You are on page 1of 256

mülkiye

Konur Sokak No:1 06640 Kızılay / ANKARA

Sahibi
Mülkiyeliler Birliği Adına Genel Başkan
Ali Çolak
Genel Yayın Yönetmeni
Nazif Ekzen
Yazı İşleri Müdürü
Metin Özuğurlu
Düzelti ve Koordinasyon
Hatice Ayrancı
Abone İşleri
Hikmet Özçınar
Reklam Sorumlusu
Karemedya

Haberleşme Adresi
Konur Sokak No:1 06640 Kızılay / ANKARA
Tel:(0312) 418 55 72 - 418 82 98
Faks:(0312) 419 13 73
www.mulkiye.org.tr e-posta: dergi@mulkiye.org.tr

Gönderilen yazılar yayınlansın yayınlanmasın geri verilmez.


Yazılardaki görüşler yazarlarına aittir; Mülkiyeliler Birliğini bağlamaz.
Yazılar kaynak gösterilerek aktarılabilir.

Tasarım
Karemedya Tel:(0312) 425 69 24

Baskı
MBR Tanıtım

Kapak Fotoğrafı
http://www.kcelich.com/kcelich05.htm

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ŞUBELERİ


Adana Şubesi
Cemalpaşa Mahallesi 21. Sokak, Park Apt. Zemin Kat ADANA
Tel:(0322) 458 83 00
Antalya Şubesi
Ulusoy Bulvarı 810 Sokak Kalaycı Apt. No:24/30 ANTALYA
Tel:(0242) 243 64 55
Bursa Şubesi
Kavaklı Mah. Kavaklı Cad. Kavaklı Sokak No:3 Tophane (Burçüstü) BURSA
Tel:(0224) 234 63 33
Çanakkale Şubesi
Yalı Caddesi No:5 ÇANAKKALE
Tel:(0286) 217 28 16
Datça Şubesi
İskele Mah. Ambarcı Cad. Ambarcı Han K:1 DATÇA
Tel:(0252) 712 95 93
İstanbul Şubesi
İcadiye Cad. No:7/2 81200 Kuzguncuk Üsküdar / İSTANBUL
Tel:(0216) 342 30 31 - 342 30 42
e-mail: info@mulkiyeistanbul.org
www.mulkiyeistanbul.org
İzmir Şubesi
1453. Sokak No:22 Alsancak / İZMİR
Tel:(0232) 421 16 84 - 422 09 84
Kayseri Şubesi
Konak Sokak No:6 Sahadiye Mahallesi KAYSERİ
Tel:(0352) 222 14 81
Mersin Şubesi
Palmiye Mahallesi 529. Sokak Olcay Apt. No:11/1 MERSİN
Tel:(0324) 327 00 44
Samsun Şubesi
Cumhuriyet Caddesi Eski Hükümet Konağı Karşısı SAMSUN
Tel:(0362) 431 23 27
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nin yayın organıdır. Üç ayda bir yayınlanır.

SAYI:246 - CİLT XXIX


mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 ISSN 1300-2775 1
mülkiye (ISSN-1300-2775), Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezince Yılda 4
sayı olarak yayınlanan hakemli bir dergidir.

Dergide basılması önerilen yazılar, derginin biçim kurallarına kesinlikle özen


gösterilerek hazırlanmalı ve değerlendirme sürecine girmek üzere yazışma adresine
gönderilmelidir.

Sina AKŞİN - Nesrin ALGAN - Mustafa AYDIN - Korkut BORATAV - Ahmet


Alpay DİKMEN - Meltem Kayıran DİKMEN - Bülent DURU - Seyhan ERDOĞDU
- İlter ERTUĞRUL - Zeliha ETÖZ - Cevat GERAY - Birgül ayman GÜLER-
Şükrü Sina GÜREL - Alpaslan IŞIKLI - Onur KARAHANOĞULLARI - Tuğrul
KATOĞLU - Ahmet Haşim KÖSE - Ayla KUTLU - Oğuz OYAN - Ahmet ÖNCÜ
- Şennur ÖZDEMİR - Metin ÖZUĞURLU - Abuzer PINAR - Burçak Özoğlu
POÇAN - Sinan SÖNMEZ - Serdar ŞAHİNKAYA - Erel TELLAL - Taner TİMUR
- Oktar TÜREL - İlhan UZGEL - İşaya ÜŞÜR - Erinç YELDAN - Filiz ZABCI

2 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


İçindekiler
Kent ve Kültür Üzerine........................................................................................ 9
Ruşen KELEŞ

Osmanlı’da Kentsellik ve Kentler: Kent Tarihi Yazımında Kültürelciliklerin


Ötesine Geçebilmek........................................................................................... 19
Sevilay KAYGALAK

Alçak Pabuçlar, Yüksek Topuklar: Kent Tüketim ve Ütopya............................ 37


Ayhan YALÇINKAYA, Zafer YILMAZ

AB Kentsel Politikası ve Türkiye Kentleri Üzerine.......................................... 59


Bülent DURU

Neo-Liberal Belediyeciliğin Çelik Zırhı: Yerel Kalkınma . .............................. 77


Ali Ekber DOĞAN

22 Şubat 2005 gün ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu Üzerine . ............... 89
Birgül AYMAN GÜLER

Büyükşehirlerde Belediyeler Arası İlişkilerin Yenilenen Yapısı...................... 121


Arif ERENÇİN

Yeni Türk Ceza Kanunu ve Çevreye Karşı Suçlar........................................... 133


Tuğrul KATOĞLU

Ankara’ya Bakmak: Doğu Kenti ve Batı Kenti Kavramları Çerçevesinden


Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme Denemesi.................................................. 159
Düşünsel DİKER, Eren TOPRAK

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 3


Antalya’nın Yönetiminde “Kent Vizyonu” Etkili Bir Araç Olabilir................ 185
Gülser ÖZTUNALI KAYIR

Yerel Gündem 21’den Yerel Eylem 21’e: Yerel Gündem 21 Projesinin Temel
Hedefleri Açısından Bir Değerlendirme: Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21
Uygulamaları.................................................................................................... 209
Şenol ADIGÜZEL, Muharrem GÜNEŞ

Sömürge Tipi “Demokrasi” ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ..................... 227


Filiz ÇULHA ZABCI

Kitabiyat: Yeni Çıkan “Anayasa Yargısı ve Vergi Hukuku” adlı Kitabın


Düşündürdükleri.............................................................................................. 249
Aziz KONUKMAN

4 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Editörden
Merhaba,

Dergimizin Bahar sayısını kentsel politikalara ve yerel yönetimlere ayırdık.


“Kent ve Yerel Siyasetin Değişen Yüzü” adını taşıyan bu dosyada, kapsamlı bir
yeniden yapılanma sürecinden geçen Türkiye’nin dönüşüm sancılarının mekana
yansıması ele alınıyor. Son dönemdeki bütün toplumsal, hukuksal dönüşüm
çabalarının odağında bulunan kentler ve yerel yönetimler, bir bakıma yukarıdan
alınan soyut nitelikteki kararların uygulamaya geçirildiği, somutlaştırıldığı yerleri
oluşturuyor. Bu açıdan yönetsel ve hukuksal yapıyı yeniden düzenleme girişimlerini
anlayabilmek için kentlere ve yerel yönetimlere daha yakından bakmak gerekiyor.
Bu sayıdaki yazıların ağırlıklı olarak üç ana eksen üzerinde toplandığı söylenebilir:
İlk bölümdeki çalışmalar, tarihsel, kültürel ve toplumsal yönleriyle kenti ve kentsel
yaşamdaki dönüşümü ele alıyor; izleyen bölüm, Türkiye’de yerel yönetim sistemine
ve son dönemde gerçekleştirilen yeniden düzenleme çalışmalarının kente ve doğal
çevreye etkisine odaklanıyor; son bölümdeki yazıların ortak özelliği ise kültür,
planlama ve katılım açısından kimi kentler üzerine yapılan ayrıntılı çalışmalar
olması.

“Kent ve Yerel Siyasetin Değişen Yüzü” başlıklı dosyamız Ruşen Keleş’in


“Kent ve Kültür Üzerine” başlıklı yazısıyla açılıyor. Kentsel yaşamın, kültür ve
demokrasinin gelişimindeki yerini sorgulayan hocamız, özgürleşme ve kentlileşme
kavramları etrafında kentsel alanların uygarlık için taşıdığı önem üzerinde duruyor.
Yazı, son dönemdeki siyasal gelişmeler ve küreselleşme sürecinin Türkiye
kentlerine etkisi üzerine önemli değerlendirmeler içeriyor.

Sevilay Kaygalak, Osmanlı kent tarihinin, Weberyen ya da İslam kenti


tarihçiliğinin kültürelci yaklaşımlarından farklı biçimde, daha evrensel ve maddeci
bir yaklaşımla nasıl yazılabileceği sorusuna yanıtlar arıyor. Yazar, geleneksel
yaklaşımların sınırlılıkları üzerine bir tartışma yürüterek Osmanlı kentlerini
“Doğu-Batı”, “Batı Avrupa kentlerinin biricikliği”, “İslam kenti” gibi kavramlarla
değerlendiren kültürelci yaklaşımlara karşı maddeci bir eleştiri getirmeye çalışıyor

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 5


Ayhan Yalçınkaya ve Zafer Yılmaz ise, Murathan Mungan’ın Yüksek Topuklar
adlı romanından hareketle, İstanbul üzerinden, bir yandan kent ve tüketim kültürü
arasındaki ilişkilere, bu ilişkinin nasıl bir dönüşüm geçirdiğine odaklanırken,
diğer yandan bu dönüşümün kendini inşa eden insanın içindeki bir eksikliğe,
ütopya yoksunluğuna evrindiğini ve Murathan Mungan kahramanlarının tam da,
özellikle zaman üstüne yaklaşımlarıyla, bu yoksunlukla malul olduğunu göstermeyi
deniyorlar.

Sayı editörü kimliğinden sıyrılarak, kent ve yerel siyaset temasına ben de bir
çalışmayla katıldım. Yazıda, kent yönetimi, kentsel yaşam ve planlama açısından
Türkiye ve Avrupa’da izlenen politikalar karşılaştırılarak kentlerimizde izlenen
politikaların AB ölçütlerine uygunluğu tartışılıyor.

Ali Ekber Doğan, Türkiye’de 1980 sonrası belediyeciliğindeki dönüm


noktalarını ortaya koyarak bir dönemleştirme girişiminde bulunuyor. Yazıda,
neo-liberal belediyecilik anlayışının emekçi sınıfların yaşam koşullarında yol
açtığı olumsuzlukların tartışılmasını engelleyen “yerellikler üzerinden kalkınma”
anlayışı sorgulanıyor.

Birgül Ayman Güler yazısında, yönetimi yeniden düzenleme sürecinin “il özel
idareleri” boyutuna odaklanıyor. Yazıda, 1990’lı yıllardan bu yana il özel idareleri
için getirilen yeniden yapılanma önerileri sergilendikten sonra, 2005’de yasalaşan
5302 sayılı “İl Özel İdaresi Kanunu’nun, bütçe, personel, örgüt yapısı, vesayet gibi
temel konularda getirdiği düzenlemelerin kapsamlı bir değerlendirmesine gidiliyor.

Arif Erençin, anakent yönetim sisteminin gelişimini çözümlediği yazısında odak


noktası olarak belediyeler arası ilişkilerin yeniden belirlenmesini alıyor. Yönetimi
yeniden düzenleme sürecinin bir parçasını oluşturan büyükşehir belediyeleri
ile ilgili yasayı, imar yetkileri ve akçal ilişkiler açısından inceleyen yazar, yeni
düzenlemenin ilçe ve ilk kademe belediyelerine ilişkin hükümlerinin eleştiriye
açık yönlerine vurguda bulunuyor.

Yeniden yapılanma çalışmaları arasında kentsel yaşamı doğrudan ilgilendiren


düzenlemelerden biri de yeni Ceza Kanunu. Yazarımız Tuğrul Katoğlu çevre-
hukuk ilişkisine odaklanarak, çevrenin korunmasında ceza hukukunun işlevi ile
Türk hukukunda çevre ile ilgili ceza hükümlerini etraflıca ele alıyor. “Çevreye
karşı suçlar” için getirilen yeni düzenlemelerin masaya yatırıldığı yazıda yasanın
uygulama koşulları tartışmaya açılıyor.

Bu sayıda okulumuzdan, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden, iki yüksek lisans

6 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


öğrencimizin Ankara üzerine yaptıkları çalışmaya da yer veriyoruz. Düşünsel
Diker ve Eren Toprak, “Doğu kenti-Batı kenti” ve “geleneksel-modern” kavram
çiftleri ekseninde 1923’den günümüze Ankara’nın yaşadığı kentsel dönüşümü
değerlendiriyorlar. Yazıda, kentin, doğulu niteliğini yitirmesinden ve artık batılı
Türkiye’yi simgelemekten uzaklaşmasından kaynaklanan kimlik bunalımı ele
alınıyor.

Mevcut toplumsal-ekonomik göstergelerden yola çıkarak Antalya’nın gelişim


çizgisini sergilediği yazısında Gülser Öztunalı Kayır, son dönemdeki ekonomik,
siyasal ve ekolojik değişimler çerçevesinde kenti değerlendirerek geleceğe
ilişkin öngörülerini sergiliyor. Antalya’nın gereksinimlerinin ve beklentilerinin
sergilendiği yazı, kentin yönetiminden sorumlu olanlar için bir başucu kitapçığı
niteliği taşıyor.

Şenol Adıgüzel ve Muharrem Güneş’in yazısı, bizde henüz yeterince


tanınmayan bir yönetim düzeneğinin ülkemize yansımalarını konu ediniyor.
1992 Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı metinlerinden biri olan Gündem 21’i ve
onun yerel boyutunu simgeleyen “Yerel Gündem 21”in dünyada ve Türkiye’de
gelişimini inceleyen yazarlar, Malatya Belediyesi deneyimini kapsamlı biçimde
değerlendirerek ülkemizdeki yeni uygulamalara ışık tutuyorlar.

Bu sayımızın son yazısıysa dosya dışında bir konuya yönelik. ABD’nin


Ortadoğu politikasını konu edinen Filiz Çulha Zabcı, 2000’li yıllarda gündeme
gelen “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nden yola çıkarak, uluslararası hukuku
hiçe sayarak bölgeyi denetim altına alma çabalarının ilgili ülkeler ve özellikle de
Türkiye için doğuracağı sonuçları değerlendiriyor.

Aziz Konukman da bu sayının kitap değerlendirmesinde, Şehnaz Gerek ile Ali


Rıza Aydın’ın “Anayasa Yargısı ve Vergi Hukuku” adlı çalışmalarını ele alıyor.

Gelecek sayıda görüşmek üzere…

Bülent DURU

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 7


8 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246
Kent ve Kültür Üzerine
Ruşen KELEŞ*

Kent ve Toplum
Kentler, bağlı oldukları ekonomik ve toplumsal dizgelerin birer parçası,
minyatürü, aynasıdırlar. Genel yapının tüm özellikleri, güzellikleri ve hastalıklarıyla
birlikte onlara da yansır. Roma’da İtalya’yı, Londra’da İngiltere’yi, Jakarta’da
Endonezya’yı, İstanbul’da Türkiye’yi tüm özellikleriyle kolayca bulabilirsiniz.
Gideon Sjoberg, Sanayi Öncesi Kent (Pre-Industrial City) adlı yapıtında
kentleri sanayi öncesi, sanayileşmekte olan ve sanayi sonrası kentler olarak
sınıflandırırken, teknolojiyi belirleyici etmen, bir başka deyişle, bağımsız değişken
olarak kullanmıştır. Ondan çok önce, Karl Marx, bu kez ekonomiyi bir belirleyici
etmen olarak kullanarak, toplumları ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist
olmak üzere beşe ayırmıştır. Dikkati çeken odur ki, Marksçı öğretide toplumların
gelişmişlik düzeyini belirleyen değişken üretim biçimi ve üretim ilişkileri gibi
ekonomi ağırlıklı bir ölçüttür. Bu kademelenme içinde, kentin burjuvazi ile birlikte
doğduğu görülür. Feodal toplumlarda bugünkü anlamında bir kentin varlığından
söz edilemez. Feodalitede dinsel ve yönetsel işlevler, ekonomik işlevlerin ağırlık
kazanmasına olanak bırakmamıştır. Feodal dönemin insan yerleşmelerinde
varlıklılar ve seçkinler merkezde; yoksullar, azınlıklar, istenmeyen öğeler ise
çevrede yer almaktadırlar.
Kent , Uygarlık ve Demokrasi
Ünlü kentbilimci Lewis Mumford, Kentlerin Kültürü adlı yapıtında, “Kent, bir
topluluğun kültürünün ve erkinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimidir”
* Prof.Dr., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 9


der. Gerçekten, kentsel yaşamla uygarlık arasında yakın bir ilişki olduğunu varsayan
görüşler yaygındır. O kadar ki, bu görüşler, kimi dillerdeki kent ve uygarlık karşılığı
sözcükler arasındaki benzerliği de kanıt olarak kullanma eğilimindedirler. Latin
dillerinde uygarlık (civilization) ve kent (city, civitas), Arapçadaki medeniyet,
medeni ve kent (medine) gibi sözcükler arasındaki köken benzerliği uygarlıkların
kentlerden kaynaklandığını düşündürmüştür. Yunanca’daki kent (polis) sözcüğünün
de siyaset (politiae) ile ayni kökten kaynaklandığı bilinmektedir. Kentsel yaşamın
uygarlığın beşiği olarak algılanması, kimi dillerde, kibarlık (civilité) ve görgü
(urbanité) sözcüklerinin de kent kökünden türetilmelerine yol açmıştır. Bir başka
deyişle, kibarlık ve görgü kent insanına özgü özellikler olarak algılanagelmiştir.
Öte yandan toplu yaşam kentte siyasallaşmakta, temsili demokrasi kurumlarının
yanı sıra, kent doğrudan demokrasinin katılımcı yöntemlerinin de uygulandığı bir
ortam olmaktadır. Batı dillerindeki “citizen” sözcüğü, hem yurttaşı, hem de kenttaşı
(hemşehriyi) anlatmak üzere kullanılıyor. Antik Helen kentlerinin, tarihsel olarak,
devletten daha önce gelen kurumlar olması, kenttaşlık kavramına yurttaşlıktan
daha eski bir kavram gözüyle bakılmasına yol açmıştır.
Kentin insanlara siyasal bilinç kazandıran bir işlevi olduğunu öne sürenler
olmuştur. Karl Marx, devrimin itici gücünü kent proletaryasında, yani kentlerde
görmüştür. Mao ve Castro gibileriyse, tam tersine, devrimin kentlerde değil, kır
yoksullarının öncülüğünde gerçekleşeceğini varsaymışlardır. Yazınımızın tanınmış
kalemlerinden Fakir Baykurt’ta, Demirtaş Ceyhun’da, Talip Apaydın’da, kentin
ve köyün farklı konumlarda tutulduğu, farklı değerlendirmelere konu yapıldığı
dikkat çeker. Pozitif ya da negatif anlamda kent, her zaman katılımın aracı, ortamı
olmuştur. Kentin gösteriler ve sokak hareketleri gibi negatif şiddet olaylarına sahne
olmasına verebileceğimiz örnekler o kadar çoktur ki... Ümraniye, Gaziosmanpaşa,
Kadıköy olayları, Adana, Kuşadası, Yalvaç ve Adalarda kent yöneticilerine
saldırılar bunlardan yalnız birkaçıdır.
Öte yandan kent, insana kent ve çevre değerlerine sahip çıkma bilinci kazandıran,
kentlilik bilinç ve sorumluluğu aşılayan bir olumlu özelliğe de sahiptir. İster negatif,
isterse pozitif anlamda olsun, bu sonuçları doğuran bağımsız değişkenin, salt
kentleşmenin kendisi mi, toplum yapısının özellikleri mi, yoksa her ikisi mi olduğu
konusunda farklı görüşler vardır. Kentlerdeki siyasal şiddet olaylarını incelediğimiz
bir çalışmada, biz asıl belirleyici etmenin toplumdaki göreceli yoksunluk olduğu
sonucuna varmıştık. (Keleş/Ünsal, 1982)
Kent ve Özgürlükler
Alman atasözü, “kent havası insanı özgür kılar” diyor (Stadtluft macht Man
frei). Gerçekten de, tarihsel gelişim süreci içinde kentler özgürlüğün doyasıya

10 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


yaşandığı yerler olarak algılanmışlardır. Kent tarihi gösteriyor ki, demokrasi
bilincini geliştirmenin iki ön koşulundan biri, insanın kentine ait olduğunu
duyumsaması, ikincisi de, kentin üzerinde fiilen söz sahibi olabilmesidir. Kent,
demokrasi ve özgürlük temalarını çağdaş bir yaklaşımla ele alan Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı (1985) ve Avrupa Kentli Hakları Şartı (Mart 1992 ve
Mayıs 2004) da bu düşüncelerden esinlenerek hazırlanmış belgelerdir.

Kent havası acaba gerçekten insanı özgürleştiriyor mu? Bir kez, unutmamalı
ki haklar ve özgürlükler birlikte bir bütün oluştururlar. Birine saygısızlık ötekine
de saygısızlıktır. Konuşması, yazması, örgütlenmesi, tepkilerini dile getirmesi
yasaklanmış bir insan kentte oturuyor olsa da özgür sayılamaz. (Keleş, 1995) İkinci
olarak, kentlinin özgürlüğü, parçası olduğu toplumun özgürlükçü ve demokratik bir
toplum olmasına bağlıdır. Devletin hak ve özgürlükler konusunda duyarlı olmadığı
bir toplumda kent insanı nasıl özgür olabilir? Son olarak da, küreselleşmeyle
körüklenen liberalizm ve liberal mantık, kentleşmeyi ve kentlerin oluşumunu bir
yandan özendirirken, bir yandan da tahrip edici sonuçlar yaratmaktadır. Kentlerin
sahip bulunduğu tarih, mimarlık ve doğa değerlerinin tüm kentli haklarıyla birlikte,
gelecek kuşakların hakları gözardı edilerek, tahribi ve gaspedilmesi bu dünya
görüşünün doğrudan sonucu gibi görünmektedir.

Bu yönden bakıldığında, Türkiye’de kent havasının insanları daha özgür


kıldığı söylenebilir mi? Yoksa, kent yaşamının kent insanını tutsak yapmakta
olduğu daha gerçekçi bir değerlendirme midir? Bu sorunun yanıtlanabilmesi
yönünden şu üç saptama önem taşımaktadır: Bir kez, kentleşme, sanayileşme
ve kapitalist gelişme, tüketimi, insanların bencilliğini, rant arayış özlemlerini
kamçılıyor. Bu da, insanların birbirleriyle ve yaşam ortamlarıyla olan ilişkilerindeki
davranışlarını etkilemekten geri kalmıyor. İnsanın çevresine ve kentsel değerlerine
yabancılaşmasının ardındaki temel nedenlerden biri budur.

İkinci olarak, kent havasının insanı özgür kılması, herkesin her dilediğini
serbestçe yapabileceği yolunda yanlış bir sanı uyandırıyor. İşportacıların
belediye kolluk güçlerinin gözü önünde ve çoğu kez de onların koruması altında,
kaldırımları yürünemeyecek biçimde işgal etmeleri bu sorumsuzluğun açık
bir örneğidir. Kasetçi dükkanları, günün 24 saatinde, gelip geçenlere, istekleri
olmaksızın, avaz avaz, kendi tercihleri olan ve gürültü dozu ağır basan sesler
sunabilmektedirler. Ankara’da, Gökdelen’in yanıbaşındaki böylesine bir gürültü
kaynağını, komşusu olan Barolar Birliği Genel Başkanı’nın, tüm hukuk yollarını
kullandığı halde, susturamadığını kendisinden dinlemiştim. Konut sorunları arsa
mafyasının öncülüğünde çözüm bekler durumdadır. Özgürlüklerin bir sınırı olduğu,
olması gerektiği düşüncesi kentlinin kafasında yer etmemişse, hangi özgürlükten

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 11


söz edilebilir? Bu sınır konulamadığı içindir ki, “kente karşı işlenen suçlar”
kentlerimizde çok sık rastladığımız olgular arasında yer almaktadır.

Son olarak, küreselleşme denilen olgu, sağladığı teknolojik olanaklar ve


kolaylıklar yanında, değer dizgelerinde önemli sarsıntılara, çürümelere yol
açabiliyor. Etik kurallara dayanan eski değer sistemlerinin iş bitiricilik ve
köşe dönmecilik gibi kestirme yollardan zengin olmayı öngören yeni değer
sistemleriyle hızla yer değiştirdiği alıcı ortamların başında kentler geliyor. Kimi
özel radyo istasyonlarının yayınlarındaki “... factoring; ... paralar trink” gibisinden
reklamlardan hoşlananların sayısı hızla artıyor.

Değer kalıplarımızdaki bu sarsıntılar arasında, hükümetlerin, Hazine topraklarını


satışa çıkarması, yabancı uyruklulara toprak satışına izin vermesi, önyargılı ve
sınırsız özelleştirme çabaları, yönetimde teftiş ve denetim karşıtlığı, kent yaşamını
doğrudan etkileyen gelişmeler olarak dikkat çekiyor. Bu çerçevede, devlet ve siyaset
adamlarının, tıpkı bir tacir gibi, para, arsa, emlak, villa, otel, motel, şirket ortaklığı,
vergi oyunları gibi işlere giderek daha çok merak sarmaları, devlet ormanlarına el
atmaları olağan durumlardan (ahval-i adiyeden) sayılır oldu.

Görüldüğü gibi, kent havasının insanı özgür kıldığı gerçeğini toplum yapısının
genel koşulları belirliyor. Olguların birbirine bağlılığı burada da kendisini
gösteriyor; boyutları ister yerel, ister ulusal, ister uluslararası olsun... Cengiz
Bektaş’ın da dediği gibi, “Bir kez kültür kirlendi mi, ondan sonra herşey birbirini
izliyor. Düpedüz söyleyeyim isterseniz: Kültür kirlendiği için sular kirleniyor,
hava kirleniyor. Toprak kirleniyor ...Silahlanabilmiş ülkelerin kültürlerini tertemiz
sayabilir miyiz? Suları, havaları, toprakları tertemiz olsa da...” (Bektaş, 1997)

Kentlileşemeden Kentleşmek Üzerine...

Görülüyor ki, sorun insanlarımızın kentlileşemeden kentleşmekte olmalarındadır.


O halde, kentlerimizi, insan kişiliğini her yönden geliştirmeye elverişli bir ortam
yapmak zorunluluğu var. Yoksulluktan ve köylülükten kurtulmaya olanak bulamayan
“yarı kentli” yurttaşı kentlileştirebilmek için bilinçli bir eğitim seferberliğini
başlatmak zorundayız. Üstelik, eğiticilerin, yönetenlerin eğitimine öncelik vererek...

İnsan davranışlarında kentli olmanın, gerçek anlamda yurttaş olmanın gerekli


kıldığı değişiklikler olmaksızın, kent kültüründen kim sözedebilir ki! Bu sorunun
yanıtını yine Cengiz Bektaş’tan bir alıntıyla aramayı sürdürelim:

“Bu yazıyı, Kazdağı’nın Kuzey yönünde, daha doğrusu eteğinde yazıyorum.


Gerçek bir cennetteyim. Bu cennete yakışmayan insanlar, suyun hemen

12 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


dibinde et kızarttıkları için, ortalık dumana boğulduğu ve çok pis olduğu
için, elli altmış metre uzaktayım. İçeriye bir adam girdi. Sanki kimse
yokmuş gibi bağıra bağıra birşeyler sordu, işleticiye... Sözcüklerinin arasında
yabancılar da var. Besbelli Almanya’ya gitmiş. Gitmiş de ne olmuş ki! Kent
görmüşlüğü bir yana bırakın, köyünün terbiyesini bile yitirmiş. Yitirmemiş
olsaydı, bir yere girince, önce içerdekileri şöyle genelden selamlıyacaktı.
Sonra, sesini, başkalarını duyamayacağı, rahatsız olmayacakları denli
kısacaktı. Nasıl kentli olunurdu ki? İnsanlar neden kentli olmuşlar? Nasıl
olmuşlar? Gerçekten, insanlar, neden kenti kurmuşlar? Daha insan olmak
için insanın yarattığı en karmaşık araç kent. Ama bugün de, daha da, en iyi
insanı yaratabilecek düzeye gelemedi kent.

Bugün de kimileri öyle sanıyorlar ya!... Geniş yolları, caddeleri, yüksek,


güzel yapıları, parkları oldu mu bir yerin, kent sayıyorlar ya orayı... Antik
çağda da bir yerin tiyatrosu, dinleti (konser) yeri, okulu, koşu, yarışmalar
(stadyum) yeri, tapınağı, kitaplığı olmadı mı, o kentleşmeyi kent saymıyorlar
ya...

Siz gelin de yirminci yüzyılda Sivas’ı kent sayın... İsterse gökdelenleri olsun,
isterse her yanını çağcıl yapılar, parklar kaplamış olsun... Sivas nasıl kent
olabilir? Kendinden başka düşünenleri odun yakar gibi yakabilenlerden kentli
mi olur? Kentli olmayanların oturdukları bir yer kent olabilir mi?

Kentli olmayanların çoğunlukta olmadığı bir yer elbette kent değildir.


Sivas’ta hem azıcık kentlileşmiş, hem de devekuşu da olmayan insanlar var
olsaydı, otuz beş aydın kişi yakılamazdı, insanlaşmamış olanlarca... Orada
olup bitenler ya da kışkırtma var diyebilenler bakan olsalar ne olur ki!

İşin temeli bu. Kent demek, orada insanca var olunabilen yer demektir.”
(Bektaş, 1996)

Batı Avrupa’nın en büyük kentlerinde, sokaklarda, metroda, trenlerde,


otobüslerde, lokantalarda yüksek, ama çok yüksek sesle konuşan, parlamentonun
bahçesindeki çimler üzerinde et kızartıp transistörlü radyosundan etrafa türküler
saçan kimler varsa, pasaportlarına bakmağa gerek kalmadan, köylülüğünü orada da
sürdüren, kentlileşmeye karşı direnci yüksek insanlar olduklarını düşünebilirsiniz.
Bizde de, metro istasyonlarında vagonların kapıları açıldığında yaşanan itiş kakışlar,
insanda boğa güreşi yapılan arenaları çağrıştırmaz mı? Yürüyen merdivenlerin sağını
solunu geliş geçişe kapalı tutmalar, birikmiş suların üzerinden taşıtla geçerken, hele
de etrafta kadın varsa, gaza basmalar az rastlanan olaylar değil. Köylülük de, demek
ki, kamusal alan gibi, mekana bağlı olmayan, sırtta taşınabilen birşey. Kentteki
köylülüğün, uygarlık açısından, insanlık açısından, haklar açısından, köydeki
köylülükten daha ciddi sorunlar doğurmakta olduğuna hiç kuşku yok.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 13


Kültür ve Kent Kültürü

Türkçe Sözlük’te, kültür, “tarihi, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan


bütün maddi ve manevi değerleri yaratmada, bunları gelecek kuşaklara iletmede
kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren
araçların bütünü” olarak tanımlanıyor. Kültür kavramına, “bir topluma özgü
düşünce ve sanat eserlerinin bütünü”, “muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin
öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi”, “bireyin kazandığı
bilgi” (tarih, sanat kültürü gibi), “uygun biyolojik koşullarda bir mikrop türünü
üretme”, hatta “tarım” gibi anlamların verildiği de görülmektedir. Hem davranış
bilimlerinde, hem de mikrobiyolojide çok sık kullanılan bir kavram olan kültürü,
“içinde canlıların geliştiği (neşv ü nema bulduğu), yaşama süreklilik kazandıran
ortamlar “ olarak tanımlayanlar da var. Bu bağlamda, “kültür balıkçılığı, “kültür
ortamında yetiştirilen inci” çokça duymağa başladığımız kavramlardır.

Bir Fransız düşünürüne göre, kültür, “Herşey unutulduğu zaman belleklerde


ne kalıyorsa, ona verilen isimdir”. Burada dikkati çeken özellik, kültürün bir
birikimin ürünü olduğu, posası atılmış, darası düşülmüş değerleri temsil etmekte
olduğudur. Bu bağlamda, kent kültüründen neyi anlamak gerekir? Herhalde, tarihin
ve doğanın kente bırakmış olduğu birikimi. Kuşku yok ki, bu birikimin temel
öğesi, o kentin kimliğidir. Her kentin kimliğinde, o kentin süreklilik kazanmış
olan ayırdedici özellikleri saklıdır. Kevin Lynch, Kent İmgesi (The Image of the
City) adlı yapıtında, adları bulundukları kentlerin adıyla özdeşleşmiş imgelerden,
öğelerden söz eder. Eiffel Kulesi Paris ile, San Marco Meydanı Venedik ile,
Topkapı Sarayı ve Sinan’ın camileri İstanbul’la, Empire State ve Manhattan’ın
öteki gökdelenleri New York ile özdeşleşmiş simgelerdir. Gazimağusa’nın Namık
Kemal Meydanı’nda her tarihsel çağdan arta kalan fiziksel, görsel ve moral
öğelerin oluşturduğu zengin bir kültürel doku, çağımızın çok kültürlülük idealini
haykırırcasına, yarısı kilise yarısı minare olan bir yapıtla taçlanmıştır. Tolstoy’un,
Balzac’ın, Gogol’ün, Dostoyevski’nin, Chopin ve Tchaikovsky’nin yazınsal ve
sanatsal kimlikleri gibi, kentlerin de, mekansal, fiziksel, toplumsal ve kültürel bir
bütün oluşturan, kendine özgü kimlikleri vardır.

Bir kentin kimliğini oluşturan onun kültür varlığı; kültürüne katkıda bulunan
da kentin kimliğidir. Her ikisi arasında çok yakın bir etkileşimin bulunduğu
yadsınamayacak bir gerçektir. Bu bağlamda, kent kültürünün, dar anlamıyla,
belediyenin tiyatro temsilleri, sergileri, kitap fuarları, folklor gösterileri ve benzeri
sanat ve kültür etkinlikleri olarak algılanması ve onunla yetinilmesi yanlış ve eksik
bir kent kültürü anlayışıdır. Aranması gereken temel ölçüt, kalıcı kültür öğelerinin
korunması, değerlendirilmesi ve geliştirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında, son

14 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


yıllarda çok kullanılan sürekli ve dengeli (sustainable, sürdürülebilir) gelişme
kavramının, kent kültürünün korunması açısından elverişli, ancak değerlendirilip
zenginleştirilmesi yönünden yetersiz bir kavram olduğu öne sürülebilir. Salt koruma
ayağı ağır basan, gelişme yönü eksik bir kavramın, ekonomik, toplumsal ve kültürel
yönlerden tutucu uygulamalarla sınırlı kalabileceğinden , gerçek gereksinmeye
yanıt vermeyeceğinden kaygı duyarım.(TÇSV, 1998)

Kent Kültürünün Aktörleri...

Kent kültürünün oluşmasında, öğelerinin korunmasında ve geliştirilmesinde


türlü aktörlere çeşitli görevler düşer. Uluslararası topluluk, bunlar arasında başta
sayılması gerekenlerdendir. Kent ve çevre değerlerinin evrenselliği, uluslararası
tüzede geniş ölçüde benimsenmekte olan bir anlayışı yansıtıyor. Tek tek ülkelere,
uluslara mal edilemiyecek kadar önem taşıyan kültür, tarih, mimarlık ve doğa
değerlerine insanlığın ortak kalıtı gözüyle bakılmaktadır. Köln, Strasbourg,
Toledo Katedrallerinde, Louvre’u, Sistini’yi, Prado’yu, Kahire Müzesini süsleyen,
zenginleştiren yapıtlarda tüm insanlığın hakkı vardır. Camiler, hanlar, kervansaraylar
ve sivil mimarlığın en güzel örnekleri, artık insanlık aleminin ortak sahipliğinde ve
koruması altındadır. Bu nedenle de, bu ortak kültür değerlerinin ortak çabalarla
korunup geliştirilebileceği kabul edilmektedir. İspanya’nın Barcelona kentindeki
Sagrada Familia da, bu başyapıtlardan biridir. Bu değerlerin ve kentsel simgelerin
uluslararası tüzel belgelere geçmiş olan insanlığın ortak kalıtı içinde yer alması,
ulusal egemenlik kavramının bile gücünü o bağlamda yitirmesine yol açmıştır.

Bunların silahlı çatışmalarda zarar görmemesi için çıkarılmış uluslararası


sözleşmeler vardır. Ne yazık ki, bu güvencelere karşın, Bosna’da, Kosova’da,
Afganistan’da, Kuveyt’de, Irak’ta ve başka yerlerde, gözü dönmüş süper güçler,
insanlığın ortak kalıtı karşısında gereken saygıyı gösterebilmiş değildirler. Oysa,
insanlığın ortak kalıtını korumaya yönelik onlarca uluslararası sözleşme var
onaylamış oldukları... Birleşmiş Milletler Örgütü’nün UNESCO, UNEP ve UNCHS
gibi uzmanlık kuruluşları bu alanda yol gösterici bir işlev görüyorlar. Vancouver
ve İstanbul İnsan Yerleşmeleri (Habitat I ve II) Konferansları (1976 ve 1996),
Stockholm (1972) ve Rio (1992) Çevre ve Kalkınma Dorukları bu etkinliklerden
birkaçıdır. Akdeniz’in korunması konusundaki Mavi Plan’ın hazırlanmasına
çerçeve oluşturan Barcelona Sözleşmesi (1976), Amsterdam Bildirisi (1975),
Avrupa Kültür Sözleşmesi (1954), Avrupa Mimarlık Mirasının Korunmasına
İlişkin Sözleşme (1984), Arkeolojik Mirasın Korunması Sözleşmesi (1992) bu
uluslararası çabaların ürünleridir.(Daha fazla bilgi için bkz. Keleş/Yılmaz, 2003)

Devletler, kuşkusuz, kent kültürünün korunup geliştirilmesinde baş rolde


oynayan aktörlerdir. Yerel yönetimlerin yeterince güçlü, istekli ve bilinçli

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 15


olmadığı durumlarda, devletler bu alanda önemli roller üstlenirler. Antlaşmalara,
sözleşmelere taraf olsalar da olmasalar da, kültür kalıtını korumak için etik bir
sorumlulukları vardır. Bu belgelere taraf olmamış olmak, o belgelerde yer alan
kuralları çiğnemek için bir mazeret sayılamaz.

Üçüncü kümede bulunan aktörler yerel yönetimlerdir. Kent ve çevre değerlerinin


asıl sahibi devlet mi, belediye mi olmalıdır sorusu her zaman gündemde olmuştur.
Halka en yakın kuruluşlar olarak yerel yönetimlerin koruma gibi yerel nitelikli
konularda asıl yetkili olmaları Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın bir
gereğidir. Türkiye’de, çok yakında yasalaşmış olan Kamu Yönetimi Temel
Yasasındaki düzenleme de bu doğrultudadır. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi,
kentlerimizin mimarlık ve kültür kalıtının korunması gibi konular, yerel nitelikteki
işgörü alanları gibi görülmekte olsalar da, yakın geçmişin deneyimleri, bu konularla
ilgili etkinliklerinde yerel yönetimlerin yalnız bırakılmasının doğru olmayacağını
düşündürmektedir. Kent yönetimleri ve bu arada belediyeler, bu konuda, Avrupa
Kentli Hakları Şartı’nın kendilerine tanıdığı sorumlulukların gereğini yerine
getirecek ölçüde güç ve bilinç kazanmak zorundadırlar. Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesi’nin 8 No’lu Tavsiye Kararı (1999), seçimle göreve gelen yerel yönetim
organlarının, hem yaptıkları, hem de yapmayı ihmal ettikleri işlerden dolayı mali
yönden sorumlu olacaklarını belirtmekte, bu sorumluluktan ancak iyi niyetli
olduklarını kanıtlayarak kurtulabileceklerini esasa bağlamaktadır.

Son kümeyi ise, ötekilerden daha az önemli olmayan, yurttaş ya da kenttaş


oluşturur. Bugüne değin, yurttaşın kent ve çevre değerleri karşısında daha çok hak
sahibi kimliği üzerinde durulmuş, ödev ve sorumluluğu gözardı edilmiştir. Oysa,
Immanuel Kant’ın da vurguladığı gibi, haklar ve ödevler bir bütün oluştururlar.
Demokratik rejimlerde özeksel ve yerel tüm yönetimleri halkın özgür istenci ayakta
tuttuğuna, öyle olması gerektiğine göre, kentlerin asıl sahiplerinin sorumluluk
bilinci gelişmiş kenttaşın kendisi olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Bu yurttaş
türü, Aristoteles’in deyişi ile, edilgin değil, etkin yurttaş türüdür.(Brodie, 2000)
Bu bağlamda, kent kültürü, kentlinin kültürü demektir.

Kentinin değerleri, bugünü ve geleceği üzerinde hak sahibi olan kenttaş,


kentine karşı, kentinin kültür birikimine karşı suç sayılabilecek eylemlerden
kaçınmak yükümlülüğü altındadır da. Kente karşı suç kavramı eğer kullanılabilir
duruma gelmiş değilse, bunun biri toplumsal, öteki teknik nitelikte olan iki
nedeni vardır: Birincisi, toplumsal bilinç düzeyinin eksikliği, ikincisi de, yasaya
dayanmayan suç ve ceza olmaz (nullum crimen sine lege, nullum poena sine lege)
anlamına gelen genel tüze kuralı yüzünden kente karşı suç oluşturan eylemlerin
kovuşturulamamasıdır. Rio Bildirgesi (1992) ile getirilen bencillikten uzak kalma

16 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


ve ihtiyatlı davranış yükümlülüğü, devletler için olduğu kadar ve hatta onlardan
da çok, yurttaş ve kenttaş için de söz konusu olması gereken bir davranış kuralıdır.

Küreselleşme Olgusundan Kentler de Payına Düşeni Alıyor...

Yeryuvarlığın küre biçiminde olduğunu yeni öğreniyor gibiyiz. Sanki bu


buluşu geçen yüzyıllarda Kristof Kolomb yapmamış gibi. Ama bugünkü küresellik
anamalın egemenliğiyle ilgili bir küresellik. Günümüzde dillerden düşmeyen
küreselleşmenin elbette olumlu kazanımları var. Teknolojik ve sınai devrimin
insanlığa çağ atlatan hamleler yapmayı olanaklı kılan katkıları yadsınabilir mi?
İnternet insanlara geniş ufuklar açıyor. Toplumların yaşamında her alanda dakik,
ince hesaplar hızla kaba kestirimlerin yerini alıyor.

Ama öte yandan, küreselleşme, kent ve çevre değerleri üzerinde, değer


dizgelerindeki yozlaşmaya koşut olarak, olumsuz etkiler yapmaktan da geri
kalmıyor. (Bauman, 1997; Robertson, 1999; Orum/Chen, 2003). Sermayenin
akışımı önündeki tüm engellerin kaldırılması, yeryüzünde ülkeler ve bölgeler
arasında ticaret özgürlüğünün tam anlamıyla gerçekleştirilmesi için uluslararası
finans kuruluşları canla başla çalışıyorlar. Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI)
ve Uluslararası Tahkim bu doğrultudaki çabalardan birkaçıdır. Dünya Bankası,
yıllık yazanaklarında “devleti küçültme” önerisini ısrarla yapmaktadır. Ayrıca,
plandan ve planlamadan kaçış, Banka’nın uzunca bir süreden beri benimsemiş ve
önermekte olduğu bir kalkınma yöntemi olmuştur. Banka’nın son yayınlarından
birinin başlığının Planı Bırak, Piyasaya Bak (from Plan to Market) olması dikkat
çekicidir. Oysa, kent ve çevre değerlerinin korunması bağlamında, 1972 tarihli
Stockholm Bildirisi’nde (ilke 14-18) temel yaklaşımın plan yöntemi olduğu
vurgulanıyordu. Ortada bir çelişki bulunduğu açıktır. Ülkemizde, ne yazık ki,
küreselleşmenin olumsuz etkileri günlük politikalara da yansımakta ve örneğin,
verimli tarım topraklarına ve ormanlık alanlara yapı izni verilmesi, Hazine
topraklarının satışı, yabancılara toprak satışına izin verilmesi, orman ve mer’a
rejimlerinde değişiklik gibi kent kültüründe mutlak yozlaşmaya yol açabilecek
boyutlar kazanmaktadır. Yanlış yapmaktan kaçınmanın doğru yapmaktan çok daha
önemli olduğu unutulmadan, koruma, canlandırma ve geliştirme politikalarının
belirlenmesinde, savunmacı, tepkisel ve değişme karşıtı anlayış terkedilmelidir.
Küreselleşmenin, çok kültürlülüğü çok kültürsüzlüğe dönüştürücü etkilerinden
kurtulmak için elden geleni yapmak zorunda olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 17


Kaynakça
Bauman, Zygmunt (1997), Küreselleşme, Ayrıntı Yay., İstanbul.
Bektaş, Cengiz (1996), “Kenti Savunmak, Kentli Olmak”, Cogito: Kent ve Kültürü, İstanbul.
Bektaş, Cengiz (1997), “Kültürel ve Güzelduyusal Kirlenme”, R.Keleş (ed.), İnsan, Çevre, Toplum, İmge
Yay., Ankara, (2.Bası), 99-112.
Brodie, Janine (2000), “Imagining Democratic Urban Citizenship”, I.Engin (ed.), Democracy, Citizenship
and the Global City, Routledge, London, 110-128.
Keleş, Ruşen (2004), Kentleşme Politikası, İmge Yay., (8. Bası), Ankara.
Keleş, Ruşen (1995), “Kent İnsanı, Kentleşme ve Düşünce Özgürlüğü”, Edebiyatçılar Derneği, Düşünceye
Saygı: Düşünce Özgürlüğü Konuşmaları, Ankara, 24-30.
Keleş, Ruşen ve Artun Ünsal (1982), Kent ve Siyasal Şiddet, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara.
Keleş, Ruşen ve Meltem Yılmaz (2003), “Doğal Çevre ve Kıyılarımız”, Sanat ve Çevre: 7. Ulusal Sanat
Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi , Güzel Sanatlar Fakültesi, Ankara, 82-94.
Lynch, Kevin (1961), The Image of the City, M.I.T. Press, Cambridge.
Orum, Anthony M. ve Xiangming Chen (2003), The World of Cities, Blackwell.
Robertson, Roland (1992), Küreselleşme: Toplum Kuramı ve Küresel Kültür, Bilim ve Sanat Yay.,
Ankara
Türkiye Çevre Sorunları Vakfı (1999), Sürdürülebilir Kalkınmanın Uygulanması, Ankara.

18 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Osmanlı’da Kentsellik ve Kentler:
Kent Tarihi Yazımında Kültürelciliklerin Ötesine
Geçebilmek...

Sevilay KAYGALAK*

“...tarihçiler olarak, bu ülkenin dışında ve Batı Avrupa’nın


dışında tarihin genişleyen ufkunu hesaba katmama kusuru-
muzla daha çok ilgileniyorum.”1

Giriş

Max Weber’in, kelimenin tam anlamıyla bir kentsel topluluğun yalnızca


Avrupa’da ortaya çıkmış olduğu iddiasının, Türkiye’deki kent tarihçiliği alanındaki
Avrupa merkezci-liberal yaklaşımın temellerini de atmış olduğunu söylemek
mümkündür. Ortaçağ sonlarının siyasal-tüzel özerkliğe sahip kentsel komünlerini,
batıya özgü bir kapitalizm biçiminin habercileri olarak gören Weber, kapitalizmin
gelişmesinde bu denli önemli rol oynadığını belirttiği “gerçek kentsel topluluğu”
oluşturan elzem unsurları şöyle sıralamıştı: alışveriş ve ticaret ilişkilerinin görece
hakimiyeti, bunun yanında bir kale, bir pazar, yerel bir mahkeme, kolektif bir kimlik
ruhu, kısmi bir özerklik ve seçimleri, yerel halkın katılımıyla gerçekleşmiş olan bir
yönetsel yapı (2000:91). Avrupa dışındaki coğrafyalarda Avrupa’dakinin benzeri bir
kentsel gelişmenin önünde esrarengiz2 engeller tanımlayan ve kenti, Batı Avrupa’ya
özgü bir şey olarak kavramsallaştıran Weber’in (2000:114) bu yaklaşımına karşı
gelişen İslam kenti tarihçiliği, Osmanlı kentlerinin incelenmesinde yaygın olarak
* Araş.Gör., A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü
1
Carr, E.H. (1996) Tarih Nedir?, çev.Misket Gizem Gürtürk, 5.baskı, İstanbul:İletişim, s.176
2
Yazarın kendi sözcüğüdür.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 19


başvurulan kuramsal çerçeveyi oluşturur. Söz konusu çerçeve, Weber’e karşı, fakat
onun kavramsallaştırmasına pek de karşıt olmayan tarzda, başka bir “ideal tip”
inşasına dayalı, tarih dışı ve benzersiz bir “İslam Kenti” tanımını temel alan geniş bir
literatürün ürünüdür. Bu literatür, Weber’in Avrupa merkezci ve kültürelci bir bakış
açısıyla ortaya attığı ‘İslam Kenti’ kategorisini reddetmekten daha çok, onun, (ayrıksı
bir form olarak) ‘gerçekte’ ne olduğuna odaklanmış çok sayıda çalışmayı barındırır.
Elinizdeki çalışma, Osmanlı kent tarihinin, Weberci ya da İslam kenti tarihçiliğinin
kültürelci yaklaşımlarının ötesinde, coğrafi ve kültürel çeşitliliği de ortaya koyacak
biçimde, daha evrenselci ve maddeci bir yaklaşımla nasıl yazılabileceği sorusuna
yanıtlar arıyor. Nitekim Bizans, Selçuklu ve Arap geçmişinin getirdiği değişik
kültürleri ve çok geniş bir coğrafyayı barındıran Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
kentsellik olgusunu anlamaya ve açıklamaya dönük bir çaba için, bu yaklaşımların
ne denli sınırlayıcı olduğu ortadadır. Bu çerçevede, söz konusu yaklaşımların
sınırlılıkları üzerine bir tartışma yürüterek Osmanlı kentini, evrensel tarihin bir
parçası olarak görmemizi kolaylaştıracak bir bakış açısı geliştirmeye çalışacağım.
1. Weber ve İslam Kenti’nin Sınırları
1960’larda Ira Lapidus, 13. ve 16. yüzyıllar arası Suriye ve Mısır’daki kentsel
yaşamı incelerken İslam kentine ilişkin ilk genellemeleri yaptı (1969; 1970). Albert
Hourani ise, M.S. 7. yüzyıldan günümüzün tekil dünya toplumunun oluşumuna
değin (İspanya, Kuzey Afrika, Mısır, Suriye, Anadolu, Irak, İran, Orta Asya
ve Hindistan gibi coğrafyalarda) varlığını sürdüren bir ‘İslam kenti’nden söz
etmekteydi (1970:10-11). Abu-Lughod, her ne kadar, bir ideal tipleştirmeden uzak
durarak daha esnek ve geniş bir çerçeve önermiş de olsa, İslam’ın bir ideoloji ve
pratik olarak çeşitli coğrafyalarda kendisini dışa vuran bir kent anlayışına sahip
olduğunu iddia etmişti (1989:195). Osmanlı kentleri üzerine yapılan sonraki
araştırmalarda da ‘İslam kenti’ kategorisini reddeden bir yaklaşımla sık olarak
karşılaşmıyoruz. Örneğin, Stefan Yerasimos, İslam hukuku ve onun kente yönelik
bölümünün birleştiriciliğinden yola çıkarak (1996:10), Osmanlı kentini bir İslam
kenti olarak tanımlıyor (1996:17). Yine yakın zamanda yayımlanmış olan Osmanlı
Kenti (Yapı Kredi Yayınları, 2001) adlı kitabın yazarı Maurice M. Cerasi’ye göre
de, diğer Müslüman kentlerinden ayırt edilmesini sağlayacak özgün bir biçim ve
kendine has bir anlam veren öğelerin sayısı oldukça fazla da olsa, Osmanlı kenti,
sonuçta bir İslam kentidir (2001: 23).
Kuşkusuz, kentin içinde şekillendiği kültürel coğrafyayı oluşturan İslam,
gerek mimari gerekse toplumsal düzenlemeler açısından kentsel biçim ve
işleyişler üzerinde belirgin bir etkiye sahipti. Fakat bu durum, İslami kentleri3
3
Metin içerisinde “İslami kent” adlandırması yeni bir ideal tipleştirme için değil, sadece sözü geçen
kent ya da kentlerin İslam özelliğine vurgu yapmak üzere kullanılıyor.

20 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Avrupa’dakilerden “daha az kentli” yapmamaktaydı. Oysa ki, ‘İslam kenti’
kavramı etrafında dönen tartışmalar, açık ya da gizil olarak bu tarz bir bakış
açısının ifadesidir.

Avrupalılara özgü olarak tanımlanan akılcılığın, bir modern çağ olgusu olduğu
ve Ortaçağ Hıristiyan Avrupası’nda da dinin kentsel toplumsal yaşantı üzerindeki
etkisinin görmezden gelinmesi ise başka bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bilindiği
üzere, Ortaçağ kentinde, Hıristiyanlık kentin kurumsal, ekonomik ve sosyal
karakterinin gelişmesinde temel bir rol oynamıştı. Toplumun katı hiyerarşik
örgütlenmesi içinde en başta gelen, ekonomik ve ahlaki gücü elinde tutan Kilise
idi (Pirenne, 1937:12). Bu yüzden Henri Lefebvre, Ortaçağ (ya da feodal) kentsel
mekanını tanımlarken en önemli fark olarak dinin bu sistem içindeki belirleyici
rolüne dikkat çeker (1994: 236). “Din, politik bir mekan olarak beliren Ortaçağ
kentinin temel düzenleyici ilkesiydi” (Lefebvre, 1994: 240-241).

Her ne kadar Weber, Hıristiyanlığın, İslamdan farklı olarak, kabileciliği yıkmak


yoluyla, modern kent kültürünün oluşumundaki katkısından söz etse de, bu, İslami
kentlerde (geleneksel kolektif düşünme ve eyleme biçimlerinin ötesinde) ayrı bir
kentlilik bilincinin gelişmemiş olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim Osmanlı kenti
tarihçilerinden Özer Ergenç, daha 16. yüzyılda Osmanlı Anadolu kentlerinden
biri olan Bursa’da böyle bir kentlilik bilincinin ortaya çıkmış olduğunu yazar
(yayımlanmamış doçentlik tezi, 187).

Aslında, Yakın Çağ Avrupası kentleriyle (ki onun da ancak Batısı ile sınırlı
kalmış olan örneklerden yola çıkarak varılmış bir ideal tipleştirme ile), kapitalizm
öncesi Yakındoğu’nun (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) kentlerini, İslami bir kimlik
altında toplayarak karşılaştırırken, Weber’in kafası, modern Avrupa’nın akılcı,
bürokratik, endüstriyel toplumunun nasıl oluştuğu sorusu ile meşguldü. Weber,
Avrupa’nın bu yönde bir gelişme göstermesini olanaklı kılan özel koşullara sahip
olduğunu iddia ediyor ve ‘dini, geleneksel değerlerden bağımsız’, özerk ve kendi
kendini yöneten kentsel birliklerin varlığını da bunun en önemli kanıtı olarak
görüyordu. Bu şekilde, kenti, kapitalizmin Batı Avrupa’da ortaya çıkma koşullarını
açıklamak üzere kullanırken, onu yalnızca Batı’ya özgü bir ideal tip olarak
kavramsallaştırmaktan ve Yakındoğu kentlerini ise sadece İslami özellikleriyle,
benzersiz ve değişmez olarak tanımlayan oldukça kültürelci ve aynı zamanda tarih-
dışı bir yaklaşıma girmekten kaçınmadı. Oysa başka bir çalışmasında, Weber, bu
tarz bir yaklaşımın sınırlayıcılıklarının farkında olarak, onları aşan bir bakış açısı
sergilemekteydi. “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” başlıklı çalışmasında
yer alan şu satırlar, O’nun, modern (kapitalist) kenti ortaya çıkaran koşulları,
toplumsal ve iktisadi ilişkiler düzeyinde aramış ve sınıf terimleriyle açıklamaya
çalışmış olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir:

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 21


Bütün dünyada toptan ve perakende, yerel ve deniz aşırı ticaret ile uğraşan
tüccarlar vardır, önödemesiz satışın her türü yapılmaktadır, hiç olmazsa bizim
[Batı’nın] 16. yüzyıldaki bankalarımıza benzer işlevleri yerine getiren çeşitli
bankalar vardı; deniz kredileri, deniz ticareti ve bunun yol açtığı tür alışveriş ve
birlikler sürekli ilişkiler olarak yaygındı (1997: 19)

... sivil pazar olanakları, birlikler, loncalar ve kent ile köy arasındaki her türlü
hukuki fark her yerde ortaya çıktığı halde, Batı dışında hiç bir yerde “burjuva”
ve “burjuvazi” kavramları gelişmemişti, ayrıca sınıf olarak “proletarya” da yoktu
ve olamazdı da çünkü, herşeyden önce özgür emeğin, bir işletme içinde ussal bir
örgütü yoktu (1997: 22)4.

Tamamen ekonomik açıdan bakıldığında, evrensel bir kültür tarihi içinde


ana sorun, kapitalizmin kendini değişen biçimlerde ortaya koymasıdır; yani
maceraperest ya da ticari ya da savaş, siyaset, işletme ve kazanç biçimlerine dayalı
kapitalizm olarak ortaya koyması değildir. Fark, daha çok, özgür emeğin ussal
bir biçimde örgütlenmesini içeren ve burjuvaziye dayalı işletme kapitalizminin
olmamasıdır (1997: 22-23).

Burada Weber’in, Avrupa kentini, kendisiyle açıklayan (self-refential) ve onu


mutlaklaştıran bir açıklama tarzının ötesine geçerek, bu kentin varoluş koşulunu,
üretim kapasitesini geliştirmeye uyumlu bir toplumsal ilişkiler düzeninin
kurulması olarak ortaya koyduğuna tanık oluyoruz. O halde, kentsellik olgusunun
sadece kültürel farklılıklarla açıklanamayacağının Weber de farkındaydı. Bunu
vurgulamak önemli gözüküyor; çünkü buradan kentsellik olgusunu anlamamıza
ve açıklamamıza yardımcı olacak en uygun yöntem şekillenmeye başlar.

2.Genişleyen Ufuklar:Kentselliği Tarihsel Bağlam ve Süreçler


İçinde Anlamlandırmak

Bu yöntem, kentselliği, tarihin bir anında, belirli bir coğrafyada ortaya çıkan
özerk (kendi iç yasalarının ürünü), durağan bir mekansal biçime indirgeyerek
değil, kendisinin de bir parçası olduğu tarihsel-toplumsal bağlam ve süreçlerle
bir iç ilişkililik içinde kavramaktır. Kentselliğin temel niteliklerini araştırmamızı
sağlayacak böyle nesnel bir çözümleme düzeyine ulaştıktan sonra ihtiyacımız
olan kentsellik ve toplumsal süreçler arasındaki ilişkinin doğasına ilişkin bir
öngörümüz olmasıdır. Bu noktada, “Kentsellik bir toplumsal biçim, diğer başka
şeylerin yanında belli bir işbölümüne ve egemen üretim tarzıyla genelde tutarlı
belli bir hiyerarşik faaliyet düzenine dayandırılmış bir yaşam tarzıdır.” diyen
4
Vurgu bana ait.

22 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


David Harvey’in (2003:187) egemen üretim tarzıyla, kentselliğin biçim ve işlemesi
arasında can alıcı bir ilişki bulunduğu önermesini (2003:188, 198) dikkate alabiliriz.
Böyle bir hareket noktası “feodal” ya da “kapitalist” adı verilen üretim ilişkilerinin
belli homojenlikler içeren, kendilerine özgü “egemen bir kentsellik biçimi”
yaratmasını varsayabilmemizi mümkün kılar.5 Bu tarz bir sınıflandırma bir ideal
tip kavramlaştırması olmayacağı gibi, Batı dışındaki kentsellik olgusunu anlamaya
engel pek çok spekülatif (ya da oryantalist) formülasyonun da sorgulanmasına
katkıda bulunabilir.

Bu tür bir sınıflandırmaya gitmek açısından Gideon Sjoberg’in “sanayi öncesi


kent” tipleştirmesi, önümüze, Weber’in modelinden hem ampirik olarak daha
değerli hem de kavramsal açıdan daha yararlı olabilecek bir çerçeve koyar.
Avrupa, Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Asya bölgelerinde yürüttüğü araştırmalar
sonucunda buradaki kentsel topluluklar arasında ekonomik, demografik ve siyasal
açıdan önemli benzerlikler saptayan Sjoberg, sanayi öncesi kentinin genel yapısının
pek çok kent toplumbilimcisi tarafından anlaşılmamış olduğunu yazar (2002: 53)6.

Sjoberg’in de belirttiği gibi Weber, Tönnies ve diğerleri endüstriyel-kentsel


(kapitalist) topluluk ile sanayi öncesi (feodal) kenti arasındaki önemli farklılıklar
üzerinde, Batılı ve Batılı olmayan toplum kenti arasındaki farklılıkları vurguladıkları
kadar kafa yormamıştır. Oysa Sjoberg, on yıl süren görgül araştırmaları sonucunda
bir “sanayi öncesi kent” tipolojisi oluşturabilecek düzeyde, kimi yapısal öğelerin
bu dönemdeki tüm kentler için geçerli olduğunu gözlemlemiştir. Bu kentler,
en genel olarak, birer üretim odağı olmaktan çok dışarıdan alınan gıda malları
ve hammmaddelerin değiş-tokuşunun gerçekleştiği pazar yerleriydi. Siyasal,
dinsel ve eğitimle ilgili önemli işlevleri vardı. Düşük nüfus artışı, mahalleler
arası keskin toplumsal farklılaşma, dinsel değerlerin etkisi altında bir gündelik
yaşam, yetersiz ulaşım olanakları, mekansal hareketliliğin düşüklüğü diğer önemli
özelliklerdi. Bununla birlikte “iş bölgeleri” sanayi kentlerinde olduğu gibi başat
bir konuma sahip değildi ve bu konum Ortadoğu’da en büyük cami, Ortaçağ
Avrupası’ndaysa katedrale aitti. Yerel topluluk sınırları içinde faaliyet gösteren
çeşitli meslek örgütleri (“lonca”), tüccarlar, zanaatkarlar ve hatta köleler, dilenciler
5
Korkut Boratav’ın belirttiği gibi, tarihsel olarak bakıldığında, tek bir üretim ilişkisi yerine, aynı
toplumda çeşitli üretim biçimlerinin bir arada varolduğunu saptıyoruz. Ancak geçiş toplumları için söz
konusu olabilecek bu durumu, çok uzun bir tarihi ve bütün toplumları kapsayacak biçimde yorumlamak
anlamsızdır. Nitekim diğer hallerde yanyana varolan üretim biçimlerinden birinin, egemen üretim biçimi
olması beklenir. Çünkü toplumsal kuruluşun asli unsurlarından olan üst-yapı kurumlarının pekçoğunun
(özellikle hukuk ve siyaset), bünyelerinde çelişkili unsurlar taşısalar bile, toplumun tümü için geçerli
olmak bakımından çeşitli üretim biçimlerinden en az biriyle, yani egemen üretim biçimiyle uzlaşma
halinde olması zorunludur (1983:37).
6
Yazar, haklı bir değerlendirmeyle, eğer bu genel yapısal öğeler anlaşılsa, özgül kültürel sapmaların da
daha anlamlı biçimde kavranma olanağının yakalanabileceğine olan inanıcını da dile getirir (2002: 53).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 23


ve girişimcilerin çalışmalarını düzenleyen birimler olarak kent yaşamının önemli
bir bileşeni idi. Toplumsal devingenliğin el alt düzeyde gerçekleştiği bu kentte
bir orta sınıfa rastlanmamakta ve toplumsal örgütlenmenin yönetimsel, dinsel ve/
veya eğitimle ilgili kurumlarında yer alan seçkinler ile karşılarında, ürettikleri
mal ve hizmetleri çoğunlukla onların yararına sunan halk yığınları kentin sınıfsal
dokusunu oluşturmaktaydı (Sjoberg, 2002:39-44).

Osmanlı kentlerini konu alan monografilerin ve daha genel araştırmaların


irdelenmesi, bu kentlerin, Sjoberg’in tanımladığı modele ait pek çok özelliği
barındırdığını ortaya koyar. Öyleyse, Osmanlı kentlerinin de, kırsal alana dayalı
ve bütünleştirilmiş bir mekan ekonomisinden yoksun bir üretim tarzı içinde yerel
ve uzun mesafeli ticarette önemli işlevler edinmiş, siyasi ve dinsel merkez olma
özellikleriyle öne çıkan Ortaçağ kentselliğinin (Harvey, 2003:228-229) dışında
olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Osmanlı kentlerinden söz etmeden önce, bu toplumun Balkanlar, Anadolu,


Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı içine alan geniş coğrafyası içinde yer alan kentlerinde,
mimari, kültürel ve hatta hukuki bir tekörnekliğe rastlanamayacağını en baştan
saptamak zorundayız. “Muhakkak ki, Osmanlı kenti bir sentezdir” (Ergenç,
1995:48). Nitekim, 14. yüzyılın başlarında Bizans ve Anadolu Selçukluları
arasındaki sınır bölgesinde ortaya çıkıp, iki yüzyıl içinde Avrupa ve Arap
topraklarına yapılan fetihlerle bir dünya imparatorluğuna dönüşen Osmanlının
kent kültürü, birbirinden oldukça farklı etnik, dini, ekonomik ve politik yapılar
üzerinde gelişmişti7. Ne var ki bu, Osmanlıların kendilerine özgü bir kentsel
düzen oluşturamamış oldukları anlamına gelmiyor. Osmanlı yönetiminin gerek
yeni şehirler kurmak gerekse mevcut olanları yeniden düzenlemek yönündeki
politikaları, oldukça geniş olan imparatorluk coğrafyasını temsil edebilecek (İslam
ve Avrupa kenti tanımlamalarının ötesinde) bir kentsel biçim ve işleyişten söz
edebilmeyi olanaklı kılmaktadır.

3. Genel Hatlarıyla Osmanlı Kentlerinin Ekonomi Politiği

Ekonomi politik açıdan Osmanlı kentlerini kavramamıza yardımcı olacak


ekonomik, siyasal ve sosyo-mekansal özelliklerin sistematik bir değerlendirmesine
geçmeden önce, yönetim merkezi olma temel işleviyle ortaya çıkan bu kentlerin
genel yönetim sistemi içerisindeki konumlanışları üzerinde durmak anlamlı
gözükmektedir.
7
Çok farklı özellikler sergileyen bu kentler sayıca da oldukça yüksekti. Sözgelimi, Geza David’in
aktardığına göre, sadece Ortaçağ Macaristanı’nın Osmanlı bölgelerinde 230 şehri bulunuyordu
(1999:111).

24 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


3.1.Özerklik bakımından yönetsel birimler ve kentlerin konumu

Bilindiği gibi, ‘klasik’ Osmanlı düzeni içinde en büyük yönetsel birim,


beylerbeyi tarafından yönetilen eyaletlerdi. Eyaletler birkaç sancağın bir araya
getirilmesiyle oluşturulmuştu8. Sancak, sancakbeyinin (vali) emrindeki yönetim
birimiydi. Sancağın altında yer alan birimler ise kaza ve köylerdi. Hiyerarşik
bir yapılanma içinde devletin tarım gelirlerini denetimi altına aldığı bu sistem
(timar)9, ancak, Osmanlı yasa ve yönetiminin iyice yerleşmiş olduğu bölgelerde
uygulanabildi. Mısır, Bağdat, Habeşistan, Basra ve Elhasa eyaletlerinde bu sistem
uygulanmamıştır (İnalcık, 2004:109). Bu eyaletlere ait gelirlerin toplanması işi,
timar sisteminde olduğu gibi devletin askeri yöneticilerine (sipahilere) verilmeyip,
yerel bir yöneticinin, bütün askeri ve yönetsel masrafları karşıladıktan sonra salyane
denen sabit bir miktar vergiyi merkeze göndermesi biçiminde yapılmaktaydı.
Ayrıca Doğu Anadolu bölgesindeki sancakların farklı yönetiminden de söz etmek
gerekiyor. Doğu Anadolu’nun bazı yörelerine Hükümet adı altında özel bir statü
tanınmıştı. Hükümetlerin bütün gelirleri, sultanın buyruğu üzerine orduya asker
vermek yükümlülüğü bulunan aşiret beylerine aitti. Sultan, bu bölgedeki önemli
kentlere bir kadı atar ve bir yeniçeri birliği yerleştirirdi (İnalcık, 2004:111). Özetle,
Osmanlı yönetim yapısı, timar, salyane ve hükümet uygulamalarına dayanıyordu.
Böylece imparatorluk içinde doğrudan doğruya Osmanlı yönetiminde olanlardan
ayrı olarak, birçok özerk yönetim birimi bulunuyordu. Bu, timar sistemi içinde kalan
kentler bağımlı bir konumda bulunurken, salyane ve hükümet uygulamalarına dahil
kentlerin belli bir özerklikten yararlanabilmesi anlamına geliyordu. Salyanenin
uygulandığı vilayetlerde vali, kadı ve defterdar gibi devlet yöneticileri bulunmakla
birlikte, küçük ve orta büyüklükteki kentlerde, çoğu zaman yörenin Osmanlı
öncesi etkin olan toplumsal grup ve kişileri etkili oluyordu. Uzun dönemde bu
işleyişin, sonradan eyalet merkezi olmuş olan Cezayir ve Tunus gibi, özellikle orta
büyüklükteki kentlere tam bir özerklik sağladığı görülüyordu (Acun, 2002:262).

Salyane eyaletleri ve hükümetlerin yanı sıra Boğdan, Eflak, Erdel, Ragusa


(Dubrovnik), Gürcistan ve Çerkezistan ve 17. yüzyılda Kazak Hetmanlığı’yla,
Kırım Hanlığı, Mekke Şerifliği ve Geylan gibi tabi Müslüman beylikler de özerk
yönetimlere sahipti (İnalcık, 2004:111). Nitekim, Traian Stoianovich de, Osmanlı
yönetiminin, Bizans idaresindeyken önemli yerel ayrıcalıklarla donatılmış ve bu
8
1610’a doğru imparatorlukta toplam otuz iki eyalet olduğu belirtiliyor (İnalcık, 2004:109). Bu arada
yine İnalcık’ın yazdığına göre “eyalet” terimi 16. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmıştır (2004:122).
9
Timar, teorik olarak Sultan’a ait olan topraklardaki vergi toplama yetkisinin, devlete askeri
hizmet sağlayan yönetici sınıf üyelerine yaşam boyu sürmek üzere verilmesiydi. Kendi içinde üçe
ayrılıyordu:Yıllık gelirleri 20.000 akçeyi geçmeyen ve savaşta yararlılık gösteren sipahilere verilen
olağan timarlar, yıllık gelirleri 20.000 ile 100.000 akçe arasında olan ve merkezde, yüksek mevkilerde
bulunan yönetici sınıf üyelerine verilen zeamet ve son olarak da yıllık 100.000 akçeden fazla gelire
sahip olup, Sultan ve ailesine verilen haslar.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 25


yüzden belli bir özerkliği bulunan ve savaşmaksızın Osmanlı yönetimine girmiş
olan Balkan kentlerinde, bu ayrıcalıkları sürdürdüğünü yazar. Örneğin 1430 yılında
Sinan Paşa, Yanya’da yaşayanlara, dinlerinin gereğini yerine getirme konusunda
tam bir özgürlük tanımıştı. Paşa, aynı zamanda, Yanya piskoposunun hukuki
sıfatlarını ve Rumların kale surlarında oturmayı sürdürmelerini kabul etmişti.
Ayrıca Yanyalılar, çocuklarını “devşirme” olarak göndermeye ilişkin bir zorunluluk
içerisine sokulmamışlardı ve bu ayrıcalıklar, 1611’deki Celali İsyanlarına kadar
devam etti. Yazar, benzer haklara sahip başka yerlerin de bulunduğunu aktarıyor
(Stoianovich, 1992: 82).

16. ve 17. yüzyıl Osmanlı kentini araştırdığı Osmanlı’da Kentler ve Kentliler


adlı kitabında (2000, Tarih Vakfı Yurt Yayınları), Suraiya Faroqhi de, Stoianovich’in
verdiği bu bilgiden yola çıkarak, 16. yüzyılın “bağımsız” Osmanlı kentinin giderek
yerini yarı-bağımlı bir yapıya bıraktığına işaret eder ve bu bakımdan, 17. yüzyıl
kentlerinin aynı dönemin Fransız ve İspanyol kentleriyle karşılaştırılabileceği
değerlendirmesini yapar. Nitekim, bu dönemde Avrupa’daki mutlakiyetçi devlet
de Ortaçağ’ın az-çok özerk, “bağımsız” kentlerini ortadan kaldırmıştı (Faroqhi,
2000:369).

Bu bilgiler gösteriyor ki, 17. yüzyıla kadar Osmanlı coğrafyasının bir kısmında
özerk yönetimlere sahip kentlere rastlanabiliyordu. Öyleyse, Doğu’nun kentlerinde,
kentte yaşayanların iradesinin yönetime yansımadığı varsayımı tartışmalı hale
geliyor. Bazı araştırmacıların aktardığına göre, kentlilerin yönetimde söz sahibi
olma pratiği, imparatorluğun yönetim sistemindeki farklı uygulamalarla (salyane,
hükümet vb.) sınırlı olmayıp bunun ötesine de geçebiliyordu. Özer Ergenç
(1995:161), timar sistemi içinde kalan (merkezi otoritenin kuvvetle hissedildiği)
kentlerde bile, ayan ve eşraf denilen bir grup kentlinin, kenti ilgilendiren her hususta
söz sahibi olduğunu belirtiyor. Yazar, 16. yüzyıl belgelerinde, Osmanlı kentlerinde,
devlet ve reaya arasındaki ilişkileri düzenleyen, hem reayanın temsilcisi durumunda
bulunan hem de devlet emirlerinin uygulanmasında resmi görevlilerin yardımcısı
görünen “şehir ileri gelenleri” denilebilecek, zengin tüccarlardan, esnafın yaşlı
ve güngörmüşlerinden, ulema, imam, hatib gibi tanınmış din adamları ve tarikat
şeyhlerinden oluşmuş bir gruptan söz ediyor. Kentin yöneticilerinden biri olan
ve devlet tarafından reayaya yüklenen parasal ve hizmet görevlerinin yerine
getirilmesi, yükümlülüklerin kentliler arasında adil dağılımının yapılması, işlerin
sıraya konması, yükümlülüklere karşı reayanın dileklerinin merkeze iletilmesi,
kentte darlık ve sıkıntı çekilmemesi gibi görevleri bulunan şehir kethüdası da bu
grup içinden atanıyordu (Ergenç, 1982:106-108). Halkın isteği ve seçmesiyle atanan
şehir kethüdaları, Osmanlı kent yöneticileri arasında farklı bir konuma sahipti.

26 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Bu alt başlıkla ilgili olarak, Edhem Eldem, Daniel Goffman ve Bruce Masters’ın
birlikte kaleme aldıkları Doğu ile Batı Arasında Osmanlı Kenti (Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2000) adlı çalışmada dile getirilen bir noktaya değinmek yerinde olabilir.
Yazarlar, Arap toprakları dışındaki Osmanlı kentleri üzerine çalışanların anahtar
bir kaynaktan yoksun olduğunu aktarıken bunun söz konusu kentlere ilişkin
yanıltıcı bir izlenime yol açmış olabileceğine işaret ederler. “Arap topraklarında
yerli bir seçkin sınıfın varlığını çok kesin biçimde kanıtlayan kent biyografileri
ve vakayinamelerin benzerleri, imparatorluğun Anadolu ve Balkanlar’daki
kentlerinden günümüze pek kalmamıştır.” (Eldem, Goffman ve Masters, 2000:
10). Yazarlara göre, Anadolu söz konusu olduğunda Osmanlı hakim sınıfından
etnik ve dilsel açıdan farklı bir ileri gelenler grubunun olmaması, belli bir kentli
kimliği ve literatürünün oluşmasına engel oluşturmuş olabilir. Bu durum, yani
biyografi geleneğinin yokluğu, Anadolu kenti araştırmalarının neredeyse sadece
Osmanlı devletinin merkez arşivlerinden elde edilen belgelere ve kadı mahkemesi
kayıtlarına bel bağlaması zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Bu koşulda
yapılan çalışmalar ise, özgün ve yerli gelişmeler yerine, Osmanlı devletine siyasi
ve iktisadi itaate vurgu yapan değerlendirme ve sonuçlar ortaya koymakta ve
Osmanlı kentlerinin özerklik ve kentlilik bilincinden yoksun olduğu konusunda
muhtemelen yanıltıcı bir izlenimin daha yaygın biçimde kabul görmesine katkıda
bulunmaktadır (Eldem, Goffman ve Masters, 2000: 10).

3.2. Kent düzeyinde yönetimsel yapı

Bilindiği gibi, Osmanlı yönetim sistemi içinde yer alan eyalet ve sancak, askeri
birimlerdi. Bunlar aynı zamanda kaza denilen ve kadı tarafından yönetilen şer-i
idari birimlerine de ayrılıyordu. Örfi ve şer-i ayrımı olarak bilinen bu durum, kentin,
hem umera/örfi yöneticiler (beylerbeyilik ve sancakbeyliğinden en alttaki sipahiye
kadar uzanan timar sistemi görevlileri)10 hem de ulema/ilmiye sınıfı olmak üzere
(kadıdan imama varan, yargı, fetva11 ve öğretim hizmetlerini yerine getirmekten
sorumlu görevliler)12 iki ayrı grup tarafından yönetilmesini beraberinde getirmiştir.
Bunun dışında, ehl-i hirfet denen esnaf ileri gelenleri (ahi, şeyh, kethüda ve yiğitbaşı
gibi) ve muhtesibler de kentin yöneticileri arasında yer alıyordu. Bunlar, çarşı ve
pazarda satılan malların fiyatının belirlenmesi, kentsel üretimin örgütlenmesi,
esnafın ve üretimi ilgilendiren bir takım standartların uygulanması ve denetimin
sağlanması gibi görevleri yerine getiriyordu.
10
Bunlar, beylerbeyi veya sancakbeyi ya da vali ile mütesellim, ayan, şehir kethüdası, voyvoda, muhassıl,
subaşı, derbentçi-yasakçı-mübaşir ve bekçiden oluşmaktadır.
11
Sosyal meselelerin şeriat açısından yorumlanması ve çözümlenmesi.
12
Ehl-i şerde denen, kadı/naib, müftü, muhzırlar, mahkeme katibi, nakibü’l-eşraf kaymakamı Hz.
Peygamberin soyundan geldiklerini belgeleyen kimselere/seyyid ve şeriflere tanınmış olan ayrıcalıkları
korurdu-, müderris, imam ve hatipler bunlar içindedir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 27


Tüm bu görevliler, merkezi yönetimce atanıyor ve kentlerde seçilmiş yönetici
bulunmuyordu. Ancak örfi yöneticiler arasında yer alan ve kentsel topluluk ile
devlet arasında aracılık yapan şehir kethüdasının atanmasında kentte yaşayanların
isteğinin dikkate alınması, Osmanlı kent yönetimine özyönetimsel bir boyut
katıyordu denilebilir13. Fakat kent yönetimi açısından en etkin rolün, adli,
mülki ve beledi alandaki yetkileriyle kadıya ait olduğunu belirtmekte yarar
var. Kadı yargılama yetkisinin yanı sıra kentlerde genel güvenlikten, temizlik
ve imar düzeninin sağlanmasına, yeme, içme, dinlenme yerlerinin ve esnafın
denetlenmesine kadar pek çok görevin baş sorumlusuydu. Bütün bu görevleri
kendisine yardımcı olan başka görevliler ve kurumlarla beraber yerine getiriyordu.

3.3.Sosyo-mekansal yapı ve işleyiş

Kentlerin bu gelişkin yönetimsel yapısı, nasıl bir sosyo-mekansal çevreye


karşılık geliyordu? Öncelikle 16. yüzyılda, hem kırsal hem de kentsel nüfusun %
40-50 oranında artmış olması ve öte yandan dünya ticaretinde gezginci tüccarın
önemini kaybedip yerleşik tüccarın ortaya çıkmasının, kentin yapısında önemli
bir dönüşüm meydana getirmiş olduğunu belirtmek gerekiyor (Tekeli, 1996:356).
Bu yüzyıla kadar Osmanlı kenti, Ortadoğu kentlerine benzer biçimde bir kale ve
kalenin dışında kalan “kale altı” denen bir kısımdan oluşuyordu. Kalenin içinde,
içkale ya da hisar denilen yerde yöneticiler oturuyor, bunun dışında ise, kentin ileri
gelenlerinin oturduğu ve zanaat faaliyetlerinin yürütüldüğü kısımlar yer alıyordu.
Bu noktada Osmanlı kentlerinde yöneticilerin konutlarından ayrı bir işyerleri
olmadığı belirtilmelidir. Yöneticiler kendi konutlarında iş gördüklerinden, kent
merkezinde yönetim işlevli ayrı binalar yer almıyordu. Kale altında ise, pazarlar
ve yerleşik olmayan ticari faaliyetler ile tarımla uğraşanlar, kervansaraylar, bazı
tekke ve zaviyeler bulunuyordu. 16. yüzyıl ile birlikte, kentin bu yapısı dönüşerek,
kalenin karşısında yerleşik ticaretin yürütüldüğü bedesten denen kapalı çarşılar
yaygınlaştı (Tekeli, 1982:20; Tekeli, 1996:357). Bedestenler çoğunlukla vakıflar
yoluyla kuruluyordu.

Bu noktada, kentlere kamu hizmeti sağlayarak gelişmelerinde önemli rol


oynayan bir kurum olan vakıflar üzerinde durmak gerekiyor. Çoğunluğu askeri
yöneticilerce kurulan ve özerk bir yönetime sahip olan vakıflar, kent yaşamının çok
önemli bir unsuruydu. Kentsel altyapı hizmetleri, dinsel ve sosyal hizmet üreten
yapıların inşası vakıflar tarafından görülürdü. Bedestenin yanı sıra, cami, aşevi,
medrese, hastane gibi yapıları içeren külliyeler ile bunların bakımı için gerekli
dükkan, kervansaray, hamam, boyahane, mezbaha, değirmen vb. yapılar, vakıflar
13
Şehir kethüdalığının, 17. yüzyılda ayanlığın oluşmasıyla önemini yitirmeye başladığı belirtilmektedir
(Özkaya, 1985:200).

28 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


tarafından inşa edilir ve korunurdu. Kamu hizmeti sunarak kentlerin gelişmesinde
doğrudan rol alan vakıflar ayrıca (özellikle büyük vakıflar) yalnızca kentsel gelire
dayanmayıp, gelirinin önemli bir kısmını köylerden elde ettiğinden, köyden kente
sürekli bir artıkdeğer aktarımının aracı olarak da kent ekonomisine ve dolayısıyla
kentleşme süreçlerini hızlandırmaya katkıda bulunmuştur (Faroqhi, 2000:56).

Vakıflar aracılığıyla kurulan ve Osmanlı kentine özgün bir nitelik kazandıran


bu dinsel ve sosyal yapı topluluğu, 16. yüzyıldan sonra, kalenin karşısında ikinci
bir mekansal odak olarak belirmiş ve kentlerin çekirdeğini oluşturmuştur14.
Bunların çevresinde, zaman içinde belirli üretim dallarında ve ticaret ile hizmet
faaliyetlerinde uzmanlaşan sokaklar oluşmuş, bu gelişmeler de, yeni konut
alanlarının/mahallelerin kurulmasını beraberinde getirmiştir (Tekeli, 1996:358).15
Diğer İslami kentlerde mahalle, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, geceleri kapanan
kapılarıyla dikkat çeken, çeşitli etnik ve dinsel grupların kapalı bir bütün olarak
yaşadığı savunma bölgesiyken, Osmanlı kentinde, devlete karşı yükümlülüklerin
yerine getirilebilmesi ve sosyal hizmetlerin daha iyi görülmesini sağlayan temel
birimler olarak ortaya çıkmıştır (Ergenç, 1995:159). Bu mahalleler, etnik ve dini
gruplar temelinde farklılaşmış, aynı inanç ve gelenekten aileler, farklı sınıflardan
da olsalar, aynı mahallelere toplanmıştı. Mahalleler arasında yüksek duvarlar ve
demir kapıların bulunmaması, dinsel ve etnik gruplar arasında katı bir ayrılma
ve içe kapanmanın yaşanmadığının göstergesi olarak değerlendirilebilir (Ergenç,
1995:50).

Bedesten, külliye, çarşı ve hanları içeren bir ekonomik ve sosyal yapılar


topluluğu etrafında gelişen ve Arap kentlerinden farklı olan bu kentsel yapıya,
1462 yılında kurulan, dolayısıyla Bizans kültüründen devralınmış olduğunu
varsayamayacağımız Saraybosna’da da rastlandığına göre, onun, Osmanlı
kentlerinin fiziksel karakteristiğini oluşturduğunu düşünebiliriz (Pinon, 1999:168)16.
14
Osmanlı kentinin farklı dinleri ve etnik grupları barındıran çok inançlı yapısını ihmal etmeden, kilise ve
sinagogların da bu yapılar içinde yerini koruduğunu belirtmek gerekir. Meropi Anastassiadou, Selanik
kentini konu alan araştırmasında, 19. yüzyılda, kentteki Yahudi ibadethanelerinin çoğunun pazar yerinin
hemen yakınında yer aldığını belirtiyor (2001:51).
15
Bugün hala bir çok Anadolu kentinde “Şehre küstü” olarak bilinen mahalleler bulunmaktadır. En erken
15. yüzyılın ilk yarısında Bursa’da rastlanan Şehre küstü adlandırması, 16. yüzyılın tahrir defterlerinde
birçok kentte görülen bu isim, bu yüzyıldaki kentsel gelişmeye bağlı olarak artmış ve geleneksel kentin
fiziki sınırlarını değiştiren bu ikinci mekansal odak çevresinde kurulan yeni mahalleler için kullanılmış
olmalıdır (Baykara, 1999:533).
16
Kentteki yapılaşma süreçlerinin belli kurallar içinde işlediğini de vurgulamak gerekiyor. Devlet
yapılarının Hassa Mimarları Ocağı eliyle gerçekleşmesi, kentlerde homojen bir yapı anlayışının
gelişmesine yol açmıştı. Özel mülkiyere konu olan yapılar da, inşaat esnafı (lonca içi denetim), kadı
ve şehir mimarnın denetimi altındaydı (Tekeli, 1996:358).
Ancak Edirne, Bursa ve Kahire hariç başkentin dışındaki kentlerde bir mimar görevlisinin bulunduğu
yönünde fazlaca bilginin olmadığı da belirtilmektedir (Orhonlu, 1984:12).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 29


3.4.Ekonomik yapı

Yönetim işleviyle ortaya çıkan kentler, önemli ekonomik işlevler de


edinmişlerdi. Tarımsal üretimin gerçekleştirildiği kırla bağımlılık ilişkisi içinde,
ticaretin ve zanaat üretiminin merkezi olarak beliren kentler, artığın toplandığı
ve merkeze aktarıldığı yerlerdi. Tarımsal olmayan mal ve hizmetlerin üretildiği
kentin aynı zamanda tarımsal ürün için bir pazaryeri olması, yakın kırsal çevresiyle
sürekli bir alışverişin de temelini oluşturmaktaydı. Fakat pek çok kent, özellikle
önemli ticaret yolları üzerinde bulunanlar bölgesel ve uzun mesafe ticarette de
önemli işlevler edinmişti. Bursa, Selanik, Halep, Kahire, Tokat bunun önde gelen
örnekleridir.

Üretim ve ticaret, ağırlıklı olarak loncalar halinde örgütlenmiş esnaf ve zanaatkar


grupları tarafından yapılmaktaydı. Loncalar kentin ekonomik yaşantısının devlet
tarafından denetlenmesinin en önemli aracıydı. Şer’i hukukun uygulayıcısı
kadı, lonca düzeninin de denetleyicisi durumundaydı. Loncaların işleyişine
ilişkin kararları alan örgütün başı ve bu kararların uygulayıcısı olan “kethüda”,
esnaf tarafından seçilmekle beraber, kadı tarafından atanmakta ve karar ve
uygulamalarında ona karşı sorumlu tutulmaktaydı (Aktüre, 1981:48).

Hammaddenin sağlanmasından fiyatların belirlenmesine dek, tüm üretim


sürecini ayrıntılı kurallara bağlayan lonca sistemi, mevcut üretim tarzına özgü
kısıtlı pazar koşulları altında bir yandan üyelerini, kentteki kadı ve diğer yöneticiler
aracılığıyla, lonca dışından gelebilecek rekabete karşı korurken, diğer yandan
onların kendi aralarında doğabilecek rekabet koşullarını ortadan kaldırıyordu.
Loncaların sayısı, kentin büyüklüğü ve refahının da göstergesiydi. 15. yüzyılda
Bursa’da altmış dolaylarında lonca bulunuyordu; 17. yüzyılda Manisa’da elli lonca
vardı (İnalcık, 2004:165).

Kentsel pazardaki ürünler ağırlıklı olarak loncalar elinden çıkmış olsa da, lonca
dışında kalan bir üretimin (hane/ev ve atölye üretimleri) ve kırsal sanayinin de bu
pazara ürün sağladığı belirtilmelidir.17. Faroqhi’nin aktardığına göre, kırsal ürünün
kentsel tüketicilere aktarılmasında çeşitli yollara başvuruluyordu. Bunlardan biri,
16. yüzyıldan başlayarak sayıları artan köy pazarlarından, ürünlerin satın alınarak
kentsel pazara aktarılmasıydı. Bazı durumlarda kentliler köylüleri yolda karşılayıp
ürünlerini satın alıyor ve kentsel pazara getiriyordu. Özellikle yeniçerilerin ve diğer

17
Quataert, çok haklı olarak, Osmanlı üretim (imalat) sisteminin, çoğu gözlemci açısından, yalnızca
kentsel ya da bir lonca örgütlenmesine dayalı olarak yapıldığı zaman görünürlük kazanmasını eleştirir.
Osmanlı kent ekonomisindeki loncaya bağlı olmayan kentsel üretimin ve kırsal sanayinin rolü de
mutlaka vurgulanmalıdır (1999:15)

30 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


idari görevlilerin bu ticarette rol oynadığı durumlarda bu satışlar gönüllü değil,
zorla oluyor ve bazen düpedüz soygun biçimini alıyordu (2000:70). Yerel pazarlar
kentlilerle köylüler arasında şiddetli bir rekabete konu oluyordu (Faroqhi, 2000:71).

3.5.Sosyal yapıdaki farklılaşma ve sınıflar

Tüccar loncalarının büyük bir kısmı sadece yerel pazara ürün satarken, bir kısmı
da kervan ticareti ve denizaşırı ticaret yoluyla, ürünlerini, imparatorluğun diğer
kentlerine ya da dışına pazarlamaktaydı. Kentler ve bölgeler arasında yoğun bir
ticari ilişkiler ağının gelişmesini sağlayan bu uzun mesafe ticareti, kentte ticaretle
uğraşanlar arasında toplumsal farklılaşmalara da yol açıyordu. Sadece yerel
zanaatler ve perakende ticaretle uğraşan, imalathane ve dükkan sahibi zanaatkarlar
“esnaf” olarak bilinmekte ve toplumsal konum olarak daha aşağıda yer almakta
idiler. Bunlar, ürünleri üzerindeki sıkı fiyat denetimi (“narh”) ve ödedikleri çeşitli
vergiler nedeniyle sermaye birikimi sağlayamayan bir kesimdi. Yöre ve bölgenin
ürünlerini dış pazarlara satan ikinci grup ise, “tüccar” ya da “bezirgan” olarak
adlandırılırdı. Esnaf, devletin ihtisab kurallarına bağlı iken, büyük tüccara bu
kurallar uygulanmazdı. Bu da söz konusu grubun (tüccar, bezirgan) servetlerini
artırmalarının önündeki önemli bir engeli ortadan kaldırıyordu. Büyük servet
sahibi yönetici seçkinlerin ve zengin dini vakıfların, nakit paralarını bu tüccarlar
aracılığıyla işlettiği belirtilmektedir (Ergenç, 1995:128; İnalcık, 2004:168).

Osmanlı kentlerindeki sosyal farklılaşma, tüccarların kendi aralarında ortaya


çıkan bu tabakalaşmadan ibaret değildi. Buraya kadar anlatılanların gösterdiği
kadarıyla kentsel toplum, doğrudan doğruya Sultan tarafından atanmış yöneticiler
(Umera, Ulema); özellikle Arap topraklarındaki kentler için geçerli olmak
üzere, Osmanlı dönemi öncesinden yerleşik, yerli bir seçkin zümre ile tüccar
ve zanaatkarlardan oluşmaktadır. Ayrıca göçebeler, seyyar satıcılar, hamallar,
yoksul köylüler, dilenciler, ve işsizler de kentsel nüfus içinde yer almaktaydı. Bu
tablo, kentsel yaşantıda belirgin bir sosyal farklılaşmaya karşılık gelmektedir.
Bilindiği gibi, Osmanlı toplum yapısında yöneten ve yönetilen ayrımı iki farklı
sınıf dokusu ortaya çıkarmıştı. Bunlardan birincisi, Sultana bağlı (onun otoritesini
temsil eden), devlet gelirlerinden pay alan ve vergi ödemeyen askeri yöneticiler
ile ulemanın oluşturduğu askeriler; ikincisi ise temel üretici toplumsal tabaka
olan köylüler ile sınırlı da olsa, tarımsal olmayan mal ve hizmet üreten esnaf ve
zanaatkarların oluşturduğu reayadır18. Kentlerdeki sınıfsal yapı da bu genel yapının
18
Boratav, çağdaş bürokrasiden farklı olarak Osmanlı toplumundaki yönetenleri bir toplumsal sınıf olarak
tanımlamanın teorik açıdan tutarlı ve mümkün olduğunu belirtir. Çünkü temel üretici sınıf olan köylünün
ürettiği artığa vergileme/aşar türü bir mekanizmayla el koyma ilişkisinin yarattığı toplumsal sınıflar
düalitesi içinde askeriler/devlet yöneticileri temel sınıflardan biri olarak karşımıza çıkar (1991:9-11).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 31


bir yansımasıydı. Ancak elbette ki, fiilen ortaya çıkan kentsel iktidar yapısı, bu
kadar berrak bir görünüm sunmuyordu. Artı ürünü denetleyen esas yöneticiler
olan askeriler, (eyalet ve sancakbeyleri, dergah-ı ali çavuşları, kadı, naib, müfti,
müderris), yerli seçkin zümre ve uzun mesafe ticareti yapan büyük tüccarlarla
beraber kentin egemen bloğunu oluşturuyordu. Bu gruplar arasında zaman zaman
geçişlilikler olduğu da söylenebilir. Nitekim bir tüccarın beyler sınıfına katılarak
sancakbeyliğine kadar yükseltilebildiğini Ergenç aktarıyor19.

Yeri gelmişken toplumun yatay yönde bir farklılaşma gösterdiğini de belirtelim.


Müslüman, Rum-Ortodoks, Ermeni ve Museviler, Osmanlı toplumunu oluşturan
milletlerdi. “Tebaa” yı oluşturan bu dört milletin dışında kentlerde ticaretle uğraşan
yabancılar da bulunuyordu. Örneğin Aktüre (1981:65), bütün 18. yüzyıl boyunca,
Ankara’da tiftik ticaretiyle uğraşan İngiliz, Fransız ve Hollandalı tüccarların
yaşadığını H. J. Van Lennep’ten aktarıyor.

3.6.Osmanlı kentlerinin 16.-19 yüzyıl arasındaki dinamizmi

Genel nitelikleri bakımında kısaca betimlemeye çalıştığımız Osmanlı’nın bu


‘klasik’ kent dokusu, 19. yüzyılda köklü değişiklikler geçirdi. Kuşkusuz buraya
kadar çizilen resim, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla değişmez bir nitelik sunmuyor. 16.
yüzyıl sonunda devletin ‘fetihler’ döneminin gelirlerinden (savaş gelirleri, gümrük
gelirleri) yoksun kalması genel bir para darlığının ortaya çıkmasına yol açmış ve
dünya ekonomisinin o dönemde içinde bulunduğu bunalım da bu olguyu beslemişti
(Aktüre, 1981:34)20. Ayrıca savaş teknolojisindeki değişmeler ve ateşli silahların
kullanılmaya başlamasıyla timarlı sipahilerin besledikleri atlı askerlerin önemini
giderek yitirmesi, timar sistemininin çözülmesine ve askeri yöneticilerin gelirler
üzerindeki haklarını kaybetmesine yol açtı. Artığı denetleme gücünü yitiren askeri
yöneticiler, ürüne zorla el koymaya kalkışınca da Celali ayaklanmaları diye bilinen
olaylar patlak verdi (İslamoğlu-İnan, 1991:240-241). 17. yüzyıl başlarına uzanan
bu karışıklıklar, yöneten sınıfı içinde yer alan askeri yöneticilerin klasik Osmanlı
düzeni içindeki toplumsal gücünü ve konumunu yitirmesiyle sonuçlandı. Kentler
ve büyük kasabalara Celalilere karşı yeniçeriler yerleştirildi. 1590’lardan 1610’lara
kadar devam eden bu iç savaş hali, Batı ve Orta Anadolu’daki kentleşmeyi uzun
dönemde olumsuz etkiledi. Kervan yollarının güvensiz hale gelerek ticaretin
işlekliğini yitirmesi ve yiyecek kıtlığı ve toplumsal kargaşanın yol açtığı nüfus
19
Bknz. Ergenç, 1995:128.
20
16. yüzyıl ortalarından başlayarak ortaya çıkan bu para darlığı, faizcilik kurumunun karlı bir iş olarak
doğuşunu başlatmıştır (Aktüre, 1981:36).
21
15. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmış olan iltizam usulü, timar sahiplerinin, vergi toplama işini kendisi
veya devlet hazinesi adına “mültezim” denen bir başkasına devretmesiydi. Mültezimler, vergi toplama
işini ihale yoluyla devletten satın alıyorlardı.

32 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


kayıpları kentsel gelişmeyi kesintiye uğrattı (Faroqhi, 2000:337). Bundan başka
önemli bir gelişme ise, bu yüzyılda, iltizamın21 egemen vergilendirme biçimi olarak
timar sisteminin yerini almasıyla, tarımsal artığın toplanmasının el değiştirmesi,
genellikle yöre ya da bölge ileri gelenleri/yerel seçkinler, ulema ya da ticaret
erbabından gelen mültezimler tarafından gerçekleştirilmeye başlanmasıydı.
Mültezimler, özellikle 19. yüzyılda artan ticari talep karşısında köylülerden daha
çok vergi almak ya da devlete daha azını vermek yoluyla artığın daha büyük kısmına
el koymaya başladılar (İslamoğlu-İnan, 1991:241-242). Bu durum mültezimlerin
ekonomik gücünü artırıp devlet gelirlerinin düşmesine yol açarken, 17. ve 18.
yüzyıllarda, vilayetlerde/kentlerde merkezi yönetimin denetiminden daha özerk
politik yapıların oluşmasını da beraberinde getirdi. Kentlerin politik yapılarında
gözlemlenen bu değişme dışında, 17. ve 18. yüzyıllar boyunca kentlerin yapısında
önemli bir değişiklik gözlenmedi. 19. yüzyıl ise, Osmanlının modernleşme ve
kapitalistleşme evresine girmesiyle hem yerleşme sisteminde hem de kentlerin
işlevlerinde önemli dönüşümlerin yaşandığı bir yüzyıl oldu.
Son Notlar
Avrupa merkezcilik, tarih boyunca, ekonomik hacmi batıdan daha yüksek ticaret
yolları üzerinde, büyük kentsel yerleşimlere sahip olmuş olan doğuyu kentsel
gelişme açısından tarihsizleştirirken, Osmanlı kentine dair egemen tarih yazımı
da, Osmanlı toplumunun batıyı açıklayan kavramsal çerçevelere uymadığında
ısrar eder ve kentlerin tarihini, ekonomik-politik gelişme dinamiklerinden çok
kültürelci genellemeler içinde anlamlandırmaya yoğunlaşır. Osmanlı tarihini Batı
Avrupa çıkışlı genel çerçevelerden ayrı tutma eğilimi22, bu toplumda ortaya çıkması
muhtemel eşlenebilir olgu ve süreçlerin çözümleme dışı kalmasına yol açmış
olmalıdır. Kuşkusuz dile getirilen bu kaygı, bir olgunun Avrupa tarihinde ortaya
çıkmış olmasının, bu olgunun, Osmanlı’da da ya da dünyanın başka her yerinde
yaşanmış sayılmasını gerektirdiği gibi başka türlü bir Avrupa merkezcilikten
kaynaklanmıyor.

Bu yazı, Osmanlı kentlerini, Weber’in açtığı tartışma alanı içinde Doğu-Batı


kavram çifti, Batı Avrupa kentlerinin biricikliği, İslam Kenti gibi çerçevelerde
değerlendiren kültürelci yaklaşımlara karşı maddeci bir eleştiri getirmeye çalıştı.
Buraya kadar söylenenler, Osmanlı kentlerinin kendisine has/biricik, monolitik
ve durağan yapılar değil, coğrafi ve kültürel çeşitlilik içinde dinamik, yatay ve
dikey eksenlerde tabakalaşmış, tarihsel ve toplumsal süreçlerle karşılıklı bir
belirlenim ilişkisi içinde kendine özgü sosyo-mekansal bir yapıyı ve kentselliği
üreten mekanlar olduğunu gösteriyor.
22
Bu, Avrupa merkezciliğe karşı gelişen tepkisel bir tutum olsa bile, bizi, Osmanlı toplumunu dünya
tarihi içinde hak ettiği yere yerleştirmekten alıkoyduğu oranda, nihai olarak Avrupa merkezcidir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 33


Bu kentleri sanayi öncesi kent, kapitalizm öncesi kent, feodal kent gibi tarihsel
kategoriler içinde, basit bir şablonculuk adına değil, söz konusu kavramların
içini, Batı Avrupa tarihi dışındaki deneyimler ışığında yeniden doldurmak ve
evrenselleştirmek üzere yeniden düşünmek analitik bir kent tarihçiliği için
kaçınılmazdır.

Osmanlı toplumundaki kentleşme dinamiklerini ve süreçlerini bu şekilde


çözümlemeye çalışmak, 16.yüzyıldan, kapitalizme geçişin ilk adımlarının atıldığı
19.yüzyıla kadar geçen süreçte, bu geçişin çoğu zaman ‘klasik’ yapının bozulması
olarak adlandırılan kimi nüveleri ve önkoşullarının kentlerin bağrında nasıl
geliştiğini ortaya koymak açısından da oldukça aydınlatıcı olabilir.

Kaynaklar
Abu-Lughod, J. (1989) “What is Islamic About a City?”, Some Comparative Reflections içinde, The
Proceeding of International Conference: Urbanism in Islam, cilt.1, (der. ve yay. haz.) Middle
Eastern Culture Center in Japan, 193-216.
Acun, F. (2002)”A Portrait of the Ottoman Cities”, The Muslim World, 92 (Fall), 255-285
Aktüre, S. (1981) 19. Yüzyıl Sonunda Anadolu Kenti Mekansal Yapı Çözümlemesi, 2.baskı, Ankara:
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Basım İşliği
Anastassiadou, M. (2001) Selanik, çev. I. Ergüden, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Baykara, T. (1999) “Osmanlı Devleti Şehirli Bir Devlet midir?”, Osmanlı Ansiklopedisi, c. 5, Ankara
Yeni Türkiye Yayınları, 528-535
Boratav, K. (1991) Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, İstanbul:Gerçek Yayınevi
Boratav, K. (1983) İktisat Politikaları ve Bölüşüm Sorunları, İstanbul:Belge Yayınları
Cerasi, M.M. (2001) Osmanlı Kenti, cev.A. Ataöv, 2.baskı, İstanbul:YKY
David, G. (1999) “XVI. Yüzyıl Osmanlı Devri Macaristanı’nda Şehirleşme”, Osmanlı, cilt 4, Ankara:
Yeni Türkiye Yayınları, 111-116
Eldem E., D. Goffman ve B.Masters (2000) Doğu ile Batı Arasında Osmanlı Kenti, çev. S.Yalçın,
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Ergenç, Ö. (1995) Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı:XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya,
Ankara:Ankara Enstitüsü Vakfı
Ergenç, Ö. (1982) “Osmanlı Klasik Dönemindeki ‘Eşraf’ ve ‘A’yan’ Üzerine Bazı Bilgiler”, Osmanlı
Araştırmaları, III., 105-118
Ergenç, Ö. XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu
Üzerine Bir Araştırma, basılmamış doçentlik tezi.
Faroqhi, S. (2000) Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, çev. N. Kalaycıoğlu, 3.baskı, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları
Harvey, D. (2003) Sosyal Adalet ve Şehir, çev.M. Moralı, İstanbul:Metis

34 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Hourani, A.H. (1970) “Introduction: The Islamic City in the Light of Recent Research”, A.H.Hourani ve
S.M.Stern (der.) The Islamic City içinde, USA:University of Pennsylvania..
İnalcık, H. (2004) Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), çev.R. Sezer, İstanbul:YKY
İslamoğlu-İnan, H. (1991) Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul:İletişim Yayınları
Lapidus, I.M. (1969), “Muslim Cities and Islamic Societies”, I.M. Lapidus (der.) Middle Eastern City
içinde, California: University of California Press
Lapidus, I.M. (1970) “Muslim Urban Society in Mamluk Syria” A.H.Hourani ve S.M.Stern (der.) The
Islamic City içinde, USA:University of Pennsylvania;
Lefebvre, H. (1994) The Production of Space, Oxford ve Cambridge:Blackwell
Orhonlu, C. (1984) “Şehir Mimarları”, S. Özbaran (der.) Osmanlı İmparatorluğu’nda Şehircilik ve
Ulaşım Üzerine Araştırmalar içinde (1-26), İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları no:31
Özkaya, Y. (1985) 18. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Toplum Yaşantısı, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları.
Pinon, P. (1999) “Anadolu ve Balkanlar’daki Osmanlı Kentlerinde Kentsel Dokular Tipolojisi Üzerine
Bir Deneme”, N. Akın, A. Batur ve S. Batur (der.), Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı “Uluslarüstü
Bir Miras” içinde, İstanbul: Yem Yayın
Pirenne, H. (1937) Economic and Social History of Medieval Europe, New York:Harvest Books
Quataert, D. (1999) Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü, çev. T. Güney, İstanbul: İletişim
Sjoberg, G. (2002) “Sanayi Öncesi Kenti”, B.Duru ve A.Alkan (der. ve çev.) 20. Yüzyıl Kenti içinde,
Ankara:İmge Kitabevi
Stoianovich, T. (1992) Between East and West, The Balkan and Mediterranean Worlds, cilt 2, New
Jersey: Princeton University Press
Tekeli, İ. (1996) “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kent Planlama Pratiğinin Gelişimi ve Kültürel Mirasın
Korunmasındaki Etkileri”, V. Akyüz ve S. Ünlü (der.) İslam Geleneğinden Günümüze Şehir ve
Yerel Yönetimler içinde, İstanbul:İlke Yayınları
Tekeli, İ. (1982) Türkiye’de Kentleşme Yazıları, Ankara:Turhan Kitabevi
Weber, M. (2000) Şehir, D. Martindale ve G. Neuwirt (yay. haz.), çev.M. Ceylan, İstanbul:Bakış Yayınları
Weber, M. (1997) Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev.Z. Aruoba, İstanbul: Hil Yayın
Yerasimos, S. (1996) “Tanzimat’ın Kent Reformları Üzerine”, P.Dumont ve F. Georgeon (der.)
Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri içinde, çev. A. Berktay, İstanbul:Tarih Vakfı Yurt Yayınları

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 35


36 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246
Alçak Pabuçlar Yüksek Topuklar:
Kent, Tüketim ve Ütopya

Zafer YILMAZ*
Ayhan YALÇINKAYA**

I.
“Her çeşit sınıf ilişkisi,
aynı zamanda bir suçluluk ilişkisidir.”
(Mungan, 2002: 270)1
“Hayat boşala boşala azalıyor.” (s. 203)

En başta belirtmeliyiz ki bu yazı Murathan Mungan’ın romanı Yüksek


Topuklar’dan hareketle bir çözümleme girişimi olsa da Murathan Mungan’ı ya
da özel olarak onun romanını çözümleme amacı gütmemektedir. Ancak, yine
de romandan hareketle yapılacak olası bir çözümlemenin önündeki en büyük
engellerden birinin bizzat Murathan Mungan olduğu da açıkça belirtilmelidir.
Çünkü Mungan, her ne kadar ‘bu kitabı insanlar eğlensinler diye yazdım’ dese
de (Akman, 2002) aslında insanların kitabı nasıl okuması gerektiğine dair bir
katılığa sahip görünmektedir. Daha ötesi, belirli okuma biçimleri arasında bir
seçim yapmanın yanı sıra doğrudan okurlar arasında da bir seçimi zorlamakta
ve hatta dayatmaktadır. “Ben okurumu kendim seçtim. Ve seçtiğim okur, bir gün
yaptığım yanlışı bana söyleyecek diye ödüm kopar” (W/ntvmsnbc, 2005) diyen
* Arş.Gör., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
** Yrd.Doç.Dr., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
1
Murathan Mungan’dan yapılan bütün alıntılar, aksi belirtilmedikçe, Yüksek Topuklar adlı romanındandır.
Bu nedenle, bundan sonra, bu kitaptan yapılan alıntılarda ilgili referans bilgilerinin tümünü vermeksizin,
yalnızca sayfa sayısını belirtmekle yetineceğiz.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 37


Mungan’ın ödünü koparanın aslında okurun kendisine yanlış yaptığını söylemesi
değil, tersine seçtiği okurun, seçimin kendisine ve yanlışlığına ilişkin bir düş
kırıklığı yaratma ihtimali olduğu da söylenebilir. Çünkü kendi seçtiğini söylediği
okuru rahat bırakmaya niyetli olmayan Mungan, bu okurun metnini yalnızca
kendi istediği gibi okumasını istemektedir. “Ben kendi kafamdaki ideal okur
profili için elimden geleni yaptım. Ama hayatı yanlış anlayan insanların benim
kitabımı doğru anlamasını da bekleyemem zaten” diyen Mungan, (Arman, 2002)
vurguyu doğrudan hayatın anlaşılması üstüne yapmaktadır, hayatın kendisine
değil. Mungan’ın sözünün açık anlamı şudur: Hayatı okumanın doğru biçimleri
vardır. Bu biçimleri bazıları becerebilir, bazıları beceremez. Aynı şekilde bir
metni okumanın da doğru ve yanlış biçimleri vardır ve doğru biçimleri bazıları
becerebilir, bazıları beceremez ve Mungan, kafasındaki, kendi seçtiği ya da inşa
ettiği ideal okurun doğru okumayı beceren okur olduğunu varsaymaktadır. Eğer bu
okur, yanlış okursa, Mungan’da bir düş kırıklığı oluşacaktır. Ama ortada ciddi bir
sorun vardır: Hayatı ya da Mungan’ın romanını doğru okumak ne demektir, yanlış
okumak ne demektir? Doğruluk ve yanlışlık neyle kaimdir? Yoksa, doğru ve yanlış
okumalardan çok, farklı okumalardan mı söz etmek daha manidardır? Özellikle,
bir metnin çoğul okumaya açık bir sistem olduğu gözetildiğinde, doğruluk ve
yanlışlıktan öte, farklılıktan söz etmenin ve farklılığın da keyfilikten öte okurların
kendi içinde farklı sosyo-politik kendilikler olduğunu farketmeyle ilgisi olduğunu
söylemek daha “doğru” olmayacak mıdır? (Eagleton, 2004.) Aksi takdirde, “doğru
okur ve doğru okuma” söylemi ölçütlerini yalnızca Mungan’ın öncüllerinden
türetmek zorunda kalacak, daha açık bir ifadeyle yazarın keyfine (sosyo-politik
kendiliğine) bağlı kılacaktır okuru. Bu da açıktır ki, daha baştan yazarın bizatihi
kendi metninin potansiyellerine karşı “gard aldığı” gibi bir sonuca götürecektir
bizi. Bunun farkında olarak metne ya da yazara karşı daha baştan “gard almak”
yerine, olabildiğince sınırlı bir çerçevede, metni yeniden okumayı deneyeceğiz.
Bu “yeniden okuma girişimini” olabildiğince iki ayrı kanaldan geliştirmeye
çalıştık. Görüleceği gibi, birinci kanal daha çok kent ve tüketim ilişkisi üzerinden
ilerlemekte ve ilkine göre, kısmen yoğun kuramsal referanslarla beslenmektedir.
İkinci kanal ise, kuramsal referanslara yoğunlukla başvurmadan roman
karakterlerinden biri olan Nermin örneğinde farklı olduğu savlanan, kişisel bir kent
deneyiminin kendini kurma ve hayatı anlamlandırma biçimiyle karşılıklı ilişkilerini
eleştirel bir ters yüz etme girişimi olarak ilerlemektedir. Bu açıdan, daha en başta,
bu yazıda yer yer fark edilebilecek biçemsel bir farklılaşmanın varlığı konusunda
okuru uyarmak isteriz.
II.
1990 sonrası Türk romanında yeni bir kronotop belirdi: Alışveriş Merkezi.

38 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Bakhtin’in belirttiği gibi kronotop kavramı bir yer-zaman bileşkesine işaret eder2.
Bu bağlamda bir kronotop olarak alıveriş merkezinin doğuşu tabi ki toplumsal,
ekonomik ve mekansal dönüşümden bağımsız değildir. 1980 sonrası, genelde
Türkiye’deki büyük kentlerin, özelde ise İstanbul’un geçirdiği dönüşüm edebiyata
yeni bir malzeme sağladı. İstanbul’un belirli bölgeleri yeni seçkinlerin, yeni yaşam
tarzlarını hayata geçirdikleri mekanlar olarak yeniden inşa edildiler. 1988’de ilk
alışveriş merkezinin açılmasından sonra, İstanbul’da birbiri ardına birçok alışveriş
merkezi açıldı.

Mikes ve Paddison’ın da belirttiği gibi kent, tüketici deneyimlerinin inşa


edildiği ve yeniden üretildiği birincil temel bağlamdır (Mikes ve Paddison, 1998:
815). Bu bağlamda, bir tüketim mekanı olarak yeni yaşam tarzlarının içerisinde
deneyimlendiği ve kendisi aracılığıyla tüketici kimliğinin inşa edildiği alışveriş
merkezi özel bir önem taşır. Her ne kadar buradaki tüketici terimi homojenleştirici
bir terim olsa da, metaların tüketim biçiminin ve metaların içerisinde tüketildiği
tüketim alanlarının bizatihi kendisinin, toplumsal olarak farklı gruplar arasında
sınır çizgileri çeken yerler olduğunu ve farklı gruplar tarafından farklı bir biçimde
deneyimlendiğini unutmamak gerekiyor. Kent içerisindeki üretim ve tüketim
mekanları, iş ve yaşam alanları ile kurulan ilişkinin niteliği, değişik sınıf ve
sınıf kesimleri, etnik ve cinsel gruplar açısından önemli farlılıklar içerir. Kent
bu farklılıklar tarafından inşa edildiği kadar bu farklılıkları da inşa eden bir yer
haline gelir3.

Bu yazı Murathan Mungan’ın Yüksek Topuklar adlı romanında öncelikle


yukarıda bahsettiğimiz kent ve yeni bir tüketim alanı olarak alışveriş merkezi
ilişkisini tartışmayı hedefliyor. Yüksek Topuklar romanının iki temel karakteri olan
Tuğde ve Nermin’in kenti ve tüketimi deneyimleyiş biçimleri ve bu deneyimleyiş
sırasında öne çıkan mekanlar aynı zamanda 1980 sonrası Türkiye’nin yaşamaya
başladığı dönüşüm ve bu dönüşümün kentsel tezahürleri açısından da ipuçları
vermektedir. Bu bağlamda, romandaki temel kent göstergeleri ve bu göstergeleri
bu iki karakterin deneyimleyiş biçimleri özel olarak ele alınacak. Öncelikle
alışveriş merkezinin bir kronotop olarak ortaya çıkışını olanaklı kılan mekansal
ve toplumsal dönüşümün, Harvey ve diğer bazı kent bilimciler merkeze alınarak,
kısa bir açıklaması verilecek, daha sonra, romanda Tuğde karakterinde karşımıza
çıkan tüketim toplumunun yaşam mekanı alışveriş merkezine yoğunlaşılacak.
2
Bakhtin, “edebiyatta sanatsal olarak ifade edilen zamansal ve uzamsal ilişkilerin içkin bağlantılılığına
kronotop (harfiyen anlamıyla “zaman-uzam”) adını vermektedir. Kronotop kavramı için daha ayrıntılı
bilgi için bkz. Bakhtin (2001), s. 315 ve devamı.
3
Şengül’ün belirttiği gibi, “...sosyal olanın etkisiyle bir süreç başladığında, mekan bu süreç üzerinde
bir etki yapma gücüne sahiptir ve bu biçimde sosyal süreçlerin sonuçlarını etkileyebilecek bir fark
yaratabilecektir.” (Şengül, 2000:125).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 39


Yazımızın ikinci temel aksını ise, Nermin karakteri üzerinden üst-orta sınıf
bir entellektüelin kenti deneyimleyişi sırasında açığa çıkan kimi göstergelerle
birlikte yeni tüketim mekanları ve kültürünün şekillendirdiği farklı kendini inşa
etme biçimlerinden birinin örneği olarak, kendini inşa girişiminin, özellikle zaman
algısı ve kavrayışı bakımından nasıl bir ütopya yoksunluğuyla malül olduğunu ve
bu yoksunluğun giderek, kendini farklı ve yeniden inşa etmekten öte, bu girişim
altında, veri durumla uzlaşmanın ve kendini onaylamanın farklı bir ifadesinden
öteye geçemediğini göstermeye çalışmak oluşturacak.

Ütopya yoksunluğundan kastettiğimiz şey, gelecek zamanı okuma biçiminden


çok, geçmiş zamanı okuma biçimiyle ilgili olarak düşünülmelidir. Oysa, özellikle
günümüzde modern zihniyet biçiminin olağan bir devamı olarak, ütopyacılık
denildiğinde genellikle akla gelecek zaman gelmektedir. Çünkü klasik ya da
geleneksel anlamda ütopyacılık ya da en genel anlamda ütopyacı yazın daha çok
mekan vurguludur. Kurucu bir iradenin ürünü olarak ütopya, bizimle ya da okurla
aynı zaman diliminde yaşamaktadır. Ama okur ile ütopyacı irade arasında mekansal
bir farklılık vardır. Ütopyacılığın tezahür ettiği ütopya ülkesi hiç kimsenin gitmediği,
yalnızca bir gezginin gidip döndüğü bir coğrafyada yer alır. Oysa, Aydınlanma’yla
birlikte “ilerleme” miti ütopyacılığa da damgasını vurur. Her iki anlamda da.
Hem, ütopya ülkesi artık “bizimle” aynı zaman diliminde yer almamakta, bizim
zamanımızın çok ötesinde, “ileride”, gelecek bir zamanda kurulmaktadır; hem de
gelecek zamanda kurulan bu ütopya ülkesi ütopyacı akıl ve iradenin en mükemmel
gelişmişlik düzeyine tekabül etmektedir. Akla ve iradeye duyulan sonsuz güven ve
bu güvenle “insanlığın” “iyiye, güzele” doğru ilerleyeceğine olan inanç bu tutumda
üst üste biner. İncelediğimiz romanın baş karakterlerinden biri olan Nermin’in
gençliği bu türden bir ütopyacı çaba ile örülmüştür. Geçmişe yaptığı her atıf buna
ilişkindir. Ama “ütopyacı geçmişiyle” hesaplaşmasını bir türlü tamamlayamayan
ve tamamlayacak gibi de görünmeyen Nermin, bu tamamlanmamışlık ölçüsünde
aslında geleceği de kuramaz. Yapabildiği tek şey, şimdiki zamanı mutlaklaştırmak
ve bu zaman içindeki küçük rastlantılar üstüne hayal kurmak ve ummaktan ibarettir.
Ama öbür yandan da bu umudun hayatında hiçbir yapıcı, dönüştürücü etkisi yoktur.
Rastlantılara bel bağlamaktan öte bir şansı yoktur Nermin’in. İçinde bulunduğu
zamanı ağır bir biçimde eleştirerek kendisini ne kadar farklılaştırmaya çalışırsa
çalışsın, aslında farklılaştırma adı altında kendini ve zamanını kutsamaktan başka
bir şey yapmamaktadır.

Ütopyacı tutumun mekan vurgulu karakterinin zaman vurgulu karaktere doğru


evrilmesi, terimin serüveninden de rahatlıkla izlenmektedir ki bugün tam karşılığını
yer-siz olarak düşünebileceğimiz “ütopya” terimi, yine tam karşılığı olarak zamansız,
“u-kroni”ye evrilmiştir: Artık ütopyalar mekan-dışı olmaktan çok, zaman-dışıdır.
Zaman-dışılık özellikle zamanın ilgasında kendini gösterir. Nermin de, roman

40 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


boyunca, ne kadar zamana ilişkin göndermede bulunursa bulunsun, aslında zamanı
“tarihsizleştirmekte”, onu olabildiğince mekana indirgemeye çalışmaktadır ki bunun
pratik sonucu, zamanın kendisinin değil, onun kuşattıklarının, tarihten kaçırılarak
biricikleştirilmesi, tikelleştirilmesi, herhangi bir tümelle ilişkisinin kesilmesi,
herhangi bir tümelden hareketle anlaşılmasının önüne geçilmesidir.

III.

Romanda bir kent mekanı olarak alışveriş merkezi belirleyici bir yere sahip
olduğu için, kısaca alışveriş merkezlerinin sosyo-mekansal gelişimine değinmek
faydalı olacak. David Harvey 1970 öncesi kenti Keynesyen kent olarak tanımlar.
Harvey’e göre Keynesyen kent kapitalizmin krizinin yüzeysel görünümü olan eksik
tüketime bir yanıttır. Bu bağlamda Keynesyen kent arz yönlü bir kentleşmeden talep
yönlü bir kentleşme sürecine geçişe işaret eder. Bu dönemde aşırı birikim krizine
çözüm bulmak amacıyla, aşırı birikmiş olan sermaye fiziksel ve sosyal üstyapı
yatırımlarına kaymıştır. Harvey, Keynesyen kentte, toplumsal, ekonomik ve siyasi
hayatın, devlet destekli borç tarafından finanse edilmiş tüketim etrafında organize
edildiğini belirtir (Harvey, 1985: 205-206). Buradaki tüketim, Keynesci dönem
ile birlikte açığa çıkan devlet harcamalarının önemli bir rol oynadığı, bireysel
tüketimden öte, topluluğa sağlanan hakların sonucu olarak elde edilen tüketimdir.

Yine bu dönemde kentsel siyasetin etrafında örüldüğü tema ise, sınıfsal


problemleri hedefleyen sınıf ittifakları değil, tüketim, bölüşüm ve mekanın üretimi
ve kontrolünü hedefleyen çıkarlar etrafında örgütlenmiş koalisyonlardır. Merkez
ülke kentlerini temel alarak geliştirilmiş olan bu genel açıklamada vurgulanan
bir diğer nokta, kentler arası ilişkileri rekabetin değil, birbirini bütünlemenin
karakterize ettiğidir. Kimi kentler turizm üzerine yoğunlaşırken, diğerleri ulusal
kalkınma plan ya da stratejileri doğrultusunda, kendilerine biçilmiş olan finans ya
da üretim gibi işlevlere yoğunlaşmışlardır. (Ersoy, 2001)

Harvey, Fordist birikim rejiminin çözülmesi, esnekleşme uygulamalarının


yaygınlık kazanması gibi nedenlerle 1970 öncesi dönemi karakterize eden
kent işletmeciliğinin (urban managerializm) yerini kent girişimciliğine (urban
entrepreneurialism) bıraktığını belirtir (Harvey, 1989). Kent girişimciliğinde asıl
hedef hareketli finans sermayesini kente çekmektir ve bunun içinde kimi finans
ve vergi teşviklerinin yaratılması önem kazanır (Mayer, 1994). Bu durum aynı
zamanda kentler arasında birbirini bütünleme ilişkisinin yerini rekabete bırakması
demektir. Akışkan sermayenin dünyasında yarışan kentler için dört olasılıktan
söz edebiliriz: (a) Uluslararası işbölümünde bir konum edinmek; (b) tüketim
merkezi olarak bir konum edinmek; (c) finansal ya da idari olarak komut merkezi
olmayı sağlayacak bir konum edinmek; (d) merkezin dağıttığı kaynaklardan daha

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 41


fazla edinilmesini sağlayacak bir konum edinmek (Harvey, 1994). Kentler bu
seçeneklerden sadece biri ile de yetinmek zorunda değildirler. Bu stratejilerin birkaç
tanesinin aynı zamanda uygulamaya konulması da mümkündür. Bizi burada asıl
olarak ilgilendiren ise ikinci seçenek ve kentlerde tüketim mekanlarının gittikçe
ön plana çıkmasıdır.

İzlenen bu ikinci strateji dolayısıyla, modern kentlerin artık üretimin değil,


tüketimin mekanı haline geldiği vurgulanmaktadır. Kentsel tüketim üzerindeki
yeni vurgu ile birlikte, kitlesel tüketimin ve tüketici ürünlerinin merkezi olmak için
kentler arasında rekabet artmış ve kentler birer tüketim merkezine dönüşmüştür
(Featherstone, 1996; Zukin, 1998). Kentleri sadece tüketim ile ilişkilendiren
yaklaşımlar sorunlu olmakla birlikte, Lefebvre’in belirttiği gibi, çağdaş kentte,
“tüketime yönelik teşhir ve tüketimin teşhiri, göstergelere yönelik tüketim ve
tüketimin göstergeleri vardır” (Lefebvre’den alıntılayan Featherstone 1996:172).

Yeni dönemde kent merkezleri abartılı eğlence merkezleri olarak yeniden


canlandırılmakta ve kent dışından gelenler için bir gösteri alanına dönüşmektedirler
(Chaney, 1996: 30). Kent merkezlerinin gösteri alanı olarak yeniden
düzenlenmesinde alışveriş merkezi özel bir rol oynar. Alışveriş merkezi sadece
gereksinimlerin giderilmesi anlamında alışverişin ya da bir boş zaman etkinliği
olarak alışverişin mekanı değildir. Featherstone’un da değindiği gibi “bu bölgeler
dahilinde alışverişin, faydayı ençoklaştırmak için yapılan arı bir hesaba dayalı
rasyonel iktisadi iş olması enderdir; burada alışveriş, öncelikle insanların
savurganlık ve lüksü çağrıştırmak ya da uzaklardaki egzotik yerlerin çağrışımlarını
toplamak için tasarlanmış, görülmeye değer hayalin ve geçmişteki duygusal
uyumlara duyulan nostaljinin arasında gezinen izleyiciler haline geldikleri bir boş
zaman kültür faaliyetidir.” (Featherstone, 1996: 171).

Gerek alışveriş merkezlerinin kentlerin gösteri alanına dönüşümünde oynadığı


rolden dolayı, gerek ele alacağımız romanda bir tüketim mekanı olarak öne
çıkarılmasından kaynaklı olarak kısaca da olsa alışveriş merkezilerinin gelişimine
değinmekte fayda var.

Zukin, 1945’ten sonra Amerika’da toplumsal olarak heterojen tüketim


mekanlarının yerini, “Galleria” ya da “Mall” olarak adlandırılan, banliyölerdeki
temiz, görsel olarak homojen alışveriş merkezlerine bıraktığını vurgular. Bu
alışveriş merkezleri özel ulaşım araçları ile erişilebilen ve kamusal ulaşım ağının
uzağında inşa edilmişlerdir. Bu merkezler otomobil, iş ve aile mahremiyeti
üzerine kurulu kültürel bir paketi sunarken, aynı zamanda buralara özel olarak
ulaşılabilir olması yüksek bir toplumsal statünün de göstergesidir. 1980 sonrası

42 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


ise alışveriş merkezleri, homojen bir yerel tüketici kitlesine hitap eden mekanlar
olmaktan çok, tekrar etnik ve sınıfsal olarak daha karmaşık bir grubu davet eden
heterojen tüketim mekanları haline geldiler (Zukin 1998). Cheney’in de belirttiği
gibi kent merkezlerinde alışveriş ve eğlence olanaklarının bir araya gelmesiyle
ortaya çıkan mekanlar başlangıçta sadece orta sınıfa hitap ediyordu. Her ne kadar
“yoksulların gözlerinin” içeriye sızmaması için özel güvenlik görevlileri aracılığıyla
gerekli önlemler alınmışsa da alışveriş merkezleri bu karşılaşmanın tamamen
engellenebildiği steril yerler olmaktan uzak kaldılar. Alışveriş merkezlerinin bu
kısa tarihinden sonra romandaki ele alınış biçimine geçebiliriz.

Yüksek Topuklar Nermin isimli kahramanın sadece 5 gün için kendisine


emanet edilen Tuğde adlı 5 yaşındaki bir kız çocuğu ile geçirdiği günlerin kendi
ağzından anlatıldığı bir kurguya sahiptir. Roman bu olay örgüsünün anlatıldığı 5
temel bölümden oluşmaktadır. Daha sadece 5 yaşında olmasına rağmen kadınlığın
bütün numaralarını öğrenmiş, karşısındaki ile değil de sanki sürekli kameralara
karşı konuşan, tutkulu biçimde televizyona çıkma ve yıldız olma isteği duyan ve
bu uğurda yaşı ile karşılaştırılamayacak numaralar sergileyen bir kız çocuğudur
Tuğde. “Ringin” karşı tarafında ise “sosyalizm, feminizm, anarşizm, yoga, Uzak
Doğu felsefesi, taocu seks, ikebena kursları, parapsikoloji, sağlıklı beslenme,
çevre duyarlılığı, yeşil politika” gibi çok çeşitli şeylere bulaşmış, bir reklam
şirketinde grafiker olarak çalışan, kültürel sermayesinin romanın ileri bölümlerinde
tam olduğunu gördüğümüz, eski solcu, feleğin çemberinden geçmiş Nermin
durmaktadır. Tuğde’nin hal ve tavırları ile hayatında en çok yer kaplayan üç nesne
tuvalet, telefon ve televizyon aslında 1980 sonrası toplumun geçirdiği dönüşüme
göndermede bulunan sembolik çağrışıma sahip olan nesnelerdir.

Roman boyunca Tuğde popüler kültür (Tuğde her banyoya girdiğinde


20 pop şarkısı söylemektedir) ve görsel olanla (televizyon ve vitrinler gibi)
özdeşleştirilirken, Nermin yüksek kültürle (iyi bir plak ve cd koleksiyonuna, opera
plaklarına ve klasik müzik bilgisine sahiptir) özdeşleştirilir. Fakat daha sonra da
vurgulayacağımız gibi her iki karakteri de ortak kesen nokta aslında tüketimdir.
Tuğde, karşımıza tüketim toplumunun etkisi altında bir karakter olarak çıkarken,
Nermin sadece lüks için tüketmez, aynı zamanda zevk sahibidir ve tükettikleriyle
“farklılık” kurmasını ve yaşam tarzı oluşturmasını bilir. Bu bağlamda roman
boyunca Nermin’in ağzından ve gözlerinden Tuğde’ye yönelen eleştiri ve şaşkınlık
aslında tükettikleriyle kendi hayatını üsluplaştırmayı ve estetize etmeyi bilen yeni
üst-orta sınıf entellektüelin, metanın simgesel dilini çözemeyen ve onda sadece
kaba statü emareleri gören tüketim toplumunun tüketicisine yönelmiş eleştirisidir.

İlki Ataköy Galleria olmak üzere İstanbul’da birbiri ardına alışveriş merkezleri

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 43


açıldı. Galleria’yı İstanbul’un seçkin semtlerinden, Bakırköy Levent Ataşehir gibi
semtlerde, Capitol, Carrefour, Akmerkez gibi alışveriş merkezleri izledi. Roman
içerisindeki kent mekanlarının en önemlilerinden biri belirttiğimiz gibi alışveriş
merkezidir. Nermin’in “vakit geçirmek için nereye gitmek istersin” sorusuna Tuğde
“Galleria ya da Akmerkez” diye yanıt verir. Nermin alışveriş merkezinde iken “bir
alışveriş merkezinde değil, bir bilimkurgu filminde uzay gemisini geziyor” gibidir.
Kendisini “vitrin narkozu” altında kalmış gibi hisseder. Nermin için tüketim toplumu
kavramı akademik içeriğinin dışına çıkmış, canlanıp hayat bularak soluk alıp veren,
“bir figüre, kanırtıcı bir gerçekliğe” dönüşmüştür. Nermin alışveriş merkezinden
duyduğu huzursuzluğu şu sözlerle dile getirir: “İyi ambalajlanmış olmasının bütün
yanıltıcı olanaklarını kullanan bu dünya tüketim sarhoşluğunun alışveriş krizinin
yaralayıcılığı, öldürücülüğünü perdeliyordu. Yaptığım iş bu ambalajın bir parçasıydı.
Bunu görmezden gelemezdim.” (s.34). Oysa Tuğde için durum bambaşkadır:

“Akmerkez’e adım atar atmaz Tuğde’ye bambaşka bir hava gelmiş sanki birkaç
yaş birden büyümüştü. Yüzünde ampul yanmıştı, gözleri ışıyordu. Mutluluk
hapı yutmuş gibiydi. Dışardan bizi görenler kutsal yerleri geziyoruz sanırdı. Bir
huşu! Bir huşu! Hemen her vitrinin önünde duruyor, güzel bulduğu her şey için
ağlamaklı bir ses kullanan bütün nefret ettiğim kadınlar gibi göğüs geçirerek aynı
sesle bana: “Ayy ne güzel diğğ mi?”...Kapıldığı heyecan taşıdığı enerji gözümü
korkutmuştu.” (s.33)

Featherstone’un belirttiği gibi yeni büyük mağazalar ve alışveriş merkezleri


etkili birer rüya alemidir. Featherstone bizi kulturpessimismus perspektifine hapis
olmak yerine endüstri öncesi karnavelesk geleneğin kimi unsurlarını tüketim
kültürü ve alanları içerisinde keşfetmeye davet etmektedir. Şüphesiz burada
karnavalesk öğeler, Bakhtin’in vurguladığı gibi toplumsal topografyayı ters yüz
eden temel niteliklerinden sıyrılmıştır. Karnavalesk öğe devletler ve özel şirketler
tarafından gösterişçi tüketime dahil edilmektedir (Featherstone, 1996: 51)

Benjamin de Pasajlar isimli bitmemiş çalışmasında dünya fuarlarının benzeri


fantazmagorik niteliğini vurgulamıştır. Metanın değişim değerinin çarpıtılıp kullanım
değerinin ön plana çıkarıldığı dünya fuarları “adına mal denen fetişin haç yerleridir”
ve “ insanın zaman geçirmek için içine daldığı bir fantazmagori oluşturur”. Tam da
bu mekanda insanoğlu “...kendine ve başkalarına yabancılaşmanın tadını çıkarıp,
kendini böyle bir dünyanın yönlendirmesine bırakmış olur.” (Benjamin, 1995: 83-84).
Fakat bu fantazmagori dünyası tamamıyla metanın tahakkümü altındaki bir gösteri
dünyasıdır. Burada “gösteri, metanın toplumsal yaşamı “tümüyle işgal etmeyi”
başardığı andır. Görülebilir olan sadece meta ile kurulan ilişki olarak kalmaz ondan
başka bir şey de görülemez: Görünen dünya metanın dünyasıdır.” (Debord, 1997: 27).

44 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Alışveriş merkezleri, bu gösterinin sergilendiği en önemli tüketim mekanıdır.
Ritzer bu mekanların insanları tüketime yöneltmek, hatta zorlamak üzere
yapılandırıldığını ve bu “tüketim katedralleri”nin “bir çok insan için büyülü hatta
bazen kutsal, dinsel bir karaktere” sahip olduğunu belirtir. “Sürekli daha da fazla
tüketiciyi kendilerine çekmek için bu tüketim katedrallerinin tüketim için daha da
büyülü, fantastik, sihirli, ortamlar sunmaları ya da en azından sunuyor görünmeleri
gerekir.” (Ritzer, 2000: 26). Bu “tüketim katedralleri” tam da Tuğde’yi huşu
içerisinde vitrinlerin büyülü gösteri dünyasına çekmek için yapılandırılmışlardır.
Sorunlu olan, vitrinlere kendini kaptıran, ilgisini bir yere ya da belirli bir metaya
yoğunlaştırmayan Tuğde değil, bu büyü ile arasına aklı sokan ve vitrinleri bir çeşit
porno sayan Nermin’dir.

Vurgulanması gereken bir diğer nokta da, büyülenme ediminin bir disiplin
ve denetim ağı içerisinde gerçekleştiğidir. Alışveriş merkezlerinin her yanının
ileri bir teknolojiyle denetlenmesi bir yana, Featherstone’un da vurguladığı gibi,
“görüntüler, hazzı, heyecanı, karnaveleski ve başıboşluğu tahkim edebilir, ama
bunların yaşantılanması öz denetimi gerektirir ve arka fonu denetleyen güvenlik
görevlileri ve uzaktan kumandalı kameralar pusuya yatmış özdenetim yoksunlarını
beklemektedir.” (Featherstone, 1998: 55).

Şüphesiz, alışveriş merkezinin büyüsü herkesi aynı biçimde etkisi altına almaz.
Yazar dikkatimizi tezgahtar kızların yüzlerine çeker. Sahip olunamayan metaların
dünyasında gösteri bir mahrumiyet gösterisi halini alır. Başkalarında sahip olma
hissi uyandıran metalar, “gelip ortalarına oturduğunuzda ve onlarla birlikte belli
bir zaman geçirdiğinizde...Büyülü bir nesne olmaktan çıkıp herhangi bir şeye
dönüşürler. Orada öylece duran, üst üste yığılmış ya da yan yana duran şeyler.”
(s. 61). Her ne kadar alışveriş merkezleri, üst sınıflardan insanların alışveriş ettiği
bir yer olsa da “ışıkta bir yer” isteyen başkaları da vardır. Nermin buraya alışveriş
yapmaya değil de, kendilerinin olması mümkün olmayan bu dünyaya gösteriyi
izlemeye gelenler için şöyle der:

“Nitekim az sonra havuzun çevresini alan kalabalık içinde, üstü başı


Anadolu’dan gelmiş olduğunu belli eden, buraya gelirken kendince temiz pak
giyinmeye özen göstermiş, ama gene de tedirgin ve iğreti duran birkaç gariban
delikanlıya takılıyor gözüm. Buralardan herhangi bir şey almaya asla paraları
yetmeyecek, bir yerde oturup gönül rahatlığıyla karnını doyuramayacak, bir
kahve içemeyecek kadar alt sınıftan gelme bu kişiler, buraya yalnızca “bakmaya”
geliyorlar. Yalnızca “bakmaya”.”(s. 52-53).

Oysa ki Nermin “görmektedir”. Solcu duyarlılığı ile rahatsızlık hissetmektedir.


Fakat solculuğu, daha bilinçli bir edim olan “görme” edimini üst-orta sınıf kültürel

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 45


sermayesi ile donanmış olan kendisine, daha pasif olan “bakma” edinimini ise
Anadolulu gençlere atfetmesine engel olmaz. Peki, gerçekten Nermin görmekte
midir ya da neyi görmektedir?

IV.

Adorno’ya göre, “yanlış yaşam doğru yaşanamaz” (Adorno, 1998: 41). Adeta
bütün ütopyacı tutumların amentüsüdür bu kabul. Nermin de sanki bunun farkında
bir kahraman olarak karşımıza çıkar önce. Dünya artık onun için tümüyle yanlışa
kesmiş bir dünyadır. Bütün sırları dökülmüş bir ayna gibi, hiçbir şey göstermemekte,
yalnızca kendisine yönelende büyük bir esneme duygusu uyandırmaktadır. Sorun,
ona bakanda değil, bizzat bakılandadır. “Bizim çoktan sıkıldığımız bu dünyanın
onlara [çocuklara] yeniden ve yeniden açıklanması sinirime dokunuyor” der,
Nermin (s.16). Ancak, bu dünyadan sıkılmanın ne anlama geldiğini hiçbir zaman
öğrenemeyiz. Öğrenebildiğimiz tek şey, Nermin’in, Adorno’nun tersine, sürekli
negatif bir anlamda da olsa insanlara yönelmesidir. “Ben insanlara tahammül
edemeyen bir kadınım. Zaten kısıtlı olan sabır rezervasyonum yıllar içinde
hepten tükendi. İnsanların çoğunu lüzumsuz buluyorum. Hem hayatta, hem
sokakta çok yer işgal ediyorlar. Çok fazlalar. Nüfus en büyük derdim. Hele şu
İstanbul’da gereğinden fazla insan yaşıyor. Yaşamakla kalmıyor bir de üzerinize
üzerinize geliyorlar.” “Malthusçuluk” diye bir şey varsa, ondan olmak istiyorum.
(Devrimciyken bile okuyamadığım bir kitaba maşallah ne inanç bendeki) Zaten
olmadığım bir o kaldı.” (s. 82). Yine Adorno üzerinden devam edersek, Adorno
zaten öncelikle insanı analizin dışına atma eğilimi gösterir: “Bir makinanın
parçalarından başka bir şey olmayan insanlar, (böyle romanlarda) hala özne olarak
davranma kapasitesine sahip kişiler gibi sunulmaktadır bize- sanki hâlâ onların
eylemine bağlı olan bir şey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı
gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.” (Adorno, 1998: 13).

Nermin bir yandan insanlara yönelirken, öbür yandan da sürekli onları dışlar.
Gerçekte onlara yönelmesi kendini onlardan ayırmak için duyduğu gereksinimden
kaynaklanmaktadır. Yoksa, gerçekte onlara ilişkin adeta hiçbir problemi yoktur.
Kalabalıktan ne kadar yakınırsa yakınsın, bir kalabalık olarak onlara muhtaçtır
da. Bu yüzden, insanlara yönelmesi onda sonsuz bir yorgunluk hissi uyandırırken
(“Zaten yorgunluk benim genel halim. (…) Şu memlekette yaşayıp da yorgun
olmamak mümkün mü? (…) Ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum,
gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamış gibi
yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak (…) yorgunuyum. Tam da
artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden
şaşırmak yorgunuyum”) (s.109), arada bir uyanır gibi görünen duyarlılığını da

46 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


hemen bastırır: “Her neyse yeniden başkalarını düşünecek halim yoktu. Herkes
ne hali varsa görsün! Sosyalizm bize bu kötülüğü yapmıştı işte, kendi gitmiş ama
bize amansız bir hastalık gibi başkalarını kurtarma düşüncesini bırakmıştı.” (61-
62). Nermin kimseyi düşünmemektedir aslında, herkes üstüne düşünmektedir.

Bu ilk elde olumlu bir nokta olarak görülebilirse de herkes üstüne geliştirilen
düşünüş tümüyle veri olanı kabullenmeye dönüktür. Herhangi bir kurtuluşçu
perspektif içermez. Bu anlamda da olabildiğince genelleyicidir Nermin’in tutumu.
Bir bütünlükten çok bir kütle olarak gördüğü şimdiki zamandan ve bu zamanın
insanlarından tek tek seçtiği hiçbir şey yoktur. Oysa biliyoruz ki “Kurtarılışın
dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgudur, tekrardır,
sadece tekniktir.” (Adorno, 1998: 257). Nermin ise şeyleri “kurtuluşun ışığında”
görmekten çoktan vazgeçmiştir zaten.

Nermin sürekli kendini yinelemekten öteye gitmemektedir. Yineleme, romanda


giderek tam da eleştirdiği şeylere dönüşmesinden başka bir sonuç vermemektedir:
“Devrimci bir genç kız olduğum zamanlardaki kalbimi özlüyorum. Belki saftık,
toyduk, hamdık, ama iyiydik. İyi. (…) Şimdi her çeşit kötülüğün zeka oyunu; her
çeşit aşağılamanın ince alaycılık sayıldığı bir çağa geldik” (s.134). Oysa tam da
Nermin’in kendisi ince alaycılıkla karıştırılan aşağılamayla malüldür. Örneğin
alışveriş merkezinde karşılaştığımız Orta Anadolu kökenli olduğu düşündürülen
genç kız baştan aşağı aşağılanır. Hiç kimse onun “eleştirel” gözlerinden kaçamaz.
Ama yine de ders almayı bilmez Nermin. Bir yandan “galiba dünyanın bir tek büyük
gerçekliği var: O da dünyada birçok gerçeklik olduğu ve bunların bir arada yan yana
yaşayabilme zorunluluğu.” (s.226) der ama öbür yandan buna dönük en küçük bir
çabasına rastlayamayız. Örneğin, şikayet edip durduğu kalabalıkla“yaşamayı” asla
denemez. Ya da hiçbir biçimde Orta Anadolu’dan gelmiş gibi duran bir genç kızı
kabullenmeye yanaşmaz (s.49). Rüyasında bile bu kız karşısına bir kabus olarak
çıkar. Bu kalabalıkla arasında en küçük bir ortak nokta olabileceği duygusuna
bile katlanamaz. Fakat duyduğu şey, kendi zamanından ve ortamından bir tiksinti
de değildir. Üstlerine onca düşünmesine karşın, gerçekte tam bir ilgisizlik ve
uzak durma çabasıdır. Oysa başlangıçta Adorno soyundan bir ütopyacı tutumun,
yani eşitleştirici eksenler üzerinden değil, farklılaştırıcı eksenler üzerinden bir
ütopyacının inşasına uygun bir zemin var gibidir.

Nermin’in özellikle geçmişe ilişkin tutumu bu zemini besler bir özellik


arzetmektedir. Ama burada Adorno’dan ayrılıp Horkheimer’e yönelmek daha
anlamlı olacaktır.

“Geçmiş adaletsizlikler hiçbir zaman geri alınamayacak; geçmiş kuşakların

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 47


acıları giderilemeyecek. İdealist çevrelerde de bir kötümserlik vardır ama, dünyanın
bugünü ve geleceğiyle ilgilidir: insanların çoğunluğu için gelecekte dünyevi bir
mutluluk olasılığını reddeder... Oysa maddecinin hüznü, geçmiş olaylarla ilgilidir.”
(Horkheimer, 1986: 39). Nermin’in kötümserliği de tam bu soydan bir kötümserlik
gibi görünür önce...Geleceği reddeder; bugünü reddeder. Ama ne yazık ki, geçmişi
sürekli adeta şanlı bir geçmiş olarak yüceltmekten kendini geri alamaz.

“O ıssızlıkta, yalnızca geçmişin değil, aydınlık bir geleceğin de anıları kaldı.


İstanbul’un neredeyse her köşesi, bizim için bir gelecek ümidi taşırdı. Bazı hayaller,
boşa çıksalar bile, gücünü yaşanmışlıktan alan hatıralar kadar canlı ve şiddetli
hatırlanabilirler. Bizler de hatırası az, hayalleri çok çocuklardık. Gençtik; bizden on
yıl öncesine bile “uzak geçmiş” diyecek kadar genç! İstanbul bizi bekliyordu. Hayat
bizi bekliyordu. Kitapların başında sabahladığımız gecelerin tansökümlerinde
uykusuz gözlerle İstanbul’un çeşitli yerlerindeki sabahçı kahvelerini dolaşarak. Pus
içindeki İstanbul’un uyanışını seyrederken, halkımızın uyanışını da ümit ediyor,
bir gün içinde bizim de olacağımız mutlu bir geleceğin hülyasına dalıyorduk.” (s.
134). Nermin için geçmiş, geleceğe inancın yuvalandığı zaman dilimi olduğunca
anlamlı ve bir o kadar da hüzünlüdür.

“Düşünüyorum da (…) geçmişe hüzünlenmek bile, safiyetini yitirip, bir “trend”


oldu nicedir. Nostalji modası deniyor şimdilerde; zamanı “değer”lerle tartanların
sahiden soylu bir iç sızısıyla andıkları geçmişle, günün modası gereği sığ bir mazi
yardakçılığıyla üretilip tüketilen “nostalji” arasındaki derin fark ayırt edilemiyor.
Her sümüklü sızlanış nostalji sanılıyor. Herkesin bir geçmişi vardır sanılıyor.
Yazık ki, geçmiş bile herkesin değildir. Kimileri yalnızca hatırlar. Hatırlayanlar
başkadır, mazisi olanlar başka. Mazi edinilir. Mazi de bir çok şey gibi emek ister
insandan. Hatırlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Yaşıma göre yıllarımı ve
hayatımı bunca ağırlaştıran şeyin, hatırlama gücüm olduğunu düşünüyorum.”(s.
272). Fakat bu hüzün hiçbir zaman kolektif geleceğe ilişkin bir inanca dönüşemez.
“Geçmiş kimseye kalmıyor. Geçmiş, gelecekle derdi olanların işidir çünkü.” Oysa
tam burada şunu söylemek mümkün: Gelecek, geçmişle bir derdi olanların işi
olmasın? Bu anlamda Nermin’in ne geçmişle, ne gelecekle ilgili bir sorunu var.
Nermin şöyle devam eder: “İstanbul’u yalnızca şimdiki zamanlarıyla sevenlerle,
İstanbul’u geçmiş zamanlarıyla sevenler arasında önemli bir fark vardır. Tarih
sevmek, zaman sevmektir; zamanı sevenlerin hayatları çok daha fazla şeyle
doludur.” (s. 274) Yani Nermin’in hayatı!

Sözüm ona bütün incelikli savlarına karşın Nermin’in geçmişe ilişkin tavrı
kolektif bir geleceğe inanca dönüşemez çünkü bunun için gerekli, geçmişten
kaynaklanan bütün “kerterizleri” (yön gösterici bütün dayanaklar ve işaretleme
noktalarını) reddetmiştir. Kimseleri, hiçbir değeri, ideolojiyi, hareketi gözetmez.

48 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


İnsanları bir kütle olarak kabul ettiği gibi, denediği cümle bağlılıkları da benzer bir
biçimde mahkum eder. Kendini hiçbir bağlılık ve kolektif içinde tanımlamamaya
özen gösterir. Aksine sürekli bir farklılaşma arayışındadır: “Farklılaşmak, ayrı
bir zevk anlayışı ve ayrı bir hayat kurmak için bunca uğraşırken, başka çeşit
birörnekliğe sürüklenmek ne tuhaf. (…) Sürüden ayrılayım derken, sonuçta başka
bir sürü yaratmaya yarayan her çeşit seri üretimden kendimce uzak durmaya
çalışırım.” (s. 173) Açıkça görülmektedir ki aslında Nermin hala bu dünyaya
inanmaktadır: Adorno’nun kanısının aksine bu dünyada hala doğru bir şeyin
olduğuna inanmaktadır. Bu doğruluğun karşılığı, maddi karşılığı ve anlamı nedir
diye sorulduğunda ise aslında verilebilecek tek bir yanıt vardır: Nermin’in doğru
dediği şey doğrudur! Peki ama Nermin’in diğer insanlardan farkı nedir ki?

Nermin kendi farkını olabildiğince “anımsama” üzerinden kurmaya çalışır. Ama


burada da hemen kendini ayrı bir yere koymayı dener. Ona göre, “Toplumsal hafıza,
yalnızca başarmışların kaydını tutar. Kaybedenlerin hikayesi hiç saklanmaz. (…)
Günümüzde kaybetmek, kaybeden biri olmak bile bir başka statünün, bir entelektüel
statünün simgesi oldu. Ortalık sahte “kaybeden”lerle kaynıyor. Kaybedenlerin
mitolojisinden kendilerine macera ve tarih istiyorlar. Yani kaybeden olmanın
kazançlarını istiyorlar. (…) Bir dolu sahte tutunamayan… Hayatın “out” ettikleri,
kültür dünyasının “in”leri olmaya çalıştı. (s.114-115)” Peki ya Nermin’in farkı?
Soru hala ortada durmaktadır.

“Bu şehrin her bir köşesini, bir geçmiş duygusuyla anıyorum bir süredir. İstanbul
bile geçmişimiz oldu. Nicedir başkalarının olmaya başlamış bir şehirde yaşıyoruz.
(…) Mızmız biri sayılmam. Şimdiye ait olan her şeyi kötü bulup, geçmişteki her şeyi
iyi hatırlayanlardan değilim. Bazı insanlar geçmiş duygusunu erken yaşta edinirler.
Ben, onlardan biriyim. Yaşla ilgisi yoktur bu duygunun. Benim erken yaşta ağır bir
geçmişim oldu. Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri
kalanını alır. Hayatın kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu.” (s.136) Hayattan
ne anlamıştır Nermin? Hangi yaşta edinmiştir bu geçmişi? Şimdiki zamanı okuma
biçimine dair referansları var mıdır ve nelerdir? “Hatırlamak sanıldığı kadar kolay
değildir. Yaşıma göre yıllarımı ve hayatımı bunca ağırlaştıran şeyin, hatırlama
gücüm olduğunu düşünüyorum. (s.272) Bu yüzden mutsuzdur Nermin “Hafızası
güçlü olanların mutsuz olmaları da kaçınılmaz.” (s.315). “Hayat bazı insanların
kalbini daha çok kırar.” (s.396) Yani Nermin’in!

Görüldüğü gibi, Nermin hatırlayış ile mutsuzluk arasında bir bağlantı kurar.
Hatırlayış onun için bir mutsuzluk kaynağı ve hatta hayatın verdiği bir cezadır
çünkü o şimdiki zaman içinde bunun bir karşılığını görmediğini düşünmektedir.
O yalnızca hüzünle anılıp geçilecektir. Hiçbir biçimde, hiçbir sabit noktaya

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 49


bağlanmaz. Tam bağlandığı gibi olduğu yerde ise, en kabasından bir hedonizmden
başka bir şey çıkmaz karşımıza. “Zaman sessizlikte gövdelenir, İstanbul’un bütün
tarihini, olanca ağırlığıyla ve çok eskilerden kalma diri bir saadet duygusuyla
hissettirir. Gürültülerin İstanbul’unda şimdiki zamanı, sessizliğin İstanbulunda ise
geçmişin ağırlığını duyarsınız. Ne olursa olsun, İstanbul bitmez. Açtığı yaraları
kapatmasını bilir. (…) Ne olursa olsun, İstanbullu olmak mutluluktur. Her fırsatta
bundan payımı almaya bakarım.”(s. 138) Nermin’in İstanbul’unun herhangi bir
kolektifle, ortak yaşam deneyimiyle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine, kendi şimdiki
zamanının ıssızlığını geriye doğru yürütmekte ve geçmişin İstanbul’unu sessizlikle
özdeşleştirmektedir. O İstanbul ki sanki meydanlarında yüz binlerce insan sesini
bırakmamıştır. Onlardan hiçbir iz yoktur. Bu ölçüde de gerçek-dışı, tarihsiz ya da
tarihten kaçırılarak inşa edilmiş bir İstanbul mazisidir bu.

Bu anlamda, Nermin’in geçmişe doğru yürüyüşü Benjamin’in deyimiyle “bir


kaplanın geriye doğru sıçrayışı” (Akt. Lowy, 1999: 223) değildir. Şimdiki zamanı
kabullenmek için kendi çevresindeki dansıdır. Şimdiki zamandan kopmak üzere bir
rol üstlenmez, geçmişin anımsanması. Bu anlamda, yine Benjamin soyundan bir
ütopyacılıkla kolektif deneyimler deposu da değildir. Tersine, bugünkü deneyimi
Nermin’in ne kadar tikelse, geçmişteki deneyim de o kadar tikeldir. Geçmişin
deneyiminin bu negatif kullanımının en önemli özelliği geçmiş ile bugün arasında
hiçbir bağın bulunmamasıdır. Adeta geçmiş orada dondurulmuştur ve gökten
zembille bir şimdiki zaman indirilivermiştir. Bunun en kritik dönüşüm anı ise
geçmişe ilişkin bütün kerterizlerin yadsındığına ilişkin savdır ve bunu Nermin
yine kendi üzerindenmiş gibi rol yapsa da başkaları üstünden şöyle ifade eder:

“Bir tek solculuktan vazgeçmenin yenisi olmuyor. Solculuktan vazgeçmek kolay


hesaplaşılabilecek bir şey değil çünkü. Nereye giderlerse gitsinler, solculuğun zeki
gözlerinin onları hep gözetlemeye devam ettiğini düşünüyor ve her an savunmada
bir hayat yaşayarak, içten içe hep onlarla konuşuyorlar. Solculuktan caymış her
kişinin, solcular tarafından nasıl görüldüğüne, nasıl değerlendirildiğine dair
dertleri vardır ve içleri, çeşitli durumlarda, yeri geldikçe onlara karşı kullanılmak
üzere hazır beklettikleri savunma cümleleri ve yanıtlarla doludur. Ah, bilmez
miyim? “(s. 164). Görüldüğü gibi, Nermin için İstanbul ve örneğin Anadolu ne
kadar total bir şeyse, solculukta o kadar totaldır ve geçmişin bir parçası olarak
hiçbir şeyi kurtarılarak bugüne aktarılmamıştır. O, bugünle ilgisiz bir şey olarak
geride durur ve hiçbir şey yapmadan yalnızca “kamu vicdanı” olarak seyreder.
Seyretmesi de gerekmektedir. Çünkü bugünün onaylanması için onun hep orada,
seyirci olarak kalmasına gereksinim vardır. Zaten romanda solculuğun neredeyse
somut olarak karşımıza çıktığı tek an, Türk sol hareketinin en karanlık, en yalıtılmış
temsilcileriyle gerçekleşir.

50 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Bununla da yetinmez Nermin. Bizi, şimdiki zamanın “solcu” mekanlarıyla
tanıştırır. Aslına bakılırsa, romandaki Tuğde karakteri bize ne kadar 1980 sonrası
Türkiye toplumunun geçirdiği dönüşümün, görsel olanın televizyon aracılığıyla
aşırı şekilde öne çıktığı, tüketimin gitgide önemli bir rol oynamaya başladığı
bir yönüne işaret ediyorsa, Nermin karakteri de bir başka yönüne göndermede
bulunur: 1980 öncesi solcu olmakla birlikte, burjuva kökenden gelen, ne solculukla
ne de burjuva kökeni ile tam olarak hesaplaşamamış, şimdi medya ya da reklam
sektöründe çalışan kültürel olarak seçkinci elitler. Her iki karakterin de kenti,
tüketimi ve tüketimin gerçekleştiği kentsel mekanları deneyimleyiş tarzları ve
bu deneyim sırasında öne çıkan mekanlar bize 1980 sonrası yaşanan dönüşümün
kentsel tezahürlerine dair önemli ipuçları vermektedir.

Daha önce de vurgulandığı gibi romanda öne çıkan mekanlar daha çok tüketimin
gerçekleştiği mekanlardır: Tuğde’nin alışveriş merkezi, “ikinci bir Deniz Gezmiş
olmaya yola çıkıp”, sonunda Ortaköy’de bar sahibi olan Turgay’ın barı, ki barın
müdavimleri de “mazilerinde eski solculuk deneyimleri de bulunan, az buçuk
edebiyata, kültür ve sanata bulaşmış, yeni reklamcılar, yeni televizyoncular, yeni
medyacılar, yeni borsacılar, yeni sağcılar”dır (s. 190); Kaktüs Bar, restoran vs.

Romandaki iki karakter arasındaki karşıtlık ve bu karşıtlığın tüketim ediminde


açığa çıkış biçimi kent mekanını alımlayışlarına dair de ipuçları verir niteliktedir.
Tuğde tüketim toplumunun kurbanının romandaki izdüşümüdür. Metaların kendisi,
markaları ve onlar etrafında yaratılan gösteri onun özel ilgi alanına girer. Nermin’in
kullandığı her sabun ve temizlik markasını sorar ve bazılarını coşkuyla onaylarken
bazılarına dudak büker. Nermin’in nar çiçeği arabası, çok sayıdaki ayakkabıları ve
şampuan reklamları özel olarak dikkatini çekmektedir. Nermin alışveriş yapmayı
sevmediği gibi Pierre Cardin ve Christian Dior gibi kullandığı markalarla anılan
kadınlara küçümseyerek bakar. Şüphesiz Nermin metaların gizemli diline tüketim
toplumunun kurbanından daha vakıftır.

Tüketim basitçe ihtiyaçların giderilmesi için metaların edinimine denk


düşmez, aynı zamanda “bir dizi özerk ekonomik etken sonucunda yerleşmiş olan
farklılıkları ifade etmeye değil, sosyal gruplar arasında farklılıklar oluşturmaya
yarayan bir toplumsal ve kültürel uygulamalar dizisidir.” (Bocock, 1997: 71).
Nermin gerek metaların simgesel anlamlarının üretildiği bir sektörde çalıştığı için,
gerekse sınıfsal konumundan dolayı, metaların simgesel anlamları ve değerleri
konusunda bir gösteri toplumu kurbanından daha birikimlidir. Öncelikle kendi
sınıfının kültürel sermayesi ile donanmıştır. Sonuçta burjuva olmak aynı zamanda
metaların sembolik dilinin de edinilmesini gerektirir. Her ne kadar burjuva halaları
tarafından iyi bir burjuva olmak için kendisine öğretilmeye çalışılanlara isyan etse

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 51


de, onu inkar etmek için bile olsa o kültürü edindiğini belirtir: “Onları ve onların
şahsında burjuva sınıfını aşağılayabilmem, yadsıyabilmem, yok sayabilmem için,
onlara ilişkin her şeyi, hatta onların bildiklerinden fazlasını öğrenmem gerektiğine
inanıyordum. Eşya, kumaş, çiçek, dönem adları, mobilya stilleri, önemli tarihler,
mutlaka bilinmesi gereken tarihteki meşhur şahsiyetler, yabancı adlar, görgü
kuralları, yanlış telaffuz edilen sözcükler.” (s. 408-409). Aslında reddedilmek
istenilen ve metaların farklılık inşa edici sembolik diline vakıf olmayı gerektiren
bu kültürel sermayeyi romandaki analizleri sırasında da bol bol sergiler Nermin:
Paşmina Şal, Wenge Masa vs.

Yazar, Nermin karakteri üzerinden üst-orta sınıf entellektüelinin kenti nasıl


deneyimlediğine dair önemli ipuçları sunar. Nermin’in yaşadığı ve romanda adı
geçen İstanbul semtleri üst-orta sınıf kesimlerinin yaşadığı semtlerdir: Nişantaşı,
Ortaköy ve Boğaz. Biraz ileride değineceğimiz gibi İstiklal Caddesi’ne çıktığında
ise kendi sınıfının huzursuzluğu ile birlikte, solcu hislerinin karmaşasını dile getirir.

Tuğde ne kadar şimdiki zamanın bir merkez haline geldiği gürültünün


İstanbul’una aitse, Nermin de o kadar sessizliğin İstanbul’una, geçmişin
İstanbul’una aittir. Nermin’in geçmiş ve şimdi karşısındaki tutumu ve bunun kentsel
tezahür biçimine bakışı en iyi Ortaköy’e olan hislerinde açığa çıkar. Ortaköy’deki
dönüşümü şöyle dile getirir:

“Her yanını kafeler, gümüş ve deri satan dükkânlar, eski eşyacılar, kilimciler,
halıcılar, açık hava tezgâhları, fırında patatesçiler, gözlemeciler, büfeler kapladı
birdenbire Şehir, kendi göbeğini keşfetti. Bodrum bir efsane olduktan sonra,
Bodrum’dan sonra İstanbul içinde bir efsane yaratıldı.” (s. 137)

Ardından Nermin, nostalji içerisinde eski Ortaköy’ü anlatır ve eski Ortaköy’ün


debdebeden uzak halini betimledikten sonra İstanbul sevgisini dile getirir: “Eski
İstanbul” nostaljisi, aynı zamanda “kentli olmaya” dair bir ayrıcalık talebini dile
getirir (Bali, 2004. 135). Bu kentin deneyimlenme biçimi üzerinden kurulan
ayrıcalık talebini zaman ve mekanın deneyimleniş tarzından da çıkarsamak
mümkündür. Romanda karşımıza Tuğde ve Nermin üzerinden iki farklı zaman-
mekân deneyimi çıkar. Bir tarafta genellikle pencereleri olmayan, yani içeriye
zamanın işaretlerinin davet edilmediği, yani “zaman göstergelerinin yokluğuyla
zamanın bir etken olmadığı, ya da daha az önemli olduğu” bir mekân olan alışveriş
merkezinin Tuğde’si vardır (Ritzer, 2000: 197). Ritzer’in belirttiği gibi tüketim
isteğini kışkırtan gösteri mekânında “genel olarak zaman duygusunun yitirilmesi”
ve “uzam ve zamanda kaybolmak” önemlidir. Tuğde hedefine kilitlenmiş bir şekilde
şimdiki zamanda yaşar. Oysa ki Nermin mekânda zamanı görme yetisine sahiptir.

52 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


İstiklal Caddesinde yürürken, cadde tarihe doğru uzayarak farklı bir derinlik
kazanır. Kalabalık bu caddenin içinden sadece geçip gitmekte iken, Nermin ve
arkadaşı Sinan caddede saklı olan zaman göstergelerini okurlar. Çünkü Sinan da,
Nermin de İstanbul’a bir geniş zaman büyüsü yaratan edebiyatın dünyasından
bakmaktadırlar. Edebiyat, “Mekânın ve zamanın araçlarından yeni zamanlar
ve mekânlar” yaratabilmekte ve Nermin’e üzerinde bulunduğu caddeye hem
içinde yaşadığı zamandan, hem de caddenin bütün tarihinden bakma imkanını
sağlamaktadır. Tam da zamanı ve mekânı bu deneyimleyiş nedeniyledir ki, Çiçek
Pasajı’nda oturup içkisini içen ve “Eski dostlaar, Eski dostlaar” diye şarkı söyleyen
kalabalıktan farklıdır Nermin.

Aslında kentli olan, kenti gerçekten seven ve onu geçmişi ile birlikte görebilen
Nermin’dir. Nermin’in kenti algılayış biçimini olanaklı kılan kültürel sermayesi,
kendini bir bireysel tercih biçiminde ortaya koyar. Kenti deneyimlerken şimdiye
hapis olana karşı, geçmişi de arkasına alarak “kentli” olmaya dair ayrıcalık talebi
oluşturmaktadır kahramanımız.

Bu ayrıcalık talebi aynı zamanda kaçınılmaz olarak seçkincidir de. Nermin


üst-orta sınıf entelektüellerin kent mekanını deneyimleyiş biçimlerinin en tipik
özelliklerini sergiler. Öncelikle kentin nüfusundan sürekli olarak şikayet eder.

Nermin için kalabalık hep negatif bir şeye işaret eder: “Her konuda repertuarı
sığ olan, kaba, kıyıcı ve yağmacı bir” kalabalıktır bu kalabalık. Aslında Nermin’de
ifadesini bulan bu üst-orta sınıf kent seçkinciliği daha kaba ve önyargılı bir şekilde,
İstanbul ve Beyoğlu söz konusu olduğunda köşe yazarları tarafından çokça dile
getirildi. 1990 sonrasında, köşe yazarları sıkça İstanbul’un taşralaşmasından ve
“köylülerin istilası”na uğramasından şikayetçi oldular. Bali’nin belirttiği gibi, bu
seçkincilikte aslında “İstanbul sevgisi” ile bir arada giden bir “köylü nefreti”vardır
(Bali, 2004: 137-139).

Üst-orta sınıf kent seçkinciliği en iyi ifadesini bulvar karşısısındaki yeni


tutumda bulur. Berman Katı Olan Herşey Buharlaşıyor isimli kitabında kent ve
modernizm ilişkisini tartışırken, şehrin tümünü sakinlerine açan Haussmann’ın
Paris bulvarlarına değinir. 1860’ların izlenimcilerinden başlayarak beş kuşak
modern ressamlar, yazar ve fotoğrafçılar, “bulvarlardan akan hayat enerjisi” ile
beslenmişlerdir (Berman, 1999: 208). Üst-orta sınıf entellektüeli için bulvar artık
bir karşılaşma yeri olmaktan çıkmıştır. Nermin İstiklal Cadde’-si’nde kesintisiz
bir yürüyüşün olanaksızlığından şikayet eder: “İstiklal Caddesi’nin eskisinden
farklı olarak artık günün her saatinde tıklım tıkış olan kalabalığında konuşa konuşa
ilerlemenin zor olduğunu siz de tahmin edersiniz.” (s.271).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 53


Karşısına “anket teröristleri”, dilenciler, rocker görünüşlü modern ve dağınık
gençler, kağıt mendil satmaya çalışan çocuklar, yoksulları traş eden misyonerler,
“asık suratlı”, “daha çok bağırırlarsa, daha çok inandırıcı olacaklarmış gibi,
emperyalizmden, kapitalizmden söz ederek çığıra çığıra gazete satmaya çalışan”
solcu gençler, çevre korumacı gençler, Cumartesi anneleri çıkar. Nermin solcu
duyarlılıklarını tamamen kaybetmediği için bazılarına sempati ile bakar, fakat yine
de onlar caddenin akışını kesintiye uğratmakta ve kamusal alanda yalnız kalma
hakkını gasp etmektedirler. Cadde her zamanki gibi disiplinsizliğin her an boy
gösterebileceği, özdenetim kodlarının her an kırılabileceği bir kent mekanıdır ve
tam da bu özelliğinden dolayıdır ki bir üst-orta sınıf için huzursuzluk vericidir.
Oysa ki korunaklı alışveriş merkezleri ve etrafı duvarlarla çevrili özel güvenlik
görevlilerince korunan banliyöler daha steril ve kontrol edilebilir yerlerdir. Cadde
yine “Yoksulların gözleri” ile karşılaşma görevini yerine getirir. Her göz göze gelme
anında Nermin suçluluk hisseder, çünkü “Her çeşit sınıf ilişkisi, aynı zamanda bir
suçluluk ilişkisidir...” (s. 270) Ama bu suçluluk ilişkisi bile, aslında Nermin’i o
büyük kalabalıktan ayırmaya yetmez.

Nermin’in romanın başka bir karakterine ilişkin olarak yaptığı şu saptama,


farklı bir biçimde kendisi için de geçerlidir: “İnce beğenili, uygar görünüşlü,
opera ve sinema seven bu genç adam, kendinden aşağı sınıf insanlara karşı akıldışı
bir nefret duyuyordu. Nefretinde, öfkesinde ve onlara karşı davranışlarında, bir
burjuvadan çok, zalim bir derebeyi havası vardı. (…) Kendini sınıfsal bir varlık
olarak, ancak onları ezerek duyabiliyordu. (s.126-127) Nermin, bu karakterin
kendini sınıfsal bir varlık olarak nasıl duyabildiğini eleştirirken, aslında göz
ardı ettiği şey, kendisinin bunu bile çoktan kaybetmiş olduğudur. O, kendisini
kurabilmek için söze dökülmüş ve belirli bir noktadan, bir ölçütten bir değerler
sisteminden güç alan bir tutuma değil, tersine bir suskunluğa muhtaçtır. Herkes
üstüne düşünen “geveze suskunluğunu” da, her şeyin üstüne çıkmayı başarmış bir
eda ile zafere dönüştürmeyi bilir: “Herkesin kendi düşüncesini “nesnelliğin sesi”,
karşı tarafın görüşlerini ise “at gözlüğü” ile bakmanın tek yanlı değerlendirmeleri
olarak gördüğü, son sözü söylemiş olmanın o tartışmayı kazanmak sanıldığı
bir ortamda, an gelir derin bir yorgunlukla susar, içe kapanır ve tamamen geri
çekilirsiniz. Gerçekten yenilmişsinizdir. Tartışmadaki taraflardan biri olarak değil,
iletişimin hâlâ bir olanak olduğunu sanma düşüncesi karşısında yenilmişsinizdir.
Tartışmalarda gerçekten kazanan ve kaybeden varsa, bunlar hiçbir zaman sözcükler
ya da fikirler değil, hayatlardır.” (s.180) Nermin, hayatını farklılaştırarak, en
azından farklı kıldığı savıyla zaferini ilan etmektedir. Fakat aynı Nermin, aynı
zamanda bildik Amerikan filmlerinin en ucuz kalıplarına teslim olmaya da hazırdır:
“Amerika’da olsam, ben de bilirdim her sabah koşmasını... Mutlu bir tesadüfün
kahramanı olmayı hangi kadın istemez?” (s. 81-82)

54 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Roman boyunca karşımıza yalnızca iki olumlu kadın karakter çıkar. Bunlardan
biri Nermin’e temizliğe gelen Alevi kökenli Gurbet Hanım’dır. Diğeri ise Nazlı.
Nermin, Gurbet Hanım’ı olumlamakla birlikte öbür yandan bu olumlu karakteri
ilerde zan altında bırakmaktan da geri kalmayacaktır. Gurbet Hanım yoksulluk
içinden çıkıp gelmiştir. Ama Nermin, daha sonra Galata Köprüsü’nde dilenen küçük
bir kız çocuğu üzerinden neredeyse bütün yoksulları mahkum eder. “Yoksulların
başka türlü büyüdüğünü unutmuşum.” (s.234) Bu küçük kız çoçuğunun dünyayla
ilişkisinin dilenmek, istemek, ısrar etmek üzerinden olduğunu, kısaca sonuç
almak üzerinden olduğunu saptayan Nermin, bunu yoksulların büyüme tarzlarıyla
ilişkilendiriverir. Dolayısıyla, Gurbet Hanım’ın nereden ve nasıl yetişerek olumlu
bir kişilik olarak karşımıza çıktığı bir sır olarak kalır ya da yanlış olan, Nermin’in
bu genellemesidir.

Aslında bunun basit bir yanıtı vardır: Nermin, yoksul ya da zengin, burjuva ya
da köylü, kim olursa olsun, mesafeyi kendisi koyduğu sürece ya da üstüne düşünce
geliştireceği nesneyi keyfi olarak giydirebileceği sürece hiçbir sorunu yoktur. Bu
yüzden keyfince anlatır Gurbet Hanım’ı ve yine bu yüzden Galata Köprüsü’ndeki
yoksul çocuğa ilişkin nefretini sakınmaz. Çünkü o küçük çocuk buna izin vermez.
Hayat onu pişirmiştir. Nermin’i umursamaz gerçekte. Oysa Nermin’in iflah olmaz
bir biçimde umursanmaya gereksinimi vardır. Üstünde konuşmaya, öğretmeye
gereksinimi. O, Beyoğlu’nda ders vermeye hazırlandığı, kendisine, mutlak olarak
kendisine ve yalnızca kendisine muhtaç bir çocuk aramaktadır. Diğerleri hayatın
yollarını öğrenmiştir, hayatta kalabilmektedir ama onun aradığı ve kaçırmaktan
korktuğu çocuk, henüz yolun başında çaresiz bir çocuktur. Yalnızca onun gözlerinin
farkedebileceği, başka hiçbir gözün, Nermin’in gözünden önce üstüne hiçbir gözün
düşmediği bir çocuk. (s. 269) “Sınıfsal vicdan insana sınıfsal bir utanç da yükler,
bütün hayatınız boyunca suçluluğunu duyacağınız bir utanç…Yoksulluğun hiçbir
çeşidine katlanamayacağıma da o zaman karar vermiş olsam gerek.” (s.313). diyen
Nermin adeta yoksulluğu bir tercih nesnesi ya da konusu olarak konumlandırır.
Yoksulluğun seçilebilir bir şey olduğundan hareketle sevilip sevilmemesi, katlanılıp
katlanılmaması gibi bir durum ortaya çıkar. Böyle konumlandırıldığı sürece de
elbette “seçilebilir” yoksulluktan, aynı ölçüde “seçilebilir” bir nefrete kolaylıkla
sıçranabilmektedir. Yoksulluk Nermin’in düşmanıdır ama “kimi durumlarda,
düşmanınızı uzak tutmaktansa, yanınızda taşımak iyidir.” (s.330). Nermin Gurbet
Hanımı sürekli yanında istediği, ondan vazgeçemediği gibi, İstiklal Caddesi’nde
de kendisine, yalnızca kendisine “ait olacak” o çocuğu aramaktan vazgeçemez.

Diğer olumlu karakter olan Nazlı’ya gelince… “Ah, insanın içinde neler olup
bittiğini kim tam olarak bilebilir ki? İçimizde hem çok şey olur, hem de hiçbir
şey olmaz.” (s. 205). Nermin hep biliyor. Hep bilen, “her insan, kendi olması

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 55


karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok ama mutlaka bir bedel. Kimse
bedelsiz kendi olamaz. Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır.” (s. 235). Hep bedel ödeyen
Nermin için Nazlı bir mola yeridir adeta. Çünkü Nazlı, bizzat kocasının deyişiyle
insanı bir metres gibi dinlendiren, rahat ettiren bir kadındır (181). Yüksek topukların
hızını kesmediği, bir erkek gibi hızlı hızlı giden bir kadın. Hızlı gidenler, nasıl
ki dinlenmek için yavaşlığa gereksinim duyarsa, zamanı sızarak deneyimlendiği
düşündürülen Nermin’in de zaman zaman hıza gereksinimi vardır. Ama o, bu
alanda da kendisini farklı kılmış, gündelik yaşamın adeta çapulcu hızına teslim
olmaktansa, hızına belirli bir “irade” atfetmeyi başarmış Nazlı’nın hızını seçmiştir,
dinlenmek için.

V.

Bu yazıda, bir yandan Yüksek Topuklar romanının iki temel karakteri olan
Tuğde ve Nermin’in kenti ve tüketimi deneyimleyiş biçimleri ve bu deneyimleyiş
sırasında öne çıkan mekanlar üzerine yoğunlaşılırken, öbür yandan özellikle Nermin
karakteri üzerinden kent-tüketim-mekan bağlamında bir yeniden inşa çalışmasının
kimi özelliklerini göstermeyi denedik. Yukarda da değindiğimiz gibi, bu bağlam
aynı zamanda 1980 sonrası Türkiye’nin yaşamaya başladığı dönüşüm ve bu
dönüşümün kentsel tezahürleri açısından da ipuçları vermektedir. Roman içerisinde,
her ne kadar Nermin ve Tuğde karakterleri birbirine zıt iki dünyanın karakterleri
olarak sunulsalar da tüketimin her iki karakteri de birbirine bağlayan ortak nokta
olduğunun altını çizmeye çalıştık. Murathan Mungan’la başlamıştık, yine onunla
ilgili bir noktaya değinerek tamamlayabiliriz: Murathan Mungan’ın romanında
kenti farklı deneyimleyiş biçimlerinin olanaklılığının izinin sürülüp sürülemeyeceği
meşru ve yanıt aranması gereken bir sorudur. Denebilir ki, Yüksek Topuklar tüketim
toplumunun bir üyesinin ve bir üst-orta sınıfın kenti deneyimleyişi ile bizi her ne
kadar baş başa bırakmakta ise de, kenti farklı deneyimleyenler aralardan da olsa
içeri sızarlar; fakat olumsuz tipler olarak. Bu tiplerin olumsuzluğu ölçüsünde,
romanın baş karakteri Nermin, yıldızı daha da parlayarak, öne çıkar ve olumlanır.
Roman, adeta Nermin’in kendini tümüyle onaylaması, kendinden memnuniyetinin
meşrulaştırılması ve hatta doğallaştırılmasının bir serüvenidir. Okur, Nermin’in
kent içindeki serüvenini ya da yatay-düşey hareketliliğini izlerken, aynı zamanda
bunun biricik seçilebilir (en başta bunun bir seçim konusu olduğuna inanarak)
yol olduğuna da ikna olur. Başka bir hayat, başka bir anlam dünyası yoktur. Ne
yazık ki “beklentisi yüksek kadınların yalnızlığı daha koyu olur. Büyük lafların
gölgesinde geçen hayatlar, bir daha iflah olmuyor; geçip gittiğiyle kalıyor zaman,
aşk, her şey.” (s. 424). Öyleyse bize düşen, neredeyse uğruna koca bir roman yazılan
ve kartvizitini bir kırmızı ışıkta Nermin’e veren “Prensin” bir an önce yeniden
Nermin’in yoluna çıkmasını dilemekten başka bir şey değildir.

56 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Kaynakça
Adorno T. (1998), Minima Moralia, Çev. O. Koçak- A. Doğukan, İstanbul: Metis Yayınları.
Akman, N. (2002), “Hayat Kızlara Bir Güzellik Yarışması Olarak Sunuluyor”, M. Mungan’la Söyleşi,
Zaman, 19.05.2002.
Arman, A. (2002), “Elimi Hafifçe Sokup Kadınların Kalplerine Dokundum”, M. Mungan’la söyleşi,
Hürriyet Pazar, 06.05.2002.
Bakhtin (2001), Karnavaldan Romana, Çev. S. Irzık, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bali, R. (2004) Tarz-ı Hayattan Life Style’a, İstanbul: İletişim Yayınları.
Benjamin, W. (1995) Pasajlar, Çev. Ahmet Cemal, İstanbul: YKY Yayınları.
Berman, M. (1999) Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, Çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Bocok, R. ( 1997) Tüketim, Çev. İrem Kutluk, Ankara: Dost Yayınları.
Chaney D. (1996) Yaşam Tarzları, Çev. İrem Kutluk, Ankara: Dost Yayınları.
Debord, G. (1996) Gösteri Toplumu, Çev. A. Ekmekçi ve Okşan Taşkent, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Eagleton, T, (2004) Edebiyat Kuramı Giriş, Çev. T. Birkan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Ersoy, M. (2001) Sanayisizleşme Süreci ve Kentler , Praksis sayı:2 32-53.
Featherstone, M. Postmodern Tüketim Toplumu, Çev. M. Küçük İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Harvey D. (1994) “Flexible Accumulation through Urbanizaiton Reflections on ‘Post-Fordism’ in the
American City”, A. Amin (der), Post-Fordism A Reader, Oxford: Blackwell.
Harvey, D. (1985) The Urbanization of Capital, Baltimore, Maryland: The John Hopkins University Press.
Harvey, D. (1989) “From Managerialism to Entrepreneurialism: the Transformation in Urban governance
in Late Capitalism in Geografiska Anneler 71 B pp3-17.
Horkheimer Max, (1986), Akıl Tutulması, Çev. O. Koçak, İstanbul: Metis Yayınları.
Lowy M. (1999), Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Çev. Y. Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Mayer, M. (1994) “Post-Fordist City Politics” in A. Amin (der), Post-Fordism A Reader, Oxford:
Blackwell.
Miles, S. ve Paddison, R. (1998) “Urban Consumption: An Historiographical Note”, Urban Studies,
Vol: 35 No: 5-6.
Mungan, M. (2002) Yüksek Topuklar, İstanbul: Metis Yayınları.
Ritzer, G. (2000) Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Çev. Şen Süer Kaya, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Şengül, T. (2000b) ”Siyaset ve Mekansal Ölçek Sorunu” in Küreselleşme, Emperyalizm, Yerelcilik, İşci
Sınıfı (ed) by A. Tonak, İmge Yayınları.
w/ntvmsnbc.com, www.ntvmsnbc.cm/news/152715.asp. 17.05.2005.
Zukin S. (1998) “Urban Lifestyles: Diversity and Standardisation in Spaces of Consumption, Urban
Studies, Vol: 35 No: 5-6.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 57


58 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246
Avrupa Birliği Kentsel Politikası ve
Türkiye Kentleri Üzerine
Bülent DURU*

Giriş
Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığının gündeme geldiği bugünlerde hemen
hergün bir konunun AB ölçütlerine uygunluğu tartışmaya açılıyor. Kamuoyuna daha
çok “kokorecin yasaklanması” ya da “dolmuşların kaldırılması” gibi yüzeydeki
değişikliklerle yansıyan bu uyum sürecinde gözlerden kaçırılan bir alan var ki
aslında AB’ye uyum tartışmalarında başı çekmesi beklenirdi: Kentler.
AB’ye giriş sürecinde kentsel politika ve kentsel yaşamın masaya yatırılması
iki açıdan önem taşıyor: Öncelikle, Türkiye’nin kentsel alanda AB ölçütlerini
yakalamasının, bütün politika alanlarında uyum sağlaması anlamına geleceğini
söylemek gerekir. Çünkü, her türlü ortak ve toplumsal gereksinimlerin karşılandığı,
gündelik yaşamın kalbinin attığı kentler, bir anlamda yukarıdan alınan soyut
nitelikteki kararların uygulamaya geçirildiği, can bulduğu alanlardır; kentlerde
etkisini göstermeyen hiçbir politika kararına rastlanamaz. İkinci olarak kentler,
Birleşik Avrupa tasarımında en önemli birleştirici unsurlardan birini oluşturuyor.
Bir uygarlık projesi olarak nitelendirilen AB’nin öncelikle uygarlığın yaratıcısı
ve taşıyıcısı olan bu alanlarda somutlaşmasının beklenmesi boşuna değil. Türlü
dillerde, kent ve uygarlık sözcüklerinin aynı kökten gelmesinin de gösterdiği gibi,
uygar bir yaşam düzeyine erişmede ilk adımların kentten atılması gerekmektedir.1

* Dr., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi


1 Kent ve uygarlığın türlü dillerde aynı kökten türediğini gösteren örnekler için Ruşen Keleş’in bu
sayıdaki “Kent ve Kültür Üzerine” adlı yazısına bakılabilir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 59


AB’de benimsenen temel politikalar çerçevesinde Türkiye kentlerinin ve izlenen
kentsel politikaların değerlendirildiği bu yazının kaleme alınmasında ilk etmen
yerleşim yerlerine ilişkin tartışmaların daha çok “AB-yerel yönetimler” ya da
“AB-çevre sorunları”na odaklanması, bir anlamda “kentsel alan”ın gözardı edilmesi
olmuştur. Bir bakıma, AB-Türkiye ilişkilerini kentsel politikalar çerçevesinde
inceleyen çalışmaların azlığı, AB’de başlı başına kentsel politikaları ele alan
kapsamlı tüzel belgelerin yokluğuna bağlanabilir. Gerçekten de, Birlik, çevre
ve yerel yönetim politikalarını bağımsız bir sorun alanı olarak görüp bu alanlar
için bağlayıcı metinler hazırlarken, aynı çabayı kentsel politikalar için gerekli
görmemiştir.
AB ve Kentler
AB’nin kentsel yaşamı ilgi alanı içinde görmesinin ve kentsel politikaların gelişim
doğrultusunu belirleyecek yol gösterici metinler ortaya koymasının en önemli
nedeni, Avrupa’nın dünyanın en kentleşmiş bölgelerinden birini oluşturmasıdır.
Nüfusunun yaklaşık %80’i kentsel alanlarda yaşayan bir örgütlenmenin kentsel
politikaları ilgi alanı dışında görmesi beklenemezdi. (Bkz. Çizelge I-II) Kentsel
konuların sürekli Birlik gündeminde yer almasında, kentlerin tarih boyunca Avrupa
uygarlığı için taşıdığı önem de rol oynamaktadır. Bir anlamda, Avrupalılık ruhu
ancak kentlerde yaşatılabileceği, tarihi birikim ve uygarlık ancak kentler aracılığıyla
aktarılabileceği için kentler özel bir ilgi alanı oluşturmuştur, denebilir. Kentsel
sorunların giderek yoğun biçimde ilgi görmesinin bir diğer nedeni toplumsaldır.
Son dönemde izlenen ekonomik ve siyasal politikaların bir sonucu olarak kentsel
alanlarda göç, işsizlik ve konut gibi toplumsal sorunların ağırlaşması Birlik çapında
ortak düzenlemeler gerçekleştirilmesini zorunlu kılmıştır. (Atkinson, 2001:385)
Kuşkusuz bunlara, doğal kaynaklar üzerindeki baskının artışı, gündelik yaşamın
giderek zorlaşması ve su, kanalizasyon, trafik gibi yerel sorunların ağırlaşması
da eklenebilir. (Aldskogius, 2000: 13) Ancak, AB’nin kenti ilgi alanı içinde
görmesinde, bütün bunların yanı sıra, ekonomik güdülerin payı yadsınamaz. Avrupa
zenginliğinin 2/3 ile ¾’ü arasındaki bir bölümünün gerçekleştiği (Atkinson, 2001:
386), büyümenin itici gücünü oluşturan ve küresel ekonomiyle bağlantı kanalları
konumunda bulunan kentler için özel düzenlemelere gitme gereksiniminin bu
anlamda en önemli etmen olduğu söylenebilir.
AB Kentsel Politikası
AB’nin kentsel politikasını serimlerken en başta söylenmesi gereken şey, kent
ve kent planlamasının Birliğin ana politika alanlarından biri olarak görülmeyip
kapsamlı ve bağlayıcı düzenlemelere gidilmemesi olacaktır. Bu durum, AB
politikalarını ortaya koyan belgelerdeki bölüm başlıklarından da anlaşılabilir.

60 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Çizelge I: Dünyada Kentsel Nüfus

Yıl Dünya Afrika Okya. L.Amerika Asya Kuzey Avrupa Türkiye


Karayipler Amerika
1950 29.1 14.9 60.6 41.9 16.6 63.9 51.2 21.3
1955 30.9 16.6 63.3 45.5 18.2 67.0 53.9 25.7
1960 32.9 18.6 65.9 49.3 19.8 69.9 56.7 29.7
1965 34.7 20.9 68.3 53.3 21.5 72.0 59.9 34.1
1970 36.0 23.2 70.6 57.4 22.7 73.8 62.9 38.4
1975 37.3 25.3 71.7 61.2 24.0 73.8 66.0 41.6
1980 39.2 27.5 71.1 64.9 26.3 73.9 68.6 43.8
1985 41.1 29.6 70.5 68.1 29.0 74.7 70.2 52.4
1990 43.2 31.9 70.1 71.1 31.9 75.4 71.5 59.2
1995 45.1 34.6 71.4 73.3 34.5 77.3 72.2 62.1
2000 47.1 37.1 72.7 75.5 37.1 79.1 72.7 64.7
2005 49.2 39.7 73.3 77.6 39.9 80.8 73.3 67.3
2010 51.3 42.4 73.7 79.4 42.7 82.3 74.2 69.7
2015 53.6 45.1 74.0 80.9 45.5 83.6 75.3 71.9
2020 55.9 47.8 74.2 82.3 48.5 84.8 76.6 74.0
2025 58.3 50.7 74.5 83.5 51.4 85.9 78.0 75.9
2030 60.8 53.5 74.9 84.6 54.5 86.9 79.6 77.7

Kaynak: United Nations Population Division, World Population Prospects: The 2004 Revision
Population Database (http://esa.un.org/unpp)

Örneğin, AB Anayasası’nda kentsel politikaya ilişkin herhangi bir hükme rastlamak


olanak dışıdır; yalnızca çevreye ayrılan 5. bölümde birlik çapında yasal düzenlemeye
gidilip çerçeve yasalar çıkarılacak alanlar listesinde “kent ve ülke planlaması”na
da değinilmektedir. (EU, 2005) Buna benzer biçimde, aday ülkelerin AB’ye giriş
sürecinde attığı adımların değerlendirildiği ilerleme raporlarında yerleşim yerleri
ile ilgili konular, çevre sorunları ve bölgesel gelişme açısından ayrı bir başlık
altında incelendiği halde, “kent” ya da “kentsel politikalar” başlıklı bir bölüme yer
verilmemiştir. Ancak bütün bunlardan, AB’nin, yerleşim yerlerine ilişkin sorunları
bütünüyle ilgi alanı dışında gördüğü sonucunu da çıkarmamak gerekir; tam tersine,
Birlik, kent ve kentsel politikalara ilişkin çok sayıda yol gösterici belgeyi kabul
etmiş durumdadır. Birliğin kentsel politikalarının oluşmasında önemli bir kaynağın
da kimi ülkelerin uygulamaları olduğunu söylemek gerekir. İngiltere, Almanya,
Fransa ve Hollanda gibi ülkelerin belli kentsel bölgelere özgü izlediği politikalar,
daha sonraki uygulamalar için birer örnek oluşturabilmektedir. (EC, 1996: 5)

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 61


AB belgelerinde “yerel yönetimler” ve “çevre sorunları”nda olduğu gibi
başlı başına, kente ve kentsel politikaya yer verilmemesini, söz konusu sorun
alanının Birliğin ilgi alanının dışında kalmasına değil tam tersine sorunun oldukça
önemsenmiş olmasına bağlamak gerekir. İlk başta bir çelişki gibi görünebilecek bu
durum şöyle açıklanabilir: Kentsel yaşamda karşılaşılan sorunlar nitelikleri gereği,
bütün ekonomik sektörleri etkileyen, bütün uğraşların odağında bulunan sorunlardır.
Sözgelimi, sağlık, eğitim, ulaştırma, turizm, altyapı, enerji gibi alanlarda yaşanan
sıkıntılar aynı zamanda bir kentsel sorun olarak karşımıza çıkacaktır. Bir anlamda,
bu alanlarda izlenen politikaların, ulusal ya da bölgesel politikalardan bağımsız
kalma olanağı bulunmamaktadır. Bundan dolayı, Birlik çapında, yaptırımı olan,
konuları ayrıntılı biçimde ele alan düzenlemelere gidilmemiş, yalnızca kentsel
politikayı ilgilendiren türlü sorun alanları ile ilgili esnek, bağlayıcılığı olmayan,
yönlendirici belgelerle yetinilmiştir. Daha çok, kent ve bölgelerin genel gelişim
doğrultusunu belirlemeye yönelik olarak tasarlanan ve ayrıntılı hükümler taşımayan
bu metinlere, Avrupa Konseyi’nin kentsel yaşam sorunlarına ve kent kültürüne
odaklanan belgelerini de eklemek gerekir.

AB’de kentsel sorunların bağımsız bir politika alanı olarak ele alınmayışının
sonucu, bu sorunlara kayıtsız kalınması değil, öngörülen önerilerin diğer
politikaların içine yedirilmesi olmuştur. Örneğin, çevre sorunları konusunda AB’ye
üye ülkelerin izleyeceği ortak politikaları belirleyen 6. Çevre Eylem Programı’nda
kent planlamasına ve kentsel politikalara özel bir yer ayrılmamış, bu konular diğer
başlıklar altında, yeri geldiğinde ele alınmıştır. (CEC, 2001) Bundan dolayı AB’nin
kente ve kentsel sorunlara bakış açısını doğru değerlendirebilmek için, kent ve
bölge planlaması ile ilgili yönlendirici belgelerin yanı sıra yerleşim yerlerini başka
açılardan etkileyen çevre, yerel yönetimler gibi alanlardaki politika kararlarını da
göz önünde bulundurmak gerekecektir.

AB Kentsel Belgeleri

Yukarıda da değinildiği gibi, kentler ayrı bir sorun alanı olarak algılanmadığı için
yakın zamanlara değin kentsel politikayı belirleyecek kapsamlı bir düzenlemeye
gidilmemiş, yerleşim yerlerini ilgilendiren sorunlar ağırlıklı olarak yerel yönetimler
ve çevre ile ilgili tüzel çerçevede değerlendirilmiştir. Üye ülkelerin kentsel
politikaları arasında uyum sağlamayı amaçlayan belgelerin ortaya konmasıysa
2000’li yıllara denk gelir. Çevre sorunlarını düzenleyen kimi belge ve girişimlerin
ortak kentsel politikaların oluşturulmasında önemli etkisinin bulunduğundan söz
edilmişti; bu açıdan, Birliğin kentsel politikasının başlangıcı, 1986 Avrupa Tek
Şartı’na kadar götürülebilir. 1957 Roma Antlaşması’nda değişiklik yaparak ilk
kez çevre sorunlarına bağımsız bir bölümde yer veren Avrupa Tek Şartı’nın AB
kentsel politikası için de bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Birlik çapında çevre

62 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Çizelge II: Avrupa Birliği Ülkelerinde Kentsel Nüfus (%)

Yıl Alm. Avs. Bel. Çek Dan. Est. Fin. Fra. Hol. İng. İrl. İsp. İsv. İtl. Kıb. Let. Lit. Lux. Mac. Mal. Pol. Por. Slv. Sly. Yun. Tür.
1950 71.9 63.8 91.5 40.9 68.0 49.7 32.0 54.3 54.4 79.0 40.9 51.9 65.8 54.3 29.8 51.6 31.1 59.1 39.3 61.2 38.7 19.2 30.0 19.9 37.3 21.3
1955 74.1 64.2 92.0 43.3 69.6 53.6 35.0 58.2 54.1 78.7 43.9 54.2 69.3 56.9 32.6 54.2 35.4 60.6 40.9 65.6 43.2 20.6 31.7 23.8 40.1 25.7
1960 76.1 64.6 92.5 45.8 73.7 57.5 38.1 62.0 53.8 78.4 45.8 56.6 72.6 59.4 35.6 56.9 40.0 62.1 42.6 69.8 47.9 22.1 33.5 28.2 42.9 29.7

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


1965 77.9 65.0 93.1 48.9 77.0 61.3 43.9 67.1 54.9 77.8 48.7 61.3 77.1 61.8 38.2 59.5 44.7 63.0 45.5 73.9 50.0 23.9 37.0 32.5 47.5 34.1
1970 79.6 65.2 93.8 52.0 79.7 64.9 50.3 71.1 55.9 77.1 51.7 66.0 81.1 64.3 40.8 62.0 49.5 67.8 48.5 77.4 52.3 25.9 41.1 37.0 52.5 38.4
1975 81.2 65.3 94.5 63.7 82.1 67.6 58.3 72.9 56.9 82.7 53.6 69.6 82.7 65.6 45.2 65.4 55.7 73.7 52.8 80.4 55.4 27.7 46.3 42.4 55.3 41.6
1980 82.6 65.4 95.4 74.6 83.8 69.7 59.8 73.3 58.0 87.9 55.3 72.8 83.1 66.6 51.9 68.2 61.2 78.9 56.9 83.1 57.9 29.4 51.6 48.0 57.7 43.8
1985 84.0 65.6 95.9 75.2 84.4 70.8 59.8 73.7 59.0 88.6 56.3 74.2 83.1 66.8 58.6 69.8 65.1 82.9 59.5 85.5 59.3 37.2 54.2 49.7 58.4 52.4
1990 85.3 65.8 96.4 75.2 84.8 71.1 61.4 74.1 60.0 88.7 56.9 75.4 83.1 66.7 65.0 70.3 67.6 86.3 62.0 87.6 60.7 46.7 56.5 50.7 58.8 59.2
1995 86.5 65.8 96.8 74.7 84.9 69.9 61.4 74.9 61.8 88.7 57.9 75.9 83.2 66.9 68.1 68.6 67.3 89.1 63.0 89.4 61.3 50.4 56.8 50.8 59.2 62.1
2000 87.5 65.8 97.1 74.1 85.1 69.4 61.1 75.7 64.3 88.9 59.1 76.3 83.3 67.2 68.8 66.8 67.0 91.0 64.0 90.9 61.7 53.0 56.8 50.8 60.1 64.7
2005 88.5 65.8 97.3 74.5 85.5 69.6 60.9 76.7 66.8 89.2 60.4 76.7 83.4 67.5 69.5 65.9 66.6 92.4 65.9 92.1 62.0 55.6 58.0 50.8 61.4 67.3
2010 89.3 66.3 97.4 75.1 86.1 70.3 61.2 77.8 69.2 89.7 61.9 77.3 83.8 68.2 70.4 65.7 66.8 93.3 68.0 93.0 62.8 58.3 59.4 51.4 63.1 69.7
2015 90.0 67.2 97.5 75.7 86.8 71.4 62.1 79.0 71.4 90.2 63.6 78.1 84.3 69.2 71.6 66.3 67.5 94.1 70.0 93.7 64.0 60.9 60.8 52.6 65.2 71.9
2020 90.7 68.5 97.7 76.3 87.5 72.9 63.5 80.3 73.5 90.8 65.6 79.2 84.9 70.6 73.1 67.8 68.7 94.6 72.1 94.2 65.6 63.5 62.2 54.4 67.7 74.0
2025 91.3 70.3 97.8 76.9 88.2 74.8 65.4 81.7 75.4 91.4 67.8 80.4 85.8 72.3 74.7 69.9 70.4 94.9 74.0 94.6 67.6 66.1 63.6 56.9 70.1 75.9
2030 91.9 72.3 97.9 77.4 89.0 76.6 67.9 83.0 77.2 92.0 70.1 81.7 86.7 74.3 76.5 72.0 72.4 95.3 75.9 95.0 69.9 68.7 64.9 59.8 72.4 77.7

63
Kaynak: United Nations Population Division, World Population Prospects: The 2004 Revision Population Database (http://esa.un.org/unpp)
sorunları alanında gerçekleştirilen çok sayıda düzenlemeyi ve 1986’da başlatılan,
“Eurocities Network” gibi girişimleri AB kentsel politikasının ilk adımlarından
saymak gerekir. 1990 yılında yayımlanan “Green Paper” (CEC, 1990) kentsel
politikanın genel çerçevesini belirleyen öncü metinlerden biri olmuştur. AB
düzeyinde mekansal politikaya ise ilk kez 1992 Maastricht Antlaşması (m130s) ile
yer verilmiştir. (Delladetsima, 2003: 159) Bu dönemde AB’nin kentsel politikaları
için söz edilebilecek kaynaklardan biri de, 1993 tarihli, kentsel politikaya ayrı bir
başlık altında yer verilmeyeceğini, diğer politikaların içine yedirilerek bütünleşik
bir politika izleneceğini açık biçimde ortaya koyan “White Paper”dır. (Atkinson,
2002: 782) Kapsamlı bir mekan politikası ilkelerinin belirlenmediği bu dönemde,
birbirini izleyen çok sayıda konferans, rapor gibi etkinliklerle kentsel sorunlar ve
politikalar ele alınmıştır. Örneğin, daha çok, ekonomik bütünleşme, toplumsal
uyum gibi konulara odaklanan ve ilk kez bölgesel ve kentsel planlama için ortak
çerçeve oluşturma girişimi olan 1991 tarihli “Europe 2000” (Newman/Thornley,
1996: 18) ve ardından üç yıl sonra, 1994’de yayınlanan “Europe 2000+” (EC, 1994)
adlı raporlar bu dönemin ürünüdür. Aynı yıl hazırlanan “European Sustainable
Cities Report”u2 da anmak gerekir. (Delladetsima, 2003: 161) Bu dönemde,
en somut proje ise 1994-1999 yılları arasında, yapısal fonlarca gerçekleştirilen
“Community Initiatives Urban”3 ve “Urban Pilot Projects”tir. (Aldskogius, 2000:
8) Bu deneme projeleri daha çok, ekonomileri için yapısal dönüşüm öngörülen geri
kalmış bölgelere, sanayinin gelişmemiş olduğu alanlara ve işsizliğe odaklanmıştı.
(Newman/Thornley, 1996: 18) Avrupa çapında giderek ağırlaşan kentsel sorunlara
karşı alınacak önlemler konusunda daha geniş kapsamlı girişimler ise 1990’ların son
döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan, 1997’de “Towards an Urban Agenda in
the European Union”4 (CEC, 1997a) ve 1998’de “Sustainable Urban Development
in the European Union: A Framework for Action”5 (CEC, 1998) adıyla yayınlanan
raporlardan ve yine aynı yıl 1998’de Viyana’da toplanan “European Urban
Forum”dan6 söz etmek gerekir. AB’nin ortak mekan politikasının belirlenmesi
sürecinde en önemli aşama ise 1999’da, Almanya’da, Postdam’da benimsenen
“European Spatial Development Perspective-ESDP”7dir.
ESDP
AB’nin kentsel politikalarından söz edildiğinde belki de üzerinde en çok
durulması gereken düzenleme, mekan planlamadan sorumlu Bakanlar Konseyi
2 Avrupa Sürdürülebilir Kentler Raporu.
3 Örneğin bu girişim kapsamında 600 milyon Ecu az gelişmiş bölgeler için, 200 milyon Ecu ise büyük
kentlerdeki deneysel projeler için kullanılmıştır. (Newman ve Thornley, 1996: 19)
4 AB’de Kentsel Gündeme Doğru.
5 AB’de Sürdürülebilir Kentsel Gelişme: Eylem İçin Bir Çerçeve.
6 Avrupa Kentsel Forumu.
7 Avrupa Mekansal Gelişme Perspektifi.

64 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


toplantısında kabul edilen (Aldskogius, 2000: 9) ve izlenecek politikaları somut
olarak ortaya koyan belgelerden biri olan Avrupa Mekansal Gelişme Perspektifi’dir.
AB’ye üye ülkelerin mekan politikaları arasında bir bağ kurmak için hazırlanan
ESDP’nin birlik çapında bir planlama aracı olarak tasarlanmadığını, (Kratke, 2001:
106) tüzel açıdan bağlayıcılığı bulunmadığını, yalnızca gönüllü eylemler için bir
yol gösterici olduğunu en başta belirtmek gerekmektedir. (Richardson/Jensen,
2000: 506) Fiziksel planlamayı oldukça ayrıntılı biçimde ele alan ESDP üç temel
ilke üzerine kuruludur: Ekonomik ve sosyal uyum; doğal kaynakların ve kültürel
mirasın korunması; rekabetin daha dengeli hale getirilmesi. (EC, 1999)

Her ne kadar, yaşam kalitesini artırmayı amaçlasa, tarihsel değerleri koruma


altına alacak düzenlemeleri öngörse ve doğal dengenin korunmasını öncelikli hedef
olarak alıyor görünse de ESDP son tahlilde ekonomik gelişme için kentsel yaşamı
pazarın isterlerine göre düzenlemeyi öngören bir üründür. Metin incelendiğinde,
kentin fiziksel gelişimini sağlamanın, kentsel altyapıyı geliştirmenin, doğayı
koruma yönünde önlemler almanın hep son kertede ekonomik gelişme için
olduğu görülecektir. ESDP’nin yukarıda belirtilen üç amacında da bir biçimde
ekonomik gelişmeyi sağlama güdüsü baskındır. Amaç Avrupa kent ekonomilerinin
rekabetçi bir ortamda gelişmelerini sağlamak ve küresel ekonominin gerekleri
doğrultusunda biçimlendirmektir. Örneğin, ESDP’nin ilk politika önerisi,
Avrupa’da küresel ekonomi ile bütünleşme bölgelerini yüksek kalitede küresel
işlev ve hizmetlerle donatmaktır. (EC, 1999) Diğer politika önerileri de kentlerin
ekonomik temellerini güçlendirmeye, hizmet altyapısını geliştirmeye, ekonomik
etkinlikleri çeşitlendirmeye yöneliktir. Bir anlamda kentler, Avrupa’nın küresel
ekonomiye açılan kapısı olarak görülmektedir.

Avrupa Konseyi Düzenlemeleri

AB’nin kentsel politikasının gelişim çizgisini incelerken zorunlu olarak bir


başka kaynağa, kentsel yaşam sorunlarına yeni bir bakış açısı getiren ve bir
anlamda geleceğin kentini tasarlayan belgeleri hazırlayan Avrupa Konseyi’ne de
başvurmak gerekiyor. 1949’da kurulan ve bugün 46 üyeye ulaşan örgütün amaçları
arasında Avrupa’da, insan haklarını, parlamenter demokrasiyi, hukuk devletini
geliştirmek ve bireylerin toplumsal-hukuksal durumlarını birörnekleştirerek bir
Avrupalılık bilinci yaratmak bulunmaktadır. (CE, 2005a) Bu amaç doğrultusunda
Konsey, kentsel politikayı da ilgi alanı içinde görerek, kentsel yaşam koşulları
ile ilgili sorunları insan hakları kavramı ile birlikte ele almıştır. (CLRAE, 2005)
Örgüt’ün ürünü olan “Avrupa Kentsel Şartı” (CLRAE, 1992) ve “Avrupa Kentsel
Haklar Bildirgesi”nin, Avrupa’da kentsel yaşamın ve kentsel politikaların gelişim
doğrultusunu belirleyen temel belgelerden olduğu söylenebilir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 65


Avrupa Kentsel Şartı, 1980-1982 arasında Avrupa Konseyi’nce düzenlenen
“European Campaign for Urban Renaissance”8 çalışmaları sonucunda oluşturulmuş
bir metindir. Kentsel fiziksel çevrenin geliştirilmesine, mevcut konut alanlarının
iyileştirilmesine, kentlerde toplumsal ve kültürel olanakların yaratılmasına ve
toplumsal kalkınma ile halk katılımına dayanan bu kampanya için çalışmalar
1986’dan sonra Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Sürekli Konferansı
çerçevesinde sürdürülmüştür. Bu kapsamda düzenlenen kongreler, konferanslar,
yayınlar gibi etkinlikler Avrupa Kentsel Şartı’nın oluşmasına dayanak oluşturmuştur.
(CE, 2005b) Avrupa Kentsel Şartı, 17-19 Mart 1992 tarihleri arasında gerçekleşen
Avrupa Konseyi Avrupa Yerel Yönetimler Konferansı’nda kabul edilmiştir. Şart’ın
ulusal hükümetlerin değil de yerel yönetimlerin imzasına açıldığını da vurgulamak
gerekir. (Yerelnet, 2005) Avrupa Kentsel Şartı çerçevesinde hazırlanan “Avrupa
Kentsel Haklar Bildirgesi” de, kentte yaşayan bireylerin gündelik yaşamlarında
karşılaştığı sorunlar konusundaki haklarını biraraya getiren bir belge niteliğini
taşımaktadır. Güvenlik, sağlıklı çevre, istihdam, konut, sağlık, trafik, spor,
kültürlerarası kaynaşma, nitelikli mimari ve fiziksel çevre, katılım, ekonomik
kalkınma, sürdürülebilir kalkınma, doğal kaynaklar ve değerler, bireysel gelişim,
belediyelerarası işbirliği, akçal kaynak, eşitlik gibi konuların ele alındığı belge,
Avrupa Kentsel Şartı’nda ortaya konan ilkelere dayanmaktadır.
Bu noktada, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”ndan da söz etmek
gerekecektir. Yerel yönetimlerle ilgili bir düzenlemeye gidilmesinin ardında,
geleceğin Avrupası’na giden yolda, demokrasi ve yerel özerkliğin ortak bir
toplumsal değer olarak kabul edilmesi bulunmaktadır. (Keleş, 1993: 50) 1985’te
Yerel Yönetimlerden Sorumlu Avrupa Bakanlar Konferansı’nda kabul edilen ve
kent yönetimlerinin özerkliğine odaklanarak kentsel gelişmenin yönetsel ve tüzel
boyutlarını ele alan Şart, Avrupa kentleri yerel yönetimlerinin, yerel özerklik, akçal
kaynaklar, yetki ve sorumluluklar, merkezi yönetimle ilişkiler, yerel birimler arası
işbirliği, yargı güvencesi gibi konularda dayanacağı kuralları ortaya koymaktadır.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Avrupa’da kentsel politikanın
başat ilkelerini belirleyen iki temel belge olan Avrupa Kentsel Şartı ve ESDP’nin,
nitelikleri gereği, kentsel gelişimi farklı açılardan ele aldıkları söylenebilir. AB
organlarınca hazırlanan ESDP kent planlamasına, altyapının geliştirilmesine,
kentsel gelişmeye ve kentin ekonomik bir araç olarak düzenlenmesine odaklanırken,
Avrupa Konseyi’nce hazırlanan Avrupa Kentsel Şartı daha çok kentsel gündelik
yaşamı geliştirmeye ve kent kültürünü düzenlemeye yöneliktir. Bir anlamda, ESDP
ekonomi, Şart insan odaklıdır; ESDP plancılar ve yöneticilere, Şart ise yurttaşa,
kentliye dönüktür denebilir.

8 Kentsel Rönesans için Avrupa Kampanyası.

66 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Geleceğin Avrupa Kenti
Sağlık, konut, ulaşım, katılım gibi bütün yaşamsal konularda geleceğin Avrupa
kentinin gelişim doğrultusunu belirleyen, bir anlamda Avrupa kenti ütopyasını
kuran Avrupa Kentsel Şartı, Türkiye kentleri için de ulaşılması arzulanan
düzeyi göstermektedir. Türkiye kentlerinin genel fiziksel, ekonomik durumuna
bakıldığında Şart’ın öngördüğü ilkelerin hemen hiçbirine uyulmadığı açıkça
görülecektir. Bu açıdan Türkiye’de izlenen kentsel politikaların Şarta uygunluğunu
madde madde incelemek çok da anlamlı olmayacaktır. Ayrı bir yazının konusunu
oluşturabilecek kadar kapsamlı olan bu çabanın, “Türkiye kentleri bir bütün olarak
Şart’ın gereklerini yerine getirmekten uzaktır” biçiminde bir değerlendirmeyle
sonuçlanacağına kuşku yok. Bundan ötürü, Şartın belirlediği ilkelerden yola
çıkarak geleceğin Avrupa kentine bakmak yeterli görülmektedir: Geleceğin Avrupa
kenti, Kent Yönetimi, Koruma, Kentsel Çevre, Sokak-Mimari, Ulaşım, Konut,
Güvenlik, Dezavantajlı Gruplar, Kültür-Sanat ve Kültürlerarası Kaynaşma gibi
alt başlıklarda ele alınabilir:
Kent Yönetimi
Yerel demokrasiye ve insan haklarına saygılı, yönetsel ve akçal özerkliğe sahip
yerel yönetimler tarafından yönetilen Avrupa kenti, bireylerin yerel siyasal yaşama
etkin biçimde katıldığı bir yerleşim yeridir. Burada yurttaşlar, köken, toplumsal
konum gibi herhangi bir ayrıma bağlı olmaksızın yerel temsilcilerini özgürce
seçebilir. Halkın, temsilcilerini, özgür ve demokratik olarak belirleme hakkına
sahip olduğu bu yaşam alanında katılım kağıt üstünde kalmaz, bireyler siyasal ve
yönetsel yapının bütün düzeylerinde belirleyicidir. Yurttaşların yönetime gerçek
anlamda katılımını sağlamak için yerel yönetim organları ve halk arasında güçlü
iletişim kanalları kurulmuştur; karar verme sürecinin sonucunda ortaya çıkan
politikalar açık ve anlaşılırdır; kentin geleceğini etkileyecek önemli projelerde
halka danışılır ve gençlerin toplum yaşamına etkin katılımı sağlanır. Kent planları,
kentin yerel özellikleri dikkate alınarak ve yeterli bilgiye başvurularak hazırlanır;
buna koşut olarak, yerel siyasal kararlar da, güvenilir verilere göre uzmanlarca
hazırlanacak kent ve bölge planları çerçevesinde alınır.
Koruma
Kentsel gelişim, kentin kendine özgü niteliklerinin ve tarihi özelliklerinin
korunmasına dayanılarak sürdürülür. Bu yolda, kent merkezlerinin Avrupa’nın
kültür ve tarihi mirasının simgeleri olarak koruma altına alınmasına önem verilir.
Yerel yönetimler bu konuda öncü rol oynar ve kentsel mirasın korunmasını temel
bir planlama amacı olarak belirler. Koruma düşüncesi ve bilgisi, yalnızca mimarlar,
arkeologlar ve tarihçiler arasında kalmaz, kent plancıları, politikacılar, müteahhitler
ve iş dünyası da bu bilinci paylaşır. Korunması öncelikli olan yerler için kent

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 67


içinde tarihi koruma bölgeleri ve koruma alanları oluşturulur. Eski el sanatları
ve yapı tekniklerinin yaşatılmasına, canlandırılması önem verilir. Ancak, koruma
çalışmalarının amacı koruma alanını bir açık hava müzesine çevirmek değil, bu
alanları çağdaş yaşamın bir parçası haline getirmektir; bir anlamda ekonomik
gelişmenin kentsel mirasın korunmasıyla yoluyla canlandırılmasına çalışılır.
Koruma için özel akçal kaynaklar yaratılıp, özel iyelikte bulunan ve tarihi mimari
değerlerin korunması için, bireylerin haklarını ve sorumluluklarını belirleyen
düzenlemeler gerçekleştirilir.
Kentsel Çevre
Kentler, bireylerin sağlıklı, güvenli ve güzel bir çevrede yaşamasına olanak
tanıyacak biçimde düzenlenmiştir. Bunun için atık yönetimi, hava, su, toprak
kirliliği, gürültü kirliliği, tehlikeli atıklar, doğal felaketler gibi konularda etkili
ve kapsamlı bir kentsel çevre siyaseti izlenir. Bütün kentlilere sağlıklı ve iyi
bir çevre koşulu sağlanmış, temel gereksinim maddeleri güvenilir ve sağlıklı
biçimde sunulmuştur. Spor, eğlenme ve dinlenme etkinliklerine katılma hakkı
herkese tanınmış, spor alanları sağlıklı ve güvenlikli biçimde tasarlanmıştır.
Sağlık konusunda halk girişimleri ve katılım desteklenmektedir. Enerji kaynakları
ussal biçimde kullanılmakta, doğa ve yeşil alanların korunması için programlar
uygulanmaktadır.
Sokak-Mimari
Kentsel görünümü güzelleştirmek için mimari yaratıcılık özendirilir ve yeterince
açık alan oluşturulur. Sokağın toplumsal bir alan olarak yeniden kazanılmasına
özellikle önem verilir. Bunun için yaya kaldırımları geniş tutulur, yaya bölgeleri
oluşturulur, sokaklar iyileştirilir ve trafik akımı denetim altına alınır. Toplumsal
ve yaşayan bir yer olarak sokağın öneminin azalmasının dolaylı sonuçlarından
birinin güvenlik sorunlarının giderek ağırlaşması olduğu düşünülür. Bundan dolayı,
kentteki açık ve yeşil alanlar, kent mobilyaları, yol gösterme işaretleri, heykeller,
çeşmeler ve diğer tarihi ve kültürel anıtlar geliştirilip korunur.
Ulaşım
Gürültü, rahatsızlık, ruhsal ve fiziksel tehlikeler, hava kirliliği, çevre estetiğinin
ve toplumsal alanların yok olması gibi sorunları beraberinde getiren özel araçların
kentleri ve doğal çevreyi yavaşça öldürdüğünün farkına varılmıştır. Bundan dolayı,
toplu taşıma araçlarına, bisikletlere ve yayalara öncelik tanınmış; özel yaya ve
bisiklet yolları oluşturulmuştur. Ulaşım tek bir araç türüne bağımlı değildir; türlü
seçenekler oluşturulmuştur. Gerektiğinde zaman ya da mekan açısından trafiği
kısıtlayıcı önlemler alınmıştır. Ancak bütün bunlara karşılık asıl çözümün, yerleşim
ve çalışma alanlarını birlikte ele alan toplu yerleşimlerde olduğu da unutulmaz.

68 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Konut
Her birey ve aileye güvenli ve sağlıklı bir konut sağlanmıştır. Yerel yönetimler
bu konuda öncü rol oynayarak konut sunumunda seçenekleri çoğaltarak
ulaşılabilirliği artırmıştır. Toplumsal ve ekonomik olanakları kısıtlı olan kişilerin
konut haklarının gerçekleşmesi pazar düzeneklerine terk edilmemiş, bu kümeler
için özel önlemler alınmıştır. Kentin kimi bölümlerindeki eski konut bölgelerinin
yenilenmesi için özel programlar geliştirilmiş, bu işlemin maliyeti burada oturan
düşük gelirli gruplara yüklenmemiştir.
Güvenlik
Kentte güvenliğin sağlanması için gerekli yasal, akçal ve teknik önlemler
alınmıştır. Suçların cezalandırılmasından çok önlenmesine yönelik önlemlere
öncelik verilmiş, örneğin hapis cezasının yerini alacak, suçun yinelenmesini
önleyici programlar ve almaşık çözümler geliştirilmiştir. Güvenlik güçleri ve yerel
halk arasında işbirliği ve güven duygusu sağlanmıştır.
Dezavantajlı Gruplar
Cinsiyet, yaş, ulus, fiziksel yetersizlik gibi bir ayrıma bağlı kalmadan herkes
bütün kentsel hizmetlerden yararlanıp toplumsal etkinliklere katılabilmektedir.
Kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve engelli gibi kümelerin kentsel yaşama etkin biçimde
katılımını sağlamak için özel önlemler alınmıştır. Bunun için kent, herkesin her
yere erişmesini sağlayabilecek biçimde tasarlanmıştır. Bütün ticari, yönetsel ve
kamusal yapılar; toplumsal-kültürel, sportif ve dinsel etkinlikler; caddeler; kamusal
alanlar; kültürel ve toplumsal etkinlikler, içinde bulunduğu fiziksel ve toplumsal
sorunlar ne olursa olsun, herkese açıktır. Engelli ve dezavantajlı gruplara ilişkin
politikalar onları toplumla bütünleştirici yönde düzenlenir; alınan önlemler
aşırı korumacı değildir. Özel sorunu olan bu gruplar için gereken düzenlemeler
yapılır; örneğin, konut ve işyerleri, tuvalet, ulaşım ve teknik araçlar engelliler göz
önünde bulundurularak tasarlanır. Engelliler ve azınlıkları temsil eden derneklerle
işbirliğine gidilir ve dayanışma sağlanır. Yaşı ve sağlık durumu ne olursa olsun
herkes kamusal alanlarda kendini ev ve işyerinde olduğu gibi güvenli ve rahat
hisseder.
Kültür-Sanat
Kültür ve sanat etkinliklerinin gerçekleştirilmesinde ve kültürel demokrasinin
oluşmasında yerel ve bölgesel yönetimler yaşamsal bir rol oynar. Bu kurumlar,
kentin kültürel geleneği ve nüfuslarının kültürel özellikleri ışığında bir kültür
politikası belirleme ve uygulama hakkına sahiptir. Mimarlık, dil, sanat, müzik ve
yazının kentin tarihi ve toplu hafızasını oluşturduğuna, bunların aynı zamanda
yaşam biçimlerindeki, toplumsal davranış kalıplarındaki ve kültürel mirasın

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 69


oluşumundaki değişiklikleri gösterdiğine inanılır. Bütün kent sakinleri kültürel
etkinliklerden serbestçe yararlanır; kültürel etkinliklere katılma ayrıcalıklı ya
da seçkin bir kümenin tekelinde değildir. Kentlerin kültürel açıdan gelişiminin
ekonomik ve toplumsal gelişmeye de katkıda bulunacağı düşünülür; kültürel
alışveriş farklı ulus, bölgeler ve halklar arasında güçlü bir bağ olarak algılanır.
Kültürel gelişim ve gerçek bir kültürel demokrasiyi sağlamak için, yerel yönetimler,
topluluklar, gönüllü kuruluşlar ve özel sektör dayanışma içindedir, bu amaç
doğrultusunda, gençler ve göçmen grupları gibi belli özel nüfus gruplarının
katkılarını sağlamak ve gereksinimlerini karşılamak için çaba gösterilir.

Kültürlerarası Kaynaşma

Ayrımcılık karşıtlığı kent politikalarının temel öğesi olarak alınır. Diğer


ülkelerden gelen göçmen topluluklarıyla değişik gelenek, kültür, dil ve dine sahip
olan yerel toplulukların uyumlulaştırılmasına önem verilir. Yerel yönetimler bütün
vatandaşların kamusal alanlara, meslek edindirme kurslarına, okullara, konutlara,
kültürel etkinliklere ve kentsel yaşamın diğer yönlerine eşit biçimde katılmaları için
uğraş verir. Çok kültürlülüğe dayanan kültür ve eğitim politikaları ayrımcı değildir,
ırkçılık karşıtıdır; azınlık gruplarının kültürel gereksinimlerini, değişik kültürler ve
dinler arasında iletişim ve değişimi dikkate alır. Farklı kültürlere mensup olanlar
iş olanaklarından eşit biçimde yararlanır. Kültürlerarası kaynaşmayı sağlamak
için göçmenlerin yerel siyasal yaşama etkin biçimde katılımı sağlanmış, kentin
toplumsal ve fiziksel çevresiyle bütünleşmesi için önlemler alınmıştır.

Türkiye Kentleri ve Avrupa Birliği

Türkiye kentlerinin bugünkü durumu göz önüne getirildiğinde, yukarıda ana


hatlarıyla çizilmeye çalışılan geleceğin Avrupa kenti’nden oldukça uzakta olduğunu
söylemek güç olmayacaktır. AB ve Türkiye arasındaki ekonomik, kültürel ve
toplumsal farklılaşmanın mekana yansıması olan bu dengesizlik durumunu bütün
öğeleriyle ortaya koyup çözümlemek daha ayrıntılı bir çabayı gerektirse de,
birtakım genel değerlendirmelerde bulunmak olanaksız değil. En başta, düşünülenin
tersine, Türkiye kentlerinin ideal Avrupa kentinden en fazla uzaklaştığı alanların
fiziksel ya da ekonomik değil kültürel ve toplumsal olduğunu belirtmek gerekir.
Bir başka anlatımla, kentlerimizin yol, su, kanalizasyon, ulaşım, enerji, sağlık
gibi alanlardan çok, kültürlerarası çeşitlilik, kentsel koruma, dezavantajlı gruplar,
kültürel etkinlikler gibi konularda Avrupa düzeyine erişmesi önemli bir sorun
olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü ilk kümedeki sorun alanlarında ekonomik,
teknolojik gelişmelerle ya da AB’den gelecek akçal destekle bir biçimde ilerleme
sağlamak olanaklıyken, ikinci kümedekiler için belli bir ekonomik, teknolojik

70 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


düzeyin yanı sıra kentlileşme bilinci ve kültürünün de oluşmasını beklemek
gerekiyor.

Türkiye kentlerinin geleceğin Avrupa kenti ölçütlerine uygunluğunu sağlıklı


biçimde çözümleyebilmek her sorun alanına ilişkin ayrıntılı çalışmalar yapılmasını
gerektirse de, kentsel alanları fiziksel ve ekonomik açıdan geliştirmek için son
dönemde yürütülen çabaları somut verilere dayanarak inceleyen kimi raporlar bir ön
değerlendirme yapmaya yardımcı olabilir. Örneğin, AB uyum sürecinde Türkiye’de
izlenen kentsel politikaları çözümlerken adaylık döneminde ortaya çıkan iki temel
metin, katılım ortaklığı belgesi ve ilerleme raporu, bu niteliktedir. Daha önce de
belirtildiği gibi AB’nin temel politikalarını ortaya koyan düzenlemelerde doğrudan
doğruya kentsel politikayı ilgilendiren bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durumun
doğal bir sonucu olarak Türkiye’nin katılım ortaklığı belgesinde ve düzenli olarak
yayınlanan ilerleme raporlarında kentsel politikalar ayrı bir başlık altında ele
alınmamıştır. Buna karşılık çevre, enerji, ulaşım gibi konulara ilişkin bölümlerde
kentsel yaşamın türlü yönlerine ilişkin değerlendirmeler bulmak olanaklıdır.

2003 yılı “Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi”ne bakıldığında, kentsel


politikaları ilgilendiren konuların, “ulaştırma”, “enerji”, “çevre”, “tüketicilerin
korunması ve sağlık” başlıkları altında düzenlendiği görülmektedir. (DPT,
2003a) Belge’de, çevre politikasına ilişkin genel gözlemler bir yana bırakılacak
olursa, doğa koruma, su kalitesi, kirlilik denetimi ve atık yönetimi konusundaki
düzenlemelerin iç hukuka aktarılıp yaşama geçirilmesi; ÇED yönergesinin etkili
biçimde uygulanması ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin diğer bütün sektörel
politikalara egemen olmasından söz edilmektedir. Ulaştırma alanının bir bütün
olarak AB ölçünlerine getirilmesi, yarışmacı bir enerji pazarının oluşturulması,
enerji tasarrufu uygulamalarının güçlendirilmesi, enerji bağımlılığını azaltacak,
yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını artıracak bir programın oluşturulması
ve yabancı yatırımların özendirilmesi de Belge’de ele alınan diğer konuları
oluşturmaktadır. AB’nin Türkiye için hazırladığı 2004 yılı ilerleme raporunda
(ATK, 2004) ise kentsel politika kapsamında, hava kalitesi, atık yönetimi, gürültü,
su kalitesi gibi konulara yer verilmektedir. Raporda, çevresel konuların diğer
politikalarla uyumlulaştırılması gibi genel sorunların dışında, hava kirliliği, kara
taşıtlarının yakıt kaliteleri ve atık yönetimi konusunda, önemli yasal düzenlemelerin
gerçekleştirilmesine karşın, uygulamada yeterince ilerleme sağlanamadığı
belirtilmektedir. Buna benzer biçimde, su kalitesi ve gürültü konusunda henüz
yeteri oranda gelişme kaydedilmediği saptamasında bulunulmaktadır.

AB uyum sürecinde gündeme gelen bu belgelerin kentleri yalnızca ekonomik


sektörler açısından ele aldığını, kentsel yaşama ve kent kültürüne ilişkin bir

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 71


değerlendirmede bulunmadığını belirtmek gerekir. Bundan ötürü, yukarıda da
değinildiği gibi, raporların çözümlemelerinden yola çıkarak Türkiye kentleri için
genel değerlendirmelerde bulunma olanağına sahip değiliz. Bu noktada, kentlerin
fiziksel gelişimi, altyapı, çevre sorunları ve yaşam düzeyinin yükseltilmesine ilişkin
düzenlemelerin ardında, sermaye birikimini sağlamak, serbest pazar oluşumu için
gerekli ortamı yaratmak ve ekonomik gelişmeyi sürdürme güdüsünün bulunduğunu
bir kez daha vurgulamak gerekir. Bu bakış açısını kentsel alana ilişkin bütün belge
ve çalışmalarda bulmak olanaklıdır; bu açıdan, sözü edilen belgelerde kentsel
yaşamın toplumsal-kültürel yönlerinin dışarıda bırakılması şaşırtıcı değildir.

Sonuç

AB’nin kentleri ilgi alanı içinde görmesinde ve bu alana özgü yeni düzenlemeler
getirmesinde kentlerin yeni ekonomik düzen içinde kazandığı göreli önemin yeri
yadsınamaz.

Son dönemde ekonomi, teknoloji ve iletişim alanında yaşanan köklü değişimlerle


mal, hizmet ve sermaye akımına yönelik ulusal denetimlerin zayıflaması
sonucunu doğuran küreselleşme süreci Avrupa’da kentlerin yeniden ele alınması
zorunluluğunu doğurmuştur denebilir. Bir anlamda, ulusal devletlerin ekonomi ve
yönetimdeki ağırlığının bir bölümünü yerel, bölgesel ve uluslararası düzeneklerle
sermaye güçlerine bırakması ve Birliğin, ekonomik alanda bütünleşmek, tek bir
ortak pazara varmak amacıyla türlü önlemler alması kentleri ekonomik yarışmanın
önemli aktörleri haline getirmiştir. Küresel sermaye birikimi için yaşamsal öneme
sahip olan akçal güce, yönetici kümeye, nitelikli işgücüne ve pazara ev sahipliği
yapan “dünya kenti” olarak anılan yerleşim yerlerinin arasında Zürih, Frankfurt,
Roterdam, Paris ve Londra’nın yanı sıra Brüksel, Milan, Viyana ve Madrid’in adının
geçmesi boşa değildir. Avrupa çapında pazar birliği ve ekonomik bütünlüğü sağlama
çabalarının ilk etkilerini kentsel alanda göstermesi de şaşırtıcı olmayacaktır. Çünkü
kentsel politikalarda türdeşlik sağlanması üretim ve dağıtımın bütün aşamalarında
Avrupa’nın her yerinde birörnek koşulların yaratılmasına katkıda bulunacaktır.
Ancak, “sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması”, “yaşam kalitesinin artırılması”,
“küresel ekonomiye eklemlenme” gibi şık sloganlar eşliğinde gündeme gelen
yeni politika önerilerinin uygulamada yarattığı sorunların çoğunlukla gözardı
edildiği bilinmektedir. Örneğin, her ne kadar AB kentsel politikasını ortaya koyan
belgelerde, katılımdan, saydamlıktan, hesap verebilirlikten söz edilse de, bunlar
genelde kağıt üstünde kalabilmektedir. Bunun gibi, yönetişim ya da çok ortaklı
yönetim çoğunlukla özelleştirme anlamına gelebilmekte; katılım yalnızca belli

9 Bu politikaların eleştirisi için Bkz. (Atkinson, 2002)

72 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


bir ekonomik-toplumsal kesimin görüş ve istemlerini yansıtan gönüllü örgütlerle
sınırlı kalabilmekte; bu karmaşık ağ yapısı içindeki karar alma süreçleri gerçekte
kamuya yeterince açık olmayabilmektedir.9

Türkiye’de son dönemde AB’ye giriş süreci çerçevesinde gündeme gelen


yönetimi yeniden düzenleme çalışmalarında da kentsel alan daha çok ekonomik
açıdan değerlendirilmekte, kentleri küresel ekonomiye eklemleyecek önlemler
alınmaya çalışılmaktadır. Devletin küçültülmesi, kamu hizmetinin pazar
düzenekleri içinde özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin denetimine bırakılması,
yerel yönetimlerde özelleştirme uygulamalarının hızlandırılması, yurtiçi ve
yurtdışından borçlanmanın kolaylaştırılması, kamunun özel sektör yönetim
biçimlerini kullanmaya başlaması bunlardan ilk akla gelenleri. Kentsel alanları
yakından ilgilendiren son dönemdeki çevre ve yerel yönetimlerle ilgili düzeltim
çalışmalarına genel olarak bakıldığında, görünürde daha iyi bir yaşam düzeyine
ulaşmaya, daha demokratik bir yönetim düzenini sağlamaya yönelik düzenlemeler
getirse de, bütün bu çabaların son aşamada sermayenin büyüme gereksinimine yanıt
vermeye yönelik olduğu görülecektir.10 Bir bakıma, kentler daha çok ekonomik
gelişmeye katkıları oranında ele alınmakta, enerji, ulaşım, altyapı, sanayi gibi
alanlarda AB ölçütlerini yakalamak için büyük çaba harcanırken, kentsel yaşam ve
kent kültürü ile ilgili sorunlar ya yerel yönetimlerin kendi çabalarına bırakılmakta
ya da ekonomik gerekçelerle ertelenmektedir. Kentsel mirasın korunması, herkese
yeterli konut sağlanması, sağlık olanaklarının geliştirilmesi, engelliler gibi
özel kümeler için gereken düzenlemelerin yapılması, kent içinde özel araçların
egemenliğine son verilmesi, farklı kültürlerin bir zenginlik olarak tanınması gibi
konularda henüz başlangıç düzeyinde de olsa adımların atıldığını söylemeye olanak
yok. Türkiye kentlerinden hiçbirinin henüz Avrupa Kentsel Şartı’nı onaylamamış
olması boşuna değil.

Kaynakça
Aldskogius, Göran (2000), “Urban Policy in the Structural Policy of the European Union”, Umea University
Cerum, Centre for Regional Science, Cerum Working Paper, No. 21, 2000.
Avrupa Kentsel Şartı (AKŞ) (1996), Çev. Zerrin Yener ve Kumru Arapkirlioğlu, İçişleri Bakanlığı Mahalli
İdareler Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara.
Avrupa Toplulukları Komisyonu (ATK) (2004), Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesi Hakkında
2004 Yılı Düzenli Raporu, [COM (204) 656 Final].

10 Türkiye’de AB uyum süreci çerçevesinde sürdürülen yeniden düzenleme çalışmalarının çevresel


değerlere etkisi için Bkz. (Duru, 2005)

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 73


Atkinson, Rob (2001), “The Emerging ‘Urban Agenda’ and the European Spatial Development Perspective:
Towards an EU Urban Policy”, European Planning Studies, Vol.9, No.3, 2001, s. 385-406.
Atkinson, Rob, (2002), “The White Paper on European Governance: Implications for Urban Policy”,
European Planning Studies, Vol.10, No 6, 2002.,S.781-792.
CLRAE (1992), The European Urban Charter, Standing Conference of Local and Regional Authorities
of Europe, Council of Europe, Strasbourg.
Commission of the European Communities (CEC) (1990), Green Paper on the Urban Environment,
Brussels.
Commission of the European Communities (CEC) (1997a) Towards an Urban Agenda in the European
Union, Communication from the Commission, Brussels.
Commission of the European Communities (CEC) (1997b) Communication from the Commission on
Promoting the Role of Voluntary Organisations and Foundations in Europe, Brussels.
Commission of the European Communities (CEC) (1998) Sustainable Urban Development in the
European Union: A Framework for Action, Communication from the Commission, Brussels.
Commission of the European Communities (CEC) (2001), Environment 2010: Our Future, Our Choice:
The Sixth Environment Action Programme, Luxembourg.
Congress of Local and Regional Authorities of the Council of Europe (CLRAE) (2005), “European Urban
Charter”, (http://www.coe.int/T/E/Clrae/_5._Texts/5._Conventions_and _charters/urban.asp).
Council of Europe (CE) (2005a), “About the Council of Europe”, (http://www.coe.int/T/e/Com/about_coe).
Council of Europe (CE) (2005b), “Congress of Local and Regional Authorities of the Council of Europe,
European Urban Charter” ,(http://www.coe.int/T/E/Clrae/_5._Texts/5. _Conventions_and_charters/
urban. asp#P49_1425).
Delladetsima, Pavlos M. (2003), “What Prospects for Urban Policy in Europe?”, City, Vol. 7, No.2, July
2003. s.153-166.
DPT (2003a), Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi, Ankara, 2003.
DPT (2003b), Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı İlerleme Raporu,
Ankara, 2003.
Duru, Bülent (2005), “Küreselleşme, Avrupa Birliği ve Türkiye Çevresi”, Birikim, S.191, s. 63-72.
European Commission (EC) (1994), Europe 2000 + Cooperation for European Territorial Development,
Luxembourg.
European Commission (EC) (1996), European Sustainable Cities, Brussels.
European Commission (EC) (1999), ESDP-European Spatial Development Perspective: Towards
Balanced and Sustainable Development of the Territory of the European Union, Postdam.
European Union (EU) (2005), Treaty Establishing Constitution for Europe, Official for Official
Publications of the European Communities, Luxembourg.
Keleş, Ruşen (1993), “Yerel Yönetimlerde Avrupalı Olmak”, Kent ve Siyaset Üzerine Yazılar, IULA-
EMME, İstanbul, s.50-53.
Keleş, Ruşen (2002), Kentleşme Politikası, 7. Baskı, İmge, Ankara.
Kratke, Stefan (2001), “Strengthening the Polycentric Urban System in Europe: Conclusions from the
ESDP”, European Briefing, Vol. 9, No. 1, s.105-116.

74 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Newman, Peter / Thornley, Andy (1996), Urban Planning in Europe, Routledge, London and New York.
Richardson, Tim / Jensen, Ole B. (2000), “Discourses of Mobility and Polycentric Development: A
Contested View of European Spatial Planning”, European Planning Studies, Vol. 8. No. 4, s.503-520.
United Nations Population Division (2004), World Population Prospects: The 2004 Revision Population
Database (http://esa.un.org/unpp).
Williams, Richard H. (2000), “Constructing the European Spatial Development Perspective-for Whom?”,
European Planning Studies, Vol.8, No: 3, s. 357-365.
Yerelnet (2005), “Avrupa Konseyi”, (http://www.yerelnet.org.tr/uluslararasi/avrupakonseyi anlasma7.php).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 75


76 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246
Neo-Liberal Belediyeciliğin Çelik Zırhı:
Yerel Kalkınma
A. Ekber DOĞAN*

Giriş
Kent ölçeğinde siyasetin ekonomik ve toplumsal olmak üzere iki ana ekseni
bulunuyor. Bunlardan ekonomik olanı, kent mekanının sermaye birikiminin bir
aracı olarak kullanılmasını sağlayarak ekonomik gelişmenin ileri götürülmesini
desteklemek ve onu şekillendirmektir. Kentsel siyasetin bu ekonomik amacıyla
çokça çelişen ikinci ekseni (toplumsal işlev) ise başta ücretli emekçiler olmak
üzere kentsel alan içinde yaşayan nüfusun barınma, dinlenme, kolektif tüketim ve
hizmet gereksinimlerinin karşılanmasıyla, yani toplumsal refahın arttırılmasıyla
ilgilidir. Bunlardan hangisinin ön plana çıkacağı, baskınlaşacağı sermaye birikim
süreçleri ve özellikle de bu süreçlerde etkili olan siyasal-toplumsal aktörlerin
mücadeleleriyle belirlenir. Ancak, her yerellikteki sosyo-mekansal gelişmeler de,
mekanik olarak birikim süreçleri doğrultusunda yaşanan değişiklikler biçiminde
somutlaşmaz. Kentler arasındaki mekansal-eşitsiz gelişme dinamiklerinin yarattığı
farklar, bu farklardan kaynaklı işbölümleri, kentlerin içinde barındırdığı ekonomik
ve toplumsal ilişki biçimleri, toplum kesimlerinin mekanı deneyimleme biçimleri,
kentlerdeki toplumsal aktörlerin mücadelelerinin yol açtığı ittifaklar; ulusal
düzeyde birikim sürecindeki değişikliklere paralel sosyo-mekansal gelişmelere
yol açabileceği gibi, ona direnen hatta onun tersi yönde giden (kentsel) gelişme
doğrultularına da neden olabilir1.
* Arş.Gör., A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü
1
Bu durum ya sistem içi muhafazakar bir direniş ya da radikal ve reformist bir ittifakın direnişi olarak
ortaya çıkabilir ama her iki gelişme doğrultusu herhangi bir tekil kentin birikim sürecinin çeperlerinde
bir yerlere düşmesine hatta sistem açısından sorun yaratan bir özellik taşımasına yol açar.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 77


1980’lerin sonu 1990’ların başındaki birkaç yılı bir kenara bırakırsak, 1984’ten
bugüne Türkiye belediyeciliğine hakim olan neo-liberal belediyecilik anlayışının
birinci ekseni baskınlaştırdığı, ikinciyi ise yalnızca bir riskin kontrol altında tutulması
ve belli kamusal mekanların, kent parçalarının bir temsil projesi çerçevesinde
estetik biçimde sunulması düzeyinde dikkate aldığı ortadadır. Literatürün
üzerinde fazla durmaya gerek görmediği, bu yüzden de pek popüler olmayan
neo-liberal belediyecilik anlayışını biraz daha açmak gerekirse, büyük sermayenin
kentselleşmesine hizmet eden, inşaat sektörünün spekülatif taleplerine odaklanmış,
personel giderlerini düşürmeye, kendisini emek ilişkilerinden soyutlamaya çalışan,
kolektif tüketim hizmetlerini budayan ve piyasalaştıran çizginin adı olduğunu
söyleyebiliriz. 1984-1989 arasında ANAP’lı belediyelerle başlayan bu çizginin,
SHP’li belediyeler döneminin sonlarında (büyük kentlerde) yeniden uç vermeye
başladığı ve 1994’ten sonra başa geçen RP-FP çizgisinden yönetimlerle birlikte
daha kararlı biçimde uygulanma olanağı bulduğu görülmüştür. Bu yüzden, kentsel
siyaset açısından alternatifi sosyal (demokrat) belediyeciliğin, vaatlerini yerine
getiremeyerek geri çekildiği 1990’lı yılların ikinci yarısına neo-liberal belediyeciliğin
ikinci dönemi diyebiliriz.

Söz konusu yıllar aynı zamanda, ülke yönetim sisteminde yerinden yönetimin
ağırlığının arttırılması temelinde bir yeniden yapılanmanın gerekli olduğu fikrinin
de sermaye çevrelerince ısrarla vurgulandığı dönemdir. Söz konusu yerelleşmeyi,
merkezi devlet aygıtının ithal ikameci birikimin bütünleyeni olarak benimsediği
ulusal kalkınmacı anlayışla yüklendiği ekonomik-toplumsal etkinliklerden
arındırılarak, ‘küçültülmesi’ çabalarının bir parçası olarak değerlendirmek
gerekiyor. Uzunca bir süredir gündemde olan bu yerelleşmenin şekillenmesinde
aslan payı ise ulusal ve uluslararası üretim örgütlenmelerinde meydana gelen
değişikliklerin ürünü olarak gündeme getirilen “yerellikler üzerinden kalkınma”
stratejisine2 aittir. Hatta denilebilir ki, sözü konusu stratejiyi incelemeden
günümüzün egemen yerel yönetim siyasalarını anlamak mümkün değildir.

Yerellikler üzerinden kalkınma konusu bu makalede, ulusal ve uluslararası


sermaye birikim süreçleri içindeki anlamı, ulusal kalkınmacılıktan farkları, yerel
güç dengelerinde, toplumsal ilişkilerde yaptığı etkiler, 1990’lardan bugüne bu
stratejiyle geliştikleri söylenen Anadolu kentlerinin yaşadığı değişimler gibi
çeşitli boyutlarda analiz edilmeye çalışılacaktır. Çizilen çerçevede yapılacak bir
analizin, neo-liberalizmin yerel siyasette ne kadar köklü bir egemenlik kurduğunu
göstermek ve bu egemenliğe bütünsel bir karşı çıkışın neleri atlamaması gerektiğini
ortaya koymak bakımından yararlı bilgiler sunacağını varsaymaktayız. Bu strateji
2
Bu arada, yerellikler üzerinden kalkınma stratejisi, yerel ölçeklerde karşımıza çoğunlukla “yerel
kalkınma” diye çıktığı için çalışmamızın kimi yerlerinde bu stratejinin yerel kalkınma olarak da
anılacağını belirtmek gerekir.

78 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


yerelliklerde o denli etkilidir ki, ona yöneltilecek bir eleştiri ya da karşı koyuş
kolaylıkla “yerelliğine/kentine ihanet” olarak damgalanabilir gibi gözükmektedir.

Sosyal adalet, çalışanların hakları, insan ve çevre sağlığı gibi konuları aklına
getirmemesine rağmen, kendisini bu şekilde her türlü eleştiriye kapalı tutmayı bilen
yerel kalkınma stratejisinin, yereldeki bütün toplumsal ve ekonomik dinamiklerin
aynı amaca koşulmasını dayatması nedeniyle otoriter-korporatist bir muhtevaya
sahip olduğu da söylenebilir. Habitat II Zirvesi’nden (1996) sonra gelişen “Yerel
Gündem 21”ler ve onların arkasındaki yerel yönetişim modelini de bu çerçevede,
söz konusu stratejiden kazançlı çıkacak olanları (şirketler ve burjuva katmanları),
yerel yönetimlerle bir araya getirerek bahsettiğimiz kentsel korporatizmi üretecek
esnek müzakere zeminleri olarak değerlendirmek gerekir. Yerellikler üzerinden
kalkınmanın saydığımız boyutlarına geçmeden önce, konumuzun esas çıkış noktası
olan neo-liberal belediyeciliğin ne olduğunu satırbaşlarıyla özetlemek gerekiyor.
Türkiye’de Neo-Liberal Belediyeciliğin Satırbaşları
Belediyelerin 1980’li yıllardan başlayarak işgücünün yeniden üretimine yönelik
hizmetlerden çok, sermayenin büyütülmesine hizmet ettiği ve kamusal hizmet
kurumu niteliğinden uzaklaşıp, birer hizmet şirketi kimliğine büründükleri biliniyor.
Yine de bu sürecin 1980 sonrasında geçilen birikim modeliyle bakışımlı işleyişinin
düz bir çizgide ilerlemediğini, 1988-1992 arasında yükselen işçi hareketinin
etkisi altında sosyal demokrat vaatlerle 1989’da işbaşına gelen SHP’li belediye
yönetimleriyle bir kesintiye uğradığını görmek gerekiyor. Bu anlamda, 1989-1994
yılları arasında geçen süreyi, neo-liberal belediyeciliği iki donemde incelememizi
gerektiren bir ara dönem olarak değerlendirmemiz gerekir.
ANAP’lı belediyelerle başlayan ve 1984-1989 arasını kapsayan ilk dönemde,
toplu tüketim ve işgücünün yeniden üretimine yönelik iş ve hizmetler yerine,
sermayenin arsa, inşaat, konut, ticaret, tüketim gibi kentsel alanlarda üretilen rantlara
yönelme eğilimine hizmet eden uygulamalara ağırlık verilmiş, belediye hizmetleri
piyasalaştırılmış, kimi önemli hizmet kurumları şirketleştirilmiştir. Refah Parti’li
kadroların Ankara, İstanbul dahil 4 büyükşehir ve 12 kent merkezi belediyesini
kazandığı, İzmir ve Adana’nın yeniden ANAP’ın eline geçtiği 1994 sonrasını ise
rahatlıkla neo-liberal belediyeciliğin ikinci dönemi diye adlandırabiliriz. Bu dönemi
karakterize eden ve bir kısmı da ilkiyle süreklilik içinde düşünülmesi gereken-
belli başlı özelliklerini; İslamcı kadroların birçok büyük ve orta ölçekteki kentte
işbaşında olması, yerel hizmetlerin özelleştirilmesi, personel giderlerinin azaltılması,
yerel altyapı finansmanında dış borçlanmanın gelişmesi, büyük kentsel projelerin
gelişmesiyle belediyelerin büyük harcama kapasitelerine ulaşmaları, yerel sermayenin
kentsel siyasette adeta mutlak bir hegemonyaya sahip bir toplumsal aktör konumuna

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 79


yükselmesi, belediyelerin öncelikleri arasında yerelliğe para ve sermaye çekmenin
ön plana geçmesi biçiminde sıralamak mümkündür.

Refah Partili yönetimlerce, yoksula yardım faaliyetleriyle yapılan bir


‘hayırsever”lik motifi eklenerek yeniden hız kazandırılan neo-liberal belediyecilikle
birlikte yaşanan süreci daha ayrıntılı biçimde özetlemek gerekirse, ilk olarak,
belediye personel yapısında meydana gelen değişimden söz etmek gerekir. “Yüksek
personel giderlerinin yarattığı yüklerden kurtulma” diye ifade edilen siyasanın
yaşama geçirilmesinde atılan ilk adım; doğrudan işten atma, emekliye ayırma,
istifaya zorlama gibi yollarla toplam personel sayısını hızla azaltma olmuştur.
Başlarda Kağıthane, Gebze, Ankara, Sakarya, Mersin gibi pek çok kentte ciddi bir
dirençle karşılaşsa da işten atılanlar, çeşitli nedenlerle3 arkalarındaki toplumsal
desteği genişletemedikleri için başarıyla uygulanan bu siyasanın, daha sonra
özelleştirme ve taşerona iş yaptırma gibi daha teknik denilebilecek piyasacı neo-
liberal araçlarla sürdürüldüğü görülmüştür. Bunun yanında, hizmet üretimi süreci
özel ellere verilmiş olsa da belediye bünyesinde kalan kimi işlerin yürütülmesi için
gerek duyulan yeni elemanların kadrolu değil, geçici veyahut sözleşmeli personel
statüsünde işe alındıkları ve personelin siyaseten işverene (belediye yönetimine)
yakın işçi ve memur sendikalarına üye olmaya zorlandıkları görülmüştür.

Bu nedenle, RP’li ve ANAP’lı belediye yönetimlerinin 1994 sonrasında


izledikleri söz konusu personel siyasasının, özelleştirme ve taşeronlaştırmayla
da birleşerek, belediyeleri kentsel hizmet üretiminde emek ilişkilerinden ve bu
ilişkilerin yüklediği kamusal sorumluluklardan soyutlamayı getiren bir stratejiye
denk düştüğünü söyleyebiliriz. Bu stratejiyle, 1989-1994 arası dönemde ülkedeki
genel ücret artışlarında birer motor işlevi de görmüş belediye emekçilerinin kazanım
ve örgütlülüklerine ciddi darbeler vurulduğu görülmektedir. Belediye emekçilerinin
bu strateji karşısında uğradığı yenilginin, Türkiye’deki işçi hareketinin 1990’ların
ikinci yarısında yaşadığı gerilemede ve emek piyasasındaki dengelerin emekçiler
aleyhine bozulmasıyla, ücretlerin gerilemesinde önemli ölçüde pay sahibi olduğu
söylenebilir. Bu ölçüde önemli bir ‘başarı’ya imza atan neo-liberal belediyecilik,
belediye bütçesindeki personel giderlerinin oranını 1994’te % 35,5’ten 3-4 yıl
gibi kısa bir sürede %30 seviyesine4 çekerken bütçede dışarıdan mal ve hizmet
3
Bunlar arasında, işçi sendikalarının hatalarının yanında, yeni belediye yönetiminin seçim başarısının
verdiği moral üstünlüğü de kullanarak, çalışanların maaşlarının yüksekliğiyle adeta ayrıcalıklı bir
kesime dönüştüğü, direnenlerin önceki dönemde partizanca işe alınan siyasi insanlar olduğu ve bunların
çoğunun çalışmadığı halde belediyeden maaş aldığı yönündeki olumsuz propagandaların bunda ciddi
payı bulunmaktadır
4
Belediyelerin kesin hesaplarına göre, personel giderleri 1997’de 1960’lardan beri tarihinde gördüğü
en düşük seviyelerden biri olan % 29,5’ye gerilemiştir -benzer bir durum 1985’te % 28,5’a düşmesiyle
yaşanmıştır-. Bir yıl sonra ise bu oran hafif bir yükselişle % 30,9’a çıkmıştır (http://www.die.gov.tr/
IstTablolar/24ml395t.xls).

80 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


satın alımlarına ve ihale yoluyla müteahhitlere yaptırılan büyük altyapı projelerine
ayırdığı payları arttırmıştır5 (DİE). Bu artışın yalnızca oransal bir değişim anlamına
gelmediğini, kolaylaştırılan dış borçlanma yoluyla artan harcama kapasitesiyle de
parasal değer açısından da ciddi bir artış yaşandığını belirtmek gerekmektedir.

Belediye yönetimlerinin bir hizmet şirketinin işletmecisi gibi hareket ettiği söz
konusu dönemde, kent halkının gündelik yaşantısını önemli biçimde etkileyen
kolektif tüketim mal ve hizmetlerinin çeşitleri azaltılmış (yani belediyece
sunulmamaya başlanmış), sunulanlar da birer piyasa malı gibi fiyatlandırılmıştır.
Yanı sıra, söz konusu neo-liberal belediyelerin, kentsel toprak rantını aşırı kâr biçimi
altında mülk edinme arayışı içinde olan, orta ve büyük sermayenin arayışına yanıt
vermeye endekslenmiş, kenti ulusal ve küresel sermaye için bir cazibe merkezi
yapmaya dönük yatırım ve hizmetlere öncelik veren bir kentsel gelişme siyasasını
izledikleri de görülmüştür. Kısa bir literatür taraması, özetlediğimiz neo-liberal
belediyecilik anlayışının, yalnızca Türkiye’de değil, değişik biçim ve derecelerde
olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde 1980’lerden bu yana hakim anlayış
olduğunu göstermektedir6.

Yerellikler Üzerinden Kalkınma

Türkiye’de “24 Ocak Kararları”ndan (1980) beri geçerli olan dışa açık, ihracatı
teşvik eden birikim modelinin, 1990’larda mekansal farklılıkları önemli kılan yeni
bir rota üzerine oturtulmaya çalışıldığı görüldü. Bu rota, ülkeye yabancı sermaye
çekmek ve ihracatı arttırmak için ekonomik gelişme potansiyeli taşıyan yerelliklerin
(kent ve bölgelerin) önünün açılması biçiminde özetlenebilir. Yerel sermayenin de
kendi yerelliğinin sınırlarını yeni bağımlılık ilişkilerine girerek aşmasını sağlayan
bu sürecin arkasında, sermayenin yeni uluslararasılaşma biçimi olan neo-liberal
küreselleşmenin yattığı biliniyor.

Böyle bir genel çerçeve içine oturtabileceğimiz “yerellikler üzerinden kalkınma”


stratejisini tanımlamak gerekirse, onun yerelliklerin gelişmek için toprak, emek,
sermaye açısından sahip oldukları avantaj ve potansiyellerini harekete geçirerek,
ulusal ve uluslararası büyük sermayeyi yörelerine çekme çabası anlamına geldiğini
söyleyebiliriz. Bu avantajlar da yenilerde kendi çapında önemli bir sanayileşme
5
Dışarıdan veya özel sektörden ihale ve altsözleşme ilişkileri (taşerona iş gördürme) yoluyla mal ve
hizmet alımlarının belediye giderleri içindeki payı 1994’te % 12,2 iken, 1998’de % 14,8’e yükselmiş,
1994-1998 arasında %22,5’tan %34,9’a yükselen yatırım giderlerinin geleneksel olarak en büyük kalemi
olan ‘yapı, tesis ve onarım giderleri’nin oranı da aynı süreçte belediye giderlerinin %18,4’ünden %
30,9’una çıkmıştır.
6
Neo-liberalizmin kentsel siyasalar düzlemindeki izdüşümlerinin dünya, Türkiye ve Mersin ölçeklerinde
ayrıntılı biçimde ele alındığı bir çalışma olarak, A. Ekber Doğan 2002’ye bakılabilir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 81


sürecine girmiş kent ve bölgelerin sahip olduğu, çoğunlukla -ucuz, itaatkar ve
örgütsüz emek, ya da düşük kiralar, çevre standartları ve denetiminin göz ardı
edilmesi, ucuz hammadde gibi- azgelişmişlikle bağlantılı şeylerdir. Yani, ulusal
kalkınmacılık söylemi ardında azgelişmiş ülkelerin bir çoğunda söz konusu olan
baskıcı, anti-demokratik rejimler ve ekonomik bağımlılığın yol açtığı onca insani
ve çevresel sorunun, Pierre Bourdieu’nun “sonsuz sömürme ütopyası” dediği
neo-liberalizmin egemenliği koşullarında yerel kalkınma adına daha da vahim
biçimde, yerel dinamikler, toplumsal güçler de devreye sokularak yaşandığı
görülmektedir. Bu stratejinin model mekanı (coğrafyası) ise; en düşük ücretlerle,
en ağır çalışma koşullarının hüküm sürdüğü, sosyal güvenlik, insan sağlığı ve
çevre korumaya dönük düzenlemelerin bulunmadığı, kadın ve çocuk emeğinin
umarsızca sömürüldüğü terleme atölyeleriyle karakterize olan Çin’dir.

Yerellikler üzerinden kalkınmanın; ulusal kalkınmacılığın ithal ikameciliğin


tıkanmasıyla terki, 1970’lerin krizinin sürekliliği, dünya ekonomisinin yeni bir
büyüme evresine girememesi, üretim sürecinin parçalanması ve bazı kısımlarının
azgelişmişlikten dolayı ucuz emek ve hammadde havuzları olan yerelliklere
kaydırılması gibi günümüz sermaye birikim süreciyle ilişkili nedenleri olduğundan
daha makro ölçeklerdeki sermayelerin kimi talepleriyle örtüşmeleri bulunduğu
görülmektedir7. Bu yüzden de Dünya Bankası gibi önemli bir kredi kurumu kentleri
kalkınmanın günümüzdeki yeni motor güçleri olarak lanse etmektedir. Bütün
bunlar, yerellikler veya kentler üzerinden kalkınmanın, hem tek tek kapitalist
devletler, hem de uluslararası sermaye çevreleri arasında oldukça güçlü olan bir
siyasa tercihi olduğunu göstermektedir.

Bu doğrultuda merkezi devletin temel yönelimlerinden biri, yerelin önünü


açarak “küresel rekabet ortamında” başarılı olmasını kurumsal olarak teşvik
etmeye çalışmaktı. Bu da esasen devletin küçültülmesi, ekonomik ve toplumsal
boyutlarını törpüleyecek biçimde yeniden yapılandırılmasını savunan piyasacı,
7
Alt sözleşme ilişkilerinin, fason üretimin, parça başı işin önemli yer tuttuğu yerel kalkınmada, ulusal
kalkınmacılık döneminden daha sıkılaşmış bağımlılık ilişkileri çerçevesinin geçerli olduğunu da
belirtmek gerekir. Bu, ulusal ve uluslararası sermayeye adeta sözleşmeli üreticilik yapan yerelliklerin
krizler karşısındaki aşırı kırılganlıklarını anlamak bakımından önemlidir. 1994 Yılından bu yana yaşanan
ulusal ve uluslararası krizlerin arkasından yaşanan yoğun iflasların ortaya koyduğu bu kırılganlıktan
kalkarak denebilir ki, “küresel ve ulusal büyük sermaye hapşırdığında, yerel zatüre olmaktadır”. Bu
kırılganlık durumunun yol açtığı iflaslar, yutma operasyonları, birleşmeler ortamının büyük sermaye
açısından sunduğu mülksüzleştirme yoluyla birikim olanakları, yerelliklerde yaşanan ilkel birikimden
alınan değerlerle 1970’lerden beri içinden çıkamadığı uzun vadeli krizin etkilerini hafifletmesi anlamına
geldiği de söylenebilir. Dünya kentinden başlayarak her mekansal ölçeğin altındakini daha yoğun
biçimde sömürmesini getiren bu mülksüzleşme yoluyla birikim oyununun ne kadar tekrarlanacağı,
dünya (kapitalist) ekonomisinin ve uluslararası sermayenin birikim sorunlarına ne kadar deva olacağı
tartışmalıdır.

82 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


neo-liberal yaklaşımın 1970’lerden beri süren kriz koşulları ve kapitalizmin reel
sosyalizm karşısında kazandığı zaferle kurduğu hegemonyanın sonucunda gelişen
bir stratejiydi. Dolayısıyla, yerellikler üzerinden kalkınma stratejisinin mantıksal
sonucu, yönetsel açıdan da bir yerelleşmenin yaşanmasının gerekli olduğu fikridir.
Bu fikir doğrultusunda 1990’ların ikinci yarısından beri gündemde olan yerel
yönetim reformu, 2004 sonbaharında çok daha kapsamlı bir değişim (yeniden
yapılandırma) paketi olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nun içinde TBMM
gündemine getirilmiştir8.
Kalkınmaya ne ölçüde katkısı olduğu tartışmalıysa da kentler/yerellikler
bu strateji çerçevesinde dünyada neo-liberal politikalarla daha rahat dolaşma,
uluslararasılaşma olanağı yakalayan “yabancı” sermayeyi kendilerine çekebilmek
için yarışacaklardır. Bu işin parlak yüzünde, gelişkin sanayi altyapısını
hinterlandına yayarak göreli anlamda sanayisizleşen, bir yandan da uluslararası
tekeller için gelişkin finans ve hizmet altyapısı sunarak yeni sermaye çekmeye
çalışan “dünya kentleri” bulunurken, karanlık yüzünde ağır çalışma koşulları,
düşük ücret, çocuk emeği, işgücünün parçası olan kesimleri yoksullaştırma ve
yoksula yardımı içeren enformalitenin gelişmesi bulunmaktadır9. Daha da ötesi,
sermayenin uluslararası dolaşımı hızlandığı koşullarda azgelişmiş ülkelerde yeni
sanayi odakları olarak gösterilen belli yerelliklerde kimi dönemlerde yakalanan
büyümeyle sağlanan değerlerin krizler sonrasında büyük ölçüde dışarıya aktarıldığı
da çok sık rastlanan bir durumdur. Bu, tüm ana akım kentleşme uzmanlarının öve
öve bitiremediği yerel kalkınmanın, The Economist dergisi editörü Tim Hindle’nin
yakın dönemde yayımlanan 1990’lar Türkiye’siyle ilgili raporunda ekonominin
performansıyla ilgili yaptığı “yo-yo büyüme” tanımlamasına çok daha fazla
uyduğunu10 düşündürtmektedir (2005: 14).
Anadolu’da Yerel Kalkınma Stratejisiyle Geçen 10 Yıl (?)
“Yarışan kentler” söylemiyle desteklenen “yerellikler üzerinden kalkınma”
stratejisi sayesinde, kimi kentlerin yerel sermayesi kamusal yatırım teşvikleriyle
de desteklenerek, ucuz emek havuzları niteliğindeki organize sanayi bölgelerinde,
dokumacılık başta olmak üzere emek yoğun işkollarında alt sözleşme ilişkileri
içerisinde parça başı, fason işler yaparak sanayiye yöneldiler.
8
Paketin yasalaşma süreci, Cumhurbaşkanı geri çevirdiği için parça parça çıkartılan yasalarla devam
etmektedir.
9
Kentlerin turistik niteliklerini öne çıkararak gelişen turizm pastasından pay alarak refahını arttırma
çabaları da sosyal ve kültürel hizmetlerin ve altyapının gelişmesine hizmet ettiği için hayırlı da
denebilecek- yereldeki emekçiler için daha fazla sömürü ve yoksulluk getirici kalkınmanın elma
şekerleri gibi görünmektedir.
10
Aslında yerellikler üzerinden kalkınma gibi özelde uluslararası sermayeyi genel olarak da büyük
sermayeyi güçlendiren stratejinin bağımlılık ve kırılganlıkları arttırdığı için ulusal düzeyde geçerli olan
yo-yo büyümenin müsebbiplerinden biri olup olmadığı da dikkatle araştırılması gereken bir konudur.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 83


Ulusal ve uluslararası büyük sermaye açısından meta üretiminde ara aşamaları
Türkiye sanayi yapısında nicel olarak ağırlık taşıyan küçük üreticilere yaptırmak,
aslında emek maliyetlerini, işçi mücadeleleri ve eylemlerinin yarattığı maliyet
risklerini sırtından alan sıkı bir emek kontrol rejimi geliştirmek anlamına gelmiştir.
Bir yanıyla, eski fabrika sisteminde ustabaşı ve formenlerin yaptığı işi küçük üretici
taşeronlara yaptırmak, aynı zamanda işgücünün görece ucuz olduğu, işçi sınıfının
örgütlenme geleneği güçlü olmadığı yerelliklere kaydırılması biçiminde yaşanmıştı.
Bu zaten ucuz emeğe dayalı, en önemli avantajı ucuz işgücü olan üretim kolları
üzerinden ihracata yönelen neo-liberal ekonomi siyasalarına paralel bir durumdur
ve bu yerelliklerin uluslararası bağlantıları da zaten bu tür “ucuzluklar” sayesinde
mümkün olabilmiştir.
Büyük şirketlerin artı değere el koyma sürecinde bir dolayım olarak taşeronları
kullandığı alt sözleşmeli üretimin en önemli avantajlarından biri, konjonktürel
ekonomik kriz dönemlerinin maliyetlerini bu taşeronların üstlenmiş olmalarıdır.
Krizin etkileri azalmaya başlayınca, yeni küçük girişimciler üzerinden yeni alt
sözleşmeler yapılmakta ve döngü yeniden başlamaktadır.
Yerelliğin kimi orta ve büyük sermayedarları ve/veya büyük toprak sahiplerinin
de bu üretim örgütlenmesinden büyüme yönünde yararlandıkları ve ulusal ölçekteki
holdinglere dönüştükleri görülmüştür (Sanko, Boydak, Yimpaş, Kombassan). Bu
süreçte, yurtdışından Konya, Kayseri, Yozgat gibi kentlere İslami Bankacılık, “faiz
yerine kar payı” sistemiyle giren önemli miktardaki gurbetçi dövizinin payını da
vurgulamak gerekmektedir (Bulut, 1999).
Yerellikler Üzerinden Kalkınma Kimlerin Çıkarına?: Yerel
Sermaye ve İslamcılığın Kentsel Siyasette Güçlenen Hegemonyası
Türkiye kentlerinin sosyal ve ekonomik yaşantısında yerel sermayenin
egemenliğiyle, emekçi sınıfların güçsüzlüğü bugün için üzerinde fazla bir araştırma
yapılmadan görülebilecek bir husus. Bunun, Türkiye’deki sermaye birikimi
süreçleri ve her kent ya da bölgeye özgü tarihsel birikimler (yerelliklerdeki
kapitalist gelişmenin özgüllükleri, sermaye ve işçi sınıflarının oluşum süreçleri,
siyasal merkezle ve ekonomik merkezlerle ilişkiler, sınıfsal ve daha genel olarak
toplumsal mücadeleler geçmişi) kadar önemli, yakın dönemli ve makro nedenleri
de bulunmaktadır.
Bu nedenlerden ilki, 1950-1960 dönemi dışında, 1980’lere kadar, sermaye
birikim süreçlerini, daha da ötesi modernleşme ve kapitalistleşme süreçlerini
tıkayacağı düşüncesiyle kentsel siyasetteki etkinliği hep kontrol altında tutulmaya
çalışılan, aşırı güçlenmesine izin verilmeyen geleneksel yerel küçük sermayenin
önünün 12 Eylül darbesi sonrasında çok çeşitli siyasal ve ekonomik gerekçelerle
açılmasıdır. Yerel sermayeyi güçlendiren söz konusu süreç, sermayenin darbe

84 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


öncesindeki güçlü radikal sol muhalefetle ve işçi hareketinin gelişmesinde sorumlu
tuttuğu 1960 sonrası müttefiki reformist bürokrasiyi dışlaması, bu dışlamanın
habercisi olan Milliyetçi Cephe hükümetleri sırasında büyük sermaye (AP) ve
geleneksel küçük burjuvazinin siyasal temsilcileri (MHP, MSP) arasında yaşanan
yakınlaşmayla (yerel sermaye de bu iki siyasal grup arasında bir yerde durmaktadır)
başlamış, büyük sanayi sermayesinin ulaştığı büyüklükle meta üretimi açısından
gerilettiği, mülksüzleşme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktıkları anılan küçük burjuva
katmanı bayilikler, yan sanayi ve tamir bakım ağlarıyla kendisine bağlaması gibi
gelişmelerle ete kemiğe bürünmüştür.
İç pazar genişlemesiyle çeliştiği için işçi sınıfı ve tarımdaki yaygın küçük
üreticiliği karşısına alan ihracatı teşvik eden bir birikim modeline geçilmesinin de
büyük sanayi sermayesiyle-geleneksel küçük burjuvazi-yerel sermaye (ağırlıkla
tüccar ve KOBİ sahipleri) arasında 1980 sonrasında oluşan sınıfsal ittifakın
harcında çimento işlevi gördüğü ortadadır. Bu sınıfsal ittifakla, sermayenin
kentsel rant alanlarına yüzünü dönmesinin ortaklaşa ürünü olan 1980 sonrasının
yerel yönetimler alanındaki yasal düzenlemelerinin de mali ve yönetsel anlamda
güçlendirdiği belediyeler üzerinden yerel sermayeyi güçlendiren gelişmeler olarak
değerlendirilmelidir11.
Yerel sermayenin kentsel siyasetteki hegemonyasının artışının ardındaki ikinci
önemli gelişme ise, neo-liberalizmin piyasacılığı doğrultusunda izlenen özelleştirme
ve kamuya yeni sanayi yatırımı (KİT) yaptırmama siyasalarının, kamusal girişimleri
geriletirken yerellikteki özel sermayeyi kent ve bölgelerin sosyo-ekonomik
gelişiminde daha merkezi bir konuma getirmesidir. Devletin, sanayi üretiminden
aşamalı biçimde çekilmesi daha önce belediyeler özelinde sözünü ettiğimiz, kamunun
emek ilişkilerinden ve onun getirdiği sorumluluklardan uzaklaşmasının başlangıcı
sayılmalıdır. Bu anlamda, emek piyasasının esnetilerek, işçi sınıfının pazarlık
gücünün geriletilmesi ve 1990’ların ikinci yarısında derinleşecek yoksullaşma
sürecinin zeminini döşeyen söz konusu uzaklaşma bir takım özel uygulamalarla
geliştirilmiştir. Bunlar: Yeni sanayi yatırımı yapılmaması, kamuda istihdamın
düşürülmesi, kar eden KİT’lerin özelleştirilmesi, zarar edenlerin kapatılmasıyla
devletin ekonomideki ağırlığının düşürülmesi olarak sıralanabilir. Yerel sermayenin
bunlarla, yerelliklerin ekonomik ve toplumsal yaşamında merkezi bir konum
kazanmasının, yerelleşmenin bugünkü anlamını almasında da önemli pay sahibi
olduğu görülmektedir12. Yerellikte bu süreçte en önemli kamu kurumu durumuna
11
Burada kısaca anlatılan, 1970 ve 1980’lerde kentsel siyasette sınıf ittifaklarının gelişimi konusunun
daha geniş ele alındığı bir yazı için bakınız Doğan, 2005.
12
Tersinden, devletin meta üretimi ve emek ilişkilerinden önemli ölçüde çekilmesi anlamında yaşadığı
küçülmenin, yerel yönetimleri merkeze göre güçlendirme eğiliminin, gerek sermaye kesimleri tarafından
bu denli arzulanan bir şey olmasında, gerekse de hükümetler nezdinde bir yaklaşım olarak uzunca bir
süredir kabul görmesinde önemli ölçüde pay sahibi olduğu söylenebilir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 85


gelen belediyeler de bu süreçte personel, bütçe ve mal-hizmet üretimi-sunumu
bakımından neo-liberalizmin gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını
tamamlamıştır. Bu arada, tarımın 1980’lerde yaşadığı gerilemenin kimi Anadolu
kentlerinde tarıma dayalı ticaret ve küçük üretimin önemini azalmasıyla, yine aynı
şehirlerde -1990’larda ulusal ve uluslararası sermayeyle kurulan çeşitli alt sözleşme
ilişkileri içinde- Organize Sanayi Bölgelerinde yoğunlaşan ve devletçe etkin
biçimde desteklenen kısmi sanayileşme süreçlerinin yol açtığı kabuk değişiminin
de yerel sermayeyi güçlendiren önemli bir dinamik olarak kaydetmek gerekiyor.
Yerel sermayenin en önemli müttefiki ise bu süreçte siyasal İslam olmuştur.
Nasıl ulusal kalkınmacılık kimi sosyal adaletçi vaatler de içermekle birlikte, bir
ulusalcılık barındırıyorduysa, yerel kalkınmanın ideolojik gıdası da yerel kültür
ve kimlikler olmaktadır. Bu durumdan da Türkiye gibi halkın çoğunluğunun
Müslüman olduğu azgelişmiş ülkelerde en karlı çıkanlar toplumsal boyutta dini
ve etnik cemaatler, siyasal düzlemde ise değişen toplumsal kodu en kolay çözen,
onun diline kendisini kolaylıkla uyarlayabilen İslamcılar olmaktadır13. İslamcı
siyasetçiler bu dönemde, radikal veya reformcu olmaları fark etmeden, özellikle
geri kalmış/azgelişmiş yerelliklerde kapitalist-modernleşme süreçlerinin, etkisini
zaman zaman törpülese de çok fazla dönüştüremediği, tasfiye edemediği bilakis
büyük kentlerin kenar mahallelerinde geçerli olan geleneksel-kültürel ilişki
ağlarının güçlenmesiyle sahip oldukları işyeri (OSB’ler ve Sanayi Siteleri bunun
temel ölçekleridir) ve mahalle düzeyinde sahip oldukları taban ilişkilerini ve
örgütlülüklerini geliştirmeyi bilmişlerdir. İslamcıların bu süreçteki en belirgin
katkıları ise; hem geleneksel-kültürel ilişki ve değerleri popülerleştirdiği için
sözünü ettiğimiz kalkınma stratejisinin yerellikteki en önemli aktörü olan yerel
sermayenin kentsel siyasette sahip olduğu hegemonyayı kültürel-ideolojik boyutta
güçlendirmesi, hem de sahip oldukları ilişkiler ve parti, belediye, dernek, vakıf
gibi çok çeşitli örgütlenmelerle, -dışsal bir ilişki14 olarak ördüğü- yoksula yardım

13
Gelir dağılımı adaletsizliğinin 1994’ten beri yaşanan krizlerle ciddi anlamda derinleştiği Türkiye’nin
büyük kentlerinde aynı zamanda müreffeh bir Belçika da barındırdığı için etnik ve dini azınlıklara
yönelik neo-faşist bir siyasal çizginin de kolay alıcı bulabildiği görülmektedir.
14
İlişkinin dışsallığına ilişkin vurgumuz, İslamcı siyasetin aktörlerinin dayandığı toplumsal tabanın
burjuva ve daha ziyade küçük burjuva kesimler olduğuna vurgu yapmak ve İslamcıların varoşlara nüfuz
ettiği yönündeki entelektüel dünyada oldukça yaygın olan kabulün bir aşırı yorum olduğuna dikkat
çekmek içindir. Bunların da bugünkü AKP’nin de yönetici kadrolarında yoksul, emekçi kesimlerden
gelen kimsenin bulunmadığı, geçmişte halktan yanaymış gibi yapılan popülist müştericiliğin yerini,
daha sağcı bir ideolojik içerik taşıyan “yoksulların hayırsever hamileri” olarak doldurmaya çalıştıkları,
yani yoksulların mobilize edilse de hala bu siyasi harekete eklemlenmiş ötekiler oldukları ortadadır.
Örneğin Ahmet Çiğdem, Yoksulluk ve Dinsellik başlıklı yazısında (2002: 134-163) bu görüşümüzü
destekleyen şu tespiti yapmıştır: Milli Nizam Partisi’nden beri bir “orta sınıf” hareketi olan Milli Görüş
çizgisinin yaptığı iş, merkez sağ ve solun yoksul mahallelerde bugüne dek kullana geldiği popülist
söylemin günümüz koşullarına göre işlevsel kullanılmasıdır.

86 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


çalışmalarıyla neo-liberalizmin ulusal ve yerel ölçekteki uygulamalarına karşı
işçi sınıfının işsiz, yoksul, dışlanan alt kesimlerinde yükselecek hoşnutsuzlukları
kontrol edebilmeleri, Dünya Bankası’nın diliyle, “sosyal riski azaltmalarıdır”.

Sonuç Yerine: Yerel Kalkınmayı Sorgulamanın Zorunluluğu

Yerellikler üzerinden kalkınma stratejisi belediyelerin görevlerinin en başına,


yerelliğin kalkınması için ihtiyaç duyulan sermaye veyahut yatırımın çekilme işine
öncülük yazılıyor. Bu şekilde, yerelliğin kolektif kapitalisti kimliğine sıkıştırılan
belediyelerin aynı süreçte, diğer toplumsal ve ekonomik yönlerinin neo-liberal
siyasalarla kısmen budandığı kısmen de talileştiği konuya ilişkin literatürde çokça
üzerinde durulmayan bir husus. Yerelliklere ekonomik kalkınma vaadinde bulunan
yerellikler üzerinden kalkınma stratejisi, yerel özerklik ve demokrasinin gelişmesini
vaat eden yerel yönetişim modellerinin parıltısından da yararlanarak, neo-
liberalizmin kent yaşamında emekçi kesimler aleyhine yol açtığı yıkımları tartışma
dışı bıraktığı görülüyor. Halbuki Latin Amerika’dan Avrupa’ya pek çok ülkede
neo-liberal belediyeciliğe, onun uygulamalarına karşı büyük eylemler yapılıp, hatta
Stokholm gibi kimi kentlerde belediyelerin yarışmacı yerellik doğrultusundaki
siyasalarına, yaşanan değişim süreçlerine cepheden karşı çıkıldığı görülmektedir
(Stahre, 2004). Bu nedenle, yerelliklerde bugün yeterince sorgulanmadan kabul
edilen ve adeta birer tabuya dönüştürülmüş olan yerellikler üzerinde kalkınma ve
(yerel) yönetişimin, bugünkü tarihsel süreçte nereye oturduğunu, kime ve neye
hizmet ettiğini ve bir bütün olarak neo-liberal belediyecilikle ilişkisini eleştirel
biçimde sorgulamanın vakti gelmiştir. Bu aynı zamanda, yerellikteki bütün maddi
ve toplumsal güçlerin yerel sermaye ve onun bağımlı olduğu sermayelerin karları
için birer kalite çemberi öbeğine dönüştürüldüğü korporatist yerelleşmecilik
anlayışının, emekçi sınıfların sosyo-ekonomik hakları üzerinde yarattığı baskıcılığın
sorgulanması anlamına gelmektedir.

Sonuç olarak, sosyal adalet ve bölüşüm konularını yerel ve ulusal ölçeklerin


toplumsal gündeminden çıkaran bir yerelleşmeyi ortaya çıkaran yerellikler
üzerinden kalkınma anlayışı ve onun korporatizm talebiyle örtüşen yerel yönetişim
modeli, neo-liberal belediyeciliğin 1990’lardaki gelişimi ve yerel sermayenin
kentsel siyasette neredeyse mutlaklaşan hegemonyasında oynadığı rolden dolayı
daha ayrıntılı büyük ölçekli çalışmaları, araştırma projelerini hak eden bir konudur.
Makalemiz bu doğrultuda yapılacak yeni çalışmalar için gerekli olan akademik
ve/veya siyasal ilgiyi uyarabilmişse amacına ulaşmış olacaktır.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 87


Kaynakça

Bulut, F. (1999). Yeşil Sermaye Nereye?, Su Yayınları: İstanbul.


Çiğdem, A. (2002). “Yoksulluk ve dinsellik”, içinde (Der. N. Erdoğan) Yoksulluk Halleri, 134-163,
WALD-Demokrasi Kitaplığı: İstanbul.
DİE, http://www.die.gov.tr/IstTablolar/24ml395t.xls
Doğan, A. Ekber (2004). “Sosyal demokrat vaatlerden neo-liberal rövanşçılığa: 1990’lar Ankara’sında
belediyecilik”, Praksis, 12, 103-128.
Doğan, A. Ekber (2001). Birikimin Hamalları: Kriz, Neo-liberalizm ve Kent, Donkişot Yayınları:
İstanbul.
Hindle, T. (2005). “A promising start”, The Economist, 19 Mart 2005 Sayısı.
Stahre, U. (2004), “City in change: globalization, local politics and urban movements in contemporary
Stockholm”, International Journal of Urban and Regional Research, 28.1, 68-85.

88 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


22 Şubat 2005 gün ve 5302 sayılı
İl Özel İdaresi Kanunu Üzerine
Birgül Ayman GÜLER*

İl özel idarelerini yeni baştan düzenleyen AKP yasa taslağı, 24 Haziran


2004 günü TBMM tarafından kabul edildi. 5197 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu,
Cumhurbaşkanı tarafından 10 Temmuz 2004 günü, yeniden görüşülmek üzere
parlamentoya geri gönderildi. Metin çok az değişiklikle yeniden görüşüldü ve
22 Şubat 2005 günü yeniden kabul edilerek bu kez 5302 sayıyla yasalaştırıldı.
Cumhurbaşkanlığı Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yetkisini kullandı; 5302
sayılı İl Özel İdaresi Kanunu anayasal ilkelere aykırılığı hemen her hükmünden
belli olarak yargı sürecine girdi.
Cumhurbaşkanlığı’nın itirazları, yürürlükteki Anayasa’nın başlangıç bölümünde
yer alan temel maddeler ile genel olarak yönetimi, merkezi yönetimi ve yerel
yönetimleri düzenleyen 123, 126 ve 127. maddeleri durdukça, il özel idaresi
yasasıyla kurulan mantığın yasal geçerliğe sahip olamayacağını göstermektedir.
Bu yasa yürürlüğe girdiğinde, etkisini ilk bir ay içinde, vali il genel meclisi
dengesindeki değişiklikte gösterecektir. İl genel meclisleri kendi başkanlarını
seçecek ve (geçici madde-1) valinin meclis başkanlığı unvanı düşecektir. Yasanın
can alıcı özelliği bu düzenlemedir; il özel idarelerinde ‘subsidiarite’ olarak bilinen
yerellik ilkesi uygulamasının diğer mekanizmaları, özel idare organları arasında
güç dağılımındaki bu değişikliğe göre saf tutmaktadırlar.
Yasanın hedefleri, gerçekte ilk olarak, il özel idaresi yasasında 1987 yılında
yapılan kapsamlı sayılabilecek değişiklikle gündeme gelmiştir. Ancak bu
* Prof.Dr., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 89


değişikliğin başlıca hükümlerinin Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmesi, yerellik
esasına dayalı sürecin hızını kesmişti. Buna karşın girişimler kesilmemiş, 1990’lı
yıllar, 1987 yılında verilmiş numarasıyla 3360 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nda
topyekun değişiklik amaçlayan çeşitli girişimlere sahne olmuştur.

1998 Merkezi idare ile mahalli idareler arasında görev bölüşümü ve hizmet
ilişkilerinin esaslarının düzenlenmesi kanun tasarısı.

2000 Merkezi idare ile mahalli idareler arasında görev bölüşümü ve hizmet
ilişkilerinin esaslarının düzenlenmesi hakkında kanun hükmünde kararname taslağı

* 2002 Mahalli İdareler Kanunu Tasarısı (Taslağı)

* 2003 a) Yerel Yönetim Yasa Tasarıları (H. Ürün Taslakları) İl Özel İdaresi
Kanun Tasarısı

* 2003 b) İl Özel İdaresi Kanunu Tasarısı Taslağı

* 2004 İl Özel İdareleri Kanun Tasarısı (2003-b taslağının tasarılaşmış hali)

2004 Tasarısı, Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı1 temelinde ilerleyen


devlet reformu çerçevesinde, kamuoyuna 7 Kasım 2003 tarihli taslak olarak
malolmuştur. İl Özel İdaresi Kanun Tasarısı Taslağı adını taşıyan metin, Bakanlar
Kurulu’nca 25 Şubat 2004 günü kabul edilerek 3 Mart 2004 günü TBMM
Başkanlığı’na sunulmuştur. İçişleri, Avrupa Birliği, Plan ve Bütçe Komisyonları
tarafından görüşülen tasarı, 73 ana madde ve geçici 2 maddesiyle toplam 75 maddeli
bir metin olarak, Haziran 2004 ortasında TBMM Genel Kurul görüşmesi aşamasına
gelmiştir.2 Genel Kurul görüşmelerinde 24 Haziran 2004 günü geçici madde
sayısı üçe yükseltilen tasarı, iki gün içinde Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmiştir.
Cumhurbaşkanlığı’nın veto yazısına karşı iktidar sözcüleri, TBMM’nin Ekim
2004’te açılmasıyla birlikte yasayı “aynen kabul ederek” onaya göndereceklerini
açıklamaktadırlar. Net olan nokta, yasanın Anayasa Mahkemesi’nin gündemine
gireceğidir. Yasa, kurulmak istenen düzenin en temel özellikleri bakımından
Anayasa’ya açık aykırılıklar taşımaktadır. Yasanın yürürlük süreci, iptal işlemiyle
karşı karşıya kalınarak önemli ölçüde gecikecek görünmektedir. Bu duruma karşı,
iktidar yetkililerinin “anayasayı değiştirmek” formülü üzerinde duracakları tahmin
edilebilir.
1
Bu metnin adı, TBMM Genel Kurul görüşmelerinde Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden
Yapılandırılması Hakkında Kanun olarak değiştirilmiştir.
2
TBMM, İl Özel İdareleri Kanunu Tasarısı ile İçişleri, Avrupa Birliği ve Plan ve Bütçe Komisyonları
Raporları (1/767), S.Sayısı: 583, Dönem 22 Yasama Yılı: 2, 119 sf.

90 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Yasanın Tarihsel Temeli

İl özel idaresi, 1913 yılında Osmanlı döneminde çıkarılmış kanun hükmünde


kararnameyle varlık kazanmış bir kamu idaresidir. 13 Mart 1913 tarihli İdarei
Umumiyei Vilayet Kanunu Muvakkati adlı bu kararname günümüze dek önemli
değişikliklere uğramışsa da, adından hukuksal türüne kadar değişmeden yürürlükte
kalmıştır. 1987 yılında çıkarılan 3360 sayılı yasayla3 düzenlemenin hem adı hem
türü değiştirilmiş, düzenleme “İl Özel İdaresi Kanunu”na dönüştürülmüştür.
İl özel idaresi, Osmanlı Devleti’nin sömürgeleşme sürecinde, modernleşme
odaklı Tanzimat reformlarıyla birlikte belirmiş bir yapıdır. Gülhane Fermanı’nın
hemen ardından, 1840 yılında ‘Muhassıllık Meclisleri’yle, 1842’de ‘Memleket
Meclisleri’yle başlayan süreç, 1849’da ‘Eyalet Meclisi’ ve ‘Sancak Meclisi’
uygulamasından sonra 1856 Islahat Fermanı’nın itmesiyle daha köklü bir yönetim
değişikliğine uzanmıştır.
1864 yılında eyalet örgütlenmesinden vilayet örgütlenmesine geçişi düzenleyen
“Teşkil-i Vilâyet Nizamnamesi” ile birlikte, il özel idaresi yapısı, bugünkü yapıya
benzer özellikleriyle belirmeye başlamıştır. Her ilde vali başkanlığında müslüman
ve müslüman olmayan kesimlerin temsil edildikleri meclisli yapı, 1871 yılında
“İdare-i Umumiye-i Vilâyet Nizamnamesi”yle Vilayet Umumi Meclisi’nin görüşme
konuları genişletilerek yeniden düzenlenmiştir. İllerde “Vilayet İdare Meclisi” ile
“Vilayet Umumi Meclisi” olmak üzere iki meclis kurulmuştur. Bunlardan ilki sekiz
üyesiyle bir kurul görünümündedir ve bir müfettiş, defterdar, mektupçu, hariciye
müdürü ile iki müslüman ve iki müslüman olmayan temsilciden oluşmuştur. Sancak,
kaza merkezlerinde de buna birer idare meclisi oluşturulacak, köylerde muhtarın
yanısıra 3-10 kişilik bir ihtiyar meclisi kurulacaktır. İl düzeyindeki meclislerden
ikincisi, sancaklardan gelen ikisi müslüman, ikisi müslüman olmayan dörder
temsilciden oluşacak, yılda bir kere 40 gün süreyle toplanacak, il bayındırlığı,
sanayi, ticaret alanlarında görüşmeler yapacak, bu görüşler hükümete bildirilecek,
Meclisi Vala’da görüşülüp öngörülen işlerin yapılıp yapılmayacağına karar
verilecektir.4
1876 yılında ortaya çıkan Kanuni Esasi, illerin yönetimine anayasal ilkeler
getirmiştir. Bu düzenlemeyle illerin yönetimi “tevsii mezuniyet” ve “tefriki
vezaif” ilkelerine bağlanınca, illerde biri “genel”, diğeri “özel” (yerel) ikili bir
yapının temeli atılmıştır. 1877 Berlin Anlaşmasıyla vilayetlerde uygulanacak
3
13 Mart 1913 Tarihli İdarei Umumiyei Vilayet Kanunu Muvakkatinin Adının ve Bazı Maddelerinin
Değiştirilmesine, Bu Kanuna Bazı Maddeler Eklenmesine Dair Kanun, No: 3360, Kabul Tarihi:
16.5.1987. RG: 26.5.1987, 19471.
4
Nizam Önen, Cenk Reyhan, Yönetim İlkelerinin Gelişimi Araştırması, Yayımlanmamış Çalışma, Ankara
Ekim 2003.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 91


yasaları inceleyip yeniden yapacak bir komisyon kurulmuş, bu komisyon “idari
ademimerkeziyet” esası dairesinde bir tasarı hazırlamış, “mevcutları esasından
değiştiren bu layiha tatbik olunmadığından” 1871 Tüzüğü 1864 düzenlemesinin
bazı hükümleriyle birlikte değişmeden yürürlükte kalmıştır. Ama Berlin Anlaşması
imtiyazlı eyaletlerin özerk, merkeze bağlı eyaletlerin de imtiyazlı duruma
getirilmesini sağlamayı başarmıştır.5 Anayasa ile birlikte, illerdeki kurul tipli meclis
tevsii mezuniyet kavramının, genel meclis ise tefriki vezaif kavramının organları
olarak biçimlenmiştir.
1864-1871 yapısı, İkinci Meşrutiyet döneminde tasarı taslaklarına konu olmuş,
1910 yılında hazırlıkları hemen hemen tamamlanan bir tasarı, ancak 1913 yılında
bir Hükümet kararnamesi olarak yürürlüğe koyulmuştur. Sonuçta, 19. yüzyılda
tek bünyede varlıklarını sürdüren iki organ birbirlerinden ayrılmış; Vilayet İdare
Meclisi genel yönetimin “il idare heyeti”ne dönüşürken, Vilayet Umumi Meclisi
yerel yönetimin (özel idarenin) “il genel meclisi” olarak yaşamını sürdürmüştür.
Vilayet Umumi Meclisi’nde, bugünkü deyişle il genel meclisinde temsilin müslim-
gayrımüslim olarak ayrılmasına bu tarihte son verilirken, Vilayet İdare Meclisi’nde,
bugünkü deyişle valilik sistemi içinde yer alan il idare kurulunda ruhani reislerin
temsiline hukuken 1926 yılında son verilmiştir.

1913 tarihli kararnamenin ilk 74 maddesi ilin genel yönetimini (idarei umumiyei
vilayet), bir başka deyişle il ve ilçelerdeki mülki sistemi düzenliyor, son 75 maddesi
ise ilin yerel yönetim örgütü olan (idarei hususiyei vilayet) il özel idaresine
ilişkin hükümleri içeriyordu. İlk bölüm 1929 yılında yürürlükten kaldırılmış,
illerin genel yönetimi 1426 sayılı Vilâyet İdaresi Kanunu ile baştan sona yeniden
yapılandırılmıştır. İkinci bölüm için ise böyle bir yola başvurulmamış, ancak bazı
temel hükümlerin değiştirilmesiyle yetinilmiştir. 1921’den günümüze 30 kez
değişikliğe uğrayan bu bölüm, en kapsamlı değişikliği 1987 yılında, metnin adını
“İl Özel İdaresi Kanunu” olarak değiştiren 3360 sayılı yasayla yaşamıştır.

Günümüzde il özel idaresini yeniden düzenlemek, 3360 sayılı İl Özel İdaresi


Kanunu’nu değiştirmek anlamına gelmektedir.

1998’den Bu Yana Tasarılar

1998 yılından bu yana kamuoyuna malolan çeşitli taslak ya da tasarılar


olmuştur. Bu tasarıların irdelenmesi, 5197 sayılı yeni yasanın hükümlerini anlama
bakımından son derece yararlıdır.

5
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi 8. Cilt. , s. 324.

92 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


1998 Tasarısı. Merkezi idare ile mahalli idareler arasında görev bölüşümü
ve hizmet ilişkilerinin esaslarının düzenlenmesi ve çeşitli kanunlarda mahalli
idarelerle ilgili değişiklikler yapılması hakkında kanun tasarısı, TBMM Dönem :
20, Yasama Yılı: 3, S. Sayısı 719.

Bu tasarı, TBMM’ne 24 Mart 1998 günü Başbakan Mesut Yılmaz imzasıyla


gönderilmiş ve İçişleri ile Plan ve Bütçe komisyonlarında görüşülmesi
tamamlanmıştır. Tasarı toplam 35 maddeden oluşmaktadır. Bu kısa gövde içinde
merkezi yerel yönetim görev bölüşümü yapılmış; üçüncü bölümde il özel
idareleri, dördüncü bölümde büyükşehirler ile belediyeler ele alınmış; beşinci
bölümde mali bölüşüme ilişkin temel hükümler getirilmiştir. İçeriğin genişliğine
ve madde sayısının azlığına bakılarak, taslağın günümüzde ‘kamu yönetimi temel
kanunu taslağı’ için söylendiği üzere bir “çerçeve” düzenleme olarak tasarlandığı
görülmektedir.

1998 Tasarısı ile getirilen başlıca hükümler şunlar olmuştur:

a) Milli Eğitim, Bayındırlık, Sağlık, Tarım, Sanayi ve Ticaret, Kültür, Turizm,


Çevre bakanlıkları ile Köy hizmetleri ve Gençlik ve Spor genel müdürlüklerince
yürütülen “mahalli ve müşterek nitelikteki hizmetler”in personel, taşınmaz,
ödenekleri il özel idarelerine devredilir. Devir işlemleri 1 Ocak 2000’e kadar
tamamlanmış olacaktır. (geçici madde-1)
b) İl genel meclisi’nin adı “il meclisi” olmuştur,
c) İl özel idare müdürlüğü sistemi “genel sekreterlik” ile değiştirilmiştir,
d) Memur ve işçi kadro ihdası ve istihdam, merkezi mülki yönetim karar ve
onayıyla değil, doğrudan il meclisi kararıyla yapılacaktır. (ek madde 14-a)
e) Üst düzey yöneticiler ile sağlık, teknik, avukatlık hizmetlerinde sözleşmeli
istihdam yapılabilecektir. (ek madde 14-b)
f) Süresi mali yılla sınırlı olmak üzere meclisçe uygun görülecek imalat,
bakım, etüd, plan, taşıma, temizlik ve benzeri hizmetler ihale yoluyla gördürülebilir.
g) İl özel idarelerinin ulusal bütçeden aldıkları (%1.70 olan) pay %5’e
çıkarılmıştır; ancak her yıl bütçe yasalarıyla bu birimlere devredilecek görevler
gözönünde tutularak, özel idare payı %25’e kadar yükseltilebilir. (madde 26)
h) Kıyı Yasası’yla valiliklere/il idare kurullarına verilen yetkiler il özel
idarelerine devredilmiştir. (ek madde 2) Bu hüküm, il idare kurulu yetkilerinin
özel idarelere devredileceğini temsil etmesi nedeniyle önemlidir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 93


Bu Tasarı’ya CHP karşıoyu belediyeleri gözardı ettiği, il özel idarelerini
güçlendirerek aslında atanmışları güçlendirdiği, bu nedenle yerel demokrasi
hedefinden uzak olduğu, İçişleri Bakanlığı’nı süper bakanlığa dönüştürdüğü
noktalarında toplanmıştır.

RP’den gelen muhalefet şerhi ise, Tasarı’nın merkezi yetkileri “yeterince,


beklenen, özlenen düzeyde bir yerinden yönetim”e yol açacak güçte devretmediği
görüşüne dayanmaktadır. Buna göre “1950 yılına kadar devam eden devletçi ve
baskıcı anlayış”a karşı “1950 sonrası demokratik gelişmeler çerçevesinde hak
ve hürriyetler genişlerken mahalli idare ve sivil kuruluşların da güçlen”miştir.
“Bugün gelinen merhale itibariyle mahalli idarelerin güçlendirilmesi kaçınılmaz
hale gelmiştir” Tasarı yetersiz, ama önemli bir adımdır. Yeterli bir Tasarı haline
gelmesi için, yirmi maddede sıralanan öneriler arasında şunlar vardır.

(1) Vali özel idarelerin başında olmamalı, il meclisleri il parlamentosu haline


getirilmelidir.

(2) Eğitimde yalnızca müfredat merkeze bırakılmalı, eğitimin planlama ve


yönetimi devredilmelidir.

(3) Sağlıkta yalnızca teşhis ve tedavi hizmetleri değil, koruyucu hizmetler de


yerele bırakılmalıdır.

(4) Din hizmetleri yerele bırakılmalıdır.

(5) Yerel yönetime görev devri, 3046 sayılı bakanlıklar yasasının da


değiştirilmesini ve merkezi yönetimi düzenlemeyi gerektirir.

(6) Yerele ayrılan payların artırılması yeterli değildir; özgelirlere ilişkin olarak
yerel yönetimlerin özerkliklerini genişletici değişiklikler yapılmalıdır.

Tasarı Genel Kurul’da görüşülemeyerek düşmüş, yasalaşamamıştır.

2000 Tarihli Kanun Hükmünde Kararname. Hükümet, 29 Haziran


2000 tarih ve 4588 sayılı yetki yasasına dayanarak, 2000 yılının ikinci
yarısında bir kanun hükmünde kararname hazırlamıştır. Metnin tam adı
şöyledir: Merkezi idare ile mahalli idareler arasında görev bölüşümü ve hizmet
ilişkilerinin esasları ile mahalli idarelerle ilgili çeşitli kanunlarda değişiklik
yapılmasına dair kanun hükmünde kararname.

Toplam 52 ana maddeden oluşan bu metin, 1998 Tasarısı’nın merkezi


yönetime verdiği görevleri olduğu gibi korumuştur. Ancak, önceki metinlerden

94 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


bazı farklılıkları vardır: Birincisi, hizmetlerin devir süreci boşlukta bırakılmıştır.
Kararname, hangi hizmetin ve hangi kadroların devredileceği konusunu adeta
uygulamaya terk etmiş görünmektedir. İkincisi, “il gelişim planı” adını verdiği
bir çalışma aracına ısrarlı vurgu taşımaktadır. Üçüncüsü, ilçe köy birlikleri
örgütlenmesine ilişkin ayrıntılı hükümlerle donatılmıştır. Dördüncüsü, il özel
idaresinin organları ve bunların vali encümen meclis ilişkileri bakımından hiçbir
değinmede bulunmamıştır. Değişmeyen taraf özelleştirme ve sözleşmeli personel
istihdamı maddeleridir denebilir.
Kararname taslak olarak kalmış, hukuksal varlık kazanamamıştır.
2002 Tasarısı. 2002 yılı sonunda, Mahalli İdareler Kanunu (Tasarısı)
adıyla toplam 240 maddeli bir metin ortaya çıkmıştır. Metin, TMMOB
Mimarlar Odası tarafından, görüşleri toplamak üzere odalara gönderilen
bu taslağın “resmi olmayan kanallardan temin edilmiş” olduğu belirtilerek,
bu durum “iktidarca reform olarak nitelendirilen bir çalışmadan ancak
bu şekilde bilgileniyor olmamız başlı başına bir olumsuzluktur” diye
eleştirilmektedir.6
2002 Mahalli İdareler Kanunu Tasarısı, 1998 Tasarısı’na benzer biçimde, önce
merkezi yerel yönetim görev bölüşümünü yapmış, sonra tüm yerel yönetimleri ayrı
bölümlerde ayrıntılı biçimde düzenlemiştir. Tasarı’da farklı olan, bu kez görevlerin
Almanya Federal Anayasası’ndaki mantığa benzer bir mantıkla paylaştırmış olmasıdır.
Birinci grupta, merkezi yönetimin adalet, savunma, din hizmetleri gibi
“münhasıran” yerine getireceği görevleri vardır.
İkinci gruptaki tarım, eğitim, sağlık, tapu gibi işler merkezi yönetim tarafından
yerine getirilecektir, ancak bunlar sorumluluk merkezi idarede kalmak üzere belirli
koşullarla yerel yönetimlere devredilecektir.
Üçüncü grupta doğrudan yerel yönetimlerce görülecek hizmetler vardır, bunlar
yasalarıyla yerel yönetimlere verilen imar, altyapı, toplu konut, çevre sağlığı gibi
hizmetlerdir.
İl özel idaresi yapısı genel olarak korunmuştur; hem meclisin hem encümenin
başkanı validir. Ancak, meclis-encümen-vali çalışma sistemi ve ilişkileri, belediye
organlarının çalışma sistemine benzer bir yapıya dönüştürülmüştür. Sonuçta, vali
meclis karşısında daha güçsüz bir konuma çekilmiştir.
Meclis kararlarının yürürlüğe girmesi için vali onayı gereği kaldırılmış, kararlar
kendiliğinden yürürlüğe girer güçte sayılmıştır.
6
TMMOB Mimarlar Odası, 2.2.2003 gün ve 04/120 sayılı üstyazı eki olarak Mahalli İdareler Kanunu
(Taslağı), 60 sf.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 95


Vali, il meclisi tarafından gensoru ile görevden düşürülebilir hale getirilmiştir.

Bu metin üzerinde kim yada hangi kurum tarafından hazırlandığına ilişkin


herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

2003 ‘Ürün Taslakları’. 2003 yılında spiral cilt olarak bir araya getirilmiş
belediye, büyükşehir, il özel idaresi ve gelirler ile ilgili yasa tasarısı hazırlıkları,
önsözde yapılan açıklamalar temel alınarak kamuoyunda kısaca “Halil Ürün
Taslakları” olarak adlandırılmıştır. Bunlardan il özel idaresi ile ilgili olan taslak
toplam 20 maddeli ve madde gerekçeleri de yazılmış olan metindir.

Bu metin, büyükşehir belediyesi sınırları ile ilin sınırları aynı olmayan yerlerde,
somut olarak İstanbul dışındaki illerde kurulacaktır. Taslak İstanbul ilini büyükşehir
belediyesinin yönetimine terk etmiştir. (madde 2)

İl özel idarelerinde valilik kaldırılmıştır. Organlar ikiye indirilmiş, “il encümeni”


ve “il meclisi”nden ibaret iki organ bırakılmıştır. (madde 3)

İl meclisi, şimdi olduğu gibi ilçeleri temsil eden üyelerden oluşacak, ama
şimdi olduğundan farklı olarak, seçmenler belediye sınırları dışında oturan il
halkı olacaktır. Belediye halkının katılımı, meclisin doğal üyesi sayılan il ve ilçe
merkezindeki belediyelerin başkanları eliyle sağlanacaktır.

Meclis kendi içinden bir başkan ile iki başkan vekili seçecek, meclis yetki
alanında karar alma ve bunların uygulamasını sağlama amaçlı yaptırımları
kullanabilecektir. Yılda iki kez, 30’ar gün süreyle toplanması öngörülen meclisin
bu taslakta düzenlenmeyen diğer çalışma ilkeleri, belediye meclisleri için öngörülen
hükümler doğrultusunda gerçekleştirilecektir.

İl meclisinin başkanı, il encümeninin de başkanıdır. Encümen, meclis tarafından


ve kendi içinden enaz 5 ençok 7 üyeli olmak üzere seçilecektir. Başkan ile encümen
arasında bir uyuşmazlık çıkarsa, sorun meclis tarafından kesin karara bağlanacaktır.

Bürokrasi, başta ‘genel sekreter’ bulunan ve örgütlenme biçimine il meclisince


karar verilen bir yapı olarak kurulacaktır. Güçlü bir genel sekreterlik, her il
özel idaresinin kendi ihtiyaçlarına uygun genişlikte kendinin karar vereceği bir
personel ve örgütlenme sistemi öngörülmektedir. Ayrıca düzenlenmemiş olmakla
birlikte, bu hüküm göstermektedir ki, personel kadrolarının yaratımı ve istihdam
koşullarına karar vermek, doğrudan il özel idaresine bırakılmıştır. Personel sistemi
yerelleştirilmiştir.

96 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Taslak, ilçelerde birer ilçe özel idare örgütü kurulmasını öngörmektedir. İl
özel idaresinde valinin varlığını ortadan kaldırmasına koşut olarak, bu örgütlerin
başına kaymakam getirilmemektedir. İlçe özel idaresi örgütlenmesinin başına il
encümeni tarafından atanacak bir müdür getirilmektedir. İlçe özel idare birimlerinde
çalıştırılacak personel kadroları ise il meclisi tarafından karara bağlanacaktır.

Valilik kaymakamlık hizmetleri ile il-ilçe özel idare hizmetleri arasındaki


eşgüdüm gereği, üç ayda bir toplanacak olan “İl-ilçe Koordinasyon Kurulu”
tarafından karşılanacaktır. Kurulun sekretaryası ilde özel idare genel sekreteri,
ilçede özel idare müdürü tarafından yapılacak, bu kurulların kararları “tavsiye”
niteliği taşıyacaktır.
İl özel idarelerinin ulusal bütçeden aldıkları pay %20’ye çıkarılmaktadır.
Taslak il özel idaresine, bugün var olmayan bir yetki tanıyarak zabıta
örgütlenmesi yetkisi vermekte, ayrıca bu kurumların doğal ve kültürel alanlarla sit
alanlarında görevlendirmek üzere özel güvenlik örgütü kurabilecekleri hükmünü
getirmektedir.

2003 Taslakları. Yasalaşma sürecine giren taslaklar, Ürün Taslakları’ndan


farklı metinler olarak ortaya çıkmış ve hazırlıklar Mart 2004’te TBMM
gündemine girmiştir. Bu taslaklar, yasama organı kararlarına dönüştüğü için
üzerinde ayrıca durmaya gerek yoktur. Aşağıda, bu taslakların yürürlüğe
giremese de yasalaşmış olan biçimleri ele alınmaktadır.

Yürürlüğe Giremeyen Yasalar: 5197 ve 5302. İl özel idaresi sistemini


değiştirmeyi hedefleyen adımlar, 2004 yılı Mart ayında yasama aşamasına
ulaştırılmıştır. Ancak yasama süreci, gerek toplumsal gerek parlamento içi ve
gerekse Cumhurbaşkanlığı muhalefeti karşısında uzun ve tartışmalı bir süreç
olmuştur.
Tasarı önce 5197 sayıyla yasalaşmıştır.
TBMM Başkanlığı’na 3 Mart 2004 günü gönderilen İl Özel İdareleri Kanun
Tasarısı, toplam 73 maddeden oluşmaktadır. Tasarı’yı görüşen İçişleri Komisyonu
6 maddede, Avrupa Birliği Uyum Komisyonu 9 maddede, Plan-Bütçe Komisyonu
ise 21 maddede değişiklik yapmıştır. Tasarı, TBMM Genel Kurulu’nda 24 Haziran
2004 günü, CHP milletvekillerinin red ve yalnızca iktidar milletvekillerinin kabul
oyuyla 5197 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu haline gelmiştir.

5197 sayılı yasa, onaylanması ve yayımlanması için 26 Haziran 2004 günü


Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmiş, ancak Cumhurbaşkanlığı 13 ana maddeyle

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 97


bir geçici maddede (md: 3, 6, 7, 10, 11, 13, 15, 18, 25, 35, 45, 47, 52 ve geçici
1.) yeniden görüşme isteğinde bulunarak metni 10 Temmuz 2004 günü geri
göndermiştir.
Hükümet, geri gönderilen metni çok az sayıda değişiklik yaparak TBMM
sürecine yeniden sokmuş ve metin 22 Şubat 2005 günü Genel Kurul’da yeniden
kabul edilmiştir.
İkinci kabulde metin 5302 sayısını almıştır.
Cumhurbaşkanlığı bu kez Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yoluna gitmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nden toplam 13 madde için (md: 3., 7., 10., 11., 13., 15.,
18., 25., 35., 45., 47., 51. ve 52.) yürütmenin durdurulması ve iptali istenmiştir.
Cumhurbaşkanlığı’nın Anayasa Mahkemesi’ne başvurusuna konu olan maddeler,
5302 sayılı yasanın doğrudan bütününü etkileyen temel maddelerdir. Bu maddelerin
iptali, yasayı bütün olarak uygulanamaz hale getirecektir. İptali istenen maddelerin
konuları kısaca şöyledir:
3. madde: il özel idarelerini “yerellik ilkesi”ne göre tanımlamakta ve Anayasa
dışı bir statüye oturtmaktadır.
7. ve 10. maddeler: statüye bağlı olarak biçimlenen il özel idaresi tüzelkişiliği
ile bunun tek karar organı il genel meclisinin görev, yetki, imtiyazları “yerellik
ilkesi”ne göre düzenlenmekte, idari vesayet kurumuna son vermektedir.
11, 13, 15, 18, 25. maddeler: il genel meclisi sistemiyle, il genel meclisi valilik
encümen arasındaki ilişkilerde ağırlık sıralaması değiştirilmektedir. Valinin il genel
meclisi başkanlığı sıfatına son verilmekte, “devletin ve hükümetin temsilcisi”
sıfatından doğan ağırlığı ortadan kaldırılmakta, il genel meclisinin denetiminde
çalışan üst düzey yönetici haline getirilmektedir.
35. madde: il özel idaresinin örgütsel yapısına ilişkin kuralları konu almakta;
valide bulunan il encümeni başkanlığı vali yardımcılarından genel sekretere
kaydırılarak böylece il özel idaresi valiliğin -mülki amirlik sisteminin- tümüyle
dışına kaydırılmıştır. Örgütsel kuruluş, vesayet sisteminin dışına çıkarılmıştır.
45 ve 47. maddeler: bütçe ve kesin hesapların kesinleşmesinde vesayet
kurumunu kaldırmakta; devletin hemen tüm görevleri kaydırılan özel idareler
bütçe ve kesin hesap bakımından bağımsız hale getirilmektedir.
51. madde: serbestçe borçlanma hükümlerini içermekte; borçlanmaya getirilen
sınırlamalar, borçların asıl kısmını oluşturan dış kredili büyük yatırım projeleri
hesap dışı bırakılarak denetlenemez kılınmaktadır.

98 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


52. madde: özel idareleri birer ticari kişiye dönüştürmenin başlıca aracı olan
şirketleşme yetkisini onay ve denetim dışı bağımsız yetkiye dönüştürmektedir.

Cumhurbaşkanlığı, yasanın 5197 sayılı metnini TBMM’ne yeniden görüşülmek


üzere gönderdiğinde, itiraz maddeleri arasında bunlara ek olarak 6. madde de
bulunuyordu. İl özel idarelerinin görevlerini düzenleyen bu maddeye bir genel
bir de doğrudan maddeye özel iki itirazda bulunulmuştu. Madde, il özel idaresine
verilen görevler arasında “eğitim” görevine de yer vermişti; bu sözcük 5302 sayılı
metinde maddeden çıkarılmıştır. Ancak, maddeye dönük genel itiraz dikkate
alınmamıştır. Buna göre Cumhurbaşkanlığı, mevcut anayasal sistemin yerel
yönetim görevlerinin sayılmasını gerekli görmüş; görevlerin “hizmet alanları”
biçiminde işaret edilmesini doğru bulmamıştır. Anayasa Mahkemesi’ne başvuruya
konu olan maddeler arasında bulunmuyorsa da, 5302 sayılı metnin 6. maddesi,
anayasaya aykırı konumunu sürdürmektedir.

STATÜ: Subsidiarite yerellik yada idari federalizm

İl özel idaresinin tanımlanışı, bu birimin ne tür bir bütünün hangi özelliklere


sahip parçası olduğunu ortaya koyar.

İdarenin bütünlüğü ilkesi, yerinden yönetimi kabul eder; gerekli sayar; kurar.
Ancak bu usulün idarede bütünlüğün sağlanması bakımından yarattığı sakıncaları
önemli görür; bu nedenle sistemi yerel özgürlüklerin sınırlarını belirleyen vesayet
kurumu yardımıyla kurar. İdarenin bütünlüğü ilkesi, bu birimlerin konumunu
merkezi yönetimle ilişkisine, bir başka deyişle ‘sınırları’na göre tanımlamayı
gerektirir; ilkeyi uygulamaya geçirme yöntemi görevleri sayma-sınırlandırmadır.
Bu görüşte belirleyici nokta, merkezi yönetimin durumu ve yetkileridir.
Kurulan sistem, yukarıdan aşağıya yetki salma yoluyla gerçekleşen “idari ademi
merkeziyet”, “idari yerinden yönetim”, “idari desantralizasyon”dur.

Yerellik (subsidiarite) ilkesi ise, konum belirleme işleminde tam tersine, yerel
birime tanınan özgürlük alanından hareket eder. Bu görüşte belirleyici nokta, yerel
özgürlük alanıdır. Sınırlar, bu özgürlük alanına göre çizilir. İlkenin uygulamaya
geçiriliş yöntemi, yerel alandaki görevlerin genelliğidir. Genel yetkili olan yerel
birimdir; görevi sayılıp sınırlandıran ise merkezi yönetimdir. Bu görüşte belirleyici
yada birincil olan yerel parçadır; bunun birincil olma özelliği kendisine “idari ve
mali özerklik” tanınarak gerçekleştirilir. Kurulan sistem, aşağıdan yukarıya yetki
paylaşma yoluyla gerçekleşen “idari federalizm”dir.

Türkiye’de 1913 doğumlu ve 3360 sayılı il özel idaresi yasasındaki tanım ile,
5197-5302 sayılı yeni yasaların tanımları arasındaki farklılık, bu iki sistemin hukuk

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 99


dilinde ifade edilişini açık biçimde göstermektedir.
3360’da: “Vilayet : Madde 75- Vilayet, emvali menkule ve gayrimenkuleye
mutasarrıf ve işbu kanun ile muayyen ve mahdut [bu yasa ile belirlenmiş
ve sınırlanmış] vezaifi hususiye [yerel görevler] ile mükellef bir şahsı
manevidir. Emvali hususiyei vilayet mahfuziyet ve masuniyet itibariyle
emvali umumiyei devletten maduttur. [sayılır]

5197’de: “Madde 3/a) İl özel idaresi, ilin ve il sınırları içindeki halkın


mahalli müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve karar
organı seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan, idari ve mali özerkliğe
sahip kamu tüzel kişisi”ni b) İl özel idaresinin organları: İl genel meclisini,
il encümenini ve valiyi ifade eder.”

5302’de: “Madde 3. “Bu Kanunun uygulanmasında; a) İl özel idaresi: İl


halkının mahallî müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan
ve karar organı seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan, idarî ve malî
özerkliğe sahip kamu tüzel kişisini, b) İl özel idaresinin organları: İl genel
meclisini, il encümenini ve valiyi ifade eder.”

5197’de yer alan, özel idareleri “hem il hem il halkı” için iş görmekle yetkili
kılma tercihi, il ve ilin halkının ayrı ayrı belirtilmesi, son derece önemli bir
ifadedir. Anayasa’nın 126. maddesinde, ilin ihtiyaçlarını karşılayacak yönetim
işlevleri, “illerin yönetimi yetki genişliğine dayanır” hükmüyle il genel yönetimine
verilmiştir. Buna göre il yönetimi merkezi yönetimin taşra örgütüne, somut olarak
valilik sistemine aittir. Bu açıdan yerel yönetimler, Anayasa’nın 127. maddesi
gereğince, “il... halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere...”
kurulacak birimlerdir. İl, merkezi yönetimin taşra kademesidir; dolayısıyla illerin
yönetimi işlevi ‘genel - yerel’ diye ayrıştırılamaz. Böyle bir ayrıştırma yapılıp
illerin yönetimi özel idare kapsamında sayılırsa, hüküm açıkça “illerin idaresi
özerklik yada idari vesayet esasına dayanır” denmiş olur. Tasarı bu ifade ile, il
genel yönetimi sistemini il yerel yönetimi sistemine kaydırmış ve Anayasa’ya
aykırı bir düzenleme yapmıştır.

Bu yazım biçimi, yürütülmeye çalışılan kamu reformlarının gerçek hedefini


açığa koyması bakımından önemlidir. Yürürlükteki politika, ülke yönetiminde taşra
genel yönetiminin kaldırılmasını amaçlamaktadır. Bilindiği gibi Kamu Yönetimi
Temel Kanunu ile taşra genel yönetimi, altı bakanlıklı dar bir alana sıkıştırılmıştır.
Gerçekte bu alan ikibuçuk bakanlıkla sınırlı bırakılacaktır: Altı bakanlıktan
ikisi, Adalet ve Milli Savunma Bakanlıkları “idare dışı”ndadır; Milli Eğitim
Bakanlığı taşra örgütünün özel idarelere devredilmek istendiği bilinmektedir;
2004 sonbaharında yasalaştırılması tasarlanan Gelirler İdaresi Başkanlığı ile,
bu altı bakanlıktan biri olan Maliye Balanlığı’nın defterdarlık sisteminin gelir

100 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


boyutu bölge düzeyine çekilecektir. İl genel yönetimi emrinde kalacak bakanlık
örgütleri Çalışma, İçişleri ve gelirlerden değil harcamalardan sorumlu bir alana
sıkışmış Maliye Bakanlığı’ndan ibarettir. Çalışma Bakanlığı’nın tüm illerde
örgütü yoktur; İçişleri Bakanlığı valilik bünyesinde erimiş yada valiliği oluşturan
ana çekirdektir; defterdarlıktan gelir boyutu çekilip alınmışsa bu bakanlığın da
il örgütü erimiş sayılır. 5197 sayılı yasa, ildeki yerel yönetim birimini, il genel
yönetiminin eritildiği bir zeminde, yalnızca “il halkının yerel ortak ihtiyaçları” için
değil aynı zamanda “ilin yönetimi” için yetkili kılarak reformların hedefini açığa
vurmuştur. Hedef, il düzeyinde yönetim yetkisinin merkezi yönetimden alınması
ve il meclislerine devredilmesidir. Bu, devlet örgütlenmesinde merkeziyetçilik
esasının ortadan kaldırılması ve devlet kuruluşunun yerellik idari federalizm
esasına göre gerçekleştirilmesidir.
Değişikliklerin hedefi idari federalizmdir; bu hedefi açığa vuran 5197, aldığı
tepkiler ve Cumhurbaşkanlığı itirazı karşısında geri çekilmiştir. TBMM’nce yapılan
ikinci görüşmede “ilin...” sözcüğü metinden çıkarılmıştır.
Son iki tanımın, öbür kısımları aynıdır. Bunların yürürlükteki tanımdan en
önemli farkı, “yasa ile belirlenmiş ve sınırlı özel görevler ile yükümlü” tüzelkişilik
özelliğinin “idari ve mali özerklik” niteliğiyle değiştirilmiş olmasıdır.
Böylece Türk yerel yönetim sisteminde ve Anayasa’da tanımlama, özerklik
değil vesayet kavramı üzerinden yapılmıştır. Yasa, yerel yönetim özerkliğini
merkezi yönetimle ilişkileri, bir başka deyişle sınırları bakımından değil; birimlerin
kendilerine ait özelliği ve bu özelliğin içeriği bakımından tanımlayarak yerel
yönetimleri “subsidiarite” olarak bilinen yerellik ilkesine göre kurmaktadır.
Böylece, sistemin kuruluşu merkeze ve merkezin yetkilerine göre değil, yerele ve
yerel olanın ayrıcalıklarına göre gerçekleştirilmektedir.
Özerklik vurgulu tanım sayesinde il özel idareleri, yasa-benzeri kurallar koyma
ve uygulama yetkilerini, merkezi yönetimin herhangi bir onay ya da denetimine
bağlanmadan kullanma gücü kazanmaktadır.
ÇALIŞMA USULÜ: Piyasacılık - Ticarilik
İdari ve mali özerkliğe sahip kılınan, varlıkları sınırları bakımından değil
ayrıcalıkları bakımından tanımlanan il özel idaresi, kamu idaresi olma niteliğini
piyasa aktörü olarak kullanacak biçimde yetkilendirilmiştir.
İl özel idareleri, merkezin izni ve onayı gerekmeksizin;
* Bütçe-kesin hesabını; personel alımı-istihdamını; örgütsel yapılanmasını
yapabilir. (md.45-47)

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 101


* Her türlü faaliyette bulunabilir; gerçek ve tüzelkişilere izin ruhsat verebilir, (m.7-a)
* Yönetmelik çıkarabilir, emir verebilir, yasaklar koyup bunları uygulatabilir, (m.7-b)
* Taşınır-taşınmaz mal alım-satımı, kiralaması, takası, üzerinde ayni hak tesis
edilmesi işlemlerini yapabilir, (m.7-c)
* İç ve dış borç alabilir, (m.7-d)
* Şirket kurabilir, (m.52)
* İmtiyaz verebilir, yap-işlet ve yap-işlet-devret kararları verebilir, (m.10-i)
* Özelleştirmeye karar verebilir, (m.10-i)
* Yurtdışı yerel yönetim ve birlikleriyle ilişki kurabilir (m.10-n)
* Yurtiçi ve yurt dışı kamu ve özel kesim ile sivil toplum örgütleriyle ortak hizmet
ve projeler yürütebilir (m.43-l)
İl özel idaresinin doğrudan kendi organlarınn kararlarıyla kullanabilecekleri
bu yetkiler, piyasa mantığını güvence altına alan iki önemli düzenlemeyle
güçlendirilmiştir:
Malların devlet malı sayılmaması. Özel idare mallarının devlet malı sayılması
hükmü tanım cümlesinden çıkarılmış ve başka bir yerde de düzenlenmemiştir.
Yasa, yalnızca suç işlenmesi durumunda özel idare mallarını devlet malı sayarak,
ceza kurallarını öngörmekle yetinmiştir. (m.7-sondan bir önceki prgf)
Haciz sisteminin tanınması. Özel idarelerin vergi, projeye bağlı borç, şartlı
bağış gelirleri dışında kalan her türlü geliri haczedilebilecektir. Buna göre işletme
gelirleri, tarifelendirmeyle elde edilen gelirler, ücret gelirleri, cezalar... hacze
açıktır. Benzer biçimde, “fiilen kamu hizmetlerinde kullanılmayan mallar” da
haciz işlemine açık tutulmaktadır. (m.7-son prgrf)
İl özel idaresi, piyasa sistemi kurallarına göre hareket etme ve şirket gibi
piyasa araçları kullanma bakımından özerktir; bu tür hareketinde merkez ile hiçbir
teması sözkonusu değildir. (m.52) Buna karşın, bir kamu mekanizması kurmak
anlamına gelen bütçe içi işletme kurmak sözkonusu olursa, bu durumda özerklik
sınırlanmaktadır. Kamu idaresini göreli olarak kamu mantığı ile çalışmaya yakın
tutan bu esneklikten yararlanma, İçişleri Bakanlığı iznine bağlı tutulmuştur. (m.53)
Yasa açısından özel idarenin özerkliği piyasaya açıklık koşuluna uygunluk sağlandığı
sürece değerlidir; idarenin kamusal genişlemesi söz konusu ise özerklik feda edilen
ilkelerdendir.7
7
Şirket ve bütçe içi işletme kurmada farklı tutum, Belediye Yasası’nda da vardır. TBMM Genel Kurul
görüşmelerinde Milletvekili Mustafa GAZALCI sorunu gündeme getirdiğinde, ilgili bakan “şirket
kurmanın ilgili mevzuat gereğince Bakanlar Kurulu kararına bağlı olduğu”nu dile getirmiştir. Bu
açıklamaya karşı anılan milletvekili ilgili mevzuatın Özelleştirme Kanunu olduğunu, bunun ne yerel
yönetimler ne de şirketler konusunda temel yasa olmadığını, konunun burada açıkça belirtilmesi
gerektiğini, bu yönde verdiği önergenin desteklenmesini istemiştir. Ne var ki önerge, iktidar
milletvekillerince reddedilmiştir. TBMM, Belediye Kanunu madde 70-71 görüşme tutanakları.

102 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Özel sektör unsuru gibi çalışma bakımından merkezin denetimi dışında ve her
türlü karar ve faaliyetinde ‘idari-mali özerklik’ sahibi bulunan özel idare, malları
devlet malı sayılmayan ve hem gelirleri hem malları üzerinde haciz işlemine açık
tutulan yapısıyla, bir piyasa unsuru olarak inşa edilmektedir. Bu unsurun tek eksiği,
iflas sistemi içine çekilmemiş olmasıdır; önümüzdeki yıllarda bu düzenlemenin
de gündeme geleceği beklenmelidir.
GÖREV SAYIMI YERİNE “HİZMET ALANLARI”
Yerellik idari federalizm ilkesinin gereği olarak, il özel idaresi, “yerel işlerden
sayılıp sınırlandırılmış olanları yapan” bir idare olmaktan çıkarılmıştır. Bunlar
“yerel işlerin genel yetkilisi” haline getirilmiştir.
İl çapındaki işlerin genel yetkilisi olan bu birim, 5302/m. 6’ya göre, “mahallî
müşterek nitelikte olmak şartıyla” iki tür görev alanına sahiptir.
İl geneli hizmet alanları: Belediye sınırları dışında hizmet
alanları
[Eğitim Cumh. İtirazıyla listeden çıktı]
Sağlık İmar
Tarım Yol
Sanayi ve ticaret Su, kanalizasyon
İl çevre düzeni plânı Katı atık (çöp)
Bayındırlık ve iskân Çevre
Toprağın korunması Acil yardım ve kurtarma
Erozyonun önlenmesi Kültür
Sosyal hizmet ve yardımlar Turizm
Yoksullara mikro kredi verilmesi Gençlik ve spor
Çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları Orman köylerinin desteklenmesi
İlk ve orta öğretim kurumlarının arsa temini Ağaçlandırma
binalarının yapım, bakım, onarımı ile Park ve bahçe tesisi
diğer ihtiyaçlarının karşılanması hizmetleri

Bakanlıkların yerelleştirilmesi. Sayılan hizmet alanları (1) Sağlık, (2)


Tarım, (3) Sanayi ve ticaret, (4) Bayındırlık ve İskan, (5) Çevre ve Orman,
(6) Kültür ve Turizm olmak üzere altı bakanlığın yerelleştirilmesi anlamına
gelmektedir. Bunlara ek olarak, (1) Karayolları, (2) DSİ, (3) İller Bankası, (4)
Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, (5) Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu, (6) Gençlik ve Spor, (7) Orman Genel müdürlüğü gibi büyük
yatırımcı kuruluşların da tümüyle yada kısmen yerelleştirme işlemine tabi
tutulmaktadırlar.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 103


OSB istisnası. Hizmet alanlarının genelliğine tek istisna vardır; il özel
idareleri organize sanayi bölgelerine ait konularda hiçbir görev ve yetkiye sahip
kılınmamıştır.

Hizmet öncelikleri kuralı. Görevlerin karara bağlanması ve yerine


getirilmesinde, uyulması istenen ilkelere gelince, yasa bu konuda da bir hayli
özgürlükçüdür. İl özel idarelerine örneğin hizmetlerin il çapında eşitsizlikleri
giderme amacına odaklanması, önceliklerin bu amaca göre örneğin alt gelir
gruplarının gereksinmelerine tanınması gibi bağlayıcı ilkeler getirmemektedir.

Yasa “hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, il özel idaresinin malî


durumu, hizmetin ivediliği ve verildiği yerin gelişmişlik düzeyi dikkate alınarak”
belirlenmesini istemektedir. Nüfusun dezavantajlı kesimleri hizmetlerde öncelik
unsuru değildir; bu kesime ilişkin hassasiyet “hizmet sunumunda özürlü, yaşlı,
düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun yöntemler” uygulanmasıyla sınırlıdır.

İki seçilmiş idare ilişkisi. İl özel idarelerinin “tüm il” ve “belediye hariç
il” alanında hizmet görmesi, yerel yönetim kademeleri arasında şimdiye dek
yaşanmamış yeni bir ilişki zemini açmaktadır. Yalnızca merkezi yönetimin
başkenti ve taşra müdürlükleriyle ilişki içinde olan belediyeler, bundan böyle
karşılarında, kendisi de seçilmiş olan bir hizmet dağıtım mercii bulacaklardır.
Belediyeler, her belediyenin kendi sınırları içinde hizmet-harcama dağılımı
bakımından il genel meclisi, il encümeni ve özel idare bürokrasisiyle şimdiye
kadar hiç tanımadıkları ve alışkın olmadıkları bir siyasal-yönetsel pazarlık
çatışma işbirliği sistemi içine gireceklerdir. İlçeleri temsil eden il genel meclisi
üyeleri, yeni sistemde, sayılan hizmet alanlarında hangi belediye ve köyün
ne miktar kaynak ve hizmet alacağına karar verme gücü kazanmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz bu güç, iller düzeyinde yerleşmeler arası dengeleri doğrudan
etkileyecek büyüklüktedir. Ağırlığı A partisinde olan bir il genel meclisinin, Z
partisinden belediye yönetimine sahip bir kente karşı kaynak tahsisinde hasis
davranması durumunda sorunun nasıl çözüleceği oldukça ilginç bir sorudur.

İl özel idaresi belediye ilişkisi sorunu, madde 6’da düzenlenen şu fıkrayla,


üzerinde pek durulmamış zorlu konulardan biri olacaktır:

“İl çevre düzeni planı; valinin koordinasyonunda, büyükşehirlerde büyükşehir


belediyeleri, diğer illerde il belediyesi ve il özel idaresiyle birlikte yapılır. İl
çevre düzeni planı belediye meclisi ile il genel meclisi tarafından onaylanır.”

İl çevre düzeni planı yapma görevi il özel idarelerine verilmiştir. Bu durumda


il özel idaresi, il içindeki tüm belediyeler ve köylerin konumlarına yön verme

104 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


gücü kazanmaktadır. Güç, il genel meclisiyle illerde oldukça küçük bir coğrafyayı
kaplayan il merkezi belediyelerine verilmiştir. Oysa bir ilin içinde il merkezi kentin
belediyesinden başka, ilçelerin merkezindeki kentlerin belediyeleri ve belde yada
kasaba belediyesi olarak bilinen belediyeler yer alır. Çevre düzeni planında, kendi
geleceklerine yön verecek olan köyler, belde ve ilçe merkezi belediyeler kendilerine
yer bulamayacaklardır. Bu düzenleme, önemli bir çatışma alanı yaratacaktır.

Öte yandan, taşra genel yöneticisi olarak örgüt, kaynak ve yetkilerini yitirmiş,
il genel meclisinin emrine verilmiş bir valilik kurumunun, il içindeki yerleşmeler
arası eşgüdüm işini ne denli etkili yapabileceği soru işareti yaratan bir durumdur.

Nihayet, il çevre düzeni planlarının komşu illerin planlarına uygunluğunu


sağlama sorunu da ortada kalmış görünmektedir. Gerçekte il çevre düzeni planı bu
maddede sıkışıp kalmıştır. Ayrı bir maddede tanımlanmamış, ayrıntılar için başka
bir yasaya gönderme yapılmamış, ilk planın yürürlüğe girmesi konusu için geçici
maddelerde yapılabilecek bir yön gösterme hükmü öngörülmemiştir.

İDARİ-MALİ ÖZERKLİK: YABANCI DÜNYA İLE İLİŞKİLERE


KOLAYLIK

İl özel idareleri, yurtdışında çeşitli taraflarla anlaşma ve ortak iş yapabilir hale


getirilmişlerdir. Bu geniş yetki, konuyla ilgili hükümler farklı maddelere dağınık
yerleştirilerek tanınmıştır. Gerçekte, doğrudan “yurtdışı ilişkiler”i içeren bir madde
vardır; ancak yetkinin gerçek kapsamı bu madde ile sınırlı değildir.

Yurtdışı ilişkiler, ayrı bir maddede (m.62) düzenlenmiştir. Burada, uluslararası


teşekkül ve organizasyonlara üyelik; bunlarla ortak iş yapma sözkonusudur. Belirtilen
örgütlere hem üyelik hem de bunlarla işbirliği, İçişleri Bakanlığı iznine bağlanmıştır.

“Yurt dışı ilişkileri

Madde 62.- İl özel idaresi, il genel meclisinin kararına bağlı olarak


görev alanıyla ilgili konularda faaliyet gösteren uluslararası teşekkül ve
organizasyonlara, kurucu üye veya üye olabilir. İl özel idaresi, bu teşekkül
ve organizasyonlarla ortak faaliyet ve hizmet projeleri gerçekleştirebilir.
Birinci ve ikinci fıkra gereğince yapılacak faaliyetlerin, dış politikaya ve
uluslararası anlaşmalara uygun olarak yürütülmesi ve önceden İçişleri
Bakanlığının izninin alınması zorunludur.”

Ne var ki, yurtdışı ilişkiler maddesinde belirtilmeyen ve iki farklı maddede yer
alan hükümlerle, il özel idarelerinin yurtdışı ilişki ve etkinlikleri genişletilmiş ve
her türlü izin-onaydan bağışık tutulmuştur.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 105


İl genel meclisinin görevleri ile ilgili madde 10’da (n) fıkrasına göre, il genel
meclisi “...yurt dışındaki mahalli idareler ve mahalli idare birlikleriyle karşılıklı
işbirliği yapılmasına karar vermek” yetkisine sahiptir. Bunlar m.62’de yer alan
‘uluslararası teşekkül ve organizasyonlar’ değildir. Örneğin Almanya, ABD
yada Ermenistan, Irak’ın illeri yada birlikleri ile işbirliği sözkonusudur. Böyle
işbirlikleri için il genel meclislerinin kararı yeterli olacaktır. Oysa Belediye Kanunu
Tasarısı’nda (m.18-p) belediye meclisinin görevleri başlığı altında yapılan aynı
düzenlemede, “İçişleri Bakanlığı’nın izniyle yurt dışındaki belediyeler ve mahalli
idare birlikleriyle karşılıklı işbirliği yapılmasına...” denerek merkezi yönetim izni
gerekli sayılmıştır. Eğer bu durum “kötü yasama örneği” olarak unutkanlık eseri
değilse, ulaşılması gereken sonuç, dış dünyayla “bütünleşme” bakımından il özel
idarelerinin belediyelere oranla daha özgür bırakıldıklarıdır.

İl özel idaresinin giderleri ile ilgili madde 43’ün (l) fıkrasına göre, özel idareler
“... yurtdışı kamu ve özel kesim ile sivil toplum örgütleriyle birlikte yapılan
hizmetler ve diğer proje giderleri” için ödenek ayırmaya yetkilidirler. Harcamaları
düzenleyen bu madde ile, doğrudan yurtdışı ilişkilere ayrılmış maddede adı
geçmeyen yeni yabancı aktörlerle ortak iş yapma mümkün hale getirilmiştir. Yine
merkezi yönetimden izin-onay yoktur; bu tür ortaklıklarda dış politikaya uygunluk
koşulu yoktur; kalkınma planlarına bağlılık benzeri başka bir ölçüt sözkonusu
değildir.

Yeni yasa, ilin yönetiminden genel sorumlu olacak kadar görev ve yetkiyle
donattığı il özel idarelerini, dış dünyanın özel sektör şirketleri ve para kurumlarıyla;
dış dünyanın dernek, vakıf, oda, merkez, ‘think-thank’, enstitü ... gibi her türlü sivil
toplum kurumuyla; başka bir devletin merkezi yada yerel her kademeden kamu
kurumuyla birlikte iş yapabilir hale getirmiştir. Bu tür bağlantılar ve ortaklıklar için
de izin-onay gerekmemekte, dış politika vb… ölçütler gerekli görülmemektedir.

Kullanılan “dağıtıcı” yasama tekniğiyle, özel idarenin yurtdışı ilişkiler


bakımından gerçek boyutlarını bir bütün olarak görmek oldukça güç bir hale
gelmiştir. Böyle bir güçlüğün yaratılması, eğer dağınıklık özensizlikten
kaynaklanmamışsa, yerel yönetimlerin ulusal sınırları aşan varlık ve rolüne ilişkin
politika değişikliğinin gizlenmesinden başka bir sonuç yaratmaz.
İdari Özerklik: VALİLİK MECLİS DENGESİ
Yürürlükte bulunan yasada önce vali, sonra meclis, sonra encümen
düzenlenirken, yeni yasa bu sıralamayı değiştirmiştir. Önce meclisi, sonra
encümeni, en son valiyi işlemiştir. Organların önem ve ağırlıkları, sıralamadaki
bu farklılaşmaya koşut olarak değişmiştir.

106 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Yürürlükteki 3360 sayılı yasaya göre; “Madde 77-Vilayete mevdu bilcümle
umur ve vezaifi hususiyede selahiyeti icraiye münhasıran valiye aittir”; ve yürütme
işlevi vali tarafından, özel idare müdürlüğü ile merkezi idarenin ildeki örgütleri
eliyle yürütülür.8
Yeni yasa ise, valinin yürütme organı olarak konumunu belirleyen bu güçlü
vurguyu ortadan kaldırmıştır. Getirilen tanım oldukça güçsüzdür:
Yeni yasa m.29: “Vali, il özel idaresinin başı ve tüzel kişiliğinin temsilcisidir.”
Ve elbette yeni sistemde vali, meclis ve encümen kararlarını özel idare örgütü
eliyle görecektir.

Bu tanıma ek olarak, valinin öbür organlar karşısındaki konumu aşağıdaki gibi


değiştirilmiştir:
* İl genel meclisi başkanlığı validen alınmıştır. (m.11)
* “Meclis başkanlığı” kurumu getirilmiştir. Meclis başkanı, il genel meclisi
tarafından ve kendi içinden seçilecektir. (madde 11,12)
* Meclis gündemini hazırlama yetkisi validen alınarak meclis başkanına
verilmiştir. (m.13)

* Her üye gündeme alınması için madde önerebilir; toplantıda hazır


bulunanların çoğunluğu (şimdiki durumda tam sayının çoğunluğudur) kabul ederse
önerilen konu gündeme alınabilir. (m.13)
* Günümüzde meclis yılda iki kez 40 gün süreyle toplanırken, yeni yasa il
genel meclisini her ay toplanan sürekli organa dönüştürmektedir. (m.12)
Meclis kararları, şimdi olduğu gibi, valinin [özel idarenin başı sıfatıyla değil,
mülki amir sıfatıyla] kabulü ile kesinleşecektir. Ancak süreç ve denge meclisten
yana değişmiştir. Günümüzde vali meclisin bir kararını uygun görmüyorsa
Danıştay’a başvurarak iptalini ister; Danıştay kararı kesindir. Yeni düzenlemeye
göre ise, vali hukuka aykırı bulduğu kararı yeniden görüşmek üzere meclise
gönderir; meclis kendi kararında tamsayının salt çoğunluğuyla ısrar ederse vali
kararı “idari yargı”ya gönderir. Yargı yeri Danıştay değil “idari yargı” olarak
belirlenmiş, uyuşmazlık çözümü de yerelleştirilmiştir. (m.15)

8
1987 yılında Madde 87 - (Değişik: 16/5/1987 - 3360/7 md.) bu hükme bir de, “yıllık program dışında
yapılacak işler valinin teklifi ve ilgili bakanın onayı ile yürürlüğe girer” hükmü eklenmişti. Anayasa
Mahkemesi bu eklemeyi yerinden yönetim ilkesine aykırı bulmuş, program dışı işlerin genişletilmesiyle
genel yönetimin il özel idaresinin yerine geçme anlamına gelebileceği görüşüyle hükmü iptal etmiştir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 107


Şimdiki durumda vali (özel idarenin başı sıfatıyla), meclis tarafından, meclise
sunduğu ‘yıllık faaliyet raporu’nun görüşülmesi yoluyla denetlenmekte, meclis
bunu kabul etmiyorsa durum İçişleri Bakanlığı’na bildirilmektedir. Geçerli hükme
göre ‘İçişleri gereğini yapar’. Yeni yasa bu işleyişi korumakta, üye tamsayısının
¾’ü yetersizlik verirse kararın İçişleri Bakanlığı’na ‘gereği yapılmak üzere’
gönderilmesini öngörmektedir. (Önceki taslaklarda bu süreç, “vali düşer/istifa
etmiş sayılır” diye düzenlenmiştir) (m.18)
Günümüzde il encümeni tümüyle seçilmişlerden, meclis üyelerinin içinde
bir yıllığına görevlendirilenlerden oluştur. Kasım taslağı9 encümeni tümüyle
atanmışlardan kurarken, yeni yasada encümen beş seçilmiş beş atanmıştan
oluşturulmaktadır. Atanmışlar arasında mali işler birimi amiri sayılmış, diğerlerinin
hangi birim yöneticileri olacağı özel idarenin kendisine bırakılmıştır. (m.25)

Encümenin başkanı validir; valinin bulunmadığı zamanlarda bu konum, yeni


yasa ile yaratılan özel idare genel sekreterince yürütülecektir. (m.25/2) Bugünkü
düzenlemeye göre valinin yokluğunda bu görev, vali tarafından görevlendirilen
bir vali yardımcısı tarafından üstlenilmektedir.10 Tasarı, özel idarelerde vali
yardımcılığı kurumuna hiç yer vermemiştir. Yürütme gücünün temsili niteliği,
profesyonel yöneticilik sistemi lehine güçten düşürülmüştür.

Organlar arasındaki ilişkiler, meclis lehine ve vali aleyhine bir dengeye


yerleştirilmiştir. Vali, genel sekreterlik örgütlenmesiyle birlikte, büyükşehir belediye
başkanı statüsüne benzer bir konuma çekilmiştir. Buna karşın, belediyelerde
başkanlar meclise de başkanlık ederken, valiye il genel meclisine başkanlık
yapma yetkisi verilmemiştir. Bu özelliği ile vali, belediye başkanlarına göre
meclis karşısında daha geri bir konuma çekilmiştir. Önceki tarihlerde hazırlanan
taslaklar göz önünde bulundurulursa, yeni yasanın valiyi il özel idaresinin başı
olarak görmeme tercihini şimdilik ertelemiş bir metin olarak değerlendirmek
gerçekçi bir bakış olur.

Valinin il özel idaresinin başı olarak etkisiz bir konuma sahip olacağı,
valilik kurumunun gerçek gücünü kazandığı taşra genel yönetiminin başı olma
niteliğindeki zayıflama nedeniyle açıktır. Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı, il
genel yönetiminin üzerinde yükseldiği bakanlık il müdürlüklerinin çoğunu ortadan
9
Kasım 2003 Taslağı’nda encümenin yapısı şöyle tanımlanmıştı: “Vali yada görevlendirirse genel
sekreter başkanlığında, eğitim, sağlık, tarım, bayındırlık ve iskan, hesap işleri, insan kaynakları birim
başkanından oluşur. Kadro karşılığı sözleşmeli üyeler ödenek almaz; diğer üyelere aylık ödeme yapılır.“
10
“Madde 141- (Değişik: 16/5/1987-3360/16 md.) İl daimi encümenine vali veya yerine görevlendireceği
vali yardımcısı başkanlık eder. Olağan toplantılar dışında encümen, gerek görüldükçe vali tarafından
toplantıya çağırılabilir. İl daimi encümeni başkan tarafından havale edilmeyen konuları görüşemez.”

108 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


kaldırmış ve özel idarelere devretmiştir. Öte yandan Haziran 2004’te ortaya çıkan
“Gelir İdaresi Başkanlığı Kanun Taslağı” da defterdarlık sistemini değiştirmekte, bu
kurumun gelir tahakkuk ve tahsilat işlemlerini ilden bölge kademesine çekmektedir.
İlde, il genel yönetiminde kalan defterdarlık işlevleri harcamalara dönüktür; bu
kurumun asıl anlamını veren gelir yönetimini içermemektedir. Dolayısıyla, devletin
ve hükümetin temsilcisi olarak valilik, gerçekte il genel yönetiminin sorumlusu
olma konumunu fiilen yitirmektedir. Taşra genel yöneticisi yetkilerinde doğan
erozyon valinin özel idare içinde zayıflayan konumuyla birleşince, ortaya çıkan
sonuç “illerin yönetimi yetki genişliğine dayanır” biçimindeki anayasal ilkenin
yerini, “illerin yönetimi yerel özerklik ilkesine dayanır” ilkesine bırakmasından
ibarettir.

İdari Özerklik: BÜROKRASİ ve PERSONEL

İl özel idaresinin örgütlenmesi madde 35, personel sistemi ise madde 36’da
düzenlenmiştir. Örgütlenme, il genel meclisi kararına bırakılmış konulardandır.
Yasal kurallar çok sınırlı bırakılmış, örgütlenme yapısına ilişkin kararlarda merkezin
onayı öngörülmemiştir. Tasarı’da belirtilen kurallara göre;

(1) Örgütün en üst yöneticisi, vali adına çalışan genel sekreter olacaktır. Genel
sekreterler bir - dört arasında yardımcı ile güçlendirilebileceklerdir.
(2) Genel sekreterlik, mali işler, sağlık, tarım, imar, insan kaynakları, hukuk
işleri kurulması zorunlu birimlerdir; diğer birimlerin kurulması kaldırılması il
genel meclisi kararıyla yapılacaktır.
(3) Birimler, büyükşehir olan illerde “daire başkanlığı-müdürlük”, öbür illerde
“müdürlük” kademeleri biçiminde kurulacaktır.
Personel sistemi bakımından her özel idare kendi norm kadro çalışmasını
kendisi yapacaktır. Merkezi yönetimin rolü yalnızca, İçişleri Bakanlığı ve Devlet
Personel Başkanlığı’nca hazırlanacak “norm kadro ilke ve standartları”nı
belirlemekten ibaret olacaktır. Bu durumda, istihdam planlaması yerel birime
bırakılmış yetkilerden biridir. Karar gücünün özünü oluşturan kadro ihdas, iptal
ve değişikliği yetkisi il genel meclisine, bu kararın yürütülmesi anlamına gelen
atama işlemi yetkisi valiye verilmiştir.11
11
Personel atamasının vali tarafından yapılması, Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi Emin Bilgiç
(Isparta) tarafından itiraz edilen bir düzenlemedir. Bu ayrışık oya göre, özellikle anahizmet birim
yöneticilerini atama yetkisinin “kendisi de atanmış ve siyaseten sorumsuz valiye bırakılması çok
yerinde bir uygulama olmayacaktır... Özellikle yönetici daire müdürlerinin atanmasının tümüyle valiye
bırakılması, amaçladığımız yerelleşme ilkesinden uzaklaşarak belki de daha fazla merkezileşme sonucu
doğurabilecektir.”

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 109


Yeni yasaya göre özel idareler uzman ve teknik personeli sözleşmeli
çalıştırabilecektir. Hükümet tasarısı sözleşmeyi “yıllık idari hizmet sözleşmesi”
olarak tanımlamışken, hüküm Plan-Bütçe komisyonunca süreden kurtarılmış
ve bu sözleşmelerin 657 4-B sözleşme statüsü olacağı hükme bağlanmıştır.
Sözleşmeli istihdamı yapılmışsa, bu işlere ilişkin memur kadrolarına atama
yapılamayacaktır. Sözleşmeli ücretlerinin tavanı her yıl bütçe yasalarında
belirlenecek, sınırlar Bakanlar Kurulu’nca tayin edilecek, tam tutar il genel
meclislerince kararlaştırılacaktır. Bunlara, ücretleri dışında ayni-nakdi hiçbir ek
ödeme yapılamayacaktır. Tasarı, kamu hizmeti üretmeye olanak tanıyan bütçe içi
işletmelerde olduğu gibi, personele yapılacak ödemelerde de tabana değil tavana
duyarlık göstererek personel giderlerinin düşük tutulması için önlem almakta, bir
başka deyişle kamu hizmeti ve çalışan yararına olabilecek konularda “özerklik”
savunusundan hemen vazgeçmektedir.
Türkiye’de memur ve işçi istihdamı, merkezi sınav sistemiyle
gerçekleştirilmektedir. Yeni yasada bu konuda herhangi bir hüküm yoktur. Açık
olan, istihdam türü ne olursa olsun, tüm çalışanlar için atama yetkisinin il özel
idaresine valiye- bırakılmış olmasıdır.
Hükümet tasarısında, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurların il
özel idaresinde görevlendirilmesi yolu açılmışken, Plan-Bütçe komisyonunda
bu düzenleme “il özel idarelerinin birim müdürü ve üst yönetici kadroları”nda
görevlendirme ile sınırlanmıştır. Böylece, görevlendirme gerekçesiyle
uygulanabilecek ‘sürgün etme’ uygulamaları olasılığı görece azaltılmıştır.
Önceki taslaklarda yer bulan “performans değerlendirme”, “kadro karşılığı
sözleşmeliler” ve “diğer sözleşmeliler” gibi ayrıntı hükümler temizlenmiştir.
Pekçok tartışma yaratan bu tür hükümler, ayrıca hazırlanmakta olan personel rejimi
taslağına havale edilmiş görünmektedir
Mali Özerklik: BÜTÇE ve KESİN HESAP
Madde 45, açık bir hüküm olarak belirtilmemişse de, “bütçe denkliği” ilkesinin
geçerli sayıldığına ilişkin bir hüküm içermektedir. Bu hüküm, yerel yönetimlerin
bütçe sistemlerine özgü geleneksel bir ilkedir. Anlamı, bütçe hazırlanırken önce
giderlerin [ihtiyaçların] değil, gelirlerin [olanakların] belirlenmesidir. Oysa devlet
bütçesi yada merkezi yönetimin odakta olduğu ulusal bütçenin ilkesi tam tersine
işler. Önce giderler [ihtiyaçlar] belirlenir, sonra gelirler [olanaklar]. Bu, devlet
olmanın gereğidir; devlet hizmetleri olanaklara göre değil toplumun ve ülkenin
ihtiyaçları neyse ona göre verilmek zorundadır. “Yorgan”, vergilendirmeyle yada
devlet zoru uygulanarak uygun görülen herhangi bir meşru yolla “ayaklara göre
uzatılacaktır”.

110 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Başlıca kamu hizmetlerinin yerel yönetimlere devredilmesinde belki de en can
alıcı sorun burada kendini ele vermektedir. Yerel yönetim olarak il özel idaresi,
eğitim ve sağlık gibi başlıca ‘devlet hizmetleri’ni, bütçe gelirlerinin hacmine göre
tanımlamak zorundadır. Böylece yerel bütçe sistemi, mali disiplin peşinde koşan
istikrar programlarına uygun olarak, sosyal devlet hizmetlerini kısıtlamak için
elverişli bir araç oluşturmaktadır.
Üç yıllık bir dilim için hazırlanacak bütçenin ita amiri validir. Bütçe de kesin
hesap da il genel meclisi kararıyla kesinleşecektir. Yani bütçe ilde kesinleşir; ne
İçişleri Bakanlığı’na ne de başka bir makama gönderilecektir. Oysa günümüzde
bütçe, yasada tek tek sayılmış olan altı konuda düzeltme yapma yetkisiyle sınırlı
olarak, İçişleri Bakanlığı onayıyla kesinleşmektedir.12 Daha geriye gidersek,
bütçe onaylama yetkisinin sürekli bir rütbe aşımı yaşadığını görürüz. Sistem 1913
yılında kurulduğunda özel idare bütçelerinin onayı Padişah iradesine bağlanmış,
Cumhuriyet’in ilanıyla yetki Cumhurbaşkanı’na verilmiş, daha sonra Bakanlar
Kurulu’na, nihayet İçişleri Bakanlığı’na bırakılmıştı. Yeni yasa bu süreci ilerleterek,
merkezi yönetimi tümüyle devreden çıkarmıştır.

İl özel idaresi bütçeleri İçişleri Bakanlığı’nın onayı ile kesinlik kazanmakla


birlikte, uygulamada bakanlığın onama yetkisini kullandığını ileri sürmek güçtür.
Merkezde bu iş için düzenli ve sürekli bir uzman işleyiş kurulabilmiş değildir. Bu
esnek yaklaşımın nedeni, il genel meclislerinin valilik kurumunun çalışmaları için
adeta bir danışma meclisi, özel idare bütçesinin ise yine valilik harcamaları için
serbest kumbara işlevi görmesi olmuştur. Uygulamaya bakılarak “zaten İçişleri
Bakanlığı bütçeler üzerinde inceleme dahi yapmıyordu, onay yetkisinin kaldırılması
birşey değiştirmez” türü bir yargıya varılabilir. Ancak, yeni yasa, il özel idarelerinin
yapısını ve yönetim sistemindeki ağırlığını tümüyle değiştirmiştir.

12
Yürürlükteki durum şöyledir: “Madde 86-(Değişik: 16/5/1987-3360/6 md.): İl genel meclisince
görüşülüp kabul edilen bütçe o yıla ait program da eklenerek, vali tarafından toplantının sona ermesinden
itibaren en geç 15 gün içinde İçişleri Bakanlığına gönderilir. Bütçe İçişleri Bakanlığınca 30 gün içinde
onaylanır. Bu süre içerisinde onaylanmayan bütçe kendiliğinden onaylanmış sayılır. İçişleri Bakanlığı;
1.Bütçedeki mevzuata aykırı madde ve deyimleri düzeltmeye, 2.İl özel idaresinin tahsile yetkili olduğu
halde bütçeye konmamış gelirlerini koymaya ve noksan konulanları kanuni hadde çıkarmaya, 3. İl
özel idaresinin tahsile yetkili olmadığı gelirleri tahakkuk etmemiş taşınır ve taşınmaz malların satış
gelirleriyle gerçekleşmemiş borçlanma gelirlerini çıkarmaya, kanuni yetki ve tarife üstündeki gelir
tahminlerini kanuni hadde indirmeye, 4.Yapılması il özel idaresi görevlerinden olmayan hizmetler için
konulmuş ödenekleri çıkarmaya, 5.Bütçeye konulması kanunen zorunlu iken konulmamış ödenekleri
koymaya veya kanuni hadde indirmeye, 6.Kesinleşmiş ilam, istikraz, tahvil kredi, anlaşma ve sözleşme
hükümlerine göre anapara ve faiz ödemelerini karşılamaya yetecek kadar ödenek koymaya, mevcutları
bu amaçla yeteri kadar artırmaya yetkilidir. Bu sebepler dışında İçişleri Bakanlığınca bütçede değişiklik
yapılamaz.”

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 111


Bu yasaya göre il genel meclisi sürekli bir karar organına dönüştürülmüş,
valiliğin özel idare işlerini doğrudan idare personeli eliyle yürütmesi öngörülmüş,
il genelinde harcama gücü valilikten özel idareye kaydırılmıştır. Ek olarak,
Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile devlet cari ve yatırım harcamalarının
büyük bölümü il özel idarelerine kaydırılmakta, özel idareler iç-dış borçlanma
bakımından serbestleştirildiği için borç ödemelerini içeren transfer harcamalarının
da alışılagelmiş yapıdan çok farklı büyüklüklere erişmesi gündeme gelmiş
bulunmaktadır. Böyle bir sistemde bütçe ve kesin hesabın kesinleşme sürecini
tümüyle ve yalnızca yerel meclise bırakmak, yerel(ci)lik ilkesinin somut
göstergelerinden biridir.
Bütçe ve muhasebe işlemleriyle ilgili konularda, yeni yasa, Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrolü Kanunu’na gönderme yapmamıştır. Ancak, bütçenin üç
yıllık yapısı, “mali kontrol yetkilisi” unvanının anılması ve anılan yasanın kapsam
maddesinde il özel idarelerinin de sayılmış olması, özel idarelerde mali yönetimin
nasıl düzenleneceğini anlamak için özel idare yasası ile yetinmemk gerektiğini
göstermektedir. Kamu Mali Yönetimi ve Kontrolü Kanunu, diğer kamu kurumları
gibi il özel idareleri için de, “mali yönetimi bakımından kurucu yasa” olma özelliği
taşımaktadır. Bu yasadaki hükümlerin il özel idarelerinde nasıl uygulanacağı ise
yönetmelik konusu sayılmış durumdadır. Kısacası, özel idareleri mali yönetimi
bakımından değerlendirebilmek, sözü edilen yönetmelik çıkarılmadıkça olanak
dışıdır. Öbür yerel yönetim yasaları gibi, özel idare yasasının da en karanlık yönü
gelir yapısı ve mali yönetim sistemi olmaya devam etmektedir.
Mali Özerklik: BORÇLANMA

Borçlanma, il özel idareleri için önemli bir sorun alanı değildir. Ancak yeni yasa,
il özel idarelerini bu sorunla yüzyüze getirmeye hazırlık niteliği taşımaktadır. Yeni
yasanın 51. maddesine göre, il özel idareleri iç ve dış borçlanmaya gidebilirler;
tahvil ihraç ederek borçlanabilirler; İller Bankası’ndan yatırım kredisi ile nakit
kredi kullanabilirler. Borçlanmayı il özel idaresi yapabileceği gibi, bunun bağlı
kuruluşları ve şirketleri de gerçekleştirebilir.
Dış borçlanmada uyulacak ilkeler farklı bir yasaya bağlılıkla olacaktır: Bu, 4749
sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetimi Kanunu’dur. Dış borçlanma, yalnızca
Yıllık Yatırım Programı’nda yer alan projeler için yapılabilecektir. Dış kaynak
gerektiren projeler için Hazine görüşü alınması gerekli sayılmıştır.
Tahvil ihracı da, yalnızca Yıllık Yatırım Programı’nda yer alan projeler için
yapılabilecektir.
Özel idarelerin kamu kredisi kullanabileceği tek kaynak İller Bankası’dır; yeni
yasa İller Bankası’nı “her isteyen özel idareye kredi vermeme” ilkesiyle donatmış,

112 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Banka ödeme planını doyurucu bulmazsa kredi isteğini reddetme yetkisine
sahip kılınmıştır. İller Bankası’nın piyasa faiz oranlarıyla çalıştığı son on yıllık
uygulamaları göz önünde bulundurulunca, il özel idarelerinin gerçek anlamda bir
kamu kredi kaynağına sahip olmadıklarını söylemek daha doğru olur.

İç borçlanma kararı, %10’luk bir baraja göre, tutar bundan azsa il genel
meclisinin kararıyla, çoksa meclis üye tamsayısının saltçoğunluklu kararı ve İçişleri
Baknalığı onayı ile alınabilecektir. Yüzde 10, borçlanacak birimin en son kesinleşen
bütçe gelirinin yeniden değerlemesiyle belirlenen tutarının yüzde 10’udur.

Özel idarenin iç ve dış borç toplamı, ençok, son kesinleşen bütçe gelirinin
yeniden değerlemeye tabi tutulmuş tutarı büyüklüğünde olacaktır. Ancak, bu sınıra
iki önemli istisna getirilmiştir: Birincisi, ilde büyükşehir belediyesi varsa sınır 1,5
kat olabilecektir. İkincisi, proje DPT önerisiyle Bakanlar Kurulunca kabul edilmiş,
ileri teknolojiye dayalı ve çok kaynak gerektiren bir işse, bu borçlanma üst sınır
hesabına alınmayacaktır.

Bu hükümler, görev ve özerklik yetkisiyle güçlendirilen özel idareler için,


borçlanmanın temel finansman biçimi olarak geliştirildiğini yeterince açık biçimde
göstermektedir. Borçlanmada ağırlık, dış kaynaklı olanlara verilmiştir.

Önümüzdeki günlerde, il genelinde özellikle çöp yatırımlarıyla ortaya çıkacak


yabancı para hareketine, çöp su kanalizasyon yatırımlarında belirecek il ölçekli
yap-işlet imtiyazlarına tanık olacağımız şimdiden belirtilmelidir. Kırsal ve kentsel
alanlarda su kanal çöp çevre şirketleri üzerinden yaşanacak toprak, su kaynağı,
tehlikeli atık ticareti ve eski teknolojili işletimi güç işletme sorunları, yakın
geleceğin başlıca sorunları olacaktır. İl özel idarelerinde görev yapacak olanların
Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin su imtiyazı skandalı, Çeşme - Alaçatı su ve
kanal imtiyazı sorununu, İzmit baraj imtiyazıyla doğan zararı, Trabzon - Rize Katı
Atık Birliği öyküsünü, Bandırma katı atık imtiyazı sürecini şimdiden incelemeye
başlamalarında ve bu deneyimden yararlanarak hem il halkını hem ülkeyi kapıdaki
büyük tehlikeden koruma basireti göstermeye hazırlanmalarında büyük yarar vardır.

DENETİM YAPISI: Vesayet Denetiminin Kaldırılması

Vesayet denetimi kalkmıştır

5197 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu, merkezi yönetimin idari vesayet denetimi
yetkisini kaldırmıştır. Vesayet denetimine hiçbir maddede yer verilmemiş, farklı
maddelerde yer alan düzenlemelerle bu denetim türü geçersiz hale getirilmiştir:

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 113


(1) Tanım (m.3-a) maddesinde il özel idareleri özerkliği bakımından
tanımlanmış, özerkliğin sınırlarını belirleyen vesayet yetkisine ise yer verilmemiştir.

(2) Bütçe ve kesin hesap üzerinde (m.44-49) merkezin onay yetkisine son
verilerek, bütçe üzerinden vesayet denetimi ortadan kaldırılmıştır.

(3) Personel alımı ve istihdamında (m.36) merkezi yönetimin izin-onay


yetkisine son verilerek personel üzerinden vesayet denetimi ortadan kaldırılmıştır.

(4) Özel idarenin iş ve işlemleri üzerinde gerçekleştirilen merkezi izin-onay


yetkileri [bütçe içi işletme kurmak ve uluslararası örgütlere üye olmak için İçişleri
izni gibi] çok az sayıda, istisna olarak kalmıştır.

(5) İl özel idaresinin meclis kararlarının vali onayı ile yürürlüğe girmesiyle
(m.15) gerçekleşen kararlar üzerinden vesayet denetimi, veto sistemi ve valinin
yerel yargıya başvurusu ile zayıflatılmıştır.

(6) Merkezi yönetimin denetiminde en uç nokta olan müdahale yetkisi,


yalnızca “hizmetlerde aksama durumu” (m. 40) ile ilgili olarak geçerli sayılmıştır.
Ancak bu müdahale de, yetkili yerel mahkeme “hizmetler aksamaktadır” kararı
verirse mümkün olabilecektir. Böylece yeni yasa, merkezi yönetimin idari denetim
yetkisini, yargı denetimi koşuluna bağlayarak kısıtlamıştır. İdari ve mali özerklik
odaklı yeni tanım, vesayet denetimini özerkliğin sınırları olarak kabul etmekten
tümüyle uzaklaşma anlamına gelmektedir.

Meclis komisyonuyla mali denetim

İç denetim, meclisin bürokratik mali hesapları denetlemesi olarak, madde 17’de


konu edilmiştir. Buna göre il genel meclisi her yıl kendi içinden enaz üç ençok beş
üyeli bir “denetim komisyonu” kuracaktır. Komisyon, bir önceki yılın gelir gider
hesaplarını incelemek, raporunu Mart ayının onbeşine kadar meclis başkanlığına
sunmak ile yükümlüdür. Raporda suç unsuru saptanmışsa, yetkili makamlara suç
duyurusu yaparak harekete geçme yetkisi meclis başkanlığına tanınmıştır. Ancak
bu, meclisin idareyi denetlemesidir; iç idari denetim niteliği taşımamaktadır.

İç ve dış denetim için ayrı yasa


İl özel idareleri açısından denetim rehberlik etmek; ölçmek; değerlendirmek;
raporlamak işlerinden ibaret bir süreç olarak (m.37) tanımlanmıştır. Sayılan
etkinlikler arasında inceleme ve soruşturma fiilleri yer almamakta; kısacası
öngörülen işlev teftiş olarak tanımlanmamaktadır. Rehberlik amaçlı raporlama

114 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


olarak denetim iç ve dış olarak ikiye ayrılmıştır. İç denetimin nasıl bir örgütlenmeyle
yapılacağı, yeni yasada düzenlenmemiştir. Örneğin, özel idare bürokrasisini konu
edinen m. 35’te, denetim işlevine ilişkin herhangi bir birimden söz edilmemektedir.
Hukuka uygunluk denetimi, mali denetim, performans denetimi olarak yürütüleceği
belirtilen iç ve dış denetim işlevi, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol
Kanunu13 hükümlerine gönderme yapılarak düzenlenmiştir.

İç denetim

5018’e göre (m.63) “iç denetim iç denetçiler tarafından yapılır.” Bu, performans
denetimi ile mali denetim içerikli bir danışmanlık faaliyetidir. İç denetçiler
görevlerini (m.64) “İç Denetim Koordinasyon Kurulu14 tarafından belirlenen ve
uluslararası kabul görmüş kontrol ve denetim standartlarına uygun şekilde yerine
getirir.” İç denetçiler raporlarını üst yöneticiye (valiye?) sunacaklar, bu raporlar
ile rapor üzerine yapılan işlemleri içeren bilgi üst yönetici tarafından anılan İç
Denetim Koordinasyon Kurulu’na gönderilecektir. İç denetçiler, Kurul tarafından
eğitime alınmış, eğitimi başarıyla tamamlamış sertifika sahipleri arasından
üst yönetici (vali?) tarafından atanacaktır. Eğitimin nasıl yapılacağı Kurul’ca
hazırlanıp Maliye Bakanlığı’nca çıkarılacak; iç denetçi sayılarıyla çalışma usul
ve esaslarına ilişkin konular ise Kurul’un hazırlayacağı, Maliye Bakanlığı’nın
önereceği ve Bakanlar Kurulu’nun çıkaracağı yönetmelikle belirlenecektir. Bu
yönetmeliklerde il özel idareleri ile ilgili ayrı düzenlemeler olup olmayacağı
belirsizdir. İç denetçi olarak çalışan personelin görev ve etik kurallarını belirlemek
ve üst yönetici ile düşülebilecek uzlaşmazlıkları çözüme bağlamak, Koordinasyon
Kurulu’na verilmiş görevlerdir. Tüm devlet yönetimi için getirilmiş olan bu sistemin,
il özel idareleri için nasıl kurulacağı da henüz karanlıktadır.

Dış denetim

5018’e göre dış denetim harcama sonrası Sayıştay tarafından yapılan mali
denetimdir; (m.68) başka bir mekanizma öngörülmemiştir. Bu denetimde de
genel kabul görmüş uluslararası standartlara dayalılık temel sayılacaktır. Gelir,
gider ve mallara ilişkin mali denetim, hukuka uygunluk ve performans ölçümü
temelinde yapılacaktır. Sayıştay raporunu TBMM’ne sunacaktır. Bu raporda il özel
idarelerinin yer alıp almayacağı, bunun hangi ayrıntı düzeyinde olacağı belirsizdir.
İşleyiş, Sayıştay Kanunu ile bu kurumun mevzuatında düzenlenecektir. Yasanın

13
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, RG. 24 Aralık 2003, 25326.
14
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, Resmi Gazete’de 24 Aralık 2003’te yayımlanmıştır.
Bu yasanın Geçici Madde 8 düzenlemesi, İç Denetim Koordinasyon Kurulu başkan ve üyelerinin iki
ay içinde atanmasını öngörmüştür. Günümüzde Kurul’un çalışmalara başlamış olması gerekir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 115


bu hükmü, (geçici m.10) yerel yönetimlerde ve bu arada il özel idarelerinde Ocak
2006 yılından başlayarak yürürlüğe girecektir.

Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile taşra örgütleri kaldırılarak il özel idaresi yada
belediyelere devredilmiş olan bakanlıklar, kendi görev alanları ile ilgili konularda, il
özel idareleri üzerinde herhangi bir yönlendirme gücüne sahip görünmemektedirler.
Örneğin tarım, bayındırlık, sağlık gibi bakanlıkların, hizmet alanlarıyla ilgili ulusal
politika ve ilkeleri il özel idaresi ve belediyelere nasıl, hangi mekanizmalarla
taşıyacakları konusu boşlukta kalmıştır. Hizmetler bakımından ulusal ve yerel
düzeyler birbirinden kopmuş durumdadır.

Ölçek Zorlamaları Üzerine Bir Not: Birlikleşme

Son yılların yerel yönetim yasa değişikliği girişimlerinde göze çarpan ortak
özelliklerden biri de, yönetim - hizmet ölçeğinde büyüme sağlayacak formül
arayışlarıdır. Bu arayışın bir ucu bölge yönetimi kademesi yaratma niyetine
uzanırken, bir ucu da yerel yönetimlerce yürütülen hizmetlerin “birlikler” yoluyla
daha büyük ölçeğe taşınmasına yönelik gayretlere açılmıştır. Bölge yönetimi
formülü, günümüzde “Bölge Kalkınma Ajansları” kurmayı amaçlayan yasa
tasarısının TBMM gündemine girmesiyle epeyce yol almıştır. “Birlikler” formülü
ise, oldukça gel-gitli bir süreç içinde ilerlemiş, büyük ölçüde de gözlerden uzak
kalmıştır.15 Oysa “birlik” kurumu, yerel yönetim sisteminin yapılanmasında bir
yandan özelleştirmeye, bir yandan da ölçek büyüterek bölgeselleşmeye hizmet
edecek araçlardan biri olarak görülmüştür.16

Örneğin, Kamu Yönetimi Temel Kanunu metninde, kamu hizmetlerini


topluca özelleştirmeyi sağlayan ünlü 11. madde, birlikleri, kamu hizmetlerinin
ticarileştirilmesi için etkili araçlardan biri olarak değerlendirmiştir:

KYTK m.11: “Kamu hizmetlerinin daha etkili ve verimli olarak yerine


getirilebilmesi amacıyla, merkezi idare ile mahalli idareler, kendilerine
ait hizmetlerden yetkili organlarının kararı ile uygun görülenleri, ilgileri
itibariyle üniversitelere, noterlere, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarına, hizmet birliklerine, özel sektöre ve alanında uzmanlaşmış
sivil toplum örgütlerine gördürebilir. Bu durumda idarenin sorumluluğuna
ilişkin hükümler saklıdır.”

‘Ürün Taslakları’ arasında yer alan Belediyeler Kanun Tasarısı Taslağı’nın ise
sekizinci bölümü “Yerel Yönetim Birlikleri”ne ayrılmış ve bu maddede birlikler
bölgeselleşme aracı haline getirilmiştir:

116 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Ürün/Belediyeler Kanun TT- Madde 95: -“Belediyeler ve diğer yerel
yönetimler ülke, bölge ve yerel düzeyde üzerlerine düşen bir veya birden
çok hizmeti ortaklaşa yerine getirmek, ortak sorunlarına çözüm bulmak,
ortak hak ve yararlarını korumak amacı ile kendi aralarında birlik kurabilir,
kurulmuş olanlara katılabilirler.”

Oysa, 1982 Anayasasının 127. maddesine göre “mahallî idarelerin belirli kamu
hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik
kurmaları... kanunla düzenlenir...” Anayasal hüküm, 1580 sayılı yasada düzenlenmiş,
il özel idareleri de ilgilendiren bu yapıya göre yerel yönetimlere birlik kurma yetkisi
“bir yada birden çok” hizmeti değil, “bir yada birkaç [belirli]” hizmeti görmek üzere
verilmiştir.

1580/md 133 -“Belde ve köyler, vilayet idarei hususiyeleri, kendilerine


kanunlarla verilen mecburi veya ihtiyari vazifelerin bir veya birkaçını
müşterek tesisat ve idare ile ifa için birlik tesis edebilirler.” ... Md.138 -
“Birlikler hükmi şahsiyeti haiz amme müesseseleridir.”

Anayasal ve yasal yapıya karşın, son dönem tasarılarında beliren genel eğilim,
üç yerel yönetim türünün il özel idaresi, belediye, köy-, kendi aralarında yada
birbirleriyle, yalnızca yerel ölçekte değil aynı zamanda bölge ve ülke ölçeğinde,
yalnızca bir değil birden çok hizmeti görmek üzere (demek ki özel amaçlı değil aynı
zamanda genel amaçlı) birlikler kurmalarına olanak vermek ve bunların kuruluşu
için merkezi yönetim iznini kaldırmak olmuştur.

5302 İl Özel İdaresi Kanunu, il özel idarelerine “diğer mahallî idarelerle birlik
kurulmasına, kurulmuş birliklere katılmaya” tam yetki vermiştir. Bu konuda
kararı il genel meclisi verecektir. (5302/10-n) Karar üzerinde ayrıca bir onay izin
mekanizması öngörülmemiştir.

Birlikler konusu ayrı bir yasal hazırlığa konu edilmiştir; bu nedenle yerel
yönetim birlikleriyle ilgili hükümler toplu olarak konuya ilişkin yasada yer
almaktadır. Bu yasa ayrıca incelenmelidir. Ancak burada, il özel idarelerinin
su, kanalizasyon ve çöp hizmetleri başta olmak üzere [örneğin TRAB-Rİ-KAB,
Trabzon-Rize Katı Atık Birliği gibi] kuracakları yada katılacakları altyapı birlikleri
eliyle bu sektörlerin imtiyaza verilmesine, yap işlet devret uygulamalarına konu
edilmesine, kısaca özelleştirilmesine zemin oluşturacaklarına işaret etmek gerekir.17

15
Mahalli İdare Birlikleri Kanunu Tasarısı ve İçişleri Komisyonu Raporu (1/798) (S. Sayısı: 819), Dağıtma
tarihi: 02.03.2005.
16
Deniz Sayın, “Kamu yönetiminde Yeniden Yapılanma”, TMMOB İMO Ankara Bülten, 2003/12, s.
20-27.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 117


Valilik sistemini boşluğa düşüren reformlar, ilçe yönetimlerinin kaymakamlık
örgütlenmesini tam bir çöküntüye uğratacaktır. Bu nedenle, günümüzde sayıca çok
ve kullandıkları kaynaklar bakımından hatırı sayılır bir varlık sahibi olan köylere
hizmet götürme birlikleri biçimindeki yapıların hızla nitelik değiştireceklerini
görmek gerekir.18 Bunlar daha şimdiden, kimi yörelerde, örneğin büyük özel süt
şirketlerinin köylüden süt toplamasına aracılık etme işlevine sıkıştırılmış yapılardır.
Hizmet birlikleri, il özel idarelerinin sanayi-ticaret kesimini kırsal alana taşıyacak
ve taşımanın aliyetini de kamudan karşılayacak araçları olmaya aday haldedir.

Kaldı ki, günümüzde Avrupa Birliği isteği gereğince yürütülen “bölge


programları”, yerel yönetim birliği modeli eliyle yürütülmektedir. Bu işlevi
yüklenen birlikler, kalkınma birlikleri adı altında belirmişlerdir.19 Kalkınma
birlikleri, ülkede 26 ayrı Bölge Kalkınma Ajansı’nın öncüleri işlevi görmektedirler.20

Mahalli İdare Birlikleri Kanunu’nun TBMM İçişleri Komisyonu görüşmelerine


ilişkin şu haber ilgiye değerdir:

“Komisyon toplantısında, Marmara ve Ege Mahalli İdare Birliklerinin


temsilcileri, mahalli idare birliklerinin şirket kuramayacağı ve kurulmuş
ticari ortaklara katılamayacaklarına ilişkin maddenin tasarıdan çıkarılmasını
istediler. Milletvekilleri de mahalli idarelerin bazı hizmetlerinin bu şirketler
tarafından yapıldığını belirttiler. İçişleri Bakanlığı temsilcisi Kayhan Kavas,
mahalli idare birlikleri tarafından kurulmuş yüzlerce şirket olduğunu
belirterek, ``Şirket kurmak için mahalli idare birlikleri kuruluyor. Şirket
kurulacaksa belediyeler veya il özel idareleri kursun`` dedi. Komisyonda,
hükümet temsilcisinin karşı görüş bildirmesine rağmen, milletvekillerinin

17
Yapılan Mahalli İdare Birlikleri Kanunu düzenlemesine göre, altyapı yatırımları sözkonusu olunca,
bunların bölgesel ölçekte yapılması, eğer yerel yönetimler bundan uzak duruyorsa katılımları Bakanlar
Kurulu’nca zorunlu hale getirilebilecektir. Su, atık su, katı atık ve benzeri alt yapı hizmetleriyle çevre
ve ekolojik dengenin korunmasına ilişkin projelerin zorunlu kılması durumunda, Bakanlar Kurulu,
ilgili mahalli idarelerin, bu amaçla kurulmuş birliğe katılmasına karar verebilecektir. Özelleştirmenin
gerektirdiği ölçeğin sağlanması sözkonusu olunca, yeni sağ anlayışın dokunulmaz yerel yönetimciliği
hızla geri çekilebilmektedir.
18
Mahalli İdare Birlikleri Kanunu, köy hizmetlerinde de ölçek büyütmektedir. Valilik ve kaymakamlığın
geri çekildiği yeni sistemde, köylere kurulacak birliklere katılma zorunluluğu getirilmektedir. Buna
göre, ilçelerde köylere ait hizmetlerin yürütülmesinde yardımcı olmak, tarım ürünlerinin üretim ve
pazarlanması hariç, gerektiğinde bu hizmetleri bizzat yapmak ve kırsal kalkınmayı sağlamak üzere,
tüm köylerin katılımıyla o ilçenin adını taşıyan köy birliği kurulabilecektir.
19
Bu tür dört birlik vardır: Orta Anadolu Kalkınma Birliği (Kayseri, Sivas, Yozgat); Serhat İlleri Kalkınma
Birliği (Ağrı, Ardahan, Iğdır, Kars); Doğu Anadolu Kalkınma Birliği (Bingöl, Elazığ, Malatya, Tunceli);
Konya ve Karaman İlleri Kalkınma Birliği (Karaman, Konya).
20
Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarısı, 19 Ocak 2005
günü TBMM Başkanlığı’na gelmiş; 28 Ocak 2005 günü AB Uyum Komisyonu, İçişleri Komisyonu,
Adalet Komisyonu ve esas komisyon olarak Plan ve Bütçe Komisyonu’nun listesine girmiştir.

118 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


verdiği bir önergeyle, tasarıdan bu birliklere şirket kurma yasağı getiren
madde tasarıdan çıkarıldı.”21

Yerel yönetim birlikleri boyutundan bakılınca, 5302 sayılı yasayla “yerellik”


yada “idari federalizm” esasına yerleştirilen il özel idarelerinin, bir üst kademe
bölgeleşme bakımından ‘bereketli’ bir zemin oluşturduklarını görmek mümkündür.
Bu ‘bereket’ birlik sisteminin şirketleşme ve ticarileşme bakımından sunduğu
olanaklardan güç almaktadır.

Değerlendirme

24 Haziran 2004 günü 5197 sayıyla ve daha sonra 22 Şubat 2005 günü 5302
sayılı yasayla TBMM’nden çıkan İl Özel İdaresi Kanunu, Prens Sabahattin’in ademi
merkeziyet ve hür teşebbüs felsefesinin, İttihat Terakki çizgisiyle Cumhuriyet
felsefesine karşı zafer ilanıdır.

5302 sayılı yasa, yönetim ve denetimi il genel yönetiminden il özel yönetimine


aktararak, devlet sisteminde yetki genişliğinde somutlanan merkeziyetçilik ilkesi
yerine yerel(ci)lik ilkesini uygulamaya geçirmektedir. Kurulan yapı yönetsel
federalizmdir.

İl kademesinde yönetsel federalizm, il özel idarelerini merkezi sisteme karşı


özerk kılarken, kurduğu borçlanmaya ve ihale-imtiyaza dayalı çalışma sistemiyle
küresel mali merkezlere ve imtiyaz arayıcılara bağımlı kılmaktadır. Bu özellik,
küreselleşme sürecinin ancak yerelleşme ile yürüyebileceğini çoktan ilan etmiş olan
küreselci reform transfercileri tarafından çoktan açıklanmış özelliklerden biridir.

5302 ile ortaya çıkan model, “yerel halka güven modeli” değildir; küresel
mali odaklara güven ve güvence verme modelidir. Özellikle günümüzde,
küreselleşmenin parçalayıcı ve zayıflatıcı etkilerini bertaraf ederek kalkınabilmenin,
Türkiye gibi azgelişmişlik çemberini kıramamış ülkelerin tek çıkış yolu, yönetim
sisteminde merkeziyetçilik sistemini kurmak ve güçlendirmekten geçmektedir.
Merkeziyetçilik, güçlü bir merkez - taşra ve güçlü bir yerel yönetim gerektirir. Kıt
ülke kaynaklarını, kalkınma ve demokrasi yolunda geliştirerek kullanmanın başka
yolu yoktur. Merkeziyetçilik ilkesini, görülmüş kötü uygulama örnekleriyle bir
saymaktan vazgeçmek ve ulusun toplumsal birliğini sağlayacak biricik mekanizma
olarak devlet örgütlenmesinin temeline yerleştirmek gerekmektedir.

21
“Mahalli İdare Birliği Şirketleri Direkten Döndü”, 16 Şubat 2005, http://www.is.net.tr/channels/haber/
allnewsdetail.aspx?ID=39196&Type=0

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 119


Dünya genelinde ticaretin dörtte üçünü elinde tutan ulus-ötesi şirketlere
bakmakta yarar vardır. Bunlar, tüm yerelleşme ve esnekleşme çağrılarının
ortasında, dünyada bir örneği daha çok güç bulunabilecek merkeziyetçi yapılardır.
Merkeziyetçi yapıları sayesinde dünya ticaretine hükmetme gücüne erişmişler,
standart kalite kontrol araçlarıyla her alt, küçük, yerel unsuru kendi parçalarına
dönüştürebilmişlerdir. Kendileri dünya ölçeğinde merkezileşen yapıların yerelleşme
baskıları, küresel iktidarı kurabilmeleri için yükselttikleri taleplerdir. Bu baskı
karşısında yerel(ci)lik ilkesine sarılarak yerelleşmek, ulusal ve toplumsal varlığı
koruyacak iktidardan uzaklaşmak anlamına gelecektir.

Cumhurbaşkanlığı’nın 5197 sayılı yasayı geri göndermesi, il özel idaresi


düzenlemesini ve öbür kamu reformu taslak, tasarı, yasa metinlerini gözden
geçirmek için bir fırsattı. Ancak iktidar bu uyarıları dikkate alıp değerlendirmek
yerine, aynı metni birkaç değişiklikle yetinerek TBMM’ne yeniden sunmayı
uygun gördü. Şimdi, 5302 sayılı metin Anayasa Mahkemesi’ndedir. Mahkeme’nin
yapacağı değerlendirme, ülke yönetim yapısının ve elbette ülkenin geleceği
bakımından kritik öneme sahip hale gelmiştir.

120 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Büyükşehirlerde Belediyeler Arası
İlişkilerin Yenilenen Yapısı

Arif ERENÇİN*

I. Giriş

Metropoliten yönetim süreçleri, ulusal siyasi ve kurumsal sistemlerin etkisi


altında, farklı tercihler çerçevesinde biçimlenirken, merkezileşme ve yerinden
yönetim arasında bir dengeleme çabası olarak iki kademeli yönetim öne çıkmaktadır.
Böylece, yönetimin seçilen unsurlarının metropoliten alanda merkezileştirildiği,
diğerlerinin yerel ölçekte kaldığı bir yapı oluşmaktadır. Metropoliten alan
genişleyip daha karmaşık hale gelirken, iki kademeli yapının üst kademesinin yetki
alanını, işlevlerini ve sorumluluklarını artırdığı gözlenmekte (Barlow, 1993: 134),
işlevsel ve alansal olarak bütünleşme güçlenmektedir.

Bu çerçevede, 1984’ten günümüze metropoliten alan yönetimi incelendiğinde,


Türkiye’de de iki kademeli metropoliten yönetim modelinin tercih edildiği
görülmektedir. İki kademeli büyükşehir belediye sistemi, başlangıçta büyükşehir
belediyelerine önemli gelir kaynakları sağlanması ve kent planlaması ile ilgili
yetkilerin merkezden bu yönetimlere aktarılması nedeniyle yerinden yönetimci
bir yaklaşım olarak nitelenmiştir (Keleş, 1985: 82).

* Yrd.Doç.Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 121


Ancak, özellikle uygulamanın sonuçlarının gözlenmeye başlamasıyla,
hizmet sorumluluklarının büyükşehir belediyesi ve alt kademe belediyeler
arasında paylaşımında izlenen yöntemin, büyük şehirlerde etkili bir yönetimi
gerçekleştiremediği görülmüştür (Erkip, 2000: 374). Bu konudaki tartışmalarda,
sorunun tercih edilen modelin yapısından değil de, modelin düzenleniş biçiminden
kaynaklandığı yönünde bir fikir birliği bulunmaktadır. Büyük şehirlerde metropoliten
nitelikli hizmetlerin yerine getirilmesi söz konusu olduğunda, bunların büyükşehir
belediyesi tarafından üstlenilmesi ve alt kademe belediyelerin yürütecekleri bu
tür hizmetler üzerinde büyükşehir belediyesinin vesayet yetkisini kullanması
modelin bir özelliğidir (TÜSİAD, 1995: 78). Ancak, büyükşehir yönetiminde
belediyeler arasında görev, yetki ve kaynak paylaşımında göreli bir denge sağlama
arayışından uzaklaşılarak, büyükşehir belediyesinin üstünlüğünün esas alınması
ve bir tür hiyerarşik ilişkinin öngörülmesi (Kalabalık, 1999: 344) ve büyükşehir
belediyesine metropoliten nitelikte görev ve yetkilerin yanı sıra ayrıntıya inen ve
alt kademe belediyeleri tarafından yürütülebilecek görevlerin yüklenmesi (Eke vd.,
1999: 8) iki kademeli yönetim modelinin özüne aykırıdır. Özellikle, Büyük Şehir
Belediyelerinin Yönetimi Hakkında 3030 Sayılı Kanun’un Uygulanması ile İlgili
Yönetmelik (12.12. 1984 gün ve 18603 sayılı Resmi Gazete) ile belediyeler arası
ilişkileri düzenlemede büyükşehir belediye başkanına verilen yetkiler, büyükşehir
yönetiminin “güçlü başkan-yetkileri kısıtlı meclis” modeli olarak adlandırılmasına
neden olmuştur (TOBB, 1996: 124).
1984 yılında 3030 sayılı Büyük Şehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında
Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun (9.7.1984
tarih ve 18453 sayılı Resmi Gazete) ile oluşturulan ve yirmi yıllık bir deneyim
ile 16 büyükşehirde uygulanır durumda bulunan sistem, 5216 sayılı Büyükşehir
Belediyesi Kanunu’nun (23.7.2004 tarih ve 25531 sayılı Resmi Gazete) yürürlüğe
girmesiyle, önemli sayılabilecek değişikliklerle yeniden düzenlenmiştir. Bu
çalışmada, Türkiye’nin büyükşehir belediye sisteminin temel sorunlarından bir
tanesi olan belediyeler arası ilişkilerin, 5216 sayılı Kanun ile aldığı yeni biçim;
genel olarak görev ve yetkilerin paylaşımı ve belediyeler arası ilişkileri açıklamak
üzere özel örnekler olan imar ve bütçe konusundaki yetkiler çerçevesinde
değerlendirilecektir. Ancak, öncelikle metropoliten yönetimle ilgili genel bir
değerlendirme yapılacaktır.
II. Metropoliten Yönetim
Metropoliten yönetimle ilgili siyasi-kurumsal tartışmalar, esas itibariyle,
metropoliten alanda merkeziyetçi ya da yerinden yönetimci yaklaşımların
tercih edilmesinin yaratacağı sonuçlar bakımından ortaya çıkmaktadır. Önceden
belirlenmiş bazı ölçütler çerçevesinde metropoliten sayılan bir coğrafi alanda;
kamu hizmetlerinin eşit biçimde sunulması, kaynakların eşit biçimde tahsisi,

122 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


ölçek ekonomilerinin yakalanması, hizmetlerin etkin yönetimi ve metropoliten
toprakların planlanması ile kamu politikalarının oluşturulmasında bütünsellik
ihtiyacı merkezi bir yönetimin gerekçeleridir. Vatandaş katılımının sağlanması,
halka yakınlık, önemli ölçüde farklı niteliklere sahip olan nüfusun ihtiyaçlarına
ve tercihlerine cevap verebilme ve yerel topluluğun çıkarlarını koruma ise, yerel
demokrasiyi öne çıkaran, nispeten küçük yerel yönetimlerin temel dayanaklarıdır
(Barlow, 1993: 133).

ABD’de metropoliten alanların örgütlenmesi ile ilgili olarak, klasik kentsel


reform yaklaşımı ve yeni reform yaklaşımı arasında yaşanan tartışma, bu konunun
en bilinen örneğidir. 1900’lerin başlarında geliştirilen klasik kentsel reform
yaklaşımına göre, ABD’nin metropoliten alanlarında idari sistem aşırı parçalanmış
bir yapıya sahiptir. Bu sorunun üstesinden gelmek için, her bir metropoliten alanda
idari birim sayısının azaltılması, mümkünse bire indirilmesi gerekmektedir (Lyons
ve Lowery, 1989: 533-534). Böylece, yerel hizmetlerde tasarruf ve etkinlik ile
birlikte siyasi sorumluluk da gerçekleşebilecektir (Zimmerman, 1970: 532).

Kamusal tercih okuluna dayanan yeni reform yaklaşımı ise, metropoliten


alanın bütünü yönetmek üzere oluşturulmuş tek birimin vatandaşa daha uzak ve
daha bürokratik olduğunu, bu durumun vatandaşların yerel yönetimin vergi ve
hizmet paketi hakkında yeterli bilgi sahibi olmasını engellediğini ve bu yönetimde
hakim olan bürokratik sorumsuzluğun vatandaş için güvensizlik yarattığını ileri
sürmektedir (Ostrom vd., 1961; Tiebout, 1956). Buna göre, yerel yönetimin
ölçek olarak büyüklüğü ile vatandaş katılımı ve sunulan hizmetlerin vatandaşın
beklentilerini karşılama düzeyi arasında olumsuz bir ilişki vardır. Çözüm, her
bir vatandaş için kendi ihtiyaçlarına en uygun vergi ve hizmet paketi tercih etme
olanağını gerçekleştirmek üzere, her bir kentsel alanda çok sayıda yerel yönetim
birimi olmasını sağlamaktır. Metropoliten alanda bölünmüş sistemler, daha sorumlu
ve daha etkin hizmet üretmeyi sağlayacak bir rekabet ortamı yaratma gücüne
sahiptir. Sonuç olarak, yeni reform yaklaşımı; çok sayıda yönetim biriminden
oluşan, ölçek ekonomilerini sağlayan ve kamusal hizmetlerde üretim ve sunumun
birbirinden ayrı birimlerce gönüllü işbirliği içinde gerçekleştirildiği farklı bir kent
örgütlenmesi önermektedir (Lefévre, 1998: 11).

Bu genel tartışma çerçevesinde, kentsel gelişme ve hizmet ihtiyaçları nedeniyle,


mevcut belediye sınırlarının ve hizmet üretme imkanlarının yetersiz kalması
durumunda metropoliten alanların yönetiminde seçenekler (mevcut sistemin
sürdürülmesi, yani hiçbir şey yapmama ile belediye sınırlarını aşan işlevlerin
tümünün ya da bir kısmının özelleştirilmesi seçeneklerini tartışmanın dışında
bırakırsak) altı başlık altında özetlenebilir (Bourne, 1999: 12). İlk seçenek, mevcut
yerel yönetime, başta merkezi kenti çevreleyen yeni kentsel gelişmeyi ve inşa

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 123


edilmiş alanları olmak üzere, onu çevreleyen bölgeleri katma uygulamasıdır. İkinci
seçenek, kent ve kenti çevreleyen yeni kentsel gelişmenin veya iki ya da daha fazla
komşu kentin birleştirilmesidir. Üçüncü seçenek, hizmet sunumu için bölgesel
idarelerin, kurulların ya da birimlerin oluşturulmasıdır. Bu seçenekte, kurulan
bölgesel yapıya bölge içindeki yerel yönetimlerin katılımı gönüllü olabileceği
gibi, zorunlu da kılınabilir. Ayrıca, kurulan bölgesel yapı çok işlevli tek bir idare
ya da her bir işlev için özel amaçlı çeşitli idareler biçiminde düzenlenebilir.
Dördüncü seçenek, bölgesel hizmetlerin yerine getirilmesi için birlik biçiminde
örgütlenmedir. Birlik; yerel yönetimler arasında, yerel yönetim ve varsa orta
kademe yönetimler (örneğin, eyalet yönetimi) arasında ya da yerel yönetimler
ve özel kuruluşlar arasında gerçekleştirilebilir. Beşinci seçenek, yetkinin ve
hizmet sunumunun merkezileştirilmesidir. Bu durumda, işlevler ya orta kademe
yönetimlerin sorumluluğuna ya da yerel yönetim sisteminin dışında yer alan hizmet
birimlerine verilir.

Altıncı seçenek ise, iki kademeli bir yönetim yapısının kurulmasıdır. Bu yapıda,
alt kademe yerel yönetim biriminin karar organları yerel seçimle, üst kademenin
karar organları atama ile göreve gelebildiği gibi, her iki kademe, doğrudan veya
dolaylı biçimde, seçimle de oluşabilir. Metropoliten alanlarda iki kademeli yönetim
uygulaması, metropoliten sorunlarla ilgili olarak, alanın bütünü için tek bir
yönetim oluşturulmasının, özellikle politik koşullar nedeniyle, mümkün olamadığı
durumlarda başvurulan bir çözüm yolu olarak görülmektedir. Bu durumda bazı
işlevler üst kademe ve alt kademe yönetimler arasında paylaştırılırken, bazı işlevler
ise iki kademe tarafından ortaklaşa yerine getirilir.

III. Görev ve Yetkilerin Paylaşılması

Büyükşehir belediyesi ile ilçe ve alt kademe belediyeleri arasında görev ve


yetkilerin paylaşımında belirsizlik, metropoliten olarak kabul edilen kentsel alanda,
iki kademeli bir yönetim biçimi oluşturulması halinde ortaya çıkabilecek sorunların
başında gelmektedir. Özellikle, üst kademenin yetkileri geniş tutulduğunda ve alt
kademeler üzerinde üst kademenin “dış idari denetim” ya da “iç idari vesayet”
olarak adlandırılacak biçimde (Dönmez, 1993: 47) yetkilere sahip olması
öngörüldüğünde konunun önemi daha da artmaktadır.

Türkiye’de, bir çok çalışmada bu sorunun; hizmetlerin hızlı ve etkin biçimde


yerine getirilmesini engellediğine, belediyeler arasında sürtüşmelere ve kaynak
israfına neden olduğuna işaret edilmiş, büyükşehir belediyesi ile ilçe ve alt kademe
belediyeleri arasındaki görev ve yetki paylaşımında hizmet etkililiğini kısıtlayan
konuların yeniden düzenlenmesi, önerilmiştir (DPT, 1994: 115; CDDK, 1996: 53;
DPT, 2000b: 37; Başbakanlık, 2003: 93).

124 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda büyükşehir belediyesinin
görevleri 7. maddede 23 bent halinde sayılmıştır. Bu düzenleme, 3030 sayılı
Kanun’un 6. maddesindeki düzenlemeyle karşılaştırıldığında, alt kademe
belediyeleri ile ilgili önemli bir değişiklik söz konusu değilken, büyükşehir
belediyesinin görevleri detaylandırılmış ve çeşitli eklemeler yapılmıştır. Böylece,
büyükşehir belediyesi ile ilçe ve ilk kademe belediyeleri arasında görev ve yetki
paylaşımında sorunlar önlenmeye çalışılırken, metropoliten alanlarda yaşanan
temel hizmet üretme sorunlarının ölçeğine ve vatandaşların beklentilerine cevap
vermek yerine, büyükşehir belediyelerinin yetki ve görevlerinin genişletilmesinin
tercih edildiği görülmektedir. Yetki ve görev paylaşımına büyükşehir belediyesinin
bakış açısıyla yaklaşılmakta, yetkiler tek elde toplanmakta ve bu merkezileşme
eğilimini frenleyecek demokratik açılımlara yer verilmemektedir (TMMOB Şehir
Plancıları Odası, 2004a: 2).

Büyükşehir sınırları içinde belediyeler arasında görev ve yetki paylaşımını


düzenleyen 7. maddede, büyükşehir belediyesinin stratejik planı, yıllık hedefleri,
yatırım programını ve bütçeyi hazırlarken, ilçe ve ilk kademe belediyelerinin
görüşlerini alacağı öngörülmüştür. Bunun yanında, büyükşehir belediyelerine
5216 sayılı Kanun ile verilmiş olan görevlerden bir kısmını, büyükşehir belediye
meclisinin kararı ve büyükşehir belediye başkanının uygun görmesi üzerine ilçe
ve ilk kademe belediyelerine devredebilecek veya onlarla birlikte yapabilecektir.
İlçe ve ilk kademe belediyeleri ise, yasalarla büyükşehir belediyesine verilen görev
ve yetkiler dışında kalan görevleri yapabilmekte ve yetkileri kullanabilmektedir.

Görev ve yetki paylaşımı konusu ile bağlantılı olarak, 3030 sayılı Kanun’da
olduğu gibi, 5216 sayılı Kanun’da da büyükşehir belediyesi, sınırları içinde
bulunan belediyeler arasında uyumu ve eşgüdümü sağlamakla görevli kılınmış (3.
ve 27. maddeler), ayrıca, büyükşehir belediyesinin kendisine verilmiş görevleri,
mali ve teknik imkanları çerçevesinde, nüfus ve hizmet alanlarını dikkate alarak,
diğer belediyeler arasında dengeli olarak yürütmek zorunda olduğu öngörülmüştür
(27. madde). Aynı düzenlemede, büyükşehir kapsamındaki belediyeler arasında
hizmetlerin yürütülmesi sırasında ortaya çıkacak ihtilafların, büyükşehir belediye
meclisinin yönlendirici ve düzenleyici kararlarıyla giderilmeye çalışılacağı da
belirtilmiştir. 3030 sayılı Kanun’da büyükşehir belediye meclisinin bu tip kararlarının
ilgili belediyeleri bağlayıcı olduğu öngörülmüştü (24. madde). 5216 sayılı Kanun’un
düzenlemesinde ise, büyükşehir belediye meclisinin hizmetlerde eşgüdüm ve
bütünlüğü sağlamaya yönelik kararlarına uyma zorunluluğu öngörülmeyerek alt
kademe belediyelerinin özerklikleri bir ölçüde korunmuştur. Büyükşehir sınırları
içinde yer alan ilçe ve ilk kademe belediyelerinin özerkliklerini koruyucu nitelikte
bir başka düzenleme de, bu belediyelerin meclislerinin almış olduğu kararların

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 125


kesinleşmesi konusunu düzenleyen hükümdür (14. madde). Buna göre, kararlar,
3030 sayılı Kanun’da da olduğu gibi (14. madde), büyükşehir belediye başkanına
gönderilecek, büyükşehir belediye başkanı bu kararlardan ancak hukuka aykırı
gördüklerinin (3030 sayılı Kanun’da böyle bir sınırlama söz konusu değildir)
ilgili meclislerde tekrar görüşülmesini isteyebilecek, geri gönderilen kararların
kesinleşmesi için ilgili belediye meclisinin üye tam sayısının mutlak çoğunluğunca
aynen kabul edilmesi yeterli olacaktır. Böylece, ilgili belediye meclisinin kararında
ısrar edebilmesi için 3030 sayılı Kanun’da aranan üçte iki çoğunluk şartı, ilçe ve ilk
kademe belediyeleri bakımından olumlu sayılabilecek biçimde, üye tam sayısının
mutlak çoğunluğuna indirilmiştir. Ancak, bu olumlu düzenlemelere rağmen, 5216
sayılı Kanun’un, belediye işlevleri üzerinde temel bir belirleyiciliğe sahip olan
imar ve bütçe ile ilgili ilçe ve ilk kademe belediye meclisi kararları ve büyükşehir
belediyesinin ilçe ve ilk kademe belediyelerinin imar uygulamalarını denetleme
yetkisi konularında getirdiği hükümler incelendiğinde, alt kademe belediyelerinin
özerkliğini koruma yerine, büyükşehir belediyesinin alt kademe belediyeleri yok
sayacak düzeyde üstünlüğünün hedeflendiği görülmektedir.
IV. İmar Yetkileri
Büyükşehir belediyesinin, 3030 sayılı Kanun’da düzenlenen (6. madde) ilçe
ve ilk kademe belediyelerinin, büyükşehir belediyesi tarafından hazırlanan nazım
imar planına uygun olarak yapmak zorunda oldukları uygulama imar planlarını ve
plan değişikliklerini aynen ya da değiştirerek onaylama ve uygulamasını denetleme
yetkisi 5216 sayılı Kanun’da da (7. madde) yer almaktadır.
Bu genel kuralın ardından, imar konusunda, büyükşehir belediyesi ile ilçe ve ilk
kademe belediyeleri arasındaki ilişkiler bakımından 5216 sayılı Kanun’un getirdiği
ilk değişiklik, ilçe ve ilk kademe belediye meclislerinin imara ilişkin kararlarının
kesinleşmesinde görülmektedir (14. madde). Buna göre; ilçe ve ilk kademe belediye
meclislerinin imara ilişkin kararları büyükşehir belediye meclisince üç ay içinde
nazım imar planına uygunluğu yönünden incelenecek ve aynen veya değiştirilerek
onaylanabilecektir. İmar konusunda kararın geri gönderilmesi ve kararda ısrar
edilerek aynen kabul edilip yürürlüğe girmesi sistemi kabul edilmemiştir.
Büyükşehir belediyesinin ilçe ve ilk kademe belediyelerinin imar uygulamalarını
denetleme yetkisi ise ayrı bir maddede (11. madde) düzenlenmiştir. Buna göre,
denetim yetkisi; konu ile ilgili her türlü bilgi ve belgeyi istemeyi, incelemeyi ve
bunların örneklerini almayı içermektedir. Denetim yetkisi kullanılırken, kamu kurum
ve kuruluşları, üniversiteler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından
yardım alınabilecektir. Denetimin ardından saptanan eksiklik ve aykırılıklar ilgili
belediyece üç ay içinde giderilmediği takdirde, büyükşehir belediyesi eksiklik ve
aykırılıkları gidermeye yetkili olacaktır. Bu yetki, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32.

126 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


maddesinde düzenlenen inşaatın durdurulması, ruhsatın iptali veya yıkım ile 42.
maddesinde düzenlenen para cezası verme konularını da içermektedir. 3.3.2004’te
Başbakanlık tarafından TBMM’ne gönderilen “Büyükşehir Belediyeleri Kanun
Tasarısı ve Gerekçesi”de (TBMM, 2004) bu düzenlemenin; büyükşehir sınırları
içinde belediyeler arasında imar yetkilerinin paylaşımında açıklık bulunmaması
ve büyükşehir belediyelerine kaçak yapılaşma ile mücadele konusunda etkin ve
uygulanabilir yetkiler verilmemiş olması nedeniyle ortaya çıkan imar sorunlarının
çözümünü sağlayacağı vurgulanmaktadır.
Büyükşehir yönetiminde belediyeler arası ilişkilerde, imar konusunun
böylesine sıkı bir denetim yetkisine konu olmasında, 1984’ten günümüze imarla
ilgili olarak gündeme taşınmış eleştirilerin önemli bir rolü bulunmaktadır.
Türkiye’de metropoliten alan planlamasının kurumsallaşamadığı, 3030 sayılı
Kanun çerçevesinde, büyükşehir belediyesi sınırları içerisinde üst plan yapma
ve onama yetkisi büyükşehir belediyesinde olmasına rağmen, ilçe belediyeleri
ve belde belediyelerinin üst plana uymadan plan yapma ve onama yetkisinin
bulunmasının, metropoliten alan içinde büyükşehir belediyesinin ana plan
kararlarının uygulanmasını etkisiz kıldığı gözlenmiştir (DPT, 2000a: 146-147).
1996 yılında İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Mahalli İdarelerin Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun Tasarısında büyükşehir belediyesi ile ilçe ve
alt kademe belediyeleri arasında yaşanan imara dayalı ilişkilerde; uygulamada
sorunlara neden olan, imara aykırı işlemlerin giderilmesinin zorlaştıran ve imar
bütünlüğünün zedeleyen durum şu şekilde belirtilmektedir:

“Büyükşehir belediyelerinin ilçe ve alt kademe belediyelerinin imar


uygulamalarının mevzuata uygunluğunu denetleme, kontrol etme, bu işlemlere
ilişkin her türlü bilgi ve belgeyi isteme, usulsüz işlemler dolayısıyla ilgililer
hakkında kanuni takibatta bulunma yetkileri bulunmasına rağmen, denetim
sırasında tespit edilen usulsüzlüklerin giderilmesi, imar mevzuatına aykırı iş ve
işlemlerin ortadan kaldırılması, geri alınması ve değiştirilmesini isteme yetkisi
bulunmamaktadır” (İçişleri Bakanlığı, 1996: 141-142).

Dolayısıyla, 5216 sayılı Kanun’da getirilen düzenlemelerle, ilçe ve ilk kademe


belediyelerinin imar ile ilgili kararları ve uygulamaları üzerinde hiyerarşik bir ilişki
olarak nitelendirilebilecek düzeyde denetim yetkisi ile büyükşehir belediyesinin
mutlak belirleyiciliğinin imarla ilgili sorunları çözebileceği varsayılmaktadır.

Ayrıca büyükşehir belediyesinin, nazım imar planı yürürlüğe girdiği tarihten


itibaren bir yıl içinde, uygulama imar planlarını ve parselasyon planlarını yapmayan
ilçe ve ilk kademe belediyelerinin bu planlarını yapmak veya yaptırmak yetkisi de
vardır (7. madde). Bu yetki de 3030 sayılı Kanun’da bulunmamakta idi.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 127


Büyükşehir belediyelerine imarla ilgili olarak verilen bir başka yetki ise, görev
ve hizmet alanlarına dahil olan proje, yapım, bakım ve onarım faaliyetleriyle ilgili
her ölçekteki imar planlarını, parselasyon planlarını ve her türlü imar uygulamasını
yapabilmesi ve ruhsatlandırabilmesi ve 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nda
belediyelere verilen yetkileri kullanabilmesidir (7. madde). Böylece, büyükşehir
belediyesi ilçe ve ilk kademe belediyelerinin yerine geçmekte, esasen bir uygulama
birimi olmayan büyükşehir belediyelerine uygulama planı niteliğinde plan yapım
yetkisi verilmekte, büyükşehir belediyesi temel işlevlerinden uzaklaşmaktadır
(TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2004b: 2).

Son olarak, 5216 sayılı Kanun’da, 3030 sayılı Kanun’un aynı konuyla ilgili
düzenlemesinde olduğu gibi (7. madde), Alt Yapı ve Ulaşım Koordinasyon
merkezlerini düzenleyen hükümlerde (8. ve 9. maddeler) ilçe ve ilk kademe
belediye başkanlarının, yalnızca kendi belediyelerini ilgilendiren konuların
görüşülmesinde bu merkezlere üye olarak katılacağı öngörülmüştür. Dolayısıyla,
ilçe ve ilk kademe belediyeleri, şehrin altyapı ve ulaşım ile ilgili kararlarında ancak
kendi belediyeleri ile ilgisi oranında söz sahibi olabilmektedir. Bu durumun önemli
bir katılım eksikliği anlamına geldiğinin de gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
V. Bütçe ve Mali İşler
Büyükşehir ile ilçe ve ilk kademe belediyelerinin bütçeleri üzerindeki
denetim konusunda, 3030 sayılı Kanun’da büyükşehir belediyesinin bütçesinin
denetlenmesinde valinin yetkisi 5216 sayılı Kanun ile kaldırılırken, ilçe ve ilk
kademe belediyeleri üzerinde büyükşehir belediye meclisinin denetimi sürmektedir.
3030 sayılı Kanun’da (20. madde) olduğu gibi, 5216 sayılı Kanun’da da (25. madde)
ilçe ve ilk kademe belediyelerinden gelen bütçeler, büyükşehir belediyesinin
bütçesi ile birlikte büyükşehir belediye meclisine sunulmakta ve büyükşehir
belediye meclisinde, yatırım ve hizmetler arasında bütünlük sağlayacak biçimde
aynen veya değiştirilerek kabul edilmektedir. Büyükşehir belediye meclisi, ilçe
ve ilk kademe belediyelerinin bütçelerini, mevzuata uygunluk ve kesinleşmiş
borçlar ile ortak yatırımlar için bütçeye konulması gerekli ödenekler bakımından
denetlemektedir. Dolayısıyla, ilçe ve ilk kademe belediyeleri açısından bütçe
üzerindeki denetimde 5216 sayılı Kanun herhangi bir değişiklik getirmemekte,
büyükşehir belediyelerinin ilçe ve ilk kademe belediyelerinin bütçeleri üzerindeki
vesayet denetimi sürdürülmektedir.

5216 sayılı Kanun’da, büyükşehir belediyesinin gelirlerini düzenleyen 23.


maddede ise, 3030 sayılı Kanun’da olduğu gibi (18. madde), genel bütçe vergi
gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden ilçe ve ilk kademe belediyelerine verilen
paylardan, Bakanlar Kurulu tarafından belirlenecek orandaki kısmının büyükşehir

128 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


belediyesi için ayrılacağı öngörülmüştür. Ayrıca, aynı maddede, büyükşehir
belediyesi tarafından tahsil edilen ve müşterek bahislerden gelen eğlence vergisinin
yüzde ellisinin büyükşehir belediyesine, yüzde yirmisinin müşterek bahse konu
olan yarışların yapıldığı yerin belediyesine ve yüzde otuzunun da diğer ilçe ve
ilk kademe belediyelerine nüfuslarına göre dağıtılacağı belirtilmektedir. Benzer
bir yaklaşım, otoparkların işletilmesinden elde edilecek gelirin yüzde ellisinin
büyükşehir belediyesine, kalan yüzde ellinin de nüfuslarına göre ilçe ve ilk kademe
belediyeler arasında paylaşılmasında görülmektedir.

Son olarak, büyükşehir belediyesinin alt kademe belediyelerine mali yardımı


3030 sayılı Kanun’da genel bir biçimde düzenlenmişken (7. madde), 5216 sayılı
Kanun bu konuyu bazı koşullara bağlamaktadır (27. madde). Buna göre, büyükşehir
belediyesinin ilçe ve ilk kademe belediyelerine mali ve ayni yardımı; yardım
miktarının bütçe gelirinin yüzde üçünü aşmaması, yardım için bütçede ödenek
ayrılması ve yardımın ilgili belediyenin yatırım programında yer alan projelerin
finansmanında kullanılması halinde mümkün olacaktır.
VI. Sonuç
1980’lerin sonundan günümüze, metropoliten kurumlarla ilgili tartışmalar,
yönetsel etkinlik ve demokrasi bağlamının ötesine uzanan, kentsel alanların
mekansal genişlemesi, yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişimi, Avrupa’nın
bütünleşmesi ve küreselleşme gibi farklı süreçlerin etkisi altında, daha çok idari
esneklik ihtiyacı, bölgesel olarak eşgüdümlenmiş iktisadi kalkınma ve küresel
mekanlar arası şiddetli rekabet üzerinedir.

Türkiye’de de artık metropoliten gelişmeleri sadece metropoliten alan


sınırları içinde kalarak açıklamak ve yorumlamak mümkün gözükmemektedir.
Ancak, bu yaklaşımlar, yönetsel yapı üzerindeki değerlendirmelerin bütünüyle
ulusal ötesi gelişmeler çerçevesinde ele alınmasını zorunlu kılmaz. Kurumsal
yeniden düzenlemeler, dış kaynaklı başarılı uygulamalardan etkilenmekle
birlikte, esas itibariyle, tarihi birikimin yarattığı yönetsel-siyasal kültürün çizdiği
sınırlar içinde oluşmaktadır. Türkiye’de büyükşehir belediyelerinin yeniden
düzenlenmesi sonucunda ortaya çıkan yapıyı da, içsel dinamiklerden soyutlamadan
değerlendirmek gerekir.

5216 sayılı Kanun ile getirilen yeni büyükşehir belediyesi sisteminin


belediyeler arası ilişkilerin düzenleniş biçimi yanında eleştiriye açık bir çok yanı
bulunmaktadır. Bu çalışmanın kapsamı içerisinde ele alınan büyükşehir ile ilçe ve
ilk kademe belediyeleri arasındaki ilişkilerin düzenleniş biçiminde ise öne çıkan
temel olumsuzluk, Kamu Yönetimi Reformunu oluşturan kanun ve tasarılarda

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 129


temel vurgulardan birisi olan yerinden yönetimin güçlendirilmesi iddiasının,
büyükşehirlerde ilçe ve ilk kademe belediyelerini kapsamamasıdır. Ulusal düzeyde
yetki, görev ve sorumluluklar merkezden yerele aktarılırken, büyükşehir statüsü
tanınan alanlarda yerel yönetimler üzerinde oluşturulmuş olan farklı merkezin
daha da güçlendirilmesiyle, gerçek yerel yönetim dışlanmakta, metropoliten
alanlarda işlevler üstlenen farklı aktörler arasında işbirliği, paylaşım ve katılım
mekanizmalarının geliştirilmesi yerine gelişmeler büyükşehir yöneticilerinin
inisiyatifine bırakılmaktadır.

Kaynakça
Barlow, Max (1993); “Large City Reforms”, içinde Robert J. Bennett (ed.), Local Government in the
New Europe, Belhaven Press, London and New York, s. 130-143.
Başbakanlık (2003); Değişimin Yönetimi İçin Yönetimde Değişim, Kamu Yönetiminde Yeniden
Yapılanma 1, Ankara.
Bourne, Larry S. (1999); “Alternative Models for Managing Metropolitan Regions: The Challenge for
North American Cities”, International Forum on Metropolization, Santa Cruz, Bolivia, March
11-12, s.1-34, www.urbaninternational.utoronto.ca/pdf/metro-bourne, Erişim Tarihi: 30.07.2004.
CDDK (1996); Yerel Yönetimlerin Sorunları, Çözüm Önerileri, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme
Kurulu Başkanlığı, Ankara.
Dönmez, Zuhal (1993); “3030 Sayılı Kanuna Tabi Belediyelerin İşlemleri Üzerinde İdari Vesayet”, Çağdaş
Yerel Yönetimler, C.2, S.6, Kasım, s. 47-53.
DPT (1994); Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu: Mahalli İdareler
ve Büyükşehir Yönetimi, DPT: 2364 ÖİK: 431, Ankara.
DPT (2000a); Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Bölgesel Gelişme Özel İhtisas Komisyonu Raporu,
DPT: 2502 ÖİK: 523, Ankara.
DPT (2000b); Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Kamu Yönetiminin İyileştirilmesi ve Yeniden
Yapılandırılması Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT: 2507 ÖİK: 527, Ankara.
Eke, Feral; Erol, Demet ve Armatlı, Bilge (1999); “Metropoliten Planlama ve Yönetim Deneyimleri”, içinde
Hüseyin Cengiz (Der.), Metropolitan Alanlar: Planlama Sorunları, I. Sempozyum Bildirileri, YTÜ
Mimarlık Fakültesi, Şehir-Bölge Planlama Bölümü, 15-16 Ekim 1998, YTÜ Basım Yayın Merkezi,
İstanbul, s. 1-13.
Erkip, Feyzan (2000); “Global Transformations Versus Local Dynamics in Istanbul: Planning in a
Metropolis”, Cities, 17(5), s. 371-377.
İçişleri Bakanlığı (1996); Mahalli İdarelerin Yeniden Yapılandırılmasına ve Bu İdarelerle İlgili Çeşitli
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ve Gerekçeleri, Mahalli İdareler Genel
Müdürlüğü, Yayın No:8, Ankara.
Kalabalık, Halil (1999); “Metropolitan Alan Yönetim Modelleri İçerisinde Türkiye Metropolitan
Yönetimlerinin Yeri ve Yasal Çerçevesi”, içinde Hüseyin Cengiz (Der.), Metropolitan Alanlar:
Planlama Sorunları, I. Sempozyum Bildirileri, YTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir-Bölge Planlama
Bölümü, 15-16 Ekim 1998, YTÜ Basım Yayın Merkezi, İstanbul, s. 322-345.

130 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Keleş, Ruşen (1985); “Türkiye’de Anakent Yönetimi”, Amme İdaresi, C.18, S.2, Haziran, s. 69-82.
Lefévre, Christian (1998); “Metropolitan Government and Governance in Western Countries: A Critical
Review”, International Journal of Urban and Regional Research, 22(2), s. 9-25.
Lyons, W.E. ve Lowery, David (1989); “Governmental Fragmentation Versus Consolidation: Five Public-
Choice Myths About How to Create Informed, Involved and Happy Citizens”, Public Administration
Review, 49(6), Nov/Dec, s. 533-543.
Ostrom, Vincent, Tiebout, Charles ve Warren, Robert (1961); “The Organization of Government in
Metropolitan Areas: A Theoretical Inquiry”, American Political Science Review, 55, Dec., s. 831-842.
TBMM (2004); “Büyükşehir Belediyeleri Kanun Tasarısı ve Gerekçesi”, www2.tbmm.gov.tr/d22/1/1-0768.
pdf, Erişim Tarihi: 09.11.2004.
Tiebout, Charles (1956); “A Pure Theory of Local Expenditure”, Journal of Political Economy, 64,
Oct., s. 416-435.
TMMOB Şehir Plancıları Odası (2004a); “5216 Sayılı Yasa Hakkında Basın Açıklaması”,26.07.2004,www.
spo.org.tr/5216_Sayili_Yasa_Hakkinda_Basın_Açiklamasi.htm, Erişim tarihi: 10.08.2004.
TMMOB Şehir Plancıları Odası (2004b); “Büyükşehir Belediyesi Kanunu Hakkında TMMOB Şehir
Plancıları Odası Görüşleri”, 26.07.2004, www.spo.org.tr/5216_Sayili_Yasa_Hakkinda_Oda_Gorusler.
htm, Erişim tarihi: 10.08.2004.
TOBB (1996); Mahalli İdarelerin Yeniden Yapılandırılması, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği,
Aydoğdu, Ankara.
TÜSİAD (1995); Yerel Yönetimler: Sorunlar, Çözümler, Ajans Medya Reklamcılık, İstanbul.
Zimmerman, Joseph (1970); “Metropolitan Reform in the U.S.: An Overwiev”, Public Administration
Review, 30, Sept/Oct, s. 531-543.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 131


132 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246
Yeni Türk Ceza Kanunu ve
Çevreye Karşı Suçlar
Tuğrul KATOĞLU*

Giriş

Sadece kapsamı değil yürürlük tarihine ilişkin değişikliklerle de gündemi


işgal eden 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu doğal ve kentsel çevreyi koruyan,
gürültü kirliliğini ceza müeyyidesi tehdidi ile yasaklayan yeni suç tanımlarını
içermektedir. Dolayısıyla sadece doğal çevrenin cezaen korunduğunu söylemek
mümkün değildir. Yazının başlığında yer alan çevreye karşı suç deyimi, Kanun’da
cezai koruma konusu yapılan doğal, kentsel çevre kavramlarını kapsar biçimde
geniş anlaşılmalıdır. Çalışmanın konusu yeni Türk Ceza Kanunu’nda yer verilen
çevre suçları ile sınırlanmıştır. Özel kanunlarda yer alan ve doğal, kentsel, tarihsel
çevrenin korunmasına yönelik cezai düzenlemeler bu yazıda ele alınmamıştır.

Bu kapsamda, ceza hukukunun çevrenin korunması bakımından işlevi ve


önemi konusu kısaca değerlendirilecek, ardından yeni kanunun konuyla ilgili
düzenlemeleri açıklanmaya çalışılacak son olarak da ceza müeyyideleri ile idari
yaptırımların bir arada uygulanmasına ilişkin kimi tartışmalar aktarılmaya gayret
edilecektir.

Son birkaç on yıldır, ceza hukuku alanında toplumsal sorunlar ile koşut olarak
önemli tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalar ceza kanunu üzerinde yoğunlaşmış,
yeni bir ceza kanunu hazırlanması konusu daima gündemde olmuştur. 5237

* Yrd. Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 133


sayılı kanunun kısa gelişim serüveni ana hatlarıyla şöylece özetlenebilir. Temel
Kanunlarda Çalışmalar Yapmak Üzere Kurulacak Komisyonların Kuruluş ve
Çalışma Usullerine İlişkin Yönetmelik gereğince 1985 yılından itibaren üç
ayrı komisyon kurulmuştur. 1989, 1997, 2001 Türk Ceza Kanunu Tasarılarını
hazırlayan komisyonlar. 1989 tasarısında yer alan kimi hükümler 1990 yılında 765
sayılı TCK’na alınmıştır. Daha sonra ilk tasarı metni ikinci komisyon tarafından,
yöneltilen eleştiriler doğrultusunda tekrar ele alınmış ve 1997 Tasarısı oluşturularak
yasama organına gönderilmiştir. 1999 yılında seçimlerin yenilenmesi üzerine
Tasarı, Hükümet tarafından yeniden gözden geçirilmek üzere geri çekilmiştir.
Öncelikle bu metin ilgili kuruluşlar ve üniversitelere gönderilerek görüş istenmiştir.
2001 Tasarısı’nın genel gerekçesinden anlaşıldığı kadarıyle 24 günlük bir çalışma
ile bu görüşler değerlendirilerek 2001 Tasarısı oluşturulmuş ve Adalet Bakanlığı’na
sunulmuştur. 1997 Tasarısı’nın ayrıntılarına girmeden bu Tasarı’ya yönelik görüş
ve eleştirilerin esasen 24 gün içinde değerlendirilmesiyle oluşturulduğu anlaşılan
2001 Tasarısı’na yapılan değişiklik ve eklemelerle son ceza kanunu tasarısı
Bakanlar Kurulu tarafından 14.04.2003 tarihinde karara bağlanarak Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na 12.05.2003 tarihinde gönderilmiştir. Genel
Kurul’un kabul ettiği biçimiyle 5237 sayılı Kanun 12 Ekim 2004 tarihli resmi
gazetede yayınlanmıştır.

Çevre suçlarına 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitabının topluma
karşı suçlar başlıklı üçüncü kısmında yer verilmiştir. Kısaca çevre suçları ya da
çevreye karşı suçlar olarak adlandırılabilecek bu fiiller düzenlenmekle, sadece doğal
çevrenin değil kentsel çevrenin de cezaen korunması amaçlanmaktadır. 5237 sayılı
yeni Türk Ceza Kanunu 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girecekken yürürlük
tarihi ani bir tasarruf ile 1 Haziran 2005 tarihine ertelendi. Bu yazı kaleme alınırken
Kanun henüz yürürlüğe girmemişti. Bununla birlikte Kanun’un imar suçları ile igili
184. maddesi yine Kanun’un yayın tarihi olan 12 Ekim 2004 tarihinden itibaren
yürürlüktedir. Doğal çevrenin korunması amacıyla sevkedilen 181 ve 182. maddeler
ise, Kanun’un yayımı tarihinden itibaren iki yıl sonra yürürlüğe girecektir.

1. Çevrenin Korunmasında Ceza Hukukunun İşlevi


Bugün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler özellikle insan davranışlarının
doğrudan sonucu olan çevresel zararlarla mücadele etmektedir (Alvazzi del Frate,
Norberry, 1993: 3; Toroslu, 1982: 9). Doğal çevre, kentsel çevre, tarihsel çevrenin
artan tehdit ile karşı karşıya olduğu son birkaç on yılda kamunun ve ceza hukukunun
müdahalesi giderek yoğunlaşmıştır. Sanayileşmiş ülkeler arasında Amerika Birleşik
Devletleri ve Avrupa Birliği ülkeleri bakımından gerçekleştirilen bir karşılaştırmalı
çalışmada bu ülkelerde çevre koruma amacıyla benimsenmiş para cezaları, ruhsat
iptali gibi zengin ve çeşitli idari yaptırım kataloglarının mevcudiyetinin yanı sıra

134 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


ceza ve ceza muhakemesi hukuku aygıtlarından da etkin biçimde yararlanıldığına
dikkat çekilmektedir (Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 577-580).

Farklı gelişmişlik düzeyinde ve farklı kıtalardaki çeşitli ülkelerdeki doğal çevre


koruma aygıtlarını inceleyen bir çalışmada çevrenin cezaen korunması anlayışına
ancak bir sürecin sonunda ulaşılabildiği dile getirilmektedir (Alvazzi del Frate,
Norberry, 1993: 1). Gerçekten de ceza hukukunun başkaca kollektif varlıklar
bakımından sağladığı koruma, doğal çevre söz konusu olduğunda sahneye biraz
gecikerek çıkmıştır (Toroslu, 1982: 9). Önceleri idare hukuku ile özel hukuk
aygıtlarının bu alandaki temel hukuksal korumayı oluşturduğu görülmektedir
(Turgut, 2001: 613). Bu çerçevede ilk başlarda kirliliğin, sanayileşmenin doğal,
kaçınılmaz bir sonucu olarak kabul edildiği yani kanıksandığı, bununla birlikte
zaman içinde çevresel zararın bir trajediye dönüşmesi karşısında hukuksal
değerlendirmelerin de değiştiği tespit edilmektedir. Özellikle gelişmiş ülkeler
ceza hukukunun bu alana müdahalesini ilk kabul edenler arasında olmuşlardır
(Alvazzi del Frate, Norberry, 1993: 1). Öte yandan, idarenin idari yaptırımları
uygulamakta yeterince kararlı davranmaması da bu alanda ceza hukuku aygıtlarına
yönelme nedenlerinden bir başkasını oluşturmuştur (Turgut, 2001: 613). Bugün
dünyada genel eğilim çevrenin korunmasında ceza hukukundan yararlanılması,
mevcut ceza müeyyidelerinin ağırlaştırılması, daha da ileri giderek tüzel kişilerin
ceza sorumluluğunun kabul edilmesi yolundadır. Bu alanda gerekli ulusal ve
uluslararası hukuksal düzenlemelerin yapılmasını öneren ya da taraf devletlere
yükleyen farklı niteliklerde uluslararası metinler bulunmaktadır (Turgut, 2001:
614 vd; Şen, 1994: 137, 138).
Doğal çevre bakımından hukuksal koruma öncelikle insan merkezli bir görünüm
sergilemiştir. Doğal çevrenin korunmasından çok insanın korunması esas alınmıştır.
Daha çok insanın yaşam hakkı ve sağlığın korunması açılarından soruna yaklaşıldığı
için hukuksal ve özel olarak cezai koruma da insan merkezli bir anlayış üzerine
yerleşmiştir. Bu çerçevede daha çok bir dolaylı koruma söz konusu olmaktadır.
Sağlığın ve toplumsal, iktisadi yaşamın sürdürülebilmesi bakımından kaynakların
korunması dolayısıyla çevre de bir ölçüde korunabilmiştir. Ancak yirminci yüzyılın
ikinci yarısından sonra sanayi faaliyetleri sonucu kirliliğin giderek büyük bir tehdit
oluşturması ile birlikte doğrudan çevresel varlıkları esas alan bir koruma anlayışının
güçlendiği görülmektedir (Alvazzi del Frate, Norberry, 1993:. 5-7; bu konuda
ayrıca Turgut, 2001: 622 vd.; Almanya Federal Cumhuriyeti bakımından Ünver,
Nuhoğlu, 1999: 25, 26). Doğal çevre bakımından ceza hukuku üç farklı aşamada
koruma sağlayabilir. Kirletici madde üretimi, saklanması gibi faaliyetleri kapsayan
ilk aşamada, kirletmeyi önlemeye yönelik tedbir kurallarının ihlalini dikkate alan
ikinci aşama ve nihayet kirletme fiillerini bastırmaya yönelik üçünü aşamada ceza
hukukunun devreye irdiği görülmektedir (Toroslu, 1982: 13, 14; Şen, 1994: 82).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 135


Kimi yazarların çevrenin korunması bakımından ceza hukuku aygıtlarına yer
verilmemesini savundukları görülmektedir (Bkz. Şen, 1994:7 3; Bkz. Turgut, 2001:
616 vd.). Ceza hukukunun hiç müdahale etmemesini savunanlar, daha ziyade idari
para cezaları ile yetinilmesi gerektiği kanısındadırlar. Ülkemizde de bir zamanlar
sıkça dile getirilen ve aslında anlamı da bir türlü berraklaşamayan “ekonomik suça
ekonomik ceza” sloganında olduğu gibi daha çok iş çevrelerine yakın olanlar bu
görüşten yana olmuşlardır (Görüş için bkz. Turgut, 2001: 616).
Ceza hukuku aygıtlarından yararlanılması konusunda da iki genel eğilim
mevcuttur: Bir yanda çevre alanında ceza müeyyidelerine son seçenek (extrema
ratio-ultima ratio-ultimum remedium) olarak başvurulması, öbür yanda ceza
hukukunun bu alana bağımsız olarak müdahalesinin kabulü (Şen, 1994: 73 vd;
Turgut, 2001: 617).
İlk eğilim çerçevesinde değerlendirilebilecek ve ceza hukukuna idari
yaptırımlara göre tamamlayıcı bir işlev tanınması yolunda görüşler mevcuttur.
Çevrenin korunması öncelikle önleyici nitelikteki idari düzenleme ve tedbirler
ile sağlanmalı, ancak bunların belirlediği koşul ve zeminde ceza hukukunun
yardımından yararlanılmalı, yani ceza müeyyidelerine başvurulmalıdır (Bkz. Şen,
1994: 74, 75; Turgut, 2001: 617, 618)1. Bununla birlikte ceza hukuku bakımından
idare hukukuna bağımlılık “mutlak olmayıp göreceli bir nitelik taşımaktadır”
(Turgut, 2001, s. 619). Bu çerçevede, çevresel idari düzenlemelerin ceza müeyyidesi
güvencesine bağlandığı durumlarda, herhangi bir idari tasarrufa gerek kalmaksızın,
örneğin uyarıda bulunmaksızın ceza müeyyidelerinin uygulanabilmesi söz konusu
olacaktır (Turgut, 2001: 619).
İkinci eğilim ceza hukukunun özerkliği tartışması ile yakından ilgilidir.
Gerçekten bugün ceza hukukçuları, ceza hukukunun özerk olduğunu ve salt
müeyyidelendirici ceza hukuku anlayışının geçmişte kaldığını savunmaktadırlar.
Ceza normları, başkaca hukuk dallarının müeyyidelendirilmesi amacı ile
sevkedilmez. Ceza normları ayrıca özerk ve özgün bir değerlendirme de içerir. Emir
ve yasakların bünyesinde bu değerlendirme erimiştir (Bkz. Antolisei, 1994: 49, 50).
Öte yandan ceza müeyyidesinin son seçenek olması mutlaka ceza hukukunun
ikincil, tamamlayıcı ya da salt müeeyidelendirici bir işlevle tanımlanması sonucunu
doğurmayacaktır. Ceza müeyyidesinin son seçenek olarak nitelendirilmesi, sadece
çevrenin korunması ile ilgili bir tartışma değildir. Çağdaş ceza hukukları bakımından
ceza müeyyidesinin son seçenek olarak kabul edildiği, yani sadece çevrenin
1
Türk öğretisinde Bayraktar, 1981 yılında yayınlanan bir makalesinde ceza hukukunun çevrenin
korunması bakımından ikincil ya da tamamlayıcı bir işleve sahip olması gerektiğinin savunmuştur.
Bununla birlikte, makalenin yazıldığı ve yayınlandığı dönem üzerinden uzun zaman geçtiği ve bu
konudaki genel değerlendirmelerin zaman içinde değiştiği unutulmamalıdır (Bkz. Bayraktar, 1981:
78).

136 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


korunması bakımından değil, genel olarak ceza müeyyidesinden yararlanılması
ile ilgili olarak son seçenek anlayışının etkili olduğu görülmektedir. Ceza hukuku
aygıtlarının mesih gibi kabul edilmesi elbette yanlıştır. Ceza müeyyidesinin ancak
son seçenek olarak kabul edilmesi çağdaş ceza hukuklarının genel ve temel bir
ilkesi olarak anlaşılmalıdır. Çağdaş ve özgürlükçü ceza hukukunun temel bir
ilkesi, ceza hukukunun sosyalleştirilmesidir (Mantovani, 2001: XXXVII-XLVI).
Sağlık, kültür ve tabiat varlıkları, iş güvenliği gibi topluma ait kollektif varlık ve
menfaatlerin korunması bakımından ceza müeyyidesine başvurulması mümkündür.
Çağdaş bir hukuk düzeni ceza müeyyidesini son seçenek olarak görmekle birlikte
özellikle kollektif varlık ve menfaatler ile insan hak ve özgürlüklerinin güvence
altına alınması bakımından ceza müeyyidesine başvurabilir hatta başvurmalıdır.
Anayasal bir ceza hukuku, anayasada güvence altına alınan varlık ve menfaatlerin
koruyucusu olmalıdır. Esasen genel olarak ceza müeyyidesine ancak zorunlu
durumlarda başvurulmalıdır. Ceza müeyyidesi uygulanması suretiyle feda edilecek
varlık veya menfaat ile cezaen korunan varlık ve menfaat arasında oran bulunan
ve ceza müeyyidesi dışında kalan, örneğin idari, hukuki, mesleki müeyyideler ile
koruma sağlanamayan durumlarda bu zorunluluğun bulunduğu kabul edilmelidir
(Mantovani, 2001: XXXVII-XLVI). Bu çerçevede çevrenin korunması bakımından
ceza hukukuna başvurulması yerindedir (Toroslu, 1982: 9; Şen, 1994: 91, 92). Bu
yapılırken elbette hukuk düzeninin bütünü dikkate alınacak, sadece son seçenek
olarak ceza müeyyidesine başvurulması, ceza hukukunun özerkliğine de kanımızca
bir sınırlama getirmeyecektir.
Ceza müeyyidesine başvurulması ilkesel olarak son seçenek kabul edilmekteyse
de (Turgut, 2001: 621), bu durumun çevrenin korunması bakımından eskisi kadar
belirgin olmadığı da görülmektedir. Bazı yazarlara göre, çevrenin korunması
amacıyla ceza hukuku özel bir öneme sahip olup neredeyse ilk adresi oluşturmaktadır
(Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 579-581; Alvazzi del Frate, Norberry,
1993: 1). Avrupa Birliği üyesi kimi ülkelerde önceleri yetinilen görece hafif ceza
müeyyideleri (hafif para cezaları ve kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar) çevresel
zararın önüne geçilmesinde zaaf olarak değerlendirilmektedir (Deketelaere, Faure/
Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 1999: 105). Doksanların başlarından itibaren
Belçika’da ceza miktarları ağırlaştırılmıştır (Deketelaere/ Seerden, Heldeweg,
Deketelaere, 2002: 76, 77). Doksanlı yılların ortasında Finlandiya’da ceza kanununa
çevre suçları eklenmiştir (Vihervuori/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 168,
169). Fransa’da çevrenin korunması bakımından ceza hukukunun önemini artırdığı
ve çevresel varlıkların korunmasında en etkili aracın ceza müeyyidesi olarak kabul
edildiği görülmektedir. Fransız Ceza Kanunu’nun yanı sıra özel kanunlarda da çevre
suçlarına yer verilmiştir (Auby/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 196). Yine
Fransız Ceza Kanunu’nda tüzel kişilerin ceza sorumluluğu da kabul edilmiştir.
Almanya Federal Cumhuriyeti Ceza Kanunu’nda 1980 yılında yapılan değişiklikle

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 137


çevre suçları metne dahil edilmiş, 1994 yılında bunların kapsamı genişletilmiş
1998 yılında kısmi değişiklikler söz konusu olmuştur. Bu ülke bakımından da ceza
müeyyidesinin son seçenek olarak vurgulanmasına karşın cezai düzenlemelerdeki
artış dikkat çekicidir (Rodi/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 242, 243;
Ünver, Nuhoğlu, 1999: 18). İtalya’da 349/86 sayılı Kanun’un 18. maddesi çevre
örgütlerine çevre suçları dolayısıyla açılan ceza davalarına müdahil olarak katılma
yetkisi vermektedir (Montini/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 307).
Hollanda’da Ekonomik Suçlar Kanunu’nda çevre suçlarına da yer verilmiştir. Öte
yandan çevre suçları bakımından özel hukuk tüzel kişilerinin ceza sorumluluğu
kabul edilmiştir (Seerden, Heldeweg/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 390,
391). İngiltere, Danimarka ve İsveç, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya ve Güney
Kore’de de tüzel kişilerin ceza sorumluluğu kabul edilmiştir (Karşılaştırmalı bir
genel değerlendirme için bkz. Turgut, 2001: 626-634; Şen, 1994: 134-137).

Gerçekten de çevre söz konusu olduğunda diğer bastırıcı hukuk dalları ile
önlemlerin yanında mutlaka ceza hukukunun korumasından yararlanılmalıdır
(Toroslu, 1982: 13). Çevrenin korunmasında ancak ağır ve özel bazı fiiller için
ceza müeyyidesine başvurulması bunlar dışında kural olarak idari müeyyideler
ile yetinilmesi yolundaki eğilimler bugün ağırlığını yitiriyor görünmektedir
(Seerden, Heldeweg/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 390). Özgürlükçü
ve çağdaş bakışla son seçenek olarak değerlendirilen ceza müeyyidesi, çevre
söz konusu olduğunda akla ilk gelen adreslerden biri olmak üzeredir. İngiltere,
Belçika ve İspanya’da çevre suçlarında özel kişilerin ceza koğuşturmalarını
tahrik edebilmelerine yönelik özel düzenlemelere yer verilmiş, Belçika’da çevre
örgütlerine bu yönde yetkiler tanınmış, Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya’da
çevre suçları bakımından özel savcılık teşkilatı kurulmuştur (Seerden, Heldeweg,
Deketelaere, 2002: 579). Amerika Birleşik Devletleri çevre ceza hukukuna ilişkin
bir değerlendirmede bu alanda ceza müeyyidelerinin özel bir yeri bulunduğu, bir
çok ihlal aslında idari müeyyidelerle karşılanmakla birlikte mahkumiyet kararının
teşhir edici özelliğinin çevrenin korunması bakımından çok önemli olduğu dile
getirilmektedir (Morrison, 2000: 798, 799).

Farklı hukuk düzenleri incelendiğinde doğal çevrenin korunmasına ilişkin ceza


hükümlerine, genel ceza kanunlarının yanı sıra özel çevre kanunlarında da yer
verilebildiği görülmektedir. Yine farklı hukuk düzenleri dikkate alındığında çevre
suçları bakımından para cezalarının yanı sıra hürriyeti bağlayıcı cezalara da yer
verilmekte olduğu dikkat çekmektedir. Para cezalarının caydırıcı güce sahip olması
ayrıca önemlidir. Para cezalarının miktarları belirlenirken, bunların, girişimcilerin
maliyet fayda analizi yaparak rahatlıkla göze alabilecekleri bir riskten ibaret
kalmaması gereklidir (Alvazzi del Frate, Norberry, 1993: 1). Aksi taktirde, suça

138 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


ve suçluya soyut olarak yaklaşan ve fiilin ihlal ediciliğini, tehlikeliliğini dikkate
almayan Klasik Okul’a 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yöneltilen eleştirilerin
bir hayalet gibi aramızda gezinmesi kaçınılmazdır. Gerçekten de Klasik Okul, suç
ve suçluya tamamen masa başından ve önsel olarak yaklaşmıştır. Cezalarda biçimsel
eşitlik, ceza kanunlarını faillerin adeta maliyet fayda analizi yapabilecekleri suç
tarifenamelerine çevirmiştir (Saleilles, 1927: 53, 54). Etkili para cezalarının yanı sıra
hürriyeti bağlayıcı cezaların da yaygın olarak kullanıldığı tespit edilmektedir. Fiilin
tehlikeliliğine ya da ihlalin vehametine göre ömürboyu hapis cezası da dahil olmak
üzere farklı düzenlemeler benimsenmektedir (Alvazzi del Frate, Norberry, 1993: 10).

2.Türk Hukukunda 5237 sayılı kanun dışında kalan ve çevrenin


korunması ile ilgili ceza hükümleri
5237 sayılı kanunun kentsel çevreyi korumaya yönelik 184. maddesinin
Kanun’un yayımı tarihinde yürürlüğe girdiği söylenmişti. Çevrenin kasten
ve taksirli kirletilmesini cezalandıran 181 ve 182. maddeler ise, daha önce de
değinildiği gibi Kanun’un yayımı tarihinden itibaren iki yıl sonra yürürlüğe
girecektir (5237 s. k. m. 344). 5237 sayılı kanunun yürürlüğe giren ya da girecek
hükümleri dışında Türk hukuk düzeninde doğal ve kentsel çevrenin korunmasına
hizmet eden cezai düzenlemeler arasında, 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha
Kanunu’nun 282., 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 26., 1380 sayılı Su Ürünleri
Kanunu’nun 36. maddeleri sayılmıştır (Şen, 1994: 97). Bunlara 6381 sayılı Orman
Kanunu’nun ceza hükümlerini eklemek yararlı olur. Yine bu çerçevede 765 sayılı
TCK’nun 369. maddesinde yer alan binaları, sair inşaat, mahsullleri, hububatı,
erzak yığın ve ambarlarını kasten yakmak suçu; aynı kanunun 394. maddesinde
düzenlenen halkın içeçeği sular ile yiyeceği veya içeceği şeylere zehir katma suçu
ve 399. maddede yer verilen 394. maddedeki fiilin taksirli biçimi bu kanunda
çevrenin korunmasına hizmet eden fiiller olarak değerlendirilmiştir (Şen, 1994:
97, 98). 765 sayılı TCK’nun söz konusu hükümleri ile ilgili bu değerlendirmeye
katılmak güçtür. Kanımızca bu hükümler ile farklı hukuki konular yani hukuki
varlık ya da menfaatler korunmaktadır. Özellikle 369. maddedeki cezai korumanın
çevre bakımından ancak çok dolaylı bir etkisi olduğu düşünülebilir. 394. maddede
ise genel sağlık merkezli (Turgut, 2001: 625) bir koruma söz konusu olup yine
kanımızca çevresel varlıkların hukuki konu olarak değerlendirilmesi zordur.
Çevre bakımından çok dolaylı bir koruma getrimekte olan bu hükmün çevre suçu
olarak değerlendirilemeyeceği kanısındayız. Doğal çevre, tarihsel çevre ve kültür
mirasının korunması bakımından 2863 sayılı Kültür ve Tabiat varlıklarını Koruma
Kanunu da ayrıca zikredilmelidir.

Doğal, tarihsel, kentsel çevrenin korunması amacına yönelik idari yaptırımlar


öngörülmüş olduğu da anımsanmalıdır. Bu çerçevede özellikle yukarıda

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 139


değindiğimiz Çevre Kanunu’nun yanı sıra, 3194 sayılı İmar Kanunu, Kültür
ve Tabiat Varlıkları Kanunu, Umumi Hıfzısıhha Kanunu bu alandaki başlıca
düzenlemeler arasında sayılabilir.

3. 5237 Sayılı Kanun ile Getirilen Düzenlemeler

Çevre suçları 5237 sayılı yeni TCK’nda ikinci kitabın üçüncü kısmını oluşturan
topluma karşı suçlar arasında yer verilmiştir. Çevreye karşı suçlar bu durumda
topluma karşı suç olarak kabul edilmekte, doğal ve kentsel çevre toplum dolayısıyla
korunmaktadır. Bununla birlikte özel önemi dolayısıyla bu suçların ayrı bir kısım
altında düzenlenmesi savunulabildiği gibi, insanlığa karşı suçlar arasında yer
verilmesinin isabetli olacağı yolunda görüşler de dikkat çekmektedir (Öztürel,
2004: 108). Nitekim insanlık bakımından özel önemi nedeniyle çevre suçlarının
faillerinin yargılanması için bir uluslararası çevre mahkemesi kurulması yolundaki
eğilimler de dikkat çekicidir (Turgut, 2001: 659)

a. Ceza Kanunlarının Yer İtibariyle Uygulanmasında Evrensellik


İlkesi ve Çevre Suçları

Kural, ceza kanunlarının devletin ülkesinde işlenen fiiller bakımından


uygulanmasıdır. Uyrukluğuna bakılmaksızın devletin deniz, kara, hava ülkesinde
suç işleyen herkes ülkesellik ilkesi gereği ceza kanunlarının muhatabı olacaktır.
Bununla birlikte cezai korumanın yeterli ölçüde sağlanabilmesi için yer itibariyle
uygulama bakımından kimi tamamlayıcı ve istisnai ilkelere yer verilmektedir.
Kişisellik, koruma ve evrensellik ilkeleri kural olan ülkesellik ilkesine göre
tamamlayıcı niteliktedir. Bunlar içinde evrensellik ilkesi failin uyrukluğuna,
fiilin ülkede işlenip işlenmediğine bakılmaksızın her halde cezalandırılmasını
öngörmektedir. İnsanlığın önemli ortak varlık ve menfaatlerinin cezaen korunması
söz konusu olmaktadır. Bu çerçevede, 5237 sayılı Kanun’un 13. maddesinin birinci
fıkrasının (d) bendinde aynı kanunun 181. maddesinde düzenlenen çevrenin kasten
kirletilmesi fiillerinin “vatandaş veya yabancı tarafından, yabancı ülkede işlenmesi
halinde Türk kanunları(nın)” uygulanacağı yolundaki hükmün evrensellik ilkesi
kapsamında değerlendirilmesi mümkündür. Buna göre bir Türk ya da yabancı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi dışında çevrenin kasten kirletilmesi suçunu
işledikleri taktirde Türk Kanunları uyarınca cezalandırılabilecektir.

Çeşitli uluslararası kuruluşların ve öğretinin değerlendirmeleri arasında,


kimi kasıtlı çevre suçlarının uluslararası kamu düzenini ihlal ettiğinin kabulü
ile evrensellik ilkesi uyarınca mutlaka cezalandırılması önerileri yer almaktadır
(Turgut, 2001: 614, 615). Bu nedenle 5237 sayılı Kanun’un 13. maddesindeki
ilgili düzenlemenin çağdaş eğilimlere bu yönüyle uygun olduğu belirtilmelidir.

140 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


b. Çevrenin Kasten Kirletilmesi Suçu (m. 181)
Çevrenin kasten kirletilmesi kenar başlığı altında “çevrenin kasten kirletilmesi”
ve “atık veya artıkların izinsiz olarak ülkeye sokulması” olmak üzere esasen iki
farklı suç tipine yer verilmiştir.

aa. Çevrenin Kasten Kirletilmesi Suçu

Çevrenin kasten kirletilmesi suçu, 5237 sayılı kanunun 181. maddesinin


ilk fıkrasında düzenlenmiştir. Çevreye karşı suçlar arasında yer alan çevrenin
kasten kirletilmesi suçu, yeni ceza kanunu ile getirilen yeni suç tiplerindendir.
765 sayılı kanunda böyle bir suç tipi bulunmamaktaydı. 181. maddenin birinci
fıkrasında “İlgili kanunlarla belirlenen teknik usullere aykırı olarak ve çevreye
zarar verecek şekilde, atık veya artıkları toprağa, suya veya havaya kasten veren
kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” dendikten sonra üç ve
dördüncü fıkralarda cezanın ağırlatıldığı hallere yer verilmiştir. 181. maddenin 3
ve 4. fıkralarına göre, atıkların ya da artıkların doğada kalıcı özellik gösterdiği
durumlar ile birinci fıkrada yasaklanan fiillerin neslin devamını tehlikeye sokması,
insan ve diğer canlılarda tedavisi güç hastalıklara yol açması gibi durumlar cezayı
ağırlatıcı nedenler olarak kabul edilmiştir.

181. maddenin 1. fıkrasına göre, atık veya artıkların ilgili mevzuat


hükümlerine aykırı biçimde toprağa, suya veya havaya verilmesi ile maddi unsur
gerçekleşmektedir. O halde çevre koruma mevzuatına uygun biçimde atıkların
örneğin temizlenip işlenerek doğaya verilmesi durumunda 181. maddenin 1.
fıkrasında yer alan suçun işlendiğinden bahsedilmesi mümkün olmayacaktır. Öte
yandan birinci fıkrada yasaklanan davranışların çevreye zarar vermeye elverişli
davranışlar olduğu unutulmamalıdır. Tüketilen bir gıda maddesi ambalajının çöp
yerine doğaya atıldığı örneklerin sayısı ne yazık ki fazladır. Bununla birlikte
madde ile yasaklanan fiillerin çevresel zarar yaratmaya elverişli fiiller olduğunu
kabul etmek gerekir.

Çevrenin kasten kirletilmesi, kanunun benimsediği ifadeden de anlaşılacağı


üzere kasıtlı bir suçtur. Fiil suç sayılmakla çevrenin kasten kirletilmesi
cezalandırılmaktadır. Atık veya artıkların toprağa, suya veya havaya bilerek ve
istenerek verilmesi ile kasıt oluşur. Genel kastın varlığı yeterlidir. Ayrıca fail
tarafından çevresel zararın gerçekleşmesi amacıyla hareket edilmesi aranmamıştır.

Düzenleme, doğal çevre bakımından ceza hukukunun müdahalesinin söz konusu


olduğu üçüncü aşamaya karşılık gelmektedir. Kirletme fiillerinin bastırılmasına
yönelik olan üçüncü aşamada ceza müeyyidesinin devreye girdiği görülmektedir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 141


bb. Ülkeye İzinsiz Atık Sokulması Suçu

181. maddenin 2. fıkrasında ise, izinsiz olarak ülkeye atık sokulması


cezalandırılmaktadır. Fıkrada “Atık veya artıkları izinsiz olarak ülkeye sokan kişi,
bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmüne yer verilmiştir.
Bu çerçevede ilgili mevzuat hükümlerine aykırı ve izinsiz biçimde ülkeye atık
sokulmasının cezalandırılması söz konusu olmaktadır. Hükmün ihlal edilmesi ancak
ülkeye izinsiz ve hukuka aykırı biçimde atık sokulmasına bağlıdır. İlgili mevzuat
çerçevesinde ülkeye atık sokulması durumunda bu hükmün uygulanamayacağı
açıktır.

Suçun tamamlanması için atıkların ülkeye izinsiz olarak sokulması yeterlidir.


Ayrıca çevresel bir zararın doğmuş olması gerekli değildir. Ülke deyiminden
devletin kara, hava, deniz ülkesinin bütünü anlaşılmalıdır.

Ülkeye izinsiz atık sokulması suçunun işlenebilmesi için genel kastın varlığı
yeterlidir. Failin başkaca amaçlarla hareket etmesi aranmamıştır. Failin örneğin
ayrıca çevresel zarar yaratmak ya da maddi yarar sağlamak gibi amaçlarla hareket
etmesi aranmamaktadır.

Maddenin düzenlenişi, cezai korumanın, kirletici maddelerin saklanması,


depolanması gibi faaliyetlere ilişkin ilk aşamada devreye girmesini sonuçlamaktadır.

cc. Ağırlatıcı Nedenler

Biraz yukarıda belirtildiği gibi, birinci ve ikinci fıkralarda belirtilen atıkların


üçüncü fıkra uyarınca toprakta, suda, havada kalıcı özellik göstermesi durumunda,
atıkların bu niteliği gereği ceza artırılacaktır.

Yine dördüncü fıkra uyarınca birinci fıkrada belirtilen türde fiillerin, insan ve
hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin
körelmesine, canlıların doğal özelliklerini değiştirmeye elverişli atıkların verilmesi
suretiyle işlenmesi durumunda ceza ağırlatılmaktadır. Burada dikkat edilmesi
gereken nokta bu tür bir zararlı neticenin ortaya çıkmasının gerekli olmadığıdır.
Önemli olan atığın niteliklerinin bu tür bir zararlı neticeyi oluşturmaya elverişli
kabul edilebilmesidir. Yani bu tür bir zararlı netice ortaya çıkmamış olsa dahi,
atığın bu tür bir neticeyi doğurmaya elverişli olduğunun tespit edildiği durumlarda
cezanın artırılması yoluna gidilecektir.

181. maddenin 5. fıkrasında ise, aynı maddenin iki, üç ve dördüncü fıkralarındaki


fiiller bakımından Kanun’un 60. maddesinde düzenlenmiş bulunan tüzel kişilere

142 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunacağı belirtilmektedir. Bu konuya tüzel
kişilerle ile ilgili alt başlıkta değinilecektir.

181. maddenin ilk fıkrasının yürürlük tarihi bakımından ayrı bir düzenleme
yapılmıştır. 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlük ile ilgili 344. maddesi
uyarınca 181. maddenin ilk fıkrası hükmü, kanunu yayım tarihinden itibaren iki
yıl sonra yürürlüğe girecektir.

c. Çevrenin Kirletilmesinden Taksirli Sorumluluk (m. 182)

5237 sayılı kanunun 182. maddesinde çevrenin taksirli biçimde kirletilmesi


ceza müeyyidesine bağlanmaktadır. 765 sayılı TCK’nda bu yönde bir düzenlemeye
yer verilmemişti. 5237 sayılı kanunun 181. maddesinde düzenlenen çevrenin
kirletilmesi suçunun bu sefer taksirli biçimi cezalandırılmış olmaktadır. 182.
maddenin birinci fıkrasında “Çevreye zarar verecek şekilde, atık veya artıkları
toprağa, suya veya havaya verilmesine taksirle neden olan kişi, adli para cezası ile
cezalandırılır” denmek suretiyle sadece çevrenin taksirli olarak kirletilmesinden
bahsedilmiş, bununla birlikte taksirli sorumluluğu tanımlayan herhangi bir
ifadeye yer verilmemiştir. Dolayısıyla 5237 sayılı kanunun 22. maddesi ve taksirli
sorumluluğa ilişkin genel ilkelerden hareketle taksirli sorumluluğun kapsamı ve
unsurları tayin olunacaktır.

Öte yandan aynı fıkra hükmünün son cümlesinde atık veya artıkların
çevreye taksirli olarak verilmesinin ayrıca çevrede kalıcı olumsuz etkiler
bırakması durumunda adli para cezası yerine hürriyeti bağlayıcı ceza verilmesi
öngörülmektedir. 182. maddenin 2. fıkrasında ise bir başka ağırlatıcı neden
öngörülmüştür. 181. maddede olduğu gibi, atık ya da artıkların niteliği dolayısıyla
cezanın ağırlatılması yoluna gidilmektedir. “İnsan ve hayvanlar açısından tedavisi
zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların
veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip
atık veya artıkların” çevreye bırakılması durumunda bir yıldan beş yıla kadar hapis
cezasına hükmedilebileceği belirtilmekle ceza ağırlatılmaktadır.

Çevrenin kirletilmesinde taksirli sorumluluğu kabul eden 182. maddenin ilk


fıkrası, 5237 sayılı kanunun 344. maddesi uyarınca, Kanun’un yayımı tarihinden
itibaren iki yıl içinde yürürlüğe girecektir.

ç. Gürültüye Neden Olma Suçu (m. 183)

Çevreye karşı suçlar arasında yer alan bir başka düzenleme gürültü kirliliği ile
mücadeleye yöneliktir. 5237 sayılı TCK’nun 183. maddesinde “İlgili kanunlarla

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 143


belirlenen yükümlülüklere aykırı olarak, başka bir kimsenin sağlığının zarar
görmesine elverişli bir şekilde gürültüye neden olan kişi, iki aydan iki yıla kadar
hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır” hükmüne yer verilmiştir. Rahatlıkla
görüleceği gibi burada insan sağlığının korunması temel kaygıyı oluşturmaktadır.

Gürültü kirliliğinin cezaen önlenmesi amacına yönelik hükümde ilgili mevzuat


hükümlerine aykırı biçimde kişilerin sağlıklarını bozmaya elverişli yükseklikte
gürültü yayanların cezalandırılması öngörülmektedir.

Suçun maddi unsuru, ilgili gürültü kirliliğini önleyici mevzuat hükümlerine


aykırı biçimde gürültü yayılmasıdır. Bununla birlikte bu hükmün ihlal edildiğinden
bahsedilebilmesi için gürültünün insan sağlığını bozmaya elverişli düzeyde olması
gerekmektedir. Gece evinde yüksek sesle televizyon seyreden bir kimsenin fiilinin
herhalde bu madde kapsamında ele alınması yanlış olacaktır.

Genel kasıtla işlenen bir suçtur. İnsan sağlığını bozmaya elverişli gürültü
yayıldığının bilinmesi ve istenmesi yeterlidir. Failin ayrıca sağlığa zarar verme
amacıyla hareket etmesi gerekli değildir.

Suçun tamamlanması için belli bir kimsenin ya da kimselerin sağlığının zarara


uğraması gerekli değildir. Önemli olan sağlığı bozmaya elverişli düzeyde gürültü
yapılmasıdır. O halde zarar gerçekleşmese dahi cezalandırma mümkündür.

d. İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu (m. 184)

5237 sayılı yeni TCK’nun, yayımı tarihinde yürürlüğe giren 184. maddesi
çevreye karşı suçlar arasında düzenlenmiştir. 765 sayılı kanunda böyle bir suç
tipine yer verilmemişti. Yeni ceza kanununun 184. maddesi bir yenilik olarak
karşımıza çıkmaktadır. Kentsel çevrenin korunması amacına yönelik maddenin
birinci fıkrasında “Yapı ruhsatiyesi almadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapan
veya yaptıran kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmüne
yer verilmiştir2.

184. maddenin 2. fıkrasında imar mevzuatına aykırı biçimde başlatılan inşaat


şantiyelerine elektrik, su ya da telefon bağlantısı yapılmasına izin veren yetkililerin
cezalandırılması yoluna gidilmektedir. Aynı maddenin 3. fıkrasında ise, yapı
kullanma izni alınmamış binalarda herhangi bir sınai faaliyet yürütülmesine izin
veren yetkililer cezalandırılmaktadır. Yeni Türk Ceza Kanunu’nun Adalet Alt
2
TBMM Genel Kurulu’nda madde metnin görüşülürken verilen değişiklik önergesi ile Adalet Alt
Komisyonu metninde iki yıl olarak kabul edilen hapis cezasına ilişkin alt sınır bir yıla indirilmiştir (Bu
konuda bkz. Özgenç, 2004: 288.).

144 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Komisyonu tarafından kabul edilen metninde söz konusu fiiller 186. maddede
düzenlenmişti. O haliyle 186. maddenin 3. fıkrasında ayrıca “Yapı kullanma izni
alınmamış binalara elektrik, su, telefon veya gaz bağlantısı yapan” ya da bunlara
izin veren kişiler de cezalandırılmaktaydı. Genel Kurul tarafından kabul edilen
metinde bu suç tipine yer verilmemiştir3.

4. fıkrada, 184. maddede düzenlenen hükümlerin uygulama sınırlarına yer


verilmektedir. Gerekçe metnine göre, bu maddede düzenlenmiş hükümler, ancak
belediye sınırları içinde ya da organize sanayi bölgeleri gibi özel imar rejimine
tabi bölgeler ile köy sınırları içinde kalsa dahi “sınai ürünlerin üretiminin yapıldığı
tesisler açısından da bu madde hükümleri uygulanabilecektir.”

Maddenin 5. ve sonuncu fıkrasında “Kişinin, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı


olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planına ve ruhsatına uygun hale getirmesi
halinde, bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış
olan kamu davası düşer, mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar”
denmektedir.

Söz konusu maddenin yapı ruhsatı alınmaksızın ya da ruhsata aykırı bina inşa
etmek veya ettirmek suçunu düzenleyen 1. fıkrası ile bir etkin pişmanlık hükmü
olarak nitelenen (Özgenç, 2004: 288) sonuncu fıkrası ele alınmalıdır.

Gerekçede belirtildiğine göre 184. maddenin 1. fıkrasında düzenlenen suç,


yapı ruhsatı alınmaksızın ya da ruhsata aykırı bina inşa etmek veya ettirmek
ile oluşacaktır. Ruhsat olmaksızın ya da ruhsat bulunsa bile imar mevzuatında

3
Bu değişikle ilgili olarak Özgenç şu bilgileri vermektedir: “TBMM Genel Kurulunda madde hakkında
yapılan görüşmeler sırasında (26.9.2004), iktidar Partisine mensup Milletvekilleri tarafından, tekrir-i
müzakere yöntemiyle, söz konusu madde ile ilgili olarak bir değişiklik önergesi verilmiştir. Bu önerge
üzerine, TBMM Adalet Komisyonunda Kabul edilen üçüncü fıkra hükmü, madde metninden çıkarılmıştır...
Kamu hizmet binaları da dahil, ülkemizdeki binaların büyük kısmıyla ilgili olarak
henüz yapı kullanma izni alınmamıştır. Bu durum, söz konusu fıkra hükmünün madde
metninden çıkarılmasında etkili olmuştur. Bu hükmün madde metninde muhafazası, bu
binalarda elektrik, su, telefon veya gaz gibi hizmetlerden yararlanılmasına müsaade eden
herkesin bir anda suçlu konumuna getirecekti.” (Özgenç, 2004: 288, (22) numaralı dipnot)
Genel Kurul’da yapılan değerlendirmeler hiç kuşkusuz tartışmaya açıktır. Kentsel çevrenin korunması
bakımından kaçak binalara hizmet götürülmesinin engellenmesi düşüncesi hiç de yabana atılır bir
değerlendirme değildir. Siyasal kazançlar sağlama olanağı veren ve kaçak binalarda yaşayan seçmenleri
hoşnut etmeye yönelik “hizmet götürülmesi”nin de önüne geçmeye elverişli bir hükmün metinden
çıkarıldığı düşünülmelidir. Birden bire birilerinin suçlu konumuna düşürülmemesi için pekala geçici
hükümler sevkedilebilirdi. Şimdiki haliyle Kanun kaçak şantiyeye hizmet götürülmesini yasaklamış
ancak binalar bakımındandan hiçbir ceza müeyyidesi getirmemiştir. Böyle bir seçimin sadece suç
politikası tercihi ile açıklanması pek de kolay değildir. Yerel siyasetin bu konuda etkili olduğu izlenimi
doğmaktadır.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 145


öngörülen koşul ve usullere aykırı bina inşa etmek ya da ettirmek fiillerinden birinin
gerçekleştirilmesi suçun maddi unsurunun oluşması için yeterlidir.

Suçun kasıtlı bir suç olarak düzenlendiği açıktır. Suçun unsurları fail tarafından
bilinmeli ve istenmelidir. Genel kastın varlığı yeterlidir.

184. maddenin 1. fıkrasında fıkrada “..bina yapan ya da yaptıran..” ifadesi


yer almaktadır. Gerekçede yapan ya da yaptıran deyimlerinden, binayı inşa eden
yüklenici, alt yüklenici (taşeron), usta veya kalfanın yanı sıra inşaatın sahibinin
de anlaşılması gerektiği belirtilmektedir. Yine bu tür inşa faaliyetlerine kontrol ve
denetim hizmeti verenlerin dahi suçun faili olarak kabul edileceği belirtilmektedir.

Madde gerekçesinde bu fiilin faili olabilecekler sayılırken usta ya da kalfaya


da yer verildiği görülmektedir. Ayrıca bir yüklenici, alt yüklenici ve inşaat sahibi
bakımından ceza sorumluluğunun kabulü anlaşılabilirken bunların yanı sıra ve
bunlarla birlikte ayrıca herhangi bir ruhsat araştırması yapmamış ustaların da bu
suçun faili olarak kabul edilmesi kanımızca adil olamayacak kadar ağırdır. Bunlar
ancak böyle bir inşaatı, herhangi bir yüklenici ile ilişki içinde olmaksızın tek
başlarına inşa ettikleri zaman fail olarak kabul edilebilmelidir.

İmar kirliliğine neden olma fiiline topluma karşı suçlar arasında yer verilmiştir.
Kentsel çevre ve yerleşim alanlarının imar hükümlerine uygun gelişmesine ilişkin
toplumsal menfaat korunmaktadır.

Maddenin son fıkrasında ruhsatsız ya da imar mevzuatında yer alan esaslara


aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planı ya da ruhsata uygun
hale getirmesi durumunda bir ve ikinci fıkra hükümlerine göre kamu davası
açılmayacağı, açılmış olan kamu davalarının düşürüleceği, mahkum olunan
cezaların ise tüm sonuçları ile kalkacağı hükme bağlanmaktadır. İmar kirliliğine
neden olma fiillerinin Adalet Alt Komisyonu tarafından hazırlanan metnin 186.
maddesinde yer aldığı daha önce söylenmişti4. O haliyle metinde etkin pişmanlık
hükmüne yer verilmemişti. TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında
böyle bir hükmün madde metnine eklendiği anlaşılmaktadır (Özgenç, 2004: 288).
Bu düzenlemenin af niteliği taşıyıp taşımadığı tartışılmış ve kentsel çevrenin
korunması bakımından zaaf yaratacağı yönünde kaygılar kamuoyuna yansımıştı.
Bu çerçevede af kurumu ile etkin ya da eylemli pişmanlık kurumuna ilişkin
özelliklerin ortaya konması ve bu iki arasındaki farkların belirlenmesi yararlı
olacaktır (Keyman, 1965: XIII). Af siyasi değerlendirmelerin egemen olduğu bir
tasarruf olarak karşımıza çıkmaktadır. “Atıfet muamele”lerine hemen bütün hukuk
4
Bkz. yukarıda imar kirliliğine neden olma suçuna ilişkin genel bilgiler ve (2) numaralı dipnot.

146 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


düzenlerinde yer verilmiştir (Keyman, 1965: XIII). Devletin cezalandırma yetkisini
kullanmaktan ya da cezanın infazından vazgeçmesi olarak da değerlendirilen
(Keyman, 1965: XIII; Toroslu, 2005: 300) af kurumunun lehinde ya da aleyhinde
değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu tartışmaları bir yana bırakarak sadece
konumuz bakımından gerekli olduğu ölçüde af kurumunun ayırdedici özelliklerinin
sıralanması yoluna gidilecektir.
Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 65. maddesinde iki tür af kabul edilmiştir: Genel
ve özel af. Genel af, kanundaki tanıma göre, devam etmekte olan bir kamu
davası varsa bu davanın düşmesi sonucunu doğuran, hükmolunmuş cezaları da
tüm sonuçları ile ortadan kaldıran aftır. O halde kesin hüküm öncesi yürürlüğe
giren genel af kanunu hükmün yerine getirilmesine engel olmakla kalmaz ceza
mahkumiyetinin tüm sonuçlarıyla ortadan kalkmasına yol açar (Toroslu, 2005:
302; Demirbaş, 2005: 612). Genel af ceza mahkumiyetini tüm neticeleriyle
ortadan kaldırdığı için kişinin daha sonra işlediği fiil bakımından diğer koşulların
da varlığı halinde erteleme ehliyeti geri kazanılır. Genel affa uğraması dolayısıyla
mahkumiyet hükmü tekerrüre esas oluşturmaz.
Özel af ise, 65. maddenin 2 ve 3. fıkralarında düzenlenmiştir. İkinci fıkra
hükmüne göre, hapis cezasının infaz kurumunda çektirilmesine son veren ya da
infaz kurumlarında çektirilecek ceza süresini kısaltan veya hapis cezasını para
cezasına çeviren af özel aftır. Üçüncü fıkrada ise, özel affın ceza mahkumiyetinin
sonuçları bakımından etkisi hükme bağlanmıştır. Buna göre özel af, cezaya bağlı
olan ya da hükümde belirtilen hak yoksunluklarına engel oluşturmayacaktır
(Toroslu, 2005: 198).
Etkin ya da eylemli pişmanlık kurumuna gelince. Bilindiği gibi, suçun
tamamlanmasından sonra bu suçun zararlı ya da tehlikeli etkilerini ortadan
kaldırmak amacıyla gerçekleştirilen davranışlar etkin pişmanlık olarak
değerlendirilmektedir. Bu yönüyle etkin pişmanlık, Yeni Türk Ceza Kanununun 36.
maddesinde de tanımlanan ve suçun tamamlanması ya da neticenin gerçekleşmesini
önlemek amacıyla icra hareketlerinden vazgeçilmesini ifade eden gönüllü
vazgeçmeden ayrılır (Toroslu, 2005: 198). Suçun tamamlanmasının ardından
gerçekleştirilen ve etkin pişmanlık olarak değerlendirilebilecek olan davranışlar
yeni kanunda kimi zaman cezayı azaltan kimi zaman ise, cezayı tamamen ortadan
kaldıran hüküm ve sonuçlar doğurmaktadır. Bu çerçevede, 5237 sayılı TCK’nun
184. maddesinde düzenlenen imar kirliliğine neden olma suçu bakımından kabul
edilen etkin pişmanlık ipotezlerinde cezanın, tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan
kaldırılması yoluna gidilmektedir. Kanunkoyucu, etkin pişmanlık düzenlemesine
yer verdiği 110 ve 293. maddelerde sadece ceza indirimini kabul ederken, 274.
maddenin 1. fıkrasında ve 316. maddenin 2. fıkrasında hiç ceza verilmemesi yoluna

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 147


gitmiştir (Toroslu, 2005: 198). Hiç ceza verilmemesi yolu açılan 274. maddenin
1. “..cezaya hükmolunmaz” denmekle yetinilmiştir. 316. maddenin 2. fıkrasında
ise, sadece “..ceza verilmez” ifadesi tercih edilmiştir. Buna karşılık 184. maddenin
son fıkrasında etkin pişmanlık kurumunun sınırlarının dışına taşıp taşmadığı
sorgulanabilecek bir biçimde “..mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan
kalkar” hükmüne yer verilmiştir.

Maddenin son fıkrasında yer alan hükmü af olarak nitelendirmeyenler,


ceza kanunlarının zaman itibariyle uygulanmasına ilişkin esaslardan hareket
etmektedirler. Buna göre, imar kirliliğine neden olma suçunu düzenleyen 184.
madde hükümlerinin yürürlüğe gireceği tarihten sonra işlenecek fiillere uygulanacak
olması karşısında son fıkradaki düzenlemenin af olarak nitelendirilmesi mümkün
değildir. Af kanunları, bu kanunların yürürlüğünden önce işlenmiş bulunan
fiillere uygulanabilecektir. Buna karşılık, imar kirliliğine neden olma suçuna
ilişkin hükümlerin ancak bu maddenin yürürlük tarihinden sonra işlenen fiillere
uygulanabilmesi dolayısıyla bu tarihe kadar işlenmiş fiillerden ötürü cezalandırma
yoluna zaten gidilemeyecektir (Özgenç, 2004: 289). Aksi taktirde ceza kanunlarının
geçmişe uygulanması ve anayasal güvence altında bulunan suç ve cezalarda
kanunilik ilkesinin ihlali söz konusu olacaktır.
Ceza kanunlarının zaman itibariyle uygulanması ile ilgili söylenenlere
katılmakla birlikte, maddenin son fıkrasında yer verilen etkin pişmanlık
düzenlemesinin hüküm ve sonuçlarının genel affın hüküm ve sonuçlarına eş etkiler
doğurduğu belirtilmelidir. “Kişinin, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı
veya yaptırdığı binayı imar planına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde,
bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu
davası düşer, mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar” denmekle
genel affın hüküm ve sonuçlarından farksız bir düzenleme yapılmış olmaktadır.
Nihayet belirtilmesi gereken önemli bir nokta da 184. maddenin yürürlüğe giriş
tarihine ilişkindir. 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlük konusunu
düzenleyen 344. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde 184. maddenin bu
kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe gireceğine hükmedilmiştir. Anımsanacağı
gibi, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu 12 Ekim 2004 tarih ve 25611 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlanmıştır.

4. 5237 Sayılı Kanun ve Çevrenin Kasten Kirletilmesi Suçlarında


Tüzel Kişiliğin Hukuksal Konumu

5237 sayılı Kanun’un 181. maddesinin iki üç ve dördüncü fıkralarında


düzenlenen fiiller bakımından güvenlik tedbirine yer verildiği görülmektedir.

148 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Kanun’un tüzel kişiler bakımından temel felsefesi ve 181. madde ile ilgili uygulama
olasılıklarına aşağıda değinilecektir.

a. Genel Olarak

Karşılaştırmalı hukukta tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun kabulü konusunda


giderek güçlenmiş bir eğilim olduğu yukarıda çeşitli kereler dile getirildi5. Hatta
tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun katı biçimde reddedildiği düzenlerde dahi bu
konuların tartışıldığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Alman Düzene Aykırılıklar
Kanunu’nda ticaret şirketi yönetici ya da temsilcisinin işlediği suçtan ötürü bu
kişiye yönelik olarak verilen müsadere kararının şirkete doğru genişletilebileceğinin
düzenlendiği dile getirilmektedir (Ünver, Nuhoğlu, 1999: 19; Şen, 1994: 136, 137).

Nihayet uluslararası toplantılarda, uluslararası örgütlerin metin ve kararlarında


çevrenin korunması bakımından tüzel kişilerin durumuna dikkat çekilmiştir (Bu
konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Turgut, 2001: 627 vd.; Şen, 1994: 137).

Türk hukukunda tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun genel bir ilke altında kabul
edilmemiş olmasına karşın 765 sayılı TCK’nun 220. maddesinin yanı sıra Türk
Parasının Kıymetini Koruma Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu gibi çeşitli özel
kanunlarda tüzel kişilerin ceza müeyyidelerinin muhatabı olarak kabul edildiği
görülmektedir.

5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nda ceza sorumluluğunun şahsiliği


ilkesinden hareketle tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun kabul edilmediği
görülmektedir. Kanun’un 20. maddesinin birinci fıkrasında ceza sorumluluğunun
şahsiliği ilkesine yer verildikten sonra ikinci fıkrada tüzel kişilere ceza müeyyidesi
uygulanamayacağı, ancak Kanunda öngörülen fiiller bakımından güvenlik
tedbirlerine başvurulabileceği hükme bağlanmaktadır6. Yeni Türk Ceza Kanunu’na
ilişkin tasarı metni hükümet tarafından Meclis’e sunulduğu biçimiyle tüzel kişilerin
ceza sorumluluğunu belli hallerde kabul etmişti. Alt komisyonda bu düzenlemelerin
çıkarıldığı ve tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun benimsenmediği görülmektedir.
Türk hukukunda son durum bu olmakla birlikte tüzel kişilerin ceza sorumluluğu
konusu çevre sorunlarının yanı sıra yolsuzlukla mücadele bakımından da hep
gündemde olmuştur. Uluslararası örgütler bünyesinde hazırlanan sözleşmelerin

5
Bkz. Yukarıda “1. Çevrenin Korunmasında Ceza Hukukunun İşlevi” başlığı altındaki açıklamalar.
6
Bu yazının asıl konusu tüzel kişilerin ceza sorumluluğuna ilişkin tartışmaların aktarılması olmamakla
birlikte Anayasa Mahkemesi’nin 16.06.1964 tarihli kararında tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun şahsi
sorumluluk ilkesi ile çatışmadığı yolunda karar verdiğinin anımsanmasında yarar vardır.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 149


yanı sıra yine bu örgütlerin ilgili organları tarafından saptanan ilkelerde de tüzel
kişilere dikkat çekilmiştir.

Bu çerçevede OECD bünyesinde hazırlanan Uluslararası Ticari İşlemlerde


Yabancı Kamu Görevlilerine Verilen Rüşvetin Önlenmesi Sözleşmesi’nin
öngördüğü yükümlülüklerin yerine getirilmesi amacıyla 4782 sayılı kanun
ile TCK’nun 4, 211, 213 ve 220. maddelerinde ve 4208 sayılı Karaparanin
Aklanmasının Önlenmesi Kanunu’nda gerekli değişiklikler yapılmıştır. 4782 sayılı
Ulusalararası Ticari İşlemlerde Yabancı Kamu Görevlilerine Rüşvet Verilmesinin
Önlenmesi İçin Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile yapılan bu
değişiklikler sonucunda yabancı kamu görevlilerine rüşvet verilmesi suç sayılmış,
rüşvet suçları bakımından tüzel kişilerin ceza sorumluluğu da kabul edilmiştir.

Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Konseyi Yolsuzlukla Mücadeleye Dair Ceza


Hukuku Sözleşmesi’nde7 belirlenen yükümlülükler arasında tüzel kişilerin ceza
sorumluluğunun kabulü ve bu yönde düzenlemeler yapılması da yer almaktadır.

Sözleşme’de yer verilen bu yükümlülükler dolayısıyla hazırlanan Yolsuzlukla


Mücadele Kanunu Tasarısı’nın üçüncü maddesinde özel hukuk tüzel kişilerinin
cezai sorumluluğuna yer verilmişti. Kanun kapsamına giren suçlar bakımından,
ancak söz konusu fiillerin, tüzel kişiliği temsile, tüzel kişilik adına karar almaya
ya da denetim yetkisini icra etmeye yetkili kişiler tarafından ve tüzel kişilik
yararına işlendiği taktirde tüzel kişinin de cezaen sorumlu tutulması hükme
bağlanmaktayadı.
Taraf olunan bir uluslararası sözleşme ile tüzel kişilerin ceza sorumluluğunu
kabul yükümlülüğü altına girildikten sonra bu tür bir düzenlemenin yapılmasının
çeşitli gerekçeleri olabilir. Ancak Türkiye’nin uluslararası taahhütleri bakımından
bu düzenlemenin, hem de Sözleşme’nin uygun bulunmasından sonra yapılmasının
sıkıntılar yaratmayacağını söylemek mümkün değildir.

b. 5237 Sayılı TCK’nun 181. Maddesi ve Tüzel Kişilik


Daha önce de belirtildiği gibi 5237 sayılı TCK’nun çevrenin kasten kirletilmesi
fiillerini düzenleyen 181. maddesinde çevreye karşı suçlar bakımından tüzel kişileri
ilgilendiren bir düzenleme bulunmaktadır.

5237 sayılı kanunun 20. maddesinin 1. fıkrasında “Ceza sorumluluğu şahsidir.


Kimse başkasının fiilinden dolayı sorumlu tutulamaz” dendikten sonra 2. fıkrada
7
(Strazburg, 27.01.1999) Türkiye 27.09.2001 tarihinde imzalamış, 5065 sayı ve 14.01.2004 tarihli kanun
ile kabul etmiştir.

150 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


“Tüzel kişiler hakkında ceza yaptırımı uygulanamaz. Ancak, suç dolayısıyla
kanunda öngörülen güvenlik tedbiri niteliğindeki yaptırımlar saklıdır” hükmüne
yer verilmiştir. Öte yandan bu güvenlik tedbirleri ancak kanunda açıkça öngörülen
durumlarda tüzel kişilere uygulanabilecektir (m. 60/f. 4). 5237 sayılı kanunun 60.
maddesi uyarınca tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirleri izin iptali ve müsadere ile
sınırlıdır. 60. maddenin ilk fıkrasında iznin iptali tedbirinin uygulanabilmesi bazı
koşullara bağlanmıştır. Öncelikle tüzel kişiye kamu kurumunca verilmiş faaliyet
izni bulunmalıdır. Sonra tüzel kişinin organ ya da temsilcisinin iştiraki ile tüzel kişi
yararına kasıtlı bir suç işlenmiş olmalıdır. Nihayet bu suç kamu kurumunun verdiği
iznin kötüye kullanılması suretiyle işlenmelidir. “özel hukuk tüzel kişisinin organ
veya temsilcilerinin iştirakiyle ve bu iznin verdiği yetkinin kötüye kullanılması
suretiyle tüzel kişi yararına işlenen kasıtlı suç” ifadesinin başka türlü anlaşılması
mümkün değildir.
O halde iznin iptali tedbirinin uygulanabilmesi için sadece tüzel kişiye hukuka
aykırı menfaat sağlanması yeterli değildir. Ayrıca bunun, iznin kötüye kullanılması
suretiyle sağlanması gerekir. 60. maddenin gerekçesinde işlenen suçla verilen
iznin kullanılması arasında nedensellik bağı bulunması gerektiği belirtilerek,
uyuşturucu parasının peçelenmesi için döviz bürosu işletilmesi örnek olarak
verilmektedir. Halbuki 60. maddenin 1. fıkrasında tüzel kişi lehine işlenen suçtan
bahsedilmektedir. Örnekte ise tüzel kişi lehine işlenen bir fiil yoktur, tüzel kişi
paravan kılınarak işlenen bir suç vardır.
Gerçekten de “60. maddenin ilk fıkrasındaki “iznin kötüye kullanılması
suretiyle” ifadesi sıkıntı yaratmaya elverişlidir.
Öte yandan iznin kötüye kullanılması koşulu bir faaliyetin icrası için resmi
makamlarca verilecek izne gereksinimi olmayan tüzel kişiler yararına işlenen
suçlarla mücadelede de zaaf yaratacaktır.
5237 sayılı kanunun 181. maddesinin 5. fıkrasında, aynı maddenin iki ilâ
dördüncü fıkralarında yer alan fiiller bakımından tüzel kişilere özgü güvenlik
tedbirlerine hükmedileceği öngörülmüştür. İkinci fıkrada atıkların izinsiz
olarak ülkeye sokulması fiillerinin cezalandırılması, üçüncü fıkrada atık ya da
artıkların suda, havada kalıcı özellik göstermesi, dördüncü fıkrada ise, çevrenin
kasten kirletilmesi fiillerinin insan ve hayvan nesli bakımından vahim sonuçlar
yaratmaya elverişli olduğu durumların cezalandırıldığı yukarıda belirtilmişti.
İşte bu fıkralardaki fiiller bakımından tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirlerine de
başvurulabileceği anlaşılmaktadır.

Tüzel kişilere güvenlik tedbiri uygulanması konusu 181. maddenin ikinci

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 151


fıkrasında yer alan ülkeye izinsiz atık sokulması fiili ile bu fiilin nitelikli halleri
bakımından ayrı, çevrenin kasten kirletilmesi suçunun nitelikli halleri bakımından
ayrı değerlendirilmelidir.

İlk olarak çevrenin kasten kirletilmesi suçunun nitelikli biçimde işlendiği


hallerde tüzel kişiye güvenlik tedbiri uygulanması ipotezleri ele alınacaktır. Bir
tüzel kişinin çevre mevzuatına aykırı biçimde atıklarını örneğin denize vermesi ve
bu atıkların kalıcı özellik göstermesi durumunda 60. maddede belirtilen güvenlik
tedbirlerinin uygulanması sorunu gündeme gelebilecektir. Tedbir uygulamasının
söz konusu olabilmesi için 60. maddede belirtilen iznin kötüye kullanılması
koşulunun gerçekleşmesi zorunludur. Bir iznin kötüye kullanılması, bu iznin
veriliş amacı dışında kalan amaçlar için kullanılmasıdır. Bu fıkra ile ancak
çevreye atık verilmesinin paravanı olarak kurulacak ve ancak kamu kurumunun
verdiği izne dayalı olarak faaliyette bulunan özel hukuk tüzel kişilerine tedbir
uygulanması mümkün olabilecektir. Zira iznin kötüye kullanılması koşulu başka
türlü gerçekleşmeyecektir. Öte yandan bunun dışında kalan ipotezlerde müsadereye
konu herhangi bir değer de bulunmadığından bu tedbirin de uygulanması yolu
kapalı olacaktır.

Atıkların ülkeye izinsiz olarak sokulduğu durumlarda güvenlik tedbiri


uygulanması daha kolay görünmektedir. Buna göre 181. maddenin 2. fıkrasındaki
tanıma uygun olarak bir tüzel kişi tarafından ülkeye izinsiz olara atık sokulan ve
bundan bir menfaat sağlanan hallerde 60. maddede yer alan tedbirlerin uygulanması
yolu açıktır.

Yeni ceza kanununda tüzel kişilerin ceza sorumluluğu kabul edilmediğine


göre, hiç değilse güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını sağlamak bakımından bu
konudaki düzenlemelerin gözden geçirilmesi zorunludur.

5. Ceza Müeyyideleri ile İdari Yaptırımların Birlikte Uygulanması


Sorunu
Kamu düzenini korumak, topluluk halinde yaşamın huzurlu ve güvenli biçimde
devamını sağlamak amacıyla idarenin yürüttüğü faaliyetler kolluk faaliyetleri
olarak adlandırılmaktadır. İdarenin kolluk işlemlerine uyulması ise, adli cezaların
yanı sıra idari yaptırımlarla karşılanabilir (Günday, 1997: 191).

Anayasa Mahkemesi idari yaptırımları “idarenin, bir yargı kararına gerek


olmaksızın yasaların açıkça verdiği bir yetkiye dayanarak İdare Hukukuna
özgü yöntemlerle, doğrudan doğruya bir işlemi ile uyguladığı yaptırımlarla,
verdiği cezalar” olarak tanımlamıştır (23.10.1996, E. 1996/48-K. 1996/41 Bkz.
Gözübüyük, Tan, 2004: 707). Anayasa Mahkemesi başka bir kararında, idari para

152 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


cezaları için “toplumsal düzene aykırılık oluşturan eylemler nedeni ile yasanın
açıkça izin verdiği durumlarda idarenin yargı organına başvurmadan kendisinin
bizzat uyguladığı ve bir miktar paranın alınması biçiminde gerçekleştirilen mali
nitelikli yaptırımlar” tanımına yer vermiştir (23.10.1996, E. 1996/48-K.1996/41-
Bkz. Gözübüyük, Tan, 2004: 708).

5237 sayılı TCK’nun çevrenin korunması ile ilgili hükümlerinin yürürlüğe


girmesiyle birlikte, kimi fiiller bakımından hem bu kanunda öngörülen ceza
müeyyidesi ya da müeyyideleri hem de ilgili özel kanunlardan kaynaklanan
idari yaptırımların uygulanması söz konusu olabilecektir. Hukukumuzda, idari
yaptırımların ceza müeyyidesi ile birlikte uygulanmasına engel oluşturan bir
düzenleme bulunmamaktadır. Tam aksine birlikte uygulamayı güvence altına
alacak kanuni düzenlemeler bulunmaktadır. Çevre Kanunu’nun 27. maddesinde
“Bu kanunda yazılı fiiller hakkında verilecek idari nitelikteki cezalar, bu fiiller
için diğer kanunlarda yazılı cezaların uygulanmasına engel olmaz” hükmüne yer
verilmiştir. Bununla birlikte özel kanunlarda yer verilen idari para cezalarının
yüksek meblağlara karşılık gelen adli para cezaları ile birlikte uygulanması
olasılığı gerçekleşirse, devlet hazinesine çok yüklü bir miktarın ödenmesi gündeme
gelebilecektir. İmar Kanunu uygulaması bakımından da benzer olasılıklar dikkate
alınmalıdır.

Çevrenin korunması bakımından ceza hukukunun müdahalesi gerekli


görülmekle birlikte, cezai düzenlemelerin hukuk düzenleri bakımından çeşitli
sıkıntılara yol açtığı da tespit edilegelmiştir. Bu çerçevede özellikle aynı fiillerle
ilgil olarak hem idari hem de cezai müeyyidelerin öngörüldüğü durumlarda
gerek yetkili makamların ilişkileri gerekse aynı türdeki müeyyidelere birden çok
başvurulması dolayısıyla sıkıntılar doğduğu, para cezalarının çok ağırlaştığı dile
getirilmiştir (Alvazzi del Frate, Norberry, 1993: 11).

Konu, aslında idari yaptırımların belirlenmesi ve uygulanmasında dikkate


alınması gereken temel ilkelerin saptanmasına ilişkindir. Bu çerçevede Fransa’nın
da dahil olduğu çeşitli ülkelerde idari yaptırımların belirlenmesi ve uygulanmasında
temel ceza hukuku ve ceza muhakemesi hukuku ilkelerine uyulması gerektiği kabul
edilmektedir (Gözübüyük, Tan, 2004: 713; Moderne, 1997: 10 vd.; Ribs, 2000:
2; bu yöndeki Anayasa Konseyi Kararı bakımından ayrıca Brisson, 1999: 848).
Fransa’da, idari yaptırımların kanuniliği, geçmişe uygulanmazlık ve orantılılık
ilk bakışta dikkat çeken temel ilkelerdir (Gözübüyük, Tan, 2004: 714; Moderne,
1997: 10; Ribs, 2000: 2; Brisson, 1999: 854). İdari yaptırım içeren kanunların
biribirini izlemesi durumunda sonraki lehe kanunun geçmişe uygulanması da
kabul edilmektedir (Moderne, 1997: 12; Ribs, 2000: 2). Ne bis in idem kuralı ile
ilişkili olarak aynı fiil dolayısıyla hem idari para cezası hem de adli para cezası

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 153


uygulanamayacağı ilkesi Fransız Anayasa Konseyi’nin bu yönde karar verdiği
1996 yılından beri etkisini sürdürmektedir (Moderne, 1997: 15; ilke bakımından
Ribs, 2000: 2; Pauliat, 1998: 141, 142). Karara göre, temel hak ve özgürlükleri
güvence altına almaya yönelik anayasal hükümler, idari para cezaları ile akçalı
ceza hukuku müeyyidelerinin aynı fiil dolayısıyla bir arada uygulanmasına engel
teşkil etmektedir. Bu değerlendirme Fransız Danıştayı’nın aynı yöndeki kararları
ile pekişmiştir. Eğilimin, bu iki para cezasının birlikte uygulanamayacağı yolundaki
ilkenin (non cumul) anayasal bir ilke olarak kabul edilmesi yönünde olduğu
anlaşılmaktadır (Moderne, 1997: 15, 16).

İspanya’da 30/1992 sayılı kanun ile ceza müeyyidesi tayin olunan bir fiil
için ayrıca idari yaptırımlara da karar verilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Ceza
müeeyidelerine, idari müeyyidelere göre üstünlük tanınmaktadır (Aguilera Vaqués/
Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 427).

Aynı fiillere yönelik idari para cezaları ile adli para cezalarının mevcudiyeti
konusunda yetkili organların belirlenmesi bakımından çeşitli örneklere bakılabilir.
Avusturya’da çevre hukuku hükümlerinin ihlali durumunda mahkemeler ya da idari
merciler “ceza karar”’ları verebilmektedir (Weber/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere,
2002: 30; Moderne, 1997: 5) Bu noktada Avusturya idari mevzuatının ceza
hukuku ile “yakınlaşma” içinde olduğu belirtilmiştir (Moderne, 1997: 5). Sadece
ağır müeyyideler söz konusu olduğunda müeyyide tayin yetkisi mahkemelerin
tekelindedir. İdari merciler tarafından müeyyide tayin olunan hallerde ayrıca
mahkemelerin bu yönde bir hüküm tesis etmesine gerek kalmamakla birlikte
idarenin bu tür kararlarına karşı başvuru ve yargısal denetim yollları bulunmaktadır
(Weber/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere, 2002: 30). Hollanda’da 2000’lerin
başında yeni bir uygulamanın denenmeye başlandığı görülmektedir. Kimi çevre
suçlarında idari mercilere ve özellikle belediyelere, fail ile uzlaşmaya gitmek
yetkisi tanınmıştır. Hollanda ceza muhakemesinde esasen ceza davası açılmasının
önüne geçmek amacıyla savcılık makamına tanınan bu yetki deneme amaçlı olarak
bazı çevre suçları için söz konusu idari mercilere verilmiş olmaktadır. Öğretide bu
uygulamanın, ceza yargılamasının sağladığı güvenceleri zaafa uğratacağı yolunda
kaygılar dile getirilmiştir (Seerden, Heldeweg/ Seerden, Heldeweg, Deketelaere,
2002: 392).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin âdil


yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinin idari yaptırımların tayini bakımından
da uygulama alanı bulduğu görüşündedir. (Gözübüyük, Tan, 2004: 713; Delvolvé,
2001: 18 vd.; Brisson, 1999: 847 vd.; Ribs, 2000: 5). İnsan Hakları Mahkemesi,
eski düzenlemeye göre İnsan Hakları Divanı, Sözleşme’nin 6. maddesindeki suç
ithamı kavramını, Sözleşme’deki diğer kavramlarda olduğu gibi (Gölcüklü, 1994:

154 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


203) ulusal değerlendirmeler ve nitelemelerden otonom biçimde tanımlamış, idari
ihlaller bakımından da 6. maddenin uygulanabileceğini hükme bağlamıştır (Costa,
2004: 31) Danıştay da adil yargılanma hakkının gözetilmesini aramaktadır8.

Türk hukukunda idari yaptırımların kanuniliği bakımından temel bir sorun


bulunmamakla birlikte dari para cezaları ile adli para cezalarının bir arada
uygulanmaları konusunda bir kaygı duyulmadığı görülmektedir. Bununla birlikte
ceza muhakemesinin temel bir ilkesi olan ne bis in idem kuralının idari para
cezaları bakımından da dikkate alınması konusu er ya da geç gündeme oturacaktır.
Bu çerçevede ceza hukuku ve ceza muhakemesi hukukundan kaynaklanan temel
güvencelerin idari yaptırımların belirlenmesi ve uygulanmasında da dikkate
alınması gerekecektir.
Sonuç
Ceza kanunlarında doğrudan çevrenin korunması amacına yönelik özel suç
tiplerine yer veren ülkeler arasına Türkiye Cumhuriyeti de katılmıştır. Öte yandan
ceza kanunlarının yer itibariyle uygulanması bakımından tamamlayıcı özellikteki
evrensellik ilkesinin kapsamına çevrenin kasten kirletilmesi fiilleri de dahil edilerek
bu konuda uluslararası toplumun duyarlılıklarına uygun bir düzenleme yapılmıştır.

Yeni Türk Ceza Kanunu’nda özellikle doğal çevrenin korunması amacına yönelik
olarak düzenlenen suç tanımları esasen kirletme fiillerini bastırmaya yöneliktir.
Bu yönüyle, cezai korumanın söz konusu olabildiği üç aşamadan sonuncusu olan
kirletme fiillerinin bastırılmasının öngörüldüğü düzeyde ceza hukuku müdahale
edecektir. Bununla birlikte 181. maddenin 2. fıkrasında kirletici maddelerin izinsiz
ülkeye sokulmasını cezalandıran hükmün kirletici maddelerin depolanması ya da
saklanması gibi faaliyetlerin izlendiği ilk aşamaya ilişkin olduğu düşünülebilir.
Çevre Kanunu’nun 26. maddesinde yer verilmiş olan ceza müeyyideleri ise, esasen
idari tedbir kurallarının ihlalini oluşturan fiillerin cezalandırılmasına yöneliktir.

Tüzel kişilere ilişkin düzenlemelerin ise, karşılaştırmalı çalışmaların işaret


ettiği genel eğilimlere uygun olduğunu söylemek güçtür. Mevcut haliyle güvenlik
tedbiri uygulaması öngörülen hükümlerin de elden geçirilmesi ayrıca güvenlik
tedbiri türlerinin artırılması zorunludur.

Çevresel varlıkların korunması, kuşaklararası ve zaman boyutunda bir dayanışma


anlayışı çerçevesinde düşünülmektedir. Henüz doğmamış olanların dahi çevre
8
İdarenin yaptırım uygulamasından önce sanığın isnadı öğrenme hakkının gereği yerine getirilerek
savunma yapmasına fırsat verilmesi gerektiği, aksi taktirde adil yargılanma hakkının ihlal edileceği
yolunda 1997 yılında verdiği karar için bkz. Gözübüyük, Tan, 2004: 717.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 155


üzerinde menfaati vardır. Bu çerçevede ceza hukukunun çevrenin korunmasındaki
rolü son derece önemlidir. Ceza müeyyidesine başvurulması bakımından çağdaş
düzenlerde kabul gören orantılılık ve cezanın son seçenek olması gibi temel
ölçütler dikkate alınarak ceza hukukunun korumasından yararlanılmalıdır. Öte
yandan çevrenin ceza müeyyidesi sevkedilerek korunmasında ceza hukuku ve
ceza muhakemesi hukukunun güvence sağlayan temel ilkeleri gözetilmeli, çevre
suçları ile mücadele sırasında da temel hak ve özgürlüklerle ilgili genel esaslara
gereken saygı gösterilmelidir.

KAYNAKÇA
Alvazzi del Frate, Anna; Jennifer Norbery (1993), Environmental Crime,
Sanctioning Strategies and Sustainable Development, United Nations Interregional Crime and Justice
Research Institute-Australian Institute of Criminology, Rome/Canberra.
Bayraktar, Köksal (1981), “Çevrenin Korunması ve Türk Hukuku”, Seha L. Meray’a Armağan, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, ss. 68-78, Ankara.
Brisson, Jean-François (1999), “Les pouvoirs de sanction des autorités de régulation et l’article 6/1 de la
Convention européenne des droits de l’homme”, AJDA, 20 Novembre 1999, ss. 846-860.
Costa, Jean-Paul (2001), “Le point de vue de la Cour Européenne des Droits de L’Homme”,
LPA, 17 Septembre 2001, ss. 29-33.
Delvolvé, Pierre (2001), “Le pouvoir de sanction et le controle du juge”, LPA, No. 185, ss. 18-28.
Deketelaere, Kurt; Michael G. Faure (1999), “Environmental Law in Belgium”, Environmental Law in
Europe, (ed. N.S.J. Koeman), Kluwer, ss. 65-114, London.
Gölcüklü, Feyyaz (1994), “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde “Adil Yargılama””, Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, C. 49. No. 1-2, Prof. Dr. İlhan Öztrak’ Armağan. ss. 199-234, Ankara.
Gözübüyük, Şeref; Turgut Tan (2004), İdare Hukuku. C. 1. Genel Esaslar, Güncelleştirilmiş 3. b.,
Turhan Kitabevi, Ankara.
Günday, Metin (1997), İdare Hukuku, Gözden geçirilmiş ve genişletilmiş 2. b., İmaj, Ankara.
Keyman, Selahattin (1965), Türk Hukukunda Af, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara.
Mantovani, Ferrando (2001), Diritto Penale. Parte Generale, 4. ed., CEDAM, Padova.
Moderne, Franck (1997), “Le pouvoir de sanction administrative au confluent du droit interne et des droits
européens”, RFDA, 13(1), janv.-févr. 1997, ss. 1-43.
Morrison, Fred L. (2000), “Changing Approaches to Environmental Law”, International, Regional and
National Environmental Law, (ed. Fred L.
Morrison, Rüdiger Wolfrum), Kluwer, ss. 803-819, The Hague.
Özgenç, İzzet (2004), Gerekçeli Türk Ceza Kanunu, Seçkin, Ankara.

156 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Öztürel, Önder (2004), “Tasarıdaki Çevreye ilişkin Düzenleme Hakkında”, Türk Ceza
Kanunu Tasarısı. Türk Ceza Hukuku Derneği Toplantısı. Kurumsal Raporlar-Toplantılara Sunulan
Raporlar-Bilimsel Raporlar, İstanbul Barosu-Galatasaray Üniversitesi ortak yayını, ss. 107-113,
İstanbul.
Pauliat, Hélène (1998), “Le pouvoir de sanction des autorités administratives indépendantes”, Bağımsız
İdari Otoriteler, Alkım Yayınları, ss. 135-144, İstanbul.
René J.G.H. Seerden, Michel Heldeweg, Kurt R. Deketelaere (Eds.) (2002), Public Environmental Law
in the European Union and the United States. A Comparative Analysis, ss. 517-581, The Hague.
Ribs, Jacques (2000), “L’actualité des sanctions administratives infligées par les autorités administratives
indépendantes”, Gazette du Palais, 28-29 juillet 2000.
Saleilles, Raymond (1927), Individualisation de la Peine, Félix Alcan, Paris.
Şen, Ersan (1994), Çevre Ceza Hukuku. (Ceza Hukuku Açısından Sağlıklı ve Düzenli Bir Çevrede
Yaşama Hakkı), Kazancı Hukuk Yayınları, İstanbul.
Toroslu, Nevzat (2005), Ceza Hukuku, Savaş Yayınevi, Ankara.
Toroslu, Nevzat (1982), Ceza Hukuku ve Çevre, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını, Ankara.
Turgut, Nükhet (2001), Çevre Hukuku, Yenilenmiş ikinci bası, Savaş Yayınevi, Ankara.
Ünver, Yener; Ayşe Nuhoğlu (1999), Federal Almanya Çevre Ceza Hukuku, Beta Yayınevi, İstanbul.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 157


158 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246
Ankara’ya Bakmak;
Doğu Kenti ve Batı Kenti Kavramları Çerçevesinden
Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme Denemesi*

Düşünsel DİKER,** Eren TOPRAK***

“Ankara bir düşler kentidir. Kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil:
insan Ankara’da düş kurmadan yaşayamaz da ondan. Ya yönetimle ilgili bir düşünüz olmalı, ya
mutlulukla ilgili, ya iyi insanlıkla ilgili bir düşünüz olmalı ya da iyi sanatçılıkla ilgili.
Düşlersiz yaşanamaz Ankara’da: çünkü ufuklar sınırlıdır dağlarla, geniş bir ufuk düşümüz
yoksa: çünkü dereler sığdır ve “denetim altındadır”, göğsümüzde yüreğimiz bir çağlayana kaynak
oluşturmuyorsa. Çünkü kale terkedilmiş gözükür uzaktan, içimizde taht kuran / hüküm süren
astığı astık / kestiği kestik, ama sırasında kendisini de kesen bir yönetim yoksa. Çünkü ilişkiler
köhnemiş, “memurin” ve hesaplıdır, yaptığınız her şeyi karşılıksız yapmıyorsanız.
Onun için de Ankara bir düşler yatağıdır, onun çorak bir ülke, tozlu bir kent, kısır bir yaşam
ve çeşnisiz bir toprak olduğu bir yana bırakılırsa…”

Ali Cengizkan1

Giriş; Kavramlar ve Yöntem


Herhangi bir kent üzerine sosyal bilimler referanslı bir bakış açısının elde
edeceği sonuçlar, bakan öznenin bulunduğu konuma ve zaman dilimine göre
farklılık gösterecektir. Onun için özellikle günümüzde yapılacak bir analizin,
kentin bugün ne anlam ifade ettiği üzerine gerek tarihsel, gerekse yapısal

* Yazarlar, çalışmanın ilk halini okuyup hata payının azalmasına katkıda bulunan, Prof. Dr. Can
Hamamcı’ya teşekkür ederler.
** A.Ü. SBE, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (Kent ve Çevre Bilimleri), yüksek lisans öğrencisi.
*** A.Ü. SBE, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (Siyaset Bilimi), yüksek lisans öğrencisi.
1
Bkz. (Atabaş - Cengizkan 1998; 198).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 159


anlamda karşılaştırmalı bir bakış açısı sergileme şansı bulunmaktadır. Tarihsel
sürekliliğin sonucunda varılan noktada incelenen nesnenin ne anlam ifade ettiği
o konjonktürdeki yapı üzerinden değerlendirilebilir. Bu çalışmada da tarihsel
gelişimi göz ardı etmeyen yapısal bir bakış açısıyla Ankara kenti incelendiğinde
karşılaşılabilecek olan görünümler ifade edilmeye çalışılacaktır. Türkiye’de
modernliğin tarihinin bu kentle varolan koşutluğunun bir düzlem teşkil edeceği
çalışmada, kentin modernliğin örgütlü yüzünün çözülmeye başlaması ile birlikte
çelişik bir ifade arz ettiği ve dolayısıyla bu durumun “net olmayan” bir niteliği
anlamlandırdığı iddia edilecektir. Bunun için çelişkiyi anlamlandıracak iki kanat
olarak doğu ve batı kavram çifti kullanılacaktır. Özellikle Türkiye’de modernliğin
çeşitli ikili karşıtlıklar üzerinden ilerlediği düşünüldüğünde Ankara özelinde
bu ikili karşıtlıkların doğu-batı üzerinden ilerlediği ifade edilebilir. Bu ifadeyi
güçlendirmek adına çalışma, öncelikle doğu ile gelenek; batı ile modernlik
arasında bir koşutluk olduğunu anlamlandıracak, daha sonra kentleşme üzerinden
Ankara’yı ifade edecek, ardından da teorik karşıtlıkla, pratik nesne olan bu kenti
karşılaştırmalı bir analize tabi tutacaktır.
Doğu-Gelenek ve Batı-Modernlik Koşutlukları ve Farklılaşmaları
Üzerine: Kavramlar, Türkiye ve Kentleşme Üzerinden Değerlendirme
Genel çerçevesi yukarıdaki gibi ifade edilen bir düşünce pratiğinde baştan
koyulan bir ihtiyatın yinelenmesinde fayda bulunmaktadır. Doğu ile geleneği,
batı ile modernliği eş tutmak farklı kültürlere olumlu ve olumsuz bir anlam
yüklemek çerçevesinden değerlendirilmemelidir. Aslında burada batı-modern ile
doğu-gelenek kavram setleri üzerinden konuşulduğunda doğu ve batı arasında
ayrımın veri olarak kabul edildiği ortadadır fakat olaya zaman ve mekan boyutu
dahil edildiğinde yukarıdaki ikili setler daha net biçimde kavranabilir. Zira erken
modernizmin ortaya çıktığı zamanlar öncesinde zaten modern ve gelenek arasında
bir ayrımın söz konusu olmadığı belirgindir. Öte yandan mekan çerçevesinden
düşünüldüğü anda neye ve kime göre modern veya geleneksel soruları ön plana
çıkmaktadır. Öncelikle belirtmekte fayda var ki modern olan bizatihi geleneksel
olan ile bir farklılık üzerine bina edilmiştir. Daha doğrusu, ilerleme ve rasyonalite
üzerinden kurulan bir düşüncenin zamanla toplumsal ve siyasal formasyonlara
sirayet etmesiyle birlikte farklılaşan durumu ve kullanım yerindeyse klasik ile
yeni olan arasındaki ayrımı ifade etmek üzere gelenek ve modern arasındaki
ayrımın ilk tohumları atılmıştır. Bu noktadan bakıldığında ise gerek doğunun
gerekse batının geleneği farklıdır. Kaldı ki modernlik tecrübeleri de bu çerçevede
farklılaşmaktadır. Başta ifade edilen tespiti sağlamlaştırmak adına devam edilirse,
yukarıdaki ikili setleri, özellikle 20. yüzyıl için farklı eklektik süreçlere adapte
olmaya çalışan coğrafyalarda ortaya çıkan birtakım çelişik durumların kuramsal
ifadesi olarak sunmak daha doğru görünmektedir. Dolayısıyla bu tespiti, belirtilen

160 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


zaman diliminin ötesine götürmek de çeşitli sorunlara yola açabilmektedir. Bu
noktaya gelindiğinde ise kavramların anlam dünyalarının tanımlanması sorunu
oluşmaktadır. Yani gerek doğu-batı gerekse gelenek-modern ayrımı konusunda
kısa bir aydınlatma gereklidir. Modern olma konusunda kavramsal anlamda
çok derine inmenin pek gereği yoktur. Zira, 18.yüzyılda Avrupa’daki toplumsal
değişimin öncelerinde özellikle sanatla başlayan ve daha sonra makro ölçekli
boyutlara ulaşan klasik ile yeni olan arasındaki ayrımın anlamlandırdığı bir durum
söz konusudur. Fakat diğer tarafta duran doğu ile batı arasındaki ayrım modern ile
gelenek arasındaki ayrım kadar net değildir ya da modern gelenek ayrımı kadar
sosyal bilimler çerçevesinde üzerine çok söz söylenmemiştir. Bu konuda çeşitli
ayrımlar olduğu belirgin ise de bu ayrımları üç temel kategoride incelemek daha
uygundur. Bu çerçevede ilk olarak coğrafi ayrımlar ifade edilebilir. Tarihsel olarak
düşünüldüğünde genelde üç kıta üzerinden hareket edilmiş ve Asya ile Afrika’nın
yanında oluşan bir Avrupa kurgusu ayrımın ilk temellerini oluşturmuştur.2 Yani
batının Avrupa kıtası ile coğrafi anlamda örtüştüğünü söylemek mümkündür ancak
Avrupa’nın kendi konumlanışı da tartışmaya açık noktadır. Tarihsel olarak çeşitli
farklılaşmalar gösterse de Avrupa’nın belirgin olarak düşünülmesi Hıristiyanlık
ile yakın bir ilişki içerisinde olmuştur. Örneğin, batılı Avrupa tarihçilerinin çoğu
Türklerle Bizans arasında Ortaçağ boyunca oluşan çizgiyi Avrupa sınırı olarak
tanıtmışlardır. Yani coğrafi sınır da politik ve kültürel anlamdan farklı düşünülemez.
Hıristiyanlığın ve daha laik dönemde batının modern kavramlarla tanımlanmaya
başlanması kültürel olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle özneye atfedilen önem, doğu
ile batı arasındaki ayrımı belirginleştirmek adına önemlidir (Çotuksöken, 2001;47-
53). Sonraki dönemlerde doğuyu daha toplumcul batıyı ise bireysel çerçevelerde
tanımlamak sıkça başvurulan bir yöntem olmuştur. Son olarak vurgulanan bu nokta
politik ayrıma giden yolda önemli bir farklılık olarak göze çarpmaktadır. Doğu
ve batının politik anlamda ayrımının tarihsel arka planı fazlaca tartışmaya yol
açabilecek noktalardan bir tanesidir. Özellikle rasyonel kapitalizmin kurgulanması
sürecinin öncesinde üretim biçimlerinin karşılaştırılması ve iktisadi farklılıkların
politik karşılıklarının yorumlanma biçimi temel ayrım noktasıdır. Örnek vermek
gerekirse, feodalitenin batıya özgü bir kavram olduğu sıkça vurgulanmıştır. Bu
anlamda doğu daha merkeziyetçi olarak kurgulanmıştır. Hatta, totalitarizmin
kökenlerini açıklamak adına doğu devletlerine ve düşüncesine atıf yapmak
başvurulan yöntemlerden bir tanesidir.3 Ancak, doğu ve batı arasında coğrafi ve
kültürel anlamda çizilen çizgilerin politik anlam çerçevesinde diğer iki düzlem
kadar belirgin olmadığının da ifade edilmesi gerekir.
2
Avrupa fikrinin diğer kıtalar ile karşılaştırarak coğrafi anlamda nasıl oluştuğunun bir derlemesi için
bkz. (Boer,2000; 22 34).
3
Bu fikirler de oryantalist yanılgılara düşmeye son derece müsait duran tespitlerdir. Özellikle “11 Eylül”
olarak kavramsallaştırılan süreç sonrası doğu ve batının politik ayrımında bu duruma batılı siyasal
aktörler tarafından sıkça atıf yapılmaktadır.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 161


Bu çalışma çerçevesinde daha özele inmek gerektiğinde yukarıdaki durumun
Türkiye özelinde değerlendirilmesi de gereklidir. Doğu ve batı arasındaki gerilimli
ilişki, Türkiye için sıkça üzerine düşünülmüş bir ikiliktir. Özellikle ilk batılılaşma
hareketleriyle birlikte doğal olarak muhafazakar bir tepki ortaya çıkmış ve bunun
sonrasında doğu ve batı kültürlerinin bir çatışmasından sıkça söz edilmiştir. Öyle
ki bu durum, politik durumlardan ziyade, edebi yazına, gündelik hayata kadar
modern Türkiye’nin her alanında kendini hissettirmiştir. Dikkat edilirse, ortaya
çıkan muhafazakarlık temelli batıcılık eleştirileri veya daha sonraki dönemde ulus
kavramının soyut duruşuna atıfla yapılan eleştiriler Türkiye’nin tarihsel anlamda
doğulu bir toplum olduğunu veri kabul etmektedir. Keza bu durum batılılaşma
taraftarları tarafından gerek zımni gerekse doğrudan dile getirilen bir durumdur.
Doğulu bir toplumun özelliklerini barındırmanın artık çok da gerekli olmadığı
ve batılılaşmanın Türkiye’nin önündeki en ciddi ve rasyonel hedef olduğu dile
getirilen bir görüştür. Osmanlı modernleşmesinde, Jön Türk hareketinin batıcı
karakteristiği bunu en ciddi biçimde ifade eden ilk düşüncelerden bir tanesidir.
Özellikle Abdullah Cevdet gibi salt batıcı görüşler, doğu kültürünün memlekete
artık hiçbir şey veremeyeceğinden ve daha müreffeh bir toplumun yolunun
sadece garplılaşmaktan geçtiğinden bahsetmişlerdir. Madalyonun öteki yüzüne
ise daha çok islami motifler taşıyan görüşleri yerleştirmek mümkündür. Bu
tip muhafazakar-islami akımlar her zaman batılılaşmanın tam karşısında yer
almışlardır. Ancak, özellikle 1923, yani modernleşmenin bir politik kurucu iktidar
tarafından kurumsallaştırılması sonrasında batı ve doğu arasında düşünsel anlamda
bir ‘ortayol’ bulma düşüncesinin hakim olmaya başladığı gözlemlenmektedir. Bu
çerçevede en uygun örneklerden bir tanesi Ziya Gökalp düşüncesidir. Garplılaşmak
mümkünken garba teslim olmamak gerek Gökalp gerekse modern Türkiye
devletinin resmi ideolojisinde belirgin bir damardır. Dolayısıyla, bu düşünce
sonsuz bir eklektisizme açık bir noktada konumlanmaktadır ve eklektik yapı
sonraki süreçte çeşitli çelişkiler yumağı üzerinden politik yorumların yapılmasını
doğurmuştur.4 Tam da bu politik yorumların temelinde başta vurgulanan doğu-
gelenek ve batı-modern koşutluğunun yattığını ifade etmek mümkündür. Çünkü
özellikle Türkiye çerçevesinde gelenek doğudan beslenmekteyken modernlik
fikri batı merkezlidir. Bu anlamda da Türkiye’de doğu ve batı arasındaki
çelişkiyi yorumlamak, gelenek ve modernlik arasındaki çelişkiyi yorumlamaktan
geçmektedir. Belki de doğu ve batının genel kuramsal ayrımına benzer biçimde
Türkiye’de gelenek güçlülüğü, merkeziyetçiliği, bürokrasi de patrimonyalizmi
ve siyasal anlamda hükümetin hikmetini çağrıştırmaktadır. Din, gerek kültürel
gerekse ideolojik olarak geleneğin biçimlenmesinde merkezi öneme sahiptir.
Öte yandan, Türkiye’nin modernlik tahayyülü, bir ilerleme metaforu üzerine
4
Modernleşme tarihinin başlangıcı ve erken cumhuriyet döneminin düşünsel ve siyasal analizi için bkz.
(Mardin, 1996), ve Faroz Ahmad, (1993).

162 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


kurulmuştur. Eskinin yerine yeni bir durumu inşa çabası kendisini belli etmektedir.
Batılı anlamda bürokrasi örgütlenmesi, bireye önem atfedilmesi ve bunların üst
görünümü olarak hukuk devletine sıkça atıf yapılmaya başlanması söz konusu
modernlik görünümlerindendir. Ancak, başta da belirtildiği üzere, modernlik
ve gelenek arasındaki geçişlilik Türkiye’de asıl çelişik-karşıtlık çerçevesinde
yorumlanan durumdur. Bu bahisle ilgili genel bir değerlendirme yapmadan önce
belirtmek gerekir ki, Türkiye modernleşmesinde, modernlik gelenek ile kurucu
değil yıkıcı bir bağ kurmuştur. Yani daha ziyade gelenek ile kurulan, koparıcı ve
dışlayıcı bir modernlik tasavvuru baskındır. Dolayısıyla Türkiye ve Batı arasında
modernleşme anlamında bir deneyim farklılığından söz ediliyorsa eğer, bu durumun
en önemli ayaklarından bir tanesi yukarıda bahsedilen saptamadır.5 Kahraman’a
göre erken 20. yüzyılın estetik modernizmi geleneksel olanla ‘kurucu’ bir ilişki
oluştururken, sosyalist, faşist ve Kemalist siyasetler geleneksel olanı sürekli
dışlama eğilimindedirler ve bu durumu somutlaştırmak için de her üç siyaset
de geleneksel olanı klasik ve tarihsel olanla aşmaya çalışmıştır (2002;31). Bu
eklemlenmenin olağanı, ‘soğrulma’ ilişkisidir. Geleneği ve moderni kendi içinde
ve dışında yaşayıp içselleyici bir eklektisizm kurmak, modernitenin teorisinin de
ifade ettiği bir durumdur. Oysa Türkiye’de cumhuriyetçilik düşüncesinde yüzünü
yalnızca batıya çeviren doğu kültürünün muhakemeci anlayışını pozitivist bir
rasyonalizmle aşmaya çalışan bir tutum söz konusudur. Böyle bir modernleşme
projesinin de kendi geleneğini dışlaması son derece normal görülmektedir. Ancak,
gerek Kahraman’ın bu kuramsal açıklamaları gerekse Şerif Mardin’in (2000)
tarihsel perspektiften yaptığı merkez-çevre ilişkileri kökenli çözümlemeler, bu
durumun ciddi gerilimler yarattığını göstermektedir. Gelenek, tanımı gereği belirli
davranışsal norm ve değerleri benimseyip aşılayan gerçek ya da hayali bir geçmişle
süreklilik gösteren ve genellikle yaygın biçimde benimsenen ritüeller ya da başka
sembolik davranış biçimleriyle ilişkili toplumsal pratik kümesi olarak ifade edilir
(Marshall, 1999; 258). Dolayısıyla herhangi bir yapısal değişimin ardından bu,
toplumsal pratikler kümesini dışlama eğiliminin içerisine girilmesi en başta pratikte
daha sonraki süreçte yapısal olarak çeşitli sorunların baş göstermesini doğuracaktır.
Örneğin cumhuriyet tarihi boyunca resmi ideoloji ancak Kemalizm çerçevesinde bir
muhalefete sıcak bakmıştır. Bu çerçevenin dışı her zaman vatan hainliği ve benzeri
ithaflara maruz kalmıştır. Dolayısıyla tartışmalı olsa da Kemalizmin hegemonik bir
yapıya kapı açması ve zaman zaman tarihsel olarak bunu doğrular şekilde pratik
eylemlere girmesinin altında bu gibi nedenlerin yattığından bahsedilebilir. Ancak
öyle ya da böyle yeni yapının birçok farklılık getirdiğini ifade etmek gereklidir.
Yeni yapı kuşkusuz modernite kaynaklıdır ve batılılaşma ekseninde gelişmektedir.
Bu durumun sonuçları başlığında kısaca birkaç noktaya önem verilebilir. Ulus
devletin inşası sürecinde resmi ideoloji tarhiyatının yapılması ve kemalizmin
5
Bu konuyla ilgili özellikle bkz. (Kahraman, 1999; 125-144) ve (Kahraman, 2002; 30-58).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 163


doktrinleşmesi ve doğal olarak cumhuriyetçilik düşüncesinin yerleşmesi dile
getirilebilir. Tanzimatla birlikte başlayan ‘hukuk devleti’ kullanımı modernlik
çerçevesinde en önemli değişimlerden bir tanesidir. Bir diğer farklılaşma ise
burada doğu-batı farklılaşması çerçevesinde sıkça dile getirilen- sosyal alanın
ağırlık merkezini ifade etmesi anlamında, toplum-birey ikileminde bireye ağırlık
verilmesidir. Dolayısıyla, bu farklılaşma yeni bir vatandaş yaratma projesini
birlikte getirmiştir. Gerçekten de modern Türkiye devletinin üzerinde en çok
politika yürüttüğü meselelerden bir tanesi yurttaş yaratma projesidir. Bu yeni birey
üzerine yapılacak en temel tanımlama, cumhuriyetin yurttaşı olabilme yolundaki
yeniden üretim sürecidir. Bu birey, batılılaşma düşüncesini özümsemiş ama batının
tutsağı olmamış, Atatürk ilke ve devrimlerinin bilincinde ve onu yayma-yaşama
azminde, milliyetçi, ilerlemeci bir kimlik atfı çerçevesine oturtulabilir. Hatta, bu
yeni bireyin bir başka özelliği ülkede yalnız olmadığının bilincinde olmasıdır. Yani
yukarıda sayılan özellikleri barındırmayan bireylere yurttaş sıfatının yüklenmesi
mümkün değildir ve bu dış kategoriye yerleştirilen eski- bireylerle mücadele
cumhuriyet yurttaşının en önemli edimlerinden bir tanesidir. Burada ifade edilen
hukuk devleti kullanımından birey yaratma projesine bütün alanlarda doğu - batı
karşıtlığı üzerine kurulan gerilim kendisini hissettirmektedir. Örneğin, hukuk
devleti batılı anlamda kendisini gösterse de hikmet-i hükümet düşüncesi siyaset
tarihinde sürekli yer bulmuştur veya yurttaş resmi ideolojiye eklemlendiği sürece
o sıfatı kaldırabilecektir.
Türkiye özelinde tartışılan bu gerilimli durumun kentleşme çerçevesinden
yorumlanması gerektiğinde, modern olan kentle geleneksel olan kentin geriliminden
bahsetmenin mümkün olduğu söylenebilir. Ancak kentleşme denildiği anda batılı
bir kavramdan bahsedildiğinin öncelikli olarak belirilmesi gerekir.6 Dolayısıyla,
geleneksel kent ile modern kent arasında birtakım farklılıklar olduğunu vurgulamak
gerekir. Belirtildiği gibi modern kenti batılı anlamda okumak, özellikle başta ifade
edilen koşutluklar ekseninde, doğu kenti ile gelenekseli özdeşleştirmeyi mümkün
kılmaktadır. Ancak hemen bir çekince koymak gerekirse batının modern öncesinde
yaşadığı geleneksel kent ile bugünkü doğuyu ifade etmek üzere kullanılan
geleneksel kent farklıdır. Öte yandan buradaki tercih, daha çok kültüralist veya
politik bir ifade için kullanılmaktadır. Aksi takdirde özellikle küreselleşme ile
6
Bu nokta tartışmalı görünmekle birlikte kastedilen, modern anlamda endüstriyel üretimin merkezi olan
ve sosyal ilişkilerin de buna göre düzenlendiği ve ilk kökenlerini 19. yüzyılda almaya başlayan kenttir.
Öte yandan kentin otonom bir kavram olarak Mezopotamya bölgesinde ilk kez ortaya çıktığı ve ilkel
toplumdan uygar topluma geçişle birlikte asıl işlevini kazanmaya başladığı, toplumsal artığın üretilip,
bu artının politik güçler arası mücadeleye neden olduğu bir yeri anlamlandığı da belirtilmelidir. Öte
yandan bu iktisadi-politik gelişmelerin yanı sıra özellikle Antik Yunan kent devletlerinin düşüncenin
yayılmasında ne denli önemli olduğu vurgulanmalıdır. Ancak burada ve bu çalışmanın bütününde atıf
yapılan kent kavramı daha ziyade kentleşme kavramının inceleme alanı olarak kenttir. Bkz. (Keleş
2002; 21-85)

164 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


birlikte gerek Ortadoğu gerekse Uzakdoğu kentlerinin iktisadi dönüşümü göz
ardı etmiş olunur. Yani doğu ve batı kenti arasında ayrım 21. yüzyıl başında genel
itibariyle kültürel ve bunun biçimlendirdiği politik çerçeveden yorumlanacaktır.

Kent kavramının anlatılmaya başlanması ve üzerine düşünülmesinin genel


itibariyle batılı bir eylem olduğu düşünüldüğünde doğu kentinin özellikleri
konusunda, en azından batılı örneklerle kıyaslandığında, çok fazla belgenin
bulunmadığını söylemek mümkündür.7 Özellikle demografik anlamda batı kentinden
ayrıştığı bağlamlarda doğu kenti üzerine konuşmak gerekirse, öncelikli olarak kent
merkezinin çevresinde daha fazla kırsal nüfus barındırdığı söylenebilir. Dolayısıyla
kentleşme sonucunda oluşan göç hareketleri merkeze doğru gelen nüfusu da
buralardan çekmektedir. Böylelikle kentsoyluluktan ziyade üst tabakalarda toprak
soyluluk daha yaygındır. Toplumsal tabakalaşmanın alt kesimleri için ise durum
farklı değildir. Orada da geleneksel değerlerin batılı alt tabakaya göre daha fazla
sahiplenilmesi söz konusudur. Tam da bu noktada batı ve doğu kenti arasındaki farkı
vurgulamak için gecekondu kavramı ile batıdaki “slum” kavramı karşılaştırılabilir.
Keleş’in tespitlerinden hareketle (2002; 542) bu iki kavram arasındaki en önemli
koşutluk ikisinde de dar gelirli kişilerin ikamet etmesidir ancak “slum”larda
yaşayan kişiler kentli olarak nitelendirmeye daha açıktır, kentin kenarlarında
değil merkezlerinde yaşarlar ve yaşadıkları yerler çok katlı mekanlardır. Doğal
olarak slumlarda yaşayanların kente adapte olması daha kolaydır. Kentsoyluluk
batılılığa atfedilirse doğu gelenekselliğinin daha fazla topraksoylu olduğu
söylenebilir. Buradan hareketle, geleneksel doğu kentinde toplumsal ilişkiler daha
birincildir. Bireyden ziyade topluma daha fazla atıf yapılmaktadır ve insanlar
sosyal gruplarına daha fazla bağlılık bilinci göstermektedirler.8 Bunun ortaya
çıkardığı bir diğer sonuç da, geleneksel değerlerin bu topluluk mantığı içersinde
daha fazla baskın durmasıdır. Belki de doğu-gelenek koşutluğunun kurulmasına
olanak veren en önemli öğelerden bir tanesi de budur. Zira klasik modernizasyon
paradigmaları, modernleşme ile birlikte geleneğin lineer tarih içerisinde aşama
7
Bu genelleme için bazı Arap ve özellikle 19. yüzyıl Osmanlı kentleri istisna oluşturmaktadır. Özellikle
19. yüzyılın ikinci yarısından başlanarak tutulmuş olan salnameler (resmi yıllıklar) doğu kentinin
tanımlanması adına önemli kaynaklardır.
8
Burada dile getirilen doğu ve batı kentleri arasındaki ayrımın daha çok kapitalist dönüşüme entegrasyon
ile yakından ilişkili olduğunu vurgulamak gerekir. Yani, aslında doğu toplumlarına hasredilen
toplumculuk, bir aradalık, akrabalık ilişkilerine atıf modern batılı ve kapitalist değerleri içselleme
konusundaki adaptasyonları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bkz. (Goode, 1968) Bu durum şüphesiz
ki yaşanan yer ne olursa olsun kültürel aidiyetle de yakından bağlantılıdır. Örneğin batı Afrika kentleri
üzerine yapılan bir alan araştırmasında ortaya çıkan sonuçlar bu açıdan ilgiye değerdir. Kentleşme
düzeyi ne olursa olsun ve bu amaca yönelik kamu politikaları nasıl şekillenirse şekillensin, aile yapıları
geleneksel değerleri yansıtmaya devam etmektedir. (Hanna-Hanna,1969). Onun için doğu ve batı kenti
üzerine yapılan bir ayrımda sosyolojik boyutun önemi, üzerinde dikkatle eğilmeyi gerektirecek kadar
büyüktür.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 165


aşama kalkacağını ve zamanla gündelik yaşamdan bile çekileceğini savunmuştur.
Oysa doğu toplumunda geleneksel değerlerin halen belirleyiciliğini koruması,
klasik modernleşme anlayışı çerçevesinde açıklanamayacak bir durumdur. Aslında
geleneksel doğu kentine bakmanın daha kolay bir yöntemi batı kentinden ayrıldığı
noktaları ifade ederek bulunabilir. Batı kenti, daha önce de ifade edildiği üzere,
sanayi devrimi ile yakın ilişki içersindedir. Üretimin daha seri ve batının modern
aklına uygun hale gelmesi ile birlikte insanların kent merkezlerinde toplanma
ihtiyacının doğması ilk dile getirilmesi gereken durumdur. Yani iş bulma ve
istihdam olanaklarının cazipliği kente doğru akmanın en önemli gerekçesidir.
Ancak azgelişmiş ülkelerde bu durum batıda olduğu gibi sonuçlar doğurmamış
ve özellikle 20. yüzyılın ortalarında batılı kentleşme adına birçok olumsuz
durum ortaya çıkmıştır.9 Sonraki süreçte batılı kent, küreselleşme ile farklı bir
dönüşüme girmiştir. Özellikle, finans merkezli kapitalizmin küresel ölçekte
yapısal farklılaşmaya gidip, pazar büyüklüğünü arttırma çabaları kenti doğrudan
etkilemiştir. Bu bağlamda ortaya atılan kavramlardan bir tanesi de dünya kentidir.
Bu kavram ilk defa 70’lerde gündeme gelmiştir ve özellikle Tokyo, Paris, Londra
ve New York’un dünyanın iktisadi dönüşümündeki aldığı yeni rol ve bu kentlerin
konumunun yeniden tanımlanması sorununa atfedilen önem kavramsallaştırmayı
doğurmuştur.10 Şüphesiz ki kentin bu dönüşümü, sosyolojik anlamda da çok
farklı görünümler ortaya çıkarmıştır. Dünya üzerindeki kentlerin çoğunun sözü
edilen nüfus toplanmasına beklenildiği biçimde yanıt verememesi özellikle kent
sosyolojisi bağlamında düşünüldüğünde birçok olumsuz sonuç ortaya koymuştur.
Örneğin kentlerde marjinal sektör11 olarak nitelendirilen bir kategorinin ortaya
çıkması tam da bu döneme tekabül etmektedir. Dolayısıyla olağan yaşamın öğeleri
de bu durumdan sıkça etkilenmektedirler.12

Türkiye’nin kentleşme sürecinin ise yukarıda belirtilen genel kuramsal


açıklamalarla yakından bağlantılı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Geleneksel
anlamda Türkiye kentlerinin, diğer alanlarda olduğu gibi, batılılaşma ile birlikte
modern dönüşüme girdiğini belirtmek gerekmektedir. Hatta, Türkiye’deki
9
Bu tarihsel süreçle ilgili kısa bir özet için bkz. (Doğan, 2002; 67-81).
10
Dünya kenti kavramının ne anlam ifade ettiğinin tarihsel ve güncel değerlendirmeleri için bkz. (Alderson-
Beckfield, 2004; 811-851).
11
Marjinal sektör veya daha genel bir ifadeyle marjinal sosyal gruplar olarak nitelenebilecek olan toplumsal
kategori, aslında ileri kapitalist toplumun kentsel gelişim sırasında ortaya çıkmasını sağladığı bir
olgudur. Bu kesim; topraktan yeni kopmuş, kentsel mekana entegre olmaya çalışan veya üretimin yapısal
bir değişime girmeye başlamasıyla birlikte ekonomik olarak kırsal alanda gereksinim duyulmayan ve
sosyal kategoriler bağlamında net olarak hiç biryere dahil bir toplumsal grup olarak da ifade edilebilir.
12
Bu durum üzerine derin analizler yapmaktan ziyade kastedilenin günümüz Türkiye’sinde de kendisini
sıkça özellikle büyük kentlerde hissettiren ve kapkaç ve benzeri olarak nitelendirilen suç kategorilerdir.
Salt Türkiye özelinde değil bütün dünya kentlerinde buna benzer sorunların olduğunu vurgulamak
gerekmektedir. Bkz. (Ruggierro, 2003; 45-55).

166 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


modernleşme hareketinin en önemli ayaklarından bir tanesini kentleşme
oluşturmaktadır. Kamusal mekanın yeniden üretilmesi diğer bütün ülkelerdeki
değişimler gibi Türkiye’de de kentleşme sürecinin en önemli uzantılarından
birisidir.13 Öte yandan tarihsel olarak kentleşmeyi farklı dönemlere ayırıp incelemek
mümkündür. Bu dönemselleştirmeler farklılaşsa da tek parti dönemi, 50-60, 60-80
ve 80 sonrası dönemselleştirme de kullanılacak en ideal ölçütler olarak durmaktadır.
Türkiye’nin kentleşme tarihi ve dinamikleri üzerine konuşmak ayrı bir çalışmanın
konusu olacak kadar uzundur ancak adı geçen bu süreci Ankara kenti üzerinden
okumak hem özellikle Türkiye’de ki modernleşme sürecinin getirilerini kavramak
adına yararlı görünmektedir.

Ankara Üzerine; Kent, Sosyal, Siyasal Yapı Hakkında

Ankara kentinin yerleşim yeri olarak varlığı tarih öncesi dönemlere kadar
gider (Alemdar, 1984;97). Uzun bir toplumsal ve kültürel geçmişi bulunan Ankara
kenti, pek çok devletin egemenliğine girmiş; çok kereler yıkılarak yeniden imar
görmüştür. Anadolu’nun en eski kentlerinden birisi olarak, coğrafi konumu gereği
pek çok kavmin, topluluğun ya da devletin geçiş yolları üzerinde yer almıştır
(Çınar, 2002; 133). Ankara’nın tarihi Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana alıp
incelenirse, kentin 16. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar önceleri “sancak”
sonraları ise “eyalet merkezi” olarak bölgenin yönetiminde önemli bir yer tuttuğu
görülebilir. İmparatorluğun geçirdiği evrelere uygun biçimde zaman zaman
ekonomik ve siyasal üstünlüğünü kaybetmekle beraber, her dönemde geniş bir
bölgeye merkezlik yapmıştır (Çadırcı, 1984; 94). İmparatorluğun son yıllarında
da Ankara, mütevazı bir kent olarak değerlendirilebilir. Selçuklular ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun yükseliş devrindeki ticari rolünü yitirmiş, bir ticaret merkezi
olmaktan çıkmıştır (Akgün, 1984, 224). Cumhuriyet öncesinin Ankara’sına bir
göz atıldığında görülmektedir ki; şehrin fiziksel yapısı demiryolu (şehre 1892’de
gelmiştir), su (şehre 1890’da ulaşmıştır) ve civardaki bağ evleriyle sınırlıdır. Halkın
örgütlenmesi loncalar, ahilik ve Hacı Bayram Veli Tarikatı çevresinde oluşmuştur.
13
Mekanın kamusal anlamda yeniden üretilmesi, özellikle modernite bağlamında üzerine sıkça konuşulan
bir konudur. Ancak belirtilmesi gerekir ki, mekanın bu dönüşüm çerçevesinde ele alınması çok
eski bir eylem değildir. Liberal söylem, bu duruma hiç eğilmemiştir. Genelde Marksist çevrelerin
araştırma nesnesi olan kamusal mekan genelde 1960’lar sonrasının alan araştırmalarına konu olmuştur.
Özellikle 19. yüzyılda mekanın dönüşümünün batı kapitalizminin gelişimi ile yakından ilgili olduğu
vurgulanmaya başlanmıştır. Emek sermaye çelişkisi, toplumsal artığın eşitsiz paylaşımı gibi meselelerin
meşrulaştırma yeri ve aracı olarak modern mekanlar görülmeye başlanmıştır. Bu gibi iktisadi-politik
çözümlemelerin dışında sosyolojik anlamda Tonnies’in yaptığı cemaat-cemiyet dönüşümünde kentsel
mekanın değişimine de atıf yapılmıştır. Buradaki en önemli çıkarsanacak yön, sanayileşmiş toplumda
kentsoyluların (burjuvalar) yanında kentlilerin de ayrı bir grup olarak oluşmaya başlamasıdır. İşte
bu kentli kimliği, modern kentin ve mekanın anlamlandırdığı bir kimliktir. Dolayısıyla, modern kent
üzerine düşünürken bu dönüşüm(ler)e atıf yapmak son derece önemlidir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 167


Nüfusu az ve ekonomisi kendine özgüdür. Sıtma, yangınlar ve harap kentsel çevre
şehrin görüntüsünü çirkinleştirmektedir (Cantek, 2003; 41-42). Kurtuluş Savaşı
yılları Ankara’sının konutlarının çoğu da köy evleri tipinde, damları düz, toprak
ve tuğladır.14 Yarı ahşap evler de bulunmaktaysa da, taş binalar, ancak birkaç
resmi yapıdır. Sokaklar dar ve ağaçsızdır (Akgün, 1984; 225). Ancak yine bu
yıllarda, bir taşra kasabası olarak Ankara’nın 20’ler ve 30’ların ortalarına değin,
cumhuriyetin kurucu kadrosuna sunabileceği pek fazla bir zenginliği yoktur. Fakat,
kentin sadakat ve bakirliği buna istisna sayılabilir (Cantek, 2003; 49). Belki de
sırf bu iki sebepten dolayı Ankara genel ordu karargahı konumuna gelmiştir ve
savaşın sonunda da belki de bu sadakat ödüllendirilmiştir bir anlamda. Ama elbette
ki Ankara’nın başkent oluşunun ardında başka sebepler de vardır. Zaten tarihsel
olarak da endüstri devrimi sonrasında dünyanın birçok ülkesinde yeni başkentlerin
imarı gündeme gelmiştir15 ve Ankara da kimilerince bu rüzgarın bir parçası olarak
kabul edilir. Bu yeni başkentlerin imarı girişimlerinin ortak noktalarından birisi,
çağcıl ilkeler doğrultusunda yeni bir devlet düzeninin kurulması sürecinde ülke
halkını ortak değerler çerçevesinde bir araya getirecek politik ve ekonomik iklimi
yaratabilecek mekansal ortamı sağlayabilme çabasıdır. Uluslaşma sürecinde,
yeni bir başkentin yeni ilkeler doğrultusunda imarıyla simgesel bütünleşmenin
sağlanması amaçlanmıştır (Çınar, 2002; 102).

20. yüzyılda başkent değiştirme girişimlerinde ortak olan noktalardan bir


başkası ise yeni başkentlerin kıyıda yer alan eski başkentlerin aksine ülkenin daha
içerilerinde, iç pazar oluşumuna olanak verecek bir konumda imar edilmeleridir
(Çınar, 2002; 103). İşte tüm bu ve benzeri sebeplerden dolayı Ankara; o köy
görünümlü, kasaba benzeri Ankara, öncesinde de fiili başkentlik ettiği bu
ülkeye 13 Ekim 1923 tarihinde resmen başkent olmuştur. Bu tarihten itibaren
de görünümüyle, insanlarıyla, mekanıyla, sokak isimleriyle, hijyeni simgeleyen
fıskiyeleri, havuzlarıyla, havasıyla, yeşiliyle bambaşka bir Ankara imarı başladığı
söylenebilir. Ankara, bu anlamda, sadece bir başkent değil bütün Anadolu’nun imarı
için bir okuldur. Yapılaşması, alt yapısı ve ağaçlandırması ile öncü bir örnektir
14
Ancak burada göz önünde bulundurulması gereken bir nokta da Ankara ve çevresinin kendine
özgü bir “ev yapısı” olduğu ve dönemin diğer mimari yapılarından bu kendine özgülükten
dolayı ayrıldığıdır. Geleneksel Ankara evleri iklim ve sosyal yaşam koşullarına göre uzun
yılların deneyim ve gereksinimleriyle oluşmuş plan ve yapı özellikleri taşırlar. Ağaç ve kerpiç
gibi kısa ömürlü malzemelerden yapıldıklarından günümüzde çok fazla örneği kalmamıştır.
Ankara evleri ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için T.C. Kültür Bakanlığı internet adresinden bkz. http://
www.discoverturkey.com/yeni/ankara/ankara.html (05.02.2005).
15
20. yüzyılda özellikle gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanan bazı ülkelerde başkentlerin yerleri
değiştirilmiştir. 20. yüzyılda sırasıyla Avustralya, Türkiye, Brezilya, Pakistan, Belize, Nijerya, Tanzanya,
Malawi, Fildişi Sahili ve Arjantin’de hükümet yeni bir başkent kurup bunu finanse etmiştir. (Çınar,
2002; 83). ABD’de Washington, Avustralya’da Canberra, Brezilya’da Brasilia ve Pakistan’da Islamabad
20. yüzyılın bahsi geçen yeni başkentlerine örnek olarak verilebilir.

168 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


(Tankut, 1984; 303). Batılı kent kültürü, ekonomisi, yaşam tarzı bir anlamda önce
başkente, sonrasında da tüm ülkeye taşınmaya, yayılmaya çalışılır. Bu dönemde
“yaratıcı yıkım” niteliğinde bir inşa hamlesi mevcuttur. Temsil edilen değerler;
yenilenme, modernleşme ve ilerlemedir.16 Aslında Ankara’nın başkent olması her
şeyden önce sembolik bir karardır. Dönemin siyasetçileri için ülkenin kurtuluşu
ya da Mustafa Kemal’in hedef olarak belirlediği “çağdaş medeniyet seviyesine
ulaşma” ideali yeni oluşturulacak kültür ile mümkündür. Bu kültür şüphesiz ki,
İstanbul’dakinden farklı olacaktır. İşte başkent Ankara, cumhuriyet açısından bu
kültürün yaratılacağı ve diğer kentlere yayılacağı bir merkez özelliği taşımaktadır
ve bir ilim, irfan ve kültür merkezi olarak tasarlanmıştır (Sarıoğlu, 2001; 31).
Kimilerine göre ise Ankara, cumhuriyetin modernite projesinin ütopyası olarak,
baskıcı ve tepede inmeci bir modernleşmenin göstergesidir.17 Ancak farklı yorumlar
olsa da Ankara başkent oluşundan itibaren tamamen bir modernleşme akımına
kendisini kaptırmıştır.

Başkentin Ankara olarak kabul edilmesini izleyen aylarda ve yıllarda,


bakanlıklar, önemli devlet daireleri birbiri ardı sıra yönetici elitin batılı anlamda
bir başkent yaratmak için tüm güçlerini harcadıkları bir Ankara’ya taşınmışlardır
(Çınar, 2002; 205). Bu da tahmin edilebileceği üzere Ankara’ya yönelik ani ve
hızlı bir nüfus artışı anlamı taşımaktadır.18 Tabii ki bu nüfus artışının kimi farklı
alanlarda farklı yansımalarının olması da kaçınılmazdır. Ancak ilk olarak, şehre
yeni göç edenlerin barınak sorunu ortaya çıkmıştır. Bir de ilk göç edenlerin büyük
çoğunlukla İstanbul gibi bir dönemin en güçlü imparatorluklarından birisine
başkentlik yapmış, bir dönemin sanat ve kültürünün merkezi sayılmış bir kentten
geldikleri düşünüldüğünde yeni başkentin kurucularının karşılaştıkları sorun
daha rahat anlaşılabilir. Bu nedenledir ki Ankara’nın başkent kararının hemen
ardından kentte hummalı bir şantiye süreci başlamış ve hem resmi kurumların,
hem yabancı ülkelerin elçilik binalarının hem de İstanbul’dan getirilen asker ve
bürokratlar ile ailelerinin barınabileceği konutların yapımı “modern” bir şehrin
inşası anlamında başlamıştır. Bu ilk konutlarda ki çoğunluğu eski Ankara’nın
alışık olduğu köy evleri tipinin ötesinde çok katlı apartmanlardır- oluşturulmak
istenen kimi nitelikler vardır. Örneğin bu “mekan”lar en başta “modern” bir ailenin
barınabileceği bir nitelikte olmalıdır. İstanbul kökenli devlet memurlarının ve
yine İstanbul kökenli eşlerinin, ailelerinin Batı anlayışıyla paralel giden yaşam
16
Sayılan bu değerlere istendiği kadar ekleme yapılabilir ancak göze çarpan ilk özellik bu değerlerin
cumhuriyetin kuruluşunda ve halen günümüzde birebir Batı’yla özdeşleşmiş olarak algılanmasıdır.
17
(Cantek, (2003; 128).
18
1927’de tarım kesimi dışında Ankara’da çalışan nüfusun yaklaşık %50’sini cumhuriyetten sonra
tayin edilen askeri ve sivil bürokratlar oluşturuyordu. 1920’lerin sonunda Ankara nüfusunun hemen
yarısını oluşturan asker sivil bürokratlar dönemin göreli olarak iyi kazanan bir kesimi oluşturuyorlardı
(Nalbantoğlu, 1984; 258).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 169


tarzları bu apartman katlarına yansıtılmalıdır. Ancak amaç İstanbul’un silik bir
kopyasının inşası olmadığı için Ankara’nın tamamen kendine has bir karakter
edinmesi gerekmektedir. Bu da “bütünüyle modern, işlevsel ve Batılı bir kent
imajı yaratılması”nı gerektirmektedir ki bu imajın gereği olarak artık “apartman
hayatı, Noel partileri, dansingler, klasik Batı müziği konserleri, kübik üsluplu banka
binaları, at yarışları İstanbullu Ankara sakinlerinin çoğunun bile ilk kez karşılaştığı
yenilikler” (Cantek, 2003; 88 - 89) olarak göze çarpmaktadır. Yani döneme egemen
olan “çağdaşlaşma ideolojisi” günlük yaşantıda daha çok Batının tüketim normlarını
benimseme biçiminde kendini göstermekte, batıda eğitim görmüş aydınlar ve
İstanbul ticaret burjuvazisinin yaşam kalıpları yeni bir yaşam biçiminin öncüleri
olmaktadır (Nalbantoğlu, 1984; 359). Bu arada elbette ki bu “yeniden başlama”nın
plansız programsız olması düşünülemez. Çünkü “Yenişehir’in kendisi her şeyden
önce siyasi bir iddia”19, bir meydan okumadır ve böyle bir meydan okumanın
temelsiz, üstünkörü olması beklenemez. Bu nedenle cumhuriyetin kuruluşunun
ardından Ankara için bir imar planı yapılması kararlaştırılmıştır ve Ankara’nın
ilk imar planı İstanbul İmar Komisyonu üyesi Berlin’li mimar Dr. Carl Ch.
Lörcher tarafından yapılmıştır. Lörcher ilki 1924 yılında eski Ankara kesimi için,
diğeri 1925’te Yenişehir kesimi için olmak üzere iki plan yapmıştır. Bu planlar
“Löhler planları”20 olarak bilinir. 1927 yılına gelindiğinde ise Ankara imar planını
yapmak üzere yarışma için üç yabancı mimar21 Ankara’ya davet edilir. Yarışmayı
Berlin’in yeniden imarı sürecine de imzasını atan H. Jansen kazanır. Jansen’in
raporu “kentsel estetik, ekonomi ve sağlık, kent arazisinin kullanımı ve ulaşım,
şehrin büyümesi için yedek alan ve yoğunluklar” içermektedir (Sarıoğlu, 2001;
58). Jansen, aslında apartman türü konut yapımına karşıydı ve yapıların en fazla
3 katlı olmasını istiyordu.22

19
Bu siyasi iddia bahsiyle ilgili olarak özelikle bkz. (Batuman,, 2002; 42).
20
Löhler planları yapılış itibariyle ayrı ayrı düşünülmüşlerdir. Başlangıçta Ankara’nın gelişmesinin eski
şehrin etrafında olması istenmiş, ilk planın ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra muhtemelen siyasi
verilerin ve kararların değişmesiyle Yenişehir için, özellikle yeni konut ve yönetim yapılarının gelişimini
yönlendirmek üzere ek bir plan yapılmıştır. Bkz. Mehmet Sarıoğlu, (2001; 31). Planların tarihlerinin
bu denli erken oluşu da bize cumhuriyetin kurucularının, siyasi kadroların Ankara’nın ulus inşasının
simgesi olmasına ne kadar önem verdiklerinin bir göstergesidir.
21
Berlin’deki Mühendislik Yüksek Okulları’nın hocaları olan J. Brix ve daha önceden de Berlin İmar
Planı Yarışmasını kazanmış olan H. Jansen ile Fransa hükümeti baş mimarı L. Jausseley yarışmaya
çağrılan isimlerdir. İlk iki isim Prof. Ludwig Hoffman’ın tavsiyesi üzerine çağrılmıştır. Ankara’nın
imarı konusunda öncelikle yabancı mimarlara planın yaptırılabilmesi için yarışma düzenlenmesi bir
anlamda Türkiye’nin batıya açılımının da bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
22
Ankara’daki apartmanlaşma olgusunun önce kullanıcılar için “modern” cumhuriyet yaşantısının
simgesi iken daha sonra kaçınılmaz bir süreç haline dönüştüğü söylenebilir. Nitekim, 1920’lerde Ulus
bölgesindeki ilk apartmanlar prestij simgesi iken daha sonra Yenişehir “villa”ları gözde konut biçimleri
olmuştu (Nalbantoğlu, 1984; 64). Bu açıdan değerlendirildiğinde Jansen’in gerçekten işinin uzmanı ve
ileri görüşlü bir plancı olduğunu da rahatça söyleyebiliriz.

170 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Jansen planı, seçeneklerin içinde dönemin siyasi ve ekonomik konjonktürüne
en uygun imar planı olarak değerlendirilmiştir. Plan, hem Kale’yi23 ve eski kent
kesimini merkez alarak muhafazakar bir yaklaşımı, hem de yeni kent kesimlerine
doğru genişlemesi, sanayi kesimine, işçi mahallesine, devlet mahallesine,
modern bir metropolde olması gereken sağlık koşullarına, eğlenme ve dinlenme
ihtiyacına verdiği önem ile dönemin siyasi çevrelerinin modernist eğilimlerine
denk düşmektedir (Sarıoğlu, 2001; 64). Plan öncesinde başkent Ankara’nın en
önemli mekanı Ulus’tur. Ancak Jansen’in planının uygulanmasının ardından
otuzların ortasında Ulus ikinci plana düşürülür. Yeni planla başkent, Doğu Batı
aksında bölünür ve kent omurgası ile kesiştiği noktada kavşak meydanlardan
biri yani Kızılay ortaya çıkar. Aslında tüm bu çabaların tek bir amacı vardır:
Modern Türkiye’ye yaraşır modern “aydın”ı, bir anlamda “yeni insan”ı ortaya
çıkarmak24. Zira, ilerici bir sınıfın yeni toplumsal düzeni örgütlemek için ihtiyaç
duyduğu kitle aydınlardır (Cantek, 2003; 46 - 49). Yani bir anlamda cumhuriyetin
kurucuların esas gereksinimi, bir aydın kimliği yaratmaktır. Çünkü cumhuriyet
aydını “belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya
da kanıyı temsil etme, cisimleştirme,ifade etme yetisine sahip birey” demektir ve
imparatorluktan cumhuriyete geçişte çok doğaldır ki ilk araç olarak kullanılacak
olan da bu cumhuriyet aydınıdır ve ilk aşamada cumhuriyet aydınının yaratılması
gerekmektedir. Ayrıca, cumhuriyet muhaliflerince özellikle de muhafazakar
kesimce - zaten Ankara’nın başkent seçilmesi, İstanbul gibi bir kentin ikinci plana
atılması hata olarak görülmektedir. Başkent seçildiği tarihte25 Ankara, modern
Türkiye’yi temsil edebilecek bir görünüm arz etmemektedir. Sevimsiz, harap,
kaynak yoksunu olarak görülmektedir. Bu anlamda da Ankara’nın “yeniden imarı”
çok büyük önem taşımaktadır. Amaç yepyeni bir kent yaratmaktır ve bu yeni

23
Jansen, şehrin merkezini Ankara kalesi olarak görmek, fiziksel ve görsel bir merkezle yetinmekte
ve fonksiyonel bir şehir merkezini adeta dışlamaktaydı. Jansen, Ankara kalesini “şehrin tacı” olarak
nitelendiriyor ve Kale’nin şehrin her yerinden görülebilmesine ayrı bir önem veriyordu (Sarıoğlu, 2001;
58 - 60).
24
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte amaçlanan “yeni insan”ın yaratılmasının vurgusunu dönemin edebi
eserlerinde de görmek mümkündür. Örneğin Ankara’nın hem kentsel hem de siyasal dönüşümünü
Sakarya Savaşı öncesinden itibaren ele alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara eserinde “yeni insan”ı
şöyle tanımlar: …yeni insan, eski insan gibi kendi eliyle kendine işkence yapmayacak kadar şuura ve
hadiselerin tesirine esir yaşamayacak kadar hürriyete ermiştir. Eski insanın çektiği ıstırapların büyük bir
kısmı bizzat kendi icat ve ihtiraıdır.[buluşudur] Melankoli, iç sıkıntısı, tamah, hırs, kıskançlık, iptila gibi
şeylerin tahakkümünden kurtulmak bizim daima elimizde olan bir kudrettir. Fakat biz, “kendi ruhumuz
üstünde hakim olamak kudreti”ni daima aksine kullanmış, hatta bazen, bütün bu dertleri başımıza kendi
elimizle açmışızdır. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu; (2004), Ankara, İstanbul, İletişim.) Aynı vurguyu
Adalet Ağaoğlu (Ölmeye Yatmak), Sevgi Soysal (Yenişehir’de Bir Öğle Vakti) gibi dönemi anlatan
diğer eserlerde de görmemiz mümkündür.
25
Başkent kararının tartışıldığı dönemde İstanbul, Bursa, Eskişehir gibi farklı kentlerin üzerinde de
düşünülmüştür. Ancak son seçim Ankara üzerinedir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 171


şehrin odağı olarak görülen Yenişehir genç ulusun iradesini ve ideallerini temsil
etmektedir (Batuman, 2002; 43).

Kentin ekonomik yapısına bakıldığında da 1920 öncesinde tarıma ve bir miktar


da ticarete dayanan bu yapının yani kentin sosyal ve iktisadi bünyesinin başkent
oluşuyla ve özellikle de yeni imar planıyla hızlı bir biçimde değişmeye başladığı
görülmektedir. Yukarıda da kısmen değinildiği gibi, başkent olmanın getirdiği
yükümlülükle bakanlıkların, meclisin, cumhurbaşkanlığının, genel müdürlüklerin,
elçiliklerin ve daha birçok özel ve tüzel teşekkülün başkente taşınması beraberinde
bu teşkilatlarda çalışan büyük bir memur kitlesinin de Ankara’ya gelmesine sebep
olmuştur. 1923 yılından itibaren Ankara Türkiye Cumhuriyetinin siyasi başkenti
olması ve devlet kadrolarında görevli memur kesiminin hızla artması neticesinde
bir “memur şehri” görünümünü almaya başlamaktadır (Sarıoğlu, 2001; 74). İlk
başta bu görünüm tahmin edilebileceği üzere, amaçlandığı şekildeydi. Bunun
belki bir sebebi de ilk göç dalgasının İstanbul’dan gelmesi ve bir anlamda orta ve
üst sınıfı temsil etmesidir. Ancak şehrin zamanla bir çekim merkezi olması her
yerden büyük bir nüfus akımına yol açmıştır. Bankacılar, gazeteciler, öğretmenler
ve yüksek okulların açılmasıyla öğretim üyeleri ve değişik mesleklerden birçok
kişi Ankara’ya göç etmiştir (Sarıoğlu, 2001; 79). Bu ikinci göç dalgası olarak
nitelendirebileceğimiz artan nüfus da aslında bir çeşit orta sınıftır ve doğal olarak
şehrin “memur şehri” sıfatı devam etmektedir. Ancak zamanla, başkentin diğer
tüm kentlere ve hatta İstanbul’a göre ekonomik güç olarak lanse edilmesi kente
sadece kentle işi olanların değil “işsiz”lerin de göç etmesine sebep olmuştur. Bu da
doğal olarak en başta mevcut konut arzının talebi karşılayamamasına yol açmıştır.
Bunun da iki ayrı sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Konut talebi, arzı çok aştığı
için, konut alanı özel kesim yatırımcıları aşısından da önemli bir yatırım konusu
olarak algılanmış ve yüksek kar oranları, müteşebbisleri de bu yöne sevk etmiştir
(Kongar, 2002; 560). Ancak tahmin edilebileceği üzere, özel sektörün işe girmesi
fiyatların yükselmesi anlamına gelmektedir ve konut arz edenlerin tamamının
bu yüksek fiyatları karşılayamaması ise dengesiz kentleşme ve kaçak yapılaşma
ekseninde gecekondu sorunun ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.

Ankara nüfusunun 32 senede (1918 1950) 14.3 kat arttığı düşünüldüğünde


(Sarıoğlu, 2001; 79) yaşanan konut sorununun niteliği daha rahat anlaşılabilir.
Ancak özellikle de II. Dünya Savaşı döneminde, 1945 1950 yıllarındaki yapı
değişikliğinin emek yoğun işleme düzenindeki nüfusun önemli bir kesimini
kente itmesine karşın, savaş ekonomisine göre dağılan yatırımlardan fazla bir
pay alamayan kentler bu işgücünü kabule hazır değildir. Kır “itmekte” ama kent

26
Kentleşmenin itici ve çekici kavramları için bkz. (Keleş, 2002).

172 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


özellikle “çekmemektedir”.26 Kırdan göçen bu deneyimsiz ve becerisiz tarımsal
işgücünü istihdam edebilecek iş kolları yoktur. Bu nedenle, gelen gruplar hem
ekonomik hem de fiziksel açıdan kentlerin marjinlerinde kaldı. Beceri ve deneyim
istemeyen marjinal iş kolları ile inşaat işleri onlara açık tek istihdam alanlarıdır
(Şenyapılı, 2004; 124). Yani artık nüfus artışının yarattığı tek sorun konut
yetersizliği değildir. Kentteki tüm nüfusu barındırabilecek kadar çok sayıda sağlıklı
konut yapılabilse bile kente göçen marjinal kesim bu konutların maddi bedelini
sağlayamayacak ve yine kendi “konut”larının yapımını gerçekleştirecektir. Hatta
bazen kente göçenlerden uzun bir müddet iş bulamayan ve dolayısıyla gecekonduyu
dahi karşılayamayan kişiler ve aileler olabilmektedir. Bu durumda bu ailelerin/
kişilerin kentin çöküntü mekanlarında yaşadığı ya da 3 4 ailenin bir hanede yaşadığı
görülmektedir. Şenyapılı, kente göçen ve gecekondu nüfusunu oluşturan kesimi
üç grupta değerlendirmektedir: Birinci grupta kentin alt gelir kesimi memurları,
ülkenin farklı yörelerinden savaş, doğal afetler ya da imar işlemleri nedeniyle
göçenler ve kent çevresindeki köylerden göçen ve kentin içinde imar ya da afet gibi
nedenlerle yerinden oynatılan nüfus vardır. Bu grubun özelliği konut için çok az
da olsa belirli bir ödeme gücüne sahip olmalarıdır. İkinci grupta ise civar köylerde
yaşayan ve belirli zamanlarda kente çalışmaya gelenler vardır. Bu kesimin konutları,
birinci gurubun konutlarına oranla daha “derme çatma”, genelde toplama malzeme
ve konut sahibinin emeğini koyması ile gerçekleşen yapılardır. Üçüncü grupta ise
kırdan, toplumdaki yapısal değişiklikler sonucu gelenler vardır. Bu kesim kentte
işsiz ve parasız kaldığı için kendisine para ödemeden barınak bulmak zorundadır.

Tüm bu gelişmeler sonucunda ve toplumsal tepkimeler nedeniyle hükümetin de


sonuçta gecekondulaşma olgusu ile yüz yüze olduğunu kabul etmesi gerekiyordu
ki bu da 1948 yılında çıkarılan bir yasa ile gerçekleşmiştir. 5218 sayılı ilk yasanın
ardından aynı yıl 5228 sayılı ikinci yasa da çıkarılmıştır. Bu iki yasaya yönelik ciddi
eleştiriler vardır ancak bunların en önemlisi iki yasanın da varolan gecekonduları
yasallaştırmaktan öteye gidememesi ve gecekondu sorununa kalıcı bir çözüm
bulamamasıdır. 1950 1960 dönemine bakıldığında ise göç alma sıralamasında
birinciliği bu sefer İstanbul’un kaptığı görülmektedir. Bu dönemde Ankara
kenti, İstanbul’dan sonra ikinci büyük göç çekim merkezini oluşturmaktadır.
Ankara’nın hem başkent hem de metropol özelliği taşıması istihdam olanaklarını
ve bu olanaklara ilişkin beklentileri arttırmakta, aynı oranda gelen göç de
yaygınlaşmaktadır. İstatistikler Ankara kenti nüfus artış hızının 1975 yılına dek
Türkiye ortalamaları üzerinde olduğunu göstermektedir. Bu oranın en fazla arttığı
yıllar 1950 1955 dönemidir (Şenyapılı, 2004; 126 - 179).

Sonuçta, cumhuriyetin kuruluşunun mekansal boyutta temel kaygısı olan


“aydın”ı yaratma ideali amacından sapmak zorunda kalmıştır. Zaten arsa

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 173


spekülasyonu sebebiyle Jansen’in planının bir anlamda artık uygulanabilir bir
yanı da kalmamıştır. Jansen’in amaçladığının tersine kentin neredeyse tamamı
çok katlı apartmanlarla çevrilmiştir. Önceleri, kent merkezi orta ve üst sınıfın
cazip gördüğü mekan iken; artık orta ve üst sınıf daha ziyade kentin yanlara doğru
genişlemesi sonucu ortaya çıkan “uydu” kentleri tercih etmeye başlamıştır. Yani,
cumhuriyet döneminin toplumun geneline örnek ve öncü olması beklenen ve
üzerine düşen bu görevi layıkıyla gerçekleştiren “aydın” kesim artık halkı düşük,
ucuz, basit görmekte ve ülke küreselleşip batıya kapılarını açtıkça orta ve üst sınıf
kendi kapılarını toplumun geri kalanına kapatmakta ve kentin merkezi ise giderek
marjinal iş sektörlerinin mekanı haline gelmektedir.

80’li yıllardan itibaren ise, Türkiye ulusal devletin yapısal dönüşümüne sahne
olur. Devletin, yapısal, siyasal, kurumsal ve mekansal örgütlenmesindeki değişim
süreci ulusal devletin özelliklerini ortadan kaldıran bir çerçevede gerçekleşir.
Bu süreçte, başkent Ankara, ulusal devlet çerçevesinde geçerli değerleri kökten
ortadan kaldırmaya girişen siyaset adamlarının özeği haline gelir (Çınar, 2002;
223). 80’li yıllarla birlikte Ankara, ulusal ve küresel düzey dışında kentsel düzeyde
de, Batılı ülkelerde ortaya konan politikaların etkisinde kalır. Modern Türkiye’nin
simgesi olan modern Ankara ailesi ve modern Ankara aydını, bireyinden geriye
pek de bir şey kalmaz. Kalanlar ise yukarıda bahsedildiği üzere, şehrin dışındaki
kendilerince daha güvenlikli ve dışa kapalı, alışveriş merkezlerinden sinemalarına,
pastanelerine dek ve hatta eğitim ile sağlık sektörlerine dek tam teşekküllü bir
kent kimliğine bürünen yeni yerleşim alanlarında kent merkezine inmeden ve
kentle bütünleşmeye gerek duymadan yaşamaya başlarlar. Cumhuriyetin kuruluş
yıllarında gelişen, Ankaralılık olarak simgeleştirilen değerler, yerel ve merkezi
yönetim düzeyinde siyasetçiler tarafından küresel sermayenin ve onun ulusal
düzeydeki eklemlenicisi olan sermaye sınıflarının istemleri doğrultusunda kökten
biçimde ortadan kaldırılmaya çalışılır (Çınar, 2002; 224).

Günümüzdeki Ankara’ya bakıldığında da tablonun değişmediği görülmektedir.


Kentin merkezi artık güvenli olarak addedilmemektedir. Toplumun farklı
kesimlerince farklı sebeplerle kent merkezi terk edilmekte ve kentin dışa doğru
açılımı böylece devam etmektedir. Kente bakış açısı öncesinin eğitim ve kültür
merkezi olma niteliğinin ötesine geçmiş ve şehrin bürokratik oyunların merkezi
olarak algılanmasına yol açmıştır. Eskinin kibar Ankara beyleri, şık Ankara
hanımları sadece romanlarda kalan karakterlerdir. Artık mekansal düzenlemeler
insanların birbirinin yüzüne bakmamasını sağlamak amaçlıdır. Herkesin acelesi
vardır. Herkesin yetişmesi gereken bir yeri ya da yetiştirmesi gereken bir işi vardır.
Ulaşım da buna bağlı olarak hızlandırılmıştır. Ancak ilginç bir biçimde saat tam da
gece yarısını vurduğunda kent merkezinin diğer semtlerle, özellikle de yukarıda

174 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


bahsi geçen uzak semtlerle ulaşımı kopmaktadır. Belki de bu, o yerlerin ancak
kişisel imkanlarla gidilebilecek, maddi gücü gerektiren yerler olduğunu hatırlatmak
amaçlıdır ya da belli bir saatten sonra eskisi gibi sokaklarda dolaşmanın yerine
güvenlik adına insanların eve hapsedilmesi gerektiği insanlara hatırlatılmaktadır.
Şehrin amblemi yani simgesi bile 1923’ten bu yana çok değişmiştir. Eskinin
Hitit Güneşi yerini yeni bir ambleme bırakmıştır. Ama Ankara’da 1923’ten beri
değişmeyen bir nitelik vardır ki Ankara her zaman ki gibi belki de her zamankinden
çok bir “memur şehri”dir çünkü Ankara halen başkenttir.

Doğu ile Batı Arasında Ankara’yı Tanımlamak

Ankara’yı tanımlamak kendi tarihi, kültürü ve kentsel örgütlenmesi anlamında


farklı nitelikler yüklenebilecek bir eylem olsa da, üst bölümlerde ifade edilen
kavram setleri üzerinden hareket etmek, özellikle Türkiye Cumhuriyeti tarihi
içerisindeki Ankara’yı anlamak için daha isabetli bir eylemdir. Bu anlamda,
doğu-gelenek ve batı-modernlik koşutlukları model alınarak yapılacak bir analiz
daha berrak sonuçlar ortaya koyabilir. Doğu ve Batı arasında Ankara çerçevesinde
bu modeli referans alan bir tartışma yapılacaktır. Bunun için, üç temel eksen
gösterilebilir. İlk olarak siyasal, daha sonra sosyo - kültürel ve en son olarak da
kentbilimsel anlamda Ankara’ya yönelik olarak “doğu kenti” veya “batı kenti”
kavramları çerçevesinde bir değerlendirme yapılacaktır.

İlk analiz düzeyi olan Ankara’nın siyasal konumlanışı açısından 1950’li yılları
bir değişim sürecinin başlangıcı olarak alırsak; bu tarih öncesinde Ankara’nın
Türkiye için bir anlamda “tek büyük kent”27 kuramını akla getiren bir kent olduğu
söylenebilir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başkent olan Ankara’nın hem siyasal
hem ekonomik hem de kültürel anlamda ülkenin geneli için bir merkez ve bir
model olması amaçlanmıştır. 1950 ise Türkiye’de resmi ideolojinin otoriter
pragmatizminin kırıldığı bir dönemecin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu
durumun Ankara bağlamında kentleşmeye yansıması ise ülkede sıra büyüklük kent
kuramının ortaya çıkmasında kendisini gösterir. Örneğin 1950 sonrasında İstanbul
üzerinden bir “dünya kenti” vurgusu yaratılır. Öte yandan Ankara’da başkent
olduktan sonra kentleşmenin gerçekleşmesinden dolayı, yani “memur kenti”
olmanın getirdiği bir özellik olarak, sanayi gelişiminden ziyade yönetsel-bürokratik
anlamda gelişmenin olduğu söylenebilir. Klasik batı kentlerinin finans merkezli

27
Tek büyük kent kuramı kısaca ülkede nüfusun bir ya da iki merkezde toplanması, ülkenin kaynaklarının bu
merkezlerce emilmekte olması gözlemine dayanır. Mark Jefferson, John Friedman gibi kentbilimcilerin
üzerine düşündüğü bu kuram daha ziyade gelişmekte olan ülkeler için teorize edilmiştir. Öte yandan
bu teorinin koşutu olarak sıra büyüklük kuralı da kullanılmaktadır. Bu kural, kentlerin büyüklüğü ile
büyüklük sıraları arasında bir bağıntı bulunduğunu varsayar. Ayrıntı için bkz. (Keleş, 2002; 129 130).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 175


kapitalizmin gelişimine koşut değişim gösterdiği düşünüldüğünde Ankara’nın bu
özelliği bünyesinde barındırmadığı yorumu yapılabilir. Ankara’da daha ziyade
göze çarpan mimari yapıdan kentsel mekanın kurgulanışına ve kullanılışına
dek bürokratik örgütlenme farkedilmektedir. Gerçi bu durum batılı başkentlerin
çoğunda da böyledir ancak Ankara’nın özellikle katı merkeziyetçiliği vurgulayan
bir havasının olması önemlidir. Her ne kadar 80 sonrasında kentin dışına doğru
büyük alışveriş merkezleri ve birtakım sanayi yapıları yer almaya başlasa da bu
durum hiçbir şekilde Marmara bölgesiyle kıyaslanacak duruma gelememiştir.
Ekonomik çerçevede yapılabilecek bu yorumların yanı sıra salt siyasal bağlamda
düşünüldüğünde Ankara’nın bürokrasinin merkezi olması anlamında kazandığı
itibar, üzerine düşünülmesi gereken bir noktadadır. Özellikle erken cumhuriyet
döneminde Türkiye’de gelenek-modernlik eklemlenmesinin kurucu değil yıkıcı bir
bağ üzerine inşa edildiği düşünüldüğünde modernliğin yani batılılaşmanın siyasal
bir hedef olarak Türkiye’nin en önemli hedefi olduğu iddia edilebilir. Tam da bu
anlamda yeni Türkiye’nin Osmanlı mirasını reddettiği kolaylıkla söylenebilir.
Bu anlamda Ankara’nın özellikle erken cumhuriyet dönemindeki kentsel yapıları
hiçbir şekilde Osmanlı’yı yansıtmaması anlamında önemlidir. Özellikle devletin
batılılaşmasını ifade eden bir diğer kavram olan hukuk devleti fikri (ki bunun
sonuçları devlet iktidarının sınırlandırılmasını anlamlandırır) Ankara bürokrasisi
için önemli bir konumdadır. 1923 sonrasındaki kentsel planlamanın hukuksal
temellere dayanması ve planların dönemin bürokratları tarafından gerçekleştirilmesi
yukarıdaki çerçevede değerlendirilebilir. Öte yandan cumhuriyetle birlikte kentin
çeşitli yerlerine yerleştirilen heykeller ve kentin merkezini oluşturması amaçlanan
Kızılay meydanının inşası bir anlamda kenti paylaşan insanlara devletin her yerde
olduğunun hatırlatılması amacıyladır. Bu durum da aslında bir nevi cumhuriyetin
otoriter yapısının kentsel mekana yansımasıdır.28 Burada bir diğer örnek olarak
şehre 1892’de gelen demiryollarının bir siyasal proje olarak kullanılması da
verilebilir. Demiryolları zaten şehrin başkent seçilmesi için de bir artı değer
taşımaktaydı ve cumhuriyetin kuruluşuyla beraber başkentin bir bütün olarak
demiryoluyla kuşatılması amaçlanmaktaydı. Bu, dönemin ilkelerinden devletçilik
ile de doğrudan bağlantılıdır. Demiryollarının yaygınlaştırılması tamamen ülkenin
kendi iç ekonomisine yönelik bir uygulamadır. Ancak 1950 sonrasına baktığımızda
ülkenin genelinde demiryollarının bir anlamda kaderine terk edildiği söylenebilir.
İkinci plana atılan demiryollarının yerini karayolu alır ve karayolu yapımı doğal

28
Devletin otoriter olması anlamında 1950 öncesi ve özellikle 30’lu yıllar önemlidir. Özellikle
cumhuriyetin yurttaş yaratma projesi, hukuk devletinin devletin hukuku şeklinde yaygınlık kazanması
ve kentleşmenin kimi ayakları bu anlamda değerlendirilebilir. Burada kast edilen kamusal otoritenin
siyasal tercihlerinin zorunlu olarak toplum nezdinde kabul görmesidir. Örneğin, dönemin bireylerinin
kemalist doktrinle yetişmiş ve o eğitimi almış cumhuriyet bireyi olmaktan başka alternatifleri yoktur.
Yukarıda ifade edilen otoriterlik sıfatı da bu durumu ifade etmektedir. Ayrıntı için bkz. (İnsel, 2001).

176 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


olarak da ülkeyi dışa bağımlı hale getirir. Bu uygulamanın kentsel mekana
yansıması ise taşıt sayısının hem bireysel hem de toplu taşıma anlamında artması
ve şehrin merkezlerinin de buna bağlı olarak taşıt trafiğinin akışına uygun olarak
düzenlenmesi olarak karşımıza çıkar. Jansen planının Kızılay’ı ile 2005 yılının
Kızılay’ı29 kuşbakışı olarak karşılaştırıldığında da bu değişim kendini gösterir.

Sosyo-kültürel eksende Doğu ile Batı arasında Ankara’yı konumlandırmaya


çalıştığımızda da ilk göze çarpan özelliğin göç olgusunun doğurduğu
olumsuzluklardan biri olan gecekondulaşma olduğunu görürüz. Gecekondunun
gelişmekte olan ülkelerin ortak bir özelliği olduğu ve gecekondu bölgelerinde
yaşayanların genellikle tolumun dar gelirli ve yoksul kesimini oluşturduğu kabul
edilir.30 Ankara açısından incelendiğinde de başkent olmanın getirdiği bir çekim
merkezi olmanın sonucunda kent 1923’ten itibaren yoğun bir nüfus akımına
sahne olmuştur. İlk gelenlerin merkezi teşkilatın gerektirdiği insan kaynağını
oluşturduğunu iddia edebilsek de daha sonraki göç dalgasının bu denli kaliteli
olduğunu söyleyemeyiz. Şehre iş bulma amacıyla göç eden bu insanlar kentte
bir anlamda umduklarını bulamadıklarından dolayı kentte kendilerine özgü bir
yaşam biçimi oluşturmak durumunda kalmışlardır. Şehrin aynı zamanda enformel
hizmet ihtiyacını da karşılayan bu insanlar yani marjinal sektörün çalışanları kentin
mekansal kullanımında da marjinal bir tutum sergilemişlerdir. Bu nedenle kentte
gecekondu ve gecekondulu insan sayısında hızlı bir artış yaşanmıştır.31 Ancak burada
sosyo - kültürel açıdan önem taşıyan nokta, Batılı yurttaşı yaratmayı amaçlayan
cumhuriyetin başkentinin insanları arasında kırsaldan kente göç eden ancak kırsalla
olan bağını koparamadığı için bir türlü kentlileşemeyen yurttaşların varlığıdır.
Aslında kırsalla bağını koparamama konusunu sadece gecekondu bölgeleri ile
sınırlamak yanlış bir değerlendirmedir. Şehrin orta sınıfını oluşturan nüfusta da
kırsalla irtibatını maddi anlamda devam ettirenler bulunmaktadır. Bunun sebebi
manevi aidiyet duygusunun oluşturulmasının yanında ekonomik açıdan da ayakta
durabilmektir. Ankara’da halen birçok hane kırsaldan en azından erzak anlamında
destek görmektedir. Kırsala karşı duyulan bu bağımlılık hissiyatı, kişilere tam da
kentlilik kültürünün istediği birey kimliğini kazandıramamaktadır. Kişi kendini tek
başına yeterli görmemekte ve ait olabileceği bir sosyal grup arayışına gitmektedir.
Gerçi bu durum Türkiye’deki kentleşme olgusunun genel problematiği olsa da
Ankara’nın coğrafi konumu gereği bunu daha net yaşayan kentlerden bir tanesi

29
Burada hatırlatılması gereken bir ayrıntı da Kızılay Meydanı’nın 1923’ten bu yana üç kez tamamıyla
yıkılıp yeniden inşa edilmesidir. Her seferinde Meydan biraz daha insana yani yurttaşa kapatılmış ve
her seferinde kentsel rant sebebiyle kat yükseltisi kullanılmıştır.
30
Gecekondu ile ilgili daha ayrıntılı bir analiz için bkz. (Karpat, 2003).
31
Özellikle Ankara’daki gecekondulaşma olgusunun tarihsel gelişimi üzerine ayrıntılı bir analiz için bkz.
(Şenyapılı, 2004).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 177


olduğu iddia edilebilir. Özellik hemşehrilik çerçevesinde oluşan bu sosyal grup
olgusu siyasal tercihler alanına da sirayet etmektedir. Bireylerin siyasal tercihlerinin
belirlenmesinde daha çok kendisini gösteren bu tespit Ankara’da özellikle yerel
siyaset açısından önemli sonuçlar doğuran bir olgudur. Klasik batı kentlerinde
bireylerin daha özgür siyasal tercih yapabilmesinin, en azından hedeflenen bir amaç
olduğu göz önüne alındığında, Ankara’nın bu özelliği, son yıllarda, cumhuriyetin ilk
başlarındaki klasik çizginin dışına çıkıldığının bir göstergesidir.32 Yukarıda belirtilen
özellikler Ankara’nın modernden ziyade gelenekselin anlamlandırdığı unsurları
olarak değerlendirilebilir. Öte yandan cumhuriyetin kuruluşunda amaçlanan
batı tipi toplumun yaratılmasında kullanılacak araçlardan birisi de kültür olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan düşünüldüğünde, cumhuriyetin ilanını takiben
kurulan çeşitli kamusal nitelikli kurumlar Ankara’nın batılı anlamda bir kentin
barındırması gereken kültürel öğeleri içermesi anlamında önemlidir. Bu anlamda
Ankara’da ilk olarak ekonomik bir girişim olarak İş Bankası kurulur. Ardından,
batı tipi aile portresine yakışır bir mesire yeri olarak ve bir anlamda da başarılamaz
denilen hedeflerin başarıldığının göstergesi olan Atatürk Orman Çiftliği açılır.
Ankara Radyosu’nun faaliyete geçmesinin yanı sıra fabrikalar, okullar, müzeler,
barajlar, hastanelerin de yapımı bütünlükçü bir politikaya hizmet eder. Tüm bunlar
cumhuriyetin temel iddiası olan yurttaş yaratma projesini destekler niteliktedir.
Ayrıca 1925’te Hukuk Mektebi’nin ve Ankara Tıp Fakültesi’nin, 1926’da şimdiki
Gazi Üniversitesi’nin temeli olan Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’nün
ve 1945’te de Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüsü’nün kurulması yukarıdaki
yargıyı destekler niteliktedir.33 Öte yandan 1936’da da Osmanlı modernleşmesinde
kilit rol oynayan eğitim kurumlarından bir tanesi olan Mülkiye Mektebi’nin adı
Siyasal Bilgiler Okulu’na dönüştürülerek Ankara’ya Atatürk’ün isteği ile taşınması
Ankara’nın bürokrasinin merkezi olması anlamında da önemlidir. Genel itibariyle
burada belirtilen politikalar klasik batı demokrasilerinde kentin siyasal anlamda
örgütlenmesinde ifade edilen argümanlarla koşutluk içermektedir. Gerçi burada dile
getirilmesi gereken bir başka nokta da, bahsi geçen bu modernleşme politikalarının
Ankara’da hitap ettiği kitlenin niteliğidir. Daha önce ifade edildiği üzere cumhuriyet
bir yurttaş yaratma projesini de içermektedir ve Ankara’nın batılı anlamda bir
kültür ve sanat kenti haline gelmesinin hitap ettiği kitlenin tam da bu cumhuriyet
yurttaşları olması önemlidir. Aslında Ankara’nın genel itibariyle bir memur ve
öğrenci kenti olması da yukarıdaki tespitlerden bağımsız düşünülemez. Zira,
Ankara’yı anlamlandıran bu yeni kesim, eğitim ve kültür politikalarının yöneldiği

32
Yerel sosyalleşme ağlarının siyasal tercihleri belirlemesi anlamında Ankara örneğinde tespitler yapmanın
mümkün olduğunu gösteren, yakın zamanlarda yayımlanmış bir çalışma için bkz. (Kurtoğlu, 2004).
33
Ankara’daki kültürel gelişimin kronolojisi için bkz. http://www.ankara-bld.gov.tr/ankara/kronoloji.
htm. (05.02.2005)

178 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


kitledir. Ancak, bu durumun 1980 sonrası aynı şekilde varlığını koruduğunu
söylemek pek mümkün değildir. Daha önce dile getirilen gecekondulaşma süreçleri
ve bunun doğurduğu sosyal sonuçlar Ankara’nın homojen anlamda bir “memur ve
öğrenci” kenti olmaktan çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu tespiti, özellikle
göç sonrası kente gelen ama kırsal kimliğini de yanında getiren grupların kendi
sosyal örgütlenmelerini yaratmaları da desteklemektedir. Dolayısıyla bu durum,
bu iki grup arasında bir farklılaşma oluşturduğunu söylemeyi olanaklı kılmaktadır.
Bu farklılaşmayı mekansal boyutta da gözlemlemek mümkündür. Bunun için
ikili bir ayrıma gidilebilir. Bunun birinci ayağında Ankara’nın nispeten erken
kentleşmiş bölümleri olan Çankaya gibi ilçelerin içinde bulunduğu ve memurların,
öğrencilerin veya batılı anlamda kent yaşantısını sürdüren bireylerin yaşadığı yerler
sayılabilir. İkinci olarak yukarıda bahsi geçen göç dalgaları sonucu oluşan kırsalla
bağını devam ettiren hanelerin yer aldığı gecekondu bölgelerinden bahsedilebilir.
Bu yerleşim yerlerine Mamak, Altındağ gibi bölgeler örnek teşkil edebilir. Ancak
her ikili sınıflandırmada olduğu gibi burada da ara bir ayak olduğu söylenebilir.
Yani, Ankara’da halen enformel sektörlerde bulunmasa bile sosyal anlamda
kırsalla bağını aidiyet ihtiyacından dolayı devam ettiren hanelerden söz etmek de
mümkündür. Özellikle kamu sektörü tarafından 80 sonrasında sınıflandırmanın
ikinci ayağını oluşturan gecekonduları önleme adına oluşturulan Eryaman, Fatih,
Batıkent ve Portakal Çiçeği Vadisi gibi yerleşim birimleri bu örneğe dahil edilebilir.
Bu sınıflandırmanın Ankara örneğinde topluma etkisi bir farklılaşma yaratması
çerçevesinde değerlendirilebilir. Örneğin Çankaya’daki bir ailenin sosyal yaşamı,
siyasal tercihleri ve şüphesiz ki bunların belirleyicisi olan ekonomik düzeyi ile
Mamak’taki bir ailenin bu özellikleri benzer değildir. Dolayısıyla bu durumun
toplumsal anlamda da bir ikiliğe yol açtığı söylenebilir.34

Bu ikilik kentbilimsel anlamda da ortaya çıkmaktadır. Ülkede genel anlamda


II. Dünya Savaşı sıralarında ortaya çıkan gecekondu bölgeleri plansız yapılaşmalar
olarak değerlendirilebilir. Ancak bu gecekondu bölgelerinin batının slumları
gibi şehrin merkezini çevrelediğini öne sürmek mümkün değildir. Ankara’da
gecekondu bölgeleri şehrin özeğinin bir parçası niteliğindedir ve batının tam aksi
bir durum olarak Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Ankara’da da giderek artan
bir biçimde, kent merkezinin uzağına doğru yayılan bir planlı kentleşme çabası
mevcuttur. Türkiye’deki bu sorunlu kentleşmenin sebebini sanayileşme ile arasında
kurulmaya çalışılan ancak kurulamayan ilişkide aramak mümkündür. Dünyadaki
34
Bu duruma bir örnek olarak Ankara ilçelerindeki yerel seçim sonuçları bir fikir vermesi açısından
önemlidir. Örneğin uzun yıllar Mamak ve Altındağ’ın sağ görüşlü belediye örgütleri tarafından
yönetilmesi ama buna rağmen Çankaya ilçesinin Türkiye’nin en önemli sosyal demokrat bölgesi olması
gösterilebilir. Öte yandan, burada sınıflandırmanın ara bölümü olarak ifade edilen Eryaman, Batıkent
gibi bölgelerde oyların dengeli dağılımı yukarıdaki yargıyı destekler niteliktedir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 179


genel tarihsel gelişmenin aksine Türkiye’de ve tabii Ankara’da göç eden işgücünü
emebilecek büyüklükte ve yeterlilikte bir sanayi sektörü olmadığı için göç edenler
yukarıda da değinildiği gibi öncelikli olarak hizmet sektöründe yer almaya çalışmış
ve en son aşamada da değnekçilik, işportacılık olarak örneklendirilebilecek olan
marjinal sektör yaratılmıştır. Günümüzde ise bu sektör eskisine oranla daha
da büyümesinden öteye bir anlamda “yerel bir mafya” niteliğine bürünmüştür
denilebilir. Bu sektör kendi alanında büyük bir rant yaratmıştır. Yani marjinal sektör
eskisi gibi kente akan işgücünün geçici istihdam alanı olmaktan çıkmış ve yeni
bir işgücü kolu yaratılmıştır. Göç eden nüfusun planlı bir şekilde emilememesi
de Ankara özelinde en başta konut sorununu yaratmıştır. Bu sorunu çözmek
amacıyla da daha cumhuriyetin ilk yıllarında konut kooperatifçiliğinin temeli
atılmıştır. Bu anlamda 1923 1945 yılları arasında Bahçelievler Konut Kooperatifi
gerçekleştirilmiştir ve bu deneyim daha sonraki yıllarda da örnek olarak ele
alınmıştır. Yine de bu planlı kentleşme çabaları başkentin aldığı göçün konut sorunu
çözebilmek için yeterli olmamıştır. Marjinal sektörün “çalışanları” kendilerine
yine marjinal yerleşim yerleri yaratmışlardır ve bu gecekondulaşma beraberinde
“kentsel arsa spekülasyonu” ve “siyasal yozlaşma” olgularını getirmiştir.35 Konut
sorununun yarattığı bu gelişmelerin günümüzdeki yansımalarını Ankara ekseninde
incelediğimizde kentin bir anlamda “gettolaştığını” öne sürebiliriz. Yüksek gelir
düzeyine sahip gruplara hitap eden, geniş güvenlik çemberi içinde inşa edilen
“site”lerin yanında aynı kentte düşük gelir gruplarının hemşehrilik, akrabalık gibi
bağlarla oluşturdukları yerleşim yerleri de mevcuttur. Kısacası, Ankara kentleşmesi
incelendiğinde de açık bir ikilik göz çarpar.
Sonuç Yerine: Ankara’nın “İki Arada, Bir Deredeliği” Üzerine Bir
Sonsöz
Türkiye coğrafyasının geneline bakıldığında kır ve kent arasında geniş bir
kültürel farklılaşma olduğu göze çarpmaktadır.36 Bu farklılaşmanın Ankara
özelindeki oluşumu ve niteliği ile günümüzdeki durumu çalışmanın ana amacıdır.
Çalışmanın geneli boyunca “doğu” ve “batı” kavramlarının coğrafi bağlarından
kopuk bir şeklide ele alındığı bir eksende, Ankara’nın 1923 itibariyle gelişimi ele
alınmıştır. Bir anlamda doğu batı ve gelenek ile modernlik arasında bir koşutluk
olduğu önkabulüyle Ankara’nın Löhler planlarından itibaren yaşadığı kentsel
dönüşüm değerlendirmeye alınmıştır. Özellikle de son bölümde Ankara’nın
yaşadığı tarihsel deneyimin günümüzdeki yansımaları incelenmiştir.
35
Gecekondulaşma, arsa spekülasyonu ve siyasal yozlaşma, birbirini destekleyen ve güçlendiren üç
süreç olarak, bugün artık ülkenin genel kentsel dokusunu, bu doku aracılığıyla da genel yapısını etkiler
duruma gelmiştir. (Kongar; 2002; 564)
36
Anadolu köyleri ile İstanbul’daki bireylerin sınıfsal bakış açıları üzerine yapılmış bir alan araştırması
Türkiye’deki yukarıda değinilen karşıtlığı ifade etmesi açısından önemlidir. Bkz. (Boratav, 1995).

180 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Çalışmanın başında da belirtildiği gibi Ankara tamamen “yeni” bir kent iddiasıyla
kurulmuştur. Burada yeni iddiası sadece kentle sınırlı değildir. Oluşturulmaya
çalışılan olgulardan birisi de modern insanın yani yurttaşın yaratılmasıdır. 37
Bu amaçla kentin eski dokusu, örneğin Ulus’ta tamamen korunmaya çalışılmış
ancak Kızılay’dan itibaren yeni kent dokusu hızla inşa edilmeye başlanmıştır.38
Buraya kadar bahsedilen tarihsel gelişim tam da cumhuriyetin kurucu kadrosunun
amaçladığı gibi “batılı” bir gelişmedir. Eski Ankara’nın çehresi aydınlanırken,
elit kadro da cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte hızla “teknik kadro” ile beraber
Ankara’ya taşınır. Ancak göç eden nüfusun ilk iki dalgası olmasa da daha sonraki
dalgaları gelişmeye başlayan her kentin yaşadığı bir deneyim olarak “vasıfsız”
insanlardan oluşur. Günümüz Ankara’sının gecekondu bölgelerinin çekirdeğini
oluşturan bu göç dalgalarının kente özellikle de modern Ankara’ya - eklemlenmesi
amaçlandığı gibi kolay olmamış aksine günümüzde de halen devam eden sancılı
bir süreç başlamıştır. Özellikle köy temelli göçlerde memleketle olan bağlar
hiçbir zaman kopmamış, aksine hemşehrilik bağları kentsel yerleşim yerlerinin
seçilmesinden iş imkanlarının bulunmasına dek gücünü hissettirmiştir. Bu durum
da başkentin amaçlandığı gibi batılılık özelliğini yavaş yavaş eriten bir olgu olarak
çalışmada ele alınmıştır. Ancak salt bu hemşehrilik bağlarının gücünden
dolayı Ankara’yı “doğu” eksenine oturtmak da mümkün değildir. Sonuçta bir
başkent olmanın getirdiği “memurin kenti” olma niteliği özellikle kentin batılı
değerlerinin korunmasında etkili olmuştur. Ayrıca Ankara memur kenti olmakla
beraber ülkenin geneli için bir “öğrenci şehri” olarak da değerlendirilmektedir ki
bu nitelendirme, yanında kültür ve eğitim politikalarının da uygulanmasındaki
kararlılığı güçlendirmektedir. Yine de kentsel mekanların özellikle yerleşim yeri
olarak değerlendirilmesinde karşımıza çıkan ikili durum, yani bir anlamda yüksek
ve düşük düzeydeki kent gruplarının kendi gettolarını yaratması iki kutbun ancak
kamusal mekanlarda ve ikincil ilişkilerde etkileşime geçmesine yol açmıştır.

Sonuçta, çalışma boyunca ele alınan bulgular ışığında Ankara’yı


değerlendirdiğimizde ilk başta ortaya konan doğu batı ve gelenek ile modernlik
koşutluğunda; Ankara’nın özel bir yere sahip olduğunu görürüz. Bir anlamda
Ankara, amaçlanan modern cumhuriyeti, “batılı” Türkiye’yi simgelemekten
uzaklaşmış; ancak cumhuriyet öncesi Ankara gibi “doğulu” bir niteliğe de
bürünmemiştir. Bu değerlendirme çerçevesinde Ankara’nın artık bir “iki arada bir
derede kalmışlığı” simgelemeye başladığı öne sürülebilir.
37
Ankara’nın bu iddiasına atıf yapan “Ankara Marşı”nda da “Yoktan var edilmiş ilk şehir sensin/Varolsun
toprağın taşın Ankara” denirken burada Ankara’nın planlı imar süreci vurgulanmakla beraber kente
paralel olarak inşa edilmeye çalışılan modern insana yani yurttaşa da bu yeni şehrin benimsetilmesi
çabası göze çarpmaktadır.
38
Bu nedenledir ki, 1923 1945 yılları Ankara ve Ankaralılar için tam bir “şantiye havası” taşır.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 181


Kaynakça
ALDERSON, Arthur S.-BECKFIELD Jason, (2004), “Power and Position in World City System,”
American Journal of Sociology, Volume: 9, Number: 4.
AHMAD, Feroz, (1993), The Making of Modern Turkey, London-NewYork, Routledge.
AKGÜN, Seçil, (1984), “Kurtuluş Savaşının Mekansal Stratejisi ve Ankara’nın Başkent Seçilmesi
Kararının İçeriği”, Tarih İçinde Ankara Eylül 1981 Seminer Bildirileri, Ankara, ODTÜ Mimarlık
Fakültesi Basım İşliği.
ATABAŞ, Hüseyin-CENGİZKAN Ali, (1998), Ankara Rüzgarı, Ankara, Çankaya Belediyesi Kültür
Yayınları
BATUMAN, Bülent, (2002), “Mekan, Kimlik ve Sosyal Çatışma: Cumhuriyet’in Kamusal Mekanı Olarak
Kızılay Meydanı”, Ankara’nın Kamusal Yüzleri, İstanbul, İletişim Yayınları.
BORATAV, Korkut (1995), İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
CANTEK, İ. Funda Şenol, (2003), “Yaban”lar ve Yerliler Başkent olma Sürecinde Ankara, İstanbul,
İletişim Yayınları.
ÇADIRCI, Musa, (1984), “Yönetim Merkezi Olarak Ankara’nın Geçirdiği Evrim”, Tarih İçinde Ankara
Eylül 1981 Seminer Bildirileri, Ankara, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Basım İşliği.
ÇINAR, Tayfun, (2002), Dünyada ve Türkiye’de Başkentlik Sorunu, Ankara, AÜ SBE Kamu Yönetimi
ve Siyaset Bilimi (Kent ve Çevre Bilimleri) ABD Yayımlanmamış Doktora Tezi.
ÇOTUKSÖKEN, Betül, (2001), “Avrupa: Öznenin Doğum Yeri”, Doğu Batı, Sayı14.
DEN BOER, Pim, (2000), “Europe to 1914; The Making of an Idea”, The History of the Idea of Europe
(içinde), London-New York, Routledge.
DOĞAN, Ali Ekber, (2002), Birikimin Hamalları: Kriz, Neo-Liberalizm ve Kent, İstanbul, Don Kişot
Yayınları.
GOODE, William J., (1968), “World Revolution and Family Patterns”, Urbanism in World Perspective
(içinde), ed. Sylvia Flevis Flava, New York, Crowell Publications.
HANNA, William John HANNA Judith Lynne, (1969), “Polyethnicity and Political Integration in Umuahia
and Mbale”, Comperative Urban Research: The Administration and Politics of Cities (içinde),
ed. Robert T. Daland, California, Sage Publications.
HARVEY, David, (1996), The Condition of Postmodernism, Oxford, Blackwell.
İNSEL, Ahmet, (2001), “Siyasal, İktisadi Bir Bütün Olarak Devletçilik”, Türkiye Toplumunun Bunalımı
(içinde), İstanbul, Birikim Yayınları.
KAHRAMAN, Hasan Bülent, (1999), “Türkiye’de Kültürel Söylem Kurguları; Kopuştan Eklemlenmeye
ve Geleneksizliğin Geleneği”, Doğu Batı, Sayı:9.
KAHRAMAN, Hasan Bülent, (2002), Modernite ve Postmodernite Arasında Türkiye: 1980 Sonrası
Türkiye’de Yapısal, Zihinsel, Siyasal Dönüşüm, İstanbul, Everest Yayınları.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri; (2004), Ankara, İstanbul, İletişim.
KARPAT, Kemal, (2003), Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları.
KELEŞ, Ruşen, (2002), Kentleşme Politikası, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları.

182 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


KONGAR, Emre, (2002), 21. Yüzyılda Türkiye: 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul,
Remzi Kitabevi.
KORKMAZ, Alemdar, (1984), “Seyahatnamelerde Ankara”, Tarih İçinde Ankara (Eylül 1981 Seminer
Bildirileri), Ankara, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Basım İşliği.
KURTOĞLU, Ayça, (2004), Hemşehrilik ve Şehirde Siyaset: Keçiören Örneği, İstanbul, İletişim Yayınları.
MARDİN, Şerif, (1996), Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul, İletişim Yayınları.
MARDİN, Şerif, (2000), “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez Çevre İlişkileri”,
Türkiye’de Toplum ve Siyaset (içinde), İstanbul, İletişim Yayınları.
MARSHALL, Gordon, (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Ankara, Bilim
ve Sanat Yayınevi.
NALBANTOĞLU, Gülsüm, (1984), “1928 1946 Döneminde Ankara’da Yapılan Konutların Mimari
Değerlendirmesi”, Tarih İçinde Ankara (Eylül 1981 Seminer Bildirileri), Ankara, ODTÜ Mimarlık
Fakültesi Basım İşliği.
RUGGIERRO, Vicenzo, (2003), “Fear and Change in the City”, City, Vol:7, No:1.
SAID, Edward, (1995), Orientalism: Western Conceptions of the Orient, London-New York Routledge.
SARIOĞLU, Mehmet, (2001), “Ankara”: Bir Modernleşme Öyküsü (1919 1945), Ankara, T.C. Kültür
Bakanlığı.
ŞENYAPILI, Tansı, (2004), “Baraka”dan Gecekonduya Ankara’da Kentsel Mekanın Dönüşümü: 1923
1960, İstanbul, İletişim Yayınları.
TANKUT, Gönül, (1984), “Jansen Planı Uygulama sorunları ve Cumhuriyet Demokrasisinin Kent Planına
Yaklaşımı”, Tarih İçinde Ankara (Eylül 1981 Seminer Bildirileri), Ankara, ODTÜ Mimarlık
Fakültesi Basım İşliği.
WEBER, Max, (2000), Şehir; Modern Kentin Oluşumu, İstanbul, Bakış Yayınları.

Elektronik Kaynaklar
http://www.ankara-bld.gov.tr/ankara/anktarih.htm
http://www.ankara-bld.gov.tr/ankara/kronoloji.htm
http://www.discoverturkey.com/yeni/ankara/ankara.html

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 183


184 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246
Antalya’nın Yönetiminde “Kent Vizyonu”
Etkili Bir Araç Olabilir
Gülser ÖZTUNALI KAYIR*

Değişim yaşamın temel ve zorunlu koşulu. Kentler de bu koşulun dinamiklerinin


yaratıldığı alanlardır. Küresel ölçekte gelişmiş ya da gelişmekte geri bıraktırılmış
tüm ülkeler; son derece köklü değişim süreçleri içine girmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla her yenilik değişim ve dönüşüm, ülkemizi ve kentlerimizi de yakından
etkilemektedir. Bir kentin vizyonu belirlenmeye çalışılırken küresel, ulusal ve yerel
değişim dinamiklerini dikkate almak gerekmektedir. Ekonomik, sosyal, siyasal,
teknolojik, ekolojik ve demografik değişimler giderek daha da önem kazanmaktadır.
Bu çalışmada kent vizyonu kavramı bağlamında Antalya kenti yönetiminin gelecekte
hangi konularda, alanlarda, nasıl yoğunlaşabileceği ve neleri dikkate alabileceği
irdelenmeye çalışılmıştır.

Araştırmanın sınırlılıkları açısından birkaç noktanın belirtilmesi önem


taşımaktadır. Antalya kenti üzerine araştırma yapmak için öncelikle kente ait sağlıklı
verilere ulaşabilme sorunuyla karşılaşılmıştır. Araştırmayı AB kentsel göstergelerine
yönelik yapmaya çalıştıysak da sağlıklı verilere ulaşılamamıştır. Kullanılan veriler
çeşitli kaynaklardan derlenerek elde edilebilmiş, zaman zaman da farklı kaynaklarda
aynı ölçüm veya kategoriler için çok farklı veri ve kavramlarla karşılaşılmıştır.
Bilimsel açıdan sakıncaların da bilincinde olarak kentsel genel hatlar çizilmiş ve
genel verilere yer verilmiş, yıllar itibariyle, diğer kentler ve farklı göstergeler arası
ilişki kıyaslamaları yapılamamış ve öncelikli olarak ulusal kaynaklar dikkate alınarak
Antalya kentine özgü dinamikler değerlendirilmeye çalışılmıştır.
*
Doç.Dr., Akdeniz Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 185


I - Kent Vizyonu Kavramı ve Küresel Dönüşüm

“Kent Vizyonu” kentsel değişimin izlenebilmesi, denetlenebilmesi ve kentin


genel yönetimi için etkili bir araç olabilir. Kent vizyonunu, “kentin geleceğinin
kurgulanması yolunda geliştirilecek olan, küresel, ulusal, yerel ölçekte değişimleri,
yeni dinamikleri ve gelecek kuşakları dikkate alan, temel kentsel ihtiyaçların
karşılanmasının yanı sıra yaşam kalitesinin yükseltilmesi, geleceğe yönelik gelişme
stratejilerinin saptanması, sosyal, kültürel, ekonomik ve ekolojik zenginliklerin
yaratılması ve bunların adil dağılımının sağlanması, kenttaşlar başta olmak üzere
tüm ortakların bir araya gelerek ortak amaçlarda birleşmeleriyle oluşturacakları,
esnek ve yaratıcı politikalar, programlar, projeler, önlemler ve yatırımlar bütünü”
olarak tanımlayabiliriz.

Kanada’nın Ottawa Kenti Yaşayanları “Bizlerin yeni kent ideali: kadın ve erkek
hepimizin sağlıklı, güvenli ve hakkaniyet içinde yaşamasını güvence altına almak
amacıyla, topluluğun kaynakları ve hizmetlerini birlikte kullanmak, geliştirmek ve
işletmek için çalışma kapasitesine sahip olmak ve her tür fırsattan en iyi şekilde
yararlanmaktır”(ottawa.ca/2020) diyerek, geliştirici, eşitlikçi, adil ve toplumsal
cinsiyet duyarlılığına sahip kenttaşlar olarak taleplerini iletmektedirler.

Avrupa Şehirciler Konseyi tarafından ortak bir “Avrupa Kentleri Ağı Vizyonu”
geliştirilmiş ve 20 Kasım 2003 tarihinde “Yeni Atina Şart’”ı oluşturulmuştur. Bu
vizyon “Bağlaşık Kentler” düşüncesine dayanmakta, kentlerin; sosyal alanda,
ekonomide, zamanda, uzamda, ekolojik alanda, birbirine bağlı ve uyumlu olmasını
hedeflemektedir. Bağlaşık Kentler Vizyonu’nda dile getirilen taahhütler şunlardır
(ceu-ectp.org/f): Kentler;

1. Tarihten gelen çeşitliliği ve kültürel zenginliği koruyacaklar,

2. İşlevler ve içerikler açısından birçok ağ ile birbirlerine bağlanacaklar,

3. Her alanda ve her düzeyde eşgüdüm ve tamamlayıcılığı yakalamaya


çalışırken yaratıcı ve rekabetçi kalacaklar,

4. Kent sakinlerinin ve genel olarak da kentten yararlananların refahını kararlı


bir şekilde sağlayacaklardır.

Bu taahhütler Avrupa kentlerinin gelecekte birbirlerine bağlı ve bağımlı, ortak


hareket edebilen, her alanda dayanışma içinde olabilme çabalarını göstermekte
ve gelecekte kentlerin tek başlarına kalmamaları gerektiğini de vurgulamaktadır.

186 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Dünyadaki yeni değişim dinamikleri küreselleşme süreciyle paralel gitmekte,
buna bağlı olarak kentlerin vizyonlarının, rollerinin ve işlevlerinin değişmesi de
kaçınılmaz hale gelmektedir. Kentler karşıt süreçlerin eş zamanlı olarak işlediği
alanlar olarak tarih içinde, ulus-devletleşme, ussallaşma, bürokratikleşme ve
kapitalistleşme süreçlerinin temel faktörü iken, bugün kentler küreselleşme,
yerelleşme, demokratikleşme, bireyselleşme, sivilleşme; bilinçlenme-kültürlenme-
örgütlenme süreci ve bir yaşam biçimi veya toplumsal örgütlenme modeli olarak
da kabul edilen (Duru,Alkan,2002:77-106) “kentlileşme” gibi hem olumlu; hem
de yoksullaşma, yabancılaşma, insanidışılaşma, ekolojik bozulma, saldırganlaşma
gibi sayılarını arttırabileceğimiz olumsuz süreçlerin itici gücü haline gelmiştir.
Başka deyişle, kentleri ve onların geleceklerini derinden etkileyen küreselleşme,
hem kent içi, hem de kentler arası farklılık alanlarını değiştirmekte, parçalanmayı
yoğunlaştırıcı bir rol oynamaktadır (Aslanoğlu,1998:153).

Küresel düzeyde değişimin dinamiklerini, bakış açısına göre farklı boyutlarda


ele almak olanaklıdır. Aktan’ın (1999:79-81) sınıflandırmasından yola çıkarak
oluşturduğumuz küresel değişimin Antalya kenti için de geçerli olabilecek
içeriklerini şöyle özetleyebiliriz:

1. İnsani Alanda Değişim: Toplumlar, dolayısıyla da kentsel yaşam


insan haklarına saygılı olmayan, yoksulluk, açlık, evsizlik, susuzluk gibi insan
yaşamının temel gereksinimlerinin karşılanmadığı ve görmezlikten gelindiği,
sosyal devlet anlayışından uzaklaşıldığı, sosyal, duygusal, derinlikli, dayanışmacı
ilişkilerin yerini asosyal, rekabetçi, egemenlik ilişkilerinin aldığı, para ve birikim
mantığıyla işleyen bir küreselleşme süreci içindedir. İnsanların sağlık, eğitim,
konut, su, kanalizasyon gibi temel hizmetlere ulaşamadığı, zenginlerin daha zengin,
fakirlerin daha fakir olduğu bir ekonomik, sosyal ve siyasal bir sistem hüküm
sürmektedir. Yoksulluğun açlıkla eş anlamlı kullanıldığı ve bir çok boyutunun
görmezden gelindiği bir dönemi yaşıyoruz. Yoksulluk kötü yaşama ve barınma
koşulları, hastalık, cehalet, saldırganlık, parçalanmış aileler, zayıflayan toplumsal
bağlar, gelecek yokluğu ve verimsizlik gibi boyutları da olan bir durumdur
(Bauman,1999:85). Kentsel yoksulluğun artması makro ekonomik ağırlıklı kent
ve tarım politikalarına bağlıdır. Öte yandan, resmi sosyal politikalar tek çözüm
olamamakta, yerel düzeyde de insani çözümlere gereksinim göstermektedir. Kent,
insanın yarattığı yapılar yığınını değil de, özgürlük ve özbilinç olarak insanlığın
potansiyelleriyle ilgili en ileri kavramlarımızı hayata geçirebilen yeni bir “İnsan
Kent” kavrayışını ortaya çıkarmalıdır (Bookchin,1996:181).

2. Ekonomik Alanda Değişim: Dünya küreselleşirken, ekonomide


serbestleşme, özelleşme, bölgeselleşme, gönüllüleşme ve nüfusun büyük bir

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 187


çoğunluğu için yoksullaşma, küçük bir kesimi için de zenginleşme söz konusu
olmaktadır. Dünyada ticaret ve sermaye, bilgi, bilim ve teknoloji, mekan ve zaman
daralması gibi süreçlerle ulus-devlet sınırları aşılmaktadır. Dünya ekonomisinde
ulusaşırı şirketler hakimiyetlerini kurmaktadır. Bu bağlamda kentler önemli ve
yeni işlevler yüklenmektedirler. Dünya kentleri küresel sermayenin, malların,
bilginin birikiminin, denetiminin ve dağıtımının yapıldığı ve kayıtsız ekonominin
yerleştiği merkezlere dönüşmektedir. Küreselleşme bir yandan, yeni olanaklar
yaratırken diğer yandan yoksulluk açısından ciddi yıkımlara neden olmaktadır
(Aslanoğlu,1998:124).
3. Sosyo-kültürel Alanda Değişim : Bu değişim kentleşme, bireyselleşme,
yerelleşme ve dinselleşme özellikleri göstermektedir. Giderek daha fazla sayıda
insan kentlerde yaşamaktadır. 2025 yılında dünya nüfusunun % 70’nin kentlerde
yaşayacağı tahmin edilmektedir. Dünya nüfusu artmış, yoksulluk, işsizlik ve göç
gibi değişkenler temel belirleyiciler olmaya başlamıştır. Nüfusun homojenliği
daha da azalmış, benzeşme yerini farklılaşmaya bırakmıştır. Kentlerde sosyal
soyutlanmanın, şiddetin ve suçun arttığı, bireyin rekabet dünyasında yerini
alabilmek kaygısıyla sosyal bağlarının zayıfladığı, kenttaşların kendilerini
komşularından uzak tuttuğu, kendini soyutladığı gözlemlenmektedir.
4. Siyasal Alanda Değişim: Demokrasinin içeriği yeni haklarla sürekli
genişlemektedir. Dünya bir yandan demokratik katılım ilkelerinin geçerli olduğu
süreçleri yaşarken diğer yandan ulus-devletten uluslararasılaşan çoğulcu bir
devlete geçiş gündeme gelmekte, yerel milliyetçilikler ortaya çıkmaktadır. Ulus
devlet sınırları ortadan kalkmakta, sosyal devlet zayıflamaktadır. Devlet karşısında
bireyin güçlenmesiyle dünya vatandaşı olma eğilimi yükselmekte, kentsel yerel
katılım sorunlarını da beraberinde getirmektedir. Porto Alegre ve Lyon kentleri
örneklerinde olduğu gibi, genel gelişme şemaları oluşturulurken halkla beraber
kentin geleceği konusunda ortak çalışmalar gerçekleştirilmekte, birlikte karar
verme, öğrenme, katılımcı bütçe ve geleceğe yönelik vizyon oluşturulmaktadır
(WALD,1997:80, 1998:37).
5. Teknolojik Alanda Değişim: Bilgi toplumu; bilgisayar, hızlı haberleşme,
robotlaşma, sanallaşma, standartlaşma özellikleri göstermekte ve insan faktörünün
önemi sorgulanmakta, maddi sermayeden çok; eğitimli, bilgili, becerili ve
tecrübeli insanlara olan gereksinim, eğitimi ön plana çıkarmaktadır. İletişim ve
bilgisayar teknolojilerindeki gelişmeler insan ilişkilerini ve kentin kullanımını da
derinden etkilemektedir. Her türlü iş için sokağa çıkmak zorunda olmayan, kentin
sokaklarını, sahilini, bankasını, müzesini artık evlerinde ekran karşısında bir tuşla
gezen insanların çoğalması sanal kentlerin ortaya çıkışının göstergeleri olmaktadır
(Arıt,1998:62-63).

188 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


6. Ekolojik Alanda Değişim: Bugün, küresel ısınma, iklim değişikliği,
erozyon, çölleşme, doğanın ve çevrenin kirlenmesi, biyolojik çeşitliliğin tahribi,
dolayısıyla da beslenme güvenliğinin giderek azalması yapılan araştırmaların ortaya
koyduğu gerçeklerden bir kaçıdır. Ekolojik değişim yalnızca doğal süreçlerdeki
değişim değildir, aynı zamanda sosyal doku, mekansal yerleşimler ve göçler gibi
birçok . değişimi de içermektedir. Artık ekolojik bakış açısıyla kent ve kır ayrımı
yapılmamakta, tersine kırla kentin özelliklerinin birleştirilmesiyle kentlerde
ekolojik planlama öne çıkmaktadır. Ekolojik planlama, bir yöntem olmanın yanı
sıra yeni bir yönetim anlayışını ifade etmekte ve Tarlet tarafından “Belirli bir
teknikten çok bir düşünce biçimi olarak, plan ve şemaların sadece kalkınma temelli
ekonomik verilerinden yola çıkmak yerine onlara paralel olarak, iklim, su, toprak,
flora, fauna, peyzaj, çevre kirlenmesi ve bunların yaratacağı olası zararlar ve diğer
çevre faktörlerinin hesaba katılarak kentsel arazi düzenlemelerinde biyofiziksel
çevre öğeleri arasında entegrasyonu sağlama kaygısı” olarak tanımlamaktadır
(Tarlet,1985:33). Bugün artık, “sürdürülebilir kentler”, “kentsel yaşam kalitesi”,
“ekolojik etki”, kentin biokimyasal değişimlerini, madde ve enerji akımlarını ölçen
“kentsel metabolizma”, gibi kavramlar gündeme gelmektedir. Örneğin Herbert
Girardet hava kirliliği, atıkları, ürünleriyle Londra Metropolü’nün metabolizmasını
sayısal olarak hesaplamıştır (1996:43). Kentlerin sürdürülebilir hale dönüştürülmesi
insanlığın birincil önceliği olarak görülmekte ve “Sürdürülebilir Kentler Simülasyon
Programları” geliştirilmektedir.

Kent vizyonunun belirlenmesinde, küresel ölçekte değişimlerin izlenmesi ve


yerel ölçekte kentsel dinamiklerin, sorunların ve gereksinimlerin saptanarak bu
değişimlerle birlikte değerlendirilmesi önem taşımaktadır. Antalya’nın yönetiminde
kentin kendine özgü dinamikleri, sorunları ve önceliklerini belirlemek kent vizyonu
için temel olacaktır.

II Antalya Kenti Değişim Dinamikleri ve Sorun Alanları


Antalya Kent Vizyonu değerlendirmelerini bu küresel değişimler çerçevesinde
yaptığımızda kent için yanıtlanması gereken sorulardan birkaçı şunlardır:
Antalya’nın değişim dinamikleri ve kentin öncelikleri nelerdir? Kent için gelecekte
ulaşılması hedeflenenler nelerdir ve nasıl elde edilebilir?

1. Antalya Kenti Değişim Dinamikleri :

a) Nüfus Dinamikleri: Antalya kentinin bugün için değişim dinamiklerinin


başında demografik özellikler gelmektedir. Antalya, kentler arası büyüklük
sıralamasında 7. sırada yer almaktaysa da, toplam kent ve kent merkezi nüfus
artış hızı açısından birinci sırada bulunmaktadır. Aşağıdaki tabloda da görüleceği

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 189


gibi 10 yıllık sürede kentsel kırsal nüfus oranı kentsel nüfus lehine yükselmiştir.
Nüfusun sürekli ve hızla değişeceği Antalya’da alınacak önlemlerin de uzun erimli
olmasını gerektirmektedir. İç göç olarak büyük şehirlerden, güney doğu ve iç
kesimlerden; dış göç olarak Almanya başta olmak üzere, son yıllarda Bağımsız
Cumhuriyet’lerden yasal ve yasal olmayan yollarla nüfus almakta, Türkiye
ortalaması olan binde 26.98’in çok üzerinde yıllık binde 42’lere varan nüfus artış
hızına ulaşmaktadır. Özgün sağlık ve kentsel hizmet gereksinimleri olan engelliler
29.154 ile azımsanamayacak sayıdadır. Konutlar yaşanabilir barınma koşullarına
açısından olumsuzluklar içermektedir. 2000 yılında hala tuvaleti konutun dışında
olan 383.339 ve hiç tuvaleti bulunmayan 2.066 konutun olması turizm kenti Antalya
için kentsel yaşam kalitesini yakından ilgilendirmektedir. Bu tür demografik veriler
hem, alt yapı, konut, sağlık, güvenlik gibi temel kentsel hizmetler, hem de sosyal
doku ve ilişkiler açısından gereksinimlerin sayısının çok, yönetsel eksikliklerin
yüksek olduğunu ve kentin önemli değişimlere açık bulunduğunu göstermektedir.

Tablo 1: Antalya İli Demografik Verileri

1990 2000 Nüfus Artış Hızı (binde)


Genel Toplam 1.132.211 1.719.751 41.79
Şehir toplam 602.194 936.330 44.13
Köy toplam 530.017 783.421 39.07
Merkez toplam 448.773 714.129 46.44
Nüfus yoğunluğu 55 72 —
Engelliler toplamı v.y 29.154 —
Hane halkı Sayısı 225.016 383.339 —
Tuvalet konutun dışında v.y 38.625 —
Tuvalet yok v.y 2.066 —
Kaynak: DİE, 1990 ve 2000 Genel Nüfus Sayımları

b) Sosyo-ekonomik Dinamikler : “Irkların Ülkesi” anlamını taşıyan


Pamfilya antik kenti ile Antalya’nın tarih içinde de farklı etnik gruplara barınak
olduğu ve ortak tarihi oluşturduğunu görmekteyiz (Töre,2002:107). Bugün de
Antalya’da çeşitli toplulukların varlığı sürmektedir. Küreselleşme sürecinde
bilgi ve teknolojik gelişme olanaklarına ulaşabilmek, hoşgörülü, demokratik
bir toplum olabilmek için eğitim düzeyinin arttırılması birincil derecede önem
taşımaktadır. İşsizlik ve gelir dağılımı dengesizlikleri, aile yapısındaki değişimler
sosyal yardıma olan gereksinimi artırmakta, sosyal güvenlikten yoksun nüfusun

190 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


artması da demografik ve ekonomik dinamiklerle paralel gitmektedir. Antalya’da
kırlı ve kentli ayrımları çok kesin çizgilerle gözlemlenebilmektedir. Bu durum,
sınıflar arası farklılıkların ve eşitsiz dağılımın keskin olduğunun göstergesidir.
Yeniliklerin getirilmesi ve kentlilik bilincinin geliştirilmesi, başka kentlerde eğitim
almış veya büyük kentlerden gelerek yerleşmiş olanlar tarafından sağlanmaktadır.
Büyük arazi sahipliğinden 10-15 katlı apartman sahipliğine geçiş toplumsal
ilişki parametrelerini değiştirmektedir. Apartman sahipliği tek başına kentlileşme
göstergesi olmadığı halde öyle algılanmaktadır. Antalya’ya özgü yeni toplumsal
tabakalaşma biçimleri ortaya çıkmakta, suç oranlarını artmasına neden olmaktadır.

Bazı grupların kamusal mekandaki varoluşları ile eylemleri; tehlikeli ve sakıncalı


olabilmektedir. Tinerciler, sarhoşlar, evsizler, seks işçileri, uyuşturucu kullananlar,
yankesiciler, sokak çocukları, tehlikeli sürücüler, çeteler vb. olumsuzlukların
sayılarının artması sosyal açıdan olumsuz dinamikler yaratabilmekte, hem turistler
için hem de kenttaşlar için güvensizlik kaynağı olmaktadır.

c) Ekonomik Dinamikler : Ekonomik açıdan refahımız ulus-devlete değil


kentlere

bağlı gelişmiştir. Üretim ve refahı geliştirme kamu alanının bir parçası haline
gelebilir ve ekonomik politikalar yerel halk tarafından kentlilerin genel çıkarları,
ihtiyaçları ve kullanımları doğrultusunda oluşturulabilir. Yerel ekonomik düzen
böylece yaşam için gerekli olan mal ve hizmetlere özgür ve demokratik bir biçimde
erişebilmeyi, maddi yokluğa karşı bir garantiyi, kentlilerin ortaklaşa paylaşımlarını
sağlayacak bir sisteme dönüşümü getirebilir.

Küreselleşme sürecinin bir yandan da yerel ekonomilerin küresel ekonomiyle


etkileşimini sağlamakta olduğu ve karşılaştırmalı üstünlükler temelinde rekabetin
yerel uzmanlaşmayı artırdığı gözlenmektedir. Antalya kenti turizm ve tarım
sektöründeki uzmanlığı yakalamıştır, ürün çeşitliğini sağlayarak dünya ekonomisi
içinde karşılaştırmalı üstünlükler elde edebilir. Ancak bu noktada dikkat edilmesi
gereken ulusötesi şirketlerdir ve yerel düzeyde alan kazanma çabaları kentsel
ekonomiyi olumsuz etkilemektedir. Antalya’da suyun ulusaşırı yabancı işletmeler
tarafından dağıtımı ve satışı buna bir örnektir. Turizmin “her şey dahil sistem”
gibi salt kitlesel biçimden çıkarılıp, doğaya karşı yumuşak, ekonomik yönden
daha verimli, sosyal yönden sorumlu olan “eko-turizm”e yönelmesi; yerel
düzeyde istihdam yaratıcı, yerel özgün ürünlerin, tarihsel kültürel zenginliklerin
değer artışını sağlayıcı özellikleriyle daha yüksek gelir ve kültürel birikime
sahip turiste hizmet verebilir hale gelmesi sağlanabilir. E. Mishan tarafından
getirilen eleştirilerin başında kitle turizminin yayılmasının gerçekte bir seyahat

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 191


Tablo 2: Antalya Kenti Genel Sosyo-Ekonomik Verilerinden Bazı
Örnekler
Eğitim * Okuma yazma bilmeyen toplamı* 122.653 Kişi
Bilen toplamı* 1.321.367 Kişi
İlkokul bitirmeyen toplamı 284.105 Kişi
İlkokul bitiren toplamı 611.250 Kişi
İstihdam * 12 yaş ve üzeri işgücü toplamı 1.372.668 Kişi
İstihdamda olan toplam 760.514 Kişi
İşgücünde olmayan toplam 543.704 Kişi
İşsiz 64.845 Kişi
Ücretsiz aile işçisi 251.239 Kişi
Ziraatte istihdam 377.656 Kişi
Ticarette istihdam 131.276 Kişi
Toplum,sosyal, kişisel hizme.istihdamı 109.519 Kişi
Sosyal güvenliği olan nüfus ** 439.212 Kişi
Suç Oranları**** Yaralama toplamı 456 Kişi
Gasp soygun toplamı 138 Kişi
Hırsızlık toplamı 5.646 Kişi
Öldürme toplamı 42 Kişi
Kültürel Antalya Müzesi 238.925 Ziyaretçi
Faaliyetler ve Kütüphane 485.418 Okuyucu
Halkın Katılımı** Sinema 1.800.000 izleyici
4 Tiyatro,opera ve bale H”80.000 İzleyici
Sanatsal sergi 4.997 İzleyici
Arazi ** Kentin Yüzölçümü 20.591 km2
Toplam tarım arazisi 4.150.160 Dekar
Toplam Örtülü alan 133.366 Dekar
İşletme sayısı(1991) 105.676 Adet
Turizm** Toplam Tesis sayısı 803 Adet
Toplam Yatak Kapasitesi 203.987 Adet
Turist girişleri 1.758.732 Kişi
Serbest Bölge Net Parsel Alanı 371.025 m²
Faaliyetleri ** İşletme Sayısı ve İstihdam 94 firma 1266 Kişi
Ticaret hacmi toplamı 176.152.652 Dolar
Boşaltma faaliyeti 19.221 Ton
Yükleme faaliyeti 29.080 Ton
Yabancı bayraklı gemi 30 Adet
TC bayraklı gemi 12 Adet
GSYİH cari fiyatlarla (1987 fiyatlarıyla)*** 2.814.530.000 TL.
GSYH Kişi Başına (1987 fiyatlarıyla)*** 1.757.983 TL.

192 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


İhracat , İthalat, İhracat Toplam 137.273.000 Dolar
Yabancı Sermaye ** Sebze Meyve 55.148.503 Dolar
Teksil, Deri, Halı 54.927.896 Dolar
Çiçek 13.052.140 Dolar
İthalat Toplam 205.930.000 (sanayi ürünleri payı %93.4) Dolar
Yatırım Teşvikli Yabancı Sermayeli 241 Adet Firma
Toplam Yatırım tutarı 54.137.000 Dolar
İstihdam 479    Kişi
İlin Mali Verileri** İl Konsolide Bütçe
Gelirleri 158.224 Milyar TL.
İl Konsolide Bütçe Giderleri 188.639 Milyar TL.
İl Özel İdaresi Konsolide Bütçe Gelirleri 14.016 Milyar TL.
İl Özel İdaresi Konsolide Bütçe Giderleri 12.776 Milyar TL.
Toplam Vergi Tahsilatı 153.850 Milyar TL.
114.865 mükellef
Tüm Belediyelerin Gelirler Toplamı 57.735 Milyar TL.
Tüm Belediyeler Giderler Toplamı 61.303 Milyar TL.

* DIE 2000 Genel Nüfus Sayımı verilerinden derlenmiştir.


** ATSO 1999 Ekonomik Rapor’dan 1999 yılı verileri alınarak derlenmiştir.
***İllere ve Bölgelere Göre Çeşitli Göstergeler, DPT, Ağustos 2002, s.6-12.,
**** www.egm.gov.tr/asayis/istatistik 2000

demokratikleşmesi yaratmaması ve ziyaret edilen yerleri yok eden bir yanılsama


olduğu yönündedir (aktaran Urry,1999:184).

Tarihsel perspektifte Antalya karadan ve denizden dışa açılan bir liman kentidir.
Deniz ticareti ile kentin tarihteki yerini tekrar kazanmasını sağlayacak yatırımların
yapılması ekonomik dinamikleri değiştirerek geliri artırabilir. A.B. üyeliği ve
Akdeniz ekonomilerine entegrasyon sürecinde Antalya kenti, havza bazında da
önemli hale gelmiştir. Serbest Bölge aracılığıyla Akdeniz’de bölgeselleşmenin
bir gereği olarak, diğer Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi, liman kenti
özelliklerinin yeniden kazandırılması yeni dinamikler yaratacaktır. Balıkçılık
ve deniz ürünleri üretimi de ayrı bir ekonomik katkı sağlayabilecek bir alandır.
Enerji teknolojilerinin geliştirilmesi ve uluslar arası arenada yerini alması, kent
ekonomisinin önemli bir öğesi haline gelmesi sağlanabilir.

Bu çalışmanın amacı kentler arası ve ulusal düzeyde karşılaştırmalı üstünlükler


saptamak olmadığı için Tablo 2’de yer alan sayısal veriler Antalya kentinin
farklı, zayıf ya da güçlü olabileceği alanlardan bazı verilere göz atmak amacıyla
oluşturulmuş ve 1999-2000 yılları arasında kalmaya özen gösterilmiştir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 193


DPT tarafından 2003 yılında yapılmış olan araştırmadan bazı veriler de Tablo
3’te verilmiştir. İllerin sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasında Antalya 10.
sırada ve 2. derecede gelişmiş iller içinde bulunmaktadır. Sağlık sıralamasında
8. sırada ve eğitim sektörü gelişmişlik endeksi sıralamasında ise 9. sırada yer
almaktadır. Ayrıca Tablo 3’te Antalya ili Ekonomik ve Sosyal göstergelerin Tablo
2’de verdiğimiz verilerle kıyaslanabilmesi açısından birkaçına dikkat çekmek
yararlı olacaktır.
Tablo 2’de eğitim açısından 2000 yılında Antalya kenti eğitim düzeyinin; nüfusunun
yarısından çoğu hiç okul bitirmeyen, hiç okuma yazma bilmeyen ya da sadece ilk okul
bitirenler açısından dahi değerlendirildiğinde son derece düşük olduğu görülmektedir.
Oysaki Tablo 3’e bakıldığında kentlerin gelişmişlik göstergelerinde Antalya kenti
eğitim açısından olumlu yansıtılmıştır. İstihdam yönünden, ziraatın 377.656 ile önde
gittiği her iki tabloda da görülmektedir. Sosyal güvenliğe ise istihdamda olan kesimin
tamamı yerine, yaklaşık yarısından biraz fazlası sahiptir. Bu araştırmada sosyal
güvenlik, göstergelerden biri olmadığı gibi, ücretsiz aile işçisi 250 binin üzerindedir,
işsiz sayısı ise 65 bine yaklaşmaktadır. Kültürel faaliyetler ve halkın katılımı da sınırlı
kalmakta sinema seyircisi en yüksek düzeydedir. Sanat sergi izleyicisi ise 5 bine dahi
varamamaktadır. Diğer büyük kentlerle kıyaslandığında geniş bir araziye sahip olan
Antalya kenti giderek artan oranda tarım arazilerini imara açmaktadır. Turizm tarımla
birlikte en önemli gelir kaynağıdır azımsanamayacak oranda, 200 binin üzerinde yatak
kapasitesine, 800’ü aşan tesis sayısına ve 2 milyon civarında turist girişine sahiptir.
Serbest bölge ise sınırlı bir kapasite ile çok yüksek olmayan gelir getirisiyle ancak
gelişmeye açık gözükmektedir. Narenciye, çiçek, tekstil ihracatı ile 137 milyon
doların üzerinde gelir sağlamakta ise de ithalatın en yüksek payı sanayi ürünlerine
ayrılmakta ve 206 milyon dolara yaklaşmaktadır. Mali açıdan ise pek parlak bir
durum sergilememekte, vergi gelirleri 153 trilyon 850 milyar TL. tahsilat ile düşük
kalmaktadır, zira bir çok turizm işletmesinin merkezi kent dışında büyük şehirlerde
olduğundan vergisini Antalya’ya yatırmamaktadır. Yabancı sermayeli firma sayısı da
241 ile azımsanamayacak bir düzeydedir ve yerel değerlerin yabancıların yararına
ve kullanımına açıldığını göstermektedir. Yabancılara mülk edindirme yasasının da
bu kullanımı hızla yükseltmesi kaçınılmazdır.
Antalya İli Ekonomik ve Sosyal Göstergelerj Türkiye ortalaması ile
kıyaslandığında şehirleşme oranı, sanayide çalışan oranı, bebek ölüm oranı,
onbin kişiye düşen hastane sayısı, kişi başına düşen gelir, yeşil karta sahiplik
oranı, kişi başına elektrik tüketimi açılarından düşük kalmaktadır. Tarımsal üretim
değeri Türkiye ortalamasına yaklaşmakta, asfalt oranı, otomobil sayısı, tarım iş
kolunda çalışanların oranı, yıllık ortalama nüfus artış hızı ortalamanın üzerindedir.
Kentlerin sosyo-ekonomik gelişmişlikleri açısından suç oranları, kadın erkek
cinsiyet farklılığına dayalı göstergeler, gelir dağılımı eşitsizlikleri, yoksulluklar
gibi sayılarını çoğaltabileceğimiz göstergelerin de yer alması kent vizyonunu
belirlemede önemli ölçütlerdir.

194 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Tablo 3 : 2000 Yılı Antalya İli Ekonomik ve Sosyal Göstergeleri*

Birim Değişken Antalya Türkiye


Demografik göstergeler
Kişi Toplam nüfus 1.719.751 67.803.27
Yüzde Şehirleşme oranı 54.45 64.90
İstihdam Göstergeleri
Yüzde Tarımda çalışanların toplam istihdama oranı 49.66 48.38
Yüzde Sanayide çalışanların toplam istihdama oranı 5.50 13.35
Yüzde Ticarette çalışanların toplam istihdama oranı 18.May 9.67
Eğitim Göstergeleri
Yüzde Okur-yazar nüfus oranı 91.86 87.30
Yüzde Üniversite bitirenlerin 22 üzeri yaş nüfusa oranı Kas.72 8.42
İkokullar okullaşma oranı 99.29 98.01
Lliseler okullaşma oranı 40.09 36.92
Sağlık Göstergeleri
Binde Bebek ölüm oranı 32.00 43.00
Onbin kişiye düşen hekim sayısı Ara.83 Ara.70
Onbin kişiye düşen hastane yatağı sayısı 16.42 23.Nis
Tarım Göstergeleri
Milyon TL. Kırsal nüfus başına tarımsal üretim değeri 1.040 1.124
Yüzde Tarımsal üretim değerinin Türkiye içindeki payı 03.May 100
İnşaat Göstergeleri
Adet Daire Sayısı 456.371 16.235.830
Yüzde Borulu su tesisatı bulunan daire oranı 97.54 96.60
Mali Göstergeler
Yüzde GSYİH içindeki pay Şub.50 100
Milyon TL. Fert başına GSYİH 1.813 1.837
Milyon TL Fert başına genel bütçe gelirleri 178 464
Milyon TL. Fert başına sinai, ticari ve turizm kredileri miktarı 216 392
Altyapı göstergeleri
Yüzde Kırsal kesimde asfalt yol oranı 54.38 45.23
Yüzde Yeterli içmesuyu götürülen nüfus oranı 86.16 84.98
Diğer Refah Göstergeleri
Adet Onbin kişiye düşen özel otomobil sayısı 885 652
Mws Fert başına elektrik tüketim miktarı Oca.41 Oca.43
Yüzde Yeşil karta sahip nüfus oranı Kas.17 14.93

* Kaynak : DPT, İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (2003), Yayın
No. DPT: 2671,Ankara, Mayıs 2003, s.161 göstergelerden önemli birkaçı seçilmiştir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 195


Tablo 4 : Antalya’nın Şehirlerin Fonksiyonel Sınıflandırılmasındaki Yeri

196
Nüfus1990 Ziraat Dışında kalan nüfusun toplam çalışanlara oranı Ülke Yerleşme Merkezleri Sistemindeki
kademelenmesi Birinci sırada çıkan fonksiyon ve oranı % Değerlendirme sonucu
Merkez 378.207 89.6 Yöresel Merkez Hizmet 28.5 İnşaat Merkezi
Akseki 11.023 75.9 İlk Kademe Kentsel Merkez İnşaat 28.7 İnşaat+Ziraat Merkezi
Alanya 52.460 93.4 İlk Kademe Kentsel Merkez Ticaret 36.5 Şehir(Sanayi 9.0)
Elmalı 12.384 87.4 İlk Kademe Kentsel Merkez Hizmet 33.7 Şehir (Ziraat 12.6)
Finike 6.700 82.0 İlk Kademe Kentsel Merkez Hizmet 32.5 Hizmet Ticaret Merkezi
Gazipaşa 13.697 46.6 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 53.4 Ziraat Merkezi
Gündoğmuş 4.554 33.8 Köy Grubunda Ticaret ve Hizmet Merkezi Ziraat 66.2 Ziraat Merkezi
İbradı 4.215 43.4 Köy Grubu Ticaret ve Hizmet Merkezi Ziraat 56.6 Ziraat Merkezi
Kale 13.793 18.8 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 81.2 Ziraat Merkezi
Kaş 4.560 89.9 İlk Kademe Kentsel Merkez Ticaret 35.3 Ticaret-Hizmet Merkezi
Kemer 8.449 92.7 Köy Grubunda Ticaret Merkezi Ticaret 47.7 Ticaret Merkezi
Korkuteli 13.381 78.0 İlk Kademe Kentsel Merkez Hizmet 28.9 Şehir (Sanayi 13.0)
Kumluca 17.166 32.7 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 67.3 Ziraat Merkezi
Manavgat 38.498 84.0 İlk Kademe Kentsel Merkez Ticaret 37.7 Şehir (Hizmet 13.5 Sanayi
7)
Serik 23.106 76.9 İlk Kademe Kentsel Merkez Ziraat 28.2 Şehir (sanayi 13.0)

Kaynak : Türkiye’deki Şehirlerin Fonksiyonel Sınıflandırılması, DPT, 2000, s.81-107 *Nüfusu 10.000 ve üzeri yerler şehir kabul edilmiştir. **Parantez içindeki

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


oranlar ilk 3 sıradaki fonksiyondan başka 4.fonksiyonun oranlarıdır.
d) Kültürel Dinamikler : Antalya kenti kendine özgü; sanatsal, folklorik
özellikleri, farklı dilleri, yemekleri, müzikleri, tarihsel karakteristikleri olan
bir kenttir. Sanatsal gösteriler, sergiler, konferanslar, bilgilendirmeler, müze,
kütüphane, sinema, tiyatro etkinlikleri ile uluslar arası kültürel yeni açılımlara olan
taleplerin arttığı gözlemlenmektedir. Son yıllarda yapılan, jazz müziği konserleri,
uluslar arası resim festivali ve kongreler gibi örneklerin çoğalmasına gereksinim
vardır.
e) Kentsel Dinamikler : Antalya metropolitenleşme süreci içindedir ve
metropoliten planlamanın yapılması gerekmektedir. Isparta, Burdur, Konya gibi
komşu kentlere de sunulan bir çok hizmet göz önüne alındığında bölgesel gelişim
süreci içindedir. Ancak metropoliten alan olarak planlanması, metropol ve yerel
özellikteki hizmetlerin ayrılmasını ve eşgüdüm içinde fakat ayrı yönetilmesini de
gerektirmektedir.
Kentsel toprakların oluşumunda siyasal kaygılar, planlama, ulaşım, alt yapı
sorunları, kentsel mekansal yenilikler, gecekondulaşma, kıyıların değişimi, tarım
alanlarının imara açılması, doğal afetler ve bu konulardaki yasal değişiklikler
kentsel dinamiklerin bir kaçıdır. Kentsel rantın toplumsal tabakalar arasındaki
dağılım ve paylaşım biçimi de kentsel dinamikler açısından olumlu yada
olumsuz etki yapabilmektedir. Kentlerin işlevleri ; öne çıkan üretim alanlarıyla
belirlenmekte ve bu bağlamda farklı merkezler oluşmaktadır. Şehirsel fonksiyon
olarak “şehrin varlığını ve gelişimini mümkün kılan, hayatiyeti için gerekli
kaynakları sağlayan faaliyetler” esas alınmıştır (DPT,2000:8). Antalya kentinin
işlevsel sınıflandırılmasında ülke yerleşim merkezleri açısından yerini ve öne çıkan
uzmanlaşmış olduğu işlevlerini aşağıdaki tablolarda görmekteyiz.
Tablo 4’ü değerlendirdiğimizde, Ziraat fonksiyonunda % 81.2 ile Kale birinci
sıradadır, onu % 67.3 oranıyla Kumluca’nın izlediği görülmektedir. Ticaret
işlevinde ise çalışanların oranı ve ticaret merkezi olarak Köy Grubunda Kemer %
47,7 oranıyla ülke çapında birinci sıradadır. Hizmet işlevinde Elmalı % 33.7 çalışan
oranıyla birinci sıradadır. Akseki ise inşaat çalışanları oranıyla önde gelmektedir.
Tablo 5: Şehirlerin Fonksiyonel Sınıflaması Açısından Antalya Kenti
Çalışanların Toplam Nüfusa
Sınıflama Şehrin adı Sıralamadaki Yeri Çalışanlara oranı%
Ticaret Şehirleri Manavgat sırada 38 Ticaret
Alanya sırada 37 Ticaret
Ziraat ve Hizmet Şeh. Korkuteli 2. sırada 61 Ziraat
Serik 12. sırada 51 Ziraat
Hizmet ve Ticaret Şeh. Antalya Merkez 7. sırada 50 Hizmet ve Ticaret
Hizmet Şehri Elmalı 76. sırada 38 Hizmet

Kaynak : Türkiye’deki Şehirlerin Fonksiyonel Sınıflandırılması, DPT, 2000, s.156-193 tablolarından


oluşturulmuştur.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 197


Tablo 4 ve 5 birlikte değerlendirildiğinde ise, ulusal düzeyde Antalya kentinin
kentsel işlevsel sıralamasında a) ziraat ve hizmet b) ticaret şehirleri içinde ilk
sıralarda olduğu görülmektedir. Hizmet şehirleri, toplum hizmetleri, sosyal ve
kişisel hizmetlerini, ticaret şehirleri kategorisi ise, banka, sigorta, gayrimenkul
satışı, toplam ve perakende ticaret, oteller ve restoranları kapsamaktadır. Dolayısıyla
turizm ticaret işlevine dahil edilmekte sosyal ve hizmet boyutu dışlanmaktadır.
Antalya, Sanayi ve Ziraat Şehirleri, Maden Şehirleri, Ziraat şehirleri, Sanayi
Şehirleri, Sanayi ve Hizmet Şehirleri içinde yer almamakta, yalnızca Hizmet
Şehirleri içinde 76. sırada Elmalı bulunmaktadır.
f) Ekolojik Dinamikler : 20.591 kilometrekarelik yüzölçümüne sahip olan
Antalya, ilk çağlardan bu yana ikiyüzü aşkın kente sahipti, Pamfilya, Likya, Psidya
bunların en önemlileridir. “İlkçağ kentlerinin hemen hepsinde günümüzde bile
hayranlık uyandıran kentsel mimari yapılarla birlikte, su sorununun da şaşılacak
bir teknik ve ustalıkla ele alınıp çözüldüğünü gösteren su yapıları kalıntıları
görülebilmektedir” (Büyükyıldırım,2000:17). 2000’li yıllarda dahi kentsel su
hizmetleri yönetimi milattan önceyi yakalayabilmiş değildir.
Dağları, kumsalı, travertenleri, akarsuları, şelaleleri, kültürel, tarihsel değerleri,
flora ve faunasıyla Antalya kenti çeşitli ekosistemlerin bir arada bulunduğu, ekolojik
zenginliği çok yüksek kentlerden biridir. Bu özelliğini korumayabilmesi gelecekte
özgünlüğünü, farklılıklarını, eşsiz değerlerini gelecek nesillere aktarabildiğini
ortaya koyabilen bir dünya kenti olmasında çok önemli bir rol oynayacaktır.
Doğal, kültürel, tarihsel değerlerin korunması, 40 metre yüksekliğinde kıyı
falezlerine sahip olan Antalya’nın uluslar arası ekolojik değerini koruması
gerekir. Sosyal boyutu da yok sayılan çöplerin geri dönüşümü, yenilenebilir
enerjilerin kullanımı Antalya kenti için de hem ekonomik hem de ekolojik
değerlerin korunmasını sağlayacaktır. Rüzgar enerjisi açısından 3. sırada yer alan
(Şen,1996:26), güneş alma süresi en yüksek olan kentlerden biri olan Antalya
güneş ve rüzgar enerjisinden yararlanarak “otoenerjetik” olarak adlandırılan kendi
enerjisini üreten bir kent haline gelebilir.

g) Siyasal-Yönetsel Dinamikler : Mevcut olumsuz koşullar bugünkü kent ve


yerleşim kavramlarının yeniden gözden geçirilmesi için uyarıcı niteliktedir. Kentler
yaşayan organizmalardır ve dokularında; yapılar, ağaçlar, müzeler, kütüphaneler,
spor alanları, yeşil alanlar ve sayılarını çoğaltabileceğimiz bir çok varlığın yanı
sıra; insanların yaşamışlıklarının, çalışmışlıklarının ve kişisel tarihlerinin izlerini
de taşırlar. Kentlerin artık yalnızca finansal mekanizmalarla ve basit sorunlara
indirgenerek; kent planlamasının geleneksel yöntemlerini kullanarak yönetilemediği
kaçınılmaz bir gerçekliktir. Belediyeler, merkezi idarenin veya özel sektörün

198 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Tablo 6 : Antalya’nın Genel Ekolojik Değerleri

Yüzölçümü¹ · 20.591 km²


Orman kaynakları¹ · 2.056.427 ha
Tarıma elverişli toprak¹ · 415.016 ha
Su Kaynakları²  
Yer üstü · 15.846 hm³/yıl
Yer altı toplam kapasite · 365 hm³/yıl
Toplam su yüzeyi · 5.207.9 ha
Sulama alanı toplamı · 205.956 ha
Hidrolik enerji potansiyeli · 4.299Gwh/yıl
Güneşlenme süresi¹
Yıllık ortalama · 8 saat 35 dakika/gün
Yaz ayları yıllık ortalama · 12 saat 41 dakika/gün
Maden kaynakları ¹  
Barium Sülfat rezervi -görünür · 2.090.430 ton
-muhtemel · 2.163.240 ton
(çinko, kurşun, demirtaş, aliminyum,
gümüş, kurşun yataklarına da sahiptir)  
Sit alanları ¹ · 4 adet Kentsel sit
· 80 adet Arkeolojik ve Tarihsel sit
· 23 adet Doğal sit
Flora ve Fauna³ Ülke genelinde yaklaşık 3000
endemik
bitki türünden ortalama 500’ü
Antalya
sınırları içindedir.
Özel Çevre Koruma Alanları¹ Kekova, Belek, Patara
Milli Parklar¹ · Güllük Dağı (Termossos)
· Beydağları (Olimpos)
· Köprülü Kanyon
· Altınbeşik
· 114.272 ha alan içinde

¹ Antalya İli Çevre Durum Raporu 2000, Antalya Valiliği Çevre İl Md., Antalya 2000 verilerinden
derlenmiştir.
² 2001 Yılı Program ve Bütçe Raporu, DSI VIII.Bölge Md.,Antalya, 2000,s.1-4,1-8 verilerinden
derlenmiştir.
³ Akbiyom, Akdeniz Üniversitesi Biyolojik Çeşitlilik Araştırma ve Uygulama Merkezi verileri.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 199


güdümünde olarak kenti yönetemezler. Kentler sadece yaşamı maddi olarak kuran
değil, kamusal yaşamı güçlendiren niteliklerle ve insan ölçeğinde olmalıdır. Yerel
yönetimler özellikle de belediyeler, nüfusun örgütlendiği bir alan olan kentte
yaşayan bireylerle ortak yaşam ilişkisiyle varolmaktadırlar (Duru,Alkan,2002). Bu
açıdan bakıldığında kentli yurttaş, yalnızca seçmen anlamına gelmez. Günümüzde
kenttaş; sağlanan mal ve hizmetlerin edilgen alıcıları konumuna, “vergi mükellefi
seçmen” statüsüne yerleştirilmiştir (Bookchin,1999:37). Oysaki kenttaş, “bir
kentte doğmuş, büyümüş ya da yaşamış olan, o kentle kişiliği arasında, tarihsel,
ekinsel, duyusal bağlar bulunan, bu kimlikle kimi kent haklarından yararlanmaya
hak kazanmış olan ve aynı zamanda kentine karşı kimi toplumsal sorumlulukluk
ve yükümlülükler altında olan kişi”dir.(Keleş,1998:84).
Gerçek anlamda kenttaşlık, kişiliğin sürekli olarak geliştirilmesini, eğitimini,
kamu sorumluluğu duygusunun güçlendirilmesini gerektirir; birlikte yaşamı
ve insan topluluğunu oluşturan etkin yurttaşlığı anlamlı kılan bu özelliklerdir.
Konuşan, düşünen bireylerden oluşan bir toplumun varlığı ve görüş alışverişine
dayalı hassas bir kamu alanına gereksinim duyan özgür bir toplumun bileşenleri
bireysel değil toplumsal nitelik taşır (Bookchin,1999). Bu anlamda Antalya için
yönetsel açıdan Avrupa Kentsel Şartı’nın önerdiği kentli hakları yol gösterici
olabilir (Avrupa Konseyi,1996).
Antalya’ya kurulmasına karar verilmiş olan “NASA Robotik Radyoteleskop
Sistemi” kente yeni jeopolitik bir ayrıcalık sağlayacaktır. Bu gelişmenin de
uluslararası boyutta bilimsel, ekonomik, siyasal ve stratejik anlamda Antalya’nın
dünya kentleri arasında yer almasını hızlandıracağı açıktır.
2) Antalya Kentinin Sorun Alanları

Sorun alanlarını kısaca aşağıdaki başlıklarda toplamak mümkündür:

1. İmar: Planlama, yerleşim ve imar hataları, İklimle uyumlu olmayan


kentleşme, gecekondulaşma, kıyı alanlarının yanlış yönetimi, topraktan yararlanma
biçimlerindeki sorunlar
2. Kentsel alt yapı
3. Ulaşım
4. Kent Ekolojisi : Kentsel yaşam kalitesi, tarihsel, kültürel ve çevresel
yıkımlar
5. Toplumsal : Demokratikleşme, göç, kentleşme ve kentlileşme, ekonomik,
sosyal, eğitimsel, toplumsallaşma sorunları

200 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


6. Yönetsel : Çoğulcu, katılımcı, şeffaf, demokratik yönetim
7. Sosyo-kültürel : Bilimsel, sanatsal, sportif etkinlikler
8. Küresel: Özgün bir dünya kenti niteliği kazanma
Kentin sorun alanlarının saptanması kent vizyonunun çözümler üretme, kentsel
gelişmeyi sağlama ve katılımı arttırma yolunda temel alması gereken verilerdir.
Sorunlara getirilecek çözümler için de öncelik sıralaması gerekmektedir.

III - Antalya Kentinin Öncelikleri ve Yönetimden Beklentiler

Kent vizyonu geliştirmenin temel koşullarından biri kent için önceliklerin ve


beklentilerin saptanmasıdır. Öncelikler neye veriliyorsa kentin gelişimi ve değişimi
de o yönde olacak ve gelecek kuşakları da derinden etkiyecektir. Kuşkusuz farklı
öncelik sıralamaları yapılabilir ancak bir kentin olmazsa olmazları olarak insan,
toprak ve üretim tarzı temel alındığında Antalya kenti için sıralamayı; eğitim,
ekolojik ve ekonomik öncelikler biçiminde yapabiliriz.

1) Antalya Kentinin Öncelikleri :

a)Eğitim önceliği: Önceliklerin saptanmasında temel ilke geleceğe yönelik


ve sürekliliğin sağlanması olmalıdır. Antalya eğitim düzeyinin en düşük olduğu
kentlerden biridir. Nüfusun yarıya yakını ilkokul mezunudur. Tablo no.2 de
görüldüğü gibi eğitim düzeyi yetersizdir. Bunun için de Antalya kentinde birincil
öncelik eğitime verilmelidir. Eğitimli, bilgi çağına ayak uydurabilen, uzmanlıklar
kazanmış, kentlileşmiş, demokrasiyi içselleştirmiş, katılımcı bir nüfus; kentsel
gelişmenin, sosyal bütünleşmenin, ekonomik kalkınmanın temel kaynağıdır.

b)Ekolojik öncelikler: Antalya kendine özgü ekolojik zenginliklere sahiptir


ve bu değerlerin yıkıma uğraması tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tarihi yıkmayan
bir yenileşme, geleceği göz önüne alan bir koruma olmalıdır. Antalya, kentsel
ve kırsal alanları iç içe geçmiş bir kenttir. Kentsel yapılanmanın yanında seralar,
tarım alanları yer almaktadır ve yeni kent planlamalarında kentsel alanların tarım
alanlarıyla birlikte içiçe planlanması, ekolojik planlama yaklaşımına uygun düşen
bir özelliktir. Kentsel ekolojik niteliğini kaybetmemesi, gelecekte Antalya’yı diğer
kentlerden farklı olarak besin güvenliğini sağlamış ve hatta ihracatıyla öne geçmiş,
yeşilini korumuş, kır-kent bütünleşmesini sağlamış hale getirecektir. Dolayısıyla,
tarım alanlarının hızla imara açılmasının önlenmesi, tarihsel, kültürel ve ekolojik
zenginliklerine sahip çıkılması, önceliklerden biri olmalıdır. Güneş kentleri
kurma çabaları tüm ülkelerin gündemindedir. Antalya’nın yıl boyu yüksek oranda
güneşlenme süresine sahip olması nedeniyle “Güneş Kent” e dönüştürülmesi

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 201


öncelikli bir hedef olabilmeli, güneş ve rüzgar enerjisini kullanan mimarisiyle,
diğer yenilenebilir enerji kullanım biçimleriyle kent, gereksinim duyduğu enerjiyi
kendi üretir hale gelebilmelidir.

c) Ekonomik öncelikler : Ekonomik önceliklerin saptanması kentsel yönetimin


temel koşuludur. Antalya kenti için siyasal ve ekonomik riskler taşıyan bir sektör
olarak turizm tek ekonomik araç olarak görülmemelidir. Tarım, turizmle birlikte
düşünülmesi gereken bir sektördür ve gıda ihracatına daha fazla yönelerek
geliştirilmelidir. Tarihsel ve kültürel mirasın korunması ve geliştirilmesi ekonomik
ve ekolojik zenginliğe katkı getirecek öğelerdir. Kentsel yoksulluğun azaltılması
yerel ekonominin ihtiyacı olan işgücünün sağlanmasında önemli bir rol oynayacaktır.

Avrupa Birliği üyesi ülkeler, GATS 2000 çerçevesinde Dünya Ticaret Örgütü-
Hizmetler Ticareti Konseyi’ne; 2010 yılında çevre hizmetleri piyasasının 640 milyar
Dolara çıkarak, bilgi teknolojileri ve ilaç sanayi seviyesine geleceğini, dolayısıyla
A.B. için ticari engellerin kaldırılmasını önermektedir(WTO,2000:4). Bu denli büyük
ve hızlı bir ekonomik gelişmeye açık olan çevresel hizmet sektöründe Antalya’nın
yer edinebilmesi için gerekli ekolojik alt yapıya sahip olduğu söylenebilir.
2) Antalya Kent Yönetiminden Beklentiler :
Ortaya koymaya çalışılan tüm dinamikler çerçevesinde kentin öncelikleri
belirlendikten sonra kent vizyonunu uzun, orta ve kısa vadede geliştirmek için
tarihsel, kültürel, ekolojik özellikleri dikkate alan bir değerlendirmeye gereksinim
vardır. Kent kimliği bu noktada önemli bir işlev görür ve tarihsel, kültürel, sosyolojik,
görüntüsel (peyzaj), mimari, folklorik özellikleriyle, kenttaşların kentte buldukları
değerler, amaçlar kümesi, kente yükledikleri idealleştirmeler gündeme gelir. Kentler
kendine özgü, öne çıkan karakterleriyle bu kimliği uzun bir süreçte kazanırlar.
Kentin tarihsel kimliğinde şelaleler, falezler, portakal bahçeleri, dut ağaçları ve ipek
böcekçiliği belirginken, bugün Antalya çok farklı niteliklerle gündeme gelmektedir.
Kent kimliğinin zaman içinde değişmesi doğaldır ancak bu, kentin genel karakterini
değiştirmeye ve yok etmeye yönelmeyen bir değişim olmalıdır (Güvenç,1990.18).
Kentlerin gelişmesinde dikkat edilmesi gereken bazı kısıtlılıklar vardır ve bu
sınırların aşılmaması önem taşır. Oysaki idari, ekonomik ve ekolojik sınırlar;
siyasi tercihler ve ekonomik zorlamalar sonucunda aşılabilmektedir. Ancak doğal
sınırların; su kaynaklarının koruma alanı sınırları, içme suyu kaynakları ve taşkın
alanları sınırlarının kesinlikle aşılmaması yaşamsal zorunluluktur. Jeolojik özellikleri
açısından çok farklı özelliklere sahip olan Antalya’da yapı yapma sınırlamalarının
getirilmesi, kıyının özgünlüğü nedeniyle ekolojik taşıma kapasitesi sınırlarının
denetlenmesi ve aşılmaması, imara açılması düşünülen alanların toprak verimlilik
özelliklerine dikkat edilmesi önem taşır.

202 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Antalya’da kenttaşların kent yönetiminden talep ve beklentileri Gündem 21 Kent
Konseyi çalışma gruplarının toplantılarda aldıkları kararlarla iletilmektedir. Ancak,
ne derece dikkate alındığı ve karar mekanizmalarına yansıtıldığı tartışmalıdır.
3) Antalya Kentsel Gelişim ve Değişiminde Ortaya Çıkabilecek
İhtiyaçlar :
· Antalya kenti bilgilerinin toplanması, sağlıklı arşivlenmesi, sunulması
ve değerlendirilmesi için, nüfus bilimciler, sosyologlar, ekonomistler, siyaset
bilimciler, psikologlar, çevrebilimciler, kentbilimciler, mimarlar, jeologlar,
coğrafyacılar gibi disiplinler arası çalışmalara yer verilmesi,
· Kent veri tabanlarının ve envanter modelinin oluşturulması, istatistik
programlarının hazırlanması, kent bilgi sisteminin kurulması,
· Antalya’nın yalnızca bir turizm kenti olduğu saplantısından çıkarak
tarımıyla da öne çıkması gerektiğinin kabulü. Bu aynı zamanda kentsel ve kırsal
bağlaşıklık özelliğine sahip olan Antalya için bir şanstır ve sosyal bütünleşmeyi
sağlayıcı bir işlev de görür. Antalya aynı zamanda bir liman kentidir ve tarihinde bu
özelliği ile yer almıştır. Antalya kentinin liman kenti olarak gelişiminin sağlanması
ve denizden yararlanarak ekonomisinin yönlendirilmesi,
· Kentsel Göstergelerin saptanması : Antalya Kenti’nin gelişiminin
izlenebilmesinin temel koşulu kendine özgü kentsel göstergelerinin saptanmasıdır.
Birleşmiş Milletler İnsani Kuruluşlar Merkezi’nin Göstergeler Programı (CNUEH)
tarafından belirlenen 46 gösterge “Yaşanabilir Kentler” için sosyal, ekonomik ve
çevresel ölçütler belirlemiştir. Bir başka örnek, Avrupa Komisyonu’nun 1998
yılında kentlerin durumları hakkında bir değerlendirme yapmak ve şehirler arasında
bilgi alışverişini kolaylaştırmak, diğer Avrupa kentleri hakkında karşılaştırmalı bilgi
edinmek amacıyla kentsel göstergeler oluşturmuş olmasıdır. Tablo 7’deki kentsel
göstergelerin Antalya kent yönetiminde dikkate alınarak gelecek vizyonu için yol
gösterici olabilmesi,

· Antalya Kent Anayasası’nın oluşturulması: Çoğulcu demokratik katılım


için kent anayasası etkin bir yol olabilir ve metropoller için bu kaçınılmaz hale
gelmiştir. Kentliler ve kent yöneticilerinin uymaları gereken ilkelerin saptanması,
kenttaşların bilinçli hareket etmelerini sağlar. Kent Anayasası, kentlilerin ve
yönetimlerin karşılıklı yerine getirmek zorunda oldukları ilkeler, amaçlar ve
sorumluluklar bütünüdür. Kenttaşların haklarının korunduğu, bedensel, duygusal
ve sosyal gereksinimlerinin karşılandığı, çalışma ve dinlenmenin uyumlaştırıldığı
ortamların oluşturulması, bütünü elden kaçırmadan, parçacı yaklaşımların terk
edilmesi ile olanaklıdır (DPT,2001:121).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 203


Tablo 7: Avrupa Birliği Kentsel Göstergeleri
Sosyo- Ekonomik 1. cinsiyet ve yaş dağılımıyla toplam nüfus
Göstergeler 2. ev halkının yapısı
  3. kişi başına GSMH
  4. ev halkının gelirleri ve aralarındaki farklar
  5. ulusal yoksulluk sınıfının altında yaşayan nüfus
  6. evsiz insan sayısı
  7. sosyal güvenliği olanların sayısı
  8. barınma ücretleri: gelirlerle karşılaştırmalı olarak kiralar
  9. ev sahibi- kiracı oranı
  10. yabancı uyrukluların, göçmenlerin, AB üyesi olan ve
AB üyesi olmayan ülke vatandaşlarının oranı
  11. doğumda yaşama şansı
  12. suç oranı
  13. endüstri sektöründen kazanç sağlayan aktif nüfusun yapısı
  14. çalışan nüfusun toplam nüfusa oranı
  15. iş gelişme oranı
  16. çalışan ve işsiz olanlar dışında kalanların sayısı
  17. emek piyasasına kadınların katılım derecesi
   
Yurttaşlık Görevlerine 18. en son yapılan yerel seçimlere katılım oranı
 Katılım Göstergeleri 19. oy kullanma yeterliliği olmayan sakinlerin oranı
  20. yerel bazda seçilen kadın temsilcilerin derecesi
   
Eğitim Düzeyi 21.ilk ve orta düzeyde okul terk oranı
Göstergeleri 22. cinsiyetlere ayırarak, nüfusun eğitim düzeyi
  23. üniversitelere ve\veya yüksek eğitim kurumlarına yakınlık
  24. okul öncesi eğitimin kapasite oranı
   
Çevre Göstergeleri 25.Avrupa standartlarına göre hava ve su kalitesi, gürültü düzeyi
  26.enerji ve su kaynakları tüketimi
  27.katı ve sıvı atık geri dönüşümü
  28.trafik , (yolcu seyahatleri) özel ve kamusal taşıma
  29.yeşil alanların oranı
  30.nüfus yoğunluğu
   
Kültür ve Aktivite 31.bir yıldaki tiyatro temsillerinin ve film gösterimlerinin sayısı
Göstergeleri 32.müzelerin ve bir yıl içinde gelen müze ziyaretçilerinin sayısı
  33.spor alanlarının ve binalarının sayısı

Kaynak: Avrupa Komisyonu, inforegio.cec.eu.int/urban/audit/, europa.eu.int/comm/regional_policy

204 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


· İnsan yerleşimleri planlama ve yönetimi : İnsan yerleşimlerinin sosyal,
ekonomik ve çevresel kalitesi ile tüm insanların, kentsel ve kırsal kesimdeki
yoksulların yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek; yönetimlerin öncelikli
konularıdır. Habitat Zirvesi (B.M.,1996) ilkeleriyle, herkes için yeterli barınma,
arazi kullanım planlaması ve yönetiminin sağlanması, su, çevre sağlığı, atık
yönetiminin planlanması ve geliştirilmesi, hakça, sosyal açıdan olanaklı ve istikrarlı
insan yerleşimlerinin özendirilmesi; kentsel yönetimin temel öğeleri haline gelmiştir.
Yoksulluk, evsizlik ve yetersiz konut dahil olmak üzere; istihdam, geçim olanakları,
ekonomik fırsatlardan eşit olarak yararlanamama, eğitim ve sağlık gibi temel
sosyal hizmetlere ulaşamama gibi olumsuzlukların ortadan kaldırılmasının yanı
sıra; fırsatların arttırılması, kaynaklara, istihdama ve gelir kaynaklarına erişebilme,
kendilerine bakamayacak olanlara sosyal koruma sağlanması, kadınların kentsel
alandaki gereksinimlerinin karşılanması ve becerilerinin tanınmasına ihtiyaç vardır.
Antalya’nın gereksinimlerini tanımlayarak yaş ve cinsiyete duyarlı analizler, sosyal
ve çevresel etki değerlendirmesi yapmak, , yerel ekonomik büyümeyi ve istihdam
yaratılmasını içeren araştırmalar yapmak ve bulguları yönetim sistemlerine dahil
etmek gerekmektedir. Konut stratejilerini saptama, insan yerleşimleri gelişmesinde
kaynak oluşturma, kaynaklardan zamanında yararlanma, saydamlık ve hesap
verebilme kapasitesi, sorunların ve önceliklerin belirlenmesi, hedeflerin konması,
yasal hakların kullanılmasında, hizmet standartlarının tespitinde, kaynakların
seferberliğinde, politika, program ve planlamanın uygulanmasında etkin olan bir
yönetim sisteminin geliştirilmesi gereksinimi vardır.

4) Antalya Kent Yönetiminde Nasıl ve Neler Yapılabilir?

a) Temel İlkeler :

1. Kentin “canlı bir sistem” bir “metabolizma” olarak kabul edilmesi,

2. Kentsel gelişimin mekan üzerinde siyasal, sosyal, ekonomik birçok


değişimi kapsadığının iyi kavranması ve bunun kamuoyu tarafından da
anlaşılmasının sağlanması,

3. Antalya kentinin kendine özgü özelliklerinden yola çıkarak kentsel


göstergelerinin saptanması ve ortak kent vizyonunun oluşturularak kentin yönetimi
için bir araç olarak kullanılır hale getirilmesi.

b) İzlenebilecek Yöntem:

Yukarıdaki 3 temel ilkeye dayalı olarak

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 205


1. Gelecek için hedeflerin ve sınırlılıkların çizilmesi,

2. Kentsel değişim dinamiklerinin saptanması,

3. Kentsel gelişme potansiyellerinin belirlenmesi,

4. Yerel yenilik ihtiyaçlarının analizinin yapılması, kent gelişme planlarının


hazırlanması,

5. Kentleşme, kentlileşme, sosyal bütünleşme, ekonomik ve ekolojik gelişme


süreçleri arasındaki geçişlilikleri ve örtüşmeleri dikkate alan kent bilgi sistemlerinin
kurulması,

6. Ekolojik değerlerin ve biyolojik çeşitliliğin korunması için sınırlılıkların


belirlenmesi, taşıma kapasite ölçütlerinin oluşturulması,

7. Planlama çemberleri, kent yönetiminin denetiminde ve gözetiminde çalışan


yurttaş kurulları, gelecek atölyeleri gibi kenttaşların gerçek katılımını sağlayacak
örgütlenmelerin desteklenmesi,,

8. Eylem planlarının oluşturulması ve uygulamaya konulmasının sağlanması,

9. Kenttaşların kendilerini ifade edebilecekleri yalnızca protesto için değil


gösteri, festival, sergi gibi kültürel ve sanatsal etkinliklerde de bulunabilecekleri
yeterli genişlikte kentsel meydanların oluşturulması,

10. Kente göç eden yasal ve/veya yasal olmayan göçmen, sığınmacı, kaçak
işçi gibi nüfusun tespiti ve sosyo-ekonomik özelliklerinin takibini sağlayacak bir
kayıt sisteminin oluşturularak kent bilgi sistemine dahil edilmesi,

11. Yerel düzeyde gerçek bir çoğulcu demokratik katılımı kolaylaştırmak üzere,
dezavantajlı grupların, yaşlıların, kadınların ve gençlerin yönetime katılımlarının
teşvik edilmesi, bunun için gerekli kurumsal ve yasal çerçevenin oluşturulması,

12. Kenttaşlardan gelecekte kentlerini nasıl görmek istediklerini belirleyecek


çalışmaların belirli aralıklarla yapılması ve değerlendirmeye alınması,

13. Bütün bu bilgiler çerçevesinde Antalya Kent Logosu’nun yeniden gözden


geçirilmesi, izlenebilecek yöntemler içinde öncelikli olanlarıdır.

Antalya kent vizyonu oluşturulurken, kentin özgünlüklerinin ortaya

206 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


çıkarılabilmesine, geleceğinin doğru ve yaratıcı bir şekilde kurgulanmasına ihtiyaç
vardır. Çünkü Antalya yalnızca turizm açısından değil ekolojik, sosyal ve tarihsel
açıdan da zenginlikler kentidir. Kent vizyonunun kenttaşlarla birlikte oluşturulması
ve uygulamaya konması kentin yönetim araçlarından biri haline getirilmesi çoğulcu
demokratik yönetimin bir gereğidir. Antalya bir “İnsan Kent”e dönüştürülebilir,
bu da insani olana öncelik verilmesiyle olanaklıdır.

Kaynaklar :
Aktan, Çoşkun Can, (1999), “Yeni Değişim Dinamikleri ve Devletin Rolü”, Türkiye Günlüğü,No.56.
Arıt, Selda, (1998). “Geleceğin Kentleri”, Bilim Teknik, Sayı 362.
Aslanoğlu, Rana, (1998), Kent Kimlik Küreselleşme, Asa, Bursa.
Avrupa Komisyonu, http://inforegio.cec.eu.int/urban/audit/
Avrupa Konseyi,( 1996), Avrupa Kentsel Şartı, Mahalli İdareler Gn.Md. Yayın No.10, Ankara.
B.M. İnsan Yerleşimleri Konferansı (1996), Habitat Gündemi ve İstanbul Deklarasyonu, Hedef ve
İlkeler, Taahhütler ve Küresel Eylem Planı, İstanbul.,
Bauman, Zygmunt, (1999), Küreselleşme, Ayrıntı Yayınları, Istanbulİstanbul.
Bookchin, Murray, (1996), Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları, Istanbul.
Bookchin, Murray, (1999), Kentsiz Kentleşme, Ayrıntı Yayınları,İstanbu.
D.P.T.,(2000), Türkiye’deki Şehirlerin Fonksiyonel Sınıflandırılması, Ankara.
D.P.T.,(2001), Yerel Yönetimler, Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara.
D.P.T.,(2003), İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması, Yayın No.
DPT:2671, Mayıs.
DIE (2003), 2000 Genel Nüfus Sayımı, Ankara.
Duru, Bülent, Alkan, Ayten,(2002), 20.Yüzyıl Kenti, İmge Kitabevi, Ankara.
Dünya Ticaret Örgütü, World Trade Organization (WTO) (2000), Council for Trade in Services Special
Session, “GATS 2000 Environmental Services”, S/CSS/W/38, 22 December.
Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, WALD (1997), Yerel Üzerine Bir Tartışma, İstanbul.
Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, WALD, (1998), Porto Alegre, Özgün Bir Belediyecilik
Deneyimi, İstanbul.
Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi, WALD, (1997), “Yerel” Üzerine Bir Tartışma, Istanbul.
europa.eu.int/comm/regional_policy
Galip Büyükyıldırım,(2000), “Antalya Bölgesi Suları, Tarihsel Su Yapıları”; Cumhuriyet Bilim Teknik,
Sayı 712.
Girardet, Herbert, (1996), “Revisiting Carrying Capacity: Area-based Indicators of Sustainability”,
Population and Environnement, No.2,.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 207


Güvenç, Bozkurt, (1990), “Kentlerin Kimliği ve Antalya Örneği Üzerine Notlar, Öneriler, Örnekler”,Antalya
Kent Merkezi içinde Kalekapısı ve Çevresi Kentsel Tasarım Yarışması Bilgi Kitabı, Antalya
Belediyesi, Antalya.
Keleş, Ruşen, (1998), Kentbilim Terimleri Sözlüğü, İmge Kitabevi, Ankara.
Şen, Zekai, (1996), “Enerji Meteorolojisi ve Yenilenebilir Kaynakları”,İTÜ Vakıf Dergisi, Sayı 18.
Tarlet, Jean, (1985), La Planification Ecologique, Economica, Paris.
Tekeli, İlhan, (2000), Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitabevi, Ankara.
Töre, Teslim, (2002), Birey, Toplum,Sistem ve Globalizm, Alan Yayıncılık, İstanbul.
Urry, John, (1999), Mekanları Tüketmek, Ayrıntı Yayınları, Istanbul.
Ville Ottawa Ottawa (2004), ottawa.ca/2020/bb, Conseil de Planification Sociale d’Ottawa-Carleton,
www.egm.gov.tr/asayis/istatistik 2000

208 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Yerel Gündem 21’den Yerel Eylem 21’e:
Yerel Gündem 21 Projesi’nin Temel
Hedefleri Açısından Bir Değerlendirme
Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21 Uygulamaları

Şenol ADIGÜZEL* Muharrem GÜNEŞ**

1. Giriş

1992 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı’nın


bir ürünü olan Gündem 21, “sürdürülebilir gelişme” ye yönelik bir eylem planıdır.
“21. yüzyılın gündemi”ni oluşturmayı amaçlayan Gündem 21, tüm insanların
temel gereksinimlerinin karşılanmasını, yaşam standartlarının iyileştirilmesini,
ekosistemlerin korunmasını ve daha güvenli bir geleceğe giden yolun yapı
taşlarının döşenmesini hedeflemiştir. Yani öncelikli hedeflerinden birisi de
“çevre ve yaşam kalitesi”nin geliştirilmesidir. Dünya Çevre Doruğu olarak da
adlandırılan konferansta benimsenen Gündem 21 Bildirgesi ile çevresel ve
kentsel değerlerin korunup geliştirilmesinde yurttaşa ya da kenttaşa düşen görevler
önemle vurgulanmıştır (Geray,1998:15). Dünya Çevre Doruğu’nda, Gündem
21 ile benimsenen temel hedefleri gerçekleştirebilmek amacıyla Dünyadaki
tüm yerel yönetimlere, beldelerinde katılımcı bir süreci başlatmaları ve kendi
kentlerinin Yerel Gündem 21(YG 21)’ini oluşturmaları yönünde küresel bir çağrı
yapılmıştır. Yine bu Bildirge ile ülkelerin çevre ve insan yerleşmeleri sorunlarıyla
* Arş.Gör., İnönü Üniversitesi, İİBF Kamu Yönetimi Bölümü.
** Yrd.Doç.Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, İİBF Kamu Yönetimi Bölümü.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 209


ilgili olarak Ulusal Eylem Planları hazırlamaları istenmiştir. Ayrıca bu eylem
planlarının uygulanabilirliğinin sağlanabilmesi için de yerel ölçeklerde YG 21
Eylem Planları’nın hazırlanarak, yaşama geçirilmesi öngörülmüştür (IULA-
EMME,2002a:2).
1992 Rio Zirvesi sırasında kabul edildikten sonra, kısa bir süre içerisinde
dünyanın en tanınmış belgelerinden biri durumuna gelen Gündem 21, aralarında
Türkiye’nin de bulunduğu 170 ülke tarafından benimsenmiştir. (IULA-
EMME,2002b:2).
Rio Zirvesi’nden bu yana geride kalan on yıllık süre içerisindeki YG 21
uygulamalarının değerlendirmesi Johannesburg Zirvesi’nde yapılmış ve YG
21’in daha etkin olarak uygulanması amacıyla başlatılması öngörülen “Yerel
Eylem 21” süreci tartışmaya açılmıştır (IULA- EMME,2002b:4). Çalışmamız, on
yıllık YG 21 uygulamaları sonrasında Yerel Eylem 21 (YE 21) uygulamalarının
başlatıldığı süreçte, YG 21’in temel hedefleri çerçevesinde Malatya Belediyesi YG
21 uygulamalarını irdelemeyi ve değerlendirmeyi amaçlamıştır.
2. Yerel Sorunların Uluslararasılaşması ve Küreselleşmesi
Gündem 21, yukarıda da vurgulandığı gibi 1992 yılında Rio’da toplanmış olan
BM Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı’nın bir ürünüdür ve Rio’nun temelleri
1972 yılında, ilk küresel çevre toplantısı olan ve 113 ülkeyi bir araya getiren BM
Stockholm Çevre Konferansı’nda atılmıştır. Bilindiği gibi Stockholm Konferansı,
çevre sorunlarının yerellikten küreselliğe geçmesi ve bu sorunların çözüm aracı
olan çevre yöneltilerinin de ulusallıktan uluslararası boyuta doğru kayması süreci
sonrasında ortaya çıkan ilk somut oluşumdur. Çevre sorunlarının yerellikten
küreselliğe geçmesi süreci sonrasında ortaya çıkan uluslararası oluşumları kısaca
irdelemekte yarar vardır.
Sanayi Devrimi sonrasında özellikle de 1900’lü yılların başından bu yana
endüstrinin yaygınlaşması ve teknolojinin gelişmesine koşut olarak, dünya çapında
çevrebilimsel döngülerin bozulduğu, yani çevre kirliliğinin arttığı gözlenmektedir.
Çevre kirliliğinin yanı sıra, uluslararası topluluk açısından önem taşıyan bütüncül
çevre sorunları arasında, dünya nüfusunun aşırı bir şekilde artışı, beslenme
sorunları, enerji ve doğal kaynakların yönetimi de yer almaktadır (Hamamcı,
1997:398).
İnsan-doğa ilişkilerinin ulaştığı nokta 20. yüzyıl insanını çevre sorunları
konusunda yeniden düşünmeye yöneltmiştir. Sorunsalın irdelenmesi göstermiştir
ki, dünyada yalnızca belli noktalarda, yerlerde ve bölgelerde bozulma, yok olma
ile karşılaşılmaz, eğer bir çevre sorunu varsa, bu sorun dünyanın tümünü aynı anda
ve aynı ölçüde ilgilendirir. Dünyanın tümü aynı çevrebilimsel koşullara bağlıdır.

210 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Bu nedenle, dünyanın tek bir geleceği vardır ve tüm insanlar bu ortak geleceği
birbirleriyle paylaşacaklardır (Keleş ve Hamamcı, 1997:147).
Sorunun küreselliği, çözüm yolunun da küresel olmasını gerektirmiş, çevre
sorunları yerellikten küreselliğe geçerken, bu sorunların çözüm aracı olan çevre
yöneltileri de ulusallıktan uluslararası boyuta doğru kaymıştır. Bu aşamada çevre,
yalnızca bireylerin, devletlerin malı olmaktan çıkmış, uluslararası kuruluşların
ve uluslararası uzmanlık kuruluşlarının temel uğraşı alanına dönüşmüştür (Keleş
ve Hamamcı,1997:147,148). İşte bu aşamada uluslararası topluluğun tümünü
kapsamaya yönelik ilk ve en önemli adım BM tarafından atılmış ve 5 Haziran
1972 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülkenin bir araya gelmesi
ile BM Çevre Konferansı toplanmıştır. Konferans sonunda yayımlanan bildirgede
insan-çevre ilişkilerine, ülkelerin ekonomik gelişme sorunlarına, yaşam koşullarının
geliştirilmesine, uluslararası örgütlere ve hukuka değinilmiş ve özellikle uluslararası
işbirliği ve dayanışmanın altı çizilmiştir (Hamamcı, 1997:401). Yine bu Konferans
ile birlikte BM’in doğrudan çevre işlerini yönetmekten sorumlu kurumu, BM
Çevre Programı (UNEP) yaşama geçirilmiş, 1983 yılı BM genel kurulu kararı
ile de Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu kurulmuştur. Bu komisyon “Ortak
Geleceğimiz” adlı bir yazanak hazırlamıştır (Keleş, 1996:452).

“Ortak Geleceğimiz”, insanların iş ve günlük yaşamlarında birçok şeyi


değiştirmeleri gerektiği, aksi taktirde dünyanın kabul edilemeyecek ölçüde sefalet
ve çevre tahribatı ile karşı karşıya kalacağı yönünde uyarıda bulunmuştur. Yazanağa
göre, insanlık, kalkınmayı sürdürülebilir kılma özelliğine sahiptir. 1989 yılında
BM, sürdürülebilir kalkınmaya nasıl ulaşılacağını tartışmak amacıyla, çevre ve
kalkınma konusunda bir konferans planlamaya başladı. Bu kapsamda, gönüllü
kuruluşlar, iş, eğitim, kadın grupları ve diğer kesimlerden binlerce insan 1992
yılında Rio’da toplanacak olan Çevre ve Kalkınma Konferansı hazırlıklarına
katıldılar (Keating, 1993:10,11).

3. Gündem 21’den Yerel Gündem 21’e

1992 yılında Rio’da toplanan (BM) Çevre ve Kalkınma Konferansı dünya


çapında sürdürülebilir kalkınma konusunda iki uluslararası anlaşma, iki bildiri
ve bir ana eylem gündemi ortaya çıkarmıştır. Bu beş belge şunlardır: 1) BM
İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması, 2) Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması, 3)
Çevre ve Kalkınma Rio Bildirgesi, 4) Ormanların Yönetimine, Korunmasına ve
Sürdürülebilirliğine İlişkin Bildiri, 5) Gündem 21 (Keleş, 1996:453).

1992 Rio Zirvesi’nde kabul edildikten sonra, kısa bir süre içerisinde dünyanın
en tanınmış belgelerinden biri durumuna gelen Gündem 21’in ana teması, yoksul

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 211


insanların sürdürülebilir şekilde kalkınmaları için, ihtiyaç duydukları kaynaklara
daha çok ulaşmalarını sağlayarak, yoksulluğu ortadan kaldırmaya çalışmaktır.
170 ülke tarafından benimsenen Gündem 21’i kabul eden sanayileşmiş, zengin
ülkeler, çevre kirliliğini giderme konusunda, nispeten daha az kirliliğe yol açan
yoksul ülkelerden daha büyük bir rol sahibi olduklarını fark etmişlerdir. Ayrıca
bu zengin ülkeler, çevreyi daha az tahrip eden diğer ülkelere daha fazla ekonomik
kaynak sağlama sözü vermişlerdir (Keating, 1993:12).

1992 Rio Zirvesi’nden başlayarak, 1996 İstanbul Habitat II “Kent Zirvesi”ne


uzanan küresel BM konferansları ve diğer zirveler, “küresel ortaklık”
ilkelerinin yerel izdüşümleri olan YG 21’lerin tüm dünyada kabul görmesini
ve yaygınlaştırılmasını sağlamış ve bu sürecin güçlü uluslararası dayanaklarını
oluşturmuştur (yerelgundem21.org.tr/tur, 2003).

“21 yüzyılın gündemi”ni oluşturmayı amaçlayan Gündem 21, tüm insanların


temel gereksinimlerinin karşılanmasını, yaşam standartlarının iyileştirilmesini,
ekosistemlerin daha iyi korunmasını ve daha güvenli bir geleceğe giden yolun
yapı taşlarının döşenmesini hedeflemektedir. Ayrıca Gündem 21 ile dünyadaki tüm
yerel yönetimlere, beldelerinde katılımca bir süreç başlatmaları ve kendi kentlerinin
YG 21’lerini oluşturmaları yönünde küresel bir çağrı yapılmıştır (IULA-EMME,
2001:2).

Yerel yönetimlerin demokrasi ve demokratikleşme çerçevesinde bir araç işlevi


görebilmeleri, topluluk üyelerinin, öncelikle yaşam çevrelerinden başlamak üzere
tüm toplumsal çevre ve sorunlar konusunda siyasal bilinç, siyasal olgunlaşma ve
etkin siyasal katılma davranışı gösterebilmelerine önemli ölçüde katkı yapabilme
gizil güçlerinin olduğu düşünüldüğü içindir (Varol, 2000: 206). İşte bu gizilgücün
Gündem 21’in önerileri doğrultusunda ortaya çıkarılması Ulusal Eylem Planları
kapsamında hazırlanacak yerel eylem planları ile gerçekleşecektir. İşte bu nedenle
Gündem 21’in en önemli önerisi, Ulusal Eylem Planlarının oluşturulmasında
temel teşkil edecek olan yerel eylem planlarının hazırlanmasıdır (Karaman,1998:
348). Hiç şüphe yok ki böyle bir öneri, örgüt ve “çevreleri” arasına sıkışmış yerel
yöneticileri de (Güneş, 2000) eylem sürecinin bir parçası yapacaktır.

Rio Zirvesi sonrasında Gündem 21, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 170


ülke tarafından benimsenmiştir (IULA- EMME,2002a:2). Bu ülkelerin yüzden
fazlasında Gündem 21’in önerileri doğrultusunda, Ulusal Eylem Planları’nın
oluşturulması süreci içerisinde yerel yönetimler, beldelerinde ve kentlerinde
katılımcı bir süreç içeren YG 21 uygulamaları başlatmışlardır. YG 21, on yıldan
bu yana başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin binlerce kentinde
uygulanmaktadır (IULA- EMME,2002b:2).

212 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


4. Gündem’den Eylem’e “Yerel Gündem 21”

Bilindiği gibi 1992 yılında Rio’da düzenlenen BM Dünya Çevre ve Kalkınma


Konferansı, “Sürdürülebilir Gelişmeyi” tüm dünyada yerel, ulusal, bölgesel
ve uluslararası düzeylerde ulaşılması gereken temel hedef olarak belirlemiştir.
Zirve’de, sürdürülebilir gelişmeye nasıl ulaşılabileceği konusunda somut bir adım
atılmış ve “Gündem 21” başlıklı küresel bir eylem planı benimsenmiştir.

21. yüzyılın gündemini oluşturmayı hedefleyen Gündem 21, içermekte


olduğu 40 bölüm ile 21. yüzyılda çevre ve kalkınma sorunlarıyla başa çıkılmasına
ve sürdürülebilir gelişmenin gerçekleştirmesine yönelik eylem planlarını
tanımlamaktadır (IULA- EMME,2002b:2).

1992 Rio Zirvesi’nden günümüze kadar geçen on yıllık sürenin değerlendirildiği


BM Dünya Sürdürülebilir Gelişme Zirvesi, 26 Ağustos-4 Eylül tarihleri arasında
Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde düzenlenmiştir. “Sürdürülebilir
Gelişme” başlığının ilk kez bir konferansta kullanıldığı bu Zirve, “Rio+10”
İzleme Konferansı adıyla da anılmaktadır. Bu Zirve’de, Rio Zirvesi’nin çıktısı
olan Gündem 21 başlıklı eylem planının uluslararası ve ulusal ölçeklerde ne ölçüde
yaşama geçirildiği değerlendirilmiş ve alınan kararlar ile “sürdürülebilir gelişme”
hedefine ulaşılmasında tüm aktörlerin rollerinin güçlendirilmesi amaçlanmıştır
(IULA- EMME,2002b:2).

Rio Zirvesi’nden bu yana geride kalan on yıllık süre içerisinde dünyada Gündem
21 uygulamalarının değerlendirildiği Johannesburg Zirvesi’nin temel belgeleri
arasında yer alan Yerel Yönetimler Diyalog Raporu, “Sürdürülebilir Gelişmenin
Hızlandırılması: Dünyayı Yerel Hareket Sürüklüyor!” başlığıyla, YG 21
hareketinin dünya ölçeğinde kazandığı ivmeyi ve sağladığı başarıları ortaya koymuş
bulunmaktadır. Zirve’de, Rio’nun ana çıktısı olan Gündem 21’in sorgulanması
yerine, “sürdürülebilir gelişme” konusundaki taahhütlerin yenilenmesine ve
uygulama düzeneklerine işlerlik kazandırılmasına yönelik bir eylem planı üzerinde
uzlaşma sağlanması hedeflenmekteydi. Oysa Rio+10 hazırlık süreci, Zirve’den
beklentilerin düşük tutulmasına yol açan bir görünüm sergilemiş, ilk üçü New
York’ta, sonuncusu da Bali’de yapılan Hazırlık Komitesi toplantılarında temel
metinler üzerinde uzlaşma sağlanamaması nedeniyle, Johannesburg Zirvesi’nin
sonuçsuz kalacağı endişesi oldukça yaygınlaşmıştı. Buna karşılık, Zirve boyunca
süren sancılı müzakereler sonrasında, neredeyse son dakikada sağlanan uzlaşma
ile önemli çıktılar sağlanmıştır (IULA- EMME,2002b:2,3).

Johannesburg Zirvesi’nde iki temel çıktı olarak, “Uygulama Planı” ile


“Johannesburg Sürdürülebilir Gelişme Bildirgesi” benimsenmiştir. “Uygulama

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 213


Planı”, Rio’da kabul edilen temel konuların yaşama geçirilmesini kolaylaştıracak
bir eylem çerçevesi sunmaktadır. Zirve’ye katılan tüm hükümetlerin imzaladığı,
11 bölümden oluşan “Uygulama Planı”, yoksulluğun azaltılması başta olmak
üzere, tüketim, doğal kaynaklar, sağlık, uygulama araçları ve kurumsal çerçeve
gibi konuları kapsamaktadır. Zirve’nin diğer temel çıktısı olan “Johannesburg
Sürdürülebilir Gelişme Bildirgesi” ise 6 bölümden oluşmakta ve Bildirge’de,
Rio’dan Johannesburg’a uzanan süreç özetlendikten sonra, karşılaşılan sıkıntılara ve
darboğazlara dikkat çekilmekte ve “sürdürülebilir gelişme”ye olan küresel taahhüt
yinelenmektedir. Ayrıca çok-taraflılığın ve ortaklıkların önemi dile getirilerek,
uygulamanın güçlendirilmesi gereği vurgulanmaktadır (IULA- EMME,2002b:3).
5. Türkiye’de Yerel Gündem 21
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumun kentsel ve çevresel
sorunlarına duyarlı kesimleri, Rio’dan yükselen küresel çağrı doğrultusunda
harekete geçmişlerdir. Bu küresel çağrıya Türkiye’de ilk yanıtlar kamu kesiminden
önce, yerel topluluklardan, yerel yönetimlerden gelmiştir.
Türkiye, 1992 Rio Doruğu’nda benimsenen kararlar doğrultusunda Ulusal Çevre
Stratejisi ve Eylem Planı’nı, uzun hazırlıklar sonucunda ancak 1998 yılı Mayıs
ayında yayımlayabilmiştir. Buna karşın, 1992 Rio Doruğu’nda ülkelere yapılan
Yerel Gündem 21 oluşturmaları yönündeki küresel çağrı doğrultusunda, IULA-
EMME’nin koordinatörlüğü ve UNDP’nin desteğiyle yürütülen “Türkiye’de Yerel
Gündem 21’lerin Teşviki ve Geliştirilmesi” Projesi 1997 yılında başladı (IULA-
EMME, 2001:2). Bu proje doğrultusunda, Bursa ve İzmit Büyükşehir belediyeleri
başta olmak üzere, Çanakkale ve Urla gibi çevre duyarlı kimi belediyeler, Yerel
Gündem 21 çalışmalarını, Ulusal Eylem Planı hazırlanmadan çok zaman önce
başlatmışlardır (Geray, 1998:15). Böylece, çevre ve kentsel sorunlara en yakın
yönetimsel birimler olarak belediyeler, bu sorunlardan en çok etkilenen yerel
halkın “duyarlılıkları”nı da arkalarına alarak, sorunlarla mücadele konusunda yeni
yöntemler geliştirmişlerdir.
UNDP’nin 50’den fazla ülkede desteklemekte olduğu benzer programlar arasında
en kapsamlısı ve en başarılısı seçilen “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki
ve Geliştirilmesi” Projesi, 1999 yılı Aralık ayı içerisinde sona ermiştir. Bu projenin
ikinci aşaması olan “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması” Projesi,
2000 yılı Ocak ayı içerisinde başlatılmıştır (IULA- EMME, 2001:2 ). 1998 yılı
Ekim ayı içerisinde anlaşması yapılan ve 8 Şubat 1999 tarihli T. C. Resmi Gazete’de
yayımlanan ikinci aşamanın beş temel hedefi bulunmaktadır. Bu beş temel hedef
şunlardır: 1) Yerel Gündem 21 projesine katılan yerel yönetimlerin sayılarında
artış sağlanması ve yeni proje ortağı kentlerde katılımcı süreçlerin oluşturulması,
2) Yeni proje ortağı kentlerde eylem planları hazırlanmasının sağlanması, 3) Halkın

214 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


bilgilendirilmesine ve uluslararası tanıtıma yönelik kampanyalar düzenlenmesi,
4) Yerel Gündem 21 sürecinin uzun dönemli sürdürülebilir destek görmesinin
sağlanması, 5) Marmara depremi sonrasının yeniden yapılanma sürecinde YG 21’in
önemli bir işlev görmesi (Göktürk ve Kavili, 2000: 242).

“Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması” Projesi, 10’u büyükşehir


belediyesi olmak üzere 45 belediye ve 3 il özel idaresi olmak üzere toplam 48 yerel
yönetim örgütünün katılımıyla yürütülmektedir. Ayrıca proje ortağı 48 kentin yanı
sıra 6 belediye birliği de projenin diğer ortaklarıdırlar. Proje ortağı belediye birlikleri,
üye belediyelerin kendi eylem planlarını geliştirmeleri yönünde teşvik edilmesi
ve desteklenmesi açısından eşsiz bir konumda bulunmaktadırlar (yerelgundem21.
org/tur., 2003). Projenin başlangıcından bu yana hiçbir çaba göstermeyen ya da
çalışmalarını durduran 8 Belediye ile 1 İl Özel İdaresi’nin ortaklığının, ilgili etkinliklerin
başlatılmasına kadar, askıya alınması kararlaştırılmıştır (IULA-EMME, 2002b:15).

Proje ortağı kentlerde, katılımcı süreçler, her kentin kendine özgü koşullarının,
değerlerinin ve önceliklerinin sergilendiği yapılar ve yöntemlerle yürütülmektedir. Farklı
büyüklükteki ve özellikteki birçok proje ortağı kentte oluşturulan “Kent Konseyleri”,
“Kent Kurultayları” ya da benzeri sivil örgütlenmeler, değişik kurumların temsilcilerini
ve kent sorunlarına duyarlı kenttaşları ortak amaçlar doğrultusunda, düzenli olarak bir
araya getiren etkin ve katılımcı mekanizmalar olarak işlev görmektedirler.

6. Uygulamada “Yerel Gündem 21” Süreci Nasıl İşlemektedir?


YG 21 süreci, “gönüllülük” ilkesi doğrultusunda gevşek bir yapılanma içerisinde
örgütlenmiş, bir sivil inisiyatif hareketidir ve hiçbir resmi kuruma bağlı değildir.
Yerel demokrasinin yaşama geçirilmesi, YG 21 sürecinin temel amaçlarından birisi
olduğundan, bu amacı gerçekleştirmek bağlamında, YG 21 ile ilgili çalışmalar
tüm kentlilere açıktır. Bu amacı gerçekleştirmede bir araç olan “Kent Kurultayı”,
“Kent Konseyi” gibi örgütlenmeler, kentte bulunan tüm kamu kurum ve sivil
toplum örgütleri temsilcilerinin ve Kurultaya üye olan tüm kentlilerin katılımlarıyla
gerçekleştirilmektedir. Ayrıca bu toplantılar, bütün vatandaşlara açık olarak
yapılmaktadır (Adıgüzel,2002: 48).

Proje ortağı kentlerde katılımcı süreçler, her kentin kendine özgü koşullarının,
değerlerinin ve önceliklerinin sergilendiği yapılar ve yöntemlerle yürütülmektedir.
Farklı büyüklükteki ve özellikteki birçok proje ortağı kentte oluşturulan “Kent
Konseyleri”, “Kent Kurultayları” ya da benzeri örgütlenmeler, değişik kurumların
temsilcilerini ve kent sorunlarına duyarlı kentlileri ortak amaçlar doğrultusunda,
düzenli olarak bir araya getiren etkin ve katılımcı mekanizmalar olarak işlev
görmektedirler (yerelgundem21.org.tr/tur, 2003).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 215


YG 21 sürecinde, çalışmalar genellikle şu dizge içerisinde yürütülür: Kentle
ilgili sorunlara duyarlı her kesimden kenttaş, YG 21 sürecine katkı yapmak için
“gönüllülük” ilkesi çerçevesinde bir araya gelirler. Öncelikle, YG 21 içerisinde
kentin tüm sorunlarını kapsayıcı nitelikte Çalışma Kozaları (Grupları) oluşturulur.
Gönüllü olarak bir araya gelen kenttaşlar, oluşturulan bu Çalışma Kozaları’nda kendi
ilgi alanları doğrultusunda öbeklenirler. Çalışma Kozaları’nda çalışan kenttaşlar
arasında, kamu kurumlarında gördüğümüz türden ast-üst ilişkisi görülmez. Ancak
her kozada çalışmaların verimli ve eşgüdüm içerisinde yürütülmesini sağlayan
bir eşgüdümcü vardır. Uygulamalar göstermektedir ki bu Çalışma Grupları’ndan
bazıları kendi içerisinde de Alt Çalışma Öbekleri oluşturarak, çalışmalarını
daha verimli olabilecek bir yöntemle ve eşgüdüm içerisinde yürütme yolunu
seçmektedirler (Adıgüzel, 2002: 48).

Çalışma ve Alt Çalışma Gruplarından, kenti ilgilendiren tüm sorunlarla ilgili


olarak, sorunları giderici ya da en aza indirgeyici, kentin çağdaş bir kent olması
anlamında katkı sağlayıcı, somut projeler üretmeleri beklenmektedir. Ortaya çıkacak
somut ve uygulanabilir projeler, öncelikle çalışma grubunda kabul gördükten sonra,
belirli aralıklarla toplanan Kent Kurultayları (ya da Kent Konseyleri) gündemine
getirilip görüşülür ve tartışılır. Kurultayca da uygun bulunacak projeler, Belediye
Meclisi kararı ile hayata geçme ve uygulanma olanağına kavuşurlar. Bu projelerden,
çağdaş bir kent oluşumu ve çevre sorunlarının en aza indirilmesi anlamında katkı
sağlayabilirliği ve uygulanabilirliği Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nca
(UNDP) da uygun görülen projeler, UNDP’nin kredi desteğini de sağlayacaktır.

7. Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21 Uygulamaları


Malatya Belediyesi, 2001 yılı Ocak ayında YG 21 Projesine ortak olmakla, yerel
demokrasinin yaşama geçirilmesi anlamında bölgesindeki diğer kentlere örnek
oluşturabilecek bir yapılanma içerisine girmiştir. Malatya Belediyesi bu kapsamda,
öncelikle tüm çalışmaları eşgüdümleyecek olan YG 21 Sekreterliğini oluşturmuş
ve 19 Nisan 2001 tarihinde de Yerel Gündem Tanıtım Toplantısı’nı gerçekleştirerek,
projeyi yerel kamuoyuna tanıtmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda öncelikle,
YG 21 Projesi kapsamında gönüllü olarak çalışmak isteyen duyarlı kenttaşların
çalışmalarını yapabilecekleri mekanlar, bu çalışmalara yardımcı olacak personelle
birlikte hizmete sunulmuştur. Yine bu çerçevede Malatya Belediyesi, Malatya’daki
kurumların ve sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin ve üye olmaları durumunda
kentlilerin, Malatya ile ilgili öncelikli sorunları tartışmaya açabilecekleri bir
platform olan Kent Kurultayları’nı toplamıştır (Adıgüzel, 2003a).

Kent Kurultayı’na kimlerin üye olabileceği konusunda Bursa Belediyesi


uygulamaları örnek alınmış, bu doğrultuda Malatya Kent Kurultayı bileşimini

216 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Malatya Valisi, Malatya Belediye Başkanı, Malatya Milletvekilleri, Baro
Başkanı, Siyasi Parti İl Başkanları, Mecliste Grubu Bulunan Partilerin Merkez
İlçe Başkanları, Belediye Meclisi Üyeleri, Eski Valiler, Eski Milletvekilleri, Eski
Belediye Başkanları, İnönü Üniversitesi Rektörü, İnönü Üniversitesi Fakülte
Dekanları, Enstitü ve Yüksek Okul Müdürleri, Araştırma Merkezleri Müdürleri,
Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Bölge ve İl Müdürleri, Meslek Kuruluşları
Başkanları, Kayısı Birlik Genel Müdürü, Mahalle Muhtarları, Sendika Temsilcileri,
Sivil Toplum Örgütlerinin Temsilcileri, Malatya Belediyesi Daire Müdürleri,
Çalışma Grupları Temsilcileri ve Kent Kurultayı Yürütme Kurulunca üyeliği
kabul edilen kenttaşlar oluşturmaktadır (Malatya Belediyesi,2001: 2). Halkın da
katılımına açık olan Kent Kurultayları bugüne dek beş defa toplanmışlardır. Bu
kurultayların ilki 17 Ocak 2002, ikincisi 6 Nisan 2002, üçüncüsü de 4 Temmuz
2002, dördüncüsü 10 Ekim 2002, beşincisi de 31 Ocak 2003 tarihinde Belediye
Konferans Salonu’nda toplanmıştır.
Kısa süre içerisinde Malatya ile ilgili sorunlara duyarlı her kesimden kenttaş, YG
21 sürecine katkı yapmak için “gönüllülük” ilkesi çerçevesinde bir araya gelmişler,
öncelikle Malatya YG 21 içerisinde Malatya’nın tüm sorunlarını kapsayıcı nitelikte
on dokuz Çalışma Kozası oluşturulmuş, daha sonra Eğitim-Öğretim Kozası’nın
da oluşturulmasıyla, toplam Çalışma Kozası sayısı yirmiye ulaşmıştır. (Malatya
Belediyesi,2002b: 2).
Bu çalışma kozaları şunlardır: 1) İletişim ve Paylaşım, 2) Sağlıklı Çevre, 3)
Kadın, 4) Engelliler, 5) Gençlik, 6) Spor, 7) Katı Atık, 8) Sağlık, 9) Tüketici Hakları,
10) Alternatif İş Olanakları, 11) Emekliler, 12) Çocuk, 13) Arama Kurtarma, 14)
Dinlenme Alanları, 15) Tarihi Eserler, 16) Tanıtım, 17) Zararlı Alışkanlıklar, 18)
Şehircilik ve İmar, 19) Nemrut Turizmini Geliştirme, 20) Eğitim-Öğretim (malatya
21.net., 2003).
Malatya’da YG 21 Projesi çerçevesinde oluşturulmuş olan Çalışma Kozaları’na
son rakamlara göre toplam 300 kişi üye olmuştur. Bu üyelerden 108’i üniversite
mezunu, 61’i üniversite öğrencisi, 72’si lise mezunu, 18’i lise öğrencisi ve 36’sı
da ilköğretim mezunudur ( Adıgüzel, 2003a).
7.1. Malatya Belediyesi Uygulamaları Sürecinde Yürütülmekte
Olan Çalışmalar
Malatya Belediyesi uygulamalarında Çalışma Kozaları, bir yandan kendi
alanlarıyla ilgili çalışmalara girişmişler, bir yandan da açık oturumlar, toplantılar
düzenleyerek, afiş, kitapçık gibi tanıtım araçlarından yararlanma yoluna giderek,
kendi çalışma alanlarına giren konularda yapmış oldukları etkinlikleri halka
duyurabilme çabası içerisine girmişlerdir.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 217


YG 21 çerçevesinde Malatya’da yapılmış ve yapılmakta olan çalışmaları özetle
şu şekilde sıralayabiliriz (Malatya Belediyesi,2002a: 2,3):

1) Tüketicileri Bilinçlendirme Çalışma Kozası, 15. 03. 2002 tarihinde “Avrupa


Birliği Sürecinde Tüketicinin Korunması” konulu bir açık oturum düzenleyerek,
Malatya’daki tüketicilerin bilinçlendirilmesi anlamında katkı sağlamayı
amaçlamışlardır.

2) Gençlik, Çocuk ve Kadın Çalışma Kozaları, ortaklaşa, “İhtiyaç Fazlası


Giyecek Toplama Kampanyası” başlatmışlar, toplanan giysi ve ayakkabıların
gerekli temizliği ve ütüleme işlemleri yapılarak ihtiyacı olan ailelere sunulmuştur.
Daha sonra, bu kampanyanın kapsamı genişletilerek kentin kenar semtlerinde
yaşayan insanlara yönelik olarak, “Okul Eşyası ve Kırtasiye Toplama Kampanyası”
başlatılmış ve kampanya kapsamında 334 öğrenciye okul eşyası, 200 öğrenciye
ayakkabı, 700’e yakın öğrenciye de gıda yardımı yapılmıştır.

3) Çocuk Kozası tarafından başlatılan eğitim çalışmaları çerçevesinde pilot bölge


olarak seçilen Yeşiltepe semtinde maddi durumu iyi olmayan ailelerin çocuklarına
hafta sonlarında Türkçe ve Matematik derslerini içeren kurslar verilmiştir.

4) İl Sağlık Müdürlüğü ile yakın işbirliği içerisine giren Çocuk ve Kadın Çalışma
Kozaları, kenar semtlerde yaşayan kadınlara, özellikle de annelere ve çocuklara
yönelik “Anne ve Çocuk Sağlığı” ile ilgili çalışmalar başlatmışlardır.

5) Engelliler Çalışma Kozasının desteği ile “Ruhsal Hastalıklar”la ilgili bir


konferans düzenlenmiştir.

6) Arama Kurtarma Çalışma Kozası üyeleri yaklaşık olarak dört ay süren Sivil
Savunma, İlk Yardım, Depremden Korunma, Yangın Söndürme gibi konuları
kapsayan bir kursa tabi tutulmuşlardır. Koza daha sonra da olası bir doğal yıkım
olayı karşısında anında müdahalede bulanabilecek bir Arama-Kurtarma Ekibi
oluşturmuştur.

7) Gençlik Çalışma Kozası tiyatro ve müzik grupları oluşturularak, eğitim


çalışmalarına başlamışlardır.

8) Sağlıklı Çevre Kozası, Malatya’nın daha yaşanabilir bir kent ve çevre


ortamına kavuşabilmesine yönelik olarak projeler geliştirmiş ve bu projeler
üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir. Bu projelerden ikisi üzerinde çalışmalarını
yoğunlaştıran Koza, bu projelerin Kent Kurultayları’nın gündemine de alınmasını
sağlamıştır. Sağlıklı Çevre Kozası, “Ağaçlandırmaya Uygun Boş Alanların

218 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Ağaçlandırılarak Değerlendirilmesi Projesi”ni 10 Ekim 2002 tarihinde
yapılan dördüncü Kent Kurultayı gündemine alınmasını sağlamıştır. Kurultay’da
tartışılan proje genişletilerek “Beydağı’nın Ağaçlandırılması Projesi” adı altında
geliştirilmiş ve uygulanması sürecine girilmiştir. Bu proje kapsamında, Kent
Kurultayı’nca oluşturulan Çalışma Komitesi kararı ile 2003 yılı Mart ayından
itibaren yıl içerisinde iki yüz bin ağaç dikilmesi planlanmıştır. Sağlıklı Çevre
Kozası, geliştirmiş olduğu “İş Yeri İsimlerinin Türkçeleştirilmesi Projesi”
kapsamında yapmış olduğu çalışmalar ile projenin, 31 Ocak 2003 tarihinde yapılmış
olan beşinci Kent Kurultayı gündemine alınmasına katkı sağlamıştır.

Sağlıklı Çevre Kozası, Malatya’nın kent ve çevre sorunlarıyla ilgili olarak


geliştirmiş olduğu farklı projeler üzerindeki çalışmalarını sürdürmektedir. Bu
projelerden bazıları şunlardır: a) Akpınar Meydanı’nın Yeniden Düzenlenmesi,
Genişletilmesi, Yeşillendirilmesi ve Dinlenme Alanlarının Oluşturulması Projesi,
b) Kent Merkezinde İnsan Sağlığını ve Can Güvenliğini Tehdit Eden Akaryakıt
İstasyonlarının Kent Dışına Taşınması Projesi, c) Malatya Kent Mimarisinde
Özel Yeri Olan Cami ve Anıtların Ön Görünüm ve Çevre Düzenlemesi Projesi, d)
Malatya İlinin Su Varlıkları Envanterinin Oluşturulması Projesi, e) Kapalı Çarşı
Üst Mekanının Toplumsal Kullanım Amaçlı Düzenlenmesi Projesi, f) Kent İçinde
Trafiğe Kapalı Toplumsal Alanlar Oluşturulması Projesi.

9) Tarihi Eserler ve Kervansarayı Kurtarma Çalışma Kozası’nın başlatmış


olduğu bir çalışma ile Battalgazi ilçesinde bulunan ve 1637 yılında yapıldığı
sanılan Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı turizme kazandırılacaktır. Bu konuda
YG 21 olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvurulmuş ve başvuru olumlu
karşılanmıştır. En az iki trilyonluk bir yatırım gerektiren proje ile ilgili olarak, YG
21’in başvurusu Belediye Meclisine teklif olarak götürülmüş, Meclis de bu konuda
Belediye Encümenine yetki verilmesini kararlaştırmıştır. Belediye Encümeninin
olumlu kararı sonrasında restorasyon çalışmalarına başlanılacaktır.

7.2. Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21 Uygulamalarının, Yerel


Gündem 21’in Temel Hedefleri Açısından Değerlendirilmesi
Daha önce de vurgulandığı gibi, “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki
ve Geliştirilmesi” Projesi, 1999 yılı Aralık ayı içerisinde sona ermiş, projenin
ikinci aşaması olan “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması” Projesi,
2000 yılı Ocak ayı içerisinde başlatılmıştır. Proje’nin ikinci aşamanın beş temel
hedefi bulunmaktadır. Bu beş temel hedef şunlardır: 1) Yerel Gündem 21 projesine
katılan yerel yönetimlerin sayılarında artış sağlanması ve yeni proje ortağı kentlerde
katılımcı süreçlerin oluşturulması, 2) Yeni proje ortağı kentlerde eylem planları
hazırlanmasının sağlanması, 3) Halkın bilgilendirilmesine ve uluslararası tanıtıma

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 219


yönelik kampanyalar düzenlenmesi, 4) Yerel Gündem 21 sürecinin uzun dönemli
sürdürülebilir destek görmesinin sağlanması, 5) Marmara depremi sonrasının
yeniden yapılanma sürecinde YG 21’in önemli bir işlev görmesi.

YG 21 Projesi’nde Malatya Belediyesi uygulamalarının başlangıç tarihinden bu


yana yaklaşık olarak iki yıllık bir süre geçmiştir. Bu süre içerisinde, yerel yönetim
uygulamalarına ve karar alma süreçlerine katılımı ve bu katılım dizgeleriyle
sürdürülebilir kentsel yaşama katkı sağlamayı amaçlayan YG 21 uygulamaları,
“Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması” Projesi’nin temel hedeflerine
ulaşılması açısından istendik başarıyı yakalayabilmiş midir? YG 21 ile ilgili olarak
Malatya Belediyesi’nin iki yılı bulan uygulamaları döneminde, uygulamaların
içerisinde olan bir kenttaş gözüyle, Proje’nin temel hedeflerini gerçekleştirebilmesi
çerçevesinde ulaşılan sonuçları ve bu süreçte karşılaşılan sorunları şu şekilde
özetlemek mümkündür:

1) Projenin birinci hedefi olan, “Yerel Gündem 21 projesine katılan yerel


yönetimlerin sayılarında artış sağlanması ve yeni proje ortağı kentlerde
katılımcı süreçlerin oluşturulması” hedefi çerçevesinde Türkiye ve Malatya YG 21
uygulamalarını değerlendirdiğimizde şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Türkiye’de YG
21 uygulamaları 1997 yılı sonunda, “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki ve
Geliştirilmesi” Projesi ile ivme kazanmıştır. IULA-EMME’nin koordinatörlüğünde
ve UNDP’nin desteği ile yürütülen Proje, başlangıçta yalnızca 9 kenti kapsamaktaydı.
Birinci yılın sonunda alınan başarılı sonuçlar üzerine yapılan proje revizyonu ile kent
sayısı 23’e çıkarılmıştır. YG 21’in uygulamalarının başarısı üzerine UNDP, Proje’nin
ikinci aşamasına da destek vermiş ve Proje’ye üye olan yerel yönetim sayısı gittikçe
artmıştır. Son rakamlara göre, Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması”
Projesi, 10’u büyükşehir belediyesi olmak üzere 45 belediye ve 3 il özel idaresi
olmak üzere toplam 48 yerel yönetim örgütünün katılımıyla yürütülmektedir. Ayrıca
proje ortağı 48 kentin yanı sıra 6 belediye birliği de Proje’nin diğer ortaklarıdırlar
(yerelgundem21.org/tur.,2003). Ayrıca Proje’nin başlangıcından bu yana hiçbir
çaba göstermeyen ya da çalışmalarını durduran 8 Belediye ile 1 İl Özel İdaresi’nin
ortaklığının, ilgili etkinliklerin başlatılmasına kadar, Proje Yönetim Kurulu kararı
ile askıya alınması kararlaştırılmıştır (IULA-EMME, 2002b:15).

“Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması” Proje’si, birinci hedefi


doğrultusunda proje ortağı yerel yönetim sayısını sürekli olarak artırmış ve Proje’nin
ülke ölçeğinde yaygınlaştırılması sağlanmıştır. Ayrıca Proje doğrultusunda proje
ortağı kentlerde katılımcı süreçlerin başlatılması sağlanmış, bu yönde çaba
göstermeyen yerel yönetimlerin ortaklıkları askıya alınmıştır. Katılımcı süreçlerin
oluşturulması amacıyla Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları çerçevesinde de
sayıları 300’ü bulan gönüllü kenttaşın katılımıyla 20 Çalışma Kozası oluşturulmuş

220 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


ve iki yılı bulan uygulama dönemi içerisinde 5 Kent Kurultayı’nın toplanması
sağlanmıştır.

2) Proje’nin ikinci hedefi olan, “Yeni proje ortağı kentlerde eylem planları
hazırlanmasının sağlanması” çerçevesinde, Proje ortağı kentlerde, kentlerin daha
yaşanabilir kılınmasını sağlamak amacıyla geleceğe yönelik eylem planlarının
hazırlanması sağlanmış, bu yönde çaba göstermeyen üyelerin ortaklıkları askıya
alınmıştır. Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları süreci içerisinde oluşturulmuş
olan 20 Çalışma Kozası çalışmalarını sürdürmekle ve 5 kez Kent Kurultayı
toplanmakla birlikte, Malatya Belediyesi YG 21 uygulamalarını yönlendirecek
geleceğe yönelik kapsamlı bir “eylem planı”nın eksikliği hissedilmektedir. Bu
anlamda Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları, Proje’nin ikinci hedefinin
gerçekleştirilmesi kapsamında istendik başarıyı sağlayamamıştır.

3) Proje’nin üçüncü hedefi olan, “Halkın bilgilendirilmesine ve uluslararası


tanıtıma yönelik kampanyalar düzenlenmesi” hedefi çerçevesinde, Türkiye
ölçeğinde başarılı uygulamalar içerisine girilmekle birlikte, Malatya Belediyesi
YG 21 uygulamaları için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Gerçekten
de “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması” Proje’si çerçevesinde
Türkiye ölçeğinde yapılan çalışmalar IULA-EMME’nin öncülüğünde hazırlanmış
geniş kapsamlı bültenler ile halka duyurulmaya çalışılmakta ve internet
ortamında verilen hizmetler ile de tanıtım sorunu aşılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca
Johannesburg Zirvesi’nde Türkiye’deki YG 21 Programları’nın uluslararası tanıtımı
kapsamında çok başarılı çalışmalar yapılmış, bu kapsamda Türkiye’deki “en iyi
uygulamalar”ı tanıtmaya yönelik kitapçıklar ve Proje’yi çeşitli yönleriyle tanıtan
CD, broşür, poster ve çeşitli tanıtım ve promosyon malzemesi hazırlanmıştır.
Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları çerçevesinde de bülten, afiş ve posterlerle
uygulamaların tanıtılmasına yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Ayrıca Malatya YG
21 uygulamalarının internet ortamında da tanıtımı çalışmaları yürütülmektedir.
Ancak sayıları 20’yi bulan Çalışma Kozaları’nda Malatya’nın yerel sorunları
konusunda emek veren gönüllü sayısı 300’de kalıyorsa ve iki yıllık süreç içerisinde
yapılmış olan beş Kent Kurultayı’nda da katılım sorunu yaşanıyorsa, Proje’nin
üçüncü hedefi doğrultusunda Malatya Belediyesi YG 21 uygulamalarının istendik
başarıyı yakalayamadığı gerçeği ortaya çıkar.

4) Proje’nin dördüncü hedefi olan, “Yerel Gündem 21 sürecinin uzun


dönemli sürdürülebilir destek görmesinin sağlanması” çerçevesinde, Türkiye
ölçeğinde Proje’ye ulusal ve uluslararası çeşitli kurumlar tarafından uzun dönemli
sürdürülebilir destekler verildiği gözlemlenmektedir. Proje ulusal ölçekte,
hükümetlerden, Cumhurbaşkanlığı makamı ve uygulanmakta olduğu yerel yönetim

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 221


örgütlerinden önemli destekler görmektedir. Uluslararası ölçekte ise IULA-EMME
ve UNDP’nin Proje’ye sürdürülebilir destekleri vardır. Malatya Belediyesi YG 21
uygulamaları içerisinde ise Belediye’nin kurumsal desteği ile Proje uygulamaları
yürütülmeye çalışılmaktadır. Ancak gerek Malatya YG 21 uygulamaları kapsamında
tanıtım sorununun aşılamaması, gerekse STÖ’nin kendilerinden kaynaklanan
nedenlerle Proje’nin henüz yerel kamuoyuna mal olamadığı gözlemlenmektedir.
Malatya YG 21 uygulamaları içerisinde oluşturulan Çalışma Kozaları’na katılım,
ortaklaşa çalışma ve Kent Kurultayları’na katılım konularında STÖ’nden istendik
destekler sağlanamamıştır. Bu nedenle Proje’nin dördüncü hedefi olan, “Yerel
Gündem 21 sürecinin uzun dönemli sürdürülebilir destek görmesinin
sağlanması” konusunda Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları beklenilen
başarıyı yakalayamamıştır.

5) Proje’nin beşinci hedefi olan, “Marmara depremi sonrasının yeniden


yapılanma sürecinde YG 21’in önemli bir işlev görmesi” hedefi deprem
bölgesi kapsamı içerisinde değerlendirildiğinde, deprem yıkımı ile karşı karşıya
kalan bölgeden Proje’ye ortak olma noktasında yoğun talepler gelmiş olduğu
gözlemlenmektedir. Deprem yıkımı ile karşı karşıya kalmış bölgedeki yerel
yönetimlerden 4’ü büyükşehir belediyesi olmak üzere toplam 10 belediyenin ve
ayrıca Marmara ve Boğazları Belediyeleri Birliği’nin “Türkiye’de Yerel Gündem
21’lerin Uygulanması” Proje’sine ortak oldukları görülmektedir (IULA-EMME,
2002b:15). Bu noktada, deprem sonrası yeniden yapılanma süreci içerisinde bölge
yerel yönetimlerinin, YG 21 uygulamaları kapsamında, YG 21’lerin önemli bir
işlevi olduğunun bilinci ile bu Proje’ye ortak oldukları açıktır. Marmara depremi
sonrası yeniden yapılanma süreci içerisinde YG 21’in önemli bir işlev görmesi,
Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları içerisinde de yansımasını bulmuştur.
Bu doğrultuda Arama Kurtarma Çalışma Kozası, kendi üyelerine yönelik olarak
yaklaşık dört ay süren “Sivil Savunma”, “İlk Yardım”, “Depremden Korunma”,
“Yangın Söndürme” gibi konuları kapsayan bir kurs açmıştır. Koza, daha sonra
da olası bir doğal yıkım olayı karşısında anında müdahalede bulanabilecek bir
Arama-Kurtarma Ekibi oluşturmuştur. Dolayısıyla, Proje’nin beşinci hedefi olan,
“Marmara depremi sonrasının yeniden yapılanma sürecinde YG 21’in önemli
bir işlev görmesi” hedefi Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları kapsamında
da yankı bulmuş ve bu hedefe ulaşılmaya çalışılmaktadır.

8. Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21 Uygulamalarının Genel


Değerlendirmesi

Yerel düzeyde yönetim uygulamalarına ve karar alma süreçlerine katılımı ve


bu katılım dizgeleriyle sürdürülebilir kentsel yaşama katkı sağlamayı amaçlayan
Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları, “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin

222 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Uygulanması” Projesi’nin temel hedeflerine ulaşılması açısından henüz istendik
başarıyı yakalayamamıştır.

Gözlemler ve YG 21 Sekreterliği personeli ile yapılan görüşmeler


(Adıgüzel,2003b), Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları süreci içerisinde
katılımın hem sayısal olarak yeterli olmadığını hem de varolan katılımın işlevsel
bir katılım olmadığını ortaya koymaktadır. Proje kapsamında oluşturulmuş olan
20 Çalışma Kozası içerisindeki gönüllü katılımı sayısı 300 kadardır. Ayrıca iki
yıllık uygulama süreci içerisinde beş kez toplanmış olan Kent Kurultayları da
katılım sorunu ile karşı karşıyadır. Toplam 398 üyesi olan Malatya Kent Kurultayı
içerisinde yaşanmakta olan katılım sorunu, öncelikle Kurultay’ın kentsel sorunların
çözümü konusunda bir baskı grubu olarak katkı sağlama ve yerel kamuoyunu
yönlendirme işlevini gerçekleştirme olanağını ortadan kaldırmaktadır. Katılımın
istendik düzeyleri yakalayamamasında, YG 21 sürecinin tüm kent ölçeğinde
yeterince tanıtılamamış olmasını ve özeksel yönetimin ildeki uzantıları olan
birimlerin ve STÖ’nin konuya gereken ilgiyi göstermedeki çekingen tutumlarını
temel nedenler olarak ortaya koyabiliriz.

İki yılı bulan çalışma süreci boyunca Malatya YG 21 uygulamaları içerisinde


etkinliklerde bulunan Çalışma Kozaları’nda kentin yaşam kalitesini iyileştirici
yönde kent ve çevre sorunlarıyla doğrudan ilişkili somut projeler üretilememiştir.
Çalışma Kozaları’nda bu yönde projeler üretilememiş olması, Çalışma Kozaları
içerisinde emek veren kenttaşların içerisinde kent ve çevre sorunlarıyla ilgili
uzman sayısının çok az olması gerçeği ile açıklanabilirken, “Dünya Bankası
Kredileri” ve bu kredi sürecinin ulus-devlet dizgesini zayıflatan unsurlar içerdiği
tartışmalarının sürmesi ve bu konuda oydaşımın olmaması somut projelerin ortaya
çıkarılması sürecini zayıflatmaktadır. Malatya Belediyesi YG 21 uygulamalarında
Çalışma Kozaları’nın yöntemli bir çalışma dizgesi oluşturamadıkları gözlenmiştir.
Çalışma Kozaları’nın bir çoğunda, yürütülmekte olan etkinlikler ve yapılması
gereken işler genellikle birkaç kişinin üzerine yıkılmış durumdadır ki bu durum,
Çalışma Kozaları içerisinde iş bölümü ve eşgüdümü sağlayacak olan bir çalışma
dizgesi noksanlığının bir belirtisidir. Bu eksiklik, Çalışma Kozaları’nın hem
verimli çalışmasını ve somut projeler üretmelerini engellemekte hem de varolan
üye sayısının da erozyona uğramasına neden olmakta ve Malatya Belediyesi YG
21 uygulamalarının işlevlerini zayıflatmaktadır.

9. Sonuç Yerine

Sürdürülebilir gelişme ve katılımı sağlama hedefine ulaşabilmek yönündeki en


önemli mekanizmalardan biri olarak kabul edilen YG 21 sürecinin daha etkin olarak

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 223


uygulanabilmesi amacıyla başlatılması öngörülen “Yerel Eylem 21” kampanyasının
gündemde olduğu günümüzde, on yılı bulan uygulamalar süreci göstermiştir ki
dünyadaki ve Türkiye’deki YG 21 uygulamaları, uygulandığı belediye, il özel
yönetimi ve belediye birliklerinde STÖ’nin ve kenttaşların yönetimsel karar
süreçlerine katılımlarını sağlayıcı “bir yerel yönetim dizgesi”nin oluşması yönünde
çok büyük katkılar sağlamaktadır. Gündem 21’in temel amaçlarından en önemlisi
olan “katılımcı ve çok ortaklı bir yönetim anlayışı”nın, uygulama süreçlerinde
gerçekleşmesi yolunda çarpıcı adımlar atıldığı da bir gerçektir. YG 21 sürecinin
uygulandığı yörelerde ve kentlerde sorumluluk yüklenen yurttaşlar ve kenttaşlar,
sorunların sahiplenilmesi ve çözümü yolunda uygulanabilir projelerin ortaya
konulması çerçevesinde umut verici çabalar içerisine girmişlerdir. “Türkiye’de
Yerel Gündem 21’lerin Uygulanması” Projesi’nin temel hedeflerine ulaşılması
çerçevesinde Türkiye ölçeğinde istendik başarı düzeyi yakalanmıştır ki bu nedenle
Türkiye uygulamaları, UNDP’nin 50’den fazla ülkede desteklemekte olduğu benzer
programlar arasında en kapsamlısı ve en başarılısı seçilmiştir.

Türkiye’de 1997 yılında başlatılmış olan “Türkiye’de Yerel Gündem


21’lerin Uygulanması” Projesi, yerel yönetimsel dizgede eksikliği hissedilen
“katılımcılık sorunu” konusunda yeni açılımlar sağlamaktadır. Malatya Belediyesi
de “beldelerinde katılımcı bir süreci başlatmaları ve kendi kentlerinin YG 21’lerini
oluşturmaları” yönünde yapılan küresel çağrıya 2001 yılı Ocak ayında yanıt vermiş
ve YG 21 Projesine ortak olmuştur. Başlangıçta çok büyük istek ve beklentiler
çerçevesinde yürütülmeye çalışılan Malatya Belediyesi YG 21 uygulamaları
sürecinde beş kez de Kent Kurultayı toplanmış ve bu platformlarda Malatya’nın
yerel sorunları tartışmaya açılmış, çözüm yollarının üretilmesi konusunda
STÖ’nin ve halkın görüşleri alınmaya çalışılmıştır. Malatya Belediyesi YG 21
uygulamalarında, başta kent ve çevre sorunları olmak üzere tüm sorunlara duyarlı
ve yerel demokrasiye inanan kenttaşların öbeklendiği Çalışma Kozaları’nda gönüllü
üye sayısı 300’e ulaşmıştır. Ancak bu sayı nüfusu yarım milyonu geçmiş, büyükşehir
belediyesi adayı bir kent için yeterli değildir. YG 21 uygulamaları süreci içerisinde
katımın arttırılamadığı, Çalışma Kozaları’nda varolan katılımcıların işlevsel bir
güç haline getirilemediği ve Çalışma Kozaları ve Kozalar içerisinde eşgüdüm
eksikliği gibi sorunlar da su yüzüne çıkmıştır. Diğer yandan Malatya Belediyesi
YG 21 uygulamaları süreci içerisinde, YG 21 uygulamalarını yönlendirecek
geleceğe yönelik kapsamlı bir eylem planı hazırlanamamıştır. Bu nedenle başta
bu projeye Malatya Belediyesi’ni ortak etmekle büyük bir yerel demokrasi
atılımı yapmış ve Malatya’ya prestij kazandırmış olan Malatya Belediyesi’ne,
yerel kamu kurumlarına, STÖ’ne ve tüm duyarlı kenttaşlara, projenin tanıtılması,
yaygınlaştırılması, yerel halka benimsetilmesi ve daha işlevsel hale getirilmesi
noktasında çok büyük görevler düşmektedir. YG 21 uygulamalarının istendik

224 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


başarıyı yakalayabilmesi için öncelikle bu sürecin yerel halka tanıtılması sorunu
aşılmalıdır. Malatya YG 21 süreci uygulamalarında özellikle eksikliği hissedilen
“sürecin tanıtımı” sorunu aşıldığında çok daha başarılı uygulamalar içerisinde
olunacaktır. Tanıtım sorunu YG 21 Sekreterliği, Üniversite, Yerel Basın ve STÖ’nin
yapacakları eşgüdümlü bir işbirliği ile aşılabilir. Ayrıca Malatya Belediyesi’nin
mahalle muhtarlıklarında kurmuş olduğu “Belediye İrtibat Büroları”nda YG 21
sürecini tanıtıcı “masa”lar oluşturulabilir. Bu sorunun aşılması, daha fazla gönüllü
yurttaşın ve kenttaşın yerel sorunların çözümü sürecine katılımlarını, yerel
kamuoyunun sorunları sahiplenmesini sağlayacak ve bu gelişmeler, katılımcı bir
yerel demokrasinin yerleşmesinde ve gelişmesinde hızlandırıcı bir işlev görecektir.

Ayrıca, bir tartışma konusu olan “Çalışma Kozaları’nda geliştirilerek,


olgunlaştırılacak olan somut projelere Dünya Bankası kredisi sağlanması”
konusunda bir oydaşım sağlanması amacıyla bu sorunun Kent Kurultayı gündemine
alınarak tartışılması gereklidir. Bu konuda en ussal çözüm, Malatya Belediyesi’nin
borç ödeme kapasitesini zorlamayacak ölçekte projelerin üretilmesi ya da yerel
kaynaklarla ve yerel kaynakların bir araya getirilmesi sonucu oluşturulacak olan
akçalı olanaklarla üstesinden gelinebilecek projelerin gündeme alınmasıdır.

KAYNAKÇA
ADIGÜZEL, Şenol, (2002), “Yerel Gündem 21 ve Yerel Yönetimler”, Belediye Dergisi, Cilt:7, Sayı: 3-4,
Esen Basın Yayıncılık, Ankara, s.46-51.
ADIGÜZEL, Şenol, (2003a), 20.01.2003 Tarihinde Malatya Yerel Gündem Genel Sekreteri ile Yapılan
Görüşme.
ADIGÜZEL, Şenol, (2003b), 22.01.2003 Tarihinde Malatya Yerel Gündem Genel Sekreterliği Personeli
ile Yapılan Görüşme.
GERAY, Cevat, (1998), “Belediyeler ve Çevre”, Kent Kooperatifçiliği, Türkiye Kent Kooperatifleri
Merkez Birliği Yayınları, Sayı: 99- 102, Ankara, s. 15-20.
GÜNEŞ, Muharrem (2000), “Belediye Örgütü “Çevre” ve Belediye Başkanları”, Çağdaş Yerel Yönetimler,
Cilt 9, sayı 3, Temmuz 2000, s. 44-57.
GÖKTÜRK, Atilla ve Kavili Sultan, (2000), “Yerel Gündem 21 ve Katılım...!”, Yerel Yönetimler
Sempozyumu Bildirileri, TODAİE Yerel Yönetimler Araştırma ve Eğitim Merkezi, Ankara, s.
237-249.
HAMAMCI, Can, (1997), “Çevrenin Uluslararası Boyutları”, İnsan Çevre Toplum, (Der. Ruşen Keleş),
İmge Kitabevi, Ankara, s.394 412.
(http.//www. Malatya21.net., 15.01.2003).
IULA- EMME, (2001), “Projenin Tanıtımı”, Bülten 9, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği, Doğu Akdeniz
ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı Yayını, Ankara.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 225


IULA-EMME, (2002a), “Dünyada Yerel Gündem 21”, Bülten 12, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği,
Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı Yayını, Ankara.
IULA-EMME, (2002b), “Dünya Zirvesi Gündem’den Eylem’e”, Bülten 13, Uluslararası Yerel Yönetimler
Birliği, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı Yayını, Ankara.
KARAMAN, TOPRAK, Zerrin, (1998), “HABİTAT II ve Yerel Gündem 21 Sorumluluğu”, Türk İdare
Dergisi, İçişleri Bakanlığı Yayınları, Sayı: 426, Ankara, s. 107-119.
KEATING, Michael, (1993), Yeryüzü Zirvesinde Değişimin Gündemi, Gündem 21 ve Diğer Rio
Anlaşmalarının Popüler Metinleri, UNEP Türkiye Komitesi Yayını, Ankara.
KELEŞ, Ruşen, (1996), Kentleşme Politikası, İmge Kitabevi, Ankara.
KELEŞ, Ruşen ve Hamamcı Can, (1997), Çevrebilim, İmge Kitabevi, Ankara.
MALATYA BELEDİYESİ, (2001), Malatya Yerel Gündem 21 Tanıtım Bülteni, Sayı:1, Malatya.
MALATYA BELEDİYESİ, (2002a), Malatya 3. Kent Kurultayı Toplantı Tutanakları, Yerel Gündem
Sekreterliği, Malatya.
MALATYA BELEDİYESİ, (2002b), Malatya 4. Kent Kurultayı Toplantı Tutanakları, Yerel Gündem
Sekreterliği, Malatya.
VAROL, Muharrem (2000), “Yerel Temsilden Katılıma: Kuram ve Gerçeklik”, Yerel Yönetimler
Sempozyumu Bildirileri, TODAİE Yerel Yönetimler Araştırma ve Eğitim Merkezi, Ankara, s.
205-209.
(yerelgundem21.org/tur/yg21/yg21.htm, 21.01.2003).

226 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Sömürge Tipi “Demokrasi” ve
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi
Filiz ÇULHA ZABCI*

Giriş
ABD’nin 2000’li yıllarda geliştirdiği ulusal güvenlik stratejisi doğrultusunda,
silahlı güce dayanarak, tek taraflı ve uluslararası hukuk alanında meşru bir
gerekçeye sığınmaksızın Ortadoğu’yu denetimi altına almaya çalıştığı bilinen bir
gerçek. Ve yine çok iyi biliniyor ki 11 Eylül 2001 tarihi, Bush ve etrafındaki yeni
muhafazakâr klik tarafından “önleyici savaş” stratejisini başlatmak için eşsiz bir
fırsat yarattı. ABD’nin belirlemiş olduğu kendi deyimleriyle “yol haritası”nın
başlangıç noktasını Ortadoğu oluşturdu ve hâlâ oluşturmaya devam ediyor.
Afganistan ile başlayan askeri işgal, Irak ve en nihayetinde İran’a yönelmiş
“diplomatik” tehditler. Kuşkusuz, ABD bu ülkelerle kendini sınırlamayacak,
uzanmak istediği bir Suriye var ve belki de Suudi Arabistan. Bu ülkeler ise başlarına
gelecekler konusunda öngörüsüz değiller.

Neden Ortadoğu ya da daha çok yinelenen bir soru ile neden Irak? ABD’nin
kendi gerekçelerinden yola çıkacak olursak, bunlardan birincisi, Bush’un deyimiyle
“bütün özgür dünyayı tehdit eden terörizm” tehdidine karşı koymaktadır. İkincisi,
kitle imha silahlarının yarattığı tehdittir.1 Üçüncüsü ve en çok kullanılan gerekçe
* Yrd.Doç.Dr., A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
1
Bunun bir yalan olduğu gerek İngiltere’de yaşanan Dr. Kelly olayından sonra gerekse ABD’li uzmanların
yapmış oldukları araştırmalar ile birlikte ortaya çıktı. İngiliz hükümeti, istihbaratın Irak’taki nükleer
silahlarla ilgili raporunu abartarak basına yansıtmıştı. ABD’li uzmanların yaptığı araştırma ise, Irak’ta
konvansiyonel olmayan silahların varlığına rastlanmadığını gösteriyordu (Douglas ve Miller, New York
Times, 25 Eylül 2003).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 227


ise, Ortadoğu’da demokrasinin kurulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Gerek Irak
işgali boyunca gerekse işgalden sonra yaşanan sancılı süreçte hem Irak halkı hem
de Arap ve dünya halkları bu gerekçelerin “gerçek niyetler”le ilgisi bulunmadığını
biliyordu.

Hiç kuşkusuz ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin politikalarının başlangıç tarihi


ne Irak işgalidir ne de Genişletilmiş Ortadoğu Politikasıdır; tarih, Birinci Dünya
Savaşı’nın sonlarına kadar gitmektedir. İngiliz hâkimiyetinin Ortadoğu’da kırıldığı
1950’lerden sonra, özellikle de 1960’larda, ABD bölgenin denetimini İngilizlerden
almıştır. Amerikan şirketleri petrol rezervleri üzerindeki denetimlerini arttırmışlar,
İngilizler artık daha aza razı olmak durumunda kalmışlardır. 70’e kadar ekonomik
ağırlığını bölgeye koyan ABD, bu tarihten sonra askeri varlığı ile de bölgeye hâkim
olmuştur (Arı, 2004: 179-181; Harvey, 2003: 18-19).

Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ABD, ortaya çıkan daha karmaşık
bir dünyayı yönetebilmek ve yeni ittifakları, bölgesel güçleri dengeleyebilmek
sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Belki de bazılarının iddia ettiği gibi, ABD’nin
soğuk savaş sonrasında izleyeceği “ana planları” dahi bulunmuyordu (Barnett,
2005: 9-10). Aynı şey Ortadoğu politikaları için de söylenebilir. Soğuk savaş
döneminde Sovyetler Birliği ve “sosyalizm tehdidi”ni dengeleyecek bir “yeşil
kuşak” projesi bulunuyordu. Bu proje ile ABD İslamcı akımlara ve örgütlere
parasal ve askeri destekte bulundu hatta bazılarını bizatihi kendi yarattı. Ancak,
Sovyetler’in çökmesi bu projeyi geçersiz bir hale getirdi ve ABD bir süre sonra
kendisine yönelmiş bir “yeşil silah” ile karşı karşıya kaldı. Sorunun bir yönü,
kendisine yönelmiş olan bu silaha, güç kazanan ve Ortadoğu’daki iktidarlara tek
gerçek muhalefet potansiyeli taşıyan siyasal İslam’a bir çözüm üretmektir.

Birinci Körfez savaşı, ABD’nin bölgeye askeri olarak hâkim olmasını da


beraberinde getirdi. 90’lı yıllar boyunca da ABD bölgeye askeri yığınak yapmaya
devam etti. Irak işgali, ABD’nin bölgeyi tek taraflı ve askeri olarak elinde tutma
isteğinin net bir ifadesiydi (Harvey, 2003:18-19)
“Neden Ortadoğu?”2 sorusunu yanıtlarken, bu bölgenin “küresel kapitalist
sistem” içindeki yerini ve jeopolitik konumunu gözden geçirmek gerekir. Ancak

2
Aslında Irak’ın işgalinin ve Ortadoğu’da hedeflenen kontrolün gerçek nedenleri konusunda birbiriyle
uyuşmayan pek çok senaryo söz konusudur (Bunun için bkz. Türkcan, 2004; farklı jeopolitik teoriler
için bkz. Harkavy, 2001). Elbette ki, konunun daha geniş bir çerçeve içinde “yeni emperyalizm”
çözümlemesinin bir boyutu olarak ele alınması daha iyi olurdu (Yeni emperyalizme ilişkin bakış açıları
için bkz. Foster 2002; Panitch ve Gindin, 2004).
Ancak senaryoları ya da yeni emperyalizme ilişkin yaklaşımları gözden geçirmek bile başlı başına bir
yazı konusu olabilir.

228 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


burada genişçe yapabileceğimiz bir şey değil bu. Sadece şu noktaları belirtmekle
yetinelim: Ortadoğu, bilinen petrol rezervlerinin en bol olduğu bölgedir. Bununla da
kalmaz, Ortadoğu’yu denetlemek demek petrol dağıtım hattını da büyük ölçüde elde
tutmak demektir ki bu da en az petrol rezervleri kadar önemlidir (Harvey, 2003: 19).
Yapılan bazı çalışmalar, dünyada petrol rezervlerinin gitgide azaldığını ve yirmi otuz
yıl içerisinde birçok rezervin tükeneceğini belirtiyor. Ayrıca, Ortadoğu’daki petrol
rezervlerini denetlemek, ABD’ye rakip güç olabilecek ve Ortadoğu’nun petrolüne
belli ölçülerde bağımlı bölgeleri, örneğin Japonya, Güney ve Doğu Asya’yı etkilemek
ve hegemonyayı onlara kaptırmamak açısından da önemli bir hale geliyor.
Bir başka etken, yükselen bölgesel bir güç, Çin olabilir. Uluslararası dengelerin
ve küresel kapitalist ekonominin gidişatı konusunda çalışma yapanlar, ABD’nin
gelecekte en büyük rakibinin Çin olacağı konusunda görüş birliği içindeler. Belki
Çin küresel bir güç olma özelliği kazanamayacak; ama en azından bölgesel bir güç
olacağı konusunda kimsenin kuşkusu yok.3 Çin, 1,3 milyar nüfusu ve 1,4 trilyonluk
ekonomisiyle bölgede pek çok alanda yükselen bir lider (Cody, Washington Post,
26 Şubat 2005). ABD’nin son zamanlarda Çin’deki insan hakları ihlallerini bu denli
gündeme getirmesini herhalde bu ülkenin ekonomik olarak yükselmesi gerçeği ile
birlikte değerlendirmek gerekir.
ABD’nin ünlü devlet danışmanı Brzezinski, 1997’de yazmış olduğu Büyük
Satranç Tahtası adlı kitapta ABD’nin dünya çapında soyunduğu liderlik arzusunu
yıkıma uğratacak ya da “süper güç statüsünü” tehlikeye sokacak bölgesel ittifakların
ortaya çıkabileceğini ve ABD’nin öncelikli sorununun bu bölgesel koalisyonlara
nasıl cevap verebileceği olduğunu vurguluyordu. Çin, Rusya ve “belki de” İran
koalisyonu bunların en tehlikelilerinden biri olabilirdi.4 ABD’nin Ortadoğu
üzerinde bu denli gayretli olmasının nedenlerinden biri de (bir diğeri kuşkusuz
ekonomik nedenlerdir) hegemonik gücünü sarsıntıya uğratıcı yeni bölgesel
ittifakları engellemektir. ABD’nin sağ entelektüelleri tarafından hazırlanan “Yeni
Amerikan Yüzyılı Projesi”nde de Amerika’nın şu an için küresel bir rakibinin
olmadığı, güvenlik ve savunma stratejisinin asıl amacının bu durumu “olabildiği
kadar ileri bir tarihe kadar” sürdürmek olduğu ifade ediliyordu.5 Bu nedenle
3
Çin’in askeri olarak Rusya’dan daha güçsüz olmasının ve ekonomik genişlemesini sosyal alana yayma
becerisini gösterememesinin küresel bir güç olmasını engellediğini ve kısa dönemde böyle bir olasılığın
söz konusu olmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Uluslararası düzlemde hegemonik bir güç
olmak için ekonomik, askeri, siyasi ve ideolojik bir yayılma ve belirleyiciliğin söz konusu olması
gerekir ki, ABD bu alanlarda bir “süper güç” olarak son zamanlarda düşüşe geçmiş olmasına rağmen,
karşısında hâlihazırda başka bir rakip bulunmamaktadır.
4
Bu koalisyonun dışında Brzezinski (1998) Çin-Japon ya da Avrupa-Rusya ittifakları olasılığından söz
etmektedir.
5
Bkz. “Rebuilding America’s Defense: Strategy, Forces and Resources For a New Century (September
2000).
http://www.newamericancentury.org/RebuildingAmericasDefenses.pdf

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 229


Irak’tan sonra İran’ı hedef tahtası yapmaya başlamasını göz önüne getirirsek,
ABD’nin yeni güç bloklarının oluşmasını kaba şiddete dayanarak önlemeye
çalışmaktan vazgeçmeyeceğini söyleyebiliriz. ABD soğuk savaş sonrasında nasıl
bir plan ya da strateji ile olursa olsun Batı dünyasının ve en sonunda da dünya
kapitalist sisteminin lider ülkesi konumuna soyunmuştur ve Ortadoğu’ya doğru
uzanmak bu amacın önemli bir parçasıdır.6 İkinci önemli parçası ise, Orta Asya ve
Kafkaslara kadar denetimi yayma ve bu amaçla Rusya’nın çevrelenmesi girişimidir.

Ancak, ABD’nin Irak işgalinde yaşadığı çıkmaz ile birlikte ne gibi politik
ve stratejik tercihler üzerinde durduğu ve bunun belli bir süreklilik gösteren
politikalarında ne gibi değişikliklere yol açtığı, hangi yeni ortaklıkların ve ittifakların
gündeme geldiği konusunda düşünmek bizim için çok önemli. Sadece Türkiye’nin
yeni politikalar içindeki yerini görebilmek açısından değil; aynı zamanda kısa
zaman aralıkları içinde değişen ve hep yeniden biçimlenen ülkeler arası ittifak ve
cepheleşmeye dayalı dengeleri görebilmek ve hatta öngörebilmek için…

Bu soru, yani ABD’nin jeopolitik stratejisinde bir değişiklik ve yeni ittifak


arayışları var mı sorusu bizi hemen yeni ABD hükümetinin son dönemde, özellikle
de Bush’un ikinci kez iktidara gelmesinden sonra Avrupa ile geliştirdiği ilişkilere
götürecektir. ABD, Avrupa’yı Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne ve Ortadoğu’daki
gelecek düzenlemelere ortak etmek istemektedir. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin
en önemli ayağı, ABD’nin bu ülkelerdeki yönetimleri değiştirme isteğidir; ya da
başka bir adlandırmayla “rejim değişikliği”dir. Aslında şunu hemen belirtmek gerekir
ki, sanıldığının aksine yeni dünya düzeninin kurulması noktasında; yani en geniş
ve en temel amaç içerisinde ABD ile AB arasında bir çatışma söz konusu değildir.
ABD’nin şahin ve güvercin kanatları arasında enikonu bir ayrım olmadan gözettiği
genel politik kaygı, kendisinin liderliğini yaptığı bir Batı cephesinin ve tabii ki küresel
kapitalizmin dünyayı olabildiğince fethetmesidir. Ve yine bu en genel amaç içerisinde
ABD ile AB arasında da ciddi bir farklılık yoktur. ABD, Avrupa’nın birleşmesini
desteklemiştir ve küresel liderliğini paylaşabileceği tek güç olarak görmüştür.7

Ortadoğu politikalarını ele aldığımızda, Atlantik’in bu her iki yakasındaki


siyasi güçler için amaç açısından değil, yöntem olarak bir farklılık bulunduğunu
kolayca sezinleyebiliriz. ABD, Bush’un başa geçmesinden sonra daha kestirme
ve silahlı müdahaleye dayalı yöntemleri tercih etmeye başlamıştır; AB ise uzun
erimli değişimleri ve daha yumuşak, iknaya dayalı girişimleri benimsemektedir.
Ama sonuçta aralarında büyük bir ortaklık vardır: Şu veya bu yöntemle olsa da
sömürgeleştirme devam etmelidir. İşte, ABD hükümetinin önce Dışişleri Bakanı C.
6
ABD’nin amacı “petrol” sorunu ile sınırlı olsaydı, herhalde, Irak’a kadar gitmek yerine yanı başındaki
Venezuela’ya askeri müdahaleyi yeğlerdi.
7
Bkz. M. T. Akad (2004), Brzezinski (1998: 54).

230 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Rise ardından Bush’un kendisinin başlattığı Avrupa ile temaslarından, yöntemsel
olarak da bir uzlaşmaya varıldığını; Ortadoğu’da darboğaza giren ABD’nin, gerek
NATO’nun Ortadoğu’daki varlığının artırılması gerekse İran ve Suriye’ye yapılacak
“diplomatik” baskılar için Avrupa’nın desteğini aldığını söyleyebiliriz. ABD,
Ortadoğu’yu, Avrupa’nın da çıkarını gerçekleştirecek biçimde denetim altında
tutmaya niyetli ve bu konuda Avrupa’yı ikna etmiş görünüyor. Başta Almanya
ve Fransa olmak üzere Avrupa Birliği, ABD’nin Ortadoğu’da “güdümlü bir
demokrasi” yaratma ve İran ile Suriye üzerinde baskı kurma konusunda anlaşmış
gözükmektedir.
ABD, bir yandan Avrupa’ya birleşme ve “tek ses olma” çağrısı yaparken, öte
yandan Türkiye’yi kıskaç altına alma politikası gütmektedir. Bunun, AKP’nin
Amerika’dan bağımsız politika üretme gibi bir hava içerisine girmesinden
Türkiye’de ivme kaydeden Amerikan karşıtlığına veya ABD’nin Türkiye’deki
üsleri kullanmaya acil ihtiyaç duyuşundan Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerine
kadar birçok nedeni vardır. Ama anlaşılan odur ki, ABD ve Türkiye ilişkileri de yeni
bir rotaya doğru kaymaktadır: AKP hükümeti, ABD’den bulduğu desteğin ve bunun
tattırdığı siyasi, ekonomik rahatlığın son demlerini yaşıyor gibi görünmektedir.
A. Değişmeyen Taktik: Güdümlü Demokrasi ve Genişletilmiş
Ortadoğu Politikası
ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Politikasını (GOP) nasıl anlamlandırabiliriz:
Bir meşruluk sağlama girişimi mi sadece, yoksa uzun dönemli hedefler gözetilerek
girişilmiş, Avrupa’nın da desteğini sağlayarak Ortadoğu’yu denetleme ve
düzenleme programı mı?
GOP’un her ikisini birden kapsadığını söyleyebiliriz. İlk olarak, ABD’nin
Irak işgali ile birlikte sözde demokrasiyi getirme misyonunu yüklenmiş olduğu
lafzı artık kimse için, özellikle de Ortadoğu’daki halkları için ikna edici değildir.
Üstelik BBC’nin yapmış olduğu araştırmanın ve pek çok kamuoyu yoklamasının
da gösterdiği gibi, ABD, Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede sevilmeyen
“devlet” konumundadır. Hatta Türkiye’de Amerikan karşıtlığının gittikçe yükselişe
geçtiğini söyleyebiliriz. Ayrıca, Bush’un Avrupa gezisinde yapılan protesto
gösterileri, Avrupalıların en azından bir kısmının ABD’ye karşı sıcak duygular
beslemediğini göstermiştir.
İkinci olarak, ABD, dünyada gittikçe batmakta olan gücünü silahlı zora dayalı
olarak yenileyecek ve sürdürecek olanağı olmadığını anlamıştır. Bunu, Avrupa’nın
karşı çıkışını ve Asya’daki ülkelerin tepkilerini dikkate almak istemeyen ve
dikkate almayacak kadar güçlü olduğunu zanneden Bush ve etrafındaki şahinler
de yeterince anlamış gözükmektedir. Genişletilmiş Ortadoğu Politikası, ABD’nin

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 231


yeni teknikler ve ittifaklar içinde hegemonik liderliğini sürdürebilme senaryosudur.
Şimdi bu henüz bitmemiş senaryonun ayrıntılarına geçebiliriz.

1. Genişletilmiş Ortadoğu Politikası Başlatılıyor

GOP, aslında Amerika’nın Afganistan işgali ile başlamıştı. ABD, 22 ülkeyi


kapsayan ve “genişletilmiş” olarak adlandırdığı bu bölgeye ilişkin planlarını ve
yerleştirmeye çalıştığı ekonomik ve siyasal sistemleri en başından belirlemişti.
Ekonomik sistem açısından serbest pazara dayalı, yabancı sermaye girişine açık,
uluslararası finans merkezleriyle eklemlenmiş bir ekonomi; siyasal sistem olarak
ise görünüşte serbest seçimlere dayalı, ancak ABD yanlısı parti ve liderlerin iktidara
getirildiği yapay bir siyasal liberalizm. Aslında bu plan, 11 Eylül’den öncesine
kadar gidiyordu. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’daki “reel” sosyalist
rejimlerin çökmesinden sonra, ABD’nin liderliğindeki serbest pazarın yayılmasının
önünde pek bir engel kalmamıştı. Artık sorun, bunun hangi yollarla yapılacağına
karar vermekteydi: Avrupa’nın benimsediği “yumuşak güç” politikasıyla mı yoksa
askeri güce dayalı bir “zor” politikasıyla mı? Kuşkusuz, ABD’nin kısa sürede çok
adım atma ihtirasının bir ürünü de olarak, ikincisi tercih edildi. Ancak, beklenen
gerçekleşmedi. Irak, ABD için geri çıkışı hiç kolay olmayan bir ülke haline geldi.

ABD’nin önünde, Doğu Avrupa ülkelerini, yıkılan Sovyetler Birliği’ni ve


Balkanlar’ı “yeni dünya düzeni” ile bütünleştiren, bu ülkelerin kapitalist dünya
sistemine ve dolayısıyla AB’nin etki alanına çekildiği Helsinki süreci duruyordu.
GOP, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi” adıyla, ABD’deki
başkanlık seçimlerinden önce dile getirilmeye başlandı. Kasım 2003’te Başkan
Bush yapmış olduğu bir konuşmada “ileri bir özgürlük stratejisi” başlatıldığını
ve bunun Orta Doğu’daki ülkelerde ciddi reformları beraberinde getireceğini
duyuruyordu.(Whitehouse, Şubat 2004)
13 Şubat 2004 tarihinde, Londra’da çıkan ve liberal Arap’ların görüşlerinin
yansımasını bulduğu günlük yayın Al-Hayat “G8-Genişletilmiş Ortadoğu Ortaklığı”
[G8-Greater Middle East Partnership] başlıklı bir “working paper”ı yayımladı. Bu
çalışma Washington tarafından, Haziran ayında Sea Island, Georgia’da bir zirvede
buluşacak olan G8 liderlerine daha önce yollanmıştı. Aslında söz konusu çalışma
Afsed (Arab Fund for Social and Economic Development) ve UNDP’nin (United
Nations Development Programme) bölgesel bürosunca hazırlanmış olan 2002 ve
2003 Arap İnsani Gelişme Raporları’na dayanıyordu. (Achcar, 2004). Raporlar,
Arap ülkelerinde ekonomik ve sosyal tehlike çanlarının çalmakta olduğunu haber
veriyordu. Söz konusu ülkelerde gelir dağılımındaki bozukluk, yoksulluk, okuma
yazma bilmeyenlerin oranı, işsizlik, göçler ve suç oranları hızlı bir biçimde

232 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


artmaktaydı. Rapor’da ayrıca birbirinden farklı gibi gözüken Avrupa-Akdeniz
Ortaklığı (Barcelona süreci) ve ABD’nin Ortadoğu Ortaklık Girişimi birbirini
tamamlayıcı yaklaşımlar olarak sunuluyordu. (Achcar, 2004).

Aslında bu görüş, sadece söz konusu Rapor’da belirtilmiyordu. Örneğin, German


Marshall Fund of United States tarafından desteklenen ve kendilerini “bir trans-Atlantik
grubu” olarak adlandıran yazarların International Herald Tribune’de, 15 Mart 2004’te
yayımlanan makalelerinde “Birleşik Devletler’in ve onun Avrupalı müttefiklerinin,
içinde demokratik değişimin kolaylıkla gerçekleşeceği dış güvenlik çevresi ve
bölgesel ortamı yaratmaya yardım etmeleri gerektiği” belirtilerek, birbirlerine rakip
demokratikleşme stratejileri izlemelerinin Avrupa ve ABD için gerçek bir tehlike
oluşturacağı vurgulanmaktaydı. Aynı makalede, en pratik yollardan biri olarak, yerel
hükümet dışı örgütlere ve demokrasi taraftarlarına daha fazla mali destek ayırmak
öneriliyordu. (Ahlin ve diğerleri, International Herald Tribune, 15 Mart 2004).

Ortadoğu konusunda trans-Atlantik ittifakının gerekliliğini vurgulayan raporlar ve


gazetelerde yayımlanan makaleler, Haziran 2004’te gerçekleşecek G8 zirvesi için bir
tür ön hazırlık niteliğini taşıyordu. ABD çıkışlı veya eksenli düşünce kuruluşlarının bu
konuda güçlü bir “kamuoyu” çalışması yapmış olduklarını da burada eklemek gerekir.

Georgia’daki G8 zirvesi, “Genişletilmiş Ortadoğu Girişimi” için Avrupa Birliği


ve NATO üyesi ülkelerden “resmi” bir onay alma girişimi olarak görülebilir.
ABD’nin Irak’ta karşılaştığı durum, askeri olarak Avrupa’nın desteğine gereksinimi
olduğunu gösteriyordu. Bu, ABD’nin NATO’nun Ortadoğu’ya müdahil olmasını
talep etmesi anlamına geliyordu. Ancak, taraflara ve basına sunulan belgede,
NATO ya da güvenlik sorunu yer almıyordu. Bu zirve sonunda açıklanan bildirge
şu adı taşıyordu: “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile İlerleme ve Ortak
Gelecek İçin Ortaklık”. Bildirge, “diplomatik bir ton” taşıyordu ve tümüyle ABD
perspektifini benimsemiş gibi gözükmüyordu. Ancak, zirvenin yapılmış olması
dahi, gelecekte Ortadoğu bölgesi ve sorununun uluslararası jeo-politika açısından
vazgeçilmez bir öneme sahip olacağını ve Amerika ile Avrupa arasındaki ilişkileri
derinden etkileyeceğini gösteriyordu (Perthes, 2004: 85). Bildirge özet olarak şu
noktaları ele alıyor ve yapılacakları belirtiyordu:

 G8 ülkelerini ve bölgenin (Orta Doğu’nun) dış işleri, ekonomi ve diğer


bakanlıklarını, sivil toplum örgütleri ve iş dünyasının temsilcileriyle düzenli olarak
biraraya getirecek bir “Gelecek İçin Forum”un kurulması.

 Yeni girişimlere yardımcı olacak bir “Destek Planı”nın benimsenmesi.

  Demokratik kurumları güçlendirmek, demokrasi programlarını koordine

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 233


etmek ve paylaşmak, yeni demokrasi programlarını ve destekleyicilerin değişimini
gerçekleştirmek için demokrasi vakıflarını, sivil toplum gruplarını ve hükümetleri
bir araya getirecek “Demokrasi Yardım Diyalogu”nun oluşturulması. [Türkiye,
Yemen ve İtalya’nın “Demokrasi Yardım Diyalogu’nun destekleyicileri olacağı
belirtilmektedir].

 Yoksulluk sorunu çerçevesinde iki milyon girişimciye mikro finans girişim


kredisi verilmesi.
 2009’a kadar 100 bin öğretmenin eğitilmesini içeren bir okuma-yazma girişimi.
 Özellikle kadınları kapsayan 250 bin genç girişimciye yardım amacıyla “İş ve
Girişimcilik Eğitimi” projesi.

 Küçük ve orta ölçekli girişimleri desteklemek üzere verilecek 100 milyon dolar
için Uluslararası Finans Şirketi’nde “Özel Girişimi Geliştirme Olanakları”nın
oluşturulması.

 Kalkınma enstitülerinin ve uluslararası finans kuruluşlarının çalışmalarını


eşgüdümlemek için “Fonlar Ağı”nın oluşturulması. (Whitehouse, Haziran 2004)

Bush, zirvede, 9 Haziran’da yapmış olduğu konuşmada, Ortadoğu için bunun


“yeni ve ileri bir politika” olduğunu belirtiyordu.(Whitehouse, Haziran 2004)

Genel olarak ele alındığında, Dünya Bankası’nın herhangi bir kalkınma raporunu
çağrıştıran bu bildirge, bölgenin ekonomik ve siyasal açıdan liberalleştirilerek
küresel kapitalizme bağlanması programı olarak ortaya çıkıyordu. ABD, askeri
yayılmanın elbette yeterli olmadığının bilincindedir ve bu program ile ekonomik,
siyasi ve ideolojik bir “genişleme” stratejisi uygulamaya geçirilmektedir. Hem de
Avrupa ülkelerinin ve NATO’ya üye ülkelerin onayı dahilinde…

Bekleneceği gibi bazı Arap ülkeleri, özellikle Mısır ve Suudi Arabistan, bu


projeyi, ABD’nin Batı değerlerini kendilerine dayatmaya çalıştığını dile getirerek
protesto ettiler. Irak, Yemen, Ürdün, Cezayir, Bahran, Afganistan ve Türkiye
zirveye katılmış olmakla birlikte planı tümüyle onayladıkları söylenemez.
Aslında, zirveden hemen önce Genişletilmiş Ortadoğu Girişiminin metninin basına
sızdırılması üzerine Mısır ve Ürdün, Mart ayında Avrupa turuna başlamış ve
Avrupa liderlerine Amerika’yı desteklememesi çağrısında bulunmuşlardı.(Steele,
The Guardian, 29 Mart 2004). Arap liderlerini en fazla rahatsız eden konulardan
biri de, İsrail’in bu planın tamamen dışında tutulmasıydı. Üstelik Arap liderler,
Filistin ve İsrail sorunun çözülmeksizin “liberalleşmenin” olanaklı olmadığını
öne sürüyorlardı (Washigton Post, 10 Mart 2004). Bu düşünceler, Mayıs ayında

234 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Tunus’ta gerçekleştirilen Arap Birliği’nde güçlü bir biçimde dile getirilmişti. Arap
liderlerinin bu plana tepkilerinin sadece yöntemsel olarak ABD’nin stratejisini
yanlış ve Arap onuruna aykırı bulmuş olmalarından kaynaklanmıyordu. GOP’un
“reform” olarak adlandırdığı sürecin siyasal ayağında, güçlü yerel liderlerin ve
siyasi elitlerin kapı dışarı edilmesi amacı vardı.

Avrupa açısından bakacak olursak, ABD ile görüş ayrılığının tamamen ortadan
kalkmış olduğu söylenemezdi. Tıpkı Arap ülkeleri gibi Avrupa’nın özellikle Fransa
ve Almanya gibi iki güçlü ülkesi Amerika’nın dünyanın hâkimi rolünden rahatsızlık
duymaktaydı ve planı kendi açılarından bir dayatma olarak algılamaktaydılar.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, “NATO’nun Irak’a müdahil olmasının”
ne zamanlama açısından uygun olduğunu ne de makul olduğunu belirterek
Arap ülkelerinin projeyi protesto etmelerinden haklı olduklarını açıkça ifade
ediyordu. Chirac ısrarla, “diğer ülkelerde demokrasiyi gerçekleştirmek için hazır
formüller olmadığını, demokrasinin bir yöntem değil, bir kültür olduğunu, eğer
Arap ülkelerinde demokrasi kurulacaksa bunun bir Arap demokrasisi olacağını”
vurguluyordu. (Elliott ve Teather, The Guardian, 10 Haziran 2004).

ABD’nin Ortadoğu politikasına genellikle Fransa’nın ses yükseltmesi diğer


ülkelerin bu politikayı bütünüyle benimsedikleri anlamını taşımamaktadır. Aslında
Avrupa’nın 2003 Barcelona süreci ile daha net bir biçimde ortaya koyduğu,
ancak tarihi daha eskilere dayanan bir Ortadoğu planı vardı. Farklı bir açıdan
bakıldığında, yeni güçler ve ittifaklar arayışı içindeki ABD’nin yaptığının bu plana
yaklaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Aslında, GOP, ABD’nin Avrupa’daki ittifak
arayışlarının bir ürünü olarak Barcelona yaklaşımını şu ya da bu şekilde değişikliğe
uğratarak Avrupa’nın önüne yeniden sürmesiydi. Hem ABD hem de Avrupa, Arap
dünyasının kendi ifadeleriyle “demokratik bir dönüşüm” geçirmelerinden yana
olduklarını açık bir biçimde ifade etmekteydiler. Zaten, Avrupa’nın (AB’nin ve
ülkelerinin) GOP’tan epeyce önceki bir tarihte 1995’te başlattıkları bir “dönüşüm
programı” bulunmaktaydı. Kısa adıyla Barcelona süreci ya da Avrupa Akdeniz
Ortaklığı olarak bilinen bu program, George Bush’un açıkladığı GOP’la büyük
bir benzerlik taşımaktadır: Demokrasiyi inşa etmek, sivil toplumu desteklemek,
hukuk devleti ve kadın haklarını gerçekleştirmek. Avrupa için bir siyasi ve
güvenlik çerçevesi oluşturmayı hedefleyen Barcelona sürecinin de asıl amacı
Ortadoğu olarak tanımladıkları belgede “içten” reformlar yoluyla demokrasinin
gerçekleştirilmesidir. Yani belli önkoşullar, maddi destek ve diyalog yoluyla,
ülke içindeki reform yanlısı güçlerin desteklenmesi ya da var olan rejimlerin
reforma yöneltilmesidir. Amaç, eğitimde, yönetim politikalarında ya da ekonomik
politikalarda gerçekleştirilen küçük reformlar yoluyla adım adım ilerlemektir.
(Perthes, 2004: 86) “Amaç” açısından ABD ile AB arasında bir farklılık yoktur.
Ancak daha çok ince ayrımlarda ortaya çıkan farklı yaklaşımlar söz konusudur.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 235


Örneğin, “Ortadoğu Bölgesi”nin tanımlanması konusunda. ABD’nin bir G8 zirvesi
için 2004 yılında hazırladığı bir ön çalışma metninde Ortadoğu, Arap ülkeleri
yanında İsrail, Türkiye, İran, Pakistan ve Afganistan’ı da içine alacak bir şekilde
tanımlanmıştır. Hatta zaman zaman Orta Asya ve Kafkaslar da bu coğrafyanın
içine sokulmaktadır. Görünen odur ki, ABD “klasik” coğrafi tanımı değiştirmiş
ve Ortadoğu’nun sınırlarını genişletmiştir. Avrupa ise, örneğin Türkiye’nin
Ortadoğu içinde olup olmadığı konusunda soru işaretleri taşımaktadır. Bir NATO
üyesi ve belki de “potansiyel” bir AB üyesi olan Türkiye nasıl olur da Ortadoğu
coğrafyasının içine girer? Avrupa’ya göre Ortadoğu, Arap ülkeleri, İsrail, İran ve
Afganistan ile sınırlıdır (Perthes, 2004: 88). İkincisi, Avrupa, ABD’nin cezalandırıcı
ve çoğu zaman şiddete dayanan yöntemleri yerine ikna edici, diyaloga dayalı ve
adım adım ilerleyen yöntemleri yeğlemektedir. Bununla bağlantılı olarak Avrupa tek
taraflılık yerine çok taraflılığı önemsemektedir. Ayrıca, Ortadoğu’daki tüm ülkeleri
kapsayacak tek bir reform programının olamayacağı, ülkelere kendi renklerine göre
farklı modellerin uygulanması gerekliliği öne çıkarılmaktadır. Üçüncüsü, kuşkusuz
Avrupa’nın hâlâ birbirleriyle çıkarları çoğu zaman çelişen farklı ülkelerden
oluşan bir bölge olmasından, belirlenmiş tek ve yekpare bir Ortadoğu programı
bulunmamaktadır. Avrupa, değişen ve birbirleriyle bağlantılı birçok program
setine sahiptir. Bunlardan ikisi, 2003 yılında şekillendirilen “Genişletilmiş Avrupa
Komşuluk Programı” (Wider Europe-Neighbourhood Programme) ve Avrupa
Güvenlik Stratejisi’dir (European Security Strategy) (Perthes, 2004, 90)

GOP ile ABD, Avrupa ve G8 ülkeleriyle daha fazla işbirliğine dayanan bir
yaklaşım ortaya koymaktadır. Zaten Amerika’nın öteden beri müttefiki olan ve
askeri açıdan ABD’ye bağımlı olan Avrupa’nın Ortadoğu konusunda farklı bir
tavra sahip olduğunu söylemek doğru olmaz. Yeni Bush kabinesi, küresel jeopolitik
çıkarları gereği, Avrupa’yı daha fazla, kendi müdahalelerine ve düzenlemelerine
ortak etme amacı içindedir. Avrupa ise, Batı kapitalizminin ya da başka bir ifadeyle
küresel kapitalist dünya düzeninin yaygınlaştırılmasında ABD’nin liderliğini kabul
etmiştir. Ancak, Genişletilmiş Ortadoğu projesine koyduğu “şerh” daha çok şu
anlama gelmektedir: Bu paylaşımda Avrupa’ya da iyi bir hisse ayrılsın.

2. GOP Devam Ediyor: Bu Kez Avrupa ile…

2829 Haziran 2004’te İstanbul’da yapılan NATO zirvesinde ABD bu kez,


GOP’un ekonomik ve sosyal boyutlarından çok, askeri boyutunu gündeme
getirdi. ABD bu zirvede Ortadoğu’ya NATO’yu sokma konusunda ısrarlıydı ve
istediklerini az da olsa koparabilmişti. Zirvenin sonuç bildirgesinde, terörizme
karşı yürütülen mücadelede NATO askerlerinin kullanılabileceği ve NATO’nun
istihbarat yapılarının güçlendirileceği yer almaktaydı. Irak’taki işgal yönetiminin
yeni kabineye devrinin gerçekleştiği günlere denk getirilen zirveden ABD’nin

236 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


almak istediği sonuçlardan biri de Irak ordusunun eğitimine NATO’nun katkısını
sağlamaktı. ABD’nin amacı Irak işgaline karşı çıkan ve bu yüzden ABD’li
muhafazakârlar ve Bush tarafından “yaşlı Avrupa” olarak adlandırılan Fransa
ve Almanya’nın direncini kırmaktı. NATO’nun Irak ordusunun eğitimine katkı
sağlanması konusunda görüş birliğine varılmış olmasına karşın, Chirac’ın
Georgia’daki G8 zirvesinde NATO’yu Ortadoğu’ya bulaştırmama konusunda
sergilediği tutum İstanbul zirvesinde de belirleyici oldu ve ABD istediğini tam
olarak alamadan zirve son buldu.

İkinci Bush yönetiminin de en önemli gündem maddeleri arasında Avrupa’nın


Ortadoğu politikalarına daha fazla dâhil edilmesi gelmektedir. Bunu gerçekleştirmek
için Bush, şubat ayında gerçekleştirdiği Avrupa gezisinde, Fransa, Almanya ve
Rusya olmak üzere ilişkilerinin en kötü olduğu ülkelerle görüşmeleri öne aldı.
Bush’un gezisine Brüksel ile başlamasının sembolik bir anlamı da vardı: Brüksel,
Avrupa Birliği’nin ve NATO’nun kurumsal merkezi. Kendisiyle yapılan bir
görüşmede Bush, Avrupa ile ortak değerleri paylaştıklarını; bu değerlerin insan
hakları, insan onuru, hukuk devleti, azınlık hakları ve kadına saygı olduğunu;
bu değerleri birlikte (Avrupa ile birlikte) dünyaya yaymanın; özellikle de İran,
Suriye ve Lübnan gibi bunlardan mahrum ve sorun içindeki ülkelere yaymanın
temel misyonları olduğunu belirtmektedir (Borger ve Watt, The Guardian,19 Şubat
2005). Bu sözler, Bush’un gezisindeki en kritik noktanın Ortadoğu sorunu olduğunu
göstermektedir. ABD’nin kısa vadede kendi yararına belli adımlar atılmasını
istediği üç temel konu vardı Ortadoğu ile ilgili olarak.

Irak

Fransa ve Almanya’nın Irak işgaline gösterdikleri tepki ve askeri destek


vermemesi, burada hem yeniden yapılanma sürecini hem de Irak güvenlik
güçlerinin eğitimini zorlaştırmıştır. ABD’nin Irak’ta önünde duran en önemli
sorunlardan biri güvenliktir. Bununla bağlantılı olarak, ABD askerlerini Irak’tan
çekmekte son derece yavaş ve isteksiz davranmaktadır. Ancak bu kez Amerika’nın
içinden sesler yükselmektedir; üstelik sadece savaşa karşı olan kesimlerden
değil bizatihi Amerikalı siyasetçilerden… Irak’taki seçimlerden üç hafta önce,
Kongre’de, Pentagon’da hatta Beyaz Saray’da Amerikan güçlerinin nasıl ve ne
zaman Irak’tan çekileceklerine dair hararetli bir tartışma başladı. Irak’ın ABD’ye
bir aylık maliyeti 4.5 milyar dolar. Bush’un bu tartışmalara katılmamak için özen
göstermesinin ardında, ABD askerlerinin yerlerini bırakacakları Iraklı güvenlik
güçlerinin henüz eğitilmemiş olması yatıyordu kuşkusuz. (Sanger ve Schmitt,
New York Times, 10 Ocak 2005). Irak’taki güvenlik güçlerinin eğitimi, bütün bu
nedenlerle, özellikle Fransa ile yapılan görüşmelerde önemli konu başlıklarından

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 237


birini oluşturdu. 22 Şubat’ta gerçekleştirilen Brüksel’de gerçekleşen NATO
zirvesinde, Bush’un yoğun lobiciliği meyvelerini verdi ve 26 ülkenin hepsi de
şu veya bu şekilde Iraklı güvenlik güçlerinin eğitimine katkıda bulunmayı kabul
ettiler. Bu konudaki anlaşma, Fransa’nın, NATO şemsiyesi altında yer almayı
reddetmekten vazgeçmesinden sonra ortaya çıkabildi. Fransa, Irak’taki asker ve
polis eğitimi için 660 bin dolar fon ayırmayı taahhüt etti. (Sciolino, New York
Times, 23 Şubat 2005). Hemen şunu belirtmek gerekir ki 22 Şubat’ta gerçekleşen
zirvede her ülke az ya da çok katkı yapmayı taahhüt etmiş olsa da8 altı NATO
ülkesi, Fransa, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Yunanistan ve İspanya, Irak’ın
içinde askeri eğitime katılmayacaklarını belirtmiş durumdalar.

Irak’ta 150 bin asker bulunduran ve bunların en azından bir kısmını çekmek
zorunda olan ABD için bu sonuç pek de doyurucu olmasa gerek. Çünkü parasal
katkılar “sembolik” olarak kalıyor; birçok ülke de askerlerini Iraklı güçleri
eğitmek için olsa da göndermek istemiyor. Ancak sonuç olarak NATO’nun Irak’ta
gerçekleştireceği asker ve para yardımlarına AB’nin katılımı Avrupa Konseyi’nde
de kabul edilmiş oldu.
İran
Bush, Avrupa gezisinde liderlerle yaptığı görüşmelerde, İran’a askeri bir
müdahalenin şimdilik gündemlerinde olmadığı belirtti; ancak bunun gündemlerinde
hiç olmadığı yönünde açık bir ifade kullanmadı. Avrupa, İran’ı ABD’nin kucağına
atmak gibi bir tavır içinde değildi ve her zamanki gibi “yumuşak” yöntemleri
kullanmaktan yana bir tavır sergiledi. Avrupa’nın İran ve Suriye ile ticari ilişkileri
bulunuyor ve hatta AB, İran’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne katılması konusunu
müzakereye açmak için ABD’nin itirazını kaldırmasını istiyordu (Cornwell ve
Castle, Independent, 19 Şubat 2005; Tistall, The Guardian, 25 Şubat 2005). 9

Bush öncelikle “diplomatik” baskılarla İran’ın nükleer silahlanmasının


engellenmesi için Avrupa’dan destek istedi. Bu desteği almış görünüyor. Çünkü AB,
İran’ın uluslararası toplumdan izole edilmesi yönünde ABD ile ortak davranacak.

Rus lideri Putin ise, İran konusunda ABD’yi destekleyici bir tavır sergilemedi.
Bush ve Putin görüşmesinin öncelikli konusu, İran’ın nükleer programı, Suriye ve
Irak konuları oldu. “Bush, Putin’den Rusya’nın İran’a nükleer yakıt, Suriye’ye de
hava savunma füzeleri satmamasını istedi” (Cumhuriyet, 26 Şubat 2005). Bush
8
Örneğin zirveye katılan Erdoğan, Türkiye’nin 100 bin Euro vereceğini açıkladı (Cumhuriyet, 23 Şubat
2005)
9
Bush, daha sonra (11 Mart ) İran nükleer silahlanmayı durdurması halinde Dünya Ticaret Örgütü’ne
girmesi yönündeki itirazını kaldıracağını açıkladı.

238 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


toplantı sonrasında yapmış olduğu açıklamada, “İran’ın ve Kuzey Kore’nin nükleer
silahlara sahip olmaması konusunda Putin’le anlaştıklarını belirtti (Cumhuriyet, 26
Şubat 2005) Ancak, Rusya’nın İran’a bundan sonra soğuk bir tutum almasının pek
gerçekçi olmadığı söylenebilir. Çünkü Rusya, İran’da nükleer tesisler kurmakla
kalmıyor; yüzlerce İran’lı bilim insanını ülkesinde eğitiyor ve İran’a materyal ve
bilgi transferi yapıyor (Walsh ve Borger, The Guardian, 19 Şubat 2005) Ancak
Putin’in Bush’la görüşmesinin hemen ardından, Rusya’nın İran’la nükleer programa
ilişkin imzaladığı anlaşmanın hem gecikmeli olarak gerçekleşmesi hem de İran’ın
beklentilerini karşılamamış olması önemli ve Putin’in daha ihtiyatlı davrandığının bir
göstergesi. Anlaşma, Rusya’nın Buşehr’de inşa ettiği nükleer santralin üretimi için
gerekli olan nükleer yakıt iadesi üzerine. “İran, Rusya’dan alıp santralde kullanacağı
yakıtın atığını, nükleer silaha dönüştürme olanağı kalmadan geri yollayacak”. Ayrıca,
nükleer santralin açılışının 2006’nın Ocak ayına ertelenmesi ise İranlıları kızdırmış
durumda (Radikal, 28 Şubat, 2005).

Suriye

Bush, Suriye’nin Lübnan’dan askerlerini çekme konusunda Avrupa’nın baskı


yapmasını istedi. ABD, İran’ın yanında Suriye’nin de uluslar arası topluluktan
dışlanmasını amaçlıyor. Putin ile yaptığı görüşmede Bush’un gündeme getirdiği bir
diğer konu ise, Rusya’nın Suriye’ye yaptığı uçak savar satışlarını engellemek idi.
Bush, Rusya’nın Suriye’ye uçak savar füzesi satmaması gerektiği yolunda “nazik”
uyarılarda bulundu. Sadece bununla kalınmadı, her iki ülke arasında uçaksavar
füzelerin yayılmasının denetlenmesi konusunda bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma
gereği, füzelerin satışına bir yasak getirilmesi söz konusu değil; ancak bu silahları
sadece ABD ve Rusya ürettiği için her iki ülke birbirini bilgilendirecek (Walsh ve
Borger, The Guardian, 19 Şubat 2005; Cumhuriyet, 26 Şubat 2005)

Görüşmelerde ele alınan Çin ve Kyoto Protokolü konularında ABD ve Avrupa


Birliği arasında görüş ayrığı sürüyor. Avrupa, ABD’nin itirazlarına rağmen Çin’e
uyguladığı silah ambargosunu kaldırmak istiyor. Şimdiye kadar her iki taraf
da Çin konusunda uzlaşmaya hazır olmadıklarını gösterdiler. Kyoto Protokolü
konusunda ise, Avrupa Birliği, Protokolün sonlanacağı 2012 tarihinden sonra
neler olabileceği konusunda ABD ile bir diyaloga girmek istemektedir (Cornwell
ve Castle, Independent, 19 Şubat 2005).

İsrail konusuna gelince, Avrupa, İsrail’in bir an önce Gazze’den çekilmesini


ve uluslararası alanda belirlenmiş “yol haritası”nı izlemesini istemektedir. Ancak,
ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiki, bilindiği gibi, İsrail’dir ve ABD’nin
Ortadoğu politikasının önemli bir ayağı da İsrail’in Ortadoğu’daki varlığının

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 239


güçlendirilmesi ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu konuda da, Avrupa ve ABD
arasında görüş birliğinin sağlanması zor bir olasılık olarak görünüyor.

Ancak, daha önce belirtildiği gibi, Bush’un bu gezideki temel amacı, Ortadoğu
sorunu ile ilgili görüşmelerde bulunmak ve AB’yi diplomatik planda gelişecek
baskılar için yanına almaktı. Avrupa, ABD ile Ortadoğu konusunda işbirliği
yapmak için anlaşmış gözükmektedir. Bu işbirliği ise özellikle “demokratikleşme”
olarak adlandırdıkları süreç ya da “rejim değişikliği” konusunda gerçekleşecek
gibi görünüyor. Bush, Rusya’dan Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması için destek
vermesi karşılığında İran ve Suriye konusunda ödünler koparabilmiştir. Henüz
tam netlik kazanmamış olsa da, AB ve Rusya ile sağlanan bu göreli “işbirliği”
Ortadoğu’daki dengeleri belirleyecek gibi gözükmektedir. Her şeyden önce, İran
ve Suriye’nin üzerindeki baskılar-askeri bir müdahale şimdilik söz konusu olmasa
da- artacaktır. Özellikle Rusya ile İran ve Suriye arasındaki ilişkilerin bundan
sonra eskisi gibi olamayacağı bir gerçek. En azından görünen sonuç odur ki, ABD
Ortadoğu’daki gücünü ve varlığını bu görüşmelerden sonra daha sağlamlaştırmıştır.
Kuşkusuz, ABD’nin kendisini sağlama alması, bölgenin daha karanlık bir geleceğe
doğru sürükleneceği öngörülerini güçlendirmektedir.

ABD’nin Ortadoğu politikasında ve elbette ki GOP içerisinde önemli bir yeri


olan Türkiye, bu son gelişmelerin dışında kalmış gözükmektedir. Her şeyden
önce ABD, bu gezileri içinde Türkiye’ye fazla yer vermemiş hatta Erdoğan ile
görüşmeye bile gerek görmemiştir. Ancak, bundan Türkiye’nin ABD için taşıdığı
jeopolitik öneminin ortadan kalktığı varsayımını geliştirmek doğru olmayacaktır.
Bunun için kısaca Bush’un Avrupa gezisi öncesinde ve bu gezi sırasında Türkiye
ile ABD arasındaki ilişkilerin nasıl geliştiğine bakmak gerekir.

B. Türkiye’ye Biçilen Rol

ABD, Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin temel iddiasını oluşturan Ortadoğu’nun


“demokratikleştirmesi” programı için Türkiye’yi “Müslüman dünyaya bir model”
olarak sundu. Bu sadece Amerikalı siyasal karar alıcıların ya da stratejistlerinin bir
düşüncesi olmakla kalmadı, akademisyenlerin de içinde olduğu belirli bir çevrenin
yaklaşımıydı.10 Elbette, Türkiye’nin bu tür bir “model” olarak işaret edilmesini
kolaylaştıran etmenlerden biri, iktidar partisi olarak AKP’nin politik İslam’a
dayanan geçmişi ve hâlâ İslamcı bir tabana dayanıyor olmasıydı. Hatırlanacağı
üzere, eski Başkan Yardımcısı Colin Powell 2004 Nisan ayında yaptığı bir
konuşmada Türkiye’yi “İslami Cumhuriyet” biçiminde tanımlamıştı. Kimilerine
göre bu ABD’nin Türkiye üzerine gizli niyetlerini açığa çıkarıyordu ve bu yüzden
de büyük bir tepkiyle karşılanmıştı.
10
Bkz. Graham Fuller (2004)

240 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Avrupa ya da AB açısından bakıldığında, Türkiye yine bir model olarak
gösterilmektedir: Bu kez Avrupa’nın Ortadoğu’ya yaklaşımındaki yöntem
farkını doğrulayacak bir örnek olarak. Avrupa, özellikle Amerika’nın Irak’taki
yöntemlerini eleştirirken ve kendi “yumuşak güç” (soft power) yönteminin
geçerliliğini göstermeye çalışırken Türkiye’yi işaret etmekte ve Türkiye’nin AB’ye
adaylık sürecinde yapmış olduğu reformların bu yöntemle gerçekleştirildiğini
vurgulamaktadır. AB, Türkiye örneğinden hareket ederek, ABD’ye uluslararası
ilişkilerde “zor” yerine “ikna” ve “razı etme” yöntemlerinin daha etkili olduğunu
göstermek istemektedir (Center for European Reform, 2004). Söz gelimi Bush’un
son Avrupa ziyaretinde, Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grubu Başkanı Martin
Schulz, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye uyguladığı “yumuşak güç” politikasını,
ABD’nin Irak’ta uygulaması gerektiğini ifade etmektedir (Hürriyet, 22 Şubat 2005).
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık tartışması, Irak işgalinden sonra ABD
ile AB ilişkilerinin kan kaybetmeye başladığı bir dönemde gündeme gelmiştir.
ABD, Türkiye’nin AB adaylığını desteklemiştir; hatta bu yönde Avrupa’ya baskı
yapmaktan geri durmamıştır. Türkiye’nin AB yoluyla Batı ile ya da başka bir
ifadeyle küresel kapitalizm ile bütünleşmesi, ABD’nin uzun erimli jeopolitik
çıkarları açısından önemlidir.
Türkiye, İsrail’in yanında ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiki
olmuştur. Kuşkusuz ABD, Türkiye’deki üsleri Körfez’e ve Ortadoğu’ya yapacağı
operasyonlar için vazgeçilmez önemde görmüştür ve bugün de böyle görmeye
devam etmektedir. İlk Körfez savaşında ABD İncirlik üssünü kullanmakla
kalmamış, savaş sonrasında Kuzey Irak üzerinde uçuş olup olmadığını izlemek
için de buradan yararlanmıştır.
AKP iktidarı ne kadar tersini iddia ediyor olsa da son zamanlarda ABD ve
Türkiye arasında ilişkilerin incelme noktasına gelmiş olduğuna dair birtakım
işaretler bulunuyor. ABD’nin sadık ortağı, ya da hükümetin deyimiyle “stratejik
ortağı” Türkiye son aylarda hem birkaç yerden baskı altına alındı hem de artık
eskisi kadar ABD için önem taşımadığı izlenimi verilmeye çalışıldı.
ABD Dışişleri Bakanı C. Rise’ın gezisinden önce Amerika’nın üst düzey
görevlileri bir bir Türkiye’yi ziyaret ettiler. “Önce, ABD Dışişleri Bakanı Powell’ın
yardımcısı Armitage geldi. Onu ABD Avrupa güçleri ve NATO komutanı General
Jones, arkasından da Büyük Ortadoğu’dan sorumlu Merkez Kuvvetleri Komutanı
General Abizaid izledi. Tüm bu ziyaretleri yeni Dışişleri Bakanı Rice’ın ziyareti
taçlandırdı. Bu arada Irak savaşına giderken sahte istihbaratı üreten bölümün
başkanı, sonra da bir danışmanı hakkında devlet sırlarını İsrail’e verdiği için
soruşturma açılan, bu yüzden görevi bırakmak zorunda kalan Douglas-JINSA-Feith
de geldi. Kolunda Pollack ile birlikte” (Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 23 Şubat 2005).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 241


İlginç olan gelişmelerden biri de, Bush’un Avrupa ziyareti öncesinde
Amerika’nın hem sağ hem de güçlü gazetelerinde Türkiye hakkında “korkutucu”
ya da “sopa gösteren” yazıların yayımlanmasıydı. Bunlardan en fazla etki ve
“kaygı”11 yaratanı Wall Street Journal’da (16 Şubat 2005) Robert Pollack imzasıyla
yayımlanan “Avrupa’nın Hasta Adamı-Tekrar” başlıklı yazıydı. Yazıda, AKP’nin
iktidara gelmesinden ve Türkiye’nin Irak’a asker göndermemesinden sonra
bir darboğaza girdiği belirtiliyor ve Türk basınının, özellikle de İslamcı ve sol
çevrelerin son zamanlardaki Amerikan karşıtı havası eleştiriliyordu.

Diğer bir yazı ise Washington Post’tan (16 Şubat 2005) geldi. Richard
Holbrooke’un “Romantizmin Sonu” başlıklı yazısı esasen ABD-Rusya ilişkilerini
çözümlüyor, ancak Türkiye-Rusya yakınlaşmasının ABD için büyük bir tehlike
oluşturduğunu belirtmekten uzak durmuyordu.

Yine aynı günlerde, ABD Hava Kuvvetleri istihbarat uzmanı Jonathan Fisher,
İran’ın nükleer bir güç haline gelmesinin en fazla Suudi Arabistan’ı ve Türkiye’yi
etkileyeceğini; ancak Türkiye hükümetinin nükleer silahlarla donanmış bir İran
karşısında nasıl tepki vereceğinin bilinmediğini ve bu konuda MGK ile AKP arasında
ileride derin bir görüş ayrılığının, hatta iç çatışmanın doğabileceğini belirtiyordu.
Ayrıca belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, Feiser’in, Türkiye’nin AB’ye
girebilmesinin İran konusunda geliştirdiği tavra bağlı olacağını vurgulamasıydı.
(Cumhuriyet, 17 Şubat 2005). Her ne kadar Feiser, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
İran’a saldırması gibi “safdil” bir düşünceyi dile getiriyor ve sözlerini “fantastik”
senaryolarla bitiriyor olsa da, bu düşünceler ABD’nin Türkiye’nin karmaşık
tavrından duyduğu rahatsızlığın bir işareti olarak da okunabilir.

Brüksel’de 22 Şubat’ta düzenlenen NATO Transatlantik doruğu’na katılan


Erdoğan ile Bush arasında görüşmenin olmaması; daha doğrusu, Avrupa’nın
önemli liderleri ve Rusya ile görüşen Bush’un Türkiye’yi atlamış olması da
ilişkilerin kırılganlığının başka bir belirtisi olarak görülebilir. Türk basını da,
Türkiye’deki ABD karşıtlığının ve İran konusundaki kafa karışıklığının ABD’yi
rahatsız etmesinden dolayı bayağı üzüntü içine girmiş olacak ki, Bush ve Erdoğan
arasındaki 8 dakikalık Erdoğan’ın oğlu hakkında yaptıkları sohbet bir muştu olarak
büyük basının (bkz. Milliyet, Hürriyet, 23 Şubat 2005) sayfalarında yer aldı.

Aslında ABD ile Türkiye ilişkilerinin gerilmesi, bilindiği üzere 1 Mart


tezkeresi ile başlamıştı. Irak’a karşı ikinci bir cephe açmak için birliklerini Türkiye
topraklarına yerleştirme isteğinin Mecliste reddedilmesi ABD’nin muhtemelen
11
Kimi gazeteciler ve köşe yazarları bu yazıyı yorumlarken ABD’nin artık Türkiye’ye yeterince ilgi
göstermeyeceği korkusuna kapılıverdiler.

242 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


beklemediği bir gelişmeydi.12 Bu gelişmenin yarattığı “hayal kırıklığı” ABD’yi
“cezalandırıcı” bir tutuma yöneltmiş olmalı ki Süleymaniye baskını yapılmakla
kalmadı bir de Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirildi. Erdoğan’ın son
zamanlarda İsrail’in politikasını eleştiren demeçler vermesi de işin tuzu biberi oldu.
ABD ve Türkiye ilişkilerinin karmaşık hale gelmesinin bir nedeni de, Irak’taki
Kürt varlığı ve PKK konusunda ABD’nin hem cezalandırıcı bir tutuma girmesinden
hem de İsrail’in çıkarları açısından Türkiye’nin isteklerini dikkate almamasından
kaynaklanmaktadır.
ABD Savunma Bakanlığı’nın üç numaralı ismi Douglas Feith’in Türkiye’ye
ziyaretinde yaptığı bir açıklamada, (Hürriyet, 3 Şubat 2005) her iki tarafın Irak
konusunda birbirini anlayamadığı [ya da anlamamak istediği] görüşü çok da gerçek
dışı değildi. ABD Türkiye’den istediklerinin gerçekleşmesini beklerken, Türkiye
de Irak’taki PKK’nın varlığı konusunda ABD’nin parmağını oynatmadığından
yakınıyordu. Feith açıkça, PPK sorununun kolay çözülemeyeceğini belirtiyordu.
Aynı gün aynı gazetede (Hürriyet, 3 Şubat 2005) başka bir haber yer alıyordu. Bir
ABD yetkilisinin “Türkiye Irak’ın sahibi değildir” ifadesi, Feith’in Türkiye’nin
beklentilerinin karşılanmayacağını açığa çıkartan ifadeleriyle birleşiyordu.
Ancak ABD, İncirlik hava üssünü lojistik merkez olarak “bildirimsiz” kullanma
konusundaki isteğini Türkiye’ye açıkça bildiriyordu. Pentagonun ana unsurlarını
“hız ve esneklik” olarak tanımladığı yeni stratejisinde, İncirlik hava üssüne ilişkin
yasal bir düzenleme gerçekleştirmek gerekiyor. ABD’nin yeni küresel savunma
stratejisinin “mimarlarından” Feith, Türkiye ziyaretinde bunu açıkça talep
ediyordu. Feith’in ele aldığı bir diğer konu ise, kitle imha silahlarının önlenmesinde
“Türkiye’nin öncü bir rol oynaması”ydı. (Cumhuriyet, 2 Şubat 2005). Kuşkusuz,
burada temel odak İran’a nükleer silahlanmayı bahane ederek yapılan baskıydı.
Amerikan Dışişleri bakanı C. Rise’ın Türkiye ziyaretinde de ele alınan başlıca
konular, İran ve İncirlik hava üssünün kullanılması ile PKK/Kongra-Gel’in tasfiyesi ve
Kerkük’teki Kürt yapılanmasıydı. Rice, Irak topraklarının bölünmeyeceği konusunda
güvence verirken, Kerkük konusunda Türkiye’nin görüşlerini duymazlıktan geldi
ve PKK konusunda ise “çalışıyoruz” gibi belirsiz bir ifade kullandı (Hürriyet, 6
Şubat 2005). Son dönemde ABD basınında Türkiye hakkında yazılan olumsuz ve
“göz korkutan” yazılar, üst düzey ABD yetkililerinin son ziyaretleriyle yaratılan
baskı, ABD’nin Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarına ilgisizliği, ABD’deki yeni
muhafazakârların seçimlerden önce destek vermeye başladığı AKP’ye karşı
ihtiyatlı bir tutum sergilemeye başladığı şeklinde yorumlanabilmektedir13. Ancak
12
Bu kararı ABD o kadar kaldıramamış olmalı ki Şubat ayının başında bir açıklama yapan Rumsfeld, 4.
Piyade Tümeni’nin Türkiye üzerinden Irak’a girememiş olmasının, Kuzey Irak’taki Sunilerin savaştan
etkilenmemesi sonucunu doğurduğunu, Irak’taki direnişi yaratanların da bu kişiler olduğunu belirterek,
Türkiye’yi sorumlu tutuyordu (Cumhuriyet, 6 Şubat 2005).

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 243


ABD’nin sadece AKP iktidarına değil, Amerikan karşıtlığının gitgide yerleştiği
Türkiye’ye “sopa” göstermek gibi bir niyeti var görünüyor. Unutmamak gerekir
ki, 1 Mart’ta Mecliste alınan kararda CHP’nin de büyük bir etkisi vardı. ABD,
Feith’in görüşmesinde açıkça belirttiği gibi, İncirlik üssünü kullanmak istiyor ve
bunun için yasal bir düzenleme yapılmasını bekliyor. ABD’nin bir daha “1 Mart
olayı” yaşamak istemediği çok açık.
Sonuç
“Reformun bir gecede gerçekleşmeyeceğini biz de kabul ediyoruz… Yine de
Rusya’ya özgür bir basını, gerçek bir muhalefeti, güçler ayrılığı ve hukuk devletini
sürekli hatırlatmalıyız-ve Birleşik Devletler ile Avrupa ülkeleri, Rusya ile kurdukları
diyalogun merkezine demokratik reformu yerleştirmelidir” (Bumiller, New York
Times, 22 Şubat 2005) Bu sözler kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi Bush’a ait.
Bush’un Putin ile görüşmesinde de “Rusya’da demokrasiyi yerleştirme” konusu
ağırlıklı olarak konuşuldu; daha doğrusu Bush’un dillendirdiği bir konu oldu. ABD’nin
çıkarlarının körüklediği pervasızlıkla coğrafi alanını genişleterek Kafkaslar’a kadar
uzattığı Ortadoğu için ve pek tabii ki Rusya için temel sorun demokratikleşmek Bush’a
bakarsınız.
Bu yüzden de üzerinde Amerikan Baskısı’nın yoğunlaştığı Suriye’nin
Lübnan’dan çekilmesi ve Suriye yanlısı hükümetin istifası gündeme geldi. Buna ise
“Sedir Devrimi” adını taktı ABD. Tıpkı Gürcistan’dakine “Gül”, Ukrayna’dakine
“turuncu”, Irak’takine “mor” devrim adlarının takılması gibi. Yine Gürcistan’da
ve Ukrayna’da olduğu gibi Lübnan’da da bir “halk hareketi” ortaya çıktı. Hariri
suikastından sonra muhalefet birden (nasıl olduysa!) harekete geçti ve hükümetin
istifasını, Suriye askerlerinin ise çekilmesini istemeye başladı. Tarihin garip
tecellisi, hep Ekim devrimini çağrıştırdığı için devrimlerden korkmuş olan ABD
ve Pentagon şimdi sadece demokrasi değil, devrim havariliği de yapmaya başladı.
Ortadoğu’nun bir başka ülkesinde, Mısır’dan ise artık pek şaşırtıcı olmayan bir
haber var: Yirmi dört yıldır iktidarda bulunan Hüsnü Mübarek, serbest seçimlerin
yapılması için parlamentoya bir önerge sundu (MacFarquhar, New York Times,
27 Şubat 2005) Bilindiği üzere, Mısır 50 yıldır tek parti ile yönetiliyor. Hüsnü
Mübarek, anlaşılan bir “halk hareketi”nin ardından gelen bir “pembe” ya da
“sümbül” devrimiyle birlikte gitmek istemedi.14 Şimdi bakalım Putin ne yapacak?
13
Bkz. İsmet Berkan, “Neo-Con’lar AKP’yi Çizdi mi?”, Radikal, 28 Şubat 2005; H. Çetinkaya, “AKP’yle
Nereye Kadar?”, Cumhuriyet, 9 Mart 2005.
14
Bu yazı bitirildiği sırada (2005 Mart ayının ortalarında) Kırgızistan’da bir “devrim” patlak verdi.
“Sarı” mı yoksa “pembe”mi (limon mu ya da lale mi)şeklinde adlandırılacağı konusunda bir türlü karar
verilemeyen ayaklanma, Akayev’in iktidardan düşürülmesi ile durulmadı. Hemen arkasından (27-28
Mart) Moğolistan ve Belarus’ta da kıpırdanmalar oldu. Muhalifler, başkentlerde toplanmaya, gösteri
yapmaya ve hükümet binalarını kuşatmaya başladılar.

244 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Bütün bunlara, Irak’ta niteliği sorgulanabilir olsa da yapılan seçimleri,
Suudi Arabistan’daki yönetimin gelecek yerel seçimlere kadınların katılımının
sağlanacağı yönündeki açıklamasını ve Arafat’ın ölümünden sonra Filistin’de Ocak
ayında yapılan seçimlerle Mahmut Abbas’ın Başkanlığa gelmesini ve İsrail-Filistin
anlaşmazlığının yeni rotaya çekilmek istenmesini eklemek gerekir. Lübnan’daki
son gelişmeler ise bizi çok daha farklı bir boyuta çekiyor. Suriye’nin Lübnan’daki
askerlerini Lübnan-Suriye sınırına doğru aşamalı olarak çekmeyi kabul etmesinden
sonra, Suriye karşıtı muhalefetin yanında yer almayan Hizbullah’ın lideri Hasan
Nasrullah sessizliğini bozdu ve “yabancı güçlerin müdahalesine karşı çıkmak için”
bütün Lübnanlılar’ı gösteri yapmaya çağırdı. Lübnan’da silahlı 25 bin militana
sahip olan Hizbullah Şiilerin desteğini arkasına almış durumda. 8 Mart’ta yapılan
gösteriye yarım milyon kişi katıldı ve ABD karşıtı sloganlar atıldı.15 Hizbullah
örgütü gerek İsrail’e karşı giriştiği mücadele gerekse halka sağladığı birçok
sağlık ve sosyal hizmetler sayesinde geniş bir kitle tabanına sahip (Fattah, New
York Times, 7 Mart 2005). Filistin’de Hamas örgütü, Mısır’da ise Müslüman
Kardeşler iktidara muhalefet odaklarını oluşturuyor. (Örneğin, Mübarek, bu
yüzden Müslüman Kardeşler’in başkanlık seçimlerinden aday çıkarmasına izin
verilemeyeceğini belirtmişti) Suudi Arabistan monarşisine tek muhalefet ise “El
Kaide ve benzeri cinsten örgütler” (Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 7 Mart 2005).

Ortadoğu kuşkusuz Gürcistan ya da Ukrayna’ya benzemiyor. Tek tek ülkeler


açısından bakıldığında dinsel ve etnik yapı oldukça parçalı ve gittikçe artan genç
bir nüfus var.16 ABD’yi Ortadoğu’da bekleyen en önemli sorunlardan biri de, genç
ve işsiz nüfusun nasıl radikal İslam’a kaymadan ABD yanlısı siyasal liderlere
ve partilere yönlendirileceğidir. Üstelik farklı dinsel ve etnik gruplar arasında
tarihten gelen düşmanlıklar bulunuyor. Sadece Lübnan’a baktığımızda, bu
ülkede dört etnik ve dinsel grup yaşıyor: Hıristiyanlar, Suniler, Şiiler ve Dürziler.
Hıristiyan topluluk içinde ise Maronitler ile diğer Hıristiyan mezhepler arasında
düşmanlığa varan ayrılıklar var. Bunlara, 3,7 milyon nüfusu olan ülkenin yaklaşık
yüzde 10’unu oluşturan Filistinli sığınmacıları da eklemek gerekir. Amerika ve
pek tabii ki İsrail Lübnan nüfusunun kolaylıkla Suriye’ye karşı olanlar ve onu
destekleyenler biçiminde iki kampa bölünebileceğini düşünüyor. Diyelim ki bu
gerçekleşti ve ABD’nin istediği türden seçimler yapıldı. Bu durumda, nüfusun
yaklaşık yüzde kırkını oluşturan Şiilerin iktidara gelme olasılıkları çok yüksek.
Sonuçlar ve yeni oluşan hükümet diğer gruplar için acaba kabul edilebilir olacak
15
http://www.ntvmsnbc.com.tr/news/312791.asp#BODY, (8 Mart 2005)
16
Ortadoğu’nun demografik özelliği pek çok ABD’li araştırmacının çalışmalarına konu olmuş durumda.
ABD’nin, bilinen sınırlarını genişleterek “Ortadoğu” olarak nitelendirdiği bölgedeki toplam nüfus
280 milyon. Bu rakamın 25 yıl sonra 450 milyona yükseleceği öngörülüyor (Uzgel, 2004: 15-17)

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 245


mı yoksa çok daha fazla düşmanlık ve çatışmayı körükleyecek yeni bir iç savaşı
mı peşi sıra getirecek? Ayrıca, ABD, kendi çıkarları açısından uygun olmayan,
diyelim ki, radikal milliyetçi ya da anti-emperyalist bir partinin seçimleri kazanması
durumunda iktidarı onlara bırakacak mı? Hemen arkasından şu soruyu sorabiliriz:
ABD, Irak’ta bir rejim değişikliği gerçekleştirseydi ve istediği türden bir kişi ya
da parti iktidara gelseydi işgalden vazgeçer miydi?

ABD’nin Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde şimdiye kadar genellikle


otoriter rejimleri, diktatörlükleri işbaşına getirdiği ve desteklediği biliniyor. Bush
yönetimi de demokrasiyi umursamamaktadır. Söz gelimi, Suudi Arabistan, Tunus
ve Mısır gibi ülkeleri “henüz” çok fazla zorlamamaktadır. Ayrıca, genel olarak Arap
kesiminin ifade ettiği gibi, Filistinlilerin haklarının sağlanması söz konusu olmadan
Ortadoğu’da demokrasinin gölgesinden bile söz etmek mümkün olamayacaktır.

Şimdi Avrupa’nın da icazetini almış olan Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin


ana hattı olan “rejim değişikliği” ve “demokratik” mekanizmaların oluşturulması
ABD’nin hegemonik amaçlarından biri olan “ılımlı İslam”ın reçetesi gibi
durmaktadır. Birleşik Devletler’in Amerikan karşıtı, radikal İslamcı hareketin
“ılımlı” bir mecraya akıtılması, yumuşatılması gibi bir amaç güttüğü söylenebilir.
AKP’nin iktidarda olduğu Türkiye’nin “ılımlı İslam” modeli olarak gösterilmesi
bu açıdan bakınca boşuna değildir.

Bütün bu iç içe geçmiş ve karmaşıklaşmış sorunlar üzerinden bakıldığında,


Ortadoğu’da olabilecekleri şimdiden öngörmek zor; ancak ABD’nin “istikrar” ve
“demokrasi” adına giriştiği müdahalelerle, bölgede daha derin, daha yakıcı sorunları
ve çatışmaları yerleştireceği öngörüsünde bulunmak zor değil.


Kaynakça
Abramowitz, Morton ve Burt, Richard (20 Ağustos 2004) “High Stakes for Turkey and the West”,
Washington Post.
Achcar, Gilbert (2004) “Greater Middle East: The US Plan”, Le monde diplomatique (İngilizce), Nisan,
http://mondediplo.com/2004/04/04world.
Ahlin, Urban ve diğerleri. “A Joint Plan to Help the Greater Middle East”, International Herald Tribune,
15 Mart 2004.
Akad, M. Tanju (2004) “Sovyetler Birliği Karşısında CIA Avrupa’da Ne Yaptı?”, Popüler Tarih, Kasım,
ss. 56-62.
Arı, Tayyar (2004) Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, İstanbul: Alfa Basım Yayım
Dağıtım Ltd. Şti.
Barnett, Thomas P.M. (2005) Pentagon’un Yeni Haritası: Yirmi Birinci Yüzyılda Savaş ve Barış (çev. C.

246 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Küçük), İstanbul: 1001 Kitap.
Berkan, İsmet (28 Şubat 2005) “Neo-Con’lar AKP’yi Çizdi mi?”, Radikal.
Borger, Julian ve Watt, Nicholas (19 Şubat 2005) “His Father Went to Germany to Topple a Wall-Now
Bush Arrives to Mend Fences”, The Guardian.
Brzezinski, Zbıgniew (1998) Büyük Satranç Tahtası, Ankara: Türk Dünyasında Demokrasiyi Geliştirme
Vakfı Yay.
Bumiller, Elisabeth (22 Şubat 2005) “Bush Says Russia Must Make Good on Democracy”, New York Times.
Center for European Reform (2004) “An Asset But not a Model : Turkey, the EU and the Wider Middle
East”, www.cer.org.uk/pdf/essay_turk_everts.pdf (erişim tarihi Ocak 2005).
Cody, Edward. (26 Şubat 2005) “China’s Quiet Rise Casts Wide Shadow”, Washington Post.
Cornwell, Rubert ve Castle Stephen (19 Şubat 2005) “Bush’s Visit to Brussels is Vital Opportunity for
Reconciliation”, Independent.
Çetinkaya, Hikmet ( 9 Mart 2005) “AKP’yle Nereye Kadar?”, Cumhuriyet.
Elliott, Larry ve TEATHER, David (10 Haziran 2004) “Bush Opens New Rift Over Middle East Plan”,
The Guardian.
Fattah, Hassan M. (7 mart 2005) “Hezbollah Backs Syria, Challening Lebanese Opposition”, New York
Times.
Foster, John B. (2002) “The Rediscovery of Imperialism”, Monthly Review, Kasım 2002, http://www.
globalpolicy.org/empire/analysis/2002/02rediscovery.htm (erişim tarihi 17 Şubat 2005)
Fuller, Graham (2004) “Turkey’s Strategic Model: Myths and Realities”, The Washington Quarterely.
Cilt 27, Sayı 3, ss. 51-64.
Haris, Paul (20 Şubat 2005) “Bush Calls for Europe and Akerica to Unite”, The Observer.
Harkavy, Robert (2001) “Strategic Geography and the Greater Middle East”, Naval War College Review,
Bahar Sayısı, ss. 37-58.
Harvey, David (2003) Yeni Emperyalizm, (çev. H. Güldü), İstanbul: Everest Yayınları.
Holbrooke, Richard (16 Şubat 2005) “The End of Romance”, Washington Post.
Larrebee, Stephen “American Perspectives on Turkey and Turkish-EU Relations” www.aicgs.org/c/
larabee­­­­-turkey.shtml (erişim tarihi 20 Ocak 2005).
MacFarquhar, Neil (27 Şubat 2005) “Mubarek Pushes Egypt to Allow Freer Election”, New York Times.
MacFarquhar, Neil (6 Mart 2005) “Unexpected Whiff of Freedom Proves Baracing fort he Mideast”,
New York Times.
Panitch, Leo ve Gindin, Sam (2004) “Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmparatorluğu”, Günümüzde
Emperyalizm, Yeni Emperyal Tehdit, (ed. L. Panitch ve C. Leys), Socialist Register 2004 (Türkçe
Baskısı), ss. 13-55.
Paton, Nick ve Borger, Julian (19 Şubat 2005) “Putin Defends Iran and Eyes up Nuclear Fuel Deal”, The
Guardian.
Perthes, Völker (2004) “America’s ‘Greater Middle East’ and Europe: Key Issues for Dialogue”, Middle
East Policy, Vol. XI, No: 3, ss. 85-97.
Pollock, Robert L. (16 Şubat 2005) “The Sick Man of Europe-Again”, The Wall Street Journal.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 247


“Rebuilding America’s Defense: Strategy, Forces and Resources For a New Century (September 2000).
http://www.newamericancentury.org/RebuildingAmericasDefenses.pdf.
Sanger, David E. Ve Schmitt E. “Hot Topic: How U.S. Might Disangage in Iraq”, New York Times, 10
Ocak 2005.
Sciolino, Elaine (23 Şubat 2005) “NATO Agrees on Modest Plan for Training Iraqi Forces”, New York
Times.
Steele, Jonathan (29 Mart 2004) “The Middle East Needs Its Democracy Home-grown”, The Guardian.
Tisdall, Simon (25 Şubat 2005) “The Good Luck of Traumatised Afghanistan”, The Guardian.
Türkcan, Ergun (2004) “Komplo Teorileriyle Stratejik Modellerin Güvenilirlikleri Hakkında Bir Deneme”,
Mülkiye, Cilt 28, Sayı 244, ss.59-89.
Uzgel, İlhan (2004) “ABD Hegemonyasının Yeniden İnşası, Ortadoğu ve NATO”, Mülkiye, Cilt 28, Sayı
243, ss.7-21.
Washington Post (10 Mart 2004), Editörün yazısı.
White House ( 4 Şubat 2004) “President Bush Discusses Importance of Democracy in Middle East”, www.
whitehouse.gov/news/release/2004/02/20040204-4.html (erişim tarihi Ocak 2005).
White House (9 Haziran 2004) “Fact Sheet: Broader Middle East and North Africa Initiative”,
www.whitehouse.gov/news/release/2004/06/20040609-32.html (erişim tarihi Ocak 2005).
Yıldızoğlu, Ergin (23 Şubat 2005) “Haydi Hayırlısı”, Cumhuriyet.
Yıldızoğlu, Ergin (7 Mart 2005) “Demokrasi Baharı’ Üzerine Çeşitlemeler”, Cumhuriyet.

248 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Kitabiyat

Yeni Çıkan “Anayasa Yargısı ve Vergi


Hukuku” Adlı Kitabın Düşündürdükleri
Aziz KONUKMAN*

Yazımızın konusu geçtiğimiz günlerde yayımlanan Anayasa Mahkemesi


raportörleri Şehnaz Gerek ile Ali Rıza Aydın tarafından hazırlanan “Anayasa
Yargısı ve Vergi Hukuku” adlı kitap1.

Kitap iki bölümden oluşuyor. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülük
kavramlarının anlam ve kapsamlarıyla başlayan birinci bölümde; muaflık, istisna
ve indirimler, kamu giderlerinin karşılanması, mali güç, genellik ve eşitlik, vergi
yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, verginin kanuniliği, Bakanlar Kurulu yetkisi,
Maliye Bakanlığı yetkisi, kamu yararı, ekonomik koşullar ve haklı neden, hukuk
devleti, sosyal devlet, vergi affı, vergi yönetimi ve denetimi, vergi ve bütçe yasaları
ve sayamadığımız daha çok sayıda konu ayrıntılı bir şekilde değerlendiriliyor.
Anayasa Mahkemesi tarafından vergi, resim, harç benzeri mali yükümlülük sayılan
kamu gelirleri ile sayılmayan gelirler de ayrıca inceleniyor. Çalışmanın karar
arama ve kararlara gönderme kılavuzu, “Esas sayısı” olarak seçilmiş. Kitapta , her
konunun sonunda konuyla ilgili Anayasa Mahkemesi kararlarının gösteren tablolar
yer alıyor. Böylece, incelenen konu ile kararlar arasında bağlantı kurularak, kararlar
konulara göre sınıflandırılıyor.

Kitabın ikinci bölümünde ise, tüm kararların “Esas Sayısı”na göre sıralandığı,
karar gün ve sayılarını, anayasal denetime tabi tutulan yasaları ve maddeleri,

* Doç.Dr., Gazi Üniversitesi, İİBF İktisat Bölümü


1
Şahnaz GEREK-Ali Rıza AYDIN, Anayasa Yargısı ve Vergi Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2005

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 249


anayasal denetimin, Anayasa’nın hangi maddeleri yönünden yapıldığını ve
sonucunu, karar nisabını, varsa yürürlüğün durdurulması bilgilerini, gerekçeli
kararın yayınladığı Resmi Gazete ve Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergilerinin
gün, sayı ve sayfalarını gösteren genel bir tablo veriliyor. Ayrıca, okuyucuya
arama kolaylığı sağlamak amacıyla “Karar Sayısı”na göre bir yardımcı tablo
da hazırlanmış. Temel vergi yasalarıyla birlikte, diğer yasaların vergi ile ilgili
kurallarının, anayasal denetimi ve bu denetimin sonuçları, yasalara göre ayrı ayrı
tablolaştırılmış. Okuyucu, bu tablolardan anayasal denetime tabi tutulan yasalar ve
maddeler bazında araştırma yapabilecek. Araştırma kolaylığı bakımından, yasaların
kitap içindeki yerleri de, yasa adı ve sayılarına göre ayrı ayrı gösterilmiş. Kitapta
iki ayrı kavram dizini yer alıyor. Birinci dizinde, kitap dizinlerindeki klasik yöntem
kullanılarak, kavramların kitap içindeki sayfalarına yer veriliyor. İkinci dizin ise,
aynı kavramların Anayasa Mahkemesi’nin hangi kararlarında yer aldığını gösterir
şekilde hazırlanmış. Aynı kavramlar, yasa adına göre denetimin yapıldığı tablolarda
da, incelenen her bir kural için ayrı ayrı gösteriliyor. Bu tablolarda, denetimi yapılan
kuralların metinlerde de yer verilmesi, okuyucuya başka kaynaklara başvurmadan
araştırma kolaylığı sağlıyor.

Kitap ele aldığı konular itibariyle hem bir ders kitabı hem de yeni çalışmalara
kaynak olabilecek bir araştırma raporu niteliğinde. Ayrıca, bu kitabı farklı kılan
bir diğer özellik seçenek de sunabilmiş olmasıdır. Kitapta, diğer tüm alanlarda
olduğu gibi, vergi alanında da yasama, yürütme ve yargı organlarının denetimlerinin
“toplumsal denetim” ile tamamlanması gerektiğine dikkat çekiliyor. Ardından
ekleniyor: “Aksi halde, egemenliğin sahibi olan ulus, hem vergiyi öderken hem
de bu verginin karşılığını kamu hizmeti olarak alırken, sahip olduğu egemenliğin
el değiştirmesine engel olamayabilir, ortaya çıkan adaletsizlik ve dengesizlikler
giderilemeyebilir. Vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin asıl kaynağının toplumun
kendisinin olduğu unutulmamalıdır.”

Ne dersiniz? Toplumsal denetimden yoksun bir ekonominin başına neler


gelebileceği bundan daha veciz bir şekilde nasıl ifade edilebilir. Yazarların sözünü
ettiği tehlikeleri bu toplum yaşamadı mı? 80’li yılları hatırlayınız. O dönemde
IMF-DB patentli “arz yönlü iktisat” politikaları izlenmiştir. Bu politikalar setinin
en önemli ayağını oluşturan vergi politikası anlayışında, vergi oranları düşürülerek
vergi gelirlerinin artırılacağı öngörülür. Ancak bu beklenti, ne ABD’de ne
İlgiltere’de, ne de Türkiye’de gerçekleşmiş ve sonuçta adeta sermaye kesimlerinin
ulufe gibi dağıtılan istisna ve muafiyetler nedeniyle vergi sistemi mali fonksiyonunu
yerine getiremez hale gelmiştir. Sonuçta, vergi alma yerine borçlanma tercihine
dayalı bir kamu harcama modeli ortaya çıkmıştır. Bu tercihin sonucunda
fonlanabilir kaynaklar hızla erimiş ve kamu hizmetlerinin gerçekleştirilmesine

250 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


yönelik kamu harcamaları giderek daralmıştır. Böylece, Türkiye’de vatandaşlar
ödedikleri vergilerin kendilerine kamu hizmeti olarak geri dönmediğini yaşayarak
öğrenmiştir. Vergi haftalarında asılan dövizlerde (pankartlarda) yer alan “ey
vatandaş ödediğin her kuruş vergi sana yol, su, elektrik vb. hizmetler olarak geri
dönecektir” ifadesinin boş bir slogandan öteye gitmediği anlaşılmıştır. Bu süreç
hala devam etmektedir. Bu sürecin durdurulması isteniyorsa, mutlaka toplumsal
denetimin her alanda olduğu gibi vergi alanında da oluşturulması gerekiyor. Böyle
bir oluşumun gerçekleştirilmesini hükümetler nezdinde zorlayabilecek biricik güç
ise, emekçiler ve onun örgütlü temsilcileridir. Aksi halde ne mi olur? Söylemeye
gerek yok, Yazarlarımızın fotoğrafını verdiği mevcut yapı böyle sürüp gider.

Kitapta toplumsal denetim örneğinde olduğu gibi, daha çok sayıda önemli
sayılabilecek saptamalar yapılmaktadır. Bunların kimilerinde adeta hukuk dersi
(vergi yükümlülüğünün, hukukla birlikte şekillendirilerek meşrululaştırılması
ve kurumsallaştırılmasının temelinde Anayasa’nın bulunduğunun hatırlatılması)
verilmekte, doyurucu hukuksal bilgiler (vergide kanunilik, mali güç, genellik ve
eşitlik, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı gibi konulara ilişkin) sunulmakta,
Yazarların kendi incelemelerinin sonuçları (vergi konusu sadece Anayasa’nın 73.
maddesindeki ilkeler doğrultusunda değil; eşitlik, hukuk devleti, hukuk güvenliği,
geriye yürümezlik, devletin temel amaç ve görevleri, vergi cezası, vergi affı, vergi
yönetim ve denetimi, bütçe yasaları ve vergi gibi değişik konular yönünden de
incelenmekte ve ayrıca vergi düzeniyle sıkça oynamanın sonuçlarına değinilmekte)
ortaya konmakta; kimilerinde ise, hükümetlere ve Meclis’e örtük bir şekilde
eleştiriler (Anayasa Mahkemesi’nin yıllardır iptal ederek uyarmasına rağmen,
bütçe yasalarına, bütçeyle ilgili olmayan diğer konularda olduğu gibi, vergiyle
ilgili konuların da bütçe yasalarıyla düzenlemeye devam edilmesi nedeniyle)
yöneltilmekte ve ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin bizzat kendi kararlarına yönelik
eleştiriler (Anayasa Mahkemesi’nin vergi ve mali yükümlülüklerle ilgili bakışındaki
farklı ve çelişkili yaklaşımlarının göz önüne serilmesi nedeniyle) de yapılmaktadır.

Kitapta ayrıca Anayasa’ya göre nasıl bir gelir idaresi olması gerektiği konusunda
önemli bilgiler sunulmaktadır. Vergi, kaynağını toplumdan ve Anayasa’dan
alan bir yükümlülüktür. Bu bağlamda, vergi politikasının oluşturulması ve gelir
idaresi aracılığıyla vergi toplanması devletin temel (asli) görevlerinden biridir.
Gelir idaresinin özerk hale getirilmesi, devletin bu asli görevini bu özerk kuruma
devretmesi anlamına gelir. Hatırlanacaktır, daha önce para politikası Merkez
Bankası’nın özerk hale getirilmesiyle devre dışı kalmıştı. Şimdi, oluşturulması
düşünülen özerk gelir idaresi ile vergi politikası da devre dışı bırakılmaya
çalışılıyor. Gelir idaresinin yeniden yapılandırılması ve özerk bir idare kurulması
çalışmalarının yapıldığı bugünlerde, bu oluşuma karşı çıkanlara Kitapta sunulan

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 251


konuya ilişkin bilgiler alternatif bir gelir idaresi önerisi için önemli ipuçları
vermektedir.

Kitapta bir yandan bu saptamalar sıralanırken; bir yandan da hem ele alınan
konularda yeni araştırma alanlarına işaret edilmekte hem de ele alınan bazı konuların
sosyal bilimlerin başka alt disiplinlerince ( kamu yönetimi ve sosyal politikalar
gibi) de ayrıca incelenmesi önerisi yapılmaktadır. Biz de bu önerilere katılarak,
yeni çalışmaların bu Kitabı örnek alarak tez elden başlatılmasını bekliyoruz.

Danıştay Üçüncü Dairesi ve Vergi Dava Daireleri Genel Kurulu Tetkik Hakimliği
(Şahnaz GEREK) ve Sayıştay Uzman Denetçiliği (Ali RIZA AYDIN) deneyiminden
gelen ve bu deneyimlerini Anayasa Mahkemesi Raportörlüğü ve araştırmacılık
deneyimlerinde birleştirerek, kaynakçası Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararları
olan bu çalışmayı gerçekleştiren Yazarları, özgün katkılarından dolayı kutluyoruz.

252 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Türk Sosyal Bilimler Derneği
Dokuzuncu Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’ne Çağrı

Türk Sosyal Bilimler Derneği, Dokuzuncu Ulusal Sosyal Bilimler


Kongresi’ni 07-09 Aralık 2005’de, Ankara’da, ODTÜ Kongre ve
Kültür Merkezi’nde düzenlemeyi kararlaştırmıştır.

Bilindiği gibi, TSBD tarafından düzenlenen Ulusal Sosyal


Bilimler Kongreleri bilimsel tartışma ve iletişim ortamını
zenginleştirmek amacıyla oluşturulmuş ve özellikle gelişmekte olan
üniversitelerimizdeki genç öğretim elemanlarının bilimsel ürünlerini
sunmalarına olanak sağlamıştır. Dokuzuncu Kongre’nin ülkemizdeki
sosyal bilim düşünce geleneğine katkı sağlayacak biçimde yine yoğun
bir katılımla gerçekleşeceğine inanıyor ve tüm bilim insanlarının
katkılarını bekliyoruz.

Dokuzuncu Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’ne, her zaman olduğu


gibi, sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerinde bildiriler sunulabilecektir.
Katılımcılar kendi uzmanlık alanları içinde herhangi bir konuyu
seçmekte serbesttirler. Bu temel ilkeyle birlikte, Dokuzuncu Kongre’de
Türkiye toplumunun, ekonomisinin ve içinde bulunduğu uluslararası
ortamın gelişme dinamiklerine tarihsel bir perspektiften bakan, uzak
ve yakın geçmişi sorgulayan, olası gelecek çizgileri üzerine tasarımlar
geliştiren bildirilerin de sunulması arzu edilmektedir.

Dokuzuncu Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’ne bildiri sunmak


isteyenlerin en çok 250 kelimelik bildiri özetlerini en geç 1 Haziran
2005’e kadar Derneğimizin t.s.b.d@superonline.com adresine
elektronik postayla göndermeleri gerekmektedir.

Kongre Düzenleme Kurulu tarafından yapılacak değerlendirilmenin


sonuçları bildiri sahiplerine elektronik postayla bildirilecek ve
TSBD’nin web sayfasında da duyurulacaktır.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 253


Dokuzuncu Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’ne sunulması
kararlaştırılan bildiri metinlerinin 30 Eylül 2005’e kadar, Derneğimizin
t.s.b.d@superonline.com adresine elektronik postayla göndermeleri
gerekmektedir.

Dokuzuncu Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi ile ilgili güncellenmiş


bilgilere http://www.tsbd.org.tr adresinden ulaşılabilir.

Tüm sosyal bilimcilere duyurur, Dokuzuncu Ulusal Sosyal Bilimler


Kongresi’ne yaygın bir katılımın sağlanması için ilgi ve desteğinizi
bekler, saygılarımızı sunarız.

Türk Sosyal Bilimler Derneği Yönetim Kurulu

254 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246


Yazarlara Duyuru
1966 yılından bu yana düzenli olarak çıkmakta olan milkiye dergisi, 1999
yılından başlayarak “Hakemli Dergi” statüsünde ve yılda 4 sayı (Kış, Bahar, Yaz,
Güz) olarak yayınlanmaktadır.

mülkiye’ye gönderilen yazılar başka bir dergide yayınlanmamış ya da


yayınlanması için başka bir yayına iletilmemiş olmalıdır. Yazılar yayınlanmak
üzere kabul edildiği takdirde, mülkiye, bütün yayın haklarına sahiptir.

Gönderilen yazılar, Dergimizin yayın çizgisi ve ilgi alanları çerçevesinde Yayın


Kurulu’nca ön değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Ön değerlendirmesi yapılan
yazılar hakeme/hakemlere gönderilmekte, hakem/hakemlerden gelen rapor ışığında
işlemler yapılmaktadır.

Yazının ilk sayfasında şu bilgiler olmalıdır: (a) yazının başlığı, (b) yazar(lar)ı,
(c) yazarların bağlı bulundukları kuruluşlar. Aynı sayfadaki bir dipnotunda,
iletişim kurulacak yazarın adı, adresi, telefon ve faks numaraları ve e-posta adresi
belirtilmelidir.

Yazıda diğer kaynaklara yapılacak göndermeler, ana metin içinde uygun


yerlere parantez içinde yazarın soyadı, yayın tarihi ve sayfa numarası belirtilerek
yapılmalıdır. Metin içinde kaynaklara tekrar gönderme yapıldığında da aynı
yöntem uygulanmalıdır. Eğer yazarın adı metin içinde geçiyorsa, yalnızca yayın
yılını parantez içinde vermek yeterlidir; örneğin Boratav’ın (1988) belirttiği gibi...
Eğer yazarın adı metin içinde geçmiyorsa, hem yazarın hem de atıfta bulunulan
kaynağın yayın tarihi parantez içinde verilmelidir, örneğin (Işıklı, 1998). Eğer sayfa
numarası vermek gerekli ise, yazarın adı ve yayın tarihinden sonra iki nokta üst
üste konulmalı ve sayfa numarası ya da numaraları yazılmalıdır, örneğin (Akşin,
1987:36-39). Eğer atıfta bulunulan kaynak iki yazar tarafından kaleme alınmış
ise, her ikisinin de soyadları kullanılmalıdır, örneğin (Dornbusch ve Fischer,
1987:51-57). Eğer yazılar ikiden fazla ise, ilk yazarın soyadından sonra “vd”
ibaresi kullanılmalıdır, örneğin (Boratav vd. 1993:45). Eğer atıf yapılan eserler
birden fazla ise yazarların soyadları ve yayın tarihleri, aralarında noktalı virgül
olacak şekilde sıralanmalıdır, örneğin (Berksoy, 1986; Keynes, 1936; Üşür, 1999).
Burada yapılacak sıralama, yazar soyadının alfabetik dizinini esas almalıdır.

Tablo ve şekiller başlık ve sıra numarası verilmeli, başlıklar tablo ve şekillerin


üzerinde yer almalı, kaynakları ise altına yazılmalıdır.

mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246 255


Ana metinde ve dipnotlarda atıfta bulunulan tüm eserler, yazının sonuna
eklenecek “Kaynakça”da yer almalıdır.

Kaynakça’da sadece yazı bütününde atıfta bulunulan eserler yer almalı ve bu


eserler yazarların soyadına göre alfabetin olarak sıralanmalıdır. Kaynakçada yer
alan yabancı dildeki eserler Türkçe olarak da yayınlanmış ise parantez içinde
mutlaka gösterilmelidir.

mülkiye’ye yayınlanmak üzere gönderilen yazılar, yukarıdaki standartlara uygun


olarak A4 kağıtlara 1,5 aralıkla yazılmalı ve en az iki kopya ve bir bilgisayar disketi
(Word 6.0 ya da 7.0 formatında) ile birlikte aşağıdaki adrese gönderilmelidir.

mülkiye dergisi: Konur Sokak No:1, 06440 Kızılay / ANKARA

Gelecek sayıların temaları:

247. sayı: Siyasal egemenlik ve meşruiyet

256 mülkiye Cilt: XXIX Sayı:246

You might also like