seçenek olarak değerlendirilen ceza müeyyidesi, çevre
söz konusu olduğunda akla ilk gelen adreslerden biri olmak üzeredir. İngiltere,
Belçika ve İspanya’da çevre suçlarında özel kişilerin ceza koğuşturmalarını
tahrik edebilmelerine yönelik özel düzenlemelere yer verilmiş, Belçika’da çevre
örgütlerine bu yönde yetkiler tanınmış, Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya’da
çevre suçları bakımından özel savcılık teşkilatı kurulmuştur (Seerden, Heldeweg,
Deketelaere, 2002: 579). Amerika Birleşik Devletleri çevre ceza hukukuna ilişkin
bir değerlendirmede bu alanda ceza müeyyidelerinin özel bir yeri bulunduğu, bir
çok ihlal aslında idari müeyyidelerle karşılanmakla birlikte mahkumiyet kararının
teşhir edici özelliğinin çevrenin korunması bakımından çok önemli olduğu dile
getirilmektedir (Morrison, 2000: 798, 799).
Çevre suçları 5237 sayılı yeni TCK’nda ikinci kitabın üçüncü kısmını oluşturan
topluma karşı suçlar arasında yer verilmiştir. Çevreye karşı suçlar bu durumda
topluma karşı suç olarak kabul edilmekte, doğal ve kentsel çevre toplum dolayısıyla
korunmaktadır. Bununla birlikte özel önemi dolayısıyla bu suçların ayrı bir kısım
altında düzenlenmesi savunulabildiği gibi, insanlığa karşı suçlar arasında yer
verilmesinin isabetli olacağı yolunda görüşler de dikkat çekmektedir (Öztürel,
2004: 108). Nitekim insanlık bakımından özel önemi nedeniyle çevre suçlarının
faillerinin yargılanması için bir uluslararası çevre mahkemesi kurulması yolundaki
eğilimler de dikkat çekicidir (Turgut, 2001: 659)
Ülkeye izinsiz atık sokulması suçunun işlenebilmesi için genel kastın varlığı
yeterlidir. Failin başkaca amaçlarla hareket etmesi aranmamıştır. Failin örneğin
ayrıca çevresel zarar yaratmak ya da maddi yarar sağlamak gibi amaçlarla hareket
etmesi aranmamaktadır.
Yine dördüncü fıkra uyarınca birinci fıkrada belirtilen türde fiillerin, insan ve
hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin
körelmesine, canlıların doğal özelliklerini değiştirmeye elverişli atıkların verilmesi
suretiyle işlenmesi durumunda ceza ağırlatılmaktadır. Burada dikkat edilmesi
gereken nokta bu tür bir zararlı neticenin ortaya çıkmasının gerekli olmadığıdır.
Önemli olan atığın niteliklerinin bu tür bir zararlı neticeyi oluşturmaya elverişli
kabul edilebilmesidir. Yani bu tür bir zararlı netice ortaya çıkmamış olsa dahi,
atığın bu tür bir neticeyi doğurmaya elverişli olduğunun tespit edildiği durumlarda
cezanın artırılması yoluna gidilecektir.
181. maddenin ilk fıkrasının yürürlük tarihi bakımından ayrı bir düzenleme
yapılmıştır. 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlük ile ilgili 344. maddesi
uyarınca 181. maddenin ilk fıkrası hükmü, kanunu yayım tarihinden itibaren iki
yıl sonra yürürlüğe girecektir.
Öte yandan aynı fıkra hükmünün son cümlesinde atık veya artıkların
çevreye taksirli olarak verilmesinin ayrıca çevrede kalıcı olumsuz etkiler
bırakması durumunda adli para cezası yerine hürriyeti bağlayıcı ceza verilmesi
öngörülmektedir. 182. maddenin 2. fıkrasında ise bir başka ağırlatıcı neden
öngörülmüştür. 181. maddede olduğu gibi, atık ya da artıkların niteliği dolayısıyla
cezanın ağırlatılması yoluna gidilmektedir. “İnsan ve hayvanlar açısından tedavisi
zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların
veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip
atık veya artıkların” çevreye bırakılması durumunda bir yıldan beş yıla kadar hapis
cezasına hükmedilebileceği belirtilmekle ceza ağırlatılmaktadır.
Çevreye karşı suçlar arasında yer alan bir başka düzenleme gürültü kirliliği ile
mücadeleye yöneliktir. 5237 sayılı TCK’nun 183. maddesinde “İlgili kanunlarla
Genel kasıtla işlenen bir suçtur. İnsan sağlığını bozmaya elverişli gürültü
yayıldığının bilinmesi ve istenmesi yeterlidir. Failin ayrıca sağlığa zarar verme
amacıyla hareket etmesi gerekli değildir.
5237 sayılı yeni TCK’nun, yayımı tarihinde yürürlüğe giren 184. maddesi
çevreye karşı suçlar arasında düzenlenmiştir. 765 sayılı kanunda böyle bir suç
tipine yer verilmemişti. Yeni ceza kanununun 184. maddesi bir yenilik olarak
karşımıza çıkmaktadır. Kentsel çevrenin korunması amacına yönelik maddenin
birinci fıkrasında “Yapı ruhsatiyesi almadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapan
veya yaptıran kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmüne
yer verilmiştir2.
Söz konusu maddenin yapı ruhsatı alınmaksızın ya da ruhsata aykırı bina inşa
etmek veya ettirmek suçunu düzenleyen 1. fıkrası ile bir etkin pişmanlık hükmü
olarak nitelenen (Özgenç, 2004: 288) sonuncu fıkrası ele alınmalıdır.
3
Bu değişikle ilgili olarak Özgenç şu bilgileri vermektedir: “TBMM Genel Kurulunda madde hakkında
yapılan görüşmeler sırasında (26.9.2004), iktidar Partisine mensup Milletvekilleri tarafından, tekrir-i
müzakere yöntemiyle, söz konusu madde ile ilgili olarak bir değişiklik önergesi verilmiştir. Bu önerge
üzerine, TBMM Adalet Komisyonunda Kabul edilen üçüncü fıkra hükmü, madde metninden çıkarılmıştır...
Kamu hizmet binaları da dahil, ülkemizdeki binaların büyük kısmıyla ilgili olarak
henüz yapı kullanma izni alınmamıştır. Bu durum, söz konusu fıkra hükmünün madde
metninden çıkarılmasında etkili olmuştur. Bu hükmün madde metninde muhafazası, bu
binalarda elektrik, su, telefon veya gaz gibi hizmetlerden yararlanılmasına müsaade eden
herkesin bir anda suçlu konumuna getirecekti.” (Özgenç, 2004: 288, (22) numaralı dipnot)
Genel Kurul’da yapılan değerlendirmeler hiç kuşkusuz tartışmaya açıktır. Kentsel çevrenin korunması
bakımından kaçak binalara hizmet götürülmesinin engellenmesi düşüncesi hiç de yabana atılır bir
değerlendirme değildir. Siyasal kazançlar sağlama olanağı veren ve kaçak binalarda yaşayan seçmenleri
hoşnut etmeye yönelik “hizmet götürülmesi”nin de önüne geçmeye elverişli bir hükmün metinden
çıkarıldığı düşünülmelidir. Birden bire birilerinin suçlu konumuna düşürülmemesi için pekala geçici
hükümler sevkedilebilirdi. Şimdiki haliyle Kanun kaçak şantiyeye hizmet götürülmesini yasaklamış
ancak binalar bakımındandan hiçbir ceza müeyyidesi getirmemiştir. Böyle bir seçimin sadece suç
politikası tercihi ile açıklanması pek de kolay değildir. Yerel siyasetin bu konuda etkili olduğu izlenimi
doğmaktadır.
Suçun kasıtlı bir suç olarak düzenlendiği açıktır. Suçun unsurları fail tarafından
bilinmeli ve istenmelidir. Genel kastın varlığı yeterlidir.
İmar kirliliğine neden olma fiiline topluma karşı suçlar arasında yer verilmiştir.
Kentsel çevre ve yerleşim alanlarının imar hükümlerine uygun gelişmesine ilişkin
toplumsal menfaat korunmaktadır.
a. Genel Olarak
Türk hukukunda tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun genel bir ilke altında kabul
edilmemiş olmasına karşın 765 sayılı TCK’nun 220. maddesinin yanı sıra Türk
Parasının Kıymetini Koruma Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu gibi çeşitli özel
kanunlarda tüzel kişilerin ceza müeyyidelerinin muhatabı olarak kabul edildiği
görülmektedir.
5
Bkz. Yukarıda “1. Çevrenin Korunmasında Ceza Hukukunun İşlevi” başlığı altındaki açıklamalar.
6
Bu yazının asıl konusu tüzel kişilerin ceza sorumluluğuna ilişkin tartışmaların aktarılması olmamakla
birlikte Anayasa Mahkemesi’nin 16.06.1964 tarihli kararında tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun şahsi
sorumluluk ilkesi ile çatışmadığı yolunda karar verdiğinin anımsanmasında yarar vardır.
İspanya’da 30/1992 sayılı kanun ile ceza müeyyidesi tayin olunan bir fiil
için ayrıca idari yaptırımlara da karar verilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Ceza
müeeyidelerine, idari müeyyidelere göre üstünlük tanınmaktadır (Aguilera Vaqués/
Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 427).
Aynı fiillere yönelik idari para cezaları ile adli para cezalarının mevcudiyeti
konusunda yetkili organların belirlenmesi bakımından çeşitli örneklere bakılabilir.
Avusturya’da çevre hukuku hükümlerinin ihlali durumunda mahkemeler ya da idari
merciler “ceza karar”’ları verebilmektedir (Weber/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere,
2002: 30; Moderne, 1997: 5) Bu noktada Avusturya idari mevzuatının ceza
hukuku ile “yakınlaşma” içinde olduğu belirtilmiştir (Moderne, 1997: 5). Sadece
ağır müeyyideler söz konusu olduğunda müeyyide tayin yetkisi mahkemelerin
tekelindedir. İdari merciler tarafından müeyyide tayin olunan hallerde ayrıca
mahkemelerin bu yönde bir hüküm tesis etmesine gerek kalmamakla birlikte
idarenin bu tür kararlarına karşı başvuru ve yargısal denetim yollları bulunmaktadır
(Weber/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 30). Hollanda’da 2000’lerin
başında yeni bir uygulamanın denenmeye başlandığı görülmektedir. Kimi çevre
suçlarında idari mercilere ve özellikle belediyelere, fail ile uzlaşmaya gitmek
yetkisi tanınmıştır. Hollanda ceza muhakemesinde esasen ceza davası açılmasının
önüne geçmek amacıyla savcılık makamına tanınan bu yetki deneme amaçlı olarak
bazı çevre suçları için söz konusu idari mercilere verilmiş olmaktadır. Öğretide bu
uygulamanın, ceza yargılamasının sağladığı güvenceleri zaafa uğratacağı yolunda
kaygılar dile getirilmiştir (Seerden, Heldeweg/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere,
2002: 392).
Yeni Türk Ceza Kanunu’nda özellikle doğal çevrenin korunması amacına yönelik
olarak düzenlenen suç tanımları esasen kirletme fiillerini bastırmaya yöneliktir.
Bu yönüyle, cezai korumanın söz konusu olabildiği üç aşamadan sonuncusu olan
kirletme fiillerinin bastırılmasının öngörüldüğü düzeyde ceza hukuku müdahale
edecektir. Bununla birlikte 181. maddenin 2. fıkrasında kirletici maddelerin izinsiz
ülkeye sokulmasını cezalandıran hükmün kirletici maddelerin depolanması ya da
saklanması gibi faaliyetlerin izlendiği ilk aşamaya ilişkin olduğu düşünülebilir.
Çevre Kanunu’nun 26. maddesinde yer verilmiş olan ceza müeyyideleri ise, esasen
idari tedbir kurallarının ihlalini oluşturan fiillerin cezalandırılmasına yöneliktir.
KAYNAKÇA
Alvazzi del Frate, Anna; Jennifer Norbery (1993), Environmental Crime,
Sanctioning Strategies and Sustainable Development, United Nations Interregional Crime and Justice
Research Institute-Australian Institute of Criminology, Rome/Canberra.
Bayraktar, Köksal (1981), “Çevrenin Korunması ve Türk Hukuku”, Seha L. Meray’a Armağan, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, ss. 68-78, Ankara.
Brisson, Jean-François (1999), “Les pouvoirs de sanction des autorités de régulation et l’article 6/1 de la
Convention européenne des droits de l’homme”, AJDA, 20 Novembre 1999, ss. 846-860.
Costa, Jean-Paul (2001), “Le point de vue de la Cour Européenne des Droits de L’Homme”,
LPA, 17 Septembre 2001, ss. 29-33.
Delvolvé, Pierre (2001), “Le pouvoir de sanction et le controle du juge”, LPA, No. 185, ss. 18-28.
Deketelaere, Kurt; Michael G. Faure (1999), “Environmental Law in Belgium”, Environmental Law in
Europe, (ed. N.S.J. Koeman), Kluwer, ss. 65-114, London.
Gölcüklü, Feyyaz (1994), “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde “Adil Yargılama””, Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, C. 49. No. 1-2, Prof. Dr. İlhan Öztrak’ Armağan. ss. 199-234, Ankara.
Gözübüyük, Şeref; Turgut Tan (2004), İdare Hukuku. C. 1. Genel Esaslar, Güncelleştirilmiş 3. b.,
Turhan Kitabevi, Ankara.
Günday, Metin (1997), İdare Hukuku, Gözden geçirilmiş ve genişletilmiş 2. b., İmaj, Ankara.
Keyman, Selahattin (1965), Türk Hukukunda Af, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara.
Mantovani, Ferrando (2001), Diritto Penale. Parte Generale, 4. ed., CEDAM, Padova.
Moderne, Franck (1997), “Le pouvoir de sanction administrative au confluent du droit interne et des droits
européens”, RFDA, 13(1), janv.-févr. 1997, ss. 1-43.
Morrison, Fred L. (2000), “Changing Approaches to Environmental Law”, International, Regional and
National Environmental Law, (ed. Fred L.
Morrison, Rüdiger Wolfrum), Kluwer, ss. 803-819, The Hague.
Özgenç, İzzet (2004), Gerekçeli Türk Ceza Kanunu, Seçkin, Ankara.
“Ankara bir düşler kentidir. Kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil:
insan Ankara’da düş kurmadan yaşayamaz da ondan. Ya yönetimle ilgili bir düşünüz olmalı, ya
mutlulukla ilgili, ya iyi insanlıkla ilgili bir düşünüz olmalı ya da iyi sanatçılıkla ilgili.
Düşlersiz yaşanamaz Ankara’da: çünkü ufuklar sınırlıdır dağlarla, geniş bir ufuk düşümüz
yoksa: çünkü dereler sığdır ve “denetim altındadır”, göğsümüzde yüreğimiz bir çağlayana kaynak
oluşturmuyorsa. Çünkü kale terkedilmiş gözükür uzaktan, içimizde taht kuran / hüküm süren
astığı astık / kestiği kestik, ama sırasında kendisini de kesen bir yönetim yoksa. Çünkü ilişkiler
köhnemiş, “memurin” ve hesaplıdır, yaptığınız her şeyi karşılıksız yapmıyorsanız.
Onun için de Ankara bir düşler yatağıdır, onun çorak bir ülke, tozlu bir kent, kısır bir yaşam
ve çeşnisiz bir toprak olduğu bir yana bırakılırsa…”
Ali Cengizkan1
* Yazarlar, çalışmanın ilk halini okuyup hata payının azalmasına katkıda bulunan, Prof. Dr. Can
Hamamcı’ya teşekkür ederler.
** A.Ü. SBE, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (Kent ve Çevre Bilimleri), yüksek lisans öğrencisi.
*** A.Ü. SBE, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (Siyaset Bilimi), yüksek lisans öğrencisi.
1
Bkz. (Atabaş - Cengizkan 1998; 198).
Ankara kentinin yerleşim yeri olarak varlığı tarih öncesi dönemlere kadar
gider (Alemdar, 1984;97). Uzun bir toplumsal ve kültürel geçmişi bulunan Ankara
kenti, pek çok devletin egemenliğine girmiş; çok kereler yıkılarak yeniden imar
görmüştür. Anadolu’nun en eski kentlerinden birisi olarak, coğrafi konumu gereği
pek çok kavmin, topluluğun ya da devletin geçiş yolları üzerinde yer almıştır
(Çınar, 2002; 133). Ankara’nın tarihi Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana alıp
incelenirse, kentin 16. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar önceleri “sancak”
sonraları ise “eyalet merkezi” olarak bölgenin yönetiminde önemli bir yer tuttuğu
görülebilir. İmparatorluğun geçirdiği evrelere uygun biçimde zaman zaman
ekonomik ve siyasal üstünlüğünü kaybetmekle beraber, her dönemde geniş bir
bölgeye merkezlik yapmıştır (Çadırcı, 1984; 94). İmparatorluğun son yıllarında
da Ankara, mütevazı bir kent olarak değerlendirilebilir. Selçuklular ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun yükseliş devrindeki ticari rolünü yitirmiş, bir ticaret merkezi
olmaktan çıkmıştır (Akgün, 1984, 224). Cumhuriyet öncesinin Ankara’sına bir
göz atıldığında görülmektedir ki; şehrin fiziksel yapısı demiryolu (şehre 1892’de
gelmiştir), su (şehre 1890’da ulaşmıştır) ve civardaki bağ evleriyle sınırlıdır. Halkın
örgütlenmesi loncalar, ahilik ve Hacı Bayram Veli Tarikatı çevresinde oluşmuştur.
13
Mekanın kamusal anlamda yeniden üretilmesi, özellikle modernite bağlamında üzerine sıkça konuşulan
bir konudur. Ancak belirtilmesi gerekir ki, mekanın bu dönüşüm çerçevesinde ele alınması çok
eski bir eylem değildir. Liberal söylem, bu duruma hiç eğilmemiştir. Genelde Marksist çevrelerin
araştırma nesnesi olan kamusal mekan genelde 1960’lar sonrasının alan araştırmalarına konu olmuştur.
Özellikle 19. yüzyılda mekanın dönüşümünün batı kapitalizminin gelişimi ile yakından ilgili olduğu
vurgulanmaya başlanmıştır. Emek sermaye çelişkisi, toplumsal artığın eşitsiz paylaşımı gibi meselelerin
meşrulaştırma yeri ve aracı olarak modern mekanlar görülmeye başlanmıştır. Bu gibi iktisadi-politik
çözümlemelerin dışında sosyolojik anlamda Tonnies’in yaptığı cemaat-cemiyet dönüşümünde kentsel
mekanın değişimine de atıf yapılmıştır. Buradaki en önemli çıkarsanacak yön, sanayileşmiş toplumda
kentsoyluların (burjuvalar) yanında kentlilerin de ayrı bir grup olarak oluşmaya başlamasıdır. İşte
bu kentli kimliği, modern kentin ve mekanın anlamlandırdığı bir kimliktir. Dolayısıyla, modern kent
üzerine düşünürken bu dönüşüm(ler)e atıf yapmak son derece önemlidir.
19
Bu siyasi iddia bahsiyle ilgili olarak özelikle bkz. (Batuman,, 2002; 42).
20
Löhler planları yapılış itibariyle ayrı ayrı düşünülmüşlerdir. Başlangıçta Ankara’nın gelişmesinin eski
şehrin etrafında olması istenmiş, ilk planın ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra muhtemelen siyasi
verilerin ve kararların değişmesiyle Yenişehir için, özellikle yeni konut ve yönetim yapılarının gelişimini
yönlendirmek üzere ek bir plan yapılmıştır. Bkz. Mehmet Sarıoğlu, (2001; 31). Planların tarihlerinin
bu denli erken oluşu da bize cumhuriyetin kurucularının, siyasi kadroların Ankara’nın ulus inşasının
simgesi olmasına ne kadar önem verdiklerinin bir göstergesidir.
21
Berlin’deki Mühendislik Yüksek Okulları’nın hocaları olan J. Brix ve daha önceden de Berlin İmar
Planı Yarışmasını kazanmış olan H. Jansen ile Fransa hükümeti baş mimarı L. Jausseley yarışmaya
çağrılan isimlerdir. İlk iki isim Prof. Ludwig Hoffman’ın tavsiyesi üzerine çağrılmıştır. Ankara’nın
imarı konusunda öncelikle yabancı mimarlara planın yaptırılabilmesi için yarışma düzenlenmesi bir
anlamda Türkiye’nin batıya açılımının da bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
22
Ankara’daki apartmanlaşma olgusunun önce kullanıcılar için “modern” cumhuriyet yaşantısının
simgesi iken daha sonra kaçınılmaz bir süreç haline dönüştüğü söylenebilir. Nitekim, 1920’lerde Ulus
bölgesindeki ilk apartmanlar prestij simgesi iken daha sonra Yenişehir “villa”ları gözde konut biçimleri
olmuştu (Nalbantoğlu, 1984; 64). Bu açıdan değerlendirildiğinde Jansen’in gerçekten işinin uzmanı ve
ileri görüşlü bir plancı olduğunu da rahatça söyleyebiliriz.
23
Jansen, şehrin merkezini Ankara kalesi olarak görmek, fiziksel ve görsel bir merkezle yetinmekte
ve fonksiyonel bir şehir merkezini adeta dışlamaktaydı. Jansen, Ankara kalesini “şehrin tacı” olarak
nitelendiriyor ve Kale’nin şehrin her yerinden görülebilmesine ayrı bir önem veriyordu (Sarıoğlu, 2001;
58 - 60).
24
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte amaçlanan “yeni insan”ın yaratılmasının vurgusunu dönemin edebi
eserlerinde de görmek mümkündür. Örneğin Ankara’nın hem kentsel hem de siyasal dönüşümünü
Sakarya Savaşı öncesinden itibaren ele alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara eserinde “yeni insan”ı
şöyle tanımlar: …yeni insan, eski insan gibi kendi eliyle kendine işkence yapmayacak kadar şuura ve
hadiselerin tesirine esir yaşamayacak kadar hürriyete ermiştir. Eski insanın çektiği ıstırapların büyük bir
kısmı bizzat kendi icat ve ihtiraıdır.[buluşudur] Melankoli, iç sıkıntısı, tamah, hırs, kıskançlık, iptila gibi
şeylerin tahakkümünden kurtulmak bizim daima elimizde olan bir kudrettir. Fakat biz, “kendi ruhumuz
üstünde hakim olamak kudreti”ni daima aksine kullanmış, hatta bazen, bütün bu dertleri başımıza kendi
elimizle açmışızdır. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu; (2004), Ankara, İstanbul, İletişim.) Aynı vurguyu
Adalet Ağaoğlu (Ölmeye Yatmak), Sevgi Soysal (Yenişehir’de Bir Öğle Vakti) gibi dönemi anlatan
diğer eserlerde de görmemiz mümkündür.
25
Başkent kararının tartışıldığı dönemde İstanbul, Bursa, Eskişehir gibi farklı kentlerin üzerinde de
düşünülmüştür. Ancak son seçim Ankara üzerinedir.
26
Kentleşmenin itici ve çekici kavramları için bkz. (Keleş, 2002).
80’li yıllardan itibaren ise, Türkiye ulusal devletin yapısal dönüşümüne sahne
olur. Devletin, yapısal, siyasal, kurumsal ve mekansal örgütlenmesindeki değişim
süreci ulusal devletin özelliklerini ortadan kaldıran bir çerçevede gerçekleşir.
Bu süreçte, başkent Ankara, ulusal devlet çerçevesinde geçerli değerleri kökten
ortadan kaldırmaya girişen siyaset adamlarının özeği haline gelir (Çınar, 2002;
223). 80’li yıllarla birlikte Ankara, ulusal ve küresel düzey dışında kentsel düzeyde
de, Batılı ülkelerde ortaya konan politikaların etkisinde kalır. Modern Türkiye’nin
simgesi olan modern Ankara ailesi ve modern Ankara aydını, bireyinden geriye
pek de bir şey kalmaz. Kalanlar ise yukarıda bahsedildiği üzere, şehrin dışındaki
kendilerince daha güvenlikli ve dışa kapalı, alışveriş merkezlerinden sinemalarına,
pastanelerine dek ve hatta eğitim ile sağlık sektörlerine dek tam teşekküllü bir
kent kimliğine bürünen yeni yerleşim alanlarında kent merkezine inmeden ve
kentle bütünleşmeye gerek duymadan yaşamaya başlarlar. Cumhuriyetin kuruluş
yıllarında gelişen, Ankaralılık olarak simgeleştirilen değerler, yerel ve merkezi
yönetim düzeyinde siyasetçiler tarafından küresel sermayenin ve onun ulusal
düzeydeki eklemlenicisi olan sermaye sınıflarının istemleri doğrultusunda kökten
biçimde ortadan kaldırılmaya çalışılır (Çınar, 2002; 224).
İlk analiz düzeyi olan Ankara’nın siyasal konumlanışı açısından 1950’li yılları
bir değişim sürecinin başlangıcı olarak alırsak; bu tarih öncesinde Ankara’nın
Türkiye için bir anlamda “tek büyük kent”27 kuramını akla getiren bir kent olduğu
söylenebilir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başkent olan Ankara’nın hem siyasal
hem ekonomik hem de kültürel anlamda ülkenin geneli için bir merkez ve bir
model olması amaçlanmıştır. 1950 ise Türkiye’de resmi ideolojinin otoriter
pragmatizminin kırıldığı bir dönemecin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu
durumun Ankara bağlamında kentleşmeye yansıması ise ülkede sıra büyüklük kent
kuramının ortaya çıkmasında kendisini gösterir. Örneğin 1950 sonrasında İstanbul
üzerinden bir “dünya kenti” vurgusu yaratılır. Öte yandan Ankara’da başkent
olduktan sonra kentleşmenin gerçekleşmesinden dolayı, yani “memur kenti”
olmanın getirdiği bir özellik olarak, sanayi gelişiminden ziyade yönetsel-bürokratik
anlamda gelişmenin olduğu söylenebilir. Klasik batı kentlerinin finans merkezli
27
Tek büyük kent kuramı kısaca ülkede nüfusun bir ya da iki merkezde toplanması, ülkenin kaynaklarının bu
merkezlerce emilmekte olması gözlemine dayanır. Mark Jefferson, John Friedman gibi kentbilimcilerin
üzerine düşündüğü bu kuram daha ziyade gelişmekte olan ülkeler için teorize edilmiştir. Öte yandan
bu teorinin koşutu olarak sıra büyüklük kuralı da kullanılmaktadır. Bu kural, kentlerin büyüklüğü ile
büyüklük sıraları arasında bir bağıntı bulunduğunu varsayar. Ayrıntı için bkz. (Keleş, 2002; 129 130).
28
Devletin otoriter olması anlamında 1950 öncesi ve özellikle 30’lu yıllar önemlidir. Özellikle
cumhuriyetin yurttaş yaratma projesi, hukuk devletinin devletin hukuku şeklinde yaygınlık kazanması
ve kentleşmenin kimi ayakları bu anlamda değerlendirilebilir. Burada kast edilen kamusal otoritenin
siyasal tercihlerinin zorunlu olarak toplum nezdinde kabul görmesidir. Örneğin, dönemin bireylerinin
kemalist doktrinle yetişmiş ve o eğitimi almış cumhuriyet bireyi olmaktan başka alternatifleri yoktur.
Yukarıda ifade edilen otoriterlik sıfatı da bu durumu ifade etmektedir. Ayrıntı için bkz. (İnsel, 2001).
29
Burada hatırlatılması gereken bir ayrıntı da Kızılay Meydanı’nın 1923’ten bu yana üç kez tamamıyla
yıkılıp yeniden inşa edilmesidir. Her seferinde Meydan biraz daha insana yani yurttaşa kapatılmış ve
her seferinde kentsel rant sebebiyle kat yükseltisi kullanılmıştır.
30
Gecekondu ile ilgili daha ayrıntılı bir analiz için bkz. (Karpat, 2003).
31
Özellikle Ankara’daki gecekondulaşma olgusunun tarihsel gelişimi üzerine ayrıntılı bir analiz için bkz.
(Şenyapılı, 2004).
32
Yerel sosyalleşme ağlarının siyasal tercihleri belirlemesi anlamında Ankara örneğinde tespitler yapmanın
mümkün olduğunu gösteren, yakın zamanlarda yayımlanmış bir çalışma için bkz. (Kurtoğlu, 2004).
33
Ankara’daki kültürel gelişimin kronolojisi için bkz. http://www.ankara-bld.gov.tr/ankara/kronoloji.
htm. (05.02.2005)
Elektronik Kaynaklar
http://www.ankara-bld.gov.tr/ankara/anktarih.htm
http://www.ankara-bld.gov.tr/ankara/kronoloji.htm
http://www.discoverturkey.com/yeni/ankara/ankara.html
Kanada’nın Ottawa Kenti Yaşayanları “Bizlerin yeni kent ideali: kadın ve erkek
hepimizin sağlıklı, güvenli ve hakkaniyet içinde yaşamasını güvence altına almak
amacıyla, topluluğun kaynakları ve hizmetlerini birlikte kullanmak, geliştirmek ve
işletmek için çalışma kapasitesine sahip olmak ve her tür fırsattan en iyi şekilde
yararlanmaktır”(ottawa.ca/2020) diyerek, geliştirici, eşitlikçi, adil ve toplumsal
cinsiyet duyarlılığına sahip kenttaşlar olarak taleplerini iletmektedirler.
Avrupa Şehirciler Konseyi tarafından ortak bir “Avrupa Kentleri Ağı Vizyonu”
geliştirilmiş ve 20 Kasım 2003 tarihinde “Yeni Atina Şart’”ı oluşturulmuştur. Bu
vizyon “Bağlaşık Kentler” düşüncesine dayanmakta, kentlerin; sosyal alanda,
ekonomide, zamanda, uzamda, ekolojik alanda, birbirine bağlı ve uyumlu olmasını
hedeflemektedir. Bağlaşık Kentler Vizyonu’nda dile getirilen taahhütler şunlardır
(ceu-ectp.org/f): Kentler;
bağlı gelişmiştir. Üretim ve refahı geliştirme kamu alanının bir parçası haline
gelebilir ve ekonomik politikalar yerel halk tarafından kentlilerin genel çıkarları,
ihtiyaçları ve kullanımları doğrultusunda oluşturulabilir. Yerel ekonomik düzen
böylece yaşam için gerekli olan mal ve hizmetlere özgür ve demokratik bir biçimde
erişebilmeyi, maddi yokluğa karşı bir garantiyi, kentlilerin ortaklaşa paylaşımlarını
sağlayacak bir sisteme dönüşümü getirebilir.
Tarihsel perspektifte Antalya karadan ve denizden dışa açılan bir liman kentidir.
Deniz ticareti ile kentin tarihteki yerini tekrar kazanmasını sağlayacak yatırımların
yapılması ekonomik dinamikleri değiştirerek geliri artırabilir. A.B. üyeliği ve
Akdeniz ekonomilerine entegrasyon sürecinde Antalya kenti, havza bazında da
önemli hale gelmiştir. Serbest Bölge aracılığıyla Akdeniz’de bölgeselleşmenin
bir gereği olarak, diğer Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi, liman kenti
özelliklerinin yeniden kazandırılması yeni dinamikler yaratacaktır. Balıkçılık
ve deniz ürünleri üretimi de ayrı bir ekonomik katkı sağlayabilecek bir alandır.
Enerji teknolojilerinin geliştirilmesi ve uluslar arası arenada yerini alması, kent
ekonomisinin önemli bir öğesi haline gelmesi sağlanabilir.
* Kaynak : DPT, İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (2003), Yayın
No. DPT: 2671,Ankara, Mayıs 2003, s.161 göstergelerden önemli birkaçı seçilmiştir.
196
Nüfus1990 Ziraat Dışında kalan nüfusun toplam çalışanlara oranı Ülke Yerleşme Merkezleri Sistemindeki
kademelenmesi Birinci sırada çıkan fonksiyon ve oranı % Değerlendirme sonucu
Merkez 378.207 89.6 Yöresel Merkez Hizmet 28.5 İnşaat Merkezi
Akseki 11.023 75.9 İlk Kademe Kentsel Merkez İnşaat 28.7 İnşaat+Ziraat Merkezi
Alanya 52.460 93.4 İlk Kademe Kentsel Merkez Ticaret 36.5 Şehir(Sanayi 9.0)
Elmalı 12.384 87.4 İlk Kademe Kentsel Merkez Hizmet 33.7 Şehir (Ziraat 12.6)
Finike 6.700 82.0 İlk Kademe Kentsel Merkez Hizmet 32.5 Hizmet Ticaret Merkezi
Gazipaşa 13.697 46.6 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 53.4 Ziraat Merkezi
Gündoğmuş 4.554 33.8 Köy Grubunda Ticaret ve Hizmet Merkezi Ziraat 66.2 Ziraat Merkezi
İbradı 4.215 43.4 Köy Grubu Ticaret ve Hizmet Merkezi Ziraat 56.6 Ziraat Merkezi
Kale 13.793 18.8 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 81.2 Ziraat Merkezi
Kaş 4.560 89.9 İlk Kademe Kentsel Merkez Ticaret 35.3 Ticaret-Hizmet Merkezi
Kemer 8.449 92.7 Köy Grubunda Ticaret Merkezi Ticaret 47.7 Ticaret Merkezi
Korkuteli 13.381 78.0 İlk Kademe Kentsel Merkez Hizmet 28.9 Şehir (Sanayi 13.0)
Kumluca 17.166 32.7 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 67.3 Ziraat Merkezi
Manavgat 38.498 84.0 İlk Kademe Kentsel Merkez Ticaret 37.7 Şehir (Hizmet 13.5 Sanayi
7)
Serik 23.106 76.9 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 28.2 Şehir (sanayi 13.0)
Kaynak : Türkiye’deki Şehirlerin Fonksiyonel Sınıflandırılması, DPT, 2000, s.81-107 *Nüfusu 10.000 ve üzeri yerler şehir kabul edilmiştir. **Parantez içindeki
¹ Antalya İli Çevre Durum Raporu 2000, Antalya Valiliği Çevre İl Md., Antalya 2000 verilerinden
derlenmiştir.
² 2001 Yılı Program ve Bütçe Raporu, DSI VIII.Bölge Md.,Antalya, 2000,s.1-4,1-8 verilerinden
derlenmiştir.
³ Akbiyom, Akdeniz Üniversitesi Biyolojik Çeşitlilik Araştırma ve Uygulama Merkezi verileri.
Avrupa Birliği üyesi ülkeler, GATS 2000 çerçevesinde Dünya Ticaret Örgütü-
Hizmetler Ticareti Konseyi’ne; 2010 yılında çevre hizmetleri piyasasının 640 milyar
Dolara çıkarak, bilgi teknolojileri ve ilaç sanayi seviyesine geleceğini, dolayısıyla
A.B. için ticari engellerin kaldırılmasını önermektedir(WTO,2000:4). Bu denli büyük
ve hızlı bir ekonomik gelişmeye açık olan çevresel hizmet sektöründe Antalya’nın
yer edinebilmesi için gerekli ekolojik alt yapıya sahip olduğu söylenebilir.
2) Antalya Kent Yönetiminden Beklentiler :
Ortaya koymaya çalışılan tüm dinamikler çerçevesinde kentin öncelikleri
belirlendikten sonra kent vizyonunu uzun, orta ve kısa vadede geliştirmek için
tarihsel, kültürel, ekolojik özellikleri dikkate alan bir değerlendirmeye gereksinim
vardır. Kent kimliği bu noktada önemli bir işlev görür ve tarihsel, kültürel, sosyolojik,
görüntüsel (peyzaj), mimari, folklorik özellikleriyle, kenttaşların kentte buldukları
değerler, amaçlar kümesi, kente yükledikleri idealleştirmeler gündeme gelir. Kentler
kendine özgü, öne çıkan karakterleriyle bu kimliği uzun bir süreçte kazanırlar.
Kentin tarihsel kimliğinde şelaleler, falezler, portakal bahçeleri, dut ağaçları ve ipek
böcekçiliği belirginken, bugün Antalya çok farklı niteliklerle gündeme gelmektedir.
Kent kimliğinin zaman içinde değişmesi doğaldır ancak bu, kentin genel karakterini
değiştirmeye ve yok etmeye yönelmeyen bir değişim olmalıdır (Güvenç,1990.18).
Kentlerin gelişmesinde dikkat edilmesi gereken bazı kısıtlılıklar vardır ve bu
sınırların aşılmaması önem taşır. Oysaki idari, ekonomik ve ekolojik sınırlar;
siyasi tercihler ve ekonomik zorlamalar sonucunda aşılabilmektedir. Ancak doğal
sınırların; su kaynaklarının koruma alanı sınırları, içme suyu kaynakları ve taşkın
alanları sınırlarının kesinlikle aşılmaması yaşamsal zorunluluktur. Jeolojik özellikleri
açısından çok farklı özelliklere sahip olan Antalya’da yapı yapma sınırlamalarının
getirilmesi, kıyının özgünlüğü nedeniyle ekolojik taşıma kapasitesi sınırlarının
denetlenmesi ve aşılmaması, imara açılması düşünülen alanların toprak verimlilik
özelliklerine dikkat edilmesi önem taşır.
a) Temel İlkeler :
b) İzlenebilecek Yöntem:
10. Kente göç eden yasal ve/veya yasal olmayan göçmen, sığınmacı, kaçak
işçi gibi nüfusun tespiti ve sosyo-ekonomik özelliklerinin takibini sağlayacak bir
kayıt sisteminin oluşturularak kent bilgi sistemine dahil edilmesi,
11. Yerel düzeyde gerçek bir çoğulcu demokratik katılımı kolaylaştırmak üzere,
dezavantajlı grupların, yaşlıların, kadınların ve gençlerin yönetime katılımlarının
teşvik edilmesi, bunun için gerekli kurumsal ve yasal çerçevenin oluşturulması,
Kaynaklar :
Aktan, Çoşkun Can, (1999), “Yeni Değişim Dinamikleri ve Devletin Rolü”, Türkiye Günlüğü,No.56.
Arıt, Selda, (1998). “Geleceğin Kentleri”, Bilim Teknik, Sayı 362.
Aslanoğlu, Rana, (1998), Kent Kimlik Küreselleşme, Asa, Bursa.
Avrupa Komisyonu, http://inforegio.cec.eu.int/urban/audit/
Avrupa Konseyi,( 1996), Avrupa Kentsel Şartı, Mahalli İdareler Gn.Md. Yayın No.10, Ankara.
B.M. İnsan Yerleşimleri Konferansı (1996), Habitat Gündemi ve İstanbul Deklarasyonu, Hedef ve
İlkeler, Taahhütler ve Küresel Eylem Planı, İstanbul.,
Bauman, Zygmunt, (1999), Küreselleşme, Ayrıntı Yayınları, Istanbulİstanbul.
Bookchin, Murray, (1996), Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları, Istanbul.
Bookchin, Murray, (1999), Kentsiz Kentleşme, Ayrıntı Yayınları,İstanbu.
D.P.T.,(2000), Türkiye’deki Şehirlerin Fonksiyonel Sınıflandırılması, Ankara.
D.P.T.,(2001), Yerel Yönetimler, Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara.
D.P.T.,(2003), İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması, Yayın No.
DPT:2671, Mayıs.
DIE (2003), 2000 Genel Nüfus Sayımı, Ankara.
Duru, Bülent, Alkan, Ayten,(2002), 20.Yüzyıl Kenti, İmge Kitabevi, Ankara.
Dünya Ticaret Örgütü, World Trade Organization (WTO) (2000), Council for Trade in Services Special
Session, “GATS 2000 Environmental Services”, S/CSS/W/38, 22 December.
Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, WALD (1997), Yerel Üzerine Bir Tartışma, İstanbul.
Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, WALD, (1998), Porto Alegre, Özgün Bir Belediyecilik
Deneyimi, İstanbul.
Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, WALD, (1997), “Yerel” Üzerine Bir Tartışma, Istanbul.
europa.eu.int/comm/regional_policy
Galip Büyükyıldırım,(2000), “Antalya Bölgesi Suları, Tarihsel Su Yapıları”; Cumhuriyet Bilim Teknik,
Sayı 712.
Girardet, Herbert, (1996), “Revisiting Carrying Capacity: Area-based Indicators of Sustainability”,
Population and Environnement, No.2,.
1. Giriş
1992 Rio Zirvesi’nde kabul edildikten sonra, kısa bir süre içerisinde dünyanın
en tanınmış belgelerinden biri durumuna gelen Gündem 21’in ana teması, yoksul
Rio Zirvesi’nden bu yana geride kalan on yıllık süre içerisinde dünyada Gündem
21 uygulamalarının değerlendirildiği Johannesburg Zirvesi’nin temel belgeleri
arasında yer alan Yerel Yönetimler Diyalog Raporu, “Sürdürülebilir Gelişmenin
Hızlandırılması: Dünyayı Yerel Hareket Sürüklüyor!” başlığıyla, YG 21
hareketinin dünya ölçeğinde kazandığı ivmeyi ve sağladığı başarıları ortaya koymuş
bulunmaktadır. Zirve’de, Rio’nun ana çıktısı olan Gündem 21’in sorgulanması
yerine, “sürdürülebilir gelişme” konusundaki taahhütlerin yenilenmesine ve
uygulama düzeneklerine işlerlik kazandırılmasına yönelik bir eylem planı üzerinde
uzlaşma sağlanması hedeflenmekteydi. Oysa Rio+10 hazırlık süreci, Zirve’den
beklentilerin düşük tutulmasına yol açan bir görünüm sergilemiş, ilk üçü New
York’ta, sonuncusu da Bali’de yapılan Hazırlık Komitesi toplantılarında temel
metinler üzerinde uzlaşma sağlanamaması nedeniyle, Johannesburg Zirvesi’nin
sonuçsuz kalacağı endişesi oldukça yaygınlaşmıştı. Buna karşılık, Zirve boyunca
süren sancılı müzakereler sonrasında, neredeyse son dakikada sağlanan uzlaşma
ile önemli çıktılar sağlanmıştır (IULA- EMME,2002b:2,3).
Proje ortağı kentlerde, katılımcı süreçler, her kentin kendine özgü koşullarının,
değerlerinin ve önceliklerinin sergilendiği yapılar ve yöntemlerle yürütülmektedir. Farklı
büyüklükteki ve özellikteki birçok proje ortağı kentte oluşturulan “Kent Konseyleri”,
“Kent Kurultayları” ya da benzeri sivil örgütlenmeler, değişik kurumların temsilcilerini
ve kent sorunlarına duyarlı kenttaşları ortak amaçlar doğrultusunda, düzenli olarak bir
araya getiren etkin ve katılımcı mekanizmalar olarak işlev görmektedirler.
Proje ortağı kentlerde katılımcı süreçler, her kentin kendine özgü koşullarının,
değerlerinin ve önceliklerinin sergilendiği yapılar ve yöntemlerle yürütülmektedir.
Farklı büyüklükteki ve özellikteki birçok proje ortağı kentte oluşturulan “Kent
Konseyleri”, “Kent Kurultayları” ya da benzeri örgütlenmeler, değişik kurumların
temsilcilerini ve kent sorunlarına duyarlı kentlileri ortak amaçlar doğrultusunda,
düzenli olarak bir araya getiren etkin ve katılımcı mekanizmalar olarak işlev
görmektedirler (yerelgundem21.org.tr/tur, 2003).
4) İl Sağlık Müdürlüğü ile yakın işbirliği içerisine giren Çocuk ve Kadın Çalışma
Kozaları, kenar semtlerde yaşayan kadınlara, özellikle de annelere ve çocuklara
yönelik “Anne ve Çocuk Sağlığı” ile ilgili çalışmalar başlatmışlardır.
6) Arama Kurtarma Çalışma Kozası üyeleri yaklaşık olarak dört ay süren Sivil
Savunma, İlk Yardım, Depremden Korunma, Yangın Söndürme gibi konuları
kapsayan bir kursa tabi tutulmuşlardır. Koza daha sonra da olası bir doğal yıkım
olayı karşısında anında müdahalede bulanabilecek bir Arama-Kurtarma Ekibi
oluşturmuştur.
2) Proje’nin ikinci hedefi olan, “Yeni proje ortağı kentlerde eylem planları
hazırlanmasının sağlanması” çerçevesinde, Proje ortağı kentlerde, kentlerin daha
yaşanabilir kılınmasını sağlamak amacıyla geleceğe yönelik eylem planlarının
hazırlanması sağlanmış, bu yönde çaba göstermeyen üyelerin ortaklıkları askıya
alınmıştır. Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları süreci içerisinde oluşturulmuş
olan 20 Çalışma Kozası çalışmalarını sürdürmekle ve 5 kez Kent Kurultayı
toplanmakla birlikte, Malatya Belediyesi YG 21 uygulamalarını yönlendirecek
geleceğe yönelik kapsamlı bir “eylem planı”nın eksikliği hissedilmektedir. Bu
anlamda Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları, Proje’nin ikinci hedefinin
gerçekleştirilmesi kapsamında istendik başarıyı sağlayamamıştır.
9. Sonuç Yerine
KAYNAKÇA
ADIGÜZEL, Şenol, (2002), “Yerel Gündem 21 ve Yerel Yönetimler”, Belediye Dergisi, Cilt:7, Sayı: 3-4,
Esen Basın Yayıncılık, Ankara, s.46-51.
ADIGÜZEL, Şenol, (2003a), 20.01.2003 Tarihinde Malatya Yerel Gündem Genel Sekreteri ile Yapılan
Görüşme.
ADIGÜZEL, Şenol, (2003b), 22.01.2003 Tarihinde Malatya Yerel Gündem Genel Sekreterliği Personeli
ile Yapılan Görüşme.
GERAY, Cevat, (1998), “Belediyeler ve Çevre”, Kent Kooperatifçiliği, Türkiye Kent Kooperatifleri
Merkez Birliği Yayınları, Sayı: 99- 102, Ankara, s. 15-20.
GÜNEŞ, Muharrem (2000), “Belediye Örgütü “Çevre” ve Belediye Başkanları”, Çağdaş Yerel Yönetimler,
Cilt 9, sayı 3, Temmuz 2000, s. 44-57.
GÖKTÜRK, Atilla ve Kavili Sultan, (2000), “Yerel Gündem 21 ve Katılım...!”, Yerel Yönetimler
Sempozyumu Bildirileri, TODAİE Yerel Yönetimler Araştırma ve Eğitim Merkezi, Ankara, s.
237-249.
HAMAMCI, Can, (1997), “Çevrenin Uluslararası Boyutları”, İnsan Çevre Toplum, (Der. Ruşen Keleş),
İmge Kitabevi, Ankara, s.394 412.
(http.//www. Malatya21.net., 15.01.2003).
IULA- EMME, (2001), “Projenin Tanıtımı”, Bülten 9, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği, Doğu Akdeniz
ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı Yayını, Ankara.
Giriş
ABD’nin 2000’li yıllarda geliştirdiği ulusal güvenlik stratejisi doğrultusunda,
silahlı güce dayanarak, tek taraflı ve uluslararası hukuk alanında meşru bir
gerekçeye sığınmaksızın Ortadoğu’yu denetimi altına almaya çalıştığı bilinen bir
gerçek. Ve yine çok iyi biliniyor ki 11 Eylül 2001 tarihi, Bush ve etrafındaki yeni
muhafazakâr klik tarafından “önleyici savaş” stratejisini başlatmak için eşsiz bir
fırsat yarattı. ABD’nin belirlemiş olduğu kendi deyimleriyle “yol haritası”nın
başlangıç noktasını Ortadoğu oluşturdu ve hâlâ oluşturmaya devam ediyor.
Afganistan ile başlayan askeri işgal, Irak ve en nihayetinde İran’a yönelmiş
“diplomatik” tehditler. Kuşkusuz, ABD bu ülkelerle kendini sınırlamayacak,
uzanmak istediği bir Suriye var ve belki de Suudi Arabistan. Bu ülkeler ise başlarına
gelecekler konusunda öngörüsüz değiller.
Neden Ortadoğu ya da daha çok yinelenen bir soru ile neden Irak? ABD’nin
kendi gerekçelerinden yola çıkacak olursak, bunlardan birincisi, Bush’un deyimiyle
“bütün özgür dünyayı tehdit eden terörizm” tehdidine karşı koymaktadır. İkincisi,
kitle imha silahlarının yarattığı tehdittir.1 Üçüncüsü ve en çok kullanılan gerekçe
* Yrd.Doç.Dr., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
1
Bunun bir yalan olduğu gerek İngiltere’de yaşanan Dr. Kelly olayından sonra gerekse ABD’li uzmanların
yapmış oldukları araştırmalar ile birlikte ortaya çıktı. İngiliz hükümeti, istihbaratın Irak’taki nükleer
silahlarla ilgili raporunu abartarak basına yansıtmıştı. ABD’li uzmanların yaptığı araştırma ise, Irak’ta
konvansiyonel olmayan silahların varlığına rastlanmadığını gösteriyordu (Douglas ve Miller, New York
Times, 25 Eylül 2003).
Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ABD, ortaya çıkan daha karmaşık
bir dünyayı yönetebilmek ve yeni ittifakları, bölgesel güçleri dengeleyebilmek
sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Belki de bazılarının iddia ettiği gibi, ABD’nin
soğuk savaş sonrasında izleyeceği “ana planları” dahi bulunmuyordu (Barnett,
2005: 9-10). Aynı şey Ortadoğu politikaları için de söylenebilir. Soğuk savaş
döneminde Sovyetler Birliği ve “sosyalizm tehdidi”ni dengeleyecek bir “yeşil
kuşak” projesi bulunuyordu. Bu proje ile ABD İslamcı akımlara ve örgütlere
parasal ve askeri destekte bulundu hatta bazılarını bizatihi kendi yarattı. Ancak,
Sovyetler’in çökmesi bu projeyi geçersiz bir hale getirdi ve ABD bir süre sonra
kendisine yönelmiş bir “yeşil silah” ile karşı karşıya kaldı. Sorunun bir yönü,
kendisine yönelmiş olan bu silaha, güç kazanan ve Ortadoğu’daki iktidarlara tek
gerçek muhalefet potansiyeli taşıyan siyasal İslam’a bir çözüm üretmektir.
2
Aslında Irak’ın işgalinin ve Ortadoğu’da hedeflenen kontrolün gerçek nedenleri konusunda birbiriyle
uyuşmayan pek çok senaryo söz konusudur (Bunun için bkz. Türkcan, 2004; farklı jeopolitik teoriler
için bkz. Harkavy, 2001). Elbette ki, konunun daha geniş bir çerçeve içinde “yeni emperyalizm”
çözümlemesinin bir boyutu olarak ele alınması daha iyi olurdu (Yeni emperyalizme ilişkin bakış açıları
için bkz. Foster 2002; Panitch ve Gindin, 2004).
Ancak senaryoları ya da yeni emperyalizme ilişkin yaklaşımları gözden geçirmek bile başlı başına bir
yazı konusu olabilir.
Ancak, ABD’nin Irak işgalinde yaşadığı çıkmaz ile birlikte ne gibi politik
ve stratejik tercihler üzerinde durduğu ve bunun belli bir süreklilik gösteren
politikalarında ne gibi değişikliklere yol açtığı, hangi yeni ortaklıkların ve ittifakların
gündeme geldiği konusunda düşünmek bizim için çok önemli. Sadece Türkiye’nin
yeni politikalar içindeki yerini görebilmek açısından değil; aynı zamanda kısa
zaman aralıkları içinde değişen ve hep yeniden biçimlenen ülkeler arası ittifak ve
cepheleşmeye dayalı dengeleri görebilmek ve hatta öngörebilmek için…
Küçük ve orta ölçekli girişimleri desteklemek üzere verilecek 100 milyon dolar
için Uluslararası Finans Şirketi’nde “Özel Girişimi Geliştirme Olanakları”nın
oluşturulması.
Genel olarak ele alındığında, Dünya Bankası’nın herhangi bir kalkınma raporunu
çağrıştıran bu bildirge, bölgenin ekonomik ve siyasal açıdan liberalleştirilerek
küresel kapitalizme bağlanması programı olarak ortaya çıkıyordu. ABD, askeri
yayılmanın elbette yeterli olmadığının bilincindedir ve bu program ile ekonomik,
siyasi ve ideolojik bir “genişleme” stratejisi uygulamaya geçirilmektedir. Hem de
Avrupa ülkelerinin ve NATO’ya üye ülkelerin onayı dahilinde…
Avrupa açısından bakacak olursak, ABD ile görüş ayrılığının tamamen ortadan
kalkmış olduğu söylenemezdi. Tıpkı Arap ülkeleri gibi Avrupa’nın özellikle Fransa
ve Almanya gibi iki güçlü ülkesi Amerika’nın dünyanın hâkimi rolünden rahatsızlık
duymaktaydı ve planı kendi açılarından bir dayatma olarak algılamaktaydılar.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, “NATO’nun Irak’a müdahil olmasının”
ne zamanlama açısından uygun olduğunu ne de makul olduğunu belirterek
Arap ülkelerinin projeyi protesto etmelerinden haklı olduklarını açıkça ifade
ediyordu. Chirac ısrarla, “diğer ülkelerde demokrasiyi gerçekleştirmek için hazır
formüller olmadığını, demokrasinin bir yöntem değil, bir kültür olduğunu, eğer
Arap ülkelerinde demokrasi kurulacaksa bunun bir Arap demokrasisi olacağını”
vurguluyordu. (Elliott ve Teather, The Guardian, 10 Haziran 2004).
GOP ile ABD, Avrupa ve G8 ülkeleriyle daha fazla işbirliğine dayanan bir
yaklaşım ortaya koymaktadır. Zaten Amerika’nın öteden beri müttefiki olan ve
askeri açıdan ABD’ye bağımlı olan Avrupa’nın Ortadoğu konusunda farklı bir
tavra sahip olduğunu söylemek doğru olmaz. Yeni Bush kabinesi, küresel jeopolitik
çıkarları gereği, Avrupa’yı daha fazla, kendi müdahalelerine ve düzenlemelerine
ortak etme amacı içindedir. Avrupa ise, Batı kapitalizminin ya da başka bir ifadeyle
küresel kapitalist dünya düzeninin yaygınlaştırılmasında ABD’nin liderliğini kabul
etmiştir. Ancak, Genişletilmiş Ortadoğu projesine koyduğu “şerh” daha çok şu
anlama gelmektedir: Bu paylaşımda Avrupa’ya da iyi bir hisse ayrılsın.
Irak
Irak’ta 150 bin asker bulunduran ve bunların en azından bir kısmını çekmek
zorunda olan ABD için bu sonuç pek de doyurucu olmasa gerek. Çünkü parasal
katkılar “sembolik” olarak kalıyor; birçok ülke de askerlerini Iraklı güçleri
eğitmek için olsa da göndermek istemiyor. Ancak sonuç olarak NATO’nun Irak’ta
gerçekleştireceği asker ve para yardımlarına AB’nin katılımı Avrupa Konseyi’nde
de kabul edilmiş oldu.
İran
Bush, Avrupa gezisinde liderlerle yaptığı görüşmelerde, İran’a askeri bir
müdahalenin şimdilik gündemlerinde olmadığı belirtti; ancak bunun gündemlerinde
hiç olmadığı yönünde açık bir ifade kullanmadı. Avrupa, İran’ı ABD’nin kucağına
atmak gibi bir tavır içinde değildi ve her zamanki gibi “yumuşak” yöntemleri
kullanmaktan yana bir tavır sergiledi. Avrupa’nın İran ve Suriye ile ticari ilişkileri
bulunuyor ve hatta AB, İran’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne katılması konusunu
müzakereye açmak için ABD’nin itirazını kaldırmasını istiyordu (Cornwell ve
Castle, Independent, 19 Şubat 2005; Tistall, The Guardian, 25 Şubat 2005). 9
Rus lideri Putin ise, İran konusunda ABD’yi destekleyici bir tavır sergilemedi.
Bush ve Putin görüşmesinin öncelikli konusu, İran’ın nükleer programı, Suriye ve
Irak konuları oldu. “Bush, Putin’den Rusya’nın İran’a nükleer yakıt, Suriye’ye de
hava savunma füzeleri satmamasını istedi” (Cumhuriyet, 26 Şubat 2005). Bush
8
Örneğin zirveye katılan Erdoğan, Türkiye’nin 100 bin Euro vereceğini açıkladı (Cumhuriyet, 23 Şubat
2005)
9
Bush, daha sonra (11 Mart ) İran nükleer silahlanmayı durdurması halinde Dünya Ticaret Örgütü’ne
girmesi yönündeki itirazını kaldıracağını açıkladı.
Suriye
Ancak, daha önce belirtildiği gibi, Bush’un bu gezideki temel amacı, Ortadoğu
sorunu ile ilgili görüşmelerde bulunmak ve AB’yi diplomatik planda gelişecek
baskılar için yanına almaktı. Avrupa, ABD ile Ortadoğu konusunda işbirliği
yapmak için anlaşmış gözükmektedir. Bu işbirliği ise özellikle “demokratikleşme”
olarak adlandırdıkları süreç ya da “rejim değişikliği” konusunda gerçekleşecek
gibi görünüyor. Bush, Rusya’dan Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması için destek
vermesi karşılığında İran ve Suriye konusunda ödünler koparabilmiştir. Henüz
tam netlik kazanmamış olsa da, AB ve Rusya ile sağlanan bu göreli “işbirliği”
Ortadoğu’daki dengeleri belirleyecek gibi gözükmektedir. Her şeyden önce, İran
ve Suriye’nin üzerindeki baskılar-askeri bir müdahale şimdilik söz konusu olmasa
da- artacaktır. Özellikle Rusya ile İran ve Suriye arasındaki ilişkilerin bundan
sonra eskisi gibi olamayacağı bir gerçek. En azından görünen sonuç odur ki, ABD
Ortadoğu’daki gücünü ve varlığını bu görüşmelerden sonra daha sağlamlaştırmıştır.
Kuşkusuz, ABD’nin kendisini sağlama alması, bölgenin daha karanlık bir geleceğe
doğru sürükleneceği öngörülerini güçlendirmektedir.
Diğer bir yazı ise Washington Post’tan (16 Şubat 2005) geldi. Richard
Holbrooke’un “Romantizmin Sonu” başlıklı yazısı esasen ABD-Rusya ilişkilerini
çözümlüyor, ancak Türkiye-Rusya yakınlaşmasının ABD için büyük bir tehlike
oluşturduğunu belirtmekten uzak durmuyordu.
Yine aynı günlerde, ABD Hava Kuvvetleri istihbarat uzmanı Jonathan Fisher,
İran’ın nükleer bir güç haline gelmesinin en fazla Suudi Arabistan’ı ve Türkiye’yi
etkileyeceğini; ancak Türkiye hükümetinin nükleer silahlarla donanmış bir İran
karşısında nasıl tepki vereceğinin bilinmediğini ve bu konuda MGK ile AKP arasında
ileride derin bir görüş ayrılığının, hatta iç çatışmanın doğabileceğini belirtiyordu.
Ayrıca belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, Feiser’in, Türkiye’nin AB’ye
girebilmesinin İran konusunda geliştirdiği tavra bağlı olacağını vurgulamasıydı.
(Cumhuriyet, 17 Şubat 2005). Her ne kadar Feiser, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
İran’a saldırması gibi “safdil” bir düşünceyi dile getiriyor ve sözlerini “fantastik”
senaryolarla bitiriyor olsa da, bu düşünceler ABD’nin Türkiye’nin karmaşık
tavrından duyduğu rahatsızlığın bir işareti olarak da okunabilir.
Kaynakça
Abramowitz, Morton ve Burt, Richard (20 Ağustos 2004) “High Stakes for Turkey and the West”,
Washington Post.
Achcar, Gilbert (2004) “Greater Middle East: The US Plan”, Le monde diplomatique (İngilizce), Nisan,
http://mondediplo.com/2004/04/04world.
Ahlin, Urban ve diğerleri. “A Joint Plan to Help the Greater Middle East”, International Herald Tribune,
15 Mart 2004.
Akad, M. Tanju (2004) “Sovyetler Birliği Karşısında CIA Avrupa’da Ne Yaptı?”, Popüler Tarih, Kasım,
ss. 56-62.
Arı, Tayyar (2004) Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, İstanbul: Alfa Basım Yayım
Dağıtım Ltd. Şti.
Barnett, Thomas P.M. (2005) Pentagon’un Yeni Haritası: Yirmi Birinci Yüzyılda Savaş ve Barış (çev. C.
Kitap iki bölümden oluşuyor. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülük
kavramlarının anlam ve kapsamlarıyla başlayan birinci bölümde; muaflık, istisna
ve indirimler, kamu giderlerinin karşılanması, mali güç, genellik ve eşitlik, vergi
yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, verginin kanuniliği, Bakanlar Kurulu yetkisi,
Maliye Bakanlığı yetkisi, kamu yararı, ekonomik koşullar ve haklı neden, hukuk
devleti, sosyal devlet, vergi affı, vergi yönetimi ve denetimi, vergi ve bütçe yasaları
ve sayamadığımız daha çok sayıda konu ayrıntılı bir şekilde değerlendiriliyor.
Anayasa Mahkemesi tarafından vergi, resim, harç benzeri mali yükümlülük sayılan
kamu gelirleri ile sayılmayan gelirler de ayrıca inceleniyor. Çalışmanın karar
arama ve kararlara gönderme kılavuzu, “Esas sayısı” olarak seçilmiş. Kitapta , her
konunun sonunda konuyla ilgili Anayasa Mahkemesi kararlarının gösteren tablolar
yer alıyor. Böylece, incelenen konu ile kararlar arasında bağlantı kurularak, kararlar
konulara göre sınıflandırılıyor.
Kitabın ikinci bölümünde ise, tüm kararların “Esas Sayısı”na göre sıralandığı,
karar gün ve sayılarını, anayasal denetime tabi tutulan yasaları ve maddeleri,
Kitap ele aldığı konular itibariyle hem bir ders kitabı hem de yeni çalışmalara
kaynak olabilecek bir araştırma raporu niteliğinde. Ayrıca, bu kitabı farklı kılan
bir diğer özellik seçenek de sunabilmiş olmasıdır. Kitapta, diğer tüm alanlarda
olduğu gibi, vergi alanında da yasama, yürütme ve yargı organlarının denetimlerinin
“toplumsal denetim” ile tamamlanması gerektiğine dikkat çekiliyor. Ardından
ekleniyor: “Aksi halde, egemenliğin sahibi olan ulus, hem vergiyi öderken hem
de bu verginin karşılığını kamu hizmeti olarak alırken, sahip olduğu egemenliğin
el değiştirmesine engel olamayabilir, ortaya çıkan adaletsizlik ve dengesizlikler
giderilemeyebilir. Vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin asıl kaynağının toplumun
kendisinin olduğu unutulmamalıdır.”
Kitapta toplumsal denetim örneğinde olduğu gibi, daha çok sayıda önemli
sayılabilecek saptamalar yapılmaktadır. Bunların kimilerinde adeta hukuk dersi
(vergi yükümlülüğünün, hukukla birlikte şekillendirilerek meşrululaştırılması
ve kurumsallaştırılmasının temelinde Anayasa’nın bulunduğunun hatırlatılması)
verilmekte, doyurucu hukuksal bilgiler (vergide kanunilik, mali güç, genellik ve
eşitlik, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı gibi konulara ilişkin) sunulmakta,
Yazarların kendi incelemelerinin sonuçları (vergi konusu sadece Anayasa’nın 73.
maddesindeki ilkeler doğrultusunda değil; eşitlik, hukuk devleti, hukuk güvenliği,
geriye yürümezlik, devletin temel amaç ve görevleri, vergi cezası, vergi affı, vergi
yönetim ve denetimi, bütçe yasaları ve vergi gibi değişik konular yönünden de
incelenmekte ve ayrıca vergi düzeniyle sıkça oynamanın sonuçlarına değinilmekte)
ortaya konmakta; kimilerinde ise, hükümetlere ve Meclis’e örtük bir şekilde
eleştiriler (Anayasa Mahkemesi’nin yıllardır iptal ederek uyarmasına rağmen,
bütçe yasalarına, bütçeyle ilgili olmayan diğer konularda olduğu gibi, vergiyle
ilgili konuların da bütçe yasalarıyla düzenlemeye devam edilmesi nedeniyle)
yöneltilmekte ve ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin bizzat kendi kararlarına yönelik
eleştiriler (Anayasa Mahkemesi’nin vergi ve mali yükümlülüklerle ilgili bakışındaki
farklı ve çelişkili yaklaşımlarının göz önüne serilmesi nedeniyle) de yapılmaktadır.
Kitapta ayrıca Anayasa’ya göre nasıl bir gelir idaresi olması gerektiği konusunda
önemli bilgiler sunulmaktadır. Vergi, kaynağını toplumdan ve Anayasa’dan
alan bir yükümlülüktür. Bu bağlamda, vergi politikasının oluşturulması ve gelir
idaresi aracılığıyla vergi toplanması devletin temel (asli) görevlerinden biridir.
Gelir idaresinin özerk hale getirilmesi, devletin bu asli görevini bu özerk kuruma
devretmesi anlamına gelir. Hatırlanacaktır, daha önce para politikası Merkez
Bankası’nın özerk hale getirilmesiyle devre dışı kalmıştı. Şimdi, oluşturulması
düşünülen özerk gelir idaresi ile vergi politikası da devre dışı bırakılmaya
çalışılıyor. Gelir idaresinin yeniden yapılandırılması ve özerk bir idare kurulması
çalışmalarının yapıldığı bugünlerde, bu oluşuma karşı çıkanlara Kitapta sunulan
Kitapta bir yandan bu saptamalar sıralanırken; bir yandan da hem ele alınan
konularda yeni araştırma alanlarına işaret edilmekte hem de ele alınan bazı konuların
sosyal bilimlerin başka alt disiplinlerince ( kamu yönetimi ve sosyal politikalar
gibi) de ayrıca incelenmesi önerisi yapılmaktadır. Biz de bu önerilere katılarak,
yeni çalışmaların bu Kitabı örnek alarak tez elden başlatılmasını bekliyoruz.
Danıştay Üçüncü Dairesi ve Vergi Dava Daireleri Genel Kurulu Tetkik Hakimliği
(Şahnaz GEREK) ve Sayıştay Uzman Denetçiliği (Ali RIZA AYDIN) deneyiminden
gelen ve bu deneyimlerini Anayasa Mahkemesi Raportörlüğü ve araştırmacılık
deneyimlerinde birleştirerek, kaynakçası Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararları
olan bu çalışmayı gerçekleştiren Yazarları, özgün katkılarından dolayı kutluyoruz.
Yazının ilk sayfasında şu bilgiler olmalıdır: (a) yazının başlığı, (b) yazar(lar)ı,
(c) yazarların bağlı bulundukları kuruluşlar. Aynı sayfadaki bir dipnotunda,
iletişim kurulacak yazarın adı, adresi, telefon ve faks numaraları ve e-posta adresi
belirtilmelidir.